KUR’AN VE SÜNNETTE ZULÜM KAVRAMI
Güvenlik Güçleri, Kimin Güvenliğini Koruyor?
Zalimlere Uyanların Ve Onların Askerlerinin Durumu Nedir?
Zulümden Ve Zulme Ortak Olanların Durumlarından Görüntüler
Ey Zalimler Bir, Kaç Dakika Sabredin
Zulüm Ve Zalimler Hakkında Hadisler
Zulüm Ve Mazlumlar Zulüm Karanlıklardır
Mazlum Kardeşim Halis Niyetin Üzere Sabit Ol
Mazlum Kardeşim, Allah'a Hamdet
Sabırlı Ol, Ey Mazlum Kardeşim
Davet Çalışmalarında İmtihana Uğratılmak İlahi Bir Sünnettir
Sabır, Zulme Razı Olmak Anlamına Gelmez
Ey Kardeşim, Sen Allah'a Sığın
Ey Mazlum Kardeşim, Sıkıntını Azaltır Diye Şu Unsurlara Dikkat Et
Zalimle Değil Kendi Nefsinle İlgilen
ÜYELİK VE LİDERLİK AÇISINDAN DAVET YOLU
Cemaat Halinde Çalışmak Farzdır
Bir Cemaat İçin Program, Lider Ve Kadro Kaçınılmazdır
Zorluğun En Büyüğü Ve Emanetin En Ağırı Liderin Omuzlarındadır
Liderlik Emanetinin Yerine Getirilmesine Yardımcı Unsurlar
Lider Ve Yöneticilerde Bulunması Gerekli Ahlaki Özellikler
1- Makam, Şöhret Ve Gösterişten Uzak Olmak
2- Akıllı, Zeki Ve Bilgi Sahibi Olmak
3- Yumuşak Huylu Ve Bağışlayıcı Olmalıdır
8- Bağışlayıcı Olmak Ve Öfkesini Yenebilmek
11- İffetli Ve İzzeti Nefis Sahibi Olmak
12- Züht Ve Takva Sahibi Olmak
15- Allah'ın Ölçülerini Muhafaza Etmek
20- Ümitsiz Ve Aşırı İyi Niyetli Olmamak
Cemaatın Çalışma Alanları Ve Özellikleri
1- Hedeflerden Taviz Verilmemelidir
2- Kuşatıcı Bir Program Yapılmalıdır
3- Hareketin Merhalesi İyi Bilinmelidir
4- Programlar Her Seviyeyi Gözetmelidir
5- Siyasi Çalışmalar Da İhmal Edilmemelidir
6- İslam Cemaatlerine Sevgiyle Muamele Edilmelidir
7- Cihad Ve Kültür Alanının İhmal Edilmemesi
8- Toplumu İslami Düzene Hazırlamak
9- Müslüman Kadının Yetiştirilmesi
10- Nesilleri Fitneden Korumak
11- İslam'ın Yeni Nesillere İntikalini Sağlamak
12- Arapçaya Ve Diğer Dillere Önem Vermek
13- Hareketin Maddi İmkanlarını Düzenlemek
14- İhtisas Sahiplerinden Yararlanmak
Liderin Çalışmasına Yardımcı Bazı Tavsiyeler
Liderle Yardımcıları Arasındaki İlişkiler
Cemaat Üyeligi Ve Gerekleri Genel Esaslar
Üyelerde Olması Gereken Özellikler
Liderle Üyeler Arasındaki Ahlaki İlişkiler
3- Birbirlerine Karşı Güven İçinde Olmak
5- Karşılıklı Sevgi Ve Kardeşlik
6- Lider Ve Üyeler Arasında Sürekli Alaka Ve Kolay İrtibat
7- Görev Değişikliklerine Karşı Hazırlıklı Olmak
8- Her İşte Allah Ve Resulünün Hükmünü Tereddütsüz Kabullenmek
9- İslami Ve İslam Dışı Tüm Hareketleri Tanıyarak Tecrübeleri Artırmak
Toplantıların Düzenlenmesi Ve Yönetilmesi
İslamı Vahdet Üzerine Araştırıcı Bir Bakış
Vahdet İçin Çalışmamız Gereken Hedefler
Bazı Cemaatlerin Yanlışları Üzerine
Siyaseti Eğitime Tercih Edenler
Şiddet Yöntemini Tercih Edenler
Kötülüklerin Giderilmesinde En Doğru Yol
Davet Yolu Ve Şartlarıyla Tanışma
Yönlendirme Ve Vahdet İçin Nasihatler
Diğer Cemaatlere Karşı Tutumumuz
Vahdet İslami Bir Sorumluluktur
Gelin Kur’an la İlişkimizi Güzelleştirelim
Allah'ın Yarattıkları Ve Delilleri Üzerinde Tefekkür Etmek
Kainattaki Diğer Varlıklar Üzerinde Düşünme
Allah'ın Nimetleri Üzerinde Tefekkür Etmek
İnsanları Bekleyen Gayb Alemini Tefekkür Etmek
Ahiret Günü Üzerinde Tefekkür Etmek
Şeytan Taşlama Ve Kurban Kesme
Sünnete Uymakla Elde Edilecek Azık
Resulullah (A.S.) Mükemmel Bir Örnektir
Sünnetin İslami Şahsiyeti Oluşturmadaki Rolü
Cihad, Mü'minle Münafığı Ayırd Eder
Allah'a Davetten Elde Edilecek Azık
Yararlı Sohbetten Elde Edilecek Azık
Salih Amelden Elde Edilecek Azık
Zulüm kıyamet gününde karanlıklar şeklinde kendini gösterecektir. Bugün de insan nereye baksa zulmün muhtelif şekilleri ile karşılaşıyor. Öyle ki zulüm adetâ, üzerinde araştırmalar yapılan, değişik ihtisas alanları geliştirilen, yeni metodları araştırılan, modern aletleri geliştirilen ve sürekli şekilde modernleşen bir ilim dalı haline geldi. Her ne zaman bir zulüm duysak veya görsek mazlumlardan çok zalimlere acıyoruz. Çünkü zalimlerin ahirette karşılaşacakları durum, mazlumların bu dünyada karşılaştıkları uygulamadan daha çok, daha şiddetli ve kalıcı olacaktır.
Yüce Allah'ın kitabında zulümden, zalimlerden ve mazlumlardan çeşitli şekillerde söz edilmiştir.
Aynı şekilde Resulullah (a.s)'in hadislerinde de söz edilmiştir.
Zulme maruz kalarak, onun değişik şekillerini tadıp, hislerini yaşadığımda ve acılarını duyduğumda, bu zulüm konusunu ele almayı ve Allah'ın kitabından, Resulullah (a.s.)'ın sünnetinden bilgiler almak suretiyle bu konuda bir kitapçık yazmayı arzulamıştım. Bunu yapmakla, zulmün fenalığını ortaya koymayı, zalimlere sonlarının ve çekecekleri azabın pek fena olacağını bildirmeyi istiyordum. Aynı zamanda mazlumların da ellerinden tutma, Allah'ın insaf göstermeleri ve kendilerine zulmedenlerden intikam alma duygularını yenmeleri karşılığında kendilerine bolca ecir vereceği hususunda gönüllerini rahat kılma amacındaydım.
Kalpleri merhamet duygusuyla ve derinlemesine bir yoklamaya çalıştım. Bunu yaparken kalplerin bir yarar sağlamasını ve durumunu düzeltmesini, mazlumların da ümitsizliğe düşmemelerini sağlamayı amaçladım.
Kalpleri, kudret elinde tutan Allah Teala her şeyin üstünde bir güce sahiptir. İnsanlara karşı merhametli ve acıyıcıdır. Allah'tan hidayet, rahmet, adalet, güven ve rahatlık diliyoruz. İnsanların İslam'ın gölgesinde, İslam'ın hakimiyeti altında, İslam'ın adaletinde yaşayabilmeleri için mazlumların üzerindeki zulmün kaldırılmasını diliyorum.
Amîn.[1]
Zalimler ne kadar da fenadırlar, kötülükleri ne kadar da şiddetlidir, hem dünyaları hem de ahiretleri ne kadar da perişandır... İnsanlara haksızlık ederler, yeryüzünde haksız yere taşkınlıkta bulunurlar, sınırları aşar, insanları zindanlara doldurur, onlara işkence eder, sebepsiz yere, haksız olarak ve sırf kendilerine karşı olan düşmanlıkları dolayısıyla öldürürler.
Bunun arkasından elde ettikleri fayda nedir? Kesinlikle bir fayda elde edemezler. Ancak bütün feanalıklar kendilerini bulur. Şeytan'ın ve yardımcılarının güzel göstermesi sonucu, bütün bunları o cezalandırılan insanların fenalıklarından diğer insanları korumak amacıyla yaptıklarını ileri sürerler. Yahut haksızlıklarını ve taşkınlıklarını yerinde gösterebilmek için böyle zannederler. Geçmişte olsun, şimdi olsun zalimlerin anlayışı hep böyle olmuştur. Bu düşünceyi onların kafalarına Şeytan sokar, dillerinden de o söylettirir.
"Firavun dedi ki: "Beni bırakın, Musa'yı öldüreyim. O Rabb'ine yalvaradursun. Onun dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."[2]
"Firavun kavminin ileri gelenleri: "Musa'yı ve milletini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?" dediler. Firavun: "Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz," dedi."[3]
İşte Hz. Musa ve milleti, Firavun ile onun ileri gelenlerinin gözünde yeryüzünün bozguncuları olarak görünüyorlardı. Onlara göre bunlar, kendileri ve oğulları işkence edilmeyi ve öldürülmeyi hak ediyorlardı. İşte bu, büyüklerime, taşkınlık, iftira ve zulümdür.
Günümüzde, gerek Arap aleminde, gerekse bütün İslam dünyasında hüküm süren zalimlerin mantığı da budur. İnsanları Allah'a çağıran tertemiz müslüman gençler onların gözünde bozguncu, yıkıcı, terörist, aşırı, yoldan çıkmış ve taşkındırlar. Bunun gibi pek çok sıfatı haksızlıkla ve iftira olarak onlara yakıştırırlar.
Geçmişte de Resulullah (a.s) müşrikler tarafından sihirbaz, deli, şair, yalancı, kahin ve benzeri sıfatlarla vasıflandırılmıştı.
Öte yandan zalimlerin gözünde eğlence düşkünü, zevk peşinde, hippi gençler; çağdaştırlar, gerçek vatan gençleridirler ve doğru yoldadırlar. Niçin olmasın ki, onlar zalimlere boyun eğmiştirler, hatta onları alkışlıyor, çığırtkanlıklarını yapıyorlar![4]
Bu müslüman gençlik ve Allah yolunun davetçileri, güvenlik adına ikinci bir ordu haline gelen güvenlik adamlarının ve merkezi güvenlik kuvvetlerinin elleriyle tutuklanmaya, işkenceye, sürgüne ve öldürülmeye maruz kalıyorlar. Aynı şekilde devlet güvenlik mahkemelerinin yahut gizli askeri mahkemelerin pnünde muhakeme ediliyorlar. Bütün bunlar diktatörce yönetimin gölgesinde ve sıkı yönetim kanunları çerçevesinde uygulanırken yönetimin demokratik olduğu ileri sürülüyor. Çünkü devlet müslüman gençlere karşı savaş açmıştır. Hapishaneleri ve tutukevlerini onlar için açıyor. İplerini sözkonusu hükümleri uygulayabilmek için asıyor. Bunlann hepsi güvenlik adına ve güvenlik için .yapılıyor. Bu gerçekten güvenlik midir? Yoksa gözdağı verme, zulüm ve terör müdür? Ve zulüm ile güvenliğin sağlanması mümkün müdür?[5]
Her eyleme karşı bir reaksiyon (karşı-eylem) olur. Zulme karşı da anında ortaya çıkmasa bile bir reaksiyon (karşı-eylem) olmaktadır. Zulmün tam ve sürekli bir teslimiyet ile karşılaşması düşünülemez. Zulüm; sıkıntıyı, darlığı, hiddeti ve direniş için fırsat gözetme anlayışını beraberinde getirir. Bu halde, insanlar, zulmü ortadan kaldırmak ve kendilerine düşmanlık edenleri etkisiz hale getirmek için sürekli fırsat kollarlar. Bu düşünce sadece haksızlığa uğrayanların zihinlerinde teşekkül etmez. Adaleti seven, zulme karşı olan, hürriyeti seven, taşkınlığa ve baskıya karşı olan herkesin zihninde bu karşı koyma anlayışı oluşur. Hatta din ve inanç ilişkisinin ötesinde haksızlığa uğrayanlarla sadece insanî ilişkileri olanlar da bundan etkilenirler.
Bizden biri, bir hayvana fenalık edildiğini görünce ondan dolayı rahatsız olup yapılan fenalığın önüne geçmek isterken, bu fenalığa muruz kalanın temiz bir insan olması halinde bu olaya nasıl lakayd kalabilir?
Zalimler, yaptıklarına yönelik reaksiyonları çok iyi anlarlar ve buna karşı bazı planlar yaparlar. Ama ne yazık ki, onlar, kendi nefislerini koruyabilmek için bu reaksiyonları daha şiddetli zulüm uygulayarak karşılarlar. Böylece bir taraftan zulüm artarken bir taraftan da reaksiyon çıkar. Zalimler de korku ve üzüntü içinde istikrarsız bir hayat sürmek zorunda kalırlar.
Zulüm; güvenliği sağlayabilmiş midir? Onların -yani zalimlerin- her kıpırdanışı kendi aleyhlerine bir gelişmeyi de beraberinde getirmiyormı? Bazılarının korku ve endişe dolayısıyla gecelerini bile feda ettiği görülüyor.
Böyle bir hayatta, hangi huzurdan, hangi rahatlıktan, hangi mutluluktan söz edilebilir? Bütün iş, o zalimlerin etrafını saran ve meslekleri insanlara işkence etmek ve onları öldürmek olan güvenlik kuvvetlerinde.
Gerçekten zalimler ne kadar da fenadırlar.. Başlarına gelen belalar ne kadar da şiddetlidir.. Hem dünyaları, hem ahiretleri ne kadar da perişandır...
Zalimler bu şekilde, onların etraflarını saran ve onlardan menfaatlenen bir azınlığın dışında, haksızlığa uğrayan, baskı altında tutulan bütün halk tarafından düşmanlık ve memnuniyetsizlik duygulan ile karşılanırlar. Oysa kendileri için uygun olan, halkları ile yardımlaşmaları, onların güven, destek ve sevgilerine kavuşmalarıydı. Bu zalimlerden birinin, adaleti uygulayan bir yönetimin gölgesinde rahat, güvenli alelade bir vatandaş olması kendisi için böyle sıkıntı ve korku içinde ve hem Allah'ın hem de insanların gazabına uğramış bir yönetici olmaktan daha hayırlı olurdu.
Bunlar zalimlerin dünyadayken başlarına gelen fenalıkların, belaların ve sıkıntıların bir kısmı. Ahirette ise iyiden iyiye perişan olacaklar. Bitmeyecek olan azab , rezillik, aşağılık ve pişmanlık onları bekliyor.[6]
Bunlar da onlar gibi zalimdirler. Zalimlere yardımcı olmuş ve onların zulüm uygulamalarını gerçekleştirmişlerdir. Bazıları yaptıklarından ötürü kendilerinin üzerine bir sorumluluk olmadığını zannederler. Kendilerinin sadece başkanlarının emirlerini yerine getirdiklerini, sorumluluğun ise tümüyle başkanlara ait olduğunu düşünürler. Bunlar kendilerine bir başka mazeret de bularak, emredilenleri yerine getirmemeleri halinde kendilerinin bizzat işkenceye, ezaya, tecride ve benzeri kötü uygulamalara maruz kalacaklarını söyleyebilirler. Oysa onlar zulme ortak olmaktadırlar, bu itibarla başkanları ile birlikte sorumludurlar.
Eğer zalim, ona itaat eden ve emirlerini yetine getiren askerler bulamamış olsaydı bütün bu zulümler olur muydu? Firavun, askerleri olmasaydı ne yapabilirdi? Bundan dolayıdır ki yüce Allah'ın Firavun'u, vezirini ve askerlerini azab ve hatada bir tuttuğunu görüyoruz.
"Firavun, Haman ve onların askerleri hata üzere idiler."[7]
"Biz, memlekette güçsüz sayılara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete yerleştirmek, Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları şeyler göstermek istiyorduk."[8]
Buna ilave olarak yüce Allah, Firavun ve müstekbirlerle, onlara uyan güçsüz askerler arasında geçen durumu da bize bildiriyor:
"Allah onu (Firavun kavminden iman sahibi bir kişi), kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azab Firavun'un adamlarını sardı. Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün "Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun" denir. Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, güçsüzler, büyüklük taslayanlara; "Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını bizden savabilir misiniz?" derler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler): "Hepimiz onun içindeyiz. Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir" derler."[9]
Hüsrana uğrayan kimse; ahiretini dünyalık karşılığında satandır. Ondan daha çok hüsrana uğrayan kimse ise ahiretini başkasının elde edeceği dünyalık karşısında satandır. İşte zalimlerin yolunda zulüm uygulamalarını icra etmek suretiyle ahiretlerini satan askerlerin ve onlara uyanların durumu da buna uymaktadır. Halbuki bu zalimler Allah karşısında onlara hiç bir yardım dokunduramayacaklardır. Kıyamet gününde onlardan uzak olduklarını ilan edecekler. Ancak komutanıyla, askeriyle ve onlara tabi olanlarıyla hepsinin sonu azab ve hüsran olacaktır.
"Zalimler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi. Nitekim kendilerine uyulanlar azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. "Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak" derler. Böylece Allah onlara hasretini çekecekleri işlerini gösterir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır."[10]
Ama Şeytan size verdiği vesvesesinde, sizin emirleri yerine getiren görevliler olduğunuzu, bu emirleri yerine getirmemeniz halinde bizzat kendinizin işkenceye ve eziyete maruz kalacağınızı söyler. Biz size deriz ki: Siz sorumlulukta başkanlarınıza ortaksınız ve Allah sizi pek uzun süre onların sevdiği kimseler olarak bırakmayacaktır. Onların emirlerini yerine getirdikten sonra ilk etapta sizin hakkınızdan gelecekler.
Nitekim Resulullah (a.s.) bize böyle bildiriyor:
"Kim bir zalime yardımcı olursa, Allah o zalimi ona musallat eder."[11]
Sizin için en uygun ve hayırlı olacak iş; karşılığında sürgün, hapis, işkence, hatta ölüm dahil her ne türlü haksızlığa uğratılacak olursanız olun, zulüm emirlerini yerine getirmemektir. Sizin bunu yapmanız, yani zulüm emirlerini yerine getirmekten kaçınmanız karşılığında, Allah'ın rızasına ve cennetlerine kavuşacak, zalimlerle yardımcıları için hazırlamış olduğu azabından kurtulmuş olacaksınız. İnsanların yapacakları haksızlıklarla Allah'ın azabı arasında tercih yapmak size ait. Artık söylediğimizi anlıyor, sizin için daha hayırlı olacak olanı tesbit edebiliyor, vaktin geçmeşinden önce halinizi düzeltebilmek için mevcut durumunuzun bir değerlendirmesini yapabiliyor musunuz? Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.[12]
Bazı zalimlerle yardımcılarına bazen işler karışık görünür. Dolayısıyla yaptıklarının zulüm olmadığını zannederler. Buna bağlı olarak da Allah'ın zalimler için va'detmiş olduğu azabın kendilerine göre olmadığını ve kendilerine dokunmayacağını düşünürler.
Eğer durum onların zannettiği gibiyse; gecenin ortasında sabaha doğru insanları tutuklamak, evleri teftiş ederkenki haykırışları ve bunun çocuklarda, kadınlarda yol açtığı ve hayatlarının sonuna kadar devam eden psikolojik rahatsızlıkları, sinir krizlerini nasıl isimlendirelim?
Sebepsiz yere yıllarca süren tutuklamalarla hapishanelerin birer zulüm merkezleri oldukları açıkça görülmüyor mu?
İthal metodlarla uygulanan ve çoğu zaman ölüme yol açan işkenceler apaçık bir zulüm değil midir?
Evlerinin sahiplerinin başına yıkılması, insanların ırzlarına geçilmesi, diri diri insanların gömülmesi işlerine ne diyorsunuz? Bunlar öyle alelade işler midir? Yoksa zulmün bizzat kendisi midir? Bunları gerçekleştiren kimdir? Zalimin bizzat kendisi, yahud onun adamları ve askerleri değil midir?
Sürgün, kovalama, kişisel hakların engellenmesi, mallara el konulması, özgürlüklerin kısıtlanması, halka iftira edilmek suretiyle bir sürü hile ile gerçekleştirilen referandumlarda % 99,99'a ulaşan bir çoğunluğun "evet" demesiyle kabul edildiği ileri sürülen baskı kanunlarının uygulamaya konması, yahut aynı türden kanunların hileli seçimlerle veya direkt yollarla belirlenen halk meclisleri vasıtasıyla uygulamaya konması, bütün bunlar zulümden başka nedir? Bu sayılanlar zalim yöneticinin halkım hükmü altında tutabilmek için başvurduğu yeni geliştirilmiş metodlardır. Bütün bunların zulüm olduğu bütün açıklığı ile ortadadır ve üzerinde hiçbir şüphe yoktur.
Bu noktadan hareketle, dolayıh yollarla veya doğrudan bu zulüm uygulamalarından herhangi birine iştirak etmiş veya etmekte olana, kendisinin de zulme ortak olduğunu hatırlatırız. Böyle biri, Allah'ın zalimler için hazırlamış olduğu azaba çarptırılacak olan önderleri ile birlikte bu azaba atılacak yardımcılardan olacaklardır.
Örnek olarak arzedelim: Halk meclislerinde, yahut buna benzer meclislerde, içerisinde zulüm, aldatmaca, yahut hürriyetleri kısıtlama ve bunun dışında herhangi bir haksızlık bulunan bir kanun metnine "evet" diyen, böyle bir kanunun kabulüne yardımcı olan her üye bu zulme ortaktır. Bu kanun dolayısıyla insanların maruz kalacakları her bir zulüm ve haksızlıktan dolayı Allah katında hesab verecektir. O kişinin söz konusu meclisteki üyeliği bitmiş olsa bile bu kanun, uygulamada olduğu sürece onun sorumluluğu devam edecektir. Hatta öldükten sonra bile o kanun uygulandığı sürece hesabı da sürecektir. Belki de böyle zalim kanunlar yüzünden insanların milyonlarcası zulme uğratılacaktır.
Sahih bir hadiste Resulullah (a.s.)'in şöyle söylediği bildiriliyor:
"Kim islâm'da kendi kafasına göre bir uygulama (bid'at) başlatırsa, ona bu işin ve kendinden sonra bu isi devam ettirenlerin günahı yazılacaktır. Kendinden sonra bu işi sürdürenlerin günahından ise bir şey eksiltilmeyecektir."[13]
Söz konusu meclislerdeki her bir üye, zalim kanuna muvafakat anlamına el kaldırmanın, yahut bir "evet" kelimesinin kendisine ne gibi sorumluluklar yüklediğinin farkında mıdır? Onun yüzünden ne kadar süreceğini ancak Allah'ın bileceği bir azab için cehenneme atılabileceğini basit "evet" kelimesini telaffuz etmeden önce üzerinde çok iyi düşünsün.
Bilal bin Harisi'l-Muzni'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğu bildiriliyor:
"Bir insan bazen hiç önemsemediği bir söz söyler, onunla Allah'ı kızdırır ve onun yüzünden cehennemde göklerle yerin arasındaki mesafeden daha uzak bir yere atılır."[14]
Halkı temsil etme görevinin yüklediği emanet arasında o halkın hürriyetlerini kısıtlama ve onu zulme maruz bırakma da var mıdır? Böyle bir şey hiç şüphesiz hıyanet sayılır. Artık uyanmayacak mısınız ey insanlar?
Ebu Hureyre (r.a)'den, rivayet edilmiştir:
"Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir mü'minin ölümüne bir kelimenin yarısı ile bile olsun yardım edecek olursa Allah'ın huzuruna alnına "Allah'ın rahmetinden mahrum kişi" yazılı olarak çıkar."[15]
Ey Zalimler Uyanın...
Size ne oluyor da bu müslüman gençlere, insanları korkmadan Allah'a çağıran bu davetçilere böyle çeşit çeşit şekillerde zulmediyorsunuz? Sanki bu mazlumların haklarını isteyecek, zulmü üzerlerinden kaldıracak, onlara yapılan haksızlıklardan dolayı hiddetlenecek ve onların intikamını alacak kimse yok. Bilmez misiniz ki, kendisine dua ettikleri yaratıcıları onlara yapılan haksızlıkların farkındadır ve bütün yapılanları görmektedir.
Bilmez misiniz ki O, onların dostudur ve O'nun sizin üzerinizdeki gücü, sözün o mazlumlar üzerindeki gücünüzden çok daha fazladır.
O, yaratıcı iman edenlerin savunucusudur. Zalimlere bir süre mühlet verir, ama bir kere yakaladı mı artık bırakmaz.
O, pek ulu ve şiddetli intikam sahibidir.
Şu ayetleri okuyun ve üzerinde düşünün, belki uyanırsınız:
"Sen, zalimlerin yaptığından Allah'ı gafil sanma. O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor. O gün başlarını dikerek koşarlar, bakışları kendilerine dönmez (Öyle dönüp kalmıştır sanki). Yüreklerinin içi de bomboş havadır. (Şaşkınlıktan, kafalarında düşünce adına bir şey kalmamıştır), insanları kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki, zalimler o gün: "Rabb'imiz, bizi yakın bir süreye kadar ertele de, senin çağrına gelelim, peygamberlerine uyalım" derler. Peki önceden sizin için hiç zeval olmadığına (sürekli yaşayacağınıza) yemin etmemiş miydiniz?" Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerine oturdunuz. Onlara, yaptıklarımız da sizlere açıklanmıştı, size misaller de vermiştik. Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah'ın elindeydi. Yerin başka bir yerler, göklerin de başka göklerle değiştirildiği her şeye üstün gelen tek Allah'ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine vereceği sözden cayacağını sanma; doğrusu Allah güçlüdür, intikam sahibidir. O gün suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş bürüyecektir. Bu, Allah herkese yaptığının karşılığını vereceği için böyledir. Doğrusu Allah hesabı çabuk görür. Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, yalnız bir tek ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[16]
Ey, müslüman gençleri zincirlere ve kelepçelere vuranlar, onları daracık zindan odalarına kapatanlar ve onları yiyecekten, sudan alıkoyanlar! Bilin ki, ahirette de zincirler, prangalar ve günahkar zalimlerin içine atılacakları daracık yerler vardır. Onların yiyecekleri irin ve zakkum ağacının meyvalarıdır. Kendilerine içecek verilir ama:
"Yüzlerini haşlayan bir su."[17]
"Yahut: Orada kendisine irinli su verilecektir. Onu yudum yudum alacak fakat yutamıyacaktır."[18]
Şu ayetleri de okuyup üzerinde düşünün, belki içerisinde bulunduğunuz gafletten uyanırsınız:
"Rableri peygamberlerine: "Biz zalimleri helak edeceğiz, onlardan sonra sizi o yerlere yerleştireceğiz. Bu, makamdan ve tehdidimden korkanlar içindir" diye vahyetti. Peygamberler yardım istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından da cehennem onu gözetmektedir. Orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum alacak fakat yutamayacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde, ölemiyecek arkasından da çetin bir azab gelecektir."[19]
Yine şu ayeti okuyun:
"Şüphesiz zalimler için duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde erimiş maden gibi yüzlerini kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır."[20]
Şu ayetlere de bir bakın:
"(O zalimlerin ve inkarcıların) atılacakları ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak dar bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler.
"Bir kere yok olmayı değil, bir çok kere yok olmayı isteyin," denir."[21]
Evet zayıfsınız. Sizin örneğiniz; kendisi için bir ev edinen örümceğin örneği gibidir. Çünkü, evlerin en zayıfı, örümcek evidir. Etrafınızdaki askerler ve silahlar, içerisinde bulunduğunuz saraylar ve kaleler sizin bir şeyinizi artırmayacaktır. Gözlerimizle gördüğümüz gibi ne dünyada Allah'ın bize bildirdiği üzere, ne de ahirette! Çok sağlam burçlara sığınmış olsanız da ölüm sizi yakalayacaktır. Tüm askerlerinizin ve birliklerinizin arasında bulunsanız da ölüme yenileceksiniz. Bilin ki askerleriniz sizin lehinize değil aleyhinize yardımcıdır. Çünkü onlar sizin zulüm işlemenizi kolalaştırıyorlar. Zulmün sonu ise pek vahimdir. Eğer size gerçekten yardımcı olsalardı ve hakkınızda iyilik düşünselerdi sizi zulümden alıkoyarlardı. Resulullah (a.s)'in hadis-i şerifinde bildirdiği üzere zalime yapılacak gerçek yardım işte budur.
Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s):
"Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et" şöyle buyurdu:
Enes diyor ki:
"Ben sordum: "Ey Allah'ın Resulü, mazlum olduğunda yardım ederim, peki zalime nasıl yardım ederim?" Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Onu zulümden alıkoyarsın, işte bu senin ona yardımındır."[22]
Bir diğer husus da şudur ki: Siz ve askerleriniz kamçılarınıza, kelepçelerinize, kurşunlarınıza ve iplerinize hedef seçtiğiniz müslüman gençlerin ve Allah'a davet eden insanların bizzat nefisleriyle ve zayıf vucutlarıyla savaştığınızı zannediyorsunuz. Oysa siz bu düşüncenizde yanılıyorsunuz. Çünkü siz bu davetçilerin şahsında Allah davetine ve Allah'a karşı savaşıyorsunuz.
"Allah işinde hakimdir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler."[23]
"Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçtü olandır, Hakim olandır."[24]
"Rabbi'nin ordularını kendisinden başkası bilemez."[25]
İşte bu şekilde, siz ordularınızla ve askerlerinizle zayıflığın, güçsüzlüğün tam merkezindesiniz. Bizim zindanlarda tutulan, işkenceye maruz bırakılan Müslüman gençlerimiz ise güç ve kuvvetin merkezindedirler. Çünkü onlar hak üzerindedirler, siz batıl üzeresiniz. Onlar Allah yolundadırlar, siz Şeytan'ın yolandısınız.
"Şeytanın hilesi pek zayıftır."[26]
Allah'ın size fırsat vermesi dolayısıyla siz de zulümde iyice ileri gitmeye kalkıyorsunuz. Şunu bilin ki, Allah fırsat verir ama ihmal etmez.
Resulullah (a.s) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Allah Teala zalime bir süre fırsat verir, ama bir yakaladı mı da artık bırakmaz."[27]
Resulullah (a.s) bu sözü söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Allah kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar. Yakalaması da şiddetli ve elimdir."[28]
Zalimlerin sonlarının ne olduğunu geçmişle ilgili olarak anlatılanlardan duyduk ve günümüzde de bazılarının sonlarını gözlerimizle gördük. Bunda aklını kullanabilen ve söz dinleyen için büyük ibret vardır. Bu olanlar aynı zamanda Allah Teala'nın va'dettiklerinin bir şahididir. Allah'ın sözü mutlaka haktır, doğrudur.
"Haksız eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır."[29]
Ey zalimler ve yardımcıları: Bilin ki, mazlumun duası ile Allah arasında hiçbir perde yoktur.
Resulullah (a.s) Efendimiz, Muaz bin Cebel (r.a)'e vasiyetinde şöyle buyuruluyor:
"Mazlumun duasından sakının. Çünkü onun duası ile Allah arasında hiçbir perde yoktur."[30]
Nice insan zulme uğratılıyor, onlar zindanların karanlık köşelerinde, işkence kamçılarının altında yahut ipe çekilirken nice dualar ediyorlar.
Sonra beri tarafta mazlumların yakınları, babaları, anaları, eşleri, kardeşleri, çocukları, bunların hepsi, tahrik, sürgün, aç bırakma, tecavüz şeklinde tezahür eden çeşitli zulüm uygulamalarına maruz kalıyorlar. Onların üzüntü, elem, açlık ve korku iniltileri ile birlikte duaları Rabb'lerine ulaşıyor. Bir tek mazlumun duasından bile zalime yazıklar olsun. Artık binlerce mazlumun bunca duası karşısında onların hali ne olacaktır?[31]
Bizimle zulüm ve zalimlerle birlikte olacak şu nasihatlarımıza sabredin ve değerli vaktinizden bize birkaç dakika ayırın. Her bir anında nice günah işlediğiniz, nice haksızlıklar yaptığınız o vaktinizden biraz ayırın ve bizi dinleyin. Size sonsuz olan ahiret hayatınızın ne olacağı ile ilgili varlık davanızdan söz edeceğiz. Bu gerçekten önem vermenizi gerektiren bir şeydir. Bu dakikaları kıskanmayın. Belki sizin kurtuluşunuz bunda olur. Gelin bizimle birlikte şu manzarayı bir seyredin. Belki kalpleriniz titrer, gözlerinizin, yahut basiretinizin üzerindeki perdeler kalkar:
"İlgililere söyle emredilir: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını biraraya toplayın. Onları cehennem yoluna koyun. Onları durdurun, çünkü onlardan daha da hesap sorulacaktır. Şöyle sorulur:
"Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?" Hayır, bugün onların hepsi teslim olmuşlardır. Birbirlerine dönüp sorarlar. Tabi olanlar, ileri gelenlerine: "Doğrusu siz bize suret-i haktan görünürdünüz" derler. Onlar da şöyle derler: "Hayır siz inanmış kimseler değildiniz. Bizim sizin üstünüzde bir nüfuzumuz yoktu. Bilakis azmış bir millettiniz. Bu sebeple Rabb'imizin sözü aleyhimize gerçekleşti. Şüphesiz azabı tadacağız. Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık." O gün hepsi azabda birleşirler. Doğrusu suçlulara böyle yaparız."[32]
O gün onların üzerine lanet akıtılır da ileri sürdükleri mazeret hiçbir fayda vermez:
"O gün zalimlere özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet onlaradır. Kalacak yerin fenası da onlaradır."[33]
Şimdi zalimler için olan bir başka manzaraya göz atalım:
"Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarken ateşe sunulduklarını görürsün, inananlar: "Hüsranda olanlar kıyamet günü kendilerini de ailelerini de hüsranda bırakanlardır" derler, iyi bilin ki, zalimler sürekli bir azab içindedirler. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah'ın sapıklıkta bıraktığı kimse için bir kurtuluş yolu yoktur."[34]
Siz bugün gençleri basit bir iltifattan alıkoyuyor ve onlara işkence ediyorsunuz. Karşılığına bir bakınız. Sonra gelin, zalimlerin değişik gruplarının birbirleri ile konuşmalarını ve lanetleşmelerini gösteren manzarayı seyredin:
"Sen bu zalimleri, Rabb'lerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz inanmış mü'minlerden olacaktık" derler. Büyüklük taslayanlar güçsüz sayılanlara: "Size doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır zaten suçlu kimselerdiniz" derler."[35]
Ey zalimlerin peşinden gidenler... Bu karşı durma işini neden dünyada iken yapmıyorsunuz ve onlarla birlikte haşrolunmamak için kendinizi zalimlerin bağından kopar mıyorsunuz? Eğer böyle yaparsanız kıyamet gününde zalimlere uymaktan ve onlara bağlılık göstermiş olmaktan dolayı pişmanlık gösterip parmağınızı ısırmazsınız.
"O gün zalim ellerini ısırıp: "Keşke peygamberle beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki, beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor" der."[36]
Şimdi gelin Kur'an'da bildirildiği üzere bu mukayeseyi cennet ehli, onların yiyecek içecekleri ve cehennem ehli ile onların yiyecek ve içecekleri arasında yapalım ki, gidiş yolunuzu bilerek seçesiniz;
"Ancak Allah'ın halis kulları bundan müstesnadır. (Onlar ceza görmeyeceklerdir.) Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvalarla kendilerine ikram edilmektedir. Nimet cennetlerinde, tahtlar üzerinde kaşılıklı oturmaktadırlar. Kendilerine baş döndürmeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk veren bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur. Yanlarında el değmemiş, örtülü yumurta gibi, bakışlarını da yalnız erkeklerine çevirmiş güzel gözlü kadınlar vardır."[37]
Bundan sonra da şöyle buyruluyor:
"Konukluk olarak, bu mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir ders yaptık. O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bundan yerler, karınlarını onunla doldururlar. Sonra üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yeri yine cehennemdir."[38]
Artık bu iki durum arasında bir tercih yapın.[39]
Ey Allah'ın mü'min kullarına işkence eden ve işkence sırasında onların gözlerini bağlayan sizler! Eğer bunu yapmaktaki amacınız dünyada iken hakkınızda kısas uygulanacağı korkusu ile sizi tanımamalarını sağlamak ise biliniz ki, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olanın katında tanınmaktasınız. İnsanlar tarafından da tanınacaksınız, hatta tanındınız bile. Artık bu korku, bu endişe neyin nesi? Dünyadaki kısasın önüne geçmeye çalışsanız da, ahiretteki hesab ve cezadan kurtulamazsınız. Belki dünyadaki kısasta bir rahmet vardır ve ahirette sizi bekleyen azabın biraz hafıfletilmesine vesiledir.
Kimbilir belki de, Allah'ın şu ayette bildirdiği üzere gözleri görmez halde (kor olarak) haşrolunacaksınız:
"Kim benim zikrimden (kitabımdan) yüz çeverirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz. O zaman: "Rabb'im beni niçin kör olarak hasrettin, oysa ben gören bir kimseydim" der. Allah" Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun" der."[40]
Şüphesiz, müslüman gençlerin maruz kaldığı işkence uygulamaları, metodları ve bunan dolayı ortaya çıkan korkulu manzaralar bir film veya dinlenen bir kaset ile insanlara arzedilmiş olsaydı, seyredenlerin veya dinleyenlerin çoğunda krize, sinir hastalıklarına yol açardı. Sadece seyretmek dolayısıyla bu durum ortaya çıkarken, bizzat maruz kalmak ve hakikatini, uygulanışını tadmak insanları ne hale sokardı?
Hatırlıyorum bir kere ben bir kardeşimize yapılan işkence hakkında şahid olarak ifademin alınması için çağrılmıştım. Bu kardeşimiz bu türden dilekçeler verilmesine müsaade edildiğinde savcılığa bir dilekçe vermişti. İfademin alınması sırasında soruşturmacı doğruyu söylemek üzere Allah'a yemin etmemi istedi.
Ben Dedim ki:
"Doğruyu tam olarak söylemeye gücümün yetmediğini bildiğim halde doğruyu söyleyeceğime Allah'a yemin ediyorum."
Tahkikçi bu sözümden hayrete düşerek sordu:
"Bu nasıl bir şey?"
Ben şöyle cevap verdim:
"Yapılan işkence ve eziyetin gerçek şeklini anlatabilmek için sözler ve kelimeler yeterli değildir. Ben ne kadar ifade etmeye çalışsam da bu tam doğru olmayacaktır. Bu zaman, işkence edenlerin işkencedeki maharetlerini ve becerilerini ve bu yolla efendilerine karşı görevlerini yerine getirmedeki başarılarını eksik anlatmış olurum."
Sonra tahkikçiye dedim ki:
"Filancanın filancaya işkence ettiğini, yapılan işkencenin o kişinin bedeninde iz bıraktığını ve bunun adlî tabib tarafından isbat edildiğini ortaya çıkarmak için kendini uğraştırmanızdan, binlerce tutuklu arasında filancanın yahut falancanın işkenceye maruz kalmadığını isbat etmeniz daha yerinde ve daha kolay olur. İşkence topluca yapılıyordu. Hiç kimse ondan kurtulamadı. Sonra uygulama şekilleri çok çeşitli idi. Dövme ise, bir benzerinden çok çok hafif olan şekildi."
Bu açıklama karşısında tahkikci sorduğuna pişman oldu ve söylenenlere bir cevap veremedi.
İşkencenin uygulandığı yerler insanların görebileceği ve duyabileceği yerlerden uzaktır. Ama Allah görmekte ve duymaktadır. İşkence uygulamaları ise çeşitli, modern ve uzun süre durmadan, hafiflemeden devam edecek şekildedir. İşkence görenlerden yükselen Allah'ın zikri ve O'na şikayet dolu haykırışlar ile işkence eden askerlerin ağızlarından çıkan çirkin küfürler birbirine karışmaktadır.
Gençler prangalarla bağlanmıştır. Gözleri sarılmıştır. Ne zaman ve kim tarafından işkence gördüğünü bilemez. Her ne zaman işkence edildiği mekandan uzaklaşmaya çalışsa buna güç yetiremez. Sadece yiyecekten değil su içmekten de alıkonulur. Kelimelerle ifade edilemeyecek olan bütün bu şekillerin ve benzerlerinin etkisi mü'minin nefsinde Kur'an'da, zalimlerin ve mazlumların, işkence edenlerin ve işkence görenlerin ahiretteki durumları ile ilgili ayetleri okuduğu zaman kendini gösteriyor.
İşte bize bu durumu izah eden pek çok ayetten bir kaçı:
"Doğrusu günahkarların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarda suyun kaynaması gibi kaynayan erimiş maden gibidir."
"Suçluyu yakalayın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azab olarak kaynar su dökün" denir. Sonra ona: "Tad bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir" denir. Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlar ise güvenli bir yerde, bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve parlak atlastan giyinerek karşılıklı otururlar. Böyle olduğu gibi ayrıca onları güzel gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. Orada ilk ölümden başka bir ölüm tadmazlar. Rabbin lütfuyla onları cehennem azbından korumuştur. İşte büyük kurtuluş budur."
"Muhakkak ki, iyinin kötünün birbirinden ayırdedileceği hüküm günü belirlenmiş bir vakittir. O gün Sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gökler kapı kapı açılacaktır. Dağlar yürütülüp serap olacaktır. Cehennem yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır. Orada sonsuz kalacaklardır. Orada serinlik bulamayacaklardır, işlediklerine uygun olan kaynar su ve irin dışında bir içecek tadamıyacaklardır. Çünkü onlar hesaba çekileceklerini ummazlardı. Ayetlerimizi hep yalan sayıp dururlardı. Biz de her şeyi yazıp saymışızdır. Şimdi tadın yaptıklarınızın tadını, artık size azabdan başka bir şey artırmayız. Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır. Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabb'imin katında hesabları karşılığı verilenlerdir."[41]
"İnkar edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennem azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız.
Orada; "Rabbi'miz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka olarak salih ameller işleyelim" diye bağrışırlar.
O zaman onlara şöyle deriz: "Öğüt alacak kişinin öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Artık azabı tadınız, zalimlerin yardımcısı olmaz."[42]
"O gün azab onları, üstlerinden ve ayaklarının altından sarar ve (Allah onlara): "Yaptığınız işlerin karşılığını tadın" der."[43]
"Ateşte olanlar, cehennemin bekçilerine: "Rabb'inize yalvarın da hiç değilse bir gün azabımızı hafifletsin" derler.
Bekçiler: "Size belgelerle peygamberiniz gelmemiş miydi?" derler.
Onlar da: "Evet, gelmişti" derler.
Bekçiler: "O halde kendiniz yalvarın" derler.
İnkarcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır. Doğrusu biz peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahidlerin şahidlik edeceği günde yardım ederiz. O gün zalimlere Özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet onlaradır. Kalacak yerlerin fenası da onlaradır."[44]
"Peygamberler yardım istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından cehennem onu gözetlemektedir. Orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum alacak, fakat yutamıyacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde ölemeyecek, arkasından da çetin bir azap gelecektir."[45]
"Putperestlerin söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl. Varlık sahibi olup da seni yalanlayanları bana bırak; onlara az bir mehil ver. Şüphesiz katımızda onlar için ağır boyunduruklar, cehennem, boğazı tıkayan bir yiyecek ve can yakıcı azab vardır."[46]
"Rabb'in onları azab kırbacından geçirmiştir. Şüphesiz Rabb'in gözetleme yerindedir (her an kullarının fiillerini gözetlemektedir)."[47]
"Melekler sıra sıra dizilip, Rabb'inin emri geldiği zaman. O gün cehennem ortaya konur. O gün insan öğüt almaya çalışır ama artık öğütten ona ne.
"Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım" der. O gün hiç kimse Allah'ın azab ettiği gibi azab edemez. Hiç kimse O'nun vurduğu bağ gibisini vuramaz."[48]
"Bu, onların konuşamayacakları gündür. Onlara izin de verilmez ki özür beyan etsinler."[49]
"İşte Rabb'leri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O'nu inkar edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada, uğradıkları gamdam ne zaman çıkmak isteseler her defasında oraya geri çevirilirler: "Yakıcı azabı tadın" denir. Doğrusu Allah iman edip salih amel işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Oradaki elbiseleri de ipektendir. Bu kimseler sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılmışlar, övülmeğe layık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir."[50]
Cabir (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Zulümden sakının, çünkü zulüm kıyamet gününde insanın üzerinde karanlıklara vesiledir. Cimrilikten de sakının, çünkü o sizden öncekileri helaka götürmüştür. Bu özellik onları, birbirlerinin kanlarını akıtmaya ve birbirlerine haram kılınan şeyleri helal saymalarına vesile olmuştur.[51]
Resulullah (a.s) veda haccındaki hutbesinde de şöyle buyurmuştur:
"Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize içinde bulunduğunuz günün, üzerinde bulunduğunuz yerin ve içinde bulunduğunuz ayın karanlığı gibi haram kılınmıştır. Rabb'inize kavuşacaksınız ve O da size yaptıklarınızı soracaktır. Dikkat edin, benden sonra birbirlerinizin boğazlarını vuracak şekilde küfre düşmeyin. Bakın, burada bulunan bulunmayana ulaştırsn. Olur ki, kendilerine tebliğ olunanların bazıları burada bizzat duyanların bazılarından daha kavrayışlı olurlar."
Sonra Resulullah (a.s):
"Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?" diye buyurdu.
Biz "Evet" dedik.
O da: "Ey Allah'ım, şahid ol" diye buyurdu."[52]
Abdullah bin Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Mü'min, haram kan dökmedikçe, dininde bir genişlik üzeredir."[53]
Nice mü'min kardeşlerimiz, kendilerine yapılan işkence dolayısıyla şehid olarak Allah'a kavuşmuşlardır. Yahut kurşunlanmak veya ipe çekilmek suretiyle şehid olmuşlardır. Nicelerinin evleri üzerlerine yıkılmıştır, niceleri diri diri toprağa gömülmüşlerdir. Zalimlere yazıklar olsun.
Cerir bin Abdullah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kim insanlara acımazsa Allah da ona acımaz."[54]
"Hişam bin Hakim bin Huzam (r.a)'dan rivayet edildiğine göre o bir keresinde Şam'dan geçerken Nebatilerden bir topluluğun güneşin akında bırakıldıklarını ve başlarına da zeytinyağı döküldüğünü görür.
"Bu nedir?" diye sorar. "Haraç dolayısıyla (haracı vermediklerinden dolayı) işkence ediliyorlar" denilir. (Bir rivayete göre de cizyeden dolayı tutulmuşlardır).
Bunun üzerine Hişam: "Şehadet ederim ki, ben Resulullah (a.s)'ı şöyle söylerken işittim" der ve şu hadisi rivayet eder:
"Allah, dünyadayken insanlara işkence edene azab eder."
Sonra emirin yanını gider ve hadisi ona da rivayet eder. Bunun üzerine o kimseler serbest bırakılırlar. [55]
Nebatiler o zamanda çiftçilikle uğraşan Arap olmayan bir topluluktur.
Ebu Hureyre (r.a)'den de Resulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
"Kimin üzerinde kardeşine karşı yapılmış, onun ırzı ile ilgili veya bir başka şeyden dolayı zulüm, haksızlık varsa bugün, dinarın ve dirhemin işe yaramayacağı zaman gelmeden önce helallik istesin. Aksi halde o günde, eğer salih ameli varsa işlediği haksızlık ölçüsünde salih amelinden alınır. Eğer iyilikleri yoksa o zaman da, kendisine haksızlık yapılan kişinin günahlarından alınıp ona yüklenir."[56]
Evet, zulmün mutlaka sonu gelir. O halin sürüp gitmesi imkansızdır. Ancak, bu mü'min kullarına Allah'tan bir imtihandır. Allah, mü'min kullarından mazlum ve mustaz'af olanlara zaferi va'detmiştir. Allah'ın va'di haktır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan mü'minlerin karşı koyup savaşmalarına izin veilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette kadirdir. Onlar haksız yere ve "Rabb'imiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır"[57]
Ve yine Yüce Allah buyuruyor:
"Biz o beldede güçsüz kılınanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk."[58]
Daha önce Hz. Musa (a.s), kavmine işkenceye uğratıldıkları sırada şöyle hitabda bulunmuştur:
"Musa kavmine: "Allah'tan yardım isteyin, sabredin. Yeryüzü Allah'ındır, onu kullarından dilediğine verir. Sonuç Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır." dedi.
"(Ey Musa), sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi" dediler.
(Musa da) dedi ki: "Umulur ki Rabb'iniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar."[59]
Nitekim sonuçta Allah, Firavun'u ve askerlerini denizde boğdu ve Hz. Musa ile kavmini kurtardı. Zamanımızda da zalimlerin sonunu görüyoruz. Allah daveti ise gittikçe güçlenerek ve daha geniş bir alana yayılarak devam ediyor. En büyük ideal ise zulmün ve onunla beraber zalimlerin tamamen yok olmasıdır. İşte o zaman şöyle denilecektir:
"Böylece zulmeden topluluğun ardı kesildi. Alemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun."[60]
Sonra İslam, müslümanlardan zulmü kendi nefislerinden ve kardeşlerinin üzerinden savmalarını istiyor. Onlar için aşağılığa, küçümsenmeye, zayıf düşürülmeğe razı olmuyor. Bilakis onlar için yüceliği, güçlülüğü ve üstünlüğü istiyor.
"İzzet ancak Allah'ın, peygamberinin ve mü’minlerindir, ancak münafıklar bunu bilmezler."[61]
Mü'minlerin özellikleri hakkında şöyle buyruluyor:
"Bir haksızlığa uğratıldıklarında üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar."[62]
"Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur."[63]
Aşağılara ve kendilerini dinde fitneye sokacak şekilde zayıf düşürülmeye razı olanlar, kendi nefislerine zulmedenler olarak değerlendirilmektedirler:
"Nefislerine zulmedenlere canlarını alırken melekler: "Ne hal üzere idiniz?" derler.
Onlar: "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük" diye cevap verirler. Melekler de derler ki: "Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya?" İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir yerdir orası.”[64]
Kur'an müslümanları, "müslüman kardeşlerine haksızlık eden zalim ve kafirlere karşı savaşmaya teşvik ediyor:
"Size ne oluyor da; "Rabb'imiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lütfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?"[65]
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar."[66]
Gerçekten de iş Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azab eder.
Hak Teala şöyle buyuruyor:
"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[67]
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Doğrusu Rabb'inin insanların zulmüne rağmen onlara mağfireti vardır. Fakat Rabb'inin azabı da pek şiddetlidir."[68]
Yine tevbeye teşvik ederek şöyle buyuruyor:
"Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir."[69]
Hatta mü'min kadınlara ve erkeklere işkence edenler, onları zor durumda bırakmak suretiyle dinden çevirmeye çalışanlar için bile tevbe kapısı açık bırakılmıştır.
Yüce Allah'ın şu sözünden bu anlaşılıyor:
“Ama iman etmiş erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeğe uğraşanlar, eğer tevbe etmezlerse onlara cehennem azabı vardır."[70]
Zalimlerden ve onların askerlerinden akıllarını kullanarak, kendilerine ansızın gelecek olan ölümden hemen önce kapanacak olan tevbe kapısı daha önlerinde açık dururken bu kapıya başvuracak ve zulmünü sona erdirecek, haksızlığa uğratılanların haklarını iade edecek ve güzel işlere dönecek olan yok mu? Allah'tan af dileyerek bunu yaparlarsa Allah da onların tevbesini kabul edip sonlarını güzel edebilir.
Biz bütün insanlar için sadece iyilik isteriz. Allah'a dönmek ve O'nun nizamına bağlanmak suretiyle hayır üzere olmalarını dileriz. Zalimlerin işlerini Allah'a çevirmeleri ve tevbelerinin kabul edilmesi, hiç tevbe etmemelerinden daha güzeldir.[71]
Zalimlere ve onlarla birlikte zulme ortak olanlara ve uzaktan yakından onlara yardımcı olanlara karşı öğüt görevimizi yerine getirmek, şeytanın kendilerini geçici mal va makama özendirmek suretiyle yavaş yavaş zulmün içine sokmasına karşılık onları uyarmak, kendilerine bir hatırlatma ve uyarıda bulunmak amacıyla derlediğimiz zulüm ve zalimler hakkındaki bu bölümü Yüce Allah'ın şu ayeti ile bitiriyoruz:
"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, yalnız bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[72]
Evet, zulüm çeşitli şekillerde ortaya çıkan karanlıklardır ve bir tek karanlık değildir. İçinde bulunduğumuz çağda bunun dairesi daha da genişlemiş, şekilleri ve dereceleri daha da çeşitlenmiştir. Bunun yanında zalimlerin, mazlumların, bunların her birinin gittiği yol ve bu yollara bağlı durumların da çeşitleri artmıştır. Zulmün en çok uygulanan türü olarak işkence ve eziyet şekilleri geliştirilmiş, metodları artırılmıştır. İşkence bir bakıma, üzerinde araştırmalar, tezler hazırlanan, hakkında bir takım insanların ihtisas sahibi oldukları başlı başına bir ilim alanı haline gelmiştir.
Modern ilimlerde işkence ile ilgili yeni metodlar geliştirmek için özel gayretler sarfedilmektedir. Beldelerimizdeki zalimlerin bu alandaki her yenilik ile ilgilendiklerini görüyoruz. Askerlerinden bazılarını bu alanda ihtisas yapmaları için göndermektedirler. Aynı şekilde bu alanın uzmanlarını ve aletlerini kendi askerlerini ve adamlarını eğitmek amacıyla ülkelerine getirtmektedirler. Bu suretle kendi adamlarının işkenceyi en fena ve en çirkin şekliyle uygulamasını amaçlıyorlar.
Bu yazımızda mazlumlar derken kasdettiklerimiz, isimleri müslüman olan, zalim ve taşkınlar tarafından zulme maruz bırakılan İslami Hareket gençleri ve İslami davet alanında faaliyet gösteren Allah davetçileridir. Onlara zulmedenlerin isimleri her ne kadar müslüman ismi olsa da yaptıkları işler ve içlerinde taşıdıkları duygular isimleri ile hiç uyuşmamaktadır.
Berikiler ise sırf; "Rabb'imiz Allah'tır" dedikleri, Allah'ın dininin hakim kılınmasına, Allah'ın koyduğu hükümlerin uygulanmasına çağırdıklan, toplumlarımızı fesad, bozulma ve çöküşün fenalıklarından temizlemek istedikleri için olmadık zulümlere maruz kalmaktadırlar. Halkımızın içinde bulunduğu şu aşağılıktan, zilletten, eziklikten kurtularak izzetin, kuvvetin ve yüceliğin bütün anlamlarını kazanması, Yüce Allah'ın dilediği şekilde insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olması için çalışanların başlarına neler gelmiyor ki... Müslümanların ilk kıblesi ve haram beldelerin üçüncüsü olan Mescid-i Aksa ile Filistin başta olmak üzere elimizden alınan bütün toprakları geri alabilmek için çalıştıklarından dolayı zulme maruz bırakılıyorlar. İşte zalimlerin nazarında, kendilerine haksızlık edilen mazlumların işlediği suçların listesi kısaca bunlardır.
Biz de bundan önceki bölümde ibret alanlar için içerisinde öğüt ve ibret bulunan sözlerimizi zalimlere yönelttik. Bu bölümdeki sözlerimiz ise, İslami amaçlarla çalışanlardan ve müslüman gençlerden zulme uğratılanlaradır.
Yüce Allah'tan, bizim duyduğumuz ve söylediğimizi onlar için faydalı kılmasını dileriz.[73]
Ey kardeşim, en önemli olan şey, kişinin Allah için niyetinde ihlaslı olmasıdır. Öyle olmasaydı zulme, eziyete ve işkenceye uğradıktan sonra niyetinde bir takım şüpheler bulunur ve elleri boş olarak çıkardın.
Allah, amellerin, yalnız kendi razısı için ihlas ile işlenmiş olanını kabul eder. İhlasına güvenle dayan ve onu riya, dünyalık, geçici nimetler gibi şüphelerden koru. Tek amacı iktidarı elde etmek olan parti adamları ve benzerleri gibi olma. Yöneticinin veya herhangi bir çevrenin hesabına piyonluk tuzağına sakın düşme. Yalnız Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye çalışanlarla birlikte ol. Bu halis niyet ile Allah'ın rızasına ve sabredenlerin elde edeceği sevaba kavuşursun. Eğer işkence altında Allah'a kavuşursan Allah'ın izniyle şehidlerin derecesine ulaşırsın. Bu halis niyet ile Allah'ın mazlumlar için va'dettiği yardıma hak kazanırsın:
"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette kadirdir."[74]
Allah yolunda zulme uğratılmış bir kimse olduğundan dolayı Allah'a hamdet. Beri tarafta öyleleri vardır ki, dünyalık uğrunda, komünizm ve benzeri gibi batıl ideolojiler yolunda zulme uğratılırlar, hapse atılırlar, işkence edilirler ve öldürülürler. Onlardan, batıl üzerinde olmasına rağmen bu yapılanlara sabır ve tahammül edenlerin bulunduğunu görürsün.
Yine Allah'a hamdet ki, sen zulme uğraman ile davetçilerin ve peygamberlerin yoluna girdiğini göstereceğin bir delil ortaya koyabilirsin. Çünkü onlar da zulme uğratılmışlar, bazıları hapse atılmışlar ve bazıları da öldürülmüşlerdi. Bizim sevgili peygamberimiz de çok çeşitli eziyetlere maruz kalmıştı.
Ve yine Allah'a hamdet ki, sen zalim değilsin de mazlumsun. Seninle zalimin yerinin değiştirilmesi ve onun mazlum, senin zalim olman da Allah'ın gücü dahilinde değil miydi? Bundan dolayı sen zalimlerin dünyada uğradıkları aşağılığa, taşkınlığa, felakate, ahirette azaba, zillete ve hüsrana uğrayabilirdin.
Allah'a hamdet ki, Allah sana iman ve İslam nimetini verdi, sonra da seni kendi yolunda amel etmeğe muvaffak kıldı.[75]
Başına gelene sabret, ey kardeşim. Bu, işlerin en ideal olanıdır. Allah katında kulların en sevgilisi olan o mübarek Peygamber (a.s) de eziyete maruz kaldı ve sabretti. Kendileri işkenceye maruz bırakılan ilk müslümanlara hep sabrı tavsiye ederdi ve onları cennet ve zaferle müjdelerdi.
"Sabretin ey Yasir ailesi, size va'dedilen şey cennettir."[76]
"Allah bu işe (İslamiyete) öyle bir güven verecektir ki, bineği üzerinde bir kişi San'a'dan yola çıkacak Hadramevt'e kadar gelecek de, Allah'dan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Ama siz acele ediyorsunuz."[77]
Ey kardeşim, işkenceye maruz kaldığın sırada Sümeyye (r.a) ile kocası Yasir (r.a)'i ve kendilerine yapılan işkenceye tahammül ederek küfür sözünü söylemeksizin nasıl şehid olduklarını hatırla.
Yine Firavun'un sihirbazlarının, iman etmelerinden sonra Firavun'un kendilerin en şiddetli azab ile korkutması anındaki durumlarını hatırla. Onlar o günün sabahında Firavun'a yardım için gelmişlerdi ve karşılığında ücret ve yakınlık istiyorlardı. İman etmelerinden sonra Firavun'un onlara söylediği söze ve onların verdikleri cevaba bak:
"Firavun: "Ben size izin vermeden mi ona inandınız? Doğrusu size sihri öğreten büyüğünüz odur. And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu göreceksiniz" dedi.
İman eden sihirbazlar: "Seni, gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm verirsen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabb'imize iman ettik. Allah'ın vereceği mükafat daha iyi ve daha devamlıdır." dediler."[78]
Bu şekilde iman ettikten sonra onların nazarında bütün dengeler düzeldi. Zalimin bütün tehditlerine ve korkutmalarına rağmen ona karşı koyabildiler. Bütün bu değişme bir gün içinde gerçekleşti.
Ey kardeşim bil ki, böyle bir imtihanda ve belada kurtuluşun esası sabırdır. Sabret ki, gerçek anlamda sabredenlerin elde edecekleri sevaba kavuşabilesin.
"Sabredenlere ecirleri hesabsız olarak ödenecektir."[79]
"Muhakkak ki sizi, biraz korku, biraz açlık ve mallarınızdan, canlarınızdan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenlere müjde. Onlara bir musibet geldiğinde "Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz" derler. Rabb'lerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır. Doğru yolu bulanlar da onlardır."[80]
Öyle güzel bir sabırla sabret ki, Allah'dan başka kimseye halinden şikayetçi olmayasın.
Yüce Allah'ın mü'min kullarına yönelik şu çağrısına kulak ver:
"Ey iman edenler, sabredin, aranızda sabır üzere dayanışma ile düşmanlarınıza üstün gelin, cihada hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz."[81]
İşte ey kardeşim, sabretmek suretiyle bu şekilde Yüce Allah'ın seninle birlikte bulunması gibi bir nimete kavuşursun. Kimin yanında da Allah bulunursa onun hiçbir şeyi eksik değildir. Böylesi, Allah'dan başka kimseden korkmaz.
Ey kardeşim, geçmiş peygamberlerin kendilerine eziyet eden ve kendilerini vatanlarından çıkaran kavimlerine nasıl konuştuklarına bir bak:
"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim! Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah'a güvensinler."[82]
Aşağıdaki ayete ve ihtiva ettiği müjdelere de bir bak:
"İnkar edenler peygamberlere: "Ya bizim dnimize dönersiniz, ya da sizi memleketimizden çıkarırız" dediler. Rableri peygamberlere: "Biz haksızlık edenleri yok edeceğiz, onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkanlar içindir." diye vahyetti."[83]
Bu netice belki de onların sabır ve tevekküllerinin bir karşılığı idi.
Ve ey kardeşim, güzel şekilde sabrettiğin zaman, sinirlerin rahatlar, için mutmain olur, rahat bir şekilde ibadetlerini yerine getirme, uyuma ve yeme gibi işleri yapabilirsin. Ama sabredemeyenin durumu bundan farklıdır. Sabretmeyenlerin rahatsız, sıkıntılı, üzüntülü, sinirleri gergin halde, ibadetlerinde, uykusunda, yemeğinde huzursuz olduğunu görürsün.
Ey kardeşim, Yüce Allah'ın bizi bu tür imtihanlar karşısında böyle güzelce sabretmeye nasıl davet ettiğine bir bak:
"Ey insanlar, sabreder misiniz" diye sizi birbirinizle imtihan ederiz. Rabb'in her şeyi görür."[84]
İşte kardeşim, "sabreder misiniz" ibaresenin tadını ve onun muhtevasında bulunan inceliği ve bizi "Senin yardımın ve fazlına sabrederiz, ey Rabb'im" demeye yönelten manayı bu şekilde anlayacaksın.
Unutma ki, ey mazlum kardeşim, sen sabır ve sabatınla, seninle birlikte yahut başka yerlerde zulme uğratılanlara da örnek olacaksın. Bu halinle, onların önünde hak üzere sabır ve sebat gösterme hususunda canlı bir misal olacaksın.[85]
Bilirsin ki, ey kardeşim, davet çalışmaları yürütülürken insanın, imtihanlara maruz kalması, çeşitli belalara uğratılması Yüce Allah'ın sünnetidir. Yüce Allah'ın bunda, bazılarını yüce kitabında zikrettiği bir takım hikmetleri bulunmaktadır:
"Elif, Lam, Mim. İnsanlar yalnız "iman ettik" demekle, hiç imtihana çekilmeden bırakılacaklarım mı sandılar. Andolsun ki biz, onlardan öncekilerini de sınadık. Elbette Allah, doğruları ve yalancıları bu sınamalarla ortaya çıkaracaktır."[86]
Yine aynı surenin bir başka ayetinde de şöyle buyruluyor:
"Allah elbette yürekten inananları da, münafıkları da ortaya çıkaracaktır."[87]
Bir ayet-i kerime de şöyle buyruluyor;
"And olsun ki, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve hamberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz."[88]
Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:
"Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır."[89]
Sonra zaferin emaneti de gayet ağırdır. Çeşitli sıkıntılarla imtihan edilip de sabır ve sebatta başarıya ulaşan, şiddet göstermeyen, maddenin cazibesine kapılmayan, Allah'ın hükümlerine bağlı kalan, bu hükümleri uygulamada taşkınlığa gitmeyeceği gibi, bir eksiklik de yapmayan seçkin bir unsura ihtiyaç hisseder. [90]
Bizim zulme uğaratılanları sabrı davet etmemiz, onları zulme razı olmaya, onu normal birşey gibi kabul etmeye ve ona teslim olmaya çağırmak anlamında değildir. Yüce Allah'ın imanlarının ve takvalarının meyvası olarak kendilerine izzet ve haysiyet nimetleri bahşettiği mü'minlerin özellikleri arasında böyle bir şey yoktur.
"İzzet, Allah'ın, peygamberinin ve iman edenlerindir, ama münafıklar bu gerçeği bilmezler."[91]
"Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır."[92]
Allahu Teala mü'minlerin vasıflarından söz ederken şöyle buyuruyor:
"Bir haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar."[93]
Ve yine buyuruyor:
"Kim zulme uğradıktan sonra hakkını almak için kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur."[94]
Yine buyuruyor:
"(O mü'minler), mü'min kardeşlerine karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise izzetlidirler."[95]
Bil ki ey kardeşim, sen iplere bağlanmış yahut yere atılmış halde işkence ve eziyete maruz kalırken zayıflığın en fena hali üzere değilsin, belki sen hak üzere sebat gösterir ve işkenceci, zalim taşkın güçlere karşı Allah'tan yardım dilersen, güçlülüğün odak noktasında olursun.
Seni iplere bağlayan ve gözlerini sıkıca saran, sonra da sana işkence eden o korkak zalim ise zayıflığın odak noktasındadır. Elindeki silahlara ve etrafındaki askerlere rağmen o böyledir. Çünkü o batıl üzeredir ve şeytana itaat etmektedir.
Nitekim Yüce Allah buyuruyor:
"Muhakkak şeytanın hilesi pek zayıftır."[96]
Bil ki ey kardeşim, sen bu bağlara rağmen hürsün. Gerçek bağlar seni Allah'a itaat etmekten alıkoyan, bu konuda önüne engel çıkaran bağlardır. Dünya sevgisi, şehevi arzular, makam-mevki sevgisi, kendi nefsinden ve malından cimrilik etmen, tenbellik yüzünden yere çakılıp kalman gibi seni Allah yolunda yürümenden ve Allah yolunda cihad etmenden alıkoyacak şeyler asıl bağlardır. Yüce Allah bunlara karşı senin yardımcın olsun ve seni böyle bağlardan kurtarsın da Allah'ın çağrısına yönelebilesin.
Bu bağlar yüzünden demirden bağlara duçar olursun. Bundan dolayıdır ki, sen şu işkenceye uğrarken hürsün ve nefsani arzularına uyup sana haksızlık edenler asıl bağlara vurulmuşlardır.
Sen izzet sahibisin, onlar ise aşağılık ve perişan haldedirler.
Şair Haşim er-Rufai kardeşimizin, hakkında verilen idam hükmünün uygulanacağı vakti beklediği gece yazdığı şiirin bazı beyitlerinde şöyle deniliyor:
"Bildiğimin hepsi şudur ki, zillet tasını
İçmek imkanım elimde değil,
Eğer düştüysem izetimle düştüm,
Damarlarımda hürlerin kanı kaynıyor,
Elemim beni sarsıyor ama, rahatımı,
Kur'an'ın birkaç ayetinde buluyorum."
Zulüm uygulaması, mazlumun zulme ve batıla karşı direnişinin başlangıcıdır. Adaletin her tarafı saracağı, zulüm ve korku yerine güvenin hakim kılınacağı, kendisine yahut bir başkasına bir daha zulmedilmesin diye hakkın hakim kılınacağı güne kadar mücadele azmini artırmalısın.
Ey kardeşim, kesinlikle kabul edilmeyen zulme rıza ile, makbul olan Allah'ın kaza ve kaderine rızayı birbirinden ayırdetmen gerekir. Dış görünüşü farklı olsa da, Allah'ın kaza ve kaderinde bir takım hayırlar vardır:
"Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama o, sizin için hayırlıdır."[97]
Ey kardeşim, bir belaya uğratıldığın zaman senin en çok ihtiyaç duyacağın şey, seni kendi himayesine alması, seni koruması ve gözetmesi için Allah'a sığınman, O'na dayanman ve O'ndan yardım dilemendir.
O'na tevekkül et, O'na teslim ol, işini O'na havale et, O'na yönel, zayıflığını O'na dua ederken ifade et, insanlar karşısındaki güçsüzlüğünden O'na söz et ve Allah'tan hakkıyla kork.
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir."
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona isinde bir kolaylık ihsan eder." [98]
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter."[99]
"Allah kuluna yeterli değil midir? Seni ise O'ndan başkaları ile korkutmaya kalkışıyorlar."[100]
"De ki, bize Allah'ın yazdığından başka bir musibet gelmez. O bizim mevlamızdır, müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler."[101]
Gerçekte kim Allah'a dayanır, O'na teslim olur ve başına Allah'ın yazdığından başka musibet gelmeyeceğine inanırsa, o insan, başına gelebilecek her şeye karşı sabretmesini bilir, insanlara da hayır duada bulunur.
Ey kardeşim, peygamberlerin Allah düşmanları karşısında takındığı tavır üzere hareket et. Onlar şöyle demişlerdi:
"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah'a güvensinler."[102]
Bunun gibi, Hz. Musa (a.s.)'ın kavmine hitabı ve onların verdikleri cevap ve yönelttikleri çağn da şöyle olmuştu:
"Musa: "Ey milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız, O'na güvenin" dedi. Onlar da: "Allah'a güvendik. Ey Rabbimiz, zalim bir millet ile bizi sınama, rahmetinle bizi kafirlerden kurtar" dediler."[103]
Ey kardeşim "hasbina'llahu ve ni'me'l-vekil" "Allah bize kafidir, O ne güzel vekildir" sözünü çokça zikret. Aşağıdaki ayetlerde kendilerinden söz edilen mü'minlerin hali üzere yaşa.
"Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlara, özellikle onların içinden iyilik edip takva üzere hareket edenlere büyük ecir vardır, insanlar onlara: "Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun" dediler. Bu, onların imanlarını artırdı da: "Allah bize yeter, O ne güze vekildir" dediler. Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan, Allah'tan nimet ve bollukla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah pek ulu ve bol nimet sahibidir, işte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur, iman ettiyseniz, onlardan korkmayın, benden korkun."[104]
Ve ey kardeşim, senin, Yunus (a.s.)'ın balığın karnında iken okuduğu şu duayı okuman gerekir:
"Senden başka ilah yoktur. Sen her şeyden müstağnisin. Bense zalimlerden oldum."[105]
Yüce Allah onu bu dua ile içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı.
Ve ey kardeşim, üzerindeki işkence şiddetlendikçe önderin, liderin, sevgilin Hz. Muhammed (a.s)'in, Taifin aşağılık topluluğu karşısında maruz kaldığı durumu ve O'nun bu uygulama karşısındaki duasını hatırla da sen de aynı duayı oku. O duada bir rahatlık, durumunu Allah'a havale etme, kuvvet ve azimet vardır.
"Ey Allah'ım kuvvetimin zayıflığını, çıkar yolumun azlığını ve insanlar karşısındaki düşkünlüğümü sana bildiriyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi, sen zayıfların Rabb'isin ve sen benim Rabb'imsin. Beni kime havale ediyorsun? Bana yüz ekşitecek olan uzak kişiye mi yoksa kendi durumu hakkında hüküm sahibi olduğun düşmana mı? Eğer ki, senin bana gazablanmandan dolayı endişe etmeseydim hiç aldırış etmezdim. Fakat senin lütfün benim için pek daha geniştir. Bana gazabının inmesinden, hiddetinin beni sarsmasından karanlıkları aydınlığa çeviren, dünya ve ahiret işlerini düzene sokan nuruna sığınırım. Senin benden razı olmana kadar sana karşı memnuniyet ve rızamı izhar ederim. Kuvvet ve güç ancak Allah ile birlikte, O'nun elindedir."[106]
Salihlerden birisi, kulun Allah'a sığınmasını, O'na teslim olmasını ve O'na tevekkül etmesini; karşısında büyük bir düşmanın çıkması halinde kapısı açık bir kale görüp Rabb'inin yardımı ile o kapıdan içeri giren sonra üzerine kapı kapatılan, daha sonra müstahkem kalenin içinde herhangi bir korku ve kalben huzursuzluk duymadan dışardaki düşmanını seyreden kimsenin durumuna benzetmiştir.[107]
Allah'ın kitabını huşu içinde okuduğun zaman, içinde bir rahatlık, huzur ve ünsiyet bulacaksın. Kur'an insanın en samimi dostu ve gerek sıkıntı, gerekse rahatlık zamanında en kıymetli arkadaşıdır. Eğer Kur'an-ı Kerim'i elde etmen engellenirse, ezberinde olan sure ve ayetleri okumaya devam et. Bunun için bütün kardeşlerimize imkanları nisbetinde Kur'an'dan bir şeyler ezberlemelerini hatırlatıyoruz. Kur'an'dan ezberlenen kısım insanın dünyada da ahirette de en güzel azığıdır.
Namaza devam et ey kardeşim. Namaz, kişinin Allah'a ulaşması, onunla arasında bağlantı kurması için bir vesiledir. İnsanın ruhu onunla yücelir ve üstünlük kazanır. Resulullah (a.s) ne zaman bir şeyden dolayı sıkıntıya düşseydi hemen namaza yönelirdi.
Huzeyfe bin Yeman (r.a)'dan şöyle rivayet edilir:
"Resulullah (a.s)'ın başına sıkıntılı bir şey geldiğinde hemen namaza yönelirdi."[108]
Yüce Allah da, bütün işlerimizde Allah'tan sabır ve namaz ile yardım dilememizi istiyor:
"Ey iman edenler, Allah'tan sabır ve namaz ile yardım dileyiniz. Allah'da sabredenlerle beraberdir."[109]
Gecenin ortasında, karanlık vaktinde, hapishanelerin karanlığında ve işkencecilerin zulmü altında Kerem sahibinin kapısını çal. O'nun kapısını çalacağın zaman bir kaç rek'at namaz ile yapacağın secdelerle, edeceğin dualarla, O'nun korkusu ile gözünden akıtacağın yaşlarla çal. Her şeyden ümit kesip de, O'nun önünde duranın duasını Yüce Allah reddetmez. O, zor durumda olana dua ettiği zaman yardım eder. O, kendine yönelip yardım dileyenin üzerindeki belayı kaldırır.
Ey kardeşim, yalnız başına kaldığın yerlerde kendi nefsin, mücadelesini verdiğin davan ve kardeşlerin için dua eyle. Mazlumun duası ile Allah'ın arasında hiçbir perde yoktur. Yüce Peygamberimizin bize öğretmiş olduğu duaları hatırla.
Bu dualardan birinde şöyle buyuruyor:
"Ey kalplerin değiştiricisi, bizim kalplerimizi senin dinin üzere sabit kıl."[110]
Sıkıntılarla ilgili duası da burada örnek gösterilebilir.
İbnu Cerir et-Taberi'nin İbni Abbas (r.a)'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (a.s) bir sıkıntılı durumla karşılaştığı zaman şu şekilde dua ederdi:
"Azim ve halim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yedi kat göğün ve pek yüce şanı olan Arş'ın sahibi Allah'tan başka ilah yoktur."[111]
Mü'minin ruhu yücelir, Allah'la, O'nun kitabı ile ve dua ile ünsiyet yüceliğine kavuşursa, bedeninin yorgunluklarını, acılarını ve nefsinin kendisine karşı uygulananlardan dolayı çektiği ızdırapları pek hissetmez.
Düşün ki, 1965 musibetinde kardeşlerimizden biri, yalnız başına bir zindana atılmış, kapısı da üzerine kapatılmıştı. Adeta geniş bir mevki içinde gibiydi. Duvarların arasında ve kapısı kapalı bir mekanda olduğunu hissetmiyordu. Kapının önündeki bekçi ona merhametli davranıyordu. Başkanını yanıltıyor, içerdeki kardreşimiz hiç olmazsa biraz rahatlık duyar diye kapıyı birkaç dakika yarıya kadar açıyordu. Fakat arkadaşımız diyordu ki:
"Bu hadise olduğunda benim rahatım kaçar, kapının açılmasından dolayı kendimi yalnızlığa itiliyor olarak hissederdim."
Durumun böyle olmasının tek sebebi şuydu ki, kapının açılması O'nun Allah'la başbaşa olan halini bozuyor ve O'nun huzurunda, O'nun ünsiyeti içinde kurmuş olduğu bağlantıdan hissettiği duyguyu kaybediyordu.
Ey mazlum kardeşim, senin sıkıntını azaltacak olan bir şey de Allah Teala'ya mutlak olarak güvenmendir. Allah Teala'nın senin için seçip ve takdir ettiği, görünüş itibarıyla zararlı ve nefsinin hoşlanmayacağı bir şekilde olsa da, hakikatte tamamen senin hayrına olduğuna kalben mutmain olacak şekilde bir güven duygusu taşımalısın.
Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Olur ki bir şeyden hoşlanmazsınız fakat o hakikatte sizin için hayırlıdır; ve yine bir şey sizin hoşunuza gider fakat o sizin zararınızadır. (Sizin için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu) ancak Allah bilir, siz bilemezsiniz."[112]
Yine bil ki ey kardeşim, Allah'ın takdir ettiği mutlaka yerini bulur, ondan kaçışa imkan yoktur. Öyleyse sen onu tam bir teslimiyetle, taşkınlık ve isyankarlık göstermeden kabul et ve sabret. Bu durumda sıkıntı bitecek ve Allah'ın izniyle sana sevab ve yakın zafer kalacaktır.
Ve yine düşün ki ey kardeşim, senin içinde bulunduğun beladan daha fenalarına mübtela olanlar var. Sen içinde bulunduğun hale şükret. Sonra yine şükret ki, senin musibetin, inancından değil. Asıl musibet kişinin yoldan çıkması, yanlış yola, günahkarlığa düşmesi ve Allah korusun küfre gitmesi şeklinde ortaya çıkan inanç musibetidir.
Ve yine ey mazlum kardeşim, Allah Teala'nın mü'minlere yardım edeceği, onları savunacağı, kendilerine zafer nasib edeceği ve onları yeryüzüne hakim kılacağı şeklindeki vaadlerine güvenmen, senin üzerindeki sıkıntıyı azaltır. Bil ki, bir halin sürekli devam etmesi imkansızdır. Allah Teala'nın vereceği ferahlık ve zafer yakındır:
Bir göz açıp kapama arasında Allah, bir halden başka hale değiştirir.
Nasıl gecenin bir sonu varsa, onu aydınlık bir sabah takib edecekse, bunun gibi Allah Teala hakkı hakim kılacak, batılın hakimiyetine son verecektir.
"Gerçeği batılın başına çarparız ve onun beynini parçalar; böylece batıl ortadan kalkar."[113]
Ancak Allah Teala'nın ilahi bir sünnetidir; batılın ortadan kaldırılması hak ile batıl ehli arasındaki mücadeleden sonra gerçekleşecektir:
"Allah hak ve batıl için şöyle misal verir: Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. Allah bunun gibi daha nice misaller verir."[114]
"Allah kendi dinine yardım edenlere elbette yardım edecektir. Allah mutlaka güçlü ve azizdir."[115]
Zalimin durumuyla, onun dünya ve ahirette karşılaşacağı ceza ile ilgilenmen seni kendi durumunla, geleceğin nasıl olacağıyla ve sonunun nasıl biteceğiyle ilgilenmekten alıkoymasın. Bil ki, Rabb'in zalimleri gözlemektedir, onlar hesaplarından ve cezalarından bir şeyi kurtaramayacaklar. Sen kendi niyetini Allah için halis kılmaya uğraş. Hakk üzere sabır ve sebat göstermeye, karşılaştığın durumlardan dolayı Allah katında karşılık umma konusunda halis niyetli olmaya gayret et. Allah'ın ihsanının ve hidayetinin her zaman seninle olmasını temenni et. İstiğfara, Allah'tan af ve afiyet dilemeye devam et. Cenab-ı Hakk'dan başkalarının sonlarından ibret almanı nasib etmesini ve kendi sonunun iyi gelmesini dile. Kalplerin hallerini değiştiren O yaratıcının şanı pek yücedir. Yaptıklarının Allah katında kabule layık görülmesini, onların boşa gitmesine sebep olacak bir şeyin karışmamasını iste.
Yüce Allah mü'minlerin bazı sıfatları hakkında şöyle buyuruyor:
"Rabb'lerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler. O uğurda ileri geçerler."[116]
Denilmiştir ki, mü'minlerin vermeleri gerekeni verirken, kalplerinin ürpermesinin sebebi, o verdiklerinin Allah katında kabule layık görülmeyeceğinden dolayı duydukları endişedir.
Hakem bin Atau'llah'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Mümkündür ki, Allah Teala sana itaat kapısını açmıştır fakat kabul kapısını açmamıştır."
Bir diğer yönden, eğer sen nefsini Allah için satmışsan, O'na haksızlık edenle uğraştırmak suretiyle meşgul etme. Onu satın alanın bu işle ilgilenmesi, onu savunması, ona haksızlık edenden intikamını alması daha yerinde olur. Şanı yüce olan O yaratıcı için hiçbir şey bağlayıcı olamaz. Belki o haksızlık eden zalimi affedebilir. O yaptığından hesaba çekilmez. O, kafirler hakkında Peygamberine şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur; çünkü onlar zalimlerdir."[117]
Ey kardeşim, zalimin ve mazlumun zulüm olayından sonra bir süre daha yaşamaları, zalimin yaptığı kötülüğe tevbe etmesi, Allah'ın da onun tevbesini kabul etmesi ve mazlumun hakkını da ahirette vermesi ihtimal dışı değildir. Bunun yanısıra, mazlum da zulüm olayından sonra fitneye maruz kalır ve sonu iyi bir şekilde bitmez. Kim bilebilir? Allah'dan bizi korumasını ve sonumuzu hayırlı kılmasını diliyoruz.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ama iman eden erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tevbe etmezlerse, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır."[118]
Bu ayet-i kerime de gösteriyor ki, onlar için tevbe kapısı açıktır.[119]
Ey kardeşim, işkence altında ve onun şiddetinden dolayı dolduruşa gelip de, sana işkence edenlerden birine lanet etmekten, yahut onu küfürle itham etmekten sakın. Olur ki, senin bu lanetine ve ithamına müstehak olmayabilirler. Dolayısıyla söylediğin söz sana dönebilir. İbni Ömer (r.a)'in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: "Bir adam kardeşine "ey kafir" diye hitab ettiği zaman bu söz ikisinden birine gider. Eğer kendisine hitab edilen kişi gerçekten öyleyse, söz yerini bulur, öyle değilse söyleyene geri döner."[120]
Ebu Zer (r.a) de Resulullah (a.s)'ın şöyle soylediğni rivayet etmiştir:
"Kim bir adamı küfürle itham ederse yahut ona "Allah'ın düşmanı" derse o adam söylediği gibi değilse söylediği söz kendine döner."[121]
Ey kardeşim sen de, böyle tehlikeli bir duruma düşmekten sakın. Onun hakkında hüküm verme işini Allah'a bırak. Fakat dua ederken genel ifadeler kullanabilirsin:
"Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun. Ey Allah'ım, zalimleri sana havale ediyorum. Allah'ım, onların haklarından gelmeyi sana bırakıyorum ve onların şerlerinden sana sığınıyorum. Ey Allah'ım, onların oyunlarını başlarına çevir, güç ve izzet sahibi olarak onların hesabını gör."
Bunun gibi dualar edebilirsin.
Sonra ey kardeşim, Yüce Allah'ın Şura süresindeki şu ayet-i kerimelerine bak:
"Onlar bir haksızlığa uğradıklarında aralarında yardımlaşırlar. Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa onun ecri Allah'a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez. Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine bir yol yoktur. İnsanlara zulmedenlere yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azab bunlaradır." Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir."[122]
Ayetlerde affa, sabra ve bağışlamaya teşvik eden işaretler, anlamlar bulacaksın.
Peygamberimiz (a.s) de müşriklerin eziyetlerinden sıkıntı çeker ve şöyle derdi:
"Ey Rabb'im, kavmimi doğru yola ilet, onlar bilmiyorlar."
Cenab-ı Allah da şöyle buyurdu:
"Yumuşak ve iyi davran."[123]
Efendimiz, Hz. Ömer (r.a)'i biliyoruz. Müslüman olmadan önce İslam aleyhine ve Hz. Peygamber (a.s)'e karşı neler yaptığını biliyoruz. Buna rağmen Allah Teala O'nun hakkında hayır diledi. O da müslüman oldu ve din onunla izzet buldu.
Belaya sabretmenle ve ona karşı sebat göstermenle başkalarına karşı övünme. Böyle yaparsan, amelin boşa gider ve işin sevabını zayi edersin. Nefsini hesaba çek ve onu, taşıdığı özellikleri itibariyle kardeşlerinden herhangi birine karşı üstünlük davasında bulunmaktan sakın. Senin hapse atılmış ve şiddetli işkenceye maruz kalmış olman, kardeşlerinin başına böyle bir şeyin gelmemiş olması, kardeşlerine karşı bir ayrıcalığa sahip olduğun duygusunu sana vermesin. Kendi katında kimin daha üstün olduğunu ancak Allah Teala bilir.
Bir diğer husus da şu ki: Sen hapishanede işkencenin en fenasına maruz kalırken, zevklerine düşkün insanların vakitlerini eğlence yerlerinde harcamalarına, hatta basının kasıtlı yanıltmaları neticesinde onlardan bazılarının senin aleyhine tutum sergilemelerine bakarsın. Şimdi seninle onlar arasındaki bu fark, onlar sıralarda tekfir, düşüncesini benimsemiş olan bir kardeşten tutukevinde duymuştum. Ancak biz onları bütün olarak müslüman kabul ederiz. Onlardan sudur eden günah ve taşkınlıktan dolayı onları hesaba çekecek olanın Allah Teala olduğunu biliriz.[124]
Sabır ve sebatı kendi nefsine, kuvvetine ve irade gücüne, yahut bunun gibi kendine ait bir şeye nisbet etmekten sakın. Bunun Allah Teala'nın fazlından olduğunu bil. Bu sana, iman ve İslam nimetini, kendi yolunda çalışma nimetini, sonra da zulüm karşısında sabır ve sebat nimetini ihsan eden Allah Teala'nın bir fazlıdır. Eğer Allah Teala senden rahmetini esirgemiş olsaydı, ne bir an sabredebilir ne de sebat gösterebilirdin. Sabır da sebat da Allah'tandır.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır."[125]
"Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzere tutar, zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar."[126]
Ey kardeşim, efendimiz İsmail (a.s.)'ın babasının isteğini kabul ederken Rabb'ine karşı gösterdiği edebe bir bak:
"İsmail dedi ki: "Ey babacığım, ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse sabredenlerden olduğumu göreceksin."[127]
Sabretmesini Allah Teala'nın dilemesine nisbet etmiştir.
Efendimiz Hz. Musa (a.s.) da aynı şeyi yapıyor:
"Musa: "Allah dilerse, sabrettiğimi göreceksin, sana hiç bir işte baş kaldırmayacağım," dedi."[128]
Sana düşen de ey kardeşim, sabır ve sebat nimeti ihsan ettiği için Allah Teala'ya hamdetmen ve ayağının kaymasından seni korumasını dilediğin gibi, sabır ve sebattaki gücünü de artırmasını dilemendir.
Seninle birlikte zulme maruz kalan fakat sabır ve tahammül gösteremeyen kardeşinle alay etmeye kalkışma. Onu mazur gör ve gücünün ancak o kadar olduğunu düşün. Bu konuda insanların dereceleri farklı olur. Allah da herkesi verdiği güce ve tahammüle göre hesaba çeker.[129]
Allah Teala'nın sana sabır ve sebat nimeti bahşetmesinden sonra nefsini bununla rahat hissetmekten, o haline razı olmaktan, senin artık erişilmeyecek bir derece ve seviye kesbettiğin, ikinci bir kez aynı derecede işkence ve baskıya maruz kalman halinde yine aldırış etmeyeceğin zannına kapılmaktan sakın. Ancak Allahu Teala'dan seni korumasını dile ve:
"Bu, ancak bende mevcut bir ilimden dolayıdır,"[130] mantığına kendini kaptırma.
Geçmişteki sıkıntılı dönemlerde sebat gösterebilen bazıları, günümüzdeki sıkıntılara sabredememiş, tahammül gösterememişlerdir. Bize düşen düşmanla karşı karşıya gelmeyi istemek değildir. Ancak karşı karşıya geldiğimiz zaman da, sebat etmede, Allah'tan yardım dilemeli ve acziyet göstermemeliyiz. Her zaman şu duayı okumalıyız:
"Ey Rabb'imiz, bizim sabır ve sebatımızı artır, kafirler topluluğuna karşı bize yardım et."[131]
Ayrıca sürekli şekilde yaptıklarımızı kendi güç ve kuvvetimizden bilmekten uzak durup daima Allah Teala'nın güç ve kuvvetinden bilmeliyiz.
Ayrıca ey kardeşim, sıkıntı ve baskı imtihanından sonra huzur ve afiyetk imtihanından da sakın ve dikkatli ol. İmtihan bazen zorluklarla olabileceği gibi bazen de rahatlıkla olur:
"Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda bize döndürülürsünüz."[132]
Olur ki, bir kardeş işkence, baskı ve zorluk imtihanından başarı ile çıkar sonra dünya nimetleri ve rahatlık ile imtihan edilir ama bu imtihanda başarılı olamaz. Rahatlık ile karşı karşıya geldiğinde kendinde bir gevşeme, keyfe düşkünlük, ağırlık ve tembellik durumu hasıl olur. Güç ve kuvvet ancak Allah'ın elindedir.
Bu tür durumlarla da karşılaştık. Allah'tan hepimizi korumasını diliyoruz. Evet gerçek kardeş odur ki, sıkıntı halinden sonra dünya nimetleri kendisine geldiğinde onları Allah yolunda harcar.[133]
İnsanları Allah'a davet eden davetçiler ve İslam için çalışanlar, Müslümanların vatanındaki Allah düşmanlarından ve onların uşaklarından çok çeşitli zulüm uygulamaları görmekteler. Bu mesele üzerinde daha önce çeşitli şeyler yazdık ve orada zalimlere yönelik olarak da mazlumlara yönelik olarak da çeşitli şeyler söyledik. Burada bir de, gerek zalimin eşi, gerek mazlumun eşi, gerekse de Allah yolunda zulüm ve haksızlığa uğramış biri olarak kadının zulüm kavramı karşısındaki konumundan söz etmek istiyoruz.
Hakikat şudur ki, biz İslami faaliyette ve davet çalışmalarında müslüman hanımın rolünü ihmal edemeyiz. O, müslüman kardeşin rolünden geri kalmayacak derecede önemli ve büyük bir role sahiptir. O, nesilleri yetiştirmede gösterdiği özenle, erkekleri ortaya çıkarır. Bu ise, hareketin ilerleyişinde en büyük ve o derece ehemmiyete sahip bir iştir. Üstelik hanımın buna ilaveten çeşitli görevleri ve yükümlülükleri de bulunmaktadır. Cihadda bile erkeklerin ihtisasına giren bazı görevler üstlenebilmektedir.
Hareket ve dava ile ilgili bir şeyler söyler ve yazarken yazdıklarımız ve söylediklerimiz ifade ve uslub olark erkek kardeşlere yönelik gibi görünse de, bunlarla hem erkek kardeşleri hem de bacıları muhatab almayı alışkanlık haline getirmişizdir. Bu öyle garibsenecek bir durum değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de de ayetlerin çoğu "Ya eyyuhellezine amenû" değil, müzekker sigası ile başlar. Ancak bu ayetlerin hitabı hem iman eden erkeklere hem de iman eden kadınlaradır.
Bilindiği üzere, kurmak istediğimiz davleti oturtacağımız temel unsurlar şunlardır: Müslüman ev (aile)'dir. Sağlam aile ise ancak, müslüman kardeşe ilk günden itibaren evini takva üzere bina etmesine yardım edecek anlayışlı kavrayışlı müslüman bir bacının eşlik etmesi ile mümkündür. Bu yüzden İhvan-ı Müslimin Cemaati, ilk günden itibaren müslüman bacıları yetiştirmeye, onların görevlerini yerine getirmelerine imkan sağlayacak ortamı hazırlamaya özel gayret göstermiştir. Şehid İmam Hasan el-Benna'nın İsmailiye'de "Mü'min Anneler Okulu”nu açması bunun bir kanıtıdır.
Zulüm meselesine ve kadının bu mesele karşısındaki rolüne ve bundan nasibi konusuna gelince: Şüphe yok ki, zalim de mazlum da normal yaşayışlarında uzlet hayatına çekilmiş kimseler değillerdir. Her birinin eşi veya annesi, yahut kızkardeşi ya da çoğu zaman bir kızı bulunur. Bunların her birinin mutlaka o kişi üzerinde, bu konuyla ilgili olarak bir etkisi, doğrudan ya da dolaylı bir rolü bulunur.
Bilindiği üzere kadın daha duygusaldır. Bu konudaki uygulamalardan etkilenmesi erkeklerinkine göre daha fazla olur.
İslam, herkesten zulmü durdurmak için çaba harcamasını istemektedir. Resulullah (a.s.)'ın zalim de olsa mazlum da olsa kişinin müslüman kardeşine yardımcı olmasını istediği hadis-i şerifini hepimiz biliriz. Bu hadise göre zalime yardım etmek, onu zulümden alıkoymakla mümkün olmaktadır. Şu halde, erkek olsun kadın olsun zalimin bütün yakınlarının görevi, onu zulmünden alıkoymak için güçlerinin yettiğince uğraşmaktır. Arkadaşlarının ve tanıdıklarının üzerine düşen görev de budur. Her kim onun zulmüne evet der ve yaptıklarını normal karşılarsa zulümde ona ortak olur. Onunla en yakın ilişki içinde bulunan, işlediklerini, uyguladıklarını en iyi bilen de hanımıdır. Kur'an-ı Kerim bir zalimin hanımının, eşinin zulmünden nasıl kendisini temize çıkardığını ve Allah'ın yolunu, Allah'ın rızasını seçtiğini anlatmaktadır. O kadın, zulme ve büyüklenmeye karşı koymada kendisini örnek gösterdiği Firavun'un eşi Asiye'dir.
"Allah inananlara Firavun'un karısını örnek gösterir. O: "Rabb'im, katından bana cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zalim milletten kurtar" demiştir."[134]
Anlatıldığına göre, bizim 1954 yılında maruz kaldığımız sıkıntılı dönemde, bize askeri cezaevinde işkence eden subaylardan birinin annesi, oğlunun yaptığı fiile şiddetle karşı çıkıyor. Yaptığı fiilden dolayı oğlundan ve onun kendisiyle olan yakınlığından beri olduğunu açıklıyor. O kadın, o dönemdeki şiddetli baskıya rağmen Şehid İmam Hasan el-Benna'nın bir fotoğrafını özel odasında duvara asılı olarak saklıyormuş.
Müslüman kadına düşen Allah önündeki özel sorumluluğunu bilmesi, kendisini Allah'ın gadabma ve azabına götürebilecek bu tür durumlar karşısındaki konumunu açık ve net olarak ortaya koymasıdır. Kıyamet gününde kocasının veya akrabalarından herhangi birinin ona faydası olmayacaktır.
Şanı yüce olan Rabb'imiz hak olan sözünde şöyle buyuruyor:
"O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter derdi vardır." [135]
Ve yine buyuruyor:
"Ey insanlar, Rabbi'nize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun babası için bir şey ödemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir."[136]
Yüce Allah bize bir başka örnek olarak da Resulullah (a.s.)'a eziyette kocasına yardımcı olan kadının durumunu örnek gösteriyor. O kadın da Ebu Leheb'in karısıdır.
Cenab-ı Hakk onun hakkında şöyle buyuruyor:
"Ebu Leheb'in eli kurusun, kurudu da. Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli ateşe yaşlanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır."[137]
Kur'an-ı Kerim, buna benzer bir başka durum için Nuh (a.s.) ile Lut (a.s.)'ın hanımlarını örnek göstermektedir ki, her ikisi de cehennemlik olmuşlardır. O kadınların her biri küfür yolunu iman yoluna tercih ettiklerinden Peygamber olan kocaları kendilerine bir yardımda bulunamamıştır.
Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Allah inkar edenlere Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek gösterir. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken, onlara karşı hainlik edip inkarlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına "cehenneme girenlerle beraber siz de girin" denildi"[138]
Bu iki kadın kocalarına, iman yerine küfrü tercih etmek suretiyle hıyanet ettiler, yoksa namuslarında bir hıyanette bulunmuş değillerdi.
Bilindiği üzere erkek çoban (gözetici, kollayıcı) durumundadır ve gözlediklerinden sorumludur. Gözetimi altında olanları Allah'ın doğru yoluna iletmek için bütün gayretlerini sarfetmek erkeğin bir görevidir. Onları yanlış yola sapmaktan, delalete düşmekten, Allah'ın azabına maruz kalmaktan korumak için erkek çalışır.
Bu hususta Cenab-ı Allah'ın şu ayet-i kerimesine dikkat edilim.
"Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, aile efradınızı cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Görevlileri, Allah'ın (her emrini) yerine getiren pek haşin meleklerdir."[139]
Ancak buna rağmen, Nuh (a.s.)'in eşinin ve oğlunun O'nun davetine icabet etmeyerek kafirlerden olduklarını görüyoruz.
