ALTINCI KISIM... 5

KUR’AN VE SÜNNETTE ZULÜM KAVRAMI5

Sunuş. 5

Zulüm Ve Zalimler5

Güvenlik Güçleri, Kimin Güvenliğini Koruyor?. 6

Zulme Karşı Tepki6

Zalimlere Uyanların Ve Onların Askerlerinin Durumu Nedir?. 6

Zulümden Ve Zulme Ortak Olanların Durumlarından Görüntüler7

Asıl Zayıf Olan Zalimlerdir9

Ey Zalimler Bir, Kaç Dakika Sabredin. 10

Ey Zalimlerin Askerleri...11

İşkence. 11

Zulüm Ve Zalimler Hakkında Hadisler12

Zulüm Payidar Değildir13

Tevbe Kapısı Açıktır14

Sonuç. 15

Zulüm Ve Mazlumlar Zulüm Karanlıklardır15

Mazlum Kardeşim Halis Niyetin Üzere Sabit Ol15

Mazlum Kardeşim, Allah'a Hamdet15

Sabırlı Ol, Ey Mazlum Kardeşim.. 16

Davet Çalışmalarında İmtihana Uğratılmak İlahi Bir Sünnettir17

Sabır, Zulme Razı Olmak Anlamına Gelmez. 17

Ey Kardeşim, Sen Allah'a Sığın. 18

Ey Mazlum Kardeşim, Sıkıntını Azaltır Diye Şu Unsurlara Dikkat Et19

Zalimle Değil Kendi Nefsinle İlgilen. 20

Sakın Ey Mazlum Kardeşim.. 21

Sakın Ey Mazlum Kardeşim.. 22

Sakın Ey Mazlum Kardeşim.. 22

Müslüman Bacı Ve Zulüm Konusu. 23

Altıncı Kısmın Sonucu. 27

YEDİNCİ KISIM... 27

ÜYELİK VE LİDERLİK AÇISINDAN DAVET YOLU.. 27

Sunuş. 27

Cemaat Halinde Çalışmak Farzdır28

Bir Cemaat İçin Program, Lider Ve Kadro Kaçınılmazdır29

Liderlik Hakkında. 29

Cemaat Mensupları Hakkında. 30

Zorluğun En Büyüğü Ve Emanetin En Ağırı Liderin Omuzlarındadır31

Liderlik Emanetinin Yerine Getirilmesine Yardımcı Unsurlar33

Lider Ve Yöneticilerde Bulunması Gerekli Ahlaki Özellikler34

1- Makam, Şöhret Ve Gösterişten Uzak Olmak. 35

2- Akıllı, Zeki Ve Bilgi Sahibi Olmak. 35

3- Yumuşak Huylu Ve Bağışlayıcı Olmalıdır35

4- Lütuf Sahibi Olmak. 35

5- Cesaretli Olmak. 35

6- Doğruluk. 35

7- Tevazu Sahibi Olmak. 36

8- Bağışlayıcı Olmak Ve Öfkesini Yenebilmek. 36

9- Ahde Vefa Göstermek. 37

10- Sabırlı Olmak. 37

11- İffetli Ve İzzeti Nefis Sahibi Olmak. 38

12- Züht Ve Takva Sahibi Olmak. 38

13- Adil Olmak. 39

14- Nefsini Övmemek. 39

15- Allah'ın Ölçülerini Muhafaza Etmek. 39

16- Kalp Temizliği40

17- Allah'a Güvenmek. 40

18- Mutedil Olmak. 40

19- Hak'da Sabit Olmak. 41

20- Ümitsiz Ve Aşırı İyi Niyetli Olmamak. 41

Genel İslami Ahlak. 42

Cemaatın Çalışma Alanları Ve Özellikleri42

1- Hedeflerden Taviz Verilmemelidir42

2- Kuşatıcı Bir Program Yapılmalıdır42

3- Hareketin Merhalesi İyi Bilinmelidir42

4- Programlar Her Seviyeyi Gözetmelidir43

5- Siyasi Çalışmalar Da İhmal Edilmemelidir43

6- İslam Cemaatlerine Sevgiyle Muamele Edilmelidir43

7- Cihad Ve Kültür Alanının İhmal Edilmemesi43

8- Toplumu İslami Düzene Hazırlamak. 43

9- Müslüman Kadının Yetiştirilmesi43

10- Nesilleri Fitneden Korumak. 44

11- İslam'ın Yeni Nesillere İntikalini Sağlamak. 44

12- Arapçaya Ve Diğer Dillere Önem Vermek. 44

13- Hareketin Maddi İmkanlarını Düzenlemek. 44

14- İhtisas Sahiplerinden Yararlanmak. 44

Liderin Çalışmasına Yardımcı Bazı Tavsiyeler44

Liderle Yardımcıları Arasındaki İlişkiler48

Genel Hatırlatmalar50

Cemaat Üyeligi Ve Gerekleri Genel Esaslar51

Üyelerde Olması Gereken Özellikler53

Liderle Üyeler Arasındaki Ahlaki İlişkiler58

1- Saygı Ve Değer Verme. 59

2- Hitab Etme Adabı59

3- Birbirlerine Karşı Güven İçinde Olmak. 59

4- Birbirlerine Nasihat Etmek. 60

5- Karşılıklı Sevgi Ve Kardeşlik. 60

6- Lider Ve Üyeler Arasında Sürekli Alaka Ve Kolay İrtibat61

7- Görev Değişikliklerine Karşı Hazırlıklı Olmak. 61

8- Her İşte Allah Ve Resulünün Hükmünü Tereddütsüz Kabullenmek. 61

9- İslami Ve İslam Dışı Tüm Hareketleri Tanıyarak Tecrübeleri Artırmak. 62

Tüzük Ve Genel Prensipler62

Toplantıların Düzenlenmesi Ve Yönetilmesi64

SEKİZİNCİ KISIM... 66

İSLAMİ HAREKETTE VAHDET.. 66

Müslümanların Birliği Üzerine. 66

Bir Ülke İçinde Birlik. 67

İslamı Vahdet Üzerine Araştırıcı Bir Bakış. 68

Vahdet İçin Çalışmamız Gereken Hedefler71

Öncelikli Hedeflerimiz. 73

İslamı Çalışmada Doğru Metod. 75

Bazı Cemaatlerin Yanlışları Üzerine. 77

Siyaseti Eğitime Tercih Edenler77

Şiddet Yöntemini Tercih Edenler78

Kötülüklerin Giderilmesinde En Doğru Yol79

Davet Yolu Ve Şartlarıyla Tanışma. 81

Yönlendirme Ve Vahdet İçin Nasihatler83

Davetimizin Yapısı84

Diğer Cemaatlere Karşı Tutumumuz. 85

Vahdet İslami Bir Sorumluluktur85

DOKUZUNCU KISIM... 87

Davet Yolunda Azığa Muhtacız. 87

Azığımızın Kaynağı Kur'an. 90

Kur'an-ı Kerim.. 91

Cahiliyeden İslam'a. 91

Kur'an Aramızdadır92

Gelin Kur’an la İlişkimizi Güzelleştirelim.. 93

Kur'an’a Uymak Ve Uygulamak. 94

Allah'ın Yarattıkları Ve Delilleri Üzerinde Tefekkür Etmek. 95

Bitkiler Ve Böcekler Alemi96

Kainattaki Diğer Varlıklar Üzerinde Düşünme. 96

Allah'ın Nimetleri Üzerinde Tefekkür Etmek. 98

İnsanları Bekleyen Gayb Alemini Tefekkür Etmek. 101

Ömrümüzden Kalan Süre. 101

Ölüm Merhalesi102

Kabir Ve Berzah Hayatı103

Ahiret Günü Üzerinde Tefekkür Etmek. 104

Sûr'a Üflenmesi104

Arz, Hesap Ve Mizan. 105

Sırat105

Şefaat106

Havz. 106

Cehennem Ateşi106

Cennet Ve Nimetleri107

Siyerden Alacağımız Azık. 108

Namaz'dan Alacağımız Azık. 110

Namaz. 111

Oruçtan Alacağımız Azık. 113

Zekattan Alınacak Azık. 116

Hacc'dan Alınacak Azık. 119

Hac Yolculuğuna Çıkma. 119

Hacc'da Telbiye. 121

Kabe'yi Tavaf122

Safa İle Merve Arasında. 122

Şeytan Taşlama Ve Kurban Kesme. 123

Gece Kıyamındakı Azık. 123

Zikir Ve Dua Azığımız. 126

Sünnetten Alınacak Azık. 129

Sünnete Uymakla Elde Edilecek Azık. 131

Resulullah (A.S.) Mükemmel Bir Örnektir132

Sünnetin Bazı Parlak Yönleri132

Sünnetin İslami Şahsiyeti Oluşturmadaki Rolü. 133

Cıhad'dan Elde Edilecek Azık. 134

Cihad Ayetleri135

Cihad, Mü'minle Münafığı Ayırd Eder137

Allah'a Davetten Elde Edilecek Azık. 138

Yararlı Sohbetten Elde Edilecek Azık. 140

Salih Amelden Elde Edilecek Azık. 143

Azığın Kazandırdıkları...146


ALTINCI KISIM

 

KUR’AN VE SÜNNETTE ZULÜM KAVRAMI

 

Sunuş

 

Zulüm kıyamet gününde karanlıklar şeklinde kendini gösterecektir. Bugün de insan nereye baksa zulmün muhtelif şekilleri ile karşılaşıyor. Öyle ki zulüm adetâ, üzerinde araştırmalar yapılan, değişik ihtisas alanla­rı geliştirilen, yeni metodları araştırılan, modern aletleri geliştirilen ve sü­rekli şekilde modernleşen bir ilim dalı haline geldi. Her ne zaman bir zu­lüm duysak veya görsek mazlumlardan çok zalimlere acıyoruz. Çünkü zalimlerin ahirette karşılaşacakları durum, mazlumların bu dünyada kar­şılaştıkları uygulamadan daha çok, daha şiddetli ve kalıcı olacaktır.

Yüce Allah'ın kitabında zulümden, zalimlerden ve mazlumlardan çe­şitli şekillerde söz edilmiştir.

Aynı şekilde Resulullah (a.s)'in hadislerinde de söz edilmiştir.

Zulme maruz kalarak, onun değişik şekillerini tadıp, hislerini yaşadı­ğımda ve acılarını duyduğumda, bu zulüm konusunu ele almayı ve Al­lah'ın kitabından, Resulullah (a.s.)'ın sünnetinden bilgiler almak suretiyle bu konuda bir kitapçık yazmayı arzulamıştım. Bunu yapmakla, zulmün fenalığını ortaya koymayı, zalimlere sonlarının ve çekecekleri azabın pek fena olacağını bildirmeyi istiyordum. Aynı zamanda mazlumların da elle­rinden tutma, Allah'ın insaf göstermeleri ve kendilerine zulmedenlerden intikam alma duygularını yenmeleri karşılığında kendilerine bolca ecir vereceği hususunda gönüllerini rahat kılma amacındaydım.

Kalpleri merhamet duygusuyla ve derinlemesine bir yoklamaya ça­lıştım. Bunu yaparken kalplerin bir yarar sağlamasını ve durumunu dü­zeltmesini, mazlumların da ümitsizliğe düşmemelerini sağlamayı amaçla­dım.

Kalpleri, kudret elinde tutan Allah Teala her şeyin üstünde bir güce sahiptir. İnsanlara karşı merhametli ve acıyıcıdır. Allah'tan hidayet, rah­met, adalet, güven ve rahatlık diliyoruz. İnsanların İslam'ın gölgesinde, İslam'ın hakimiyeti altında, İslam'ın adaletinde yaşayabilmeleri için maz­lumların üzerindeki zulmün kaldırılmasını diliyorum.

Amîn.[1]

 

Zulüm Ve Zalimler

 

Zalimler ne kadar da fenadırlar, kötülükleri ne kadar da şiddetlidir, hem dünyaları hem de ahiretleri ne kadar da perişandır... İnsanlara hak­sızlık ederler, yeryüzünde haksız yere taşkınlıkta bulunurlar, sınırları aşar, insanları zindanlara doldurur, onlara işkence eder, sebepsiz yere, haksız olarak ve sırf kendilerine karşı olan düşmanlıkları dolayısıyla öl­dürürler.

Bunun arkasından elde ettikleri fayda nedir? Kesinlikle bir fayda el­de edemezler. Ancak bütün feanalıklar kendilerini bulur. Şeytan'ın ve yardımcılarının güzel göstermesi sonucu, bütün bunları o cezalandırılan insanların fenalıklarından diğer insanları korumak amacıyla yaptıklarını ileri sürerler. Yahut haksızlıklarını ve taşkınlıklarını yerinde gösterebil­mek için böyle zannederler. Geçmişte olsun, şimdi olsun zalimlerin anla­yışı hep böyle olmuştur. Bu düşünceyi onların kafalarına Şeytan sokar, dillerinden de o söylettirir.

"Firavun dedi ki: "Beni bırakın, Musa'yı öldüreyim. O Rabb'ine yalvaradursun. Onun dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozguncu­luk çıkaracağından korkuyorum."[2]

"Firavun kavminin ileri gelenleri: "Musa'yı ve milletini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveri­yorsun?" dediler. Firavun: "Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz," dedi."[3]

İşte Hz. Musa ve milleti, Firavun ile onun ileri gelenlerinin gözünde yeryüzünün bozguncuları olarak görünüyorlardı. Onlara göre bunlar, ken­dileri ve oğulları işkence edilmeyi ve öldürülmeyi hak ediyorlardı. İşte bu, büyüklerime, taşkınlık, iftira ve zulümdür.

Günümüzde, gerek Arap aleminde, gerekse bütün İslam dünyasında hüküm süren zalimlerin mantığı da budur. İnsanları Allah'a çağıran terte­miz müslüman gençler onların gözünde bozguncu, yıkıcı, terörist, aşırı, yoldan çıkmış ve taşkındırlar. Bunun gibi pek çok sıfatı haksızlıkla ve if­tira olarak onlara yakıştırırlar.

Geçmişte de Resulullah (a.s) müşrikler tarafından sihirbaz, deli, şair, yalancı, kahin ve benzeri sıfatlarla vasıflandırılmıştı.

Öte yandan zalimlerin gözünde eğlence düşkünü, zevk peşinde, hip­pi gençler; çağdaştırlar, gerçek vatan gençleridirler ve doğru yoldadırlar. Niçin olmasın ki, onlar zalimlere boyun eğmiştirler, hatta onları alkışlı­yor, çığırtkanlıklarını yapıyorlar![4]

 

Güvenlik Güçleri, Kimin Güvenliğini Koruyor?

 

Bu müslüman gençlik ve Allah yolunun davetçileri, güvenlik adına ikinci bir ordu haline gelen güvenlik adamlarının ve merkezi güvenlik kuvvetlerinin elleriyle tutuklanmaya, işkenceye, sürgüne ve öldürülmeye maruz kalıyorlar. Aynı şekilde devlet güvenlik mahkemelerinin yahut gizli askeri mahkemelerin pnünde muhakeme ediliyorlar. Bütün bunlar diktatörce yönetimin gölgesinde ve sıkı yönetim kanunları çerçevesinde uygulanırken yönetimin demokratik olduğu ileri sürülüyor. Çünkü devlet müslüman gençlere karşı savaş açmıştır. Hapishaneleri ve tutukevlerini onlar için açıyor. İplerini sözkonusu hükümleri uygulayabilmek için ası­yor. Bunlann hepsi güvenlik adına ve güvenlik için .yapılıyor. Bu gerçek­ten güvenlik midir? Yoksa gözdağı verme, zulüm ve terör müdür? Ve zu­lüm ile güvenliğin sağlanması mümkün müdür?[5]

 

Zulme Karşı Tepki

 

Her eyleme karşı bir reaksiyon (karşı-eylem) olur. Zulme karşı da anında ortaya çıkmasa bile bir reaksiyon (karşı-eylem) olmaktadır. Zul­mün tam ve sürekli bir teslimiyet ile karşılaşması düşünülemez. Zulüm; sıkıntıyı, darlığı, hiddeti ve direniş için fırsat gözetme anlayışını berabe­rinde getirir. Bu halde, insanlar, zulmü ortadan kaldırmak ve kendilerine düşmanlık edenleri etkisiz hale getirmek için sürekli fırsat kollarlar. Bu düşünce sadece haksızlığa uğrayanların zihinlerinde teşekkül etmez. Adaleti seven, zulme karşı olan, hürriyeti seven, taşkınlığa ve baskıya karşı olan herkesin zihninde bu karşı koyma anlayışı oluşur. Hatta din ve inanç ilişkisinin ötesinde haksızlığa uğrayanlarla sadece insanî ilişkileri olanlar da bundan etkilenirler.

Bizden biri, bir hayvana fenalık edildiğini görünce ondan dolayı ra­hatsız olup yapılan fenalığın önüne geçmek isterken, bu fenalığa muruz kalanın temiz bir insan olması halinde bu olaya nasıl lakayd kalabilir?

Zalimler, yaptıklarına yönelik reaksiyonları çok iyi anlarlar ve buna karşı bazı planlar yaparlar. Ama ne yazık ki, onlar, kendi nefislerini koru­yabilmek için bu reaksiyonları daha şiddetli zulüm uygulayarak karşılar­lar. Böylece bir taraftan zulüm artarken bir taraftan da reaksiyon çıkar. Zalimler de korku ve üzüntü içinde istikrarsız bir hayat sürmek zorunda kalırlar.

Zulüm; güvenliği sağlayabilmiş midir? Onların -yani zalimlerin- her kıpırdanışı kendi aleyhlerine bir gelişmeyi de beraberinde getirmiyormı? Bazılarının korku ve endişe dolayısıyla gecelerini bile feda ettiği gö­rülüyor.

Böyle bir hayatta, hangi huzurdan, hangi rahatlıktan, hangi mutlu­luktan söz edilebilir? Bütün iş, o zalimlerin etrafını saran ve meslekleri insanlara işkence etmek ve onları öldürmek olan güvenlik kuvvetlerinde.

Gerçekten zalimler ne kadar da fenadırlar.. Başlarına gelen belalar ne kadar da şiddetlidir.. Hem dünyaları, hem ahiretleri ne kadar da peri­şandır...

Zalimler bu şekilde, onların etraflarını saran ve onlardan menfaatlenen bir azınlığın dışında, haksızlığa uğrayan, baskı altında tutulan bütün halk tarafından düşmanlık ve memnuniyetsizlik duygulan ile karşılanır­lar. Oysa kendileri için uygun olan, halkları ile yardımlaşmaları, onların güven, destek ve sevgilerine kavuşmalarıydı. Bu zalimlerden birinin, ada­leti uygulayan bir yönetimin gölgesinde rahat, güvenli alelade bir vatan­daş olması kendisi için böyle sıkıntı ve korku içinde ve hem Allah'ın hem de insanların gazabına uğramış bir yönetici olmaktan daha hayırlı olurdu.

Bunlar zalimlerin dünyadayken başlarına gelen fenalıkların, belaların ve sıkıntıların bir kısmı. Ahirette ise iyiden iyiye perişan olacaklar. Bitmeyecek olan azab , rezillik, aşağılık ve pişmanlık onları bekliyor.[6]

 

Zalimlere Uyanların Ve Onların Askerlerinin Durumu Nedir?

 

Bunlar da onlar gibi zalimdirler. Zalimlere yardımcı olmuş ve onla­rın zulüm uygulamalarını gerçekleştirmişlerdir. Bazıları yaptıklarından ötürü kendilerinin üzerine bir sorumluluk olmadığını zannederler. Kendi­lerinin sadece başkanlarının emirlerini yerine getirdiklerini, sorumlulu­ğun ise tümüyle başkanlara ait olduğunu düşünürler. Bunlar kendilerine bir başka mazeret de bularak, emredilenleri yerine getirmemeleri halinde kendilerinin bizzat işkenceye, ezaya, tecride ve benzeri kötü uygulamala­ra maruz kalacaklarını söyleyebilirler. Oysa onlar zulme ortak olmakta­dırlar, bu itibarla başkanları ile birlikte sorumludurlar.

Eğer zalim, ona itaat eden ve emirlerini yetine getiren askerler bula­mamış olsaydı bütün bu zulümler olur muydu? Firavun, askerleri olma­saydı ne yapabilirdi? Bundan dolayıdır ki yüce Allah'ın Firavun'u, veziri­ni ve askerlerini azab ve hatada bir tuttuğunu görüyoruz.

"Firavun, Haman ve onların askerleri hata üzere idiler."[7]

"Biz, memlekette güçsüz sayılara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete yerleştirmek, Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları şeyler göstermek istiyor­duk."[8]

Buna ilave olarak yüce Allah, Firavun ve müstekbirlerle, onlara uyan güçsüz askerler arasında geçen durumu da bize bildiriyor:

"Allah onu (Firavun kavminden iman sahibi bir kişi), kurmak iste­dikleri tuzaktan korudu. Kötü azab Firavun'un adamlarını sardı. Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün "Firavun'un adamla­rını azabın en ağırına sokun" denir. Ateşin içinde birbirleriyle tartışır­larken, güçsüzler, büyüklük taslayanlara; "Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını bizden savabilir misiniz?" derler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler): "Hepimiz onun içindeyiz. Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir" derler."[9]

Hüsrana uğrayan kimse; ahiretini dünyalık karşılığında satandır. On­dan daha çok hüsrana uğrayan kimse ise ahiretini başkasının elde edeceği dünyalık karşısında satandır. İşte zalimlerin yolunda zulüm uygulamala­rını icra etmek suretiyle ahiretlerini satan askerlerin ve onlara uyanların durumu da buna uymaktadır. Halbuki bu zalimler Allah karşısında onlara hiç bir yardım dokunduramayacaklardır. Kıyamet gününde onlardan uzak olduklarını ilan edecekler. Ancak komutanıyla, askeriyle ve onlara tabi olanlarıyla hepsinin sonu azab ve hüsran olacaktır.

"Zalimler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait oldu­ğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilseler­di. Nitekim kendilerine uyulanlar azabı görünce uyanlardan uzaklaşa­caklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. "Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak" derler. Böylece Allah onlara hasretini çekecekleri işlerini gösterir. On­lar cehennemden çıkmayacaklardır."[10]

Ama Şeytan size verdiği vesvesesinde, sizin emirleri yerine getiren görevliler olduğunuzu, bu emirleri yerine getirmemeniz halinde bizzat kendinizin işkenceye ve eziyete maruz kalacağınızı söyler. Biz size deriz ki: Siz sorumlulukta başkanlarınıza ortaksınız ve Allah sizi pek uzun süre onların sevdiği kimseler olarak bırakmayacaktır. Onların emirlerini yeri­ne getirdikten sonra ilk etapta sizin hakkınızdan gelecekler.

Nitekim Resulullah (a.s.) bize böyle bildiriyor:

"Kim bir zalime yardımcı olursa, Allah o zalimi ona musallat eder."[11]

Sizin için en uygun ve hayırlı olacak iş; karşılığında sürgün, hapis, işkence, hatta ölüm dahil her ne türlü haksızlığa uğratılacak olursanız olun, zulüm emirlerini yerine getirmemektir. Sizin bunu yapmanız, yani zulüm emirlerini yerine getirmekten kaçınmanız karşılığında, Allah'ın rı­zasına ve cennetlerine kavuşacak, zalimlerle yardımcıları için hazırlamış olduğu azabından kurtulmuş olacaksınız. İnsanların yapacakları haksız­lıklarla Allah'ın azabı arasında tercih yapmak size ait. Artık söylediğimizi anlıyor, sizin için daha hayırlı olacak olanı tesbit edebiliyor, vaktin geçmeşinden önce halinizi düzeltebilmek için mevcut durumunuzun bir değerlendirmesini yapabiliyor musunuz? Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.[12]

 

Zulümden Ve Zulme Ortak Olanların Durumlarından Görüntüler

 

Bazı zalimlerle yardımcılarına bazen işler karışık görünür. Dolayı­sıyla yaptıklarının zulüm olmadığını zannederler. Buna bağlı olarak da Allah'ın zalimler için va'detmiş olduğu azabın kendilerine göre olmadığı­nı ve kendilerine dokunmayacağını düşünürler.

Eğer durum onların zannettiği gibiyse; gecenin ortasında sabaha doğru insanları tutuklamak, evleri teftiş ederkenki haykırışları ve bunun çocuklarda, kadınlarda yol açtığı ve hayatlarının sonuna kadar devam eden psikolojik rahatsızlıkları, sinir krizlerini nasıl isimlendirelim?

Sebepsiz yere yıllarca süren tutuklamalarla hapishanelerin birer zu­lüm merkezleri oldukları açıkça görülmüyor mu?

İthal metodlarla uygulanan ve çoğu zaman ölüme yol açan işkence­ler apaçık bir zulüm değil midir?

Evlerinin sahiplerinin başına yıkılması, insanların ırzlarına geçilme­si, diri diri insanların gömülmesi işlerine ne diyorsunuz? Bunlar öyle ale­lade işler midir? Yoksa zulmün bizzat kendisi midir? Bunları gerçekleşti­ren kimdir? Zalimin bizzat kendisi, yahud onun adamları ve askerleri de­ğil midir?

Sürgün, kovalama, kişisel hakların engellenmesi, mallara el konul­ması, özgürlüklerin kısıtlanması, halka iftira edilmek suretiyle bir sürü hile ile gerçekleştirilen referandumlarda % 99,99'a ulaşan bir çoğunluğun "evet" demesiyle kabul edildiği ileri sürülen baskı kanunlarının uygula­maya konması, yahut aynı türden kanunların hileli seçimlerle veya direkt yollarla belirlenen halk meclisleri vasıtasıyla uygulamaya konması, bütün bunlar zulümden başka nedir? Bu sayılanlar zalim yöneticinin halkım hükmü altında tutabilmek için başvurduğu yeni geliştirilmiş metodlardır. Bütün bunların zulüm olduğu bütün açıklığı ile ortadadır ve üzerinde hiç­bir şüphe yoktur.

Bu noktadan hareketle, dolayıh yollarla veya doğrudan bu zulüm uy­gulamalarından herhangi birine iştirak etmiş veya etmekte olana, kendisinin de zulme ortak olduğunu hatırlatırız. Böyle biri, Allah'ın zalimler için hazırlamış olduğu azaba çarptırılacak olan önderleri ile birlikte bu azaba atılacak yardımcılardan olacaklardır.

Örnek olarak arzedelim: Halk meclislerinde, yahut buna benzer mec­lislerde, içerisinde zulüm, aldatmaca, yahut hürriyetleri kısıtlama ve bu­nun dışında herhangi bir haksızlık bulunan bir kanun metnine "evet" di­yen, böyle bir kanunun kabulüne yardımcı olan her üye bu zulme ortaktır. Bu kanun dolayısıyla insanların maruz kalacakları her bir zulüm ve hak­sızlıktan dolayı Allah katında hesab verecektir. O kişinin söz konusu meclisteki üyeliği bitmiş olsa bile bu kanun, uygulamada olduğu sürece onun sorumluluğu devam edecektir. Hatta öldükten sonra bile o kanun uygulandığı sürece hesabı da sürecektir. Belki de böyle zalim kanunlar yüzünden insanların milyonlarcası zulme uğratılacaktır.

Sahih bir hadiste Resulullah (a.s.)'in şöyle söylediği bildiriliyor:

"Kim islâm'da kendi kafasına göre bir uygulama (bid'at) başlatırsa, ona bu işin ve kendinden sonra bu isi devam ettirenlerin günahı yazıla­caktır. Kendinden sonra bu işi sürdürenlerin günahından ise bir şey eksiltilmeyecektir."[13]

Söz konusu meclislerdeki her bir üye, zalim kanuna muvafakat anla­mına el kaldırmanın, yahut bir "evet" kelimesinin kendisine ne gibi so­rumluluklar yüklediğinin farkında mıdır? Onun yüzünden ne kadar süre­ceğini ancak Allah'ın bileceği bir azab için cehenneme atılabileceğini ba­sit "evet" kelimesini telaffuz etmeden önce üzerinde çok iyi düşünsün.

Bilal bin Harisi'l-Muzni'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğu bildiriliyor:

"Bir insan bazen hiç önemsemediği bir söz söyler, onunla Allah'ı kızdırır ve onun yüzünden cehennemde göklerle yerin arasındaki mesafe­den daha uzak bir yere atılır."[14]

Halkı temsil etme görevinin yüklediği emanet arasında o halkın hür­riyetlerini kısıtlama ve onu zulme maruz bırakma da var mıdır? Böyle bir şey hiç şüphesiz hıyanet sayılır. Artık uyanmayacak mısınız ey insanlar?

Ebu Hureyre (r.a)'den, rivayet edilmiştir:

"Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir mü'minin ölümüne bir kelimenin yarısı ile bile olsun yardım edecek olursa Allah'ın huzuruna alnına "Allah'ın rahmetinden mah­rum kişi" yazılı olarak çıkar."[15]

 

Ey Zalimler Uyanın...

 

Size ne oluyor da bu müslüman gençlere, insanları korkmadan Al­lah'a çağıran bu davetçilere böyle çeşit çeşit şekillerde zulmediyorsunuz? Sanki bu mazlumların haklarını isteyecek, zulmü üzerlerinden kaldıracak, onlara yapılan haksızlıklardan dolayı hiddetlenecek ve onların intikamını alacak kimse yok. Bilmez misiniz ki, kendisine dua ettikleri yaratıcıları onlara yapılan haksızlıkların farkındadır ve bütün yapılanları görmekte­dir.

Bilmez misiniz ki O, onların dostudur ve O'nun sizin üzerinizdeki gücü, sözün o mazlumlar üzerindeki gücünüzden çok daha fazladır.

O, yaratıcı iman edenlerin savunucusudur. Zalimlere bir süre mühlet verir, ama bir kere yakaladı mı artık bırakmaz.

O, pek ulu ve şiddetli intikam sahibidir.

Şu ayetleri okuyun ve üzerinde düşünün, belki uyanırsınız:

"Sen, zalimlerin yaptığından Allah'ı gafil sanma. O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor. O gün başlarını di­kerek koşarlar, bakışları kendilerine dönmez (Öyle dönüp kalmıştır sanki). Yüreklerinin içi de bomboş havadır. (Şaşkınlıktan, kafalarında dü­şünce adına bir şey kalmamıştır), insanları kendilerine azabın geleceği şu günden uyar ki, zalimler o gün: "Rabb'imiz, bizi yakın bir süreye ka­dar ertele de, senin çağrına gelelim, peygamberlerine uyalım" derler. Peki önceden sizin için hiç zeval olmadığına (sürekli yaşayacağınıza) yemin etmemiş miydiniz?" Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerine oturdunuz. Onlara, yaptıklarımız da sizlere açıklanmıştı, size misaller de vermiştik. Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah'ın elindeydi. Yerin başka bir yerler, göklerin de başka göklerle değiştirildiği her şeye üstün gelen tek Allah'ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine vere­ceği sözden cayacağını sanma; doğrusu Allah güçlüdür, intikam sahibidir. O gün suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş bürüyecektir. Bu, Allah herkese yaptığı­nın karşılığını vereceği için böyledir. Doğrusu Allah hesabı çabuk gö­rür. Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, yalnız bir tek ilah bulunduğunu bil­sinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[16]

Ey, müslüman gençleri zincirlere ve kelepçelere vuranlar, onları da­racık zindan odalarına kapatanlar ve onları yiyecekten, sudan alıkoyan­lar! Bilin ki, ahirette de zincirler, prangalar ve günahkar zalimlerin içine atılacakları daracık yerler vardır. Onların yiyecekleri irin ve zakkum ağa­cının meyvalarıdır. Kendilerine içecek verilir ama:

"Yüzlerini haşlayan bir su."[17]

"Yahut: Orada kendisine irinli su verilecektir. Onu yudum yudum alacak fakat yutamıyacaktır."[18]

Şu ayetleri de okuyup üzerinde düşünün, belki içerisinde bulunduğu­nuz gafletten uyanırsınız:

"Rableri peygamberlerine: "Biz zalimleri helak edeceğiz, onlardan sonra sizi o yerlere yerleştireceğiz. Bu, makamdan ve tehdidimden korkanlar içindir" diye vahyetti. Peygamberler yardım istediler ve her inat­çı zorba hüsrana uğradı. Ardından da cehennem onu gözetmektedir. Orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum alacak fakat yutamayacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde, ölemiyecek arka­sından da çetin bir azab gelecektir."[19]

Yine şu ayeti okuyun:

"Şüphesiz zalimler için duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde erimiş maden gibi yüz­lerini kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve ce­hennem ne kötü bir duraktır."[20]

Şu ayetlere de bir bakın:

"(O zalimlerin ve inkarcıların) atılacakları ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak dar bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler.

"Bir kere yok olmayı değil, bir çok kere yok olmayı isteyin," denir."[21]

 

Asıl Zayıf Olan Zalimlerdir

 

Evet zayıfsınız. Sizin örneğiniz; kendisi için bir ev edinen örümce­ğin örneği gibidir. Çünkü, evlerin en zayıfı, örümcek evidir. Etrafınızdaki askerler ve silahlar, içerisinde bulunduğunuz saraylar ve kaleler sizin bir şeyinizi artırmayacaktır. Gözlerimizle gördüğümüz gibi ne dünyada Al­lah'ın bize bildirdiği üzere, ne de ahirette! Çok sağlam burçlara sığınmış olsanız da ölüm sizi yakalayacaktır. Tüm askerlerinizin ve birliklerinizin arasında bulunsanız da ölüme yenileceksiniz. Bilin ki askerleriniz sizin lehinize değil aleyhinize yardımcıdır. Çünkü onlar sizin zulüm işlemenizi kolalaştırıyorlar. Zulmün sonu ise pek vahimdir. Eğer size gerçekten yardımcı olsalardı ve hakkınızda iyilik düşünselerdi sizi zulümden alıkoyarlardı. Resulullah (a.s)'in hadis-i şerifinde bildirdiği üzere zalime yapıla­cak gerçek yardım işte budur.

Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s):

"Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et" şöyle bu­yurdu:

Enes diyor ki:

"Ben sordum: "Ey Allah'ın Resulü, mazlum olduğunda yardım ede­rim, peki zalime nasıl yardım ederim?" Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Onu zulümden alıkoyarsın, işte bu senin ona yardımındır."[22]

Bir diğer husus da şudur ki: Siz ve askerleriniz kamçılarınıza, kelep­çelerinize, kurşunlarınıza ve iplerinize hedef seçtiğiniz müslüman gençle­rin ve Allah'a davet eden insanların bizzat nefisleriyle ve zayıf vucutlarıyla savaştığınızı zannediyorsunuz. Oysa siz bu düşüncenizde yanılıyor­sunuz. Çünkü siz bu davetçilerin şahsında Allah davetine ve Allah'a karşı savaşıyorsunuz.

"Allah işinde hakimdir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler."[23]

"Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçtü olandır, Hakim olandır."[24]

"Rabbi'nin ordularını kendisinden başkası bilemez."[25]

İşte bu şekilde, siz ordularınızla ve askerlerinizle zayıflığın, güçsüz­lüğün tam merkezindesiniz. Bizim zindanlarda tutulan, işkenceye maruz bırakılan Müslüman gençlerimiz ise güç ve kuvvetin merkezindedirler. Çünkü onlar hak üzerindedirler, siz batıl üzeresiniz. Onlar Allah yolunda­dırlar, siz Şeytan'ın yolandısınız.

"Şeytanın hilesi pek zayıftır."[26]

Allah'ın size fırsat vermesi dolayısıyla siz de zulümde iyice ileri git­meye kalkıyorsunuz. Şunu bilin ki, Allah fırsat verir ama ihmal etmez.

Resulullah (a.s) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:

"Allah Teala zalime bir süre fırsat verir, ama bir yakaladı mı da ar­tık bırakmaz."[27]

Resulullah (a.s) bu sözü söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:

"Allah kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar. Yaka­laması da şiddetli ve elimdir."[28]

Zalimlerin sonlarının ne olduğunu geçmişle ilgili olarak anlatılanlar­dan duyduk ve günümüzde de bazılarının sonlarını gözlerimizle gördük. Bunda aklını kullanabilen ve söz dinleyen için büyük ibret vardır. Bu olanlar aynı zamanda Allah Teala'nın va'dettiklerinin bir şahididir. Al­lah'ın sözü mutlaka haktır, doğrudur.

"Haksız eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacak­lardır."[29]

Ey zalimler ve yardımcıları: Bilin ki, mazlumun duası ile Allah ara­sında hiçbir perde yoktur.

Resulullah (a.s) Efendimiz, Muaz bin Cebel (r.a)'e vasiyetinde şöyle  buyuruluyor:

"Mazlumun duasından sakının. Çünkü onun duası ile Allah arasın­da hiçbir perde yoktur."[30]

Nice insan zulme uğratılıyor, onlar zindanların karanlık köşelerinde, işkence kamçılarının altında yahut ipe çekilirken nice dualar ediyorlar.

Sonra beri tarafta mazlumların yakınları, babaları, anaları, eşleri, kardeşleri, çocukları, bunların hepsi, tahrik, sürgün, aç bırakma, tecavüz şeklinde tezahür eden çeşitli zulüm uygulamalarına maruz kalıyorlar. On­ların üzüntü, elem, açlık ve korku iniltileri ile birlikte duaları Rabb'lerine ulaşıyor. Bir tek mazlumun duasından bile zalime yazıklar olsun. Artık binlerce mazlumun bunca duası karşısında onların hali ne olacaktır?[31]

 

Ey Zalimler Bir, Kaç Dakika Sabredin

 

Bizimle zulüm ve zalimlerle birlikte olacak şu nasihatlarımıza sabre­din ve değerli vaktinizden bize birkaç dakika ayırın. Her bir anında nice günah işlediğiniz, nice haksızlıklar yaptığınız o vaktinizden biraz ayırın ve bizi dinleyin. Size sonsuz olan ahiret hayatınızın ne olacağı ile ilgili varlık davanızdan söz edeceğiz. Bu gerçekten önem vermenizi gerektiren bir şeydir. Bu dakikaları kıskanmayın. Belki sizin kurtuluşunuz bunda olur. Gelin bizimle birlikte şu manzarayı bir seyredin. Belki kalpleriniz titrer, gözlerinizin, yahut basiretinizin üzerindeki perdeler kalkar:

"İlgililere söyle emredilir: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını biraraya toplayın. Onları cehennem yo­luna koyun. Onları durdurun, çünkü onlardan daha da hesap sorulacak­tır. Şöyle sorulur:

"Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?" Hayır, bugün onların hepsi teslim olmuşlardır. Birbirlerine dönüp sorarlar. Tabi olan­lar, ileri gelenlerine: "Doğrusu siz bize suret-i haktan görünürdünüz" derler. Onlar da şöyle derler: "Hayır siz inanmış kimseler değildiniz. Bi­zim sizin üstünüzde bir nüfuzumuz yoktu. Bilakis azmış bir millettiniz. Bu sebeple Rabb'imizin sözü aleyhimize gerçekleşti. Şüphesiz azabı tadaca­ğız. Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık." O gün hepsi azabda birleşirler. Doğrusu suçlulara böyle yaparız."[32]

O gün onların üzerine lanet akıtılır da ileri sürdükleri mazeret hiçbir fayda vermez:

"O gün zalimlere özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet onlara­dır. Kalacak yerin fenası da onlaradır."[33]

Şimdi zalimler için olan bir başka manzaraya göz atalım:

"Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakar­ken ateşe sunulduklarını görürsün, inananlar: "Hüsranda olanlar kıya­met günü kendilerini de ailelerini de hüsranda bırakanlardır" derler, iyi bilin ki, zalimler sürekli bir azab içindedirler. Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah'ın sapıklıkta bıraktı­ğı kimse için bir kurtuluş yolu yoktur."[34]

Siz bugün gençleri basit bir iltifattan alıkoyuyor ve onlara işkence ediyorsunuz. Karşılığına bir bakınız. Sonra gelin, zalimlerin değişik gruplarının birbirleri ile konuşmalarını ve lanetleşmelerini gösteren man­zarayı seyredin:

"Sen bu zalimleri, Rabb'lerinin huzurunda dikilmiş oldukları za­man, suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar bü­yüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz inanmış mü'minlerden ola­caktık" derler. Büyüklük taslayanlar güçsüz sayılanlara: "Size doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır zaten suçlu kimselerdiniz" derler."[35]

Ey zalimlerin peşinden gidenler... Bu karşı durma işini neden dünya­da iken yapmıyorsunuz ve onlarla birlikte haşrolunmamak için kendinizi zalimlerin bağından kopar mıyorsunuz? Eğer böyle yaparsanız kıyamet gününde zalimlere uymaktan ve onlara bağlılık göstermiş olmaktan dola­yı pişmanlık gösterip parmağınızı ısırmazsınız.

"O gün zalim ellerini ısırıp: "Keşke peygamberle beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki, beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor" der."[36] 

Şimdi gelin Kur'an'da bildirildiği üzere bu mukayeseyi cennet ehli, onların yiyecek içecekleri ve cehennem ehli ile onların yiyecek ve içe­cekleri arasında yapalım ki, gidiş yolunuzu bilerek seçesiniz;

"Ancak Allah'ın halis kulları bundan müstesnadır. (Onlar ceza gör­meyeceklerdir.) Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvalarla kendilerine ikram edilmektedir. Nimet cennetlerinde, tahtlar üzerinde kaşılıklı oturmaktadırlar. Kendilerine baş döndürmeyen, sarhoş etme­yen, içenlere zevk veren bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur. Yanlarında el değmemiş, örtülü yumurta gibi, bakışlarını da yalnız erkeklerine çevirmiş güzel gözlü kadınlar vardır."[37]

Bundan sonra da şöyle buyruluyor:

"Konukluk olarak, bu mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağa­cı zalimler için bir ders yaptık. O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bundan yerler, ka­rınlarını onunla doldururlar. Sonra üzerine kaynar su katılmış içki şüp­hesiz onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yeri yine cehennemdir."[38]

Artık bu iki durum arasında bir tercih yapın.[39]

 

Ey Zalimlerin Askerleri...