Bunun ardından sözü zulme, baskıya ve sıkıntıya maruz kalanlara getirelim. Başta belirtelim ki, davet çalışmalarında sıkıntı ve baskılara maruz kalmak Cenab-ı Allah'ın ilahi bir sünnetidir. Bu bir imtihan mesabesindedir ki, onda başarı sabır, Allah'tan karşılık bekleme ve hak üzere sebat kalmak ile olur. Böyle olunca karşılığı da Allah Teala'nın rızası, nimeti ve cehennem azabından kurtulmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, bize Peygamberlerin çoğunun eziyetlere ve baskılara maruz kaldıklarını, ancak sabrettiklerini bildiriyor. Mü'min hanımların geçmişte maruz kaldıkları sıkıntılı durumları hatırlamamız yerinde olur. Kur'an-ı Kerim, Efendimiz İbrahim (a.s.)'ın hanımı ile oğlu İsmail'i, Beyt-i Haram çevresinde, üzerinde bir bitki bulunmayan ıssız vadide nasıl bıraktığını, hanımının da buna nasıl sabrettiğini ve Allah'ın emrine nasıl boyun eğdiğini haber veriyor. İbrahim (a.s.)’ın hanımının o vadide su bulabilmek için Safa ve Merve arasında koşuşturup dururken nasıl yorulduğunu, çocuğunun susuzluktan ölme tehlikesi ile başbaşa kaldığı bu durumda nasıl sıkıntılı anlar yaşadığını, sonra da Allah'ın rahmeti ile Zemzem kuyusunun nasıl ortaya çıktığını yine yüce kitabımız bize bildiriyor. O suyun günümüzde hala hacılarımız gittiklerinde içmektedirler. Yine Safa ve Merve arasında sa'y (yani gidip gelmek) de hacc ve umrenin ilkelerinden olmuştur.
Yine Hz. Musa (a.s.)'nın annesinin, oğlunun Firavun'un eliyle öldürülmesi tehlikesinden dolayı çektiği sıkıntıları, nasıl Allah'ın emrine itaat ederek çocuğunu denize attığını, O'nu Firavun ailesinin bulduğunu, bundan dolayı, Musa (a.s.)'nın annesinin kalbinin rahatladığını, ancak bütün bu sıkıntılar karşısında sabır gösterdiğini Kur'an-ı Kerim bize bildiriyor. Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)'nm annesine vaadi üzere O'nu yeniden çocuğuna kavuşturmuştur.
Bu konuda şöyle buyuruyor:
"Musa'nın annesine; "çocuğunu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, O'nu suya bırak; korkma, üzülme, biz şüphesiz O'nu sana döndüreceğiz ve Peygamber yapacağız" diye bildirmiştik." [140]
Efendimiz Hz. İsa (a.s.)'ya hamile kalması ve onu doğurması yüzünden Meryem (a.s.)'ın çektiği sıkıntılar da böyledir. Hatta o, ileride namusu konusunda kendisine yöneltilecek ithamlardan çekindiğinden dolayı ölümü bile arzulamıştı. Ancak o, Allah'ın emrine uydu ve Allah Teala da onun çocuğunun dünyaya gelişini insanlık için bir mucize kıldı. Bu mucize ile, meselenin sadece beşer çevresinde dönmediğini, işin Allah'ın emri olduğunu, Allah Teala'nm bir şeye "ol" demesi ile hemen oluverdiğini insanlığa bildirdi.
Yine siret kitapları Sümeyye (r.a.)'nin imandan sonra küfür sözünü konuşması için nasıl işkencelere maruz bırakıldığını ancak bütün bunlar karşısında sabır ve tahammül gösterdiğini Allah Teala'nın O'nu hak üzere sabit kıldığını ve neticede O'nu eşi Yasir ile birlikte işkence altında şehid olduğunu, böylelikle İslam'ın ilk kadın şehidi olduğunu bildiriyor.
Bir başka durum açısından da siret kitapları bize Hz. Aişe (r.a.)'nin ifk (iftira) hadisesinden dolayı maruz kaldığı sıkıntıları bildiriyor. Bu olaydan dolayı O ve diğer müslümanlar uzun bir süre hayli sıkıntılara maruz kaldılar. Ancak o, bu duruma sabretti, Allah'tan sevabını bekleyerek işini Allah'a havale etti ve kendisi hakında söylenilenlere karşı Allah Teala'dan yardım diledi. Sonunda O'nu temize çıkaran ayetler indi. O'nun hakkında inen bu ayet-i kerimelerle birlikte kıyamete kadar müslüman hanımların ırzlarını koruyan hadd ayetleri de indi. Bu durum, Yüce Allah'ın, O'nun vesilesi ile açıkladığı bir hayır oldu.
Günümüzde de insanları Allah'a davet edenler ve İslam için çalışanlar, zulüm, eziyet ve işkencenin çeşitli şekillerine maruz kalıyorlar. Bugünkü müslümanlara karşı taşkınların yeni geliştirdikleri ve dışarıdan ithal ettikleri işkence metodları da uygulanıyor. Bu amaçla getirilen işkence araçlarından da istifade ediliyor. İnsan olmanın bütün anlamlarından sıyrılmış olan bu insanlar, uygulamalarında düşünülebilecek derecelerin en alt derecesine düşmüşlerdir. Bazı kitaplar bu konuda biraz tafsilat vermiştir ki onların burada aktarılması mümkün değildir.
Zulme maruz kalan kardeşlerimiz yüzünden nice anneler, eşler, bacılar, kız evlatlar büyük sıkıntılara, zorluklara maruz kaldılar. Bunun yanısıra müslüman bacılarımızdan bir çokları da, tutuklandı, hapse atıldı ve taşkınların elinde işkenceye maruz kaldılar. O bacıların maruz kaldığı uygulamalardan bazıları bedene vurmadan ve işkenceden çok daha şiddetli ve eziyet vericiydi. "Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir" diyerek sabrettiler.
Suriye cezaevleri hâlâ müslüman bacılarla dolu. Ne yazık ki, İran cezaevlerinde de yirmiye yakın sünni bacı muhakemesiz olarak tutuklu bulundurulmakta. Yine başka bölgelerde de tutuklu müslüman hanımlar var. Hükümetler belli sayıdaki müslüman hanımdan korkacak kadar zayıf durumdalar demek ki.
Zalimler ne kadar da yüzsüzdürler, ne kadar fena hallere düşmüşlerdir, dünya ve ahiretleri nasıl da perişandır! Onlar kendi nefislerine, başkalarına zulmettiklerinden çok daha fazla zulmetmişlerdir. Çünkü ahiret azabı dünyada kamçı ile veya başka şekilde uygulanan işkenceden çok daha şiddetli ve kalıcıdır.
Maruz kaldığımız sıkıntılı dönemlerde farklı özelliklere sahip müslüman bacılarla karşılaştık. Onlarda gerçek inancın izini gördük. Onlar sabır ve sebat gösterdiler, Allah'tan karşılığını bekleyerek başlarına gelenlere katlandılar. Hatta fedâkarane faaliyetlerde bulunarak müslüman kardeşlerin hapse atılmalarından doğan boşluğu doldurmaya çalıştılar.
Pek müstesna örnekle karşılaştık. Bir müslüman bacının pek çok erkeğin işini yaptığını gördük. Bizimle birlikte batı bölgesindeki sahranın derinliklerinde bulunan cezaevlerinde tutuklu kardeşlerimizden birinin annesi olan faziletli bacıyı asla unutamıyorum. Onun, yardımları, tutuklu kardeşlerin ailelerine nasıl ulaştırdığını hiç unutamam. O, bunu yapabilmek için nice sıkıntılara katlanıyor, emniyet güçleri tarafından nice zorluklarla karşı karşıya geliyordu. Çölün derinliklerindeki cezaevinde ziyaret edebilmek için o uzun yolun bütün zorluklarına katlanarak bize kadar ulaşmaya nasıl tahammül edebiliyordu. Üstelik yanında yirmiye yakın yeyecek ve giyecek paketi de getiriyordu. O paketleri hanıma, bizimle beraber tutuklu bulunan kardeşelerin aileleri veriyorlardı. Kahire'den çöle kadar ulaşabilmek için birden fazla tren değiştirmek gerektiği halde, bu kadın yaşlılığına rağmen kendisine verilen emanetleri aynen muhafaza ediyor ve sapasağlam sahiplerine ulaştırmaya çalışıyordu. Ben şahsen itiraf ediyorum, O'nun yerinde olsaydım, O'nun yaptığını yapmaktan aciz kalırdım. Ama bu Allah'ın O'na verdiği lütuf ve yardım idi. Allah O'nu İslam ve müslümanlara hizmetinden dolayı en güzel şekilde mükafatlandırsın.
Kardeşlerden bir çoklarının hanımları, anneleri ve kızları düzenin zebanileri tarafından nice baskılara ve zulümlere maruz kalmışlardır. Hatta kardeşlerden birinin aile efradı toplanıyor ve o kardeşin gizlenmesi, düzenin adamlarının da nerede olduğuna dair bir iz bulamaması dolayısıyla emniyet ekiplerinin yaptığı baskı ve zulümlerden kurtulabilmek için hıristiyanlığa girmek istediklerini açıklıyorlardı.
Pek çok kardeşin hanımı, kocalarının zindanlarda olmalarından dolayı çocuklarını geçindirmek ve yetiştirmek için nice sıkıntılara katlanmışlardır. Ve yine onlardan pek çoğu, kocalarından boşanma talebinde bulunmaları için düzenin zebanileri tarafından doğrudan veya dolaylı olarak nice baskılara maruz kalmışlardır. Ancak onlar bu istekleri reddettiler ve kocaları hapisten çıkıncaya kadar yıllarca içinde bulundukları duruma sabrettiler. Bazılarının kocaları yirmi yıl kadar hapiste kaldı. Onlar hapisten çıktıklarında çocuklarının büyüdüğünü, annelerinin o çocukları en güzel şekilde terbiye ettiklerini gördüler. Hatta bazılarının çocukları anne baba bile olmuşlardı.
Şüphesiz bu sayılanlar sabırlı, saliha ve Allah'ın korunmasını emrettiğini gıyaben koruyan müslüman bacılardan müstesna örneklerdir.
Hatırlıyorum, biz cezaevlerinde düzenin adamları tarafından çok çirkin muamelelere maruz bırakılıyorduk. Düzenin adamları kardeşlerimize, Abdunnasır'ı desteklemek için, onların ailelerine, özellikle annelerine ve eşlerine karşı duydukları sevgi ve merhamet duygularını istismar ediyorlardı. Ceza müddetlerini doldurmadan cezaevlerinden çıkabilmeleri için cemaatleri ile olan bağlantılarını koparmaları isteniyordu. Ancak müslüman bacıların çoğu, böyle bir şey istemiyor ve kocalarının yahut evlatlarının sebat etmeye, cemaatleri ile bağlantılarını koparmamaya teşvik ediyorlardı. Çok az sayıda hanım bu isteği kabullenerek bunun için kısmen eşlerine baskı yapmışlardı: Bu da belki davet fıkhını pek iyi bilmemelerinden ileri geliyordu. Ayrıca belki, kardeşler o sıkıntı döneminden önce davet çalışmaları dolayısıyla hanımlarıyla pek ilgilenme fırsatı bulamadıklarından bu konuda biraz sorumluluk taşımaktadırlar.
Müslüman bacılarımızdan bir grup da başka bir zulüm çeşidine maruz kalmışlar ancak sabretmiş ve zaaf göstermemişlerdir. Onlar da işkence altında, yahut zulüm ve taşkınlığa karşı cihad ederken şehid edilen kardeşlerin hanımlarıydı. O hanımlardan bazılarının şehid edilen kocalarından çocukları da vardı. Gösterdikleri sabır ve çocuklarını yetiştirmek hususundaki gayretlerinden dolayı inşaallah bunlar büyük ecir ve sevaba kavuşacaklardır. Cemaatin bunları ve çocuklarını gözetmesi, kendilerinin ve çocuklarının zor durumda kalmamaları için onlara yardımda bulunması gerekir.
Zulüm ve zalimler hakkındaki bu görüntüleri ortaya koyduktan sonra tamamı nur, saadet ve nimet olan, sabredenlerin ecirlerini almaları halinde müşahede edilecek bir başka konuya geçmek istiyorum.
"Sabırlarının karşılığı cennet ve oradaki ipeklerdir."[141]
Burada görüyoruz ki, vatanlarından kovulan, eziyet edilen fakat sabreden aileleri Allah Teala güvenin, huzurun, mutluluğun, gönül rahatlığının ve ebedi nimetlerin bulunduğu Adn cennetlerinde biraraya getirecektir. Oysa aynı vakitte, zalimler işledikleri zulümlerinden dolayı cehennem azabına atılacaklardır.
"O cehennem ateşinin yakıtı insanlar ve taşlardır. Görevlileri Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir."[142]
Şu ayet-i kerimeler de vatanından kovulan, haksızlıklara uğratılan aileleri müjdeliyor:
"Onlar Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabrederler. Namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıkça sarf ederler, iyilik yaparak, kötülüğü ortadan kaldırırlar, işte onlara bu dünyanın iyi bir sonucu olan Adn cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekle her kapıdan yanlarına girip "sabretmenize karşılık size selam olsun . Burası dünyanın ne güzel bir sonucudur" derler."[143]
"O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar birbirine düşman olurlar. Allah: "Ey Kullarım, bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz" der. Bunlar ayetlerimize inanmış ve kendilerini bize vermişlerdir. Şöyle denir: "Siz ve eşlerini ağırlanmış olarak cennete giriniz." Onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır. Canlarını istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orda temellisiniz, işlediklerinize karşılık size miras verilen işte bu cennettir."[144]
"Doğrusu bugün cennetlikler eğlence ile meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rabb katında onlara selam vardır. Allah şöyle buyurur: "Ey suçlular, bugün müminlerden ayrılın."[145]
Ey mazlum bacı, bil ki, senin maruz kaldığın zulüm, senin için şer değildir, belki hayırdır. Çünkü buna, Allah yolunda maruz kalıyorsun. Sabretmen ve başına gelene katlanmak suretiyle Allah'tan ecir beklemen karşılığında da Allah'ın vaadinin gereği olarak büyük ecire nail olacaksın. Bunun için Allah'a hamdet ve niyetini Allah için halis tutmaya gayret et. Amelinin boşa gitmemesi ve sevabının zayi olamaması için hâlis niyetli olmaya çalış.
Sıkıntı ve musibetten sonra rahatlık ve dünya nimetleri ile imtihan olunman halinde başarısız olmaktan sakın.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülüğü veririz. Sonunda bize dönersiniz."[146]
Zalimlerin halleri ve ne olacakları ile meşgul olman, seni kendi halini ve ne olacağınla meşgul olmaktan alıkoymasın. Onların halini doğru hüküm verici ve âdil olan Allah'a bırak.
Sen Allah'a olan bağlılığını güzel yapmaya çalış. Nefsine ve şeytana aldanmaktan her zaman sakın. Onlara güven olmaz.
Zalimlere karşı olan kinin ve garazın onlardan birini bizzat tekfir etmeye ve lanetlemeye yöneltmesin. Olur ki, tekfire ve lanetlenmeye müs-tehak olmazlar da söz sana döner. Ancak mutlaka söyleyeceksen genel ifadeler kullan.
"Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir," demen gibi.
Çokça dua oku, mazlumun duası ile Allah arasında perde yoktur.
Sabrın ve sebatınla kimseye minnetkar olma ve bunu kendine nisbet etme. Onu Allah'ın sana yardımı ve fazlına hamlet.
Allah'a mutlak olarak güven. Bazıları görünüş itibariyle farklı olsa da, Allah Teala'nın bütün takdirlerinin hayır olduğuna kalben inan. Bir durumun sürekli devam etmesinin imkansız olduğunu, geleceğin ise bu dinin olacağını bil.
Allah'ın mü'minlere vaadi gerçekleşecek ve mü'minler yeryüzünde yeniden hakimiyet kuracaklardır. Ahirette de ebedi nimetler ve cehennem azabından kurtuluş mü'minlerindir. Zalimler de sonlarının nereye varacağım görecekler.
Yakında şu sözü haykıran kişinin sesi yükselecek:
"Alemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun ki, zulmeden milletin kökü böylece kesildi."[147]
Sonra müslüman bacılardan yeni yetişen nesle diyoruz ki: Siz eğer, Allah'ı, Peygamberi ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah sizden iyilik sahiplerine büyük ecirler hazırlamıştır. Bilin ki, gerçek mutluluk Allah'dan korkmakta, imanda, güzel amelde ve özellikle Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmaktadır.
Evlilik mutluluğu da, ilk günden itibaren Allah korkusu üstüne bina edilen bir müslüman evinin gölgesinde gerçekleşir.
Sizden hiç kimse, müslüman kardeş olmayan biriyle evlenmeyi kabul etmesin. Evleneceği erkek anlayışlı, kavrayışli bir müslüman kardeş olsun ki, iyilik, takva ve İslam devletini kurmada sağlam bir temel oluşturacak müslüman evinin ikamesinde onunla yardımlaşabilsin. Kendileriyle Allah'ın dinine güç katacak bir zürriyet çıkarabilsin.
Bilin ki ey bacılar, davet yolu güller serilmiş değildir. Onun üzerinde dikenler ve engeller, bulunmaktadır. Ama sonu tamamen hayırdır. Sonunda nimetler, cennetler, gölgeler, kaynaklar, Allah'ın azabından kurtuluş ve dünyada hakimiyet, üstünlük vardır.
Çağımızdaki çoğu kızların erkek beğenirken ve aile kurarken başvurdukları maddi bir takım ölçülerden, mikyaslardan kendinizi kurtarmalı ve Allah'ın kitabında ve Resulullah (a.s.)'ın sünnetinde bildirilen Rabbani ölçüleri almalısınız. Mü'minlerin anneleri olan Resulullah (a.s.)'in saliha zevcelerini ve daha önce kendilerinden örnek olarak söz ettiğimiz saliha hanımları kendinize örnek kabul etmelisiniz.
Ey yeni nesli oluşturan müslüman bacılar, sonsuz saadetin yolu işte budur. Bundan başkasını yol olarak kabul etmeyin ki, dünya ve ahiret saadetine kavuşabilesiniz.
"Bu dosduğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah sizi bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."[148]
Zulüm, zalimler, mazlumlar hakkındaki bu açıklamalar ve bizim bu konularla ilgili olarak serdettiklerimizin hayır getirmesini Allah'tan diliyoruz.
Özellikle zulmün çokça işlendiği ve dairesinin gittikçe genişlediği, özelde müslüman gençlere, genelde ise bütün müslümanlara karşı çok değişik şekillerinin uygulandığı şu dönemde bir fayda sağlamasını temenni ediyorum.
Zalimlerin de, mazlumların da öğüde ve hatırlatmaya ne kadar çok ihtiyaçları var.
Allah Teala'nın yazdıklarımızdan ve konuştuklarımızdan dolayı bizi ecirlendirmesini diliyoruz.
"İslah etmekten başka bir dileğim yoktur.
Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum."[149]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Cenab-ı Hakk'a hamdeder, O'ndan yardım ister ve O'na tevbe istiğfar ederiz.
Peygamberimiz ve önderimiz olan Hz. Muhammed (a.s.)'e, O'nun sahabelerine ve kıyamete kadar O'nun yolunda giden tüm müslümanlara selam olsun deriz.
İslâm'da yönetim ve yöneticiler konusunda bir çok eser yazılmıştır. Yine idareciler ve idare edilenler, komutanlık ve askerlik, savaş ve cihad konularında da oldukça fazla kitap yazılmıştır.
Biz bu bölümde, bu konuların hiç birisini hedeflemedik. Bizim asıl amacımız; Cemaat halinde çalışırken tecrübeler ışığında İslâmi çalışmada idarecilerle idare edilenlerin birbirine karşı hak ve sorumluluklarını ortaya koyabilmektir.
Yazdıklarımız konusunda Cenab'ı Hakk'dan bizi doğru yola ulaştırmasını temenni ederiz. Ayrıca İslami konuda çalışma yapan tüm kardeşlerimizin, sunmuş olduğumuz bu bölümden istifade etmelerini umarız.
Şurası muhakkaktır ki, Allah Teala en büyük nimeti olan İslam nimetiyle bizleri şereflendirirken bir taraftan bizleri kendi dosdoğru yoluna iletmiş, diğer taraftan da nesillerimizi İslam'a hizmet yolunda en ince ve en önemli bir konuma getirmiştir. Tabii bütün bunlar Allah düşmanlarının müslümanlara ve İslam'a karşı çeşitli tuzaklar kurup onların devletlerini ve hilafetlerini ortadan kaldırdıktan sonra olmuştur.
Elbette hilafetin yıkılmasından sonra müslümanlar İslam'ın özünden uzaklaşarak daha çok dünya hayatıyla ilgilenir olmuşlardır. Bunun sonucunda da İslam düşmanları müslümanların parçalanıp zayıf düşmesinden istifade ederek kendilerine ve devletlerine yapabildikleri en çirkin zulümleri yapmışlardır.
İslam hiçbir zaman müslümanların kafirler karşısında acziyet göstererek onlara teslim olmalarına razı değildir. Müslümanların düştükleri bu musibetten bir an önce kurtulmaları, İslam devletini ve hilafetini yeniden kurarak "Fitneden eser kalmayıp, hüküm yalnız Allah'a ait oluncaya kadar..."[150] Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelerini onlara farz kılmıştır.
Eğer hilafet asrımızın başında kaldırılmış ise yeniden ve daha mükemmel olarak yeni asrın başlarında kurulmalıdır. Allah'ın izniyle bu da olacaktır. Çünkü bu, Allah'a göre pek kolay bir iştir.
Şurası kesin olarak bilinmelidir ki; İslam devletini kurma gibi yüce bir hedefin gerçekleşmesi yolunda kadın-erkek her müslümanın çalışması farzdır. Eğer müslümanlar Allah'ın ölçülerini koruyacak, müslümanları ve başta Mescid-i Aksa olmak üzere tüm İslam topraklarını Allah düşmanlarından kurtararak yeni yeni toprakları İslamı yaymak için elde edecek olan böyle İslami bir devletin kurulması için çalışmazlarsa, hepsi de bu konuda en büyük günahlardan birini işlemiş olurlar.
Şehid İmam Hasan el Benna, gençlere yazmış olduğu bir risalesinde İhvan-ı Müslim'in hedeflerini açıklarken en önemli hedeflerinin dünya İslam devletini gerçekleştirmek olduğunu şu sözleriyle açıklamaktadır:
"..ve biz bir zamanlar İslam'la şereflenmiş olan bu topraklarda islam sancağının yeniden dalgalanmasını istemekteyiz. Bu yerler ki, bir zamanlar müezzinlerin tekbir ve tahlilleriyle Hakk'a çağrı merkezleriydi. Bu topraklar İslam'ın nurundan sonra küfre dönmüşlerdir, işte Endülüs, Sakile, Balkanlar, Güney İtalya, Cezayir ve Rum denizi ki, bunların tümü İslam topraklarıdır ve tekrar İslam'ın kucağına dönmelidir. Akdeniz ve Kızıldeniz eskiden olduğu gibi yine iki islam gölü olmalıdır..."
Daha sonra konuşmasında şunları söylüyordu:
"..Bu merhaleden sonra davetimizin tüm insanlığa ve dünyanın her köşesine ulaşmasını istiyoruz. Öyle ki, yeryüzündeki tüm zalimler Isla-mın adaletine baş eğmelidir. Bu mücadelemiz yeryüzünde fitneden eser kalmayıp hüküm yalnız Allah'ın oluncaya kadar devam edecektir.
"İşte o gün, mü'minler Allah'ın yardımıyla mutluluk içinde olurlar. Allah dilediğine yardım eder. Allah aziz ve merhametlidir."[151]
Bırakın korkaklar ve tembeller sizin bu düşündükleriniz çok uzak bir hayaldir desinler. Gerçekte ise, onların bu sözleri öyle bir acziyetten ileri gelmektedir ki, bu hali ne İslam, ne de müslümanlar asla kabul etmemektedirler. İşte onların bu korkaklık ve tembelliklerinden istifade eden Allah düşmanları, İslam ümmetine hakim olmuşlardır. Onların bu halleri iman bakımından kalbin en perişan olmuş bir durumunu göstermektedir. Bu acizlik aynı zamanda müslümanların yıkılışının da başta gelen sebeplerinden birisidir. Fakat bizler şunu açıkça ilan ederek diyoruz ki: Hiçbir müslüman böyle acizlik ve korkaklık ifade eden düşüncelere inanamaz ve bu gibi metodlarla da çalışamaz. Böyle pısırıklık ve korkaklığı kendisine yol edinen kişi, kendisine İslam'dan başka bir yol seçsin, onu kendisine din edinerek o yolda çalışsın."[152]
İslam dini hedeflemiş olduğu şeylerin gerçekleşmesi için toplu çalışmayı gerekli görmektedir. Özellikle şu zamanda, dünya İslam devletinin kurulmasını kaçınılmaz olarak değerlendirdiği için bu yolda cemaat halinde çalışmayı da zaruri görmektedir. Çünkü böyle yüce bir hedefi tek başına hiç kimse gerçekleştiremez. Bu ancak topyekün müslümanların birliğiyle olabilir. Öyle ise cemaat halinde çalışmak da farzdır. Çünkü herhangi bir farzın yerine getirilmesinde gerekli olan tüm yardımcı unsurların da farz oluşu İslam'ın temel bir kuralıdır.
Diğer taraftan İslam bireyci bir din değil, tam tersine ümmetçi bir dindir. Tüm müslümanlan bir vücut olarak değerlendirmekte ve onları bir bütün olarak kabul etmektedir. Çünkü İslam, tüm mü'minleri birliğe ve beraberliğe çağırmakta ve onların parça, parça olmalarını yasaklamaktadır.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Hep birden Allah'ın ipine sarılın ve asla parça parça olmayın..."[153]
Eğer bizler Hz. Muhammed (a.s)'in hayatına bakacak olursak, O'nun hayatının Allah'a davetin pratik bir örneğini teşkil ettiğini görürüz. O zaman Allah Resulü'nün müslümanlan tek bir cemaat halinde nasıl yönettiğini ve onların omuzları üzerinde ilk İslam devletini nasıl yükselttiğini en açık bir şekilde görebiliriz. Kendisinden sonra gelen dört halife de aynı şekilde O'nu takip etmişlerdir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İslam'da cemaat halinde çalışmak yeni bir iş değil, Allah'ın bir emri ve Hz. Muhammed (a.s)'in bir sünnetidir.
İşte bu gerçeklerden hareket eden Hasan el Benna da, Hz. Muhammed (a.s)'in ve O'nu takip eden olgun halifelerin yolunu takip ederek cemaat halinde çalışmanın kaçınılmaz olduğuna inanarak, yüce İslam devletini ve O'nun hilafetini gerçekleştirmek için ‘İhvan-ı Müslimin’ adında bir cemaat kurmuştur. Hasan el Benna, cemaatının hedeflerini açıklarken en başta gelen görevin İslam devletini ve onun hilafetini kurmak olduğunu vurgulamaktadır. İşte kurulacak bu İslam devleti yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılma ve fitneyi tamamen ortadan kaldırma görevini yürütecektir.
Bu yüce amaçtan dolayı Hasan el Benna, hiç bir zaman cemaatın çalışma sahasını Mısır ülkesine özgü programlamamış, cemaattta görev yapacakları da yalnız Mısırlılar olarak sınırlamamıştır. Tam tersine bu yüce hedefin gerçekleşmesi için dünyadaki tüm müslümanları bu çalışmaya davet etmiş ona göre de program hazırlamıştır.
Şehid İmam Hasan el Benna bu konuda şunları söylemektedir:
"Bizim davetimiz İslam'dan başka bir şey değildir, islam ise herhangi; bir bölgeye mahsus indirilmemiştir. İslam, tüm insanlar için bir hayat nizamıdır. İslam'ın hitap ettiği alan ise dünyanın tamamıdır."[154]
Herhangi bir cemaatın belirli bir hedefi gerçekleştirebilmek için, belli bir programa, bir lidere ve o programı uygulayacak bir kadroya ihtiyacı olduğunu uzun uzun yazmaya gerek yoktur.
Hasan el Benna bunu açıklarken şöyle diyor:
"Toplumların ve milletlerin tarihine baktığımızda herhangi bir programın, liderin ve o program çerçevesinde çalışan bir de kadronun olduğunu görürüz. Böyle bir cemaat liderleriyle çalışırken, hiçbir zaman yorulmaz, bıkkınlık duymazlar. Ellerinden gelen her çeşit gayreti ortaya koymaktan da asla çekinmezler. Bu durum aynı zamanda İslami hareketin de en açık bir özelliğidir.
Cenab-ı Hakk'ın ortaya koymuş olduğu program, Hz. Muhammeâ (a.s)'in liderliğinde ve ilk müslümanların kadrolaşmasıyla ortaya konuldu. Önceleri gizli başlayan Islami hareket, daha sonra kendisini açığa vurarak birçok mücadelelere girişti. Arkasından, davayı kabul etmeye müsait bölgelere hicret dönemine geçen hareket, gittiği bölgelerde inananlar arasındaki muhacir ve ensar ayrıcalığını kaldırarak hepsini de dinde kardeş ilan etti. Bunu takiben imanın kalplere iyice yerleşmesini sağladıktan sonra Hakk ile batılın saflarını kesin olarak ayırıp Hakk'ın yeryüzünde hakimiyeti için mal ve can ile cihada başladı."
Liderlek kadrosu olmayan bir cemaatin herhangi bir işi başarması mümkün değildir. Çünkü hedefleri tesbit eden, programın uygulanmasını sağlayan ve cemaate tabii olanlar arasında meydana gelebilecek ihtilafları çözen liderlik müessesesidir. Kadro ise programın uygulanışında liderin en büyük yardımcılarıdır. Çünkü kadrolar, şura ve organlar vasıtasıyla lidere ışık tutarak programın sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlarlar.
Kendi mensupları üzerinde sözünü dinletme ve itaat ettirme gücü olmayan bir cemaatin gerçekte hiçbir kıymeti yoktur. Şurası var ki, liderliğin yardımcılığı, Allah ve Resulü'nün emirleri doğrultusunda olmalıdır. Aksi halde o liderliğe itaat edilemez.
Eğer liderde otorite gücü olmazsa kendisine tabii olanlara herhangi bir işi nasıl yaptıracaktır?
Cemaatteki fertlerin her birinin kendi kafalarına göre hareket ettiklerini düşününüz, o halde cemaat tesbit ettiği hedefine nasıl ulaşacaktır? Konumuzla ilgili olduğu için pratik hayattan şu çarpıcı örneği vermek istiyoruz:
Bizler zaman zaman işitiriz ki, çeteler herhangi bir bölgeyi elde etmek istediklerinde önce oturup aralarından bir lider seçerek o bölgenin planını çıkarttıktan sonra herkes kendine göre bir vazife ve sorumluluk yüklenir. Eğer aralarında herhangi bir ihtilaf çıksa, o konuyu reislerine ileterek onun verdiği hükme göre meseleyi hallederler. Böylece kendi istedikleri şekilde o bölgedeki hakimiyetlerini sürdürürler. Hiçbir devlet kanunu veya kuvveti de onlara birşey yapamaz. Çünkü her konularını birlik içerisinde kendi planlarına göre yürütmektedirler.
Anarşistler dahi bir liderin etrafında birlik içerisinde ve belli bir plan dahilinde çalışmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar da, şu dünyada İslâm devletini gerçekleştirmek gibi en şerefli bir görevin yerine getirilmesi için Allah ve Resulünün emirleri çerçevesinde hareket eden bir liderin ve onun emirlerine itaat edecek fertlerden oluşan bir cemaatin gerekliliğine inanmak daha doğru olmaz mı?[155]
Herhangi bir cemaatte liderlik müessesesi, tıpkı vücuttaki baş gibidir. Çünkü hedefleri o tesbit eder. Tüm bilgiler onda toplanır. Kadrosundaki ehliyetli elemanlar vasıtasıyla meseleleri o tartışır. Kendisine tabi olanlara gerekli emirleri o verir. Cemaatın programının uygulanışını tüm yönleriyle takip ederek işlerin sağlıklı bir şekilde yürümesini o sağlar.
Buna göre lider ne kadar güçlü, uyanık ve bilgili olursa hareket de o nisbette canlı olur. Ve netice daha çabuk elde edilir. Bunun tersine eğer lider yetersiz, görevini yerine getirmekten aciz ve hedefleri tesbit etmede noksan ise hareket de başarısız olur ve devamlı gerileme baş gösterir.
Lider, aynı zamanda cemaatte birliğin simgesidr. Kuvvet ise, ancak birlikten meydana gelmektedir. İşte bunun için cemaatte liderin çok büyük fonksiyonu vardır. Liderlik makamının sadece şekilden ibaret olup, hiçbir yaptırımcılığının olmaması doğru olmadığı gibi Allah'ın konun ve kurallarına bağlanmadan, dilediği gibi hareket eden bir liderlik de olmaz, olamaz.
Liderliğin öneminden sonra, bu müessesenin oluşumu konusundaki görüşleri inceleyebiliriz. Bu alanda birçok görüşler vardır. Bir kısmı liderliğin bir tek şahıs tarafından temsil edilmesini ileri sürerken, başka bir görüş de liderlik makamının belirli sayıdaki insanların oluşturacağı bir konsey tarafından meydana gelmesini ileri sürmektedir. Tabii ki bu görüşlerin herbirinin kendine özgü bir takım olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Ayrıca bu görüşler çerçevesinde liderlik oluşumu yine bazı kurul ve şartlara bağlıdır. Fakat bu görüşler arasında bir çok cemaatle birlikte İhvan-ı Müslimin' teşkilatının tercih ettiği görüşe göre liderlik: Tek bir kişi tarafından temsil edilmekle beraber lidere bağlı bir yönetim merkezi ve şura bulunmaktadır. Ancak şuradakilerin sayısı lider tarafından belirlenir. Tabii ki, tıpkı cemaatta görev alacakların ve önde gelen kişilerin taşıması gereken bir takım vasıflar gibi, şurada da görev alacakların belirli özellikler taşıması lazımdır. Bu kuralların hepsi de daha önce tesbit edilerek ittifak olunan kurallardır.
Diğer taraftan liderliğin tek başına mesuliyet altında olmayıp, cemaattaki her kişinin bulunduğu konumda belli bir sorumluluğu olduğunu ve onu yerine getirmesinin kendisine bir emanet olarak verildiğini vurgulamak isteriz. Daha açık olarak, cemaatta bulunan her üyenin belli bir gediği kapatma sonucunda liderle birlikte kendi çapında yönetimden mesul olduğunu söylersek mübalağa etmemiş oluruz.
Gerçek şu ki, cemaatteki her çalışma alanı, bir sorumluluk ve bir emanettir. Tabii ki, bunun ehemmiyet oranı kişinin bulunduğu konumun hassasiyetine göre değişebilir. İşte bundan dolayı cemaatten herhangi bir kişiye görev verilirken adam kayırmaktan uzak, sadece emaneti ehline verme ölçüsüne göre hareket edilmelidir.
Bu konuda Allah'ın Resulü bizleri şu mübarek sözleriyle uyarmaktadır.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki:
"Resulullah'ın şöyle dediğini işittim:
"Kim aralarında Allah'ın daha çok razı olduğu bir kişi dururken bir başkasını iltimasla gör evlendirirse o kişi Allah'a, O'nun peygamberine ve tüm mü'minlere hıyanet etmiştir."[156]
Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şeriflerinde ise Ebu Musa diyor ki:
"Bir gün ben ve beraberimde "Beni Ammi" kabilesinden iki kişiyle birlikte Resulullah'ın yanına geldik. O iki kişiden birincisi dedi ki:
"Ya Resulallah, beni bazı görevlere tayin et."
Diğeri de buna benzer isteklerde bulunması üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:
"Vallahi biz, nefsi için veya makam hırsından dolayı görev isteyeni göreve tayin etmeyiz."
Şurası da bir gerçek ki, cemaatteki yönetim makamları, hükümetlerdeki veya büyük şirketlerdeki gibi insanın rağbet edebileceği dünyevi makamlar gibi değildir. O makamların her biri, birer emanettir. Kişi kıyamet günü o görevi hakkıyla yerine getirip getirmediğinden hesaba çekilecektir. Bunun için yönetim makamlarına getirilmedi diye veya görevinden alındığından dolayı üzülmeye, darılmaya ve cemaatten ayrılmalara hiç gerek yoktur. Tam tersine böyle bir mes'uliyetten bir yerde kurtulduğu için Allah'a hamd etmelidir.
Halit Bin Velid'in, Hz. Ömer tarafından ve savaş anında komutanlıktan alınıp yerine başkasını tayin ettiğinde gösterdiği olgunluk bizler için çok büyük bir örnektir.
Şehid İmam Hasan el Benna, konuşmalarının birinde, liderin sorumluluk ve özellikleri konusunda şöyle demektedir:
"İhvan'ın davasında lider: Kalbi bağlılık yönünden tıpkı bir anne ve baba, öğreticiliği bakımından tıpkı bir üstad, ruhi terbiye açısından sanki büyük bir şeyh ve genel siyaset yönünden de bu davanın bir önderidir, iste, bizim davamız bu manaların hepsini de bünyesinde toplamaktadır."
Tüm anlatılanlardan sonra şunu da eklemeliyiz ki, liderlik makamı cemaat mensuptan tarafından saygı duyulan bir merkez olmalıdır. Bu konuda İslam'ın bir çok teşvik edici hükümleri vardır. Elbetteki bu saygı, liderin kişiliğinden daha ziyade o makamadır. Çünkü İslam cemaatinin lideri, tüm insanlığın hidayeti için İslam'ın sancağını taşıyan bir manayı temsil etmektedir. Asıl saygı duyulacak yön de burasıdır. Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde elbetteki, liderliğe karşı saygıda yapılabilecek herhangi bir noksanlık doğrudan doğruya cemaatin birliğine ve kuvvetine olumsuz yönden etki edecektir. Onun için liderliğe karşı en ufak bir saygısızlık gösterilmemelidir. Tabii ki tüm bunlar Allah ve Resulü'nün çizgisindeki bir lider için geçerlidir.[157]
Her müslümanın İslami çerçevede çalışmak için her zaman hazır bir asker olduğu bilinmelidir.
Yine tüm müslümanların Kur'an ve sünnetten kaynaklanan bir takım güzel ahlakları, düşünce ve değerlerinin olması da bir esastır. İşte onların bu sorumlulukları ve özellikleri kendilerinin İslam devletinin ve İslam ümmetinin birer mensubu olmalarını sağlar. Madem ki cemaat Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak gibi en şerefli bir görevle karşı karşıyadır, o halde bu cemaatin mensubu olan her müslümanın da bir dava eri ve bir inanç askeri olması gerekmektedir.
Ayrıca bu üstün vazifeyi yerine getirebilmek için bir takım vasıfların da olması icab etmektedir.
Bizler, Allah Resulü'nün o tertemiz hayatına baktığımızda görürüz ki, O, ilk müslümanlan Kur'an sofrasında ve kendi medresesinde terbiye ederek İslam devletini onların omuzlarında yükseltmiştir. Onları kendi aralarında kardeş yaparak, o kenetlenmiş insanlarla birlikte İslami hayatı ortaya koymuştur. Daha sonra Hakk'ı müdafa ve davetin tüm insanlığa ulaşması yolundaki o yiğitleri Allah için cihada hazırlamıştır. Sonuç itibariyle, böyle üstün özelliklere sahip mü'minlerin vasıtasıyla Allah'ın dini yeryüzüne hakim olmuştur. Bütün bunlar Resulullah ve O'ndan sonra gelen olgun halifeler zamanında gerçekleşmiştir.
İşte Hasan el Benna da, Hz. Peygamber (a.s)'in hayatından örnek alarak kurmuş olduğu 'İhvan-ı Müslimin' üyelerinin yetişmesi için geniş bir plan hazırlamıştır. O, bu programı tanışma, hazırlık devresi ve uygulama dönemi gibi merhalelere ayırmış ve her üyede olması gereken özellikleri tek tek izah etmiştir.
Hasan el Benna, programını özetleyerek günümüz şartlarında müslümanlarda olması gereken vasıflan şöyle dile getiriyordu:
"Önce sağlam bir inanç, bid'atlardan uzak bir ibadetler uygulaması, olgun bir ahlak, kültürlü bir yapı ve sağlam bir bedene sahip olmalıyız. Çalışkan ve başkalarına faydalı olarak disiplinli bir hayatımız olmalıdır."
Özet olarak söylemek gerekirse Hasan el-Benna, bir müslümana gerekli tüm vasıfları ve hangi vasıtalardan istifade edebileceğini tek tek açıklamıştır. Örneğin, bir müslümanın sağlam bir bedene nasıl sahip olabileceğini anlatırken şöyle demektedir:
"Okuyacağınız derslerden, ev çalışmalarından ve gurup halindeki faaliyetlerden başka sağlam bir beden için de çeşitli spor dallarında çalışmalar olmalı, geziler ve kamp çalışmaları tertip edilmelidir."
Bu yapılanmalardan sonra herhangi bir müslümanın cemaatteki görevini yerine getirirken hangi sorumlulukları taşıdığını da izah ederek, on madde halinde şekillendirdiği biatin şartlarını açıkladıktan sonra tüm müslümanlara faydalı bir çok tavsiyelerde de bulunmuştur.
Bu anlatılanlar cemaat halinde çalışmanın ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar disiplini gerektirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hatta diyebiliriz ki, üyelerin kıymeti en az lider kadar önemlidir. Çünkü bir lider ne kadar güçlü ve ne kadar azimli olursa olsun eğer kadrosu zayıf ve ehliyetsiz kişilerden meydana geliyorsa, o lider hedefine ulaşamaz. Fakat, eğer üyeler güçlü ve ehil şahıslardan meydana gelmiş ise, lider ne kadar zayıf olursa olsun etrafındakiler onu tamamlar ve hatta gerekirse onun yerine güçlü birisini seçerek hareketin sağlıklı yürümüsini sağlarlar.
Bugünkü şartlarda İslam cemaatine mensup üyelerde bulunması gereken özellikleri, Hasan el-Benna, bir başka konuşmasında şöyle sıralamaktadır:
"Bugün islam ümmetini kuşatmış olan şartlar bizi de çepeçevre sarmıştır. Ümmetin de tıpkı bizim gibi, harekete geçmesi ve yerine getirmesi gereken bir çok önemli görevleri vardır. Böyle bir durumda, tembellik, ümitsizlik ve gevşeklik göstermek asla fayda vermez. Bilakis, islam ümmeti; Hakk ile batıl, faydalı ile zararlı, hak sahipleriyle hakkı gasbedilenler arasında cereyan eden ve edecek olan uzun ve zorlu bir mücadele için kendisini hazırlamalıdır.
Cihadın manası, Ceht ve gayretten gelmektedir. Gayret ise, zorluk ve meşakkat demektir. Onun için cihad anında dinlenmek diye bir şey yoktur. Cihaddaki dinlenme, ancak tüm savaş şartlan ortadan kalktıktan sonra olabilir.
İşte ümmet olarak bizler böyle çetin bir cihadın içerisindeyiz. Şurası bir gerçek ki, samimi ve fedakar islam ümmetinin dışında hiç bir topluluk böyle zorlu bir mücadeleyi göğüsleyemez. Zaten bu şerefli vazife uğruna böyle çilelere katlanılmaz ise, sonunda hem mücadele kaybedilir ve hem de gelecek nesillere sadece yenilgiyi miras bırakmış oluruz."[158]
İslami çalışmada yönetimin hangi kademesi olursa olsun liderlik makamı her türlü gösteriş ve rağbetten uzak, en büyük meşakkat ve en ağır bir emanettir. Ancak bu zorluk ve mes'uliyet oram, kişinin bulunduğu konumun ehemmiyetine göre değişebilir. İslam'daki liderlik konusu işte bu kadar zor ve ağır bir emanettir. Çünkü bu makam tüm insanlığın yaradılışına hizmet etmektedir . Bu hizmet Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılarak kulları, tağutların zulmünden kurtarıp Allah'a kul etmek hizmettir.
Dünyada ve ahirette olumlu veya olumsuz en büyük neticeler İslam'a tabi olmaktan veya ondan uzaklaşmaktan dolayı meydana gelmektedir.
Diğer taraftan Cenabı Hak, her liderden yönettikleri hakkında hesap vermesini isteyecektir. İsterse zerre kadar veya daha az bile olsa ondan alıp, hakkı olan kullarına verecektir. Buna göre liderliğin sorumlulukları, görev alanı büyüdükçe ve kendisine bağlı olanların sayısı arttıkça daha da ağırlaşmaktadır.
Açıklamalar getirmesi bakımından konumuzla ilgili bazı hadis-i şerifleri zikretmek istiyoruz.
Abdullah bin Ömer diyor ki;
"Resulullah (a.s) şöyle buyurdu:
"Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz de idare ettiklerinizden sorumlusunuz. Halife bir çobandır ve kendisine bağlı olanlardan sorumludur.
Kişi evinin çobanıdır ve aile fertlerinden mesuldür, hepiniz birer çobansınız ve herbiriniz idaresi altındakilerden mes'ulsünüz."[159]
Ebu Yale şöyle diyor;
"Resulullah (a.s) buyuruyor ki:
"Allah, bir kişiyi yöneticiliğe getirdiğinde o kul kendisine bağlı olanlara karşı hainlik ederse, Allah da ona cenneti haram kılar."[160]
Resulullah (a.s) buyuruyor ki:
"Herhangi birisi müslümanların işlerini üzerine aldığında onlar için çalışmaz ve onlara nasihatta bulunmaz ise müslümanlarla birlikte cennete giremez."[161]
Ebu Zer (r.a) diyor ki:
"Dedim ki, "Ey Allah'ın Resulü, beni yönetici olarak tayin et."
Bunun üzerine eliyle omuzuma vurarak şöyle dedi:
"Ey Ebu Zer! Sen zayıf bir adamsın, liderlik ise ağır bir emanet ve kıyamet günü ise bir pişmanlıktır. Ancak o emaneti hakkıyla yerine getirenler bu ağır hesaptan kurtulabilirler."
İslam cemaatmdaki liderlik işte bu kadar ağır ve ehemmiyetlidir. Bu günkü şartlarda ise, bu görev daha büyük bir mes'uliyet gerektirmektedir.
Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1- İslam dini evrensel bir din olduğundan ve bugünkü şartlarda insanlığın sayısı ve problemleri daha fazlalaştığından, bunlara çözüm bulmakla karşı karşıya olan İslami liderlik de, o nisbette görev bakımından ağırlaşmaktadır.
2- İslam cemaatının gayesi Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak olduğundan ve bunun da ne kadar büyük zorluğu ve emaneti gerektirdiğinden İslam cemaatının lideri buna göre çok ağır mes'uliyetleri taşımaktadır.
3- İslam cemaatinin çözmekle karşı karşıya olduğu ve tüm dünyadaki insanları ilgilendiren problemlerin çokluğundan dolayı bu cemaatin lideri de, ona göre çok büyük mes'uliyetleri göğüslemiş olmaktadır.
4- İslam cemaatına mensup insanların gün geçtikçe artmasıyla birlikte herkesin kendi seviyesine hitap edebilecek şekilde onların eğitimi, teşkilatlandırılması ve yönetimi cemaat liderine bir çok yükü yüklemektedir. Bundan dolayı liderin görev ve mesuliyeti eskisine oranla günümüz şartlarında daha da artmaktadır.
5- Cemaat liderinin, kendisine bağlı tüm fertlerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılaması asli görevlerindendir. Bunun da günümüzde ne kadar zor olduğu hepimizce açıktır. İşte bundan dolayı liderin görev ve sorumlulukları zamanımızda daha da artmaktadır.
6- İslam cemaatı çok büyük görevlere taliptir. Bunların en başında da Allah'ın dinini yeryüzünü hakim kılması gelir. İşte bu şerefli gayenin neticesinde tüm insanlık zulümden ve tağutların hükmünden kurtularak Allah'ın adaletine kavuşacaklardır. Böylece insanlık nesiller boyu Allah'ın adaletini birbirlerine miras bırakarak her iki dünyada da huzur içinde olacaklardır.
İşte böyle soylu bir görevi bu günkü fitne zamanında omuzlayan İslam cemaatının ve onun liderinin elbette çok büyük görevleri ve sorumlulukları olacaktır.
7- Bugünün İslam dünyasına baktığımızda her tarafta bir çok problemlerin olduğunu görürüz. Bunların hepsi de acilen çözüm bekleyen meselelerdir. Hiç birisinin en ufak bir şekilde ihmal edilmesi düşünülemez. İşte böyle karmaşık bir dönemde bu kadar zor problemleri çözmek İslam cemaatının görevlerindendir. Dolayısıyla cemaat liderinin çok ağır ve zorlu bir görevi var demektir.
Bir de cemaatın henüz devlet olamamış ve sınırlı imkanları dahilinde bu zorlukları aşmakla karşı karşıya olduğu düşünülürse, liderin ne kadar zor şartlarda görev yaptığı kolayca anlaşılabilir.
8- Şu anda dünyadaki tüm müslümanlar çeşitli işkenceler altında zulme uğramakta ve öldürülmektedirler. Bunların hepsi gözlerini İslam cemaatına çevirmiş kendilerini bu sıkıntılardan kurtarmasını beklemektedirler. Bu şartlar karşısında görev yapan cemaat ve liderinin elbette ki, çok ağır sorumlulukları vardır.
9- İslam davasının evrensel oluşu ve kıyamete kadar baki kalmasının yanı sıra bu davanın karakteristik özelliğinden dolayı müslümanlar çok çetin imtihanlar vermekte ve cihadları uzun yıllar sürmektedir. Bunlara ilaveten bir de günümüzdeki şartlar ve İslam düşmanlarının çokluğuyla birlikte her türlü maddi güçlerini seferber ederek İslam mensuplarına akla gelmez hile ve tuzakları da göz önünde bulunduracak olursak İslam cemaatının ve onun liderinin ne ağır şartlarda çalıştıklarını kolayca anlayabiliriz. Çünkü bütün bu olumsuz ortamda kendi dar imkanlarıyla İslam'ın sancaktarlığını yapmakta ve Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret göstermektedir. Elbetteki sorumluluğu ve görevi de ona göre ağır olmaktadır.
10- Hangi şartlarda ve ne zaman olursa olsun İslam cemaatı Kur'an ve Sünnete göre hareket etmek mecburiyetindedir. Bu da, günümüzdeki bir yığın yeni konular hakkında İslam'ın hükümlerini öğrenebilmek ve uygulayabilmek için derin araştırmaları yapabilecek bir organizeyi gerektirmektedir. Cemaat kendi dar imkanlarıyla acaba bu işin üstesinden nasıl gelecektir? Fakat zor da olsa cemaat bu ağır yükü de göğüslemek mecburiyetindedir. İşte bundan dolayı bugünkü şartlarda İslam cemaatının ve onun liderinin görevleri çok daha ağırdır.
11- Son olarak müslümanlann bulunduğu bu acıklı ortam, dünyanın her tarafından onlara yapılan saldırılar, İslam alemini sarmış olan kültür emperyalizmi ve buna karşı ise müslümanlardaki cehalet, vurdum duymazılık, her türlü fesadın müslümanlann arasında cereyan edişi göz önünde bulundurulursa, İslam cemaatının ve onun liderinin ne kadar ağır bir yükü taşıdığı rahatlıkla anlaşılabilir. Çünkü tüm bu olumsuzluklara karşı İslam cemaatı, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak ve Allah'ın adaletini tüm insanlara ulaştırmak için cihad etmektedir.
Gaye mazlumları tağutlara kul olmaktan kurtarıp, Allah'a kul etmek ve yeryüzünde fitneden eser bırakmamaktır. Her tarafın fitne olduğu günümüzde bunun ne denli zor olduğu açıktır. İşte bundan dolayı diyoruz ki, günümüzdeki İslam cemaatının ve liderinin görev ve sorululukları bizden önceki zamanlara oranla daha da ağırdır.
Bütün bu olumsuzlukların yanısıra günümüz şartlarına göz attığımızda ki, her tarafta emperyalist fikir rüzgarları esmekte, dünyadaki insanlar fert, toplum ve devletler olarak heva ve heveslerine düşmekte, dünyanın bir çok yerinde çeşitli insanlar ve kuruluşlar insanlığı kendi teorilerine ve çirkinliklerine çağırarak Allah'a giden yolu engellemek istemekte ve fitnenin daha çabuk yayılmasına çalışmaktadırlar.
Her tehlike ortamında Allah'ın dinini hakim kılmak için mücadele eden İslam cemaatının ve onun liderinin nasıl ağır görevler altında olduğunu izah etmeye çalıştık.[162]
Bundan önceki konumuzda İslam cemaatındaki liderliğin ne kadar ağır ve ne denli büyük bir mes'uliyet olduğunu maddeler halinde açıklamaya çalıştık. Bu bölümde ise liderin ve diğer yöneticilerin görevlerini daha kolay yerine getirmelerini sağlayacak bazı yardımcı unsurları izah etmeye gayret edeceğiz.
Konumuza başlamadan önce söyleyelim ki, her iş ancak Allah'ın emriyle ve O'nun izniyle olmaktadır. Bizler her ne kadar bilgili ve becerikli olsak ve her türlü zahiri tedbirleri almış olsak bile, Allah o işin olmasına izin vermedikçe biz onun üstesinden gelemeyiz. Ancak Allah'ın yardımı olursa ve bizler de zahiri imkan ve tedbirlerimizi yerli yerinde kullanırsak o zaman başarıya ulaşabiliriz. İşte bu inançla zahirde lidere yardımcı olabilecek bazı önemli unsurları açıklamak istiyoruz.
Liderlik sorumluluğunun hakkıyla yerine getirilebilmesi için şu on özelliğin liderde ve diğer yöneticilerde bulunması gerekmektedir.
1- Her şeyden önce lider ve yöneticiler ihlaslı ve sadık kişilikli olmalıdırlar. Çünkü onlar ancak bu vasıflarıyla Allah'ın yardımına mazhar alabilmekte ve çalışmalarında başarıya ulaşabilmektedirler. Diğer taraftan liderlerin etrafında toplanan samimi insanlar da liderlerdeki ihlas ve sadakalarından dolayı etraflarında halkalanmaktadırlar. Eğer liderin itilasına riyakarlık karışsa veya dürüstlüğü çeşitli şüphelerle zadelenmiş olsa bu durumda liderin etrafındaki dürüst insanlar onu terkederler. Buna bir de o liderin Allah indindeki amellerinin boşa çıktığını ekleyin, Allah korusun işte o zaman tam bir başarısızlık yaşanır. Ve onlar kaybedenlerden olurlar.
2- İhlas ve doğrulukla birlikte lider, sürekli olarak Allah'ın kontrolü altında olduğu bilincini taşımalıdır. Bu durumunu her zaman ve her merhaledeki mücadelesinde hissederek devamlı kendi nefsinden ve malından fedakarlık etme anlamına gelen 'İhlas' derecesini muhafaza etmeye gayret göstermelidir.
3- Lider her işinde ve her durumda sürekli Allah'ın yardımını istemeli ve devamlı olarak Allah'a olan güven duygusunu muhafaza etmelidir. Bu da ancak her şeyin Allah'ın kudretiyle olacağı şuuruyla elde edilebilir. Bu duygularıyla birlikte lider plan ve programının her türlü zahiri tedbirini almayı da katiyyen ihmal etmemelidir.
4- Lider, yöneticiliğin tüm mes'uliyetini benliğinde hissederek o emanetin ağırlığı karşısında sürekli kendisini uyanık tutmalıdır. Böyle olursa işte o zaman lider hem çalışkan, hem uyanık ve hem de davası karşısında tüm imkanlarını seferber edebilir. Eğer liderdeki mesuliyet duygusu azalırsa o zaman mevcut imkanlarını dahi kullanamaz ve davanın gerilemesine bizzat kendisi sebep olur.
5- Lider, eğitim ve öğretime çok ehemmiyet vererek başta imanın kuvvetlenmesi için programını ayarlamalıdır. Çünkü iman konusu insanın yetişmesinde en önemli ve en sağlam bir temeli teşkil etmektedir. Ayrıca bu sağlam iman vasıtasıyla Allah'ın kullarına vaad etmiş olduğu yardımı da kendiliğinden gelmektedir.
Ayrıca lider, cemaatte görev alacak ehliyetli şahısların yetiştirilmesine büyük bir özen göstermelidir. Çünkü bu şahıslar şu anda cemaatın yükünü belli bir oranda liderin omuzlarından alarak onun görevini hafiflettikleri gibi ileride de cemaatın tüm sorumluluklarını bu insanlar göğüsleyeceklerdir. Onun için liderin böyle kaliteli elemanların yetişmesine ve göreve getirilmelerine azami titizliği göstermesi lazımdır.
6- Liderlik emanetinin hakkıyla yerine getirilmesine yardımcı olan unsurların başında hiç şüphesiz ki, üyelerin birbirlerini Allah için sevmeleri ve Allah rızası doğrultusunda kardeş olarak liderlerine yardımcı olmaları gelir. Lider bu havayı özellikle kendi şurasında sağlamaya dikkat ederken, diğer üyeler arasında da bu kardeşliğin hakim olmasına çalışmalıdır. Gerektiğinde herhangi bir konuda cemaat mensuplarının olumlu fikir ve tenkitlerini açık yüreklilik ve muhabbetle dinleyerek en güzel bir şekilde değerlendirmelidir. Önemli görev ve sorumlulukları cemaattaki en ehil ve uzman kişiye vererek emanetleri yerli yerinde kullanmalıdır. Eğer cemaatta bu kardeşlik ve sevgi havası hakim olmaz ise, bu takdirde soğukluklar ve ihtilaflarla birlikte bir çok parçalanmalar baş gösterecektir. Lidere yardımcı olmak yerine herkes kendi hesabına ona bir çelme takacaktır. Böyle bir durumda liderin tek başına cemaatın yükünü taşımakla karşı karşıya bulunacağından işlerin ne kadar zor ve yavaş yürüyeceği meydandadır. Hatta lider, bu ağır yükün altında ezilerek görevinde sürekli başarısız görülecektir.
7- Lider, plan, program ve hedefleri en ince bir şekilde tayin ederek, bu maksadın hangi vasıtalardan istifade ederek daha verimli sonucu elde etme işine son derece ehemmiyet vermelidir. Hareketin bulunduğu durumu, merhaleleri ve karşılaşabileceği tüm ihtimalleri göz önünde tutarak buna göre kimlere hangi görevlerin verilebileceği tesbit edilmelidir. Planın uygulanışında çıkabilecek tüm engelleri ve görevlilerin yapabilecekleri bütün hataları da hesaplayarak hareketin başarıya ulaşabilmesi için alabileceği tüm önlemleri almalıdır.
8- Hareketin daha sağlıklı yürüyebilmesi için küçük birimlerdeki yöneticilerin ve hatta tüm üyelerin, liderin yükünü hafifletebilmek maksadıyla liderlik görevinin ne kadar ağır ve büyük bir emanet olduğunu düşünerek ona göre vazifelerini eksiksiz yerine getirmeye tüm güçleriyle gayret etmelidirler. Bu da herkesin kendi görevini yerine getirdikten başka elinden geliyorsa diğer kardeşlerine yardımcı olmak ve olumlu tenkit ve hatırlatmalar yapmakla mümkün olabilmektedir. Tabii bütün bunlar kardeşlik ve karşılıklı sevgi ile olmalıdır.
9- Lider, sürekli olarak cemaat mensuplarının morallerini canlı tutmaya çalışarak onların azimlerini artırıcı olmalıdır. Çalışmaya karşı şevklerini bilmeli ve üyelerin istikrarlı ve sebatkar olmalarını sağlamalıdır. Onun için de lider, üyelerin eğitimini zorluklan ve meşakkatları yenebilecek bir şekilde yürütmelidir. Ayrıca onlara başarının sırlarını hatırlatıcı konuşmalar yaparak bu sının en başında da davanın Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak olduğunu her fırsatta vurgulamalıdır. Çünkü bizim asıl yardım kaynağımız, davamızın hak ve Allah'ın yardımına nail oluşudur.
İslâm davası yeryüzündeki davaların en şereflisidir. Çünkü Allah'ın insanlığa sunduğu kurtuluş reçetesini sadece İslâm temsil etmektedir.
Allah'a şükürler olsun ki, bizler bu davaya inanmış ve onun yolunda çalışmaktayız. Bizler bu uğurda katiyyen Allah rızasının dışında ne makam, ne şöhret ve ne de mal taleb etmeyiz. İşte İslâm cemaatının her zaman Allah'ın yardımına mazhar oluşunun asıl nedeni de bu davanın yalnız Allah için omuzlanmış olmasıdır. Eğer bir kul Allah'ın yardımına ermiş ise artık kim onu yenebilir?
10- Liderde ve yöneticilerde bulunması gereken özelliklerden onuncusunu da Şehid İmam Hasan el-Benna'nın konuyla ilgili olarak yapmış olduğu bir konuşmasını özellikle hatırlatmak istiyorum:
"Ben her fırsatta kardeşlerimin dikkatlerini çekerek demişim ve diyorum ki, sizin düşmanlar karşısında almış olduğunuz yenilgiler, sayılarınızın azlığından veya imkanlarınızın yetersizliğinden veya düşmanlarınızın çokluğundan kaynaklanmıyor. Sizlerin yenilgisinin asıl sebebi kalplerinizin bozulmasından ve amellerinizin zedelenmesindendir.
Şunu iyice biliniz ki, eğer dünyadaki tüm insanlar sizlere zarar verebilmek için bir araya gelseler, Allah'ın taktir ettiğinden başka hiçbir şey yapamazlar. Sizler kalbi yönden Allah'a tam bağlanarak amellerinizi de O'nun emrettiği şekilde ortaya koyduğunuz müddetçe sizler her zaman Allah'ın yardımına nail olacaksınız. Fakat ihtilafa düşüp parçalanırsanız yenilginin en ağırı sizleri beklemektedir. Demek ki, sizlerin asıl yenilginiz kalplerinizin bozulmasından ve amellerinizin zedelenmesinden ileri gelmektedir. Onun için biliniz ki, sizler eğer sağlam kalplerle ve bir bütün olarak Allah'a yönelirseniz ve diğer zahiri tedbirlere de sarılırsanız muhakkak ki sizler galip olacaksınız. Bu konuda asla tereddüt etmeyiniz, üzülmeyiniz ve gevşemeyiniz. Sizler Allah'a karşı samimi olduğunuz müddetçe Allah da sizinle beraberdir. O, hiç bir zaman kendisi için çalışanların emeğini boşa çıkartmaz."
Bu konuşmadan anlaşılıyor ki, lider ve cemaat, kalbi yönden tam bir samimiyetle davaya bağlanmalı ve amellerini de Allah'ın emirlerine göre ayarlayarak birlik ve beraberlik içinde çalışmalarını sürdürmelidir. Cemaat içerisinde olabilecek en ufak bir parç al anmalara asla müsaade etmeden Allah davasını yürütmelidir.[163]
Lider ve en küçük birimlerde dahi görev yapan yönetici hem başkaları için bir örnek teşkil etmekte ve hem de bağlı bulunduğu cemaatını temsil etmektedir. Diğer taraftan tüm insanlar ve özellikle İslâm düşmanları gözlerine büyüteçler takmış olarak dikkatlerini lidere ve kadrosuna çevirmiş durumdadırlar. Çünkü onların yapacağı her hareket veya sarfedeceği her söz, ister olumlu ister olumsuz olsun cemaata mal edilmektedir.
İslam düşmanları onların yapabileceği en ufak bir hatayı daha da büyüterek cemaata, dolayısıyla İslam'ın ve müslümanların aleyhine kullanabilmek için fırsat kollamaktadırlar. Onun için İslam davasında cemaat halinde çalışmak çok büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir.
Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi yönetici durumundaki şahısların her hali cemaata mal edilmektedir. Dolayısıyla olumlu olursa cemaat lehine puan, olumsuz olursa cemaata vurulmuş bir darbe teşkil etmektedir.
Kısaca yönetici demek, cemaat demek olduğundan lider ve diğer yöneticilerin görevlerini hakkıyla yerine getirerek cemaatına darbe vurmadan sürekli cemaatım yükseltici bir konumda olabilmeleri için aşağıda açıklayacağımız yirmi genel ahlaki özellikleri bünyelerinde bulundurmaları bir zarurettir. Biz bunları tek tek maddeler halinde yöneticilik emanetini yüklenmiş ve yüklenecek olan kardeşlerimizin istifadesine sunmak istiyoruz. Böylece, görevlerini hakkıyla yerine getirebilirler.
Şunu da söyleyeyim ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da elbet-teki en büyük örneğimiz ve liderimiz Hz. Muhammed (a.s.)'tir ve İslâmi hareketteki her liderin ve yöneticinin onu kendisine örnek alması kaçınılmazdır.
Biz de zaten bu sayacağımız özellikleri O'nun hayatından özetleyerek kardeşlerimize takdim ediyoruz.[164]
Lider ve diğer yöneticiler, başta makam, şöhret ve gösteriş gibi her türlü kalbi hastalıklardan kurtulmuş olarak yalnız ahireti ve Allah rızasını arzular bir yapıda olmalıdırlar.[165]
Akıllı, zeki, tecrübe ve bilgi sahibi olarak gününün tüm meselelerini kuşatıcı bir şekilde kendilerini yetiştirmelidirler. Keskin bir anlayış ve pratik bir çözüm alışkanlığını elde ederek fazla unutkanlık gibi noksanlıkları en kısa zamanda gidermelidirler. Karşılaşacağı bir çok konu kendilerine hem yeni ve hem de karışık olacağından her meselenin üstesinden en uygun bir şekilde gelebilme yeteneğine sahip olmalıdırlar.[166]
Çünkü yönetimdeki bir kişi birçok insanla karşılaşacak ve çeşitli yapıdaki insanları yöneteceğinden liderin bunların hepsiyle de diyalog kurabilmesi için yumuşak huylu ve hatalarını affedici olması gerekir. Hem cemaat içerisinde ve hem de cemaat dışında çeşitli anlayış ve karakterde insanlarla muhatap olacaktır. Hatta İslam düşmanlarıyla bile karşılaşması gereken liderin, onların zararlarını ortadan kaldırabilmek ve onları davaya kazanabilmek için sert ve katı kalpliliği yenmesi gerekmektedir.
Bu konuda Allah Teala bizzat peygamberine hitab ederek şöyle buyuruyor:
"Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın şüphesiz ki, etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için af dile ve iş hususunda da onlarla istişare et."[167]
Lider ve yöneticilerin lütuf sahibi ve sürekli olarak etrafındakilere karşı yardımcı olmaları gerekmektedir. Bu vasıf bir liderin ve bir davetçi-nin en önemli özelliklerinden birisidir.
Konumuzla ilgili olarak şu hadis-i şerifleri zikretmemiz çok yerinde olacaktır;
Hz. Aişe (r.a.) buyuruyor ki:
"Resulullah (a.s.) şöyle dedi:
" Muhakkak ki, Allah lütuf sahibidir ve lutfedenleri sever. Allah'ın lütuf sebebiyle verdiğini başka hiçbir sebeple vermemiştir." [168]
Yine Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:
"Resulullah'ın; "Ey Allah'ım, her kim, ümmetimin işlerinden birisini üzerine alıp da onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk ver ve kim de lütfedip onlara yardım ederse sen de ona lütfet" diye dua ettiğini işittim."[169]
Lider ve yöneticilerin cesaretli olmaları gereklidir. Olay ve tavırlar karşısında asla korkaklık ve çekingenlik göstermemelidirler. Cesareti elde etmek için de lider dünya sevgisini ve ölüm korkusunu kalbinden çıkartarak Allah'a bağlanmalıdır. Cesaretin en üst noktası ise hak yolda açık ve berrak olmak, gerektiği yerde de sırrını muhafaza edebilmesidir. Herhangi bir hatası kendisine söylendiğinde onu açık yüreklilikle kabul edip, kızgınlık anında nefsine hakim olarak başkaları hakkında insaflı olmasıdır.
Çekingenliğin temelinde ise dünya sevgisi ve ölüm korkusuyla birlikte bilgisizlik ve görev konusunda yetersiz olmak vardır.
Cesaret sıfatının ne kadar önemli bir özellik olduğu hareket esnasında daha iyi anlaşılabilir.[170]
Her müslüman için en esaslı sıfatlardan biri olan doğruluk, lider ve yöneticiler için daha da büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü doğruluk sıfatı, lidere karşı itimat edilmesini ve ona güvenle bağlanmayı sağlamaktadır. İtimat ve bağlılık ise cemaat halinde çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Liderden zuhur edebilecek en ufak bir yalan ve hile ona karşı beslenen güven ve bağlılığı sarsarak şüpheyle karşılanmasına vesile olacaktır.
Bundan dolayı lider her türlü davranış ve sözlerine azami dikkati göstererek doğruluk sıfatının zedelenmemesine gayret göstermelidir. Hatta güvensizlik ortamına düşmemek için kendisine ulaşan haberleri iyice araştırmadan konuşmamalı ve onlar hakkında herhangi bir hüküm vermemelidir. Aksi halde şüpheli bakışlardan kurtulamayacaktır. Bu da hem kendisine ve hem de topyekün cemaata vurulmuş büyük bir darbe olacaktır.
Haber alma konusunda Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Kişinin her duyduğu şeyi anlatması, yalan olarak ona kafidir."[171]
Lider ve yöneticiler kendilerini başkalarından üstün tutma gibi bir durumdan sürekli kaçınarak her an tevazu içinde olmalıdırlar. Çünkü tevazu, insanların lider etrafında toplanmalarına yardımcı olurken kendini beğenmişlik de lideri sevimsiz ve yalnız biri durumuna sokmaktadır.
Tevazu sıfatı Allah Resulü'nün en belirgin özelliklerinden birisidir. Allah O'nu bir padişah peygamber olarak değil, bir kul peygamber olarak seçti.
Her konuda olduğu gibi liderin alçak gönüllü olması konusunda da O bizim için en büyük örneği teşkil etmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de Resulullah'a hitaben Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Sana tabi olan mü'minlere karşı mütevazı ol."[172]
Bu hitap asıl bizleredir. Çünkü O, insanların en alçak gömülüşüydü.
Bir başka ayette ise şöyle buyruluyor:
"Onlar mü'minlere karşı mütevazı t kafirlere karşı ise çok izzetlidirler."[173]
Dikkat edersek Allah Teala bu vasfı söylerken ayetin baş tarafında da kendisinin bu mü'minlerden razı olduğunu ve onların da Allah'tan razı olduklarını vurgulamaktadır. İşte tevazu sıfatı mü'mini bu derece Allah'a yakın etmektedir.
Bir diğer ayet de şöyledir:
"Onlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise oldukça merhametlidirler."[174]
Tevazuyla ilgili hadis-i şeriflere gelince:
İyaz bin Amir (r.a.)'den:
"Resulullah şöyle buyurdu:
"Allah Teala'dan sizlerin mütevazı olması, birinizin diğerine üstünlük göstermemesi ve birbirinizin hakkına tecavüz etmemesi konusunda bana vahy etmiştir."[175]
"Allah yolunda verilen sadaka malı artırır, kul affedince Allah da onu bağışlar ve kul Allah için tevazu gösterirse Allah da onu yüceltir."[176]
Tevazu aynı zamanda hakkı kabul ederek ona tam bir teslimiyet göstermekdir.
İşte bu tevazu sıfatıyla lidere karşı yardım etme ve istişarede en güzelini seçip onu en uygun bir şekilde uygulama ortamına koyarak her türlü sertliğin ve zorlukların ortadan kaldırılmasına ortam hazırlamış olmaktadır.
Yeri gelmişken şu konuya dikkatlerimizi çekmek istiyorum: Bir takım başarılar elde edilince bazılarının tevazu gösterip, Allah'a şükredeceği yerde bu başarıyı kendilerine mal ederek bir takım övünmelere gitmektedirler. Bu son derece sakıncalıdır. Gerçekte zafer Allah'ındır. Eğer Allah o kişilerin vasıtasıyla bir zafer vermiş ise övünme yerine Allah'a hamdetmeli ve her an zaferin Allah katından geldiği şuuruyla sürekli tevazu halini muhafaza etmelidir.
Bu hem başarının devamını ve hem de Allah'ın yardımının sürekliliğini sağlaması bakımından oldukça önemlidir.
Mekke'nin fethinden sonra oraya muzaffer olarak giren Hz. Muham-med (a.s)'in elde edilen bu zafer karşısında, gurura kapılmadan Allah'a şükretmede gösterdiği tevazuda bizler için çok büyük örnekler vardır.[177]
Lideri başarıya götüren en önemli vasıflarından birisi de hiç şüphesiz onun affedici olması ve öfkelendiğinde nefsine hakim olmasıdır. Çünkü lider her zaman bir çok karışıklık, problem ve olağanüstü durumlarla karşılaşabilir.
Ayrıca hergün çeşit çeşt insanlarla muhatap olmaktadır. Bazan hem kendisine ve hem de cemaatına karşı uygun olmayan söz ve davranışların gelmesi gayet olağan hallerdenmiş gibi üst üste gelebilir. Hatta düşmanlardan bir çok hücumlar da gelebilir. Bütün bunlara karşı liderin bağışlayıcı ve öfkesini yenen tutumu göğüs gerebilir.
Lider soğukkanlılıkla olayları takip etmeli ve ani öfkelenmeler yerine en uygun çözümü seçebilmelidir. İşte lider bu haliyle her geçen gün daha fazla insanları kendisine bağlayarak cemaatının saflarını her zaman bir öncekinden daha sık bir duruma getirecektir.
Eğer lider her zaman kızgın olur ve affetme kabiliyetine de sahip olmaz ve her kütülüğe kötülükle cevap veren bir davranış sergilerse hiç şüphesiz, onun bu tutumu cemaatına çok zararlar verecektir. Her gün biraz daha fazla sevimsizleşecek ve her geçen gün biraz daha çok düşman kazanacaktır.
Kur'anı Kerim takva sahiplerinin sıfatlarını sayarken şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki, bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler ve insanları bağışlarlar..."[178]
Diğer bir ayet ise şöyledir:
"... Affedin, aldırış etmeyin, Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?"[179]
Başka bir yerde de şöyledir:
"... Kim affeder ve düzeltirse onun mükafatı Allah'a aittir..."[180]
Ve bir başka ayette şöyledir:
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kişi yakın bir dost oluvermiştir."[181]
Sonra, mal isteme amacıyla Resulullah'ın omuzlarında iz bırakacak kadar şiddetli bir şekilde elbisesini çeken bedeviye karşı Resulullah (a.s.)'ın önce nasıl gülümsediğini ve daha sonra kendisine mal verilmesini emrettiğini hepimiz biliyoruz. Resulullah (a.s)'ın affediciliği ve öfkesine hakim oluşunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.
Eğer lider öfkesini yenemeyip o haliyle hareket edecek olursa ya hatalı bir iş yapacağı veya kendi makamına layık olmayan bir tutum içerisine gireceği muhakkaktır. Bu da ne kendine ve ne de cemaata zarardan başka hiç bir fayda sağlamayacaktır. Onun bu olumsuz davranışı genel açıdan da tüm müslümanlara zarar verecektir.
Tabii ki, bu affetme konusu lideri zillete düşürecek bir şekilde ve İslam'ın menfaatlerine ters düşecek şekilde olmamalıdır.[182]
Bu sıfat, genelde tüm müslümanlarda ve özel olarak da, en çok liderde bulunması gereken bir özelliktir. Ahde vefa gösteren bir lider için çalışma ve yardımlaşma ortamı kendiliğinden gelişmiş olur. Çünkü herkes ona güvenerek kendisine tüm imkanlarıyla yardımcı olacaklarından kısa zamanda bir çok başarılar elde edebilir. Bunun tersi olarak, eğer lider ahde vefada zayıf olursa, verdiği sözlerde duramayacağından kendisine karşı itimat sarsılır ve hakkında çeşitli şüpheler oluşmaya başlar. Cemaat mensupları görevlerini içtenlikle yapamazlar. Dolayısıyla liderin bu hali dava açısından büyük bir kayıp meydana getirir.
Diğer taraftan ahde vefa göstermenin müminlerin bir özelliği ve ahdini bozmanın da nifak alametlerinden sayıldığını izah etmeye gerek var mıdır?
Öyle sanıyoruz ki, verilen sözlerin arasında en önemlilerinden ve yerine getirilmesi bakımından en başta geleni de biat için yapılan ahitleşmedir. Bu, Allah ile yapılan sözleşmeyi teşkil etmektedir. Diğer taraftan biatin herhangi bir şartının ihlali, kişinin kendi aleyhine vermiş olduğu sözünü bozma olarak değerlendirilmektedir.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların elleri üstündedir, onun için kim bu ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah da ona büyük bir mükafat verecektir."[183]
Bir başka ayette ise Allah Teala ahitlerine vefa gösteren müminleri överken şöyle buyurmaktadır:
"Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları sözü yerine getirerek onlardan bir kısmı Allah yolunda canını verdi. Bir kısmı da canını vermek için sırasını beklemektedir. Onlar hiçbir zaman sözlerini değiştirmezler."[184]
Cihad yolunun ne kadar zor ve ne kadar engellerle dolu olduğu hepimizce malumdur. Zulüm, hapishane, işkence ve öldürülmek İslami mücadelede her zaman karşımıza çıkacak olağan hallerdir. Kısaca çile ve zorluklar bu davanın en belirgin bir özelliğini teşkil etmektedir. Çünkü yeryüzü zalimleri kendi zulümlerinin devamını sağlamak için Allah'ın adaletinin insanlığa hakim olması yolunda İslam dinine ve rnüslümanlara karşı her türlü hile, tuzak ve düşmanlıkları sergilemektedirler. Onun için bu şerefli davayı omuzlayanların en çok muhtaç oldukları bir özellik de hiç şüphesiz sabırdır. Bu sıfat bir lider için daha da büyük önem arzetmektedir. Çünkü lider hem bu davanın temsilciliğini yapmakta ve hem de çalışmaları esnasında bir çok engellerle karşı karşıya gelmektedir. Ayrıca liderin diğerleri için bir örnek teşkil ettiğini de ilave edersek sabırlı olmanın bir lider açısından ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Problemin çözümünde ve engellerin büyük bir azimle tek tek aşılarak zafere ulaşmasında sabrın çok büyük payı vardır.
Ayrıca cemaat içerisindeki görevlerin sağlıklı yapılması, hataların bertaraf edilmesi ve ihtilafların çözümü ancak liderin hikmet sahibi ve sabırlı olmasıyla daha kolay olabilmektedir. Eğer lider aceleci ve sabırsız bir kişiliğe sahip ise onun bu hali cemaatin tüm kademelerine de sirayet edeceğinden davanın başarısına gölge düşüreceği şüphesizdir.
Allah Teala bizleri sabırlı olmaya teşvik ederken şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz."
Başka bir ayet ise şöyledir:
"Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarnızı geçin. Cihada hazır bulunun ve Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."[185]
İslam davasını temsil etme konumunda olan bir liderin en çok muhtaç olduğu özelliklerden birisi de hiç şüphesiz ki, onun iffetli ve izzeti nefis sahibi olmasıdır. Bu vasıf genelde tüm müslümanların bir sıfatıdır. Fakat bir lider için daha da önemlidir. Bu özellik ancak başkalarının elinde-kilere göz dikmemek ve nefsi her türlü şehevi arzulardan temizlemekle elde edilebilir. Kısaca dünya menfaatlarının peşine düşmekten korunmakla lider bu sıfatı bünyesinde bulundurabilir.
Bir liderin nefsi arzularına boyun eğerek dünya menfaatları peşine düşmesi, onun iradesinin zayıflığını ve davadaki samimiyetsizliğini göstermektedir. Böyle menfaat düşkünü bir nefsin, kendisini cihada hazırlaması çok zor ve hatta neredeyse imkansız olacaktır. Ayrıca şehevi arzularına düşkün bir liderin halkın gözünden düşeceği de bir gerçektir. Ne kendisine tabi olanların ve ne de diğer insanların ona saygı duymaları elbetteki düşünülemeyecektir. Peki böyle bir durumdaki lider İslam davası gibi yeryüzünün en şerefli davasını nasıl omuzlayabilirler?
Onun için liderin son derece iffetli ve izzeti nefis sahibi olması gerekmektedir. Yönetimde olduğu sürece ne kendisi ve ne de akrabaları için katiyyen en ufak bir dünya menfaatini hesap etmemeli, tam tersine eğer varsa her zaman kendi malından ikram ederek sürekli fedakar olmalıdır. Kısaca lider başta Hz. Muhammed (a.s) olmak üzere Allah Teala'nın övgüsüne mazhar olan ensarları kendisine örnek almalıdır.
Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar."[186]
Lider ve diğer yöneticiler şüphelileri terkederek devamlı bir şekilde hayatlarını İslam'ın ölçüleriyle süslemelidirler. Bu hal hem onlara karşı beslenebilecek kötü duygu ve düşüncelerin önüne geçecek, hem de devamlı itimat edilen biri olmalarını sağlayacaktır.
Lider züht ve takva vasıtasıyla sürekli olarak kendi nefsini kontrol altında tutarak her türlü ilişkilerinde Allah'ın rızasına göre hareket edecektir. Böylece hem kendini Allah'a yaklaştırmış ve hem de cemaatına en güzel bir şekilde örnek teşkil etmiş olur. Bu güzel sıfatla süslenmiş olan liderin olumlu tavırları doğrudan doğruya cemaatına müsbet yönde tesir edeceğinden hem liderliğin vakarını korumak için azami titizliği gösterecekler ve hem de çalışmalarına daha büyük bir aşkla sarılacaklardır.
Eğer lider züht ve takva sıfatına muhalif olarak sadece nefsinin arzu ve isteklerine boyun eğip, dünya menfaati için o şerefli makamı işgal etmiş ise cemaatı için en büyük darbeyi bizzat lider vuruyor demektir. Çünkü şüpheli şeylerden sakınmayan ve nefsine tabi olan bir liderin haramlara bulaşması da mümkündür.
Böyle bir liderin kendi nefsine zulmedeceği gibi İslam'a da en büyük kötülüğü yapmış olacağından onun cemaatı da elbetteki her zaman başarısız olacaktır. Çünkü lider bu olumsuz haliyle Allah'ın yardımından mahrum kalır, sadık ve temiz insanların da etrafından bir bir çekilmesine sebep olur.
Artık cemaatın kimlere kaldığı ortadadır. İşte böyle kötü durumlara düşmamak için liderin züht ve takva sahibi olması gerekmektedir. Bu durum özellikle lider açısından daha büyük önem taşımaktadır.
Çünkü bu özelliği kendisine ahlak edinen bir lider kendisine yönelebilecek her türlü şüpheli bakışları önleyebileceği gibi cemaatını, dolayısıyla İslami hareketi de en güzel şekilde temsil ederek hem dünyada ve hem de ahirette Allah'ın yardımına ve rızasına nail olacaktır.[187]
Cemaat halindeki çalışmalarda bir liderin veya diğer yöneticilerin en çok ihtiyaç duydukları şey hiç şüphesiz, adalet sıfatıdır. Cemaattaki üyelerin kendi hak ve görevlerinden emin olabilmeleri için liderin adil bir kişiliği olmalıdır. Ayrıca üyeler ancak liderleri adil olursa kendisine güvenle bağlanarak canla başla çalışabilirler. Çünkü adil ve insaflı bir lider sürekli olarak üyelerin ve diğer insanların haklarını yerli yerine koyacağından, kendisine karşı büyük bir güven ve saygının oluşmasına sebep olacaktır. Böyle adil bir lidere sahip cemaatın da başarılı olacağı şüphesizdir. Dolayısıyla lider ne kadar adil ve insaflı olursa cemaatının başarısı da o nisbette artacaktır.
Ama eğer liderde insaf ve adalet sıfatı noksan ise ve sürekli liderin haksızlık yaptığı görülüp işitiliyorsa, bu defa cemaattaki atılganlığın, çalışkanlığın ve güvencin yerini gevşeklik, durgunluk ve lidere karşı itimatsızlık alacaktır. Artık böyle bir cemaatte doğruluk ve samimiyet yerine gösteriş ve yağcılık başlayacağından İslami hareket kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Artık orası bir cemaat değil menfaatlerin paylaşıldığı ve herkesin kendi hesabına çalıştığı bir vurguncular şirketi olacaktır.
İşte cemaatın böyle acı durumlara düşmemesi için başta lider olmak üzere tüm üyelerin adil ve insaflı olmaları gerekir. İsterse kendi aleyhlerine dahi olsa katiyyen adalet sıfatını zedelememelidirler. Örneğin, eğer lidere bir hatası açıklanmış ise, hatasından derhal dönmeli ve haksızlığı telafi etmelidir. Hiç bir zaman hatasında ısrar etmemelidir. Çünkü, bu asla fayda vermez. Şahısları görevlerine getirirken en ufak bir iltimasa meydan vermeden sadece ehliyet unsurunu gözetmeli ve herhangi bir konuda karar verecek ise her iki tarafı da dinledikten sonra karar vermelidir. Çünkü eğer tek tarafı dinlemekle hüküm verirse haksızlık edebilir. Mümkündür ki konunun daha kapalı yönleri vardır da kasten anlatılmamıştır. Bu du öbür tarafın açıklamasıyla gün ışığına çıkacaktır. Onun için liderin tek tarafla yetinerek asla karar vermemesi lazımdır.
Kısaca tüm bu noksanlıklar aslında adalet ve insaf özelliğine gerekli önemin verilmeyişinden kaynaklandığı için tüm bu olumsuzlukların önüne geçerek Allah'ın adaletini yeryüzünde hakim kılabilmek için en başta liderin ve tüm cemaat mensuplarının adil ve insaflı olmaları gereklidir. İsterse kendi aleyhlerine bile olsa bu sıfattan asla ayrılmamaları gereklidir.[188]
Eğer Cenabı Allah bir liderin vasıtasıyla herhangi bir başarı nasib etmiş ise lider o başarıyı asla kendisine malederek övünme gibi bir duruma düşmemelidir. Her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu hatrlayarak bu konuda kendisinin bir vasıta olduğunu düşünüp başarıdan dolayı Allah'a şükretmelidir. İnsanların övgüsüne de asla ortam hazırlamamalıdır. Kısaca zaferi kendi planlarının inceliğine ve kendi kişiliğinin üstünlüğüne götürücü her türlü hareket ve konuşmalardan sakınarak bu konuda riyaya düşmekten korunmalıdır. Böylece hem Allah'ın yardımını sürekli elde etmiş ve hem de kendisine tabi olanların gönüllerini kazanmış olur.
Eğer lider her başarıyı kendine mal ederek nefsini methedip ön plana çıkarırsa samimiyetsizliğinden dolayı Allah indindeki sevaplarından mahrum kalacağı gibi dünyada da gelebilecek diğer başarıların kesilmesine sebep olacaktır. Böylece cemaat de ister istemez bir durgunluğa ve belli bir gerilemeye düşecektir.
Onun için her şeyden önce liderin gösteriş ve övünmelerden kendi nefsini koruyarak yalnız Allah için çalıştığının bilincinde olması gerekmektedir.[189]
İslami hükümlerin ciddi olarak öğrenilip hayata tatbik edilmesiyle Allah'ın ölçülerini muhafaza etmek, liderin temel görevidir. Cemaat halinde çalışmanın da gayesi budur. Onun için liderin Allah'ın helal ve haramlarına son derece titiz olarak uyması gerekmektedir. Bu konuda olabilecek en küçük bir ihmal asla caiz değildir. Çünkü liderin ve cemaatin temel hedefi Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmaktır. Peki nasıl olurda böyle bir hedefi olan lider bizzat kendisi Allah'ın ölçülerini ihlal edebilir. Elbette bu çok büyük bir terslik ve affedilmez bir hatadır. Böyle bir lidere ne cemaat mensupları ve ne de diğer insanlar asla saygı ve sevgi duymayacaklardır.
İşte bundan dolayı liderin herkesten daha fazla İslam'ı bilmeye, yaşamaya ve Allah'ın ölçülerini muhafazaya çalışmaları gereklidir. Bu konuda en ufak bir gevşeklik göstermek tıpkı cesetteki bir mikrop gibi giderek büyüyüp ileride cemaatin hedeflerinden uzaklaşmasına yol açabilir. Durum böyle olunca da cemaatin bünyesindeki samimi ve fedakar kimselerin cemaati bir bir terketmelerine sebep olacağından her geçen gün cemaat zayıflayıp yok olmakla karşı karşıya gelebilir. Hastalanıp ilaç al-maktansa baştan korunmak daha iyidir prensibiyle hareket ederek Allah'ın ölçülerine son derece dikkat edilmelidir. Özellikle liderin ve diğer yöneticilerin bu konuda herkesten daha çok dikkat etmeleri lazımdır.[190]
Cemaat halindeki çalışmalara en çok zarar verebilecek şeyin başında liderin ve diğer yöneticilerin kendilerini dedikodu, gıybet ve söz götürüp getirme gibi kalbi hastalıklara kaptırmaları gelmektedir. Onun için özellikle liderin bu konulara çok dikkat ederek gıybet ve söz götürüp getirmelere asla kulak asmaması gerekir. Çünkü cemaat halinde çalışırken insanların birbirleri hakkında lidere söz götürüp getirmeleri uygun olmayan şeylerdendir. Bu bakımdan lider son derece uyanık ve titiz olarak böyle kalbi hastalıkların çıkışına ve yayılmasına meydan vermemelidir.
Liderin bu gibi şahısları dinlemesi, dolaylı olarak onun da bu fiillere katıldığını ve yayılmasına göz yumduğunu göstereceğinden kendisini ve cemaatini bu gibi durumlardan bizzat liderin koruması lazımdır. Şurası da bir gerçek ki, şeytan cemaat mensuplarını birbirine düşman etmek için bu kapılardan çok istifade etmektedir. Lider en uygun tedbirleri alarak ve gerekli uyarıları yaparak bu hastalıkları ortadan kaldırmalıdır.
Bir başka konu ise böyle dedikodu ve gıybetleri dinlerken ister istemez anlatılanlardan etkilenerek kendisinden bahsedilen şahıslara karşı bir soğukluk ve itimazsızlık duyacaktır. Bu da cemaat içerisindeki uyumun ve yardımlaşmanın zayıflamasına yol açacaktır.
Bu konuda asıl olan liderin bu gibi hastalıklardan uzak durarak bu fiilen işleyenleri de en münasip bir şekilde ikaz etmesidir.
Resulullah bizleri uyarmak için şöyle buyurmaktadır:
"Sahabelerimden hiç kimse diğeri hakkında bana bir şey anlatmasın. Çünkü ben sizinle karşılaştığımda gönlümün rahat olmasını istemekteyim."[191]
Burada bir başka önemli husus vardır ki, onun da bu gibi dedikodu ve gıybet edenler uyarılırken yer ve zamanın çok uygun olması gerekmektedir. Aksi halde bir şey düzeltilmek istenirken bir başka şeyin de yıkımına sebep olunabilir.[192]
Lider ve yöneticilerin her an ağır şartlarla ve tehlikeli durumlarla karşılaşmaları mümkündür. Bazen öyle olur ki hadiseler sonuçta lideri çok tehlikeli ve kritik durumlarla karşı karşıya getirebilir. Bütün bu durumlarda liderden istenen şey: Büyük bir azim, cesaret ve hikmetle bu olayların üstesinden gelmesidir. Bu da Allah'a tevekkülü ve güçlü bir imanı gerektirmektedir. Lider en ufak bir acziyet ve tereddüt göstermeden Allah'a güvenerek problemleri gözlemeli ve engelleri aşmasını bilmelidir. Diğer taraftan tereddüt ve acziyetin bir çok karışıklıklara ve parçalanmalara sebep olacağı da bir gerçektir. Düşman karşısında yenilgiye yol açan faktörlerin başında ise tereddüt, acziyet ve parçalanma gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Kur'anı Kerim bir çok yerde azimli olmaya ve Allah'a güvenmeye teşvik etmektedir.
Şu örnekte olduğu gibi:
"Onlarla istişare et. Bir kere de karar verdin mi artık Allah'a güven."[193]
Diğer bir ayette ise şöyledir:
"Kim Allah'a güvenirse Allah ona kafidir."[194]
Bir başka ayette ise şöyledir:
"Onlar ki, bir takım kimseler kendilerin: "Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerim topladılar. Onlardan korkmalısınız" dedikleri zaman bu haber onların imanlarını arttır da; "Allah bize kafidir, O ne güzel bir muhafazadır" derler. Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler ve Allah'ın rızasına tabi oldular. Allah çok büyük bir ihsan sahibidir."[195]
İşte lider her şeyin Allah'ın elinde olduğunu bilerek her zaman O'na güvenerek başarıya yürümelidir.[196]
Lider ve diğer yöneticilerin cemaatte bir çok işleri vardır. Bir taraftan oldukça kabarık işleri, diğer taraftan çok çeşitli insanlarla ilişkiler... İster cemaatin içinde olsun ister dışında liderin bu karmaşık ve kalabalık işlerin altından başarıyla kalkabilmesi için her türlü ifrat ve tefritten uzak mutedil bir yol takip etmesi gerekmektedir. İşlerinde ne çok aceleci ve ne de çok ağır olmamalı ve hadiseler karşısında ne birden bire atılgan ve ne de korkak ve çekingenlik göstermelidir. Çünkü cemaat halindeki çalışmalarda ifrat ve tefritin asla faydası yoktur. Aksine mutadil olmak uygun ve en verimli bir tutumdur. Lider mutedil bu tavrını tüm ilişkilerinde sergileyebildiği ölçüde başarıya ulaşacaktır.
Çünkü mutedil hareket ederek orta yolu takip etmek hem cemaatte, fertler arasındaki birliği muhafaza etmeye ve hem de liderin hataya düşmesine engel olmaktadır.
İfrat ve tefrit ise bunun tam tersine sürekli ihtilaflara yol açtığı gibi hataların da tekrar meydana gelmesine ortam hazırlamaktadır. Şurası muhakkak ki, ifrat ve tefrite dayanan tutumlar belki cemaat içerisindeki küçük bir grubun memnuniyetini kazanacaktır ama bir çoğunda hoşnutsuzluğa yol açacaktır.
Diğer taraftan şunu da söylemeliyiz ki, İslam davasının ağırlığı, yolun uzun ve çetin oluşu ve emanetin ağırlığı mutedil olmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü cemaat ancak mutedil olmakla hedeflerini gerçekleştirebilir.[197]
Önceden de söylediğimiz gibi İslam davasının önünde bir çok engeller ve zorluklar vardır. Batıl sistemlerle ve onların mensuplarıyla çok çetin mücadeleler olmaktadır. Dolayısıyla liderin bu engeller karşısında bir sebat örneği olması lazımdır.
Şiddet karşısında hiçbir zaman Hak yoldan en ufak bir taviz vermemeli ve asla bir takım te'vil yollu sapmalara başvurmamalıdır. Çünkü özelikle böyle şiddet zamanlarında bütün gözler lidere çevrilmiş olur. Cemaat mensupları onun tavrına göre kendilerine şekil vereceklerinde lide-rinn tutumu çok önemlidir. Fertler liderlerinin batıl karşısında dimdik ve kararlı olduklarını gördükçe onlar daha ciddi ve sabit olacaklardır.
Eğer lider zorluklar karşısında gevşer ve davasından tavizler vererek bir takım sapmalara iltifat ederse, onun bu tavrı topyekün cemaatte olumsuzluklar oluşturur, safların parçalanmasına ve cemaatin düşman karşısında yenik düşmesine sebep olur. Onun için şartlar ne olursa olsun liderin hak karardan asla taviz vermemesi, azim ve sebat göstermesi gereklidir.
Konumuzla alakalı olarak kararlılığın en çarpıcı örneklerinden Resulullah (a.s)'ın Uhud ve Huneyn savaşlarındaki o asil tutumunu hatırlayalım. O tavırlar ki, savaş ortamı müminlerin aleyhine iken lehlerine dönüşmesine sebep olmuştur. Demek ki, hakta sebat etmek, başarının en büyük yardımcısıdır. Lider bunu böyle bilmeli ve ona göre tavır takınmahdır.[198]
Şurası kesin olarak bilinmelidir ki; karamsarlık ve ümitsizlik asla mü'minlerin sıfatlarından değildir. Çünkü şartlar ne kadar zor ve ne kadar ağır olursa olsun bizler yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şeyin kendisini aciz bırakmayacağı Allah'tan yardım istemekteyiz. O, her şeye kadirdir.
Ayrıca bizler gücümüzün yettiği kadarıyla tedbir alıp ona göre çalışmakla sorumluyuz. Sonuçda başarı ve yenilgi gelecektir ki, bu netice Allah'a aittir. Eğer bizler zafere hak kazanmış isek muhakkak ki, Allah bize yardım ederek bizi üstün getirecektir. Yok eğer bizler buna layık olmamış isek neticede yine hak ettiğimizi bulmuşuz demektir. Onun için herşeye gücü yeten Allah zafer ve hezimeti de dilediğine vermektedir. Çünkü her şey O'nun elindedir.
Bu temel esasa bir de daha önce Şehid İmam el-Benna'nın zikretmiş olduğu zahiri tedbirleri eklemiş olursak bu takdirde ümitsizliğe düşmeye gerek kalmaz. Tam tersine kalplerimiz ümitle ve zaferle dolmalıdır. İslam lideri bu manayı temsil ettiğinden hayatında en ufak bir karamsarlığa yer vermemelidir.
Bir liderin ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi her türlü zahiri tedbirleri terkedecek veya ihmal edecek bir şekilde iyi niyetli olması da düşünülemez. Böyle bir tutum temelde İslam'la bağdaşmamaktadır. Eğer lider zafere kesin gözüyle bakıp da her türlü tedbir ve çalışmaları terke-derse bu sefer zafer gelmediğinden dolayı hem kendisini hem de cemaatini ümitsizliğin kucağına atmış olur ki; bunun doğru olmadığını daha önce görmüştük.
Bir de şunu ekleyelim ki, insanoğlu neticede acelecidir. Ama biz acele ettik diye Allah'ın bizleri muzaffer kılmasını da bekleyemeyiz. Dolayısıyla lider ne ümitsiz bir tutama ve ne de tamamen tedbirlerini ihmal edecek bir hale düşmemelidir. Bilakis her türlü zahiri plan ve programlarını yaptıktan sonra ümitsizliğe düşmeden Allah'a güvenerek mücadelesini sürdürmelidir.
Bu saydığımız yirmi özellik bir İslam lideri için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Onun için kendilerini yönetici durumunda gören kardeşlerimizin bu güzel vasıflarla süslenmeleri, kendileri ve müslümanlar açısından çok verimli olacaktır.
Kardeşlerimizin bu yirmi özelliğin dışında bir de her müslümamn elde etmesi gereken özellikleri kendi bünyelerinde bulundurmaları onlar için çok daha iyi olacağına inandığımız için bu gene! vasılları da sadece saymakla yetineceğiz. Böylece kardeşlerimize elimizden gelen yardımı yapmaya çalışacağız.[199]
Haya duygusu, iyilik severlik, akrabaları ziyaret etmek, başkalarına yardım etmek, yetimlere ve yoksullara ikramda bulunmak, müslüman kardeşinin sırrını muhafaza etmek, güzel sözlü ve güler yüzlü olmak, ağır başlı ve vakarlı olmak, kalbi yönden arınarak Allah'a çok yakın olmak, Allah ve Resulü'nün hükümlerine tam manasıyla leslim olmak...
Diğer taraftan konuşurken tam manasıyla teslim olmak, israftan sakınmak, yersiz münakaşa ve tartışmaları terketmek, fazla şaka yapmamak, sesi fazla yükseltmeden konuşmak, her söz ve harekette sünnete ve onun adaplarına göre hareket etmek, bid'at ve şüphelilerden kaçınmak, eğitim ve öğrenimde tamamen İslami bir yol takip etmek.
Böylece buraya kadar anlattıklarımızla, cemaat halindeki çalışmanın özelliklerini, liderliğin omuzlarındaki emanetin ağırlığını, liderliğe yardımcı unsurları, liderde bulunması gereken özellikleri ve genel İslami ahlakları izah etmiş olduk.
Şimdi ise, çalışmaların daha verimli olabilmesi için liderin dikkat etmesi gereken bazı önemli noktaları bir hatırlatma ve bir tavsiye olarak maddeler halinde sunmaya çalışacağız.
Bu noktaları dört ana başlıkta anlatırken yine her birini kendi arasında maddeler halinde takdim edeceğiz.[200]
Şartlar ne olursa olsun cemaat hiç bir zaman hedeflerinden en ufak bir taviz vermeden kuruluş maksadına göre hareket etmelidir. Cemaatin asıl maksadı ise İslam devletini kurarak yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Ancak bu o kadar kolay olmayacaktır. Çünkü yol hem çok uzun ve hem de çok çetindir. Durum ne olursa olsun cemaat, İslam'ın hükümlerini parçalanmaz bir bütün olarak hayata hakim kılma mücadelesini sürdürmelidir. Asla bir kısmını alıp diğer bir kısmını ihmal etme gibi gaflete düşmemelidir. Çünkü İslam parçalanmayı kabul etmez, bir bütündür.
Ayrıca cemaatin hitap ettiği alan tüm dünyayı ve bütün insanlığı kapsadığından bu konuda da bölgeciliğe veya belli bir gruba hitap etme yanlışlığına düşmemelidir.
Bazı cemaatlerin idareye gelme pahasına gerekirse kendi hedeflerinden de bazı tevizler verdikleri malumdur. Böyle bir durum İslam cemaati için asla söz konusu olamaz. Çünkü hükümetleri idare etmekteki asıl maksat, Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Eğer bu olmaz ise idareye gelinmiş olsa bile İslami açıdan hiç bir şey değişmeyeceği gibi cemaat de, hedefinden çıkarak İslami olma özelliğini kaybedecektir. Onun için şartlar ne kadar zor ve engeller ne kadar aşılmaz dahi olsa cemaat kendi asli hedefinden katiyyen taviz vermeden büyük bir azimle mücadelesini sürdürmelidir.[201]
Lider programını düzenlerken hiç bir çalışma alanını ihmal etmeden hayatın tüm bölümlerini içine alacak şekilde çalışmalarını yürütmelidir. Çünkü İslam, hayatın her yönünü en kamil manada içine alır. Bir kısım hükümleri ihmal etmeyi asla kabul etmez.[202]
Lider, bulunduğu dönemin şart ve özelliklerine riayet ederek hareketin hangi merhaleye ulaştığının bilincinde olmalıdır. Örneğin; cemaatin şu andaki konumu İslam devletini kurma çalışmalarını yürütme merhalesidir. Bunu başarabilmek için önce köklü bir iman ve sağlam ameller zinciri gereklidir. Çünkü bu yükü ancak böyle sağlam imanlı ve salih amelli omuzlar yüklenebilir.
Bir kişinin köklü bir iman ve sağlam amellere sahip olabilmesi ise bid'atlardan temizlenerek Kur'an ve sünnete tam uymakla mümkündür. İşte cemaat bütün bu özellikleri kişiye kazandırarak bulunduğu konumunun gereğini hakkıyla yerine getirmelidir.
Ayrıca müslümanlar arasındaki her türlü durgunluğun kaldırılması, gevşekliklerin yerine canlılığın kazandırılması, zihinlerdeki yanlış İslami anlaşılmaların düzeltilmesi, tembelliğin yerine kendine güven ve çalışkanlığın kazandırılması ve Allah yolunda mal ve can ile cihada hazırla-mlması, cemaatin bu merhalelerde yapması gereken çılaşmalardır.
Tabii bunların hepsi de belli bir tertip ve zamana dayalı olarak yürütülmelidir.[203]
Lider, cemaatini eğitme yolunda her seviyeye göre ve tüm alanlarda program yaparak kusursuz bir İslam cemaatinin oluşabilmesi için gerekli olan tüm imkanları kullanmalıdır. Çünkü eğitim, insanların yetişmesinde temel unsurlardan en önemlidir. Nesiller ancak eğitim yoluyla kendilerinden sonra gelenlere bu mukaddes emaneti miras .bırakabilirler. Ayrıca ci-had, fedakarlık, kardeşlik ve Allah için sekmek sadece köklü bir İslami eğitimle mümkündür. İşte bu manada yetiştirilen genç nesiller, cemaatin hedeflerine hizmet ederek bu şerefli davayı omuzlayabilirler. Onun için eğitim konusu cemaatin temel amaçlarından biri olmalıdır.[204]
Lider, talim ve terbiyenin yanısıra siyasi çalışmaları da ihmal etmeden yürütmelidir. Hatta çok yakından ilgilenerek bu konuda cemaatine düşecek en münasip tavrı da ortaya koymalıdır. Yani nesilleri terbiye edeceğim diye sadece eğitimle uğraşarak siyasi çalışmaları asla ihmal etmemelidir. Çünkü mükemmel bir müslüman, ancak her yönüyle gelişmekle olabilir. Tek taraflı çalışma noksan bir çalışmadır.
Siyasi şuuru olmayan bir eğitimin şahıslara verebileceği pek fazla bir şeyi yoktur. Çünkü kişi elindeki bilgileri nerede ve ne sekide kullanacağını bilemez. Ancak ona siyasi yönden sorumluluk ve bilgi vermek suretiyle eğitimin daha faydalı, hatta eğitimin asıl maksadı verilmiş olacaktır.[205]
Lider, kendi cemaatinin diğer İslami cemaatlere bakış açısını İslam kardeşliği ve karşılıklı yardımlaşma esasına göre ayarlayarak ilişkilerini en güzel bir şekilde sürdürmelidir. Sürtüşme ve çekişmelere asla fırsat vermemelidir. Bu konuda cemaatinde olanları sürekli uyararak kardeşlik bağlarının geliştirilmesine teşvik etmelidir. Hatta diğer İslami cemaatlerden kendilerine karşı bazı hoş olmayan haller zuhur etmiş olsa bile, kendisi ve cemaati onlara karşı katiyyen aynıyla cevap vermemelidir.
Her zaman kardeşlik bağlarını mahafaza etmelidir. Bu konuda asıl olan şudur: Bizler tüm İslami çalışmaların birleşmesini istemekteyiz. Bu konuda da çok büyük gayret ve ümitlerimiz vardır. Allah'ın izniyle bu vahdet en kısa bir zamanda gerçekleşerek, bizler parça parça değil, bir bütün olarak küfre karşı koyacağız. İşte lider hep bu düşüncede olarak tüm İslami guruplara kardeşçe yaklaşmalı ve yardımlaşarak çalışmalarını sürdürmelidir.[206]
Allah bilir, devleti kurma merhalesinin hemen arkasından cihad ve kültürel açıdan insanlığın eğitimi gelmektedir. Onun için lider hem kendisini ve hem de cemaatini bu şartlara göre planlayarak gerekli tedbirleri ve yetenekli kadrolarını hazırlamalıdır.[207]
İslami hükümlerin istikrarlı bir şekilde hayata tatbik edilebilmesi için toplmumuzun hazırlanmasına son derece özen gösterilmelidir. Çünkü İslami yaşantı, bulunduğumuz bu toplumun omuzlarında yükselecektir, Onun için insanımızın durumuyla yakından ilgilenmeli ve onun problemlerini onunla birlikte yaşayarak hissetmeliyiz.
Genelde arzu ve isteklerini tespit ederek sıkıntılarını ortadan kaldırmak suretiyle islami hayata ortam hazırlamaya çalışmayız. Bu da ancak liderin ve cemaatinin toplumla içice olmaları ve onların meseleleriyle ilgilenmekle olacaktır.[208]
Kadının İslam toplumunda çok önemli fonksiyonları vardır. Çünkü kadın, İslam devletinin temel direği olan aileyi oluşturmakta ve müslü-man nesillerin yetişmesini sağlamaktadır. Bu nesiller ki, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için kendilerinden önce başlamış olan mücadelenin devam etmesi için mallarını ve canlarını İslam yoluna adayacaklardır. Bu fonksiyonu ona kazandıracak en öneli merci ise aile yuvasıdır.
Ailenin İslami bir şahsiyet kazanabilmesi için cemaat lideri kadına ve onun eğitimine gerekli önemi vererek ona İslami devletin kurulmasındaki asli görevini yerine getirebilecek bir ortam hazırlamalıdır.[209]
Toplumumuzu her taraftan sarmış olan fitneden nesillerimizi korumak, onların şahsiyetini geliştirmek ve neticede İslami bir hayatı yasayabilecek bir düzeye kavuşturabilmek için eğitim ve öğretime önem vermesi, liderin başta gelen sorumluluklarmdandır.
İslam'ın binası bu nesillerin omuzlarında yükseleceğinden eğitim ve şahsiyet ne kadar güçlü ve sağlam olursa kurulacak devlet de o kadar kuvvetli olacaktır. Dolayısıyla cemaat liderinin nesillerin eğitilebilmeleri için meşru olan her imkan ve vasıtalardan yararlanarak onların kuvvetli birer şahsiyet kazanmalarına son derece ehemmiyet vermelidir.[210]
İslami hareketin en ufak bir sapma, duraklama ve gerilemelere meydan vermeden tüm berraklığı, canlılığı, vakarı ve tecrübeleriyle yeni nesillere intikaline çok önem verilmelidir. Bundan birinci derecede sorumlu olan da, cemaatin lideridir. Lider bu vazifeyi büyük bir emanet bilerek gerekli tüm tedbir ve çalışmalarını ona göre planlamalıdır. Çünkü davada asıl olan saflığın ve berraklığın tam manasıyla korunması ve bir sonraki nesillere aynen devredilmesidir. Şimdiye kadar en ufak bir aksamaya uğramadan bizlere nasıl ulaşmışsa, bizden sonrakilere de aynı şekilde teslim edilmelidir.[211]
Madem ki İslami hareket tüm dünyayı ve insanlığı içine almaktadır, öyle ise liderin İslam'ın dili olan Arapçaya ayrı bir özen göstermek suretiyle diğer dillerin eğitimine de gerekli önemi vermesi lazımdır. Tabii bu dil öğrenim konusu herkesin kabiliyetine göre bir, iki veya daha fazla olabilir. Böylece diğer müslümanlarla olan bağlar ve çalışma ortamı daha da güçlenecektir.
Bütün bu imkanlar, davanın istifadesine sunulması içindir. Yoksa sadece bir dil bilmek ve o dilleri konuşanlarla şahsi menfaatler elde etmek için değil. Elbetteki bazı faydalar olacaktır, fakat asıl olan İslam'ın başka insanlara ulaştırılması, anlatılması ve hayata tatbik edilmesidir.[212]
İslami hareketin hedefine ulaşabilmesi için onun maddi imkanlara da ihtiyacı olacaktır. Öyle ise lider bu yolda da meşru olmak kaydıyla gerekli çalışmaları planlamalı ve yönlendirmelidir.
Yalnız cemaatin maddi imkanları az diye katiyyen hedeflerinden en ufak bir sapma yapmadan gücü nisbetinde bir taraftan maddi imkanları oluşturmalı, diğer taraftan da cemaatin hedefini gerçekleştirmek için gayret sarf etmelidir. Çünkü bu konuda asıl olan, cemaatin o şerefli hedeflendir. Madde ise sadece o maksada ulaşabilmek için bir vasıtadan ibarettir.[213]
Lider, İslami çalışmasını sürdürürken, çeşitli konularda ihtisas yapmış ehliyetli ve tecrübeli şahıslardan istifade etmesini de çok iyi bilmelidir.
Bu faydalanma ister ameli sahada, isterse fikri alanda, idari ve program konularında olsun, lider için gereklidir.
Kıcasa lider, ihtiyaç duyduğu her sahada kendisini kanıtlamış şahıslardan dava namına yararlanmalı ve bunu da kendisi için utanma ve noksanlık saymamalı ve istişarenin bir bölümü olarak değerlendirmelidir. Böylece hem kendi yükünü hafifletmiş, hem de noksanlıklarını gidermiş olur.[214]
Bu bölümde, lider ve diğer yöneticilerin görevlerini en güzel bir şekilde yerine getirmelerine ve çalışmalarını daha planlı yürütmelerine dımci olabilecek bazı not ve tavsiyelerden bahsedeceğiz.
1- Lider ve yöneticilerin kendi alanlarını en ince noktalarına varıncaya kadar bilmeleri onların çalışma esnasında vazifelerinde aksaklıklarını daha çabuk gidermelerine yardımcı olacaktır. Ayrıca sorumluluklarını da hakkıyla yerine getirmiş olacaklarından mesuliyetlerini detaylıca bilmeye azami dikkat göstermelidirler.
2- Lider ve diğer görevlilerin kendi çalışma alanlarının ehemmiyetine içtenlikle inanmaları gerekmektedir. Çünkü bu hal onların çalışmaları bakımından zaman ve güçlerinden gerekli olan bölümünü vazifelerine harcama şuuru vereceğinden cemaatte disiplinin ve görev bilincinin kendiliğinden yayılmasına yardımcı olacaktır.
3- Lider ve diğer mesuller hangi makamda olursa olsunlar cemaatin o kademesinde en güzel çalışmayı sergilemelidirler. Ayrıca planlamada, hedeflerin zamana göre tesbitinde, görevlilerin atamasında ve hangi vasıtalardan istifade edilmesi gibi temel konularda her türlü hayali ve teorik yaklaşımlardan uzak, tamamen hayatın gerçeklerini göz önünde tutarak hareket edilmesi lazımdır. Eğer henüz daha tecrübesiz olduğu halde birden bire çok ağır planların altına girilirse hareketin başarısızlığa düşeceği kaçınılmaz olacaktır.
Diğer taraftan cemaattaki tüm bireylere de kendi durumlarına göre planın tatbikata konulmasında vazifeler taksim edilmelidir. Her konuyu liderin çözmesi gerekmez. Önemli olan işlerin sağlıklı yürümesidir. Bu da ancak belli konularda herkesin üzerine düşeni yerine getirmesiyle olabilir. Tabii bunların hepsi de sağlıklı ve ehliyetli bir şekilde hazırlanmış programlarla olacaktır.
4- Lider ve diğer mesullerin kendi zaman ve çalışmalarını programlamaları adeta kaçınılmazdır. Fikri ve ameli olarak herhangi bir durgunluğa ve karışıklıklara yol açmamak için bunu mutlaka uygulamaları gereklidir.
Örneğin lider, yardımcısının veya herhangi bir üyenin dahi yapabileceği işlerle kendisini meşgul ederek çok daha önemli ve ancak onun yapabileceği çalışmaları katiyyen ihmal etmemelidir.
5- Lider ve diğer yöneticilerde kendileriyle birlikte çalışanları çok iyi tanıma kabiliyeti olmalıdır. Çünkü görevlerin en uygun şahıslara dağılımı ve aralarındaki ilişkinin dozajı için bu şarttır. Eğer liderde şahısları tanıma özelliği noksan olursa yapacağı tayinlerde ve kuracağı ilişkilerde bazı noksanlıklar yapacağından genelde cemaatin başarısına gölge düşürmüş olacaktır. Onun için lider mesai arkadaşlarını yakından tanımaya çok özen göstererek olabilecek aksaklıkların önüne geçmesini bilmelidir.
6- Lider herhangi bir konu hakkında istişare edip karar alındıktan sonra o konuda azimli ve sebat göstererek Allah'a güvenmesi gereklidir. Bu kararlılık özelliği bir lider açısından en önemli vasıflardan birisidir. Çünkü çalışmaların istikrarlı bir şekilde yürümesi ancak liderin kararlı tutumuyla mümkün olabilir.
Eğer lider alınan kararlarda tereddüt göstererek sürekli görüş değiştirirse hem kendisine beslenen güveni sarsmış ve hem de çalışmaları aksatmış olur. Dolayısıyla liderin azimli olması ve görüşlerinde sebat etmesi onu başarıya götüren faktörlerden birisi olacaktır.
7- Liderin çok konuşma yerine çok faydalı çalışmalar yapması kendisi açısından en tutarlı bir yol olacaktır. Çünkü amel etmeden önce konuşmak hiçbir şeyi ifade etmeyeceği gibi cemaati olumsuz yönde de etkileyecektir.
Şurası da bir gerçek ki; yalnız söz eken, ürün olarak ancak hayal biçer.
Dolayısıyla lider, ağzından çıkacak her sözün ister lehte, isterse aleyhte olsun hem kendisine hem de cemaatine mal edileceğini bilmelidir.
Diğer taraftan liderin sözlerini didik didik ederek cemaat aleyhine çalışmalar yapan İslam düşmanlarını da her zaman göz önünde tutması bir cemaat lideri için en ihtiyatlı bir tutum olacaktır.
İşte tüm bunlar hesab edildiğinde liderin çok konuşma yerine çok yararlı çalışmaları yapması hem kendisi hem de cemaati açısından faydalı bir strateji olacaktır.
Bir de konuşup da yapmamanın Allah indinde çok büyük bir günah olduğunu hatırlayacak olursak İslam cemaatinin lideri için boş konuşmanın hem seran hem de stratejik açıdan doğru bir şey olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
8- Lider ihtilaflı ve asıl olmayan konularda sürekli olarak kendi şahsi görüşünü açıklayarak cemaatin ve bu konulardaki tutumuyla çelişkilere düşmemelidir. Mümkündür ki, bazı seri konularda liderin şahsi ve cemaatin de ayrı bir görüşü olsun. Çünkü bu gibi asıl olmayan meselelerde zaten birçok görüş vardır.
Ancak lider bu şahsi görüşünü kendinde muhafaza ederek cemaatin görüşünü söylemeli ve onu temsil etmelidir.
Çünkü cemaat bu görüşünü belli bir strateji neticesinde istişareden sonra benimsemiştir.
Eğer lider tefarruatlı konularda kendi şahsi kanaatini konuşacak olursa hem cemaat arasında ihtilaflar sebep olacak, hem de cemaat dışındakilerin cemaati yanlış tanımalarına yol açacaktır.
Çünkü lider, cemaatin görüşünü değil de şahsi kanaatini söylemiştir.
Lider her ne kadar bu benim şahsi görüşümdür dese ve o konudaki cemaatin görüşü de budur diye kamuoyuna açıklamalarda bulunsa bile tavrı katiyyen tasvib edilemez.
Çünkü bir kere o belli bir cemaati temsil etmektedir. Genel olarak onun ağzından çıkan, cemaatin görüşü olarak kabul edilmektedir.
Diğer taraftan hem kendi görüşünü hem de cemaatin görüşünü ayrı ayrı açaklaması liderle cemaat arasındaki uyumsuzluğun olduğunu göstereceğinden bu tutum son derece sakıncalıdır.
Onun için bir cemaat liderinin asıl olmayan ve o kunuda da bir çok görüşü olabilecek meselelerde kendi şahsi kanaatini açıklamaktan kaçınarak cemaatinin o konudaki görüşünü söylemesi en sağlıklı bir tutumdur.
9- Lider, cemaatin fikri ve ameli stratejisini son derece istikrarlı muhafaza ederek bozuk akımlara kaymalarını veya onların olumsuz fikirlerini cemaate karışmasını önlemelidir. Bu da ancak kendi istikametini Kur'an ve Sünnete göre ayarlamakla mümkün olabilir.
Dolayısıyla liderin her konuda İslam'ın hükümlerini asıl kaynağından alarak ortaya koyması gerekmektedir. Bu hem cemaatinin birliği, etkinliği hem de çalışmaların Allah katında makbul olması bakımından aynı zamanda bir zorunluluk arzetmektedir.
Çünkü İslami olmayan fikir ve bid'atlara dalmak, dünyada İslam düşmanlarını işine yaradığı gibi, ahirette de amellerin batıl olmasına sebep olmaktadır. Bunun dava açısından olumsuzluğa yol açacağından liderin bu konuya azami titizlik göstermesi lazımdır.
10- İslam davasına çalışmanın Allah için bir ibadet olduğuna hepimizin inancı tamdır. Lider bu inancı sürekli olarak üyelere ve çalışma arkadaşlarına hatırlatmalıdır.
Çünkü bu inanç hem kardeşlik bağlarını kuvvetlenmesine hem de çalışmaların daha verimli olmasına uygun bir ortam hazırlayacaktır.
Ayrıca bu inancın Allah'a olan samimiyetin gelişmesine de katkısı olduğunu düşünmelidir ki, çalışmalar karşısında mükafatın yalnız Allah katından beklenmesi gerektiği iyice zihinlerde yerleşmiş olsun.
11- Lider, safların sağlamlaşması ve maneviyatın daha da yükselmesi için üyeleri sürekli olarak takvaya yönlendirici programlarla devamlı olarak onların Allah'ın kontrolünde oldukları şuurunu geliştirmelidir. Bunu yaparken de takva ve ihlası bozmaya yönelik tutum ve davranışların cemaat içerisinde ortaya çıkmasına müsaade etmemelidir.
Bu iki yönlü çalışma için meşru olan ve ortamın elverdiği ölçülerde her türlü tedbiri almalıdır.
Çünkü bizim davamızın temeli takvaya ve ıhlasa dayanmaktadır. İslami hareket de bunların üzerine bina edilmelidir...
12- Lider, yalnız bulunduğu ortama göre değil, bilhassa geleceği de hesaba katarak çalışma programları hazırlamalıdır. Böylece hareketin devamlı olarak tutarlılığını sağlama bakımından daha isabetli hereket etmiş olacaktır.
Eğer lider plan ve programını dar bir çerçevede ele alırsa geçmiş olayların ve geleceğin cemaat açısından geniş bir değerlendirmesini yapamayacağından başarısız bir duruma düşeceği şüphesizdir.
Onun için program yapılırken gelecekteki konumlara göre çalışma ve hareket etmek liderin başarısına katkıda bulunacaktır.
13- Lider, helal dairesinde olmak şartıyla davanın daha çabuk hedeflerine ulaşmasını sağlamak için tüm imkan ve yeniliklerden istifade etmelidir. Meşru olan tüm stratejileri kullanarak sürekli davanın gelişmesini ve güçlenerek hedefe daha emin ve çabuk gitmesini sağlamalıdır.
14- Lider, hareketini daha iyi kontrol edebilmek ve daha verimli hale getirebilmek için davanın, hedefe giderken geçirebileceği tüm merhaleleri zaman ve strateji bakımından planlamış olmalıdır. Belirli devrelere ayırarak her dönemdeki siyasi tutumu ve yapılması gerekli çalışmaları organize etmelidir.
Ayrıca her dönemin sonunda ne derece başarılı olabildiğini tesbit etmek amacıyla bir durum değerlendirmesi yaparak daha sonraki merhaleye geçmişten tecrübeler almış olarak başlamalıdır.
Böylece zuhur etmiş olan olumsuzlukları gidermiş ve başarı sebeplerini elde etmiş olacaktır.
Diğer taraftan ister cemaatine isterse kendi şahsına gelebilecek tenkitlerden çok yararlanacağını bilmelidir. Bunların çoğu düşmanlardan gelmiş olsa bile, lider en uygun bir şekilde bu tenkitlerin hepsini değerlendirerek noksan yönlerini kuvvetlendirmeli ve iyi yönlerini daha da sağlamlaştırmalıdır.
Böylece hem hareketin sıhhatli olmasını hem de başarılı oluşunu sürekli artırmış olacaktır.
Onun için lider durum değerlendirmesini sık sık yapmalı ve tenkitlere açık olmalıdır.
15- Lider, cemaatini değerlendirirken hiç bir zaman cemaatinin gücü konusunda ve başarılarını dile getirmekte mübalağa etmemelidir.
Çünkü böyle bir tutum hem kendisinin bakış açısını olumsuz yönde etkileyecek hem de cemaat mensuplarının gevşekliğe ve karamsarlığa sürükleyerek temelde hareketin başarısız olmasına sebep teşkil edecektir.
Kısaca fazla ve eksik olarak her iki durum da hareket açısından arzu edilmeyen bir tutumdur. Bu konuda en uygunu genelde orta bir yol takip etmektir. Böylece ne fazla abartarak cemaati hayaller peşinde koşturmuş ne de zayıf göstererek hareketin küçük düşmesine yol açılmış olur.
16- Lider, davanın ruhi yönünü ve sevgi bağlarını ihmal ederek idarede fazla resmiyete dalmamahdır.
Çünkü bu davanın temeli sevgi, kardeşlik ve maneviyattır.
Eğer lider, hareketin bu özelliğini ihmal ederek idari planda resmiyete aşırı derecede dalarsa, cemaattekiler arasında kardeşliğin ve fedakarlığın yerini kuru bir resmiyet almaya başlar. Bu ise öze inmemiş bir şekilcilikten başka bir şey değildir. Liderin böyle bir duruma düşmemesi için üyeler arasındaki manevi bağların ve kardeşliğin gelişmesine azami deredece özen göstermesi gereklidir.
Çünkü yardımlaşmayı ve fedakarlığı meydana getiren asıl faktör: kardeşlik, sevgi ve manevi bağlardır.
17- Lider, genelde Allah ve Rasulü'nün emirleriyle kayıtlı olmakla birlikte, yetki ve selahiyetlerini kullanırken mümkün olduğu kadar serbest olmalıdır.
Özellikle olağanüstü hallerde daha çabuk karar verebilmesi ve daha süratli iş yapabilmesi için liderin yetkileri bir takım anlamsız ve bürokratik ölçülerle daraltılmahdır ki, lider karar vermede ve uygulamada serbestiyet kazanarak çalışmalarında azami başarıyı elde edebilsin.
18- Şurası muhakkak ki, herhangi bir cemaatta yöneticiler ne kadar birbirlerine bağlı, uyumlu ve söz birliği etmişlerse cemaat o kadar kuvvetli ve başarılı demektir.
Çünkü idare kadrosu sağlam olan cemaatin üyeleri de hem yönetime karşı hem de kendi aralarında tıpkı yöneticiler gibi uyumlu ve birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olacaktır.
Yine bunun tersi olarak bir cemaatin idari kadrosu eğer kendi aralarında ihtilaf içerisinde iseler veya üyelerin kendi aralarında ve yönetime karşı tam bir bağlılığı yoksa, o cemaat zayıf bir hareketi temsil etmiş olurlar. Böyle bir cemaatte guraplaşmalar, taassuplar ve belli şahıslar etrafında toplanmalar baş göstererek hareketin zayıflaması hatta ileride parçalanmakla karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.
Dolayısıyla İslam cemaatinin, yönetim kadrosu kendi aralarında fikri ve ameli yönden tam bir birlik içinde ve sürekli bir uyum halinde olmalıdırlar.
Diğer taraftan üyelerini de sürekli olarak ruhi ve manevi bağlarla bir bağlılık oluşturacak şekilde yetiştirmelidirler.
Çünkü ister fikri ve isterse ameli olsun cemaatteki uyumsuzluklar harekete vurulmuş en büyük darbe olur. Onun için liderin ve diğer yöneticilerin kendi aralarında ve üyelere karşı tutum ve davranışlarında tam bir bağlılık ve uygunluk olmalıdır.
19- Liderin gruplar arasındaki her türlü çekişmeden uzak durması, hareketin stratejisi bakımından zorunluluk arzetmektedir.
Özellikle İslam için çalışan guruplarla en ufak bir sürtüşmeye yol açacak tutum ve davranışlardan son derece sakınmalıdır.
Çünkü bu gibi çekişmeler temelde İslam düşmanlarına fayda vermekten öteye hiçbir şeye yaramaz ve cemaatin düşmanlarını da fazlalaştırır. En uygunu çekişmelere ortam hazırlamamaktır.
20- Lider, kendisine bağlı gençlerin heyecan ve atılganlıklarını çok iyi muhafaza etmeli, onları yersiz hareketlerden koruyacak enerjinin tam zamanında ve yerinde kullanılmasını çok iyi planlamaladır. Onlardaki bu canlılık, en disiplinli ve basiretli bir şekilde yönlendirilerek başıboşluktan uzak ve yeri geldiğinde kullanılabilecek mükemmel bir silah olarak değerlendirilmelidir.
Eğer zamanı ve yeri henüz gelmeden bu canlılık devreye sokulursa veya çeşitli ihmallerden dolayı bu enerji yersiz harcanacak olursa hareket açısından büyük bir hata yapılmış olur.
Örneğin, hünüz tüm şartlar olgunlaşmadan düşmanla girişilebilecek bir çatışmadan son derece sakmılmalıdır.
Çünkü gençlerin heyecanına tabi olarak henüz zamanı gelmemiş bir çatışma hem gençlerin hem de davanın aleyhine olacaktır. Onun için liderin bu enerjiyi çok iyi değerlendirerek yerinde ve zamanında kullanmasını bilmesi, hareket açısından son derece önem taşımaktadır.
21- Lider, cemaatinin birliğini bozmaya yönelik fikir akımlarına karşı gerekli her türlü fikri ve ameli tedbirlerini alarak sürekli bir şekilde hareketin fikri ve ameli vahdetini muhafaza etmelidir.
Eğer bu konuda bazı gecikmeler yapacak olursa veya ihmal ederse üyelerin bu zararlı akımlar karşısında zayıf düşmesi, dolayısıyla cemaatin fikri ve ameli birliğinin bozulması baş gösterecek, harekette bir gerileme kaçınılmaz olacaktır. Tüm bu olumsuzlukların engellenmesi ancak bu gibi zararlı akımlara karşı tedbirlerin zamanında alınmasıyla mümkün olabilir.
Dolayısıyla liderin bu konularda çok dikkatli olması gerekmektedir.
22- Lider, cemaatin içerisinde ayrı bir gurup oluşturmak maksadıyla yapılabilecek her türlü faaliyete karşı son derece dikkatli olmalıdır. Buna yönelik propaganda ve konuşmalara karşı gerekli önlemleri alarak bozuklukları zamanında çözüme kavuşturmalıdır.
Örneğin, cemaatteki belli şahısların sürekli gündemde tutulması ve devamlı içeri sürülmelerine yol açan tutumlar genelde hareketin birliğine ve hareket içindeki uyuma zarar verebilir.
Çünkü bunlar aynı zamanda taassubu, şahıscılığı ve bölgeciliği körükleyen faktörlerdendir.
Dolayısıyla liderin bu gibi konularda çok uyanık olması ve bu gibi gelişmelere katiyyen müsaade etmemesi gerekmektedir.
Tabii ki her türlü yasak ve engellerin de kendilerine özgü usûlleri vardır. Lider en uygun bir şekilde bu zararlı hallerin giderilmesini bilmeli ve cemaatin birliğine yönelik her türlü hareketin önüne geçebilmelidir.
23- Lider devamlı olarak cemaattaki itaat ve disiplinin gelişmesini teşvik ederek hareketin yükselmesini sağlamalıdır.
Çünkü hataların düzeltilerek itaat ve disiplinin yüksek hale getirilmesi, o cemaatin ileri bir seviyede olduğunu gösterir. Diğer taraftan gevşeklik ve başıbozukluk ise o cemaatin başarısızlığını gösterir. Onun için lider cemaat içerisindeki hatalara ve gevşekliklere asla göz yummamalı fakat onları en uygun bir biçimde gidermelidir.
Hata düzeltiyorum ve disiplini sağlıyorum diye yersiz kabalık ve resmiyetlere girilirse bu, cemaat açısından daha büyük bir zarar açabilir. Bu gevşeklik ve vurdumduymazlık genelde idarecilerden kaynaklanarak tüm üyelere sirayet etmektedir.
Onun için lider başta kendisi olmakla beraber diğer yöneticilerin de bu konulara azami ehemmiyeti göstererek cemaatte meydana gelebilecek başıbozukluklara asla ortam hazırlamamalıdır.
24- Lider, İslam düşmanları tarafından cemaatine karşı hazırlanan tüm zararlı fikir ve çalışmalara karşı devamlı hazırlıklı olmalı ve onların planlarını ortadan kaldırıcı mahiyetteki tedbirlerini zamanında almalıdır. Olabilir ki düşmanlar hem kendi aleyhinde hem de cemaati hakkında asılsız olayları gündeme getirebilirler veya cemaati bölmek amacıyla liderliğe karşı bir takım şahısları ön plana geçirebilirler. Bütün bunlardan o şahısların da haberleri olmayabilir veya gafletten dolayı oyuna gelmiş olabilirler.
İşte bu ve buna benzer tüm ihtimalleri göz önünde tutarak cemaatini İslam düşmanlarının tuzaklarından korumak, bir liderin başta gelen görevlerindendir. Bunun için de lider şüphe doğurabilecek her türlü söz, hareket ve tavırlardan kaçınarak gerekli tereddüt ve şüpheleri anında izale etmelidir.
Dolayısıyla liderin çalışmalarının gerekli olan kısmını herkese ve yöneticilere açıklaması, gerekenleri onlara zamanında anlatarak oluşabilecek zanların ve düşmanların bu zanlardan istifade etmelerinin önüne geçmesi gerekmektedir.
İslam düşmanlarının hile ve tuzaklarını geçersiz kılmak için şartların ve ortamın müsaade ettiği tüm tedbirlerin alınması lider açısından adeta kaçınılmazdır.
Çünkü bu aynı zamanda cemaatin birliğini sağlayarak başarıya ulaşmasına da ortam hazırlamış olacaktır.
Eğer saflar arasında İslam düşmanlarının propagandalarından dolayı herhangi bir şüphe ve kopukluk baş göstermiş ise liderin derhal bunlara karşı en etkili önlemlerini alması lazımdır. Bu konuda her geç kalış, kendi aleyhine ve erken hareket ise düşmanların aleyhine olduğunu çok iyi bilerek anında duruma müdahele etmelidir.
25- Lider, cemaat içerisindeki şüphe ve tereddütlerin giderilmesindeki tavrını ortama uygun ayarlamalıdır. Gayet hikmetle, olgunlukla ve yumuşaklıkla çözülebilecek bir problem karşısında asla sert ve aceleci olmamalıdır. Eğer fayda verecekse bazı durumlardaki tavrını daha sert olarak ortaya koyabilir.
Bütün bunlar şartlar karşısında hikmetle hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü hikmet, neyin, ne zaman ve ne şekilde olacağının bilinmesinde temel bir özelliktir. Düzeltiyorum derken cemaat arasında daha fazla zararlar yol açmadan hareket edebilmeli ve her olayı kendi usullerine uygun olarak halletmelidir.
26- Lider hiçbir zaman her konuyu kendisinin çözmesi gerektiğini düşünmemelidir. Bazı konuların kendi bilgisi dahilinde olmak şartıyla diğer yöneticiler tarafından yapılmasına da ortam hazırlamalıdır.
Örneğin, herhangi bir konuda liderden daha fazla bilgili ve becerikli birisi olabilir. Lider o işin takibini ona vermelidir. Bu konuda aşağılık psikolojisine düşmeye asla gerek yoktur.
Çünkü bu hem görev taksimini, hem de liderin yükünün hafiftemesini sağlamış olacaktır. Lider, katiyyen böyle durumları kendisi için bir noksanlıkmış gibi değerlendirerek her işin bilfiil kendi tarafından yapılması gerektiğini düşünmemelidir. Aksi halde işlerin yoğunluğu altında ezilerek hareketin başarısızlığa uğramasına yol açabilir.
Diğer taraftan davanın el birliğiyle zafere ulaşması fertlerin her türlü şahsi ve noksan düşüncelerinden daha da önde gelmektedir.
Onun için lider, görevlerin taksiminde ehliyete göre davranıp hareketin yükünü herkesin çekebileceği oranda paylaştırarak bir an önce başarıya ulaşmaya çalışmalıdır.[215]
Bu bölümde ise cemaatin herhangi kademesindeki bir yönetici ile yardımcıları arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı bir şekilde yürüyerek çalışmanın ortaklaşa yürütülmesini sağlayacak bazı tavsiyeleri dile getireceğiz.
1- En başta lider veya diğer birimlerdeki yöneticiler kendileriyle birlikte çalışabilecek yardımcıların seçimine çok dikkat etmelidirler. Oturacağı makamın hakkını her yönden ve en münasip bir şekilde yerine getirebilecek kişileri seçerek çalışma ortamının en güzel bir biçimde yürümesini sağlamalıdırlar. Aksi halde sık sık adam değiştirmek zorunda kalınacağından, çalışmaların aksamasına yol açılacaktır.
2- Bir lider ve mesuller hiçbir zaman ne aşın iyi niyetli ne de fazla şüpheci olmamalıdırlar. Çünkü çalıştığı kişiler hakkında fazla kötüleyici bir zihniyete sahip olan lider, sürekli olarak yardımcılarını kendi nazarında kötü düşünenler şeklinde değerlendirerek çalışma zeminini, bizzat kendisi zedelemiş olacaktır.
Diğer taraftan kendisiyle birlikte olanlara karşı aşırı derecede iyi niyetliliğinden dolayı bazı kötü yardımcıların elinde oyuncak olmasına da izin vermemelidir. Onun için orta bir yol takip ederek arkadaşları arasında çalışma ortamının gelişmesini sağlamalıdır.
3- Liderin çalışma arkadaşlarının anlayış, bilgi ve becerileri hakkında geniş bilgisi olmalıdır. Çalışmaları hakkında onlardan zaman zaman bilgi alarak işlerin hangi oranda yürüdüğünü ve yardımcılarının görevlerini hangi ölçüde yaptıklarını öğrenmelidir. Ara sıra ani ziyaretlerle yardımcılarını kontrol ederek vazifeleri başındaki durumlarını yakından görmelidir. Yalnız bu ziyaretler ne çok az ne de haddinden fazla olmamalıdır.
Böylece lider hem arkadaşlarını yakından tanımak, hem de onları denetlemek suretiyle çalışmanın uygun bir ortamda yürümesine ortam hazırlamış olacaktır.
Ayrıca onlara problemler hakkında ve çözüm yollarının ortaya konulmasında görüş alışverişi yapması da işlerin daha sağlıklı yürümesine yardımcı olma bakımından çok önemlidir.
4- Görevlerin dağıtımında liderin en çok dikkat edeceği şey: Ehliyet ve ihtisas meselesidir. Çünkü herkesin kabiliyet ve becerisine göre vazifelerin taksim edilmesi gerekmektedir. İhtisas ve ehliyetine göre işler dağıtılırsa, kırışıklıkların önüne geçilmiş olacağından kimse kimsenin görev alanına müdahale etmeyecek, çalışmanın durgunluğa düşmesine veya aksamasına yol açmamış olacaktır.
5- Cemaat içerisindeki bölümlerin tayin ve tanzim edilmesi, her vazifenin kendi özelliğine ve o alanda görev yapacak şahısların kabiliyetleri göz önünde tutularak yapılmalıdır. Ayrıca cemaattaki istişare mekanizmasının en güzel bir şekilde işlerliğini sağlayarak görüş ve düşüncelerin çok sağlıklı değerlendirilmesi liderle yardımcıları arasındaki çalışma ortamını kuvvetlendirecektir.
6- Liderin yardımcılarının ve diğer sorumluların bilgi ve becerilerini arttırmakta çok titiz olması lazımdır. Her bir şahsın kendi görevini daha iyi yapabilmesi için onu eğitmeli ve yetiştirmelidir. Bu konuda faydalı olabilecek her türlü yeniliklerden de yararlanarak yardımcılarının kabiliyetlerini her zaman arttırmalıdır.
7- Ayrıca zorlukların aşılmasında her yöneticinin şahsi kabiliyetleri geliştirilmiş olacaktır. Yanısıra fer'i konuların hallinde usul seçimini o alandaki görevliye bırakarak ona belli bir hareket serbestiyeti kazandırmak son derece faydalı bir yoldur.
8- Lider diğer bölümlerde görev yapanların kendi aralarında kardeşçe yardımlaşma yapmalarını teşvik ederek bu ruhun gelişmesini sağlamalıdır. Çünkü yöneticilerin kendi aralarındaki yardımlaşması hem işlerin ortaklaşa ve kolay yapılmasını sağlamış, hem de kopuklukları önlemiş olacaktır.
9- Lider, herhangi bir karar almadan önce istişare edilmek suretiyle diğer yöneticilerin de o konudaki fikirlerinin alınmasına çok ehemmiyet vermelidir. Özellikle hangi bölüm hakkında karar alacaksa, herkesten daha ziyade o bölümden mesul olanın görüşüne başvurmadan herhangi bir karar almamaya dikkat etmelidir. Çünkü bu, fikir alma, cemaattaki yöneticiler arasında mesuliyetin paylaşılmasına, alınan kararların uygulamada elbirliğiyle yerine getirilmesine ve kararların herkes tarafından benimsenmesine yardımcı olacaktır.
10- Lider, görevleri herkesin gücü nisbetinde dağıtması gerektiği gibi herhangi bir kararın uygulanmasını isterken de bunun sağlayacağı faydalan tam izah etmelidir. Ta ki, bu kararı veya emri yerine getirecek bölüm ya da şahıs herhangi bir noksan anlama durumuna düşmesin.
Ayrıca liderin emir verme konusunda asla ifrat ve tefrite girmemesi de çalışmalara olumlu yönden fayda sağlayacaktır. Aksi halde lider kendi layık olduğu saygınlığını bulamayacaktır.
11- Lider, diğer yöneticilerle belirli zamanlarda bir araya gelerek olağan toplantılar düzenlemelidir. Çünkü bu cemaat halinde ve sağlıklı çalışmaların bir özelliğidir. Aynı zamanda da noksanlıkların giderilmesine, birimler arasındaki ilişkilerin kuvvetlenmesine yardımcı olacaktır.
12- Lider, diğer birimlerdeki mesuller ile sıkı bir ilişki içerisinde olmalıdır. Emirlerin onlara ulaşmasını muntazam olarak sürdürmeli ancak zorunlu hallerin dışında onların hatalarını yüzlerine vurmamalıdır. Eğer devamlı olarak onları hata ve noksanlıklarla suçlarsa bu hal onlardaki güven duygusunun yavaş yavaş kaybolmasına yol açacağından çalışma ortamının bozularak gerekli yardımlaşmanın yok olmasına sebep olacaktır. Onun için lider, ilişkilerin devamlı ve yardımlaşma esası üzerine yürümesine dikkat etmelidir.
13- Birimlerdeki mesullerden herhangi birisi eğer hata yaparsa liderin bu konuyu çok iyi incelemesi gereklidir. Bu hatanın hangi şartlardan dolayı ortaya çıktığı iyice araştırılmadan yetkiliye herhangi bir ceza verilmemelidir. Eğer cezayı hak etmiş ise bu sefer de hatasına uygun ve adil olarak cezası verilmelidir.
Örneğin ikaz gerektiği yerde veya kınanması lazımken daha ağır cezalara başvurulmamalıdır. Daha önce bir hata daha etmişse başına kalkarcasına hepsi ortaya dökülmeden en münasip bir şekilde cezası verilmelidir. Bir de eğer suç ve cezalar bir kanun şeklinde hazırlanmış olursa hiç kimsenin aklına herhangi bir art düşünce gelmeden cezalar verilmiş olacaktır.
Ayrıca cezalar verilirken kişinin saygınlığı muhafaza edilerek hiç kimsenin huzurunda ve arkadaşlarının arasında rencide edilmemelidir.
14- Liderin ve diğer yöneticilerin herhangi bir üyeyi veya görevliyi hatasından dolayı cemaatın saflarından dışarı atma gibi bir tutumdan son derece sakınması gereklidir. Çünkü kişinin kendi isteği olmadan hiç kimsenin herhangi bir şahsı Allah davasına hizmetten alıkoymaya hakkı yoktur. Ancak eğer o şahsın cemaatta durması faydadan daha çok zarar getiriyorsa, o zaman cemaatin genel menfaatları göz önünde tutularak o kişinin cemaatle olan alakası kesilir. Bu da tüm düzeltme ve ıslah etmeler denenip de eğer gene de fayda vermiyorsa o zaman olabilir ki, artık bu durumda Allah indinde mesul olamaz. Çünkü İslam cemaatinin maslahatları, ferdin şahsi maslahatlarından üstündür.
15- Liderin, görev vermede ve hataların cezalandırılmasında herkesin durumuna göre hareket etmesi gereklidir.
Örneğin göreve ilk defa başlayana en ağır vazifeleri vermek ve hata yaptığında da hatasından daha büyük bir cezayla mukabele etmek onun nefret ederek davadan uzaklaşmasına sebep olacağı gibi tecrübeli ve senelerce cemaatte görev yapana da hafif görev vermek ve hata yapınca da geçiştirmek onun daha büyük hatalar yapmasına yol açmış olacaktır.
Onun için lider, herkesin durumuna ve kabiliyetine göre vazife dağıtması ve hataları da o hata oranında cezalandırması lazımdır.
16- Nasıl ki hatalar karşısında ceza veriliyorsa aynen öyle de görevlerini yerine getirenlerin de mükafatlandırılmaları gereklidir. Çünkü bir lider için sadece hataların araştırılması görev değil, aynı zamanda vazifelerini hakkıyla yapanların araştırılarak bulunup ortaya çıkartılması, onların çeşitli vesilelerle mükafatlandırılması da görevlerindendir. Bu aynı zamanda cemaatteki manevi havanın yükselmesine sebep olarak davaya olan bağlılığı ve görev mesuliyetini dartırmış olacaktır.
17- Şurası muhakkak ki: Allah yolunda çalışmak herhangi bir müessesede veya şirkette çalışmaya asla benzemez. Çünkü cemaattakilerin hepsi de yalnız Allah için çalışmaktadırlar. Dolayısıyla liderin genelde tüm üyelere ve özelde ise birimlerdeki şahıslara sürekli olarak Allah Teala'yı hatırlatmak ve bu çalışmaların Allah indinde bir ibadet hükmünde olduğu için Allah'a yaklaşmaya birer vesile olacağını sürekli vurgulamahdır.
Ayrıca her zaman onlara Allah'a yönelmeleri ve hatalarını İslah etmelerini öğütlemelidir. Bu da ancak Allah yolunda kardeş olmakla ve birbirini Allah için sevmekle mümkün olabilir.
Çünkü hataların ıslahı ve insanların Allah'a yönlendirilmesi her türlü eziyet ve kötü hareketlerden uzak, kardeşlik ve sevgiyle olabilmektedir. Bu konuda Allah'ın Resulü'nde bizler için çok büyük örnekler vardır.
Örneğin O, herhangi bir hata gördüğünde sahibini rencide etmeden ortaya konuşarak şöyle derdi:
"Şu insanlara ne oluyor ki, şöyle şöyle hatalar yapıyorlar."
Böylece hata sahibini rencide etmeden hem düzeltilmiş ve hem de kardeşlik bağları geliştirilmiş oluyordu.
18- Hangi derecede olursa olsun tüm yöneticilerden beklenen asıl tavır; onların, çalışmaları en ince noktalarına varıncaya kadar tanımaları ve görevlilere vazifelerini verirken kabiliyetlerine göre vermeleridir.
Ayrıca sadece görevlilere emirler vermekle kalmayıp onlara vazifelerinde de yardımcı olarak zorlukların aşılmasında görevlilerle birlikte olmalıdır.
Diğer taraftan vazifelilerin kotrol edilmesi de büyük bir olgunluk ve hikmetle yapılarak işlerin takibi sağlanmalıdır. İşte bir lider böyle davranırsa onun her emri ve çalışması büyük bir içtenlikle kabul edilebilir. Çünkü liderin etrafındakiler bu çalışmaların İslam için olduğuna kati olarak inanmış olacaklardır.
19- Liderin, çalışmalarla ilgili olarak genelde görüşü olan herkesin fikrini dinlemesi ve daha iyiye ulaşabilmek için yapılacak önerileri değerlendirmesi davanın başarısı açısından çok faydalıdır.
Ayrıca ister genel strateji olsun, isterse kendisinin tenkid edilmesi olsun, böyle durumlarda büyük bir olgunluk göstermeli ve eleştirileri hikmetle karşılamalıdır. Tabii bu tenkitler lideri küçük düşürücü ve davaya zarar verici mahiyette olmamak şartıyla. Yoksa davaya zarar verecek şekilde olursa, o zaman da onun en güzel bir şekilde düzeltilmesi gerekmektedir.
20- Lider şu konuyu çok iyi kavramalıdır ki, cemaatte herkesin uzman olduğu bir dalı vardır. Ancak herhangi bir şahsın kendi dalındaki gibi diğer dallarda da başarılı olacak diye bir şey yoktur. Yalnız eğer bir kaç dalda başarılı olduğunu göstermiş ise o zaman başka.
Örneğin bir kişi iyi bir davetçi olabilir, fakat iyi bir asker olamaz. Lider o kişiyi aynı zamanda iyi bir asker olması gerektiğini düşünerek onu askeri alandaki görevlere getirmemelidir.
Yine bir kişi iyi bir edip olarak çok güzel kitaplar yazabilir ama iyi bir idareci olmayabilir.
Kısaca lider fertleri göreve getirirken her türlü şahsi tuussubun dışında sadece ehliyete önem vermelidir. Çünkü dava her türlü şahsi hesapların üstündedir.
Ayrıca ehliyet unsurunu göz önünde bulundurmadan yapılan görevlendirmeler genelde davaya çok büyük zararlar getirmektedir.
21- Şimdiye kadar elde edilen tecrübeler göstermiştir ki, kişideki aşırı atılganlık ve şiddetli heyecan onun imanındaki kuvvetten değil bilhassa kişiliğindeki noksanlıktan ileri gelmektedir.
Bir çok aşırı heyecanlılar bu heyecanları nedeniyle kısa zamanda hedefe ulaşacaklarını sanarak şöyle diyorlar:
"Kısa zamanda hedefe ulaşır, sonra rahat edebiliriz." Fakat madem ki bizim davamız çok büyük ve yolumuz da çok uzun, öyle ise bu davanın mensuplarının aşırı derecede aceleci ve heyecanlı olmaları doğru değildir. Çünkü bu dava, sabrı ve uzun nefesli olmayı gerektirmektedir. Onun için liderin böyle heyecanlı şahısları önemli görevlere getirmemesi lazımdır. Çünkü orada yapacağı yersiz bir hareket, davanın hedefine ulaşmasını geciktireceği gibi yenilmesine de sebep olabilir.
22- Eğer düşman karşısında geçici olarak bazı yenilgiler alınmış ise, lider, cemaatin maneviyatını yükselterek bunların geçici olduğunu ve asıl zaferin inananlara ait olduğunu onlara hatırlatmalıdır. Çünkü bir liderin böyle durumlarda cemaatini zayıflığı ve yenilgisiyle başbaşa bırakması doğru değiidir.
Allah Teala, Uhud Savaşı'ndan sonra mü'minlerin üzüntülerini ortadan kaldırmak için şöyle buyuruyor:
"Üzülmeyin ve gevşemeyin, inanıyorsanız mutlaka üstün olan sizlersiniz. "
Onun için hiç bir zaman fer'i ve geçici yenilgiler karşısında üzüntüye düşerek mücadelede gevşememeliyiz. Şurasını çok iyi bilmeliyiz ki, asıl yenilgi maneviyatın yok olması ve kalbin safiyetini bozmasıdır. Yoksa aşamaların herhangi bir bölümünde geçici olarak gelen yenilgi, yenilgi sayılmaz. İşte lider bunu çok iyi kavramış olarak geçici yenilgiler karşısında en ufak bir gevşemeye meydan vermeden derhal cemaatinin maneviyatını yükseltmeye çalışmalıdır.[216]
Bu bölümde ise liderin çalışma esnasında uyması gereken bazı genel hatırlatmaları zikredeceğiz.
1- Lider çalışmalarını sürdürürken her türlü sapmalardan kaçınarak bu muakaddes davanın asaletini muhafaza etmeye son derece özen göstermelidir.
2- Lider kendinden önce liderlik yapmış olanlarla irtibat halinde olmalıdır. Böylece yönetimde meydana gelebilecek ani boşlukların doldurulduğu gibi önceki liderin tecrübelerinden de istifade edilerek her gelen liderin sıfırdan başlaması önlenmiş olur.
3- Lider, cemaati asliyetinden saptırıcı, cevherinden taviz verici veya düşmanların cemaati hedeflerinden saptırmaya yönelik her türlü çalışmalara karşı çok uyanık olmalıdır. Bu konuda asıl olan, hak yolda hikmetle ve azimle hareket etmektir.
4- Davanın maslahatına uygun hareket etmek ve strateji tesbitinde bulunmak lider için kaçınılmazdır.
Örneğin, herhangi bir konunun davanın sıhhati bakımından gizli yürümesi gerekiyorsa lider onu gizli yürütmeli, eğer açık olması daha faydalıysa açık yapması gereklidir. Yalnız bu gizlilik ve açıklık konularında da ifrat ve tefritten uzak olarak orta bir yol takip etmelidir. Çünkü her şeyi gizli yürütmek olmak da hareket açısından olumsuzluklara ve başarısızlıklara yol açmaktadır.
5- Zararlı olduğu gibi tamamen açık Lider, müslümanların kanlarının haksız olarak akıtılmamasına son derece dikkat ederek hiç bir mü'minin kanını haksız yere mubah kılmamalıdır. Diğer birimlerdeki yöneticileri de bu konuda çok uyanık tutarak bu yola sürükleyecek konuşma ve davranışlardan şiddetle sakındırmalıdır.
Hele hele herhangi bir müslümanın kanının helal oldğunu ima edecek veya dinleyenlerin o müslümanın kanının mubah olduğunu zannedebilecek şekilde hatalı konuşmaları asla yapmamalıdır. Çünkü lider veya diğer mesuller böyle hatılı konuşmalar yapacak olurlarsa, onları dinleyenler de liderin, o kişinin kanını mubah kıldığını zannedecek biri de gidip o müslümanın kanını haksız yere akıtacaktır. Dolayısıyla liderin bu konulara karşı çok titiz olması lazımdır.
Böylece liderliği ve mesuliyetlerini, liderde bulunması gereken sıfatları ve bazı önemli tavsiyelerle birlikte genel hatırlatmaları yapmış olduk.
Bundan sonraki bölümlerde ise cemaat üyeleri hakkındaki konulara temas edeceğiz.
Doğruya iletmek ise Allah'a aittir.[217]
İslami ölçülerin yeryüzünde hakimiyetini sağlamak amacıyla cemaat halinde çalışan bir müslümanın zorunlu olarak şu özellikleri taşıması gereklidir:
1- Cemaattaki her müslümanın ilk önce müslüman oluşunun ne gibi sorumlulukları kendine yüklediğini çok iyi bilmesi lazımdır. Çünkü İslam sadece nüfus kağıdında "müslüman" yazmakla veya anadan ve babadan görme bir takım adetlerle yerine getirilemez. İslam; onu alamak ve yaşamaktır. İslam, insanın yaradılış maksadına hizmet için gönderilmiştir. Dolayısıyla İslam, insanın dünya ve ahiret saadetini içine almaktadır. Yalnız bu mutluluk, İslami bilmek ve onun gereğini yerine getirmekle mümkündür. Eğer bu ölçülere muhalefet edilirse veya herhangi bir noksanlık gösterilirse bu defa en büyük bir günah işlendiğinden Allah katında hesaba çekilmeyi ve cezayı gerektirmektedir. İşte bütün bunların bilinerek ona göre hareket edilmesi gereklidir.
2- Cemaatin tüm üyeleri İslami hereketin şu andaki konumunu ve bu merhaleninin gereklerini iyice kavraması gereklidir. Bilmelidir ki, şu anda İslam düşmanları İslam devletini yıkarak hilafeti ortadan kaldırmışlardır. Her türlü hile ve tuzaklarını İslam için kullanmakta ve müslümanların mallarını, canlarını ve topraklarını talan etmektedirler. Kendi bozuk fikirlerini kanun diye müslümanlara zorla veya çeşitli hilelerle benimseterek onları Allah'ın dininden uzaklaştırmaktadırlar. Siyonist fikir ve adetlerini bir mikrop gibi tüm müslümanların arasında yayarak kendilerine bağlı yerli uşakları vasıtasıyla bu kötü fikirlerin benimsetilmesine çalışmaktadırlar. Eğer bu zalimlere karşı gelenler olursa çeşitli işkencelerle öldürmekte ve her geçen gün zulümlerini artırmaktadırlar.
3- Ceniaatte çalışan her müslüman bilmelidir ki; bu kötü durumdan ancak doğru ve yüzdeyüz Allah'ın kitabına ve O'nun peygamberinin sünnetine dönmekle kurtuluşa erilebilir. Böylece müslümanların yeryüzündeki Allah'ın kanunlarını hakim kılma fonksiyonu gerçekleşecektir. Bu olduğunda İslami şahsiyetleri, izzet ve kudretleri tekrar elde edilmiş olacaktır.
Kısaca müslümanın beşeriyeti yönlendirmekteki ve insanlığa Allah'ın dinini sunmaktaki sorumluluk duygusu tekrar müslümanların şuurlarına yerleşmiş olacktır. Çünkü İslam'a mensup olmak, Allah'ın dinini tüm dünyaya yaymayı gerektirmektedir.
4- İslam cemaatine mensup her müslümanın şu noktayı çok iyi kavramış olması gerekmektedir; müslümanların tekrar şahsiyetlerine kavuşarak kuvvetli ve heybetli olabilmeleri için öncelikle İmani konuların insanların kalplerinde yerleştirilmesi lazımdır. Diğer taraftan müslümanlarda var olan imanın daha da kuvvetlendirilmesiyle İslam devletinin ve onu temsil eden hilafetin kurulmasıdır. Böylece müslümanlar başta Filistin ve Mescidi Aksa olmak üzere tüm İslam topraklarını, mal ve namuslarını muhafaza ederek İslam düşmanlarını kendi topraklarından sürüp çıkaracak bir kuvveti elde etmiş olacaklardır.
5- Cemaate mensup olan her bir müslüman kati olarak bilmelidir ki; İslam devletini kurmak için kadın erkek her müslümanın çalışması farzdır. Böyle bir çalışmanın ancak isteyenler tarafından yürütülebileceğini düşünmek asla caiz değildir.
Şunu da bilmelidir ki; eğer İslam devletini gerçekleştirmek için çalışılmıyorsa kadın erkek tüm müslümanlar bu konuda çok büyük günah işlemiş olacaklardır.
6- Cemaat üyesi bilmelidir ki, kurulması farz olan İslam devleti hiçbir zaman ferdi çalışmalarla mümkün olmayacaktır. Bunun gerçekleşmesi ancak tüm çalışmaları organize ederek kuvvetleri bir yerde toplayıp teşkilatlandıracak bir cemaat eliyle mümkündür.
7- İslam devletinin kurulmasının farz olduğunu bilen bir müslüman, daha sonra da böyle bir devletin hiç bir zaman ferdi çalışmalarla gerçekleşemeyeceğini iyice anlayınca İslam devletini kurabilmek için Kur'an ve sünnet çizgisinde hareket eden bir cemaatın zaruretine kesin olarak inanması gerekmektedir. Çünkü usulü fıkıhta temel esas şudur:
"Herhangi bir farzın yerine getirilmesinde gerekli olan tüm yardımcı unsurlar da farzdır."
Bu kaideyi İslam devletinin kuruluşuna uygulayalım. Sonuç: İslam devletinin kurulması farzdır. Çünkü bu konuda Allah'ın kesin emirleri ve bir bütün olarak Hz. Muhammed'in hayatı ortadadır. Yalnız fitnenin silinip adaletin hakim olmasını sağlayacak olan böyle bir devletin hiç bir zaman ferdi gayretlerle gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak tüm müslümanlar bir araya gelerek organizeli bir şekilde cemaat halinde çalışırlarsa Allah'ın izniyle bu gerçekleşebilir. Öyle ise İslam devletinin kuruluşuna yardımcı bir unsur olan cemaatın kurulması ve her müslümanın cemaat halinde çalışması farz olmaktadır.
Yine bu kaidemizin ifadesiyle cemaatin oluşumu farz olduğu gibi müslümanların ferdiyetçilikten cemaat haline geçmeleri de farz olmaktadır. Çünkü cemaat ancak bireylerin kenetlenmesiyle meydana gelebilmektedir. Dolayısıyla tüm müslümanların ferdiyetçiliği bir kenara bırakarak cemaat halinde bulunmaları dini bir vecibe olarak karşımızı çıkmaktadır. Yoksa bazılarının zannettiği gibi cemaat bir fantazi veya isteyenlerin oluşturabileceği bir şey değildir.
8- Cemaat halinde çalışmanın farziyetini anlayan bir müslüman bu merhalede nasıl bir cemaate iştirak edeceğini düşünmelidir. İslam'ın devlet olması için öyle bir cemaatle çalışmalıdır ki, sonunda gayretleri, malı, vakti ve canı boşa gitmemiş olsun. Kendi arzusunun dışında farkında olmadan başka maksatlara hizmet etmemiş olsun. Dolayısıyla cemaat seçimine son derece ehemmiyet vererek bu konuda aceleci olmamalıdır. Bilakis araştırmalar yapıp iyice kanaat getirdikten sonra cemaate girmelidir.
9- Bir müslümanın cemaat seçerken dikkat etmesi gereken hususlar vardır ki, bunlar seçimin daha doğru yapılmasında yardımcı olacaktır. Yani seçeceği cemaatte genel olarak bulunması gereken özellikler olmalıdır. Böylece herhangi bir müslüman bu özellikleri göz önünde tutarak sağlıklı bir şekilde gönlü rahat olarak çalışabileceği cemaatini seçebilsin.
İslam devletini gerçekleştirmeyi kendisine hedef alan bir cemaatte genelde şu Özelliklerin bulunması gereklidir:
a- Bu cemaat her şeyden önce İslam devletini kurmayı programına almış olmalıdır.
b- İslamı, her türlü bid'at, sapma ve hurafelerden tamamen uzak, tam ve berrak olarak anlamalı ve yaşamalıdır. Asla bir kısım hükümleri alıp diğerlerini bırakmak suretiyle sadece İslam'dan bir parçayı İslam'ın tamamıymış gibi göstermemelidir.
c- İslam devletini kurarken, yani bunun gerçekleşmesine çalışırken hedefine ulaşabilmek için tamamen Allah Resulü'nün yolundan gitmelidir. Bu da ancak belirli ve temel olan noktaların gerçekleşmesiyle olabilir. Bunlar, sırasıyla önce imanın sıhhatli bir şekilde yerleşmesi, daha sonra müslümanların birliği ve bunun arkasından ise güç ve kuvvetlerin birleştirilerek organize edilmesidir. İşte bu tertibi takib ederek çalışma alanını da herhangi bir bölgeyle sınırlamadan tüm insanlığa ve dünyanın tamamına hitap edebilecek şekilde programlamalıdır. Ancak şartlar bir bölgede kalmayı gerektiriyorsa bu defa diğer bölgelerdeki İslami cemaatlerle organik bağlar kurarak onlara kendi tecrübe ve imkanlarından istifade ettirmeli, onlardan da yararlanmalıdır.
10- İşte böyle İslami cemaate mensup bir müslüman, İslam'ın her türlü ayrıcalıklardan uzak bir vahdet dini olduğu ve İslam'da asıl olanın bu vahdet içerisinde safların ve sözlerin birliği gerçeğini çok iyi bilmelidir. Çünkü İslam birdir, hedef birdir ve yol birdir.
Sonra Allah Teala şöyle buyuruyor:
"... Toptan Allah'ın ipine sarılın ve asla tefrikaya düşmeyin.."
"... Birbirinizle çekişmeyiniz aksi halde parça parça olursunuz da gücünüz ve kuvvetiniz gider.."
Yüce Allah'ın bu hükümleriyle müslümanları her türlü parçalanmalardan men ederek birlik ve beraberlik içinde olmalarını emrettiğini devamlı olarak hatırlamalı ve ona göre hareket etmelidir.
Çünkü Allah Teala'nın bütün bu yasaklamalarından ve birliği emretmesinden sonra bir müslümanın ayrıcalık gösterecek hiçbir meşru özürü olamaz.
Dolayısıyla İslami çalışmalar adıyla ayrı ayrı ve birbirlerine muhalefet edercesine bir çok cemaatlerin olmasına ortam hazırlamamak gerekir. Yalnız şu merhalede bir çok İslami çalışma yapan cemaatler var ise de ileride bunların hepsi de birleşeceklerdir.
Çünkü İslam'ın istediği, bu birliğin gerçekleşmesidir.
11- Herhangi bir müslüman İslam devletinin kurulması amacıyla cemaat halinde çalışmak için seçeceği cemaatı herhangi bir art niyet, şahsi menfaat veya baskı olmadan yalnız Allah rızası için ve kendi iradesiyle seçmelidir.
Çünkü cemaat halinde çalışmak bir çok mesuliyeti ve bazı zorluklarla birlikte bir takım fedakarlıkları da beraberinde getirmektedir. Kişi çalışabileceği cemaatini araştırıp seçtikten sonra artık ne şekilde çalışması gerekiyor ise vazifesini öylece yapmalıdır. İslam düşmanlarını ve bazı cahil müslümanların cemaat hakkında ortaya attıkları bir takım uydurma ve iftiralardan dolayı cemaat hakkında bazı tereddütlere düşerek çalışmalarını aksatmamalıdır. Eğer ortada gerçekten İslami olmayan durumlar var ise ki, o zaman zaten müslümana düşen o hatayı düzeltmektir, bunun için de müslümanlar devamlı olarak birbirlerine hakkı tavsiye etmekle emrolunmuşlardır.
12- Cemaat halinde çalışan bir müslüman bilmelidir ki, cemaat kendi hedeflerini belli bir organize dahilinde gerçekleştirebilmek için üyelerinden bazı şeyler isteyecektir. Yani cemaat halinde çalışmanın bir takım şartları ve uyulması gereken prensipleri vardır. İşte kişi bütün bu şartları bilerek ve kabul ederek cemaate girmelidir. Yoksa eğer cemaatin prensiplerine uymayacak ise baştan böyle bir çalışmaya girmeyip kendisim yetiştirerek o prensipleri yapabilecek duruma geldikten sonra cemaate girmelidir.
13- Cemaate mensup olan herkesin bilmesi lazımdır ki, bu çalışma temelde Allah içindir. Herhangi bir şahsın veya belli bir gurubun en ufak bir menfaati yoktur. Dolayısıyla çalışmanın karşılığı da Allah'dan beklenmeli ve çalışmalarda ihlası esas almalıdır.
İste bu esasdan dolayı kişinin cemaat liderine vermiş olduğu söz, yapmış olduğu biat hükmündedir. Onun için verilmiş olan sözden dönmek tıpkı Allah'a verilen sözden dönmektir.
Çünkü bu konuda Allah Teala bizzat Hz. Muhammed (a.s.)'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Onun için kim bu ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah da ona büyük bir mükafat verecektir."[218]
14- Cemaattaki her müslümanın vazifesini yaparken bu görevin genelde İslam'a çok büyük faydalan olduğu şuuruyla yapmalıdır. Çünkü böyle bir inanç kişiyi daha sadık ve daha titiz olarak görevinin yerine getirilmesine teşvik edecektir.
Ayrıca her türlü ifrat ve tefritten sakınarak cemaat içerisinde uyum sağlaması da cemaat halinde çalışmanın bir gereği olduğunu bilerek hareket eder, cemaat içinden veye cemaat dışından kendisine karşı gelebilecek her türlü sıkıntılara göğüs germesini bilir.
Çünkü İslam devleti tek başına kurulmuyor. Bunun tek bir yolu var o da İslam cemaatidir. Öyle ise kişi asla cemaatten ayrılmamalıdır. Sonra cemaat çalışması herhangi bir şirket veya müessese gibi dünyevi çalışmalara benzemez ki birinde bulamadığını diğerinde elde edebilsin.
Cemaat çalışması ahirete yöneliktir, hedefi ise İslam devletinin kurulmasıdır. Bu da ancak cemaatle olacağı için kişi sıkıntılara tahammül ederek cemaatteki yerini Allah için muhafaza etmelidir.
Tabii bunların hepsi de İslamı bir bütün olarak kabul eden İslam cemaati için gereklidir. Bu özelliklere sahip İslam cemaatini daha önce görmüştük.
15- Buraya kadar sayılanları üzerinde bulunduran bir cemaat üyesinin daima Allah rızasını gözetmesi, ahireti hatırlayarak ona göre hazırlıklarını yapması, cemaatteki çalışmalarını büyük bir aşk ve gayretle yürütmesi, nafile oruç ve gece namazlarıyla birlikte Allah Teala'yı çok zikrederek O'na yaklaşması ve dilini ve kalbini yalnız Allah için harekete geçirmesi gerekmektedir.
Bütün bunların yanısıra hem kendi, hem cemaati ve hem de tüm mü'minler için dua etmesi de bir cemaat mensubunun önde gelen ahlaki özelliklerinden sayılmaktadır.[219]
1- Cemaat halinde çalışan bir mümin öncelikle cemaattaki görevlerinin yerine getirilmesini kendisi için ciddi bir vazife olarak bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekmektedir.
Bu konuda Şehid İmam Hasan el-Benna şöyle diyor:
"Hakkıyla müslüman olan bir kişinin neler yapması gerektiğini bizzat Allah Teala Kur'an'da bir çok yerde izah buyurduğu gibi hepsini tek bir ayette zikrederek söyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, rüku edin, secedeye varın, Rabbinize kulluk edin ve iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz. Ve Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için hiçbir zorluk kılmamıştır. Daha önce peygamberlerin size şahit olması, sizin de insanlara şahitler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin sahibiniz, O ne güzel bir sahip ve ne güzel bir yardımcıdır."[220]
Ey müslümalar, sizler ibadeti Allah için yaparken dininizin yeryüzünde hakim olması ve Allah kelamının yücelmesi için de cihâd etmektesiniz. Zaten sizin şu dünyada asıl göreviniz de bunlardır. Eğer bu görevlerinizi hakkıyla yerine getirebilirseniz muhakkak ki, sizler kurtuluşa erenlerin ta kendisi olursunuz.
Yok eğer bazılarını yapıp bir kısmını terkederseniz veya tamamen ihmal ederseniz o takdirde Allah Teala'nın şu ayeti kerimesini hatırlayınız. Çünkü hep birlikte O'na giderek hesap vereceğiz:
"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülemeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O'ndan başka ilah yoktur ve O, yüce arşın sahibidir."[221]
2- Cemaatte görev yapan bir kişinin kendisine düşen tüm sorumlulukları hakkıyla yerine getirerek gerekirse daha da fazla gayret sarfetmesi gereklidir. Çünkü bu dava, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılma davasıdır. Dalayısıyla kişi özel ve genel nesi varsa bu davanın başarısı için seferber etmesi lazımdır. Hatta kendi evini, ailesini ve çocuklarını v.s. hepsini de bu davanın prensip ve ölçülerine göre yetiştirerek hayatının her dönemini Allah için adeta vakfetmelidir.
3- Cemaat mensubu bir kişinin kendini her yönden yetiştirerek cemaattaki vazifesini en güzel bir şekilde eda etmeli ki, cemaatde hedefine daha kolay ve daha çabuk varabilsin.
Bu konuda Şehid îmam Hasan el-Benna şöyle diyor: "İslam, güzelin ve çirkinliklerin farkedilmesi için insandan hissedici bir vicdana sahip olmasını istemekte ve doğru ile yanlışın seçilebilmesi için de ondan sağlam bir anlayış talep etmektedir. Ayrıca hak yolda gevşemeyen bir irade ve İslamı insanlığa sunarken zorluklara katlanabilecek bir vücuda sahip olmasını da ona emretmektedir, işte bu özellikleri kendisinde toparlayan bir müslüman Allah'a ve insanlığa karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirerek İslam davasına faydalı olabilir."
4- Cemaatte çalışan bir kişi bu çalışmasını yalnız Allah rızası ve İslam'ın yeryüzünde hakim olabilmesi için yapmalıdır. Bu da niyetini samimi bir şekilde sadece Allah'a ait kılmakla mümkündür. Bu hastalıklardan tamamen temizlenmeyi gerektirmektedir. Çünkü bu gibi hastalıklar ihlası ortadan kaldırarak amellerin boşa çıkmasına sebep olmaktadır. Gerçi cemaat böyle menfaat düşkünlerini derhal saflarından uzaklaştırarak genelde cemaatin sıhhatini korurlar ama asıl olan, kişinin böyle durumlara düşmeden niyetini sadece Allah'a ait kılarak hem cemaate ve hem de ahirette kendisine yararlı çalışmalar yapmasıdır.
5- Cemaatte yer almış bir müslüman şunu iyice bilmelidir ki, kendisinin cemaatin koymuş olduğu ölçülere riayet etmesi, çalışma zeminini daha güzel ve kolay bir hale getirecektir. Böylece cemaat hedeflerini çok daha rahat bir şekilde gerçekleştirebilecektir. Onun için kişi cemaate karşı vermiş olduğu söz ve biati temelde Allah'a verilmiş bir söz olarak değerlendirip çalışmalarını da Allah için bir ibadet talakki etmelidir. Çünkü emirine itaat etmek, tıpkı Allah'a itaat etmek gibidir. Tabii bu itaat emiri, Allah ve Resulü'nün çizgisinde olması şartıyladır.
Bu konuda Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiştir. Ve kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir. Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiştir ve kim de ona isyan ederse bana isyan etmiştir."[222]
6- Cemaattaki her bir ferdin İslami anlayışları tam ve kamil manada olmalıdır. Yani her türlü bid'at, hurafe ve bozulmalardan uzak, cemaatin ortaya koyduğu gibi sağlam ve bir bütün olarak İslami kabullenmelidir.
Bu konunun ehemmiyetinden dolayı Şehid İmam Hasan el-Benna İslam'ın tam ve sağlan anlaşılmasını biatin birinci şartı olarak koydu ve İslami anlayışı izah ederken de yirmi maddede bunu ortaya koyarak gerçek İslami anlayışa karışabilecek tüm bozuklukları gidermiş oldu. Dolayısıyla kişi cemaatn ortaya koymuş olduğu bu sağlam İslami anlayışını her zaman muhafaza etmelidir.
Cemaatteki diğer mesuller de yapacakları konuşma ve yazacakları kitapları ve yine cemaatin bu sağlam anlayışını koruyarak konuşmalı ve yazmalıdırlar. Aslında bu konu her şeyden önemli olduğu için cemaatteki her bir ferdin İslam'ın sağlam bir şekilde anlaşılması konusuna azami titizliği göstermesi lazımdır.
7- Cemaatteki fertler çalışmalarını yaparken cemaat tarafından kendilerine hangi merhalede ve ne şekilde çalışması istenmiş ise öyle hareket etmesi gereklidir. Çünkü cemaat bu programını İslam devletini kurmak gibi en şerefli bir gaye için koymuş bulunmaktadır. O'nun merhaleleri de sırasıyla örnek bir müslümanın yetiştirilmesi, arkasından sağlam bir müs-lüman ailenin oluşturulması, bunun hemen peşinden bu sağlam toplumların cemaat vasıtasıyla İslami bir hükümeti gerçekleştirmesi gelir. Bundan sonra aynı bu şekilde oluşmuş olan tüm İslami hükümetlerin bir araya gelerek başında bütün müslümanları temsil eden halifesi olduğu halde dünya İslam devletinin kurulmasıdır. İşte İslami devlete giden yolun merhaleleri bunlardır. Dünyadaki İslam düşmanlarının zulmünden ve hilelerinden emin olmak için bu şekilde tertibe riayet ederek mücadele etmek gerekir.
Eğer tertibe riayet edilmeden çalışma yapılırsa hedefe ulaşılması güç olacaktır. Onun için cemaat herhangi bir ferdinden ne şekilde çalışmasını istemiş ise öyle çalışmalıdır. Çünkü cemaat bu çalışmayı belli bir programa göre istemektedir.
8- Cemaat mensuplarının, cemaatin hedefinin gerçekleşmesi yolunda çok titiz ve hırslı olmaları gereklidir. Çünkü bu cemaat zaten o asil hedefleri gerçekleştirmek için kurulmuş ve fertler de yine bu maksada hizmet için o cemaatte yer almıştır. Bu konuda en ufak bir program değişikliğine veya zorluklardan dolayı gevşemelere iltifat edilmemelidir.
Evet dava yüce, yol uzun ve zorludur ama ne olursa olsun sabırla ve gayretle mücadeleyi sürdürmelidir. Ayrıca bu yüce hedefin gerçekleştirilmesi için başka yol da yoktur. Bunun için insan cemaat halindeki çalışmasını bırakıp ferdi olarak gayret edemez. Çünkü İslam devleti ancak cemaat halinde çalışmakla kurulabiliyor.
Sonra bu davanın esasları Hz. Peygamberin hayatından alınmıştır. Onun için İslam düşmanlarına ve cahillerin propagandalarına kulak vererek asıl çalışma durdurulamaz.
Ayrıca İslam davasının mücadele ömrü, insanların ömürleriyle kıyaslanmamalıdır. Çünkü insan ömrü kısadır, fakat davanın ve ümmetin hayatı uzundur.
Bir de şunu bilmeliyiz ki, biz ancak çalışmakla sorumluyuz. Netice ise Allah'a aittir. Dava yolundaki zorluklara gelince bu da zaten bu davanın bir özelliği ve sünnetu İlah tır. Yani bu yolun yolcuları mutlaka bir takım meşakkatlara katlanacaklardır. Hz. Peygamber'in ve sahabelerin çektiklerini hatırlayarak ona göre hareket etmelidir.
9- Cemaatteki her ferd, kendi nefsini Allah yolunda cihada hazırlıklı kılmalıdır. Cihadın mal ile ve can ile olabilmesi için öncelikle kişi niyetini yalnız Allah için halis kılmalı ve her an cihada hazır olacak şekilde kendisini yetiştirmelidir. Şurasını yakinen bilmelidir ki, İslam düşmanlarını bertaraf etmek ve davayı hedefe ulaştırabilmek ancak cihadla mümkün olacaktır. Allah yolundaki bu cihad hiç bir zaman durmaz. Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Onun için mücahit her an cihadı arzulamalı ve şehid olmayı candan istemelidir. Böylece hem dava hedefine ulaşmış olacak ve hem de kişi Allah yolunda şehid olarak en kârlı bir ticaret yapmış olacaktır.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır."[223]
Eğer kişi dünyada mal, makam ve şöhret gibi şeylere meylederek rahatlığı tercih eder ve cihatdan geri kalırsa bilsin ki, Allah'ın onun cihadına ihtiyacı yoktur. Çünkü O, hiçbir şeye muhtaç değildir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad etmiştir. Muhakkak ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."[224]
10- Cemaatte yer almış her mücahit bilmelidir ki; cihadın en küçük mertebesi İslam dışı ölçülere karşı kalben buğzetmek, en üstün derecesi ise Allah yolunda silahla savaşmaktır. Bu iki nokta arasında ise yine birçok cihad çeşitleri vardır.
Örneğin; dil ile, kalem ile ve zalim idareciler karşısında hak söz söylemekle... Bunların hepsi cihaddır. Aslında cihadın girmediği saha yoktur. Çünkü Allah yolunda sarfedilen her gayret cihadın içerisinde değerlendirilmektedir.
Şurası iyice bilinmelidir ki, cihad olmadan dava canlanamaz. Çünkü bu yolun özelliği bunu gerektirmektedir. Tabii cihad da davanın büyüklüğüne ve şerefine oranla çok daha zorlu olmakta, kaybedilen mal ve can da ona göre çok fazla olmaktadır, ama cihadın karşılığındaki sevab ise buna göre kat kat fazla olmaktadır.
Müslüman gençler iyi bilsinler ki, Allah bilir ama gelecek günler daha fazla cihadla geçecektir. Onun için şimdiden kendilerini cihada hazırlayarak fıkhi savaş yöntemleri açısından çok iyi yetişmelidirler.
Gençler aynı zamanda şu noktayı da hiçbir zaman akıllarından çıkartmasınlar ki, savaşın ne zaman, nerede ve ne şekilde yapılacağına ancak yöneticiler karar vereceklerdir. Onun için hiçbir zaman ferdi hareketlerle zamansız hareket ederek davayı zor duruma sokmamaları gerekmektedir.
11- Cemaatteki her bir mücahit kendisini Allah yolunda fedakarlık etmeye hazırlamalıdır. Çünkü dava onun kıymetli şeylerini istemektedir.
Allah yolunda cihad etmenin gereği budur. Ayrıca Allah için her ne harcamış ise onu kat kat fazlasıyla Allah katında bulacaktır. Onun bu yolda hiç bir şeyi esirgemeden ve en ufak bir gevşeklik göstermeden hepsinin de Allah yolunda harcanması lazımdır.
Allah Teala kendi yolunda cihad edenleri överek şöyle buyurmakta ve onlar için çok büyük bir mükafatın olduğunu haber vermektedir:
"Medinelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere savaşta Allah'ın Peygamberinden geri kalmak, kendilerini O'na tercih etmek yaraşmaz. Çünkü onlara Allah yolunda erişecek susuzluk, yorgunluk, açlık yahut onların kafirleri kızdıracak şekilde bir yere ayak basmaları veya bir düşmanı yenmeleri gibi hal ve hareketlerinden hiçbiri yoktur ki karşılığında onlara iyi bir amel yazılmasın. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Az veya çok sarf etlikleri her şey, yürüdükleri her yol, Allah'ın yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde vermesi için hesaplarına yazılır."[225]
Diğer taraftan cihaddan geri kalan ve Allah yolundan malını esirgeyenler için de Allah Teala şöyle buyurarak onları ikaz etmektedir:
"İşte sizler onlarsınız ki, Allah yolunda infak etmek için çağrılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik yapıyor, ama kim cimrilik yaparsa ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir siz ise fakirlersiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir kavimi getirir sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar."[226]
12- Cemaatteki her bir üye bilmelidir ki, kendisinin davasındaki yeri ve görevi ona emanet edilmiş bir nöbet yeridir. Dolayısıyla vazifesinden asla ayrılmamalı ve en ufak bir ihmalkarlık dahi yapmamalıdır. Şartlar ne olursa olsun. İsterse mücadele yıllar alsın ve meşakketler üstüste gelsin yine de cemaatteki görevlerinden en ufak bir aksaklık yapmadan ölünceye kadar Allah yolunda cihad ederek Allah'ın şu ayeti kerimesine nail olmaya çalışmalıdır:
"Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları sözde, dosdoğru hareket ederek kimi şehid oldu, kimisi de şehid olmak için sırada beklemektedir. Onlar asla sözlerini değiştirmezler."[227]
13- Cemaat mensupları iyice bilmelidirler ki, davada yürürken başa gelecek her türlü bela ve sıkıntılar bir sünnetullahtır. Dolayısıyla her mücahid kendisini sabırlı ve tahammüllü olmaya hazırlamalıdır. Böyle hareket etmek Allah Resulü'ne ve O'nun sahabelerine tabi olmanın bir belirtisi ve gereğidir. Çünkü onlar da çok şiddetli işkence ve belalara maruz kaldılar fakat hiç bir zaman en ufak bir gevşeklik göstermeden hepsini de sabırla ve tahammülle karşılayarak neticede zafere ulaştılar.
Onun için dava ehli, bu imtihan ve sıkıntıları asla harekete vurulmuş bir darbe şeklinde yorumlamamalıdır. Çünkü bu sıkıntı ve meşakkatler aslında dava için bir bilenme ve safların temizlenmesi mahiyetindedir. İnananlarla münafıklar bu gibi şiddet ve belalar vasıtasıyla birbirinden ayırt edilmektedirler. Onun için hiç kimse belalardan dolayı ümitsizliğe düşmemeli veya bu işkencelerin, yöneticilerin hatalı tutumlarından kaynaklandığını düşünmemelidir.
Çünkü böyle şiddet zamanlarında insanları davadan soğutarak koparmak isteyenler sürekli liderin aleyhine propaganda yaparak bu belaların onun hatasından kaynaklandığını söylerler. Dolayısıyla cemaat üyesinin asla bu gibi sözlere kulak asmaması gerekmektedir.
14- Cemaatte yer almış bir iman erinin ve bir dava adamının en çok bağlı olduğu ve sevdiği şeyi İslam davası olmalıdır. Bu konuda en yakın akrabaları dahi geride kalmalıdır.
Kısaca İslamı her türlü ölçünün ve şahısların üzerinde tutması, bir dava erinin en belirgin özelliği ve imanının bir gereğidir.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:
"İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda sizin için çok güzel örnekler vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp yaptığınız başka şeylerden uzağız. Sizi inkar ediyoruz. Yalnız Allah'a inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda ebedi düşmanlık ve öfke vardır."[228]
İşte bu tavır Allah yolunda başta gelen bir durumdur.
Diğer taraftan bu tavır ve hareket belli bir süreye ait olmadan ölünceye kadar sürmektedir. Eğer inanamış ise en yakın akrabalarını dahi dost kabul edemez. Onun için herkes diğer insanlara ve guruplara karşı tutumunda İslam'ın çizgisinde ve iman yolunda olmalarına göre tavır takınmalıdır. Öyle kendi başına nefsi hoş gördü diye Allah düşmanlarıyla asla dostluk kuramaz.
15- Cemaatteki her fert birbirlerini Allah için sevmeli ve kardeş olmalıdırlar. Öyle ki, kalpler bu sevgi ve kardeşlik vasıtasıyla birbirlerine bağlanabilsin.
Çünkü kalpleri bağlayan en güçlü ve en kıymetli bağ, inanç ve kardeşlik bağıdır. Şurası da bilinmelidir ki, kardeşliğin en basit derecesi kardeşine karşı gönlünde herhangi bir art niyetin olmayışı, en üstünü ise kardeşini kendine her konuda tercih etmesidir.
Çünkü şu ölçü çok önemlidir: Kişi eğer kardeşleriyle olamıyorsa ve onlara fedakarlık gösteremiyorsa başkalarına da gösteremeyecektir. Fakat kardeşler ona sevgi ve saygıda kusur etmiş olsalar bile diğerlerine karşı bu kusuru işlemeyeceklerdir.
Dolayısıyla kişi her zaman cemaata ve kardeşliğe muhtaçtır. Ayrıca sürüden ayrılanı kurt kapar gereğini de göz önünde bulundurup ona göre cemaattaki kardeşliğimizin kıymetini bilelim. İşin aslında mü'minler birbirlerine karşı bir binanın tuğlaları gibidirler. Sürekli olarak birbirlerinin yardımcılarıdır.
Allah Teala'nın şu emri de her mü'minin kulağında çınlamalıdır:
"Mü 'minler birbirlerinin dostudurlar. "[229]
Şurası da çok iyi bilinmelidir ki, şeytan ve yardımcıları müslümanların birlik ve beraberlik içinde kardeşçe İslam için çalışmalarını katiyyen istemezler. Onun için bu birliği ve kardeşliği bozabilme yolunda her türlü çalışmalarını yapmaktadırlar. Dolayısıyla mü'minler birlik ve sevgilerini bozabilecek en ufak şeylerden dahi son derece sakınmalıdırlar.
Ayrıca kardeşlik bağlarının ihlali aynı zamanda Allah için cemaat liderine yapılan biatin şartlarından birinin ihlali demek olduğundan bu konuya çok dikkat edilmelidir.
Kardeşler asla birbirlerini gıybet etmemeli, yapan olursa ikaz etmelidirler. Söz götürüp getirme ve buna benzer kardeşliğe zede getirecek her türlü söz ve davranışlardan sakınılarak sürekli birbirine karşı gönül rahatlığı içinde olmalıdırlar.
Allah Teala şeytanın hilelerine karşı mü'minleri uyarakak şöyle buyuruyor:
"Mü'min kullarıma söyle herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz ki, şeytan insanoğlunun apaçık bir düşmanıdır."[230]
16- Cemaatte görev almış her ferdin kendi görev ve mesuliyetini en güzel şekilde yerine getirmesi lazımdır. İster zor, isterse kolay olsun ve ister sevdiği ve isterse sevmediği bir konuda olsun Allah'a isyan olmadığı müddetçe fertlerin, liderin emirlerini dinlemesi ve yerine getirmesi gereklidir. Bunu yaparken de Allah için yapmalıdırlar. Çünkü İslami bir lidere itaat etmek Allah'ın emirlerindendir.
Ayrıca cemaat, hedeflerini ancak emirlerin dinlenip yerine getirilmesiyle gerçekleştirebilir. Onun için hiç bir fert itaat konusunda lidere muhalefet etmemelidir. Hatta bazı konularda kendi görüşleriyle liderin görüşü bir olmayabilir. Bu durumda dahi, ferdin kendi görüşünü bırakarak liderin görüşüne göre hareket etmesi gerekir. Eğer emirler İslam çerçevesinde olduğu halde kişi liderin emirlerini dinlemiyor ve çalışmaları aksatıyorsa bu, yapılan biati ihlal etme anlamındadır ki, Allah indinde büyük bir mesuliyeti gerektirir.
17- Cemaatta çalışan her fert kendisiyle yönetim arasında çok sıkı bir güven duygusunun oluşmasına azami gayret göstermelidir. Çünkü cemaattaki görevlerin yerine getirilmesi, birlik ve beraberliğin devamı, plan ve programların sağlam bir şekilde tatbik edilmesi ve cemaatın başarılı olması, liderle üyeler arasında güvenin kuvvetine göre değişmektedir. Onun için zorlukların aşılarak davanın başarıya ulaşabilmesi için bu güven duygusunun son derece yüksek olması lazımdır.
İşte İslam düşmanları bunu çok iyi bildikleri için liderle cemaat mensublannın birbirlerine olan güven duygularını zayıflatmak ve cemaata zarar verebilmek için aslı olmayan bir takım iftiraları ortaya atmaktadırlar.
Dolayısıyla cemaattaki her üyenin bu gibi şüpheli propagandalara kulak asmamaları gereklidir. Üyeler bu şuurla her zaman liderlerini müdafa etmelidirler. Hele hele asla kendisi ne cemaatin dahilinde ve ne de haricinde liderine kötü söz ve harekette bulunmamalıdır. Çünkü lider cemaati temsil etmektedir.
Dolayısıyla lidere saygı, o cemaate duyulan bir saygıdır.
Yalnız bu demek değildir ki, kişi gerektiğinde olumlu tenkit ve uyarıları yapmayacaktır. Katiyyen.
Eğer ortada İslam'ın hayrına olan bir durum var ise ister doğrudan doğruya isterse gerekli meşru kanallar vasıtasıyla lidere söyleyebilir. Bizim lidere saygısızlık ve cemate zarar teşkil eden davranışlardan kastımız, yıkıcı mahiyette ve aslı olmadığı halde İslam düşmanlarının ortaya atmış olduğu iftiralara bakarak kişinin liderine ve cemaatine olan güvenini kaybederek onlar hakkında ileri geri konuşmasıdır ki, cemaatin başarısızlığa düşmesine sebep olan en büyük faktörlerden birisi budur. Onun için ferdin bu gibi asılsız sözlere bakmadan lider ve cemaatine karşı sürekli güven içinde olması lazımdır. Bu güven duygusu olumlu ve yerinde olan tenkitlerin yapılmasına mani olmadığı gibi kişinin fikrine itaati da gerektirmez. Çünkü İslam'da asıl olan Allah ve Resulü'ne itaattir. Onlara itaat eden lidere de itaat edilir. Onlara ters düşene ise asla itaat edilemez.
18- Cemaatteki her fert beş azasının yanı sıra altıncı hissi olarak şuurunu da dava için en faal durumda hazır tutmalıdır. Öyle ki her durumda davayı düşünerek her şeyden mesul yalnız kendisiymiş gibi nefsini yetiştirerek ister küçük isterse büyük olsun her işi yapabilecek bir seviyeye gelmelidir. Eğer ortada bir hayırlı iş varsa hemen onu kendisi için bir ganimet bilerek onu yapmak için koşmalı. Veya ortada kötü bir şey varsa, ona engel olmayı kendisinin bir vazifesi bilmelidir. Gerekirse çalışmaların daha güzel olabilmesi için o konudaki görüşlerini de ortaya koyarak yönetimdeki mesuliyetten de kendisine bir pay çıkartmalıdır.
19- Cemaatteki her fert İslami şahsiyetinin gelişmesine azami dikkat göstermeli ve sürekli hakkın yanında yer alarak doğrunun müdafacısı olmalıdır. Fakat bunu yaparken her türlü dedikodu, çekişme ve münakaşalardan uzak büyük bir çalışma mesuliyeti ve emanet duygusu içerisinde olmalıdır.
Çünkü İslam düşmanları fırsat beklemekte ve en ufak bir sürtüşmeyi dahi İslam'ın aleyhine kullanmak için her türlü imkanlarını seferber etmiş durumdadırlar.
Ayrıca dava çok büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir. Onun için cesaretli ve atılgan olmaları yanında ihtilaflara yol açacak her türlü davranış ve sözlerden de sakınmaları lazımdır.
Sonra bilinmelidir ki, en makbul şecaat: Kişinin hakkı açıklamaktan korkmaması, cemaatin sırrını muhafaza etmesi, hatası varsa ikaz edildiğinde kabul etmesi, insaflı olması ve öfkelendiğinde nefsine hakim olmasidir.
20- Cemaatteki her ferdin gurupçuluğun her çeşidinden, belirli şahısların etrafına toplanmaktan ve bölgecilik yapmaktan son derece uzak durmaları gerekir. Çünkü bunlar İslami ölçülere ters olan şeylerdir.
Ayrıca cemaat içerisinde grupçuluğa yol açan bu gibi tutum ve davranışlar cemaati parçalayarak İslami çalışmaların aksamasından başka hiçbir işe yaramazlar.
21- Cemaatteki her fert kendini nöbet başındaki bir asker yerine koymalıdır. İslam düşmanları ise bu gediklerden cemaate sızarak İslami çalışmayı bozguna uğratmak için her fırsatı değerlendirmektedirler. Dolayısıyla her mücahidin İslam düşmanlarının yaldızlı tuzaklarına karşı çok uyanık olması ve cemaatini bu saldırılardan koruması lazımdır. Bu da ancak İslam düşmanlarının ortaya atmış oldukları propagandalara kulak asmadan her ferdin kendi görevini hakkıyla yerine getirmesiyle olabilir.
22- Cemaat fertleri şahsi konulan ve basit meseleleri gündeme getirerek ne kendinin, ne kardeşlerinin ve ne de liderin çalışmalarını aksatmamalıdır. Çünkü bu gibi basit problemlerle lideri meşgul etmek dava açısından çok büyük bir kayıptır ki, bunun da mesuliyeti o kişiye aittir. Bu konuda asıl olan, affedilmesi mümkün olan konuları kapatarak hem kendi çalışmalarına ve hem de liderin çalışmalarına hız kazandırmak olmalıdır.
23- Cemaatte görev yapanların her türlü ifrat ve tefritten uzak olarak mutedil olmaları gereklidir. Bu aynı zamanda hem onların dava ile alakasını sağlam ve sürekli yapacaktır ve hem de kardeşleri ve müslümanlar arasında sevilmelerine sebep olacaktır.
24- Cemaattaki tüm kardeşlerin birbirlerine karşı hayrı ve sabrı tavsiye etmeleri lazımdır. Çünkü mümin, kardeşi için bir aynadır. Onda bir hata görürse onu en güzel bir şekilde düzeltmeye çalışır.
Evet hatalar düzeltilirken ve bazı tavsiyeler yapılırken sevgi, kardeşlik ve hayra vesile olacak şekilde yapılmalıdır. Yoksa eğer kardeşinde nefret uyandıracak şekilde olursa bu, faydadan ziyade zarara yol açacaktır. Çünkü o kardeş nefretinden dolayı hatasını devam ettireceğinden o hatanın sürekli işlenmesine yol açılmış olacaktır. Onun için ikaz ve tavsiyeler en uygun bir şekilde yapılmalıdır.
25- Cemaatteki her fert: "Önce kendi nefsini ıslah et" prensibini kendisine ölçü edinmelidir. Çalışmalarında sürekli olarak tevazu ve güler yüzlülüğü şiar edinerek her işinde Allah nzasını gözetmelidir. Çünkü bu hal onu Allah'a yaklaştıracağı gibi zorlukların ortadan kalkması için de kendisine büyük faydası olacaktır.
Dolayısıyla her ferdin başta azık olarak Allah korkusunu elde etmesi gerekir. Başkalarını da bu davaya kazandırarak safların sıklaşmasını sağlamak yine fertlerin cemaatteki görevlerindendir. Çünkü eğer bir insan topluma hitab ederek onları davaya kazandırmıyorsa fert olarak bireylerle ilişkiler kurup onların davaya kazandırılmalarına sebep olabilir. Ferdi davet aynı zamanda hem çok kolay ve hem de çok verimlidir. Bunun için de fertlerin önce kendi nefislerini ıslah etmiş olmaları gereklidir.
26- Cemaatteki herkesin diğer İslami cemaatlerle ve İslam için çalışan tüm şahıslarla iyi geçinmeleri ve yardımlaşmaları gerekir. Bunun için de hiçbir zaman diğer İslami cemaatleri kötülememeli ve şahısları kıracak şekilde onların hakkında söz ve harekette bulunmamalıdır.