 

Ey Allah'ın mü'min kullarına işkence eden ve işkence sırasında onla­rın gözlerini bağlayan sizler! Eğer bunu yapmaktaki amacınız dünyada iken hakkınızda kısas uygulanacağı korkusu ile sizi tanımamalarını sağla­mak ise biliniz ki, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olanın katında ta­nınmaktasınız. İnsanlar tarafından da tanınacaksınız, hatta tanındınız bile. Artık bu korku, bu endişe neyin nesi? Dünyadaki kısasın önüne geçmeye çalışsanız da, ahiretteki hesab ve cezadan kurtulamazsınız. Belki dünya­daki kısasta bir rahmet vardır ve ahirette sizi bekleyen azabın biraz hafıfletilmesine vesiledir.

Kimbilir belki de, Allah'ın şu ayette bildirdiği üzere gözleri görmez halde (kor olarak) haşrolunacaksınız:

"Kim benim zikrimden (kitabımdan) yüz çeverirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz. O zaman: "Rabb'im beni niçin kör olarak hasrettin, oysa ben gören bir kimseydim" der. Allah" Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun" der."[40]

 

İşkence

 

Şüphesiz, müslüman gençlerin maruz kaldığı işkence uygulamaları, metodları ve bunan dolayı ortaya çıkan korkulu manzaralar bir film veya dinlenen bir kaset ile insanlara arzedilmiş olsaydı, seyredenlerin veya dinleyenlerin çoğunda krize, sinir hastalıklarına yol açardı. Sadece sey­retmek dolayısıyla bu durum ortaya çıkarken, bizzat maruz kalmak ve ha­kikatini, uygulanışını tadmak insanları ne hale sokardı?

Hatırlıyorum bir kere ben bir kardeşimize yapılan işkence hakkında şahid olarak ifademin alınması için çağrılmıştım. Bu kardeşimiz bu tür­den dilekçeler verilmesine müsaade edildiğinde savcılığa bir dilekçe ver­mişti. İfademin alınması sırasında soruşturmacı doğruyu söylemek üzere Allah'a yemin etmemi istedi.

Ben Dedim ki:

"Doğruyu tam olarak söylemeye gücümün yetmediğini bildiğim hal­de doğruyu söyleyeceğime Allah'a yemin ediyorum."

Tahkikçi bu sözümden hayrete düşerek sordu:

"Bu nasıl bir şey?"

Ben şöyle cevap verdim:

"Yapılan işkence ve eziyetin gerçek şeklini anlatabilmek için sözler ve kelimeler yeterli değildir. Ben ne kadar ifade etmeye çalışsam da bu tam doğru olmayacaktır. Bu zaman, işkence edenlerin işkencedeki maha­retlerini ve becerilerini ve bu yolla efendilerine karşı görevlerini yerine getirmedeki başarılarını eksik anlatmış olurum."

Sonra tahkikçiye dedim ki:

"Filancanın filancaya işkence ettiğini, yapılan işkencenin o kişinin bedeninde iz bıraktığını ve bunun adlî tabib tarafından isbat edildiğini or­taya çıkarmak için kendini uğraştırmanızdan, binlerce tutuklu arasında fi­lancanın yahut falancanın işkenceye maruz kalmadığını isbat etmeniz daha yerinde ve daha kolay olur. İşkence topluca yapılıyordu. Hiç kimse ondan kurtulamadı. Sonra uygulama şekilleri çok çeşitli idi. Dövme ise, bir benzerinden çok çok hafif olan şekildi."

Bu açıklama karşısında tahkikci sorduğuna pişman oldu ve söyle­nenlere bir cevap veremedi.

İşkencenin uygulandığı yerler insanların görebileceği ve duyabilece­ği yerlerden uzaktır. Ama Allah görmekte ve duymaktadır. İşkence uygu­lamaları ise çeşitli, modern ve uzun süre durmadan, hafiflemeden devam edecek şekildedir. İşkence görenlerden yükselen Allah'ın zikri ve O'na şi­kayet dolu haykırışlar ile işkence eden askerlerin ağızlarından çıkan çir­kin küfürler birbirine karışmaktadır.

Gençler prangalarla bağlanmıştır. Gözleri sarılmıştır. Ne zaman ve kim tarafından işkence gördüğünü bilemez. Her ne zaman işkence edildi­ği mekandan uzaklaşmaya çalışsa buna güç yetiremez. Sadece yiyecekten değil su içmekten de alıkonulur. Kelimelerle ifade edilemeyecek olan bü­tün bu şekillerin ve benzerlerinin etkisi mü'minin nefsinde Kur'an'da, za­limlerin ve mazlumların, işkence edenlerin ve işkence görenlerin ahiretteki durumları ile ilgili ayetleri okuduğu zaman kendini gösteriyor.

İşte bize bu durumu izah eden pek çok ayetten bir kaçı:

"Doğrusu günahkarların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarda su­yun kaynaması gibi kaynayan erimiş maden gibidir."

"Suçluyu yakalayın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azab olarak kaynar su dökün" denir. Sonra ona: "Tad bakalım, hani şe­refli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir" denir. Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlar ise güvenli bir yerde, bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve parlak at­lastan giyinerek karşılıklı otururlar. Böyle olduğu gibi ayrıca onları gü­zel gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. Orada ilk ölümden başka bir ölüm tadmazlar. Rabbin lütfuyla onları cehennem azbından korumuştur. İşte büyük kurtuluş budur."

"Muhakkak ki, iyinin kötünün birbirinden ayırdedileceği hüküm gü­nü belirlenmiş bir vakittir. O gün Sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gökler kapı kapı açılacaktır. Dağlar yürütülüp serap olacaktır. Cehen­nem yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır. Orada sonsuz kalacaklardır. Orada serinlik bulamayacaklardır, işlediklerine uygun olan kaynar su ve irin dışında bir içecek tadamıyacaklardır. Çün­kü onlar hesaba çekileceklerini ummazlardı. Ayetlerimizi hep yalan sa­yıp dururlardı. Biz de her şeyi yazıp saymışızdır. Şimdi tadın yaptıkları­nızın tadını, artık size azabdan başka bir şey artırmayız. Doğrusu Al­lah'a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır. Orada boş ve ya­lan söz işitmezler. Bunlar Rabb'imin katında hesabları karşılığı verilen­lerdir."[41]

"İnkar edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennem azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız.

Orada; "Rabbi'miz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka olarak salih ameller işleyelim" diye bağrışırlar.

O zaman onlara şöyle deriz: "Öğüt alacak kişinin öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Artık azabı tadınız, zalimlerin yardımcısı olmaz."[42]

"O gün azab onları, üstlerinden ve ayaklarının altından sarar ve (Allah onlara): "Yaptığınız işlerin karşılığını tadın" der."[43]

"Ateşte olanlar, cehennemin bekçilerine: "Rabb'inize yalvarın da hiç değilse bir gün azabımızı hafifletsin" derler.

Bekçiler: "Size belgelerle peygamberiniz gelmemiş miydi?" derler.

Onlar da: "Evet, gelmişti" derler.

Bekçiler: "O halde kendiniz yalvarın" derler.

İnkarcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır. Doğrusu biz peygamber­lerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahidlerin şahidlik edeceği günde yardım ederiz. O gün zalimlere Özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet onlaradır. Kalacak yerlerin fenası da onlaradır."[44]

"Peygamberler yardım istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından cehennem onu gözetlemektedir. Orada kendisine irinli su içirilecektir. Onu yudum yudum alacak, fakat yutamıyacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde ölemeyecek, arkasından da çetin bir azap ge­lecektir."[45]

"Putperestlerin söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl. Varlık sahibi olup da seni yalanlayanları bana bırak; onlara az bir me­hil ver. Şüphesiz katımızda onlar için ağır boyunduruklar, cehennem, boğazı tıkayan bir yiyecek ve can yakıcı azab vardır."[46]

"Rabb'in onları azab kırbacından geçirmiştir. Şüphesiz Rabb'in gö­zetleme yerindedir (her an kullarının fiillerini gözetlemektedir)."[47]

"Melekler sıra sıra dizilip, Rabb'inin emri geldiği zaman. O gün ce­hennem ortaya konur. O gün insan öğüt almaya çalışır ama artık öğüt­ten ona ne.

"Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım" der. O gün hiç kimse Allah'ın azab ettiği gibi azab edemez. Hiç kimse O'nun vurdu­ğu bağ gibisini vuramaz."[48]

"Bu, onların konuşamayacakları gündür. Onlara izin de verilmez ki özür beyan etsinler."[49]

"İşte Rabb'leri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O'nu inkar edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada, uğradıkları gamdam ne zaman çıkmak isteseler her defa­sında oraya geri çevirilirler: "Yakıcı azabı tadın" denir. Doğrusu Allah iman edip salih amel işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan cennetlere ko­yar. Orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Oradaki elbiseleri de ipektendir. Bu kimseler sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılmışlar, övülmeğe layık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir."[50]

 

Zulüm Ve Zalimler Hakkında Hadisler

 

Cabir (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyur­muştur:

"Zulümden sakının, çünkü zulüm kıyamet gününde insanın üzerinde karanlıklara vesiledir. Cimrilikten de sakının, çünkü o sizden öncekileri helaka götürmüştür. Bu özellik onları, birbirlerinin kanlarını akıtmaya ve birbirlerine haram kılınan şeyleri helal saymalarına vesile olmuştur.[51]

Resulullah (a.s) veda haccındaki hutbesinde de şöyle buyurmuştur:

"Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize içinde bulunduğu­nuz günün, üzerinde bulunduğunuz yerin ve içinde bulunduğunuz ayın karanlığı gibi haram kılınmıştır. Rabb'inize kavuşacaksınız ve O da size yaptıklarınızı soracaktır. Dikkat edin, benden sonra birbirlerinizin bo­ğazlarını vuracak şekilde küfre düşmeyin. Bakın, burada bulunan bulun­mayana ulaştırsn. Olur ki, kendilerine tebliğ olunanların bazıları burada bizzat duyanların bazılarından daha kavrayışlı olurlar."

Sonra Resulullah (a.s):

"Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?" diye buyurdu.

Biz "Evet" dedik.

O da: "Ey Allah'ım, şahid ol" diye buyurdu."[52]

Abdullah bin Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Mü'min, haram kan dökmedikçe, dininde bir genişlik üzeredir."[53]

Nice mü'min kardeşlerimiz, kendilerine yapılan işkence dolayısıyla şehid olarak Allah'a kavuşmuşlardır. Yahut kurşunlanmak veya ipe çekil­mek suretiyle şehid olmuşlardır. Nicelerinin evleri üzerlerine yıkılmıştır, niceleri diri diri toprağa gömülmüşlerdir. Zalimlere yazıklar olsun.

Cerir bin Abdullah (r.a)'dan rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kim insanlara acımazsa Allah da ona acımaz."[54]

"Hişam bin Hakim bin Huzam (r.a)'dan rivayet edildiğine göre o bir keresinde Şam'dan geçerken Nebatilerden bir topluluğun güneşin akında bırakıldıklarını ve başlarına da zeytinyağı döküldüğünü görür.

"Bu nedir?" diye sorar. "Haraç dolayısıyla (haracı vermediklerinden dolayı) işkence ediliyorlar" denilir. (Bir rivayete göre de cizyeden dolayı tutulmuşlardır).

Bunun üzerine Hişam: "Şehadet ederim ki, ben Resulullah (a.s)'ı şöyle söylerken işittim" der ve şu hadisi rivayet eder:

"Allah, dünyadayken insanlara işkence edene azab eder."

Sonra emirin yanını gider ve hadisi ona da rivayet eder. Bunun üze­rine o kimseler serbest bırakılırlar. [55]

Nebatiler o zamanda çiftçilikle uğraşan Arap olmayan bir topluluk­tur.

Ebu Hureyre (r.a)'den de Resulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

"Kimin üzerinde kardeşine karşı yapılmış, onun ırzı ile ilgili veya bir başka şeyden dolayı zulüm, haksızlık varsa bugün, dinarın ve dirhe­min işe yaramayacağı zaman gelmeden önce helallik istesin. Aksi halde o günde, eğer salih ameli varsa işlediği haksızlık ölçüsünde salih ame­linden alınır. Eğer iyilikleri yoksa o zaman da, kendisine haksızlık yapı­lan kişinin günahlarından alınıp ona yüklenir."[56]

 

Zulüm Payidar Değildir

 

Evet, zulmün mutlaka sonu gelir. O halin sürüp gitmesi imkansızdır. Ancak, bu mü'min kullarına Allah'tan bir imtihandır. Allah, mü'min kul­larından mazlum ve mustaz'af olanlara zaferi va'detmiştir. Allah'ın va'di haktır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan mü'minlerin karşı koyup savaşmalarına izin veilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette kadirdir. Onlar haksız yere ve "Rabb'imiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır"[57]

Ve yine Yüce Allah buyuruyor:

"Biz o beldede güçsüz kılınanlara iyilikte bulunmak, onları önder­ler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk."[58]

Daha önce Hz. Musa (a.s), kavmine işkenceye uğratıldıkları sırada şöyle hitabda bulunmuştur:

"Musa kavmine: "Allah'tan yardım isteyin, sabredin. Yeryüzü Al­lah'ındır, onu kullarından dilediğine verir. Sonuç Allah'tan korkup gü­nahtan sakınanlarındır." dedi.

"(Ey Musa), sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi" dediler.

(Musa da) dedi ki: "Umulur ki Rabb'iniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar."[59]

Nitekim sonuçta Allah, Firavun'u ve askerlerini denizde boğdu ve Hz. Musa ile kavmini kurtardı. Zamanımızda da zalimlerin sonunu görü­yoruz. Allah daveti ise gittikçe güçlenerek ve daha geniş bir alana yayıla­rak devam ediyor. En büyük ideal ise zulmün ve onunla beraber zalimle­rin tamamen yok olmasıdır. İşte o zaman şöyle denilecektir:

"Böylece zulmeden topluluğun ardı kesildi. Alemlerin Rabb'i Al­lah'a hamdolsun."[60]

Sonra İslam, müslümanlardan zulmü kendi nefislerinden ve kardeş­lerinin üzerinden savmalarını istiyor. Onlar için aşağılığa, küçümsenme­ye, zayıf düşürülmeğe razı olmuyor. Bilakis onlar için yüceliği, güçlülü­ğü ve üstünlüğü istiyor.

"İzzet ancak Allah'ın, peygamberinin ve mü’minlerindir, ancak mü­nafıklar bunu bilmezler."[61]

Mü'minlerin özellikleri hakkında şöyle buyruluyor:

"Bir haksızlığa uğratıldıklarında üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar."[62]

"Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur."[63]

Aşağılara ve kendilerini dinde fitneye sokacak şekilde zayıf düşürül­meye razı olanlar, kendi nefislerine zulmedenler olarak değerlendirilmek­tedirler:

"Nefislerine zulmedenlere canlarını alırken melekler: "Ne hal üzere idiniz?" derler.

Onlar: "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük" diye cevap verirler. Melekler de derler ki: "Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya?" İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir yerdir orası.”[64]

Kur'an müslümanları, "müslüman kardeşlerine haksızlık eden zalim ve kafirlere karşı savaşmaya teşvik ediyor:

"Size ne oluyor da; "Rabb'imiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lütfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yo­lunda savaşmıyorsunuz?"[65]

 

Tevbe Kapısı Açıktır

 

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan baş­kasını dilediğine bağışlar."[66]

Gerçekten de iş Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azab eder.

Hak Teala şöyle buyuruyor:

"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah'ın rahme­tinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok ba­ğışlayan, çok esirgeyendir."[67]

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Doğrusu Rabb'inin insanların zulmüne rağmen onlara mağfireti vardır. Fakat Rabb'inin azabı da pek şiddetlidir."[68]

Yine tevbeye teşvik ederek şöyle buyuruyor:

"Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphe­siz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir."[69]

Hatta mü'min kadınlara ve erkeklere işkence edenler, onları zor du­rumda bırakmak suretiyle dinden çevirmeye çalışanlar için bile tevbe ka­pısı açık bırakılmıştır.

Yüce Allah'ın şu sözünden bu anlaşılıyor:

“Ama iman etmiş erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerin­den çevirmeğe uğraşanlar, eğer tevbe etmezlerse onlara cehennem azabı vardır."[70]

Zalimlerden ve onların askerlerinden akıllarını kullanarak, kendileri­ne ansızın gelecek olan ölümden hemen önce kapanacak olan tevbe kapı­sı daha önlerinde açık dururken bu kapıya başvuracak ve zulmünü sona erdirecek, haksızlığa uğratılanların haklarını iade edecek ve güzel işlere dönecek olan yok mu? Allah'tan af dileyerek bunu yaparlarsa Allah da onların tevbesini kabul edip sonlarını güzel edebilir.

Biz bütün insanlar için sadece iyilik isteriz. Allah'a dönmek ve O'nun nizamına bağlanmak suretiyle hayır üzere olmalarını dileriz. Za­limlerin işlerini Allah'a çevirmeleri ve tevbelerinin kabul edilmesi, hiç tevbe etmemelerinden daha güzeldir.[71]

 

Sonuç

 

Zalimlere ve onlarla birlikte zulme ortak olanlara ve uzaktan yakın­dan onlara yardımcı olanlara karşı öğüt görevimizi yerine getirmek, şey­tanın kendilerini geçici mal va makama özendirmek suretiyle yavaş yavaş zulmün içine sokmasına karşılık onları uyarmak, kendilerine bir hatırlat­ma ve uyarıda bulunmak amacıyla derlediğimiz zulüm ve zalimler hakkındaki bu bölümü Yüce Allah'ın şu ayeti ile bitiriyoruz:

"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, yalnız bir ilah bulunduğunu bilsin­ler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[72]

 

Zulüm Ve Mazlumlar Zulüm Karanlıklardır

 

Evet, zulüm çeşitli şekillerde ortaya çıkan karanlıklardır ve bir tek karanlık değildir. İçinde bulunduğumuz çağda bunun dairesi daha da ge­nişlemiş, şekilleri ve dereceleri daha da çeşitlenmiştir. Bunun yanında za­limlerin, mazlumların, bunların her birinin gittiği yol ve bu yollara bağlı durumların da çeşitleri artmıştır. Zulmün en çok uygulanan türü olarak iş­kence ve eziyet şekilleri geliştirilmiş, metodları artırılmıştır. İşkence bir bakıma, üzerinde araştırmalar, tezler hazırlanan, hakkında bir takım in­sanların ihtisas sahibi oldukları başlı başına bir ilim alanı haline gelmiş­tir.

Modern ilimlerde işkence ile ilgili yeni metodlar geliştirmek için özel gayretler sarfedilmektedir. Beldelerimizdeki zalimlerin bu alandaki her yenilik ile ilgilendiklerini görüyoruz. Askerlerinden bazılarını bu alanda ihtisas yapmaları için göndermektedirler. Aynı şekilde bu alanın uzmanlarını ve aletlerini kendi askerlerini ve adamlarını eğitmek amacıy­la ülkelerine getirtmektedirler. Bu suretle kendi adamlarının işkenceyi en fena ve en çirkin şekliyle uygulamasını amaçlıyorlar.

Bu yazımızda mazlumlar derken kasdettiklerimiz, isimleri müslüman olan, zalim ve taşkınlar tarafından zulme maruz bırakılan İslami Ha­reket gençleri ve İslami davet alanında faaliyet gösteren Allah davetçileridir. Onlara zulmedenlerin isimleri her ne kadar müslüman ismi olsa da yaptıkları işler ve içlerinde taşıdıkları duygular isimleri ile hiç uyuşma­maktadır.

Berikiler ise sırf; "Rabb'imiz Allah'tır" dedikleri, Allah'ın dininin ha­kim kılınmasına, Allah'ın koyduğu hükümlerin uygulanmasına çağırdıklan, toplumlarımızı fesad, bozulma ve çöküşün fenalıklarından temizle­mek istedikleri için olmadık zulümlere maruz kalmaktadırlar. Halkımızın içinde bulunduğu şu aşağılıktan, zilletten, eziklikten kurtularak izzetin, kuvvetin ve yüceliğin bütün anlamlarını kazanması, Yüce Allah'ın diledi­ği şekilde insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olması için çalışanla­rın başlarına neler gelmiyor ki... Müslümanların ilk kıblesi ve haram bel­delerin üçüncüsü olan Mescid-i Aksa ile Filistin başta olmak üzere eli­mizden alınan bütün toprakları geri alabilmek için çalıştıklarından dolayı zulme maruz bırakılıyorlar. İşte zalimlerin nazarında, kendilerine haksız­lık edilen mazlumların işlediği suçların listesi kısaca bunlardır.

Biz de bundan önceki bölümde ibret alanlar için içerisinde öğüt ve ibret bulunan sözlerimizi zalimlere yönelttik. Bu bölümdeki sözlerimiz ise, İslami amaçlarla çalışanlardan ve müslüman gençlerden zulme uğra­tılanlaradır.

Yüce Allah'tan, bizim duyduğumuz ve söylediğimizi onlar için fay­dalı kılmasını dileriz.[73]

 

Mazlum Kardeşim Halis Niyetin Üzere Sabit Ol

 

Ey kardeşim, en önemli olan şey, kişinin Allah için niyetinde ihlaslı olmasıdır. Öyle olmasaydı zulme, eziyete ve işkenceye uğradıktan sonra niyetinde bir takım şüpheler bulunur ve elleri boş olarak çıkardın.

Allah, amellerin, yalnız kendi razısı için ihlas ile işlenmiş olanını ka­bul eder. İhlasına güvenle dayan ve onu riya, dünyalık, geçici nimetler gibi şüphelerden koru. Tek amacı iktidarı elde etmek olan parti adamları ve benzerleri gibi olma. Yöneticinin veya herhangi bir çevrenin hesabına piyonluk tuzağına sakın düşme. Yalnız Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye çalışanlarla birlikte ol. Bu halis niyet ile Allah'ın rızasına ve sabre­denlerin elde edeceği sevaba kavuşursun. Eğer işkence altında Allah'a ka­vuşursan Allah'ın izniyle şehidlerin derecesine ulaşırsın. Bu halis niyet ile Allah'ın mazlumlar için va'dettiği yardıma hak kazanırsın:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbet­te kadirdir."[74]

 

Mazlum Kardeşim, Allah'a Hamdet

 

Allah yolunda zulme uğratılmış bir kimse olduğundan dolayı Allah'a hamdet. Beri tarafta öyleleri vardır ki, dünyalık uğrunda, komünizm ve benzeri gibi batıl ideolojiler yolunda zulme uğratılırlar, hapse atılırlar, iş­kence edilirler ve öldürülürler. Onlardan, batıl üzerinde olmasına rağmen bu yapılanlara sabır ve tahammül edenlerin bulunduğunu görürsün.

Yine Allah'a hamdet ki, sen zulme uğraman ile davetçilerin ve pey­gamberlerin yoluna girdiğini göstereceğin bir delil ortaya koyabilirsin. Çünkü onlar da zulme uğratılmışlar, bazıları hapse atılmışlar ve bazıları da öldürülmüşlerdi. Bizim sevgili peygamberimiz de çok çeşitli eziyetle­re maruz kalmıştı.

Ve yine Allah'a hamdet ki, sen zalim değilsin de mazlumsun. Senin­le zalimin yerinin değiştirilmesi ve onun mazlum, senin zalim olman da Allah'ın gücü dahilinde değil miydi? Bundan dolayı sen zalimlerin dün­yada uğradıkları aşağılığa, taşkınlığa, felakate, ahirette azaba, zillete ve hüsrana uğrayabilirdin.

Allah'a hamdet ki, Allah sana iman ve İslam nimetini verdi, sonra da seni kendi yolunda amel etmeğe muvaffak kıldı.[75]

 

Sabırlı Ol, Ey Mazlum Kardeşim

 

Başına gelene sabret, ey kardeşim. Bu, işlerin en ideal olanıdır. Al­lah katında kulların en sevgilisi olan o mübarek Peygamber (a.s) de ezi­yete maruz kaldı ve sabretti. Kendileri işkenceye maruz bırakılan ilk müslümanlara hep sabrı tavsiye ederdi ve onları cennet ve zaferle müjde­lerdi.

"Sabretin ey Yasir ailesi, size va'dedilen şey cennettir."[76]

"Allah bu işe (İslamiyete) öyle bir güven verecektir ki, bineği üze­rinde bir kişi San'a'dan yola çıkacak Hadramevt'e kadar gelecek de, Allah'dan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Ama siz acele ediyorsunuz."[77]

Ey kardeşim, işkenceye maruz kaldığın sırada Sümeyye (r.a) ile ko­cası Yasir (r.a)'i ve kendilerine yapılan işkenceye tahammül ederek küfür sözünü söylemeksizin nasıl şehid olduklarını hatırla.

Yine Firavun'un sihirbazlarının, iman etmelerinden sonra Firavun'un kendilerin en şiddetli azab ile korkutması anındaki durumlarını hatırla. Onlar o günün sabahında Firavun'a yardım için gelmişlerdi ve karşılığın­da ücret ve yakınlık istiyorlardı. İman etmelerinden sonra Firavun'un on­lara söylediği söze ve onların verdikleri cevaba bak:

"Firavun: "Ben size izin vermeden mi ona inandınız? Doğrusu size sihri öğreten büyüğünüz odur. And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu göreceksiniz" dedi.

İman eden sihirbazlar: "Seni, gelen apaçık mucizelere ve bizi yara­tana üstün tutmayacağız. Ne hüküm verirsen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabb'imize iman ettik. Allah'ın vere­ceği mükafat daha iyi ve daha devamlıdır." dediler."[78]

Bu şekilde iman ettikten sonra onların nazarında bütün dengeler dü­zeldi. Zalimin bütün tehditlerine ve korkutmalarına rağmen ona karşı ko­yabildiler. Bütün bu değişme bir gün içinde gerçekleşti.

Ey kardeşim bil ki, böyle bir imtihanda ve belada kurtuluşun esası sabırdır. Sabret ki, gerçek anlamda sabredenlerin elde edecekleri sevaba kavuşabilesin.

"Sabredenlere ecirleri hesabsız olarak ödenecektir."[79]

"Muhakkak ki sizi, biraz korku, biraz açlık ve mallarınızdan, canla­rınızdan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenlere müjde. On­lara bir musibet geldiğinde "Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz" derler. Rabb'lerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır. Doğru yolu bulanlar da onlardır."[80]

Öyle güzel bir sabırla sabret ki, Allah'dan başka kimseye halinden şikayetçi olmayasın.

Yüce Allah'ın mü'min kullarına yönelik şu çağrısına kulak ver:

"Ey iman edenler, sabredin, aranızda sabır üzere dayanışma ile düşmanlarınıza üstün gelin, cihada hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Al­lah'tan korkun ki, başarıya eresiniz."[81]

İşte ey kardeşim, sabretmek suretiyle bu şekilde Yüce Allah'ın se­ninle birlikte bulunması gibi bir nimete kavuşursun. Kimin yanında da Allah bulunursa onun hiçbir şeyi eksik değildir. Böylesi, Allah'dan başka kimseden korkmaz.

Ey kardeşim, geçmiş peygamberlerin kendilerine eziyet eden ve kendilerini vatanlarından çıkaran kavimlerine nasıl konuştuklarına bir bak:

"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim! Bize ettiği­niz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah'a güvensinler."[82]

Aşağıdaki ayete ve ihtiva ettiği müjdelere de bir bak:

"İnkar edenler peygamberlere: "Ya bizim dnimize dönersiniz, ya da sizi memleketimizden çıkarırız" dediler. Rableri peygamberlere: "Biz haksızlık edenleri yok edeceğiz, onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleşti­receğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkanlar içindir." diye vahyetti."[83]

Bu netice belki de onların sabır ve tevekküllerinin bir karşılığı idi.

Ve ey kardeşim, güzel şekilde sabrettiğin zaman, sinirlerin rahatlar, için mutmain olur, rahat bir şekilde ibadetlerini yerine getirme, uyuma ve yeme gibi işleri yapabilirsin. Ama sabredemeyenin durumu bundan farklıdır. Sabretmeyenlerin rahatsız, sıkıntılı, üzüntülü, sinirleri gergin halde, ibadetlerinde, uykusunda, yemeğinde huzursuz olduğunu görürsün.

Ey kardeşim, Yüce Allah'ın bizi bu tür imtihanlar karşısında böyle güzelce sabretmeye nasıl davet ettiğine bir bak:

"Ey insanlar, sabreder misiniz" diye sizi birbirinizle imtihan ederiz. Rabb'in her şeyi görür."[84]

İşte kardeşim, "sabreder misiniz" ibaresenin tadını ve onun muhteva­sında bulunan inceliği ve bizi "Senin yardımın ve fazlına sabrederiz, ey Rabb'im" demeye yönelten manayı bu şekilde anlayacaksın.

Unutma ki, ey mazlum kardeşim, sen sabır ve sabatınla, seninle birlikte yahut başka yerlerde zulme uğratılanlara da örnek olacaksın. Bu ha­linle, onların önünde hak üzere sabır ve sebat gösterme hususunda canlı bir misal olacaksın.[85]

 

Davet Çalışmalarında İmtihana Uğratılmak İlahi Bir Sünnettir

 

Bilirsin ki, ey kardeşim, davet çalışmaları yürütülürken insanın, im­tihanlara maruz kalması, çeşitli belalara uğratılması Yüce Allah'ın sünne­tidir. Yüce Allah'ın bunda, bazılarını yüce kitabında zikrettiği bir takım hikmetleri bulunmaktadır:

"Elif, Lam, Mim. İnsanlar yalnız "iman ettik" demekle, hiç imtihana çekilmeden bırakılacaklarım mı sandılar. Andolsun ki biz, onlardan ön­cekilerini de sınadık. Elbette Allah, doğruları ve yalancıları bu sınama­larla ortaya çıkaracaktır."[86]

Yine aynı surenin bir başka ayetinde de şöyle buyruluyor:

"Allah elbette yürekten inananları da, münafıkları da ortaya çıkara­caktır."[87]

Bir ayet-i kerime de şöyle buyruluyor;

"And olsun ki, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri mey­dana çıkarana ve hamberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz."[88]

Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

"Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gi­receğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber mü'minler: "Al­lah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır."[89]

Sonra zaferin emaneti de gayet ağırdır. Çeşitli sıkıntılarla imtihan edilip de sabır ve sebatta başarıya ulaşan, şiddet göstermeyen, maddenin cazibesine kapılmayan, Allah'ın hükümlerine bağlı kalan, bu hükümleri uygulamada taşkınlığa gitmeyeceği gibi, bir eksiklik de yapmayan seçkin bir unsura ihtiyaç hisseder. [90]

 

Sabır, Zulme Razı Olmak Anlamına Gelmez

 

Bizim zulme uğaratılanları sabrı davet etmemiz, onları zulme razı olmaya, onu normal birşey gibi kabul etmeye ve ona teslim olmaya çağır­mak anlamında değildir. Yüce Allah'ın imanlarının ve takvalarının meyvası olarak kendilerine izzet ve haysiyet nimetleri bahşettiği mü'minlerin özellikleri arasında böyle bir şey yoktur.

"İzzet, Allah'ın, peygamberinin ve iman edenlerindir, ama münafık­lar bu gerçeği bilmezler."[91]

"Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır."[92]

Allahu Teala mü'minlerin vasıflarından söz ederken şöyle buyuru­yor:

"Bir haksızlığa uğradıklarında, üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar."[93]

Ve yine buyuruyor:

"Kim zulme uğradıktan sonra hakkını almak için kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur."[94]

Yine buyuruyor:

"(O mü'minler), mü'min kardeşlerine karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise izzetlidirler."[95]

Bil ki ey kardeşim, sen iplere bağlanmış yahut yere atılmış halde iş­kence ve eziyete maruz kalırken zayıflığın en fena hali üzere değilsin, belki sen hak üzere sebat gösterir ve işkenceci, zalim taşkın güçlere karşı Allah'tan yardım dilersen, güçlülüğün odak noktasında olursun.

Seni iplere bağlayan ve gözlerini sıkıca saran, sonra da sana işkence eden o korkak zalim ise zayıflığın odak noktasındadır. Elindeki silahlara ve etrafındaki askerlere rağmen o böyledir. Çünkü o batıl üzeredir ve şey­tana itaat etmektedir.

Nitekim Yüce Allah buyuruyor:

"Muhakkak şeytanın hilesi pek zayıftır."[96]

Bil ki ey kardeşim, sen bu bağlara rağmen hürsün. Gerçek bağlar se­ni Allah'a itaat etmekten alıkoyan, bu konuda önüne engel çıkaran bağlar­dır. Dünya sevgisi, şehevi arzular, makam-mevki sevgisi, kendi nefsin­den ve malından cimrilik etmen, tenbellik yüzünden yere çakılıp kalman gibi seni Allah yolunda yürümenden ve Allah yolunda cihad etmenden alıkoyacak şeyler asıl bağlardır. Yüce Allah bunlara karşı senin yardım­cın olsun ve seni böyle bağlardan kurtarsın da Allah'ın çağrısına yönelebilesin.

Bu bağlar yüzünden demirden bağlara duçar olursun. Bundan dola­yıdır ki, sen şu işkenceye uğrarken hürsün ve nefsani arzularına uyup sa­na haksızlık edenler asıl bağlara vurulmuşlardır.

Sen izzet sahibisin, onlar ise aşağılık ve perişan haldedirler.

Şair Haşim er-Rufai kardeşimizin, hakkında verilen idam hükmünün uygulanacağı vakti beklediği gece yazdığı şiirin bazı beyitlerinde şöyle deniliyor:

"Bildiğimin hepsi şudur ki, zillet tasını

İçmek imkanım elimde değil,

Eğer düştüysem izetimle düştüm,

Damarlarımda hürlerin kanı kaynıyor,

Elemim beni sarsıyor ama, rahatımı,

Kur'an'ın birkaç ayetinde buluyorum."

Zulüm uygulaması, mazlumun zulme ve batıla karşı direnişinin baş­langıcıdır. Adaletin her tarafı saracağı, zulüm ve korku yerine güvenin hakim kılınacağı, kendisine yahut bir başkasına bir daha zulmedilmesin diye hakkın hakim kılınacağı güne kadar mücadele azmini artırmalısın.

Ey kardeşim, kesinlikle kabul edilmeyen zulme rıza ile, makbul olan Allah'ın kaza ve kaderine rızayı birbirinden ayırdetmen gerekir. Dış görü­nüşü farklı olsa da, Allah'ın kaza ve kaderinde bir takım hayırlar vardır:

"Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama o, sizin için hayırlıdır."[97]

Ey Kardeşim, Sen Allah'a Sığın

 

Ey kardeşim, bir belaya uğratıldığın zaman senin en çok ihtiyaç du­yacağın şey, seni kendi himayesine alması, seni koruması ve gözetmesi için Allah'a sığınman, O'na dayanman ve O'ndan yardım dilemendir.

O'na tevekkül et, O'na teslim ol, işini O'na havale et, O'na yönel, za­yıflığını O'na dua ederken ifade et, insanlar karşısındaki güçsüzlüğünden O'na söz et ve Allah'tan hakkıyla kork.

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir."

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona isinde bir kolaylık ihsan eder." [98]

"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter."[99]

"Allah kuluna yeterli değil midir? Seni ise O'ndan başkaları ile kor­kutmaya kalkışıyorlar."[100]

"De ki, bize Allah'ın yazdığından başka bir musibet gelmez. O bizim mevlamızdır, müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler."[101]

Gerçekte kim Allah'a dayanır, O'na teslim olur ve başına Allah'ın yazdığından başka musibet gelmeyeceğine inanırsa, o insan, başına gele­bilecek her şeye karşı sabretmesini bilir, insanlara da hayır duada bulu­nur.

Ey kardeşim, peygamberlerin Allah düşmanları karşısında takındığı tavır üzere hareket et. Onlar şöyle demişlerdi:

"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Bize ettiği­niz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah'a güvensinler."[102]

Bunun gibi, Hz. Musa (a.s.)'ın kavmine hitabı ve onların ver­dikleri cevap ve yönelttikleri çağn da şöyle olmuştu:

"Musa: "Ey milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız, O'na güvenin" dedi. Onlar da: "Allah'a güvendik. Ey Rabbimiz, zalim bir millet ile bizi sınama, rahmetinle bizi kafirlerden kurtar" dediler."[103]

Ey kardeşim "hasbina'llahu ve ni'me'l-vekil" "Allah bize kafidir, O ne güzel vekildir" sözünü çokça zikret. Aşağıdaki ayetlerde kendilerinden söz edilen mü'minlerin hali üzere yaşa.

"Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlara, özellikle onların içinden iyilik edip takva üzere ha­reket edenlere büyük ecir vardır, insanlar onlara: "Düşmanınız olan in­sanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun" dediler. Bu, onla­rın imanlarını artırdı da: "Allah bize yeter, O ne güze vekildir" dediler. Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan, Allah'tan nimet ve bol­lukla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah pek ulu ve bol ni­met sahibidir, işte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur, iman ettiy­seniz, onlardan korkmayın, benden korkun."[104]

Ve ey kardeşim, senin, Yunus (a.s.)'ın balığın karnında iken okuduğu şu duayı okuman gerekir:

"Senden başka ilah yoktur. Sen her şeyden müstağnisin. Bense za­limlerden oldum."[105]

Yüce Allah onu bu dua ile içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı.

Ve ey kardeşim, üzerindeki işkence şiddetlendikçe önderin, liderin, sevgilin Hz. Muhammed (a.s)'in, Taifin aşağılık topluluğu karşısında maruz kaldığı durumu ve O'nun bu uygulama karşısındaki duasını hatırla da sen de aynı duayı oku. O duada bir rahatlık, durumunu Allah'a havale etme, kuvvet ve azimet vardır.

"Ey Allah'ım kuvvetimin zayıflığını, çıkar yolumun azlığını ve insan­lar karşısındaki düşkünlüğümü sana bildiriyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi, sen zayıfların Rabb'isin ve sen benim Rabb'imsin. Beni kime havale ediyorsun? Bana yüz ekşitecek olan uzak kişiye mi yoksa kendi durumu hakkında hüküm sahibi olduğun düşmana mı? Eğer ki, senin bana gazablanmandan dolayı endişe etmesey­dim hiç aldırış etmezdim. Fakat senin lütfün benim için pek daha geniş­tir. Bana gazabının inmesinden, hiddetinin beni sarsmasından karanlık­ları aydınlığa çeviren, dünya ve ahiret işlerini düzene sokan nuruna sığı­nırım. Senin benden razı olmana kadar sana karşı memnuniyet ve rızamı izhar ederim. Kuvvet ve güç ancak Allah ile birlikte, O'nun elindedir."[106]

Salihlerden birisi, kulun Allah'a sığınmasını, O'na teslim olmasını ve O'na tevekkül etmesini; karşısında büyük bir düşmanın çıkması halinde kapısı açık bir kale görüp Rabb'inin yardımı ile o kapıdan içeri giren son­ra üzerine kapı kapatılan, daha sonra müstahkem kalenin içinde herhangi bir korku ve kalben huzursuzluk duymadan dışardaki düşmanını seyreden kimsenin durumuna benzetmiştir.[107]

 

Ey Mazlum Kardeşim, Sıkıntını Azaltır Diye Şu Unsurlara Dikkat Et

 

Allah'ın kitabını huşu içinde okuduğun zaman, içinde bir rahatlık, huzur ve ünsiyet bulacaksın. Kur'an insanın en samimi dostu ve gerek sı­kıntı, gerekse rahatlık zamanında en kıymetli arkadaşıdır. Eğer Kur'an-ı Kerim'i elde etmen engellenirse, ezberinde olan sure ve ayetleri okumaya devam et. Bunun için bütün kardeşlerimize imkanları nisbetinde Kur'an'dan bir şeyler ezberlemelerini hatırlatıyoruz. Kur'an'dan ezberlenen kı­sım insanın dünyada da ahirette de en güzel azığıdır.

Namaza devam et ey kardeşim. Namaz, kişinin Allah'a ulaşması, onunla arasında bağlantı kurması için bir vesiledir. İnsanın ruhu onunla yücelir ve üstünlük kazanır. Resulullah (a.s) ne zaman bir şeyden dolayı sıkıntıya düşseydi hemen namaza yönelirdi.

Huzeyfe bin Yeman (r.a)'dan şöyle rivayet edilir:

"Resulullah (a.s)'ın başına sıkıntılı bir şey geldiğinde hemen nama­za yönelirdi."[108]

Yüce Allah da, bütün işlerimizde Allah'tan sabır ve namaz ile yar­dım dilememizi istiyor:

"Ey iman edenler, Allah'tan sabır ve namaz ile yardım dileyiniz. Allah'da sabredenlerle beraberdir."[109]

Gecenin ortasında, karanlık vaktinde, hapishanelerin karanlığında ve işkencecilerin zulmü altında Kerem sahibinin kapısını çal. O'nun kapısını çalacağın zaman bir kaç rek'at namaz ile yapacağın secdelerle, edeceğin dualarla, O'nun korkusu ile gözünden akıtacağın yaşlarla çal. Her şeyden ümit kesip de, O'nun önünde duranın duasını Yüce Allah reddetmez. O, zor durumda olana dua ettiği zaman yardım eder. O, kendine yönelip yar­dım dileyenin üzerindeki belayı kaldırır.

Ey kardeşim, yalnız başına kaldığın yerlerde kendi nefsin, mücade­lesini verdiğin davan ve kardeşlerin için dua eyle. Mazlumun duası ile Allah'ın arasında hiçbir perde yoktur. Yüce Peygamberimizin bize öğret­miş olduğu duaları hatırla.

Bu dualardan birinde şöyle buyuruyor:

"Ey kalplerin değiştiricisi, bizim kalplerimizi senin dinin üzere sabit kıl."[110]

Sıkıntılarla ilgili duası da burada örnek gösterilebilir.

İbnu Cerir et-Taberi'nin İbni Abbas (r.a)'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (a.s) bir sıkıntılı durumla karşılaştığı zaman şu şekilde dua ederdi:

"Azim ve halim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yedi kat göğün ve pek yüce şanı olan Arş'ın sahibi Allah'tan başka ilah yoktur."[111]

Mü'minin ruhu yücelir, Allah'la, O'nun kitabı ile ve dua ile ünsiyet yüceliğine kavuşursa, bedeninin yorgunluklarını, acılarını ve nefsinin kendisine karşı uygulananlardan dolayı çektiği ızdırapları pek hissetmez.