Kısaca İslami cemaatleri ve şahısları incitmeden onlarla İslami ölçülerde kardeşçe alakalar kurarak sürekli yardımlaşma konusuna çok dikkat etmelidir.
27- Cemaatteki her dava elemanın vaktini ve işini çok planlı ve disiplinli olarak değerlendirmelidir. Ayrıca aile, çocuk ve mal gibi şeyler Allah'ın istediği gibi yönlendirerek bunların kendi aleyhine bir fitne olmaması için son derece dikkat etmelidir.
28- Cemaatteki herkesn evine ve ailesine çok önem vermesi lazımdır. Kendisine eş seçmede, onun İslami eğitiminde ve evindeki işlerinde her şeyin İslam'ın ölçülerine göre olmasına özen göstermelidir: Hatta ailesinin mutfaktaki durumlarından giyimine ve evi ilgilendiren her konunun helal dairesinde yürümesine dikkat etmelidir. Çocuklarının İslami terbiyesine ve ailece davayı yaşamalarına karşı mesuliyetini yerine getirmelidir.
29- Cemaatteki her ferdin gönlü İslam'ın geleceği için dolu olmalıdır ve her fert bilmelidir ki; bu uzun ve karanlık gecenin arkasından mutlaka nur ve aydınlık gelecektir.
Dolayısıyla herkes Allah'ın yardımıyla İslam'ın mutlaka muzaffer olacağı ve batılın yok olup gideceğine inancı tam olarak çalışmalarını bu azim ve şevkle yapmalıdır.
30- Cemaatteki hiçbir ferdin düşman karşısında nefsinin arzu ve isteklerinden dolayı gevşeklik ve tembellik göstermemesi gerekir. Çünkü bu gibi haller cemaate vurulmuş en büyük zararlardandır. Şurası da bilinmelidir ki, asıl yenilgi insanın kalben zayıf düşmesi ve ölümden korkmasıdır.
Müslümanların bu gibi durumlara düşmemesi gerektiğini bildiren Allah Teala bizlere şöyle hitab etmektedir:
"Üzülmeyin, gevşemeyin. Eğer gerçek inananlar iseniz mutlaka sizler üstünsünüz."[231]
Diğer bir ayette ise şöyle buyuruluyor;
"Nice peygamberler kendileriyle birlikte olanlarla kafirlere karşı savaştılar da Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümitsizliğe düşmediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Dedikleri sadece şu idi;. "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Sebatımızı artır. Kafirlere karşı bize yardım et."[232]
Savaşta dünya sevgisi ve ölüm korkusu gibi şeylerden dolayı nefsin arzusuna uyarak gevşeklik göstermek mümine yakışmadığı gibi zafer elde edince gururlanması da ona yakışmaz. Çünkü zaferi de yenilgiyi de Allah (c.c) vermektedir. Önemli olan müslümamn Allah'ın emirleri doğrultusunda hareket ederek dünyada ve ahirette zafere layık olmasıdır.
31- Son olarak şunu söyleyelim ki; cemaatte her ferdin İslam'ın çağırdığı tüm güzelliklerle süslenmesi ve Allah'ın yasak ettiği her şeyden de uzak durması lazımdır.
Bunu da söyledikten sonra bu konuda Şehid İmam Hasan el-Benna'nın gençlere yapmış olduğu bir konuşmasıyla konumuzu bitirelim:
"Ey gençler, dava ancak ona karşı kuvvetli bir iman, onun yolunda tam bir ihlas, onun için ortaya konulacak tam bir gayret ve onun için yapılacak her türlü fedakarlığın sonucuyla başarıya ulaşabilir.
Öyle inanıyoruz ki, bu saydığımız dört özellik de en çok gençlerde bulunmaktadır. Çünkü imanın esası uyanık bir kalp, İhlasın esası olan temiz vicdan, atılganlığın ve çalışkanlığın esası azim ve fedakarlığın temeli ise kuvvetli bir şuurdur. Bunlar da genel olarak gençlerde bulunmaktadır. İşte bundan dolayı ister önceki ve ister şimdiki milletlerde olsun toplumları harekete geçiren ve onları başarıya götüren genelde gençler olmuştur. Çünkü gençler her hareketin kuvvet kaynağı ve meşakkatların taşıyıcısı olmaktadırlar.
Allah Teala, Kehf suresinde şöyle haber vererek bu gerçeği bizlere bildirmektedir:
"Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Onlar Rabblerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık."[233]
Lederle üyeler arasında öncelikle bulunması gereken en öneli özellik, birbirlerine karşı saygı duymaları ve birbirlerinin kıymetlerini takdir etmeleridir. Bu, önde veya arkalarındaki bütün üyeler için aynı olmalıdır. Ve Allah rızası için olmalıdır. Her iki taraf ta birbirlerine karşı saygı duymaya ve birbirlerinin kıymetlerini takdir etmeye, Allah'a bir ibadet şuuru içerisinde yaparak birinin diğeriyle en güzel şekilde geçinmeye, Allah rızasını kazanmaya ihtiyaçları vardır.
Örneğin cemaatte yer alan üyeler, liderlerine saygı duyarken onun cemaati temsil ettiğini, dolayısıyla cemaatin birliğinin ve gücünün bir simgesi olduğu için bu saygıyı duyduklarını bilmelidirler
Çünkü
"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiştir. Kim emire itaat ederse, bana itaat etmiştir ve kim de emire isyan ederse bana isyan etmiştir,"[234] buyruluyor.
Lider ise cemaat mensuplarına karşı ihtimamlarında Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in şu güzel sözünü ölçü edinerek hareket etmelidir:
"Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin basınıza emir oldum"[235]
Ayrıca cemaatteki her fertten sorumlu olmak, herhangi bir şirkete veya müesseseye müdür olmaya asla benzemez. Şirket ve müesseselerdeki ilişkilerde yağcılık, gösteriş ve baskı vardır ama bir İslam cemaatinde asla.[236]
Cemaatte davanın sıhhatli yürümesi ve işlerin karşılıklı olarak istişareyle halledilebilmesi için liderle cematin sürekli olarak karşılıklı konuşmaları gerekmektedir. Üstelik bu bir defaya mahsus da değildir. Öyle ise her iki tarafın da Resulullah'ın bizlere öğrettiği şekilde riayet etmeleri icab etmektedir.
Buna göre konuşmacıya düşen; hitap edeceği kişiye karşı yönünü tam olarak dönüp, en münasip kelimleri ve ses tonunu kullanarak konuşmasını yapmasıdır. Sesini ne çok az, ne de rahatsız edercesine çok yüksek tutmadan ve konuşmasında kullanacağı kelimelerden dolayı kinci olmadan ortama en uygun bir şekilde konuşmasını sürdürmesidir.
Dinleyici ise aynen konuşan gibi yönünü tam olarak konuşmacıya döndüğü halde konuşanın sözünü kesmeden ve herhangibir bıkkınlık göstermeden sonuna kadar onu dinlemesidir. Diğer taraftan her ikisi de temelde yapılması haram olan gıybet ve söz götürüp getirme gibi konuşmaları asla gündeme getirmemelidirler. Eğer herhangi birisi farkında olmadan bu gibi konuşmalara dalacak olursa, diğeri hemen en uygun şekilde ikaz etmelidir.
Konuşmacıların en çok dikkat edecekleri bir başka konu ise, doğruyu ortaya koymak niyetini taşımaları münakaşa ve çekişmelerden tamamen uzak olmalarıdır. Bu da her iki tarafın hataları olduğu gibi doğrularının da bulunabileceğini kabul etmesiyle olabilir. Yani her iki taraf da kendisinin doğru düşündüğüne inandığı gibi hatalı olabileceğini ve karşı tarafın hatalı olduğuna inandığı gibi isabetli görüşlerinin de olabileceğini kabul ederek birbirlerini saygıyla dinlemelidirler.[237]
Cemaatteki çalışmaların en güzel şekilde yürüyebilmesi için gerekli şeylerden birisi de liderin ve cemaat mensuplarının birbirlerine güven duymaları ve birinin diğeri hakkında hüsnü zan beslemeleridir. Çünkü bu ortaklaşa yardımlaşmaya, dolayısıyla cemaatin başarısına ortam hazırlamaya yol açmaktadır. Bunun tersi olarak eğer liderle cemaat mensupları arasında birbirlerine karşı güven sarsılıp, her birinin diğeri hakkında kötü düşünmesi baş gösterirse bu hal, doğrudan doğruya cemaat çalışmalarına olumsuz yönde etki ederek cemaatteki ortaklaşa çalışma zeminini ve görev yapma duygusunu ortadan kaldıracaktır. Böyle bir cemaatin ne derece başarılı olabileceğini artık siz düşünün.
İşte cemaatin sağlam gidişatını aksatmamak için liderin ve üyelerin birbirlerine karşı güven duymaları ve birbirleri hakkında kötü düşünmekten kaçınarak iyi niyet beslemeleri gerekir.
Bu konuda her iki taraf da Allah Teala'nm şu emrini kendilerine vazgeçilmez bir ölçü yapmalıdırlar:
"Ey iman edenler, zatının bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir çoğu günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır, işte bundan tiksindiniz değil mi? Allah'tan korkun, şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır."[238]
Şurası muhakkak ki hepimiz beşeriz ve hepimizde de bir takım ayıplar ve noksanlıklar vardır. Dolayısıyla müslümana düşen, kardeşinde görmüş olduğu noksanlığı uygun bir şekilde gidermesidir. Çünkü mü'miri, kardeşi için bir ayna durumundadır. Hakkı ve sabrı tevsiye etmek aynı zamanda müminlerin özelliklerindendir. Öyle ise mevki ve makam ne olursa olsun bu görevden asla vazgeçilmemelidir.
Çünkü ancak hakkın tavsiye edilmesiyle hatalar düzelebilmekte ve noksanlıklar tamamlanabilmektedir. Onun için herhangi bir cemaat mensubu liderine nasihat etmekten ve ona noksanlarını söylemekten asla geri duramayacağı gibi, liderin de tam bir gönül rahatlığıyla bunları dinlemesi ve hatalarını düzeltmesi lazımdır. Tabii söylemenin de kendine göre bir üslubu olduğunu unutmamalıyız.
Bu konuda Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Din nasihattir. Denildi ki; "kimin için ya Resulullah?" Buyurdular ki: "Allah için, kitabı için, Allah'ın Resulü için, İslam ümmeti için ve tüm insanlar için."[239]
Lider ve cemaatin birbirlerine nasihat etmeleri bir dini vecibe olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak daha önce de söylemiştik ki, bunun da kendine göre bir üslubu ve adabı vardır.
Bu konuda şu iki hikmetli sözü duştur edinmemizde hem bizim için ve hem de cemaat için faydalar vardır.
Birincisi: Nasihati en güzel şekilde yap, fakat sana ne şekilde nasihat yapılırsa yapılsın onu kabul et.
İkincisi; Kim kardeşine gizli olarak nasihat ederse hem ona nasihat etmiş ve hem de onun onurunu muhafaza etmiş olur. Ve kim de kardeşine açıktan nasihat ederse ona hakaret etmiş ve onu ayıplamış olur.
Şunu da bilertelim ki, herhangi bir müessesedeki müdür kendi maiyetindeki memurların hatasını gördüğünde veya onlara bir şeyi tembih edeceğinde, herkesin içerisinde o kişiyi adeta rezil eder. Kendisi gayet haşmetli olarak sert ve bağırarak karşısındakini ezer durur. Tabii memurlar ona karşı açıktan bir şey diyemezler ama içlerinden nefret ederler. Fakat İslam cemaati bir şirket veya müessese olmadığı gibi cemaatın lideri de hiçbir zaman bir müdür değildir.
İslam cemaatindeki nasihatlarda İslam'ın emir ve adapları hakim olduğundan lider asla hatalara dikkat çekerken, İslami adapların dışına çıkmayacağı gibi herhangi bir üyenin nasihatini da gönül rahatlığıyla kabul eder. Hatta hataların kendisine söylenmesini bizzat kendisi teşvik eder.[240]
Kardeşlik ve Allah için sevmek genelde tüm müslümanlar için ve özelde cemaat mensupları ile lider arasında bulunması gereken en önemli bir özelliktir. Çünkü Allah yolunda kardeş olmak İslam'ın bir esası ve cemaat halinde çalışmanın bir düsturudur. Allah yolunda kardeş olma aynı zamanda biatin on şartınadan birisini teşkil etmektedir.
İslam'da kardeşliğin en basit mertebesi kişinin müslüman kardeşine karşı gönlünden en ufak bir hoşnutsuzluk geçirmemesidir. En yüksek derecesi ise: Meşru olan her konuda kişinin ihtiyacı dahi olsa kardeşini kendi nefsine tercih etmesidir ki, buna işar denir.
Bu makama yükselmiş müminleri Allah Teala şu ayeti kerimesiyle övmektedir:
".... Onlar ki, kendileri ihtiyaç halinde bile olsalar yine de kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler..."[241]
İşte bu kardeşlik anlayışıyla cemaatte verimli yardımlaşma ortamı oluşarak lider ve cemaat mensupları arasında en güçlü bağların ortaya çıkması sağlanmış olur.
Diğer teraftan şeytan ve onun yardımcıları cemaatin arasında ihtilaf çıkartamaz. Çünkü Allah yolundaki bu kardeşliğin şeytan tarafından bozulması mümkün değildir.
Şurası da bilinmelidir ki, cemaate en çok zarar veren hastalıklardan birisi de hiç şüphesiz ki parçalanma ve ihtilafa düşme hastalığıdır. Özellikle müslümanların yardımlaşması gereken şu zamanda İslam düşmanları müslümanların bu parçalanmalarından İslam'ın aleyhine olarak yararlanmaktadırlar.
Dolayısıyla ihtilaf ve parçalanmaların önüne geçebilmek için liderin ve üyelerin İslam kardeşliğinin en güzel şekilde gerçekleşmesi yolunda çok çaba harcamaları gerekir.
Bunu sağlayabilmek için Allah Resulü'nün şu hadisi şerifinden azami derecede istifade etmelidirler:
"Aranızda selamı yayın, birbirinize karsı güleryüzlü olun, birbirinizi çekiştirerek gıybet etmeyin, söz götürüp getirmeyin, birbirinizi bağışlayın ve birbirinize ihsanda bulunun."
Cemaatteki her müslüman bu ölçülere riayet ederse elbetteki şeytan onların arasını açacak fırsatı bulamayacaktır. Çünkü müslüman ancak kardeşliği sebebiyle kendisiyle kardeşi arasını düzelterek şeytana fırsat vermemiş olur.
Bizleri bu konuda da ikaz eden Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Mümin kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz ki şeytan insanoğlunun apaçık bir düşmanıdır."[242]
Bazen cemaatteki üyeler arasında veya üyelerle lider arasında görüş ayrılığı olabilir. Bu doğal bir olaydır. Fakat önemli olan liderin üyeleri arasında bu konuda çok titiz davranarak görüş ayrılığını kardeşlik çerçevesinde gidermektir. Hiçbir zaman görüş ayrılığından dolayı aralarındaki kardeşliği zadelemeden çalışmalarını sürdürmelidirler. Eğer ortada bir ihtilaf varsa onu İslam'ın emirleri doğrultusunda çözerek bu konuda asla fertlerin imtiyazını düşünmemelidir.
Yani kardeşlik, ne lideri sorumsuz bir şekilde hesap vermeden dilediğini yapmaya sürüklemeli ve ne de üyeleri.
Lider bilmelidir ki, işler Allah ve Resulü'nün emirlerinde gitmediği an elbette kendisi ikaz edilecektir.
Hatta daha baştan işlerin sağlıklı yürüyüp yürümediği konusunda kendisi kontrol edilecektir.
Bu hiçbir zaman kardeşliğin zedelenmesine yol açmamalıdır. Aksine liderin sevgi ve kardeşliğini artırmalıdır.
Diğer taraftan üyeler de ortadaki samimiyeti ve kardeşliği istismar ederek görevlerinde aksaklık yapmamalıdır.
Bilmelidir ki, yapacağı her hata ve noksahğın hesabı İslami ölçülerde kendisinden sorulacaktır. Bu da yine kardeşliğin bir gereğidir.
Böylece hem lider ve hem de üyeler sevgi ve kardeşliği görev ve mesuliyete karıştırmadan Allah yolunda olmanın en güzel örneğini vermelidirler.[243]
Cemaatin olaylar karşısında görüş birliğine varabilmesi ve hadiseleri daha kolay takip edebilmesi için liderle üyeler arasında kuvvetli bir alakanın ve irtibatların kolayca sağlanması gereklidir. Bu aynı zamanda cemaat halinde çalışmanın en belirgin özelliklerinden birisidir.
Çünkü cemaatta liderin diğerleriyle görüş alışverişi, istişare ve birbirlerinin noksanlıklarını düzeltmek, ancak aralarındaki güçlü bir irtibat ve görüşmelerin kolayca sağlanmasıyla mümkündür.
Diyebiliriz ki, lider açısından irtibatı sağlayan unsurlar tıpkı bir cesedin azalan gibidir.
Çünkü cesedin azaları olmasa herhangi bir işi başaramayacağı gibi lider değer üyelerden gerekli olanlarla irtibatı zamanında kuramaz ise bir takım aksaklıklar olacaktır. Bazen olur ki, ufak bir irtibatsızlık yüzünden cemaatin tüm planları aksayabilir.
Dolayısıyla lider ve üyeler kendi aralarındaki irtibat ve alakanın en üst düzeye çıkarılmasından ortaklaşa sorumludurlar. Bunu en iyi şekilde yaptıkları an, işlerin daha süratli ve sağlıklı yürümesini sağlamış olacaklardır.[244]
Bundan şunu kastediyoruz: Bazen olur ki cemaatteki görevlerin mesulleri yer değiştirebilir. Bakarsınız herhangi bir mesul ya görevinden daha düşük bir makama getirilmiş, bazen de tamamen sorumluluk alanından el çektirilerek normal bir üye durumuna düşmüş olabilir.
Hatta bazen olur ki lider görevinden alınıp bir üye durumuna getirilmiş olabilir. İşte cemaatteki her üyenin ve yöneticinin bu gibi değişikliklere karşı ruhen hazırlıklı olmaları gereklidir. Yapılacak her değişiklik, gönül rahatlığı içerisinde kabul edilecek, kırgınlıklara ve cemaatten ayrılmalara asla yol açmayacaktır.
Çünkü cemaatte her alanda yapılan çalışma bir ibadettir. O ibadetin Allah indinde kabul edilmesi ve sevabı ise kişinin ihlasma göredir.
Diğer taraftan cemaatteki her görev yeri, beklenilmesi gereken bir nöbet yeri olarak değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla her üye kendisine verilen görevi kabul edecek, onu gönül rahatlığı içerisinde yapacaktır. İsterse görevi veren yeni bir üye ve görevi alan da çok daha eski olmuş olsun. Bu konuda hiçbir zaman cemaatin durumu diğer şirket ve müesseselere kıyas edilerek nefse herhangi bir pay çıkartılmamalıdır. Şirketlerde görev belki eski yeni diye göz önünde tutulabilir ama cemaatta sadace ehliyet söz konusudur.
Bir de üye ehil olduğu halde o görevden alınması kendisi açısından daha uygun olabilir.
Bu konuda Halit Bin Velid'in Hz. Ömer tarafından komutanlıktan alındığında göstermiş olduğu tavır, bizler için en güzel örneklerdendir.
Dolayısıyla her üye bulunduğu görevi en iyi bir şekilde yapmak için var gücünü sarfederek başka bir göreve getirildiğinde onu da en güzel şekilde yerine getirmeye kendisini hazırlamalıdır.
Onun için lider ve diğer mesuller üyelerin görev ve sorumluluklarını artırmak için ellerinden gelen her türlü eğitimi onlara vermelidirler. Onlar da her zaman üye olarak kalacak değillerdir.
Onun için ileride daha büyük görevlere gelebiliriz düşüncesiyle her konuda kendilerini yetiştirerek verilecek vazifeye layık olmayı hedefleyeceklerdir.[245]
Cemaatte lider ve üyelerin en çok muhtaç oldukları şey herhangi bir konuda Allah ve Resulü'nün hükmüne en ufak bir tereddüt göstermeden teslim olma şuurudur. Bu konuda büyüklenme ve çekimserlik katiyyen caiz değildir.
Ayrıca Allah'a ve Resuluna gidilmesi hem imanın bir gereği ve hem de ihtilafların ortadan kaldırılması için en sağlam bir tutumdur.
Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsınız- onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu hem hayırlı hem de netice itibari ile en güzeldir."[246]
Diğer bir ayet ise şöyledir:
"Hayır Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmazlar."[247]
Bu aynı zamanda çalışmanın daha sağlıklı yürümesi için İslam'a ters düşmemek kaydıyla konulmuş olan prensiplerin ve tüzüğün işlerliğine de yardımcı olacaktır.
Onun için herkesin ittifak ettiği bir konu vardır ki, o da lider ve üyelerin İslami eğitimlerine çok özen göstermeleridir.
Çünkü ihtilafların çözümünde, Allah ve Resulü'nün daha kolay anlaşılmasında bilginin çok önemli bir yeri vardır. Diğer taraftan İslami hareketin daha güçlü ilerlemesi de yine cemaat mensuplarının bilgili olmalarına göre değişmektedir.[248]
Lider olsun üyeler olsun cemaatteki herkesin daha önce ortaya çıkmış ve şu anda var olan tüm hareketleri inceleyerek tecrübelerini arttırmaları gerekir.
Tabii ki, bu konuda lider ve onun etrafındakiler, üyelere oranla bu incelemeye daha çok önem vermelidirler.
Böylece olumlu ve olumsuz yönleriyle tahlili yapılan hareketlerden ne şekilde istifade edilmesi gerekiyorsa ona göre hareket etmelidir. Elbette ki bir hareketin her yönü kabul edilemeyeceği gibi tamamen de atılamaz. Bu bakımdan herhangi bir hareketten ne oranda yararlanabileceğimiz, ancak o hareketin ciddi şekilde incelenmesinden sonra ortaya çıkacaktır.
Öncelikle İslami hareketler olmak üzere İslam dışı hareketler de incelenmelidir. Çünkü onlardan da alabileceğimiz bazı tecerübeler olabilir.
Diğer taraftan İslam'a karşı kurulmuş olan hareketlerin de incelenmesi en az diğer hareketler kadar önemlidir.
Çünkü onların hile ve tuzaklarını bildiğimiz zaman onlara karşı ne şekilde korunabileceğimizi ve onları ortadan kaldırabileceğimizi çok daha iyi biliriz. Bu ise ancak o hareketlerin incelenmesi neticesinde ortaya çıkar.
Sonra her harekete karşı tavrımızın ne olduğu belirlenecek, hem şahıslara ve hem de hareketlere karşı bakışımız netleşecektir. Dostumuzun ve düşmanımızın tesbit edilmesi ve etrafımızdaki insanların bize karşı tutumları da bilinecektir.
İşte cemaatin hareket tecrübesinin arttırılmasına büyük bir katkı yapacak olan bu çaışmamn yapılması mutlaka zorunludur.
Çünkü ister İslami, isterse gayri İslami olsun önceki ve şu anda var olan hareketler incelenmediği sürece cemaat bocalama içine girecektir.
Bu sendelemelerden emin olmak ve daha da güçlü olmak için o hareketlerin ciddi olarak tahlil edilmesi lazımdır.[249]
Buraya kadar lider ve üyeleri ilgilendiren bir çok konuları gördük. Liderin şahsiyeti, özellikleri ve üyelerde olması gereken bir takım vasıflarla birlikte lider ve üyelerin ortaklaşa dikkat etmeleri gereken konulardan sonra şimdi de cemaatin tüzük ve prensiplerinden söz etmek istiyoruz. Çünkü cemaat halindeki çalışmalar her ne kadar sevgi ve kardeşlikle yürümekte ise de bir takım aksaklıkların ve bozuklukların önüne geçmek için o cemaatin aynı zamanda belli bir tüzük ve prensipler etrafında hareket etmesi gereklidir. Bu, küçük-büyük her cemaat için böyledir. Bir de tüm insanlığa hitap eden İslam cemaatini göz önünde tutarsak bu tüzük ve prensiplerin önemi daha da kolay anlaşılır.
Tüzük ve prensipler bir takım sapmaları ve bozulmaları önlediği gibi aynı zamanda herkesin alanını tayin ederek çalışmaların disiplin içerisinde yürümesini de sağlamaktadır.
Ehemmiyetine inandığımız için lider ve üyelerin riayet etmesi gereken bazı prensipleri de bu konumuzda zikredeceğiz.
1- Her şeyden önce İslami cemaatin tüzük ve prensipleri İslam'ın çizmiş olduğu sınırlar içerisinde hiç bir kaidenin temelde İslam'ın ölçüleriyle çatışmaması gereklidir. Dolayısıyla prensiplerin hazırlanmasında ve uygulanmasında Allah Resulü'nün ve O'ndan sonra gelen dört büyük halifenin uygulamalarından istifade edilmelidir. Çünkü Allah'ın Resulü ilk İslâm devletini kendi yetiştirdiği cemaati vasıtasıyla kurdu ve O'ndan sonra gelen olgun halifeler de onu aynen takip ettiler. İşte bundan dolayı İslam cemaatinin tüzük ve prensipleri de Allah'ın kitabından ve O'nun Peygamberinin sünnetinden alınmalı ve hiç bir noktada İslam'a ters düşmemelidir.
2- Lider ve üyeler bu prensiplere, çalışmayı düzenleyici olarak bakmalıdırlar. Dolayısıyla tüzük ve prensipler hayatın gerçeklerine göre ve çalışmayı en verimli bir hale getirmeye elverişli olarak hazırlanmalıdırlar. Bunun için de genelde hareketi aksatabilecek herhangi bir madde ileride pratikte bağdaşmayabilir. Bu durumda o maddeyi daha elverişli bir şekilde değiştirmelidirler. Hiç bir zaman kuru kuruya illa de prensip deyip tutturmamalıdır. Hayatın pratiğine uymayan donuk maddelerde ısrar etmek hareket açısından zararlı olduğu gibi, bazı ufak tefek meselelerden dolayı sık sık prensipleri değiştirmek de son derece sakıncalıdır. Bu konuda asıl olan, cemaatin menfaati ve çalışmaların verimli olmasıdır. Eğer genel menfaat, bazı prensiplerin değişmesini gerektiriyorsa değiştirmeli, yoksa aynen devam etmelidir.
3- Cemaatteki tüzük ve prensipler konulurken cemaatteki şura, yürütme ve liderliğin görev ve sorumluluklarını en güzel şekilde belirlemeyi hedef almalıdır. Çünkü cemaat içerisindeki organlar topyekün cemaatin varlığını temsil etmekte ve olaylar karşısındaki tavrını belirlemektedir.
4- Cematin tüzüğü hazırlanırken beşeri tüm ilişki ve çalışma alanları göz önünde buundurularak hazırlanmalıdır. Çünkü cemaat her kesime hi-tab ve kendi içerisinde yer almış her üyeden istifade etmek durumundadır. Dolayısıyla tüzük ve prensipler de bu çalışma alanlarına ve oralarda görev yapacak insanların özelliklerine göre hazırlanmalıdır.
5- Tüzük ve prensiplerin hazırlanmasında dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, çalışma alanlarının ve oralarda görev yapacakların sorumluluklarını birbirine karıştırmayacak şekilde açık ve net olmalıdır. Çünkü görev alanlarının karışmasından dolayı herkes ya birbirinin işini yapmak suretiyle aynı iş bir kaç kere tekrar edilecek veya herkesi birbirine güvenerek kendi görevini ihmal edecektir. Her iki durumda da cemaatin enerjisi boşa gidecektir. İşte bu gibi durumlara düşmemek için herkesin görev ve sorumlulukları tüzük ve prensiplerde gayet açık olmalıdır.
6- Cemaatteki tüzük ve prensiplerin konulmasındaki maksatlardan biri de, olabilecek ihtilaf ve görüş ayrılıklarının en kısa ve en güzel şekilde çözümlenebilmesidir. Cemaatte bir takım görüş ayrılıkları olabilir. Bu zaten doğal bir durumdur. Yalnız bunların giderilmesi için lider ve cemaat mensupları, bağlı bulundukları tüzük ve prensipler vasıtasıyla bu gibi anlaşmazlıkları en kısa zamanda gidermelidirler. Bunun için de konmuş olan prensiplerin ihtilafları en az zamanda ve en güzel şekilde çözebilme özelliğine sahip olmalıdır. Öyle ki, artık belli konuda görüş birliğine varılınca bir daha ihtilaflı görüşlere dönülmemelidir. Ayrıca doğru olmayan bir şey hakkında ittifak etmek, doğru olan bir konuda ihtilafa düşmemizden daha hayırlıdır. Çünkü bu birlik sebebiyle doğruya ulaşmak her zaman mümkündür.
7- Cemaatteki tüzük ve prensipler hatalann ve noksanlıkların muhasebesini yaparak çalışma zemininin sürekli sağlam kalmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır. Çünkü çalışma esnasında tekrar tekrar yapılan hataların, belli bir prensip dahilinde hesaplan sorulmaz ise cemaatte bozulma, gevşeme ve laubaliliklere yol açarak verimi düşürecektir. Diğer taraftan üyelerin ve liderin birbirine olan güveninin sarsılmasından dolayı çalışma havasını da zedelemiş olacaktır. Onun için cemaatteki liderden, en küçük bir üyeye varıncaya kadar herkesi kaplayıcı olmak üzere tekrarlanan hataların ve yapılan noksanlıkların hesabı tüzük ve prensipler çerçevesinde sorulmalıdır. Bu da ancak daha baştan tüzüğün bu konuları içine almasıyla mümkün olabilir.
8- Tüzük ve prensipler aynı zamanda cemaatte herhangi bir göreve getirilecek veya mesuliyet verilecek kişilerin vasıflarını genel olarak izah edecek şekilde hazırlanmalıdır. Böylece vazife tayininde bu prensiplere göre hareket edilecek, bir çok hata ve şahsi değerlendirmelerin önüne geçilmiş olacaktır. Bu, aynı zamanda üyeler arasında idareye karşı bir güven ve kendi vasıflarını yükseltme açısından çok faydalı olmaktadır. Ayrıca cemaatin bünyesinde yer almış şahısların belli vasıflarda olması, o cemaati daha da kuvvetli hale getirmiş olacaktır.
9- Tüzük ve prensipler cemaate hangi vasıflarda üye kabul edilebileceğini de en açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Bunu yaparken de her türlü grupçuluk anlayışından uzak sadece ehliyet unsuru göz önünde tutulmalıdır. Tabii daha önceden bu özellikleri taşıyan bir tüzük ortaya konulmalıdır ki, üye seçiminde dahi ortaya çıkabilecek problemler o tüzük çerçevesinde çözülmüş olabilsin.
10- Şuranın görev ve sorumlulukları da tüzük ve prensiplerle belirlenecek şekilde olmalıdır. Ayrıca her seviyeye göre şura oluşturma ve o se-viyelerdeki şuraların genel şuraya görev ve mesuliyetlerine varıncaya kadar tüzükte yer almış olması gerekmektedir.
11- Tüzük hazırlanırken dikkat edilecek bir başka husus da ana konuların dışında teferruattan kaçınılmasıdır. Ancak teferruata girmeyelim düşüncesiyle de genel prensipleri asla kapalı geçiştirmemeli veya tamemen terketmemelidir. Kısaca, çalışma alanlarını ve cemaatın ilgi duyduğu her konu kapsayıcı olarak hazırlanmış olmalıdır.
12- Tüzüğün hazırlanmasında dikkat edilecek önemli bir mesele de her konunun illa da merkez tarafından görülmeli düşüncesini bırakarak teferruatla ilgili çalışmaları diğer mesullerin sorumluluğuna bırakabilecek şekilde olmasıdır. Cemaatin çalışma alanı bir çok milletleri içine alacağından, özellikle bu konuya çok ehemmiyet verilmelidir. Çünkü her bölgenin kendine göre bir takım özellikleri vardır. Dolayısıyla tüzük hazırlanırken bu gibi cüz'i meselelerin çözümünde bölgelerdeki mesullere belli bir hareket serbestiyeti verilmelidir. Her konu en ufak çözümüne kadar merkez tarafından yönlendirilirse, bu hem diğer mesullerin çalışma kabiliyetlerini köreltir, hem de bölgesel konularda genel merkez bilgiye sahip olmadığından, başarılı olamaz harekette aksamalara yol açar. Onun için tüzük hazırlanırken genel stratejinin dışında ve bölgesel özellik arzeden konuların çözümünü, o bölgelerdeki mesullere bırakacak şekilde hazırlanmalıdır. Böylece katı bir merkeziyetçilikten kurtularak pratiğe en yakın bir çözüm ortaya konmuş olur. Bu demek değildir ki diğer bölgelerdeki mesuller kendi başlarına tamamen serbest olsunlar. Hayır, gelen plana bağlı olarak sadece cüz'i konularda daha güzel çalışabilmek için verilmiş bir hareket genişliğidir bu.
13- Yine tüzük ve prensipler cemaatin herhangi bir konuda ne şekilde karara varması gerektiğini de genel hatlarıyla ortaya koyacak şekilde hazırlanmalıdır. Çünkü kararların hangi prensipler ölçüsünde alınacağı ortada olmaz ise bu konuda bir çok aksaklıklara yol açabilir. Örneğin zaman bakımından ve kararın alınışı bakımından bir çok gecikmeler ve bozukluklar olabilir. Bu gibi olumsuzlukların önüne geçmek için tüzük hazırlanırken kararların ne şekilde alınabileceği de genel hatlarıyla açıklanmış olmalıdır.
14- Son olarak şunu da söyleyeyim, madem ki hepimiz Allah'a ibadet ediyoruz ve cemaat halinde çalışarak onun dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfediyoruz. Öyle ise cemaatin tüzük ve prensiplerine göre hareket etmeyi de bir ibadet olarak benimsemeliyiz. Böylece cemaatin koymuş olduğu bu ölçülere riayet etmek, Allah indinde sevap kazanmamıza vesile olacağı gibi, o ölçülere muhalefet etmemiz de günahkar olmamıza açabilecektir. Kısaca, tüzüğün son maddesi de, cemaate tabi olmanın sevabı ve ona muhalefet etmenin Allah indinde sorumluluğu gerektirdiğini üyelerine prensip olarak hatırlatmalıdır.[250]
Teşkilattaki işlerin durumuna göre periyodik olarak toplantıların yapılması esastır. Güncel olaylar ve alınacak kararlar bu oturumlarda düzenlenir. Oturum başkan; yoksa, toplantılar onun yardımcıları tarafından yapılır ve yönetilir. Gerektiğinde normal zamanın dışında ani karar alınarak olağanüstü oturumlar da yapılır. Belirlenen hedefler neticesinde çözümler ortaya konur ve bunlar pratik olarak uygulanır. Böyle oturumlar teşkilatın devamlılığı açısından çok önemlidir. Bu oturumlarda çok dikkatli hareket edilir. Konular enine boyuna en ince noktalarına kadar incelenir. Davaya zarar gelmemesi için çok dikkat edilir. Getirilen öneriler, alternatifler ve tavsiyeler ele alınır, faydalı görülenler göz önünde bulundurulur ve çözüm için kullanılır.
Tabi bu tür oturumlarda her zaman istenilen hedef gerçekleşmez. Oturumdaki üyelerin konuyu anlamaları, anlatmaları, zaman israfı gibi etkenler, olayı konumdan başka yerlere çekebilir.Üyeler arasındaki ayrı görüşler konuyu dağıtabilir. İşte burada oturum başkanının kaabiliyeti çok önemlidir. Tecrübeli olan yönetici konuları çabuk ve en iyi bir şekilde bağlar.
Oturumların iyi ve faydalı olabilmesi için tecrübeleri mizden yola çıkarak, bazı hatırlatmalar yapmak istiyoruz:
1- Bu davet bahçesinde yapılan her iş bir ibadettir. Oturumlarda görüşülen konular Allah'ın rızasını taşıdığında, hepimiz o konunun en iyi bir biçimde neticelenmesi için çalışırız. Temiz bir kalb, huzurlu bir ortam, her kararın halkın faydasına olacak bir sonucun çıkmasına çalışılır.
Bu duygularla yapılan işler mutlaka iyiliklere sebep olacak ve insanlar istifade edeceklerdir.
Ya en iyi şekilde karar alıp sevap kazanacak veya o kararı önemse-nıeyip amellerimizi başa çıkarmış olacağız.
2- Oturma başlarken mutlaka Allah'ın adıyla başlanmalı, Rasulüne (a.s.) gerekli övgüler söylemelidir. Şeytan'dan ve her türlü iç-dış düşmanlardan Allah'a sığınümalıdır. Ayet ve hadislerle oturum süslenmelidir. Gerekli vaiz ve nasihatlerdan sonra konunlara geçilmelidir.
3- Oturumlar kararlaştırılan yer ve zamanda yapılmalıdır. Konular önceden belirlenmeli ve her üye konu üzerinde gerektiği bir biçimde hazırlanıp gelmelidir. Lüzumsuz uzatmalara gidilmemelidir.
4- Seçilen yer ve saat çok önemlidir. Üyeler bu hususta defalarca uyarılmalıdır. Gerekli ikazlar yapılmazsa üyeler yeri ve zamanı ayarlamakta zorlanır ve geç kalırlar. Neticede de oturum, tayin edilen vakitten geç başlayıp, geç bitmiş olur. Oturuma ek süre konulması da tatsızlıklara neden olmaktadır.
5- Toplantıya iştirak edeceklerin geç kalmadan zamanında toplantıya katılmaya titizlik göstermeleri gerekir. Eğer ciddi bir özürü varsa daha önceden yetkililere bildirmelidir. Herhangi bir özürü olmadığı halde toplantıya katılmayan veya geç kalan, yetkililer tarafından sorgulanarak gerekli şekilde cezalandırılmalıdır.
Eğer böyle olmaz ise ortaya çıkacak gevşeklik ve sorumsuzluktan dolayı toplantılar aksayacak ve çalışmanın verimi düşecektir.
6- Toplantıya gelecek olanların vakitlerini ayarlamalarını sağlamak amacıyla toplantının başlangıç ve bitim saatinin de belirlenmiş olması lazımdır. Olağan durumlarda bu vakitlerin dışına asla çıkılmamalıdır. Ancak ortada çok ehemmiyetli bir durum varsa o zaman duruma göre hareket edilir.
Örneğin, toplantının bitmesi yaklaştı fakat çok ciddi bir mesele çıktı. Görüşülmez ise çok büyük zarar doğurabilecek. İşte böyle durumlarda fazla geciktirmemek şartıyla toplantı biraz daha uzayabilir.
7- Toplantıların gündemi önceden üyelere bildirilmiş olmalıdır. Böylece o konularda hazırlıklı gelinerek daha verimli olmaya yardımcı olunmuş olur.
Ayrıca gündem dışı konuların toplantıya girmesine mani olunarak toplantının asıl maksadından saptırılmamış olur.
8- Toplantının gündemdeki konuların önemine göre gerekli vaktin ayrılması lazımdır. Çünkü çok defa toplantının vakti ilk konularda dolmakta ve geriye kalan meseleler ya kısa kısa geçiştirilmekte veya bir başka toplantıya ertelenmektedir. Bu iki durum da çok zararlıdır. Bu gibi durumlara düşmemek için toplantıyı idare eden şahsın, toplantıya ayrılan vakti, gündemdeki konuların ehemmiyetine göre ayarlamasını bilmesi gerekmektedir. Böylece hem doğabilecek aksaklıklar önlenmiş, hem de gündemdeki konular en sağlıklı bir şekilde görüşülmüş olur.
9- Toplantı esnasında çeşitli şahısların görüş ve karşılıklı konuşmaları olacaktır. Bu, toplantının bir özelliğidir. Yalnız idareci bu konuşmaların çekişmeye yol açacak bir duruma gelmemesine dikkat etmelidir. Her konuşmacıya zamanında müdahele ederek herkesin görüşünün alınabilmesine imkan hazırlamalıdır. Böylece görüşlerin ortaya çıkması sağlanarak en faydalı olan tesbit edilmiş olur.
Eğer idareci toplantıya hakim olamaz ise ortaya bir tartışma çıktığında artık faydalı bir görüş alma yerine sadece münakaşalar söz konusu olacağından hiçbir netice alınamayacaktır. Bu da idarecinin hatasıdır. Onun için toplantıyı idare edenin çok becerikli olması gerekmektedir.
10- Toplantıyı idare edenin, gerektiğinde görüşlerini ortaya koyacak olanları ikaz ederek görüşlerin kısa ve ana hatlarıyla görüşülmesini sağlamalıdır. Böylece hem kendisi hem de başkaları görüşlerini söyleme vakti bulacaktır.
Ayrıca eğer konuşmacı gündem dışına çıkıyorsa idareci hatırlatarak asıl konuya dönmesini sağlamalıdır. Bu konuda hiç kimsenin idareciye kızmaya hakkı yoktur. Çünkü toplantı, davanın menfaati için tertiplenmiştir. Orada şahısların faydasız veya gündem dışı konuşmalarına izin verilemez. Her konu kendine ayrıldığı zaman içerisinde ortaya konulmalıdır ki, çalışmalar belli bir disiplin ve verimlilik içerisinde yürüyebilsin.
11- Toplantıda görüşler ortaya konulurken hiç kimse diğerinin sözünü kesmemelidir. Bu, toplantının ve konuşmanın edeplerindendir.
Aynı zamanda konuşmacının görüşünü tam olarak ortaya koymasına engel olmaktadır. Çünkü sözleri ikide bir kesilen kişi fikirlerini bir bütün oîarak sunamayacaktır.
Ayrıca sözleri kesildiğinden dolayı kızacağından bir takım hoşnutsuzluklara da yol açılarak şeytanın ekmeğine yağ sürülecektir. Böylece toplantı aksadığından hiçbir netice alınmadan dağılınmış olacak, üstelik şahıslar birbirlerine kırgın bir şekilde.
İşte tüm bu olumsuzlukları önlemek ve toplantının verimini arttırmak için konuşmacının sözünü asla bir başkası kesmemelidir. Eğer konuşmacı gündem dışına çıkmış ise, zaten yetkili tarafından ikaz edilecektir. Öyle ise bir başkasının müdahalesine asla gerek yoktur.
12- Toplantı esnasında herhangi bir üye bir başka konuşmacının sözlerine bir şey eklemek istediğinde elini kaldırarak ismini yazdırmak suretiyle sırasını bekledikten sonra söyleyeceğini bildirmelidir. Sırasını beklerken eğer konuşacağı şeyleri özlü olarak bir kağıda yazarsa daha güzel olacaktır. Çünkü sırası gelince o kağıttan kısaca okuyarak sözünü bitirmiş olur.
13- Toplantı esnasında İslam'ın genel adaplarına son derece riayet edilerek hiç kimse bir başkasını yaralayıcı veya gıybet edici şekilde konuşmamalıdır. Eğer herhangi bir konuşmacıdan bu gibi uygunsuz kelimeler çıkmış ise oradakiler hemen gadaba gelerek her biri bir taraftan konuşmacıya hakaret etmemelidir.
Şurası muhakkak ki, dava her türlü şahsi menfaatin ve hesapların üzerindedir. Eğer böyle uygun olmayan kelimeler sarfediimiş ise yetkili tarafından en uygun şekilde o hata düzeltilmelidir. Böylece hem hakkında konuşulanın hakkı, yetkili tarafından aranmış, hem hata düzeltilmiş, hem de toplantının ahengi bozulmamış olur.
14- Hiç kimse kendi görüşünü kabul ettirmek için ısrar etmemelidir. Yalnız kendi görüşü doğru, başkaları ise hep hatalı anlayışı ile kendi düşüncelerini kararlaştırmaya çalışmamalıdır. Bilakis kendi görüşünün hatalı ve diğerlerinin doğru olabileceğine inanarak kendi görüşü alınmadı diye asla kızmamalıdır. Herkes toplantıda alınan karara göre hareket ederek o konudaki diğer görüşleri bırakmalıdır.
15- Toplantılar bir emanettir. Dolayısıyla orada görüşülen konuların bir sır olarak muhafaza edilmesi gerekmektedir. Ancak açıklanması için bir karar alınmış ise onun açıklanmasında bir sakınca yoktur.
16- Toplantıda münakaşalardan dolayı vaktin uzamasına ve huzursuzluklara meydan verilmesine izin vermemelidir. Eğer ortada gerçekten uzun uzun konuşulması gereken bir durum var ise, onu en uygun şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Çünkü tartışmaların uzaması hem moralleri bozar hem de isabetli görüşün ortaya konulmasına engel olur. Onun için böyle uzayabilecek bir konu olursa, gerekirse toplantıya bir müddet ara vermek suretiyle zihinlerin dinlenmesi sağlandıktan sonra tekrar başlanabilir. Böylece toplantının verimi artırılmış olur.
17- Kararlar bazen oylama vasıtasıyla alınabilir. Dolayısıyla her üye bilmelidir ki, her oy bir şehadet ve Allah indinde bir mesuliyettir. Buna göre görüşünü açıklarken ve herhangi bir fikir hakkında oyunu kullanırken başta Allah'tan korkmalıdır. Çünkü üyelerin alacağı o karara göre hareket edilecektir.
Eğer kararlar yalnız Allah rızası göz önünde bulunarak verilirse İsla-mi hareket ona göre başarılı olacaktır. Onun için herkes herhangi bir konuda oyunu kullanırken çok büyük bir emaneti yerine getirmekte olduğunu düşünerek davranmalıdır.
18- Görüşler hakkındaki oy kullanmak kadar kişilerin iş başına getirilmesi de Allah indinde büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir.
Dolayısıyla cemaat içerisinde herhangi bir şahsı belli bir makama getirirken yalnız ehliyet faktörü göz önünde tutulmalıdır. Bu konuda asla şahsi menfaatlere ve taassuplara yer verilmemelidir. Çünkü davanın menfaati söz konusudur. Öyle ise seçilecek şahıslar sadece o makama ehil oldukları ve davanın maslahatı için seçilmelidir.
Bu konuda daha önce zikretmiş olduğumuz şu hadis-i şerifi hatırlatmak isteriz:
"Kim bir kişiyi kendinden daha ehil biri dururken taassubundan dolayı basa getirirse, o kimse Allah'a, Resulüne ve mü'minlere hıyanet etmiştir. "
19- Toplantı bitmeden önce alınan kararlar bir kere daha gözden geçirilerek elde edilen neticeler değerlendirilmelidir. Daha sonraki toplantının zamanı ve yeri tesbit edilerek herkese duyurulmalıdır.
20- Toplantının Resulullah (a.s.)'tan gelmiş olan dualar ile bitirilmesi çok iyi olur.
Son olarak: 'Üyelik ve Liderlik Açısından Davet Yolu' başlıklı bu kısmımızı tecrübelerimizin ışığı altında yazarak Allah'ın kendisini cemaat halinde davaya çalışmakla şereflendirdiği herkese emanet ediyoruz.
İnşaallah hem biz, hem de İslam için çalışan her müslüman bundan faydalanarak bizden sonra gelecek nesillere de bu konuda yardımcı olurlar.
O nesiller, İslam devletinin kurarak fitnenin yeryüzünden silinmesine vesile olur inşaallah...
Cenab-ı Hak hepimize ihlas ve doğruluk nasib etsin.
İşlerimizde sebat ve başarılı olmamızı temenni ederiz.
Dava yolunda muzaffer ve ahirette de cehennem azabından kurtulmamızı Cenab-i Allah'tan diliyoruz.
O, duaları en güzel şekilde kabul buyurandır.
Salat ve selam O'nun Resulüne, sahabelere ve tüm inananlara olsun.
Ve son olarak deriz ki, hamd, ancak alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.[251]
Hamd, alemlerin Rabbine, selat ve selam peygamberimizin, O'nun çocuklarının ve ashabının üzerine olsun...
Müslümanların birleşmesi ve saflarının birliği onurlu müslümanın en çok dilediği bir idealdir. Aynı zamandı dinimizi bizlere farz kıldığı ve de günümüzde İslam aleminin içinde bulunduğu zor şartların gerekli kıldığı dini bir vecibedir.
Birlik kuvvetin sembolüdür. Zafer ve ideale ulaştıran yoldur. Kopukluk ve tefrika ise zayıflığın sembolüdür, başarısızlığa ve hezimete götüren yoldur.
İslam düşmanları; müslümanlar arasında hizipçilik ve ihtilaf tohumlarını atmak, özellikle de yöneticiler ve halk arasında bütünleşme ve birliği önlemek için itina göstermeğe azmetmişlerdir. Bu söylediğimize en açık delil ise içinde bulunduğumuz ortamdır.
Çünkü İslam toplumlarının bir çoğunda gazeteler ve dergilerde devlet kademelerindeki ihtilaflar ve birbirlerini yalanlamalar görmekteyiz.
Ayrıca da çarpışmalar ve uzun süreli savaşlar görmekteyiz. Halk malı ve canıyla bu felaketlerde kurban edilmektedr. Batı ve doğu, İslam ilkelerini kendi aralarında paylaşmışlar ve bu ülkelerin arasında savaşlar ve fitne çıkarmışlardır. Bunun için doğu ve batı dünyası ayrı ayrı gayret göstermişlerdir.
Böylece doğu ve batının silahlarına rağbet edilip revaç görmesi sağlanmış, aynı zamanda bu silahların kendi sorunlarına mağlup olmuş milletlerimiz üzerinde denemesine fırsat doğmuştur. Ne yazık ki, yöneticilerden bu büyük tehlikeye karşı uyanık olan ve dikkat eden, halkını bu yıkım ve helaktan koruyan, düşmanların planlarının gerçek yüzünü idrak edenleri görememekteyiz.
Düşmanların gerçekleştirdiği planlarının ilki Siyonist hükümetinin bir kanser mikropu gibi İslam ümmetinin cesedine yerleşmesi ve daha sonra da Camp Davit ittifakı ile ağırlık merkezi olan Mısır'ın diğer Arap ülkeleri tarafından azledilip koparılması sağlanmış ve böylece de Mısır'sız Arap ülkeleri Siyonist düşmana karşı askeri üstünlüğünü yitirmiştir. Bu da, siyonist düşmanın bir Arap ülkesiyle savaşıp başkentine kadar ulaşmasıyla açıkça ortaya çıkmıştır. O ülke de Lübnan'dır. Hiçbir Arap ülkesi bu düşman tecavüzünü engellemeye kalkamamıştır.
Ayrıca bir İran ve Irak arasındaki savaşta Mısır'dan sonra en kuvvetli iki müslüman devleti yıkıp helak etmek ve Siyonist yahudi hükümetinin güven içinde bu bölgede dileyip arzuladığı gibi atını koşturması için İslam düşmanlarının yapmış olduğu planlamaya en güzel örnektir.
Aynı zamanda Fas ve Cezayir arasındaki sahra sorunundan doğmuş savaş, sonra Lübnan'da, Afganistan, Sudan ve diğer İslam ülkelerinde olanlar da bu planın birer parçasıdır. Yarın, başımıza neler getireceğini de bilemiyoruz. Allah'tan selamet vermesini dileriz.
İslam toplumlarının tümü bu ihtilaflardan ve savaşlardan rahatsızdırlar. Din duygusu bu toplumlarda fazlasıyla vardı ve bu olanlara rağmen oralarında karşılıkla sevgi bağı hala bulunmaktadır.
Buna en açık delil ise Mısır halkının bir çok münasebetle siyonist düşman ile yapılan barışa karşı gelmesi ve kabul etmemesi, bu konuda Arap ve İslam toplumlarının da Mısır halkıyle beraber aynı tavrı takın-masıdır.
Özellikle de ekonomik durumun kötülüğüne rağmen Amerika veya diğerlerine olan bağımlılıktan kurtulmak için toplumun gösterdiği rağbet bunun açık bir göstergesidir.
Bilindiği gibi birlik ve beraberlik için devlet başkanlarının bir araya gelmesi, zirveler düzenlemesi yoluyle gerçekleşmesi için yapılan çalışmaların hepsi de başarısızlıkla geri tepmiştir. Birliğin sağlanması için çabaların temelden yoğunlaştırılması gerekmektedir.
Bu da İslam ülkelerindeki her bir toplumun kendi fertleri arasında birliğin gerçekleşmesi, sonra bu haklar arasında gerçekleşmesi, daha sonra da bu halkların hükümetlerinin ihtilaflarını bir kenara iterek birlik ve beraberliğin sağlanması zaruretine mecbur etmesi sonucunda gerçekleşebilir.[252]
Düşmanların toplumlarımızı parçalamak için yapmış olduğ planlardan bazıları şunlardır:
İnsanların koyduğu nazariye ve prensipleri ithal etmeleri, toplumun fertlerinin hükümet koltuğuna ulaşmak için rekabet içinde dağılmalarını sağlayacak olan bu prensipler doğrultusunda partilerin oluşmasıdır.
Bu prensipler İslam şeriatina karşı komünizim, sosyalizim, kavmiyetçilik, milliyetçilik ve diğer isimlendirmelerle yapılıyor. Bu prensiplere ait partiler oluşturuluyor bunlara ait sloganlar yükseliyor ve partilere ait dergi ve gazeteler çıkarılıyor.
Oysa aynı zaman içinde İslami harekete karşı bütün İslam ve Arap ülkelerinde savaşılıyor, kanuni olarak izin verilmiyor ayrıca çalışmaları engelleniyor, gazete ve dergileri kapatılıyor.
Partilerin yanısıra İslami topluluklar ve cemaatler görmekteyiz. Bunların herbirinin hedefleri belirlenmiş, bu hedeflerin gerçekleşmesi için yapılması gerekenler belirtilmiştir.
Bu toplulukların bazıları yardımlaşmaya açık bir uslüp takip ederken, bazıları da değişik ihtilaflara sarılmaktadır. Yani ihtilafları ana mesele haline getirerek güç kazanmaya çalışıyorlar.
Müslüman toplumun çoğunluğunu, bu siyasi partiler veya dini cemiyetler arasında dağılmış olarak görmekteyiz. Halkın bir bölümü de bunlardan herhangi biriyle ilgi kurmuyor, kendi içine kapanıyor, aile sorunlarıyla ve yaşam savaşıyla vaktini harcıyor. İşte bu, İslam sancağı altında birleşilmesi için çabalarımızı harcamamız gereken sahadır.
Büyük hedefimiz olan Allah'ın dininin hakim olması, Allah'ın devletinin ve hilafetinin gerçekleşmesi için ciddi ve doğru bir çalışma yolunda gayretlerimizi harcamamız gerekmektedir.
Müslüman her milletin bütünleşmesi ve birliğine ulaştıran yolun ilk ve en önemli adımı İslam itikatının gönüllerde canlandırılması ve imanın kalplere yerleşmesi, müslümanların dinlerinin hakikatinin büyüklüğünü ve eksiksizliğini öğrenmeleridir. İslam, insanları mutlu etmede başarısızlığı ve iflası açıklanan dünyevi prensiplere ihtiyaç duymadan bizlere yeterlidir.
Çünki İslam dışı bu prensipler, aciz insanların uydurduklarıdır. Ama İslam, alemlerin Rabbi'nin insanlann hayn ve iyiliği olan herşeyi bilen, habri olan Allah'ın koyduğu bir düzendir. Ve de Allah'a karşı adap gereği İslam'ı, şu dünyevi prensiplerden herhangi biriyle sadece kıyaslamak dahi caiz değildir.
İman kalpleri müjdelediği zaman, insanları kendi aralarında sevgi ve ülfete, ayrıcalık ve ihtilafları terketmeye iter ve aralarında birliğe davet edenlerin sesine Allah'a itaat ve yakınlaşmak için cevap verilir.
Çünkü Yüce Allah onlara şöyle buyurmaktadır:
"Toptan Allah'ın ipine sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da O'anun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı."[253]
Sonra onlara şöyle buyuruyor;
"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığı düşenler gibi olmayın, büyük azap onlaradır."[254]
İşte bu yol Resulullah (a.s.)'ın takip ettiği, üzerinde yürüdüğü yoldur. Bu yolda tevhid akidesinin sağlamlaşıp yerleşmesine ve ibadetin sadece Allah'a yapılmasına büyük önem vermiş, bunun dışmda kalan putlar ve Allah'tan gayrı ibadet ettikleri her şeyi bir kenara sıyırıp atmıştır.
Bunda sonra gönüller kardeşlik, birlik ve beraberlik için hazır olmuştur. Bu da Resulullah (a.s.)'ın muhacir ve ensarı birbirlerine kardeş kıldığında açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise üzerine binanın kurulacağı dayınıklı ve kuvvetli bir temelin hazırlanması için atılan en önemli adımdır.
Bundan dolayı da İslami davet sahasında çalışanlara düşen görev, davetin yayılmasında tüm çabalarını harcamaları, imanı canlandırmaları, insanları İslam'ın bayrağı altında toplamaları ve bunun gerçekleşmesi için gerekli bütün meşru şartları, sabır ve dayanıklılıkla beraber yerine getirmeleridir.
Çünkü hedeflenen değişim, Allah'ın değişmeyen sireti dışında bir şekilde gerçekleşmiyecektir.
Allah Taala şöyle buyuruyor:
"Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez."[255]
Onların bu yollarında, resmi veya gayri resmi basın-yayın organları ve diğer fitne öğelerinden karşılaştıkları fesat çalışmaları azimlerini kırmaması gerekmekte ve de yakıcı prensip sahiplerinin yapmış olduğu İslam'ı çirkin göstermeleri veya bu yolda çalışanlar üzerinde şüpheler uyandırmaları onları yıldırmamahdır.
Çünkü batıl ne kadar yayılsa da sonuçta mahvolacak ve hakkın, hakkın nurunun, hakkın kuvvetinin önünde tutunamıyacaktır, dayanamayacaktır.
Azim olan Allah ne doğru söylüyor:
"Gerçeği batılın başına çarparız ve onun beynini parçalar: Böylece batıl ortadan kalkar."[256]
Allah'ın siretinin daima galip geleceğini ise Yüce Allah buyuruyor:
"Allah, hak ve batıl için şöyle misal verir: Köpük uçup gidir, insanlara fayda veren ise yerde kalır."[257]
Şu an üzerimize düşen ise; bu fitne ve kararsızlık ortamından etkilenmeden geçiştirmek, dahası bu ortamı, hikmet, sükûnet ve sonuçta çok büyük sayıda insanların İslam bayrağı altında toplanmasını sağlayacak ve de onları sahte pırıltılarıyla kandıran diğer dünyevi nazariye ve görüşlerden kurtaracak olan ciddi çalışma yapmamızdır.
Böylece batıldan uzaklaşacak ve hakka yönelecekler, fesat yuvalarından uzaklaşıp, Allah'ın ibadetine ve Allah'ın evlerine alemlerin Rabbi Allah için namaz ve ibadetlerini eda etmeye yöneleceklerdir.
Daha sonra da, birlik ve safların birleşmesi için çalışmaya, ciddi çalışmaya yöneleceklerdir.
Allah başarılı kılan ve yardım edendir... [258]
İslam ülkelerinde, İslami çalışma sahasında etkinliklerini yürüten İslami cemaat ve gruplar görmekteyiz. Bunlardan her biri çalışmaları ve faaliyetleri için kendilerine özgü bir çerçeve ve program seçmiş olarak ortaya çıkmaktadır.
Böylece bazı konularda birbirlerinin programına aykm veya ters düşmekteler. Bu cemaatlerden bazılarının çalışmalarını itikat ve itikatla ilgili konulara ve itikatin şüphe ve bid'atlerden temizlenmesine hasretliklerini görmekteyiz.
Bazıları ise ilme ihtimam göstermekte, peygamberimizin hadislerinin incelenmesi ve araştırılmasına yönelmekte, ayrıca bazılarının da camiler yaptırma, sünnetin uygulanması, din kültürünün artması gibi konulara ihtimam gösterdiklerini görmekteyiz.
Aynı zamanda bazı cemaatler de Allah'a davet işiyle meşgul olup, iyiliğe davet edip kötülükten alıkoymaya -Nehyetmeye- siyasete girmeden müslümanlara iyilik yapmaya ihtimam göstermekteler.
Bir diğeri ise görüşlerini cihad ve düşmana, kuvvetle karşı koyma yönünde yoğunlaştırmaktadır.
Tasavvuf! grupların da zahidliği ön plana çıkardıkları görülmektedir.
Bu arada itikatlarindeki şüphelerden dolayı kendi dışlarında kalanlara küfür ve fısk ile hükmederek ayıranlar da var.
Bu ortamda İslam devletinin kurulmasına, hilafetin iadesine, Allah yolunda cihada, din kültürünün artmasına, Allah yoluna davete, ilim, ibadet ve itikada ihtimam göstererek çalışanların varlığı da bir gerçektir.
İşte bu görüntü, bir çok İslam ülkelerinde mevcut olan bir durumdur. Bu görüntü çerçevesinde biz "Müslüman Kardeşler" cemaatinin bakış açısı nedir? Bu ortam doğrultusunda üzerimize düşen görev nedir? Her bir ülkede müslümanları bir çatı altında toplamak için izlememiz gereken yol nedir? Bu sorulara cevap aramalıyız.
Bu görüntünün kendine özgü olumluluk ve olumsuzlukları vardır. Ancak müslüman fertlerin dinlerinin gerektirdiği işlere ihtimam gösterdiklerine delalet etmesidir. Bundan dolayı müslümanlar harekete geçmişler, bir araya toplanmışlar, hataların düzeltilmesine, çatlak ve deliklerin kapatılmasına, Allah düşmaları tarafından müslümanların ve İslam'ın maruz kaldığı meydan okuma çalışmalarına karşı koymaya çalışmışlardır. Aslında bu çalışma da gereklidir.
Bu görüntünün olumsuzluğuna gelince, gayretlerin dağılması ve de ehemmiyetini öncülük sırasına göre belli olan hedeflerin gerçekleşmesi için çalışmaların birleşmeme sinde görürüz.
Ayrıca bu toplulukların bazıları, İslam'ın sadece bir bölümüyle ilgilenip ihtimam göstermesi, fertlerini İslami davetin gerektirdiği, özellikle de hilafet ve devletin çöküşünden sonra yaşadığı bu aşamanın yapısının gerektirdiği genel ve kapsamlı bir çalışmaya yönelik yeterli derecede yetiştirmelerini engellemektedir. Bundan İslam devletinin ve İslam hilafetinin kurulması çalışmalarının zaruretini kastediyoruz.
İslami cemaatlerin dağınıklılığının ve düzensiz çalışmalarının olumsuzluklarından biri de; İslami davet sahasında çalışan tecrübe ve maharet kazanmamış gençlerin bazı cemaatleri tehlike ve hatalara maruz bırakmaları, davet yolunda kendilerinden öncekilerin elde ettiği tecrübe ve derslerden istifade etmemeleridir.
Ancak, bu cemaat ve gruplara karşı bizim tutumumuz ve görevimiz ise dinimizin bize öğütlediği sevgi, muhabbet, nasihatleşme takva ve iyilik üzerine yardımlaşmak ve de çekişme intiharlarım bir tarafa bırakmak ve birlik için Allah'ın emrini yerine getirmeğe çalışmaktır.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, dağılmayın..." [259]
İşte bu, Şehid İmam Hasan el-Benna'nm beşinci konferansının tezinde anlaşmaya çalıştığı tutumdur.
O şöyle söylemişti:
"Sizlere Müslüman Kardeşler'in, Mısır'daki islam grup ve cemaatlere karşı tutumunu ortaya koymayı arzuluyorum. Çünkü hayrı sevenlerin bir çoğu bu grupların bir araya gelmelerini ve bir yaydan atılan ok gibi İslami bir cemiyet altında birleşmesini temenni etmektedir. Bu büyük bir emel ve aziz bir gaye olup bu ülkede ıslahı arzulayan herkes bunu temenni eder. Müslüman Kardeşler ise çalışma sahalarının değişik olmalarına rağmen bu cemaatleri İslam'in zaferi için çalıyor olarak görmekte ve kardeşler, cemaatlerin hepsine başarı temenni etmekteler. Kardeşlerin programlarından bu cemaatlere yanaşmaya çalıştıkları veya genel bir görüş etrafında toplamaya ve birleştirmeye çalıştığı görülüyor."
Devanın bulunması için derdi teşhis etmeye çalışırken, İslami topluluklarımızın itikatlarında, ibadetlerinde, ahlaklarında, mefhumlarında, hedeflerinde ve tasavvurlarında bir çok illet ve hastalıklara uğradıklarını görmekteyiz. Bu, çeşitli sebeblerin bir sonucudur. Müslümanların dünya'ya ve nimetlerine meyletmeleri, alimlerin topluma yönelik vecibelerini ve yöneticileri sorgulamaları ve nasihat etmeleri gibi sorumluluklarını eda etmede ihmalkar davranmaları bu sebeblerden bazılarıdır. Aynı zamanda düşmanın İslam ülkelerini işgal etmeleri ve toplumlarımızı eritme ve fesat çeşitlerinin her türlüsü hatta Allah'ı inkar yolunu kullanarak savaşmaları da bu sebeblerden biridir. Nasil ki, İslam şeriatını yönetimden uzaklaştırdıkları, yöneticilerden kendi uşaklarını, İslami harekete ve Allah'ın davetine çalışanlarla savaşmaları için davetçilerin başlarına musallat etmişlerse, aynı şekilde de İslam ülkelerinin geçmişte ve şu anda olduğu gibi batıya veya doğuya bağımlı, fert ve vatanın tahribine yönelik siyasetlerini uygulayan, Allah için çalışan davetçilerle savaşan diktatörlük yönetimine maruz bırakmışlardır.
Sorumluluğumuz, bir çok kimseden, müslümanların genelinin tutumundan ve cehaletlerinden, yıkıcı çalışmaların tesiri altında kalmalarından dolayı kabahatli olduğumuzu göstermektedir. Aynı zamanda bu müslümanlara küfür, şirk ve fısk ile hükmetmemiz veya onları kendimizden soyutlamamız yerine, onların mefhumlarını, tasavvurlarını ve düştükleri hata ve bozulmaları düzelmek için ellerinden tutmalıyız. Bu çalışma ise hikmet, güzel nasihat ve güzel alakadan oluşan bir ortamda tamamlanmalıdır. Ancak bazı kimseler bu kişilere güzel alaka göstermemizden, onladin ihtilafları ve hatalarına razı olduğumuzu zannetmekteler. Oysa bu davranış onların hatalarını düzeltmek için yardımlaşmaya ve nasihatlarin dinlenmesine en uygun üsluptur.
Biz nefislerimizi sabırla, onlardan gelen eziyete tahammül etmekle desteklediğimiz gibi, onları da İslam'a davet ediyoruz. Hatalarını düzeltiriz ve de kötülükle karşılamayız. Onların kötülüğü, bizim onları terk etmemize ve onlara olan davetimizi terk etmemize itmez.
Allah'ın şu buyruğunu yerine getirmek için nasihatte bulunuruz:
"İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav, o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğnu görürsün. Bu, ancak sabredenlere özgüdür. Bu ancak o büyük hazzı tadanlara özgüdür."[260]
Bu ayetten ve anlamından hareket ederek Şehid İmam Hasan el-Benna bizlere vasiyet ediyor ve diyor ki:
"İnsanlara karşı ağaç gibi olun, ona taş atarlar, o ise onlara meyva ile karşılık verir."
Şüphesiz toplumun geneli kendisinde bulunan faydalı unsurları ortaya çıkarmaya ve ıslahına çalıştığımız davet sahasıdır. Ortaya çıkarmaya çalıştığımız bu güzel unsurlar, dinin zorunlu kıldığı vecibeler olarak kendini hissettirmektedir. O ise İslam devletinin ve hilafetinin kurulması için çalışmanın zaruri olmasıdır. Şayet birden ortaya çıkıp bu sahada bulunan insanlara küfür, şirk veya daha başka bir sıfatla hükmedecek olursak, mutlaka bizlere karşı gelecek ve uzaklaşacaklar ve davet ettiğimiz şeye icabet etmeyeceklerdir. Eğer bizlerden her birimiz, kendi geçmişine bir göz atacak olursa, görür ki, kendisi de bu halkın genelinden bir şahıs idi, daha sonra Allah'ın lütfü ile birisi vesile olup elinden tutmuş ve onu doğru yola, doğru anlayışa ulaştırmıştır. Bundan dolayı şimdi de bizler nasıl başkaları bizlerin ellerimizden tutmuşsa biz de başkalarının ellerinden tutmalıyız.
Nasihat ve kalp kırma arasındaki ya da yapıcı tenkit ve şüpheye düşürme arasındaki veya yıkıcı tenkid arasıdaki fark çok açıktır. Bunların her birinin kendine göre üslupları, kanalları ve yönlendirmeleri vardır. Islahı ve hayrı arzulayan biri nasihatla yanaşıyor veya yapıcı bir tenkidle dolaysız ve tabii, normal kanallardan yanaşıyor, fakat eziyet etmeyi ve zarar vermeyi isteyen ise şüpheye düşürme üslubunu kullanıyor veya nasihat şeklinde gösterilen tenkidi, teşhir etme ve yaralama, kalp kırma üslubunu kullanarak ve bunu da normal kanallardan uzak durarak gerçekleştiriyor. Böylece kendisini bilinçli veya bilinçsiz İslam düşmanları ile bir kefeye sokmuş oluyor.
Biz, yolumuza şüphe düşürmeyi, bizleri yaralamayı kendisine alışkanlık haline getirmiş bu kişilere kötü zanda bulunmak istemiyoruz. Onları uyarıp tavsiyede bulunuyoruz. Hep beraber İslam adabı ve ahlakına bağlı kalalım diyoruz.
Özellikle Hücurat suresinin ihtiva ettiği, Allah Teala'nın şu buyruğuna uyalım diyoruz:
"Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın -münafığın- biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz."[261]
Allah Teala'nın buyruklarından biri de şöyledir:
"Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler: Kendi kendinizi ayıplamayın: Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir."
Daha sonra da şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar, zanın çoğundan sakının. Zira zannın br kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın. Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz. Allah'tan sakının, şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır."[262]
Bundan dolayı kaddeşlerimize bu Kur'an adabı ve ilahi programa bağlı kalmayı tavsiye ediyor ve tekrarlıyoruz. Ayrıca bizi bilmeyen, davamızdan gafil olanlara karşı yumuşak tavır takınacak bir tabiatta ve müslüman kardeşlerimizden bizlere zülüm edip, günahımıza girecek kişilere karşı da bağışlayıcı bir ahlaka sahip olmamız gerektiğini te'kit ediyoruz.
Çünkü Rabbimiz bu konuda gerçek müslümanları şöyle tanıtıyor:
"Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever."[263]
Ayrıca bu konuda Rasulullah (a.s.) bizler en güzel örneği teşkil etmektedir. Öyle sanıyorum Şehid İmam Hasan el-Benna'nın bize göre insanların durumunu dört sınıfa ayırıp değerlendirdiği "Davamız Risalesi'nde zikrettiğini kısa olarak hatırlamamız faydalı olacaktır.
O dört sınıf şunlardır:
1. Ya mü'mindir (inanmıştır), davamıza inanmış, söylediklerimizi tasdik etmiş ve prensiplerimizi doğru bulmuştur. Bu kişiyi bizlere katılmaya ve bizlerle çalışma safhasına geçmeye davet ederiz.
2. Ya kararsız, mütereddittir. O, Hakkın gerçek yüzünü daha görememiş ve sözlerimİzdeki ihlas ve faydanın manasıyla tanışmamıştır. Bu kişiye, bizlerle kitaplar aracılığıyle ilişkiye girmesini, bizim hakkımızda yakından veya uzaktan okuyup bilgi edinmesini tavsiye ederiz... inşallah bundan sonra kalbi bizlere itimat edecektir...
3. Ya da menfaatcidir. Harcayacağı gücün kendisine daha büyük bir menfaat olarak döneceğini bilmesinin dışında yardım etmek için güç harcamak istemez. Onu, bu gayrete ganimetten başka birşey yönlendiremez. Ona ne yazık ki, bizler de karşılık olarak verebileceğimiz bir şey yoktur. İhlaslı olursa Allah'ın sevabından başka ve de Allah onda bir hayır görürse Cennet'ten başka bir şey yoktur. Bizler maddi olarak fakir, makam ve değer olarak gururluyuz. İşimiz, sahip olduğumuz her şey ile fedakarlık ve kendimizi adama, elimizde olan her şeyi bu uğurda harcamaktır. Tek ricamız ve temennimiz ise Allah'ın Cenneti'dir. O Allah ise ne güzel mevla ve ne güzel yardımca ve destekçidir.
4. Ya da şartlanmıştır. Bu kişinin bizim hakkımızdaki değerlendirmesi olumsuzdur ve hakkımızdaki düşüncelerini bizlere şek ve şüphe ile çevirmiştir. O bizlere simsiyah gösteren bir dürbünün dışında bakamaz. Bizlerden, yaralayıcı ve şüpheci bir konuşma tarzının dışında bahsedemez. Gururuna kapılma, davranışlarında kötülükten ve evhamlarıyla yaşamaktan başka bir tutuma yüz çevirir.
Allah'tan bize ve ona hakkı hak olarak göstermesini, hakka tabi olmakla bizleri nimetlendirmesini ve bizlere batılı da batıl olarak göstermesini, batıldan uzaklaşabilme ile nimetlendirmesini, bize ve ona doğru yolu bulmayı ilham etmesini dileriz.
Şayet kabul buyurursa Allah'a dua ediyoruz, şayet sesimize cevap verecek ise ona sesleniyoruz, bu kişi için Allah'a dua ediyoruz. Çünkü O, rica ve isteklere cevap verendir.
Allah, kerim olan Resulüne insanlardan bir sınıf için şunu indirmiştir:
"Ya Muhammed! Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir."[264]
Bundan dolayı bu sınıftan olan insanı seveceğiz, bizlere katılmasını ve davetimize güvenmesini dileyeceğiz. Bu sınıftan insana karşı sloganımız ise daha önceden Resulullah (a.s.)'in bizlere irşad ettiği; "Ya Rabbi, kavmimi bağışla çünkü onlar bilmiyorlar," duasıdır.
Bu tutum, Şehid îmam Hasan el-Benna'nın bizlere yıllarca önce açıkladığı, bizlerin üzerinde yürüdüğümüz ve bağlı olduğumuz tutumdur. Çünkü bu, İslam'ın bizleri davet ettiği davranıştır. Ayrıca müslüman'ı herhangi bir insanın zatından tiksinmez ve uzaklaşmaz, aksine onun faaliyet veya davranış ve fikirlerin, Allah'ın şeriatına muhalif olması halinde ancak ondan yüz çevirebilir.
Müslümamn tek tasası ise o insanın anlayış ve 'davranışlarının Allah'ın dini ve Allah'ın emri doğrultusunda istikamet bulması için davet etmektir. Ancak bize karşı öfkeli olan ve yanlış anlıyanların arasında, Allah ve Allah'ın dininin düşmanlarının olduğunu çok iyi biliyoruz. Onlar bu dinin muzaffer olmasını ve Allah'ın, yarattığı bu dünyada söz sahibi olmasını istemezler. Bu insanların tutumları bilinmektedir ve onlardan beklenmiyen, şaşılacak bir davranış değildir.
Bizim üzüldüğümüz şey ise bizi yanlış anlayıp hakkımıza girenlerin dinimizin mensupları olmasıdır. Onlar için sabredeceğiz ve Şehid İmam Hasan el-Benna'nın altıncı konferansta bizlere açıkladığı tutumu, program olarak benimsiyeceğiz.
Şöyle söylemişti:
"Çekişmelerinin değişik olmasına rağmen bütün Islami gruplara karşı tutumumuz, sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlık tutumudur. Onları seviyor ve yardımlaşıyoruz. Bakış açılarımız arasındaki farkı ciddi olarak gidermeye çalışıyor, sevgi ve yardımlaşma gölgesinde hakkın galip geleceği şekilde değişik fikirleri bir araya getirip kaynaşıyoruz. Bizleri, birbirimizden fıkhı bir görüş veya mezhep ihtilafları uzaklaştıramaz. Çünkü Allah'ın dini kolaylıktır ve kim bu dinde eksik bulmaya çalışırsa ancak mağlup olacaktır. Allah bizleri muvaffak kıldı ve örnek bir adım attık. Zira kalpleri kazanan, akılların itimat ettiği yumuşak bir üslup içinde hakkı ortaya koyuyoruz. Öyle sanıyoruz isimlerin, lakapların, şekli olan farkların, nazari engellerin kalkacağı, Muhammedi ordunun saflarını bir araya toplayacağı gün gelecektir. O zaman, dini için çalışan kardeş müslümanlardan ve Allah yolunda cihad edenlerden başkası olmıyacaktır.
"Kim Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler."[265]
Görüldüğü gibi İmam el-Benna dini için çalışan kardeş müslümanlar dedi ve Müslüman Kardeşler'den başkası olmıyacak demedi. Bu da İslam kardeşliğinin bütün cemaatleri, aradaki engel ve farklara bakmadan bir araya toplaması demektir.[266]
İslami çalışmaların birliği, dini bir vecibe ve uğrunda harekete geçilmesi gerekli bir zarurettir.
Allah Teala bizleri birliğe davet edip, tefrikadan nehyetmektedir:
"Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sanlın, dağılmayın."
"Şüphesiz mü'minler birbirleriyle kardeştirler."[267]
"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Büyük azap onlaradır."[268]
Ayrıca müslümanların maruz kaldıkları meydan okumalar çok ve elem vericidir. Bütün bunlar için çabaların kenetlenmesini ve bu meydan okumaların önünün kesilmesi için safların birleşmesini gerekli kılmaktadır. Birlik kuvvetin sembolü ve zafere giden yoldur. Tefrika ise zayıflığın sembolü ve hezimete götüren yoldur.
Bundan dolayı, davet sahasında çalışanlar arasında birliğin gerçekleşmesi aziz bir idealdir. Bunu, şuurlu her müslüman temenni eder ve ona düşen görev de bunun gerçekleşmesine iştirak etmesidir. Bunun karşılığında Allah'tan ecir ve sevap alacaktır. Ancak, bu birliğin gerçekleşmesini engelleyen ve birlik yolunda zorluklar çıkarılmasına iştirak eden veya İslam için çalışanlar arasında tefrika oluşturmaya uğraşan kişi, kendini Allah'ın azabı ve kızgınlığına arz etmekte, kendisini şüphe ve töhmet or-.tamına atmakta, dahası bu tavrıyla Allah düşmanlanyle bilerek veya bilmeyerek aynı safa geçmektedir.
Allah'ın izni ve yardımıyla bu bölümde analizci bir araştırma ve bu birliğin gerçekleşmesi için programlı bir davet konusunu, aziz ve celil olan Mevla'dan, davet sahasında çalışanların ve diğer müslümanlann bu dini vecibenin gerçekleşmesi için gönüllerini açmasını diliyerek ele alacağız.
Muhakkak ki, başarı Allah'tandır.
Takdirimce -Yüce Allah daha iyi bilir- araştırmamızın köklü ve derin olması için İslami çalışma sahası etrafında ihtilafların çıktığı sebeb ve şartlan araştırmamız gerekmektedir. Daha sonra bunları değerlendirmemiz ve üzerinde toplanacağımız, etrafında gayretle birleşebileceğimiz yolu, birleşenlerin açık bir delil üzerine birleşmesi ve uzaklaşanların da bilerek uzaklaşması için açıklamalıyız.
İslam için çalışanlar arasında, ihtilafın çıkmasının mümkün olacağı konulardan biri de her cemaat ve topluluğun gerçekleştirmeye uğraştırdığı hedeflerdir.
İhtilafın çıktığı konulardan biri de İslami anlama ve bundan vuku bulan sapma, hata ve çözülmelerdir. Aynı zamanda da ihtilaf, istenilen hedeflerin gerçekleşmesi için takip edilen yol konusunda ve bunun için kullanılacak münasip vesileler hakkında oluşmaktadır. Bunlar çelişki ve ihtilafların çıkmasının mümkün olduğu en önemli konular olup ayrıca şahsı ikinci planda kalan sebebler olabilir.
Bazı yöneticilerde olan liderlik sevdası veya safların birleşmesini, insanların bir araya toplanmasını engelleyen kalp hastalıkları bu sebeblerden biri olabilir. Belki de İslam düşmanları, İslam cemaatları arasında fırkacılık ve birbirini boğazlamayı sağlayacak, İslam bayrağı altında bir takım topluluklar oluşturmuş olabilirler.
Gelin, ara vermeden, özlenen birlik yolunda ciddi bir adım olarak, zikrettiğimiz meselelerin her birinde hakkın gerçek yüzünün belirmesini diliyerek, konuları analiz ederek ve araştırmalar yaparak ele alalım.
Sözümüze İslam için çalışanların gerçekleştirmeye çalıştığı hedefler ve bu hedeflerin belirlenmesi doğrultusunda çeşitli toplulukların düştükleri ihtilaflar meselesini ele alarak başlayalım. Böyle olunca araştırmamız daha geniş ve en küçük ayrıntılara el atmış olur. En gerekli iş ise bu toplulukların oluşması arkasında yatan sebeblerin ortaya çıkması, bunun da, ulaşmak istediğimiz hedeflerin değerlendirilmesi ve önem sırasına göre tertiplenmesine yardım etmesi için toplumun şartlarını ve İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısının iyi bilinmesidir.
Daha önce İslam aleminin uğradığı şartlara, illet, hastalık, zayıflık, dağınıklık ve Allah'ın düşmanları tarafından düzenlenen elem verici hücumlara, Allah düşmanlarının müslümanların topraklarını işgal etmeleri ve İslam devleti, hilafetininin çökmesi için tamamlanmış tuzakların sonucunda oluşan fikir ve eritme savaşına teşhis edici bir özet olarak işaret etmiştik.
Ayrıca şeriatın, yönetimden uzaklaştırılması ve dünyevi prensiplerin ithal edilmesine değinmiştik. Daha sonra da, düşmanların gayelerini, özellikle de onların İslami ve İslam adına çalışanları kandırmak için temenni ettiklerinden daha fazlasını uygulamak için doğuya veya batıya bağımlı diktatörlük yönetimine İslam ülkelerinin çoğunluğunun boyun eğdirilmesine değinmiştik.
Bütün bunlara, müslümanların çeşitli beldelerde uğradığı boğazlanma, sürgün, misyonerlerin çalışmaları ve bazı İslam ülkelerinde genç nesillere, yaratıcıyı tanımamaya yönelik nazariyelerin öğretilmesini de ekliyoruz. En önemlisi de İslam ümmetinin kalbinde Nil'den Fırat'a kadar genişleme hedefleri olan, Mescidi Aksa'yı yıkıp yerine heykel dikme ve daha bir çok fitne ve fesat metotları ve bölgede kaba kuvvetle hakim olma gayretleri olan siyonist devletinin oluşturulmasıdır.
Daha önce zikrettiğimiz gibi, bu ortam ve şu şartlar altında çeşitli gaye ve hedefleri gerçekleştirmek için İslami cemaat ve topluluklar oluştu. Bunların çoğu bölgesel ve cüz'i hedefleri gerçekleştirmek için oluşurken, bazı cemaatler de evrensel ve köklü hedeflerin gerçekleşmesi için oluştu.
Bahsettiğimiz gibi bu küçük hedefler gerekli ve faydalıdır. Fakat biz safların birleşmesini, insanların bir araya toplanmasını ciddiyet ve sadakatle istemekteyiz.
Kendi kendimize soruyor ve diyoruz ki, acaba bazı cemaatlerin amaç edindikleri cüz'i hedeflerin gerçekleşmesi, evrensel platformda müslümanların durumlarının İslahı için yeterli midir? Irz ve namusların sömürülmelerini ve itilip kakılmalarını engeller mi? Karşılaştıkları desise ve savaşları durdurur mu?
Peygamberimiz (a.s.) içinde bulunduğumuz milletlerin düşmanlıkla üstümüze çullandığı bu halimizi, oburların yemek çanağına üşüşmelerine benzetmekte ve kendisine; bunun müslümanlann o zaman azınlıkta olmalarından mı kaynaklandığını sorduklarında ise: "Değil, aksine o gün sizler çok olacaksınız, fakat sel suyunun sürükleyip götürdüğü çör-çöp gibi olacaksınız" demişti. Bu çör-çöplüğün arkasındaki hastalığı da zikretmiş ve bunun, dünya sevgisi ve ölümden korkmak olarak açıkladığı zayıflık ve gevşeklik olduğunu söylemişti.
Gelin hep beraber soralım, ne zaman yabancılar çanağımıza uzanmaktan geri duracaktır? Müslümanların şu küçük hedeflerle uğraşması yeterli midir ve isteğimizi gerçekleştirir mi?
Acaba itikat, ibadet, ilim ve herhangi bir konuya ihtimam gösterme ile yetinmek müslümanların izzetlerine, layık oldukları yere ulaşmalarına, düşmanların savaş ve hilelerini durdurmaya yeterli olabilir mi?
Ya da mutlaka müslümanlara devletlerini ve hilafetlerini geri getirecek, düşmanları men edip geri durdurabilecek kuvvetlerini oluşturacak, vatanlarını koruyacak, Filistin ve Mescid-i Aksa olmak üzere gasb edilmiş toprakları kurtarabilecek mi?
Allah'ın dinini yeryüzünde muzaffer kılacak, Allah'ın bu topraklarında ve Allah'ın yaratıkları arasında İslam için yeni ufuklar açacak eksiksiz bir hedef mi gereklidir.
İşte bu, düşmanların hileleriyle devlet ve hilafetin çöküşünden sonra İslâmi devletin içinde bulunduğu aşamanın yapısının bizlere yüklediği en büyük hedeftir. İşte bu, gerçekleşmesi için İslami davet sahasında çalışan sadakatli herkesin çabalarının kenetlenmesinin gerekli olduğu hedeftir.
Aynı zamanda, bu Şehid İmam Hasan el-Benna'nın 70 yıldan daha fazla bir zaman önce belirttiği ve gerçekleşmesi için Müslüman Kardeşler Cemaatını kurduğu hedeftir. Bu cemaat için üzerine kurulacağı esasları koymuş ve kullanacağı vesileleri belirtmiş, ona Resulullah (a.s.)'ın sire-tinden esinlenerek yolunu çizmiştir. Şu ana kadar da cemaat, Allah'ın yardımı ve başarısıyla bu en büyük hedefin gerçekleşmesi için kendisine çizilmiş yolda yürümektedir.
İhvan -Allah'a hamdolsun- kusursuzluk, günahtan arınmışlığı ilan etmiyor. Kendilerinin dışındakilere tepeden bakmıyor ve diğerlerinden gelen herhangi bir tavsiye veya nasihati reddetmiyor. Aksine üzerinde hemfikir oldukları bu hedef etrafında Allah'ın rızasını gözeten her konuşma ve münakaşayı kabul ediyor. Şayet bazıları bundan daha iyi ve eksiksiz bir hedefi biliyorlarsa bize bu hedefin üstünlüğünü ispat ettiklerinde onların davetine icabet ettiğimizi göreceklerdir. Zira tasavvur edilemez ki, Müslüman Kardeşler gibi bir topluluk davet etsin ve Allah'ın dininin zaferi için çalışsın, en zor felaketlere sabretsin, musibetlere tahammül etsin, kafileler halinde şehidler versin ve de bütün bunlar doğru olmayan, dinin cevherine zıt veya davetin şu anki aşamasının yapısına ters olan bir hedefin gerçekleşmesi için olsun...
Ayrıca îhvan'ın daveti, 70 yıldır uluslararası sahaya yayılmış ve bilinmektedir. Genelde de sadık İslam Cemaatlerinin güvenini kazanmış ve İslam aleminin meseleleri için faydalı İslami çalışma konularında onlarla yardımlaşmakta ve davet, bu büyük hedefin gerçekleşmesi için yeni taraftarlar kazanmaktadır. Bu büyük hedef ise, düşmanların hilelerine ve kurulmasına ihtimal vermeyenlerin şüphelerine rağmen evrensel İslam devletinin ve raşit İslam hilafetinin kurulacağıdır. Biz bunu yakın görmekteyiz.
İhvan, kulluk hedeflerinin gerçekleşmesine uğraşan toplulukları küçümsemiyor, onların kıymetlerini ve yapmaya çalıştıklarının faydasını eksik göstermiyor. Fakat bu küçük hedeflerin gerçekleşmesinin, en büyük hedefin gerçekleşmesi için hazırlanan genel planın bir parçası olmasını istiyor. O en büyük hedef de, yeryüzünde Allah'ın dininin hakim olmasıdır. Bu da yardımlaşma, herkes arasında düzenli iş birliği ve ihtilafların terkedilmesi, topluluklar arasında birbiri üzerinde şüpheler oluşturmama ve tenkiti bırakmayı gerektiriyor. Çünkü düşmandan gördüğümüz savaş ve şüpheler oluşturacak çalışmalar yeterlidir. Aksine düşmanı birlik ve dayanışma içinde karşılamamız ve Şehid İmam Hasan el-Benna'nın dilinden düşmeyen altın kaideye sarılmamız gerekmektedir.
O da: "ittifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı olarak yardımlaşalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görelim. " sözüdür.
Şöyle görmekteyiz, üzerinde hem fikir olmamız ve gerçekleşmesi için gayretlerin kenetlenmesi gereken Öncelikli hedef, ki bunu asrımızda İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısı müslümanlara yüklemektedir, o da başında İslam hilafeti olmak üzere evrensel İslam devletinin kurulmasıdır. Bunun gerçekleşmesinde ise İslam aleminin uğradığı zahmet, hastalık ve illetlerin son bulması ve kurtuluş olup gerçekleşmesi için çalışmadan geri kalmak büyük günah ve müslümanları fitneye uğratmaktır.
Bizim böyle bir hedefin gerçekleşmesine ihtimam gösterip meşgul olmamız, İslamı cemaat ve toplulukların gerçekleştirmek için oluştukları küçük hedefleri ihmal etmemiz anlamına gelmemelidir. Aksine düzenli iş birliği ve yardımlaşma olmalı ve daha önce zikrettiğim gibi küçük hedeflerin gerçekleşmesi, en büyük hedefin gerçekleşmesi için hazırlanan genel planın bir parçası olmalıdır.
Bundan dolayı da Şehid İmam Hasan el-Benna, İhvan'ın davetinin küçük hedefleri en kapsamlı ve eksiksiz bir şekilde, ne çok aşın ne de geri kalmadan, dengeli olarak kapsamasına büyük itina göstermiştir.
İhvan'ın davetinde; itikatın selametine, ibadetin sıhhatine, ahlakın sağlamlığına, düşüncenin kültürlü olmasına, vücudun kuvvetine, davetin ve eğitimin yayılmasına, cihad, siyaset, sosyal ve iktisadi konulara ve de İslam'ın tanıdığı ve kabul ettiği her türlü ıslah sahalarına gerekli ihtimam vardır.[269]
Davet sahasında çalışan İslam toplulukları veya cemaatleri arasında yardımlaşma ve birliğin gerçekleşmesini sağlayacak en doğru yola ulaşmamız için, bu cemaatler arasındaki ihtilaf sebeplerine yönelik analiz ve araştırmamız ile konumuza devam ediyoruz.
Daha önce de zikrettiğimiz gibi, ihtilaf çıkan konuların başında cemaat ve toplulukların gerçekleştirmeye çalıştıkları hedefler gelmektedir. Açıkladığımız gibi ortada bir takım küçük hedefler ve büyük kapsamlı bir hedef vardır. Bu büyük hedef diğer küçük hedefleri kapsayıp önüne geçen evrensel İslam devletinin ve İslam hilafetinin kurulması hedefidir. Diğer bir ifadeyle Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak hedefidir.
Dediğimiz gibi maslahat, çalışanlar arasında yardımlaşma ve iş birliği içinde yaralamadan, şüpheye düşürmeden ve zıtlık olmadan küçük hedefler, kapsamlı genel planın bir tamamlayıcısı olmak durumundadır.
Şimdi, ihtilaf ve çekişmenin başka bir sebebini araştıracağız. O da İslam'ın anlaşılmasıdır.
Esas olan, İslam anlayışımızı peygamberimiz (a.s.)'in getirdiği ve uyguladığı eksiksiz doğru anlayışa dönmemizdir. Özellikle de açıkladığımız gibi üzerinde ittifak etmemiz gereken en büyük hedef, yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Bu da İslam devletinin ve hilafetinin düşmesinden sonraki aşamasının bizlere yüklediği görevdir. İslamı eksik, hatalı, sapık ve karşılık beklenen bir anlayışla dinin hakim olması için gayretler harcanması, can ve malların feda edilmesi tasavvur edilemez.
Bilindiği gibi dinde usul ve furu diye iki kısım vardır. Vacip olan usulü intizam edilmesi, ona karşı tarafsız kalınmaması, mübalağa veya aşırılığa gitmeden uyulması gerekmektedir. Fakat dinin furusunda ise "davamız" kitapçığında Şehid İmam Hasan el-Benna'nın da zikrettiği çeşitli sebeplerden dolayı ihtilafların olması mümkündür.
O, şöyle diyor:
"Biz, dinin furusunda ihtilafların mecburi olması gerekli bir durum ve furulardaki görüşlerde ve mezheplerde çeşitli sebeplerden dolayı birleşmemizin mümkün olmadığını biliyoruz..."
Bu sebeplerden biri, hüküm çıkarmada akılların kuvvetliliği veya zayıflığı, delillerin anlaşılması veya bilinmemesi, manaların derinliğine girilmesi, hakikatlerin birbirlerine bağlanmasıdır. Din ise; ayetler, hadisler ve kesin delillerden "naslardan" ibaret olup akıl ve görüş bunları dil ve din kuralları çerçevesinde açıklar. İnsanların bunlarda farklılıklar arz etmelerinden dolayı da ihtilafın olması kaçınılmazdır.
Mezhep ve görüş ayrılıklarına yol açan sebeplerden biri de: Hadis ve ravilerine güven noktasında, kalben itimat edilmesinde ihtilaf olmasıdır. Görüyoruz ki, şu ravi, şu mezhep imamı için güvenilirdir. Ona itimat eden, ondan gönül rahatlığıyla rivayet alır. Oysa aynı ravinin bir diğer imanın yanında, bildiği herhangi bir şeyden dolayı mecruh yani şüpheli olduğu görülebilir.
Bir diğer sebeb de hüküm çıkarılan delillerin delaletlerinin değerlendirilmesinde ihtilaf olmasıdır. Örnek olarak ahad haber dediğimiz ravisi çok az olan hadislerle insanların amel etmesi bir diğer kişinin ise bununla amel edilmesine aynı tutumu göstermemesidir. Ve bunun gibi konulardır.
Daha sonra Allah ondan razı olsun Şehid İmam şöyle diyor:
"Bütün bu sebepler dinin konusunda bir görüş etrafında toplanmanın gerçekleşmeyecek bir istek olduğu kanısına bizleri vardırmıştır. Bu, dinin yapısına da ters düşmektedir. Allah bu din için baki ve devamlı olmasını, asırlar geçirmesini, zamanlar geçirmesini ister.
Bundan dolayı da esnektir. Onda donukluk ve aşırı siliklik yoktur. Böyle düşünüyor ve bunun için de bazı fer'i konularda bizlere ters düşenleri mazur görüyoruz. Bu ihtilafın hiç bir zaman kalplerin bir birine bağlanmasını, karşılıklı sevgi alışverini ve iyilik için yardımlaşmayı engellememesi gerektiğine inanıyoruz.
Zengin İslam manasının en geniş hududları ve içeriğiyle bizleri ve onları kaplamalı ve sarmalıdır. Biz ve onlar müslümanlar değil miyiz, gönüllerimize güven verecek bir hükme uymayı arzulamıyor muyuz?
Kendi nefislerimiz için istediğimizi kardeşlerimiz için de istiyor değil miyiz? Niçin onların görüşlerinin bizde değerlendirildiği gibi bizim görüş-lerimiz de onlar tarafından bakılmaya, değrelendirilmeye layık görülmüyor? Niçin sevgi dolu ve sakin bir ortamda karşılıklı anlaşamıyoruz."
Allah ondan razı olsun, yine şöyle diyor:
"Eğer ihtilaffer'i konuların en meşhur ve açık olanlarından birinde olmuş ise -mesela bir gün içinde beş defa okunan ezan gibi ki bu konuda bir çok nas ve hadis varid olmuştur,- görüş ve hüküm çıkarmaya mecbur olduğumuz diğer meselelerin incelikleri hakkında ne diyebiliriz?
Önemli bir diğer konu da: İnsanlar bir konuda ihtilafa düştüklerinde halifeye gidiyorlardı ve o, aralarını buluyor, verdiği hüküm ile ihtilafı yok ediyordu. Ancak şu an islam'ın halifesi nerede? Eğer durum böyle ise müslümanlarca en iyi tutum, önce kendilerine bir kadı aramaları, daha sonra meseleyi ona açmalarıdır. Şüphesiz ihtilaflarının bir mesnedi yoksa sonuçta daha başka bir ihtilafa yol açmaktan başka birşey olmayacaktır.
İhvan-ı Müslimin bütün bu hassas konuları biliyor. Onlar muhaliflerine karşı gönlü en açık insanlar olup her topluluğun bir ilme sahip olduğunu, her davette hakkın ve batılın bulunabileceğini kabul ederler. Onlar hakkı araştırırlar ve ona tabi olurlar. Yumuşaklık ve güzellikle düşmanlarının görüşlerini ikna etmeye çalışırlar. Eğer ikna olmazlarsa din kardeşidirler. Allah'tan bizlere ve onlara hidayet dileriz.
Bu, İhvan-ı Müslimun Cemaati'ne Allah'ın dinindeki fer'i konularda muhaliflerine karşı programıdır.
Bunu, İhvan'ın, ihtilafı caiz gördükleri ama belli bir görüş için taassup gösterilmesini hoş görmediklerini, hakka ulaşmaya çalıştıklarını, insanları buna en güzel sevgi vesileleriyle taşımaya çalıştıkları şeklinde toparlayabiliriz."
Bu, Şehid İmam'ın dinin ayrıntıları üzerine çıkan ihtilaf meselesi hakkındaki açıklamasıdır. Gayretlerin birleşmesi ve yardımlaşma yolunda bilinen sözü ise şu idi:
"İttifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı olarak yardımla-şalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görelim."
Duyduğumuz şaşırtıcı şey, İhvan'a hücum eden ve sebepsiz onlar hakkında şüpheler oluşturanlardan birinin anlayışıydı. Bu ifadenin makyevelizme ait olduğu ve amacın gerçekleşmesi için her vesileyi makbul saydığını ifade ettiğini söylüyordu. -Allah bizi ve onu affetsin- Bu sözden ihtilafa düştüğümüz değil, ihtilaf ettiğimiz manasını çıkarmış. Bu iki anlayış arasında çok fark vardır.
Şehid İmam Hasan el-Benna fer'i konularda kardeşlerin bir görüş etrafında toplanmamalarına aksi takdirde bizleri muayyen bir fırka, taife veya mezhebe sürükleyeceğinden büyük itina göstermiştir. Kim bize muvafakat ederse bizlerle birleşir, kim de ihtilaf ederse bizden uzaklaşır. Fakat cemaatimiz, İslam'ın fer'i meselelerde çeşitli görüş farklılıklarından doğan ihtilafları içermesi gibi geniş kapsamlı olmalıdır. Bu görüşün bir usul kaidesiyle çakışmadığı ve sahibini İslam'dan çıkarmadığı müddetçe geçerlidir. Eğer bir tavsiyede bulunacaksak mümkün oldukça en kuvvetli delile dayanan ve en geçerli görüşü almalıyız.
İslami davet sahasında çalışanların fikir birliğinin öneminden dolayı Şehid İmam bunu, biat edilecek on esastan ilki saymış ve onun için de bu anlayışı hata ve sapmadan koruyacak bir çerçeve gibi saran yirmi madde halinde bir usul tespit etmiştir.
Geçen günler, İslam adına çalışanların fikir birliği için bir temel olarak bu yirmi maddelik usulün haklılığnı ispatlamıştır. Bununla beraber İmam el-Benna için günahsızlık, kusursuzluk iddia etmiyoruz. Kim bu esaslardan herhangi birinde İslam'a açıkça bir zıtlık bulursa yaralamadan ve taassubsuz olarak açık delillerle bunu bizimle tartışsın.
İmam el-Benna'nın gösterdiği hikmetten, cemaat saflarında gayretleri dağıtan çeşitli fikir ekolları oluşmaksızın bütün İhvan mensuplarının bu anlayış ve tabiat üzere anlayış birliği içinde olması için anlayışı biatin esaslarından biri haline getirmesidir.
Çünkü her insan anlayış olarak neye kani olmuşsa onunla amel ediyor. Dolayısıyla biata vefa edilmesi de bu anlayışa bağımlı olmayı gerektiriyor. Her kardeşimiz de bu anlayışta herhangi bir değişiklik olmadan Allah'la olan biatine vefadan dolayı emin bir bekçidir.
Tekfir fikri hapishanelerde ortaya çıktığında Üstad Hasan el-Hudey-bi'nin -Allah rahmet etsin- bu fikre kucak açmada İsrarlı olanları cemaatten ayırması, bu hareket noktasından olmuş ve de "Kadı değil davetçi" isimli bilinen araştırmasının bir çok kimsenin de bu fikirden vazgeçmesine büyük etkisi olmuştur.
Görülen o ki, bazı İslami topluluk ve cemaatler çalışmalarını İslam'ın sadece bir sahasında yoğunlaştırmışlardır. Onun anlaşılmasında derinleşmişler belki de bunda aşırılık ve şiddet derecelerine ulaşmışlardır. Oysa aynı zamanda diğer sahalara önem vermeleri gerekirdi.
İslam ve müslümanlar için hayrın gerçekleşmesinde, bu dinin yeryüzünde hakim olmasında, müslümanların gerçek yerlerini, izzetlerini ve yöneticiliklerini geri almalarında ciddi ve sadık olarak çalıştığımız müddetçe hepimizin İslam için en doğru ve kapsamlı olan bu anlayışa eksiksiz, dengeli, karşılıksız ve aşırı gitmeden tabi olmamıza hiç bir şey engel olamaz.
İslam düşmanlarını ve yardımcılarının görüntüsünü bozmaya çalıştığı ve böylece zamanımıza uyumsuzluğunu iddia etmeye çalışmalarından sonra bu görüş etrafında insanları toplamayı ve onu tanıtmayı en güzel şekilde gerçekleştirmeye çalışırız.
Daha önce açıkladığımız büyük hedefin gerçekleşmesini sağlayacak eksiksiz bir yardımlaşmanın tamamlanması için doğru ve ihlaslı kişileri feri konulardaki anlayıştan doğan ihtilafları bir kenara bırakmaya davet ediyoruz.
Büyük hedefimiz ise evrensel İslam devletinin kurulması ve Allah'ın dininin yeryüzünde hakim olmasıdır.
Başarı ve yardım ancak Allah'tandır.[270]
Daha önce söylemiştik, her cemaat ve topluluğun gerçekleşmeye çalıştığı hedef veya gayelerin farklılığı ve çelişmesi, bir ülke içinde bu kadar çok cemaatlerin oluşmasına sebeb olabilir.
Cemaatlerin çokluğuna yol açabilecek diğer bir sebebe daha değinmiştik. O da İslamı anlamada doğan özellikle de fer-i konuladaki ihtilaflar idi. Bu iki durum da bir araya toplanmamıza ve gayretlerin birleşmesine giden yolu tıkamakta olduğuna değinmiştik. İslam'ın emrettiği ve davetin içinde bulunduğu bu aşamanın bizlere yüklediği büyük ve eksiksiz hedef etrafında toplanmak olduğunu ve bu hedefin de başta İslam hilafeti olmak üzere İslam devleti kurulması olduğunu zikretmiştik. Ayrıca İslam için en doğru, eksiksiz, en sağlam anlayış üzerinde toplanmanın zaruretine ve de "ittifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı yardımlaşalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görelim" ilkesine bağlı olmamızın gerektiğine, İslaimi davet için çalışanlar arasında eleştiri veya ihtilafın olmasına, İslam düşmanlarının meydan okumalarına, safların ve gayretlerin birleşmesiyle karşı koyulması, zaruretine de değinmiştik.
Şimdi burada davet sahasında çalışanlar arasında en büyük hedef ve en doğru, en sıhhatli görüş etrafında toplandıktan sonra ihtilafa yol açacak sebeblerden bir başkasına işaret etmek istiyoruz. O'da İslam devletinin kurulması olan şu kapsamlı hedefin gerçekleşmesi için takip edilen çalışma metodu ve programıdır.
Bu konuda bazılarımız fert için bedensel, ruhsal ve kültürel eğitim metodlarına ağırlık vermiş, bunun için bu büyük yapının üzerine kurulacağı katı prensipler hazırlanmasına çalıştığını ve bu prensibin toplum yapısını oluşturma aşamasında en zor ve en önemli şey oluduğunu kabul ettiklerini görmekteyiz.
Bu arada bazıları da siyaset metotlarını, eğitim metotlarından daha önemli kabul etmiş, nasıl'a değil ne kadar 'a ihtimam gösterip mümkün olduğu kadar çok insanı, eğitimlerine ve hazırlanmalarına dikkat etmeksizin kazanmaya itina gösteriyorlar. Belki de onlar bunu yönetime ulaşılabilecek en hızlı yol olarak görmekteler. Bu görüş sahipleri yönetime ulaştıktan sonra eğitimi daha büyük imkanlarla gerçekleştirmenin mümkün olabileceğini de söylüyorlar.
Bu arada, değişim için askeri darbeler veya buna benzer inkilaplar gibi kuvvet kullanma metodlannı kabul edenler vardır. Onlar bu metodu değişim için diğerlerinden daha etkili bir metod olarak görmektedirler.
Aynı zamanda fesat ve ihtilafın ana sebebinin, tevhid akidesine karşı olan hata ve şüphelerin olduğunu ve bunların bir çok müslümanı İslam'ın temelini teşkil eden bu asıldan uzaklaştırmış olduğunu düşünenler de vardır. Onlara göre itikat meselelerine aşırı itina göstermek gerekmekte ve meşgul olunması gereken en önemli konu olduğuna inanmaktadırlar. Bu fikirde olanlar çok nadir olarak bu anlayışın dışına çıkarlar.
Şüphesiz büyük hedefin gerçekleşmesi için çalışma programı etrafında cemaatler arasında oluşan ihtalaflar; gençleri fikir ayrılığına düşürmektedir. Bunun sonucunda hizipçilik, sürtüşme, şüphe, kalp kırma ve belki de çeşitli cemaatler arasında çatışma veya en azından gayretlerin dağılması ve bütünleşmemesi için Şeytan'a fırsat tanımaktadır.
İslam; bu cemaat ve toplulukların yöneticilerine, arkalarında toplanan insanların ve onların eneji ve vakitlerinin ve çalışma sahasında İslam adına sarfettikleri her şeyin, İslam ve İslam'ın geleceği için hayrı gerçekleştrmede en doğru yol üzerinde olması için Allah katındaki mesuliyetlerini hissetmelerini farz kılmaktadır.
Enerji ve ruhların feda edileceği yolun seçilmesi çok önemli ve tehlikeli bir meseledir. Mensuplarını, enerjilerini ve ruhlarını hata, sapıklık veya İslam'a ve İslami çalışmaya zarar veren yola veya haksız yere adam Öldürme gibi bir günahı içeren böyle şeyleri körü körüne teşvik eden herhangi bir cemaat veya topluluğun sorumlu ya da liderinin Allah katındaki mesuliyeti şüphesiz çok büyüktür.
Hedefin gerçekleşmesi için kullanılan yol ve çalışma metodu, çoğu zaman birbiri ile çelişen, birbirini bozan çeşitli görüş açılarına ve içtihada yol açabilir. En iyisi, bu kişiler arasında, içinde bulunduğumuz aşamanın yapısının bizlere yüklediği hedefin gerçekleşmesini sağlayacak en tercih edilen ve örnek yolda ittifakın tamamlanması için araştırıcı sakin bir münakaşanın olmasıdır. Üzerinde bu münakaşanın yapılacağı temel, Allah rızasına ve nefislerin heva ve hevesten arındırılmasına yönelik ihlas olmalıdır.
Bu konuya ayrıntılı olarak değindiğimizde, akıl ve mantık, bizleri Resulullah (a.s.)'ın ve ashabının ilk îslam devletini kurmak için takip ettiği yol ile tanışmamız gereğine çekmektedir. Bundan sonra üzerimize düşen görev, en ince ayrıntılarına kadar ondan kesinlikle sapmamaktır. Çünkü aramızda Resulullah (a.s.)'ın yolundan başka bir yol seçecek, O (a.s.)'ndan daha bilgili ve fıkhı daha iyi bilen biri yoktur.
İslami davetin ve Allah için çalışan davetçilerin bugün yaşadıkları şartlar ile ilk davet döneminde yaşanmış şartlar arasında bazı benzerliklerin olduğunu açıklamamız faydalı olacaktır. Bu benzerlik, şeriatın yok iken tamamlanması açısından değil, olamaz da. Allah'a hamdolsun İslam kemale ermiştir fakat bu benzerlik davetin hareketi ve insanların davete yakınlık ve uzaklığı açısından şüphesiz İslam başladığı gibi garip olacaktır. Bundan dolayı da İslami eksiksiz ve en doğru anlayışla anlayanları ve İslam'ın emrettiği çalışma zorluklarına katlananların bu büyük çoğunluğun küçük bir azınlığı olduğunu görürüz.
Aynı zamanda onların İslam düşmanlarından ve müslüman isimleriyle tanınan uşaklarından eziyet, zulüm ve baskıya maruz kaldıklarını görmekteyiz. Doğuda veya batıda İslam düşmanları, her türlü hile ve savaş çeşitleriyle İslam ve müslümanlara tuzaklar kurmaktalar. Oysa müslümanları, İslam düşmanlarından gördükleri bu çetin savaştan koruyacak ne bir devletleri, ne de bir koruyucuları vardır.
Bu benzerlikler Resulullah (a.s.) ve ashabının Allah'ın dinini hakim kılmak, devletini kurmak ve tebliğ için çalıştığı yolu takip etmemizi gerektirmektedir.
Resulullah (a.s.)'ın siretine dönersek, Hz. Peygamber'in itina gösterdiği ilk şeyin tevhid akidesinin şirk pisliğinden temizlenmesi olduğunu görürüz. Çünkü bu iş müslüman ferdin şahsiyetinin yapısının temelidir. Bundan sonra yapının geri kalanı, aile, sonra toplum, daha sonra da hükümet ve en son olarak devlet aşamaları gelecektir. Resulullah (a.s.) eğitimde itikat erlerinin ve davet askerlerinin hazırlanmasına özen göstermiş ve bu esnada Kur'an ayetleri, Allah'a ve ahiret gününe iman ve tevhid akidesinin saflaşması meselelerine itina göstermiştir. Daha sonra da yönlendirme, cahiliyet döneminin adetlerinden temizlenmesi ve faziletli İslam ahlakiyle süslenmesi, güzelleşmesi dönemine özen göstermiştir.
Sabır için tavsiyeler, hakkın gözetilmesiyle ve hak ile batıl arasındaki savaş için gönüllerin hazırlanmasıyla beraber idi bütün bunlar. İki akabe bey'atında da peygamberimizin, hazır olanlardan Medine'ye gelmesi halinde kendisini koruyacaklarına dair söz almak istediğinde bunlar açık olarak ortaya çıkmıştır.
Müslümanların bu dönemde eziyet, işkence ve öldürülmeye maruz kaldığını görüyoruz. Fakat Resulullah (a.s.) onlara sabrı tavsiye ediyor, onları zafer ve Cennetle müjdeliyordu. Asla bu eziyete kuvvetle karşılık vermelerini istemiyordu. Mesela onlara Ebu Cehil'i öldürmelerini veya münkerin izale edilmesi gerekçesiyle tapılan putların yıkılmasını emretmedi. Çünkü eğer böyle bir şey olacak olursa müşrikler galeyana gelecek, bu kızgınlıkları İslami davetin ve fertlerinin Önlerini kesebilecekti. Çünkü davet henüz zayıf ve belli sayıdaydı ve böyle mahdud hareketlerle ne münker ne de şirk sona ermiyecekti.
Bu dönemde Resulullah (a.s.)'ın programı, üzerine yapının kurulacağı kuvvetli cevherlerin hazırlanması şeklindeydi. Onları Kur'an sofrasında ve Erkam'ın evinde kendi okulunda terbiye edip eğitti. Aynı zamanda kendisi de bu ağır emaneti taşımasına yardım edecek olan takvaya sahip olabilmesi için Allah'ın gece ibadetleriyle yönlendirmesine maruz kalıyordu.
"Ey örtüsüne bürünen Muhammedi Gecenin yarısında istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz."[271]
İşte bu, davet için çalışmanın güçlüklerini, yolun zorluklarını karşılamak, Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabının Allah'ın davetini ve tebliğini her türlü baskı ve eziyete rağmen insanlara yaymaya devam etmesi için gerekli olan hazırlıktır. İşte efendimiz Mus'ab bin Ümeyr Medine'ye gidiyor ve Medine'nin evlerinin çoğunluğu ferdi davet metoduyla İslam'a girinceye kadar hiç bir gayretini esirgemiyor.
Müslümanların Medine'ye hicret etmelerinden sonra Resulullah (a.s.) ve Allah ondan razı olsun Hz. Ebu Bekir (r.a.) hicret ettiler.
Peygamberimizin ilk özen gösterdiği şey, değerli insanlar yetiştirmek ve kuvvetli bir İslam temeli oluşturmak için ana müessese sayılan cami inşa etmek olmuştur.
Bundan sonra ilk esaslı adım gelmiştir. O da Allah için itikat ve kardeşliğin birbirine bağlanmasıdır. Bunun en belirgin örneği muhacirler ile ensar arasında kardeşliğin kurulmasıdır.
Kur'anı Kerim bu kardeşliği Allah Teala'nın buyruğunca şöyle kaydetmiştir:
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içide bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsin temahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir."[272]
Ayrıca Resulullah (a.s.) Allah'ın:
"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın"[273] emrine icabet olarak eğitim alıştırmalarına, okçuluk, yüzme ve ata binmeye teşvik ediyordu. Daha sonra Yüce Allah (c.c.) Bedir'de müslümaların kuvvetli taraf olmalarını, asıl niyetlerinin saldırganlık değil caydırıcılık olmasına rağmen savaşın olmasını istedi ve müslümanlar için birbirine bağlı, karşılıklı sevgi duyulan kuvvetli bir iman temeli oluştuktan sonra cihad bayrağı açıldı. Bunun üzerine Allah'ın zaferi de iniyordu.
Allah Teala'nın bu konuda buyruğu şöyle nazil oldu:
"Haksızlığa uğratılarak kendilerne savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir."[274]
Bu özet sunuşla, ilk İslam devletinin kurulması için gerekli değişikliğin oluşmasını sağlayan esasların, iman ve itikat kuvveti, sonra birlik ve kardeşlik kuvveti, daha sonra da bilek (fizik) ve silah kuvveti olduğunu ve bu tertip üzere seyrettiğini anlıyoruz.
Şüphesiz bu üç kuvvetin gerçekleşmesinde veya herhangi birinde eksiklik ya da geri kalma, kurulacak binanın dayanıklılığına, kuvvetine ve istikrarına olumsuz etki yapar.
İtikat ve iman kuvveti sağlam bir temel olup üzerine binanın kurulacağı cevherde gerçekleşmesi gereken itici bir kuvvettir.
Birlik ve kardeşliğin kuvveti ise düşmanın sızabileceği bir delik ve çatlak bulamayacağı, birbirini sıkıştırıp destekleyen tuğlalardan örülmüş bir duvar gibi olmaları için fertleri birbirine bağlayan kuvvettir.
Bu nedenle cihada çıktıklarında Allah Taala'anın şu haberine muhatab olurlar:
"Doğrusu Allah, kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi sıra halinde savaşanları sever."[275]
Aynı zamanda, bu kuvvetlerin dizilişinde ve bu tertip üzere gerçekleştirilmesindeki herhangi bir aksaklık, sonuçları şüpheli kılar ve binanın oluşmasına itimatsızlık doğurur. Şayet bina kurulsa bile dayanıklılığına ve istikrarına güvenilemez.
Ayrıca karşılıklı kardeşlik ve sevgiden, bu sevgi, bu kardeşlik ve heyecana yol açan sadık bir iman oluşmadan da hedefler tam olarak gerçekleşemez.
Müslümanlar arasında birlik ve kardeşlik gerçekleşmeden önce bilek (fizik) ve silah kuvvetinin kullanılması, bu silahla birbirlerini dahi vurabilecek şekilde aralarında ihtilafa yol açabilecektir. Bu da yok olmalarına ve kaybolmalarına sebeb olabilir. Eğer itikat ve iman kuvveti gerçekleşmezse, durum semavi sadık bir itikat değil, bünyevi bir prensip için çalışan herhangi bir cemaatin temsil edilmesi gibi olur. Böyle bir cemaatten bir hayır beklenemez.
Resulullah (a.s.)'ın takip ettiği, Allah'ın hikmeti ve yardımıyle hedefin gerçekleşmesine ve İslam devletinin kurulmasına ulaştığı yolun selametini bu şekilde görmekteyiz. Bu, tam bir dikkat ve ondan sapmaksızın uymamız gereken yoldur.[276]
Resulullah (a.s.)'ın ilk İslam devletinin kuruluşunda takip ettiği ilkeler vardı. İslamı sağlam bir temel oluşturulmasını ilke edindiği programında şu üç esas bulunuyordu:
İtikat ve iman kuvveti, kardeşlik ve birlik kuvveti, bilek (fizik) ve silah kuvvetini oluşturmaktı.
İş O (a.s.)'nun ilk müslümanları bu üçlü kuvvet üzere terbiye edip eğittiğini ve O'nun okulundan, Allah'a vaad ettiklerine sadık kalan insanların mezun olduğunu, bu insanların omuzlarında ilk İslam devletinin kurulduğunu, Arap yarımadasının put ve şirkten onların sayesinde temizlendiğini, İran'ın fethedildiğini, yahudilerin sürüldüğünü, karanlığın dağılıp nurun her yanı sardığını görüyoruz.
Şimdi bazı cemaatlerin ideal ve örnek metot olduğu için tercih ettiği bazı metod ve programlarını tartışmaya açmak istiyoruz.[277]
Siyaset sahasında çalışmayı, eğitim sahasında çalışmaya tercih edenler; sayıya ve ne kadar kelimesine; seviye ve kaliteye gösterdikleri itinadan daha çok özen gösteriyorlar. Temelin genişliği onları dayanıklılığından ve kuvvetinden daha çok hoşnut etmekte ve ilgilendirmektedir. Böyle bir metod görünüşte bir kazanç elde edebilir, belki de yönetime daha kısa bir zaman içinde ulaşabilir. Fakat bu yöntemin tehlikeleri vardır. Temel gevşek olur ve sağlam olmaz ise devleti yönetenler bu işin ehli olmayacaklardır.
Çünkü gerekli hazırlık ve eğitimden yeterli nasiplerini almamışlardır. Böylece çökmeye ve İslam düşmanları ve uşaklarının baskılan sonucunda dayanıksızlığa maruz kalırlar. Bu tür cemaat yöneticileri eğer bir resmi kurumda görevlendirilmişlerse, bazen tabiat olarak değişmelerinden veya zayıflıklarından uygulamada kötü örnek olurlar. Onlar yönetici koltuğunda hazırlıksız ve eğitimsizliklerinden dolayı düşmanlar tarafından bulundurulurlar.
Oysa yönetim emaneti ağırdır, üstesinden de sadece bu işi kendine sindirip fesattan arınıp, yönetim koltuğunun kendisini bozarak zulme düşüremeyecek karekterde olanlar yapabilirler. Batıl kuvvet önünde zayıf düşmeyecek ve İslam'ın emrettiği herhangi bir tutumdan taviz vermeyecek bir şekilde kuvvetli hazırlık yapmış olanlar bu görevlere gelebilir.
Toplum binasının inşası, ilk taşından itibaren fazla vakit alsa da sağlam olarak kurulması kısa bir zamanda zayıf olarak yükselmesinden daha hayırlıdır. Aksi taktirde çözülecek, dayanamıyacak ve çökecektir.
Siyaset sahasını, eğitim sahasına tercih eden bu programın olumsuzluklarından biri de, halk eğer İslami bir topluma hazır hale getirilmemişse, uygulamada karşılaşılacak sorunlardır. Bunun gibi zayıf bir temelin, dünyevi prensip sahibi partilerden herhangi bir partinin reklamıyla etkilenmesi ya da para veya başka bir yöntemle kendilerine çekmesi mümkündür. Oysa İslami akım, bunu yapamaz.
Herhangi bir topluluğun kuvvetinin Ölçüsü, genel seçimlerde oylarını ona verenlerin sayısıyle ölçülemez. Kendini ona feda etmeye hazır olanların, zor şartlarda ve düşmanlara karşı koymada onunla beraber olanların sayıları ile ölçülür. Bu tür insanlar hareketi kuvvetlendirir ve apmasından korur.
Bütün bunlar, eğitim meselesine ihtimam gösterip siyasi sahayı ihmal edenlerin, onu diğer prensip sahiplerine bütün genişliğiyle terk ettikleri manasına gelmez. Onlar bu konuyu da dikkatli adımlarla ve bir yapının temelini oluşturan eğitimi engellemiyecek şekilde bir denge içinde ele alıyorlar.
Eğitim meselesine büyük önem verenlerin bütün toplumun genelini kuvvetli şahsiyetlere çevireceğini çok az insan anlayabiliyor. Çünkü bu çok zor, zamanı kolay kolay tamamlanmayacak kadar uzayan bir iştir.
Ancak üstünde istikrarlı olarak binanın yükseleceği sağlam bir temel gibi üzerine toplum yapısının kurulacağı bir inşaattaki beton temel ve beton direkler gibi şahsiyetlerden hazırlanması gerekmektedir. Toplumun geneli ise bu direkler arasındaki boşlukları dolduran tuğlalar konumundadır.[278]
Bundan sonra, değişiklik meselesinde eğitime, diğer bir ifadeyle üstünde istikrarlı ve dayanıklı olacak bir yapının kurulacağı sağlam bir temelin hazırlanmasına ihtimam göstermeksizin kuvvet kulanılması metodunu savunanların metodu üzerindeki düşüncelerimizi açıklamağa geçiyoruz:
Yaşadığımız tecrübe, bir binanan inşasına en üstten başlanılmıyaca-ğını gösteriyor. Üzerine toplum yapısının kurulacağı temel oluşturulmaksızın değişikliğin askeri inkilaplar yoluyla ve kuvvet ile tamamlanması buna örnektir.
Binanın en alttan yani temelden başlayıp sonra kademe kademe yükselmesi gerekmektedir. Bundan dolayı da yönetim olarak Allah'ın şeriatinin uygunluğuna herkesin inandığı, bunda ısrar ettiği ve bunu istiyenlerle beraber olduğu ve bunun dışındaki kanunları kabul etmeyecek bir şekilde müslüman fert, müslüman aile ve müslüman toplumdan oluşan bir temel gerekmektedir.
Ayrıca temel oluşturulmadan askeri inkilaplar yoluyla tamamlanan değişimlerin başka bir kuvvet tarafından daha önceden yeterli hazırlık yapılmamış olunacağından karşıt bir inkilaba maruz kalması ve de toplum temelinde bu yeni inkilabın çoğunluk tarafından kabul görmesi de mümkündür.
Daha önce açıkladığımız gibi iman ve itikat kuvveti, sonra da birlik ve kardeşlik kuvveti gerçekleşmeden bilek ve silah kuvvetinin kullanılması, kuvvetli bir birlik ve sağlam bir iman oluşmadığından silahlarını aralarında vuku bulacak herhangi bir ihtilaf yüzünden birbirlerine çevirebilirler. Bu konuda bir takım örneklere de değinmiştik.
Oysa iman etmek, namusların çiğnenmesi ve kan dökülmesi gibi şeriatın kabul etmediği konularda silah kuvvetinin kullanılmasını engeller. Birlik kuvveti de, topluluk fertleri arasında silahın birbirlerine kullanılmasını engeller
Davet yolunda çalışan bizler, gençlerin cihad için duygu ve heyecan olarak hazır olduklarını, Allah yolunda gayret harcama ve canlarını fede etmeye aday olduklarını, şehidliğe olan arzularını inkar etmiyoruz. Bu heyecanı durdurmak veya gençlerin gönlünde bu heyecanı öldürmek isteyenlerden de değiliz. Aksine biz bu heyecanın kontrol edilebilecek düzenli ve basiretli bir heyecan olmasını istiyor, sorumsuz, fayda vermeyip zarar veren, yıkıcı çalışmalara alet olan ahmakça bir heyecan olmasını istemiyoruz.
Biz, İslami davet sahasında çalışanlardan çalışma metodunda bize ne kadar ters düşerse düşsün, bazen de bize karşı kötü davranışlarda bulunan herhangi birinin niyetini töhmet altına da kalmak istemiyoruz. Biz, zaman olarak uzun ve derinlemesine araştırıcı bir bakışı tavsiye ediyor, yüzeysel, vakitli veya belli bir zamanı içeren bakışa karşı uyarıyoruz. Çünkü dava çok büyüktür.
Kendine özgü bir çok uzantıları ve ileriye yönelik tesirleri vardır. Onda ileri atılmak, ileri gitmek veya karşı tepki göstermek doğru olmaz. Onda zayıflık gösterip boyun eğmek, gecikmek ve geri kalmak da doğru değildir.
Biz gençlerin ruhlarının ve enerjilerinin ilerleme ve sağlam bir binayı gerçekleştiren etkili ve doğru yol dışında heder olmasını istemiyoruz.
Gençlerin bazıları çoğu zaman hata ediyorlar ve davet yolunda onları geçmiş, yaşça onların önünde bulunan kimselere, yaşadıkları şiddetli zorluklar ve yaşlarının ilerlemesinden sıhhatlerinin zayıflaması ve daha başka aslı olmayan hatalı düşüncelerden dolayı bitkinlik ve zayıflık geldiğini ve cihadı ihmal edip unuttuklarını sanıyorlar.
Eğer bizim neslimizden bir çok kişide, gençlerin çoğunda olmayan şahadet arzusunu ve heyecanını gördüğümüzü söyleyecek olursak sanırız aşırı gitmiş olmayız. Fakat bizim bu heyecanımızı ve arzumuzu hikmet, davet yolunda kazandığımız tecrübe ve Resulullah (a.s.)'ın siretinden ve O'nun davetteki hareket üslûbundun istifade ettiğimiz bilgimiz, kontrol etmektedir.
Ayrıca davet erinin yaşı, senelerin adediyle ölçülmez. Aksine ruhu ve kalbiyle ölçülür. Şüphesiz onun saçı-başı ağarmış fakat kalbi ihtiyarlamamış bir gençtir.
Bunu Allah rahmet etsin Essafi en-Necefı'nin şiirinden şu iki beyit ifade ediyor:
"Yaşım ruhumla, yaşadığım senelerin adediyle değil.
Şüphesiz yarın doksanla alay ederim.
Ömrüm yetmişe hızla koşuyor.
Ve ruhum ise yirmi yaşa çakılmış kalmış."
Belki de şahsen ben, birinci beyitin ikinci satın hariç, bu iki beyiti temsil ediyorum.
Hikmetin, kuvvetle itidal, denge ve devamlılık içinde birleşmesi için yaşlıların hikmetinin, gençlerin heyecan ve arzularıyla kenetlenmesini istiyoruz.
Biz sıçrama veya kısa vadeli fevriliklerle yükselen, sonra da sönen hareketlerin hayrına inanmıyoruz.
Tecrübeler bize, şiddetli heyecan ve arzunun çoğu zaman sahibinin imanının kuvvetine delalet etmediğini öğretmiştir. Çoğu zaman devamlılığının kısa olduğuna işaret ediyor. Onlar bu heyecan ve arzusuyle yolu kısaltacaklarını ve sonra rahat edeceklerini sanıyorlar. Bu ise peşinde koştuğumuz misyonumuzun yapısıyla çelişmektedir. Daha uzun vakite, dayanıklı bir ruha, sabra, tahammüle, ihtimallere ve sebata, gayret ve fedakarlıkların gösterilmesine ihtiyaç vardır.
Toplum yapısındaki değişikliğin kuvvetle olmasını hedefleyen görüş sahipleri, askeri inkilaplar tamamlanırken inkilaplar yönetimde senelerce kalıyor ve bu arada prensiplerini toplumlarına uyguladıklarını ve kabul ettirmeye çalıştıklarını görüyoruz. O halde biz niçin onlar gibi olmuyoruz diyorlar.
Cevap olarak diyoruz ki, eğer bakışınızı derinleştirirseniz, bu inkilapların hepsi olmasa da çoğunluğunun, batıdan veya doğudan yabancı güçlerin rolünü yerine getirmek için onlar tarafından desteklendiğini görürsünüz.
Biz, davet sahasında çalışanların dayandığı kuvvetin, kuvvetleri veren Allah'ın kuvveti olduğuna inanıyoruz. Fakat Allah bize en doğru metodlara sarılmamızı emrediyor. Bu da her şeyden önce Resulullah (a.s.)'ın daha önceden yaptığı gibi binanın kurulacağı kuvvetli İslami bir temelin hazırlanmasıdır.
İş sahalarından herhangi birinde çalışanlar, mesela tıp veya ziraat ya da sanayi dalında çalışanların hiç birisi sıfırdan başlamıyor. Aksine onlardan öncekilerin tecrübe ve maharetlerinden istifade ediyor ve çalışmalarını bunun üzerine inşa ediyor, sabıklarının tecrübe ve çalışmalarının kıymetini biliyorlar. İslami davet sahasının çalışma alanlarından geçmiş tecrübelerden istifade edilmesi ise bunu daha da gerekli kılıyor.
Buna, İslam'ın davet ettiği birlik, gayretlerin birleşmesi, parçalanmamayı ve tefrikaya düşmemeyi Allah'ın şu emrine uymak için ekliyoruz:
"Toptan Allah'ın ipine sarılıp dağılmayın."
"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın, büyük azap onlaradır."[279]
Geçen sayfalarda toplum yapısındaki değişikliğin gerçekleşmesi ve İslam devletinin kurulması için çalışma metodu etrafında bazı cemaat ve toplulukların ihtilaflarını ele almıştık. Siyasi metodu, eğitim metoduna tercih eden görüşün uygulanmasına değinmiş ve bunun yanlaşlığını ve tehlikesini Rasulullah (a.s.)'ın programına olan zıtlığı ile açıklamıştık.
Aynı zamanda kuvvet veya şiddet kullanılmasını değişim için en iyi yol gören görüşe de değinmiştik. Bunun da hatalı, tehlikeli ve Rasulullah (a.s.)'m programına aykırılığını açıklamıştık.
Bu görüş sahiplerinin söylediği, kendilerini davet yolunda geçmiş ve yaşça ileri olanların zayıf düştükleri ve miskinleştikleri iddiasına da cevap vermiştik.
O cevapta şöyle demiştik:
Biz Allah'ın izniyle, cihad ve şehidliğe onlardan daha çok rağbetliyiz. Elhamdülillah bunu İslami alanda ve gerçek konumlarında destekliyoruz.
Bazı ülkelerde olan fesat, bozukluk veya Allah için çalışan tebliğci-lerin engellendiği, eziyet gördüğü, işkence edildiği ya da öldürüldüğü bir zamanda, şüphesiz bazı cesaretli gençleri ayaklandırıyor ve bu fesat, fitneye kuvvetle mukavemet etme çabalarına yönlendiriyor. Fakat biz bütün fesat, eritme ve Allah davetçilerinin eziyet görmesini kabul etmemize rağmen, bu görüntülerden kurtulma yolunun, kuvvet kullanma ve meyhane sinema ve buna benzer fesat merkezlerinin kundaklanmasıyla olacağını sanmıyoruz.
Bu asnn kırklı yıllarında bazı meyhaneler "Genç Mısır Partisi" mensupları tarafından kundaklanmış fakat bu hiç bir şeyi değiştirmemiş, belki de bu tür olaylar, bu mekanların hakim yönetim tarafından korunmasına ve olacak herhangi bir zararın karşılanmasına sebeb olmuştur.
1977 yılında Harem caddesinde eğlence yerlerinden birinde yapılan tahribi unutamıyoruz. Daha sonra hükümet hesabına burası yeniden onarıldı ve yapıldı, yeni açılışında ise gazetelerde şöyle yazıldı:
"Onu tahrip edip yıkmak istediler, Allah ise ıslah ve tamir ettirdi."
Kötülüğün görüntüleri; içki, kumar, faiz, eğlence, fücur ve diğerleri gibi çok çeşitlidir. Bütün bunlar çirkin bir ağacın meyvalarıdır. Laiklik ve maddecilik ağacı ülkelerimizde köklerini salmış, kötü meyvalarım vermiş, şeriat yönetimden uzaklaştırmış ve istediği gibi at koşturmuştur.
Bu kötü meyvaların bazılarını kuvvet ve yıkımla izale etmek, toplumun bunlardan temizlendirilmesini gerçekleştirmeyecek. Çünkü kötü ağaç hâla ayaktadır ve başka meyvalar verecektir. Oysa önce gönüllerin bu kötü kelimeden, laiklik, dinin devletten ayrılması, maddecilik, ilhad ve diğerlerinden temizlenmesi, onun yerine en güzel olan kelimenin "la ilahe illallah Muhammed Resulullah" kelimesinin yerleşmesini istiyoruz.
İslam'ın din ve devlet olduğunu, Allah kanunlarının uyulmaya en layık düzen olduğunu, bizim müslüman bir millet olarak Allah'ın kanunundan gayrısına program olarak razı olmayacağımızın anlaşılması gerekmektedir. Bu gerçekleştiği zaman kötü ağaç bütün kötü meyvalarıyla kökünden koparılacak ve yerini güzel ağaç, kökleri sağlam, dallan göğe doğru olan ve meyvalannı her an Rabbinin izniyle veren ağaç olacaktır.
Allah rahmet etsin Üstat Hasan el-Hudeybi'nin ifadesi ne güzeldir.
Şöyle demiştir;
"İslam devletini kalplerinizde kurun, o sizin topraklarınıza kurulur."
Şüphesiz bu kötü meyvelerden kurtulmak bunların yayılmasından bir miktarını önler fakat tam olarak yok etme, toplum bünyesinin değiş-tirlmesi tasavvur ve mefhumların İslam'a uyması için düzeltilmesi gereklidir. Toprak elverişli hale geldiği zaman, kötü ağacın yetişmesine izin vermez.
Bu tesbitimize delilimiz; Resulullah (a.s.)'ın siretinden daha önce işaret ettiğimiz gibi peygamberimizin hakiki ve sağlam bir İslami temel oluşturulmasından kötülüğü gidermeye veya ortamı değiştirmeye çalışmadığıdır. Yine kendilerine yapılan eziyet ve işkenceye cevap olarak küfrün başlarının öldürülmesine çalışmadı. Putların yıkılıp parçalanması, ancak hicri sekizinci yılda Allah'ın davetinin Mekke'nin fethine mazhar olduktan sonra tamamlanmıştır. Ayrıca hicretin yedinci yılında Resulullah (a.s.) ve ashabı, Kabe'nin etrafında tavaf ettiklerinde Kabe'nin etrafında bir çok put bulunuyordu. Müşrikler tavafın tamamlanması için Mekke'yi onlar için boşaltmışlardı. Bununla beraber Resulullah (a.s.) fırsatı değerlendirmeyi düşünmemiş, putların parçalanmasını emretmem iştir. Çünkü müslümanların devleti daha yetişme dönemindedir ve müşrikler hala Arap Yarımadası'nda kuvvetlidirler. Fakat Mekke'nin fethinden sonra müslümanların kuvvetleri güçlenmiş ve müşriklerin kuvveti kırılmış, dolayısıyla da hakkın sesi yükselmiştir.
"De ki, hak geldi batıl ortadan kalktı. Zaten batıl ortadan kalkmaya mahkumdur," [280]
Putlar yıkılmış Hz. Bilal'in sesi ezanla Kabe'nin üstünden "Allah'ü ekber, Allah'ü ekber (Allah en büyük)" nidalariyle yükselmiştir. Sonra da Yanmada şirk ve putlardan temizlenmiştir.
Burada Şehid İmam'ın kuvvet kullanılması konusunda söylediği bazı cümleleri nakletmemiz faydalı olacaktır. Beşinci konferansta şöyle diyor:
"Kuvvet, İslam'ın bütün nizamlarında ve kanunlarında alametidir. Kur'an'da apaçık olarak buna şöyle sesleniyor:
"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın."[281]
Ve Hz. Peygamber (a.s.) diyor ki:
"Kuvvetli müslüman, zayıf müslümandan daha hayırlıdır."
Dahası kuvvet, duada bile İslam'ın alametidir. O, sükunet ve huşunun göstergesidir. Resulullah (a.s.) bunun için özellikle de kendisi için dua ediyor ve bunu ashabına öğretiyor, Rabbine şöyle ricada bulunuyor:
"Allah'ım, üzüntü ve hüzünden sana sığınırım. Acizlik ve tembellikten sana sığınırım. Korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım, dinin galebesinden ve insanların kahrından sana sığınırım."
Şehid İmam Hasan el-Benna ise şöyle diyor:
"Bu dine, her şeyde alameti kuvvet olan bu dine tabi olmuş bir insandan her konuda kuvvetli olmasından başka ne isteyebilirsin? Ihvan'ı Müslimin mensuplarının kuvvetli olmaları, kuvvetle çalışmaları gerekmektedir. Fakat İhvanı Müslimin düşünce ve çalışmada yüzeyselliğin onları oyalamasına fırsat tanııyacak şekilde düşüncede ve bakış açısında daha derindirler. Bundan dolayı da fikir ve çalışmada yüzeysellikte kendilerini korur. Bunun neticelerine ve getirdiklerine kapılmazlar.
Onlar, kuvvetin derecelerinin başında itikat ve iman kuvvetinin geldiğini, bundan sonra birlik ve bağlılık kuvvetinin geldiğini ve bu ikisinden sonra da bilek ve silah kuvvetinin geldiğini çok iyi biliyorlar. Bütün bu kuvvetler, bir cemaat için oluşmadıkça, o cemaatı kuvveti ile vasıflandırmak doğru olmaz. Eğer bilek ve silah kuvveti kullanılacak olursa, irtibatı çözer, nizamı bozar veya itikatı zayıflatır. İman ateşini söndürür. Bundan dolayı da sonu helak ve yok olmuşluktur."
Sonra diyor ki:
"Bu bir görüştür. Acaba alameti her şeyde kuvvet olan islam her türlü durum ve şartlarda kuvvet kullanılmasını tavsiye ediyor mu? Ya da bunun için sınırlar ve bir takım şartlar koymuş ve kuvveti sınırlı bir yönlendirmeyle yönlendirmiş mi?"
Bu arada devrime değinip şöyle diyor:
"Devrim, kuvvetin en şiddetli görüntüsüdür, ihvanı Müslimin Cemaatinin buna bıkış açısı çok derin ve dikkatlidir..."
Bundan sonra devam ediyor ve diyor ki:
"Ancak devrimi İhvani Müslimin düşünmüyür ona meyletmiyor. Onun netice ve faydalarına inanmıyorlar..."
Sonra Mısır hükümetini uyarıp şöyle sesleniyor:
"Eğer durum bu minval üzere dâvam eder ve devletin başını çekenler acil bir İslah, bu sorunlara hızlı bir çare düşünmezlerse bu, ihvani Müslimin Cemaatı'nın çalışmalarının veya davetinin neticesi olmayan, aksine şartların baskısının ve ortamın gerektirdiği İslah kurumlarının ihmalinden dolayı olan bir devrime yol açacaktır."
Bu şekilde Şehid İmam el-Benna'nın değişiklik için bir vesile olarak devrim yönetimini uzak tutmak istediğini görüyoruz. İhvan her türlü durum ve şartlarda yıkım, saldırı ve kuvvet kullanılmasını kabul etmiyor. Bundan dolayı da zayıflık, bitkinlik ve sürat çağında yorgun ve yavaşlı-lıkla itham ediliyor. Gerçekleştirmesi önemsiz olan cüz-i meselelerde şiddet kullanmadığımız için oturmak, takatsizlik, korkaklık ve bunun gibi haksız suçlamalarla itham ediliyor.
Bu ithamlara İmam el-Benna şöyle cevap veriyor:
"Bazı insanlar sizin heyecanlı değil donuk olduğunuzu, bu sürat çağında ağır kaldığınızı sanıyorlar. Bunu, sizdeki azimkarlıkta zayıflık, himmette eksiklik ve cehalet ve hilekarlık olarak değerlendiriyorlar. Onlara su sözü hatırlatın;
"Acele eden geç kalır."
Ayrıca Allah Teala Nebisine (a.s.) davet yolunu öğrettiğinde O'na şöyle dedi:
"Rabbinin yoluna, hikmet ve güzel nasihatle davette bulun.."
Sürat, kabalık, husumet ve kızgınlıkla davette bulunmayın. Bu me-tod, Allah'ın sizlere indirdiği buyruğudur. Onlara İhvan eğer süratin % 99'luk bir basarı sağlayacağını ve hikmetli davetin ise % 100'lük bir başarı kazandıracağını öğrenirlerse eksiksiz bir başarıya sahip olmak için hikmetli fakat ağır ilerleyen daveti tercih ettiklerini herkes anlar."
İhvan'ın ve onların içtihadlarının arasındaki fark budur.
İhvan'ın beklediği ve hazırlandığı gün geldiğinde sükunet ve ağırlık ilerlemelerini durdurmayacak veya zaferlerini göreceklerdir. Dolayısıyla o zaman davetlerini nasıl savunduklarını ve büyük bir gaye etrafında vakarlı bir ölümün nasıl olduğunu öğreneceklerdir.
"Ey Muhammedi -Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir- kesin olarak inanmıyanlar seni hafife almasınlar."[282]
Sizler eğitim davetçilerisiniz. Zaferinizin ana direği bu topluma İslam temelini, İslam Öğretilerini ve İslam prensiplerin anlatmak, buna ikna etmek ve her yönden duygularını uyandırmaktır. Bu, bir kaç günde veya bir kaç yılda elde edilemeyecek bir büyük gayedir. Bu, adım adım ilerleyen bir cihad hareketidir. Birbirine bağlı çalışma ve cehalet askerlerine, fakirliğe, kine, hınç ve öfkeye, hayal kısırlığına, akraba ilişkilerinin koparılmasına, savaş ve bir çok asırdan beri her yerde fesada yol açan fırtınaların temizlenmesi demektir.
İnsanlar bu işin kolayca olabileceğini sanıyorlar. Amacımız ve hedefimiz çok büyüktür. Bu milletten, bütün doğu milletlerinin yolunda yürüyerek kenetleneceği örnek bir ümmet oluşturmak istiyoruz. Bu milletlerden bütün insanlığa İslami eğitimlerini verecek, İslam birliğini oluşturmasını istiyoruz.
Bunlar insanların uzak gördüğü, bizim ise Allah'ın kullarına yakın veya uzak farz kıldığı doğrular olarak gördüğümüz görevimizin sınırlarıdır.
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Size düpedüz açıkladım, tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı uzak mı olduğunu bilmem."[283]
Sizin için kalplerinize Allah'ın şu sözünü güneşinden yolladığı ışındır:
"Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir."[284]
Günümüzde İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısının bizlere yüklediğ genel hedefimizin, Allah'ın toprağında Allah'ın dinini hakim kılacak olan ve müslümanların vatanlarını, ruhlarını ve namuslarını düşmanların tecavüzlerinden koruyacak olan evrensel İslam devletinin bütün insanlara Allah'ın davetini tebliğ etmek için kurulması olduğunu açıklamıştık. Ayrıca bu büyük hedefin her müslüman erkek ve kadının görevi olduğunu ve ferdi olarak gerçekleşmeyeceğini zikretmiştik. İslami davet sahasında çalışanlar arasında eksiksiz bir yardımlaşmanın olması ve çabaların kenetlenmesi gerekmekte, bunun araştırma, planlama, olgunluk ve uyum içinde ayaklanma ve tepkiden uzak olarak gerçekleşmesi lazımdır.
İşte bu, İmam Hasan el-Benna'nın -Allah ona rahmet etsin- dikkat etmeye çalıştığı meseledir. Bundan dolayı müslümanların liderleri ve alimleriyle istişare etmek için bağlantılar kurmuş, fakat onlardan gönlünü ferahlatacak bir tutum bulamamıştır. Sonunda onları Allah'a havale etmiş ve O'ndan yol göstermesini dilemiş, Allah Teala da onu bu büyük hedef ve vecibenin gerçekleşmesi için İhvanı Müslimin Cemaatını kurmaya muvaffak kılmıştır. Sonuçta Rasulullah (a.s.) ve ashabının ilk İslam devletini kurmak için takip ettiği yoldan başka yolun olmadığını gördü. O yolda iman meselesine yoğunluk verilmesi, müslümanlardan davet askerleri ve itikat erleri olacak kuvvetli cevherler yetiştirme, hazırlama daha sonra sevgi, kardeşlik, birlik ve birbirlerini destekleyen sağlam kuvvetli İslami bir temelin gerçekleşmesi meselesine yoğunluk vermiştir. Müslümanların hakka daveti düşmanların düşmanlıklarından korunması için cihad bayrağını taşımalarına hazırlamıştır.
Eğer İman el-Benna içinde bulunduğu zaman içinde bu hedefin gerçekleşmesine çalışan bu doğru yolu takip eden bir cemaat bulmuş olsaydı, şüphesiz bu cemaatle çalışmaktan çekinmez, söz birliğinin gerçekleşmesi, gayretlerin birleşmesi, çabaların boşa gitmemesi ve dağınıklıktan kurtulmak için gayretlerini bu cemaatın çalışmalarına yönelirdi.
Biz genel olarak her müslümandan, özellikle her gençten İslam dinine mensup olmanın manasıyla tanışmasını ve İslam'ın ona yüklediği, içinde bulunduğumuz davet aşamasının gerektirdiği devlet ve hilafetin kurulması olan bu vecibenin gerçekleşmesi için çalışma zaruretini tam olarak bilmesini istiyoruz. Bunun ferdi çalışmalarla gerçekleşmesi için yolun güllerle süslenmiş olmadığını, diken ve zorluklarla dolu olduğunu, bu yolun bu uğurda çalışmasını ölüm kalım meselesi haline getirecek gayret, cihad ve fedakarlık beklediği bilinmelidir. Bu nedenle davet ve tebliğ yolunu seçmede itina göstermeli ve sloganlarla sadece gösteriş için harekete geçilmemelidir.
Davet yolunun sıhhati için o yolda yürümeden önce yolun özelliklerini tesbit edip ortaya koymak gerekir. İhtiyatlı davranmamız gereken konuların en önemlisi, küçük hedeflerin gerçekleşmesi değil, İslam devletinin ve hilafetinin kurulması görevinin gerçekleşmesi üzerine birleşilmesidir. Bundan sonra İslami anlayışımızın Resulullah (a.s.)'ın getirdiği gibi karşılıksız, sapma ve hatadan uzak, temiz, kapsamlı, doğru bir anlayış olduğundan emin olmalıyız. Aynca eğitime ihtimam gösterilmesi, kalplerde kuvvetli bir imanın oluşturulması ve müslüman fert, müslüman aile ve müslüman toplum örneğinin gerçekleştirilmesi, kardeşlik, sevgi ve cihad için çaba gösterme ve fedakarlık ruhunun oluşturulmasıdır.
Daha önce siyaset metodunun eğitim ve fert, aile ve toplum için itinalı oluşum metoduna tercih eden metodun yanlışlığını ortaya koyduk ve değişimin iman ve birlik meselesine özen göstermeden aceleci, gözü kapalı olarak kuvvete dayanan metodun hatasını da ortaya koyduk. İmam el-Benna'nın kuvvet, devrim, acelecilik ve davet sahasında çalışan cemaatlerin ihtilafa düştükleri diğer bir çok mesele hakkında görüşlerini de açıkladık. Bizim vazifemiz, gençleri parçalanma, dağılma, fikir ayrılığına ve tereddüte yol açan bazı kaygan ve oynak meseleler hakkında uyarmaktır.
Her gencin üzerine düşen görev, davet yolunu iyi seçmesinden, bu yolun işaret ve izleriyle tanıştıktan sonra zorluklar önünde durmadan ve dönemeçlerde sapmadan bu yol üzerinde seyrine devam edebilmesidir. Bunun için kendini hazırlaması lazımdır. Ona devamlı yenilenen kuvvetli imam, davet yolunun ve işaretlerinin aşikarlığı yardım edecek ve davet yolunda unuttuğunda ona hatırlatmalar, söylendiğinde yardım etmeleri için kardeşleriyle arasındaki kuvvetli ilişkide yardım edecektir. Ve böylece geri kalmaya veya sapmaya maruz kalmayacaktır.
Bir hadisi şerifte "Şüphesiz kurt, sürüden ayrılan koyunu yer" denilmektedir. Bu doğrultuda Şehid İmam'ın, konuşmasını gençlere şöyle çevirdiğini görmekteyiz:
"Ey gençler, hepinizi bu sabit temeller ve yüce değerlere davet ediyoruz. Eğer bizim fikirlerimize inanır, yürüyüşümüze tabi olur, doğru islam yolunu bizimle takip eder, bunun dışındaki bütün fikirlerden uzaklaşır, itikadınız için gayret ederseniz, bu sizin için dünyada ve ahirette en hayırlı olandır. Allah ilk asırda sizin geçmişlerinize ne gerçekleştirmişse, inşallah size de onu nasip edecektir. Sizlerden islam sahasında çalışan her sadık kişi, azminin karşılığını ve çalışmasının bedelini eğer sadıksa görecektir.
Şayet bir göz atarsanız, şaşkın davetler ve başarısız programlar arasında ızdırap, tereddüt ve yalpalamadan başka bir şey görmeyeceksiniz. Şüphesiz Allah'ın askeri azınlık veya çoğunluğa bağlı olmadan yürüyecektir.
"Zafer ancak güçlü ve hakim olan Allah katından olur."[285]
Allah rahmet etsin İmam "Kur'an sancağı altında İhvanı Müslimin" adlı kitapçığında şöyle diyor:
"Şu an bize tabi olmakta geç kalmış ve bugün bizden geri kalan ih-laslı kişiler de yarın bize ilhak olacaklardır. Onları geçen sadıklar ise daha faziletlidirler. Bizim davetimizden takva nedeniyle veya davamızı küçümseyerek ya da davayı basit bulmasından dolayı veya zaferinden ümit kestiğinden dolayı yüz çeviren, hatasının büyüklüğünü gelecek günlerde anlayacaktır. Allah batıldan hakkımızı alacak ve batıl yok olacaktır.
Ey davet için çalışan müslümanlar ve ihlaslı mücahitler, bize gelin.
En doğru yol ve müstakim sırat buradadır. Kuvvet ve gayretlerinizi dağıtmayın.
"Bu, dostdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."[286]
Her gencin görevi, niyetini alemlerin Rabbi olan Allah rızası için ih-laslı kılması, kalbini her türlü heva ve dünyalık çıkardan arındırması, gurur, kibir, riya, liderlik sevdası ve kendini gösterme, makam, mevki sevgisi ve diğer çeşitli kalp hastalıklarından temizlemesidir.
Ayrıca Allah'ın onu nimetlendirdiği her türlü nimet ve kudretle Allah'ın dininin zaferine niyet ve azmini sağlamlaştırmalıdır. Aynı zamanda her genç açık fikirli olup içine kapalı olmamalı, etrafındaki düşünce ve görüşlerle tanışmalı, itimat edilen takva ve imanlarına güvenilen zikir ehlinden yol göstermesini istiyerek doğruyu yanlıştan ayırabil melidir.
Her gence düşen görevlerden biri de, bir şeyi enine boyuna düşünebilmesi ve akıllılıkla tanıması, arzu ve heyecanı ile sonuçsuz tasarruflara gitmemesidir. Çünkü emanetler ağırdır ve davet yolu uzundur. Dayanıklı bir kalbe, sabra ve tahammüle ihtiyaç vardır. Bu yolda aşırılığa, baskıya ve fevri çıkışlara yer yoktur. Resulullah (a.s.) bize;
"Şüphesiz din sağlamdır ve onda yumuşakla muamele edin. Zira münbit arazi ne koparılmış bir toprak parçası, ne de terkedilmiş bir sırttır."[287]
Her gence düşen diğer bir görev de birleştirici bir öğe olması, tefrikacı bir unsur olmaması, şüpheye düşürecek çalışmalardan ve düşmanın yaydığı şüphe ve iftiralardan etkilenmemesidir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar, eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz."[288]
Özellikle İslam vatanının bir çok kısmını kapsayan bu İslami uyanış, İslam düşmanlarını rahatsız etmiştir. Çünkü onlar bu uyanışın hakkından gelmek için gruplar arasında tefrika çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa kendi aralarındaki ihtilaflarına rağmen İslami hareketin durdurulması mümkün değildir. İslami davet sahasında çalışanların en önemli görevleri, durumalara karşı koymaları ve ayrılık içinde değil, birlik içinde olduklarını göstermeleridir.[289]
Cemaatlerin çeşitliliğinin arkasında yatan sebepleri açıklayıp ortaya koymak için anlattıklarımızdan ve bu cemaatler arasında birliğin gerçekleşmesine özen gösterilmesini izah ettik. Bu çalışmaların, birliği ve gayretlerin kenetlenmesi için belli vesileler olarak İslami davet sahasında çalışanları uymaya davet ettiğimiz bazı faydalı tavsiyeleri bir araya toplamamız da faydalı olacaktır.
Sadakatla çalışanlara günümüzde İslami davet aşamasının yapısının anlaşılmasına ve bu aşamada davetin müslümanlara yüklediği vecibelerin bilinmesine davet ediyoruz. Bu vecibelerin ilki ve en önemlisi, İslam devletinin ve hilafetinin kurulması olan genel hedefin gerçekleşmesidir. Bununla beraber İslami devletin oluşmasında fazla önemi olmayan küçük hedeflerin etrafında gayretlerin boşa gitmesi yerine, genel hedefin gerçekleşmesi için gayret göstermek lazımdır.
Sadakatle çalışanlar, İslam için halis ve kapsamlı doğru bir anlayışa Resulullah (a.s.)'ın getirdiği gibi bir anlayışa bağımlı olmaya davet ediyoruz. Çünkü bu, müslümanların sözlerinin bir yerde toplanmasına, görüşlerinde birliğin sağlanmasına ve doğru bir anlayışla grup ve hiziplerle kenetlenmesine yardım edecektir.
Onları davette en doğru yol olan itidal içinde ve kademeli olarak hikmet ve güzel nasihate bağımlılıkla örnek müslüman ferdin, örnek müslüman ailenin ve örnek müslüman toplumun genel yapısının kurulmasına çağırıyoruz. İslam'ın tek çözüm olduğunu söylüyoruz.
Ayrıca müslüman gencin İslam'ın bir mensubu olmasının manasını öğrenmeye ve böylece bu bağımlılığının gereklerini yerine getirmeye, çalışmasında ihlaslı olmaya davet ediyoruz. Çalışmalarını sadece Allah ve Allah'ın daveti için yapmaya, insanın akibetini güven altına alamadığından kişilere bağımlılığın hatasını görmeye çağırıyoruz.
Müslüman gençlerimize, büyüklerinin yol göstermelerini isteyerek, açıklık ve delil üzere gidişatlarını tamamlayabilmeleri için davet yolunda kendilerini geçmiş büyüklerinin tecrübelerinden istifade etmelerini tavsiye ediyoruz. Çünkü vazife çok büyük ve emanet çok ağırdır. Bu emanetin sabra, sabırda üstünlük göstermeye, saldırganlık ve fevrilikten kaçınarak uzun bir dayanıklılığa ihtiyacı vardır.
Bu gençlere, tefrikaya veya davet sahasında çalışanlar arasında çekişmeye ya da gençlerin kendileri ve başka müslümanlar arasında ihtilafa sebebiyet verecek her türlü hareketten uzaklaşmalarını tavsiye ediyoruz. Onların üzerlerine düşen görev, kendilerinin dışındakilere kafir, fasık veya daha başka düşüncelerle bakmaktan kaçınmalarıdır... Hataya düşmemelerine ve eksikliklerini gidermeye ihtiyaçları vardır. Müslüman olmayanlara Allah'ın emrettiği gibi iyilik ve adaletle muamele etmelidirler.
Davet sahasında çalışanlara fer'i konular etrafındaki ihtilaf ve çekişmelerin birbirinden uzaklaşma ve yardımlaşmayı kesmelerine sebeb olmamalıdır. Hepimizin; "İttifak ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görelim" kaidesine sarılmamızı tavsiye ediyoruz.
Aynı zamanda davet sahasında çalışanlara, Allah'ın ilahi davetlerde-ki sünnetine vakıf olmaları uyarısında bulunuyoruz. Allah'ın sünneti ise sıkıntı, meşekkat ve ilahi sınamalardır. Bunlara, musibetler şeklindeki bağış ve ilahi vergiler olarak bakıyoruz. Bundan dolayı dayanıklılık kazanma ve eksikleri gidermek açısından olumlulukları görüp elde etmeyi istiyor ve düşmanların bu zorluk ve felaketler ardında zayıf düşürme, parçalama ve bölme gibi gerçekleştirmeyi hedeflediği olumsuzlukları ortaya koyup sakınıyoruz.
Davet sahasında çalışanlara tavsiye ettiğimiz en önemli tavsiyeler iman, sevgi, çalışma, genel ve özel hayatlarındaki küçük ve büyük meselede Allah'ın şeriatına bağlı olmaları, onların diğerleri için güzel örnek olmaları ve çevresinde İslam'ı uygulamalarıdır.
Yüce manalar ve yüksek değerlerden oluşan bu çerçevede İhvan, İslam devletinin binasının kurulmasına katılmayı düşünen, sadıkane çalışan herkese elini uzatıyor. Gönüllerini her türlü nasihata veya İslami çalışmanın ve davetin hayrını hedefleyen yıkıcı tenkide açıyor. Onları engellemeye veya yollarında şüpheler oluşturmaya çalışanlardan gelen eziyetlere tahammül ediyor. Biz bu batıl ithamları yumuşak ve nazikçe reddetmeye çalışıyoruz.
Şehid İmam bu tür bazı şüpheler oluşturmak için yapılan çalışmalara baş kaldırmış, bunları sakin ve mantıklı bir üslupla ortaya koyup ispatlamıştır. Aynı zamanda batıl itham üslubunun hatasından ve bunun gerektirdiği günahtan sakınarak altıncı konferansın kitapçığında şöyle dediğini görüyoruz:
"İhvan'ın belli bir şahıs veya cemaat kasabına çalıştığını sananlara şu açık sözlerimizle hitab ediyoruz:
Ey insanlar, Allah'tan korkun, bilmediğiniz şeyleri söylemeyin. Allah'ın şu sözünü hatırlayın:
"İnanan erkek ve kadınları yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar."[290]
Resulullah (a.s.)'ın şu hadisini hatırlayın:
"Kıyamet günü en nefret ettiğim ve benim meclisimden en uzak olanlar, söz taşıyanlar, sevenlerin arasını açanlar, insanların ayıplarını kurcalayanlardır."
Kesinlikle bilmelidirler ki, ihvan'ın başkalarına amade olup boyun eğdiği veya kendi programlarıyla ilgisi olmayan programların aleti olduğu doğru değildir.
Ayrıca Allah rahmet etsin İmam el-Banna gençlere bir kitapçığında şöyle diyor:
"Ey gençler!
İhvanı Müslimin Cemaati'ni kendilerini İslami ibadetlerden oluşan dar bir daire ile çevirilmiş, bütün dertleri namaz, oruç, zikir ve teşbih olan -dervişler cemaatı- sananlar hata ederler. Çünkü ilk müslümanlar İslami bu şekilde öğrenmemişler, İslam'a bu tarzda inanmamışlardır. Aksine İslam'a itikat, ibadet ve tabiyet olarak, davranış ve tabiyet olarak, davranış ve madde olarak, kültür, kanun, hoşgörü ve kuvvet olarak inanmışlardı. Onu kendini hayatın bütün görüntülerine hakim kılan ve dünya hayatını tanzim ettiği gibi ahireî meselesini de düzenleyen eksiksiz bir nizam olarak inanıyorlardı...
Sonra ashabının vasfının ne olduğunu kesin olarak biliyorlardı. O vasıf, geceleri abid, gündüzleri mücahidliktir. Ve bu şekilde olmaya çalışıyorlardı. Allah, yardım istenen tek mercidir.
Allah onu cennetine koysun İmam el Benna; "Davet ve Davetçi" kitabçığında İhvan'ın davetinin yapısını ve diğer cemaatlere karşı tutumunu açıkladığını görüyoruz.
Davetimizin yapısını ise şöyle açıklıyor:[291]
"Her davetin kendine has özellikleri vardır, ihvan'ın davetinin özellikleri ise, bazılarını gerçekleştirdiğimiz konuların yanında diğer bazılarını henüz gerçekleştiremediğimiz konulardır. Allah dilerse başarının tam ve kesin olabilmesi için bu özelliklerin hepsinin gerçekleştiğini görmeyi arzularız. Bu olumlu özellikler, toplumun iyi olan yapısıdır. Her zaman da olumlu olmaya çalışmışızdır.
Bize düşen vazife, her şeyden önce kendi nefislerimizi pisliklerden arındırmaktır. Davetin özelliklerinden biri, çalışmanın söze uymasıdır. Bizim vazifemiz, inandıklarımızı incelememizdir. Onda yeterlilik vardır ve onun emirlerine eksiksiz uyarız.
Davetin özelliklerinden biri de rabbani olmasıdır. Dolayısıyla Allah ile olan bağlantımızı, gücümüzün yettiği kadar güzel sözlerle dua ve zikir ile devam ettirmektir.
İhvan'ın davetinin özelliklerinden bir başkası bir çatı altında topla-nılmasıdır. Dolayasıyla üzerimize düşen daima toplanmamız ve tekrar karşılaşma ve buluşabilmeye özlem duymamız, kardeşlik haklarını his-setmemizdir.
Davetin özelliklerinden biri de bir şeyi yüklenerek götürmek -ideal-ci-, mücadeleci ve savaşçı olmasıdır. Her şeye karşı gönüllerimizi, sabrımızı geniş tutmalıyız.
Bunlar davetimizin özetidir. Hepiniz bunları biliyorsunuz. Bütün bunları toplum yapısı ve çalışma bir araya toplar. Bunun için çalışın."[292]
İmam el-Benna diğer İslami cemaatlere karşı tutumunu da şöyle açıklıyor:
"Cemaatlere karşı -davetimizin yapısının gereği- dini, sosyal ve ekonomik alanda zannettiğim kadarıyla bir tutumdur. Bütün bu cemaatlere hayır temenni ediyor ve başarılar diliyoruz. Eğer hayırlı bir yolda iseler onları izleyin.
Kendi nefislerimizle mücadele etmemizi, başkalarıyla uğraşmamız engellememelidir. Şüphesiz bizim azığa ve savaşa hazırlanmamıza ihtiyacımız var. Ümmetimizin ve ondaki boş meydanların askerlere ve cihada ihtiyacı var. Ancak zaman bizim başkalarıyla ilgilenebileceğimiz ve onlarla mücadele edebileceğimiz kadar geniş değildir. Her gurup kendi sahasında çalışıyor, kendi aramızda ve milletimizle aramızda hakkı gerçekleştirmeye kadar Allah iyilerle beraberdir.
İlerde gruplardan bir gurubun sizlerden bahsettiğini duyacaksınız. Dolayısıyla eğer konuşulanlar hayırlı ise kendi gönlünüzde teşekkür edin ve bu kendi hakkınızdaki gerçeği değiştirip sizi kandırmasın. Eğer konuşulanlar daha başka tarzda ise bu durumda bunun altında yatan mazeretleri arayın ve zamanın, hakikatleri ortaya çıkarmasını bekleyin.
Bir günaha aynı şekilde bir günahla karşılık vermeyin. Buna karşılık cevap vermek için takip ettiğimiz yolumuzda ciddiyetinizi bozmayın.
Aynı zamanda ilerde herhangi bir gurubun, kendisinin nefret ettiği veya çarpıştığı diğer gruplarla ilişki içinde bulunduğumuz için eleştirildiğimizi duyacaksınız . Bununla ilgilenmeyin, onu yalanlamaya veya ispatlamaya çalışmayın. Çünkü itham edenin bunu ispatlaması, savunanın da delilini ortaya koyması gerekir.
Bu ortaya koyuyor ki, itham eden kişi, ya ciddidir iddiasını ispat eder. İspat etmek istemesi, bu davetin hakikatini öğrenmesine yol açacaktır. Şayet bu ithamla ve gıybetle sade ve teselli olmak istiyorsa, onun bu tavrı size zarar veremeyecektir. Dolayısıyla ona davette bulunun, Allah'tan ona ve bize hidayet ve zafer vermesini dileyin."
Sonra şöyle diyor:
"Herhangi bir topluluğun sizinle irtibat kurmak ve sizin de onlardan çalışanlardan ya ciddi veya gayri ciddi olanlarla ilişki kurmamızı istediklerini duyacaksınız. Burada sizlere açıklıkla davetimizin insanlığın gördüğü en yüce davet olduğunu söylemeyi arzuluyorum. Şüphesiz sizler Rasulullah (a.s.)'ın varisleri, Rabbinin Kur'an'ı üzere olan halifeleri ve getirdiği şeriatının koruyucuları, islam'ın bu ağır karanlıktan zayıfladığı, heva ve ortalığı kapladığı bir zamanda, İslam'ın yaşatılması için her şeyini vakfeden yakınlarısınız. Eğer böyle iseniz, o takdirde davetiniz, herhangi birine gitmeyip insanların ona sığınıp gelmesini en çok hak edecek bir davettir. Diğerlerine karsı ayrıcalığı vardır. Zira her hayır toplayıcıdır, onun dışındakiler ise eksiklikten kurtulamazlar.
O halde görevinize sarılan, programınız üzerine pazarlığa girmeyin. Onu insanlara izzet ve kuvvetle arzedin, bundan sonra kim size bu program doğrultusunda elini uzatırsa, onu sabah netliğinde, fecrin ağarması ve gündüz aydınlığında karşılarsınız. Sizinle çalışır, sizin imamınıza inanır ve sizin değerlerinizi uygular. Kim buna karşı gelirse Allah daha sonra kendisinin sevdiği ve onların da Allah'ı sevdiği bir kavmi ortaya çıkarır."[293]
Genel olarak İslami çalışmalar birliği kutlu ideal ve şeriatın emrettiği bir vecibedir. İslami davetin içinde bulunduğu ve müslümanlann uykudan uyandığı, çökmüşlükten kalkıp ilerlemeye başladığı, müslümanlann İslam devletinin ve hilafetinin kurulmasına çalışmanın zaruretiyle yeniden karşılaştığı bu aşamanın gerekli kıldığı bir zarurettir.
İslam düşmanları müslümanların ülkeleriyle her türlü imkan ile savaşmalarından sonra ve İslam devlet ve hilafetini düşürmelerinden, İslam vatanının kalbinde Siyonist yahudi hükümetinin oluşturulmasından sonra İslami daveti öldürdüklerini ve yok ettiklerini, bundan sonra baş kaldıramayacağını sandılar.
Ancak Allah, Resulü ve mü'minler bunu kabul etmedi ve yüz çevirdiler. Mısır, Hindistan ve diğer ülkelerdeki çağdaş İslami hareketler güç kazandılar. Bu İslam hareketleri bütün İslam topraklarını kaplamıştır.
Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'te İslami cemaat ve diğer ülkelerdeki İslami cemaatler söz sahibi olmuşlardır. Bunun için İslam ümmetinin cesedinde hayatın yeniden canlandığını ve bu İslami uyanışı görüyoruz. Cihad ruhunu ve İslam topraklarının çeşitli bölgelerinde İslam düşmanlarının tahakkümünden kurtulmalarını diliyoruz.
Bütün bu şartlar; İslami davet sahasında uluslararası düzeyde veya herhangi bir ülke içinde çalışan sadık davetçilere sağlam bir temel, doğru anlayış ve isabetli bir program üzerine İslam devletinin ve hilafetinin kurulabilmesi için gayretlerin birliğini ve kenetlenmesini zaruri hale getirmiştir.
Şehid İmam el-Benna "İhvanı Müslimin Cemaatı"nı kurarken hedef, anlayış, program ve gidiş yolunu tesbit etmede Allah'ın ona verdiği başarıyı, geçen günler ve yaşanmış tecrübeler ispat etmiştir. Allah'ın cenneti ona olsun Resulullah (a.s.)'ın davetteki hareket yoluna bağlı kalmaya büyük itina göstermiş, iman meselesine, doğru itikada ve müslüman, mü'min ve mücahid ferdin inşasına öncelik vermiştir.
Bundan dolayı davetin yayılmasına ve İslam'ın eksiksiz bir hayat programı olarak en doğru anlayışın açıklanmasına özen göstermiştir.
Ayrıca mücahid davetçiler arasında kuvvetli bir bağ için gerekli olan kardeşlik ve sevgi meselesine de özen göstermiştir. Resulullah (a.s.)'ın programını Allah rahmet etsin İmam el-Benna çok iyi araştırmış ve tesbit etmişti. Bunun için İhvan'a sabrı, tahammülü ve sebat etmelerini tavsiye ediyordu. Onlara davet yolunun uzun, zor, diken, musibet ve ilahi denemelerle dolu olduğunu öğretiyordu. Onlara Resulullah (a.s.)'ın ilk müslümanlara nasıl tavsiyelerde bulunduğunu ve onların nasıl güzelleştiklerini, onları zafer ve cennetle nasıl müjdelediğini açıklıyordu.
Ayrıca Resulullah (a.s.)'ın ashabından müşriklerin düşmanlıklarına kuvvetle karşılık vermelerini istemediğini Medine'de devletin kuruluşundan sonra düşmanlıklara karşılık vermeye başladığını, Resulullah (a.s.)'ın savaşların bir çoğuna bizzat katıldığını anlatıyordu.
İhvan'ın bu hikmetli siyasete bağlı kalarak eğitim, sevgi, kardeşlik sabır ve sebata özen göstermesi, musibetlere ve ilahi denemelere maruz kaldığında bunları bertaraf etmesine yardımcı olmuştur. Bu musibetlerden daha kuvvetli olarak çıkmasına neden olmuştur. Büyük hedeflerin gerçekleşmesinde etken olmuştur.
İşte o davet, seyrini devam ettiriyor, dallan uzanıyor, kökleri derinleşiyor, kolları kuvvetleniyor. Düşmanların onu söküp koparmaları güçleşiyor.
Bu manada Şehid Seyyid Kutup -Allah rahmet etsin- şöyle diyor:
"Tağutlar İhvan'ın üstüne ateş ve demir molozlarını musallat ettiğinde vakit geçmiştir. Hasan el Benna'nın kurduğu bina yıkım çalışmalarına karşı yükselmiş, söküp atma çalışmalarına karşı daha bir kök salmıştı. Hasan el Banna öylesine bir fikir geliştirmişti ki, ateş ve demir onu çökertemiyordu... Tağut molozlarına karşı yapıcı, üstün zekayla galip geldi ve tağutlar gitti, İhvan baki kaldı."
Daha sonra Allah rahmet etsin, başka bir yerde ve başka bir yönden söyle diyor:
"Cemaatın bazı fertleri kışkırtmalara bir seferinde tabi oluyor, bir seferinde de kanmayıp geri dönüyor. Ancak her seferinde bu kışkırtılanlar, dev bir ağaçtan bir yaprağın düşmesi gibi düşüyor veya bu onlara tesir etmiyor, saptıramıyor.
Düşmanlar bu ağacın dallarından bir dalı tutuyor ve bunu çekip asıldıklarında ağacı kökünden sökebileceklerini sanıyorlar. Oysa bu dalı kendilerine çekerlese susuz, yapraksız ve meyvasız kuru bir tahta parçası gibi ellerinde kuru ve ölü olarak kalacaktır."
İslami çalışmanın birliği konusundaki bu zincirin sonunda Ihvan'a, İmam Hasan el-Benna'nın diğer İslami cemaat ve gruplara karşı tespit edip belirttiği tutuma bağlı kalmayı tavsiye ediyorum. O tutum sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlık tutumudur. Onları seviyor ve onlarla yardımlaşıyoruz. Görüş açılarını yakınlaştırmaya, kaynaştırmaya çaba harcıyor, değişik fikirler arasında hakkın kazanacağı bir şekilde birleştiriyoruz.
Kalpleri kazanacak ve akılların güvenebileceği bir şekilde yumuşak bir üslup içinde onları davet ediyoruz.
Aynı zamanda şahısları ve gurupları kırıp yaralamadan Allah'a davet ettiğimiz kişilerden bize gelen her türlü eziyete sabrediyor ve kötülüğe kötülükle karşılık vermiyoruz.
"Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki bu üzerinde sebat edilecek yüce işlerdendir."[294]
Müslümanlar emin olsun ki, istikbal bu dinin olacaktır. Şüphesiz zulüm ve karanlık gecesinin uzun olmasına rağmen Allah'ın zaferi gelecektir. Fakat biz takip ettiğimiz yolumuzda değişmeyen Allah'ın sünnetine ve denemelerine boyun eğiyoruz:
"Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O'nunla beraber mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramış ve sarsılmışlardı, iyi bilin ki, Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır."[295]
Bize düşen görev, sadece sebeblere sarılmamız, gayret, çalışma ve harcama olarak gücümüzün yettiği kadanyla her şeyi ortaya koymaktır.
Ayrıca bunda şu gösterdiğiniz en doğru yolu takip etmeli ancak her şeyden önce ve sonra niyetimizi Allah için ihlaslı kılmalıyız. Bundan sonra neticelerden sorumlu olmayız.
Bu zincire Şehid İmam'ın daha önce ele aldığımız meselelerle ilgili ölümsüz sözleriyle son vermek yerinde olacaktır!
Allah rahmet etsin 'Kur'an sancağı altında îhvani Müslimin1 kitapçığında şöyle diyor:
"Ey ihvanı Müslimin... Ey bütün insanlar...
Bu zamanda gebe gecelerin doyurduğu bir çok şiddetli olayların sesinin çıktığı gürültülü bir dünyada yasıyoruz. Yeryüzünün, her yanı fikirlerden saçılıp dökülen yakıcı dalgalar ile çalkalanıyor. Bu yıkıcı fikirler vaadlerle insanları kandırıp bozmaya çalışıyorlar.
Biz Müslüman Kardeşler, davetimizle ilerliyoruz...
Sessizce ilerliyoruz...
Davamız, düşmanlarından daha kuvvetlidir...
Mutavaziyiz fakat dağların zirvelerinden daha izzetliyiz...
Sınırlarımız bellidir, fakat yeryüzü parçalarının sınırlarından daha geniştir...
Sahte görüntülerden ve yalancı güzelliklerden uzağız fakat, hakkın örtüsü, vahyin güzelliği ve Allah'ın kollamasıyle sarılmış ve örtülmüştür...
Şahsi gayretlerden, heva, heves ve arzulardan ve ferdi menfaatlerden arındırılmıştır. Fakat kendine inananları ve onun için çalışan sadık kişileri dünyada şerefe, ahirette ise cennete varis kılar..."
Bişinci kongre de ise konuşmasını İhvan'dan aceleci ve heyecanlı olanlara yönelterek şöyle diyor:
"Ey İhvanı Müslimin,
Özellikle sizlerden aceleci ve heyecanlı olanlar, bu birleştirici konferansımızda, bu mimberin üstünden, benden su yüce deva olan sözleri dinleyin.
Şüphesiz yolumuzun aşamaları çizilmiş ve sınırları konulmuştur... Hedefe ulaşmak için en uygun yolun bu olduğuna inanıyorum. Bu yol belki uzundur fakat ortada ondan başkası da yoktur.
Muhakkak ki, yiğitlik sabır, devamlılık, ciddiyet ve ilerleyen bir çalışma ile ortaya çıkar. Bundan dolayı hangi biriniz olgunlaşmadan meyvayı almak, vaktinden önce çiçeği koparmak isterse hiç bir şekilde onunla olamam ve o kişinin bizden ayrılıp başka gruplara gitmesinin daha hayırlı olacağını söylerim. Kim de benimle beraber çekirdek büyüyüp, ağaç gelişip, meyva olgunlaşıp koparılması yaklaşıncaya kadar sabrederse, bunun ecri ve sevabı da Allah'a aittir, iyilere verilen ecir mutlaka bizlere ve ona da verilecektir...
Ya zafer ve yöneticilik ya da şehadet ve saadet verilecektir.
Ey İhvanı Müslimin,
Duyguların kışkırtmalarını akıllı görüşlerle dizginleyin.
Aklın ışınlarını, duyguların kıvılcımlarıyla ateşleyin.
Hayal kurmayı, ortamın ve gerçeğin doğruluğu ile gerekli kılın. Hakikatleri berrak ve parlak hayallerin ışığında ortaya çıkarın.
Dengenizi kaybetmeyin, yoksa davetinizi kaybedersiniz. Tabiat kanunlarıyla çarpışmayın, çünkü o yenilmez. Ona boyun eğdirmeye çalışın, onu kullanın ve onun akımını kendinize faydalıya çevirin.
Zafer anını gözetleyin. Çünkü zafer sizden uzak değildir.
Ey ihvanı Müslimin,
Şüphesiz siz, Allah'ın rızasını, O'nun sevabını ve cennetini diliyorsunuz. Bu size ihlaslı olduğunuz müddetçe vaat edilmiştir, garanti altına alınmıştır.
Bununla beraber çalışmaların neticelerinden sizleri sorumlu kılma-mıştır. Fakat sadakatle yönelmeyi ve güzel hazırlanmayı sizin sorumluluğunuza bırakmıştır. Bundan sonra biz, ya hataya düşmüş oluruz, bu takdirde bize içtihat edip çalışanların ecri verilir. Ya da doğru ve isabetli oluruz ki bu takdirde bize isabetli olup kazananların ecri verilir.
Geçmişte ve şu andaki tecrübeler, hayrın sizin yolunuzdan başka bir yolda olmadığını ispatlamış, sizin planınızın dışında bir planla üretimin ve neticenin olmadığım ispatlamıştır.
Dolayısıyla çabalarınızla ve gayretlerinizle kumar oynamayın, çalışın.
Allah sizinle beraberdir. Çalışmalarınız sizi sıkıştırmayacaktır.
Başarınızın alametleriyle macera yaşamayın ve güç durumlara meyletmeyin.
"Zafer insanlara şevkat gösterir, merhamet eder."[296]
Herhangi bir yolun yolcusu, yolculuğuna başlamadan evvel yolculuğundan hedeflediği gayesini gerçekleştirmek ve yolculuğunu sürdürmek için ihtiyaç duyacağı her şeyi hazırlaması gerekir. Aynı zamanda; yolculuğu boyunca karşılaşabileceği ve yolculuğunun kesintiye uğramasına ya da gayesi ile kendisi arasındaki mesafenin açılmasına en azından yolculuğunun ertelenmesine sebep olabilecek durumları da nazarı itibara alması lazımdır.
Davet yolu, -ki bu yol, davetçi için her şey demektir- en çok önem verilmesi gereken yoldur. Davetçi bu yolda yürürken; kendisini sapmalardan, duraklamadan ve kaymalardan koruyan azığa muhtaçtır.
Çünkü bunların sonucu olarak büyük hüsrana uğrayacağı gibi, büyük bir mükafatı ve kurtuluşu da kaçırmış olacaktır.
Bu azık, ilk olarak kendisini güçlü bir iman ve takva şeklinde gösterir. Daha sonra da bazı yardımcı öğeler şeklinde şöyle oluşur:
Faydalı sohbetler, irşad vazifelerini yapıp tecrübe ve deneyimlerini aktaran rehberler ve diğer güç ve azmi tazeleyen sapma ve yanlışlardan koruyan etkenler.
Azığın gerekliliği ve önemini kanıtlamak için şöyle bir örneği serdedebiliriz: Yolcunun arabası, yakıtı azalıp, ikmal edilmediği zaman bir metal parçası haline gelir. Yolcu için hiç bir değer taşımaz. Çünkü o araba artık yolcusunu bir adım dahi ileri götüremez.
Aynı zamanda; Davet yolunda yürüyen davetçinin iman ve takva azığı da azalıp tükenmeye başladığı ve yenilenmediği zaman o artık ölü bir vücut ya da hareket edemeyen bir hasta durumuna düşer.
Allah Teala ne doğru buyurur:
"Ölü iken kalbi diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir?"[297]
"Ey iman edenler! Allah ve peygamber sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin."[298]
Esası iman ve takva olan bu azık, ruhların derinliklerinde hayır pınarlarını fışkırtır, güç ve kabiliyet doğurur, azim ve himmetleri biler. Böylece hareket kolaylaşır, yeryüzünün çekiciliği hafifler, yokuşlar rahatlıkla aşılır. Virajlar, dönemeçler aşılır, yolun işaret levhaları belirir.
Aynı zamanda bu azık; doğruluğu, itilası, azmi, sebatı ve davet yolunda olağanüstü başarıları oluşturur.
Hiç şüphesiz bizler davet yolunda, her şeyden önce her adımda, her hareket ve sükûnda hatta her anda Allah'la beraberliğimizi hissetmeye muhtacız. Çünkü Allah onunla beraberdir. O kimse kötülüklerden uzaktır hiç bir şey kaybetmez.
Allah kimden vazgeçse o sapıklık ve kaybolmuştan başkasını bulamaz. Allah bu beraberliği takva ve ihsan sahibi kullarına ihsan etmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır. Sakın onlara üzülme ve kurdukları tuzaklardan da endişe etme. Allah şüphesiz müttekiler ve muhsinlerle beraberdir."[299]
"Ve Allah müminlerle beraberdir."[300]
Bir başka ayet ise şöyledir:
"... Ve Allah'ın muttakilerle beraber olduğunu bilin."[301]
Davet yolunda, önümüzü aydınlatacak Allah'ın (c.c.) nuruna ne kadar muhtacız... Taki viraj ve dönemeçlerde kayıp düşmeden ve tökezlemeden basiret üzere yürüyebilelim.
Bu da, Allah'ın şu ayetlerinden anlaşılacağı üzere ancak iman ve takva azığıyla gerçekleşebilir.
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının, peygamberine inanın ki; Allah size rahmetini iki kat versin; size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık varetsin; sizi bağışlasın; Allah bağışlayandır, acıyandır."[302]
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler."[303]
"Gerçekten bu benim dosdoğru yolumdur. O hade ona uyun. Başka yollara tabi olmayın. Sonra sizi onun yolundan ayrı düşürür. Allah, bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."[304]
Davet yolunda etkileyici olabilmek, var olan batılı kaldırıp yerine hakkı ikame etmek için izzet, kuvvet ve kişiliğimizin değerini kendi benliğimizde hissetmek ve za'af, gevşeklik, ve bayağılıktan kurtulmak gerekir. Bu da ancak iman azığıyla gerçekleşir.
"Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka en üstünsünüzdür. "[305]
"Oysa izzet Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır. Ama münafıklar bu gerçeği bilmezler."[306]
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız."
Davet yolunda nefsimizi cihada alıştırmaya, sahip olduğmuz; can, mal, çaba, fikir, zaman ve kısacası her şeyle fedakarlık yapmaya ne kadar muhtacız. Buna ancak Allah (c.c.) yolunda her değerli şeyi kıymetsiz bulan inanmış kişi muktedir olabilir.
"İnananlar, Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise şeytan yolunda savaşırlar."[307]
"Allah şüphesiz; Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır."[308]
Davet yolunda; bela ve işkencelere maruz kalacağız. Çünkü bu Allah'ın (c.c.) sünnetidir. Bu işkence ve belalara ancak yeterince iman ve takva azığıyla azıklanmış kişiler tahammül edip sabredebilirler.
"Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerli sidir."[309]
Allah (c.c.) elçilerinin, kafirlerin işkencelerine karşılık hareket noktaları da buydu.
"Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler"[310]
Firavun sihirbazlarının iman etmelerinden ve Firavun tarafından tehdit edilmelerinden sonraki tavırları da böyleydi;
"Dediler ki: "Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Biz, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah mükafatı en hayırlı ve cezası en sürekli olandır."[311]
Davet yolunda Allah'ın bize sebat vermesine ne kadar muhtacız... Ta ki tereddüt ve şüphelere kapılmayalım ve görevler ne kadar ağır ve çok olsa da çalışmadan uzaklaşmayalım, vazgeçmeyelim.
Bunu Allah Teala mü'min kullarına lütuf eder.
"Allah Teala sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar."[312]
Allah'ım, yolunda ayaklarımızı sabit kıl.
Davet yolunda davetçiler, İslam düşmanlarının korkutma, dayatma ve tehditlerine maruz kalırlar ki bu da bazı davetçilerin korkmasına, oturmasına, davadan uzaklaşmasına sebep olabilir. Bundan, ancak iman ve takva azığıyla silahlanmış davetçiler kurtulabilirler.
"Onlar, Allah'tan gelen nimet ve keremin; Allah'ın mü"minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler. Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına uyanlar (özellikle) onların içlerinden iyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük bir mükafat vardır. Bir kısım insanlar, mü'minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karsı asker topladılar," dediler. Ama bu, onların imanını artırdı. "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.!" dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan. Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir, işte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun."[313]
Davet yolunda kardeşlik ve Allah için sevgi bağını güçlendirmeye ne kadar muhtacız. Ta ki bu kardeşlik ve sevgi bağı sayesinde davet ile ilgili işlerde yardımlaşma ve dayanışma rahatlıkla sağlansın. Bu da doğru bir şekilde ancak mü'minler arasında gerçekleşebilir.
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. "[314]
"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."[315]
Resulüllah (a.s.) da kamil imanı bu sevgiyle şartlandırıyor.
"Sizden birisi kendisi için istediği şeyi kardeşi için istemedikçe (kâmil) mü'min sayılmaz."
Davet yolunda, İslam davetçileri za'af ve gevşekliğe uğrayabilirler. Ki, bunun devamı halinde, davetçinin davadan vazgeçmesinden korkulur. Fakat, Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği gibi mü'minlerin birbirlerine hakkı ve sabn tavsiye etmeleriyle bu nahoş durumu bertaraf edebilirler. Faydalı hatırlatma, mü'minler arasında olması gereken nasihatlaşma ile -kardeşi unuttuğu zaman ona hatırlamada bulunmak, kusurlarını göstermek, onlardan kendisini kurtarmasına çalışmak gibi- de bu tehlike ortadan kaldırılabilir.
Davetçilerin yüzyüze kalabileceği nice olaylar ve tavırlar vardır ki, bunlar davetçiyi darlığa, sıkıntıya, şaşkınlığa düşürebilir. Böyle bir durumda davetçiler, olay ve tavırlara İslami bir perspektifle bakmalı ve İslam'ın gerekli kıldığı tavrı belirlemelidirler. Gerisinde inkar ve işkence dahi olsa hakkı söyleme cesaretini kaybetmemelidir.
Tüm bunlar da hiç kuşkusuz, davetçiyi başarıya götüren iman ve takva azığıdır.
"İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru ölçüler içerisinde (nikâhınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere göre ayrılın, içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın, işte bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştr."[316]
"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir."[317]
"Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmalaradır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir."[318]
"O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi."[319]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin."[320]
Hadis-i şerifte ise Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:
"En faziletli cihad, zalim sultana karşı hakkı söylemektir."
Davet yolunda her ferdin her söz ve davranışta İslam şeriatının hükmünü araştırıp bulması, hiç bir durumda Allah ve Resulü'nün emirlerinin dışına çıkmaması ve safın birliğine önem gösterip emirlere karşı çıkmaması gerekir. Bu konuda da davetçiye ancak sahibini ihmalkârlık muhalefet ve sorumsuzluktan koruyan iman yardımcı olabilir.
Davet yolunda özellikle İslam düşmanlarının savaş ve hilelerinin çeşitli şekilleriyle yüzyüze geldiğimizde Allah (c.c.)'ın te'yid ve yardımına muhtacız.
"(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[321]
Allah'ın yardımı ve dininin hakimiyeti ancak mücahit mü'minlere lütfedilir.
O zaman Allah'ın yardımının temel şartı güçlü iman azığıdır.
"Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarım hakkıyla vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer."[322]
"Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."[323]
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti.
Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır."[324]
Sonuç olarak; Allah'a varıncaya kadar dönmeden, değiştirmeden sözümüze sadık kalmalıyız. Bunda da iman ve takva bize yardımda bulunacak en hayırlı azığımızdır.
"Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever."[325]
"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir."[326]
Böylece davet yolunda azığa ne derece muhtaç olduğumuzu, iman ve takva azığı olmaksızın hiç bir adım atamayacağımızı, hiç bir işi başaramayacağımızı gördük.
Öyleyse bu azıkla azıklanalım ve daima onu yenileyelim, onun hiç bir zaman azalıp tükenmeye yüz tutmasına fırsat vermeyelim. Tam tersine onu artırmaya çabalayalım.
İleriki konularımız bu azığın kaynaklarını tanıma ve azığın nasıl artırılacağı ile ilgili olacaktır.
Allah (c.c.)'dan başarı ve tevfık dileriz.[327]
Davet yolundaki azık konusunda özellikle de azığımızı nasıl alacağımız noktasında; iman, takva, nur ve hidayet azığından nasıl doyasıya içip yudumlayacağımız hususunda yazı yazarken kendimi aciz hissediyorum. Zira bu konudaki yazma sadece bilgiye, tecrübeye dayanmıyor, belki birinci dereceden mû'ti (ihsanda bulunan) ve vahhab (bolca hibe eden) olan Allah'ın ihsanına dayanıyor.
"Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir."[328]
İman ve hidayeti bize lütufta bulunan, sınırsız nur ve rahmetini üzerimize yağdıran da O'dur.
"Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur."[329]
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir."[330]
Allah Teala her hayrın kaynağıdır. Bu böyle olmakla beraber fazlı ve rahmetiyle bu azığı O'ndan edinmemiz için O bizi bazı vesile ve araçlara yöneltmiştir. Olayı iyice incelediğimizde işin birinci dereceden kulun durumuna bağlı olduğunu görürüz. Kul, Rabbının kapısında durur, kendisine ihsanda bulunması için istekte bulunur. Allah (c.c.) kulunun tevazu ve huşu içerisinde oluşunu, kendisine muhtaç oluşunu, aciz olduğunu, kendisinden korktuğunu, rahmetini ve ihsanını umduğunu görür. İşte olayın aslı budur. Bundan sonra araçlar ve vesileler gelir. Kulun doğruluğu derecesince Allah'ın ihsanı ve lütfü tahakkuk eder.
Bu noktadan hareketle; ehil olmamakla beraber, azık konusunda başkalarını irşada kalkıştığımda kendi nefsime acıma duygusuna kapılıyor, hatta bu acıma hissi bazen de korkuya dönüşüyor. Fakat davet yolunda yürüyen tüm davetçilerin bu azığa olan zaruri ve acil ihtiyacı farkedince Allah'tan yardım diliyerek faydalanılması için bir şeyler yazmaya başlıyorum.
Bu azık da diğer azıklar gibi artma ve azalma hatta tükenmeyle karşı karşıya kalabileceği için hepimizin bunu yenilemeye artırmaya, azalmak ve tükenmekten korumaya hırslı bir şekilde çabalamamız gerekir.
İleriki bölümlerde göreceğimiz gibi Allah (c.c.) her zaman bize şart ve sebepleri müyesser kılmıştır.[331]
En önemli, en zengin, en kıymetli ve en bereketli vesile Allah'ın kitabıdır. Çünkü o, bizi destekleyen, tükenmeyen azığımızdır. Aynı zamanda azığımızı alacağımız diğer kaynaklara da bizi yöneltiyor. Onda nur, hidayet, rahmet ve zikir buluruz.
Kur'an-ı Kerim, kendisini okumanın iman ve takva ile azıklanmanın en iyi vesilesi olduğuna dair bizi irşad ediyor. Nefislerin derinliklerinde güven ve istikrarı oluşturan tevhide bizi sevkediyor. Takva azığını yenileyen ibadete bizi teşvik ediyor. Allah'ın sıfatlarını öğrenmiş oluyoruz. Böylece içimizde Allah'a karşı saygı ve hürmet duygusu doğuyor ki bu iman ve takva azığının elde edilmesinde en iyi yoldur. Kur'an-ı Kerim'de, önceki ümmet ve peygamberlerin hayatlarından; davet yolunda yürürken bizi hikmet, ilim ve tecrübeyle donatacak ibret ve kıssaları buluyoruz.
Kur'an-ı Kerim, bizden Allah (c.c.) Resulüne ita'at etmemizi, kendisine tâbi olmamızı istiyor. Kur'an-ı Kerim'de; iyiliği yapma ve iyiliğe teşvik, kötülükten sakınma ve sakındırmaya yöneltme vardır. Aynı zamanda onda ahiret günü dirilme, hesap ve ceza hatırlatılması, cennete teşvik ve nimetleriyle müjdeleme, cehennemden sakındırma ve korkutma vardır. Kısacası, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin edecek, kendisini ahiret azabından, her türlü dünyevi rezaletten koruyacak hayır vardır.
Aynı zamanda onda dava adamlarını yetiştirecek, onların nefislerinde hayır pınarlarını fışkıracak tüm eğitim ve terbiye dinamikleri mevcuttur.
"Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele."[332]
"Bu (Kur'an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir."[333]
"Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür."[334]
"Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır."[335]
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir."[336]
"Ey ehl-i kitap! Resulümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz bir çok şeyi açıklamak üzere geldi; bir çok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir."[337]
Kendi kendimize soralım, Arap yarımadasında, sapıklığın ve aşağılığın her türlü envana bulaşmış cahiliyye toplumunu insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmete çeviren, tüm yararlı alanlarda eşi görülmemiş imtisal numunelerine dönüştüren neydi? Olayı incelediğimizde bu Arap yarımadasındaki muazzam değişimi sağlayanın Kur'an-ı Kerim olduğunu görürüz. Bu Kur'an-ı Kerim'i Cibril-i Emin Hz. Resulullah'a ulaştırdı. Hz. Resulullah da bunu hakkıyla tebliğ etti. Daha sonra, İslam'a girenler, Hz. Resulullah'ın eğitiminde, Kur'an-ı Kerim sofrasında eğitime, terbiyeye başladılar. Kur'an-ı Kerim, onları değiştirdi, onları İslam devletinin omuzlarında kurulduğu İslami fetihlerin elleriyle gerçekleştiği, onların sayesinde aydınlığın yayıldığı, karanlığın dağılıp yok edildiği kişiler haline getirdi. Onlarda akide'nin kökleştiğini ve hiç bir taviz verilmeksizin işkencenin her çeşidine tahammül edildiğini görmekteyiz. Onlar inançla-nndaki sebat karşılığında canlarını, mallarını ucuz buldular. İşte Yasir, Sümeyye, Bilal Sûhayb ve diğer sahabeler... asırlar geçse de örneklikleri devam edecektir.
Aynı zamanda onlar, nefis mücadelesinde her türlü çirkinlikten uzaklaşıp, iyi ahlakla donanma hususunda örnek alınacak kimseler oldukları gibi, doğruluk, ahde vefa, emanet, hilm, iyi hal, sevgi, başkalarını kendine tercih, cihad, düşmanlarla mücadele, cömertlik, adaleti yerleştirme ve sorumluluk bilinci taşıma gibi hususlarda da örnek alınacak kimselerdir. İşte onların gençleri arasında Usame bin Zeyd gibi ordulara komutanlık yapabilecek kişiler çıktı.[338]
İşte Kur'an-ı Kerim hiç bir değişiklik ve tahrife uğramadan aramızdadır. Çünkü Allah (c.c.) onu koruyacağına dair söz vermiştir:
"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."[339]
Ve işte sünnetiyle, hayatıyla Resulullah (a.s.)'ın hayatı. O zaman kendimizi değiştirip o örnek İslam toplumuna benzer bir toplum oluşturabilir miyiz? Eğer biz, ilk müslürnanlann Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine karşı gösterdikleri tavrı sergileyebilirsek, hiç şüphesiz "evet" derim. İlk müslümanlar, Kur'an'ı işittiklerinde ya da okuduklarında Kur'an'a saygı gösteriyorlardı. Çünkü o, büyük ve her çeşit noksanlıktan münezzeh olan Allah'ın kelamı idi. Bunun yanında onlar, Allah'ın kelamının manalarını beşeri vasıtalar olan harfler ve seslerle yaratıklarının anlayışlarına ulaştırarak onlara yaptığı iyiliği takdir ediyorlardı. Onlar Kur'an'ı uyanık kalblerle, tedebbürle, anlayarak, anlaşılmasını engelleyecek her türlü şeyden uzaklaşarak dinliyorlardı. Onlardan herhangi biri, Allah'ın emir ve yasaklarını dinlediklerinde, sanki Allah (c.c.) sadece kendisine hitab ediyormuşcasına dikkat gösterirlerdi. İçindeki müjde, uyarı, va'az ve ibretlerden etkilenirlerdi. Onlar, "Ey iman edenler" çağrısını işittiklerinde pür dikkat ve büyük önemle bundan sonra gelecek yönetme, emir ve yasaklan dinleyip büyük dikkat, mutlak teslimiyet, gönül rızası ile tereddüt ve gecikme olmaksızın pratiğe dökerlerdi. Çünkü bu çağrı herhangi bir beşerin çağrısı değil, mülk ve kuvvet sahibi, beşer yaratıcısı Allah çağnsıdır. İşte Allah'ın kitabının ve Resulünün onları davet ettiği, onlara emrettiği, onlan sakındırdığı her şeye karşı tavırları buydu.