Düşün ki, 1965 musibetinde kardeşlerimizden biri, yalnız başına bir zindana atılmış, kapısı da üzerine kapatılmıştı. Adeta geniş bir mevki içinde gibiydi. Duvarların arasında ve kapısı kapalı bir mekanda olduğu­nu hissetmiyordu. Kapının önündeki bekçi ona merhametli davranıyordu. Başkanını yanıltıyor, içerdeki kardreşimiz hiç olmazsa biraz rahatlık du­yar diye kapıyı birkaç dakika yarıya kadar açıyordu. Fakat arkadaşımız diyordu ki:

"Bu hadise olduğunda benim rahatım kaçar, kapının açılmasından dolayı kendimi yalnızlığa itiliyor olarak hissederdim."

Durumun böyle olmasının tek sebebi şuydu ki, kapının açılması O'nun Allah'la başbaşa olan halini bozuyor ve O'nun huzurunda, O'nun ünsiyeti içinde kurmuş olduğu bağlantıdan hissettiği duyguyu kaybedi­yordu.

Ey mazlum kardeşim, senin sıkıntını azaltacak olan bir şey de Allah Teala'ya mutlak olarak güvenmendir. Allah Teala'nın senin için seçip ve takdir ettiği, görünüş itibarıyla zararlı ve nefsinin hoşlanmayacağı bir şe­kilde olsa da, hakikatte tamamen senin hayrına olduğuna kalben mutmain olacak şekilde bir güven duygusu taşımalısın.

Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Olur ki bir şeyden hoşlanmazsınız fakat o hakikatte sizin için ha­yırlıdır; ve yine bir şey sizin hoşunuza gider fakat o sizin zararınızadır. (Sizin için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu) ancak Allah bilir, siz bi­lemezsiniz."[112]

Yine bil ki ey kardeşim, Allah'ın takdir ettiği mutlaka yerini bulur, ondan kaçışa imkan yoktur. Öyleyse sen onu tam bir teslimiyetle, taşkın­lık ve isyankarlık göstermeden kabul et ve sabret. Bu durumda sıkıntı bi­tecek ve Allah'ın izniyle sana sevab ve yakın zafer kalacaktır.

Ve yine düşün ki ey kardeşim, senin içinde bulunduğun beladan da­ha fenalarına mübtela olanlar var. Sen içinde bulunduğun hale şükret. Sonra yine şükret ki, senin musibetin, inancından değil. Asıl musibet ki­şinin yoldan çıkması, yanlış yola, günahkarlığa düşmesi ve Allah korusun küfre gitmesi şeklinde ortaya çıkan inanç musibetidir.

Ve yine ey mazlum kardeşim, Allah Teala'nın mü'minlere yardım edeceği, onları savunacağı, kendilerine zafer nasib edeceği ve onları yer­yüzüne hakim kılacağı şeklindeki vaadlerine güvenmen, senin üzerinde­ki sıkıntıyı azaltır. Bil ki, bir halin sürekli devam etmesi imkansızdır. Al­lah Teala'nın vereceği ferahlık ve zafer yakındır:

Bir göz açıp kapama arasında Allah, bir halden başka hale değiştirir.

Nasıl gecenin bir sonu varsa, onu aydınlık bir sabah takib edecekse, bunun gibi Allah Teala hakkı hakim kılacak, batılın hakimiyetine son ve­recektir.

"Gerçeği batılın başına çarparız ve onun beynini parçalar; böylece batıl ortadan kalkar."[113]

Ancak Allah Teala'nın ilahi bir sünnetidir; batılın ortadan kaldırıl­ması hak ile batıl ehli arasındaki mücadeleden sonra gerçekleşecektir:

"Allah hak ve batıl için şöyle misal verir: Köpük uçup gider, insan­lara fayda veren ise yerde kalır. Allah bunun gibi daha nice misaller ve­rir."[114]

"Allah kendi dinine yardım edenlere elbette yardım edecektir. Allah mutlaka güçlü ve azizdir."[115]

 

Zalimle Değil Kendi Nefsinle İlgilen

 

Zalimin durumuyla, onun dünya ve ahirette karşılaşacağı ceza ile il­gilenmen seni kendi durumunla, geleceğin nasıl olacağıyla ve sonunun nasıl biteceğiyle ilgilenmekten alıkoymasın. Bil ki, Rabb'in zalimleri gözlemektedir, onlar hesaplarından ve cezalarından bir şeyi kurtaramaya­caklar. Sen kendi niyetini Allah için halis kılmaya uğraş. Hakk üzere sa­bır ve sebat göstermeye, karşılaştığın durumlardan dolayı Allah katında karşılık umma konusunda halis niyetli olmaya gayret et. Allah'ın ihsanı­nın ve hidayetinin her zaman seninle olmasını temenni et. İstiğfara, Al­lah'tan af ve afiyet dilemeye devam et. Cenab-ı Hakk'dan başkalarının sonlarından ibret almanı nasib etmesini ve kendi sonunun iyi gelmesini dile. Kalplerin hallerini değiştiren O yaratıcının şanı pek yücedir. Yaptık­larının Allah katında kabule layık görülmesini, onların boşa gitmesine se­bep olacak bir şeyin karışmamasını iste.

Yüce Allah mü'minlerin bazı sıfatları hakkında şöyle buyuruyor:

"Rabb'lerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler. O uğurda ileri geçerler."[116]

Denilmiştir ki, mü'minlerin vermeleri gerekeni verirken, kalplerinin ürpermesinin sebebi, o verdiklerinin Allah katında kabule layık görülmeyeceğinden dolayı duydukları endişedir.

Hakem bin Atau'llah'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

"Mümkündür ki, Allah Teala sana itaat kapısını açmıştır fakat kabul kapısını açmamıştır."

Bir diğer yönden, eğer sen nefsini Allah için satmışsan, O'na hak­sızlık edenle uğraştırmak suretiyle meşgul etme. Onu satın alanın bu işle ilgilenmesi, onu savunması, ona haksızlık edenden intikamını alması da­ha yerinde olur. Şanı yüce olan O yaratıcı için hiçbir şey bağlayıcı ola­maz. Belki o haksızlık eden zalimi affedebilir. O yaptığından hesaba çe­kilmez. O, kafirler hakkında Peygamberine şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur; çünkü onlar zalimlerdir."[117]

Ey kardeşim, zalimin ve mazlumun zulüm olayından sonra bir süre daha yaşamaları, zalimin yaptığı kötülüğe tevbe etmesi, Allah'ın da onun tevbesini kabul etmesi ve mazlumun hakkını da ahirette vermesi ihtimal dışı değildir. Bunun yanısıra, mazlum da zulüm olayından sonra fitneye maruz kalır ve sonu iyi bir şekilde bitmez. Kim bilebilir? Allah'dan bizi korumasını ve sonumuzu hayırlı kılmasını diliyoruz.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ama iman eden erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerin­den çevirmeye uğraşanlar, eğer tevbe etmezlerse, onlara cehennem aza­bı vardır. Yakıcı azab da onlaradır."[118]

Bu ayet-i kerime de gösteriyor ki, onlar için tevbe kapısı açıktır.[119]

 

Sakın Ey Mazlum Kardeşim

 

Ey kardeşim, işkence altında ve onun şiddetinden dolayı dolduruşa gelip de, sana işkence edenlerden birine lanet etmekten, yahut onu küfür­le itham etmekten sakın. Olur ki, senin bu lanetine ve ithamına müstehak olmayabilirler. Dolayısıyla söylediğin söz sana dönebilir. İbni Ömer (r.a)'in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: "Bir adam kardeşine "ey kafir" diye hitab ettiği zaman bu söz ikisin­den birine gider. Eğer kendisine hitab edilen kişi gerçekten öyleyse, söz yerini bulur, öyle değilse söyleyene geri döner."[120]

Ebu Zer (r.a) de Resulullah (a.s)'ın şöyle soylediğni rivayet etmiştir:

"Kim bir adamı küfürle itham ederse yahut ona "Allah'ın düşmanı" derse o adam söylediği gibi değilse söylediği söz kendine döner."[121]

Ey kardeşim sen de, böyle tehlikeli bir duruma düşmekten sakın. Onun hakkında hüküm verme işini Allah'a bırak. Fakat dua ederken ge­nel ifadeler kullanabilirsin:

"Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun. Ey Allah'ım, zalimleri sa­na havale ediyorum. Allah'ım, onların haklarından gelmeyi sana bırakı­yorum ve onların şerlerinden sana sığınıyorum. Ey Allah'ım, onların oyunlarını başlarına çevir, güç ve izzet sahibi olarak onların hesabını gör."

Bunun gibi dualar edebilirsin.

Sonra ey kardeşim, Yüce Allah'ın Şura süresindeki şu ayet-i kerime­lerine bak:

"Onlar bir haksızlığa uğradıklarında aralarında yardımlaşırlar. Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barı­şırsa onun ecri Allah'a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez. Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselere, işte onların aleyhine bir yol yoktur. İnsanlara zulmedenlere yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenle­re karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azab bunlaradır." Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir."[122]

Ayetlerde affa, sabra ve bağışlamaya teşvik eden işaretler, anlamlar bulacaksın.

Peygamberimiz (a.s) de müşriklerin eziyetlerinden sıkıntı çeker ve şöyle derdi:

"Ey Rabb'im, kavmimi doğru yola ilet, onlar bilmiyorlar."

Cenab-ı Allah da şöyle buyurdu:

"Yumuşak ve iyi davran."[123]

Efendimiz, Hz. Ömer (r.a)'i biliyoruz. Müslüman olmadan önce İslam aleyhine ve Hz. Peygamber (a.s)'e karşı neler yaptığını biliyoruz. Bu­na rağmen Allah Teala O'nun hakkında hayır diledi. O da müslüman oldu ve din onunla izzet buldu.

Belaya sabretmenle ve ona karşı sebat göstermenle başkalarına karşı övünme. Böyle yaparsan, amelin boşa gider ve işin sevabını zayi edersin. Nefsini hesaba çek ve onu, taşıdığı özellikleri itibariyle kardeşlerinden herhangi birine karşı üstünlük davasında bulunmaktan sakın. Senin hapse atılmış ve şiddetli işkenceye maruz kalmış olman, kardeşlerinin başına böyle bir şeyin gelmemiş olması, kardeşlerine karşı bir ayrıcalığa sahip olduğun duygusunu sana vermesin. Kendi katında kimin daha üstün oldu­ğunu ancak Allah Teala bilir.

Bir diğer husus da şu ki: Sen hapishanede işkencenin en fenasına maruz kalırken, zevklerine düşkün insanların vakitlerini eğlence yerlerin­de harcamalarına, hatta basının kasıtlı yanıltmaları neticesinde onlardan bazılarının senin aleyhine tutum sergilemelerine bakarsın. Şimdi seninle onlar arasındaki bu fark, onlar sıralarda tekfir, düşüncesini benimsemiş olan bir kardeşten tutukevinde duymuştum. Ancak biz onları bütün ola­rak müslüman kabul ederiz. Onlardan sudur eden günah ve taşkınlıktan dolayı onları hesaba çekecek olanın Allah Teala olduğunu biliriz.[124]

 

Sakın Ey Mazlum Kardeşim

 

Sabır ve sebatı kendi nefsine, kuvvetine ve irade gücüne, yahut bu­nun gibi kendine ait bir şeye nisbet etmekten sakın. Bunun Allah Teala'nın fazlından olduğunu bil. Bu sana, iman ve İslam nimetini, kendi yo­lunda çalışma nimetini, sonra da zulüm karşısında sabır ve sebat nimetini ihsan eden Allah Teala'nın bir fazlıdır. Eğer Allah Teala senden rahmeti­ni esirgemiş olsaydı, ne bir an sabredebilir ne de sebat gösterebilirdin. Sabır da sebat da Allah'tandır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır."[125]

"Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzere tutar, zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar."[126]

Ey kardeşim, efendimiz İsmail (a.s.)'ın babasının isteğini kabul ederken Rabb'ine karşı gösterdiği edebe bir bak:

"İsmail dedi ki: "Ey babacığım, ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse sabredenlerden olduğumu göreceksin."[127]

Sabretmesini Allah Teala'nın dilemesine nisbet etmiştir.

Efendimiz Hz. Musa (a.s.) da aynı şeyi yapıyor:

"Musa: "Allah dilerse, sabrettiğimi göreceksin, sana hiç bir işte baş kaldırmayacağım," dedi."[128]

Sana düşen de ey kardeşim, sabır ve sebat nimeti ihsan ettiği için Al­lah Teala'ya hamdetmen ve ayağının kaymasından seni korumasını dile­diğin gibi, sabır ve sebattaki gücünü de artırmasını dilemendir.

Seninle birlikte zulme maruz kalan fakat sabır ve tahammül göstere­meyen kardeşinle alay etmeye kalkışma. Onu mazur gör ve gücünün an­cak o kadar olduğunu düşün. Bu konuda insanların dereceleri farklı olur. Allah da herkesi verdiği güce ve tahammüle göre hesaba çeker.[129]

 

Sakın Ey Mazlum Kardeşim

 

Allah Teala'nın sana sabır ve sebat nimeti bahşetmesinden sonra nef­sini bununla rahat hissetmekten, o haline razı olmaktan, senin artık erişil­meyecek bir derece ve seviye kesbettiğin, ikinci bir kez aynı derecede iş­kence ve baskıya maruz kalman halinde yine aldırış etmeyeceğin zannına kapılmaktan sakın. Ancak Allahu Teala'dan seni korumasını dile ve:

"Bu, ancak bende mevcut bir ilimden dolayıdır,"[130] mantığına kendini kaptırma.

Geçmişteki sıkıntılı dönemlerde sebat gösterebilen bazıları, günü­müzdeki sıkıntılara sabredememiş, tahammül gösterememişlerdir. Bize düşen düşmanla karşı karşıya gelmeyi istemek değildir. Ancak karşı kar­şıya geldiğimiz zaman da, sebat etmede, Allah'tan yardım dilemeli ve acziyet göstermemeliyiz. Her zaman şu duayı okumalıyız:

"Ey Rabb'imiz, bizim sabır ve sebatımızı artır, kafirler topluluğuna karşı bize yardım et."[131]

Ayrıca sürekli şekilde yaptıklarımızı kendi güç ve kuvvetimizden bilmekten uzak durup daima Allah Teala'nın güç ve kuvvetinden bilmeli­yiz.

Ayrıca ey kardeşim, sıkıntı ve baskı imtihanından sonra huzur ve afiyetk imtihanından da sakın ve dikkatli ol. İmtihan bazen zorluklarla olabileceği gibi bazen de rahatlıkla olur:

"Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda bize dön­dürülürsünüz."[132]

Olur ki, bir kardeş işkence, baskı ve zorluk imtihanından başarı ile çıkar sonra dünya nimetleri ve rahatlık ile imtihan edilir ama bu imtihan­da başarılı olamaz. Rahatlık ile karşı karşıya geldiğinde kendinde bir gev­şeme, keyfe düşkünlük, ağırlık ve tembellik durumu hasıl olur. Güç ve kuvvet ancak Allah'ın elindedir.

Bu tür durumlarla da karşılaştık. Allah'tan hepimizi korumasını dili­yoruz. Evet gerçek kardeş odur ki, sıkıntı halinden sonra dünya nimetleri kendisine geldiğinde onları Allah yolunda harcar.[133]

 

Müslüman Bacı Ve Zulüm Konusu

 

İnsanları Allah'a davet eden davetçiler ve İslam için çalışanlar, Müs­lümanların vatanındaki Allah düşmanlarından ve onların uşaklarından çok çeşitli zulüm uygulamaları görmekteler. Bu mesele üzerinde daha önce çeşitli şeyler yazdık ve orada zalimlere yönelik olarak da mazlumla­ra yönelik olarak da çeşitli şeyler söyledik. Burada bir de, gerek zalimin eşi, gerek mazlumun eşi, gerekse de Allah yolunda zulüm ve haksızlığa uğramış biri olarak kadının zulüm kavramı karşısındaki konumundan söz etmek istiyoruz.

Hakikat şudur ki, biz İslami faaliyette ve davet çalışmalarında müslüman hanımın rolünü ihmal edemeyiz. O, müslüman kardeşin rolünden geri kalmayacak derecede önemli ve büyük bir role sahiptir. O, nesilleri yetiştirmede gösterdiği özenle, erkekleri ortaya çıkarır. Bu ise, hareketin ilerleyişinde en büyük ve o derece ehemmiyete sahip bir iştir. Üstelik ha­nımın buna ilaveten çeşitli görevleri ve yükümlülükleri de bulunmakta­dır. Cihadda bile erkeklerin ihtisasına giren bazı görevler üstlenebilmektedir.

Hareket ve dava ile ilgili bir şeyler söyler ve yazarken yazdıklarımız ve söylediklerimiz ifade ve uslub olark erkek kardeşlere yönelik gibi gö­rünse de, bunlarla hem erkek kardeşleri hem de bacıları muhatab almayı alışkanlık haline getirmişizdir. Bu öyle garibsenecek bir durum değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de de ayetlerin çoğu "Ya eyyuhellezine amenû" değil, müzekker sigası ile başlar. Ancak bu ayetlerin hitabı hem iman eden erkeklere hem de iman eden kadınlaradır.

Bilindiği üzere, kurmak istediğimiz davleti oturtacağımız temel un­surlar şunlardır: Müslüman ev (aile)'dir. Sağlam aile ise ancak, müslüman kardeşe ilk günden itibaren evini takva üzere bina etmesine yardım ede­cek anlayışlı kavrayışlı müslüman bir bacının eşlik etmesi ile mümkün­dür. Bu yüzden İhvan-ı Müslimin Cemaati, ilk günden itibaren müslüman bacıları yetiştirmeye, onların görevlerini yerine getirmelerine imkan sağ­layacak ortamı hazırlamaya özel gayret göstermiştir. Şehid İmam Hasan el-Benna'nın İsmailiye'de "Mü'min Anneler Okulu”nu açması bunun bir kanıtıdır.

Zulüm meselesine ve kadının bu mesele karşısındaki rolüne ve bun­dan nasibi konusuna gelince: Şüphe yok ki, zalim de mazlum da normal yaşayışlarında uzlet hayatına çekilmiş kimseler değillerdir. Her birinin eşi veya annesi, yahut kızkardeşi ya da çoğu zaman bir kızı bulunur. Bunların her birinin mutlaka o kişi üzerinde, bu konuyla ilgili olarak bir etkisi, doğrudan ya da dolaylı bir rolü bulunur.

Bilindiği üzere kadın daha duygusaldır. Bu konudaki uygulamalar­dan etkilenmesi erkeklerinkine göre daha fazla olur.

İslam, herkesten zulmü durdurmak için çaba harcamasını istemekte­dir. Resulullah (a.s.)'ın zalim de olsa mazlum da olsa kişinin müslüman kardeşine yardımcı olmasını istediği hadis-i şerifini hepimiz biliriz. Bu hadise göre zalime yardım etmek, onu zulümden alıkoymakla mümkün olmaktadır. Şu halde, erkek olsun kadın olsun zalimin bütün yakınlarının görevi, onu zulmünden alıkoymak için güçlerinin yettiğince uğraşmaktır. Arkadaşlarının ve tanıdıklarının üzerine düşen görev de budur. Her kim onun zulmüne evet der ve yaptıklarını normal karşılarsa zulümde ona or­tak olur. Onunla en yakın ilişki içinde bulunan, işlediklerini, uyguladıkla­rını en iyi bilen de hanımıdır. Kur'an-ı Kerim bir zalimin hanımının, eşi­nin zulmünden nasıl kendisini temize çıkardığını ve Allah'ın yolunu, Al­lah'ın rızasını seçtiğini anlatmaktadır. O kadın, zulme ve büyüklenmeye karşı koymada kendisini örnek gösterdiği Firavun'un eşi Asiye'dir.

"Allah inananlara Firavun'un karısını örnek gösterir. O: "Rabb'im, katından bana cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun işledikle­rinden kurtar; beni zalim milletten kurtar" demiştir."[134]

Anlatıldığına göre, bizim 1954 yılında maruz kaldığımız sıkıntılı dö­nemde, bize askeri cezaevinde işkence eden subaylardan birinin annesi, oğlunun yaptığı fiile şiddetle karşı çıkıyor. Yaptığı fiilden dolayı oğlun­dan ve onun kendisiyle olan yakınlığından beri olduğunu açıklıyor. O ka­dın, o dönemdeki şiddetli baskıya rağmen Şehid İmam Hasan el-Benna'nın bir fotoğrafını özel odasında duvara asılı olarak saklıyormuş.

Müslüman kadına düşen Allah önündeki özel sorumluluğunu bilme­si, kendisini Allah'ın gadabma ve azabına götürebilecek bu tür durumlar karşısındaki konumunu açık ve net olarak ortaya koymasıdır. Kıyamet gününde kocasının veya akrabalarından herhangi birinin ona faydası ol­mayacaktır.

Şanı yüce olan Rabb'imiz hak olan sözünde şöyle buyuruyor:

"O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter derdi vardır." [135]

Ve yine buyuruyor:

"Ey insanlar, Rabbi'nize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun babası için bir şey ödemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir."[136]

Yüce Allah bize bir başka örnek olarak da Resulullah (a.s.)'a eziyette kocasına yardımcı olan kadının durumunu örnek gösteriyor. O kadın da Ebu Leheb'in karısıdır.

Cenab-ı Hakk onun hakkında şöyle buyuruyor:

"Ebu Leheb'in eli kurusun, kurudu da. Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli ateşe yaşlanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip ol­duğu halde ona odun taşıyacaktır."[137]

Kur'an-ı Kerim, buna benzer bir başka durum için Nuh (a.s.) ile Lut (a.s.)'ın hanımlarını örnek göstermektedir ki, her ikisi de cehennemlik olmuşlardır. O kadınların her biri küfür yolunu iman yoluna tercih ettiklerinden Peygamber olan kocaları kendilerine bir yardımda bu­lunamamıştır.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Allah inkar edenlere Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek göste­rir. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken, onlara karşı hainlik edip inkarlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına "cehenneme girenlerle be­raber siz de girin" denildi"[138]

Bu iki kadın kocalarına, iman yerine küfrü tercih etmek suretiyle hı­yanet ettiler, yoksa namuslarında bir hıyanette bulunmuş değillerdi.

Bilindiği üzere erkek çoban (gözetici, kollayıcı) durumundadır ve gözlediklerinden sorumludur. Gözetimi altında olanları Allah'ın doğru yoluna iletmek için bütün gayretlerini sarfetmek erkeğin bir görevidir. Onları yanlış yola sapmaktan, delalete düşmekten, Allah'ın azabına ma­ruz kalmaktan korumak için erkek çalışır.

Bu hususta Cenab-ı Allah'ın şu ayet-i kerimesine dikkat edilim.

"Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, aile efradınızı ce­hennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Görevlile­ri, Allah'ın (her emrini) yerine getiren pek haşin meleklerdir."[139]

Ancak buna rağmen, Nuh (a.s.)'in eşinin ve oğlunun O'nun davetine icabet etmeyerek kafirlerden olduklarını görüyoruz.

Bunun ardından sözü zulme, baskıya ve sıkıntıya maruz kalanlara getirelim. Başta belirtelim ki, davet çalışmalarında sıkıntı ve baskılara maruz kalmak Cenab-ı Allah'ın ilahi bir sünnetidir. Bu bir imtihan mesabesindedir ki, onda başarı sabır, Allah'tan karşılık bekleme ve hak üzere sebat kalmak ile olur. Böyle olunca karşılığı da Allah Teala'nın rızası, ni­meti ve cehennem azabından kurtulmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, bize Peygamberlerin çoğunun eziyetlere ve baskıla­ra maruz kaldıklarını, ancak sabrettiklerini bildiriyor. Mü'min hanımların geçmişte maruz kaldıkları sıkıntılı durumları hatırlamamız yerinde olur. Kur'an-ı Kerim, Efendimiz İbrahim (a.s.)'ın hanımı ile oğlu İsma­il'i, Beyt-i Haram çevresinde, üzerinde bir bitki bulunmayan ıssız vadide nasıl bıraktığını, hanımının da buna nasıl sabrettiğini ve Allah'ın emrine nasıl boyun eğdiğini haber veriyor. İbrahim (a.s.)’ın hanımının o vadide su bulabilmek için Safa ve Merve arasında koşuşturup dururken nasıl yorulduğunu, çocuğunun susuzluktan ölme tehlikesi ile başbaşa kal­dığı bu durumda nasıl sıkıntılı anlar yaşadığını, sonra da Allah'ın rahmeti ile Zemzem kuyusunun nasıl ortaya çıktığını yine yüce kitabımız bize bildiriyor. O suyun günümüzde hala hacılarımız gittiklerinde içmektedir­ler. Yine Safa ve Merve arasında sa'y (yani gidip gelmek) de hacc ve um­renin ilkelerinden olmuştur.

Yine Hz. Musa (a.s.)'nın annesinin, oğlunun Firavun'un eliyle öldü­rülmesi tehlikesinden dolayı çektiği sıkıntıları, nasıl Allah'ın emrine itaat ederek çocuğunu denize attığını, O'nu Firavun ailesinin bulduğunu, bun­dan dolayı, Musa (a.s.)'nın annesinin kalbinin rahatladığını, ancak bütün bu sıkıntılar karşısında sabır gösterdiğini Kur'an-ı Kerim bize bildiriyor. Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.)'nm annesine vaadi üzere O'nu yeniden çocu­ğuna kavuşturmuştur.

Bu konuda şöyle buyuruyor:

"Musa'nın annesine; "çocuğunu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, O'nu suya bırak; korkma, üzülme, biz şüphesiz O'nu sana döndü­receğiz ve Peygamber yapacağız" diye bildirmiştik." [140]

Efendimiz Hz. İsa (a.s.)'ya hamile kalması ve onu doğurması yüzün­den Meryem (a.s.)'ın çektiği sıkıntılar da böyledir. Hatta o, ileride namusu konusunda kendisine yöneltilecek ithamlardan çekindiğinden do­layı ölümü bile arzulamıştı. Ancak o, Allah'ın emrine uydu ve Allah Teala da onun çocuğunun dünyaya gelişini insanlık için bir mucize kıldı. Bu mucize ile, meselenin sadece beşer çevresinde dönmediğini, işin Allah'ın emri olduğunu, Allah Teala'nm bir şeye "ol" demesi ile hemen oluverdiğini insanlığa bildirdi.

Yine siret kitapları Sümeyye (r.a.)'nin imandan sonra küfür sözünü konuşması için nasıl işkencelere maruz bırakıldığını ancak bütün bunlar karşısında sabır ve tahammül gösterdiğini Allah Teala'nın O'nu hak üzere sabit kıldığını ve neticede O'nu eşi Yasir ile birlikte işkence altında şehid olduğunu, böylelikle İslam'ın ilk kadın şehidi olduğunu bildiriyor.

Bir başka durum açısından da siret kitapları bize Hz. Aişe (r.a.)'nin ifk (iftira) hadisesinden dolayı maruz kaldığı sıkıntıları bildiriyor. Bu olaydan dolayı O ve diğer müslümanlar uzun bir süre hayli sıkıntılara maruz kaldılar. Ancak o, bu duruma sabretti, Allah'tan sevabını bekleye­rek işini Allah'a havale etti ve kendisi hakında söylenilenlere karşı Allah Teala'dan yardım diledi. Sonunda O'nu temize çıkaran ayetler indi. O'nun hakkında inen bu ayet-i kerimelerle birlikte kıyamete kadar müslüman hanımların ırzlarını koruyan hadd ayetleri de indi. Bu durum, Yüce Al­lah'ın, O'nun vesilesi ile açıkladığı bir hayır oldu.

Günümüzde de insanları Allah'a davet edenler ve İslam için çalışan­lar, zulüm, eziyet ve işkencenin çeşitli şekillerine maruz kalıyorlar. Bu­günkü müslümanlara karşı taşkınların yeni geliştirdikleri ve dışarıdan it­hal ettikleri işkence metodları da uygulanıyor. Bu amaçla getirilen işken­ce araçlarından da istifade ediliyor. İnsan olmanın bütün anlamlarından sıyrılmış olan bu insanlar, uygulamalarında düşünülebilecek derecelerin en alt derecesine düşmüşlerdir. Bazı kitaplar bu konuda biraz tafsilat ver­miştir ki onların burada aktarılması mümkün değildir.

Zulme maruz kalan kardeşlerimiz yüzünden nice anneler, eşler, bacı­lar, kız evlatlar büyük sıkıntılara, zorluklara maruz kaldılar. Bunun yanısıra müslüman bacılarımızdan bir çokları da, tutuklandı, hapse atıldı ve taşkınların elinde işkenceye maruz kaldılar. O bacıların maruz kaldığı uy­gulamalardan bazıları bedene vurmadan ve işkenceden çok daha şiddetli ve eziyet vericiydi. "Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir" diyerek sab­rettiler.

Suriye cezaevleri hâlâ müslüman bacılarla dolu. Ne yazık ki, İran cezaevlerinde de yirmiye yakın sünni bacı muhakemesiz olarak tutuklu bulundurulmakta. Yine başka bölgelerde de tutuklu müslüman hanımlar var. Hükümetler belli sayıdaki müslüman hanımdan korkacak kadar zayıf durumdalar demek ki.

Zalimler ne kadar da yüzsüzdürler, ne kadar fena hallere düşmüşler­dir, dünya ve ahiretleri nasıl da perişandır! Onlar kendi nefislerine, baş­kalarına zulmettiklerinden çok daha fazla zulmetmişlerdir. Çünkü ahiret azabı dünyada kamçı ile veya başka şekilde uygulanan işkenceden çok daha şiddetli ve kalıcıdır.

Maruz kaldığımız sıkıntılı dönemlerde farklı özelliklere sahip müs­lüman bacılarla karşılaştık. Onlarda gerçek inancın izini gördük. Onlar sabır ve sebat gösterdiler, Allah'tan karşılığını bekleyerek başlarına ge­lenlere katlandılar. Hatta fedâkarane faaliyetlerde bulunarak müslüman kardeşlerin hapse atılmalarından doğan boşluğu doldurmaya çalıştılar.

Pek müstesna örnekle karşılaştık. Bir müslüman bacının pek çok er­keğin işini yaptığını gördük. Bizimle birlikte batı bölgesindeki sahranın derinliklerinde bulunan cezaevlerinde tutuklu kardeşlerimizden birinin annesi olan faziletli bacıyı asla unutamıyorum. Onun, yardımları, tutuklu kardeşlerin ailelerine nasıl ulaştırdığını hiç unutamam. O, bunu yapabil­mek için nice sıkıntılara katlanıyor, emniyet güçleri tarafından nice zor­luklarla karşı karşıya geliyordu. Çölün derinliklerindeki cezaevinde ziya­ret edebilmek için o uzun yolun bütün zorluklarına katlanarak bize kadar ulaşmaya nasıl tahammül edebiliyordu. Üstelik yanında yirmiye yakın yeyecek ve giyecek paketi de getiriyordu. O paketleri hanıma, bizimle beraber tutuklu bulunan kardeşelerin aileleri veriyorlardı. Kahire'den çöle kadar ulaşabilmek için birden fazla tren değiştirmek gerektiği halde, bu kadın yaşlılığına rağmen kendisine verilen emanetleri aynen muhafaza ediyor ve sapasağlam sahiplerine ulaştırmaya çalışıyordu. Ben şahsen iti­raf ediyorum, O'nun yerinde olsaydım, O'nun yaptığını yapmaktan aciz kalırdım. Ama bu Allah'ın O'na verdiği lütuf ve yardım idi. Allah O'nu İslam ve müslümanlara hizmetinden dolayı en güzel şekilde mükafatlandırsın.

Kardeşlerden bir çoklarının hanımları, anneleri ve kızları düzenin zebanileri tarafından nice baskılara ve zulümlere maruz kalmışlardır. Hatta kardeşlerden birinin aile efradı toplanıyor ve o kardeşin gizlenmesi, düzenin adamlarının da nerede olduğuna dair bir iz bulamaması dolayı­sıyla emniyet ekiplerinin yaptığı baskı ve zulümlerden kurtulabilmek için hıristiyanlığa girmek istediklerini açıklıyorlardı.

Pek çok kardeşin hanımı, kocalarının zindanlarda olmalarından dola­yı çocuklarını geçindirmek ve yetiştirmek için nice sıkıntılara katlanmış­lardır. Ve yine onlardan pek çoğu, kocalarından boşanma talebinde bu­lunmaları için düzenin zebanileri tarafından doğrudan veya dolaylı olarak nice baskılara maruz kalmışlardır. Ancak onlar bu istekleri reddettiler ve kocaları hapisten çıkıncaya kadar yıllarca içinde bulundukları duruma sabrettiler. Bazılarının kocaları yirmi yıl kadar hapiste kaldı. Onlar hapis­ten çıktıklarında çocuklarının büyüdüğünü, annelerinin o çocukları en gü­zel şekilde terbiye ettiklerini gördüler. Hatta bazılarının çocukları anne baba bile olmuşlardı.

Şüphesiz bu sayılanlar sabırlı, saliha ve Allah'ın korunmasını emrettiğini gıyaben koruyan müslüman bacılardan müstesna örneklerdir.

Hatırlıyorum, biz cezaevlerinde düzenin adamları tarafından çok çir­kin muamelelere maruz bırakılıyorduk. Düzenin adamları kardeşlerimize, Abdunnasır'ı desteklemek için, onların ailelerine, özellikle annelerine ve eşlerine karşı duydukları sevgi ve merhamet duygularını istismar ediyor­lardı. Ceza müddetlerini doldurmadan cezaevlerinden çıkabilmeleri için cemaatleri ile olan bağlantılarını koparmaları isteniyordu. Ancak müslü­man bacıların çoğu, böyle bir şey istemiyor ve kocalarının yahut evlatla­rının sebat etmeye, cemaatleri ile bağlantılarını koparmamaya teşvik edi­yorlardı. Çok az sayıda hanım bu isteği kabullenerek bunun için kısmen eşlerine baskı yapmışlardı: Bu da belki davet fıkhını pek iyi bilmemele­rinden ileri geliyordu. Ayrıca belki, kardeşler o sıkıntı döneminden önce davet çalışmaları dolayısıyla hanımlarıyla pek ilgilenme fırsatı bulamadıklarından bu konuda biraz sorumluluk taşımaktadırlar.

Müslüman bacılarımızdan bir grup da başka bir zulüm çeşidine ma­ruz kalmışlar ancak sabretmiş ve zaaf göstermemişlerdir. Onlar da işken­ce altında, yahut zulüm ve taşkınlığa karşı cihad ederken şehid edilen kardeşlerin hanımlarıydı. O hanımlardan bazılarının şehid edilen kocala­rından çocukları da vardı. Gösterdikleri sabır ve çocuklarını yetiştirmek hususundaki gayretlerinden dolayı inşaallah bunlar büyük ecir ve sevaba kavuşacaklardır. Cemaatin bunları ve çocuklarını gözetmesi, kendilerinin ve çocuklarının zor durumda kalmamaları için onlara yardımda bulunma­sı gerekir.

Zulüm ve zalimler hakkındaki bu görüntüleri ortaya koyduktan son­ra tamamı nur, saadet ve nimet olan, sabredenlerin ecirlerini almaları ha­linde müşahede edilecek bir başka konuya geçmek istiyorum.

"Sabırlarının karşılığı cennet ve oradaki ipeklerdir."[141]

Burada görüyoruz ki, vatanlarından kovulan, eziyet edilen fakat sab­reden aileleri Allah Teala güvenin, huzurun, mutluluğun, gönül rahatlığı­nın ve ebedi nimetlerin bulunduğu Adn cennetlerinde biraraya getirecek­tir. Oysa aynı vakitte, zalimler işledikleri zulümlerinden dolayı cehen­nem azabına atılacaklardır.

"O cehennem ateşinin yakıtı insanlar ve taşlardır. Görevlileri Al­lah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir."[142]

Şu ayet-i kerimeler de vatanından kovulan, haksızlıklara uğratılan aileleri müjdeliyor:

"Onlar Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabrederler. Namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıkça sarf ederler, iyilik yaparak, kötülüğü ortadan kaldırırlar, işte onlara bu dünyanın iyi bir sonucu olan Adn cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekle her kapıdan yanlarına girip "sabretmenize karşılık size selam olsun . Burası dünyanın ne güzel bir sonucudur" der­ler."[143]

"O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar bir­birine düşman olurlar. Allah: "Ey Kullarım, bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz" der. Bunlar ayetlerimize inanmış ve kendilerini bize vermişlerdir. Şöyle denir: "Siz ve eşlerini ağırlanmış olarak cennete gi­riniz." Onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır. Canlarını istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orda temellisiniz, işledik­lerinize karşılık size miras verilen işte bu cennettir."[144]

"Doğrusu bugün cennetlikler eğlence ile meşguldürler. Onlar ve eş­leri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rabb katında onlara selam vardır. Allah şöyle buyurur: "Ey suçlular, bugün müminlerden ayrılın."[145]

Ey mazlum bacı, bil ki, senin maruz kaldığın zulüm, senin için şer değildir, belki hayırdır. Çünkü buna, Allah yolunda maruz kalıyorsun. Sabretmen ve başına gelene katlanmak suretiyle Allah'tan ecir beklemen karşılığında da Allah'ın vaadinin gereği olarak büyük ecire nail olacaksın. Bunun için Allah'a hamdet ve niyetini Allah için halis tutmaya gayret et. Amelinin boşa gitmemesi ve sevabının zayi olamaması için hâlis niyetli olmaya çalış.

Sıkıntı ve musibetten sonra rahatlık ve dünya nimetleri ile imtihan olunman halinde başarısız olmaktan sakın.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülüğü veririz. Sonunda bize dö­nersiniz."[146]

Zalimlerin halleri ve ne olacakları ile meşgul olman, seni kendi hali­ni ve ne olacağınla meşgul olmaktan alıkoymasın. Onların halini doğru hüküm verici ve âdil olan Allah'a bırak.

Sen Allah'a olan bağlılığını güzel yapmaya çalış. Nefsine ve şeytana aldanmaktan her zaman sakın. Onlara güven olmaz.

Zalimlere karşı olan kinin ve garazın onlardan birini bizzat tekfir et­meye ve lanetlemeye yöneltmesin. Olur ki, tekfire ve lanetlenmeye müs-tehak olmazlar da söz sana döner. Ancak mutlaka söyleyeceksen genel ifadeler kullan.

"Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir," demen gibi.

Çokça dua oku, mazlumun duası ile Allah arasında perde yoktur.

Sabrın ve sebatınla kimseye minnetkar olma ve bunu kendine nisbet etme. Onu Allah'ın sana yardımı ve fazlına hamlet.

Allah'a mutlak olarak güven. Bazıları görünüş itibariyle farklı olsa da, Allah Teala'nın bütün takdirlerinin hayır olduğuna kalben inan. Bir durumun sürekli devam etmesinin imkansız olduğunu, geleceğin ise bu dinin olacağını bil.

Allah'ın mü'minlere vaadi gerçekleşecek ve mü'minler yeryüzünde yeniden hakimiyet kuracaklardır. Ahirette de ebedi nimetler ve cehennem azabından kurtuluş mü'minlerindir. Zalimler de sonlarının nereye varaca­ğım görecekler.

Yakında şu sözü haykıran kişinin sesi yükselecek:

"Alemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun ki, zulmeden milletin kökü böylece kesildi."[147]

Sonra müslüman bacılardan yeni yetişen nesle diyoruz ki: Siz eğer, Allah'ı, Peygamberi ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah sizden iyilik sahiplerine büyük ecirler hazırlamıştır. Bilin ki, gerçek mutluluk Allah'dan korkmakta, imanda, güzel amelde ve özellikle Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmaktadır.

Evlilik mutluluğu da, ilk günden itibaren Allah korkusu üstüne bina edilen bir müslüman evinin gölgesinde gerçekleşir.

Sizden hiç kimse, müslüman kardeş olmayan biriyle evlenmeyi ka­bul etmesin. Evleneceği erkek anlayışlı, kavrayışli bir müslüman kardeş olsun ki, iyilik, takva ve İslam devletini kurmada sağlam bir temel oluş­turacak müslüman evinin ikamesinde onunla yardımlaşabilsin. Kendile­riyle Allah'ın dinine güç katacak bir zürriyet çıkarabilsin.

Bilin ki ey bacılar, davet yolu güller serilmiş değildir. Onun üzerin­de dikenler ve engeller, bulunmaktadır. Ama sonu tamamen hayırdır. So­nunda nimetler, cennetler, gölgeler, kaynaklar, Allah'ın azabından kurtu­luş ve dünyada hakimiyet, üstünlük vardır.

Çağımızdaki çoğu kızların erkek beğenirken ve aile kurarken baş­vurdukları maddi bir takım ölçülerden, mikyaslardan kendinizi kurtarma­lı ve Allah'ın kitabında ve Resulullah (a.s.)'ın sünnetinde bildirilen Rab­bani ölçüleri almalısınız. Mü'minlerin anneleri olan Resulullah (a.s.)'in saliha zevcelerini ve daha önce kendilerinden örnek olarak söz ettiğimiz saliha hanımları kendinize örnek kabul etmelisiniz.

Ey yeni nesli oluşturan müslüman bacılar, sonsuz saadetin yolu işte budur. Bundan başkasını yol olarak kabul etmeyin ki, dünya ve ahiret sa­adetine kavuşabilesiniz.

"Bu dosduğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşüre­cek yollara uymayın. Allah sizi bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."[148]

 

Altıncı Kısmın Sonucu

 

Zulüm, zalimler, mazlumlar hakkındaki bu açıklamalar ve bizim bu konularla ilgili olarak serdettiklerimizin hayır getirmesini Allah'tan dili­yoruz.

Özellikle zulmün çokça işlendiği ve dairesinin gittikçe genişlediği, özelde müslüman gençlere, genelde ise bütün müslümanlara karşı çok de­ğişik şekillerinin uygulandığı şu dönemde bir fayda sağlamasını temenni ediyorum.

Zalimlerin de, mazlumların da öğüde ve hatırlatmaya ne kadar çok ihtiyaçları var.

Allah Teala'nın yazdıklarımızdan ve konuştuklarımızdan dolayı bizi ecirlendirmesini diliyoruz.