Onlar Resulûllah (a.s.)'ın kendi kendine konuşmadığına, Allah'ın vahy ve yöneltmesiyle konuştuğuna kesin olarak inanmışlardı.
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak ''İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerindir."[340]
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."[341]
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[342]
"Allah'ın (fethedilen) ülkeler hakkında Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir."[343]
"Kim Resule' itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!"[344]
Onlar bu halleriyle yeryüzünde yürüyen Kur'an haline geldiler. Onlar Kur'an-ı Kerim'i pratikte uygulamak için ezberlemiyorlardı, onu pratikte uygulayarak hafızalarına yerleştiriyorlardı.
Günümüz müslümanlan ise çaba sarfetmeden, zorluklara göğüs germeden İslam'a varis oldular. Fakat ona canlılığı ve özü gitmiş, hurafe ve bid'atler karışmış olarak varis oldular. Ona varis olduklarında gevşeklik, zayıflık ve güçsüzlük içerisindeydiler. Bundan dolayı bu hak din sayesinde sahip oldukları konumu takdir edemediler. Yine aynı dertlerden dolayı Allah'ın kelamı olması hasebiyle Kur'an'ın değerini farkedemediler. Ona gereken saygıyı göstermediler. Kur'an'ı terkettiler, ondan yüz çevirdiler. Onu dinlediklerinde anlamını tefekkür etmediler, ondan etkilenmediler. Onun emir ve yasakları üzerinde durmadılar. Kendilerini Kur'an okuyucusunun güzel sesine ve nağmesine kaptırdılar. Ve bir şarkıcı dinler gibi okuyucunun sesini beğendiklerini ifade etmek için yüksek sesle bağırdılar, gürültü çıkarttılar. Oysa derinlemesine düşünüp, etkilenselerdi Allah'ın emrine uyarak huşu içerisinde sessizliklerini muhafaza ederlerdi.
"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin."[345]
Bu tür tezahürattan hoşlanan Kur'an okuyucularına yazıklar olsun. Kur'an'a saygıları olsaydı dinleyicilerden susmalarını isteyeceklerdi. Susmamaları halinde okumaya devam etmeyeceklerdi.
Gerçekten bu günün müslümanlannın bir çoğunu dünya hayatı oyalamış, gönüllerini ve akıllarını öyle bir kıskaca almış ki; Kur'an'ın kalblerini aydınlatması ve feyizlendirmesi mümkün olmuyor.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" [346]
"Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir."[347]
Tüm bunlara rağmen; Allah (c.c.) Hz. Muhammed'den ümmetine hayrın devam etmesini dilemiştir. Ümmetin dininin konumunu Şehid İmam Hasan el-Benna vasıtasıyla yenilemeyi irade buyurmuştur. Çünkü o, Kur'an'ın sırrını ve nefislerde bıraktığı etkiyi biliyordu. Bundan dolayı o, kardeşleri Kur'an ve Sünnet etrafında topladı. Kur'anla ilişki halinde bulunma, âdablanyla edeblenme, her direktifine ita'at etme gibi selef-i salihinin sahip olduğu sıfatlarla onları yetiştirip eğitti. Siyerden dersler çıkararak, Hz. Resulullah okulundan çıkan örneklerin incelenmesi ve örnek alınmasıyla örneğin tekrarlandığını gördük. Öte yandan İslam'a ita'at noktasında da örnek insanlar çıktı. Onlar; doğruluk, vefa, emanet, iyi ahlaklarıyla güvenirliğin en yüksek konumuna yükseldiler. Onlar dinlerindeki sebat karşılığında İslam düşmanlarının her türlü işkence ve eziyetlerine sabrettiler. Nitekim; Allah onlardan bazılarını şehadetle mükafatlandırdı. Bu suretle onlar ihmal etmeden, zayıflığa, gevşekliğe düşmeden ve değişikliğe uğratmadan İslam bayrağını kendilerinden sonrakilere teslim edinceye kadar hep yüksekte tuttular.
"(Âdem ile eşi) dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz" [348]
"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde bir çok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever."[349]
Kur'an-ı Kerim'in etkisi, nefisleri nasıl değiştirip, onların yolların aydınlattığı, onları nasıl doğru yola ilettiği ve tilavetinin -aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi- müminlerin Allah'a olan imanlarını ve tevekkülünü nasıl artırdığı anlaşıldıktan sonra gelin Kur'an'la ilişkimizi gözden geçirip, güzelleştirelim.
"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir."[350]
Eğer okuyan Rabbini hakkıyla takdir edip, ondan korksaydı Kuran'ı okuduğu veya dinlediği zaman ondan etkilenirdi ve tüyleri diken diken olurdu.
"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi.
Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İste bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir.Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[351]
"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir."[352]
Kur'an'ı Kerim'den sadece bir ayetle dahi güzel bir bağlantı kursak hemen etkisini gösterir, duygularımızı harekete geçirir ve kalblerimizi aydınlatır. Elektrik akımı; bağlantı sağlandığında akım geçer, aydınlanma olur ve enerji oluşur. Ama bağlantı sağlanmadığı zaman akım geçmez ve hiç bir etki göstermez. Kur'an da işte böyledir.
Kur'an-ı Kerim iman gerçeğini bütün yönleriyle işler ve bir çok yerlerde buna delil getirir. Bu nedenle okunduğunda veya dinlendiğinde bu deliller müminin imanını artırır ve mümin olmayanın da imana girmesini kolaylaştırır.
Eda etmemiz ve kendisinden sapmamamız için Kur'an-ı Kerim dünya hayatındaki misyonumuzu belirler.
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."[353]
Kur'an'ı Kerim, çeşitli durumlarda müminin tavrının ve tutumunun nasıl olması gerektiğini bize gösterir. Örneğin düşmanla karşılaştığımızda, zorluk, darlık, hastalık ve fakirlik gibi durumlarda Allah'a sığınmamızı, nimetlerine karşılık ona şükretmemizi bize öğütler.
"Bunun üzerine Musa, onların yerine sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım" dedi."[354]
"Eyyub (a.s.) da Hani Rabbine: "Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti,"[355]
"Zünnûn'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık, işte biz müminleri böyle kurtarırız."[356]
"Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: "Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et" dediler."[357]
"Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: "Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım."[358]
Aynı zamanda; Kur'an-ı Kerim'in bizi uyardığını, ye'is ve Allah'ın rahmetinden ümit kesme dairesine düşmekten bizi koruduğunu, itminan, gönül rahatlığı, umut ve Allah'ın rahmetini arzu etmeyi içimizde oluşturduğunu görmekteyiz.
"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[359]
Allah yolunun davetçisi Kur'an-ı Kerim'de en iyi yardımı ve en iyi yol azığını bulur. Çünkü; Kur'an-ı Kerim sayesinde Allah'ın elçilerinin doğru davet metodunu ve kavimlerinin işkencelerine nasıl sabrettiklerini, imanı nasıl teşvik ettiklerini, küfür ve isyandan onları nasıl sakındırdıklarını öğrenmiş oluyor.
Kur'an'ı Kerim'in okunmasında ve ezberlenmesinde; davetçi için her hangi bir konuyla ilgili olarak delil getirme açısından en iyi azık vardır. Böylece nefislerde etkisini artırmış olur.[360]
Kur'an-ı Kerim'i okuduğumuzda manasını iyicesine düşünelim, tefekkür edelim. Eğer bazı ayetleri sadece tekrar tekrar okumakla anlayabilecek isek bunları tekrar edelim. Bize sahih bir isnadla gelen bir rivayete göre Hz. Resulüllah bir gece kıyamını bir ayeti tekrarlamakla geçirmiştir. O ayet de Allah Teala'nın şu sözüdür:
"Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin."[361]
Kur'an'ı Kerim'i okurken Hz. Resulullah'ın şu yönlendirmesine uyalım:
"Kur'an'la ülfet buldukça ve gönülleriniz onunla yumuşadıkça onu okumaya devam ediniz. Bu durumunuzu kaybettiğinizde okuyor sayılmazsınız."
Başka bir rivayette ise;
"Bu durumunuzu kaybettiğinizde onu okumayı bırakınız."[362]
Harf mahreçlerinin ve tecvit kurallarının Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmemize, manalarını anlamamıza engel olmasına fırsat vermeyelim. Aksi takdirde tüm dikkatimizi buna vermekle ne manasını kavrarız; ne de ondan etkilenmiş oluruz.
Azığımızın yenilenmesi için Kur'an-ı Kerim'i okumaya devam edelim, onun kıra'atını terk etmeyelim. Kelamını okumak yoluyla Allah'la (c.c.) olan beraberliğimizi ve irtibatımızı devam ettirelim. Güç yetirebileceğimiz kadarıyla Kur'an-ı ezberlemeye çalışalım. Çünkü bu davet'te Kur'an'ı Kerim'den delil getirirken, namazda ve gece kıyamında bize yardımcı olur. Bazen de yazılı Kur'anı Kerim'i yanımızda bulamayacak durumlara düşebiliriz. O zaman ezberlediklerimize başvuracağız.
"Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alasınız diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?"[363]
Şehid İmam Hasan el-Benna salı günleri yaptığı sohbetlerden birinde şu önemli pasajı ifade etmişti:
"Şerit değiştirerek; trenin yönünü değiştirmekle görevli tren yolu makasçısı, tren de olmadığı halde onu dilediği yöne çevirebilir. Değiştirme çubuğu denen basit bir çubuğu hafifçe hareket ettirerek trenin şerit değiştirmesini sağlar, hiç zorlanmaksızın onu başka bir yöne sevkeder. işte insan kalbiyle Allah bilgisi arasındaki ilgi de böyledir. Gerçek manada Allah bilgisini, değişme çubuğu olarak farzedersek; O, insan kalbine dokunduğu zaman kalbin durumunu değiştirir. Bu değişme sonucu insan bütün yönleriyle değişip harekete geçer. Fertlerin durumu değişince onların oluşturdukları ümmet de bir bütün olarak değişir. Gerçekten Allah'ı hakkıyla tanımakla insan kalbi kötülüklerden arınır."
Kalblerimizin arınması ve durumumuzun değişmesi için Allah (c.c.)'ı hakkıyla tanımaya ne kadar muhtacız. Ta ki, bu değişmemiz beraberinde ümmetin tümünün değişmesini getirsin. Allah Teala'yı tanıma konusunda azığımızın önemli bir bölümünü; Allah'ın yarattıkları, ayetleri ve kainat üzerinde tefekkür etme, O'nun isim ve sıfatlarının anlamlarını öğrenip üzerinde düşünme oluşturur..
Kur'an'ı Kerim bir çok ayetlerde bizi düşünmeye teşvik ediyor.
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!"[364]
"De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz."[365]
"Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların kannlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz."[366]
"Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"[367]
Aynı zamanda Kur'an'ı Kerim, Allah'ın ayetleri ile ilgili akıllarını ve duyularım kullanmayanları da eleştiriyor.
"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler."[368]
"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla göremezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler, işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[369]
Varlık alemindeki Allah'ın yaratıkları ve ayetleri üzerinde düşünülecek şeyler sayılamayacak kadar çoktur.
Her şeyde bir ayet ve bir alâmet vardır. Çünkü kainattaki her şey O'nun varlığını ve yüceliğini kanıtlar. Biz bütün bu işaretleri serdedemeyeceğimiz için gerisini sizlere bırakarak Allah'ın uçsuz bucaksız şu gözlemlenen kainat kitabında, onun okunan kitabı Kur'an'ın temas ettiği, azametini ve yaratmadaki kudretini gösteren delillerine çarpıcı bir şekilde bir kaç misal vermekle yetineceğiz. Artık modern ilmin varlık aleminde gökyüzüne çıkardığı sırları açıklayan kitaplar yazılmaktadır ve çözülen bu sırlar, Allah'ın varlığını, birliğini ve her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kafi ölçüde gözler önüne sermektedir.
Şu geniş kainatta yerküreye baktığımızda, bizden her bir kişiye oranla onun çok büyük bir şey olduğunu sanırız. Fakat, dikkatimizi ve incelememizi yeryüzünün ötesine, uzaya, ondaki yıldızlara ve gezegenlere yönettiğimizde, çağdaş bilimin, bu uzay cisimlerinin korkunç denebilecek sayıları, hacimleri, uzunlukları ve hızları hakında ortaya koyduğu bilgileri öğrendiğimizde gerçekten aklımız bu bilgileri düşünmekten dahi aciz kalır. Örneğin Güneş'in hacmi dünyanın hacminden 1.250.000 defa daha büyüktür. Aynı şekilde öyle yıldızlar var ki, onların da hacmi Güneş'inkinden milyonlarca defa daha büyüktür.
Tüm bu uzay cisimleri çarpma ve düzenin bozulması olmadan hareketlerine devam ediyorlar. Hiç şüphesiz bu olay aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir. Yıldızların uzaklıklarının ölçü birimi ışık yılıdır. Bundan kast olunun da ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın hızı ise saniyede 300.000 km.'dir.
Öte yandan astronomi bilginleri, uzayda bizden yüzmilyonlarca ışık yılı uzaklıkta yıldızların varlığından söz ediyorlar.
Allah (c.c.) ne doğru buyurmuş:
"Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir."[370]
Bizler bu ayetlerin nüzulünden 14 asır sonra daha yeni bazı yıldızların yerleri ve büyüklükleri hakkında bir şeyler öğreniyoruz.
"Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz. Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!"[371]
İnce bir dikkatle baktığımızda; uzaklıkları, hızlan ve boyutları itibariyle Allah (c.c.)'ın Güneş, yer ve Ay için takdir ettiği değişmez kanunları olduğunu göreceğiz. Yerküre, yörüngesinde belli bir eğikliktedir. O, hem kendi etrafında, hem de Güneş'in etrafında döner. Ay da onun etrafında döner. İşte Allah'ın bu muazzam kanunları sayesinde yeryüzünde uygun bir ortam içerisinde hayatın sürmesi kolaylaştığı gibi, yılların sayısını da bununla bilir ve tesbit ederiz.
Öte yandan uçsuz bucaksız kainattan cüzi aleme, hatta atama ve onun oluşumuna kadar her şey hakkında araştırma yapan bilginlerin teorilerine göre her zerreyi oluşturan öğeler farklı olduğu için elementler ve maddeler de özellikleri bakımından çeşitlilik arzetmektedirler. Bu konuda vaktiyle şöyle güzel bir cümle okumuştum.
"İnsanlar maddenin hakikatini öğrenmek amacıyla ne kadar çabalarsa çabalasınlar, yine onun hakikatini idrak edemezler. Çünkü sanat sırdır ve bunun sırrı da sadece Allah nezdindedir.[372]
Bitkiler aleminde de Allah (c.c.)'ın büyüklüğü ve kudreti açık bir şekilde görülür. Zira her bir tohum tanesi; dal, yaprak, çiçek, meyva, renk, tat ve koku itibariyle türünün ayırtedici Özelliklerini taşır.
Yüce Allah ne doğru buyurmuştur:
"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır."[373]
"Şimdi bana, ektiğinizi haber verin. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?"[374]
Bitkilerin gelişme zamanları, gelişmelerinin durduğu dönemler ve kendileri için uygun yetişme ortamları bakımından çeşitlilik arz ettikleri bilimsel olarak sabit olmuştur. Ama; hangi ilmi seviyeye gelirlerse gelsinler bilginlerin başaramayacağı ve daima kapalı kalacak bir el vardır; o da ekilip sulandığında bitki olarak çıkacak bir bitki tohumu yapmaktır. Bilginler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar asla bu bitki tohumunu yapmayı başaramayacaklardır. Çünkü asli bitki tanesindeki bitirme sırrı yalnız Allah'tadır. Ve hiç bir insan bu sırrı sun'i bir tanenin bünyesine yerleştiremez.
Böcekler aleminde de hayret verici şeylerle karşılaşmaktayız. Ne kadar küçük olursa olsun her böceğin kendine has duyulan, teçhizatı ve Allah'ın kendileri için yarattığı özel hayat düzeni vardır. Bilginler, böcekler alemi ile ilgili bir çok gerçeği gün yüzüne çıkardı ve hâlâ; sürekli çalışma, çok ince düzen, uzmanlık alanlarının bir birine karışmaması, barınakların yapılışı ve iklim değişikliklerinden koruyacak biçimde düzenlenmesi gibi her tür böcekler toplumunda görülebilen ve akıllara durgunluk veren bir takım şeyleri ortaya çıkarmaya da devam etmekteler. İşte arı kovanı ve arılar arasındaki iş bölüşümü, her çeşit işteki uzmanlığı ve mumdan yapılmış çok ince altıgen biçiminde bal peteklerinin güzelliği. İşte bu Allah'ın mahlukatımn üzerinde yarattığı fıtrattır.
"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!) O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin! Hayır (gösteremezler)! Zalimler açık bir sapıklı içindedirler."[375]
"O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi."[376]
Böcekler alemi ile ilgili araştırma yapan alimler, her yıl 10.000 yeni böcek türünün keşf edildiğini söylüyorlar. Örneğin papuç tartan böceğinin insanlarca bilinen türlerinden başka otuzbin türü daha bulunduğunu yine bilginler söylemektedirler.
Tüm bu buluşlarla beraber, hayatın sanat sırrı Allah'ın elinde olduğu için hiç bir beşer tek bir böcek dahi yaratamaz.
"Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! Onlar, (Bu âciz putları Allah'a ortak koşmak suretiyle) Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür."[377]
Kuşların dünyasını, türlerinin çokluğu, biçimlerinin, büyüklüklerinin, renklerinin, seslerinin ve ömürlerinin farklılığı, çoğalma ve kuluçkaya yatma durumları, yavrularını gözetlemeleri ve onlara gelişmelerinin her safhasında uygun gıdalar vermeleri gibi konularda düşünmeliyiz. Aynı zamanda onların belirli mevsimlerde belirli yerlere göç etmeleri, haritasız ve pusulasız vatanlarına tekrar dönmeleri de üzerinde düşünülmeğe değerdir. Öte yandan kuşlar aleminde bugünkü çoğu insanda görmediğimiz; erkeklerin dişilere sahiplenişini görmekteyiz.
Şayet embriyo'nun yumurtalıktaki büyüyünceye kadarki gelişmesini ve hayata hazır bir şekilde yumurtadan çıkışını araştırırsak, Allah'a iman ve onu tazim hususunda hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde O'nun kudret ve rahmetinin tecellisini görürüz.
Hayvanlar aleminde de geniş düşünce ufukları ile karşılaşmaktayız. Onların bir kısmı evcil, bir kısmı ise vahşidir. Aynı zamanda; türleri, biçimleri, büyüklükleri, renkleri, tabiatları, ömürleri farklı olduğu gibi iç organlarının düzeni ve işlevleri de farklılık arz eder. Öte yandan embriyo'nun oluşması, gelişmesi, gelişme evreleri ve pisliğin ve kanın arasından çıkan ve yeni doğan yavrunun beslenmesi için elverişli olan süt de gerçekten düşünülmeğe değerdir.
Hayvanlar alemini inceleyen bilginler, hergün yeni yeni şeyler keşfediyorlar. Tabi tüm bu inceleme ve keşifler, kalp sahibi, işiten ve gören kimseler için Allah'ın yaratma gücünü ve engin hikmetlerini vurguluyorlar.
Denizler alemi ve onun genişliği üzerinde de tefekkür etmemiz gerekir. Güven içinde su altına dalmayı sağlayan modern araçların bulunuşundaki gecikme sebebiyle, deniz alemi ile ilgili gün yüzüne çıkarılan hususlar az olmakla birlikte, yine de hayrete düşüren çok şeylerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Denizlerde bulunan varlıkların tür ve sayı itibariyle karadakilerden çok daha fazla olduğu söylenmektedir. Aynı zamanda; havayı güzelleştirmesi, suyunun buharlaşıp, bulutlar haline gelmesi ve sonra çeşitli bölgelere yağmur olarak düşmesini düşündüğümüzde; denizlerin diğer bir fonksiyonunu da görmekteyiz.
Ya dağlar olmasaydı, nehirler olur muydu?
Şu yerküreyi saran hava tabakası, Allah'ın yeryüzündeki hayat için gerekli olan elverişli havayı oluşturması amacıyla belirli oranlarda atmosfere yerleştirdiği çeşitli gazlar ve onlardan her birinin gördüğü vazifeler ciddi bir şekilde düşünülmeğe değer hususlardır. Bu gaz oranlan değişirse canlıların yeryüzündeki hayatı tehlikeye düşer. Meteoroloji uzmanları, yeryüzündeki havanın değişmesi, güneş ısısının tesiri, atmosferdeki basınç sistemleri, rüzgarların esişi, bulutların bir araya gelişi ve yağmurun yağışı gibi büyük bir dikkat ve kabiliyet gerektiren hassas konulardan bir çok şeyi keşfetmeğe devam ediyorlar.
"Görmez misin ki Allah bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor, sonra onları bir araya getirip üstüste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlardan (dağlar büyüklüğünde bulutlardan) dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır! Allah, gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır."[378]
"Ya içtiğiniz suya ne dersiniz? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?"[379]
"Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"[380]
Kendimiz hakkında, oluşumumuz, sindirim, solunum, kan, sinir sistemi yararlı maddelerin süzülmesi ve buna benzer şeylerle ilgili organlarımız üzerinde yeterince düşünsek bile; Allah'ın bizleri mükemmel ve sağlam bir biçimde yaratmasındaki kudret ve azamatini yine de ihate edemeyiz.
"Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır."[381]
Embriyonun gelişmesinde, büyümesinde ve Allah'ın onu korumasında da Allah'ın kudretini ve azametinin tecelli ettiği görmekteyiz. İşte şu akıl nasıl çalışır ve nasıl düşünür? Ve işte hafıza tüm bu bilgileri nasıl içine alır ve gerektiğinde nasıl onları çıkartır? Gerçek olan şu ki; bunlar aklın sınırları içine giren konular değildir. Bu bakımdan sadece bir kaç örnekle yetinmek istedik.
Bu anlattıklarımız, anlatmadıklarımız yanında çok az kalır. Genel olarak nazari ve tecrübi ilimlerin hemen her verisinde Allah'ın kemal sıfatları tecelli etmektedir. Ve insanların günyüzüne çıkardığı kainat ile ilgili sırlar onların bilmediklerine oranla çok azdır.
"Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Bize ancak az bir bilgi verilmiştir."[382]
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."[383]
"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?"[384]
Gerçekten ilmi, yaratıcıya bağlamaya ne kadar muhtacız.
"Yaratan Rabbinin adıyla oku!"[385]
Çünkü ilim imana çağırıyor. Ve işte böylece Allah'ın ayetlerini ve yaratıklarını düşünmekle zihinlerimizde Allah'ı tanıma, bilme marifeti gerçekleşmiş olur, imanımız artar ve Allah'ı tazim ve takdis ederiz. İnşaallah kalblerimizdeki Allah'ın yeri ne ise Allah'ın yanındaki yerimiz de öyle olur. Ve şurası bilinmelidir ki; biz Allah'ı hakkıyle takdir edemeyiz. Kadrini kendisinden başka hiç kimsenin tam anlamıyle bilmediği, nitelendirenlerin noksanlıklarından münezzehtir.[386]
Az ve güç bir yardım dahi olsa birinin diğerine yardım ettiğini gördüğümüzde insanların birbirlerine teşekkür ettiklerini görmekteyiz. Fakat Allah'ın nimetlerinin çokluğuna ve büyüklüğüne rağmen insanların çoğunun nimetlerine karşı Allah'a şükür etmediklerini görüyoruz. Sanki bu nimetler Allah'ın ihsanı değil de kazanılmış haklarıdırlar. Hatta çoğunun bu nimetleri, isyanda kullandıklarını görüyoruz.
Öte yandan; insanların bu nimetlerin kıymetlerini ancak kendilerinden mahrum kaldıkları ya da başlarına bir musibet geldiği zaman anladıklarım görmekteyiz. Ve bu nimetlere tekrar kavuşmak için Allah'a yalvardıklarını farketmekteyiz. Kimilerine ise hayatın yaşanmaz hale geldiğini ve intihara başvurduklarını görmekteyiz.
"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Rablerine ortak koşarlar! Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için (öyle yaparlar). O halde bir süre daha faydalanın; fakat yakında hakikati bileceksiniz!"[387]
"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!"[388]
Bundan dolayıdır ki; Kur'an-ı Kerim'in bizi tefekküre, Allah'ın sayılamayacak çokluktaki nimetlerini tanımaya, değerlerini bilmeye, Allah'ın fazlı ve ihsanını hissetmeye ve nimetlerine karşı hamd ve şükür görevimizi ifa etmeye çağırdığını görmekteyiz. Bize uygun olan; bu ayetler üzerinde iyice düşünmemiz ve Allah'ın bize olan lutfunun, cömertliğinin, rahmet ve ihsanın, tam şuuruna vararak bu nimetlerin değerini bilmemizdir. Bu şuur, her an, her hareket ve duruşumuzda Allah'a olan ihtiyacımızın boyutlarını kavratır. Aynı zamanda şükür borcunu ifa etmede ne kadar eksik olduğumuzu anladığımız gibi, bu nimetleri Allah'a itaat uğrunda kullanmanın zaruretini ve isyanda kullanmamanın gereğini de kavrarız.
O zaman nimetlerin en büyüğü olan İslam nimetiyle başlayalım.
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etler yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."[389]
"Allah nezdinde hak din islâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur."[390]
"Kim, islâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahiretîe ziyan edenlerden olacaktır."[391]
Bu din sayesinde; dünyada mutluluk, huzur ve güven, ahirette ise kurtuluş ve nimetlere kavuşma gerçekleşir. Onsuz; dünyada; bedbahtlık, kayıp ve parçalanma ahirette ise büyük hüsrana ve cezaya uğramak, Allah'ın nimet ve rızasından mahrum kalmak vardır.
Gerçekten müslümanların çoğu İslam dinine intisablan sayesinde sahip oldukları nimetin değerini bilmiyorlar. Çünkü onlar bu dine çaba sarfetmeden, zorluklara katlanmadan varis oldular. Ve bu dinin dünya ve ahiret mutluluğu için kendilerine gerçekleştirdiği hayırı tanımaya çaba sarf etmediler. İslam nimeti her şeydir. Bunun olmadığı yerde hiç bir nimetin kıymeti yoktur. Herhangi birimizin musibetinin malında, çocuğunda, gözünde, kulağında ya da herhangi dünyevi bir nesnesinde olması, dininde olmasından daha hayırlıdır.
Resulullah (a.s.), bunu bize kavratmak için şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım, musibetimizi dinimizde kılma. Ve dünyayı da en büyük gayemiz haline getirme."
Allah'ın bunca nimetlerine karşı O'na şükür etmeğe devam etmeye ne kadar muhtacız.
"(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: "Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler." Onlara: "işte size cennet; yapmış olduğnuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız" diye seslenilir."[392]
Allah Teala'nın bahsettiği, bu İslam nimetini kendisine kavuşuncaya kadar muhafaza etmeğe davet etmemiz lâzımdır.
"Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin."[393]
Çünkü işlerde önemli olan onların akıbeti ve sonucudur. İşte Hz. Yusuf (a.s.)'un tutumu. Allah (c.c.) kendisine mülk nimetini verdikten sonra kendisinden ruhunu müslüman olarak teslim almasını istiyor.
"Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey görleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!"[394]
İslam nimetinin bizde tam olarak yerleşmesi için neseben değil gerçek anlamda müslüman olmamız gerekir.
Allah yolunda kardeşlik ve O'nun rızası için sevme nimeti büyük bir nimettir. Yalnızca Allah rızası için oluşan bu kuvvetli bağ, kişiye arkadaşlarına karşı öyle bir saadet ve ruh huzuru verir ki; bunu ancak yaşayanlar ve tadanlar bilir.
Bu güçlü bağ sayesinde arkadaşlar arasında iyilikte yardımlaşma, tenasüh, hayrı hatırlatma, karşılıklı güven, sevgi ve acıma duygulan perçinleşir.
Allah Teala kutsi yüce buyruğunda bu nimeti bize şöyle hatırlatıyor:
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir."[395]
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilar idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yola bulaşınız."[396]
Kalpleri kin, düşmanlık ve buğzla dolu olan bir toplumda yaşamak; keder, gam ve tasayla dolu çekilmez bir hayattır. Böyle bir yaşamdan Allah'a sığınırız...
İman, Allah yolunda kardeşlik ve Allah rızası için sevgi gibi büyük nimetlerden sonra değer itibariyle daha sonra gelen nimetlere geçip tefekkür edelim ve bu nimetlerin değerini bilelim. Ben sizden kendi başınıza kalarak, herhangi bir sebepten dolayı gözünüzü kaybettiğinizi ve doktorların onu iade etmede aciz kaldıklarını düşünmenizi istiyorum. Ve biraz detaylı bir şekilde bunun amelinizde, ilminizde ve hareketinizde meydana getireceği değişikliği ve sizi bağlayacağı sınırlamaları, zorlukları ve darlıkları da düşünmenizi istiyorum. Bunu ne derece derin tefekkür edersek, o derece bu nimetin değerini kavramış oluruz. Hatta bu nimetle büyük bir mal arasında tercih noktasında kalırsak bunu tercih edeceğiz. Ve böylece gözümüzün iade edilmesi halinde bunu sadece Allah'ın ita'atında kullanacağımıza, isyanda kullanmayacağımıza dair Allah'a söz vermeye her zaman hazır oluruz. O zaman bunu mu düşünüp gerekeni yapalım, yoksa Allah'ın gözümüze bir musibet vermesini bekleyip sonra mı Allah'a söz verelim.
Ey kardeşim!
Bundan sonra herhangi bir sebepten dolayı göz nimeti ile beraber işitme nimetini de kaybettiğini düşün. O zaman vaziyet nasıl olur? Çevredeki nesneleri ne görür, ne de işitirsin. Kendini karanlık bir hapishanede hissedersin.,Haraketlerin ve hayatın her işindeki sınırlamaların, darlığın ve zorluğun boyutunun genişlediğini hisetmiş olursun.
Bu tefekkür sayesinde bu nimetlerin değerini, Allah'ın üzerimizdeki fazl ve ihsanını, iyiliğini büyüklüğünü ve kendisine olan ihtiyacımızı kavramış oluruz. Ve eğer, gündüzleri oruç tutarak, geceleri ise kıyam ile geçirirsek ve ömrümüzün tümünü Allah'a ibâdetle geçirirsek ve ömrümüzün tümünü Allah'ın ibadetine vakf etsek dahi sadece şu iki nimetin karşılığı olarak hakkıyla şükür etmiş olamayız.
Daha sonra şu veya bu sebepten dolayı görme ve işitme duyunla beraber konuşma melekesini de kaybettiğini bir düşün. Ve bu durumda halinin nasıl olacağını tasavvur et. Hapishane haline gelen dünya hayatı büsbütün zifiri karanlık olacak, kayıtlar ve kısıtlamalar daha da artmış olacak ve hayatla ilişkin daha da zorlanacak. Birisinden bir şey istediğin zaman ya da birisi senden bir şey istediği zaman bu istekleri anlamak ve ifade etmek çok zor olacak. Kendi kendine sor. Böyle bir hayata ne derece sabredebilirsin? Ve kendi haline ne derece rıza gösterebilirsin? Hiç şüphesiz; iman nimeti olmaksızın böyle bir hayat çekilmez olur. Öyleyse kendimizi bu nimetleri Allah'a itaatte kullanmakla yükümlü saymalıyız. Ve sadece helale bakmalı, yalnızca helal dinlemeli ve yalnızca hayırlı olanı söylemeliyiz.
Allah'ın bir nimeti olan akıl, ne kadar muazzam ve kıymetlidir. Sana yukarıda adı geçen üç duyu organın iade edilse, fakat aklına bir helal veya bir zafiyet gelse o zaman ne olur bir düşün. Kendini nasıl hissedersin? Allah'a hamd olsun şu akıl nimeti sayesinde benim yazdıklarımı takip edebiliyorsun. Bu akıl nimeti olmaksızın; ne idrak, ne anlayış ve ne de disiplin olmadığı gibi herhangi bir şeyin ne zaman yapılacağından da emin olunmaz. Neticede kişi diğer akıl hastaları ile beraber ölünceye kadar hapis gibi bir yerde yaşamak zorunda kalır. O zaman akıl nimetinin değerini kavrayalım, onu Allah'a kavuşma yolunda ve dünyamıza ve dinimize yararlı olabilecek yerlerde kullanalım. Allah'ın sevmediği ve gazabını celbedeceği yerlerde onu kullanmayalım.
Aynı şekilde ellerimiz, parmaklarımız, ayaklarımız, bedenimizin tüm cihazları ve iç organlarımız gibi bedenimizin kapsamına aldığı diğer nimetler üzerinde de tefekkür edelim. Vücudumuzun herhangi bir organının veya parçasının görevini ifa etmediğini bir düşünelim. O zaman sakat kalabileceğimiz gibi hayatımızın büyük bir bölümünü de yatakta geçirmek zorunda kalabiliriz. Bunun örnekleri her zaman mevcuttur ve gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Örnek olarak; beynimizdeki kılcal damarların herhangi birisinde basit bir kan pıhtısı dahi felce yol açarak beynimizin konuşma ve diğer fonksiyonlarını kaybettirebilir.
O zaman bize verdiği bu sağlık ve afiyet karşılığında Allah'a hamd edelim ve tedebbür ve huşu içerisinde Allah'ın şu sözünü okuyalım:
"Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?"[397]
Ya gıda, su, hava ve ısı gibi vücudumuzun gereksinim duyduğu bunca nimetlere ne demeli... Peki ya kuşlar, bitkiler...ve kendilerinden mahrum kalmamız durumunda helake ve ölüme maruz kalacağımız diğer nimetler.....Şu Allah'ın tüm canlıları kendisinden yarattığı suyun sana nasıl ulaştığını hiç düşündün mü? Allah'ın takdiriyle okyanuslardaki su buharlaşıyor ve rüzgarın yardımıyla buharlaşan su, bulut haline geliyor. Rüzgar da bulutları sevk ederek, yağmur olarak tekrar düşüyor. Dağlar ve tepeler sayesinde su nehirlerde akarak bize ulaşıyor. Dağlar ve tepeler olmasıydı su nehirlerden nasıl akıp bize ulaşırdı?
Şu hava ve kapsamındaki yaşam için gerekli olan gazları hiç tefekkür ettin mi? Havadan, sudan, gıdadan, ısıdan yoksun oluduğunu bir düşün. Tabii olarak hayatın yaşanmaz olduğunu ve yok oluşla karşı karşıya kalacağını hemen anlarsın. Bu nimetlerden yararlanırken; Hz. Resulülla-hın Allah'ın fazlını ve ihsanını hatırlaması sünneti ne kadar da güzeldir.
Saliha bir eşin, yararlı ve imanlı salih bir neslin değerini unutmamız mümkün müdür?
"(Ve o kullar): "Rabbimiz! "Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!" derler."[398]
Kötü ahlaklı, saliha olmayan bir eşle geçecek yaşamı, sebebiyet vereceği bıkkınlık, rahatsızlık hatta fitneyi bir düşün. Çokça istemelerine rağmen Allah'ın kendilerine çocuk vermediği kişileri de düşün. Aynı şekilde neslin, çocukların salih olmamaları durumunda sebebiyet verecekleri gam ve sıkıntıları da unutma.
Tüm bu nimetlere karşı Allah'a şükür edelim, onlar hakkında Allah'tan korkup, onlara karşı vecibelerimizi yerine getirelim.
Allah (c.c.) ne doğru buyurmuştur:
"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."[399]
Düşünüyor muyuz?
"(O öyle lütufkâr) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O sîze istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!"[400]
Ey Allah'ım: Sen ne doğru buyuruyorsun. Seni hakkıyle övemeyiz. Sen ancak kendim övdüğün gibisin.
Ey kardeşim; gece ve gündüz nimeti üzerinde, hiç düşündün mü? Ya uyku nimeti ve bu nimetten mahrum kalman durumunda içinde olacağın durumu...
Allah Teala bu nimetleri bize hatırlatırken ne güzel ifade buyuruyor.
"(Resulüm!) De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size bir ışık getirecek ilah kimdir? Hâla işitmeyecek misizin? De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilah kimdir? Hâla görmeyecek misiniz? Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinleneseniz, (gündüzün) O'nun fazlu kereminden (rızkınızı) arayasınız ve şükredesiniz."[401]
Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini sayarak bitiremeyiz. Fakat Ey kardeşim: Hareket ederken, konuşurken, yerken, içerken, elbise giyerken, yatarken, uykudan uyanırken, görürken, işitirken, koklarken, tadarken veya hayatın her hangi bir işi ile uğraşırken Allah'ın senin üzerindeki nimetlerini hisset. Ve sakın unutma ki; Allah'ın rahmeti ve ihsanı olmaksızın bunlardan hiç birini yapmaya güç yetiremezdin. O zaman Allah'ın kontrolünde olduğunu sürekli hisset. Yapacağın her iş Allah'ın şeriatına uygun olmalı, Allah için olmalı ve O'nun ismiyle başlamalı.
İnsanların çoğu hata ediyor ve Allah'ın kendilerine olan nimetlerini sadece aylık ve yıllık maddi kazançlar veya benzeri şeylerden ibaret görüyorlar. Bazıları ise zikrettiğimiz nimetlerle, milyonlarla ifade edilen servetin bile yerini tutamayacağı bazı nimetleri unutuyorlar.
"Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde "Rabbim bana ikram etti" der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise "Rabbim beni önemsemedi" der."[402]
Bunun gibi yanlış düşüncelerimizi düzeltmeye ne kadar da muhtacız... Ve bu dünya hayatında imtihan edildiğimizi bilmeliyiz. Şer ile yani hoşumuza gitmeyen şeylerle denendiğmiz gibi hayırla da yani hoşumuza giden şeylerle de denenmekteyiz.
"Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz."[403]
Allah'ın nimetleri üzerinde tefekkür ile ilgili böyle bir gezintiden sonra Allah'ın bize olan iyiliğini, ihsanının güzelliğini ve O'na olan ihtiyacımizm boyutlarını kavramak suretiyle iyi bir azık elde ettiğimizi zannediyorum. Bu azık bizi Allah'ı tazime, itaate, şükre ve güzel kulluğa sevkedecek ve bizi O'nun nimetlerini isyanda kullanma cesaretinden koruyacaktır. Allah (c.c.) bir insandan rahmetini keserse bu nimetler o insanı bedbahtlığa düşüren ve kendisini günahkar eden ceza haline dönüşür.[404]
İnsanların çoğu kendilerin bekleyen gayb alemini ve varacakları yeri tefekkür etmezler. Sadece içinde bulundukları günleri ve dünyalarını yaşarlar. Sanki bu gayb alemi, önem verilmesi gereken bir konu değildir. Oysa ki o en büyük öneme layıktır. Çünkü o bizim geleceğimiz, gerçek ebedi hayatımızdır.
Duyu organlarıyla algılayamadıkları bu gayb aleminin gerçekleşmesinden mi şüphe ediyorlar? Yoksa; dünya hayatı onları oyalamış, onu düşünmekten meşgülmü etmiş? Eğer sorun birincisinden kaynaklanıyorsa o zaman imanlarına dönsünler. Eğer ikincisinden kaynaklanıyorsa zaman geçmeden uyansınlar.
Gaybe ve ahiret gününe inanmak, imanın gerçekleşmesi için gerekli ve şarttır. Allah (c.c.) bu gayb aleminin gerçekleşmesini kasemle vurguladığı halde biz nasıl yakini bir imanla inanmayalım?
"Göğün ve yerin Rabbine andoîsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir."[405]
Bu, gaflettir ve dünya malıyla ve süsüyle oyalanmaktır. Bundan dolayı onlar ahiret hayatını tefekkür etmek için zaman bulamıyorlar.
Tüm gaflet belirtisinden kurtulup, bu gayb alemini düşünmek, bizim için ne kadar da uygundur! Sanki onunlaymışız ve onu yaşıyormuşuz gibi, Kur'an ve sünnetin benimsediği şekilde, gerçekleşmiş gibi telakki etmeliyiz. Böyle bir tefekkür, gayb alemini takdir etmemizi sağlayacağı gibi, dünya ve ahiret mutluluğumuzun gerçekleşmesi için onu karşılamaya ve ona hazırlık yapmaya da sevkedecektir.
Gayb alemi, bir sonraki andan başlar, onu safhalara ayırdığımız zaman, ilk merhalenin, bir sonraki ölüme kadar uzanan bir zaman dilim; olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonra ölüm, kabir, berzah hayatı, dirilme, arz, hesap, sırat ve cennet ya da cehennem gelir.[406]
Ömrümüzün kalan kısmının uzun ya da kısa olacağını bilmediğimiz gibi; özellikle fitne sayısının ve çeşidinin çok olduğu bu çağda hayra ve salih amele muvaffak olacağız. Yoksa fitne ve sapmalara mı maruz kalacağız, bilemiyoruz. Böylece hem Allah'ın rahmetini umma, hem de O'ndan korkma ve sakınma şuuruyla öylesine iç içe olmalıyız ki; bu şuur zamanımızı kendimize fayda verecek hayırlı işler yapma uğrunda harcamamız içimizde bir itici güç doğursun.
"(Resulüm!) senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü (içinde olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah'tır. O sizin, bunu sayamayacağınızı bildiği için, sizi bağışladı. Artık, Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah'ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah'tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.[407]
Ey kardeşim, bu konuda tefekkür ederken otur ve tek başına kalarak şöyle bir düşün; senin veya başka birisi hakkında -eğer kendini düşünmen sana ağır geliyorsa- doktorların, altı ay gibi bir süre geçmeden öleceğinize dair rapor verdiklerini bir düşün ve o kişinin bu durumdan haberdar olduğunu, kendisinin hayatta kalışının sınırlı oluşunu ve geri sayma durumunu da bir düşün. Böyle bir kişi mümin olması halinde durumu ve tavrı nasıl olur? Hiç şüphesiz böyle bir kişi, bir anlık zamanını zayi etmeksizin, tüm zamanını harcayarak olanca gücüyle, ahiret için yararlı işler yapmaya yönelecektir ve cimrilik yapmaksızın, tereddüt etmeksizin malını, canını, çabasını, fikrini kendisini ve sahip olduğu her şeyini Allah yolunda hazırladığını göreceğiz. Böyle bir kişi değil günaha cüret etmek bunu kalbinden dahi geçirmez. Nasıl masiyete cüret edebilir ki; o Allah'a kavuşmak için, hesap ve ceza için hazırlık yapmaktadır.
O zaman ey kardeşim; bizim altı ay, altı gün, altı saat, altı dakika hatta altı saniye daha yaşayacağımıza dair herhangi bir garantimiz var mıdır? Öyleyse neden örnek verdiğimiz kişinin durumuna benzer bir ruh hali içinde olmayıp, Allah'a kavuşmayı beklemeyelim ve ona hazırlık yapmayalım? Çünkü o an bir gün mutlaka ansızın gelecektir.
"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır."[408]
O zaman hayırlı bir amel yapma fırsatı eline geçtiğinde bunu erteleme, bunu ganimet bil. Çünkü ilerde seninle bu hayırlı amel arasına engeller girebilir. Hatta hayır fırsatının sana ulaşmasını da bekleme. Sen ona doğru koş ve onu ara. Ta ki Allah'ın kendileri hakkında şöyle buyurduğu kişilerden olasın.
"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[409]
Öyle insanlar görmekteyiz ki; değersiz veya az kıymetli bir maddi ve dünyevi kazanç elde etmek uğruna yolculuk yapıyor, uykusuz kalıyor ve yoruluyorlar. Bu insanlar bazen maddi kazanca karşı aşırı arzulan sebebiyle uzun bir süre yemeden ve uyumadan çalışarak, adeta kendilerini unutuyorlar. Öyleyse bu tür insanlardan neden ibret almayalım ve kendimizi Allah'la alışveriş noktasında yormayalım? Üstelik bu iki ticaret birbirlerinden ne kadar da farklıdırlar....
Ey Kardeşim: Allah'ın emrinde dosdoğru kalarak, O'nun şeriatına sımsıkı sarılarak ihlaslı bir şekilde gücün yettiği sürece Allah yolunda çalış ve çabala.
Allah'ın borcu, ödenmeğe en lâyık borç olmakla beraber, üzerinde kul borcuyla ölmemeye dikkat et. Ve müslüman kardeşlerine karşı samimi duygularla Allah'a kavuşmaya son derece önem ver. Şunu da bil ki;
Allah yolunda kardeşliğin en alt mertebesi gönül rahatlığı, en üst derecesi ise işar, yani kardeşini kendine tercih etmektir. Gecelerken yalnızca bu ruh hali içinde bulun.
Ey kardeşim! Ölüm gelmeden önce tevbeye istiğfara koş. Çünkü ölüm anında yapılan tevbe kabul edilmez.
"Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir."[410]
"Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca "Ben şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır."[411]
Daha sonra, bizi bekleyen şu gayb aleminin iki önemli aşamasının arasındaki kesin bir çizgi olan ölüm merhalesine dönüyoruz. Hiç kimse öleceğinden şüphe etmez.
Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır.
"Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir."[412]
Hiç kimsenin ölümden kaçıp, kurtulduğunu görmedik. Fakat buna rağmen dünya işleri ile aşırı derecede meşgul olmaları sebebi ile sanki ölüm başkaları için varmışcasına insanların onu unuttuklarını, onun üzerinde tefekkür etmediklerini görmekteyiz. Ölümü sürekli olarak hatırlamamız ve Allah'a kavuşmak için hazırlık yapmamız gerekir. Şeytan bir insana günah işlemesi için telkinde bulunduğunda, o insan ölümü hatırlarsa, günah işlerken bile ansızın ölebileceğini ve onu kendisinden defedemeyeceğini düşünürse, hiç hayatını böyle bir sonla noktalamak ister mi? Rabbine günah işleyerek kim kavuşmak ister? Hiç şüphesiz ölümü hatırlamak şeytanın vesveselerine karşı bizi korur, onun vesveselerini bizden uzaklaştırır ve şeytana karşı bize yardımcı olur. Resulüllah (a.s.) yatarken, uykudan uyanırken yaptığı dualarla ölümü anlamanın önemine işaret etmiştir.
Ey Kardeşim: iyilik ve ita'at üzerinde iken ölmeye çalış. Allah'ın emrettiği gibi dostdoğru ve muttekilerden ol.
"(Onlar), meleklerin, "Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir."[413]
Dünyaya geldiğinde, ailen yanıbaşında neşe içinde gülerken, sen ağlıyordun. Öldüğünde ise onlar yanıbaşında ağlarken, sen sevinçli ve mutlu olmaya çalış. Allah'a kavuşmayı arzulayarak ona göre çalış ki Allah (c.c.) seni karşılamayı istesin.
Ölümünün Allah yolunda olmasına çalış. Hatta bunu kendine en büyük arzu haline getir. Allah'a şehid olarak kavuşmakla ölümünü hayata dönüştürmeye çalış.
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek henüz kendilerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar."[414]
Ey Kardeşim: eğer daha önce yapmamışsan, Allah'la bu kârlı mukaveleyi imzala. Genişliği yer ve gökler kadar olan Cennet'e kavuşmak için canını ve malını Allah'a sat. Eğer bu anlaşmadan bir an sonra dahi ölsen kazandın ve karşılığını hakettin. Ecel gecikirse tereddüt ve cimrilik yapmaksızın sözüne bağlı kal ve gerekeni yerine getir.
"İste sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz, içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar."[415]
"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta incil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."[416]
Ey Kardeşim: gel, bunlardan sonra kabir hayatına geçip üzerinde tefekkür edelim. Ölü olarak ziyaret etmeden önce diri olarak kabri ziyaret edelim. Mal ve evlat çokluğu ile diğer dünyevi uğraşlar bizi oyalamasın. Onu tanımak ve içerisindeki gerçek hayatın tabiatını, mahiyetini öğrenmek için onu ziyaret edelim. Tuğla, mermer ve yumuşak kumla değil, salih amelle ona hazırlık yapalım. Çünkü, bunların kabirdekilere ne bir etkisi ne de bir faydası vardır. Ondan, bizi salih amele teşvik edecek ibretler edinelim. Çünkü kabirde bize arkadaşlık edecek, kabrimizi ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur yapacak olan ameldir. Kabir hayatı, ziyarete benzer snırlı bir zaman takip eder.
Allah (c.c) ne doğru buyurmuştur:
"Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."[417]
Kabir hayatının mahiyetini kavramak, gücümüzün dışındadır. Ama o hiç şüphesiz şuanki hayatımızıdan farklıdır. Çünkü ruh, şu fani bedenden ayrılıyor.
Kur'an ve sünnette bu hayata dair bazı belirtiler, işaretler vardır. Şehidler, Rabları katında diridirler, rızıklandırıyorlar. Yine de onların bu hayatlarının mahiyetini en iyi Allah (c.c) bilir. Bu kabir hayatının kapsamında sorgulama ve Resulüllah (a.s.)'ın ondan Allah'a sığındığı kabir fitnesi de vardır.
Kur'an-ı Kerim, Firavun ve zümresi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"(Kâfirler) ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara: "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler."[418]
Kabir azabına Resulüllah (a.s.)'ın şu hadisi işaret etmektedir.
İbni Abbas'tan yapılan rivayette Resulüllah iki kabir yanından geçerken şöyle buyurmuştur:
"İkisi de azab görmektedirler. Ve azabları büyük bir şeyden -yani kendilerine ağır gelen, yapılması zor olandan-kaynaklanmıyor. Biri sidiğinin sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise koğuculuk yaptığı için azab görüyor."[419]
Kabri ve kabir hayatını sürekli hatırımızda bulunduralım. Çünkü o bizden pek de uzak değildir. Herhangi birimiz sabahları evinde ailesiyle beraberken, akşamları kendisini tek başına kabirde bulabilir.
Bu mevzu ile ilgili, kardeşlerimizden birisinin başından geçen bir hatırayı zikretmeden geçemeyeceğim. Bu kardeşimiz, gece yarısı tutuklanıp, tağutun askerleri onu ailesinin arasından alıp, içi bomboş, karanlık bir zindana atıyorlar. Ve kapıyı da kapatıyorlar. Arkadaşımız zifri karanlıktan dolayı hiç bir şey görememektedir. İşte tam o esnada aklından şöyle bir düşünce geçer:
Dünyadan çıkıp, kabre girdiğini, hesap ve ceza ile karşılaşacağını, hayattayken yaptığı işlerin kendisini azaptan kurtaramayacağını düşünür ve korkmaya başlar. Bunun üzerine eksikliklerini gidermek ve durumunu düzeltebilmek için Allah'tan kendisini tekrar dünyaya göndermesini temenni eder. Sanki Allah (c.c.) da onun bu isteğini kabul etmiştir. Çünkü bir kendisine gelir ve dünyada olduğunu farkeder. Artık bir şeyler yapmak ve durumunu düzeltmek için eline yeni bir fırsatın geçtiğini düşünür.
Bu hatıra o kardeşimiz üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Çünkü, bir kaç lahza önce ailesi arasındayken, şu anda karanlık bir zindanda olmasına rağmen halinden memnun idi. Bu bakımdan sızlanmasına ve gamlanmasına gerek yoktur. Çünkü, içinde olduğu o durum, Allah'ın azabıyla karşılaşmaktan çok daha hafiftir. Öte yandan bu hatıra, onun şahsiyetinde kendisini Allah'ın rızasına ulaştıracak ve azabından kurtaracak her türlü hayra ve güzel amel yapmaya karşı önüne geçilmez arzu ve iştirak doğurmuştur.
Bu, bizi bekleyen gayb aleminin bazı merhaleleri ile ilgili bir düşünme gezintisidir. Bunu defalarca okumalı ve sürekli hatırımızda bulundurmalıyız. Ta ki; davet yolunda bizi koruyacak ve bize yardımcı olacak azığı edinelim.
Allah yardımcımız olsun. Tevfik yalnızca O'ndandır. [420]
Günümüz müslümanlannın çoğunun, normal bir dünya gününe verdikleri önem kadar ahiret gününe önem vermediklerini söylesek abartmış olmayız. Hatta bazıları, uzun bir zaman geçer de insanların alemlerin Rabbi için ayağa kalkacağı o büyük günü bir anlık da olsa hatırlamazlar. Görmüyor musun, insanlar kışın soğuğuna ve yazın sıcağına karşı hararetle çalışırlarken, cehennemin o kavurucu sıcağına ve yok edici soğuğuna karşı tembellik gösterip, hazırlık yapmıyorlar.
Allah'a ve ahiret gününe iman ibaresi Kur'an-ı Kerim'de defalarca tekrar edilmesine rağmen, insanların çoğunun bu günü hatırlamadıklarını, onu uzak gördüklerini görmekteyiz. Onlara göre önemli olan yakın olanadır. Ki o da dünyadır.
Gerçekten Kur'an-ı Kerim'de geçen ahiret gününün isimlerinin sadece işitilmesi ve telaffuzları esnasında çıkardıktan seslerin etkisi dahi duyguları harekete geçirir ve gafil kalbleri uyandırabilir.
İşte bu günün Kur'an'da geçen bazı isimleri:
El-Kari'a, es-Saika, el-Hakke, el-Vakio, es-Sahe, et-Tametü'1-Kübra, el-Gaşiye, er-Recfe...
Eğer Kur'an ve sünnet'te varid olan bu günün sıfatları üzerinde durup, yaşarcasına tefekkür edersek, gözümüze ne uyku girer, ne dudaklarımız gülümser, ne gönlümüz rahat olur ve ne de gözyaşımız kurur. Kim, bu ayetleri okur veya işitir de etkilenmez, gafletinden uyanmaz.
"Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!"
Ey kardeşim;
Gel, ahiret günü ve o gün içerisinde cereyan edip, çocukları ihtiyarlatacak dehşette olan olaylar ve tablolar üzerinde tefekkür edelim.
Sur'a üflenişi, dirilmeyi, hesap için cebbar olan Allah'ın huzuruna götürülüşü, az veya çok yapılan her şeyden hesaba çekilişi, amellerin miktarlarının bilinmesi için mizanın kuruluşu, varılacak yerin belirlenmesi ve ucunda ya Cennette mutlu olmak ya da Cehennemde bedbaht olmanın söz konusu olduğunu ve sırat köprüsünden geçişi tefekkür edelim.
Ahiret aleminin tüm bu tablolarını bir veya daha fazla makalede detaylı bir şekilde incelemek zordur.
Bundan dolayı biz bu tablolardan sadece bir kaç kesit sunacağız. Böylelikle bunlardan, ahirete olan imanımızı artıracak ve ona daha fazla önem vermemizi sağlayacak düşünce metodu ve bazı dersler ibretler çıkartmış alacağız.[421]
O, büyük günün manzaraları, sûr'un ilk üflenişiyle başlar ve o anda Allah'ın dilediği kişiler hariç, göklerde ve yerde olanların tümü düşüp ölür. Bununla beraber, yalnızca tasavvuru bile bizi ürpertecek bir takım hadiseler de gerçekleşir. Göklerin yanlışı, yıldızların dökülüşü, dağların yürütülüşü, denizlerin kaynayışı, yeryüzünün şiddetle sarsılışı ve kabirdekilerin dirilişi gibi...
Daha sonra yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir.
Ve daha sonra ikinci defa sûr'a üflenmekle birlikte öldükten sonra dilirme ve mahşerde toplanma olur. İnsanlar, o gün çırılçıplak olarak ateşin etrafında çırpınıp dökülen pervanelere dönüşürler.
Kıyametin tablolarım tasvir eden bazı ayet ve hadisleri beraber okuyalım.
"Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar?"[422]
"İşte, göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay biraraya getirildiği zaman! O gün insan, "Kaçacak yer neresi?" diyecektir."[423]
"İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün bir takım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir, işte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır."[424]
İşte o gün insanların içinde bulunacakları durum: Korku, sızlanma, sıcaklık, ter, kendini kaybetme.İbni Ömer'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün onlardan her biri, kulaklarının yarısına kadar tere gömülür."[425]
Öyleyse, o gün yüzleri gülen, sevinen ve parıldaşanlardan olmak için bu gün (dünya hayatında) çalışmamız gerekir.[426]
Ey kardeşim;
Ne kadar küçük olursa olsun, işlediğin her amelden, söylediğin her sözden dolayı Allah'a, O'nun zatı huzurunda hesap vereceğini bil. Dünyada bazı görevliler, işledikleri herhangi bir suçtan dolayı amirleri tarafından sorguya çekildiklerinde elleri ve ayakları titriyorsa Allah'a hesap verdiğimizde, onun huzuruna çıktığımızda halimiz nasıl olur? Hiç düşünüyor musun?
"(Ey insanlar!) O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size ait hiçbir sır gizli kalmaz."[427]
"Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler."[428]
Evet, o gün ne inkar, ne de mazeret uydurup, kurtulma ihtimali vardır.
"Artık insan, kendi kendinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp döksün."[429]
Ve o gün, bizim vücut organlarımız aleyhimizde tanıklık yaparlar.
"Yapmış olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının, aleyhlerinde şahitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır."[430]
O günde dünyada yapılan tüm zulümler, sahiplerine döner ve mazlumun hakkı zalimden alınarak kendisine tam olarak ödenir.
Burada Resulullah (a.s.)'m şu sözünü zikretmek uygun olur.
Allah Resulü şöyle buyuruyor:
"(Ashabına hitaben) "Müflisin kim olduğunu biliyor musunuz?" Orada bulunan sahabeler, "Ey Allah'ın Resulü: Bize göre müflis, dirhemi, dinarı ve malı olmayan kişidir." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet günü namazı, orucu ve zekatıyle gelir. Yalnız, birine sövmüş, ötekine iftira etmiş, berikinin malını yemiştir. Bir başkasının kanını akıtmış, bir diğerini de dövmüştür. Onun için hasenatından bir kısmım birine, bir kısmını da ötekine verir. Eğer üstündeki hakları ödeyemeden hasenatı tükenirse bu sefer kendinde kimlerin hakkı varsa, onların günahları da onun üzerine yüklenir. Ve sonra cehenneme götürülür."
O gün; hasret, pişmanlık, rüsvaylık, korku ve sızlanma baş gösterir ve böyle diyenleri de görürsün:
"O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: "Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder."[431]
Öte yandan o gün bazıları ise güven, neşe ve sevinç içerisindedirler. Ki Allah'tan bizi onlardan kılmamızı dileriz.[432]
Allah'ın huzuruna çıkış ve hesaptan sonra sıra, cehennem üzerine kurulacak olan sırat'ı geçmeye gelir. Sırat köprüsünü geçme hadisesini canlı ve gerçek bir olay olarak gözünde canlandırıp, tasavvur etmen dahi senin kalbini dehşete düşürür.
Resulullah (a.s.)'ı şu hadisi üzerine beraber tefekkür edelim:
"İnsanlar, cehennem üzerindeki köprüden geçerler. Köprünün üstünde dikenler, kancalar ve çengeller bulunur. Bunlar sağdan ve soldan insanları kapar. Köprünün iki yanında da melekler vardır. Onlar da 'Allah'ım; sen selamet ver, Allah'ım sen selamet ver' diye dua ederler.
İnsanlardan bir kısmı köprüden şimşek gibi geçer, kimi rüzgar gibi, kimi de atlı gibi geçer. Kimileri koşarak, kimileri yürüyerek, kimi emekleyerek, kimi de geri geri giderek geçerler. Cehennem'de kalmaları kesinleşen cehennemlikler orada ne ölür, ne de yaşarlar. Ama bazı insanlar da vardır ki; onlar bir müddet cehennemde alıkonulurlar. Orada yanarlar ve kömür haline gelirler. Bir müddet sonra ise şefaat olunmalarına izin verilir."[433]
Cehennem'e girmeye müstahak olanların bazıları ise, Allah (c.c.) onlara ihsanda bulunarak sevmiş olduğu Peygamberler, şehitler ve salihler gibi kullarının şefa'atını kabul eder. Peygamberimize de şefa'at yetkisi verilmiştir. Allah Resulü bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Bana beş şey verilmiş ki; benden önce hiç kimseye verilmemiştir.... onlardan biri de şefaattir."
Başka bir hadiste ise şöyle buyuruyor.
"Her peygamberin kabule şayan bir duası vardır. Ama ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum."[434]
Hiç şüphesiz bu Allah (c.c.)'ın İslam ümmetine ve onun Resulüne bir ikram ve iyiliğidir.[435]
Allah (c.c.)'ın Hz. Muhammed (a.s.) ve onun ümmetine bahşettiği bir başka, meziyet ise havz'dır.
Müslim'in, Enes'den rivayet ettiği bir hadisi şerif şöyledir:
"Allah Resulüne Kevser süresi indirildiğinde, ashabına "Kevser"ın ne olup olmadığını sordu, Onlar, Alah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:
"O, Allah'ın bana vermeği vadettiği bir nehirdir. Onda çok hayırlar vardır. Onda bir havuz vardır ki, kıyamet günü ümmetim onun yanında toplanır, onun pınarları, gökteki yıldızların sayası kadardır."[436]
Ahiret gününü tefekkür etmenin nefislerimizde etkisini gösterebilmesi için, Cennet nimetlerini ve Cehennem ateşini de düşünmemiz gerekir. Kur'an ve hadislerde varit olan nitelik ve tabloları gözönünde bulundurarak Cennet ve Cehennem'deki yaşamı düşünmeliyiz. Ta ki; içimizde ateşten korkma ve çekinme duygusu yerleşmiş olsun. Böylelikle günahlardan uzaklaşarak Cehennem ateşinden, kendimizi korumuş olalım ve Cennet'e de şevk duyup, ona doğru yürüyelim.
Biz burada bu tablolardan bazılarını zikretmekle yetineceğiz. Gerçekten, eğer Kur'an-ı Kerim'den sadece bir ayet dahi müminin kalbiyle direk etki kurup, irtibata geçerse onun sahibini sarsar ve onun tüylerini diken diken eder.
Aklını ve düşünceni her türlü engelleyici ve uğraştırıcı unsurlardan soyutladıktan sonra benimle beraber bu ayetleri oku.
"Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir. Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!" (denilir)."[437]
"Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakimdir."[438]
"(Peygamberler) fetih istediler (Allah da verdi). Her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından da (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendisine irinli su içirilecektir! Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir (ki azaptan kurtulsun). Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır."[439]
"Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarda maden eriyiği gibi, suyun kaynaması gibi kaynar. (Allah zebanilere emreder): "Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!"[440]
Burada, yani dünya hayatında çok yüksek bir apartmanda yangın çıktığını ve özellikle son katlarda oturanların kurtulmaları için yangın merdiveninin bulunmadığını bir düşünelim. Böyle bir durumda insanlar ölüm tehlikesi olmasına rağmen, yangından kurtulmaları uğruna kendilerini yüksek katlardan atıvereceklerdir.
Dünyadaki ateşten bu derece korkan insanlar nasıl olur da cehennem ateşinden korkmuyorlar? Şüphesiz, cehennem ateşi korkulmaya daha müstahaktır.
Kendine tabi olanları kınayarak, va'adinden döndüğü gün şeytan ve taifesinin durumlarını zikretmeden geçemeyeceğiz.
"(Hesap görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki:
"Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır."[441]
Cennet, senin kokun ne kadar da güzeldir. Sana ne kadar da müştakız. Allah'ın kitabında ve elçisinin hadislerinde Cennet'in ve nimetlerinin niteliklerine dair anlatılanlar, dünyadaki nimetlere benzetilerek zikredilmiştir. Gerçekte ise Cennet'in nimetleri aklımızın alamayacağı derecede dünyadakilerden üstündürler.
Ey kardeşim;
Allah'ın kitabına müracâat et. Yavaş yavaş ve düşünerek Cennet nimetlerinin zikrinin geçtiği ayetleri oku.
Gözünü kapayarak, bu nimetler içinde yaşadığını tasavvur et ve sürekli olarak bu mutlu sona karşı özlem ve iştiyak duyguları içerisinde ol. Orada mutluluk, güven ve her türlü nimetler vardır. Orada ne korku, ne yorgunluk, ne karanlık, ne aşağılık, ne kin ve ne de buğz vardır. Aksine, cennettekiler sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Cennet'teki köşkler, bahçeler, huriler, çeşit çeşit yiyecekler, içecekler, meyvalar ve elbileseler; hepsi insan nefsinin meylettiği şeylerdendir. Fakat, Allah'ın rızasına kavuşmak ve O'nun Kerim zatına bakmak ise bütün bu nimetlerin üstündedir.
"Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdeni. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür, işte büyük kurtuluş da budur."[442]
Peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle arkadaşlık da böyledir. Gerçekten onlar ne güzel arkadaştırlar.
O zaman bütün çabamızla Allah yolunda ve O'nun dinine yardım konusunda gayret gösterelim. Allah'ın rızasını umarak, davet yolunda karşılaşacağımız tüm zorluklara dayanalım.
1948 yılında ilk hapse girdiğimde bir kardeşimizin şu sözünü unutamıyorum: Hz. Musa, (a.s) dünyadaki eşinin mehrini elde etmek için 8 veya 10 sene çalıştı. O zaman şu cennetteki hurilerin mehirleri ne kadar olur? Bir düşünün.
Bizi bekleyen bu gayb alemi üzerinde yaptığımız bu düşünme gezintisinden sonra daha evvel okuduğum bir hikayeyi burada anlatmak istiyorum. Hikaye şudur: Müslümanlardan biri günahtan hemen sonra tevbe etmesine rağmen günaha tekrar dönüyordu. Yani tevbesinde sabit durmuyordu. Bu şikayetini Allah'ın salih kullarından birine bildirdi. O salih kul, kendisine şöyle bir öneride bulundu:
“Eğer şu beş şeye gücün yetiyorsa, kendine güveniyorsan o zaman günahlarla beraber ol. Yani günah işlemekten çekinmeyebilirsin.”
“O beş şey nedir?”
“Mademki günah işliyorsun, o zaman Allah'ın mülkünden çık.”
“Ben Allah'ın mülkünden nasıl çıkarım?”
“İkincisi; madem ki Allah'a isyan ediyorsun, o zaman O'nun rızkından uzak dur. Yeme, içme.”
“Ben aç kalıp öleyim mi?”
“Üçüncüsü; Allah'a isyan etmeğe kalkıştığında seni görmeyeceği bir yere git.”
“Allah için gizli, açık diye bir kavram yok ki.”
“Peki, Allah'ın mülkünde oturur, onun rızkından yararlanır ve seni görmesine rağmen günah mı işlersin? Bu inkarın zirvesi değil de nedir?”
“Dördüncüsü nedir?”
“Dördüncüsü; Ecel ile görevli melek ecelini almaya geldiğinde, nâsuh (makbul) bir tevbe yapıncaya kadar sana mühlet vermesini iste.”
“O beni dinlemez ki...”
“Beşincisi ise; Kıyamet günü melekler seni Cehennem'e doğru götürmeye çalıştıklarında onları dinleme ve gitmeyi reddet.”
“Buna gücüm yetmez ki...”
Bunun üzerine o günah işleyen kişi, daha sonra günaha dönmemek üzere nâsuh bir tevbe yaptı.
Gerçek olan şudur ki; Allah'a ve ahiret gününe iman mefhumu o adamın gönlünde sönmüş bir haldeyken, salih zat bu üslubla onu ikaz etmiştir. Bu üslubun da adam üzerinde bir etkisi olmuş ve o adam nâsuh bir tevbeye kavuşmuştur.
Anlattıklarımız üzerinde tefekkür ederek yukarıda zikri geçen adam gibi etkilenmemizi umuyorum.
Muvaffakiyet Allah'dandır.[443]
Bugün, Allah yolunun davetçileri ve O'nun yolunda yürüyenler si-yer-i nebide en yararlı ve hayırlı azığı bulacaklardır. Bunun bir çok nedeni vardır: Bunlardan biri, üzerinde yürüdüğümüz davet yolunu daha önce Resulüllah (a.s.) ve sahabesinin üzerinde yürüdüğü yolun aynısı olması ve içinde yaşadığımız dönemin ilk İslami merhaleye büyük ölçüde benziyor olmasıdır.
Çünkü, İslam bu çağda garipsenmiş ve cahiliyye, toplumumuzu tehdit ederek tekrar geri dönmüştür. Allah yolunun davetçileri baskı, sıkıntı ve işkenceye maruz kalıyorlar. İslam düşmanları, müslümanları gözetleyip, hile ve tuzak kuruyorlar.
Tüm bunlar, siyerdeki tüm olay ve tavırlardan ders almamızı zorunlu hale getirmektedir. Özellikle; ilk İslami toplumun lider ve öncüsü Resulüllah (a.s.) olması azıklanma ihtiyacımızı daha da artırmaktadır.
Çünkü Allah'ın (c.c.) da belirttiği gibi o bizim en iyi örneğimizdir.
"Andolsun ki, Resulüllah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."[444]
Öte yandan; Allah Resulü ile beraber davet yolunda yürüyenler, İslam devletinin omuzlarında yükseldiği sahabelerdir -Allah hepsinden razı olsun- onlar yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsak hidayete ermiş olacağız.
Bundan dolayı; siyret dönemi, tüm hayır kaynaklarıyla dolu, parlak bir dönemi temsil eder. Siyret dönemi, Resulüllah'a vahyin nuzülü yoluyla, insanlığın tümüne, Allah'ın feyiz, rahmet ve nurunun indiği bir dönemdir. Tüm bunlardan daha önemli olan, bu dönemin İslam'ın ilk ve doğru uygulandığı dönem oluşudur. Tüm bu hususlar, pratikte uygulamak ve gereklerine uymak üzere Resulüllah'ın ve sahabesinin hayatını öğrenmemizi gerekli kıldığı gibi; örnek, ibret ve azık alabilmemiz için O'nun ve arkadaşlarının karşılaştıkları durumları, olayları ve onların bu olaylar karşısında nasıl bir tavır ve davranış içinde bulunduklarını da titizlikle öğrenmemizi gerektiriyor.
Pratik örneğin, ruhlarda, mücerret bir öğüt veya sözden kat kat daha fazla tesir ettiğini açıklamamıza gerek yoktur. Davet yolunda bize yarar sağlayacak en hayırlı azık bu örneklerde mevcuttur.
Siyerde geçen tüm öğüt, ibret ve dersleri burada anlatacak değiliz. Sadece bazılarına değineceğiz. Ve burada siyeri okumanın değil dersler ve ibretler çıkararak Öğrenilmesinin zaruretini belirtmek istiyorum.
Siyerden alınacak ve davet yolunda ihtiyaç duyacağımız en Önemli ve öncelikli azık, nefsi hazırlık ve ruhi azıktır.
Çünkü; davetin gerektirdiklerini yerine getirmek, engelleri ve zorlukları aşmak ve viraj ve dönemeçlerde sapmadan korunmak için bu en hayırlı yardımcıdır. Biz bu hazırlığı, Allah'ın bi'setten önce Resulüne mağarada geceler ve günlerce tek başına kalması yolundaki ilhamında görmekteyiz.
Bu azık, Allah'ın elçisini gece kıyamına yöneltmesinde de belirir.
"Ey örtünüp bürünen (Resulüm)! Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yansını (kıl). Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz."[445]
Allah'a yaklaşmak, O'nunla kendi aramızdaki bağı güzelleştirmek davet yolundaki en hayırlı azığımızdır.
Allah Resulünün çeşitli işkencelere maruz kalışını, sabır ve tahammül gösterişini ve kavminin hidayete ermesine dair hırsını okudukça, davet yolunda yürüyebilmek ve her türlü zorluğa katlanabilmek için gerekli enerjiyi, azığı ve gücü elde etmiş oluruz.
Yasir ve Sümeyye'nin işkence ile şehid edilişinde, Bilal'ın hak yoldaki sebatında da daha sonraki nesiller için enerji ve hakta sebat gösterebilmek için gerekli azık vardır.
Ey kardeşim!
Kendisine mal, mülk ve başkanlık teklif edildiğinde Resulüllah (a.s.)'ın gösterdiği o büyük tavrın ve söylediği tarihi sözün nefislerimizde bırakacağı büyük etkiyi hiç düşündün mü?
O, bu dünyevi tekliflere karşın şöyle buyurmuştu:
"Ey amcacığım,
Allah'a yemin ederim ki, -bu vazifemi terk etmem için, Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koysalar- Allah bu davayı üstün kılmadıkça veya ben bu uğurda helak olmadıkça onu terk etmem."
Resulüllah (a.s.)'ın bu sözünde batıla meydan okuma ve dünyalıkları hafife alma vardır.
Allah'ın Resulü, yalancılık, sihir ve delilikle itham edildi. O, sabr etti ve kızmadı. Fakat pratik ve ameli tüm bu ithamlann batıllığmı ve dayanaksızlığını ortaya çıkardı.
Daha önce Hz. Musa (a.s.)'da bozgunculukla itham edilmişti. Firavun ise kendisinin doğru yola çağırdığını iddia etmişti.
Daha önce bu ithamlann batıllığı ve asılsızlığı kesin bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, bu gün Allah yolunun davetçileri terör ve dinin arkasına sığınarak başka emeller gütmekle suçlanmaktadırlar. O zaman davetçiler siyerden ders alarak sabır etmeli, gevşeklik göstermemelidirler.
Ey kardeşim!
Ebu Talip bölgesinde üç yıl boyunca ilk müslümanlann ambargo süresince açlığa ve mahrumiyete karşı sabır ve tahammül gösterişleri üzerinde tefekkür et. Onlar, açlıklarını gidermek için ağaç yapraklarını yiyorlardı. Ama, buna rağmen Tevhid Akidesi' nden vazgeçmediler, Allah'ın davasını tüm dünya nimetlerine tercih ettiler.
Allah yoluna davet eden her davetçi, Hz. Resulüllah'ın Taife gidişinde, davasını ulaştırmak için uzun mesafeler katedişinde ve bu uğurda onun karşılaştığı işkence ve davadan yüz çevirmelerde büyük bir azık bulacaktır.
Allah Resulü, tüm bunlardan sonra şöyle duada bulunuyordu:
"Ey Rabbim, kavmimi hidayete ulaştır. Çünkü onlar bilmiyorlar."
Allah yolunun davetçileri Resulüllah (a.s.)'ın, güçsüzlüğünü, çaresizliğini ve insanlar karşısındaki küçümsenişini dile getirdiği ve kendi güç ve kuvvetinden Allah'ın güç ve kuvvetine sığındığını ve sadece Allah'ın azabından korktuğunu ifade ettiği duasından da gerekli azığı çıkarmalıdırlar.
Resulüllah (a.s.) duasının bir bölümünde şöyle buyuruyor:
"Ey Rabbim: Senin bana karşı kızgınlığın yoksa, gerisine aldırmam."
Tüm bu duygular, davetçileri hayra, tüm eza ve zorluklara rağmen tebliğe devam etmeye yöneltiyor.
Eşlerine davet yolunda yardımcı olmaları, onlara destek olup, onları memnun etmeleri ve onları engellememeleri, yalnız bırakmamaları için; müminlerin annesi Hz. Hatice (r.a)'nin Allah Resulüne karşı gösterdiği tavır ve davranışlarında, bütün müslüman kızkardeşlerimizin alacağı en güzel azık ve örnekler vardır.
Siyerde, isra ve miraç hadisesini okuyan kişi için onda, müminlerin imanını artıracak azık, ders ve ibretler bulacaktır. Bugün gerçekten müs-lümanlar, Kudüs ve çevresinin değerini kavrayarak bu mukaddes yerlerin işgalci Siyonistlerin elinden kurtarılmasının üzerlerine düşen bir görev ol-duğunu anlamaya ne kadar da muhtaçtırlar...
Hicret hadisesi ise tümüyle azık, ders ve ibretlerle doludur. Tüm bunları burada zikretmeye gücümüz yetmez. Hicret hadisesine katılan her sahabenin, bir veya bir kaç yönden, Allah'a davet edenlerin örnek alacağı parlak tavır ve örnekleri vardır.
İşte, Allah Resulü'nün sükûneti ve itminanı, O'nun Allah'a olan güveni, Hz. Ebubekir'in Allah Resulüne olan düşkünlüğü, Hz. Ali'nin fedailiği, Abbdullah bin Ebubekir ve Esma'nın cesareti, ikisinin o dağdağalı ortamda üzerlerine düşen rolü üstlenmeleri ve gizlilikle işi yürütmeleri...
Resulüllah (a.s.)'ın Süraka'ya Kisranın mücevherlerini vaadetmesi, onun Allah'ın yardımına olan güveni, Medine ehlinin O'nun gelişini beklerken sergiledikleri büyük şevk ve coşkulu sevgi gösterisi, O'nun gelişini kutlamaları ve buna benzer nefislerde büyük bir etki bırakan diğer duygular, davetçilerin davet yolunda ihtiyaç duyacakları azıklardır.
Ey kardeşim.
Cami fonksiyonunun önemini ve İslam devletinin kurulmasındaki rolünü kavramak için, Resulüllah (a.s.)'ın yerleştiği her yere cami inşasına önem vermesinden ders almasın. Ta ki, mescidin bu önemli rolünü iade eîmek için çalışalım ve onu sadece namaz kılınan yer alarak algılamayalım.
Allah Resulü'nün Yahudilere karşı olan tavrı ve onların O'na ve davasına karşı takındıkları tavırdan da almamız gereken önemli dersler ve azıklar vardır. Bugün her zamankinden daha fazla bu azığa muhtacız. Allah Resulü, Medine'de yerleşir yerleşmez onlarla barışçı ilişkiler kurmaya çalıştı. Onlara, dinlerinin ve mallarının emniyette olacağına dair garanti verdi. Ve bununla ilgili olarak bir antlaşma metnini hazırladı. Fakat, onlar hain bir kavimdir. Antlaşma üzerinden fazla zaman geçmeden Allah elçisinin öldürülmesi için komplo kurdular. Ve bu olay Beni Nadir savaşının çıkışına sebep oldu.
Daha sonra müslümanların en zor günlerinden biri olan Hendek Savaşı'nın yapıldığı gün müslümanlara hainlik yaptılar ve verdikleri sözden cayıp, antlaşmayı bozdular ki bu olay da beni Kureyza savaşının çıkış sebebi oldu. Yahudiler bunlarla yetinmeyip, bilâhare, Medine'ye ve müminlere alçakça ve hâince saldırmak için herbir taraftan'toplanıp, silah hazırlığı yaptılar ve çeşitli hile ve desiselere başvurdular. Onların bu davranışları da Hayber Savaşı'mn çıkış sebebi oldu. Yahudiler, öyle bir kavimdir ki, ne verdikleri söze güvenilir, ne de va'adlanna... Bu bakımdan bu hadiselerden ders alıp, aldanmaydım.
Ey kardeşim!
Tebük gazvesinden de gerekli azığını al. Sadık bir imanın mümin nefislerde bırakacağı etkiyi bir tefekkür et. Sahabeler, bu savaşta, bu iman sayesinde cihad etmeyi rehavete tercih ettiler, bu uğurda bol bol mallarını sarfettüer ve Allah yolunda, O'nun rızası uğruna karşılaştıkları acılardan, zorluklardan ve aşın yorgunluktan zevk aldılar.
Öte yandan, Allah Resulü'ne gelip cihada çıkmak isteyen, ancak savaş levazimatı ve binek bulamadığı için Resulüllah'ın kendilerini geri çevirdiği sahabelerin davranışlarından da ibret ve azık almalısın.
Onlar, cihad şerefinden ve Allah yolunda şehid olma fırsatından mahrum kaldıkları için, üzüntülerinden gözleri yaşlı olarak evlerine geri döndüler. Oysa ki, insan tabiatı, tehlikelerden kurtulduğu ve savaşlardan uzak kaldığı zaman sevinmeye meyi eder. Fakat gerçek iman, ölçüleri tashih eder.
Ve Allah yolundaki ölümü şehadet, hak dava uğruna çekilen her işkenceyi şeref ve toplumu islâh uğruna başa gelen her musibet de tarihi bir davranış olarak telakki eder.
Davet yolunda yürüyenler, siyerde geçen Resulüllah (a.s.)'ın Muhacir ve Ensar arasında tesis ettiği kardeşlik müessesi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sevgi ve kardeşini kendisine tercih etme olayından alınacak azığa ne kadar da muhtaçtırlar.
Kur'anı Kerim bu olaydan şöyle bahseder.
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[446]
Resulüllah'ın (a.s.) yaptığı savaşlarda da gerekli azığımız mevcuttur. Biz bu savaşlarda, Allah rızası için öne atılmayı, cihadı, infakı ve Allah yolundaki şehadeti görmekteyiz. Bedir Savaşı'nda, Allah'ın sayısı az olan bir mümin grubu, sayıca çok olan kafir ve haddini aşan bir gruba nasıl galip getirdiğini görmekteyiz. Fetih gününde ise, Allah'ın zaferinin gerçekleştiği anda Resulülah'ın alçak gönüllülüğünü, gurura kapılmayışım ve kendisini yüksekte görmeyişini müşahede etmekteyiz.
Uhud ve Hüneyn savaşlarında ise yenilginin sebeplerine, emir ve talimatlara sıkı bir şekilde sarılmanın zaruretine dair nice dersler ve ibretler vardır.
Tebük savaşından da gerekli azığımızı almalıyız. Aşın sıcaklığa ve yorgunluğa rağmen cihada çıkmak ve "sıcakta savaşa çıkmayımz" diyen münafıkların alıkoymalarına kanmamak, davet sahiplerinin üzerinde düşünmeleri gereken konulardır.
Öte yandan, siyerde, müminlerin Allah Resulüne olan gerçek sevgilerini, küçük ve büyük ayrımı yapılmaksızın her konuda Ona uymaya hırslı oluşlarını görmekteyiz. İçkinin haram kılınışı ve hicab ayetinin nüzulü esnasında olduğu gibi onların tereddüt göstermeksizin Allah veya Resulü'nden gelen emir ve yasaklara güzel bir şekilde icabet ettiklerim görmekteyiz.
Müslüman kız kardeşler de siyerden gerekli azıklarını almalıdırlar. Ömek olarak Ensar hanımlardan olan Ammare'nin annesi olan Nesibe'nin tavrını verebiliriz. Uhud Savaşı'nda Allah Resulü yaralanıp düştüğü zaman müşriklerin bir çoğu öldürülmesini kast ederek onun başına üşüştüler. O günde, aralarında Ebu Ducane'nin de bulunduğu bir kaç kişi sebat gösterdi. Ebu Düccane (r.a), Resulüllah'ı müşriklerin oklarından korumak için kalkanını önüne veriyordu. Onun sırtına ise oklar isabet ediyordu. O gün sebat gösterenlerden birisi de Ammar ve annesi Nesibe idi. Nesibe (r.a) yaralılara su ulaştırma görevini bıraktı, eline kılıç alıp, Resulüllah (a.s.)'ı korumak için savaştı ve müşriklere oklar yağdırdı.
Allah Resulü onun o günkü tavrı ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Uhud günü sağıma ve soluma her dönüşümde onu hep beni korumak için savaşırken görmüşümdür."
Nesibe, o gün oniki yerinden yaralanmıştı.
Genç Davetçiler!
Üsame bin Zeyd (r.a.)'ın komutan olarak gönderildiği hadiseden azıklarını almalılar ve kendilerine güven duymalıdırlar. Kabiliyetlerini, maharetlerini ve komuta etmedeki iktidarlarını kullanmaları için İslam'ın önlerini nasıl açtığım düşünmelidirler. Aralarında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin bulunduğu bir sahabe topluluğuna bir genç olan Usame'nin komutan olarak tayin edilmesinde, alınacak ders ve azık olduğu gibi, bu insanların Allah'ın hidayet ve lütfü, Resulüllah'ın terbiye ve irşadı ile ulaştıkları ruhi ve ahlaki güzelliklerinin ne boyutlarda olduğuna açık bir delil vardır.
Ey kardeşim;
Siyeri okurken, tam ve gerekli azığı elde etmek için, o olayları Allah'ın Resulü ve sahabesiyle beraber yaşıyormuşcasına oku.
Davet yolundayken, Allah Resulü ve arkadaşları aramızda olup, bir yol gösterselerdi, nasıl tavır takınırlardı diye düşünüp, olayları ve tutumları aynen onlar gibi karşılaman gerekir.[447]
İbadetler kişiye Allah korkusunu, takvayı kazandırır. Bu da en hayırlı azıktır.
"İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: "Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu" derler, Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."[448]
"(Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) "Yahudi ya da hıristi-yan olun ki, doğru yolu bulaşınız," dediler. De ki: "Hayır! Biz, hanîj olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi."[449]
"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir."[450]
"(Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir."[451]
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursuzun."[452]
"Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları artırıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir."[453]
"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[454]
Biz, bu ayetlerin ışığında, ibadetin nefsimizi arındıran, onu yerin çekiciliğinden uzaklaştırıp yücelten, yokuşları aşmamıza, virajları güvenle dönmemize yardım eden azık için temel kaynak olduğunu, azığımızı tazelediğini görmekteyiz.
Bu ibadetler biri diğerini tamamlamak üzere, her birinin diğerinden farklı etkisi ve azığı vardır. Bunlar, müslümanın şahisiyetinin tüm yönlerini kapsadığı gibi onu tüm hayatının günlerini de kuşatır.
Namaz gibi günde beş defa, oruç gibi senede bir ay, zekat gibi şartlara göre, hac gibi güç ve imkana göre eda edilen ibadetler mevcuttur.
Takva'yı ve Allah'a yakınlığı uman, daha fazla azık elde etmek isteyen kişi için farzlardan sonra sünnetler, nafileler gelir.
Allah Resulü, bizim için hayn dilediğinden bu nafileleri sünnet olarak bırakmıştır.[455]
Bu ibadetlerden elde edilen azığın bazı şekillerini izah temeye çalışacağız. Umulur ki, azıklanmak isteyene yardımcı olur, ona kolaylık sağlamış oluruz.
Namazdan başlayalım.
Bizi muvaffak kılan, bize yardım eden Allah'tır.
Namaz, Allah'la irtibat kurmaktır. İçimizde bulunan, Allah'ın nurundan üflenmiş, aslıyla birleşmesidir. Ta ki, o nefha, canlılığını ve inkişaf kabiliyetini Allah'tan alabilsin.
Allah Resulünün "Namaz, iki gözümün nuru" diye buyurduğunu görmekteyiz. Aynı zamanda onun geceleyin kalkıp, her hangi bir acı hissetmeksizin, ayaklan şişinceye kadar kendini namaza verdiğini görmekteyiz. Gerçekten kim ki, ruhunu ve duygularım arındırıp yüceltmişse, onun yanında benenin yorgunluğu ve acıları hiç bir değer taşımaz.
Namaz, ruhi gücü ve azığı sürekli tazeleyen takviye eden bir kaynaktır. Kişinin devamlı azıklanması, mevcut azık stokunu takviye edebilmesi için namaz, gece ve gündüzün belirli vakitlerine serpiştirilmiştir.
Bu azıktan mahrum kalmamamız için Allah (c.c.), savaşta-barışta, evde-yolculukta, sağlıkta-hastalıkta, kısacası her zaman ve mekanda onun edasını kolaylaştırmıştır. Hiç şüphesiz bu, Allah'ın üzerimizdeki fazlı ve rahmatindendir.
Namaz, dünyanın meşgalelerinden, yorgunluğundan bir kurtuluş ve rahatlanmadın Ta ki, Allah'ın huzurunda huşu ve tevazu içerisinde rûkü ve secdeye vararak duralım. Namazda, Allah'ın kelamını okur, işitir, O'nu teşbih eder, O'nu ta'zim ederiz. O'na dua eder, O'ndan günahlarımızı bağışılamasını dileriz.
Namaz, ruhumuzun miracı mesabesindedir. Çünkü bunun sayesinde ruhumuz, yeryüzünün çekiciliğinden, fitnesinden uzaklaşır, Allah'a doğru yücelir. Namazın isra ve miraç gecesinde farz kılınışı onun bu anlammı daha da fazla pekiştirmektedir.
Allah, (c.c.) namaza, saf bir kalb ve hâlis bir niyetle yönelene nurunu, hidayetini ve rahmetini ihsan eder. Korku, huzursuzluk, endişe ve zafiyet olmaksızın tam bir itminan ve ruh huzuruyla hayatı göğüslemesine yardım eder. Fitnelere, çirkin ve uygunsuz davranışlara ve şeytanın vesveselerine karşı onu korur.
Böylece kişi kendisini Allah'ın koruması ve muhafazasında hisseder. Nereye giderse, nerede olursa olsun, Allah'la beraberliğini hisseder.
O'nunla beraber olmanın iç huzurunu yaşar.
O'na tevekkül eder, işlerini O'na havale eder. Her emir ve yasağına tereddüt etmeksizin ita'at ederek, tam bir teslimiyet içeririnde O'na dayanır.
Böylece gerçek kulluğu yaşar. Gerçek mutluluğa, Rabbinin rızasına ermiş olur.
Tüm bunlar hakkıyla Rabbinden korkanlar içindir.
Namaz kılan kişi az önce Allah'ın huzurunda olduğunu, az bir zaman sonra da Rabbinin huzuruna çıkacağını hissetmelidir, iki namaz arasında Rabbini unutması, O'ndan gafil olması ona yakışmaz. Böylece o, namazın rabbani tesir alanında kalarak onu zamanında kılmaya devam eder. Ve şeytan, onu tek başına bulup, doğru yoldan saptırma fırsatını elde edemez
"Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah'ı ânın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır."[456]
Allah Resulü, (a.s.) bir olay onu üzüp sarstığı zaman, namaza yönelirdi. Onda güveni, rahatı, tevfıki ve sükûneti bulurdu.
Bilal'e (r.a) hep şöyle buyururdu:
"Ey Bilal; onunla (namazla) bize bir soluk al."
Namaz, mümin için hayat çölünün ve sıcaklığının ortasındaki geniş gölgeli ova mesabesindedir.
Namazda Allah'ın huzurunda eğilmek, onun için rukûya varmak, kişiye tüm izzet duygularını kazandırır. Namaz kılan kişi, tazim ve saygı ile sadece Allah için eğilir. Hiç bir beşer için eğilmez. Allah dışında hiç kimseden korkmaz.
"O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter."[457]
Allah'ı tazim ettiğimiz, O'nu hakkıyla takdir ettiğimiz oranda O'nun ita'atine yönelir, O'na sığınır, O'nun beraberliği ile huzur bulmuş oluruz.
Ve aynı oranda da O'na isyan etmekten, emirlerine muhalefet etmekten de nefret etmiş oluruz. Bunda da almamız gereken nice azık vardır.
Namazda Allah için secdeye varmak, en yüce makamlardandır. Bu makamda yalnız Allah için küçülme ve gerçek kulluk vardır.
Onda yakınlık ve ünsiyet mevcuttur.
Bu bakımdan Allah Resulü, secdenin hakikatini yaşamış, lezzetini tatmış, onda Allah'a yakın olma duygusunu hissetmiş ve ruhi mutluluğun tadına varmıştır. İşte bunun için bazen geceleyin teheccütde bulunurken, secdeyi öyle uzatırdı ki, müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a) O'nun vefat ettiğini zannederdi.
Allah Resulü, secdedeki büyük hayra karşı bizi, uyarmış ve ona bizi teşfık etmiştir.
"Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde halidir."
Namaz kılan kişi, secde halindeyken bu duyguyu kavrar, Allah'la olan yakınlığını hisseder. Ve bilir ki, bu, onun için dünyadaki en şerefli ve yüce makamdır. Çünkü o anda en fazla Rabbine yakın olur, bununla mutlu olur. Gerekli azığı almış olur.
Teşehhüt oturuşu ve kapsadığı yüce anlamlar ve vicdani duygular üzerinde tefekkür etmeliyiz.
Teşehhütde mübarek tahiyyelerle ve güzelsalavatla Allah'a yakınlaşırız.
O'nun sevgili elçisine de "Ey Nebi; Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerin olsun" selamı ile yöneltmiş oluruz.
Daha sonra kendimize ve Allah'ın salih kullarına selam getiririz. Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (a.s.)'ın de O'nun Resulü olduğuna şehadet getiririz.
Ve en son olarak onun sevgili Resulüne Salat ve Selam getiririz. Allah'ın huzurunda, elçisi ile beraber çevremizde peygamberimizin ümmetinden Allah'ın salih kullan varken teşehhüdte oturuş ne kadar güzeldir...
O esnada, Allah (c.c.) bize bakmakta, rıza ve kabul nazarıyla yüceliklerden tecelli etmektedir.
Ve nihayet son derece hoşnut ve huzurla nefislerle hayatı göğüslememiz için bu yararlı oturuştan sonra namazdan çıkıyoruz.
Namaz hareketleri namaz kılanın vücuduna sağlık bakımından bazı faydalar da sağlamaktadır.
Hikmeti bizce malum olmasa dahi namaz hareketlerini Allah Resulünün bize öğrettiği gibi yapmaya çalışmak Allah için mutlak ubudiyyeti ve Allah'ın emirlerine şartsız teslimiyyeti bize kazandırır. Buna örnek olarak her rekatta "İki ruk'ü, bir secde1 değil de 'Bir ruk'u, iki seccje1 olayını verebiliriz.
Nitekim, Şeytanın Allah'ın rahmetinden kovulması, sadece Allah'ın kendisini diğer meleklerle beraber babamız Hz. Adem için secdeye varma emrine muhalefetten değil, aynı zamanda emrin muktezasına ve Allah'ın bu işteki hizmetine muhalefettendir.
Böylece namazın bu yönünden ubudiyetin bu yüce kavramını öğrenmiş oluyoruz.
Beden, elbise ve yer temizliğiyle namaza yapılan hazırlık, müslümanı temizlik konusunda yetiştirir ve onu bu konuda görünen ve görünmeyen pisliklerden temizliğe ulaştırır.
Namazda bedeni temizlik ile beraber Allah'ın nazargahı olan kalb de O'nun kızdığı şeylerden temizlenirse, kişi ile müslüman kardeşleri arasında ne bir kin, ne çekememezlik, ne öfke, ne de düşmanlık kalır. Bunda, genel olarak bütün müslümanlar için, özel olarak da davet yolunda yürüyenler için alınması gereken önemli ve zaruri bir azık vardır.
Namazın sıhhatinin şartlarından birisinin vaktinin gelmesi ve zamanı çıkmadan eda edilmesi, namaz kılan kişiyi sözlerinde sorumluluk duygusu taşımaya ve ahde vefa'ya alıştırır. Zamanını gaflet içerisinde veya kendisini uğraştıran gereksiz şeylerde harcamamaya alıştırır. Çünkü, namaz vakitleri kendisini uyarır, onu gafletten uyandırır. Böyle kişi, dünyevi herhangi bir sebebin vaktini ve fikrini Allah'ın zikrinden, namazı ikame etmekten, çalışmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoymasına fırsat vermez. Bu nitelikler, davet yolunda yürüyen ve iş, randevu ve görüşmelerle irtibatı olan herkes için disipline olması açısmdan son derece önemli ve gereklidir.
Kıbleyi araştırmak ve ona yönelmek müslümanı; yönleri ve Allah'ın kutsal evi olan Ka'be'ye nisbetle mekanların coğrafik konumunu öğrenmeye alıştırır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki tüm müslümanların tek bir kıbleye yönelmeleri ve bu hadisenin idrâki, müslümana vahdet şuurunu ve müslümanların arasındaki irtibat hissini kavratır. Bu, müslümanların İslam düşmanlarına karşı mücadele verebilmeleri için kendi aralarında gerçekleştirmeleri gerekli olan önemli bir terbiye olgusudur.
Bununla beraber, kıbleye yönelmemize, kalbimizin samimi bir niyetle, şirk ve riyanın tüm eserlerinden arınarak eşlik etmesi gerekir.
Yönelişteki ihlas, davet yolunda yürürken davetçiye gerekli olan en önemli şeylerdendir.
Namaz çağrısını işitmek ve ona icabet etmekle ve dünyanın tüm meşgalelerinden kurtulma, mücahede, azim ve iradeyi güçlendirme aynı zamanda nefsin heva ve arzularına galip gelme vardır. Bunda davetçiler için azık vardır. Bu azığın davetçinin pratik hayatında ve işleri öncelik sırasına göre düzenlemesinde eğitici bir etkisi vardır.
Namazda safların intizamı ve denkliği, imama uymak ve önüne geçmemek, aynı zamanda unuttuğunda veya hata ettiğinde onu uyarmak, tüm bunların müslümanın şahsiyetinde eğitici bir etkisi vardır.
Disiplin, düzen, ita'at, nasihatta bulunmak ve hata noktasında uyanda bulunmak, Allah yolunda cihad edenler ve İslam'ın davet bahçesinde çalışanlar için oldukça önemli konulardır.
Namazda, Allah'ın huzurunda dururken eşitlik duygusunun hissedilmesi dikkate şayandır. Bu durmada fakir ile zengin arasında hiç bir fark yoktur. Ne yücelik, ne büyüklük vardır.
Çünkü herkes Allah'ın huzurunda eşittir. Hatta bazen zengin birisi secdeye varırken, alnını herhangi bir sıkıntı ve tiksinti duymaksızın ön saftaki bir fakirin ayaklarının dibine koyar. Bunda, müslümanlarm kaynaşmaları, birbirlerine yakınlaşmaları ve aralarındaki bağı kuvvetlendirmeleri için alınması zaruri olan azık ve önemli eğitici faktörler vardır.