"İslah etmekten başka bir dileğim yoktur.

Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum."[149]

 

YEDİNCİ KISIM

 

ÜYELİK VE LİDERLİK AÇISINDAN DAVET YOLU

 

Sunuş

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

Cenab-ı Hakk'a hamdeder, O'ndan yardım ister ve O'na tevbe istiğfar ederiz.

Peygamberimiz ve önderimiz olan Hz. Muhammed (a.s.)'e, O'nun sahabelerine ve kıyamete kadar O'nun yolunda giden tüm müslümanlara selam olsun deriz.

İslâm'da yönetim ve yöneticiler konusunda bir çok eser yazılmıştır. Yine idareciler ve idare edilenler, komutanlık ve askerlik, savaş ve cihad konularında da oldukça fazla kitap yazılmıştır.

Biz bu bölümde, bu konuların hiç birisini hedeflemedik. Bizim asıl amacımız; Cemaat halinde çalışırken tecrübeler ışığında İslâmi çalışmada idarecilerle idare edilenlerin birbirine karşı hak ve sorumluluklarını orta­ya koyabilmektir.

Yazdıklarımız konusunda Cenab'ı Hakk'dan bizi doğru yola ulaştır­masını temenni ederiz. Ayrıca İslami konuda çalışma yapan tüm kardeş­lerimizin, sunmuş olduğumuz bu bölümden istifade etmelerini umarız.

Şurası muhakkaktır ki, Allah Teala en büyük nimeti olan İslam nimetiyle bizleri şereflendirirken bir taraftan bizleri kendi dosdoğru yoluna iletmiş, diğer taraftan da nesillerimizi İslam'a hizmet yolunda en ince ve en önemli bir konuma getirmiştir. Tabii bütün bunlar Allah düşmanlarının müslümanlara ve İslam'a karşı çeşitli tuzaklar kurup onların devletle­rini ve hilafetlerini ortadan kaldırdıktan sonra olmuştur.

Elbette hilafetin yıkılmasından sonra müslümanlar İslam'ın özünden uzaklaşarak daha çok dünya hayatıyla ilgilenir olmuşlardır. Bunun sonu­cunda da İslam düşmanları müslümanların parçalanıp zayıf düşmesinden istifade ederek kendilerine ve devletlerine yapabildikleri en çirkin zulüm­leri yapmışlardır.

İslam hiçbir zaman müslümanların kafirler karşısında acziyet göste­rerek onlara teslim olmalarına razı değildir. Müslümanların düştükleri bu musibetten bir an önce kurtulmaları, İslam devletini ve hilafetini yeniden kurarak "Fitneden eser kalmayıp, hüküm yalnız Allah'a ait oluncaya ka­dar..."[150] Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelerini on­lara farz kılmıştır.

Eğer hilafet asrımızın başında kaldırılmış ise yeniden ve daha mü­kemmel olarak yeni asrın başlarında kurulmalıdır. Allah'ın izniyle bu da olacaktır. Çünkü bu, Allah'a göre pek kolay bir iştir.

Şurası kesin olarak bilinmelidir ki; İslam devletini kurma gibi yüce bir hedefin gerçekleşmesi yolunda kadın-erkek her müslümanın çalışması farzdır. Eğer müslümanlar Allah'ın ölçülerini koruyacak, müslümanları ve başta Mescid-i Aksa olmak üzere tüm İslam topraklarını Allah düş­manlarından kurtararak yeni yeni toprakları İslamı yaymak için elde ede­cek olan böyle İslami bir devletin kurulması için çalışmazlarsa, hepsi de bu konuda en büyük günahlardan birini işlemiş olurlar.

Şehid İmam Hasan el Benna, gençlere yazmış olduğu bir risalesinde İhvan-ı Müslim'in hedeflerini açıklarken en önemli hedeflerinin dünya İs­lam devletini gerçekleştirmek olduğunu şu sözleriyle açıklamaktadır:

"..ve biz bir zamanlar İslam'la şereflenmiş olan bu topraklarda is­lam sancağının yeniden dalgalanmasını istemekteyiz. Bu yerler ki, bir zamanlar müezzinlerin tekbir ve tahlilleriyle Hakk'a çağrı merkezleriydi. Bu topraklar İslam'ın nurundan sonra küfre dönmüşlerdir, işte Endülüs, Sakile, Balkanlar, Güney İtalya, Cezayir ve Rum denizi ki, bunların tümü İslam topraklarıdır ve tekrar İslam'ın kucağına dönmelidir. Akdeniz ve Kızıldeniz eskiden olduğu gibi yine iki islam gölü olmalıdır..."

Daha sonra konuşmasında şunları söylüyordu:

"..Bu merhaleden sonra davetimizin tüm insanlığa ve dünyanın her köşesine ulaşmasını istiyoruz. Öyle ki, yeryüzündeki tüm zalimler Isla-mın adaletine baş eğmelidir. Bu mücadelemiz yeryüzünde fitneden eser kalmayıp hüküm yalnız Allah'ın oluncaya kadar devam edecektir.

"İşte o gün, mü'minler Allah'ın yardımıyla mutluluk içinde olurlar. Allah dilediğine yardım eder. Allah aziz ve merhametlidir."[151]

Bırakın korkaklar ve tembeller sizin bu düşündükleriniz çok uzak bir hayaldir desinler. Gerçekte ise, onların bu sözleri öyle bir acziyetten ileri gelmektedir ki, bu hali ne İslam, ne de müslümanlar asla kabul et­memektedirler. İşte onların bu korkaklık ve tembelliklerinden istifade eden Allah düşmanları, İslam ümmetine hakim olmuşlardır. Onların bu halleri iman bakımından kalbin en perişan olmuş bir durumunu göster­mektedir. Bu acizlik aynı zamanda müslümanların yıkılışının da başta gelen sebeplerinden birisidir. Fakat bizler şunu açıkça ilan ederek diyo­ruz ki: Hiçbir müslüman böyle acizlik ve korkaklık ifade eden düşüncele­re inanamaz ve bu gibi metodlarla da çalışamaz. Böyle pısırıklık ve kor­kaklığı kendisine yol edinen kişi, kendisine İslam'dan başka bir yol seç­sin, onu kendisine din edinerek o yolda çalışsın."[152]

 

Cemaat Halinde Çalışmak Farzdır

 

İslam dini hedeflemiş olduğu şeylerin gerçekleşmesi için toplu çalış­mayı gerekli görmektedir. Özellikle şu zamanda, dünya İslam devletinin kurulmasını kaçınılmaz olarak değerlendirdiği için bu yolda cemaat ha­linde çalışmayı da zaruri görmektedir. Çünkü böyle yüce bir hedefi tek başına hiç kimse gerçekleştiremez. Bu ancak topyekün müslümanların birliğiyle olabilir. Öyle ise cemaat halinde çalışmak da farzdır. Çünkü herhangi bir farzın yerine getirilmesinde gerekli olan tüm yardımcı un­surların da farz oluşu İslam'ın temel bir kuralıdır.

Diğer taraftan İslam bireyci bir din değil, tam tersine ümmetçi bir dindir. Tüm müslümanlan bir vücut olarak değerlendirmekte ve onları bir bütün olarak kabul etmektedir. Çünkü İslam, tüm mü'minleri birliğe ve beraberliğe çağırmakta ve onların parça, parça olmalarını yasaklamakta­dır.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

"Hep birden Allah'ın ipine sarılın ve asla parça parça olmayın..."[153]

Eğer bizler Hz. Muhammed (a.s)'in hayatına bakacak olursak, O'nun hayatının Allah'a davetin pratik bir örneğini teşkil ettiğini görürüz. O zaman Allah Resulü'nün müslümanlan tek bir cemaat halinde nasıl yö­nettiğini ve onların omuzları üzerinde ilk İslam devletini nasıl yükseltti­ğini en açık bir şekilde görebiliriz. Kendisinden sonra gelen dört halife de aynı şekilde O'nu takip etmişlerdir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İslam'da cemaat halinde çalışmak yeni bir iş değil, Allah'ın bir emri ve Hz. Muhammed (a.s)'in bir sünneti­dir.

İşte bu gerçeklerden hareket eden Hasan el Benna da, Hz. Muham­med (a.s)'in ve O'nu takip eden olgun halifelerin yolunu takip ederek ce­maat halinde çalışmanın kaçınılmaz olduğuna inanarak, yüce İslam dev­letini ve O'nun hilafetini gerçekleştirmek için ‘İhvan-ı Müslimin’ adında bir cemaat kurmuştur. Hasan el Benna, cemaatının hedeflerini açıklarken en başta gelen görevin İslam devletini ve onun hilafetini kurmak olduğu­nu vurgulamaktadır. İşte kurulacak bu İslam devleti yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılma ve fitneyi tamamen ortadan kaldırma görevini yürüte­cektir.

Bu yüce amaçtan dolayı Hasan el Benna, hiç bir zaman cemaatın ça­lışma sahasını Mısır ülkesine özgü programlamamış, cemaattta görev ya­pacakları da yalnız Mısırlılar olarak sınırlamamıştır. Tam tersine bu yüce hedefin gerçekleşmesi için dünyadaki tüm müslümanları bu çalışmaya davet etmiş ona göre de program hazırlamıştır.

Şehid İmam Hasan el Benna bu konuda şunları söylemektedir:

"Bizim davetimiz İslam'dan başka bir şey değildir, islam ise her­hangi; bir bölgeye mahsus indirilmemiştir. İslam, tüm insanlar için bir hayat nizamıdır. İslam'ın hitap ettiği alan ise dünyanın tamamıdır."[154]

 

Bir Cemaat İçin Program, Lider Ve Kadro Kaçınılmazdır

 

Herhangi bir cemaatın belirli bir hedefi gerçekleştirebilmek için, bel­li bir programa, bir lidere ve o programı uygulayacak bir kadroya ihtiya­cı olduğunu uzun uzun yazmaya gerek yoktur.

Hasan el Benna bunu açıklarken şöyle diyor:

"Toplumların ve milletlerin tarihine baktığımızda herhangi bir programın, liderin ve o program çerçevesinde çalışan bir de kadronun olduğunu görürüz. Böyle bir cemaat liderleriyle çalışırken, hiçbir zaman yorulmaz, bıkkınlık duymazlar. Ellerinden gelen her çeşit gayreti ortaya koymaktan da asla çekinmezler. Bu durum aynı zamanda İslami hareke­tin de en açık bir özelliğidir.

Cenab-ı Hakk'ın ortaya koymuş olduğu program, Hz. Muhammeâ (a.s)'in liderliğinde ve ilk müslümanların kadrolaşmasıyla ortaya konul­du. Önceleri gizli başlayan Islami hareket, daha sonra kendisini açığa vurarak birçok mücadelelere girişti. Arkasından, davayı kabul etmeye müsait bölgelere hicret dönemine geçen hareket, gittiği bölgelerde ina­nanlar arasındaki muhacir ve ensar ayrıcalığını kaldırarak hepsini de dinde kardeş ilan etti. Bunu takiben imanın kalplere iyice yerleşmesini sağladıktan sonra Hakk ile batılın saflarını kesin olarak ayırıp Hakk'ın yeryüzünde hakimiyeti için mal ve can ile cihada başladı."

Liderlek kadrosu olmayan bir cemaatin herhangi bir işi başarması mümkün değildir. Çünkü hedefleri tesbit eden, programın uygulanmasını sağlayan ve cemaate tabii olanlar arasında meydana gelebilecek ihtilafları çözen liderlik müessesesidir. Kadro ise programın uygulanışında liderin en büyük yardımcılarıdır. Çünkü kadrolar, şura ve organlar vasıtasıyla li­dere ışık tutarak programın sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlarlar.

Kendi mensupları üzerinde sözünü dinletme ve itaat ettirme gücü ol­mayan bir cemaatin gerçekte hiçbir kıymeti yoktur. Şurası var ki, liderli­ğin yardımcılığı, Allah ve Resulü'nün emirleri doğrultusunda olmalıdır. Aksi halde o liderliğe itaat edilemez.

Eğer liderde otorite gücü olmazsa kendisine tabii olanlara herhangi bir işi nasıl yaptıracaktır?

Cemaatteki fertlerin her birinin kendi kafalarına göre hareket ettikle­rini düşününüz, o halde cemaat tesbit ettiği hedefine nasıl ulaşacaktır? Konumuzla ilgili olduğu için pratik hayattan şu çarpıcı örneği vermek is­tiyoruz:

Bizler zaman zaman işitiriz ki, çeteler herhangi bir bölgeyi elde et­mek istediklerinde önce oturup aralarından bir lider seçerek o bölgenin planını çıkarttıktan sonra herkes kendine göre bir vazife ve sorumluluk yüklenir. Eğer aralarında herhangi bir ihtilaf çıksa, o konuyu reislerine ileterek onun verdiği hükme göre meseleyi hallederler. Böylece kendi is­tedikleri şekilde o bölgedeki hakimiyetlerini sürdürürler. Hiçbir devlet kanunu veya kuvveti de onlara birşey yapamaz. Çünkü her konularını bir­lik içerisinde kendi planlarına göre yürütmektedirler.

Anarşistler dahi bir liderin etrafında birlik içerisinde ve belli bir plan dahilinde çalışmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar da, şu dünyada İslâm devletini gerçekleştirmek gibi en şerefli bir görevin yerine getirilmesi için Allah ve Resulünün emirleri çerçevesinde hareket eden bir lide­rin ve onun emirlerine itaat edecek fertlerden oluşan bir cemaatin gerekli­liğine inanmak daha doğru olmaz mı?[155]

 

Liderlik Hakkında

 

Herhangi bir cemaatte liderlik müessesesi, tıpkı vücuttaki baş gibi­dir. Çünkü hedefleri o tesbit eder. Tüm bilgiler onda toplanır. Kadrosun­daki ehliyetli elemanlar vasıtasıyla meseleleri o tartışır. Kendisine tabi olanlara gerekli emirleri o verir. Cemaatın programının uygulanışını tüm yönleriyle takip ederek işlerin sağlıklı bir şekilde yürümesini o sağlar.

Buna göre lider ne kadar güçlü, uyanık ve bilgili olursa hareket de o nisbette canlı olur. Ve netice daha çabuk elde edilir. Bunun tersine eğer lider yetersiz, görevini yerine getirmekten aciz ve hedefleri tesbit etmede noksan ise hareket de başarısız olur ve devamlı gerileme baş gösterir.

Lider, aynı zamanda cemaatte birliğin simgesidr. Kuvvet ise, ancak birlikten meydana gelmektedir. İşte bunun için cemaatte liderin çok bü­yük fonksiyonu vardır. Liderlik makamının sadece şekilden ibaret olup, hiçbir yaptırımcılığının olmaması doğru olmadığı gibi Allah'ın konun ve kurallarına bağlanmadan, dilediği gibi hareket eden bir liderlik de olmaz, olamaz.

Liderliğin öneminden sonra, bu müessesenin oluşumu konusundaki görüşleri inceleyebiliriz. Bu alanda birçok görüşler vardır. Bir kısmı li­derliğin bir tek şahıs tarafından temsil edilmesini ileri sürerken, başka bir görüş de liderlik makamının belirli sayıdaki insanların oluşturacağı bir konsey tarafından meydana gelmesini ileri sürmektedir. Tabii ki bu gö­rüşlerin herbirinin kendine özgü bir takım olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Ayrıca bu görüşler çerçevesinde liderlik oluşumu yine bazı kurul ve şartlara bağlıdır. Fakat bu görüşler arasında bir çok cemaatle birlikte İhvan-ı Müslimin' teşkilatının tercih ettiği görüşe göre liderlik: Tek bir kişi tarafından temsil edilmekle beraber lidere bağlı bir yönetim merkezi ve şura bulunmaktadır. Ancak şuradakilerin sayısı lider tarafından belir­lenir. Tabii ki, tıpkı cemaatta görev alacakların ve önde gelen kişilerin ta­şıması gereken bir takım vasıflar gibi, şurada da görev alacakların belirli özellikler taşıması lazımdır. Bu kuralların hepsi de daha önce tesbit edile­rek ittifak olunan kurallardır.

Diğer taraftan liderliğin tek başına mesuliyet altında olmayıp, cema­attaki her kişinin bulunduğu konumda belli bir sorumluluğu olduğunu ve onu yerine getirmesinin kendisine bir emanet olarak verildiğini vurgula­mak isteriz. Daha açık olarak, cemaatta bulunan her üyenin belli bir gedi­ği kapatma sonucunda liderle birlikte kendi çapında yönetimden mesul olduğunu söylersek mübalağa etmemiş oluruz.

Gerçek şu ki, cemaatteki her çalışma alanı, bir sorumluluk ve bir emanettir. Tabii ki, bunun ehemmiyet oranı kişinin bulunduğu konumun hassasiyetine göre değişebilir. İşte bundan dolayı cemaatten herhangi bir kişiye görev verilirken adam kayırmaktan uzak, sadece emaneti ehline verme ölçüsüne göre hareket edilmelidir.

Bu konuda Allah'ın Resulü bizleri şu mübarek sözleriyle uyarmakta­dır.

İbni Abbas (r.a.) diyor ki:

"Resulullah'ın şöyle dediğini işittim:

"Kim aralarında Allah'ın daha çok razı olduğu bir kişi dururken bir başkasını iltimasla gör evlendirirse o kişi Allah'a, O'nun peygamberine ve tüm mü'minlere hıyanet etmiştir."[156]

Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri diğer bir hadis-i şeriflerinde ise Ebu Musa diyor ki:

"Bir gün ben ve beraberimde "Beni Ammi" kabilesinden iki kişiyle birlikte Resulullah'ın yanına geldik. O iki kişiden birincisi dedi ki:

"Ya Resulallah, beni bazı görevlere tayin et."

Diğeri de buna benzer isteklerde bulunması üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:

"Vallahi biz, nefsi için veya makam hırsından dolayı görev isteyeni göreve tayin etmeyiz."

Şurası da bir gerçek ki, cemaatteki yönetim makamları, hükümetlerdeki veya büyük şirketlerdeki gibi insanın rağbet edebileceği dünyevi makamlar gibi değildir. O makamların her biri, birer emanettir. Kişi kıya­met günü o görevi hakkıyla yerine getirip getirmediğinden hesaba çekile­cektir. Bunun için yönetim makamlarına getirilmedi diye veya görevin­den alındığından dolayı üzülmeye, darılmaya ve cemaatten ayrılmalara hiç gerek yoktur. Tam tersine böyle bir mes'uliyetten bir yerde kurtulduğu için Allah'a hamd etmelidir.

Halit Bin Velid'in, Hz. Ömer tarafından ve savaş anında komutanlık­tan alınıp yerine başkasını tayin ettiğinde gösterdiği olgunluk bizler için çok büyük bir örnektir.

Şehid İmam Hasan el Benna, konuşmalarının birinde, liderin sorum­luluk ve özellikleri konusunda şöyle demektedir:

"İhvan'ın davasında lider: Kalbi bağlılık yönünden tıpkı bir anne ve baba, öğreticiliği bakımından tıpkı bir üstad, ruhi terbiye açısından san­ki büyük bir şeyh ve genel siyaset yönünden de bu davanın bir önderidir, iste, bizim davamız bu manaların hepsini de bünyesinde toplamaktadır."

Tüm anlatılanlardan sonra şunu da eklemeliyiz ki, liderlik makamı cemaat mensuptan tarafından saygı duyulan bir merkez olmalıdır. Bu ko­nuda İslam'ın bir çok teşvik edici hükümleri vardır. Elbetteki bu saygı, li­derin kişiliğinden daha ziyade o makamadır. Çünkü İslam cemaatinin li­deri, tüm insanlığın hidayeti için İslam'ın sancağını taşıyan bir manayı temsil etmektedir. Asıl saygı duyulacak yön de burasıdır. Konuyu bu açı­dan değerlendirdiğimizde elbetteki, liderliğe karşı saygıda yapılabilecek herhangi bir noksanlık doğrudan doğruya cemaatin birliğine ve kuvvetine olumsuz yönden etki edecektir. Onun için liderliğe karşı en ufak bir say­gısızlık gösterilmemelidir. Tabii ki tüm bunlar Allah ve Resulü'nün çizgi­sindeki bir lider için geçerlidir.[157]

 

Cemaat Mensupları Hakkında

 

Her müslümanın İslami çerçevede çalışmak için her zaman hazır bir asker olduğu bilinmelidir.

Yine tüm müslümanların Kur'an ve sünnetten kaynaklanan bir takım güzel ahlakları, düşünce ve değerlerinin olması da bir esastır. İşte onların bu sorumlulukları ve özellikleri kendilerinin İslam devletinin ve İslam ümmetinin birer mensubu olmalarını sağlar. Madem ki cemaat Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak gibi en şerefli bir görevle karşı karşıya­dır, o halde bu cemaatin mensubu olan her müslümanın da bir dava eri ve bir inanç askeri olması gerekmektedir.

Ayrıca bu üstün vazifeyi yerine getirebilmek için bir takım vasıfların da olması icab etmektedir.

Bizler, Allah Resulü'nün o tertemiz hayatına baktığımızda görürüz ki, O, ilk müslümanlan Kur'an sofrasında ve kendi medresesinde terbiye ederek İslam devletini onların omuzlarında yükseltmiştir. Onları kendi aralarında kardeş yaparak, o kenetlenmiş insanlarla birlikte İslami hayatı ortaya koymuştur. Daha sonra Hakk'ı müdafa ve davetin tüm insanlığa ulaşması yolundaki o yiğitleri Allah için cihada hazırlamıştır. Sonuç iti­bariyle, böyle üstün özelliklere sahip mü'minlerin vasıtasıyla Allah'ın di­ni yeryüzüne hakim olmuştur. Bütün bunlar Resulullah ve O'ndan sonra gelen olgun halifeler zamanında gerçekleşmiştir.

İşte Hasan el Benna da, Hz. Peygamber (a.s)'in hayatından örnek alarak kurmuş olduğu 'İhvan-ı Müslimin' üyelerinin yetişmesi için geniş bir plan hazırlamıştır. O, bu programı tanışma, hazırlık devresi ve uygu­lama dönemi gibi merhalelere ayırmış ve her üyede olması gereken özel­likleri tek tek izah etmiştir.

Hasan el Benna, programını özetleyerek günümüz şartlarında müslümanlarda olması gereken vasıflan şöyle dile getiriyordu:

"Önce sağlam bir inanç, bid'atlardan uzak bir ibadetler uygulama­sı, olgun bir ahlak, kültürlü bir yapı ve sağlam bir bedene sahip olmalı­yız. Çalışkan ve başkalarına faydalı olarak disiplinli bir hayatımız olma­lıdır."

Özet olarak söylemek gerekirse Hasan el-Benna, bir müslümana ge­rekli tüm vasıfları ve hangi vasıtalardan istifade edebileceğini tek tek açıklamıştır. Örneğin, bir müslümanın sağlam bir bedene nasıl sahip ola­bileceğini anlatırken şöyle demektedir:

"Okuyacağınız derslerden, ev çalışmalarından ve gurup halindeki faaliyetlerden başka sağlam bir beden için de çeşitli spor dallarında ça­lışmalar olmalı, geziler ve kamp çalışmaları tertip edilmelidir."

Bu yapılanmalardan sonra herhangi bir müslümanın cemaatteki gö­revini yerine getirirken hangi sorumlulukları taşıdığını da izah ederek, on madde halinde şekillendirdiği biatin şartlarını açıkladıktan sonra tüm müslümanlara faydalı bir çok tavsiyelerde de bulunmuştur.

Bu anlatılanlar cemaat halinde çalışmanın ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar disiplini gerektirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hatta diyebi­liriz ki, üyelerin kıymeti en az lider kadar önemlidir. Çünkü bir lider ne kadar güçlü ve ne kadar azimli olursa olsun eğer kadrosu zayıf ve ehliyet­siz kişilerden meydana geliyorsa, o lider hedefine ulaşamaz. Fakat, eğer üyeler güçlü ve ehil şahıslardan meydana gelmiş ise, lider ne kadar zayıf olursa olsun etrafındakiler onu tamamlar ve hatta gerekirse onun yerine güçlü birisini seçerek hareketin sağlıklı yürümüsini sağlarlar.

Bugünkü şartlarda İslam cemaatine mensup üyelerde bulunması ge­reken özellikleri, Hasan el-Benna, bir başka konuşmasında şöyle sırala­maktadır:

"Bugün islam ümmetini kuşatmış olan şartlar bizi de çepeçevre sar­mıştır. Ümmetin de tıpkı bizim gibi, harekete geçmesi ve yerine getirmesi gereken bir çok önemli görevleri vardır. Böyle bir durumda, tembellik, ümitsizlik ve gevşeklik göstermek asla fayda vermez. Bilakis, islam üm­meti; Hakk ile batıl, faydalı ile zararlı, hak sahipleriyle hakkı gasbedilenler arasında cereyan eden ve edecek olan uzun ve zorlu bir mücadele için kendisini hazırlamalıdır.

Cihadın manası, Ceht ve gayretten gelmektedir. Gayret ise, zorluk ve meşakkat demektir. Onun için cihad anında dinlenmek diye bir şey yoktur. Cihaddaki dinlenme, ancak tüm savaş şartlan ortadan kalktıktan sonra olabilir.

İşte ümmet olarak bizler böyle çetin bir cihadın içerisindeyiz. Şura­sı bir gerçek ki, samimi ve fedakar islam ümmetinin dışında hiç bir top­luluk böyle zorlu bir mücadeleyi göğüsleyemez. Zaten bu şerefli vazife uğruna böyle çilelere katlanılmaz ise, sonunda hem mücadele kaybedilir ve hem de gelecek nesillere sadece yenilgiyi miras bırakmış oluruz."[158]

 

Zorluğun En Büyüğü Ve Emanetin En Ağırı Liderin Omuzlarındadır

 

İslami çalışmada yönetimin hangi kademesi olursa olsun liderlik makamı her türlü gösteriş ve rağbetten uzak, en büyük meşakkat ve en ağır bir emanettir. Ancak bu zorluk ve mes'uliyet oram, kişinin bulundu­ğu konumun ehemmiyetine göre değişebilir. İslam'daki liderlik konusu işte bu kadar zor ve ağır bir emanettir. Çünkü bu makam tüm insanlığın yaradılışına hizmet etmektedir . Bu hizmet Allah'ın dinini yeryüzünde ha­kim kılarak kulları, tağutların zulmünden kurtarıp Allah'a kul etmek hiz­mettir.

Dünyada ve ahirette olumlu veya olumsuz en büyük neticeler İs­lam'a tabi olmaktan veya ondan uzaklaşmaktan dolayı meydana gelmek­tedir.

Diğer taraftan Cenabı Hak, her liderden yönettikleri hakkında hesap vermesini isteyecektir. İsterse zerre kadar veya daha az bile olsa ondan alıp, hakkı olan kullarına verecektir. Buna göre liderliğin sorumlulukları, görev alanı büyüdükçe ve kendisine bağlı olanların sayısı arttıkça daha da ağırlaşmaktadır.

Açıklamalar getirmesi bakımından konumuzla ilgili bazı hadis-i şe­rifleri zikretmek istiyoruz.

Abdullah bin Ömer diyor ki;

"Resulullah (a.s) şöyle buyurdu:

"Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz de idare ettiklerinizden sorum­lusunuz. Halife bir çobandır ve kendisine bağlı olanlardan sorumludur.

Kişi evinin çobanıdır ve aile fertlerinden mesuldür, hepiniz birer çoban­sınız ve herbiriniz idaresi altındakilerden mes'ulsünüz."[159]

Ebu Yale şöyle diyor;

"Resulullah (a.s) buyuruyor ki:

"Allah, bir kişiyi yöneticiliğe getirdiğinde o kul kendisine bağlı olanlara karşı hainlik ederse, Allah da ona cenneti haram kılar."[160]

Resulullah (a.s) buyuruyor ki:

"Herhangi birisi müslümanların işlerini üzerine aldığında onlar için çalışmaz ve onlara nasihatta bulunmaz ise müslümanlarla birlikte cennete giremez."[161]

Ebu Zer (r.a) diyor ki:

"Dedim ki, "Ey Allah'ın Resulü, beni yönetici olarak tayin et."

Bunun üzerine eliyle omuzuma vurarak şöyle dedi:

"Ey Ebu Zer! Sen zayıf bir adamsın, liderlik ise ağır bir emanet ve kıyamet günü ise bir pişmanlıktır. Ancak o emaneti hakkıyla yerine geti­renler bu ağır hesaptan kurtulabilirler."

İslam cemaatmdaki liderlik işte bu kadar ağır ve ehemmiyetlidir. Bu günkü şartlarda ise, bu görev daha büyük bir mes'uliyet gerektirmektedir.

Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1- İslam dini evrensel bir din olduğundan ve bugünkü şartlarda in­sanlığın sayısı ve problemleri daha fazlalaştığından, bunlara çözüm bul­makla karşı karşıya olan İslami liderlik de, o nisbette görev bakımından ağırlaşmaktadır.

2- İslam cemaatının gayesi Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmak olduğundan ve bunun da ne kadar büyük zorluğu ve emaneti gerektirdi­ğinden İslam cemaatının lideri buna göre çok ağır mes'uliyetleri taşımak­tadır.

3- İslam cemaatinin çözmekle karşı karşıya olduğu ve tüm dünyada­ki insanları ilgilendiren problemlerin çokluğundan dolayı bu cemaatin li­deri de, ona göre çok büyük mes'uliyetleri göğüslemiş olmaktadır.

4- İslam cemaatına mensup insanların gün geçtikçe artmasıyla bir­likte herkesin kendi seviyesine hitap edebilecek şekilde onların eğitimi, teşkilatlandırılması ve yönetimi cemaat liderine bir çok yükü yüklemektedir. Bundan dolayı liderin görev ve mesuliyeti eskisine oranla günümüz şartlarında daha da artmaktadır.

5- Cemaat liderinin, kendisine bağlı tüm fertlerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılaması asli görevlerindendir. Bunun da günümüzde ne kadar zor olduğu hepimizce açıktır. İşte bundan dolayı liderin görev ve sorumlulukları zamanımızda daha da artmaktadır.

6- İslam cemaatı çok büyük görevlere taliptir. Bunların en başında da Allah'ın dinini yeryüzünü hakim kılması gelir. İşte bu şerefli gayenin neticesinde tüm insanlık zulümden ve tağutların hükmünden kurtularak Allah'ın adaletine kavuşacaklardır. Böylece insanlık nesiller boyu Al­lah'ın adaletini birbirlerine miras bırakarak her iki dünyada da huzur için­de olacaklardır.

İşte böyle soylu bir görevi bu günkü fitne zamanında omuzlayan İs­lam cemaatının ve onun liderinin elbette çok büyük görevleri ve sorumlu­lukları olacaktır.

7- Bugünün İslam dünyasına baktığımızda her tarafta bir çok prob­lemlerin olduğunu görürüz. Bunların hepsi de acilen çözüm bekleyen me­selelerdir. Hiç birisinin en ufak bir şekilde ihmal edilmesi düşünülemez. İşte böyle karmaşık bir dönemde bu kadar zor problemleri çözmek İslam cemaatının görevlerindendir. Dolayısıyla cemaat liderinin çok ağır ve zorlu bir görevi var demektir.

Bir de cemaatın henüz devlet olamamış ve sınırlı imkanları dahilin­de bu zorlukları aşmakla karşı karşıya olduğu düşünülürse, liderin ne ka­dar zor şartlarda görev yaptığı kolayca anlaşılabilir.

8- Şu anda dünyadaki tüm müslümanlar çeşitli işkenceler altında zulme uğramakta ve öldürülmektedirler. Bunların hepsi gözlerini İslam cemaatına çevirmiş kendilerini bu sıkıntılardan kurtarmasını beklemekte­dirler. Bu şartlar karşısında görev yapan cemaat ve liderinin elbette ki, çok ağır sorumlulukları vardır.

9- İslam davasının evrensel oluşu ve kıyamete kadar baki kalmasının yanı sıra bu davanın karakteristik özelliğinden dolayı müslümanlar çok çetin imtihanlar vermekte ve cihadları uzun yıllar sürmektedir. Bunlara ilaveten bir de günümüzdeki şartlar ve İslam düşmanlarının çokluğuyla birlikte her türlü maddi güçlerini seferber ederek İslam mensuplarına akla gelmez hile ve tuzakları da göz önünde bulunduracak olursak İslam ce­maatının ve onun liderinin ne ağır şartlarda çalıştıklarını kolayca anlayabiliriz. Çünkü bütün bu olumsuz ortamda kendi dar imkanlarıyla İslam'ın sancaktarlığını yapmakta ve Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret göstermektedir. Elbetteki sorumluluğu ve görevi de ona göre ağır olmaktadır.

10- Hangi şartlarda ve ne zaman olursa olsun İslam cemaatı Kur'an ve Sünnete göre hareket etmek mecburiyetindedir. Bu da, günümüzdeki bir yığın yeni konular hakkında İslam'ın hükümlerini öğrenebilmek ve uygulayabilmek için derin araştırmaları yapabilecek bir organizeyi gerek­tirmektedir. Cemaat kendi dar imkanlarıyla acaba bu işin üstesinden nasıl gelecektir? Fakat zor da olsa cemaat bu ağır yükü de göğüslemek mecbu­riyetindedir. İşte bundan dolayı bugünkü şartlarda İslam cemaatının ve onun liderinin görevleri çok daha ağırdır.

11- Son olarak müslümanlann bulunduğu bu acıklı ortam, dünyanın her tarafından onlara yapılan saldırılar, İslam alemini sarmış olan kültür emperyalizmi ve buna karşı ise müslümanlardaki cehalet, vurdum duymazılık, her türlü fesadın müslümanlann arasında cereyan edişi göz önünde bulundurulursa, İslam cemaatının ve onun liderinin ne kadar ağır bir yükü taşıdığı rahatlıkla anlaşılabilir. Çünkü tüm bu olumsuzluklara karşı İslam cemaatı, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak ve Allah'ın adaletini tüm insanlara ulaştırmak için cihad etmektedir.

Gaye mazlumları tağutlara kul olmaktan kurtarıp, Allah'a kul etmek ve yeryüzünde fitneden eser bırakmamaktır. Her tarafın fitne olduğu gü­nümüzde bunun ne denli zor olduğu açıktır. İşte bundan dolayı diyoruz ki, günümüzdeki İslam cemaatının ve liderinin görev ve sorululukları bizden önceki zamanlara oranla daha da ağırdır.

Bütün bu olumsuzlukların yanısıra günümüz şartlarına göz attığı­mızda ki, her tarafta emperyalist fikir rüzgarları esmekte, dünyadaki in­sanlar fert, toplum ve devletler olarak heva ve heveslerine düşmekte, dünyanın bir çok yerinde çeşitli insanlar ve kuruluşlar insanlığı kendi te­orilerine ve çirkinliklerine çağırarak Allah'a giden yolu engellemek iste­mekte ve fitnenin daha çabuk yayılmasına çalışmaktadırlar.

Her tehlike ortamında Allah'ın dinini hakim kılmak için mücadele eden İslam cemaatının ve onun liderinin nasıl ağır görevler altında oldu­ğunu izah etmeye çalıştık.[162]

 

Liderlik Emanetinin Yerine Getirilmesine Yardımcı Unsurlar

 

Bundan önceki konumuzda İslam cemaatındaki liderliğin ne kadar ağır ve ne denli büyük bir mes'uliyet olduğunu maddeler halinde açıkla­maya çalıştık. Bu bölümde ise liderin ve diğer yöneticilerin görevlerini daha kolay yerine getirmelerini sağlayacak bazı yardımcı unsurları izah etmeye gayret edeceğiz.

Konumuza başlamadan önce söyleyelim ki, her iş ancak Allah'ın emriyle ve O'nun izniyle olmaktadır. Bizler her ne kadar bilgili ve bece­rikli olsak ve her türlü zahiri tedbirleri almış olsak bile, Allah o işin ol­masına izin vermedikçe biz onun üstesinden gelemeyiz. Ancak Allah'ın yardımı olursa ve bizler de zahiri imkan ve tedbirlerimizi yerli yerinde kullanırsak o zaman başarıya ulaşabiliriz. İşte bu inançla zahirde lidere yardımcı olabilecek bazı önemli unsurları açıklamak istiyoruz.

Liderlik sorumluluğunun hakkıyla yerine getirilebilmesi için şu on özelliğin liderde ve diğer yöneticilerde bulunması gerekmektedir.

1- Her şeyden önce lider ve yöneticiler ihlaslı ve sadık kişilikli ol­malıdırlar. Çünkü onlar ancak bu vasıflarıyla Allah'ın yardımına mazhar alabilmekte ve çalışmalarında başarıya ulaşabilmektedirler. Diğer taraf­tan liderlerin etrafında toplanan samimi insanlar da liderlerdeki ihlas ve sadakalarından dolayı etraflarında halkalanmaktadırlar. Eğer liderin itila­sına riyakarlık karışsa veya dürüstlüğü çeşitli şüphelerle zadelenmiş olsa bu durumda liderin etrafındaki dürüst insanlar onu terkederler. Buna bir de o liderin Allah indindeki amellerinin boşa çıktığını ekleyin, Allah korusun işte o zaman tam bir başarısızlık yaşanır. Ve onlar kaybedenlerden olurlar.

2- İhlas ve doğrulukla birlikte lider, sürekli olarak Allah'ın kontrolü altında olduğu bilincini taşımalıdır. Bu durumunu her zaman ve her mer­haledeki mücadelesinde hissederek devamlı kendi nefsinden ve malından fedakarlık etme anlamına gelen 'İhlas' derecesini muhafaza etmeye gayret göstermelidir.

3- Lider her işinde ve her durumda sürekli Allah'ın yardımını iste­meli ve devamlı olarak Allah'a olan güven duygusunu muhafaza etmeli­dir. Bu da ancak her şeyin Allah'ın kudretiyle olacağı şuuruyla elde edile­bilir. Bu duygularıyla birlikte lider plan ve programının her türlü zahiri tedbirini almayı da katiyyen ihmal etmemelidir.

4- Lider, yöneticiliğin tüm mes'uliyetini benliğinde hissederek o emanetin ağırlığı karşısında sürekli kendisini uyanık tutmalıdır. Böyle olursa işte o zaman lider hem çalışkan, hem uyanık ve hem de davası kar­şısında tüm imkanlarını seferber edebilir. Eğer liderdeki mesuliyet duy­gusu azalırsa o zaman mevcut imkanlarını dahi kullanamaz ve davanın gerilemesine bizzat kendisi sebep olur.

5- Lider, eğitim ve öğretime çok ehemmiyet vererek başta imanın kuvvetlenmesi için programını ayarlamalıdır. Çünkü iman konusu insa­nın yetişmesinde en önemli ve en sağlam bir temeli teşkil etmektedir. Ayrıca bu sağlam iman vasıtasıyla Allah'ın kullarına vaad etmiş olduğu yardımı da kendiliğinden gelmektedir.

Ayrıca lider, cemaatte görev alacak ehliyetli şahısların yetiştirilmesi­ne büyük bir özen göstermelidir. Çünkü bu şahıslar şu anda cemaatın yü­künü belli bir oranda liderin omuzlarından alarak onun görevini hafiflet­tikleri gibi ileride de cemaatın tüm sorumluluklarını bu insanlar göğüsle­yeceklerdir. Onun için liderin böyle kaliteli elemanların yetişmesine ve göreve getirilmelerine azami titizliği göstermesi lazımdır.

6- Liderlik emanetinin hakkıyla yerine getirilmesine yardımcı olan unsurların başında hiç şüphesiz ki, üyelerin birbirlerini Allah için sevme­leri ve Allah rızası doğrultusunda kardeş olarak liderlerine yardımcı ol­maları gelir. Lider bu havayı özellikle kendi şurasında sağlamaya dikkat ederken, diğer üyeler arasında da bu kardeşliğin hakim olmasına çalışma­lıdır. Gerektiğinde herhangi bir konuda cemaat mensuplarının olumlu fi­kir ve tenkitlerini açık yüreklilik ve muhabbetle dinleyerek en güzel bir şekilde değerlendirmelidir. Önemli görev ve sorumlulukları cemaattaki en ehil ve uzman kişiye vererek emanetleri yerli yerinde kullanmalıdır. Eğer cemaatta bu kardeşlik ve sevgi havası hakim olmaz ise, bu takdirde soğukluklar ve ihtilaflarla birlikte bir çok parçalanmalar baş gösterecek­tir. Lidere yardımcı olmak yerine herkes kendi hesabına ona bir çelme ta­kacaktır. Böyle bir durumda liderin tek başına cemaatın yükünü taşımak­la karşı karşıya bulunacağından işlerin ne kadar zor ve yavaş yürüyeceği meydandadır. Hatta lider, bu ağır yükün altında ezilerek görevinde sürek­li başarısız görülecektir.

7- Lider, plan, program ve hedefleri en ince bir şekilde tayin ederek, bu maksadın hangi vasıtalardan istifade ederek daha verimli sonucu elde etme işine son derece ehemmiyet vermelidir. Hareketin bulunduğu duru­mu, merhaleleri ve karşılaşabileceği tüm ihtimalleri göz önünde tutarak buna göre kimlere hangi görevlerin verilebileceği tesbit edilmelidir. Pla­nın uygulanışında çıkabilecek tüm engelleri ve görevlilerin yapabilecek­leri bütün hataları da hesaplayarak hareketin başarıya ulaşabilmesi için alabileceği tüm önlemleri almalıdır.

8- Hareketin daha sağlıklı yürüyebilmesi için küçük birimlerdeki yö­neticilerin ve hatta tüm üyelerin, liderin yükünü hafifletebilmek maksa­dıyla liderlik görevinin ne kadar ağır ve büyük bir emanet olduğunu dü­şünerek ona göre vazifelerini eksiksiz yerine getirmeye tüm güçleriyle gayret etmelidirler. Bu da herkesin kendi görevini yerine getirdikten baş­ka elinden geliyorsa diğer kardeşlerine yardımcı olmak ve olumlu tenkit ve hatırlatmalar yapmakla mümkün olabilmektedir. Tabii bütün bunlar kardeşlik ve karşılıklı sevgi ile olmalıdır.

9- Lider, sürekli olarak cemaat mensuplarının morallerini canlı tut­maya çalışarak onların azimlerini artırıcı olmalıdır. Çalışmaya karşı şevk­lerini bilmeli ve üyelerin istikrarlı ve sebatkar olmalarını sağlamalıdır. Onun için de lider, üyelerin eğitimini zorluklan ve meşakkatları yenebi­lecek bir şekilde yürütmelidir. Ayrıca onlara başarının sırlarını hatırlatıcı konuşmalar yaparak bu sının en başında da davanın Allah'ın dinini yer­yüzüne hakim kılmak olduğunu her fırsatta vurgulamalıdır. Çünkü bizim asıl yardım kaynağımız, davamızın hak ve Allah'ın yardımına nail oluşu­dur.

İslâm davası yeryüzündeki davaların en şereflisidir. Çünkü Allah'ın insanlığa sunduğu kurtuluş reçetesini sadece İslâm temsil etmektedir.

Allah'a şükürler olsun ki, bizler bu davaya inanmış ve onun yolunda çalışmaktayız. Bizler bu uğurda katiyyen Allah rızasının dışında ne ma­kam, ne şöhret ve ne de mal taleb etmeyiz. İşte İslâm cemaatının her za­man Allah'ın yardımına mazhar oluşunun asıl nedeni de bu davanın yal­nız Allah için omuzlanmış olmasıdır. Eğer bir kul Allah'ın yardımına er­miş ise artık kim onu yenebilir?

10- Liderde ve yöneticilerde bulunması gereken özelliklerden onun­cusunu da Şehid İmam Hasan el-Benna'nın konuyla ilgili olarak yapmış olduğu bir konuşmasını özellikle hatırlatmak istiyorum:

"Ben her fırsatta kardeşlerimin dikkatlerini çekerek demişim ve di­yorum ki, sizin düşmanlar karşısında almış olduğunuz yenilgiler, sayıla­rınızın azlığından veya imkanlarınızın yetersizliğinden veya düşmanları­nızın çokluğundan kaynaklanmıyor. Sizlerin yenilgisinin asıl sebebi kalplerinizin bozulmasından ve amellerinizin zedelenmesindendir.

Şunu iyice biliniz ki, eğer dünyadaki tüm insanlar sizlere zarar ve­rebilmek için bir araya gelseler, Allah'ın taktir ettiğinden başka hiçbir şey yapamazlar. Sizler kalbi yönden Allah'a tam bağlanarak amellerinizi de O'nun emrettiği şekilde ortaya koyduğunuz müddetçe sizler her za­man Allah'ın yardımına nail olacaksınız. Fakat ihtilafa düşüp parçala­nırsanız yenilginin en ağırı sizleri beklemektedir. Demek ki, sizlerin asıl yenilginiz kalplerinizin bozulmasından ve amellerinizin zedelenmesinden ileri gelmektedir. Onun için biliniz ki, sizler eğer sağlam kalplerle ve bir bütün olarak Allah'a yönelirseniz ve diğer zahiri tedbirlere de sarılırsanız muhakkak ki sizler galip olacaksınız. Bu konuda asla tereddüt etme­yiniz, üzülmeyiniz ve gevşemeyiniz. Sizler Allah'a karşı samimi olduğu­nuz müddetçe Allah da sizinle beraberdir. O, hiç bir zaman kendisi için çalışanların emeğini boşa çıkartmaz."

Bu konuşmadan anlaşılıyor ki, lider ve cemaat, kalbi yönden tam bir samimiyetle davaya bağlanmalı ve amellerini de Allah'ın emirlerine göre ayarlayarak birlik ve beraberlik içinde çalışmalarını sürdürmelidir. Cema­at içerisinde olabilecek en ufak bir parç al anmalara asla müsaade etmeden Allah davasını yürütmelidir.[163]

 

Lider Ve Yöneticilerde Bulunması Gerekli Ahlaki Özellikler

 

Lider ve en küçük birimlerde dahi görev yapan yönetici hem başka­ları için bir örnek teşkil etmekte ve hem de bağlı bulunduğu cemaatını temsil etmektedir. Diğer taraftan tüm insanlar ve özellikle İslâm düşman­ları gözlerine büyüteçler takmış olarak dikkatlerini lidere ve kadrosuna çevirmiş durumdadırlar. Çünkü onların yapacağı her hareket veya sarfedeceği her söz, ister olumlu ister olumsuz olsun cemaata mal edilmekte­dir.

İslam düşmanları onların yapabileceği en ufak bir hatayı daha da bü­yüterek cemaata, dolayısıyla İslam'ın ve müslümanların aleyhine kullana­bilmek için fırsat kollamaktadırlar. Onun için İslam davasında cemaat ha­linde çalışmak çok büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir.

Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi yönetici durumundaki şahıs­ların her hali cemaata mal edilmektedir. Dolayısıyla olumlu olursa cema­at lehine puan, olumsuz olursa cemaata vurulmuş bir darbe teşkil etmek­tedir.

Kısaca yönetici demek, cemaat demek olduğundan lider ve diğer yö­neticilerin görevlerini hakkıyla yerine getirerek cemaatına darbe vurma­dan sürekli cemaatım yükseltici bir konumda olabilmeleri için aşağıda açıklayacağımız yirmi genel ahlaki özellikleri bünyelerinde bulundurma­ları bir zarurettir. Biz bunları tek tek maddeler halinde yöneticilik emane­tini yüklenmiş ve yüklenecek olan kardeşlerimizin istifadesine sunmak istiyoruz. Böylece, görevlerini hakkıyla yerine getirebilirler.

Şunu da söyleyeyim ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da elbet-teki en büyük örneğimiz ve liderimiz Hz. Muhammed (a.s.)'tir ve İslâmi hareketteki her liderin ve yöneticinin onu kendisine örnek alması kaçınıl­mazdır.

Biz de zaten bu sayacağımız özellikleri O'nun hayatından özetleye­rek kardeşlerimize takdim ediyoruz.[164]

 

1- Makam, Şöhret Ve Gösterişten Uzak Olmak

 

Lider ve diğer yöneticiler, başta makam, şöhret ve gösteriş gibi her türlü kalbi hastalıklardan kurtulmuş olarak yalnız ahireti ve Allah rızasını arzular bir yapıda olmalıdırlar.[165]

 

2- Akıllı, Zeki Ve Bilgi Sahibi Olmak

 

Akıllı, zeki, tecrübe ve bilgi sahibi olarak gününün tüm meselelerini kuşatıcı bir şekilde kendilerini yetiştirmelidirler. Keskin bir anlayış ve pratik bir çözüm alışkanlığını elde ederek fazla unutkanlık gibi noksanlıkları en kısa zamanda gidermelidirler. Karşılaşacağı bir çok konu kendi­lerine hem yeni ve hem de karışık olacağından her meselenin üstesinden en uygun bir şekilde gelebilme yeteneğine sahip olmalıdırlar.[166]

 

3- Yumuşak Huylu Ve Bağışlayıcı Olmalıdır

 

Çünkü yönetimdeki bir kişi birçok insanla karşılaşacak ve çeşitli ya­pıdaki insanları yöneteceğinden liderin bunların hepsiyle de diyalog ku­rabilmesi için yumuşak huylu ve hatalarını affedici olması gerekir. Hem cemaat içerisinde ve hem de cemaat dışında çeşitli anlayış ve karakterde insanlarla muhatap olacaktır. Hatta İslam düşmanlarıyla bile karşılaşması gereken liderin, onların zararlarını ortadan kaldırabilmek ve onları dava­ya kazanabilmek için sert ve katı kalpliliği yenmesi gerekmektedir.

Bu konuda Allah Teala bizzat peygamberine hitab ederek şöyle bu­yuruyor:

"Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın şüphesiz ki, etrafından dağılıp gider­lerdi. Artık onları bağışla, onlar için af dile ve iş hususunda da onlarla istişare et."[167]

 

4- Lütuf Sahibi Olmak

 

Lider ve yöneticilerin lütuf sahibi ve sürekli olarak etrafındakilere karşı yardımcı olmaları gerekmektedir. Bu vasıf bir liderin ve bir davetçi-nin en önemli özelliklerinden birisidir.

Konumuzla ilgili olarak şu hadis-i şerifleri zikretmemiz çok yerinde olacaktır;

Hz. Aişe (r.a.) buyuruyor ki:

"Resulullah (a.s.) şöyle dedi:

" Muhakkak ki, Allah lütuf sahibidir ve lutfedenleri sever. Allah'ın lütuf sebebiyle verdiğini başka hiçbir sebeple vermemiştir." [168]

Yine Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Resulullah'ın; "Ey Allah'ım, her kim, ümmetimin işlerinden birisini üzerine alıp da onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk ver ve kim de lütfedip onlara yardım ederse sen de ona lütfet" diye dua ettiğini işit­tim."[169]

 

5- Cesaretli Olmak

 

Lider ve yöneticilerin cesaretli olmaları gereklidir. Olay ve tavırlar karşısında asla korkaklık ve çekingenlik göstermemelidirler. Cesareti el­de etmek için de lider dünya sevgisini ve ölüm korkusunu kalbinden çı­kartarak Allah'a bağlanmalıdır. Cesaretin en üst noktası ise hak yolda açık ve berrak olmak, gerektiği yerde de sırrını muhafaza edebilmesidir. Herhangi bir hatası kendisine söylendiğinde onu açık yüreklilikle kabul edip, kızgınlık anında nefsine hakim olarak başkaları hakkında insaflı ol­masıdır.

Çekingenliğin temelinde ise dünya sevgisi ve ölüm korkusuyla birlikte bilgisizlik ve görev konusunda yetersiz olmak vardır.

Cesaret sıfatının ne kadar önemli bir özellik olduğu hareket esnasın­da daha iyi anlaşılabilir.[170]

 

6- Doğruluk

 

Her müslüman için en esaslı sıfatlardan biri olan doğruluk, lider ve yöneticiler için daha da büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü doğruluk sı­fatı, lidere karşı itimat edilmesini ve ona güvenle bağlanmayı sağlamak­tadır. İtimat ve bağlılık ise cemaat halinde çalışmanın temelini oluştur­maktadır. Liderden zuhur edebilecek en ufak bir yalan ve hile ona karşı beslenen güven ve bağlılığı sarsarak şüpheyle karşılanmasına vesile ola­caktır.

Bundan dolayı lider her türlü davranış ve sözlerine azami dikkati göstererek doğruluk sıfatının zedelenmemesine gayret göstermelidir. Hat­ta güvensizlik ortamına düşmemek için kendisine ulaşan haberleri iyice araştırmadan konuşmamalı ve onlar hakkında herhangi bir hüküm verme­melidir. Aksi halde şüpheli bakışlardan kurtulamayacaktır. Bu da hem kendisine ve hem de topyekün cemaata vurulmuş büyük bir darbe olacak­tır.

Haber alma konusunda Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Kişinin her duyduğu şeyi anlatması, yalan olarak ona kafidir."[171]

 

7- Tevazu Sahibi Olmak

 

Lider ve yöneticiler kendilerini başkalarından üstün tutma gibi bir durumdan sürekli kaçınarak her an tevazu içinde olmalıdırlar. Çünkü te­vazu, insanların lider etrafında toplanmalarına yardımcı olurken kendini beğenmişlik de lideri sevimsiz ve yalnız biri durumuna sokmaktadır.

Tevazu sıfatı Allah Resulü'nün en belirgin özelliklerinden birisidir. Allah O'nu bir padişah peygamber olarak değil, bir kul peygamber olarak seçti.

Her konuda olduğu gibi liderin alçak gönüllü olması konusunda da O bizim için en büyük örneği teşkil etmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de Resulullah'a hitaben Allah Teala şöyle buyurmak­tadır:

"Sana tabi olan mü'minlere karşı mütevazı ol."[172]

Bu hitap asıl bizleredir. Çünkü O, insanların en alçak gömülüşüydü.

Bir başka ayette ise şöyle buyruluyor:

"Onlar mü'minlere karşı mütevazı t kafirlere karşı ise çok izzetlidir­ler."[173]

Dikkat edersek Allah Teala bu vasfı söylerken ayetin baş tarafında da kendisinin bu mü'minlerden razı olduğunu ve onların da Allah'tan razı olduklarını vurgulamaktadır. İşte tevazu sıfatı mü'mini bu derece Allah'a yakın etmektedir.

Bir diğer ayet de şöyledir:

"Onlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise oldukça merha­metlidirler."[174]

Tevazuyla ilgili hadis-i şeriflere gelince:

İyaz bin Amir (r.a.)'den:

"Resulullah şöyle buyurdu:

"Allah Teala'dan sizlerin mütevazı olması, birinizin diğerine üstün­lük göstermemesi ve birbirinizin hakkına tecavüz etmemesi konusunda bana vahy etmiştir."[175]

"Allah yolunda verilen sadaka malı artırır, kul affedince Allah da onu bağışlar ve kul Allah için tevazu gösterirse Allah da onu yüceltir."[176]

Tevazu aynı zamanda hakkı kabul ederek ona tam bir teslimiyet göstermekdir.

İşte bu tevazu sıfatıyla lidere karşı yardım etme ve istişarede en gü­zelini seçip onu en uygun bir şekilde uygulama ortamına koyarak her tür­lü sertliğin ve zorlukların ortadan kaldırılmasına ortam hazırlamış olmak­tadır.

Yeri gelmişken şu konuya dikkatlerimizi çekmek istiyorum: Bir takım başarılar elde edilince bazılarının tevazu gösterip, Allah'a şükredece­ği yerde bu başarıyı kendilerine mal ederek bir takım övünmelere git­mektedirler. Bu son derece sakıncalıdır. Gerçekte zafer Allah'ındır. Eğer Allah o kişilerin vasıtasıyla bir zafer vermiş ise övünme yerine Allah'a hamdetmeli ve her an zaferin Allah katından geldiği şuuruyla sürekli te­vazu halini muhafaza etmelidir.

Bu hem başarının devamını ve hem de Allah'ın yardımının süreklili­ğini sağlaması bakımından oldukça önemlidir.

Mekke'nin fethinden sonra oraya muzaffer olarak giren Hz. Muham-med (a.s)'in elde edilen bu zafer karşısında, gurura kapılmadan Allah'a şükretmede gösterdiği tevazuda bizler için çok büyük örnekler vardır.[177]

 

8- Bağışlayıcı Olmak Ve Öfkesini Yenebilmek

 

Lideri başarıya götüren en önemli vasıflarından birisi de hiç şüphe­siz onun affedici olması ve öfkelendiğinde nefsine hakim olmasıdır. Çün­kü lider her zaman bir çok karışıklık, problem ve olağanüstü durumlarla karşılaşabilir.

Ayrıca hergün çeşit çeşt insanlarla muhatap olmaktadır. Bazan hem kendisine ve hem de cemaatına karşı uygun olmayan söz ve davranışların gelmesi gayet olağan hallerdenmiş gibi üst üste gelebilir. Hatta düşman­lardan bir çok hücumlar da gelebilir. Bütün bunlara karşı liderin bağışla­yıcı ve öfkesini yenen tutumu göğüs gerebilir.

Lider soğukkanlılıkla olayları takip etmeli ve ani öfkelenmeler yeri­ne en uygun çözümü seçebilmelidir. İşte lider bu haliyle her geçen gün daha fazla insanları kendisine bağlayarak cemaatının saflarını her zaman bir öncekinden daha sık bir duruma getirecektir.

Eğer lider her zaman kızgın olur ve affetme kabiliyetine de sahip ol­maz ve her kütülüğe kötülükle cevap veren bir davranış sergilerse hiç şüphesiz, onun bu tutumu cemaatına çok zararlar verecektir. Her gün bi­raz daha fazla sevimsizleşecek ve her geçen gün biraz daha çok düşman kazanacaktır.

Kur'anı Kerim takva sahiplerinin sıfatlarını sayarken şöyle buyur­maktadır:

"Onlar ki, bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler ve insanları bağışlarlar..."[178]

Diğer bir ayet ise şöyledir:

"... Affedin, aldırış etmeyin, Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misi­niz?"[179]

Başka bir yerde de şöyledir:

"... Kim affeder ve düzeltirse onun mükafatı Allah'a aittir..."[180]

Ve bir başka ayette şöyledir:

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kişi yakın bir dost oluvermiştir."[181]

Sonra, mal isteme amacıyla Resulullah'ın omuzlarında iz bırakacak kadar şiddetli bir şekilde elbisesini çeken bedeviye karşı Resulullah (a.s.)'ın önce nasıl gülümsediğini ve daha sonra kendisine mal verilmesini emrettiğini hepimiz biliyoruz. Resulullah (a.s)'ın affediciliği ve öfkesine hakim oluşunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.

Eğer lider öfkesini yenemeyip o haliyle hareket edecek olursa ya ha­talı bir iş yapacağı veya kendi makamına layık olmayan bir tutum içerisi­ne gireceği muhakkaktır. Bu da ne kendine ve ne de cemaata zarardan başka hiç bir fayda sağlamayacaktır. Onun bu olumsuz davranışı genel açıdan da tüm müslümanlara zarar verecektir.

Tabii ki, bu affetme konusu lideri zillete düşürecek bir şekilde ve İs­lam'ın menfaatlerine ters düşecek şekilde olmamalıdır.[182]

 

9- Ahde Vefa Göstermek

 

Bu sıfat, genelde tüm müslümanlarda ve özel olarak da, en çok lider­de bulunması gereken bir özelliktir. Ahde vefa gösteren bir lider için ça­lışma ve yardımlaşma ortamı kendiliğinden gelişmiş olur. Çünkü herkes ona güvenerek kendisine tüm imkanlarıyla yardımcı olacaklarından kısa zamanda bir çok başarılar elde edebilir. Bunun tersi olarak, eğer lider ah­de vefada zayıf olursa, verdiği sözlerde duramayacağından kendisine kar­şı itimat sarsılır ve hakkında çeşitli şüpheler oluşmaya başlar. Cemaat mensupları görevlerini içtenlikle yapamazlar. Dolayısıyla liderin bu hali dava açısından büyük bir kayıp meydana getirir.

Diğer taraftan ahde vefa göstermenin müminlerin bir özelliği ve ah­dini bozmanın da nifak alametlerinden sayıldığını izah etmeye gerek var mıdır?

Öyle sanıyoruz ki, verilen sözlerin arasında en önemlilerinden ve ye­rine getirilmesi bakımından en başta geleni de biat için yapılan ahitleş­medir. Bu, Allah ile yapılan sözleşmeyi teşkil etmektedir. Diğer taraftan biatin herhangi bir şartının ihlali, kişinin kendi aleyhine vermiş olduğu sözünü bozma olarak değerlendirilmektedir.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların elleri üstündedir, onun için kim bu ahdi bozarsa an­cak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa göste­rirse Allah da ona büyük bir mükafat verecektir."[183]

Bir başka ayette ise Allah Teala ahitlerine vefa gösteren müminleri överken şöyle buyurmaktadır:

"Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları sözü ye­rine getirerek onlardan bir kısmı Allah yolunda canını verdi. Bir kısmı da canını vermek için sırasını beklemektedir. Onlar hiçbir zaman sözle­rini değiştirmezler."[184]

 

10- Sabırlı Olmak

 

Cihad yolunun ne kadar zor ve ne kadar engellerle dolu olduğu hepi­mizce malumdur. Zulüm, hapishane, işkence ve öldürülmek İslami müca­delede her zaman karşımıza çıkacak olağan hallerdir. Kısaca çile ve zor­luklar bu davanın en belirgin bir özelliğini teşkil etmektedir. Çünkü yer­yüzü zalimleri kendi zulümlerinin devamını sağlamak için Allah'ın adale­tinin insanlığa hakim olması yolunda İslam dinine ve rnüslümanlara karşı her türlü hile, tuzak ve düşmanlıkları sergilemektedirler. Onun için bu şe­refli davayı omuzlayanların en çok muhtaç oldukları bir özellik de hiç şüphesiz sabırdır. Bu sıfat bir lider için daha da büyük önem arzetmektedir. Çünkü lider hem bu davanın temsilciliğini yapmakta ve hem de çalış­maları esnasında bir çok engellerle karşı karşıya gelmektedir. Ayrıca li­derin diğerleri için bir örnek teşkil ettiğini de ilave edersek sabırlı olma­nın bir lider açısından ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Problemin çözümünde ve engellerin büyük bir azimle tek tek aşıla­rak zafere ulaşmasında sabrın çok büyük payı vardır.

Ayrıca cemaat içerisindeki görevlerin sağlıklı yapılması, hataların bertaraf edilmesi ve ihtilafların çözümü ancak liderin hikmet sahibi ve sabırlı olmasıyla daha kolay olabilmektedir. Eğer lider aceleci ve sabırsız bir kişiliğe sahip ise onun bu hali cemaatin tüm kademelerine de sirayet edeceğinden davanın başarısına gölge düşüreceği şüphesizdir.

Allah Teala bizleri sabırlı olmaya teşvik ederken şöyle buyurmakta­dır:

"Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz."

Başka bir ayet ise şöyledir:

"Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarnızı geçin. Cihada hazır bulunun ve Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz."[185]

 

11- İffetli Ve İzzeti Nefis Sahibi Olmak

 

İslam davasını temsil etme konumunda olan bir liderin en çok muh­taç olduğu özelliklerden birisi de hiç şüphesiz ki, onun iffetli ve izzeti ne­fis sahibi olmasıdır. Bu vasıf genelde tüm müslümanların bir sıfatıdır. Fa­kat bir lider için daha da önemlidir. Bu özellik ancak başkalarının elinde-kilere göz dikmemek ve nefsi her türlü şehevi arzulardan temizlemekle elde edilebilir. Kısaca dünya menfaatlarının peşine düşmekten korun­makla lider bu sıfatı bünyesinde bulundurabilir.

Bir liderin nefsi arzularına boyun eğerek dünya menfaatları peşine düşmesi, onun iradesinin zayıflığını ve davadaki samimiyetsizliğini gös­termektedir. Böyle menfaat düşkünü bir nefsin, kendisini cihada hazırla­ması çok zor ve hatta neredeyse imkansız olacaktır. Ayrıca şehevi arzula­rına düşkün bir liderin halkın gözünden düşeceği de bir gerçektir. Ne kendisine tabi olanların ve ne de diğer insanların ona saygı duymaları elbetteki düşünülemeyecektir. Peki böyle bir durumdaki lider İslam davası gibi yeryüzünün en şerefli davasını nasıl omuzlayabilirler?

Onun için liderin son derece iffetli ve izzeti nefis sahibi olması ge­rekmektedir. Yönetimde olduğu sürece ne kendisi ve ne de akrabaları için katiyyen en ufak bir dünya menfaatini hesap etmemeli, tam tersine eğer varsa her zaman kendi malından ikram ederek sürekli fedakar olmalıdır. Kısaca lider başta Hz. Muhammed (a.s) olmak üzere Allah Teala'nın öv­güsüne mazhar olan ensarları kendisine örnek almalıdır.

Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:

"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştir­miş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara veri­lenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler. Kendileri zaruret için­de bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar."[186]

 

12- Züht Ve Takva Sahibi Olmak

 

Lider ve diğer yöneticiler şüphelileri terkederek devamlı bir şekilde hayatlarını İslam'ın ölçüleriyle süslemelidirler. Bu hal hem onlara karşı beslenebilecek kötü duygu ve düşüncelerin önüne geçecek, hem de devamlı itimat edilen biri olmalarını sağlayacaktır.

Lider züht ve takva vasıtasıyla sürekli olarak kendi nefsini kontrol altında tutarak her türlü ilişkilerinde Allah'ın rızasına göre hareket ede­cektir. Böylece hem kendini Allah'a yaklaştırmış ve hem de cemaatına en güzel bir şekilde örnek teşkil etmiş olur. Bu güzel sıfatla süslenmiş olan liderin olumlu tavırları doğrudan doğruya cemaatına müsbet yönde tesir edeceğinden hem liderliğin vakarını korumak için azami titizliği göstere­cekler ve hem de çalışmalarına daha büyük bir aşkla sarılacaklardır.

Eğer lider züht ve takva sıfatına muhalif olarak sadece nefsinin arzu ve isteklerine boyun eğip, dünya menfaati için o şerefli makamı işgal et­miş ise cemaatı için en büyük darbeyi bizzat lider vuruyor demektir. Çünkü şüpheli şeylerden sakınmayan ve nefsine tabi olan bir liderin ha­ramlara bulaşması da mümkündür.

Böyle bir liderin kendi nefsine zulmedeceği gibi İslam'a da en büyük kötülüğü yapmış olacağından onun cemaatı da elbetteki her zaman başa­rısız olacaktır. Çünkü lider bu olumsuz haliyle Allah'ın yardımından mahrum kalır, sadık ve temiz insanların da etrafından bir bir çekilmesine sebep olur.

Artık cemaatın kimlere kaldığı ortadadır. İşte böyle kötü durumlara düşmamak için liderin züht ve takva sahibi olması gerekmektedir. Bu du­rum özellikle lider açısından daha büyük önem taşımaktadır.

Çünkü bu özelliği kendisine ahlak edinen bir lider kendisine yönele­bilecek her türlü şüpheli bakışları önleyebileceği gibi cemaatını, dolayı­sıyla İslami hareketi de en güzel şekilde temsil ederek hem dünyada ve hem de ahirette Allah'ın yardımına ve rızasına nail olacaktır.[187]

 

13- Adil Olmak

 

Cemaat halindeki çalışmalarda bir liderin veya diğer yöneticilerin en çok ihtiyaç duydukları şey hiç şüphesiz, adalet sıfatıdır. Cemaattaki üye­lerin kendi hak ve görevlerinden emin olabilmeleri için liderin adil bir ki­şiliği olmalıdır. Ayrıca üyeler ancak liderleri adil olursa kendisine güven­le bağlanarak canla başla çalışabilirler. Çünkü adil ve insaflı bir lider sü­rekli olarak üyelerin ve diğer insanların haklarını yerli yerine koyacağın­dan, kendisine karşı büyük bir güven ve saygının oluşmasına sebep ola­caktır. Böyle adil bir lidere sahip cemaatın da başarılı olacağı şüphesiz­dir. Dolayısıyla lider ne kadar adil ve insaflı olursa cemaatının başarısı da o nisbette artacaktır.

Ama eğer liderde insaf ve adalet sıfatı noksan ise ve sürekli liderin haksızlık yaptığı görülüp işitiliyorsa, bu defa cemaattaki atılganlığın, ça­lışkanlığın ve güvencin yerini gevşeklik, durgunluk ve lidere karşı itimat­sızlık alacaktır. Artık böyle bir cemaatte doğruluk ve samimiyet yerine gösteriş ve yağcılık başlayacağından İslami hareket kendiliğinden orta­dan kalkacaktır. Artık orası bir cemaat değil menfaatlerin paylaşıldığı ve herkesin kendi hesabına çalıştığı bir vurguncular şirketi olacaktır.

İşte cemaatın böyle acı durumlara düşmemesi için başta lider olmak üzere tüm üyelerin adil ve insaflı olmaları gerekir. İsterse kendi aleyhleri­ne dahi olsa katiyyen adalet sıfatını zedelememelidirler. Örneğin, eğer li­dere bir hatası açıklanmış ise, hatasından derhal dönmeli ve haksızlığı te­lafi etmelidir. Hiç bir zaman hatasında ısrar etmemelidir. Çünkü, bu asla fayda vermez. Şahısları görevlerine getirirken en ufak bir iltimasa mey­dan vermeden sadece ehliyet unsurunu gözetmeli ve herhangi bir konuda karar verecek ise her iki tarafı da dinledikten sonra karar vermelidir. Çün­kü eğer tek tarafı dinlemekle hüküm verirse haksızlık edebilir. Mümkündür ki konunun daha kapalı yönleri vardır da kasten anlatılmamıştır. Bu du öbür tarafın açıklamasıyla gün ışığına çıkacaktır. Onun için liderin tek tarafla yetinerek asla karar vermemesi lazımdır.

Kısaca tüm bu noksanlıklar aslında adalet ve insaf özelliğine gerekli önemin verilmeyişinden kaynaklandığı için tüm bu olumsuzlukların önü­ne geçerek Allah'ın adaletini yeryüzünde hakim kılabilmek için en başta liderin ve tüm cemaat mensuplarının adil ve insaflı olmaları gereklidir. İsterse kendi aleyhlerine bile olsa bu sıfattan asla ayrılmamaları gerekli­dir.[188]

 

14- Nefsini Övmemek

 

Eğer Cenabı Allah bir liderin vasıtasıyla herhangi bir başarı nasib et­miş ise lider o başarıyı asla kendisine malederek övünme gibi bir duruma düşmemelidir. Her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu hatrlayarak bu ko­nuda kendisinin bir vasıta olduğunu düşünüp başarıdan dolayı Allah'a şükretmelidir. İnsanların övgüsüne de asla ortam hazırlamamalıdır. Kısa­ca zaferi kendi planlarının inceliğine ve kendi kişiliğinin üstünlüğüne gö­türücü her türlü hareket ve konuşmalardan sakınarak bu konuda riyaya düşmekten korunmalıdır. Böylece hem Allah'ın yardımını sürekli elde et­miş ve hem de kendisine tabi olanların gönüllerini kazanmış olur.

Eğer lider her başarıyı kendine mal ederek nefsini methedip ön plana çıkarırsa samimiyetsizliğinden dolayı Allah indindeki sevaplarından mahrum kalacağı gibi dünyada da gelebilecek diğer başarıların kesilmesi­ne sebep olacaktır. Böylece cemaat de ister istemez bir durgunluğa ve belli bir gerilemeye düşecektir.

Onun için her şeyden önce liderin gösteriş ve övünmelerden kendi nefsini koruyarak yalnız Allah için çalıştığının bilincinde olması gerek­mektedir.[189]

 

15- Allah'ın Ölçülerini Muhafaza Etmek

 

İslami hükümlerin ciddi olarak öğrenilip hayata tatbik edilmesiyle Allah'ın ölçülerini muhafaza etmek, liderin temel görevidir. Cemaat halinde çalışmanın da gayesi budur. Onun için liderin Allah'ın helal ve ha­ramlarına son derece titiz olarak uyması gerekmektedir. Bu konuda olabi­lecek en küçük bir ihmal asla caiz değildir. Çünkü liderin ve cemaatin te­mel hedefi Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılmaktır. Peki nasıl olurda böyle bir hedefi olan lider bizzat kendisi Allah'ın ölçülerini ihlal edebilir. Elbette bu çok büyük bir terslik ve affedilmez bir hatadır. Böyle bir lidere ne cemaat mensupları ve ne de diğer insanlar asla saygı ve sevgi duyma­yacaklardır.

İşte bundan dolayı liderin herkesten daha fazla İslam'ı bilmeye, ya­şamaya ve Allah'ın ölçülerini muhafazaya çalışmaları gereklidir. Bu ko­nuda en ufak bir gevşeklik göstermek tıpkı cesetteki bir mikrop gibi gide­rek büyüyüp ileride cemaatin hedeflerinden uzaklaşmasına yol açabilir. Durum böyle olunca da cemaatin bünyesindeki samimi ve fedakar kimse­lerin cemaati bir bir terketmelerine sebep olacağından her geçen gün cemaat zayıflayıp yok olmakla karşı karşıya gelebilir. Hastalanıp ilaç al-maktansa baştan korunmak daha iyidir prensibiyle hareket ederek Al­lah'ın ölçülerine son derece dikkat edilmelidir. Özellikle liderin ve diğer yöneticilerin bu konuda herkesten daha çok dikkat etmeleri lazımdır.[190]

 

16- Kalp Temizliği

 

Cemaat halindeki çalışmalara en çok zarar verebilecek şeyin başında liderin ve diğer yöneticilerin kendilerini dedikodu, gıybet ve söz götürüp getirme gibi kalbi hastalıklara kaptırmaları gelmektedir. Onun için özel­likle liderin bu konulara çok dikkat ederek gıybet ve söz götürüp getirme­lere asla kulak asmaması gerekir. Çünkü cemaat halinde çalışırken insan­ların birbirleri hakkında lidere söz götürüp getirmeleri uygun olmayan şeylerdendir. Bu bakımdan lider son derece uyanık ve titiz olarak böyle kalbi hastalıkların çıkışına ve yayılmasına meydan vermemelidir.

Liderin bu gibi şahısları dinlemesi, dolaylı olarak onun da bu fiillere katıldığını ve yayılmasına göz yumduğunu göstereceğinden kendisini ve cemaatini bu gibi durumlardan bizzat liderin koruması lazımdır. Şurası da bir gerçek ki, şeytan cemaat mensuplarını birbirine düşman etmek için bu kapılardan çok istifade etmektedir. Lider en uygun tedbirleri alarak ve gerekli uyarıları yaparak bu hastalıkları ortadan kaldırmalıdır.

Bir başka konu ise böyle dedikodu ve gıybetleri dinlerken ister istemez anlatılanlardan etkilenerek kendisinden bahsedilen şahıslara karşı bir soğukluk ve itimazsızlık duyacaktır. Bu da cemaat içerisindeki uyumun ve yardımlaşmanın zayıflamasına yol açacaktır.

Bu konuda asıl olan liderin bu gibi hastalıklardan uzak durarak bu fiilen işleyenleri de en münasip bir şekilde ikaz etmesidir.

Resulullah bizleri uyarmak için şöyle buyurmaktadır:

"Sahabelerimden hiç kimse diğeri hakkında bana bir şey anlatma­sın. Çünkü ben sizinle karşılaştığımda gönlümün rahat olmasını istemek­teyim."[191]

Burada bir başka önemli husus vardır ki, onun da bu gibi dedikodu ve gıybet edenler uyarılırken yer ve zamanın çok uygun olması gerek­mektedir. Aksi halde bir şey düzeltilmek istenirken bir başka şeyin de yı­kımına sebep olunabilir.[192]

 

17- Allah'a Güvenmek

 

Lider ve yöneticilerin her an ağır şartlarla ve tehlikeli durumlarla karşılaşmaları mümkündür. Bazen öyle olur ki hadiseler sonuçta lideri çok tehlikeli ve kritik durumlarla karşı karşıya getirebilir. Bütün bu du­rumlarda liderden istenen şey: Büyük bir azim, cesaret ve hikmetle bu olayların üstesinden gelmesidir. Bu da Allah'a tevekkülü ve güçlü bir imanı gerektirmektedir. Lider en ufak bir acziyet ve tereddüt gösterme­den Allah'a güvenerek problemleri gözlemeli ve engelleri aşmasını bil­melidir. Diğer taraftan tereddüt ve acziyetin bir çok karışıklıklara ve par­çalanmalara sebep olacağı da bir gerçektir. Düşman karşısında yenilgiye yol açan faktörlerin başında ise tereddüt, acziyet ve parçalanma gelmek­tedir. Bundan dolayıdır ki, Kur'anı Kerim bir çok yerde azimli olmaya ve Allah'a güvenmeye teşvik etmektedir.

Şu örnekte olduğu gibi:

"Onlarla istişare et. Bir kere de karar verdin mi artık Allah'a gü­ven."[193]

Diğer bir ayette ise şöyledir:

"Kim Allah'a güvenirse Allah ona kafidir."[194]

Bir başka ayette ise şöyledir:

"Onlar ki, bir takım kimseler kendilerin: "Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerim topladılar. Onlardan korkmalısınız" dedikleri zaman bu ha­ber onların imanlarını arttır da; "Allah bize kafidir, O ne güzel bir muhafazadır" derler. Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan Al­lah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler ve Allah'ın rızasına tabi oldu­lar. Allah çok büyük bir ihsan sahibidir."[195]

İşte lider her şeyin Allah'ın elinde olduğunu bilerek her zaman O'na güvenerek başarıya yürümelidir.[196]

 

18- Mutedil Olmak

 

Lider ve diğer yöneticilerin cemaatte bir çok işleri vardır. Bir taraf­tan oldukça kabarık işleri, diğer taraftan çok çeşitli insanlarla ilişkiler... İster cemaatin içinde olsun ister dışında liderin bu karmaşık ve kalabalık işlerin altından başarıyla kalkabilmesi için her türlü ifrat ve tefritten uzak mutedil bir yol takip etmesi gerekmektedir. İşlerinde ne çok aceleci ve ne de çok ağır olmamalı ve hadiseler karşısında ne birden bire atılgan ve ne de korkak ve çekingenlik göstermelidir. Çünkü cemaat halindeki çalışma­larda ifrat ve tefritin asla faydası yoktur. Aksine mutadil olmak uygun ve en verimli bir tutumdur. Lider mutedil bu tavrını tüm ilişkilerinde sergile­yebildiği ölçüde başarıya ulaşacaktır.

Çünkü mutedil hareket ederek orta yolu takip etmek hem cemaatte, fertler arasındaki birliği muhafaza etmeye ve hem de liderin hataya düş­mesine engel olmaktadır.

İfrat ve tefrit ise bunun tam tersine sürekli ihtilaflara yol açtığı gibi hataların da tekrar meydana gelmesine ortam hazırlamaktadır. Şurası mu­hakkak ki, ifrat ve tefrite dayanan tutumlar belki cemaat içerisindeki kü­çük bir grubun memnuniyetini kazanacaktır ama bir çoğunda hoşnutsuz­luğa yol açacaktır.

Diğer taraftan şunu da söylemeliyiz ki, İslam davasının ağırlığı, yo­lun uzun ve çetin oluşu ve emanetin ağırlığı mutedil olmayı gerekli kıl­maktadır. Çünkü cemaat ancak mutedil olmakla hedeflerini gerçekleştire­bilir.[197]

 

19- Hak'da Sabit Olmak

 

Önceden de söylediğimiz gibi İslam davasının önünde bir çok engel­ler ve zorluklar vardır. Batıl sistemlerle ve onların mensuplarıyla çok çe­tin mücadeleler olmaktadır. Dolayısıyla liderin bu engeller karşısında bir sebat örneği olması lazımdır.

Şiddet karşısında hiçbir zaman Hak yoldan en ufak bir taviz verme­meli ve asla bir takım te'vil yollu sapmalara başvurmamalıdır. Çünkü özelikle böyle şiddet zamanlarında bütün gözler lidere çevrilmiş olur. Ce­maat mensupları onun tavrına göre kendilerine şekil vereceklerinde lide-rinn tutumu çok önemlidir. Fertler liderlerinin batıl karşısında dimdik ve kararlı olduklarını gördükçe onlar daha ciddi ve sabit olacaklardır.

Eğer lider zorluklar karşısında gevşer ve davasından tavizler vererek bir takım sapmalara iltifat ederse, onun bu tavrı topyekün cemaatte olum­suzluklar oluşturur, safların parçalanmasına ve cemaatin düşman karşı­sında yenik düşmesine sebep olur. Onun için şartlar ne olursa olsun lide­rin hak karardan asla taviz vermemesi, azim ve sebat göstermesi gerekli­dir.

Konumuzla alakalı olarak kararlılığın en çarpıcı örneklerinden Resulullah (a.s)'ın Uhud ve Huneyn savaşlarındaki o asil tutumunu hatırlaya­lım. O tavırlar ki, savaş ortamı müminlerin aleyhine iken lehlerine dönüş­mesine sebep olmuştur. Demek ki, hakta sebat etmek, başarının en büyük yardımcısıdır. Lider bunu böyle bilmeli ve ona göre tavır takınmahdır.[198]

 

20- Ümitsiz Ve Aşırı İyi Niyetli Olmamak

 

Şurası kesin olarak bilinmelidir ki; karamsarlık ve ümitsizlik asla mü'minlerin sıfatlarından değildir. Çünkü şartlar ne kadar zor ve ne kadar ağır olursa olsun bizler yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şeyin kendisini aciz bırakmayacağı Allah'tan yardım istemekteyiz. O, her şeye kadirdir.

Ayrıca bizler gücümüzün yettiği kadarıyla tedbir alıp ona göre çalış­makla sorumluyuz. Sonuçda başarı ve yenilgi gelecektir ki, bu netice Al­lah'a aittir. Eğer bizler zafere hak kazanmış isek muhakkak ki, Allah bize yardım ederek bizi üstün getirecektir. Yok eğer bizler buna layık olma­mış isek neticede yine hak ettiğimizi bulmuşuz demektir. Onun için herşeye gücü yeten Allah zafer ve hezimeti de dilediğine vermektedir. Çünkü her şey O'nun elindedir.

Bu temel esasa bir de daha önce Şehid İmam el-Benna'nın zikretmiş olduğu zahiri tedbirleri eklemiş olursak bu takdirde ümitsizliğe düşmeye gerek kalmaz. Tam tersine kalplerimiz ümitle ve zaferle dolmalıdır. İslam lideri bu manayı temsil ettiğinden hayatında en ufak bir karamsarlığa yer vermemelidir.

Bir liderin ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi her türlü zahiri tedbirleri terkedecek veya ihmal edecek bir şekilde iyi niyetli olması da düşünülemez. Böyle bir tutum temelde İslam'la bağdaşmamaktadır. Eğer lider zafere kesin gözüyle bakıp da her türlü tedbir ve çalışmaları terke-derse bu sefer zafer gelmediğinden dolayı hem kendisini hem de cemaati­ni ümitsizliğin kucağına atmış olur ki; bunun doğru olmadığını daha önce görmüştük.

Bir de şunu ekleyelim ki, insanoğlu neticede acelecidir. Ama biz acele ettik diye Allah'ın bizleri muzaffer kılmasını da bekleyemeyiz. Do­layısıyla lider ne ümitsiz bir tutama ve ne de tamamen tedbirlerini ihmal edecek bir hale düşmemelidir. Bilakis her türlü zahiri plan ve programla­rını yaptıktan sonra ümitsizliğe düşmeden Allah'a güvenerek mücadelesi­ni sürdürmelidir.

Bu saydığımız yirmi özellik bir İslam lideri için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Onun için kendilerini yönetici durumunda gö­ren kardeşlerimizin bu güzel vasıflarla süslenmeleri, kendileri ve müslümanlar açısından çok verimli olacaktır.

Kardeşlerimizin bu yirmi özelliğin dışında bir de her müslümamn el­de etmesi gereken özellikleri kendi bünyelerinde bulundurmaları onlar için çok daha iyi olacağına inandığımız için bu gene! vasılları da sadece saymakla yetineceğiz. Böylece kardeşlerimize elimizden gelen yardımı yapmaya çalışacağız.[199]

 

Genel İslami Ahlak

 

Haya duygusu, iyilik severlik, akrabaları ziyaret etmek, başkalarına yardım etmek, yetimlere ve yoksullara ikramda bulunmak, müslüman kardeşinin sırrını muhafaza etmek, güzel sözlü ve güler yüzlü olmak, ağır başlı ve vakarlı olmak, kalbi yönden arınarak Allah'a çok yakın olmak, Allah ve Resulü'nün hükümlerine tam manasıyla leslim olmak...