Namaz sayesinde camide günün her beş vaktinde, cuma ve her iki bayram gününde müslümanlann bir araya gelmeleri, bir beldedeki veya mahalledeki müslümanlarm tanışmalarını, kaynaşmalarını, birlikteliklerini ve yardımlaşmalarını sağlar.
Böylece, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderirler, hastalarını ziyaret ederler, sevinç ve kederlerde birbirlerine ortak olurlar ve birbirlerine acıyıp merhamet ederler.
Müslümanların namazlarını mescit'te eda etmeye önem vermeleri, kendilerini mescide bağlar, mescide; davetin ilk yıllarında sahip olduğu misyonunu kazandırır.
Nitekim, Allah Resulü'nün mescidi, müslümanlann işlerinin düzenlendiği, orduların hazırlandığı planların çizildiği ve müslümanları ilgilendiren tüm işlerin görüşüldüğü bir merkezdi.
Müslümanlar, mescide, başlangıçtaki misyonunu tekrar geri getirmeğe ne kadar muhtaçtırlar...
Böylece, biz namazın davet yolunda önemli bir azık olduğunu gördük. Namazla ilgili olan her şey, namaz kılan kişiyi kendisi için gerekli ve zaruri olan bir tür azıkla donatmaktadır.
Namazdaki tüm hayır ve azık kaynaklarını kapsamlı bir şekilde aktardığımı iddia etmiyorum. Bu, aciz bir kulun çabasıdır.
Allah'dan, kabul görmesini ve bize ihlası bahşetmesini diliyoruz.[458]
Namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerin davet yolundaki azığı yenileyen önemli kaynaklar olduklarını daha önceki konuda belirtmiştik. Namaz ibadetinden alınacak azığı izah etmeye çaba safetmiştik. Bu bölümde ise Allah'ın izniyle oruç ibadetinden elde edilecek azık üzerinde durmaya çalışacağız.
Allah (c.c.) Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz."[459]
Oruç, oruçluya takva elbisesini giydirir. Takva elbisesi de kendisini kötülüklerden ve fitnelerden koruyan bir silah ve kalkandır. Orucu, diğer ibadetlerden ayıran önemli bir özelliği onun Allah'a ait oluşudur.
Ebu Hûreyre (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (a.s.) efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun her ameli kendisinindir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü o, benimdir. Ve onun mükafatını verecek olan da benim."
"Biriniz oruçlu olduğunda kötü söz söylemesin ve gürültü, patırtı çıkartmasın, şayet birisi kendisine söver veya onunla kavga ederse, 'ben oruçluyum' desin. Muhammed (a.s.)'in nefsi kudret elinde bulunan Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, kıyamet günü Allah yanında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır. Birisi iftar ettiği zaman ki sevinci, öteki ise rabbine kavuştuğunda orucuyla sevinmesidir."[460]
Oruç farizasının ramazan ayıyla irtibatı vardır. Ramazan ayı denince, bütün kızgınlığı ve fitnesiyle hayat çölünün ortasında yürürken müslümanın eline geçen kalkan akla gelir. Oruç, tümüyle hayır ve azıkla dolu olmakla beraber, onun ramazan ayında oluşu, bu azığını kat kat artırır. Orucun güzelliğini ve hayrını bereketlendirir.
Allah (c.c), ramazan ayını nice hayırlarla doldurtmuştur. Eğer gerçekten bu hayırların kıymetini kavramış olsaydık senenin tümünün oruç ayı olmasını temenni ederdik.
Çünkü, bu ayda Kur'an nazil olmuştur.
"Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildi'ği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir."[461]
Kadir gecesi de bu ayın içerisindedir.
"Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır."[462]
Ramazan ayında, cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları ise kapatılır ve şeytanlar bağlanır.
Yine bu ayda mükafatlar kat kat verilir. Gece kıyamı ve itikaf da bu aydadır. Böylece gerçek bir müslüman, ramazan ayım, Allah'ın iyiliği ve rahmetine mazhar olan müminlerin sevinmeleri gibi bir sevinç ve sürurla karşılar. Bu ayda müslüman, hayatın sıkıntısından kurtularak rahat bir soluk alır, davet yolundaki yürüyüşünü devam ettirebilmek için azığını alır, tazeler. Ancak, ramazanı hakkıyla yaşayan, orucu Hz. Resulullah'ın irşat ettiği gibi eda eden kişi bu azığı elde eder, bu aydaki hayırlardan yararlanır.
Kur'an ayında; tilavet ve ezberleme yönünden Kur'an'a daha fazla yönelir, gece kıyamlarımızı onunla değerlendiririz. Böylece tükenmeyen bir kaynaktan nûr, hikmet, hidayet, ibret ve gönüllerdekilere şifa yudumlarız. Bunda da azık vardır. Bu ne güzel azıktır...
Kıyam ayında; oruçlular, bir ay boyunca her gece kıyama kalkarlar. Bunda büyük bir azık, nefsi ibadete alıştırma, sabır, ibadetten zevk alma, Allah'a yakın olma, O'nunla irtibat halinde olma, O'na boyun eğme, O'ndan korkma ve hûşû vardır.
Ramazan ayında itikaf sünnettir. İtikafın, itikafa giren kişi üzerinde büyük bir etkisi vardır. Çünkü, o belli bir süre Allah'ın evinde onun misafiri olarak yaşar. Dünyanın meşgalelerinden kurtularak, kendisini Allah'ın ta'atına; zikir, namaz, dua, münacât, Kur'an-ı Kerim tilaveti, istiğfar, tevbe ve Allah korkusundan ağlamayla O'na yaklaşmaya verir. Böylece Allah (c.c.), misafirlerine ihsanda bulunarak, onlara nurunu ve hidayetini bahşeder. Onlar da bu itikaftan; takva iman azığı ile çıkmış olurlar.
Oruçtan bahseden ayetler arasında şöyle bir ayet vardır:
"Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dilediğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar."[463]
Oruç, oruçluya ihlasla ibaret etme hassasiyetini ve hüsn-i murakabeyi kazandırır. Çünkü oruç, Allah ile kul arasındaki bir sırdır. İhlas da, davet yolunda davetçiye en fazla gerekli olan azıklardandır, İhlastan yoksun olan bir amel veya çabadan hayır gelmez. Zira, Allah şirkten uzaktır. O, sadece ihlasla yapılan amelleri kabul eder.
Oruçta; nefsin ve vücudun istem ve arzularına karşı mücâhade vardır. Bu da müslümanın iradesini güçlendirir. Allah yolunun davetçileri ve Allah yolunda cihad edenler için bu gerekli ve zaruri bir azıktır. Oruçlu kişi, oruç ibadetini eda etmek için, bir ay boyunca, günün belirli bir bölümünde nefsinin arzu ve isteklerini helal olan şeylerden uzak tutar. Tabiatıyla bu davranış onun diğer vakitlerde haramdan kaçınmasına yardımcı olur.
Oruç, oruçluya sabır faziletini kazandırır. Sabır, Allah yolunun davetçileri için son derece önemli bir özelliktir. Çünkü, sabır onların engelleri aşmalarına, za'afîyet ve gevşeklik göstermeden davet yolundaki yürüyüşlerine devam etmelerine yardım eder.
"Nice peygamberler vardır ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever."[464]
Böylece; onları ne tehdit ne işkence ne de sürgün Allah yolundan alıkoyar.
Oruç, bir ay boyunca organları terbiye edip, arındırır. Oruç sadece mide ve şehvet organının gemlenmesi demek değildir. Gerçek oruç, tüm organların Allah'ın haramlarından uzak kalmalarıdır. Ağız ve şehvet organının yanısıra göz, kulak, dil, el ve ayağın da oruçlu olmaası gerekir. Bu nokta, müslüman şahsiyetin eğitilmesinde önemli bir yer kaplar.
Oruç, oruçluya, cahillerle uğraşırken yumuşak davranma (hilm) ahlakını kazandırır. Herhangi biri onu kızdırdığında, ona sövdüğünde veya düşmanca bakışlarını kendisine çevirdiğinde ona karşı öfkesini tutar, ona oruçlu olduğunu söyler.
Allah yolunun davetçileri; nefislerini dizginlemeğe, gönüllerini geniş tutmağa ve kendi nefisleri için kızmamaya ne kadar muhtaçtırlar. Çünkü tüm bunlarda davanın yararı vardır.
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."[465]
Yine bu tür davranışta vakti, kızgınlık sonucu meydana gelecek çekişme ve ihtilaf gibi şeylerde zayi edip, davetinin ve onun için yapılacak çalışma ve gayretlerin feda edilmesi yerine onu, davet ve yeni şeyler elde etme uğruna ihtiyatlı ve idareli kullanmak söz konusudur.
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur"[466]
Oruç, oruçlunun kalbinde, açlığın acısını hissettiği zaman fakir ve muhtaçlara karşı acıma duygusunu geliştirir. Böylece oruçlu muhtaç olana yardım elini uzatır. Zaten, fıtır sadakasının teşri'i hikmeti de budur. Bu, müslümanlar arasında yerleştirilmesi gerekli olan önemli bir eğitim metodudur. Oruç esnasında, mide açken, ruh yücelir, kâlb parıldar, yerin engel ve cazibeleri olur. Böylece parlak bir ortam oluşur, kalblerde Allah'ın ruhu parıldar. Nefis de zikir, Kur'an tilaveti, isitiğfar. Gerçek mutluluk, ruhi sükunet ve Allah'a yakınlığı hissetme ile gerçekleşir.
Bu düşünceyi Hz. Resulullah (a.s.)'ın şu sözü tekit eder.
"Gerçekten, şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. Onun için açlıkla onun dalaşım kanallarını daraltın, sıkıştırın."[467]
Özellikle aşırı sıcak günlerdeki oruç, cihad ve savaş alanında, düşmanla mücadelede ya da davet hususunda karşılaşabileceği güç durumlar karşısında müslümanı sabra ve tahammüle alıştırır. Böylece yeryüzünün çekiciliği ve bedeni arzular onu engellemez ve onun davadan geri kalmasına yol açmaz.
Oruç, oruçluya müminin sevineceği şeyleri öğretir. Bu da; kulluk görevini ifa etmesi için Allah'ın kendisine yardım etmesi ve onu muvaffak kılmasıdır. Alllah Resulü oruçlunun iki sevnicinin bulunduğunu bize hatırlatıyor. Biri, iftar ettiği zamanki sevincidir. Ötekisi ise Rabbine kavuştuğu zaman orucuyla sevinmesidir.
"De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır."[468]
Burada, kendilerine sunulan dünya menfaatleri için sevinip, ellerinden çıkınca üzüldüklerinde insanların çoğunun zihninde oluşan yanlış düşüncelerin düzeltilmesi söz konusudur.
Oruç, oruçlunun kişiliğinde cema'at kavramını yerleştirir. Dünyanın farklı bölgelerinde tüm müslümanlar; dilleri, renkleri ve cinsleri farklı olmasına rağmen barebar oruç tutarlar, oruç ve ramazan ayı sayesinde sahip oldukları hayrın şuuruna varırlar. Müslümanların birlikteliklerini hissetmek özellikle davetçiler için önemli ve zaruri bir görevdir. Orucun bunca yararlanndandır ki; Allah Resulü yıl boyunca farz orucun dışında da oruç tutmayı bize sünnet kılmıştır. Bizi nafile oruçları tutmaya teşfik etmiştir. Bu da onun ümmetinin hayrını istemesindendir.
Allah (c.c.), rahmetinden ve bizim için hayrı istemesinden ötürü, yolculukta, hastalıkta ve savaş halinde namaz kılmayı kolaylaştırmıştır. Onun namazdaki bazı şeyleri hafifletmesi, namazın hayrından ve azığından mahrum kalmamamız içindir. Allah (c.c), yine rahmetiyle bize, zor gelmemesi için, yolculuk veya hastalık halinde, orucu bilâhare tutma veya fidye verme ruhsatı tanımıştır.
Oruçlu, ayın başlangıcını, ramazan ve şevval ayları başındaki hilali ve onun doğuş yerlerini araştırırken kainat ve içindeki ay ve yıldızlarla bağlantı kurmuş olur. Bu sayede oruçlu Allah'ın kâinattaki yaratıkları ve O'nun kudret ve büyüklüğüne işaret eden ayetleri ile tanışma fırsatını bulur.
Oruç, oruçluyu zamanına önem vermeye ve randevulerine dikkat etmeye alıştırır. İhmal ve dikkatsizlik sebebiyle orucunun bozulmaması için oruçlu, imsak ve iftar vakitlerini araştırır ve buna dikkat eder. Bir ay boyunca her gün bunu tekrar etmek oruçluya bu özelliğini pekiştirir. Allah yolunun davetçileri; başkalarının vakitlerinin zayi olmasına veya önemli bir işin aksamasına sebebiyet vermemeleri için davet hayatlarındaki çalışmalarında ve görüşmelerinde bu alışkanlığa ne kadar muhtaçtırlar.
Orucun tüm bu yararlarının yardımıyla onun vücut üzerinde sağlıkla ilgili etkileri de vardır. Çağdaş tıp bilimi, orucun bu yönünü son zamanlarda keşfetmiştir. Bazı sağlık kuruluşları, bazı hastalıkların tedavisinde orucu, etkili bir çare olarak görmüşlerdir.
Orucun tüm bu yararlı özelliklerinden yararlanmak zor bir iş değildir. Sağlam ve samimi bir niyetle, Allah'ın istediği, Resulü'nün öğrettiği şekilde oruç tutan herkes orucun bu azığından ve eğitici yönlerinden yararlanabilir.
Ama, bugün müslümanlann bir çoğu, oruç ayını açlık ve yemeği azaltma ayı yerine, karnı tıka basa doldurma ve çeşit çeşit yemek yeme ayı haline getirmişler. Geceleri ibadetle geçirme ayı olan ramazanı, oyun ve eğlence ayı haline getirmişler. Bu da erkek ve kadın sanatçıların fesat ve ifsatlanyla ramazan gecelerini ihya etmeleri için bir fırsat olmuştur. Tüm bunlar, ramazanın hakikatini bozmak ve onu çirkinleştirmek olup, Allah ve Resulü'nün razı olmayacağı haller ve tavırlardır. Bunları düzeltmek için çalışmak gerekir.
Son olarak Allah'tan ramazan hayrından ve oruç azığından yararlanmayı nasib etmesini dilerim. Benim bu anlattıklarım oruç azığının tümünü kapsamaz. Faydalı olması dileğiyle bazı yönlerine temas ettim.[469]
Zekat, adından da anlaşıldığı gibi nefsin arındırılması, yeryüzünün çekici unsurlarından uzaklaşıp, düzelmesi, kir ve günahlardan temizlenmesidir.
Yüce Allah (c.c.), bunu şu sözüyle ifade buyuruyor:
"Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları artırıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir."[470]
Nefsin arındırılması, temizlenmesi büyük bir azık ve büyük bir kurtuluştur.
"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir."[471]
Zekat, sadakalar ve genel olarak Allah yolunda yapılan tüm harcamalar; kulluk ve Allah'a yakınlaşma olmakla beraber, ruhi azık ve önemli bir eğitici unsurdur.
İnsanın fıtratında mal sevgisi ve bir şeye sahip olma duygusu vardır. Kur'an, buna şöyle temasta bulunur:
"Malı aşırı biçimde seviyorsunuz."[472]
Allah Resulü de bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha olsun ister. İnsanoğlunun gözünü, ancak toprak doyurur."
"Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir."[473]
İşte bunun içindir ki; dünya menfaatlan için insanların birbirleriyle kıyasıya çatıştıklarını, birbirlerini bu uğurda öldürdüklerini; hele toplum, imanın maneviyatından mahrum ise bencilliğin, insanlar arasındaki kavganın, kinin, nefret ve hasedin hayvanlık derecesine düştüğünü görebilmekteyiz.
Fakat, yüce dinimiz İslam, tüm bu kötülük ve bozuklukları güzelleştirir, müslümanların nefislerini yüceltir ve onların dünya ve dünya malı ile olan münasebetlerini yeniden düzenler. Müslümana, elindeki malın Allah'ın malı olduğunu, bu malın Allah'a kulluk görevini yerine getirmek için kullanılacak geçici bir şey olduğunu öğretir. Ve rızkı da hikmeti ve ilmiyle Allah'ın taksim ettiğini bildirir.
Öte yandan İslam, malın insanlar arasındaki dağılımını düzenlediği gibi, kin, öfke, çekememezlik ve nefretten uzak olmayı öğütler. Buna karşılık sevgi, kanaat, rıza, rahmet ve şefkatin hakim olduğu temiz ve şerefli bir hayatın gerçekleşmesi için insanların, aralarında kurmaları gereken eşi ve benzeri olmayan bir dayanışmayı da tesis ve tanzim eder.
Aynı zamanda İslam, kazanmak ve harcamak için helal yolu göstermekle beraber, bu ölçüleri koyduktan sonra nefisleri, kendilerini başkalarının haklarına tecavüze iten kimseler için caydırıcı ve engelleyici cezalar koymuştur.
Biz burada zekat ve Allah yolunda yapılan harcamalardan elde edilen azıkla ilgili bir kaç noktaya temas edeceğiz. Tevfik Allah'tandır.
Zekatı vermede ve Allah yolunda harcama yapmada; nefsi, mal sevgisini ve ona bağlanmayı yenmeğe, fakir ve muhtaçlara acımaya ve yardım etmeye alıştırma ve destekleme vardır.
Aynı zamanda, İslam ümmetinin, İslam devletinin ve Allah yolunda cihadın işlerine katılma şuuru da mevcuttur. Bu şuurun, olgun ve gerçek İslami şahsiyetin oluşmasında önemli bir rolü vardır. Allah yolunun davetçileri bunu kavramaya ne kadar muhtaçtırlar...
Zekat vermek, Allah yolunda infâkta bulunmakla Allah'ın emrini yerine getiren kişi, malın gerçek sahibinin Allah olduğunu, O'nun emir ve prensiblerine göre tasarruf edilmenin gerekliliğini ve malı toplama ve harcamada O'nun prensiplerine muhalefet etmenin helal olmayacağını kavrar.
Müslüman, malı toplamanın, biriktirmenin kendisi için gaye olmadığını bilmeli ve onu Allah'a taat hususunda yararlanılacak bir araç olarak görmelidir. Böylece mal onun kalbine girip onu işgal etmez. Onu; toplanması, korunması ve geliştirilmesi için hizmetçi haline getirmez.
"Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."[474]
"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karsı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline! O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedi kılacağım zanneder. Hayır! Andolsun ki o, hutame'ye atılacaktır."[475]
Zekat müslümana; insanlar arasında yardımlaşmanın gerçekleşmesi, bazılarının bazılarına iş gördürmesi Allah'ın rızıktaki farklılığı hikmetiyle takdir ettiğini öğretir. Allah, kullarının durumunu bilen ve görendir.
"Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici faydadan başka bir şey değildir."[476]
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onları biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."[477]
Gerçek mümin, elde ettiği mala, özel yetenek ve becerileriyle değil, Allah'ın lütuf ve insaniyle kavuştuğuna inanır. Karun'un düştüğü duruma düşmez. O, 'bu malı özel yetenek ve ilmimle elde ettim' demişti.
Mümin, Allah'ın kendisine pay olarak verdiği rızka rıza gösterir.
Çünkü, Allah hâbir ve Basir'dir.
"Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir."[478]
Zekat, zekat verenin gönlünde, Allah'a mutlak manada güvenmeyi, yanındakinden ziyade Allah'ın katındakine güvenmeyi insan kalbine yerleştirir. Olaya zahiri ve dünya gözüyle baktığımızda, zekat, malı azaltır. Oysaki zekat veren bunun tersine inanır. Faiz zahiren, malı artırıyor, gerçekte ise onu yok ettiği gibi...
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarım ve mallarını) kat kat arttıranlardır."[479]
Aynı zamanda faizi terketmeyenleri de, Allah'a ve Resulüne savaş açmakla korkutmaktadır.
Zekat müslümanları, ellerindeki malları atıl olarak bırakmaktansa, müslümanların yararına harcamaya iter. Bunda; İslam ve müslümanlann güçlenip, kuvvet kazanmaları, yeryüzünü imar etmeye çalışmaları, Allah'ın nimetlerinden yararlanmaları vae başkalarının ekonomilerine tahakküm etmemeleri söz konusudur. Müslüman olmayanların ölçüsü dünya malıdır. Onlar, ne kadar bozuk ve bozguncu da olsalar insanları sahip oldukları mala göre değerlendirirler. Müminlerin ölçüsü ise Rabbanidir.
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bîr erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanımzdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır."[480]
Müslümanlar, mala dünyanın geçici bir meta'ı olarak bakarlar. Onu şahsiyeti oluşturan etken olarak görmezler.
İnanmayanlar, mal ve dünya meta'ını elde ettikleri zaman, helak olmaları veya sapıtmaları dahi sözkonusu olsa aşırı derece sevinirler. Dünya metaını ve malını kaybettiklerinde ise fena halde boluzulurlar, üzülürler. Hatta bu üzüntü onların bazılarını intihara bile itebilir. Müminin durumu ise dünya nimetlerini kazanması ve kaybetmesine karşı dengelidir. Elde ettikleriyle aşırı derece sevinmez, kaybettiğine de fena halde bozulmaz. Bunun Allah takdiri olduğu hususunda gönül huzuru içindedir. Allah'ın kendisi hakkındaki takdiri ise daha hayırlıdır. O, Allah'ın iyiliği, rahmeti, yardımı ve hidayeti ile sevinir.
"De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır."[481]
Dünya malı; helal yolla elde edildiğinde, Allah (c.c.) yolunda harcandığında ve Allah'ın ondaki hakkı ödendiğinde büyük bir sevabın ve haynn elde edilmesine vesile olabilir.
Sahibi onu elde ederken helal yola yönelmemişse, Allah'ın ondaki hakkım ödememişse o zaman mal, ahirette Allah'ın azabının, gazabının ve kötülüğünün celbine vesile olur.
Malı biriktirip, yığmaya çalışan şu insanlar yanlış yoldadırlar. Çünkü malı korumak, onu Allah yolunda harcamakla olur. Onun artırılması da ancak bu yolla olur.
Allah (c.c.) ne güzel buyurmuş:
"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfü geniştir, O herşeyi bilir."[482]
Allah Resulü (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Ey ademoğlu, senin malın, ancak yeyip tükettiğin, yahut giyip eskittiğin, veyahutta sadaka olarak verip ebedileştirdiğinden başka bir şey değildir."
Zekat veren şahıs, fakire ve yoksula verdiğini, kendinden bir iyilik olarak değil; aksine Allah'ın kendi eliyle taksim ettiği, fakir ve yoksulun belli bir hakkı olarak görür. Zekat veren, kendisi ve zekat verilen fakirin yer değiştirmesinin mümkün olabileceğini bilir ve bu duygu ile hareket eder. Şöyle ki; bir gün gelir, zekat verilen fakir, zekat veren, kendisi ise zekat olan konuma gelebilir.
Kur'an, sadakaların sevabını minnet, eziyet çekiştirme ve riya ile bozmamaya bizi teşvik etmektedir. Bunda ihlası artıran, insanlara eziyet etmeyi engelleyen, rahmet ve şefkata teşvik eden önemli eğitici unsurlar mevcuttur.
"Ey iman edenler! Allah'a ve ahir et gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez."[483]
Zekat veren kişi, Allah'ın rızası dışında hiç bir niyet taşımamalıdır.
Allah (c.c), temizdir, temiz olanı sever. Kur'an-ı Kerim, infakta bulunurken, sahip olduğumuz temiz mallarımızdan vermemizi teşvik eder. Bunda da; kendini beğenmişliği ve bencilliği ortadan kaldıran önemli bir eğitici etken mevcuttur.
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıkarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır."[484]
"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyV'ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir."[485]
Sadaka verenin duygularının yücelmesi ne kadar güzeldir. Ta ki, sadaka verebilmek için fakire olan ihtiyacının fakirin kendisine olan ihtiyacından fazla olduğunu hissetsin. Gerçekten de fakirin dünya malına olan ihtiyacından daha çok kendisi ahiretteki Allah'ın sevabına muhtaçtır. Allah'ın azabından kurtulması, O'nun cennetine girebilmesi için Allah'ın iyiliğine fazlına muhtaçtır. Bundan dolayı, kendisinin fakire koşması, ona yönelmesi gerekir. Fakirden teşekkür beklemek yerine, kendisine bu sevabı kazanma fırsatı verdiği için ona teşekkür etmesi gerekir.
İnsanların çoğu Allah'ın nimetlerim ceplerine giren aylıkla ya da nakit parayla kıyaslıyorlar. Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği göz, kulak, akıl, konuşma kabiliyeti ve diğer nimetleri unutuyorlar. Sanki bunlar, Allah'ın ihsanı değil de kendilerinin müktesep haklarıdır. Bu yanlış bir düşüncedir. Bu düşünceyi tashih etmeye, Allah'ın nimetlerini ve fazlını hissetmeye, bu nimetlerden herhangi biriyle, hazineler dolusu altını tercih etmede serbest bırakılsaydık söz konusu nimetin yerine hazineler dolusu altına razı olmayacağımızın şuuruna varmaya ne kadar muhtacız.
Sadaka veya zekat veren kişi bunu fakire verirken Allah'a takdim ettiğini hissetmesi gerekir.
"Allah'ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâla bilmezler mi?"[486]
Hz. Aişe (r.a) bu ayetin verdiği yüce manayı kavramıştı ki; sadaka olarak verdiği dirhemleri temizleyip parlatıyordu.
Allah (c.c), borç ister bir biçimde müslümanlan infâka çağırırken, bu çağrıya icabet edemeyen gerçek mümin nimetlerini ve lûtfunu bize bahşeden Allah'tan haya eder.
"Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz."[487]
Bu ayetin verdiği manayı hakkıyla tadanlar, sahip oldukları her şeylerini haya ve huşu içerisinde Allah'a sunmaktan başka yapacakları bir şey yoktur.
Cömertlik ve Allah yolunda harcamada bulunmada Allah Resulü ve sahabesini Örnek almamız gerekir. Allah Resulü, esen rüzgardan daha cömertti. En fazla da ramazan ayında cömert olurdu. Sahabeler de, Allah yolunda ve orduların hazırlanışı uğrunda mallarını çokça harcadılar.
Rivayet edilir ki, sahabeden biri, Allah yolunda çok cömertçe infak ederdi. Bu durumunun doğru olmadığını onun bazı akrabaları kendisine bildirdiler. Bunun üzerine kendisi onlara şöyle dedi:
"Allah'ın yaratıklarına karşı bir ahlakı adet edindim. Allah da bana karşı o ahlakı adet edindi. Allah'ın yaratıklarına karşı tavrımı değiştirdiğimde, Allah'ın da bana karşı olan tavrını deşitirmesinden korkuyorum."
Kur'an'ın üslubu, bizi fırsatı kaçırmadan infak hususunda yarışmaya teşvik etmektedir.
"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[488]
"Hergangi birinize ölüm gelip de: "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!" demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."[489]
Zekat farizasının bir çok meyve, ürün ve hayvan türünü vs. kapsaması, bütün bu türlerde fakirin de ortak olması ve fakirliğinden dolayı bunların herhangi birinden mahrum olmaması anlamım taşır.
Böylece azıklanmak isteyen kişi için zekat ve infalon azıkla dolu olduğunu gördük. Konunun tümünü kuşattığımı iddia etmiyorum. Daha fazlasını isteyen azığını artırma yoluna gidebilir.
Muvaffakiyet Allah'tandır.[490]
"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır islerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahiplen! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[491]
Hac azığı çok ve boldur. Allah (c.c.) bu azığı, kutsal evi olan Ka'be'yi ziyaret edenlere ikram eder. Hac süresince o mukaddes beldelerde haccınşiarlan yerine getirilirken hissedilen Rabbani feyizler, nur, hidayet, takva, rahmet ve itminan olarak hacıların üzerine inen tükenmez sağ-naklardır.
Özellikle alıcı cihazı olan kalbi pâk, temiz ve ihlaslı olursa, yerine getirmek, Allah'ın evini (Kabeyi) ve Allah Resulü'nün kabrini ziyaret etmek için şiddetli arzu ve iştiyak duyar ve taşıdığı yüce duygular, yolculuk esnasında daha da artar, sonra gözlerin ilk defa Allah'ın şerefli olan evi Ka'be'ye baktığı anlar... bu anlar ne yüce ve ne tatlı anlardır! Bu esnada ruhi bir azık, takva ve Kabe'ye karşı saygı duygularıyla doludur. Korku, yakarış, tevbe ve pişmanlık göz yaşları dökerek Allah'ın yeryüzündeki yemini olan Hacer'ül Esved'in yanında, Kabe'nin kapı eşiğinde mültezim'de dururken yaşanan anlar feyizle dolu anlardır.
Aynı şekilde Allah'ın Arafat dağında, Rahmet dağında da bol feyizi vardır. Dünyanın dört bir yanından gelen tüm müslümanlar, aynı toprak üzerinde dualarla Allah'a yakarışta bulunurlar. Allah Resulü'nün de ifade ettiği gibi haccın önemli bölümünü arefe oluşturuyor.
"Hac Arafe'dir."
Allah (c.c), bu makamda hacılara ikramda bulunur, onların umutlarını boşa çıkartmaz. Tevbe edenlerin tevbesini, bağışlanma dileğinde bulunanların bağışlanma dileğini (istiğfarı), dua edenlerin dua'sını kabul eder. Kendilerini güven içerisinde hissederler. Allah'ın rahmeti kalblerini kuşatır. Kalbleri Allah'ın nuru ve hidayetiyle dolar. Orada, cennetteki mutluluğu hatırlatan gerçek mutluluk yaşanır.
Namaz, oruç ve zekat azığı günlerin, ayların ve yılların geçmesiyle tekrarlanır, yenilenir. Fakat hac farizası, ömür boyu bir defa ifa edilince sorumluluğundan kurtulunan bir ibadet olduğu için sanki Allah (c.c.) bitmez tükenmez feyiz ve bereketi ve ömrünün kalan kısmında hacıya fayda sağlayacak, onu annesinden doğduğu gün gibi tertemiz yapacak bol azığı zatından bir ikram ve lütuf olarak hac ibadetine tahsis etmiştir. Ve sanki bu ibadetle onun omuzundaki ağır yükleri ve ağırlıkları çekip almıştır.
Hac farizasını eda etmek için evinden çıkan hac adayı, bu andan ita-baren duygu ve vicdaniyle, kalbi, aklı, cesedi, malı ve sahip olduğu her şeyiyle dünya meşgalelerinden, yoruculuğundan uzak, ihlaslı bir hayat yaşar.
Böylece sahip oluduğu tüm bu nimetleri Allah için O'nun ta'ati uğruna, masiyet dışında kullanır. Bunda da hayat boyunca etkisi sürecek büyük bir azık ve terbiye vardır.
Hac farizasını eda edecek gücün bulunması şartına bağlanmasının gerçek bir müslüman üzerinde dolaylı bir etkisi olur. Çünkü bu sayede o, sürekli durumunu kontrol eder, Allah'ın bu şartın bulunduğu vakti tayinini gözetler. Bu edasını ne geciktirir ne de tereddüte düşer. Çünkü ecelinin ertelenmesine dair herhangi bir garantisi yoktur. Eğer şartlar gerçekleştiği halde bu görevi ifa etmezse namaz kılmayan, ramazanda oruç tutmayan, zekat vermesi gerektiği halde zekat vermeyen kişinin durumu gibi olur.
Allah temizdir. Ancak temiz olanı kabul eder. Hac farizasını eda etmeye niyetlenen kişi, kazancım haram ve şüpheli şeylerden uzak, helal bir yolla elde etmeye çalışmalıdır. Bunun müslüman hayatında önemli eğitici etkileri vardır.
Gusul abdesti alarak, ihram elbisesini giyerek, gönlünü Allah'a halis kılarak, dünya meşgalelerini bırakarak ve gerisinde ailesini, çocuklarını ve malını bırakarak evinden çıkan hacı adayının durumu, Allah'a kavuş
mak için dünyadan çıkan (ölen) kişinin durumuna ne kadar benzer! Gusul abdesti ölümden sonraki yıkanmaya; ihram elbisesi kefene, dünya meşgalelerinden ayrılması ise cesedin dünyadan ayrılışı simgeler. Aileyle vedalaşmak, mal ve çocukları terk etmek de bunun gibidir. Hacı adayının bu manayı hatırlaması, dersler ve ibretler almaya çalışması, saf ve temiz bir şekilde Allah'a kavuşmak için hazırlık yapması ne kadar güzeldir!.. Böylece; haksızlıklarını giderir, borçlarını öder, kendilerine kötülükte bulunduğu kişilerden bağışlanmayı diler ve Allah'a tevbe eder. Çünkü ömrü yetmeyip, bu yolculukta Allah'a varabilir. Böylece hacı adayı yolculuğuna temiz ve iyi bir başlangıç yapmış olur.[492]
Yolculuk, esnasında söyleyeceğimiz dua'yı öğreten ey Allah Resulü, Sana salat ve selam olsun. Bu duanın kapsadığı manaları hakkıyla yaşarsak, büyük bir terbiye edici azık elde ederiz.
Bu dua şöyle başlıyor:
"Ey Allah'ım, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvaya ulaşmamızı ve razı olacağın şeyleri yapmaya bizleri muvaffak kılmanı istiyoruz".
Burada, niyet ve kasdın iyilik, takva ve salih amele yöneltilişi ve Allah'ın tevfik ve dilemesiyle gerçekleşeceğine dair şuur ve ikrar mevcuttur. Duanın devamında Allah Resulü şöyle buyuruyor:
"Ey Allah'ım, yolculuktaki sahibim (Arkadışım) Sensin. Ailemin, malımın ve çocuklarımın da vekili, koruyup gözeticisi sensin."
Bu duanın müslümanın benliğinde bıraktığı etki ne kadar büyüktür! Bunda, yolculukta Allah'ın birlikteliğini ve beraberliğini hissetme vardır. O, kendisini Allah'ın korumasında ve garantisinde hissettiği gibi, ailesinde, malında ve çocuklarında da Allah'ın kendisinin halefi olduğuna inanır. Böylece onlar hakkında ne endişeye kapılır ne de bunlar onun kalbini meşgul eder.
Böylece, işleri Allah'a havale edip, O'na tevekkül etme hadisesi pratik ve gerçekçi bir şekilde tahakkuk etmiş olur.
Dua, şöyle devam eder:
"Ey Allah'ım, bu yolculuğumuzu kolayladır. Gideceğimiz yeri yakın kıl"
Bu bölümde, yolculuğun kolaylaştırılması, zorluklarının hafifletilmesi için Allah'a sığınma vardır. Her şey Allah'ındır. Hiç kimse kolaylığın uçak, otomobil gibi vasıta ve sebeplerden kaynaklandığını sanmasın. Kolay, Allah'ın kolaylaştırdığı şeydir. Çünkü Allah (c.c), rahmetini bizden esirgeyip, bizi nefsimizle başbaşa bırakırsa otomobil gibi sebepler rahatlığın değil, meşakkatin sebebi olabilirler.
Dua'nın son bölümü ise şöyledir:
"Allah'ım, yolculuğun zorluklarından, ailemize, malımıza döndüğümüzde hüzün verici manzaralarla karşılaşmaktan sana sığınırız,"
Burada da acizliğin farkına varış, Allah'a sığınma, yolcuların yolculuk esnasında ve ailelerine dönüşte karşılaşabilecekleri yorucu ve tehlikeli şeylerden Allah'a sığınma vardır.
Hacı adayı, bu yolculuğa başladığı ilk andan itibaren, Rahman'ın misafirliğinde bir yolucuğa başladığının, beraberindekilerin de Allah'ın misafirleri ve evinin ziyaretçileri olduğunun şuuruna varmalıdır.
Böylece Allah'ın korumasında ve riayetinde olduğuna inanır, beraberindeki Allah'ın misafirlerine yumuşak, rifk, müsamaha, sevgi ve yardımlaşma ruhuyla muamele eder. Zayıf ve hastaya yardım eder, ihtiyacı olanın da ihtiyacını gidermeye yabalar.
"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[493]
Yolculuk boyunca nefsi bu özelliklere alıştırmak özel olarak davet-çilere, genel olarak tüm müslümanlara önemli bir azık kazandırır.
Yolculuğa basarken, aile ve arkadaşlarla vedalaşma esnasında Allah Resulü'nün bize öğrettiği karşılıklı dualarda da büyük bir hayır ve önemli terbiye edici anlamlar vardır. Geride kalanlar yolcuya:
"Senin dinini, geride bıraktıklarını ve işlerinin akibetini Allah'a emanet ediyorum. Allah seni takva ile azıklandırsın."
Devamla şöyle derler:
"Ey kardeşim, dua ederken bizi unutma."
Hz. Ömer (r.a) yolculuğa çıkarken, Allah Resulü (a.s.) kendisinden bu temennide bulunmuştur. Yolcu da kendisini uğurlayanlara şöyle der:
"Sizleri, kendisine emanet edilenlerin zayi olmayacağı Allah'a emanet ediyorum."
Tüm bu davranışlarda; Allah'ı anma ve onun üzerinde ayrılma vardır. Aynı zamanda, hakkı ve sabrı tavsiye etme ve güzel sona karşı aşırı istek vardır. İnsanların birbirleri için böylesine hayn ve iyiliği arzulayışlarını ancak müslümanlarda görebiliyoruz.
Yolculukta, heyete bir başkanın seçilmesinde Allah Resulü'nün emrine imtisal, birlik, düzen, söz birliği ve cemaat bereketiyle şeytandan korunma vardır. Bu özellik de davet yolunda yürüyen davetçiler için önemli dersler vardır.
Bineğe veya herhangi bir ulaşım aracına binerken; besmele getirmede, Allah'a hamd etmekde, üçer defa tekbir getirmede ve tam otururken şu duayı okumada Allah'ın lutfunu hatırlama mevcuttur. O dua şudur:
"Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz."[494]
Bu duada ulaşım araçlarını emrimize veren Allah'ı kutsama sözkonusudur. Lütuf, yalnızca uçağı veya otomobili yapana ait değildir. Çünkü lütuf, herhalukârda, onları yapmak için gerekli maddeleri hizmetlerine veren ve kendilerini akıl nimetiyle rızıklandıran Allah'a aittir.[495]
Telbiye (Lebbeyke duası) ve onun kapsadığı; Allah'ın çağrısına icabette bulunma, Allah'ı şirkten tenzih etme, hamd'ın, mülkün ve nimetin sadece kendisine hâs oluşunu ifade etme ve bunları dille tekrar ederken kalbinde bununla meşgul olması iman ve tevhid akidesini pekiştirir. Bunda aynı zamanda Allah'ın lütfunu ve O'na olan ihtiacımızı hissetme söz konusudur.
"Allah'ım, emrine amadeyim. Sana her zaman itaat etmeye hazırım. Yarab! Senin ortağın yoktur, her emrini ifaya hazırım. Şüphesiz hamd senin, nimet senin, hükümdarlık senindir. Bunların hiç birinde senin ortağın yoktur."
Hacıları, birbirleriyle karşılaştıklarında telbiye yerine selam ile selamlaşmaları tevhid akidesi üzerine birleşmeyi pekiştirir, toplu ibadeti yerine getirme duygusunu güçlendirir.
Hacıların ruhları yüceldikçe, bedeni yorgunluk hissi azalır. Hatta bu yorgunluk onlara tad verebilir. Çünkü bu Allah'ın sevabını ve rahmetini kazanma kaynağıdır.
Hacıları, Allah'ın kutsal evine her yaklaştıklarında, aynen metal parçasına yaklaştıkça çekme kuvveti artan mıknatıs misâli ona karşı şevkleri ve bağlılıkları artar. Bu şevk ve bağlılığı Allah, ihlaslı kullarının kalbine bahş eder. Beytullarn ziyaret sevgisi verdiği bu kullarına karşı, Allah'ın duyduğu sevginin bir belirtisidir.
Hacının gözü ilk defa olarak Kabe'yi gördüğünde Kabe'nin heybeti ve azameti onun ruhunu kuşatır. O manzaranın güzelliğini, ruhlarda bıraktığı etkiyi, sevinç ve neşe ile karışık korku halini burada zikretmek kâfi değildir.
Bunun dua ve kapsadığı hayırlar çok güzeldir!
"Ey Allah'ım, bu evin (Kabe) şerefini, ululuğunu ve heybetini artır. Hacılardan veya umre yapanlardan onu şerefli bir varlık olarak görenlerin, şereflerini, büyüklüklerini ve iyiliklerini artır."
"Allah'ım, Sen Selam ismini taşıyorsun. Esenliği veren sensin. Bizi Selamınla Selamla."
Hac yolculuğu diğer yolculuklar gibi sıradan bir yolculuk değildir. Bu, bedenle Arafat dağı ve Kabe'nin bulunduğu Mekkeye bir yolculuk değildir. Esasen bu, nurani ve Rabbani bir yolculuktur. Kalblerin ve ruhların yaratıcı olan Allah'a koşmasıdır. Böylece kökenleriyle, asülanyla bağlantı kurarlar. Bu bağlantıda güç, hayat ve mutluluk bulurlar. En iyi azık olan takva azığıyla azıklanırlar.
Allah'ın şerefli olan evi, benzer taşlardan yapılmışsa da diğer evler gibi normal bir ev değildir. Arafat dağı da dağlan oluturan unsurlardan müteşekkil ise de diğer dağlardan farklıdır. Allah, her ikisine sırlarını, feyizlerini, tesir ve tecellilerini tahsis etmiştir.
Nitekim kullandığımız kelime ve harflerden müteşekkil olsa da Allah (c.c), sırları, icazı ve tesir gücünü büyük kelamı olan Kur'an'a tahsis etmiştir. Bu, Allah'ın lütfü, rahmeti ve sağladığı kolaylıktır. Yoksa; direkt olarak, olduğu gibi Allah'ın kelamını taşımaya takatimiz olamazdı.
"Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allahkorkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz."[496]
Aynı zamanda, Allah'ın tecellisine de tahammül edemeyiz.
"Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca "Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!" dedi. (Rabbi): "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilir-se sen de beni göreceksin!" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Aydınca dedi ki: "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim."[497]
Bundan dolayı Allah Teala, evini ziyaret suretiyle kendisini ziyaret etmemizi, O'na yakınlığı, münacatı ve feyizlerine nail olmamızı kolaylaştırmıştır. Tüm bunlara vesile olan Allah'ın evi, O'nun tecelli edip, feyiz ve nurunu tahsis ettiği yüce bir mekandır. Rablerinden korkan kalbler, alıcıları ölçüsünde, hazır oldukları oranda bu nurlardan ve feyizlerden nasiblerin alırlar. Öte yandan bu nurlar, tahammül edebileceğimiz kadarıyla bize yansırlar.
Nitekim Allah'ın Kelam'ı ile olan durumumuz da böyledir.
"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanları, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[498]
Kardeşim, hac yolculuğunu, hissi ve bedeni bir yolculuk olarak değil, kalblere ve ruhlara hayat veren Rabbani yolculuk olarak görmelisin. Ve böylece onu yaşamalısın. Ta ki, kalbin Allah'la ona yakınlık duymakla, Onun fazlından, iyiliğinden ve rahmetinden azıklanmakla meşgul olsun. Böylece; haccın mebrûr, azığın bol, günahların bağışlanmış olur. Anneden doğduğun gün gibi tertemiz ve pâk olarak geri dönmüş olursun.
Bu bakış açısıyla, ilk defa Kabe-i müşerrefe'ye baktığında seni kuşatan korku ve ürperti, sevinç ve mutluluk karışımı duyguların sırrını kavrarsın.
Mescid-i Haram'ı selamlamak olan Kabe tavafı, Hacerül Evsed'e dokunup ziyaret etmekle, mümkünse öpmekle başlar. Bu işlemleri yaparken Allah Resulüne uyarak, Allah'ın dosdoğru yolunda sebat edeceğine, O'nun yolunda cihad ve kendini feda etme gibi müslümanlığının gereklerini yerine getireceğine dair verdiğin sözü hatırında bulundurmalısın.
Ayrıca, sözünü yerine getirip, Allah'la yaptığın alışverişi tamamlayacağın hususundaki sarsılmaz kararlılığınla O'nun dinine yardım edeceğini düşünerek ve verdiğin sözü tutmamanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu; böyle yapınca üzerine terettüb edecek olan Allah'ın azabını derinden hissederek Kabe'yi tavaf etmelisin. Bu şekilde sözüne bağlı kalmakla davet yolunda önemli bir azığı elde etmiş olursun.[499]
Allah (c.c.)'ın evinin çevresinde yaptığın tavaf, adetâ adımlar, dönüşler ve dualardan müteşekkil bir namaz gibidir. Bundan dolayı bunu eda ederken namazdaki gibi hûşû, kalb huzuru ve edeb içerisinde bulunmalısın. Seninle beraber tavaf eden kardeşlerine karşı yumuşak davranmalısın. Allah'ın evinin çevresinde bu ibadeti eda ederken Allah'ın senin haline muttali olduğunu hissetmelisin. Kalbinin de Allah'ın nâzârgâhı olduğunu bilmelisin. Bundan dolayı Allah sevgisi, ihlâs hariç her şeyi ondan çıkarmalısın. Böylece ruhun yücelir. Ayakların değil sanki ruhun Kabe'nin etrafında döndüğünü hissedeceksin. Bu esnada kendine, kardeşlerine ve davana bol bol dua etmelisin.
Tavaftan sonra mültezimde, Allah'ın evine yapışırken; Allah'a yakın olmanın iştiyakım duymalı, Kabe'nin örtüsüne tutunurken de; Allah'a, O'nun rıza ve mağfiretine muhtaç olduğunun şuuruna varmalısın. Kabe'nin eşiğinde dururken; fakir bir kulun zengin ve cömert bir zatın kapısındaki duruşunu hissetmelisin. Allah'a yönelişinde, ihlas, O'ndan korkmada, O'nun rahmetini ummanda, günahlara karşı pişmanlık duymanda, nâsuh tevbende ve kendisinin dışında sığınılacak ve kurtulunacak hiç bir şeyin olmadığı şuurunda samimi ve doğru olduğunu Allah (c.c.) bilmelidir, senin bu haline muttali olmalıdır.
Tüm bunları sevgi ve huzur hissi» yakınlık ve itaat lezzeti içinde ortaya koymalısın. Bu yüce ve temiz duygular içerisinde Allah'a çokça dua et, gözyaşıları dök, ahdini ve azmini yenile. Kapısının eşiğini ancak Rahman'ın diğer misafirlerine fırsat tanımak için terk etmek istercesine bir ruh hali içerisinde bulun.
Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kılar, nesiller boyu sürüp gelen, bizlerle efendimiz Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki ruhi bağı ve Allah (c.c.)'ın alemlere rahmet olarak Hz. Muhammed (a.s.)'i göndererek O'nun duasını kabul buyurmasını hatırlarsın.
Zemzem suyu da diğer sular gibi sıradan bir su değildir. AUah (c.c), ona bir çok hayırlar tahsis etmiştir. Onu içtiğimizde, annemiz Hacer'i, Efendimiz İsmail'i, Zemzem'in ortaya çıkışından önce susuzluktan çektikleri zorlukları hatırlamalıyız. Böylece nefsimizi, Allah yolunda, cihad meydanında zorluklara tahammül etmeye alıştırmalıyız.[500]
Safa ve Merve arasında yapılan sa'y, haccın önemli şiârlanndandır. O, sadece yedi defa gidiş ve gelişten ibaret değildir. Bu ibadeti eda ederken, yorgunluk ve zorluk çektiğimizde, Hz. Hacer'i ve onun susuzluktan dolayı Ölmek üzere olan oğlu için su ararken Safa ile Merve arasındaki koşuşturmasını hatırlamalıyız.
Kulluk görevimizi ifa etmek ve Allah'a yaklaşmak için, sağlığımızın zekatı olarak ve bedenimizi Allah'ın ta'atında kullanmak amacıyla yolculuk ve Allah yolundaki cihadın zorluklarına tahammül etmek bize ne kadar uygun düşer!
Mekke'de kaldığın süre içerisinde, Harem-i şerifte fırsatı değerlendirip, gözlerini Kabe'ye yönelterek namazları eda etmen ne güzel bir şeydir.
Kardeşim, gecenin sessizliğinde Harem-i Şerifin bir kenanna çekilip teheccüt namazı kılar, Allah'a münacatta bulunur, Ona boynunu büker, O'ndan korkar ve rekatlar, secdeler, dualar ve gözyaşlarıyla O cömert zatın kapısını çalarsın. Bu rabbani atmosferde, Allah'tan kendi askerlerini üstün kılmasını, dinine yardım etmesini ve İslam düşmanlarını her yerde bozguna uğratmasını istemeyi unutmamalısın.
Mekke'de onun vedilerinde ve çeşitli yerlerinde gezerken, Hira ve Sevr mağaralarını ziyaret ederken, davet'in ilk yıllarını, Allah Resulü'nün ve ilk müslümanların tevhit akidesine sarılmaları sebebiyle karşılaştıkları güçlüklerin ve işkencelerin hatıralarını yaşamalısın. Onların sabırlarını,sebatlarını ve daveti tebliğ etmedeki kararlılıklarını hatırlamalısın. Allah Resulü'nün, her türlü sapıklığı dağıtıp, yahudilerin, hıristiyanların, mecusilerin ve putperestlerin kalelerini yerle bir eden kahramanları içinde yetiştirdiği Erkam bin Ebi Erkam'ın evini de hatırlamalısın. Allah Resulü'nün üzerinde yürüdüğü yerin üzerine yürüdüğünü hissetmelisin.
Dünyanın farklı bölgelerinden gelen hacıların toplanması; müslümanlar arasındaki bağın kuvvetlenmesi, müslümanların tanışıp birbirleni-nin durumlarından haberdar olmaları, tek bir vücut ve birbirini takviye eden binanın taşlan gibi olmaları için duygu, emel ve acılarını paylaşmaları ve İslam aleminin, İslami azınlıkların önemli durumlarını, İslam düşmanlarının komplo ve hilelerini ve müslümanları igilendiren tüm konuları görüşmeleri için gerçekten güzel bir fırsat doğurur. Birbirlerinin durumlarından haberdar olmanın, bağın devam etmesi için hac'dan sonra yazışmaların devam etmesi ne kadar güzeldir! Hacılar, İslam ümmetinin birlik şiarını temsil etmelidirler.
"Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim, Öyle ise benden sakının" (denildi)."[501]
Allah'ın diğer dağlar arasından sadece kendisine bunca hayrı tahsis ettiği arafat dağı üzerinde, Rahman'ın misafirleri üzerine iyilik, feyiz ve rahmet iner. Onlar; orada geniş ihram giysileri içerisinde toplu bir halde, mahşer gününü hatırlar bir biçimde dualarla Allah'a sığınırlar. Gerçekten o gün korkunç bir manzara ve büyük bir gündür.
Müslim ve diğer muhaddislerin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın, Arefe gününden daha çok kullarını cehennem ateşinden âzât ettiği bir başka gün yoktur. Çünkü o gün Allah, onlara rahmetiyle yaklaşır, sonra meleklere karşı onlarla iftihar ederek "Bunlar ne diliyorlar" diye buyuruyor." Allah'ın Arefe gününe bahşettiği hayırlardan bin de hacca gelemeyenlerin o gün tuttukları orucu, bir önceki ve bir sonraki yıllar için keffaret kılmasıdır."
Ebu Katade'den rivayet edildiğine göre de Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"O oruç, geçmiş ve gelecek yıl için keffaret olur."[502]
Arafat dağından inerken, bu sevimli dağ ve mübarek gün ve manzarayla vedalaşırken duygular harekete geçer, kalbler, gönüller yapılan dua ve zikirlerin kabul edileceği ümidini taşır.[503]
Şeytanı taşlamada, akli sebebini bilmesek dahi emre boyun eğmenin, kulluğun gerçekleştirilmesinin gerekliliği anlamı vardır. Şeytanın, Efendimiz İbrahim (a.s)'i Allah'ın ta'atından uzaklaştırmak için vesvese yaptığını, İbrahim (a.s)'in buna icabet etmeyişini hatırlarız.
Ey hacı, şeytanı kovmak ve uzaklaştırmak için onu taşlarken, dürtme ve vesveselerinin tehlikesini, bunlarla mücadele etmenin gerekliliğini göz önünde canlandırman ne kadar uygun olur!
Kurban kesip, onu ihtiyacı olan müslümanlara dağıtman, seni Allah'a yaklaştırır, O'nun rızısını kazandırır, O'nun seni cehennem azabından âzad edeceği umudunu verir. Bunda aynı zamanda, fakirlere acımanın ve onlara kurbanın en iyisinden yedirmenin gerçekleşmesi söz konusudur.
"Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın (dininin) işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik."[504]
Veda tavafında, Allah'ın haccını kabul etmesini, tekrar buralara dönmesini nasib etmesini umarak, en sevgili ve şerefli mekanlardan ayrılmanın hissini yaşarsın.
Medine yolculuğunda Allah Resulü'nün hicretini, sürgün olarak ka-tettiği mesafeyi, Medine ehlinin kendisini karşılamasını ve camiyi inşa etmeye başlamasını hatırlarsın. Bu güzel hatıraları, Allah Resulü ve sahabelerinin gerçekleştirdikleri büyük başarıları, savaşları, fetihleri ve Arab yarımadasının şirkten, putperestlikten ve Kur'an-ı Kerim'in belirttiği üzere âdetleri gereği söz ve âhitlerini bozan yahudilerden temizlenmesinin havasını yaşarsın.
Allah Rasulü'nün mescidinde Buhari'nin rivayet ettiği şu sözünü hatırla:
"Kabrimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim hâvzımın üstündedir."
Cennet ehlinin Allah'ın rızasını kazandıklarını hatırla ve bu ruhi mutluluğu yaşa. Allah Resulü ile aranızdaki ruhi bağı hisset. O, bize çok düşkün idi, müminlere merhamet eder, zorluğa düşmemiz kendisine ağır gelirdi. O'na Salat ve Selam getir. Allah'ın diğer peygamberlere ümmetleri sebebiyle verdiği mükafatın daha iyisini, bizler sebebiyle peygamberimize vermesini Allah'tan dile. İlk halife olan Hz. Ebubekir, müminlerin emiri olan Hz. Ömer içinde dua et. Allah'tan bu şerefli fertlerle bizi hasretmesi iste.
Medine'de, tarihin akışını değiştiren olayların üzerinde gerçekleştiği yerleri, bünyesinde temiz kahramanları barındıran Bakî Mezarlığı'nı ve Uhud Gazvesi'nin yapıldığı Uhud Dağı'nı ziyaret et. Buradaki ders ve ibretleri hatırla.
Böylece, davet yolunda yürürken aşırı derecede ihtiyaç duyacağın ibret, ders ve azığı sana sağlayan pâk siyerin bu döneminin temiz hatıralarını yaşamalısın.[505]
"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar."[506]
Gece sükunet ve huzurdur. Gecede insanlar uyurken zihin berraklığı en üst seviyededir. Bunda riya ve gösterişten uzaklaşma vardır. Gece, Allahla tek başına kalıştır. Bunda dayamklık, ünsiyet ve yakarış vardır.
Namaz, tümüyle azıktır. Fakat gece ortasında kılınan namazın azığı, yakınlığı ve ihsanı daha fazladır. Aşıklar geceyi özlerler. Teheccüd namazını adet edinenler, geceyi daha fazla özlerler. Çünkü onlar, aşıkların sevgililerini sevmelerinden daha ziyade Allah'ı severler. Gece kıyamında; rûkü, secde, zikir, teşbih, Kur'an tilaveti, tevbe, istiğfar, yakarış, dua ve Allah korkusundan ağlama vardır. Tüm bunlar azık kazandırırlar.
Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;
"Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk, ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek basa kalkma."[507]
Gece kıyamında, mücahede, irade ve azmi güçlendirme, şeytana galip gelme ve nefsi Allah'a boyun eğdirmeye alıştırma vardır. Kim uykuyu, rahatı, yatağı ve sıcaklığı terk eder de nefsin istekleri ile mücadele eder, hava soğuk olmasına rağmen kalkıp abdest alır, kulluğu ve Allah'a yaklaşmayı tercih ederse hiç kuşkusuz tüm bunlar kendisine azık kazandırır, onu davet yolunda hazırlar, ona davet yolunda yardımcı olurlar.
İnsanlar uyurken gece kıyamında dünyanın yoruculuğundan kurtuluş, soyutlanma, ihlâs ve kalbin tüm riya belirtilerinden arınması vardır. İhlâs da davet yolunda davetçiye en fazla lazım olan şeylerdendir. Onsuz ameller boşa gider. Allah'ın kitabında gece kıyamına teşvik eden, gece kıyamında bulunanların sahip oldukları hayırları açıklayan nice ayetler vardır.
"Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler (geçerler); Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler."[508]
"İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır."[509]
Geceleyin kalkanların içinde bulunacakları kıyam, secde, zikir, teşbih, istiğfar ve dua gibi bazı halleri mevcuttur.
Kur'an bunlardan bazılarım belirtmiştir:
"Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür."[510]
Yüce Allah (c.c), bu ayette âhiret ve aradaki hasep, ceza, nimetler ve azab konularındaki düşüncesinden dolayı gözlerini uyku tutmayan bir kimsenin durumunu anlatmaktadır. O, böylece secde ve kıyamında korku ve ümidi beraber yaşar. Bu, kendisini çalışmaya, varacağı yer için hazırlık yapmaya itecek azığı kendisine kazandırır.
Geceleyin Allah'ı zikir ve teşbih etmek kalbler ve ruhlar için gıda ve azıktır. Bunun tadına varan ondan mahrum olmamaya aşın derecede hırslı olur.
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri de buna teşvik eder:
"Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu teşbih et."[511]
"Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu teşbih et."[512]
"(Resulüm!) Onların dediklerine sabret. Güneş'in doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O'nu teşbih et."[513]
Hepimiz günahkâr ve ihmalkârız. Seher vaktinde Allah'ın kapısını çalıp, ondan mağfiret dilememiz ne kadar uygun düşer! Çünkü bu vakit, Allah'ın duaları kabul ettiği bir andır.
Yüce Allah (c.c.) Kur'an'da seher vaktinde istiğfarda bulunanları övmüştür:
"(Resulüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarım çok iyi görür. (Bu nimetler) "Ey Rabbi-miz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!" diyen; sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir)."[514]
"Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı. Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi."[515]
Geceleyin dua etmek en sevimli ve faziletli ibadetlerdendir. Çünkü kul gecenin karanlığında, zilletini, Allah'a olan ihtiyacını sergiler, ihsanda bulunması için istekte bulunur.
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. İslah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır."[516]
Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulüne hangi duanın kabule daha layık olduğu sorulunca, O, şöyle buyurmuştur:
"Gecenin son bölümünde, farz namazların akabinde yapılan dualardır."[517]
Cabir (r.a) Allah Resulünün şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Geceleyin öyle bir vakit vardır ki; müslüman ona tesadüf edip, Allah'tan dünya ve ahiretle alakalı herhangi bir hayır istesin de Allah ona vermesin. Bu mümkün değildir. Bu vakit her gecede mevcuttur."[518]
Secde esnasında yapılan dua makbuldür. Çünkü bu an, kişinin Allah'a en yakın olduğu andır. Bu anda müslüman çokça dua etmelidir.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Kulun Rabhine en yakın olduğu an secde anıdır. Bunun için duayı çokça yapın."[519]
Düşmanın işkence ve komplolarına maruz kalan davetçilerin seher vakti dualarıyla Allah'tan yardım dilemeleri ne kadar uygun düşer!
Ey kardeşim: Seher vakti kalk ve şöyle Allah'a dua et:
"Allah'ım, düşmanlarla zalimleri senin yardımınla savar ve onların şerlerinden sana sığınırız. Rabbimiz, bizi zalimlere oyuncak yapma. Rahmetinle bizi inkarcı toplumdan koru. Allah'ım, senin ve dininin düşmanlarını mağlup et. Onlara karşı göğüslerimize şifa verecek ve kalble-rimizin gâyzını gidererek büyük bir zafer ver."
Ve Allah'ın gönlünü açacağı diğer duaları oku.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Rabbimiz her gece, gecenin son üçte birlik bölümünde dünya semasına iner ve var mı dua eden, ona icabet edeyim, var mı benden isteyen ona vereyim ve var mı benden mağfiret dileyen onu affedeyim, der."[520]
Bu teşrif ve tevcihten sonra nasıl gevşek davranır, tembellik ederiz? Eğer insanlara gecenin şu veya bu vaktinde filan yerde bulunan mal veya şu kadar dünya manfaati elde edersin dense hiç şüphesiz insanlar oraya koşar, orada toplanırlar.
Allah Resulü Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadiste yine bizi teşvik etmektedir:
"Münafıklara sabah ve yatsı namazlarından güç gelen bir namaz yoktur. O ikisindeki hayrı bilselerdi..."
Gece kıyamıyla ihya edilen ev melekler tarafından kuşatılır, ona rahmet iner ve orayı gerçek mutluluk kaplar. Her iki eşin bu hayrı gerçekleştirmede birbirine yardımcı olmaları ne kadar güzeldir!
Yine Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını uyandıran ve eğer hanımı uyanmamakta direnirse, onun yüzüne su serpen bir adama rahmet eylesin. Aynı şekilde Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını uyandıran ve şayet kocası uyanmamakta direnirse, onun yüzüne su serpen bir kadına da rahmet etsin."[521]
Ey kardeşim; nafile ibadetlerle Allah'a yaklaş. Bunların en faziletlilerinden birisi de gece kıyamıdır.
Allah Resulü şöyle buyuruyor:
"Farz namazlardan sonra en faziletli namaz gece kıyamında yapılan namazdır."[522]
Samimi bir niyet, azmi yenilemek, tevbeyi yenilemek gündüzleyin günahlardan uzak kalmak, yatarken tekbir getirmek ve Yüce Allah'tan yardım dilemek, evet tüm bunlar gece kıyamında bulunmaya yardımcı olurlar.
Müslümanın gece kıyamına mutlaka devam etmesi gerekir. Bu azıktan doyasıya içmelidir.
Abdullah bin Âmr bir As'tan rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, filan kişi gibi olma. O, geceleyin kıyamda bulunurdu. Fakat sonradan terk etti."[523]
Gece kılınan namazın rekat sayısına gelince, Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Allah Resulü'nün namazı, on rek'at idi, bir rek'at vitir kılar ve sabah namazının iki rek'atı gibi iki rekat daha kılardı. Bunlar toplam onüç rekat idi."[524]
Allah Resulü'nün geceleyin teheccüde kalkarken yaptığı şu duasının azığı ne kadar boldur! O, gece kıyamında şöyle dua ederdi:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım, hamd sanadır. Sen gökler, yer ve onlarda bulunanların koruyup gözetenisin. Her türlü övgü sanadır. Sen göklerin, yerin ve bu ikisinde bulunanların nurusun. Hamd sana layıktır. Sen hâksin, va'din haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet ve Cehennem haktır. Peygamber ve Muhammed (a.s.) senin gerçek peygamberlerindir. Kıyamet haktır.
Ey Allah'ım, yalnız sana teslim oldum, yalnız sana inandım, yalnız sana dayandım ve yalnız sana yöneldim. Senin kuvvetine dayanarak düşmanlarla mücadele ettim. Aramızda yalnız seni hakem kıldım. Artık evvelce işlediğim ve sonra işleyeceğim, gizli ve açıktan işlediğim ve senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı bağışla; öne geçiren ve sona bırakan Sen'sin ve Sen'den başka ilah yoktur."[525]
Şehid imam Hasan el-Benna, 'Münacat Risalesi'nde kardeşleri gece kıyamına şöyle teşvik etmektedir:
"Ey kardeşim,
Allah'a yakarışta bulunmanın en güzel vakti, insanlar uyurken, gececiler dalmış, varlık alemi sessizliğe bürünmüşken ve gece yavaş yavaş perdelerini kaldırmış, yıldızlar batmışken Rabbinle başbaşa kaldığın vakittir. O zaman, kalbini feyze hazırlar, Rabbini hatırlarsın. Adeta müşahhas bir şekilde güçsüzlüğünü anlar, Mevla'nın büyüklüğünü gözünün önünde canlandırırsın.
Bu arada huzurunda olmakla, O'na yakınlık peyda edersin. Kalbin, O'nu anlamakla huzur bulur, O'nun lütfü ve rahmetiyle sevinir, O'na karşı duyduğun korkudan ağlar ve seni murakabe ettiğini hissedersin. O anda, ısrarla dua eder ve mağfiret dilemeğe çalışırsın. İhtiyaçlarını, hiç bir şeyin aciz bırakmadığı ve hiç bir şeyin kendisini meşgul edemediği, yüce Rabbine söylersin. O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sadece "ol" demektir, hemen oluverir. O'ndan, dünya, ahiret, cihad ve davanla ilgili arzularının gerçekleşmesini ister, emellerini, aklından geçirdiklerini, vatanını, yakınlarını kendin ve kardeşlerin hakkındaki isteklerini O'ndan taleb edersin.
"Yardım, yalnız, daima galip ve hikmet sahibi Allah katındandır."[526]
Gece kıyamı ev münacatındaki ünsiyet ve gönül rahatlığı bedenin acılarını, ayakların yorgunluğunu hissettirmeyecek derecededir. İşte Allah Resulü'nün durumu böyleydi. O, gece kıyamını uzatır, ayaklan şişinceye kadar ibadete devam ederdi. Allah'a yakın olmaya, 'nunla ünsiyet bulmaya daldığında acıları hissetmezdi.
Allah'ın bazı salih kulları şöyle söylemişlerdir:
"Dünyada Cennet nimetlerine benzeyen hiç bir vakit yoktur. Kıyam ehlinin yakarış tatlılığını kalblerinde tattıkları an müstesna."
O halde bu tatlılığı tatmaya çalışalım.
Ey kardeşim, son olarak sana şunu söylemek isterim. Rızasını, rahmetini ve Cennetini ısrarla isteyerek, O'nun rıza ve affına olan aşın derecedeki ihtiyacını hissederek, günahlarını itiraf ederek, ihmalkârlığının farkına vararak, huşu ve tevazu içerisinde O'nun kapısının eşiğinde durarak, O cömert Rabbinin kapısını çalarak fakir ve zelil bir kulun kıyamıyla geceleyin kalk.
Kardeşim, Mevla'nın kapısını gece karanlığında huşu dolu rek'atlar-la, uzun secdelerle, samimi dualarla, teşbihlerle ve korku gözyaşlarıyla çal.
Rabbinin dualarına icabet edeceğinin yâkini içerisinde ol. Bu hayır dolu vakitte davanı da unutma.
Allah'tan yardım ve dinini güçlendirmesini dile.
Kardeşlerine dua etmeyi unutma.
Ey nefis! Atların ağır ağır yürüdüğü (sükunet anında)
Kalbin hayat zorluklarından uzaklaştığı anda
Rabbini teşbih et ve namaza dur.
Ey nefis: namazda gözyaşlarını dökerek incel.
Çünkü, kainat ilahi maksatla ağlayan nefisleri dinler.[527]
"Ey insanlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam teşbih edin."[528]
Allah (c.c.) gayemizdir. O, yaratanımız, rızıklandırammızdır. Öyle ise O'nun zikrinden nasıl gafil olabiliriz? Kendisini anmakla mes'ud olduğumuz, O'ndan üstün bir zat var mıdır? Allah'ı anmakla gerçekleşen mutluluktan daha yüce bir mutluluk yoktur. Allah'ın zikri; O'na yakınlık duymak, O'nunla unsiyet bulmak, mutmain olmak, O'nun nuruyla gönül huzuruna kavuşmak, güven ve selamet bulmak, işleri O'na havale etmek ve O'na tevekkül etmektir. Böylece kişi ne korku ne tasa ne şaşkınlık ne bedbahtlık ne de sıkıntı hisseder.
"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."[529]
Allah'ı andıkça hiç kimseye ihtiyacı olmayan, güçlü, kâhhar, rahman ve rahim olan, her türlü yetkiye sahip olan, her şeye gücü yeten Allah'la beraber olduğunu hissedersin. Böylece O da seninle beraber olur. Artık hiç bir şeye ihtiyaç duymazsın. Gerçekten Allah'ı bulan hiç bir şey kaybetmiş olmaz. Allah'ı kaybeden de hiç bir şey bulamaz. Allah'ı isimlerinden veya sıfatlarından birisiyle andıkça, bu senin nefsinde özel bir iz bırakır. Ruhuna da sahibini yücelten bir azık sağlar. Allah'ı anman arttıkça ruhun daha da yücelir, Allah katındaki merteben de yükselir.
Allah'ın zikrinden gâfıl olan kişi ise şeytanın vesvesesine maruz kalır. Şeytan da kendisine günahları, şehvetleri, çirkinlik ve kötü işleri hatırlatır. Böylece Allah katındaki değeri düşer, bu düşüş, aşağıların aşağısına yuvarlanıncaya kadar devam eder.
Allah bu kişiler hakkında ne doğru buyurmuştur:
"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu Cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onunla kavramazlar; gözleri vardır, onunla görmezler, kulakları vardır, onunla işitmezler, iste onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[530]
Yine Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!"[531]
Allah'ın kendilerini andığı kişilerin mertebesinden daha yüce bir mertebe var mıdır? Çünkü kişi Allah'ın korumasında ve riayetinde olur, O'nun rahmetine, fazlına mazhar olur.
Allah'ın Resulü şöyle buyuruyor:
"Allah Teala: "Kulum beni nasıl tasavvur ediyorsa ben oyum. Kulum beni andığı zaman muhakkak onunla beraberim. O, beni tek başına anarsa ben de onu gizli anarım. Eğer beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım", buyurmaktadır."[532]
Hiç şüphesiz, Allah'ı anmakla nefsimizi bu kokuşmuş ortamdan, üst üste yığılmış, birikmiş fitnelerden kurtarmış oluruz. Kalblerimizi temizler, Allah'a sığınır, O'nda kurtuluşu buluruz.
"O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım."[533]
Allah'ı andıkça şeytanın vesvesesi söner, bizden çekilir ve onun pisliğinden arınmış oluruz.
Allah'ı tefekkür ederek isim ve sıfatlarıyla andığımızda imanımız artar, O'nu daha da ta'zim ederiz. Bu da davet yolunda bize önemli ve hayırlı bir azığı sağlar. Allah'ı anmak için oturduğumuzda bizi bürüyen rahmet ve üzerimize inen güven ve huzur... gerçekten bunlar büyük bir hayır ve azıktırlar. Müslimin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Hiç bir topluluk yoktur ki, Allah'ı anmak üzere toplansınlar da melekler onların etrafında halkalanmasın, onları rahmet bürümesin, üzerlerine güven ve huzur inmesin ve Allah, onları yanındakiler huzurunda anmasın."
Gerçekten Allah, böyle meclislerle meleklere karşı iftihar eder.
Allah'ın zikri, sahip olmamız gereken sıfatlarla süslemeye bizi iter. Allah'ı Rahman, Rahim, Berr, Halim, Kerim, Sabbur, Şekür, Afyu, Gafur sıfatlarıyla andığımızda O'nun rahmetine kavuşmamız için yeryüzündekilere merhamet etmemizin gerekliliğini içimizde hissederiz.
Keza O'nun cömertliğinden ve kereminden payımızı almamız için Allah'ın muhtaç kullarına karşı aynı şekilde davranmamızın gerekliliğini, affının, bağışlamasının bizi kapsaması için de bize kötülükte bulunanlara müsamahakâr davranmanın gerekliliğini kavrarız.
Diğer sıfatlarından da benzer dersler çıkartabiliriz. Bunda da büyük bir azık mevcuttur.
Zikirdeki bu büyük hayırdan ve Allah'la beraber olmaktan mahrum kalmamamız için Allah (c.c), her durum ve vakitte bizi zikre çağırmaktadır.
"Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-aksam teşbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir."[534]
"Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) "Rabbİmiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi Cehennem azabından koru!"[535]
Allah'ın kerem ve ihsanı ne büyüktür ki, O her durumda hatta yatarken bile kendisini zikr etmemize müsamaha göstermektedir.
Ey Rabbim, Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin ve Sen ne cömertsin!
Ey kardeşim,
Allah'ı sürekli olarak anmaya ve dilinin O'nun zikriyle yaşlı olmasına dikkat et. Yemekte, içmede, yatma esnasında, uyanışta, iş yolunda, işte ve tüm hal ve davranışlarında Allah'ı anmaya devam et. Hiç bir anının gaflet, boş ve yararsız bir işle uğraşırken geçmesine fırsat verme. Herhangi bir iş veya ibadetle meşgul olmadığında nefsini Allah'ın zikriyle meşgul et. Böylece Allah katındaki iyiliklerin artar, güveni ve Allah'la beraber olmayı elde eder ve Allah (c.c.) da dilediği kadar senin günahlarını bağışlar.
Ey kardeşim, bilmelisin ki; matlub zikir, lisandan önce kalble yapılan zikirdir. Kul, Allah'ı kalbiyle andığı zaman bu onun tüm organlarına yansır. Böylece lisaniyle zikir ederek sadece hayır olanı konuşur, gözüyle Allah'ı zikrederek harama bakmaz, kulağıyla zikir ederek Allah'ı kızdıracak şeyleri dinlemez, eli ve ayağı ile Allah'ı zikir ederek haram ve günaha doğru hareket etmez, aklı ile Allah'ı zikir ederek haram şeyleri düşünmez. Kalbe ise ancak iyi olan şeyler girer.
Böylece zikri genel kavramıyla ele aldığımızda, Allah'ın bizi murakabe ettiğim, bize baktığını ve bizi gözettiğini düşünerek yaptığımız her işin zikir olduğunu bilmemiz lazımdır. Tevbe zikirdir, ilmi taleb etmek zikirdir, tefekkür ise zikrin en yüce bölümlerindendir. Hatta iyi bir niyetin eşlik ettiği rızık talebi de zikirdir.
Allah'ı her hal ve tavırda zikir etmemiz gerekli olmakla beraber, tek başına kalarak Allah'ı anmanın apayrı etkisi, tadı, tatlılığı ve nuru vardır. Özellikle eğer bu hal'e Allah'ın korkusundan akan gözyaşları eşlik ederse o zaman bu etki daha da artar. Kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde (Kıyamet gününde), Allah'ın gölgesiyle gölgelendireceği yedi sınıf insanlardan birisi de O'nu yalnız iken anıp, gözlerinden yaş akanlardır.
İnsanlar dünya hayatında yoruluyorlar, mutsuz oluyorlar. Mutluluğu ve huzuru elde etme uğruna yüklü bir miktarda dünya malını harcıyorlar. Onlar mutluluğu dünyevi araçlarda bulacaklarını sanıyorlar. Oysaki bunca harcamaya rağmen bir türlü onu elde edemiyorlar. Öte yandan Allah'ı anan, ona ihlasla dua eden kişiler çok rahat bir şekilde mutluluğu, huzuru ve güveni elde ediyorlar.
İnkarcılar ve gafiller Allah'ı anmazlar. Bir zorlukla karşılaştıklarında veya başlarına bir musibet geldiğinden hemen o durumdan ve musibetten kendilerini kurtarması için dua ile Allah'a sığınırlar. Allah (c.c), onlardan bu sıkıntıyı giderdiğinde ise tekrar gaflete ve inkarcılığa dönüyorlar. Müminler ise rahat ve zorlukta, tüm hal ve davranışlarında Allah'ı anarlar.
Mümin kişi, sağlık ve bolluk anında Allah'ı anar, O'na şükür eder ve O'nun fazlı ve ihsanını hatırlar. Böylece o haddini aşmaz, dünyanın fitnesine kapılmaz. Zorluk ve darlık vaktinde de Allah'ı anar. Böylece sıkıntısı gider, onun yerine sükunete, huzura, ünsiyete ve kalb huzuruna kavuşur.
Bu münasibetle şu olayı zikretmek istiyorum. Kardeşlerden biri, dar bir zindanda tek başına bir hücreye haps edilmişti ve gün boyu onun üzerine kapı kapalı tutuluyordu. Fakat O, Allah'ın zikri sayesinde kendisini unsiyet ve gönül huzurunda hissediyordu. Sanki kapısı kapalı dar bir zindan hücresinde değil, geniş bir kainatta yaşadığını sanıyordu.
Kapının arkasındaki nöbetçi ise kardeşin darlık ve sıkıntıda olduğunu sanıyordu. Kardeşin sıkıntısını hafifletmek amacıyla nöbetçi bazen unutmuşcasına kapıyı tam kapatmıyordu. Yani biraz açıklık bırakıyordu. Fakat kardeş kapı açık kaldığında tam tersine kendisini sıkıntıda hissediyordu. Ve tek başına, karanlıkta iken Allah'ın zikrinden elde ettiği huzurun azaldığını söylüyordu.
Allah'ın üzerimizdeki ihsanından ve zikir edenlere verdiği mükafattan biri de şu hadiste Allah Resulü'nün beyan ettiği ifadedir.
Allah (c.c.) Teala şöyle buyuruyor:
"Kim ki zikrim onu benden bir şey istemekten meşgul ederse, ben ona istekte bulunanlara verdiğimden daha iyisini veririm."[536]
Kelime-i tevhid getirmek, "Allahu Ekber" demek, Allah'ı teşbih ve kutsamak, istiğfarda bulunmak, Allah'a hamd ve şükür etmek, O'nun elçisine salat ve selam getirmek, tüm bunlar zikir edenlere büyük bir sevap ve ihsan kazandırır. Bazı ayetler ve hadisler bunları işlemiştir. Allah Resulü (a.s.)'dan da bazı me'sur dualar ve zikirler varid olmuştur. Gerçekten, bu zikir ve dualarla iyiliklerimizi artırmaya, günahlarımızı üstümüzden atmaya ne kadar da muhtacız!
Dua ise önemli bir azık kaynağıdır.
Dua haddi zatında kulun kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu hissetmesidir. Aynı zamanda Allah'ın kudretinin farkına varması ve tüm işlerin O'nun elinde oluşunu hissetmesidir. Bu da kulluğun; Allah'a teslimiyetin ve imanın ta kendisidir.
Dua, Allah'ın yanında hiçliği, küçüklüğü ve aczi, O'nun lütuf, kerem ve ihsanını ve her şeye gücünün yettiğini hissediştir. İşte kalbin bu gibi duygularla yaşaması başlıbaşına büyük bir azıktır.
Dua, bir ibadettir. Ondan yüz çevirme ise inkâr ve kibirlenmedir. Allah'ın üzerimizdeki nimetlerinden birisi de O'nun bizi dua etmeye çağırması ve duaya karşılık vereceğini va'at etmesidir.
Numan bin Beşir'den rivayet edildiğine göre Allah Resulü "Dua ibadettir." dedikten sonra şu ayeti okudu:
"Rabbiniz şöyle buyurdu:
"Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak Cehennem'e gireceklerdir. "[537]
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste de Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Allah, kendisine dua etmeyene, kendisinden istekte bulunmayana gazaplanır."[538]
Kardeşlerin, birbirlerinin gıyabında birbirlerine hayır dualarında bulunmaları ne kadar güzeldir.
Ebu Derda'dan rivayet edilen bir hadiste Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur:
"Hiç bir müslüman kul yoktur ki kardeşine gıyabında dua etsin de melek ona "sana da bir misli olsun" demesin."[539]
Allah'ın salih kullarından biri "Öyle bir lisanla Allah'a dua et ki, günaha düşmeyesin." dediğinde ona bu nasıl olur?" diye soruldu. O şöyle cevapladı:
"Kardeşinden senin için dua etmesini taleb et. Bu tavır, sevgi ve Allah için kardeşlik bağını pekiştirir."
Dua'nın kabulünün umulacağı bazı vakitler vardır. Bununla ilgili bazı hadisler varit olmuştur. Bu vakitlerden bazıları şunlardır: Kadir gecesi, ezan ve kamet arası, secde anı, yoluculukta, yağmur altında, seher vaktinde, cuma namazına çağırıldığında, saf tutulduğunda ve karanlıkta.
Kur'an-ı Kerim'de varit olan, Allah Resulünden me'sur olarak bize ulaşan ve bazı salihlerin yaptığı dualar... tüm bunlarda hayır vardır.
Yapılan duanın kabulünü umabilmek ve zikirden istifade edebilmek için zikrin ve duanın uyulması gereken bazı adapları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Kalb huzuru, Allah korkusu, Allah'a karşı edebli bir hâl, Allah'a hamd ederek, Resulüne salat ve selam getirerek duaya başlamak, bununla bitirmek, sükûnet, dua veya zikir esnasında sesi fazla yükseltmemek, özlü ve kapsayıcı ifadeleri seçmek ve üçer defa tekrar etmek...
Kişi dua ederken, kabul olunacağını ummalı ve aceleci olmamalıdır. Aynı zamanda kendisi, çocukları ve malı için kötü şeyler istememelidir. Dua ederken kendisinden başlamalıdır. Allah beni ve seni hidayet etsin örneği gibi.
Zikir ve dua esnasında bu adâblara riayet eden kişi -Allah'ın izniyle- kalbinde bir tatlılık, ruhunda bir nur, gönlünde ise ferahlık bulacaktır. Allah'ın feyzine de mazhar olacaktır.
Müslüman, zikir ve dua meclislerinden ayrılırken edeb ve huşu içerisinde olmalıdır. Aynı zamanda yaptığı zikir ve duanın faydasını ve etkisini götürecek gürültü çıkarma ve eğlencede bulunma gibi durumlardan da kaçınmalıdır.[540]
Sünnet-i Nebeviyye'nin müslümanların gönlünde büyük bir yeri vardır. Çünkü o, İslam'ın Allah Resulü'nün eli üzerinde ilk ve doğru uygulamasıdır.
O, Allah'ın kulları için dilediği doğru yaşam metodudur.
O, Allah kitabının açıklayıcısı ve şârihi olmakla beraber İslam'ın ikinci teşri kaynağıdır. Sünneti inkar edenin müslümanlığı kabul olunmaz.
Kur'an-ı Kerim tükenmeyen azık kaynağı olduğu gibi sünnet de azık dolu bir kaynaktır.
Sünnete uymakla elde edeceğimiz azığa geçmeden önce sünnetin konumu ve ehemmiyeti üzerinde biraz durmamız gereklidir. Ta ki, içimizde ihmal ve gevşeklik göstermeksizin ona sevk edecek güçlü bir saik doğsun. Özellikle sünnetin ehemmiyetini azaltmaya, sıhhatına şüphe düşürmeye yönelik çirkin sesleri işittiğimiz bu günlerde, bunun üzerinde daha fazla durmamız gereklidir.
Gerçekten sünnete karşı takındığımız tavır, İslam'a karşı olan tavrımızı belirler. İslam'ın öğretilerini Kur'an'ın açıkça anlattığına, Allah Resulü'nün beyanına göre kabul ediyorsak, onları tam ve eksiksiz olarak kabul etmek zorundayız. Allah (c.c.)'ın emrinden sonra O'nun Resulüne uymada, O'nun sünneti ve hidayeti ile yol bulmada tereddüt göstermemiz doğru olur mu?
"Allah'ın, (fethedilen) ülkeler hakkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir."[541]
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik" demeleridir, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir."[542]
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[543]
"(Resulüm!) De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez."[544]
Allah'ı sevmemizi, Allah'ın da bizi sevmesini sevgili Allah Resu-lü'nün sünnetine uymaya bağlayan bu ayetten sonra doğru, sâdık bir mü'minin O'nun sünnetine uyma hususunda gevşeklik göstermesi hiç doğru olur mu? Aksine Allah'ın ve Resulü'nün sevgisini elde etmek, dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak için her türlü hal ve davranışlarında sünneti araştırmalıdır. Ona göre davranmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı, Hz. Muhammed (a.s.)'in de O'nun Resulü olduğuna inandığımıza göre Allah Resulü'nün sünnetine tereddüt etmeksizin, gevşeklik göstermeksizin uymamız gerekir.
Kur'an-ı Kerim ve temiz sünnette bulunan kaideler, insanlık için en elzem şeylerdir. Bunlara sanlmadıkça insanlık iyilik ve kurtuluşu bulamaz.
"De ki: "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz."[545]
Allah Resulü (a.s.) de bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Size öyle bir şey bıraktım ki; Ona sımsıkı sarılırsanız benden sonra asla sapmazsınız. O, Allah'ın kitabı ve benim sünnetimdir."
Allah Resulü'nün sohbetinde yaşayanlar (sahabeler), O'nun söz ve davranışlarına azami derecede ehemmiyet verirlerdi. Bu, Allah Resulü'nün şahsiyetinin kendilerini etkilemesi sonucu akıllarının ve gönüllerinin yatmasından dolayı değildi. Aksine onlar, hayatlarını en ince ayrıntısına kadar düzenlemek üzere Allah tarafından gönderilmiş oluğuna kesin bir şekilde inandıkları için O'nun söz ve davranışlarına önem veriyorlardı. Bundan dolayı da onun hiç bir söz ve fiilini kaçırmama hususunda titiz tavranıyorlardı.
Bu dünyadaki misyonumuz, Allah'a kulluk yapmaktır. Ve ancak bununla O'nun rızasını elde eder, O'nun Cennet'ine kavuşur, O'nun azabından kurtulmuş oluruz.
İbadet misyonumuz namaz, oruç hac ve zekat gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Aksine ibadet, hayatımızın tümünü kapsar. Misal olarak yememiz, içmemiz, yatmamız, çalışmamız, ilim talebimiz, evlenmemiz ve hayatımızın tüm yönleri ibadettir. Bizler nasıl ki, makbul olması için namaz ve orucumuzun sıhhatine dair hükümleri araştırıyor ve bu konuda Allah Resulü'nün sünnetine baş vuruyorsak, aynı şekilde yukarda bahs ettiğimiz konularda ve diğer konularda da yaptığımız işlerin makbul bir ibadet olması için O'nun sünnetine uymamız gerekir.
Fabrika sahiplerinin üretim aletlerinin aksamadan sağlıklı bir şekilde çalışmasını garantilemek için bu mamullerin yanında birer katalog (kullanma kılavuzu) verdikleri bu aletleri alanlar da buradaki talimatlara ve bu aletlerin dizaynını ayarlayan uzmanların verdikleri bilgilere sıkı sıkıya sarılır. Allah (c.c.)'ın bizi yarattığına, bizimle ilgili olan herşeyi; yararımıza ve zararımıza olan, bizi sapıtan ve bizi İslah eden her şeyi en iyi bildiğine, kitabında ve elçisinin sünnetinde bizim için kanunlar ve kurallar koyduğuna inandığımız halde nasıl olur da bunlara muhalefet edip, Allah Resulü'nün sünnetine ve hidayetine aykırı olan bazı beşeri âdet ve prensiblerin arkasında yürüyebilirz? Böyle hareket etmemiz halinde hiç şüphesiz bunun kesin ve zorunlu neticesi; bedbahtlığa, şaşkınlığa ve sapıklığa maruz kalmamız aynı zamanda dünya ve ahirette mutluluğu, güveni, huzuru, sükûneti yitirmemiz ve sakin ve güzel hayattan mahrum kalmamız olacaktır.
Söz ve davranışlarının toplamı olan Allah Resulü'nün sünneti, bizim için biricik örnektir. Çünkü O'nun hayatı Kur'an'ı Kerim'de yazılanların canlı örneği ve açıkiayıcısıdır. Kur’anı Kerim'e karşı hiçbir zaman üzerine vahy inip, onu tebliğ eden kadar insaflı olamayız.
Allah Resulü'nün sünnetine her işimizde uymamız, iç dünyamızı canlı ve uyanık tutar. Nefsi kontrol eder. Böyece yapacağımız, söyleyeceğimiz her şey irademizin dahilinde ve ruhi murakebenin boyunduruğunda olur. Bunun sonucu olarak da kıyamet günü hesaba çekilmeden evvel kendimizi hesaba çekmiş oluruz. Bunda da çok büyük bir azık vardır.
Öte yandan sünnete uymanın sosyal faydası da vardır. Fertlerin mizaç, huy ve eğilimlerinin farklı olması onları farklı adet ve davranışlara sevk eder. Genellikle de bu adet ve davranışlar fertler arasında itici güçler haline dönüşürler. Ve dolayısıyla toplumda birbirini çekememezlik ve ihtilaflar baş gösterir.
Fakat İslam, sosyal ve ekonomik durumları ne kadar farklı olursa olsun, topumun fertlerini, düzenli bir şekilde, adet ve huyları birbirine benzeyen insanlar haline gelmeğe teşvik eder. Böylece her müslüman fert belirli bir kalıba girmiş kerpiçler gibi birbirleriyle uyum ve ahenk içinde olurlar. Onlar, eğrilik ve düzensizlik bulunmayan sağlam bir bina gibi olurlar.
Hiç şüphesiz müslümanların peygamberlerinin sünnetine uymaları, onları hayatları ile ilgili işlerde batıyı taklit etmekten uzak tutar. Onlara şahsiyetlerinin bağımsızlığını, farklı ve üstün bir ümmet olduklarını ve kendilenin güven duygusu içinde ne doğuya ne batıya, ancak Allah Resulüne uymak bilinci aşılar. Ancak bu yolla parlak bir geleceğe doğru ilerleyip, gelişebileceklerini kavratır.
Yabancı medeniyetleri taklit etme hastalığının müslümanların hayatında derin ve tehlikeli etkileri mevcuttur. Bu, kendini yeterli görmemenin ve batının kabul ettiği sosyal ve ekonomik modelleri kabul etmedikçe bazı batı ülkelerindeki gelişmiş seviyeye müslümünlann ulaşamayacakları şeklindeki sakat bir düşüncenin neticesidir.
Bir medeniyeti aynı zamanda ruhundan etkilenmeksizin sadece zahiri yönleriyle taklit etmek mümkün değildir.
Çünkü medeniyet, sadece kuru bir şekilcilik değildir. O, aynı zamanda canlı ve aktiftir de. Bir medeniyyetin şeklini kabul ettiğimizde onun özüyle ilgili etkenleri ve faal Öğeleri içimize işler ve farkına varmadan yavaş yavaş bize yön vermeye başlar.
Allah Resulü'nün şu mübarek sözü bu manayı vurgulamaktadır:
"Herhangi bir topluluğa benzeyen kişi, o topluluktan olur."[546]
Bazıları, batının hayatına egemen olan adet ve geleneklerin yüce ve kemala yakın olduğunu, biz müslümanlann adet ve geleneklerinin ise düşük ve gerici olduğunu sanıyorlar. Oysaki gerçek olan şudur: Bugün müslümanlar, hayatlarında, beşer zevkinin en doruk noktası ve hayatın en iyi yaşam metodu olan İslam'ın öğretilerinden ve Allah Resulü'nün sünnetinden uzaklaşmışlardır. Çünkü, Allah Resulü kendi nevasından konuşamaz. O, kemalla müttasıf olan ilahi kaynaktan yudumlamıştır. Yaratan bilmez mi? O, latif ve haberdardır. Genellikle İslam'a bağlı olmayan bazı eleştirmenler şöyle bir eleştiride bulunuyorlar:
"İnsanları hayatlarının tümünde Allah Resulü'nün hayatını taklit etmeye zorlamak, insan kişiliğindeki ferdi özgürlüğü yok etmektedir."
Bu, bâtıl bir itirazdır. Çünkü gerçek özgürlük, bizi yaratan Allah (c.c.)'ın bizim için çizdiği hayat metodudur.
Bu metodu, Allah Resulü kendi hayatında uygulamıştır. Allah (c.c.) da Resulüne uymamızı emretmiştir.
"Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."[547]
Allah Resulünün bazı emirleri ta'abbudi ve ruhi hususlarla ilgilidir. Bazıları ise toplum sorunları ve günlük yaşamımızın meseleleriyle ilgilidir. Biz, Allah Resulü'nün birinci bölümle ilgili emirlerine uymak zorundayız. Fakat ikinci bölümle ilgili yani "günlük ve toplum hayatımızla ilgili meselelerimizde O'na uymak zorunda değiliz" düşüncesi, yüzeysel ve sathi bir görüştür. Ve Nebevi Nur'un değerini düşürmeye yönelik bir tavırdır. Yaşamla ilgili problemlerimizde bu rabbani örnekten daha iyi uyabileceğimiz bir şey var mıdır?
Sünnete ve O'nun kaynaklarının sağlığına, sıhhatına şüphe düşürenler bayağılaşıyorlar ve vehm içinde bocalıyorlar. Çünkü Allah'ın kitabını koruyacağı va'adı, O'nun Resulü'nün sünnetini de kapsıyor. Çünkü Allah Resulü'nün sünneti Kitab'ın şârihi ve açıklayıcısıdır.
"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."[548]
Zira Allah, Buhari ve Müslim gibi hadis alimlerini hadisleri toplama, ayıklama ve tasnif etmek için âdeta görevlendirmiştir. Bu muhaddisler, Avrupalı tarihçilerin eski tarih kaynakları hakkındaki araştırmalarından çok daha dikkatli davrandılar. Hadisi rivayet kurallarına uymada beşer gücü dahilindeki herşeyi yaptılar. Erkek veya kadın olsun hadis ravi-leri için son derece ince kurallara dayanan titiz bir çalışma sonucu olan biyografi kitablarını meydana getirdiler.
O halde kaynağın bizatihi kendisinde veya hadisin herhangi bir ravisi hakkında bizi şüpheye düşürecek herhangi bir ilmi delil olmadıkça ve o hadisle çelişen başka bir hadis bulunmadıkça o hadisi sahih olarak kabul etmek zorundayız. Herhangi bir tarihi kaynağın eksikliğini delillendirmedikçe o tarihi kaynağın şüpheli olduğunu iddia etmek, kişiyi hiç bir zaman haklı çıkarmaz.
Tüm bu anlatılanlardan sonra her müslümanın dini ve Resulullah (a.s.)'ın sünnetiyle onur duyması gerekir. Dininden ve Allah Resulü'nün sünnetinde şüpheleri defetme konumuna düşmemelidir. Aksine kendisinin hak din üzere olduğu, Allah Resulünün sünnetinin de en üstün hayat tarzı olduğu hususunda emin bir tavır içinde bulunmalıdır.[549]
Nebevi sünnet, tümüyle azıktır. O, kendisine uyanların kalblerini diriltir, onları takva ve iman yönüyle yüce derecelere yükseltir. Allah Resulü'nün sünneti, müslümanı hayırlarla donatır, onu her türlü kötülükten de korur. Aynı zamanda inancı, ibadeti, ahlakı, bedeni, fikri ve sosyal yönüyle güçlü ve yüce bir müslüman şahsiyetini de oluşturur.
Nebevi sünnet, müslümana, hayatının tüm merhalelerinde hatta doğumundan önce ve vefatından sonra, uyanışında ve yatmasında, hareket ve sükununda, ikâmet ve yolculuğunda, evde, mescitte ve yolda, kısacası bulunduğu her zaman ve mekanda her türlü koruma ve inayeti garantiler, taahhüt eder.
O, müslüman için kendisine yarar sağlayan, onu koruyan ve onu takviye eden azıkla donatılmış bir "bakım evi" konumundadır. Müslüman, böylece Allah'ın kulları için dilediği İslam akidesinin esaslarına göre hayat için gerekli olan her türlü azıkla donanmış olur.
Bu hayattan hayvanların da bize ortak oldukları hayatı değil, kalblerin marifetullah ve imanla dirilmelerini, hayat bulmalarını kast ediyorum.
"Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün;
"Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız" der.
Onların, insanlardan olan dostları ise:
"Ey Rabbimiz! (Biz) birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. Allah da buyurur ki: "Allah'ın dilediği hariç, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir."[550]
"Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız."[551]
Dolayısıyla sünnete uymak Allah'ın bu sözüne icabet etmektir. Sünnet kalbleri dirilttiği gibi bedenin hayat ve sağlığını da unutmamıştır.
Hiç şüphesiz Allah Resulü bizi seviyor ve bizim için hayrı diliyor. O, bize düşkündür, bizi zora sokacak şeyler O'na ağır gelir, bize karşı merhametli ve şefkatlidir.
Allah (c.c), onu böyle vasıflandırıyor.
"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiş ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir."[552]
Allah Resulü'nün sünnetinin hayır ve azıkla dolu saf bir kaynak olduğuna mutmain olduğumuza göre, nasıl olur da O'na uymaya koşmayız?
Dahası, biz Allah Resulü'nün, söz ve davranışlarından, emir ve yasaklarında hikmet sahibi, kullarından haberdar olan, onların yaranna ve zararına olan her şeyi bilen, beşerin yaratıcısı olan Allah'ın rabbani yönlendirmesinden destek aldığını bilmekteyiz.
"Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır."[553]
Allah Resulü'nün hidayeti ra'uf ve rahim olan Allah'ın hidayetindendir.[554]
Allah Resulü (a.s.), Allah'ın, kullarından yaşamalarım istediği hayatın en mükemmel örneğini temsil etmektedir. Zaten hayatımızda Allah (c.c). O'na uymamız için bize çağrı yapmaktadır.
"Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[555]
"(Resulüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."[556]
Böyece Allah, bizlerin kendisini sevmemizi ve kendisinin de bizi sevmesini, günahlarımızı bağışlamasını kerim Resulüne uyma şartına bağlamıştır.
Sevgili Allah Resulü, iman ve takvada erişilmez bir zirvedir. O'na iktida etmeye, O'nun sünnetine uymaya çaba sarfetmemiz, iman ve takva derecelerinde yükselmeye çalışmaktır. Allah Resulü'nün hiç bir acı ve yorgunluk hissetmeksizin, ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ettiğini biliyorsak, bu bizi O'na uyarak gecenin bir bölümünü, namaz, dua ve yakarışla geçirmeye itecektir. Bunda da büyük bir azık vardır.
Allah Resulü'nün kalbi sürekli Allah'la bağlantı halinde idi. O, hiç bir an gaflete düşmezdi. Bundan dolayı her türlü hal ve davranışlarında, hayır veya şer ile imtihan olunduğunda, gözü Allah'ın kainattaki belgelerine iliştiğinde ve kainatla ilgili hadiselerin gerçekleşmesi esnasında Allah'ı zikr eder, O'nun nimetlerini ve ihsanını anardı. O'na uyduğumuzda, bu, kainlerimizin Allah'la bağlantı halinde olmasına yardım eder. Bu da büyük bir azıktır.
Yememizde, içmemizde, giyinmemizde, uyanışımızda, uykumuzda, insanlarla olan ilişkilerimizde ve her türlü fiillerimizde O'na uymamız, bizi sürekli uyanık tutar ve Allah'ı ve üzerimizdeki fazlını ammamızı sağlar. Böylece tüm bu davranışlarımızda Allah'ın rızasını arar, O'nun haramlarından uzaklaşırız. Bu şekilde bol azık elde ederiz. Bu işlerinde sünnete uymayan kişi gaflet içerisinde olur, Allah'ı ve nimetlerini hatırlamadan bayağı ve hayvanların hayatına benzer bir hayat yaşar.
Allah Resulünün sünnetini ve kapsadığı tüm hayır ve azıkları burada işlemek mümkün değildir. Bununla ilgili olarak faziletli alimlerin yazdıkları, derledikleri hadis kitaplarına başvurmak gerekmektedir. Fakat biz Sünnetin parlaklığını ve kapsadığı hazineleri gerektiği şekilde anlatamayacağımızı itiraf ederek, veciz bir şekilde bazı örnekler vermeye çalışacağız.[557]
Nebevi sünnetin, müslümanı, annesinin karnında cenin iken bile koruma altına aldığını görmekteyiz. Zira sünnet, aile temelinin atılacağı ilk günden İslam'a bağlı bir eşin seçilmesini tavsiye ederek müslüman ailenin takva temeli üzerine kurulmasını teşvik etmiştir. Çocuğun gelişip büyüyeceği temiz İslami atmosferin hazırlanması istenmiştir.
Sünnet, cinsel münasebet esnasında şeytandan Allah'a sığınmamızı, Allah'tan kendisini neslimizden uzak tutması için dua etmemizi bize hatırlatmaktadır.
Sünnet, cenini ve anneyi her türlü eziyetten korumayı tavsiye etmektedir. Çocuk doğduğunda ise sağ kulağında ezan, sol kulağında ise kamet okumayı, kendisine güzel bir ismin verilmesini tavsiye etmektedir.
Böylece sünnet, hayatının tüm merhalelerinde, insan aklının eğitim ve tecrübe sonucu oluşamayacağı bir derecede müslümam koruma altına almaktadır.
Sünnetin bir eğitimci, terbiye edici, doktor, askeri eğitimci ve hayatımızın tüm yönlerini yönlendiren bir örneklik olduğunu görmekteyiz. Çünkü O, ilmi talep etmeyi, sağlığı korumayı, yüzme, atıcılık ve ata binmek gibi sporlarla uğraşmamızı tavsiye ederek, aile ve toplum yapısını bozacak her türlü davranışı yasaklamaktadır.
Nebevi Sünnet, müslümam doğumundan önce koruma altına aldığı gibi vefat esnasında ve vefattan sonra da onu korur. Ölüm esnasında kişiye Kelime-i Şehadeti telkin etmemizi, vefattan sonra da kendisini yıkamamızı, hemen defn etmemizi tavsiye etmektedir. Aynı zamanda ölünün arkasında ağıt yakmamamızı, kendisine dua etmemizi ve kabirlerin açılmamasını tavsiye etmektedir. Allah Resulü, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O'nun merhameti; kadınlar, çocuklar, hizmetçiler, fakirler, miskinler, güçsüzler, hastalar, ihtiyaç sahipleri ve hatta hayvanlarla ilgili yaptığı tavsiyelerde kendisini gösterir. O'nun sünnetine uyarak acıma duygusunu elde etmek ne güzel bir şeydir!
Nebevi sünnetin insanın duygularına büyük bir önem verdiğini görmekteyiz. Allah Resulü'nün (a.s.), herhangi bir insanla konuşurken ona önem verdiğini, kendisini iyi dinlediğini, yüzünü kendisine çevirdiğini ve anlaşılır bir şekilde konuştuğunu görmekteyiz. Herhangi, hata ile ilgili bir uyarı da bulunmak istediğinde kişinin adını zikretmeden "bazı kişilere ne oluyor da şöyle veya böyle yapıyorlar?" dediğini de görmekteyiz. Öte yandan Allah Resulü'nün üçüncü kişinin üzülmemesi için iki kişinin gizli bir şekilde konuşmamasını tavsiye ettiğini de bilmekteyiz.
Sünnet, kişi ile ebeveyn, çocuklar, akraba ve komşular arasındaki bağı güçlendirmeye davet etmektedir. Allah için sevmeyi, ziyaretleşmeyi, hediyeleşmeyi, selamı yaymayı, merhabalaşmayı, gülümsemeyi, hastayı ziyaret etmeyi, davete icabet etmeyi, aksırana 'Allah sana merhamet etsin1 demeyi, cenazeye katılmayı velhasıl müslümanlar arasındaki bağı güçlendirecek her türlü davranışı teşvik etmektedir. Öte yandan müslümanlar arasındaki bu bağa zarar verecek her türlü davranışı da yasaklamaktadır. Hiç şüphesiz bu sevgi ve bağda müslümanlar ve özellikle davetçiler için gerekli bir azık vardır.[558]
İmanında, iradesinde, azminde, ahlakında, bünyesinde tüm güç ve izzet belirtilerinde güçlü bir İslami şahsiyetin oluşmasında korkaklık, cimrilik, acizlik, tembellik, tereddüt, vesvese ve karamsarlık gibi tüm za'af belirtilerinden müslümanı uzaklaştırmada sünnetten elde edilecek azık ne büyüktür! Aynı zamanda müslümanın yönetilen değil yöneten, etkilenen değil etkileyen bir kişiliğe sahip olması için sünnet büyük bir azıktır.
Sünnet, müslüman üzerindeki dünyanın çekiciliğini azaltmaya, dünya metaıyla fazla uğraşmamaya aksine ahireti ve Allah rızasını gaye edinmeye davet eder. İnsanların yaşam şartları; isteklerini gerçekleştirmek, mal elde etmek için sürekli çalıştıklarını gördüğümüz şu günlerde bu anlayışa ne kadar da muhtacız!.. Müslümanlar, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının artışı ile gerekli malı elde etme arasında hummalı bir yarış halindedirler. Bir de bu yarışa,kendilerini satın almaya zorlayan modern eşya ve vasıtalarını ve reklam olayını eklemek gerekir. Tüm bunlar, sanki dünya cennetmişcesine ve onda ebedi kalacakmışcasına insanları lux ve konfora itmektedir. Nebevi Sünnet, tüm bunlardan bizi koruyor. Bu da hayırlı bir azıktır.
Sünnetteki merhamete bak: O, uykuda dahi müslümam koruma altına alır. Abdestli olarak ve sağ yan üzere yatmayı, Allah Resulünün yaptığı me'sur duayı okumayı tavsiye etmektedir. Bu me'sur dua'da ölümü hatırlatma vardır.
Öte yandan uyuyamama durumunda, kendisini tedirgin eden ve sevmediği bir rüya gördüğünde ve uykudan uyanınca yapılması gereken duaları da öğütlemektedir. Sanki sünnet, biricik oğlunu gözetleyen, korktuğu zaman kucağına alıp onu sakinleştiren ve ona eziyet veren şeylerden koruyan şefkatli bir annedir.
Ey efendim Allah Resulü, Allah'ın salat ve selamı üzerinize olsun. Ve bizden yana Allah size en hayırlı mükâfatı versin.
Böylece Allah Resulünün sünnetinde bol azığı ve umumi hayrı görmekteyiz. Tüm bunlardan ziyade sünnet, şuradan, buradan âyetler edinen, başkasını taklit eden yamalı bir kişiliği değil de, seçkin bir İslami şahsiyeti oluşturmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. O da şudur: Sünnete vereceğimiz önem, farza verilmesi gereken önemi azaltmamalıdır ve sünnetten, ona sarılmak veya sarılmamak sebebiyle bizi birbirimize düşürecek, aramızda ihtilafa sebep olacak külli kaideler çıkarmamalıyız. Her birimiz, kendi nefsimizi sünnete uymaya zorlamakla başkasının sünnete uyması hususunu birbirinden ayırmalıyız. Bize düşen, karşılıklı olarak sünnete sarılmayı tavsiye etmek, karalamadan, bozgunculuk çıkarmadan, ayrılığa meydan vermeden hikmet ve güzel öğütle sünnete tutunmaya davet etmektir.
Burada Şehid İmam Hasan el-Benna davet gezilerinden birinde karşılaştığı bir hadiseyi anlatmak istiyorum. El-Benna, bir köye geldiğinde bir kısmı ezandan sonra belirli bir şekilde Allah Resulü'ne salat ve selam
getirilmesini istediğinden ezanın keyfiyeti hususunda ihtilafa düştükleri için halkın neredeyse birbirleri ile kavga edecek derecede zıtlaştıklarmı ve iki gruba ayrıldıklarını görür. Onlara 'Ezan okumayın. Namazlarınızı ezansız kılın.' der. Bunun üzerine onlar şaşırır ve "bu köyde namaza çağrılmak için ezan sesinin yükselmemesine razı olmayız" derler. Bunun üzerine el-Benna onlara şöyle der:
"Ezan sünnettir. Birlikteliğiniz ise farzdır. Eğer farzı iptal etmeye sebebiyet verecekse sünneti terk etmemiz gerekir."
Bu sözler üzerine tüm köy halkı ihtilafa düştükleri hatayı anlar ve hatalarından dönerler.
Buna göre sünnetten faydalı dersler ve azıklar elde etmeliyiz. Ve ona uymalıyız. Bid'atçi olmamalıyız.
Başarıya ulaştıran ve yardım eden Allah'tır.[559]
Cihad, kıyamet gününe kadar geçerli bir farizadır.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür, Allah bilir, siz bilmezsiniz."[560]
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursuzuz."[561]
Cihad, işin zirvesidir. Çünkü o hakkın kendisim koruyacak, bir güce ihtiyacı vardır.
Allah Teala ne doğru buyurmuştur:
"Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allat'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havraları ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir."[562]
Cihad ile ilgili ayet ve hadisler pek çoktur.
Mücahit, cihadın tüm merhalelerinde kendisine yardımcı olacak iman ve takva azığına muhtaçtır.
Bu Öyle bir azıktır ki, kendisini tereddüt etmeksizin cihad çağrısına uymaya iter. Böyece o, yere çakılıp kalmaz.
Öyle bir azık ki, düşmanla karşılapıp savaş tutuştuğunda savaştan kaçıp, geri dönmeyi düşünmeksizin sebat etmeye yardımcı olur.
Öyle bir azık ki; niyetini her türlü şaibeden, dünyevi arzulardan arındırır. Böyece Onun niyeti sadece Allah'ın kelimesinin yüceltilmesi olur.
Bununla beraber aynı zamanda cihad bir azık kaynağıdır. Müslüman, cihad atmosferinde ve ona hazırlık yaptığı ortamda yaşarken dünyanın bayağılığından, cesedin isteklerinden, şehvani duygulardan ve dünyanın aldatıc ılığından kurtularak manen yükselir, ruhu yücelir, adeta Cennet ve içindeki nimetlerin kokusunu alır. Bunda da ne büyük bir azık vardır!
Mücahid, Allah'ın dinini hakim kılmak, O'na yardım etmek için cihada giriştiğinde onun hedefi, beşeriyeti bu dinin gerçekleştireceği tüm hayır sebepleriyle mutlu kılmak, insanlığı şirkin ve sapıklığın şerrinden korumaktır. Bu yüce hedef ona, nefislerinim ve bedenlerinin sülfi arzularıyla uğraşan, sadece basit şeyleri düşünen kimselere kıyasla çok yüksek ve önemli bir şahsiyet kazandırır. Bu da şahsiyetin gelişip, olgunlaşması demektir.
Cihada çıkan kişi, Allah'ın rızasını, zafer veya şehadete kavuşmayı umar. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kişinin herhangi bir müslüman kardeşine karşı kalbinde kin veya buğz taşıması, günah işlemeye niyetlenmesi, başkasına eziyet vermesi, başkasının hakkını gasb etmesi veya Allah'ın gazabını celb edecek herhangi bir işe kalkışması kendisine uygun düşmez. Savaş meydanında randevusu olan, şehadeti uman bir kişi nasıl böyle davranabilir?.. Bu, arınma ve nefisle yapılan mücahadede kişiye fayda verecek, onu yüceltecek bir azıktır. O esnada şehadete kavuşmasa dahi bu azık kendisi için yeterlidir.
Allah yolunda cihada çıkan kişi rahatı, huzuru, eşi, çocukları süslü göstererek, eş ve çocukların karşılaşacakları güçlükleri vs. şeytanın ileri sürerek kendisini cihaddan geri bırakmak isteyeceği vesveselerine karşı mücadele eder. Şeytanın vesveselerine karşı yapılan bu mücadele ve mukavemetde iradeyi kuvvetlendirmek, Allah'ın katındakilerini dünyevi her şeye tercih etme, Allah'a tevekkül etmek, O'na güvenmek, O'nun seferde arkadaş, aile, mal ve çocuklarda vekil olduğunu hissetmek vardır. Tüm bunlar nefsi, zorluklara alıştırır, iradeyi takviye eder, azmi biler ve İslami şahsiyeti takva esası üzerine inşa eder. Bunda da büyük bir azık vardır.
Mücahidin kuvvetin sebeplerine sarılması gerekir.
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."[563]
Kuvvet sadece silah ve savaş araçlarını kapsamaz. Bununla beraber iman ve akide gücünü, birlik ve bağlılık gücünü, ilim ve mal gücünü de kapsar. Bunların tedarik edilmesinde büyük bir azık vardır. Kuvvet sebeplerine sarılmanın gerekli olduğu gibi keder ve dertten doğan irade za'afından, acizlik ve gevşeklikten kaynaklanan üretememe za'afından, korkaklık ve cimriliğin sebebiyet verdiği kalb ve mal za'afından, borç ve başkalarının tahakkümü altına girmekten kaynaklanan şeref ve izzet'ten yoksun olma za'afından ve diğer tüm acizlik ve za'afının belirtilerinden kurtulmak da gereklidir.
Allah'ın Resulü şu kapsayıcı duasiyle bu tür zaiflik belirtilerinden kurtulmanın gerekliliğini bize ifade etmektedir.
"Allah'ım, keder ve hüzünden, acizlik ve gevşeklikten, korkaklık ve cimrilikten, borca batmaktan ve insanların tahakkümünden sana sığınırım."
Za'af sebeplerinden kurtulmada da büyük bir azık vardır.[564]
Cihada niyet eden müslüman kardeşin Allah'ın kitabıyla başbaşa kalması, yakından veya uzaktan cihadla ilgili ayetlerin üzerinde durması ne güzeldir. Çünkü cihad için yaptığı bu hazırlık onun, bu ayetlerden yeniden ve daha derinden zevk almasını sağlayacak, aynı zamanda cihadın tüm aşamalarında kendisine yol gösterecek dersler, ibretler ve azıklar elde etmesine vesile olacak.
Kur'an'ı Kerim'in olayları nasıl biı dikkat ve açıklıkla işlediğini görmek için örnek olarak bazı ayetleri burada sunacağız.
"O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda sava§ır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!
İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut (bâtıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.
Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ite insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez."[565]
Bu ayetlerin içerikleri üzerinde tefekkür ettikten sonra müminin karşılaşabileceği en kritik halini işleyen şu ayetlere bak. Mümin, böylesi anlarda iki seçenek arasında kalıyor. Bu seçeneklerden biri kendisini Allah'ın rızasına ve büyük sevaba ulaştıracak öteki ise kendisini Allah'ın gazabına ve azabına uğratacaktır.
Müminin o kritik halini işleyen ayetler şunlardır:
"Ey müminler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!"[566]
"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsuzunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz, Allah her şeye kadirdir."[567]
Bakara suresinde Talut'la İsrailoğullarından bir grubun başından geçen olaylar, onların geçirdikleri merhaleler, sabreden, sebat gösteren, Allah'a sığınan ve O'ndan sebat ve zafer dileyen seçkin bir grup kalıncaya kadar geçirdikleri safhalar anlatılmaktadır. Ve sonuçta bu grup için Allah'ın yardımı gerçekleşti.
"Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: "Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir" dedi. içlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: "Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur" dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar:
"Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler. Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında:
"Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et" dediler. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir."[568]
Mücahid, batılın yayılışını, yeryüzü kaynaklı vasıtaları elinde bulundurmasını, sayı ve levazimat bakımından üstünlüğünü ve tehditlerim görünce onu çok farklı bir duygu kaplar. Çünkü normal insanlar tüm bunların karşısında korkuya kapılırlar. Mücahidin ise zaferin ve kuvvet kaynağının Allah olduğunu bilmesi onun imanını artırır.
"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" dediler.
Bunun üzerine, kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun."[569]
Böylece sağlık ve rahatlık dönemlerinde değil de cihad atmosferinde imanın arttığını görmekteyiz.
Kur'an'ı Kerim, Allah'ı anmanın, sabrın, za'afa kapılmamanın, günahlardan uzak kalmanın, Allah'tan mağfiret dilemenin ve Allah'ın müca-hidlere sebatı ihsan etmesinin en önemli zafer belirtilerinden olduklarını bize bildirmektedir.
"Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki başarıya erişesiniz."[570]
"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimİzdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!" Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi,) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever."[571]
Dolayısıyle mücahidler bilmelidirler ki, onların Allah'a isyan etmeleri kendileri için düşmanlarından daha tehlikelidir. Düşmanlarından daha ziyade günahlardan sakınmalıdırlar. Bunda hiç şüphesiz büyük bir azık vardır.
Mücahid, cihada niyetlendiği zaman işin gerçeğinde Allah (c.c.) ile bir alış-veriş akdini gerçekleştirmekte ve Allah'ın mümin kullarına sunduğu o kârlı ve garantili anlaşma ile durumunu sağlama almaktadır.
"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin, işte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."[572]
Cihada niyetlenen kişi bilmelidir ki, bu anlaşmanın gerçekleştirilmesi gereken bazı şartları ve nitelikleri vardır. Bundan dolayı olacak ki, Yüce Allah (c.c). ayette 'müslümanlar' terimini değil de 'Mü'minler' terimini kullanmıştır. Ayet ve hadislerde belirtilen mü'minlerin bazı sıfatları vardır. Zaten bu kârlı antlaşmanın belirtildiği ayetten sonra gelen şu âyet de bu manayı vurgulamaktadır:
"(Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdeden-ler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!"[573]
Nefsinde uyanan imanı duygularla kendisini cihada sevkeden kişi, Kur'an ve sünnette geçen müminlerin özelliklerinin kendisinde bulunduğundan emin olması için kendi nefsine başvurması, kendisini kontrol etmesi gerekir. Ta ki, alış-veriş ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiç bir beşerin kalbinden geçmediği, genişliği yer ve gökler kadar olan Allah'ın pahalı ve kıymetli cennetine kavuşma gerçekleşsin. Böylece cihadın mümini, müminlerin sıfatlarına sarılmaya iten güçlü bir etken olduğunu görüyoruz. Bunda da büyük azıklar vardır.
Mücahidin, Allah'ın kendisine ve cihadına muhtaç olmadığını, aksine kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu bilmesi, kendisi için en gerekli noktalardan birisidir. Çünkü o, bu duygu sayesinde Allah yolunda cimrilik etmez, gösterdiği fedakârlıktan dolayı da başkasına minnet etmez.
"(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister.
Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz. Allah onları muratlarına erdirecek, gönüllerini şadedecek ve onları, kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır."[574]
"Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur)."[575]
"İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyor sunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar."[576]
Bu duyguların mücahidin kalbinde yerleşmesi durumunda kendisi için büyük hayır ve azık hâsıl olmuş olur.
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size; Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceya kadar bekleyin. Allah fâşıklar topluluğunu hidayete erdirmez."[577]
Allah yolundaki cihad, mücahitlerin birbirlerini sevmelerini, birbirleriyle kardeş olmalarını ve birbirlerine bağlanmalarını zorunlu kılmaktadır. Onlar Allah'a şehid olarak kavşacaklan bir konumda oldukları halde nasıl olur da kalblerinde bu sevgiyi zedeleyecek, aralarındaki güçlü ve sağlam bağı za'afa uğratacak şeyleri taşıyabilirler? Hiç şüphesiz mücahidin kardeşini terk etmesi bazen kendisinin ve kardeşinin düşmana teslim olmasına neden olabilir. Bundan dolayı aralarında sevginin, güvenin ve sıkı bir kaynaşmanın bulunması gereklidir.
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever"[578]
Böylece cihadın müslümanîar arasındaki bağı güçlendirdiği, kardeşlik duygusunu pekiştirdiğini görmekteyiz. O kardeşlik ki, en düşük seviyesi kardeşin kardeşine karşı kalbinde kin bulundurmaması, en yüce seviyesi ise kardeşin kardeşini kendisine tercih etmesidir.
Allah Resulü'nün sireti, sahabeler arasında gerçekleşen bu sevgi ve isar'ın (Kardeşin kardeşini kendisine tercih etmenin) parlak örneklerini bize sunmaktadır.[579]
Cihad münafıkları ve onların müminleri cihaddan alıkoymak için başvurdukları taktikleri ortaya çıkartır, müminlerin kendilerini onlardan ve onların safları za'afa uğratmalarından nasıl koruyacaklarını da açıklamaktadır. Tevbe suresi onların rezilliklerini ve taktiklerinin bayağılığını ve adiliklerini en güzel bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Bundan dolayı da bu sure 'Kaşife ve Faiha' (yani açığa çıkartan ve rezillikleri meydana çıkartan) adlarıyla adlandırılmıştır. Dolayısıyla koruma yollarını öğrenmesi, gerekli azığı elde etmesi için mücahidin bu süreyi dikkatli ve içine sindirecek bir şekilde tekrar tekrar okuması gerekir.
Örnek olarak şu ayetleri verebiliriz:
"Resulullah (a.s.)'a muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke anlasalardı!"[580]
"Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir."[581]
Bu ayetlerin tekrar tekrar okunmasında büyük azık vardır.
Aç insanların içinde yemek bulunan tabağa hücum ettikleri gibi müslümanların düşmanları üzerine o şekilde hücum ettiklerini görürsün. Bu durumu Allah Resulü bir hadisi şerifte ifade etmektedir. Yemek, lezzetli, yumuşak ve kolay yutulur cinsten olduğu müddetçe yiyiciler ondan sakınmazlar. Ama o, hoşlarına gitmeyecek kadar acı olur veya içinde boğazlarına takılıp kalacak bir diken bulunursa o zaman onu atarlar ve böyle bir yemeğe yaklaşmaktan korkar ve çekinirler. Biz de ne zaman ki, her türlü za'aflık ve gevşeklikten kurtulup, Allah'ın katındakini tercih eder ve şehadete kavuşmayı hayatımızın en büyük gayesi haline getirirsek o zaman Allah, düşmanlarımızın kalbine korku ve ürperti salar, böylece bize yaklaşmaktan çekinirler.
Mücahid, cihad ve savaştan; askerlik sanatı, verilen emre ita'at etme ve kendi güç ve kuvvetinin hiçliğinin farkına vararak Allah'ın güç ve kuvvetine sığınma gibi bir çok derslerle çıkar. Öte yandan şeytanın hilesinin zayıflığını anlar, Allah'ın izniyle sayıları az olan bir grubun sayılan çok olan bir grubu yenebileceğinin farkına varır. Bu ve benzeri duygular kendisi için davet yolu boyunca azık ve güç kaynağı olur. Katı ve acrnasız bir ortam olmasına rağmen, İslam'da savaşın merhametli, katı olmayan kural ve kaideleri vardı. Bundan dolayı İslam'da, savaşta işkence ile adam öldürme, malları yağmalama, hırsızlık ve haramların sınırını aşma yoktur.
Büreyde (r.a)'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "
Allah Resulü, birini ordunun veya seriyyenin başına kumandan olarak tayin ettiğinde ona özellikle Allah'tan korkmasını ve yanındaki müslüman kardeşlerine iyi muamele etmesini tavsiye buyurur, sonra Allah'ın adını anarak;
"Onun yolunda gazaya çıkın, O'nu inkar edenlerle savaşın, ama aşırı gitmeyin, haddi aşmayın, işkence etmeyin ve çocukları öldürmeyin, derdi."[582]
Şehid İman Hasan el-Benna'nın bu konu ile ilgili şu sözü ne kadar güzeldir!
Konumuzu onun şu sözüyle bitirelim:
"Şüphesiz zaman büyük olaylara durmadan sahne olacak ve fırsatlar büyük işler yapmaya imkan tanıyacak ve tüm dünya elemlerden kurtulmak için sizin davanızı, hidayet, kurtuluş ve esenlik davası olan sizin davanızı bekleyecek.
Ümmetlere önderlik etme, milletlere başkanlık yapma sırası sizde olacaktır. Günler insanlar arasında el değiştiriyor. Üstelik sizler Allah'tan onların ummayacakları şeyleri umuyorsunuz. Öyleyse hazırlanın, çalışın. Çünkü yarın bir bakarsınız çalışamaz duruma düşmüşsünüzdür."[583]
İnsanlara karşı şahitlik görevinin ifa edilmesi için kadın erkek tüm müslümanların Allah'a davette bulunmaları farzdır.
Allah (c.c), bu şahitlik görevimizi şu sözüyle ifade etmektedir:
"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizivasat bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kabe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."[584]
Allah'a çağrıda bulunmak, Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun, tüm peygamberlerin temel görevidir. O, yüce bir mertebe ve büyük bir şereftir. Allah katındaki sevabı ise çok büyüktür. O, aynı zamanda iman ve takva azığı içinde bol bir kaynaktır.
Allah'ın şu sözüyle temsil edilen bu yüce mertebe ve şerefin şuuruna varmak, davetçiyi buna ehil olmaya iter. Böylece bu yüce göreve uygun düşmeyen fiil ve sözler ondan sadır olmaz. Bu da kendisi için sürekli bir azık ve uyanık bir gözeticidir.
Allah'a davette temel mesele, iman meselesidir. Yani Allah'ın birliği ve O'na yapılan kulluktur. Allah yolunun davetçisinin bu manaları insanlara ulaştırması, insanların gönüllerini Allah'ın ma'rifetiyle ihya etmesi ve onları Allah'a ibadet etmeye teşvik etmesi onun imanım yeniler, artırır ve kalbini sürekli olarak Allah'la bağlantılı kılar. Bunda gerçekten büyük azık mevcuttur.
Allah yolunun davetçisi zamanının büyük bir parçasını Cennet bahçelerinde dolaşarak geçirir. Çünkü kendilerini Allah'a davet ettiği kişilerle buluştuğu toplantılar Allah'ı anma toplantılarıdır. Böylece toplantılarda melekler onları kuşatırlar, Allah'ın rahmeti ve huzuru onları kapsar ve Allah onları yanındakilerin nezdinde anar. Bu, haddizatında büyük bir hayır ve büyük bir azıktır.
Allah yolunun davetçisi, insanları hayır duygularına, faziletli amellere, onları yüceltecek, durumlarını düzeltecek, onları hata ve kötülüklerden koruyacak tüm şeylere davet ederler. Bu durum direkt olarak kendisi için bir hatırlatmadır. O, başkasına fayda sağladığı gibi kendisi de faydalanır. Allah'a davet görevini yerine getirmeyenler ise çoğu zaman bu faziletli amellerden ve hayır duygularından gafil kalabilirler. Dolayısıyla bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyarlar.
Allah yoluna davette bulunanlar kendilerini hayra davet edenlere güzel örnek olma hususunda titizlik göstermelidirler. Tebliğ ettiklerine kendileri muhalefet etmemeli, sakındırdığı münkeri kendisi yapmamalı, Allah'ın azabının ve gazabının korkusunu hissetmeli, şu ayetleri her zaman göz önüne getirmelidirler:
"(Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"[585]
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır."[586]
Allah yolunun davetçisi Allah'ın davası ve dini ile ilgili temel ve önemli meseleleri seçer. Konuşmasında ayetlerden ve hadislerden deliller getirir.
Allah kelamının ve Resulü'nün hadislerinin imanı artıran, yenileyen güzel bir etkisinin olduğu malumdur. Özellikle ve öncelikle davetçinin kalbi diliyle söylediklerinden etkilenmelidir. Davetiçinin davet ettiğini etkilemesi için bu şarttır.
Çünkü kalb'ten çıkan kalbe varır, dilden çıkan ise kulağı geçmez. Böylece davetçi başkalarını azıkla donattığı gibi kendisi de azıklanır.
Allah yolunun davetçisi, Allah'a davet yolunda yaptığı yolculuklarla zamanını, çabasını, malını ve bedenini gönülden harcar. Bunda nefsi fedakârlığa alıştırma ve onu gevşeklik, cimrilik, zayıflık ve korkaklıktan kurtarma vardır. Davetçi sesi güzel olmasa dahi sesini yükselterek hakkı söylemelidir. Bu alıştırmada davetçi şahsiyetini oluşturacak büyük hayır ve davet yolunda gerekli olan azık vardır.
Allah yolunun davetçisinde kendisine yöneltilen sorulara cevap verebilmesi, insanlara hayrı takdim etmede kendisine yardımcı olacak güzel bir birikime sahip olması şarttır. Bu ise onu ilim öğrenmeye ve bilimsel araştırmalar yapmaya iter. Bu birikimi artırmaya çalışmada azık vardır.
Allah yoluna davette bulunma, kişiye açıklık ve doğruluğa dikkat etme özelliğini kazandırır. Böylece davetçi, konuştuklarında yanlış bilgi, saptırma veya Allah'ın kitabına, Resulü'nün sünnetine aykırı bir şeyin olmamasına dikkat eder. Zira buna dikkat edilmediğinde yanlışın yayılması, onunla amel edilmesi günahı işlenmiş olur ve bunun sonucu oluşan olumsuzlukları da düzeltmek zor olur. Söze dikkat etme alışkanlığında ve doğrunun araştırılmasında davet adamının şahsiyetini oluşturacak olumlu yönler vardır.
Davetçi, insanları iyiye yöneltme hususunda kendisini Allah'a karşı sorumlu hissettiği gibi insanların zamanına karşı da mes'uliyetini hissetmelidir. Randevulerine zamanında gelmeli, bekletmekle veya az faydalı şeyleri konuşmakla onların zamanını boşa harcamamalidir.
Nefsi bu ahlaklara alıştırmak kişiye zamana karşı titiz olma özelliğini ve onu iyi bir şekilde değerlendirme hasletini kazandırır. Çünkü vakit hayattır. Ve yapılması gerekli olan şeyler zamandan daha çoktur.
Allah yolunun davetçisi, Allah için ve O'nun rızasını elde etme uğruna çalışır. Dolayısıyla bu yüce görevi dünyevi bir çıkar veya tahakküm uğruna ya da herhangi birinin hesabına yapmamalıdır. Yoksa, ameli boşa gider ve Allah'ın davasını insanları saptırmada kullandığı için Allah'ın gazabına maruz kalır. Ve nihayetinde başkalarının dünyası için ahiretini harap eden en zararlı kişilerden olur.
Allah yolunun davetçisi Allah'ın direktiflerine ve Allah Resulü'nün davetinde olduğu gibi yumuşaklık, acıma, hikmet, güzel Öğüt, güzel bir şekilde mücadele etme ve davet edilenlerin eziyetlerine sabretme gibi meziyetlere uyması gerekir.
Allah (c.c.) Teala ne güzel buyuruyor:
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."[587]
"(Resulüm!) sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir."[588]
"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi."[589]
İnsanların acıma hissine sahip olması, onların Allah'ın davasından yüz çevirmeleri sebebiyledir.
"Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin."[590]
Böylece davetçi davette bulunurken bu özellikler, onun nefsinde yerleşirler. Bu da büyük bir kazanç ve büyük bir azıktır.
Allah yolunun davetçisini yorgunluk, bitkinlik, elem, yolculuk, uykusuzluk, infâk ve kendini feda etme gibi fedakârlıklar asıl görevini eda etmekten alıkoymamalıdır. Çünkü tüm bunlar kendisinin uzun yolculuğu olan ahiret için lâzımdır. Tersine yorgunluğunda rahat, eleminde tat, infa-kında kâr ve kendini feda etmede garantili bir bedel vardır.
Allah yolunun davetçisi insanların kendisine ve konuşmalarına karşı artan yönelişlerini gördüğünde gurura kapılmamalı, tersi ile karşılaştığında da ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmemelidir. Davette bulunduğu kişilerin durumu ne kadar kötü olursa olsun. Zira bazen azdan çıkan hayır çoktan çıkmayabilir.
Davetçi bilmelidir ki, onun görevi davette bulunmaktır. İnsanların, davasına yönelmeleri Allah'ın elindedir. Hidayet sadece Allah'a aittir.
"Resule düşen (vazife), ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir."[591]
"(Resulüm!) sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir."[592]
Nefsi gurur ve ümitsizlikten uzaklaştırmada büyük azık vardır.
Allah yolunun davetçisi, daveti sebebiyle ne kadar işkence ve cefa ile karşılaşırsa karşılaşsın davasını sürdürmelidir. Allah Resulü'nün durumu böyleydi. O, müşriklerin eziyetlerine onlara dua ederek karşılık verirdi.
O, şöyle duada bulunurdu:
"Allah'ım, kavmimi doğru yola ulaştır. Zira onlar bilmiyorlar."
Tüm zor şartlara rağmen davetine devam ederdi.
Şehid İmam Hasan el-Benna da bu manada kardeşlere şöyle diyordu:
"Ey kardeşler, insanlara karşı ağaç gibi olun. insanlar ona taş atarlar. O ise onlara meyva verir."
Nefsi kötülüğe iyilikle mukabele etmeye alıştırmada büyük bir azık vardır.
"İyilikte kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulanan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırda) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur."[593]
Allah yolunun davetçisi davetinde başarılı olduğu oranda davette bulunduğu kişilerin samimi sevgisini elde eder. Bu haddi zatında çoğu insanın ondan yoksun olduğu bir hayır ve Allah nimetidir. Davetçiye, sevgilerini kazandığı kişilerin, arkasından yapacakları, hayır dua veya Allah'ın hem onu hem de davette bulunduğu kimseleri bağışlamasına vesile olacak Allah için olan bir sevgi bakışı yeter de artar.
Allah yolunun davetçisi, Allah onu muvaffak kılıp, sözünü bir çok kişinin yola gelmesine, onların batıldan hakka dönmelerine sebep kıldığında büyük sevap elde eder.
Allah Resulü şöyle buyuruyor:
"Allah'ın seninle bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır."
Bu büyük sevapta ne güzel azık vardır.
Gerçek Allah yolunun davetçisi, insanlara söylediği sözlerindeki güzel ve etkili manaların, kendi kabiliyeti ve gücünün ürünü değil, Allah'ın kendisine verdiği kabiliyetin bir sonucu olduğunu bilmelidir. Dolayısıyla kibirlenmemeli, Allah için eğilmeli, O'ndan korkmalı, O'na şükür etmeli ve O'na güzelce sığınmalıdır. Böylece Allah O'nun kabiliyetlerini daha da artırır.
"Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rab-binden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahid bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılır sa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadetiçin daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir."[594]
"Hatırlayın ki Rabbiniz size: "Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetidir!" diye bildirmişti."[595]
Allah "yolunun davetçisi, çeşitli memleketlere yapacağı yolculuk ve seyahatlarla müslüm'an halkların, onların bölgesel sorunları ve İslam aleminin sorunları hakkındaki bilgilerini artırır. Davet yolunda bu bilgiler kendisine azık sağladığı gibi kültürlüler, okuma-yazma bilmeyenler, işçiler çiftçiler ve diğer farklı tabakada bulunan insanlarla yaptığı konuşmalarda kendisinin tecrübesini artırır. Davetçi bu yolculuklar sayesinde külli ve temel meseleleri bırakıp cüz'i şeylerle uğraşan insanlarla karşılaşacağı gibi sapmaları, hurefaları ve bid'adlan atalarından miras olarak alan insanlarla da karşılaşacaktır.
Aynı zamanda derin düşünmeyip, yüzeysel düşünenlerle karşılaşacağı gibi uzağı göremeyen, işlerin varacağı akibeti değerlendirmeyen, sadece günlerini yaşayanlarla da karşılaşır. Böylece tüm bu insanlara muamele etmesi, onların düşünce ve bakışlarını değiştirmeye çalışması ve bu yolda sahip olması gereken hikmet, tecrübe ve sabır... tüm bunlar kendisi için birer azık ve Allah katında kazançtır.
Allah yoluna kendisi gibi davette bulunmayanlar bunları elde edemezler.
İhlaslı davetçi Allah'tan korkar, nifak ve dalkavukluğa düşmeden, tahakkümü ne kadar olursa olsun herhangi bir kimseden korkmadan gelişen olayları ve bu konudaki dinin tavrını sağlam İslami ölçülere göre değerlendirir. Böylece davetçi hakkla batılı birbirine karıştırmaz. Allah onunla iyiyi kötüden ayırır, insanlar ondan rabbani ölçüleri öğrenirler.
Bunda .Allah'ın daveti için büyük hayır vardır.[596]
Allah için kardeşlik büyük bir nimet, davet yolunda yenilenen bol bir azıktır. Allah, müminleri birliğe ve ayrılığa düşmemeye davet ederken bu nimetle onlara ihsanda bulunmuştur.
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapısın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız."[597]
Bu, öyle bir nimettir ki, ne mal ne de herhangi bir dünyevi unsurla alınabilir. O, ancak Allah'ın fazlı ve gücüyle gerçekleşir.
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir."[598]
Muhakkak ki, İslami inanç bağı; istisna olmaksızın en güçlü bağdır. Allah için kardeşlik ve sevgi gölgesinde yaşayanlar mutluluk ve gönül huzuru içerisinde kendilerini hissediyorlar. Ticaret, eğlence veya herhangi bir dünyevi değer için biraraya gelenler hiç bir zaman bunu elde edemiyorlar. Kardeşleri bu mutluluğu yaşadılar. Öyle ki, onlardan biri, şartlar kendisinin kardeşlerinden uzak kalmasını zorunlu kıldığında veya onları uzun bir zaman görmediğinde kendisini sıkıntılı olarak hissederdi. Ve şöyle bir veciz sözü söylerdi:
"Balık için su ne ise, kardeş için de kardeşlik ortamı odur."
Davet yolunda kardeşliğin ehemmiyetinden dolayı Allah Resulü (a.s.), muhacirler ile sevgi ve kardeşi kendine tercih etmede en yüce örneği sergileyen ensar arasında kardeşlik müessesini kurdu. Allah Resulü (a.s.)'nün kendi nefsini Allah'a satan, O'nun şeriatına yardım edeceğine dair söz veren cema'atın fertleri arasında güçlü bir kaynaşma ve bağlılığı gerektirmektedir. O büyük görev, Tevhid Akidesi'ni yerleştirmek, İslam devletini hakim kılmaktır.
Yararlı sohbetin faziletini ve önemini açıkladıktan sonra davet yolunda bize nasıl yardımcı olacağını ve nasıl azık sağlayacağını izah etmeye çalışalım.
Müslüman fert, güvenli bir yolda yürümemektedir. Tersine zorluklar, engeller, fitneler, sapmalar onun yolunu kuşatmışlardır. Yol boyunca kendisini yoldan saptırmak için insi ve cinni şeytanlar fırsat kollamaktadırlar. Böye bir durumda o, kendisinin elini tutan, ona yol gösteren, unuttuğunda kendisine hatırlatmada bulunan, hatırladığında ise uygulaması için kendisine yardım eden birisine ne kadar muhtaçtır!
Allah Teala ne doğru buyurmuştur:
"Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller isleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır."[599]
Müslüman ferdin gevşeklik gösterdiği, gaflete düştüğü, unuttuğu veya şeytanın vesvesesine icabet ettiği anlar olabilir. Eğer kendisi tek olur ve onun bu durumu devam ederse helak ve koyboluşa maruz kalabilir.
"Kurt, ancak sürüden ayrılan kuzuyu yer,"[600]
Fakat o, salih arkadaşlara sahip ise bu durumda arkadaşları onu kendi nefsine ve şeytanına terk etmezler. Salih âmel alanlarında kendisini görmediklerinde onu ararlar, kendisini hayra davet ederler, hatırlatmada bulunurlar, şeytanına ve nefsine karşı ona yardım ederler. Bunda, davet yolunda yardım ve azık vardır.
Salih arkadaşı, sadece görmen dahi sana Allah'ı ve ta'atını hatırlatır.
Kötü arkadaşa gelince onu görmen, sana günahları, İslam'ın hoş görmediği işleri ve kötülükleri hatırlatır. Her iki arkadaş grubu arasındaki fark ne kadar büyüktür,
Allah Resulü ne doğru buyurmuştur:
"Salih bir dost, üzerinde misk kokusu taşıyan biri gibidir. Ondan sana hiç bir şey gelmese de en azından miskin kokusu gelir. Kötü dost ise, körük sahibi birisine benzer. Ki, onun kötülüğü dokunmasa bile, en azından dumanı rahatsız eder."[601]
Kişi kardeşleriyle beraber önem kazanır. O, tek başına iken önemsenmeyen biri olduğunu, kardeşleriyle beraber olduğunda ise önemli bir itibara sahip olduğunu hisseder.
İnsanların mallarına ve namuslarına saldıran kötüler, birbirlerine destek olmak için biraraya gelip, genellikle aralarında birini başkan seçer ve ona itaat ederlerken, hakkın yanında yer alanlar ve Allah'ın dinine yardım edenlerin biraraya gelmeleri ve birlik olmaları çok daha elzem değil midir? Allah Resulü'nün ifade ettiği gibi, müminler birbirlerini destekleyen parçalardan oluşmuş bir bina gibidirler. Fertleri arasında sevgi ve kardeşlik bağı olmayan bir cema'atın bir takım işleri gerçekleştirmesi ve belli hedeflere varması imkan dahilinde değildir.
Mümin, kardeşinin aynasıdır. Hiç bir fert yoktur ki, onda ayıp ve kusurlar bulunmasın. Çoğu zaman kişi, bunlardan gafil olur. Onların farkına varmaz. Böyle bir durumda o, ayıplarını gösteren, onları düzeltip, onlardan kurtulmasına yardım eden birisine son derece muhtaçtır. Bunu ancak kendisini seven, ihlaslı, sürekli bağlantı halinde olan, ince anlayışlı, nasihatında ve kusurları göstermede hikmet sahibi bir kardeş başarabilir.
Nasihat konusuna gelmişken, onun bazı adablanna, hikmet, güzel öğüt ve tartışmayla nasıl ifa edileceğine dair bazı noktalara işaret etmemiz güzel olur.
"(Resulüm!) sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir."[602]
Bu konuyla ilgili selef-i salihine ait şu söz de zikredilmeye değerdir:
"Nasihati en güzel bir şekilde eda et. Ne şekilde olursa olsun onu kabul et. Kim kardeşine gizli bir şekilde nasihatta bulunursa onu düzeltmiş ve onu güzelleştirmiş olur. Kim de kardeşine alenen nasihatta bulunursa onu rezil etmiş ve lekelemiş olur."
Yararlı sohbetler ferdin mutluluğunu kat kat artırır. Çünkü kardeş, kardeşinin sevinçlerine ortak olur, onun yorgunluk ve acılarını hafifletir. Onun başına bir musibet veya bir bela geldiğinde malı ve çabasıyla ona yardım eder Allah'ı, musibetlere karşı sabretmeyi, dert ve kederlere teslim olmamayı kendisine hatırlatır. Bu büyük bir azık ve yardımdır.
Yararlı sohbet ferdin güç ve enerjisini artırır. O, bir konu üzerinde düşünürken tüm kardeşlerinin akıllarından yararlanır. Herhangi bir işe giriştiğinde ise tüm kardeşleri güç, enerji ve tecrübeleriyle ona yardımcı olurlar.
Ben müslüman kardeşi, davet yolunda yürürken sadece kendi azığıyla değil, tüm kardeşlerinin azığıyla hareket eden birisi olarak görüyorum. Çünkü her kardeş, Allah'ın kendisine bahşettiği ruhi azık hususunda kardeşlerine karşı cimrilikte bulunamaz. Bu ruhi azık, onun yolu tanımasına, ita'at ve sebat üzere olmasına ve engelleri aşmasına fardım edecektir. Bunda sadece azık değil, kat kat azık vardır.
Yüce Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de bizi iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya davet etmektedir:
"Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarakBeyt-i Harama yönelmiş kimselere (tecavüz ve) ve saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir."[603]
Allah'ın bu yönlendirmesi ayrı ayrı olan fertlere değil, topluluğa yöneliktir. Çünkü bunun gerçekleşmesi için topluluk şarttır. Bundan dolayı yararlı sohbet gereklidir. Bir mahalle veya köyde kardeşliği tesis etmek, ne kadar güzeldir. Böylece kardeşler çeşitli hayır ve taat hususlarında yardımlaşırlar. Özellikle gece namazı, cemaatla camide namaz kılma, bilhassa sabah ve yatsı namazları, Kur'an, ilim ve zikir halkalarına katılma, fakir ve ihtiyaç sahiplerine yardım etme gibi çoğu müslümamn gafil ve eksik olduğu hususlarda yardımlaşmaları ne kadar güzeldir!
Güçlük ve zorluklar esnasında iyi kardeşliğin faydası ne kadar büyüktür! Çünkü müslüman fert kendisini davet yolundan uzaklaştırmak ve saptırmak için yapılan şiddetli baskılara maruz kalabilir. İşte burada iyi kardeşliğin faydası ortaya çıkar. Zira iyi kardeş, onu korur, kopmaktan, davadan geri kalmaktan, sapmaktan, İslam düşmanlarının o va'ad veya tehditle etki altına alarak İslam için çalışma yapanları yerlerinden uzaklaştırmak için gösterdikleri şeytani çabalarından muhafaza eder. Kardeşlerin geçirdikleri o sıkıntılı dönemlerde biz bu kardeşliğin etkisini açıkça gördük. Bu, cemaat ve Allah için oluşturulan kardeşliğin alenen gözlenen hayrı ve bereketinden bir kısmıdır.
Kişinin, kardeşleri, onun arkasında yaptıkları dualardan kardeşlik sayesinde elde edeceği azık ne kadar büyüktür! Allah Resulü'nün belirttiği üzere bu tür dualar makbuldür.
Ferdin, birbirlenini sadece Allah rızası için sevenlerin oluşturdukları kardeşlikten alacağı azık ne kadar büyüktür. Çünkü kendisi ile kardeşleri arasında gerçekleşen Allah için sevgi bakışı, merhabalaşma, birbirlerine karşı tebessüm, ziyaretleşmeler, oturuşlar, birbirlerine hakkı tavsiye edişler ve hatırlatmalar sayesinde Allah'ın sevgisini, mağfiretini ve güzel sevabını elde eder. Bu konu ile ilgili hadisler çoktur. Bunlardan birisi de Allah'ın sadece kendi gölgesinin bulunduğu günde gölgesi altında gölgelendireceği yedi grup insandan bahs eden hadistir. Bu yedi sınıf insandan biri de, Allah için birbirini seven iki kardeştir ki, onlar Allah için biraraya gelir ve Allah için de birbirlerinden ayrılırlar.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Bir adam başka bir köydeki kardeşini ziyarete gidiyordu. Allah, o köyün yoluna gözetleyici olarak bir melek bıraktı. Adam, meleğe rastlayınca melek ona nereye gitmek istediğini sordu. O da o köyde bir kardeşini görmek istediğini söyledi. Melek ona, kardeşinde kendisinin umduğu bir nimet olup olmadığını sorunca, adam "hayır, ben sadece onu Allah için severim" dedi. Bunun üzerine melek, "ben senin, kardeşini Allah için sevdiğin gibi Allah'ın de seni sevdiğini haber vermek için O'nun tarafından gönderilen bir elçiyim" dedi."[604]
Müslim, Zikir Kitabı'nda şu hadisi de rivayet etmiştir:
"Allah Resulü, ashaptan bir grubun yanına gelerek, "sizi burada toplayan şey nedir?" diye sordu. Onlar, "Allah'ı anmak, bizi islam'a hidayet ettiği ve onu bize lütuf ettiği için O'na hamd etmek üzere burada oturmaktayız", dediler. Allah Resulü , "Allah aşkına söyleyin gerçekten oturmanıza sebep olan sadece bu mudur?" diye sorunca, onlar "Allah'a yemin olsun ki, burada oturmamıza sebep sadece dediğimiz husustur", dediler.
Bunun üzerine Allah Resulü, "bakın, ben sizi yalan söylemekle itham etmek için yemin etmenizi istemiş değilim. Fakat Cebrail geldi ve Allah'ın sizlerle meleklere karşı iftihar ettiğini haber verdi", buyurdu."
Yararlı kardeşlik ve onun İslam ve müslümanlara sağladığı hayrın öneminden dolayı, İslam'ın onu korumuş, birliğini ve ahengini bozacak her şeyden uzak tutmuş; aldatıcüık, hainlik, alış-verişte aldatmacılık, faiz, içki, kumar, çekememizlik, buğz etme, alay etme, suizan, ayıpları araştırma, ilişki kesme ve sırt çevirme gibi müslümanlar arasına düşmanlık ve kin topumlarım ekecek ve kardeşliğe zarar verecek her türlü çirkinliği yasaklamıştır.
Enes'in rivayet ettiği hadiste Allah Resulü şöyle buyuruyor:
"Aranızdaki ilişkiyi kesmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, buğz etmeyiniz, çekememizlik yapmayınız ve ey Allah'ın, kullan kardeşler olunuz. Hiç bir müslümana kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helal değildir."[605]
Bu hadislerle beraber Yüce Allah (c.c), Hucurat suresinde de müminler arasında çıkabilecek harhangi bir ihtilafı en güzel metodla ortadan kaldırmalarını ve müminlerden iki düşman grubun arasını düzeltmek için müslümanların müdahele etmeleri gerektiğini açıklamaktadır.
"Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."[606]
Kardeşlik ve iyi arkadaşlığın İslam ve müslümanlar için gerçekleştireceği birlik ve güç kadar, ayrılık ve ihtilaf da aynı ölçüde gevşeklik, zaiflik ve zarar gerçekleştirir.
"Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[607]
Müslümanların birliği ve yardımlaşmaları şeytan ve İslam düşmanlarını kızdırır. Onlar tefrikayı oluşturmak için tüm çabalarını harcarlar. Bu emellerini gerçekle sürmemeleri için uyanık olmaya ve onlara fırsat vermemeye ne kadar muhtacız! Dolayısıyla Allah'ın direktifine uyarak kendi nefsimiz için kızmamalı, kardeşlerimize dokunabilecek kötü sözler söylememeliyiz.
"Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."[608]
İslam ve Allah için kardeşlik nimetiyle ne kadar mutluyuz! Sahip olduğumuz imkânlar ve gücümüz oranında bu nimetleri muhafaza etmeye çalışmak bizim için en uygun görevdir!
Ey kardeşim, iyi ve yararlı kardeşliğe sahip çık. Bu, davet yolunda senin için azık ve yardımdır.[609]
İman ve salih amel birbirini tamamlar. Zira salih amel imanı doğrular, iman ise salip amelin kabulü için şarttır. Her ikisi Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde beraber zikrolunmuştur. Böylece biz imanın kişiyi salih amele ittiğini, salip amelin de imanı pekiştirdiğini, güçlendirdiğini görmekteyiz. Salih amelin iman ve takvanın ürünü ve meyvası olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla beraber o, davet yolunda iman ve takva ile azıklanmanın ve donanmanın da kaynağıdır. Çünkü o, uygulama, nefsi zorluklara alıştırma ve Allah'ın rızasını elde etmek için onunla mücahede etme alanıdır. Bunda davet yolunda yardım ve azık söz konusudur.
Fert ve toplumda iman ve salih amelin tam olarak yerleşmesi genel olarak bir çok hayra ve büyük kurtuluşa vesile olur.
Yüce Allah (c.c.) bunu Kur'an'da detaylı olarak şöyle izah eder:
1- O, ziyandan kurtulmuş olur:
" Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır."[610]
2- O, kişinin mağfireti ve Allah'ın büyük sevabını kazanmasını sağlar:
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya vanrken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nisanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar fılhini yanp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir."[611]
3- O, Tevbenin kabulüne, günahların iyiliklerle değiştirilmesine sebep olur.
"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir."[612]
4- O, kurtuluşa ermeye sebebiyet verir:
"Fakat tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur."[613]
5- O, kişiye cennete girme hakkını sağlar:
"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar."[614]
6- O, yeryüzünde hakimiyeti elde etmeye de vesile olur.
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdeni. Çünkü onlar, bana kulluk edenler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır."[615]
Salih amel, okumak veya işitmekle elde ettiğimiz ilmin uygulama alanıdır. Böylece ilmimiz aleyhimizde değil, lehimizde delil olur. Salih amel, ilmi kökleştirir, onu teori ve hayal alanından hayat gerçeği ve cihad meydanına çıkartır. Bunda ruhun yüceltilmesi, şahsiyetin oluşması, iradenin takviye edilmesi, deneyim ve tecrübenin kazanılması vardır.
Şehid İmam Hasan el-Benna'nın ifade ettiği gibi:
"Söz meydanı hayal meydanından farklıdır. Cihad meydanı iş meydanından farklıdır. Doğru cihad meydanı da yanlış cihad meydanından farklıdır. Çoğu insana okumanın ve ilmi elde etmenin kolay geldiğini fakat bunu uygulamanın zor geldiğini görmekteyiz."
Her insanda bulunan ve kendisini hayra veya kötülüğe yönelten duygu ve temayüller her zaman çekişirler. Salih amele devam etmede iyilik temayüllerini galip getirme, onları güçlendirme ve kötülük temayüllerini zayıflatma vardır. Bu, haddi zatında azık ve hayırdır.
Buna bazı örnekler verelim:
1- Allah yolunda yapılan harcamanın, infâkın faziletim okuduğumuzda nefsimiz hemen ona iştiyak duyar. Fakat bunu pretiğe dökmek istediğimizde cimrilik ve mal sevgisi buna engel olmak için hemen kendini gösterir. Allah yolunda harcamaya devam etmekle nefsimizin bu duygularını yenmiş ve onu vermeye ve harcamaya alıştırmış oluruz. Bu bizim için büyük bir iyiliktir.
2- Allah yolunda yapılan cihadın faziletini okuruz. Fiili cihada giriş-meyinceye kadar bu teori olarak kalır. Ancak fiili olarak cihada girişmekle yeryüzünün çekiciliği ve kişiyi dünyaya bağlayan tüm faktörleri yenmiş oluruz. Bunları yenmekle de nefsimiz adına büyük bir başarı kazanmış oluruz. Bu da büyük bir azıktır.
3- Kardeşliği, sevgiyi ve isan okuruz ve bunların faziletinden etkileniriz. Fakat uygulamada bencillik, kendini sevme gibi olumsuzluklar ortaya çıkabilir. Bunlara galip gelmekle de azık kazanmış oluruz.
4- Davet yolundaki sabrı, tahammülü ve sebatı okuruz. Hatta davet yolunda davetçilerin sergiledikleri tavırları okuduğumuzda kendimizden geçeriz. Fakat pratikte bunları uyguladığımızda nefsimizi zorluklara alıştırır, kalbimizi yumuşatır ve imanımızı artırız.
"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karsı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" dediler."[616]
"Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister."[617]
Davalar, azimet ve azimetlere tutunan kişilerle yürür. Ruhsat ve ruhsatlara yapışanlarla değil.
Kur'an, bizi buna şöyle teşvik eder:
"Ey Yahya! Kitab'a (Tevrat'a) var gücünle sarıl!" (dedik) ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik"[618]
"Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tâbi olun."[619]
Müslüman kardeşe düşen görev, hayatında azimete sarılmak ve tüm enerjisiyle salih amellerde çaba sarfetmektir. Çünkü bunda azık vardır.
Kişiye, her alanda azıkla kendisini donatması için büyük fırsat verecek derecede, salih amel alanı geniştir. Bu alan vaktin çeşitli dilimlerine dağıtılmıştır. Bazı ameller vardır ki, her gün ve her gece yapılmaları istenir. Bazı ameller haftada bir, bazıları ise ayda bir, bazıları da senede bir yapılmaları istenir. Böylece davet yolunda azık sürekli tazelenir.
Mübarek Ramazan ayında ele geçen salih amel fırsatına işaret etmeden geçemeyeceğim. Çünkü Allah Resulü (a.s.) hadislerinde ifade ettiği üzere bu ayda sevaplar katlanır ve azık bol olur.
Salih amel nefsi tezkiye edip ve onu yüceltmek, bayağı ve hatalardan temizlemek, iyi ahlak ve sıfatlarla onu süslemektir. Bu da azıktır.
Müslüman kardeş, salih ameli öncelikle görevini eda etmek için işler. İkinci olarak ahiretteki sevabı düşünür. Ve en son olarak da bir yarar umar. Salih amel işleyen kişi, görevini eda etmiş, ihlas ve samimiyetle şartlarına uyarak yapmışsa Allah'ın sevabını kazanmış olur. Bunda kazanacağı mükâfatın takdiri Allah'a aittir. Çünkü hesapta olmayan bir fırsat doğup, ameli ona en bereketli ürünleri kazandırabilir.
Salih amel işlemeyen kişiye gelince o, ihmalkârlığın günahını yüklenmekle beraber cihadın sevabını da kaybetmiş olur. Cihadın kazandıracağı faydalardan mahrum olur. Peki hangisi makam ve mevki yönünden daha hayırlıdır?
Yüce Allah (c.c.) işlerin yüce olanım sever. Boş ve değersiz işlerden hoşlanmaz. Salih amelleri işlemeye devam etmekle sürekli olarak yüce işlerle uğraşır, değersiz ve bayağı işlerden uzaklaşmış olur. Bu, büyük bir azık ve yücelmedir.
Salih amel, kişiyi başkaları için güzel örnek haline getirir. Bu, toplumda iyiliklerin yayılmasına katkıda bulunur.
Güzel örnek, söz ve yazıdan daha etkilidir. Salih amel, zaman bulamadıkları için okumayanları hedef aldığı gibi, eğitimsizleri de sözle değil, pratik olarak hedef alır, onları eğitir.
Salih amelin makbul olabilmesi için İhlasın Allah'ın kitabına, Resu-lu'nün sünnetine sarılmanın da kendisine eşlik etmesi gerekir. Salih amele devam etmekle gerçekleşecek bu iki şart kişi için büyük bir azıktır.
Aynı zamanda salih ameller, Allah'ın emirlerinin uygulandığ, yasaklarından uzaklaşmanın gerçekleştiği alanlardır. Allah, bize neyi emir etmişse muhakkak o, bizim ve diğer insanların iyiliği içindir. Yasakladığı her şeyde de bizim ve başkalarının kötülüğü söz konusudur. Her birimizin sahip olduğu; zaman, çaba, sağlık, düşünce, mal ve can gibi imkanlar ve güçler vardır. Tüm bunları salih amel alanlarında harcadığımızda, bu işlerin ardındaki Allah'ın hikmeti gerçekleşmiş olur, kendimiz ve insanlık için mutluluk kaynağı olmuş oluruz. Bu da yüce bir mertebedir. Tüm bunlar olmadığında ise yeryüzünde bozgunculuk egemen olur. Allah, bu durumdan bizi sakındırsın. Dünyadaki durum bundan ibarettir. Ahirette ise birinci sınıf için kurtuluş ve nimetler, ikinci sınıf için ise azap ve hüsran vardır. Bu da salih amelin bir diğer faziletidir.
İslam davasının ve müslümanların içinde bulundukları bugünkü durum, bu düşüşten kurtuluşu, yücelmeyi, İslam ve müslümanları yok etmek için çaba sarf eden İslam düşmanlarına ve batıl ehline karşı kesintisiz bir çalışmayı zorunlu kılıyor. Bu da davet yolunda salih amelin değerini, önemini, hayrını ve etkisini artırıyor. İslam ümmetinin kalkınması, evlatlarının güçlü bir ruha ve şahsiyete sahip olmalarını gerektirmektedir.
Bunlar, Şehid İmam Hasan el-Benna'nın ifade ettiği gibi şöyle bir şekilde temsil edilmektedir:
"Za'afın sirayet etmediği güçlü bir irade, tutarsızlık ve sözünden dönmenin söz konusu olmadığı istikrarlı bir feda etme ve kişiyi hatadan, sapmalardan, pazarlıktan ve aldatıcılıktan koruyacak bir iman, onu takdir etme ve ilkeleri tanıma..."
Tüm bu nitelikler, ancak ciddi bir çalışmanın sonucu olarak gerçekleşebilir.
Salih amel, nefiste istenilen değişikliği gerçekleştirir. Bu da, bu
ümmet için hayır anahtarıdır.
Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerinden özelliklerini değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur."[620]
Nefsimizi yenip, İslam'ın prensiplerine sarıldığımızda başkalarını da değiştirebiliriz. Böylece İslam toplumunu ve devletini de kurabiliriz. Yoksa bir şeye sahip olmayan, onu başkasına veremez.
Salih amelleri işleme hususunda titiz davranan müslüman kardeş, hayatında önemli bir sıfat kazanmış olur. Bu sıfat zamana karşı titiz davranma sıfatıdır. Böylece zamanını ancak yararlı ve hayırlı işlerde kullanır. Bu da kendisini zamanını ve işlerini düzenlemeye, onları öncelik sırasına göre tertip etmeye iterek zamanın, hayatın kendisi olduğunu, yapılacak işlerin zamandan daha fazla olduğunu öğretir. Zamanı iyi kullanmada büyük hayır ve azık vardır.
Salih amel, ahiret sevabının kazanılması için güzel bir alandır. Müslüman, salih amel işlediği oranda sevap birikim ve stokunu artırır.
Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını görecektir. Kıyamet gününde iyilik ve sevap kefemizin ağır gelmesine ne kadar muhtacız!
Salih ameller, müslümanın her yerde yapabileceği işlerdir. Böylece o, o yerden ayrıldığında işlediği yararlı ameller kendisi ve cemaatı için güzel hatıra olarak kalır.
Müslümanlar, salih amele yönelmede, iyilikleri işlemede birbirlerinden farklılık arzederler. Kimi müslümanlar için hayır yapma fırsatı doğar, ama onlar o hayrı yapmadan fırsatı kaçırırlar. Kimileri ise böyle bir fırsattan ağır ağır yararlanırlar. Kimileri de önem ve iştiyakla bu fırsattan yararlanırlar. Ama bunlardan daha üstün olanlar, iyiliği işleme fırsatının doğmasını beklemeyip, aksine onu arayanlar, araştıran ve ona doğru koşanlardır.
"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[621]
Ey kardeşim; davamızda ve kendisi için hazırlık yaptığımız emel ve hedeflerimizde doğruysak salih amel üzere olmamız gerekir. [622]
Davet yolu; hayır, cihad ve kurtuluş yoludur. Bu yol bize sevimli gelmektedir. Zira bu yol, bizi Allah'a, O'nun rızasına ve cennetine ulaştırıyor. Bu yolda yürüdükçe ona olan sevgimiz ve bağlılığımız artıyor. Bu yolda zorluklar ve eziyetlerle karşılaştıkça ona olan güvenimiz, onun hak yol olduğuna ve davetçi müminlerin yolu olduğuna dair kanaatimiz güçleniyor.
Davet yolunun güllerle döşeli olmadığını, bu yolda virajların, engellerin ve dikenlerin bulunduğunu öğrendik. Fakat tüm bunlara rağmen o, hayırla neticelenmektedir: Allah'ın yardımı, yeryüzü hakimiyeti, ahiretteki nimetler ve mutluluk, Allah'ın azabından kurtulmak.
Sapmadan, davetten vazgeçmeden ve ökçelerin üzerine geriye dönmeden; davetçiyi, virajlardan koruyan, onun engelleri aşmasına yardım eden, iman ve takvadan oluşan azığın davet yolundaki zaruretini de kavradık. Bizler, yollardaki benzin istasyonları gibi yürüyüş esnasında söz konusu bu azığın temin edileceği kaynakların da bulunduğunu öğrendik. Bu kaynaklardan azığın nasıl temin edileceği hususunda bazı açıklamalarda bulunduk. Konuyu çok iyi açıkladığımız iddiasında değiliz. Zira bu, ilmi az olan bir kulun çabasıdır. Her zaman Allah'ın bizi muvaffak kılmasına, yardımına ve rahmetine muhtacız.
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir."[623]
Kitabın sonunda azığın sahibine kazandırdıkları, onun semeresi, azık sahibinin üzerinde bulunması gereken hal ve ondan beklenilen şeyler hakkında bazı hatırlamalarda bulunmak istiyoruz.
Azık olmaksızın davet yolunda sapmalar, yanlışlıklar, ihtilafa düşme, birbirine sırt çevirme, parçalanma ve bozguna uğrama meydana gelebilir. Örneğin, azığı az olan kişi, kendisini hak yoldan döndürmek veya safların birlik ve beraberliğini parçalamada ondan yardım istemek için çalışan şeytan ve Allah düşmanlarının vesvese, aldatma ve saptırmalarına kolayca boyun eğer.
Fakat, azığı bol olan kişi, şeytan ve onun vesveselerine, Allah'ın düşmanlarına ve onların tuzaklarına isyan eder, onlara boyun eğmez. Onun imanı kendisini İslam saflarında güvenilir bir bekçi olmaya iter.
Böylece o safları, parçalanmaktan şeytanın en küçük bir vesvesine, Allah düşmanlarının en ufak bir fitnesine varıncaya kadar safların birlik ve kuvvetini zaafa uğratacak her türlü tehlikeden korur.
"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar."[624]
Davet yolu hiç bir zaman münafıkladan eksik olmaz. Lâkin azık sahipleri kendilerini onların fitne ve hilelerinden korurlar. Azığı az olanlar ise onlara av olurlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerak aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir."[625]
Davet yolu ve Allah'ın kafilesi Allah düşmanlarının ve yardımcılarının şüphe sokma ve kötüleme kampanyalarına maruz kalabilir. Bu saldırılar İslam'ı anlama, metod, hedef, araç, yönetim ve fertler üzerine odaklanır. Azığı olanın azığı onu tüm bunlardan etkilenmekten korur. Ona Allah'ın mümin kullarına emrettiği emirlerine uymasını hatırlatarak araştırmasını, süizan'da bulunmamasını öğütler.
"Ey iman edenler! Eğer birfâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olunsunuz."[626]
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? işte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir."[627]
Davet yolundaki azık, sahibini dalalete düşmekten ve hareket stratejisinde virajlara sapmaktan korur. Zira imam azığı sahibini, Allah'ın kitabına ve Resulu'nun sünnetine, müslümanları paramparça eden; fırkalara ayıran, sapmalardan uzak kalarak selef-i salihinin selim, kapsayıcı saf İslam anlayışlarına sarılmaya iter.
Şehid îmam Hasan el-Benna sapmalardan, hurafalardan ve bid'atlardan uzak olan İslam'ın saf ve doğru anlayışını korumak amacıyla "Yirmi Prensip Risalesini" yazmıştır. Allah, onu en hayırlı mükafatla mükafatlandırsın.
Doğru İslami anlayış üzere birleştikten sonra İslam için çalışanlar, İslami çalışmanın doğru ve kamil anlayışı hususunda ihtilafa düşebilirler.
Azık, sahibini parçalama ve saptırma olmaksızın İslami çalışmanın şümullü ve doğru anlayışına ulaştırır. Böylece o ibadet, hayırlı işler, zikir, ilim tahsili ve benzerleriyle yetinmeyip, bu çağın gerektirdiği farizaları ihmal etmeyecektir. O da, İslam devletinin kurulması ve hilafetin tekrar iadesi için çalışmanın zaruretidir. Şehid el-Benna, bunu titiz bir şekilde vurgulamaktadır.
İslam için çalışanlar, bazen de İslam'ın onun çalışma metodunun doğru anlayışı üzerinde birleşirler. Fakat planlama ve hedeflere ulaştıracak araçlar hususunda ihtilafa düşerler. Lakin azık sahibini, imanı ve azığı, bid'atlara değil, onun Allah Resulünün sünnetine uymaya sevkeder.
Allah Resulü (a.s.), ilk İslam devletini kurduğunda, önce gönüllerde akideyi yerleştirdi. Sonra onları akide ve Allah için kardeşlik bağıyla birleştirdi. Başka bir şeyin fayda vermediği yerde kullanmak üzere bilek ve silah hazırlığı yaptı.
Anlayış , düşünce ve çalışma metodu hususundaki anlayıştan korunmak azığın bir ürünüdür. Bu, rahman kafilesini güçlü bir birlik ve sabit adımlarla davet yolunda başarıya yürümelerini sağlayacaktır
"De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi ilah geri verebilir? Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâla yüz çeviriyorlar!"[628]
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı, işte Allah size âyetlerinizi böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız."[629]
"Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[630]
Niyetin Allah için halis kılınması ve tüm dünyevi isteklerden arındırılması Allah'ın amelleri ve takdim edelilen çabaları, cihad ve fedakarlıkları bereketli kılması için gereklidir. Zira Allah (c.c.) amelleri boşa çıkartan riyadan uzak, sadece kendi rızası için yapılan amelleri kabul edendir.
İman ve takvadan oluşan azık, İhlasın gerçekleşmesine, kalbin tüm dünyevi arzulardan temizlenmesine katkıda bulunur.
İhlasın ehemmiyetinden dolayı Şehid İmam el-Benna, ihlası bey'atın on rüknünden biri saymıştır.
Allah yolunda cihada çağrı yapıldığında azığı az olanın bulunduğu yere çakılıp kaldığını, yeryüzünün çekiciliğine ve bedenin arzularını yenildiğini görmekteyiz. Böyleleri, dünyada ebedi kalacakmış gibi ona sarılırlar. Dolayısıyla da Allah'ın azabına maruz kalıyorlar.
"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir."[631]
Azığı olan kişi ise cihad çağrısını ilk işittiğinde "cihad yolumuzdur" ilkesini şiar edinerek canı ve malıyla Allah yolunda seferber olur.
Fedakarlık konusuna gelince azığı az olan kişi dünyasını yaşar, elindekiyle cimrilik eder. Azığı olan kişi ise sahip olduğu mal, zaman, çaba, düşünce, sağlık, can ve her şeyi Allah yolunda ucuz görerek harcar. Allah katındakilerin daha hayırlı ve kalıcı olduğuna yakinen inanır.
Davet yolunda yürüyen kişi, şiddetli sarsıntılara, baskılara ve nice fitnelere maruz kalır. Azığı olmayan kişi bu esnada davadan vazgeçer, za'afa, gevşekliğe ve sarsıntıya düşer. Hatta bazen de kendi tarafından saffa zarar da gelebilir. Bu da büyük bir tehlikedir. Azığı olan kişinin ise tüm bunlara karşı imanı artar. O'ndan sebat dileyerek Allah'a sığınır.
Böylece Allah ona sebat verir, ona yardım eder.
"Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: "işte Allah ve Resûlü'nün bize vâdettiği! Allah ve Resulü doğru söylemiştir," dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarım ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı."[632]
"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."[633]
Allah yolunun yolcusu, başka ilkeler, şahıslar veya olgularla dost olması için çeşitli yönlerden teklif alabilir. Bu durumda azığı olmayan kişi bu tekliflerden etkilenip onları kabul eder. Fakat azığı olan kişi ise velasını, dostluğunu sadece davasına, cema'atına verir. Zira O, en yüce dava, en şümullü ve en şerefli olanıdır.
Dava adamının herhangi bir kâfire ve herhangi bir İslam düşmanına velasını, dostluğunu vermesi caiz değildir. O'nun velası, dostluğu sadece Allah'a, Resulü'ne ve Müminleredir.
"Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler."[634]
"Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler, işte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir."[635]
Azığı olan kişinin ağırlığı, vekârı ve olayları doğru değerlendirme ölçüsü vardır. O, her akıntıya kürek çeken ve her yöne kayabilen eyyamcı birisi değildir. O olayları şeriatın ölçüsüyle değerlendirir, tüm harcamalarında tam bir dikkatle İslam'ın prensiblerine sarılır.
Azığı az olan kişi, çoğu zaman pasif, gevşek, az üretgen, önemli ve büyük işlere kalkışmaktan aciz kalan kişi olur. Fakat bol azık sahibinde aksiyon, çalışma ve üretme enerjisi coşturur. Kendisine güveni, güçlü iradeyi, olayları karşılama gücünü, önemli işleri ve görevleri başarma yeteneğini kazandırır.
Azık sahibi dava adamı ve akide eri, saftaki konumunun, kapattığı gediğin ve omuzundaki sorumluluğun bilincindedir. Böylece Allah'a isyan etmeden, zorlukta ve rahatlıkta ita'at ederek gediğini doldurmaya, kapatmaya ve görevini yerine getirmeye dikkat eder.
Azık olmadığı durumda kopmalar, ihmalkarlık ve işleri gerçekleştirmede başarısızlık baş gösterir.
Dava adamının başkaları için güzel örnek olması gerekir. İnsanları davet ettiği değerlere, ideallere ve görevlere kendisi muhalefet etmemelidir. Onun bu konudaki en hayırlı yardımcısı, kendisini gizlilikte ve açıklıkta Allah'ı göz önüne almaya zorlayan ve en güzel örnek olan Allah Resulüne uymaya sevkeden takva ve iman azığıdır.
Azık sahibi, müslümanların ve İslam aliminin dertleriyle ilgilenir. Müslümanların emellerini ve acılarını paylaşır. Dünyanın neresinde olursa olsun, müslüman kardeşlerine yardım için yapılan İslam'ın öngördüğü görev çağrısına icabet eder. Zira müslümanlar tek bir vücut gibidirler. Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.
Yol azığı, sahibine Allah'a kavuşuncaya dek, değiştirmeksizin, sap-tırmaksızın be'yatına vefa etme ve sözüne sâdık kalma hususunda yardım eder.
"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir."[636]
İşin Özü; azık,
Sahibini İslam için çalışan,
Dinini yanlışlıklardan ve sapmalardan uzak, doğru bir şekilde anlayan,
İslam'ın kendisinden istediği görev ve sorumlulukların bilincinde olan,
Yaptığı işlerde Allah'ın rızasını umarak ihlasa dikkat eden,
Çalışma aşamalarını, hedefleri ve araçları kavrayıp onlara muhalefet etmeyen,
Cihadın davetçilerin yolu olduğuna yakinen inanan, dolayısıyla kendi nefsini buna hazırlayan, sahip olduğu her şeyini Allah yolunda feda eden,
En aşağı derecesi gönül rahatlığı, en üst derecesi işar (Kardeşini kendi nefsine tercih etme) olan kardeşliğe önem veren,
Saftaki kardeşlerine düşkün olan,
Yıllar ne kadar uzarsa uzasın, süre ne kadar uzak olursa olsun ölünceye kadar hak ve Allah'ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılan cihad üzere sabit kalan,
Diğer tüm şahıs ve prensiplerden soyutlanarak kendisini davasına ve cema'atına adayan,
Rabbine, davasına, cemaatına ve rehberliğine şüphe ile bakmayan,
Kendisini davadan geri bırakacak unsurların sirayet etmediği güvenle dolu olan,
Allah'a isyan konusu hariç kendisinden istenilenlere sarılan,
Sâdık bir müminin yapması gereken görevleri yerine getiren örnek bir şahsiyet haline getirir.
Azığın sahibine kazandırdıklarının ve ondan umulan ürünün bu olmasını umuyoruz.
Başarılı kılan ve doğru yola hidayet eden Allah'tır.[637]
[1] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/9-10.
[2] Mü'min: 23/26.
[3] Araf: 7/127.
[4] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/11-12.
[5] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/12.
[6] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/12-14.
[7] Kasas: 28/8.
[8] Kasas: 28/5,6.
[9] Mü'min: 40/45-48.
[10] Bakara: 2/165-167.
[11] Bu hadisi İbni Asakir Abdullah bin Mes'ut (r.a.)'dan rivayet etmiştir.
[12] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/14-16.
[13] Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivayet etmiştir.
[14] Bu hadisi Buhari, İbn-i Mace ve Ahmet bin Hanbel rivayet etmişlerdir.
[15]Bu hadisi, İbni Mace, Ebu Hureyre (r.a.)' dan rivayet etmiştir. 2620 numara ile kayıtlı olan bu hadis zayıftır.
Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/16-18.
[16] İbrahim: 14/42-52.
[17] Kehf: 18/29.
[18] İbrahim: 14/16-17.
[19] İbrahim: 14/13-17.
[20] Kehf: 18/29.
[21] Furkan: 25/12-14. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/18-20.
[22] Bu hadisi Buharı ve Müslim, Sahih'lerinde rivayet etmişlerdir.
[23] Yusuf: 12/21.
[24] Fetih: 48/7.
[25] Müddessir: 74/31.
[26] Nisa: 4/76.
[27] Bu hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi, ve îbni Mace rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzu'l-Kadir 2/264
[28] Hud: 11/102.
[29] Şuara: 26/227.
[30] Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de rivayet edilmiştir.
[31] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/20-22.
[32] Saffat: 37/22-34.
[33] Mü'min: 40/52.
[34] Şura: 42/45-46.
[35] Sebe: 34/31-32.
[36] Furkan: 25/27-29.
[37] Saffat: 37/40-49.
[38] Saffat: 37/62-68.
[39] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/22-24.
[40] Taha: 20/124-126. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/24-25.
[41] Nebe: 78/17-36.
[42] Fatır: 35/36-37.
[43] Ankebut: 29/55.
[44] Mü'min: 40/49-52.
[45] İbrahim: 14/15-17.
[46] Müzemmil: 73/10-13.
[47] Fecr: 89/13-14.
[48] Fecr: 89/22-26.
[49] Mürselat: 77/35-36.
[50] Hac: 22/19-24. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/25-28.
[51] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari (el-Edebu'1-Müfred'de) ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzü'l- Kadir, 1/134.
[52] Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Bkz. Tefsi-ru'l-Vusul, 1/22
[53] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Buhari rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fet-hu'1-Kebir, 3/361
[54] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzu'l-Kadir, 6/239
[55] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'1-Kebir, 1/359
[56] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Buharı rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fet-hu'1-Kebir, 3/233. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/28- 30
[57] Hacc: 22/39-40.
[58] Kasas: 28/5-6.
[59] Araf: 7/128-129.
[60] En'am: 6/45.
[61] Munafikun: 63/8.
[62] Şura: 42/39.
[63] Şura: 42/41.
[64] Nisa: 4/97.
[65] Nisa: 4/75. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/ 30- 32.
[66] Nisa: 4/48.
[67] Zümer: 39/53.
[68] Rad: 13/6.
[69] Maide: 5/39.
[70] Buruc: 85/10.
[71] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/32- 33.
[72] İbrahim: 14/52. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/33-34.
[73] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/35-36.
[74] Hacc: 22/39. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/36.
[75] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/37.
[76] Bu hadisi Hakim, el-Müstedrek (3/383)'de rivayet etmiştir.
[77] Bu hadisi Buharı, Kitab-ı Mevakibül Ensar'ın "Resulullah (a.s.) ve ashabının Mekke'de çektikleri sıkıntılar" babında rivayet etmiştir.
[78] Taha: 20/71-73.
[79] Zümer: 39/10.
[80] Bakara: 2/155-157.
[81] Al-i İmran: 3/200.
[82] İbrahim: 14/12.
[83] İbrahim: 14/13-14.
[84] Furkan: 25/20.
[85] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/37-40.
[86] Ankebut: 29/1-3.
[87] Ankebut: 29/11.
[88] Muhammed: 47/31.
[89] Bakara: 2/214.
[90] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/40.
[91] Münafikun: 63/8.
[92] Hucurat: 49/13.
[93] Şura: 42/39.
[94] Şura: 42/41.
[95] Maide: 5/54.
[96] Nisa: 4/76.
[97] Talak: 65/3. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/41-42.
[98] Talak: 65/4.
[99] Talak: 65/3.
[100] Zümer: 39/36.
[101] Tevbe: 9/51.
[102] İbrahim: 14/12.
[103] Yunus: 10/84-86.
[104] Al-i İmran: 3/172-175.
[105] Enbiya: 21/87.
[106] Bu hadisi Taberani sağlam ravilerden rivayet etmiştir. Rivayeti Abdullah bin Cafer (r.a.)'e dayanmaktadır. Ayrıca İbni Hişam Siyret (l/420)'de rivayet etmiştir.
[107] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/43-45.
[108] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.
[109] Bakara: 2/15.
[110] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c.3, sh. 112'de rivayet etmiştir.
[111] Kenzu'l-Umman (15/660)
[112] Bakara: 2/216.
[113] Enbiya: 21/18.
[114] Rad: 13/17.
[115] Hacc: 22/40. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/45-48.
[116] Mü'minun: 23/60.
[117] Ali İmran: 3/128.
[118] Buruc: 85/10.
[119] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/48-49.
[120] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzu'l-Kebir, (1/411)
[121] Bu Hadisi Ahmed bin Hanbel (5/166)'da Müslim de (l/57)'de rivayet etmişlerdir.
[122] Şura: 42/39-43.
[123] Hicr: 15/85.
[124] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/49-51.
[125] Nahl: 16/127.
[126] İbrahim: 14/27.
[127] Saffat: 37/102.
[128] Kehf: 18/69.
[129] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/51-52.
[130] Kasas: 28/78.
[131] Bakara: 2/250.
[132] Enbiya: 21/35.
[133] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/52-53.
[134] Tahrim: 66/11.
[135] Abese: 80/34-37.
[136] Lokman: 31/33.
[137] Leheb: 1-5.
[138] Tahrim: 66/10.
[139] Tahrim: 66/6.
[140] Kasas: 28/7.
[141] İnsan: 76/12.
[142] Tahrim: 66/6.
[143] Rad: 13/22-24.
[144] Zuhruf: 43/67-71.
[145] Yasin: 36/55-59.
[146] Enbiya: 21/35.
[147] En'am: 6/45.
[148] En'am: 6/153. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/53-63.
[149] Hud: 11/88. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/63-64.
[150] Bakara: 2/193.
[151] Rum: 30/4.
[152] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/67-69.
[153] Al-i İmran: 3/103.
[154] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/71-72.
[155] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/72-74.
[156] Hakim rivayet etmiştir.
[157] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/74-76.
[158] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/76-78.
[159] Müttefekun aleyh
[160] Müttefekun aleyh
[161] Müslim rivayet etmiştir.
[162] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/79-82.
[163] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/83-86.
[164] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/87-88
[165] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88.
[166] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88
[167] Al-i İmran: 3/159. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88-89.
[168] Buharı ve Müslim
[169] Buharı ve Müslim. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/89.
[170] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/89-90.
[171] Buhari rivayet etmiştir. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/90.
[172] Hicir: 15/88.
[173] Maide: 5/54.
[174] Fetih: 48/29.
[175] Müslim rivayet etmiştir.
[176] Müslim rivayet etmiştir.
[177] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/90-92.
[178] Al-i İmran: 3/134.
[179] Nur: 24/22.
[180] Şura: 42/40.
[181] Fussilet: 41/34.
[182] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/92-93.
[183] Fetih: 48/10.
[184] Ahzap: 33/23. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/93-94.
[185] Al-i İmran: 3/200. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/94-95.
[186] Haşir: 59/9. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/95-96.
[187] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/96-97.
[188] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/97-98.
[189] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/98.
[190] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/98-99.
[191] Ebu Davut rivayet etmiştir.
[192] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/99-100.
[193] Al-i İmran: 3/105.
[194] Talak: 65/3.
[195] Al-i İmran: 3/173,174.
[196] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/100-101.
[197] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/101.
[198] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/102.
[199] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/102-103.
[200] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/103-104.
[201] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/105.
[202] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106.
[203] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106.
[204] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106-107.
[205] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/107.
[206] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/107.
[207] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.
[208] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.
[209] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.
[210] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108-109.
[211] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/109.
[212] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/109.
[213] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/110.
[214] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/110.
[215] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/111-120.
[216] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/121-127.
[217] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/127-128.
[218] Fetih: 48/10.
[219] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/129-134.
[220] Hacc: 22/77,78.
[221] Mü'minin: 23/115, 116.
[222] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[223] Tevbe: 9/111.
[224] Ankebut: 29/6.
[225] Tevbe: 9/120, 121.
[226] Muhammed: 47/38.
[227] Ahzab: 33/23.
[228] Mümtehine: 60/4.
[229] Tevbe: 9/7.
[230] İsra: 17/53.
[231] Al-i İmran: 3/139.
[232] Al-i İmran: 3/146, 147.
[233] Kehf: 18/13. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/135-148.
[234] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[235] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[236] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/149-150.
[237] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/150.
[238] Hucurat: 49/12. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/150-151.
[239] Müslim rivayet etmiştir.
[240] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/151-152.
[241] Haşir: 59/9.
[242] İsra: 17/53.
[243] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/152-154.
[244] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/154-155.
[245] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/155-156.
[246] Nisa: 4/59.
[247] Nisa: 4/65.
[248] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/156-157.
[249] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/157-158.
[250] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/159-162.
[251] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/163-168.
[252] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/173-175.
[253] Al-i İmran: 3/103.
[254] Al-i İmran: 3/105.
[255] Ra'd: 13/15.
[256] Enbiya: 21/18.
[257] Ra'd: 13/17.
[258] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/175-177.
[259] Al-i İmran: 3/103.
[260] Fussilet: 41/34-35.
[261] Hucurat: 49/6.
[262] Hucurat: 49/11-12.
[263] Ali İmran: 3/134.
[264] Kasas: 28/56.
[265] Maide: 5/56.
[266] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/179-186.
[267] Al-i İmran: 3/103.
[268] Al-i İmran: 3/105.
[269] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/187-192.
[270] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/193-197.
[271] Müzzemmil: 73/1-5.
[272] Haşir: 59/9.
[273] Enfal: 8/60.
[274] Hacc: 22/39.
[275] Mümtehine: 60/4.
[276] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/199-204.
[277] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/205.
[278] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/205-207.
[279] Al-i İmran: 3/103-105. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/207-210.
[280] İsra: 17/81.
[281] İsra: 17/60.
[282] Rûm: 30/60.
[283] Enbiya: 21/109.
[284] Sebe: 34/28. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/211-216.
[285] Al-i İmran: 3/126.
[286] En,am: 6/153.
[287] Kenz el-Ummal c. 3 s. 36.
[288] Hucurat: 49/6.
[289] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/217-220.
[290] Ahzap: 33/58.
[291] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/221-224.
[292] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/224.
[293] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/224-226.
[294] Al-i İmran: 3/186.
[295] Bakara: 2/214.
[296] Bakara: 2/143. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/227-231.
[297] En'am: 6/122.
[298] Enfal: 8/544.
[299] Nahl: 16/127-128.
[300] Enfal: 8/19.
[301] Tevbe: 9/36.
[302] Hadid: 57/28.
[303] Araf: 7/201.
[304] En,am: 6/153.
[305] Al-i İmran: 3/139.
[306] Münafikun: 63/8.
[307] Nisa: 4/76.
[308] Tevbe: 9/111.
[309] Ali İmran: 3/186.
[310] İbrahim: 14/12.
[311] Taha: 20/72-73.
[312] İbrahim: 14/27.
[313] Al-i İmran: 3/171-175.
[314] Tevbe: 9/71.
[315] Hucurat: 49/10.
[316] Talak: 65/2-3.
[317] Teğabun: 64/11.
[318] Talak: 65/4.
[319] Kehf: 18/10.
[320] Ahzab: 33/70.
[321] Bakara: 2/214.
[322] Rum: 30/47.
[323] Ğafir: 40/51.
[324] Nur: 24/55.
[325] Al-i İmran: 3/76.
[326] Ahzap: 33/23.
[327] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/235-242.
[328] Al-i İmran: 3/74.
[329] Hucurat: 49/17.
[330] Fatır: 35/2.
[331] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/243-244.
[332] İsra: 17/9.
[333] Casiye:45/20.
[334] Al-i İmran: 3/138.
[335] İsra: 17/82.
[336] Yunus: 10/57.
[337] Maide: 5/15-16. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/244-245.
[338] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/245-246
[339] Hicir: 15/9.
[340] Nur: 24/51.
[341] Ahzap: 33/36.
[342] Nisa: 4/65.
[343] Haşir: 59/7.
[344] Nisa: 4/80.
[345] Araf: 7/204.
[346] Muhammed: 47/24.
[347] Mutaffifin: 83/14.
[348] Ahzab: 33/23.
[349] Al-i İmran: 3/146. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/246-249
[350] Enfal: 8/2.
[351] Zümer: 39/23.
[352] Haşir: 59/23.
[353] Zariyat: 51/56.
[354] Kasas: 28/24.
[355] Enbiya: 21/83.
[356] Enbiya: 21/87, 88.
[357] Bakara: 2/250.
[358] Ahkaf: 46/15.
[359] Zümer: 39/53.
[360] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/249-252.
[361] Maide: 5/118.
[362] Müttefekün aleyh'tir.
[363] Kamer: 54/17. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/252.
[364] Ali İmran: 3/190-191.
[365] Yunus: 10/101.
[366] Nahl: 16/66.
[367] Zariyat: 51/21.
[368] Yusuf: 12/105.
[369] Araf: 7/179.
[370] Vakı'a: 56/75,76.
[371] Zariyat: 51/47,48.
[372] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/253-256.
[373] R'ad: 13/4.
[374] Vakı’a: 56/63,64.
[375] Lokman: 31/11.
[376] Taha: 20/50.
[377] Hac: 22/73,74. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/256-257.
[378] Nur: 24/43-44.
[379] Vakıa: 56/68-70.
[380] Zariyat: 51/21.
[381] Neml: 27/88.
[382] İsra: 17/85.
[383] Enam: 6/59.
[384] Fussilet: 41/53.
[385] Alak: 87/1.
[386] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/257-260.
[387] Nahl: 16/53-55.
[388] İbrahim: 14/34.
[389] Maide: 5/3.
[390] Al-i İmran: 3/19.
[391] Al-i İmran: 3/85.
[392] Araf: 7/43.
[393] Al-i İmran: 3/102.
[394] Yusuf: 12/101.
[395] Enfal: 8/63.
[396] Al-i İmran: 3/103.
[397] İnfıtar: 82/6-8.
[398] Furkan: 25/74.
[399] Rum: 30/21.
[400] İbrahim: 14/32-34.
[401] Kassas: 28/71-73.
[402] Fecir: 89/15,16.
[403] Enbiya: 21/35.
[404] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/260-268.
[405] Zariyat: 51/23.
[406] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/268-269.
[407] Müzzemmil: 73/20.
[408] Lokman: 31/34.
[409] Mü'minun: 23/61.
[410] Nisa: 4/17.
[411] Nisa: 4/18. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/269-271.
[412] Al-i İmran: 3/185.
[413] Nahl: 16/32.
[414] Al-i İmran: 3/169,170.
[415] Muhammed: 47/38.
[416] Tevbe: 9/111. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/271-273.
[417] Tekasur: 102/1,2.
[418] Gafır: 40/47.
[419] Müslim ve diğer sahih hadis kaynakları.
[420] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/273-274.
[421] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/275-276.
[422] Zümer: 39/68.
[423] Kıyamet: 75/7-10.
[424] Abese: 80/34-42.
[425] Buhari ve Müslim.
[426] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/276-277.
[427] el-Hakke Suresi: 69/18.
[428] Nisa: 4/42.
[429] Kıyame: 75/14,15.
[430] Nur: 24/24.
[431] Furkan: 25/27-29.
[432] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/277-278.
[433] Buhari ve Müslim. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/279.
[434] Bu hadis müttefekun aleyhtir.
[435] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/279-280.
[436] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/280.
[437] Hac: 22/19-22.
[438] Nisa: 4/56.
[439] İbrahim: 14/15-17.
[440] Dûhan: 44/43-49.
[441] İbrahim: 14/22. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/280-281.
[442] Tevbe: 9/72.
[443] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/282-283.
[444] Ahzab: 33/21.
[445] Müzzemmil: 73/1-5.
[446] Haşir: 59/9.
[447] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/285-291.
[448] Bakara: 2/25.
[449] Bakara: 2/135.
[450] Bakara: 2/45.
[451] Ankebut: 29/45.
[452] Bakara: 2/183.
[453] Tevbe: 9/103.
[454] Bakara: 2/197.
[455] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/293-294.
[456] Nisa: 4/103.
[457] Ahzap: 33/39.
[458] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/293-299.
[459] Bakara: 2/183.
[460] Mütefekûn aleyh.
[461] Bakara: 2/185.
[462] Kadir: 97/2,3.
[463] Bakara: 2/186.
[464] Al-i İmran: 3/692.
[465] Al-i İmran: 3/159.
[466] Fussilet: 41/34.
[467] Muttefekûn aleyh.
[468] Yunus: 10/58.
[469] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/301-306.
[470] Tevbe: 9/103.
[471] Şems: 91/9,10.
[472] Fecir: 89/20.
[473] Meâric: 70/19-21.
[474] Tekâsür: 102/1, 2.
[475] Humeze: 104/1-4.
[476] Ra'd: 13/26.
[477] Zuhruf: 43/32.
[478] Şura: 42/27.
[479] Rum: 30/39.
[480] Hucurat: 49/13.
[481] Yunus: 10/58.
[482] Bakara: 2/261.
[483] Bakara: 2/264.
[484] Bakara: 2/267.
[485] Ali İmran: 3/92.
[486] Tevbe: 9/104.
[487] Bakara: 2/245.
[488] Müminun: 23/61.
[489] Münafikun: 63/10, 11.
[490] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/307-314.
[491] Bakara: 2/197.
[492] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/315-317.
[493] Bakara: 2/197.
[494] Zuhruf: 43/13.
[495] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/317-319.
[496] Haşir: 59/21.
[497] Araf: 7/143.
[498] Zümer: 39/23.
[499] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/319-322.
[500] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/322-323.
[501] Müminûn: 23/52.
[502] Müslim.
[503] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/323-325.
[504] Hac: 22/36.
[505] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/325-326.
[506] Secde: 32/16, 17.
[507] Müzzemmil: 73/1-6.
[508] Furkan: 25/63,64.
[509] Furkan: 25/75.
[510] Zümer: 39/9.
[511] İnsan: 76/26.
[512] Tur: 52/48,49.
[513] İnsan: 76/39,40.
[514] Al-i İmran: 3/15-17.
[515] Zariyat: 51/15-18.
[516] Araf: 7/55,56.
[517] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir.
[518] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[519] Bu hadisi Müslim, Ebu davut ve Nesai rivayet etmişlerdir.
[520] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik ve diğer muhaddisler rivayet etmişlerdir.
[521] Ebu Davud bu hadisi sahih bir isnad'Ia rivayet etmiştir.
[522] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[523] Müttefekün Aleyh.
[524] Müttefekün Aleyh, Lazım Müslim'e aittir.
[525] Müttefekün aleyh, Lafız Müslim ve Buhari'ye aittir
[526] Al-i İmran: 3/126.
[527] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/327-333.
[528] Ahzab: 33/41,42.
[529] Ra'd: 13/28.
[530] Araf: 7/179.
[531] Bakara: 2/152.
[532] Müttefekün aleyh.
[533] Zariyat: 51/50.
[534] Ahzab: 33/41-43.
[535] Al-i İmran: 3/191.
[536] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[537] Ğafir: 40/60.
[538] Tirmizi rivayet emtiştir.
[539] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[540] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/335-341.
[541] Haşir: 59/7.
[542] Nur: 24/51.
[543] Nisa: 4/65.
[544] Ali İmran: 3/31, 32.
[545] Taha: 20/123,124.
[546] Bu hadis Ebû Davud'un Sünen'inde ve Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde geçmektedir.
[547] Ahzab: 33/21.
[548] Hicir: 15/9.
[549] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/343-348.
[550] En'am: 6/122.
[551] Enfal: 8/24.
[552] Tevbe: 9/128.
[553] Mülk: 67/14.
[554] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/348-350.
[555] Ahzab: 33/21.
[556] Al-i İmran: 3/31.
[557] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/350-351.
[558] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/351-352.
[559] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/352-354.
[560] Bakara: 2/216.
[561] Bakara: 2/183.
[562] Hacc: 22/40.
[563] Enfal: 8/60.
[564] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/355-357.
[565] Nisa: 4/74-77.
[566] Enfal: 8/15, 16.
[567] Tevbe: 9/38, 39.
[568] Bakara: 2/249-251.
[569] Al-i İmran: 3/173-175.
[570] Enfal: 8/45.
[571] Al-i İmran: 3/147, 148.
[572] Tevbe: 9/111.
[573] Tevbe: 9/112.
[574] Muhammed: 47/4-6.
[575] Ankebut: 29/6.
[576] Muhammed: 47/38.
[577] Tevbe: 9/24.
[578] Saff: 61/4.
[579] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/357-362.
[580] Tevbe: 9/81.
[581] Tevbe: 9/47.
[582] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[583] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/362-364.
[584] Bakara: 2/143.
[585] Bakara: 2/44.
[586] Saff: 61/2, 3.
[587] Al-i İmran: 3/159.
[588] Nahl: 16/125.
[589] En'am: 6/34.
[590] Kehf: 18/6.
[591] Maide: 5/99.
[592] Kasas: 28/56.
[593] Fussilet: 41/34,35.
[594] Bakara: 2/8282.
[595] İbrahim: 14/7.
[596] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/365-371.
[597] Al-i İmran: 3/103.
[598] Enfal: 8/63.
[599] Asır: 103/1-3.
[600] Hadisi Şerif.
[601] Bu hadisi Ebu Davut rivayet etmiştir.
[602] Nahl: 16/125.
[603] Maide: 5/2.
[604] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[605] Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
[606] Hucurat: 49/9,10.
[607] Enfal: 8/46.
[608] İsra: 17/53.
[609] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/373-379.
[610] Asır: 103/1-3.
[611] Fetih: 48/29.
[612] Furkan: 25/70.
[613] Kasas: 28/67.
[614] Nisa: 4/124.
[615] Nur: 24/55.
[616] Al-i İmran: 3/173.
[617] Al-i İmran: 3/141.
[618] Meryem: 19/12.
[619] Zümer: 39/55.
[620] Ra'd: 13/11.
[621] Müminûn: 23/61.
[622] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/381-386.
[623] Fatır: 35/2.
[624] Araf: 7/201,202.
[625] Tevbe: 9/47.
[626] Hucurat: 49/6.
[627] Hucurat: 49/12.
[628] En'am: 6/35.
[629] Al-i İmran: 3/103.
[630] Enfal: 8/146.
[631] Tevbe: 9/38, 39.
[632] Ahzab: 33/22.
[633] Al-i İmran: 3/173.
[634] Maide: 5/55.
[635] Tevbe: 9/71.
[636] Ahzab: 33/23, 24.
[637] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/387-394.