Diğer taraftan konuşurken tam manasıyla teslim olmak, israftan sa­kınmak, yersiz münakaşa ve tartışmaları terketmek, fazla şaka yapma­mak, sesi fazla yükseltmeden konuşmak, her söz ve harekette sünnete ve onun adaplarına göre hareket etmek, bid'at ve şüphelilerden kaçınmak, eğitim ve öğrenimde tamamen İslami bir yol takip etmek.

Böylece buraya kadar anlattıklarımızla, cemaat halindeki çalışmanın özelliklerini, liderliğin omuzlarındaki emanetin ağırlığını, liderliğe yar­dımcı unsurları, liderde bulunması gereken özellikleri ve genel İslami ah­lakları izah etmiş olduk.

Şimdi ise, çalışmaların daha verimli olabilmesi için liderin dikkat et­mesi gereken bazı önemli noktaları bir hatırlatma ve bir tavsiye olarak maddeler halinde sunmaya çalışacağız.

Bu noktaları dört ana başlıkta anlatırken yine her birini kendi arasın­da maddeler halinde takdim edeceğiz.[200]

 

Cemaatın Çalışma Alanları Ve Özellikleri

 

1- Hedeflerden Taviz Verilmemelidir

 

Şartlar ne olursa olsun cemaat hiç bir zaman hedeflerinden en ufak bir taviz vermeden kuruluş maksadına göre hareket etmelidir. Cemaatin asıl maksadı ise İslam devletini kurarak yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Ancak bu o kadar kolay olmayacaktır. Çünkü yol hem çok uzun ve hem de çok çetindir. Durum ne olursa olsun cemaat, İslam'ın hü­kümlerini parçalanmaz bir bütün olarak hayata hakim kılma mücadelesini sürdürmelidir. Asla bir kısmını alıp diğer bir kısmını ihmal etme gibi gaf­lete düşmemelidir. Çünkü İslam parçalanmayı kabul etmez, bir bütündür.

Ayrıca cemaatin hitap ettiği alan tüm dünyayı ve bütün insanlığı kapsadığından bu konuda da bölgeciliğe veya belli bir gruba hitap etme yanlışlığına düşmemelidir.

Bazı cemaatlerin idareye gelme pahasına gerekirse kendi hedeflerin­den de bazı tevizler verdikleri malumdur. Böyle bir durum İslam cemaati için asla söz konusu olamaz. Çünkü hükümetleri idare etmekteki asıl maksat, Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Eğer bu olmaz ise idareye gelin­miş olsa bile İslami açıdan hiç bir şey değişmeyeceği gibi cemaat de, he­definden çıkarak İslami olma özelliğini kaybedecektir. Onun için şartlar ne kadar zor ve engeller ne kadar aşılmaz dahi olsa cemaat kendi asli he­definden katiyyen taviz vermeden büyük bir azimle mücadelesini sürdür­melidir.[201]

 

2- Kuşatıcı Bir Program Yapılmalıdır

 

Lider programını düzenlerken hiç bir çalışma alanını ihmal etmeden hayatın tüm bölümlerini içine alacak şekilde çalışmalarını yürütmelidir. Çünkü İslam, hayatın her yönünü en kamil manada içine alır. Bir kısım hükümleri ihmal etmeyi asla kabul etmez.[202]

 

3- Hareketin Merhalesi İyi Bilinmelidir

 

Lider, bulunduğu dönemin şart ve özelliklerine riayet ederek hareke­tin hangi merhaleye ulaştığının bilincinde olmalıdır. Örneğin; cemaatin şu andaki konumu İslam devletini kurma çalışmalarını yürütme merhalesidir. Bunu başarabilmek için önce köklü bir iman ve sağlam ameller zin­ciri gereklidir. Çünkü bu yükü ancak böyle sağlam imanlı ve salih amelli omuzlar yüklenebilir.

Bir kişinin köklü bir iman ve sağlam amellere sahip olabilmesi ise bid'atlardan temizlenerek Kur'an ve sünnete tam uymakla mümkündür. İşte cemaat bütün bu özellikleri kişiye kazandırarak bulunduğu konumu­nun gereğini hakkıyla yerine getirmelidir.

Ayrıca müslümanlar arasındaki her türlü durgunluğun kaldırılması, gevşekliklerin yerine canlılığın kazandırılması, zihinlerdeki yanlış İslami anlaşılmaların düzeltilmesi, tembelliğin yerine kendine güven ve çalışkanlığın kazandırılması ve Allah yolunda mal ve can ile cihada hazırla-mlması, cemaatin bu merhalelerde yapması gereken çılaşmalardır.

Tabii bunların hepsi de belli bir tertip ve zamana dayalı olarak yürü­tülmelidir.[203]

 

4- Programlar Her Seviyeyi Gözetmelidir

 

Lider, cemaatini eğitme yolunda her seviyeye göre ve tüm alanlarda program yaparak kusursuz bir İslam cemaatinin oluşabilmesi için gerekli olan tüm imkanları kullanmalıdır. Çünkü eğitim, insanların yetişmesinde temel unsurlardan en önemlidir. Nesiller ancak eğitim yoluyla kendilerin­den sonra gelenlere bu mukaddes emaneti miras .bırakabilirler. Ayrıca ci-had, fedakarlık, kardeşlik ve Allah için sekmek sadece köklü bir İslami eğitimle mümkündür. İşte bu manada yetiştirilen genç nesiller, cemaatin hedeflerine hizmet ederek bu şerefli davayı omuzlayabilirler. Onun için eğitim konusu cemaatin temel amaçlarından biri olmalıdır.[204]

 

5- Siyasi Çalışmalar Da İhmal Edilmemelidir

 

Lider, talim ve terbiyenin yanısıra siyasi çalışmaları da ihmal etme­den yürütmelidir. Hatta çok yakından ilgilenerek bu konuda cemaatine düşecek en münasip tavrı da ortaya koymalıdır. Yani nesilleri terbiye edeceğim diye sadece eğitimle uğraşarak siyasi çalışmaları asla ihmal et­memelidir. Çünkü mükemmel bir müslüman, ancak her yönüyle geliş­mekle olabilir. Tek taraflı çalışma noksan bir çalışmadır.

Siyasi şuuru olmayan bir eğitimin şahıslara verebileceği pek fazla bir şeyi yoktur. Çünkü kişi elindeki bilgileri nerede ve ne sekide kullana­cağını bilemez. Ancak ona siyasi yönden sorumluluk ve bilgi vermek su­retiyle eğitimin daha faydalı, hatta eğitimin asıl maksadı verilmiş olacak­tır.[205]

 

6- İslam Cemaatlerine Sevgiyle Muamele Edilmelidir

 

Lider, kendi cemaatinin diğer İslami cemaatlere bakış açısını İslam kardeşliği ve karşılıklı yardımlaşma esasına göre ayarlayarak ilişkilerini en güzel bir şekilde sürdürmelidir. Sürtüşme ve çekişmelere asla fırsat vermemelidir. Bu konuda cemaatinde olanları sürekli uyararak kardeşlik bağlarının geliştirilmesine teşvik etmelidir. Hatta diğer İslami cemaatler­den kendilerine karşı bazı hoş olmayan haller zuhur etmiş olsa bile, ken­disi ve cemaati onlara karşı katiyyen aynıyla cevap vermemelidir.

Her zaman kardeşlik bağlarını mahafaza etmelidir. Bu konuda asıl olan şudur: Bizler tüm İslami çalışmaların birleşmesini istemekteyiz. Bu konuda da çok büyük gayret ve ümitlerimiz vardır. Allah'ın izniyle bu vahdet en kısa bir zamanda gerçekleşerek, bizler parça parça değil, bir bütün olarak küfre karşı koyacağız. İşte lider hep bu düşüncede olarak tüm İslami guruplara kardeşçe yaklaşmalı ve yardımlaşarak çalışmalarını sürdürmelidir.[206]

 

7- Cihad Ve Kültür Alanının İhmal Edilmemesi

 

Allah bilir, devleti kurma merhalesinin hemen arkasından cihad ve kültürel açıdan insanlığın eğitimi gelmektedir. Onun için lider hem ken­disini ve hem de cemaatini bu şartlara göre planlayarak gerekli tedbirleri ve yetenekli kadrolarını hazırlamalıdır.[207]

 

8- Toplumu İslami Düzene Hazırlamak

 

İslami hükümlerin istikrarlı bir şekilde hayata tatbik edilebilmesi için toplmumuzun hazırlanmasına son derece özen gösterilmelidir. Çün­kü İslami yaşantı, bulunduğumuz bu toplumun omuzlarında yükselecek­tir, Onun için insanımızın durumuyla yakından ilgilenmeli ve onun prob­lemlerini onunla birlikte yaşayarak hissetmeliyiz.

Genelde arzu ve isteklerini tespit ederek sıkıntılarını ortadan kaldır­mak suretiyle islami hayata ortam hazırlamaya çalışmayız. Bu da ancak liderin ve cemaatinin toplumla içice olmaları ve onların meseleleriyle ilgilenmekle olacaktır.[208]

 

9- Müslüman Kadının Yetiştirilmesi

 

Kadının İslam toplumunda çok önemli fonksiyonları vardır. Çünkü kadın, İslam devletinin temel direği olan aileyi oluşturmakta ve müslü-man nesillerin yetişmesini sağlamaktadır. Bu nesiller ki, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için kendilerinden önce başlamış olan mücade­lenin devam etmesi için mallarını ve canlarını İslam yoluna adayacaklar­dır. Bu fonksiyonu ona kazandıracak en öneli merci ise aile yuvasıdır.

Ailenin İslami bir şahsiyet kazanabilmesi için cemaat lideri kadına ve onun eğitimine gerekli önemi vererek ona İslami devletin kurulmasın­daki asli görevini yerine getirebilecek bir ortam hazırlamalıdır.[209]

 

10- Nesilleri Fitneden Korumak

 

Toplumumuzu her taraftan sarmış olan fitneden nesillerimizi koru­mak, onların şahsiyetini geliştirmek ve neticede İslami bir hayatı yasayabilecek bir düzeye kavuşturabilmek için eğitim ve öğretime önem verme­si, liderin başta gelen sorumluluklarmdandır.

İslam'ın binası bu nesillerin omuzlarında yükseleceğinden eğitim ve şahsiyet ne kadar güçlü ve sağlam olursa kurulacak devlet de o kadar kuvvetli olacaktır. Dolayısıyla cemaat liderinin nesillerin eğitilebilmeleri için meşru olan her imkan ve vasıtalardan yararlanarak onların kuvvetli birer şahsiyet kazanmalarına son derece ehemmiyet vermelidir.[210]

 

11- İslam'ın Yeni Nesillere İntikalini Sağlamak

 

İslami hareketin en ufak bir sapma, duraklama ve gerilemelere mey­dan vermeden tüm berraklığı, canlılığı, vakarı ve tecrübeleriyle yeni ne­sillere intikaline çok önem verilmelidir. Bundan birinci derecede sorumlu olan da, cemaatin lideridir. Lider bu vazifeyi büyük bir emanet bilerek gerekli tüm tedbir ve çalışmalarını ona göre planlamalıdır. Çünkü davada asıl olan saflığın ve berraklığın tam manasıyla korunması ve bir sonraki nesillere aynen devredilmesidir. Şimdiye kadar en ufak bir aksamaya uğ­ramadan bizlere nasıl ulaşmışsa, bizden sonrakilere de aynı şekilde teslim edilmelidir.[211]

 

12- Arapçaya Ve Diğer Dillere Önem Vermek

 

Madem ki İslami hareket tüm dünyayı ve insanlığı içine almaktadır, öyle ise liderin İslam'ın dili olan Arapçaya ayrı bir özen göstermek sure­tiyle diğer dillerin eğitimine de gerekli önemi vermesi lazımdır. Tabii bu dil öğrenim konusu herkesin kabiliyetine göre bir, iki veya daha fazla olabilir. Böylece diğer müslümanlarla olan bağlar ve çalışma ortamı daha da güçlenecektir.

Bütün bu imkanlar, davanın istifadesine sunulması içindir. Yoksa sa­dece bir dil bilmek ve o dilleri konuşanlarla şahsi menfaatler elde etmek için değil. Elbetteki bazı faydalar olacaktır, fakat asıl olan İslam'ın başka insanlara ulaştırılması, anlatılması ve hayata tatbik edilmesidir.[212]

 

13- Hareketin Maddi İmkanlarını Düzenlemek

 

İslami hareketin hedefine ulaşabilmesi için onun maddi imkanlara da ihtiyacı olacaktır. Öyle ise lider bu yolda da meşru olmak kaydıyla gerek­li çalışmaları planlamalı ve yönlendirmelidir.

Yalnız cemaatin maddi imkanları az diye katiyyen hedeflerinden en ufak bir sapma yapmadan gücü nisbetinde bir taraftan maddi imkanları oluşturmalı, diğer taraftan da cemaatin hedefini gerçekleştirmek için gay­ret sarf etmelidir. Çünkü bu konuda asıl olan, cemaatin o şerefli hedeflen­dir. Madde ise sadece o maksada ulaşabilmek için bir vasıtadan ibarettir.[213]

 

14- İhtisas Sahiplerinden Yararlanmak

 

Lider, İslami çalışmasını sürdürürken, çeşitli konularda ihtisas yap­mış ehliyetli ve tecrübeli şahıslardan istifade etmesini de çok iyi bilmeli­dir.

Bu faydalanma ister ameli sahada, isterse fikri alanda, idari ve prog­ram konularında olsun, lider için gereklidir.

Kıcasa lider, ihtiyaç duyduğu her sahada kendisini kanıtlamış şahıs­lardan dava namına yararlanmalı ve bunu da kendisi için utanma ve nok­sanlık saymamalı ve istişarenin bir bölümü olarak değerlendirmelidir. Böylece hem kendi yükünü hafifletmiş, hem de noksanlıklarını gidermiş olur.[214]

 

Liderin Çalışmasına Yardımcı Bazı Tavsiyeler

 

Bu bölümde, lider ve diğer yöneticilerin görevlerini en güzel bir şe­kilde yerine getirmelerine ve çalışmalarını daha planlı yürütmelerine dımci olabilecek bazı not ve tavsiyelerden bahsedeceğiz.

1- Lider ve yöneticilerin kendi alanlarını en ince noktalarına varınca­ya kadar bilmeleri onların çalışma esnasında vazifelerinde aksaklıklarını daha çabuk gidermelerine yardımcı olacaktır. Ayrıca sorumluluklarını da hakkıyla yerine getirmiş olacaklarından mesuliyetlerini detaylıca bilmeye azami dikkat göstermelidirler.

2- Lider ve diğer görevlilerin kendi çalışma alanlarının ehemmiyeti­ne içtenlikle inanmaları gerekmektedir. Çünkü bu hal onların çalışmaları bakımından zaman ve güçlerinden gerekli olan bölümünü vazifelerine harcama şuuru vereceğinden cemaatte disiplinin ve görev bilincinin ken­diliğinden yayılmasına yardımcı olacaktır.

3- Lider ve diğer mesuller hangi makamda olursa olsunlar cemaatin o kademesinde en güzel çalışmayı sergilemelidirler. Ayrıca planlamada, hedeflerin zamana göre tesbitinde, görevlilerin atamasında ve hangi vasıtalardan istifade edilmesi gibi temel konularda her türlü hayali ve teorik yaklaşımlardan uzak, tamamen hayatın gerçeklerini göz önünde tutarak hareket edilmesi lazımdır. Eğer henüz daha tecrübesiz olduğu halde birden bire çok ağır planların altına girilirse hareketin başarısızlığa düşeceği kaçınılmaz olacaktır.

Diğer taraftan cemaattaki tüm bireylere de kendi durumlarına göre planın tatbikata konulmasında vazifeler taksim edilmelidir. Her konuyu liderin çözmesi gerekmez. Önemli olan işlerin sağlıklı yürümesidir. Bu da ancak belli konularda herkesin üzerine düşeni yerine getirmesiyle ola­bilir. Tabii bunların hepsi de sağlıklı ve ehliyetli bir şekilde hazırlanmış programlarla olacaktır.

4- Lider ve diğer mesullerin kendi zaman ve çalışmalarını program­lamaları adeta kaçınılmazdır. Fikri ve ameli olarak herhangi bir durgun­luğa ve karışıklıklara yol açmamak için bunu mutlaka uygulamaları ge­reklidir.

Örneğin lider, yardımcısının veya herhangi bir üyenin dahi yapabile­ceği işlerle kendisini meşgul ederek çok daha önemli ve ancak onun ya­pabileceği çalışmaları katiyyen ihmal etmemelidir.

5- Lider ve diğer yöneticilerde kendileriyle birlikte çalışanları çok iyi tanıma kabiliyeti olmalıdır. Çünkü görevlerin en uygun şahıslara dağı­lımı ve aralarındaki ilişkinin dozajı için bu şarttır. Eğer liderde şahıs­ları tanıma özelliği noksan olursa yapacağı tayinlerde ve kuracağı ilişki­lerde bazı noksanlıklar yapacağından genelde cemaatin başarısına gölge düşürmüş olacaktır. Onun için lider mesai arkadaşlarını yakından tanıma­ya çok özen göstererek olabilecek aksaklıkların önüne geçmesini bilmelidir.

6- Lider herhangi bir konu hakkında istişare edip karar alındıktan sonra o konuda azimli ve sebat göstererek Allah'a güvenmesi gereklidir. Bu kararlılık özelliği bir lider açısından en önemli vasıflardan birisidir. Çünkü çalışmaların istikrarlı bir şekilde yürümesi ancak liderin kararlı tu­tumuyla mümkün olabilir.

Eğer lider alınan kararlarda tereddüt göstererek sürekli görüş değişti­rirse hem kendisine beslenen güveni sarsmış ve hem de çalışmaları aksat­mış olur. Dolayısıyla liderin azimli olması ve görüşlerinde sebat etmesi onu başarıya götüren faktörlerden birisi olacaktır.

7- Liderin çok konuşma yerine çok faydalı çalışmalar yapması ken­disi açısından en tutarlı bir yol olacaktır. Çünkü amel etmeden önce ko­nuşmak hiçbir şeyi ifade etmeyeceği gibi cemaati olumsuz yönde de etki­leyecektir.

Şurası da bir gerçek ki; yalnız söz eken, ürün olarak ancak hayal bi­çer.

Dolayısıyla lider, ağzından çıkacak her sözün ister lehte, isterse aleyhte olsun hem kendisine hem de cemaatine mal edileceğini bilmelidir.

Diğer taraftan liderin sözlerini didik didik ederek cemaat aleyhine çalışmalar yapan İslam düşmanlarını da her zaman göz önünde tutması bir cemaat lideri için en ihtiyatlı bir tutum olacaktır.

İşte tüm bunlar hesab edildiğinde liderin çok konuşma yerine çok yararlı çalışmaları yapması hem kendisi hem de cemaati açısından faydalı bir strateji olacaktır.

Bir de konuşup da yapmamanın Allah indinde çok büyük bir günah olduğunu hatırlayacak olursak İslam cemaatinin lideri için boş konuşma­nın hem seran hem de stratejik açıdan doğru bir şey olmadığı kendiliğin­den ortaya çıkacaktır.

8- Lider ihtilaflı ve asıl olmayan konularda sürekli olarak kendi şah­si görüşünü açıklayarak cemaatin ve bu konulardaki tutumuyla çelişkilere düşmemelidir. Mümkündür ki, bazı seri konularda liderin şahsi ve cema­atin de ayrı bir görüşü olsun. Çünkü bu gibi asıl olmayan meselelerde za­ten birçok görüş vardır.

Ancak lider bu şahsi görüşünü kendinde muhafaza ederek cemaatin görüşünü söylemeli ve onu temsil etmelidir.

Çünkü cemaat bu görüşünü belli bir strateji neticesinde istişareden sonra benimsemiştir.

Eğer lider tefarruatlı konularda kendi şahsi kanaatini konuşacak olursa hem cemaat arasında ihtilaflar sebep olacak, hem de cemaat dışın­dakilerin cemaati yanlış tanımalarına yol açacaktır.

Çünkü lider, cemaatin görüşünü değil de şahsi kanaatini söylemiştir.

Lider her ne kadar bu benim şahsi görüşümdür dese ve o konudaki cemaatin görüşü de budur diye kamuoyuna açıklamalarda bulunsa bile tavrı katiyyen tasvib edilemez.

Çünkü bir kere o belli bir cemaati temsil etmektedir. Genel olarak onun ağzından çıkan, cemaatin görüşü olarak kabul edilmektedir.

Diğer taraftan hem kendi görüşünü hem de cemaatin görüşünü ayrı ayrı açaklaması liderle cemaat arasındaki uyumsuzluğun olduğunu göste­receğinden bu tutum son derece sakıncalıdır.

Onun için bir cemaat liderinin asıl olmayan ve o kunuda da bir çok görüşü olabilecek meselelerde kendi şahsi kanaatini açıklamaktan kaçına­rak cemaatinin o konudaki görüşünü söylemesi en sağlıklı bir tutumdur.

9- Lider, cemaatin fikri ve ameli stratejisini son derece istikrarlı mu­hafaza ederek bozuk akımlara kaymalarını veya onların olumsuz fikirlerini cemaate karışmasını önlemelidir. Bu da ancak kendi istikametini Kur'an ve Sünnete göre ayarlamakla mümkün olabilir.

Dolayısıyla liderin her konuda İslam'ın hükümlerini asıl kaynağın­dan alarak ortaya koyması gerekmektedir. Bu hem cemaatinin birliği, et­kinliği hem de çalışmaların Allah katında makbul olması bakımından ay­nı zamanda bir zorunluluk arzetmektedir.

Çünkü İslami olmayan fikir ve bid'atlara dalmak, dünyada İslam düşmanlarını işine yaradığı gibi, ahirette de amellerin batıl olmasına se­bep olmaktadır. Bunun dava açısından olumsuzluğa yol açacağından lide­rin bu konuya azami titizlik göstermesi lazımdır.

10-  İslam davasına çalışmanın Allah için bir ibadet olduğuna hepi­mizin inancı tamdır. Lider bu inancı sürekli olarak üyelere ve çalışma ar­kadaşlarına hatırlatmalıdır.

Çünkü bu inanç hem kardeşlik bağlarını kuvvetlenmesine hem de çalışmaların daha verimli olmasına uygun bir ortam hazırlayacaktır.

Ayrıca bu inancın Allah'a olan samimiyetin gelişmesine de katkısı olduğunu düşünmelidir ki, çalışmalar karşısında mükafatın yalnız Allah katından beklenmesi gerektiği iyice zihinlerde yerleşmiş olsun.

11- Lider, safların sağlamlaşması ve maneviyatın daha da yükselme­si için üyeleri sürekli olarak takvaya yönlendirici programlarla devamlı olarak onların Allah'ın kontrolünde oldukları şuurunu geliştirmelidir. Bu­nu yaparken de takva ve ihlası bozmaya yönelik tutum ve davranışların cemaat içerisinde ortaya çıkmasına müsaade etmemelidir.

Bu iki yönlü çalışma için meşru olan ve ortamın elverdiği ölçülerde her türlü tedbiri almalıdır.

Çünkü bizim davamızın temeli takvaya ve ıhlasa dayanmaktadır. İs­lami hareket de bunların üzerine bina edilmelidir...

12- Lider, yalnız bulunduğu ortama göre değil, bilhassa geleceği de hesaba katarak çalışma programları hazırlamalıdır. Böylece hareketin de­vamlı olarak tutarlılığını sağlama bakımından daha isabetli hereket etmiş olacaktır.

Eğer lider plan ve programını dar bir çerçevede ele alırsa geçmiş olayların ve geleceğin cemaat açısından geniş bir değerlendirmesini ya­pamayacağından başarısız bir duruma düşeceği şüphesizdir.

Onun için program yapılırken gelecekteki konumlara göre çalışma ve hareket etmek liderin başarısına katkıda bulunacaktır.

13- Lider, helal dairesinde olmak şartıyla davanın daha çabuk hedef­lerine ulaşmasını sağlamak için tüm imkan ve yeniliklerden istifade et­melidir. Meşru olan tüm stratejileri kullanarak sürekli davanın gelişmesi­ni ve güçlenerek hedefe daha emin ve çabuk gitmesini sağlamalıdır.

14- Lider, hareketini daha iyi kontrol edebilmek ve daha verimli ha­le getirebilmek için davanın, hedefe giderken geçirebileceği tüm merha­leleri zaman ve strateji bakımından planlamış olmalıdır. Belirli devrelere ayırarak her dönemdeki siyasi tutumu ve yapılması gerekli çalışmaları or­ganize etmelidir.

Ayrıca her dönemin sonunda ne derece başarılı olabildiğini tesbit et­mek amacıyla bir durum değerlendirmesi yaparak daha sonraki merhale­ye geçmişten tecrübeler almış olarak başlamalıdır.

Böylece zuhur etmiş olan olumsuzlukları gidermiş ve başarı sebeple­rini elde etmiş olacaktır.

Diğer taraftan ister cemaatine isterse kendi şahsına gelebilecek ten­kitlerden çok yararlanacağını bilmelidir. Bunların çoğu düşmanlardan gelmiş olsa bile, lider en uygun bir şekilde bu tenkitlerin hepsini değer­lendirerek noksan yönlerini kuvvetlendirmeli ve iyi yönlerini daha da sağlamlaştırmalıdır.

Böylece hem hareketin sıhhatli olmasını hem de başarılı oluşunu sü­rekli artırmış olacaktır.

Onun için lider durum değerlendirmesini sık sık yapmalı ve tenkitle­re açık olmalıdır.

15- Lider, cemaatini değerlendirirken hiç bir zaman cemaatinin gücü konusunda ve başarılarını dile getirmekte mübalağa etmemelidir.

Çünkü böyle bir tutum hem kendisinin bakış açısını olumsuz yönde etkileyecek hem de cemaat mensuplarının gevşekliğe ve karamsarlığa sü­rükleyerek temelde hareketin başarısız olmasına sebep teşkil edecektir.

Kısaca fazla ve eksik olarak her iki durum da hareket açısından arzu edilmeyen bir tutumdur. Bu konuda en uygunu genelde orta bir yol takip etmektir. Böylece ne fazla abartarak cemaati hayaller peşinde koşturmuş ne de zayıf göstererek hareketin küçük düşmesine yol açılmış olur.

16- Lider, davanın ruhi yönünü ve sevgi bağlarını ihmal ederek ida­rede fazla resmiyete dalmamahdır.

Çünkü bu davanın temeli sevgi, kardeşlik ve maneviyattır.

Eğer lider, hareketin bu özelliğini ihmal ederek idari planda resmiyete aşırı derecede dalarsa, cemaattekiler arasında kardeşliğin ve fedakar­lığın yerini kuru bir resmiyet almaya başlar. Bu ise öze inmemiş bir şekil­cilikten başka bir şey değildir. Liderin böyle bir duruma düşmemesi için üyeler arasındaki manevi bağların ve kardeşliğin gelişmesine azami deredece özen göstermesi gereklidir.

Çünkü yardımlaşmayı ve fedakarlığı meydana getiren asıl faktör: kardeşlik, sevgi ve manevi bağlardır.

17- Lider, genelde Allah ve Rasulü'nün emirleriyle kayıtlı olmakla birlikte, yetki ve selahiyetlerini kullanırken mümkün olduğu kadar ser­best olmalıdır.

Özellikle olağanüstü hallerde daha çabuk karar verebilmesi ve daha süratli iş yapabilmesi için liderin yetkileri bir takım anlamsız ve bürokra­tik ölçülerle daraltılmahdır ki, lider karar vermede ve uygulamada serbestiyet kazanarak çalışmalarında azami başarıyı elde edebilsin.

18- Şurası muhakkak ki, herhangi bir cemaatta yöneticiler ne kadar birbirlerine bağlı, uyumlu ve söz birliği etmişlerse cemaat o kadar kuv­vetli ve başarılı demektir.

Çünkü idare kadrosu sağlam olan cemaatin üyeleri de hem yönetime karşı hem de kendi aralarında tıpkı yöneticiler gibi uyumlu ve birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olacaktır.

Yine bunun tersi olarak bir cemaatin idari kadrosu eğer kendi arala­rında ihtilaf içerisinde iseler veya üyelerin kendi aralarında ve yönetime karşı tam bir bağlılığı yoksa, o cemaat zayıf bir hareketi temsil etmiş olurlar. Böyle bir cemaatte guraplaşmalar, taassuplar ve belli şahıslar et­rafında toplanmalar baş göstererek hareketin zayıflaması hatta ileride par­çalanmakla karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.

Dolayısıyla İslam cemaatinin, yönetim kadrosu kendi aralarında fikri ve ameli yönden tam bir birlik içinde ve sürekli bir uyum halinde olmalı­dırlar.

Diğer taraftan üyelerini de sürekli olarak ruhi ve manevi bağlarla bir bağlılık oluşturacak şekilde yetiştirmelidirler.

Çünkü ister fikri ve isterse ameli olsun cemaatteki uyumsuzluklar harekete vurulmuş en büyük darbe olur. Onun için liderin ve diğer yöne­ticilerin kendi aralarında ve üyelere karşı tutum ve davranışlarında tam bir bağlılık ve uygunluk olmalıdır.

19- Liderin gruplar arasındaki her türlü çekişmeden uzak durması, hareketin stratejisi bakımından zorunluluk arzetmektedir.

Özellikle İslam için çalışan guruplarla en ufak bir sürtüşmeye yol açacak tutum ve davranışlardan son derece sakınmalıdır.

Çünkü bu gibi çekişmeler temelde İslam düşmanlarına fayda ver­mekten öteye hiçbir şeye yaramaz ve cemaatin düşmanlarını da fazlalaştı­rır. En uygunu çekişmelere ortam hazırlamamaktır.

20- Lider, kendisine bağlı gençlerin heyecan ve atılganlıklarını çok iyi muhafaza etmeli, onları yersiz hareketlerden koruyacak enerjinin tam zamanında ve yerinde kullanılmasını çok iyi planlamaladır. Onlardaki bu canlılık, en disiplinli ve basiretli bir şekilde yönlendirilerek başıboşluktan uzak ve yeri geldiğinde kullanılabilecek mükemmel bir silah olarak de­ğerlendirilmelidir.

Eğer zamanı ve yeri henüz gelmeden bu canlılık devreye sokulursa veya çeşitli ihmallerden dolayı bu enerji yersiz harcanacak olursa hareket açısından büyük bir hata yapılmış olur.

Örneğin, hünüz tüm şartlar olgunlaşmadan düşmanla girişilebilecek bir çatışmadan son derece sakmılmalıdır.

Çünkü gençlerin heyecanına tabi olarak henüz zamanı gelmemiş bir çatışma hem gençlerin hem de davanın aleyhine olacaktır. Onun için lide­rin bu enerjiyi çok iyi değerlendirerek yerinde ve zamanında kullanması­nı bilmesi, hareket açısından son derece önem taşımaktadır.

21- Lider, cemaatinin birliğini bozmaya yönelik fikir akımlarına kar­şı gerekli her türlü fikri ve ameli tedbirlerini alarak sürekli bir şekilde ha­reketin fikri ve ameli vahdetini muhafaza etmelidir.

Eğer bu konuda bazı gecikmeler yapacak olursa veya ihmal ederse üyelerin bu zararlı akımlar karşısında zayıf düşmesi, dolayısıyla cemaatin fikri ve ameli birliğinin bozulması baş gösterecek, harekette bir gerileme kaçınılmaz olacaktır. Tüm bu olumsuzlukların engellenmesi ancak bu gi­bi zararlı akımlara karşı tedbirlerin zamanında alınmasıyla mümkün ola­bilir.

Dolayısıyla liderin bu konularda çok dikkatli olması gerekmektedir.

22- Lider, cemaatin içerisinde ayrı bir gurup oluşturmak maksadıyla yapılabilecek her türlü faaliyete karşı son derece dikkatli olmalıdır. Buna yönelik propaganda ve konuşmalara karşı gerekli önlemleri alarak bozuk­lukları zamanında çözüme kavuşturmalıdır.

Örneğin, cemaatteki belli şahısların sürekli gündemde tutulması ve devamlı içeri sürülmelerine yol açan tutumlar genelde hareketin birliğine ve hareket içindeki uyuma zarar verebilir.

Çünkü bunlar aynı zamanda taassubu, şahıscılığı ve bölgeciliği kö­rükleyen faktörlerdendir.

Dolayısıyla liderin bu gibi konularda çok uyanık olması ve bu gibi gelişmelere katiyyen müsaade etmemesi gerekmektedir.

Tabii ki her türlü yasak ve engellerin de kendilerine özgü usûlleri vardır. Lider en uygun bir şekilde bu zararlı hallerin giderilmesini bilmeli ve cemaatin birliğine yönelik her türlü hareketin önüne geçebilmelidir.

23- Lider devamlı olarak cemaattaki itaat ve disiplinin gelişmesini teşvik ederek hareketin yükselmesini sağlamalıdır.

Çünkü hataların düzeltilerek itaat ve disiplinin yüksek hale getiril­mesi, o cemaatin ileri bir seviyede olduğunu gösterir. Diğer taraftan gev­şeklik ve başıbozukluk ise o cemaatin başarısızlığını gösterir. Onun için lider cemaat içerisindeki hatalara ve gevşekliklere asla göz yummamalı fakat onları en uygun bir biçimde gidermelidir.

Hata düzeltiyorum ve disiplini sağlıyorum diye yersiz kabalık ve resmiyetlere girilirse bu, cemaat açısından daha büyük bir zarar açabilir. Bu gevşeklik ve vurdumduymazlık genelde idarecilerden kaynaklanarak tüm üyelere sirayet etmektedir.

Onun için lider başta kendisi olmakla beraber diğer yöneticilerin de bu konulara azami ehemmiyeti göstererek cemaatte meydana gelebilecek başıbozukluklara asla ortam hazırlamamalıdır.

24- Lider, İslam düşmanları tarafından cemaatine karşı hazırlanan tüm zararlı fikir ve çalışmalara karşı devamlı hazırlıklı olmalı ve onların planlarını ortadan kaldırıcı mahiyetteki tedbirlerini zamanında almalıdır. Olabilir ki düşmanlar hem kendi aleyhinde hem de cemaati hakkında asılsız olayları gündeme getirebilirler veya cemaati bölmek amacıyla li­derliğe karşı bir takım şahısları ön plana geçirebilirler. Bütün bunlardan o şahısların da haberleri olmayabilir veya gafletten dolayı oyuna gelmiş olabilirler.

İşte bu ve buna benzer tüm ihtimalleri göz önünde tutarak cemaatini İslam düşmanlarının tuzaklarından korumak, bir liderin başta gelen gö­revlerindendir. Bunun için de lider şüphe doğurabilecek her türlü söz, hareket ve tavırlardan kaçınarak gerekli tereddüt ve şüpheleri anında iza­le etmelidir.

Dolayısıyla liderin çalışmalarının gerekli olan kısmını herkese ve yöneticilere açıklaması, gerekenleri onlara zamanında anlatarak oluşabi­lecek zanların ve düşmanların bu zanlardan istifade etmelerinin önüne geçmesi gerekmektedir.

İslam düşmanlarının hile ve tuzaklarını geçersiz kılmak için şartların ve ortamın müsaade ettiği tüm tedbirlerin alınması lider açısından adeta kaçınılmazdır.

Çünkü bu aynı zamanda cemaatin birliğini sağlayarak başarıya ulaş­masına da ortam hazırlamış olacaktır.

Eğer saflar arasında İslam düşmanlarının propagandalarından dolayı herhangi bir şüphe ve kopukluk baş göstermiş ise liderin derhal bunlara karşı en etkili önlemlerini alması lazımdır. Bu konuda her geç kalış, ken­di aleyhine ve erken hareket ise düşmanların aleyhine olduğunu çok iyi bilerek anında duruma müdahele etmelidir.

25- Lider, cemaat içerisindeki şüphe ve tereddütlerin giderilmesindeki tavrını ortama uygun ayarlamalıdır. Gayet hikmetle, olgunlukla ve yumuşaklıkla çözülebilecek bir problem karşısında asla sert ve aceleci ol­mamalıdır. Eğer fayda verecekse bazı durumlardaki tavrını daha sert ola­rak ortaya koyabilir.

Bütün bunlar şartlar karşısında hikmetle hareket etmeyi gerekli kıl­maktadır. Çünkü hikmet, neyin, ne zaman ve ne şekilde olacağının bilin­mesinde temel bir özelliktir. Düzeltiyorum derken cemaat arasında daha fazla zararlar yol açmadan hareket edebilmeli ve her olayı kendi usulleri­ne uygun olarak halletmelidir.

26- Lider hiçbir zaman her konuyu kendisinin çözmesi gerektiğini düşünmemelidir. Bazı konuların kendi bilgisi dahilinde olmak şartıyla di­ğer yöneticiler tarafından yapılmasına da ortam hazırlamalıdır.

Örneğin, herhangi bir konuda liderden daha fazla bilgili ve becerikli birisi olabilir. Lider o işin takibini ona vermelidir. Bu konuda aşağılık psikolojisine düşmeye asla gerek yoktur.

Çünkü bu hem görev taksimini, hem de liderin yükünün hafiftemesini sağlamış olacaktır. Lider, katiyyen böyle durumları kendisi için bir noksanlıkmış gibi değerlendirerek her işin bilfiil kendi tarafından yapıl­ması gerektiğini düşünmemelidir. Aksi halde işlerin yoğunluğu altında ezilerek hareketin başarısızlığa uğramasına yol açabilir.

Diğer taraftan davanın el birliğiyle zafere ulaşması fertlerin her türlü şahsi ve noksan düşüncelerinden daha da önde gelmektedir.

Onun için lider, görevlerin taksiminde ehliyete göre davranıp hare­ketin yükünü herkesin çekebileceği oranda paylaştırarak bir an önce ba­şarıya ulaşmaya çalışmalıdır.[215]

 

Liderle Yardımcıları Arasındaki İlişkiler

 

Bu bölümde ise cemaatin herhangi kademesindeki bir yönetici ile yardımcıları arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı bir şekilde yürüyerek ça­lışmanın ortaklaşa yürütülmesini sağlayacak bazı tavsiyeleri dile getire­ceğiz.

1- En başta lider veya diğer birimlerdeki yöneticiler kendileriyle bir­likte çalışabilecek yardımcıların seçimine çok dikkat etmelidirler. Otura­cağı makamın hakkını her yönden ve en münasip bir şekilde yerine geti­rebilecek kişileri seçerek çalışma ortamının en güzel bir biçimde yürüme­sini sağlamalıdırlar. Aksi halde sık sık adam değiştirmek zorunda kalına­cağından, çalışmaların aksamasına yol açılacaktır.

2- Bir lider ve mesuller hiçbir zaman ne aşın iyi niyetli ne de fazla şüpheci olmamalıdırlar. Çünkü çalıştığı kişiler hakkında fazla kötüleyici bir zihniyete sahip olan lider, sürekli olarak yardımcılarını kendi nazarın­da kötü düşünenler şeklinde değerlendirerek çalışma zeminini, bizzat kendisi zedelemiş olacaktır.

Diğer taraftan kendisiyle birlikte olanlara karşı aşırı derecede iyi niyetliliğinden dolayı bazı kötü yardımcıların elinde oyuncak olmasına da izin vermemelidir. Onun için orta bir yol takip ederek arkadaşları arasın­da çalışma ortamının gelişmesini sağlamalıdır.

3- Liderin çalışma arkadaşlarının anlayış, bilgi ve becerileri hakkın­da geniş bilgisi olmalıdır. Çalışmaları hakkında onlardan zaman zaman bilgi alarak işlerin hangi oranda yürüdüğünü ve yardımcılarının görevlerini hangi ölçüde yaptıklarını öğrenmelidir. Ara sıra ani ziyaretlerle yar­dımcılarını kontrol ederek vazifeleri başındaki durumlarını yakından gör­melidir. Yalnız bu ziyaretler ne çok az ne de haddinden fazla olmamalı­dır.

Böylece lider hem arkadaşlarını yakından tanımak, hem de onları denetlemek suretiyle çalışmanın uygun bir ortamda yürümesine ortam hazırlamış olacaktır.

Ayrıca onlara problemler hakkında ve çözüm yollarının ortaya ko­nulmasında görüş alışverişi yapması da işlerin daha sağlıklı yürümesine yardımcı olma bakımından çok önemlidir.

4- Görevlerin dağıtımında liderin en çok dikkat edeceği şey: Ehliyet ve ihtisas meselesidir. Çünkü herkesin kabiliyet ve becerisine göre vazi­felerin taksim edilmesi gerekmektedir. İhtisas ve ehliyetine göre işler dağıtılırsa, kırışıklıkların önüne geçilmiş olacağından kimse kimsenin görev alanına müdahale etmeyecek, çalışmanın durgunluğa düşmesine veya ak­samasına yol açmamış olacaktır.

5- Cemaat içerisindeki bölümlerin tayin ve tanzim edilmesi, her va­zifenin kendi özelliğine ve o alanda görev yapacak şahısların kabiliyetleri göz önünde tutularak yapılmalıdır. Ayrıca cemaattaki istişare mekaniz­masının en güzel bir şekilde işlerliğini sağlayarak görüş ve düşüncelerin çok sağlıklı değerlendirilmesi liderle yardımcıları arasındaki çalışma or­tamını kuvvetlendirecektir.

6- Liderin yardımcılarının ve diğer sorumluların bilgi ve becerilerini arttırmakta çok titiz olması lazımdır. Her bir şahsın kendi görevini daha iyi yapabilmesi için onu eğitmeli ve yetiştirmelidir. Bu konuda faydalı olabilecek her türlü yeniliklerden de yararlanarak yardımcılarının kabili­yetlerini her zaman arttırmalıdır.

7- Ayrıca zorlukların aşılmasında her yöneticinin şahsi kabiliyetleri geliştirilmiş olacaktır. Yanısıra fer'i konuların hallinde usul seçimini o alandaki görevliye bırakarak ona belli bir hareket serbestiyeti kazandır­mak son derece faydalı bir yoldur.

8- Lider diğer bölümlerde görev yapanların kendi aralarında kardeş­çe yardımlaşma yapmalarını teşvik ederek bu ruhun gelişmesini sağlama­lıdır. Çünkü yöneticilerin kendi aralarındaki yardımlaşması hem işlerin ortaklaşa ve kolay yapılmasını  sağlamış, hem de kopuklukları önlemiş olacaktır.

9- Lider, herhangi bir karar almadan önce istişare edilmek suretiyle diğer yöneticilerin de o konudaki fikirlerinin alınmasına çok ehemmiyet vermelidir. Özellikle hangi bölüm hakkında karar alacaksa, herkesten da­ha ziyade o bölümden mesul olanın görüşüne başvurmadan herhangi bir karar almamaya dikkat etmelidir. Çünkü bu, fikir alma, cemaattaki yöne­ticiler arasında mesuliyetin paylaşılmasına, alınan kararların uygulamada elbirliğiyle yerine getirilmesine ve kararların herkes tarafından benimsen­mesine yardımcı olacaktır.

10- Lider, görevleri herkesin gücü nisbetinde dağıtması gerektiği gi­bi herhangi bir kararın uygulanmasını isterken de bunun sağlayacağı fay­dalan tam izah etmelidir. Ta ki, bu kararı veya emri yerine getirecek bö­lüm ya da şahıs herhangi bir noksan anlama durumuna düşmesin.

Ayrıca liderin emir verme konusunda asla ifrat ve tefrite girmemesi de çalışmalara olumlu yönden fayda sağlayacaktır. Aksi halde lider kendi layık olduğu saygınlığını bulamayacaktır.

11- Lider, diğer yöneticilerle belirli zamanlarda bir araya gelerek olağan toplantılar düzenlemelidir. Çünkü bu cemaat halinde ve sağlıklı çalışmaların bir özelliğidir. Aynı zamanda da noksanlıkların giderilmesi­ne, birimler arasındaki ilişkilerin kuvvetlenmesine yardımcı olacaktır.

12- Lider, diğer birimlerdeki mesuller ile sıkı bir ilişki içerisinde ol­malıdır. Emirlerin onlara ulaşmasını muntazam olarak sürdürmeli ancak zorunlu hallerin dışında onların hatalarını yüzlerine vurmamalıdır. Eğer devamlı olarak onları hata ve noksanlıklarla suçlarsa bu hal onlardaki gü­ven duygusunun yavaş yavaş kaybolmasına yol açacağından çalışma or­tamının bozularak gerekli yardımlaşmanın yok olmasına sebep olacaktır. Onun için lider, ilişkilerin devamlı ve yardımlaşma esası üzerine yürüme­sine dikkat etmelidir.

13- Birimlerdeki mesullerden herhangi birisi eğer hata yaparsa lide­rin bu konuyu çok iyi incelemesi gereklidir. Bu hatanın hangi şartlardan dolayı ortaya çıktığı iyice araştırılmadan yetkiliye herhangi bir ceza veril­memelidir. Eğer cezayı hak etmiş ise bu sefer de hatasına uygun ve adil olarak cezası verilmelidir.

Örneğin ikaz gerektiği yerde veya kınanması lazımken daha ağır ce­zalara başvurulmamalıdır. Daha önce bir hata daha etmişse başına kalkarcasına hepsi ortaya dökülmeden en münasip bir şekilde cezası verilmeli­dir. Bir de eğer suç ve cezalar bir kanun şeklinde hazırlanmış olursa hiç kimsenin aklına herhangi bir art düşünce gelmeden cezalar verilmiş ola­caktır.

Ayrıca cezalar verilirken kişinin saygınlığı muhafaza edilerek hiç kimsenin huzurunda ve arkadaşlarının arasında rencide edilmemelidir.

14- Liderin ve diğer yöneticilerin herhangi bir üyeyi veya görevliyi hatasından dolayı cemaatın saflarından dışarı atma gibi bir tutumdan son derece sakınması gereklidir. Çünkü kişinin kendi isteği olmadan hiç kim­senin herhangi bir şahsı Allah davasına hizmetten alıkoymaya hakkı yok­tur. Ancak eğer o şahsın cemaatta durması faydadan daha çok zarar geti­riyorsa, o zaman cemaatin genel menfaatları göz önünde tutularak o kişi­nin cemaatle olan alakası kesilir. Bu da tüm düzeltme ve ıslah etmeler de­nenip de eğer gene de fayda vermiyorsa o zaman olabilir ki, artık bu du­rumda Allah indinde mesul olamaz. Çünkü İslam cemaatinin maslahatla­rı, ferdin şahsi maslahatlarından üstündür.

15- Liderin, görev vermede ve hataların cezalandırılmasında herke­sin durumuna göre hareket etmesi gereklidir.

Örneğin göreve ilk defa başlayana en ağır vazifeleri vermek ve hata yaptığında da hatasından daha büyük bir cezayla mukabele etmek onun nefret ederek davadan uzaklaşmasına sebep olacağı gibi tecrübeli ve se­nelerce cemaatte görev yapana da hafif görev vermek ve hata yapınca da geçiştirmek onun daha büyük hatalar yapmasına yol açmış olacaktır.

Onun için lider, herkesin durumuna ve kabiliyetine göre vazife da­ğıtması ve hataları da o hata oranında cezalandırması lazımdır.

16- Nasıl ki hatalar karşısında ceza veriliyorsa aynen öyle de görev­lerini yerine getirenlerin de mükafatlandırılmaları gereklidir. Çünkü bir lider için sadece hataların araştırılması görev değil, aynı zamanda vazife­lerini hakkıyla yapanların araştırılarak bulunup ortaya çıkartılması, onla­rın çeşitli vesilelerle mükafatlandırılması da görevlerindendir. Bu aynı zamanda cemaatteki manevi havanın yükselmesine sebep olarak davaya olan bağlılığı ve görev mesuliyetini dartırmış olacaktır.

17- Şurası muhakkak ki: Allah yolunda çalışmak herhangi bir mües­sesede veya şirkette çalışmaya asla benzemez. Çünkü cemaattakilerin hepsi de yalnız Allah için çalışmaktadırlar. Dolayısıyla liderin genelde tüm üyelere ve özelde ise birimlerdeki şahıslara sürekli olarak Allah Teala'yı hatırlatmak ve bu çalışmaların Allah indinde bir ibadet hükmünde olduğu için Allah'a yaklaşmaya birer vesile olacağını sürekli vurgulamahdır.

Ayrıca her zaman onlara Allah'a yönelmeleri ve hatalarını İslah et­melerini öğütlemelidir. Bu da ancak Allah yolunda kardeş olmakla ve birbirini Allah için sevmekle mümkün olabilir.

Çünkü hataların ıslahı ve insanların Allah'a yönlendirilmesi her türlü eziyet ve kötü hareketlerden uzak, kardeşlik ve sevgiyle olabilmektedir. Bu konuda Allah'ın Resulü'nde bizler için çok büyük örnekler vardır.

Örneğin O, herhangi bir hata gördüğünde sahibini rencide etmeden ortaya konuşarak şöyle derdi:

"Şu insanlara ne oluyor ki, şöyle şöyle hatalar yapıyorlar."

Böylece hata sahibini rencide etmeden hem düzeltilmiş ve hem de kardeşlik bağları geliştirilmiş oluyordu.

18- Hangi derecede olursa olsun tüm yöneticilerden beklenen asıl ta­vır; onların, çalışmaları en ince noktalarına varıncaya kadar tanımaları ve görevlilere vazifelerini verirken kabiliyetlerine göre vermeleridir.

Ayrıca sadece görevlilere emirler vermekle kalmayıp onlara vazife­lerinde de yardımcı olarak zorlukların aşılmasında görevlilerle birlikte ol­malıdır.

Diğer taraftan vazifelilerin kotrol edilmesi de büyük bir olgunluk ve hikmetle yapılarak işlerin takibi sağlanmalıdır. İşte bir lider böyle davra­nırsa onun her emri ve çalışması büyük bir içtenlikle kabul edilebilir. Çünkü liderin etrafındakiler bu çalışmaların İslam için olduğuna kati ola­rak inanmış olacaklardır.

19- Liderin, çalışmalarla ilgili olarak genelde görüşü olan herkesin fikrini dinlemesi ve daha iyiye ulaşabilmek için yapılacak önerileri de­ğerlendirmesi davanın başarısı açısından çok faydalıdır.

Ayrıca ister genel strateji olsun, isterse kendisinin tenkid edilmesi olsun, böyle durumlarda büyük bir olgunluk göstermeli ve eleştirileri hik­metle karşılamalıdır. Tabii bu tenkitler lideri küçük düşürücü ve davaya zarar verici mahiyette olmamak şartıyla. Yoksa davaya zarar verecek şe­kilde olursa, o zaman da onun en güzel bir şekilde düzeltilmesi gerek­mektedir.

20- Lider şu konuyu çok iyi kavramalıdır ki, cemaatte herkesin uz­man olduğu bir dalı vardır. Ancak herhangi bir şahsın kendi dalındaki gi­bi diğer dallarda da başarılı olacak diye bir şey yoktur. Yalnız eğer bir kaç dalda başarılı olduğunu göstermiş ise o zaman başka.

Örneğin bir kişi iyi bir davetçi olabilir, fakat iyi bir asker olamaz. Lider o kişiyi aynı zamanda iyi bir asker olması gerektiğini düşünerek onu askeri alandaki görevlere getirmemelidir.

Yine bir kişi iyi bir edip olarak çok güzel kitaplar yazabilir ama iyi bir idareci olmayabilir.

Kısaca lider fertleri göreve getirirken her türlü şahsi tuussubun dı­şında sadece ehliyete önem vermelidir. Çünkü dava her türlü şahsi hesap­ların üstündedir.

Ayrıca ehliyet unsurunu göz önünde bulundurmadan yapılan görev­lendirmeler genelde davaya çok büyük zararlar getirmektedir.

21- Şimdiye kadar elde edilen tecrübeler göstermiştir ki, kişideki aşırı atılganlık ve şiddetli heyecan onun imanındaki kuvvetten değil bil­hassa kişiliğindeki noksanlıktan ileri gelmektedir.

Bir çok aşırı heyecanlılar bu heyecanları nedeniyle kısa zamanda he­defe ulaşacaklarını sanarak şöyle diyorlar:

"Kısa zamanda hedefe ulaşır, sonra rahat edebiliriz." Fakat madem ki bizim davamız çok büyük ve yolumuz da çok uzun, öyle ise bu davanın mensuplarının aşırı derecede aceleci ve heyecanlı ol­maları doğru değildir. Çünkü bu dava, sabrı ve uzun nefesli olmayı ge­rektirmektedir. Onun için liderin böyle heyecanlı şahısları önemli görevlere getirmemesi lazımdır. Çünkü orada yapacağı yersiz bir hareket, da­vanın hedefine ulaşmasını geciktireceği gibi yenilmesine de sebep olabi­lir.

22- Eğer düşman karşısında geçici olarak bazı yenilgiler alınmış ise, lider, cemaatin maneviyatını yükselterek bunların geçici olduğunu ve asıl zaferin inananlara ait olduğunu onlara hatırlatmalıdır. Çünkü bir liderin böyle durumlarda cemaatini zayıflığı ve yenilgisiyle başbaşa bırakması doğru değiidir.

Allah Teala, Uhud Savaşı'ndan sonra mü'minlerin üzüntülerini orta­dan kaldırmak için şöyle buyuruyor:

"Üzülmeyin ve gevşemeyin, inanıyorsanız mutlaka üstün olan sizler­siniz. "

Onun için hiç bir zaman fer'i ve geçici yenilgiler karşısında üzüntüye düşerek mücadelede gevşememeliyiz. Şurasını çok iyi bilmeliyiz ki, asıl yenilgi maneviyatın yok olması ve kalbin safiyetini bozmasıdır. Yoksa aşamaların herhangi bir bölümünde geçici olarak gelen yenilgi, yenilgi sayılmaz. İşte lider bunu çok iyi kavramış olarak geçici yenilgiler karşı­sında en ufak bir gevşemeye meydan vermeden derhal cemaatinin mane­viyatını yükseltmeye çalışmalıdır.[216]

 

Genel Hatırlatmalar

 

Bu bölümde ise liderin çalışma esnasında uyması gereken bazı genel hatırlatmaları zikredeceğiz.

1- Lider çalışmalarını sürdürürken her türlü sapmalardan kaçınarak bu muakaddes davanın asaletini muhafaza etmeye son derece özen gös­termelidir.

2- Lider kendinden önce liderlik yapmış olanlarla irtibat halinde ol­malıdır. Böylece yönetimde meydana gelebilecek ani boşlukların doldu­rulduğu gibi önceki liderin tecrübelerinden de istifade edilerek her gelen liderin sıfırdan başlaması önlenmiş olur.

3- Lider, cemaati asliyetinden saptırıcı, cevherinden taviz verici ve­ya düşmanların cemaati hedeflerinden saptırmaya yönelik her türlü çalış­malara karşı çok uyanık olmalıdır. Bu konuda asıl olan, hak yolda hik­metle ve azimle hareket etmektir.

4- Davanın maslahatına uygun hareket etmek ve strateji tesbitinde bulunmak lider için kaçınılmazdır.

Örneğin, herhangi bir konunun davanın sıhhati bakımından gizli yü­rümesi gerekiyorsa lider onu gizli yürütmeli, eğer açık olması daha fay­dalıysa açık yapması gereklidir. Yalnız bu gizlilik ve açıklık konularında da ifrat ve tefritten uzak olarak orta bir yol takip etmelidir. Çünkü her şe­yi gizli yürütmek olmak da hareket açı­sından olumsuzluklara ve başarısızlıklara yol açmaktadır.

5- Zararlı olduğu gibi tamamen açık Lider, müslümanların kanlarının haksız olarak akıtılmamasına son derece dikkat ederek hiç bir mü'minin kanını haksız yere mubah kılmamalıdır. Diğer birimlerdeki yöneticileri de bu konuda çok uyanık tutarak bu yola sürükleyecek konuşma ve davranışlardan şiddetle sakındırmalıdır.

Hele hele herhangi bir müslümanın kanının helal oldğunu ima ede­cek veya dinleyenlerin o müslümanın kanının mubah olduğunu zannede­bilecek şekilde hatalı konuşmaları asla yapmamalıdır. Çünkü lider veya diğer mesuller böyle hatılı konuşmalar yapacak olurlarsa, onları dinleyenler de liderin, o kişinin kanını mubah kıldığını zannedecek biri de gi­dip o müslümanın kanını haksız yere akıtacaktır. Dolayısıyla liderin bu konulara karşı çok titiz olması lazımdır.

Böylece liderliği ve mesuliyetlerini, liderde bulunması gereken sıfat­ları ve bazı önemli tavsiyelerle birlikte genel hatırlatmaları yapmış olduk.

Bundan sonraki bölümlerde ise cemaat üyeleri hakkındaki konulara temas edeceğiz.

Doğruya iletmek ise Allah'a aittir.[217]

 

Cemaat Üyeligi Ve Gerekleri Genel Esaslar

 

İslami ölçülerin yeryüzünde hakimiyetini sağlamak amacıyla cemaat halinde çalışan bir müslümanın zorunlu olarak şu özellikleri taşıması ge­reklidir:

1- Cemaattaki her müslümanın ilk önce müslüman oluşunun ne gibi sorumlulukları kendine yüklediğini çok iyi bilmesi lazımdır. Çünkü İslam sadece nüfus kağıdında "müslüman" yazmakla veya anadan ve babadan görme bir takım adetlerle yerine getirilemez. İslam; onu alamak ve yaşa­maktır. İslam, insanın yaradılış maksadına hizmet için gönderilmiştir. Dolayısıyla İslam, insanın dünya ve ahiret saadetini içine almaktadır. Yalnız bu mutluluk, İslami bilmek ve onun gereğini yerine getirmekle mümkündür. Eğer bu ölçülere muhalefet edilirse veya herhangi bir nok­sanlık gösterilirse bu defa en büyük bir günah işlendiğinden Allah katın­da hesaba çekilmeyi ve cezayı gerektirmektedir. İşte bütün bunların bili­nerek ona göre hareket edilmesi gereklidir.

2- Cemaatin tüm üyeleri İslami hereketin şu andaki konumunu ve bu merhaleninin gereklerini iyice kavraması gereklidir. Bilmelidir ki, şu an­da İslam düşmanları İslam devletini yıkarak hilafeti ortadan kaldırmışlar­dır. Her türlü hile ve tuzaklarını İslam için kullanmakta ve müslümanların mallarını, canlarını ve topraklarını talan etmektedirler. Kendi bozuk fikirlerini kanun diye müslümanlara zorla veya çeşitli hilelerle benimse­terek onları Allah'ın dininden uzaklaştırmaktadırlar. Siyonist fikir ve adetlerini bir mikrop gibi tüm müslümanların arasında yayarak kendileri­ne bağlı yerli uşakları vasıtasıyla bu kötü fikirlerin benimsetilmesine ça­lışmaktadırlar. Eğer bu zalimlere karşı gelenler olursa çeşitli işkencelerle öldürmekte ve her geçen gün zulümlerini artırmaktadırlar.

3- Ceniaatte çalışan her müslüman bilmelidir ki; bu kötü durumdan ancak doğru ve yüzdeyüz Allah'ın kitabına ve O'nun peygamberinin sün­netine dönmekle kurtuluşa erilebilir. Böylece müslümanların yeryüzün­deki Allah'ın kanunlarını hakim kılma fonksiyonu gerçekleşecektir. Bu olduğunda İslami şahsiyetleri, izzet ve kudretleri tekrar elde edilmiş ola­caktır.

Kısaca müslümanın beşeriyeti yönlendirmekteki ve insanlığa Al­lah'ın dinini sunmaktaki sorumluluk duygusu tekrar müslümanların şuur­larına yerleşmiş olacktır. Çünkü İslam'a mensup olmak, Allah'ın dinini tüm dünyaya yaymayı gerektirmektedir.

4- İslam cemaatine mensup her müslümanın şu noktayı çok iyi kav­ramış olması gerekmektedir; müslümanların tekrar şahsiyetlerine kavuşa­rak kuvvetli ve heybetli olabilmeleri için öncelikle İmani konuların insan­ların kalplerinde yerleştirilmesi lazımdır. Diğer taraftan müslümanlarda var olan imanın daha da kuvvetlendirilmesiyle İslam devletinin ve onu temsil eden hilafetin kurulmasıdır. Böylece müslümanlar başta Filistin ve Mescidi Aksa olmak üzere tüm İslam topraklarını, mal ve namuslarını muhafaza ederek İslam düşmanlarını kendi topraklarından sürüp çıkara­cak bir kuvveti elde etmiş olacaklardır.

5- Cemaate mensup olan her bir müslüman kati olarak bilmelidir ki; İslam devletini kurmak için kadın erkek her müslümanın çalışması farz­dır. Böyle bir çalışmanın ancak isteyenler tarafından yürütülebileceğini düşünmek asla caiz değildir.

Şunu da bilmelidir ki; eğer İslam devletini gerçekleştirmek için çalışılmıyorsa kadın erkek tüm müslümanlar bu konuda çok büyük günah iş­lemiş olacaklardır.

6- Cemaat üyesi bilmelidir ki, kurulması farz olan İslam devleti hiç­bir zaman ferdi çalışmalarla mümkün olmayacaktır. Bunun gerçekleşme­si ancak tüm çalışmaları organize ederek kuvvetleri bir yerde toplayıp teşkilatlandıracak bir cemaat eliyle mümkündür.

7- İslam devletinin kurulmasının farz olduğunu bilen bir müslüman, daha sonra da böyle bir devletin hiç bir zaman ferdi çalışmalarla gerçekleşemeyeceğini iyice anlayınca İslam devletini kurabilmek için Kur'an ve sünnet çizgisinde hareket eden bir cemaatın zaruretine kesin olarak inan­ması gerekmektedir. Çünkü usulü fıkıhta temel esas şudur:

"Herhangi bir farzın yerine getirilmesinde gerekli olan tüm yardımcı unsurlar da farzdır."

Bu kaideyi İslam devletinin kuruluşuna uygulayalım. Sonuç: İslam devletinin kurulması farzdır. Çünkü bu konuda Allah'ın kesin emirleri ve bir bütün olarak Hz. Muhammed'in hayatı ortadadır. Yalnız fitnenin sili­nip adaletin hakim olmasını sağlayacak olan böyle bir devletin hiç bir za­man ferdi gayretlerle gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak tüm müslümanlar bir araya gelerek organizeli bir şekilde cemaat halinde çalışırlarsa Allah'ın izniyle bu gerçekleşebilir. Öyle ise İslam devletinin kuruluşuna yardımcı bir unsur olan cemaatın kurulması ve her müslümanın cemaat halinde çalışması farz olmaktadır.

Yine bu kaidemizin ifadesiyle cemaatin oluşumu farz olduğu gibi müslümanların ferdiyetçilikten cemaat haline geçmeleri de farz olmakta­dır. Çünkü cemaat ancak bireylerin kenetlenmesiyle meydana gelebil­mektedir. Dolayısıyla tüm müslümanların ferdiyetçiliği bir kenara bıraka­rak cemaat halinde bulunmaları dini bir vecibe olarak karşımızı çıkmak­tadır. Yoksa bazılarının zannettiği gibi cemaat bir fantazi veya isteyenle­rin oluşturabileceği bir şey değildir.

8- Cemaat halinde çalışmanın farziyetini anlayan bir müslüman bu merhalede nasıl bir cemaate iştirak edeceğini düşünmelidir. İslam'ın dev­let olması için öyle bir cemaatle çalışmalıdır ki, sonunda gayretleri, malı, vakti ve canı boşa gitmemiş olsun. Kendi arzusunun dışında farkında ol­madan başka maksatlara hizmet etmemiş olsun. Dolayısıyla cemaat seçi­mine son derece ehemmiyet vererek bu konuda aceleci olmamalıdır. Bi­lakis araştırmalar yapıp iyice kanaat getirdikten sonra cemaate girmelidir.

9- Bir müslümanın cemaat seçerken dikkat etmesi gereken hususlar vardır ki, bunlar seçimin daha doğru yapılmasında yardımcı olacaktır. Yani seçeceği cemaatte genel olarak bulunması gereken özellikler olmalı­dır. Böylece herhangi bir müslüman bu özellikleri göz önünde tutarak sağlıklı bir şekilde gönlü rahat olarak çalışabileceği cemaatini seçebilsin.

İslam devletini gerçekleştirmeyi kendisine hedef alan bir cemaatte genelde şu Özelliklerin bulunması gereklidir:

a- Bu cemaat her şeyden önce İslam devletini kurmayı programına almış olmalıdır.

b- İslamı, her türlü bid'at, sapma ve hurafelerden tamamen uzak, tam ve berrak olarak anlamalı ve yaşamalıdır. Asla bir kısım hükümleri alıp diğerlerini bırakmak suretiyle sadece İslam'dan bir parçayı İslam'ın tamamıymış gibi göstermemelidir.

c- İslam devletini kurarken, yani bunun gerçekleşmesine çalışırken hedefine ulaşabilmek için tamamen Allah Resulü'nün yolundan gitmeli­dir. Bu da ancak belirli ve temel olan noktaların gerçekleşmesiyle olabi­lir. Bunlar, sırasıyla önce imanın sıhhatli bir şekilde yerleşmesi, daha sonra müslümanların birliği ve bunun arkasından ise güç ve kuvvetlerin birleştirilerek organize edilmesidir. İşte bu tertibi takib ederek çalışma alanını da herhangi bir bölgeyle sınırlamadan tüm insanlığa ve dünyanın tamamına hitap edebilecek şekilde programlamalıdır. Ancak şartlar bir bölgede kalmayı gerektiriyorsa bu defa diğer bölgelerdeki İslami cemaat­lerle organik bağlar kurarak onlara kendi tecrübe ve imkanlarından istifa­de ettirmeli, onlardan da yararlanmalıdır.

10- İşte böyle İslami cemaate mensup bir müslüman, İslam'ın her türlü ayrıcalıklardan uzak bir vahdet dini olduğu ve İslam'da asıl olanın bu vahdet içerisinde safların ve sözlerin birliği gerçeğini çok iyi bilmeli­dir. Çünkü İslam birdir, hedef birdir ve yol birdir.

Sonra Allah Teala şöyle buyuruyor:

"... Toptan Allah'ın ipine sarılın ve asla tefrikaya düşmeyin.."

"... Birbirinizle çekişmeyiniz aksi halde parça parça olursunuz da gücünüz ve kuvvetiniz gider.."

Yüce Allah'ın bu hükümleriyle müslümanları her türlü parçalanma­lardan men ederek birlik ve beraberlik içinde olmalarını emrettiğini de­vamlı olarak hatırlamalı ve ona göre hareket etmelidir.

Çünkü Allah Teala'nın bütün bu yasaklamalarından ve birliği emret­mesinden sonra bir müslümanın ayrıcalık gösterecek hiçbir meşru özürü olamaz.

Dolayısıyla İslami çalışmalar adıyla ayrı ayrı ve birbirlerine muhale­fet edercesine bir çok cemaatlerin olmasına ortam hazırlamamak gerekir. Yalnız şu merhalede bir çok İslami çalışma yapan cemaatler var ise de ileride bunların hepsi de birleşeceklerdir.

Çünkü İslam'ın istediği, bu birliğin gerçekleşmesidir.

11- Herhangi bir müslüman İslam devletinin kurulması amacıyla cemaat halinde çalışmak için seçeceği cemaatı herhangi bir art niyet, şahsi menfaat veya baskı olmadan yalnız Allah rızası için ve kendi iradesiyle seçmelidir.

Çünkü cemaat halinde çalışmak bir çok mesuliyeti ve bazı zorluklar­la birlikte bir takım fedakarlıkları da beraberinde getirmektedir. Kişi çalı­şabileceği cemaatini araştırıp seçtikten sonra artık ne şekilde çalışması gerekiyor ise vazifesini öylece yapmalıdır. İslam düşmanlarını ve bazı ca­hil müslümanların cemaat hakkında ortaya attıkları bir takım uydurma ve iftiralardan dolayı cemaat hakkında bazı tereddütlere düşerek çalışmaları­nı aksatmamalıdır. Eğer ortada gerçekten İslami olmayan durumlar var ise ki, o zaman zaten müslümana düşen o hatayı düzeltmektir, bunun için de müslümanlar devamlı olarak birbirlerine hakkı tavsiye etmekle emrolunmuşlardır.

12- Cemaat halinde çalışan bir müslüman bilmelidir ki, cemaat ken­di hedeflerini belli bir organize dahilinde gerçekleştirebilmek için üyele­rinden bazı şeyler isteyecektir. Yani cemaat halinde çalışmanın bir takım şartları ve uyulması gereken prensipleri vardır. İşte kişi bütün bu şartları bilerek ve kabul ederek cemaate girmelidir. Yoksa eğer cemaatin prensip­lerine uymayacak ise baştan böyle bir çalışmaya girmeyip kendisim ye­tiştirerek o prensipleri yapabilecek duruma geldikten sonra cemaate gir­melidir.

13- Cemaate mensup olan herkesin bilmesi lazımdır ki, bu çalışma temelde Allah içindir. Herhangi bir şahsın veya belli bir gurubun en ufak bir menfaati yoktur. Dolayısıyla çalışmanın karşılığı da Allah'dan beklen­meli ve çalışmalarda ihlası esas almalıdır.

İste bu esasdan dolayı kişinin cemaat liderine vermiş olduğu söz, yapmış olduğu biat hükmündedir. Onun için verilmiş olan sözden dön­mek tıpkı Allah'a verilen sözden dönmektir.

Çünkü bu konuda Allah Teala bizzat Hz. Muhammed (a.s.)'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Onun için kim bu ahdini bozar­sa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah da ona büyük bir mükafat verecektir."[218]

14- Cemaattaki her müslümanın vazifesini yaparken bu görevin ge­nelde İslam'a çok büyük faydalan olduğu şuuruyla yapmalıdır. Çünkü böyle bir inanç kişiyi daha sadık ve daha titiz olarak görevinin yerine ge­tirilmesine teşvik edecektir.

Ayrıca her türlü ifrat ve tefritten sakınarak cemaat içerisinde uyum sağlaması da cemaat halinde çalışmanın bir gereği olduğunu bilerek hare­ket eder, cemaat içinden veye cemaat dışından kendisine karşı gelebile­cek her türlü sıkıntılara göğüs germesini bilir.

Çünkü İslam devleti tek başına kurulmuyor. Bunun tek bir yolu var o da İslam cemaatidir. Öyle ise kişi asla cemaatten ayrılmamalıdır. Sonra cemaat çalışması herhangi bir şirket veya müessese gibi dünyevi çalışma­lara benzemez ki birinde bulamadığını diğerinde elde edebilsin.

Cemaat çalışması ahirete yöneliktir, hedefi ise İslam devletinin ku­rulmasıdır. Bu da ancak cemaatle olacağı için kişi sıkıntılara tahammül ederek cemaatteki yerini Allah için muhafaza etmelidir.

Tabii bunların hepsi de İslamı bir bütün olarak kabul eden İslam ce­maati için gereklidir. Bu özelliklere sahip İslam cemaatini daha önce gör­müştük.

15- Buraya kadar sayılanları üzerinde bulunduran bir cemaat üyesi­nin daima Allah rızasını gözetmesi, ahireti hatırlayarak ona göre hazırlık­larını yapması, cemaatteki çalışmalarını büyük bir aşk ve gayretle yürüt­mesi, nafile oruç ve gece namazlarıyla birlikte Allah Teala'yı çok zikre­derek O'na yaklaşması ve dilini ve kalbini yalnız Allah için harekete ge­çirmesi gerekmektedir.

Bütün bunların yanısıra hem kendi, hem cemaati ve hem de tüm mü'minler için dua etmesi de bir cemaat mensubunun önde gelen ahlaki özelliklerinden sayılmaktadır.[219]

 

Üyelerde Olması Gereken Özellikler

 

1- Cemaat halinde çalışan bir mümin öncelikle cemaattaki görevleri­nin yerine getirilmesini kendisi için ciddi bir vazife olarak bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekmektedir.

Bu konuda Şehid İmam Hasan el-Benna şöyle diyor:

"Hakkıyla müslüman olan bir kişinin neler yapması gerektiğini biz­zat Allah Teala Kur'an'da bir çok yerde izah buyurduğu gibi hepsini tek bir ayette zikrederek söyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, rüku edin, secedeye varın, Rabbinize kulluk edin ve iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz. Ve Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için hiç­bir zorluk kılmamıştır. Daha önce peygamberlerin size şahit olması, si­zin de insanlara şahitler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin sahibi­niz, O ne güzel bir sahip ve ne güzel bir yardımcıdır."[220]

Ey müslümalar, sizler ibadeti Allah için yaparken dininizin yeryü­zünde hakim olması ve Allah kelamının yücelmesi için de cihâd etmekte­siniz. Zaten sizin şu dünyada asıl göreviniz de bunlardır. Eğer bu görev­lerinizi hakkıyla yerine getirebilirseniz muhakkak ki, sizler kurtuluşa erenlerin ta kendisi olursunuz.

Yok eğer bazılarını yapıp bir kısmını terkederseniz veya tamamen ihmal ederseniz o takdirde Allah Teala'nın şu ayeti kerimesini hatırlayınız. Çünkü hep birlikte O'na giderek hesap vereceğiz:

"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülemeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. O'ndan başka ilah yok­tur ve O, yüce arşın sahibidir."[221]

2- Cemaatte görev yapan bir kişinin kendisine düşen tüm sorumlu­lukları hakkıyla yerine getirerek gerekirse daha da fazla gayret sarfetmesi gereklidir. Çünkü bu dava, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılma dava­sıdır. Dalayısıyla kişi özel ve genel nesi varsa bu davanın başarısı için se­ferber etmesi lazımdır. Hatta kendi evini, ailesini ve çocuklarını v.s. hep­sini de bu davanın prensip ve ölçülerine göre yetiştirerek hayatının her dönemini Allah için adeta vakfetmelidir.

3- Cemaat mensubu bir kişinin kendini her yönden yetiştirerek ce­maattaki vazifesini en güzel bir şekilde eda etmeli ki, cemaatde hedefine daha kolay ve daha çabuk varabilsin.

Bu konuda Şehid îmam Hasan el-Benna şöyle diyor: "İslam, güzelin ve çirkinliklerin farkedilmesi için insandan hissedi­ci bir vicdana sahip olmasını istemekte ve doğru ile yanlışın seçilebilme­si için de ondan sağlam bir anlayış talep etmektedir. Ayrıca hak yolda gevşemeyen bir irade ve İslamı insanlığa sunarken zorluklara katlanabi­lecek bir vücuda sahip olmasını da ona emretmektedir, işte bu özellikleri kendisinde toparlayan bir müslüman Allah'a ve insanlığa karşı vazifele­rini hakkıyla yerine getirerek İslam davasına faydalı olabilir."

4- Cemaatte çalışan bir kişi bu çalışmasını yalnız Allah rızası ve İs­lam'ın yeryüzünde hakim olabilmesi için yapmalıdır. Bu da niyetini sami­mi bir şekilde sadece Allah'a ait kılmakla mümkündür. Bu hastalıklardan tamamen temizlenmeyi gerektirmektedir. Çünkü bu gibi hastalıklar ihlası ortadan kaldırarak amellerin boşa çıkmasına sebep olmaktadır. Gerçi ce­maat böyle menfaat düşkünlerini derhal saflarından uzaklaştırarak genel­de cemaatin sıhhatini korurlar ama asıl olan, kişinin böyle durumlara düş­meden niyetini sadece Allah'a ait kılarak hem cemaate ve hem de ahirette kendisine yararlı çalışmalar yapmasıdır.

5- Cemaatte yer almış bir müslüman şunu iyice bilmelidir ki, kendi­sinin cemaatin koymuş olduğu ölçülere riayet etmesi, çalışma zeminini daha güzel ve kolay bir hale getirecektir. Böylece cemaat hedeflerini çok daha rahat bir şekilde gerçekleştirebilecektir. Onun için kişi cemaate kar­şı vermiş olduğu söz ve biati temelde Allah'a verilmiş bir söz olarak de­ğerlendirip çalışmalarını da Allah için bir ibadet talakki etmelidir. Çünkü emirine itaat etmek, tıpkı Allah'a itaat etmek gibidir. Tabii bu itaat emiri, Allah ve Resulü'nün çizgisinde olması şartıyladır.

Bu konuda Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiştir. Ve kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir. Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiştir ve kim de ona isyan ederse bana isyan etmiştir."[222]

6- Cemaattaki her bir ferdin İslami anlayışları tam ve kamil manada olmalıdır. Yani her türlü bid'at, hurafe ve bozulmalardan uzak, cemaatin ortaya koyduğu gibi sağlam ve bir bütün olarak İslami kabullenmelidir.

Bu konunun ehemmiyetinden dolayı Şehid İmam Hasan el-Benna İs­lam'ın tam ve sağlan anlaşılmasını biatin birinci şartı olarak koydu ve İs­lami anlayışı izah ederken de yirmi maddede bunu ortaya koyarak gerçek İslami anlayışa karışabilecek tüm bozuklukları gidermiş oldu. Dolayısıy­la kişi cemaatn ortaya koymuş olduğu bu sağlam İslami anlayışını her za­man muhafaza etmelidir.

Cemaatteki diğer mesuller de yapacakları konuşma ve yazacakları kitapları ve yine cemaatin bu sağlam anlayışını koruyarak konuşmalı ve yazmalıdırlar. Aslında bu konu her şeyden önemli olduğu için cemaatteki her bir ferdin İslam'ın sağlam bir şekilde anlaşılması konusuna azami ti­tizliği göstermesi lazımdır.

7- Cemaatteki fertler çalışmalarını yaparken cemaat tarafından ken­dilerine hangi merhalede ve ne şekilde çalışması istenmiş ise öyle hareket etmesi gereklidir. Çünkü cemaat bu programını İslam devletini kurmak gibi en şerefli bir gaye için koymuş bulunmaktadır. O'nun merhaleleri de sırasıyla örnek bir müslümanın yetiştirilmesi, arkasından sağlam bir müs-lüman ailenin oluşturulması, bunun hemen peşinden bu sağlam toplumla­rın cemaat vasıtasıyla İslami bir hükümeti gerçekleştirmesi gelir. Bundan sonra aynı bu şekilde oluşmuş olan tüm İslami hükümetlerin bir araya ge­lerek başında bütün müslümanları temsil eden halifesi olduğu halde dün­ya İslam devletinin kurulmasıdır. İşte İslami devlete giden yolun merha­leleri bunlardır. Dünyadaki İslam düşmanlarının zulmünden ve hilelerinden emin olmak için bu şekilde tertibe riayet ederek mücadele etmek gerekir.

Eğer tertibe riayet edilmeden çalışma yapılırsa hedefe ulaşılması güç olacaktır. Onun için cemaat herhangi bir ferdinden ne şekilde çalışmasını istemiş ise öyle çalışmalıdır. Çünkü cemaat bu çalışmayı belli bir progra­ma göre istemektedir.

8- Cemaat mensuplarının, cemaatin hedefinin gerçekleşmesi yolun­da çok titiz ve hırslı olmaları gereklidir. Çünkü bu cemaat zaten o asil he­defleri gerçekleştirmek için kurulmuş ve fertler de yine bu maksada hiz­met için o cemaatte yer almıştır. Bu konuda en ufak bir program değişik­liğine veya zorluklardan dolayı gevşemelere iltifat edilmemelidir.

Evet dava yüce, yol uzun ve zorludur ama ne olursa olsun sabırla ve gayretle mücadeleyi sürdürmelidir. Ayrıca bu yüce hedefin gerçekleştiril­mesi için başka yol da yoktur. Bunun için insan cemaat halindeki çalış­masını bırakıp ferdi olarak gayret edemez. Çünkü İslam devleti ancak ce­maat halinde çalışmakla kurulabiliyor.

Sonra bu davanın esasları Hz. Peygamberin hayatından alınmıştır. Onun için İslam düşmanlarına ve cahillerin propagandalarına kulak vere­rek asıl çalışma durdurulamaz.

Ayrıca İslam davasının mücadele ömrü, insanların ömürleriyle kıyaslanmamalıdır. Çünkü insan ömrü kısadır, fakat davanın ve ümmetin hayatı uzundur.

Bir de şunu bilmeliyiz ki, biz ancak çalışmakla sorumluyuz. Netice ise Allah'a aittir. Dava yolundaki zorluklara gelince bu da zaten bu dava­nın bir özelliği ve sünnetu İlah tır. Yani bu yolun yolcuları mutlaka bir ta­kım meşakkatlara katlanacaklardır. Hz. Peygamber'in ve sahabelerin çek­tiklerini hatırlayarak ona göre hareket etmelidir.

9- Cemaatteki her ferd, kendi nefsini Allah yolunda cihada hazırlıklı kılmalıdır. Cihadın mal ile ve can ile olabilmesi için öncelikle kişi niyeti­ni yalnız Allah için halis kılmalı ve her an cihada hazır olacak şekilde kendisini yetiştirmelidir. Şurasını yakinen bilmelidir ki, İslam düşmanla­rını bertaraf etmek ve davayı hedefe ulaştırabilmek ancak cihadla müm­kün olacaktır. Allah yolundaki bu cihad hiç bir zaman durmaz. Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Onun için mücahit her an cihadı arzulamalı ve şehid olmayı candan istemelidir. Böylece hem dava hedefine ulaşmış olacak ve hem de kişi Allah yolunda şehid olarak en kârlı bir ticaret yapmış olacaktır.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır."[223]

Eğer kişi dünyada mal, makam ve şöhret gibi şeylere meylederek ra­hatlığı tercih eder ve cihatdan geri kalırsa bilsin ki, Allah'ın onun cihadı­na ihtiyacı yoktur. Çünkü O, hiçbir şeye muhtaç değildir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad etmiştir. Muhakkak ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."[224]

10- Cemaatte yer almış her mücahit bilmelidir ki; cihadın en küçük mertebesi İslam dışı ölçülere karşı kalben buğzetmek, en üstün derecesi ise Allah yolunda silahla savaşmaktır. Bu iki nokta arasında ise yine bir­çok cihad çeşitleri vardır.

Örneğin; dil ile, kalem ile ve zalim idareciler karşısında hak söz söy­lemekle... Bunların hepsi cihaddır. Aslında cihadın girmediği saha yok­tur. Çünkü Allah yolunda sarfedilen her gayret cihadın içerisinde değerlendirilmektedir.

Şurası iyice bilinmelidir ki, cihad olmadan dava canlanamaz. Çünkü bu yolun özelliği bunu gerektirmektedir. Tabii cihad da davanın büyüklü­ğüne ve şerefine oranla çok daha zorlu olmakta, kaybedilen mal ve can da ona göre çok fazla olmaktadır, ama cihadın karşılığındaki sevab ise buna göre kat kat fazla olmaktadır.

Müslüman gençler iyi bilsinler ki, Allah bilir ama gelecek günler da­ha fazla cihadla geçecektir. Onun için şimdiden kendilerini cihada hazır­layarak fıkhi savaş yöntemleri açısından çok iyi yetişmelidirler.

Gençler aynı zamanda şu noktayı da hiçbir zaman akıllarından çı­kartmasınlar ki, savaşın ne zaman, nerede ve ne şekilde yapılacağına an­cak yöneticiler karar vereceklerdir. Onun için hiçbir zaman ferdi hareket­lerle zamansız hareket ederek davayı zor duruma sokmamaları gerekmek­tedir.

11- Cemaatteki her bir mücahit kendisini Allah yolunda fedakarlık etmeye hazırlamalıdır. Çünkü dava onun kıymetli şeylerini istemektedir.

Allah yolunda cihad etmenin gereği budur. Ayrıca Allah için her ne har­camış ise onu kat kat fazlasıyla Allah katında bulacaktır. Onun bu yolda hiç bir şeyi esirgemeden ve en ufak bir gevşeklik göstermeden hepsinin de Allah yolunda harcanması lazımdır.

Allah Teala kendi yolunda cihad edenleri överek şöyle buyurmakta ve onlar için çok büyük bir mükafatın olduğunu haber vermektedir:

"Medinelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere savaşta Allah'ın Peygamberinden geri kalmak, kendilerini O'na tercih etmek yaraşmaz. Çünkü onlara Allah yolunda erişecek susuzluk, yorgunluk, açlık yahut onların kafirleri kızdıracak şekilde bir yere ayak basmaları veya bir düş­manı yenmeleri gibi hal ve hareketlerinden hiçbiri yoktur ki karşılığında onlara iyi bir amel yazılmasın. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Az veya çok sarf etlikleri her şey, yürüdükleri her yol, Allah'ın yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde vermesi için hesaplarına yazı­lır."[225]

Diğer taraftan cihaddan geri kalan ve Allah yolundan malını esirge­yenler için de Allah Teala şöyle buyurarak onları ikaz etmektedir:

"İşte sizler onlarsınız ki, Allah yolunda infak etmek için çağrılıyor­sunuz. İçinizden kiminiz cimrilik yapıyor, ama kim cimrilik yaparsa an­cak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir siz ise fakirlersi­niz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir kavimi getirir sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar."[226]

12- Cemaatteki her bir üye bilmelidir ki, kendisinin davasındaki yeri ve görevi ona emanet edilmiş bir nöbet yeridir. Dolayısıyla vazifesinden asla ayrılmamalı ve en ufak bir ihmalkarlık dahi yapmamalıdır. Şartlar ne olursa olsun. İsterse mücadele yıllar alsın ve meşakketler üstüste gelsin yine de cemaatteki görevlerinden en ufak bir aksaklık yapmadan ölünce­ye kadar Allah yolunda cihad ederek Allah'ın şu ayeti kerimesine nail ol­maya çalışmalıdır:

"Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları sözde, dosdoğru hareket ederek kimi şehid oldu, kimisi de şehid olmak için sı­rada beklemektedir. Onlar asla sözlerini değiştirmezler."[227]

13- Cemaat mensupları iyice bilmelidirler ki, davada yürürken başa gelecek her türlü bela ve sıkıntılar bir sünnetullahtır. Dolayısıyla her mücahid kendisini sabırlı ve tahammüllü olmaya hazırlamalıdır. Böyle hare­ket etmek Allah Resulü'ne ve O'nun sahabelerine tabi olmanın bir belirti­si ve gereğidir. Çünkü onlar da çok şiddetli işkence ve belalara maruz kaldılar fakat hiç bir zaman en ufak bir gevşeklik göstermeden hepsini de sabırla ve tahammülle karşılayarak neticede zafere ulaştılar.

Onun için dava ehli, bu imtihan ve sıkıntıları asla harekete vurulmuş bir darbe şeklinde yorumlamamalıdır. Çünkü bu sıkıntı ve meşakkatler aslında dava için bir bilenme ve safların temizlenmesi mahiyetindedir. İnananlarla münafıklar bu gibi şiddet ve belalar vasıtasıyla birbirinden ayırt edilmektedirler. Onun için hiç kimse belalardan dolayı ümitsizliğe düşmemeli veya bu işkencelerin, yöneticilerin hatalı tutumlarından kay­naklandığını düşünmemelidir.

Çünkü böyle şiddet zamanlarında insanları davadan soğutarak ko­parmak isteyenler sürekli liderin aleyhine propaganda yaparak bu belala­rın onun hatasından kaynaklandığını söylerler. Dolayısıyla cemaat üyesi­nin asla bu gibi sözlere kulak asmaması gerekmektedir.

14- Cemaatte yer almış bir iman erinin ve bir dava adamının en çok bağlı olduğu ve sevdiği şeyi İslam davası olmalıdır. Bu konuda en yakın akrabaları dahi geride kalmalıdır.

Kısaca İslamı her türlü ölçünün ve şahısların üzerinde tutması, bir dava erinin en belirgin özelliği ve imanının bir gereğidir.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

"İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda sizin için çok güzel örnek­ler vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp yaptığınız başka şeylerden uzağız. Sizi inkar ediyoruz. Yalnız Al­lah'a inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda ebedi düşmanlık ve öfke vardır."[228]

İşte bu tavır Allah yolunda başta gelen bir durumdur.

Diğer taraftan bu tavır ve hareket belli bir süreye ait olmadan ölün­ceye kadar sürmektedir. Eğer inanamış ise en yakın akrabalarını dahi dost kabul edemez. Onun için herkes diğer insanlara ve guruplara karşı tutu­munda İslam'ın çizgisinde ve iman yolunda olmalarına göre tavır takınmalıdır. Öyle kendi başına nefsi hoş gördü diye Allah düşmanlarıyla asla dostluk kuramaz.

15- Cemaatteki her fert birbirlerini Allah için sevmeli ve kardeş ol­malıdırlar. Öyle ki, kalpler bu sevgi ve kardeşlik vasıtasıyla birbirlerine bağlanabilsin.

Çünkü kalpleri bağlayan en güçlü ve en kıymetli bağ, inanç ve kar­deşlik bağıdır. Şurası da bilinmelidir ki, kardeşliğin en basit derecesi kar­deşine karşı gönlünde herhangi bir art niyetin olmayışı, en üstünü ise kar­deşini kendine her konuda tercih etmesidir.

Çünkü şu ölçü çok önemlidir: Kişi eğer kardeşleriyle olamıyorsa ve onlara fedakarlık gösteremiyorsa başkalarına da gösteremeyecektir. Fakat kardeşler ona sevgi ve saygıda kusur etmiş olsalar bile diğerlerine karşı bu kusuru işlemeyeceklerdir.

Dolayısıyla kişi her zaman cemaata ve kardeşliğe muhtaçtır. Ayrıca sürüden ayrılanı kurt kapar gereğini de göz önünde bulundurup ona göre cemaattaki kardeşliğimizin kıymetini bilelim. İşin aslında mü'minler bir­birlerine karşı bir binanın tuğlaları gibidirler. Sürekli olarak birbirlerinin yardımcılarıdır.

Allah Teala'nın şu emri de her mü'minin kulağında çınlamalıdır:

"Mü 'minler birbirlerinin dostudurlar. "[229]

Şurası da çok iyi bilinmelidir ki, şeytan ve yardımcıları müslümanların birlik ve beraberlik içinde kardeşçe İslam için çalışmalarını katiyyen istemezler. Onun için bu birliği ve kardeşliği bozabilme yolunda her türlü çalışmalarını yapmaktadırlar. Dolayısıyla mü'minler birlik ve sevgilerini bozabilecek en ufak şeylerden dahi son derece sakınmalıdırlar.

Ayrıca kardeşlik bağlarının ihlali aynı zamanda Allah için cemaat li­derine yapılan biatin şartlarından birinin ihlali demek olduğundan bu ko­nuya çok dikkat edilmelidir.

Kardeşler asla birbirlerini gıybet etmemeli, yapan olursa ikaz etmeli­dirler. Söz götürüp getirme ve buna benzer kardeşliğe zede getirecek her türlü söz ve davranışlardan sakınılarak sürekli birbirine karşı gönül rahat­lığı içinde olmalıdırlar.

Allah Teala şeytanın hilelerine karşı mü'minleri uyarakak şöyle bu­yuruyor:

"Mü'min kullarıma söyle herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz ki, şeytan insanoğlunun apaçık bir düşmanıdır."[230]

16- Cemaatte görev almış her ferdin kendi görev ve mesuliyetini en güzel şekilde yerine getirmesi lazımdır. İster zor, isterse kolay olsun ve ister sevdiği ve isterse sevmediği bir konuda olsun Allah'a isyan olmadığı müddetçe fertlerin, liderin emirlerini dinlemesi ve yerine getirmesi gerek­lidir. Bunu yaparken de Allah için yapmalıdırlar. Çünkü İslami bir lidere itaat etmek Allah'ın emirlerindendir.

Ayrıca cemaat, hedeflerini ancak emirlerin dinlenip yerine getirilme­siyle gerçekleştirebilir. Onun için hiç bir fert itaat konusunda lidere mu­halefet etmemelidir. Hatta bazı konularda kendi görüşleriyle liderin görü­şü bir olmayabilir. Bu durumda dahi, ferdin kendi görüşünü bırakarak li­derin görüşüne göre hareket etmesi gerekir. Eğer emirler İslam çerçeve­sinde olduğu halde kişi liderin emirlerini dinlemiyor ve çalışmaları aksa­tıyorsa bu, yapılan biati ihlal etme anlamındadır ki, Allah indinde büyük bir mesuliyeti gerektirir.

17- Cemaatta çalışan her fert kendisiyle yönetim arasında çok sıkı bir güven duygusunun oluşmasına azami gayret göstermelidir. Çünkü ce­maattaki görevlerin yerine getirilmesi, birlik ve beraberliğin devamı, plan ve programların sağlam bir şekilde tatbik edilmesi ve cemaatın başarılı olması, liderle üyeler arasında güvenin kuvvetine göre değişmektedir. Onun için zorlukların aşılarak davanın başarıya ulaşabilmesi için bu gü­ven duygusunun son derece yüksek olması lazımdır.

İşte İslam düşmanları bunu çok iyi bildikleri için liderle cemaat mensublannın birbirlerine olan güven duygularını zayıflatmak ve cemaa­ta zarar verebilmek için aslı olmayan bir takım iftiraları ortaya atmakta­dırlar.

Dolayısıyla cemaattaki her üyenin bu gibi şüpheli propagandalara kulak asmamaları gereklidir. Üyeler bu şuurla her zaman liderlerini müdafa etmelidirler. Hele hele asla kendisi ne cemaatin dahilinde ve ne de haricinde liderine kötü söz ve harekette bulunmamalıdır. Çünkü lider ce­maati temsil etmektedir.

Dolayısıyla lidere saygı, o cemaate duyulan bir saygıdır.

Yalnız bu demek değildir ki, kişi gerektiğinde olumlu tenkit ve uyarıları yapmayacaktır. Katiyyen.

Eğer ortada İslam'ın hayrına olan bir durum var ise ister doğrudan doğruya isterse gerekli meşru kanallar vasıtasıyla lidere söyleyebilir. Bi­zim lidere saygısızlık ve cemate zarar teşkil eden davranışlardan kastı­mız, yıkıcı mahiyette ve aslı olmadığı halde İslam düşmanlarının ortaya atmış olduğu iftiralara bakarak kişinin liderine ve cemaatine olan güveni­ni kaybederek onlar hakkında ileri geri konuşmasıdır ki, cemaatin başarı­sızlığa düşmesine sebep olan en büyük faktörlerden birisi budur. Onun için ferdin bu gibi asılsız sözlere bakmadan lider ve cemaatine karşı sü­rekli güven içinde olması lazımdır. Bu güven duygusu olumlu ve yerinde olan tenkitlerin yapılmasına mani olmadığı gibi kişinin fikrine itaati da gerektirmez. Çünkü İslam'da asıl olan Allah ve Resulü'ne itaattir. Onlara itaat eden lidere de itaat edilir. Onlara ters düşene ise asla itaat edilemez.

18- Cemaatteki her fert beş azasının yanı sıra altıncı hissi olarak şu­urunu da dava için en faal durumda hazır tutmalıdır. Öyle ki her durumda davayı düşünerek her şeyden mesul yalnız kendisiymiş gibi nefsini yetiş­tirerek ister küçük isterse büyük olsun her işi yapabilecek bir seviyeye gelmelidir. Eğer ortada bir hayırlı iş varsa hemen onu kendisi için bir ga­nimet bilerek onu yapmak için koşmalı. Veya ortada kötü bir şey varsa, ona engel olmayı kendisinin bir vazifesi bilmelidir. Gerekirse çalışmala­rın daha güzel olabilmesi için o konudaki görüşlerini de ortaya koyarak yönetimdeki mesuliyetten de kendisine bir pay çıkartmalıdır.

19- Cemaatteki her fert İslami şahsiyetinin gelişmesine azami dikkat göstermeli ve sürekli hakkın yanında yer alarak doğrunun müdafacısı ol­malıdır. Fakat bunu yaparken her türlü dedikodu, çekişme ve münakaşa­lardan uzak büyük bir çalışma mesuliyeti ve emanet duygusu içerisinde olmalıdır.

Çünkü İslam düşmanları fırsat beklemekte ve en ufak bir sürtüşmeyi dahi İslam'ın aleyhine kullanmak için her türlü imkanlarını seferber etmiş durumdadırlar.

Ayrıca dava çok büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir. Onun için cesaretli ve atılgan olmaları yanında ihtilaflara yol açacak her türlü dav­ranış ve sözlerden de sakınmaları lazımdır.

Sonra bilinmelidir ki, en makbul şecaat: Kişinin hakkı açıklamaktan korkmaması, cemaatin sırrını muhafaza etmesi, hatası varsa ikaz edildi­ğinde kabul etmesi, insaflı olması ve öfkelendiğinde nefsine hakim olmasidir.

20- Cemaatteki her ferdin gurupçuluğun her çeşidinden, belirli şa­hısların etrafına toplanmaktan ve bölgecilik yapmaktan son derece uzak durmaları gerekir. Çünkü bunlar İslami ölçülere ters olan şeylerdir.

Ayrıca cemaat içerisinde grupçuluğa yol açan bu gibi tutum ve dav­ranışlar cemaati parçalayarak İslami çalışmaların aksamasından başka hiçbir işe yaramazlar.

21- Cemaatteki her fert kendini nöbet başındaki bir asker yerine koymalıdır. İslam düşmanları ise bu gediklerden cemaate sızarak İslami çalışmayı bozguna uğratmak için her fırsatı değerlendirmektedirler. Dola­yısıyla her mücahidin İslam düşmanlarının yaldızlı tuzaklarına karşı çok uyanık olması ve cemaatini bu saldırılardan koruması lazımdır. Bu da an­cak İslam düşmanlarının ortaya atmış oldukları propagandalara kulak as­madan her ferdin kendi görevini hakkıyla yerine getirmesiyle olabilir.

22- Cemaat fertleri şahsi konulan ve basit meseleleri gündeme geti­rerek ne kendinin, ne kardeşlerinin ve ne de liderin çalışmalarını aksat­mamalıdır. Çünkü bu gibi basit problemlerle lideri meşgul etmek dava açısından çok büyük bir kayıptır ki, bunun da mesuliyeti o kişiye aittir. Bu konuda asıl olan, affedilmesi mümkün olan konuları kapatarak hem kendi çalışmalarına ve hem de liderin çalışmalarına hız kazandırmak ol­malıdır.

23- Cemaatte görev yapanların her türlü ifrat ve tefritten uzak olarak mutedil olmaları gereklidir. Bu aynı zamanda hem onların dava ile alaka­sını sağlam ve sürekli yapacaktır ve hem de kardeşleri ve müslümanlar arasında sevilmelerine sebep olacaktır.

24- Cemaattaki tüm kardeşlerin birbirlerine karşı hayrı ve sabrı tav­siye etmeleri lazımdır. Çünkü mümin, kardeşi için bir aynadır. Onda bir hata görürse onu en güzel bir şekilde düzeltmeye çalışır.

Evet hatalar düzeltilirken ve bazı tavsiyeler yapılırken sevgi, kardeş­lik ve hayra vesile olacak şekilde yapılmalıdır. Yoksa eğer kardeşinde nefret uyandıracak şekilde olursa bu, faydadan ziyade zarara yol açacak­tır. Çünkü o kardeş nefretinden dolayı hatasını devam ettireceğinden o hatanın sürekli işlenmesine yol açılmış olacaktır. Onun için ikaz ve tavsi­yeler en uygun bir şekilde yapılmalıdır.

25-  Cemaatteki her fert:  "Önce kendi nefsini ıslah et" prensibini kendisine ölçü edinmelidir. Çalışmalarında sürekli olarak tevazu ve güler yüzlülüğü şiar edinerek her işinde Allah nzasını gözetmelidir. Çünkü bu hal onu Allah'a yaklaştıracağı gibi zorlukların ortadan kalkması için de kendisine büyük faydası olacaktır.

Dolayısıyla her ferdin başta azık olarak Allah korkusunu elde etmesi gerekir. Başkalarını da bu davaya kazandırarak safların sıklaşmasını sağ­lamak yine fertlerin cemaatteki görevlerindendir. Çünkü eğer bir insan topluma hitab ederek onları davaya kazandırmıyorsa fert olarak bireylerle ilişkiler kurup onların davaya kazandırılmalarına sebep olabilir. Ferdi da­vet aynı zamanda hem çok kolay ve hem de çok verimlidir. Bunun için de fertlerin önce kendi nefislerini ıslah etmiş olmaları gereklidir.

26- Cemaatteki herkesin diğer İslami cemaatlerle ve İslam için çalı­şan tüm şahıslarla iyi geçinmeleri ve yardımlaşmaları gerekir. Bunun için de hiçbir zaman diğer İslami cemaatleri kötülememeli ve şahısları kıra­cak şekilde onların hakkında söz ve harekette bulunmamalıdır.

Kısaca İslami cemaatleri ve şahısları incitmeden onlarla İslami ölçü­lerde kardeşçe alakalar kurarak sürekli yardımlaşma konusuna çok dikkat etmelidir.

27- Cemaatteki her dava elemanın vaktini ve işini çok planlı ve di­siplinli olarak değerlendirmelidir. Ayrıca aile, çocuk ve mal gibi şeyler Allah'ın istediği gibi yönlendirerek bunların kendi aleyhine bir fitne ol­maması için son derece dikkat etmelidir.

28- Cemaatteki herkesn evine ve ailesine çok önem vermesi lazım­dır. Kendisine eş seçmede, onun İslami eğitiminde ve evindeki işlerinde her şeyin İslam'ın ölçülerine göre olmasına özen göstermelidir: Hatta ai­lesinin mutfaktaki durumlarından giyimine ve evi ilgilendiren her konu­nun helal dairesinde yürümesine dikkat etmelidir. Çocuklarının İslami terbiyesine ve ailece davayı yaşamalarına karşı mesuliyetini yerine getir­melidir.

29- Cemaatteki her ferdin gönlü İslam'ın geleceği için dolu olmalıdır ve her fert bilmelidir ki; bu uzun ve karanlık gecenin arkasından mutlaka nur ve aydınlık gelecektir.

Dolayısıyla herkes Allah'ın yardımıyla İslam'ın mutlaka muzaffer olacağı ve batılın yok olup gideceğine inancı tam olarak çalışmalarını bu azim ve şevkle yapmalıdır.

30- Cemaatteki hiçbir ferdin düşman karşısında nefsinin arzu ve is­teklerinden dolayı gevşeklik ve tembellik göstermemesi gerekir. Çünkü bu gibi haller cemaate vurulmuş en büyük zararlardandır. Şurası da bilin­melidir ki, asıl yenilgi insanın kalben zayıf düşmesi ve ölümden korkmasıdır.

Müslümanların bu gibi durumlara düşmemesi gerektiğini bildiren Allah Teala bizlere şöyle hitab etmektedir:

"Üzülmeyin, gevşemeyin. Eğer gerçek inananlar iseniz mutlaka siz­ler üstünsünüz."[231]

Diğer bir ayette ise şöyle buyuruluyor;

"Nice peygamberler kendileriyle birlikte olanlarla kafirlere karşı savaştılar da Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümitsizliğe düşmediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. De­dikleri sadece şu idi;. "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki taş­kınlığımızı bağışla. Sebatımızı artır. Kafirlere karşı bize yardım et."[232]

Savaşta dünya sevgisi ve ölüm korkusu gibi şeylerden dolayı nefsin arzusuna uyarak gevşeklik göstermek mümine yakışmadığı gibi zafer el­de edince gururlanması da ona yakışmaz. Çünkü zaferi de yenilgiyi de Allah (c.c) vermektedir. Önemli olan müslümamn Allah'ın emirleri doğ­rultusunda hareket ederek dünyada ve ahirette zafere layık olmasıdır.

31- Son olarak şunu söyleyelim ki; cemaatte her ferdin İslam'ın ça­ğırdığı tüm güzelliklerle süslenmesi ve Allah'ın yasak ettiği her şeyden de uzak durması lazımdır.

Bunu da söyledikten sonra bu konuda Şehid İmam Hasan el-Benna'nın gençlere yapmış olduğu bir konuşmasıyla konumuzu bitirelim:

"Ey gençler, dava ancak ona karşı kuvvetli bir iman, onun yolunda tam bir ihlas, onun için ortaya konulacak tam bir gayret ve onun için ya­pılacak her türlü fedakarlığın sonucuyla başarıya ulaşabilir.

Öyle inanıyoruz ki, bu saydığımız dört özellik de en çok gençlerde bulunmaktadır. Çünkü imanın esası uyanık bir kalp, İhlasın esası olan temiz vicdan, atılganlığın ve çalışkanlığın esası azim ve fedakarlığın te­meli ise kuvvetli bir şuurdur. Bunlar da genel olarak gençlerde bulun­maktadır. İşte bundan dolayı ister önceki ve ister şimdiki milletlerde ol­sun toplumları harekete geçiren ve onları başarıya götüren genelde gençler olmuştur. Çünkü gençler her hareketin kuvvet kaynağı ve meşakkatların taşıyıcısı olmaktadırlar.

Allah Teala, Kehf suresinde şöyle haber vererek bu gerçeği bizlere bildirmektedir:

"Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Onlar Rabblerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık."[233]

 

Liderle Üyeler Arasındaki Ahlaki İlişkiler

 

1- Saygı Ve Değer Verme

 

Lederle üyeler arasında öncelikle bulunması gereken en öneli özel­lik, birbirlerine karşı saygı duymaları ve birbirlerinin kıymetlerini takdir etmeleridir. Bu, önde veya arkalarındaki bütün üyeler için aynı olmalıdır. Ve Allah rızası için olmalıdır. Her iki taraf ta birbirlerine karşı saygı duymaya ve birbirlerinin kıymetlerini takdir etmeye, Allah'a bir ibadet şuuru içerisinde yaparak birinin diğeriyle en güzel şekilde geçinmeye, Allah rı­zasını kazanmaya ihtiyaçları vardır.

Örneğin cemaatte yer alan üyeler, liderlerine saygı duyarken onun cemaati temsil ettiğini, dolayısıyla cemaatin birliğinin ve gücünün bir simgesi olduğu için bu saygıyı duyduklarını bilmelidirler

Çünkü

"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiştir. Kim emire ita­at ederse, bana itaat etmiştir ve kim de emire isyan ederse bana isyan et­miştir,"[234] buyruluyor.

Lider ise cemaat mensuplarına karşı ihtimamlarında Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in şu güzel sözünü ölçü edinerek hareket etmelidir:

"Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin basınıza emir ol­dum"[235]

Ayrıca cemaatteki her fertten sorumlu olmak, herhangi bir şirkete veya müesseseye müdür olmaya asla benzemez. Şirket ve müesseselerde­ki ilişkilerde yağcılık, gösteriş ve baskı vardır ama bir İslam cemaatinde asla.[236]

 

2- Hitab Etme Adabı

 

Cemaatte davanın sıhhatli yürümesi ve işlerin karşılıklı olarak istişa­reyle halledilebilmesi için liderle cematin sürekli olarak karşılıklı konuş­maları gerekmektedir. Üstelik bu bir defaya mahsus da değildir. Öyle ise her iki tarafın da Resulullah'ın bizlere öğrettiği şekilde riayet etmeleri icab etmektedir.

Buna göre konuşmacıya düşen; hitap edeceği kişiye karşı yönünü tam olarak dönüp, en münasip kelimleri ve ses tonunu kullanarak konuş­masını yapmasıdır. Sesini ne çok az, ne de rahatsız edercesine çok yük­sek tutmadan ve konuşmasında kullanacağı kelimelerden dolayı kinci ol­madan ortama en uygun bir şekilde konuşmasını sürdürmesidir.

Dinleyici ise aynen konuşan gibi yönünü tam olarak konuşmacıya döndüğü halde konuşanın sözünü kesmeden ve herhangibir bıkkınlık gös­termeden sonuna kadar onu dinlemesidir. Diğer taraftan her ikisi de te­melde yapılması haram olan gıybet ve söz götürüp getirme gibi konuşma­ları asla gündeme getirmemelidirler. Eğer herhangi birisi farkında olma­dan bu gibi konuşmalara dalacak olursa, diğeri hemen en uygun şekilde ikaz etmelidir.

Konuşmacıların en çok dikkat edecekleri bir başka konu ise, doğru­yu ortaya koymak niyetini taşımaları münakaşa ve çekişmelerden tama­men uzak olmalarıdır. Bu da her iki tarafın hataları olduğu gibi doğruları­nın da bulunabileceğini kabul etmesiyle olabilir. Yani her iki taraf da kendisinin doğru düşündüğüne inandığı gibi hatalı olabileceğini ve karşı tarafın hatalı olduğuna inandığı gibi isabetli görüşlerinin de olabileceğini kabul ederek birbirlerini saygıyla dinlemelidirler.[237]

 

3- Birbirlerine Karşı Güven İçinde Olmak

 

Cemaatteki çalışmaların en güzel şekilde yürüyebilmesi için gerekli şeylerden birisi de liderin ve cemaat mensuplarının birbirlerine güven duymaları ve birinin diğeri hakkında hüsnü zan beslemeleridir. Çünkü bu ortaklaşa yardımlaşmaya, dolayısıyla cemaatin başarısına ortam hazırla­maya yol açmaktadır. Bunun tersi olarak eğer liderle cemaat mensupları arasında birbirlerine karşı güven sarsılıp, her birinin diğeri hakkında kötü düşünmesi baş gösterirse bu hal, doğrudan doğruya cemaat çalışmalarına olumsuz yönde etki ederek cemaatteki ortaklaşa çalışma zeminini ve gö­rev yapma duygusunu ortadan kaldıracaktır. Böyle bir cemaatin ne dere­ce başarılı olabileceğini artık siz düşünün.

İşte cemaatin sağlam gidişatını aksatmamak için liderin ve üyelerin birbirlerine karşı güven duymaları ve birbirleri hakkında kötü düşünmek­ten kaçınarak iyi niyet beslemeleri gerekir.

Bu konuda her iki taraf da Allah Teala'nm şu emrini kendilerine vaz­geçilmez bir ölçü yapmalıdırlar:

"Ey iman edenler, zatının bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir çoğu günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kimse kimseyi çekiş­tirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır, işte bun­dan tiksindiniz değil mi? Allah'tan korkun, şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır."[238]

 

4- Birbirlerine Nasihat Etmek

 

Şurası muhakkak ki hepimiz beşeriz ve hepimizde de bir takım ayıp­lar ve noksanlıklar vardır. Dolayısıyla müslümana düşen, kardeşinde gör­müş olduğu noksanlığı uygun bir şekilde gidermesidir. Çünkü mü'miri, kardeşi için bir ayna durumundadır. Hakkı ve sabrı tevsiye etmek aynı zamanda müminlerin özelliklerindendir. Öyle ise mevki ve makam ne olursa olsun bu görevden asla vazgeçilmemelidir.

Çünkü ancak hakkın tavsiye edilmesiyle hatalar düzelebilmekte ve noksanlıklar tamamlanabilmektedir. Onun için herhangi bir cemaat men­subu liderine nasihat etmekten ve ona noksanlarını söylemekten asla geri duramayacağı gibi, liderin de tam bir gönül rahatlığıyla bunları dinlemesi ve hatalarını düzeltmesi lazımdır. Tabii söylemenin de kendine göre bir üslubu olduğunu unutmamalıyız.

Bu konuda Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Din nasihattir. Denildi ki; "kimin için ya Resulullah?" Buyurdular ki: "Allah için, kitabı için, Allah'ın Resulü için, İslam ümmeti için ve tüm insanlar için."[239]

Lider ve cemaatin birbirlerine nasihat etmeleri bir dini vecibe oldu­ğunu hepimiz biliyoruz. Ancak daha önce de söylemiştik ki, bunun da kendine göre bir üslubu ve adabı vardır.

Bu konuda şu iki hikmetli sözü duştur edinmemizde hem bizim için ve hem de cemaat için faydalar vardır.

Birincisi: Nasihati en güzel şekilde yap, fakat sana ne şekilde nasihat yapılırsa yapılsın onu kabul et.

İkincisi; Kim kardeşine gizli olarak nasihat ederse hem ona nasihat etmiş ve hem de onun onurunu muhafaza etmiş olur. Ve kim de kardeşine açıktan nasihat ederse ona hakaret etmiş ve onu ayıplamış olur.

Şunu da bilertelim ki, herhangi bir müessesedeki müdür kendi mai­yetindeki memurların hatasını gördüğünde veya onlara bir şeyi tembih edeceğinde, herkesin içerisinde o kişiyi adeta rezil eder. Kendisi gayet haşmetli olarak sert ve bağırarak karşısındakini ezer durur. Tabii memur­lar ona karşı açıktan bir şey diyemezler ama içlerinden nefret ederler. Fa­kat İslam cemaati bir şirket veya müessese olmadığı gibi cemaatın lideri de hiçbir zaman bir müdür değildir.

İslam cemaatindeki nasihatlarda İslam'ın emir ve adapları hakim ol­duğundan lider asla hatalara dikkat çekerken, İslami adapların dışına çık­mayacağı gibi herhangi bir üyenin nasihatini da gönül rahatlığıyla kabul eder. Hatta hataların kendisine söylenmesini bizzat kendisi teşvik eder.[240]

 

5- Karşılıklı Sevgi Ve Kardeşlik

 

Kardeşlik ve Allah için sevmek genelde tüm müslümanlar için ve özelde cemaat mensupları ile lider arasında bulunması gereken en önemli bir özelliktir. Çünkü Allah yolunda kardeş olmak İslam'ın bir esası ve ce­maat halinde çalışmanın bir düsturudur. Allah yolunda kardeş olma aynı zamanda biatin on şartınadan birisini teşkil etmektedir.

İslam'da kardeşliğin en basit mertebesi kişinin müslüman kardeşine karşı gönlünden en ufak bir hoşnutsuzluk geçirmemesidir. En yüksek de­recesi ise: Meşru olan her konuda kişinin ihtiyacı dahi olsa kardeşini ken­di nefsine tercih etmesidir ki, buna işar denir.

Bu makama yükselmiş müminleri Allah Teala şu ayeti kerimesiyle övmektedir:

".... Onlar ki, kendileri ihtiyaç halinde bile olsalar yine de kardeşle­rini kendi nefislerine tercih ederler..."[241]

İşte bu kardeşlik anlayışıyla cemaatte verimli yardımlaşma ortamı oluşarak lider ve cemaat mensupları arasında en güçlü bağların ortaya çıkması sağlanmış olur.

Diğer teraftan şeytan ve onun yardımcıları cemaatin arasında ihtilaf çıkartamaz. Çünkü Allah yolundaki bu kardeşliğin şeytan tarafından bo­zulması mümkün değildir.

Şurası da bilinmelidir ki, cemaate en çok zarar veren hastalıklardan birisi de hiç şüphesiz ki parçalanma ve ihtilafa düşme hastalığıdır. Özel­likle müslümanların yardımlaşması gereken şu zamanda İslam düşmanla­rı müslümanların bu parçalanmalarından İslam'ın aleyhine olarak yarar­lanmaktadırlar.

Dolayısıyla ihtilaf ve parçalanmaların önüne geçebilmek için liderin ve üyelerin İslam kardeşliğinin en güzel şekilde gerçekleşmesi yolunda çok çaba harcamaları gerekir.

Bunu sağlayabilmek için Allah Resulü'nün şu hadisi şerifinden aza­mi derecede istifade etmelidirler:

"Aranızda selamı yayın, birbirinize karsı güleryüzlü olun, birbirini­zi çekiştirerek gıybet etmeyin, söz götürüp getirmeyin, birbirinizi bağış­layın ve birbirinize ihsanda bulunun."

Cemaatteki her müslüman bu ölçülere riayet ederse elbetteki şeytan onların arasını açacak fırsatı bulamayacaktır. Çünkü müslüman ancak kardeşliği sebebiyle kendisiyle kardeşi arasını düzelterek şeytana fırsat vermemiş olur.

Bizleri bu konuda da ikaz eden Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Mümin kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz ki şeytan insanoğlunun apaçık bir düşmanıdır."[242]

Bazen cemaatteki üyeler arasında veya üyelerle lider arasında görüş ayrılığı olabilir. Bu doğal bir olaydır. Fakat önemli olan liderin üyeleri arasında bu konuda çok titiz davranarak görüş ayrılığını kardeşlik çerçe­vesinde gidermektir. Hiçbir zaman görüş ayrılığından dolayı aralarındaki kardeşliği zadelemeden çalışmalarını sürdürmelidirler. Eğer ortada bir ihtilaf varsa onu İslam'ın emirleri doğrultusunda çözerek bu konuda asla fertlerin imtiyazını düşünmemelidir.

Yani kardeşlik, ne lideri sorumsuz bir şekilde hesap vermeden dile­diğini yapmaya sürüklemeli ve ne de üyeleri.

Lider bilmelidir ki, işler Allah ve Resulü'nün emirlerinde gitmediği an elbette kendisi ikaz edilecektir.

Hatta daha baştan işlerin sağlıklı yürüyüp yürümediği konusunda kendisi kontrol edilecektir.

Bu hiçbir zaman kardeşliğin zedelenmesine yol açmamalıdır. Aksine liderin sevgi ve kardeşliğini artırmalıdır.

Diğer taraftan üyeler de ortadaki samimiyeti ve kardeşliği istismar ederek görevlerinde aksaklık yapmamalıdır.

Bilmelidir ki, yapacağı her hata ve noksahğın hesabı İslami ölçüler­de kendisinden sorulacaktır. Bu da yine kardeşliğin bir gereğidir.

Böylece hem lider ve hem de üyeler sevgi ve kardeşliği görev ve mesuliyete karıştırmadan Allah yolunda olmanın en güzel örneğini ver­melidirler.[243]

 

6- Lider Ve Üyeler Arasında Sürekli Alaka Ve Kolay İrtibat

 

Cemaatin olaylar karşısında görüş birliğine varabilmesi ve hadiseleri daha kolay takip edebilmesi için liderle üyeler arasında kuvvetli bir ala­kanın ve irtibatların kolayca sağlanması gereklidir. Bu aynı zamanda ce­maat halinde çalışmanın en belirgin özelliklerinden birisidir.

Çünkü cemaatta liderin diğerleriyle görüş alışverişi, istişare ve bir­birlerinin noksanlıklarını düzeltmek, ancak aralarındaki güçlü bir irtibat ve görüşmelerin kolayca sağlanmasıyla mümkündür.

Diyebiliriz ki, lider açısından irtibatı sağlayan unsurlar tıpkı bir ce­sedin azalan gibidir.

Çünkü cesedin azaları olmasa herhangi bir işi başaramayacağı gibi lider değer üyelerden gerekli olanlarla irtibatı zamanında kuramaz ise bir takım aksaklıklar olacaktır. Bazen olur ki, ufak bir irtibatsızlık yüzün­den cemaatin tüm planları aksayabilir.

Dolayısıyla lider ve üyeler kendi aralarındaki irtibat ve alakanın en üst düzeye çıkarılmasından ortaklaşa sorumludurlar. Bunu en iyi şekilde yaptıkları an, işlerin daha süratli ve sağlıklı yürümesini sağlamış olacaklardır.[244]

 

7- Görev Değişikliklerine Karşı Hazırlıklı Olmak

 

Bundan şunu kastediyoruz: Bazen olur ki cemaatteki görevlerin me­sulleri yer değiştirebilir. Bakarsınız herhangi bir mesul ya görevinden da­ha düşük bir makama getirilmiş, bazen de tamamen sorumluluk alanın­dan el çektirilerek normal bir üye durumuna düşmüş olabilir.

Hatta bazen olur ki lider görevinden alınıp bir üye durumuna getiril­miş olabilir. İşte cemaatteki her üyenin ve yöneticinin bu gibi değişiklik­lere karşı ruhen hazırlıklı olmaları gereklidir. Yapılacak her değişiklik, gönül rahatlığı içerisinde kabul edilecek, kırgınlıklara ve cemaatten ayrıl­malara asla yol açmayacaktır.

Çünkü cemaatte her alanda yapılan çalışma bir ibadettir. O ibadetin Allah indinde kabul edilmesi ve sevabı ise kişinin ihlasma göredir.

Diğer taraftan cemaatteki her görev yeri, beklenilmesi gereken bir nöbet yeri olarak değerlendirilmelidir.

Dolayısıyla her üye kendisine verilen görevi kabul edecek, onu gö­nül rahatlığı içerisinde yapacaktır. İsterse görevi veren yeni bir üye ve görevi alan da çok daha eski olmuş olsun. Bu konuda hiçbir zaman cema­atin durumu diğer şirket ve müesseselere kıyas edilerek nefse herhangi bir pay çıkartılmamalıdır. Şirketlerde görev belki eski yeni diye göz önünde tutulabilir ama cemaatta sadace ehliyet söz konusudur.

Bir de üye ehil olduğu halde o görevden alınması kendisi açısından daha uygun olabilir.

Bu konuda Halit Bin Velid'in Hz. Ömer tarafından komutanlıktan alındığında göstermiş olduğu tavır, bizler için en güzel örneklerdendir.

Dolayısıyla her üye bulunduğu görevi en iyi bir şekilde yapmak için var gücünü sarfederek başka bir göreve getirildiğinde onu da en güzel şekilde yerine getirmeye kendisini hazırlamalıdır.

Onun için lider ve diğer mesuller üyelerin görev ve sorumlulukları­nı artırmak için ellerinden gelen her türlü eğitimi onlara vermelidirler. Onlar da her zaman üye olarak kalacak değillerdir.

Onun için ileride daha büyük görevlere gelebiliriz düşüncesiyle her konuda kendilerini yetiştirerek verilecek vazifeye layık olmayı hedefle­yeceklerdir.[245]

 

8- Her İşte Allah Ve Resulünün Hükmünü Tereddütsüz Kabullenmek

 

Cemaatte lider ve üyelerin en çok muhtaç oldukları şey herhangi bir konuda Allah ve Resulü'nün hükmüne en ufak bir tereddüt göstermeden teslim olma şuurudur. Bu konuda büyüklenme ve çekimserlik katiyyen caiz değildir.

Ayrıca Allah'a ve Resuluna gidilmesi hem imanın bir gereği ve hem de ihtilafların ortadan kaldırılması için en sağlam bir tutumdur.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gü­nüne inanmışsınız- onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu hem hayırlı hem de netice itibari ile en güzeldir."[246]

Diğer bir ayet ise şöyledir:

"Hayır Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmaz­lar."[247]

Bu aynı zamanda çalışmanın daha sağlıklı yürümesi için İslam'a ters düşmemek kaydıyla konulmuş olan prensiplerin ve tüzüğün işlerliğine de yardımcı olacaktır.

Onun için herkesin ittifak ettiği bir konu vardır ki, o da lider ve üye­lerin İslami eğitimlerine çok özen göstermeleridir.

Çünkü ihtilafların çözümünde, Allah ve Resulü'nün daha kolay anla­şılmasında bilginin çok önemli bir yeri vardır. Diğer taraftan İslami hare­ketin daha güçlü ilerlemesi de yine cemaat mensuplarının bilgili olmala­rına göre değişmektedir.[248]

 

9- İslami Ve İslam Dışı Tüm Hareketleri Tanıyarak Tecrübeleri Artırmak

 

Lider olsun üyeler olsun cemaatteki herkesin daha önce ortaya çık­mış ve şu anda var olan tüm hareketleri inceleyerek tecrübelerini arttır­maları gerekir.

Tabii ki, bu konuda lider ve onun etrafındakiler, üyelere oranla bu incelemeye daha çok önem vermelidirler.

Böylece olumlu ve olumsuz yönleriyle tahlili yapılan hareketlerden ne şekilde istifade edilmesi gerekiyorsa ona göre hareket etmelidir. Elbet­te ki bir hareketin her yönü kabul edilemeyeceği gibi tamamen de atılamaz. Bu bakımdan herhangi bir hareketten ne oranda yararlanabileceği­miz, ancak o hareketin ciddi şekilde incelenmesinden sonra ortaya çıka­caktır.

Öncelikle İslami hareketler olmak üzere İslam dışı hareketler de in­celenmelidir. Çünkü onlardan da alabileceğimiz bazı tecerübeler olabilir.

Diğer taraftan İslam'a karşı kurulmuş olan hareketlerin de incelen­mesi en az diğer hareketler kadar önemlidir.

Çünkü onların hile ve tuzaklarını bildiğimiz zaman onlara karşı ne şekilde korunabileceğimizi ve onları ortadan kaldırabileceğimizi çok da­ha iyi biliriz. Bu ise ancak o hareketlerin incelenmesi neticesinde ortaya çıkar.

Sonra her harekete karşı tavrımızın ne olduğu belirlenecek, hem şa­hıslara ve hem de hareketlere karşı bakışımız netleşecektir. Dostumuzun ve düşmanımızın tesbit edilmesi ve etrafımızdaki insanların bize karşı tu­tumları da bilinecektir.

İşte cemaatin hareket tecrübesinin arttırılmasına büyük bir katkı ya­pacak olan bu çaışmamn yapılması mutlaka zorunludur.

Çünkü ister İslami, isterse gayri İslami olsun önceki ve şu anda var olan hareketler incelenmediği sürece cemaat bocalama içine girecektir.

Bu sendelemelerden emin olmak ve daha da güçlü olmak için o hareket­lerin ciddi olarak tahlil edilmesi lazımdır.[249]

 

Tüzük Ve Genel Prensipler

 

Buraya kadar lider ve üyeleri ilgilendiren bir çok konuları gördük. Liderin şahsiyeti, özellikleri ve üyelerde olması gereken bir takım vasıf­larla birlikte lider ve üyelerin ortaklaşa dikkat etmeleri gereken konular­dan sonra şimdi de cemaatin tüzük ve prensiplerinden söz etmek istiyo­ruz. Çünkü cemaat halindeki çalışmalar her ne kadar sevgi ve kardeşlikle yürümekte ise de bir takım aksaklıkların ve bozuklukların önüne geçmek için o cemaatin aynı zamanda belli bir tüzük ve prensipler etrafında hare­ket etmesi gereklidir. Bu, küçük-büyük her cemaat için böyledir. Bir de tüm insanlığa hitap eden İslam cemaatini göz önünde tutarsak bu tüzük ve prensiplerin önemi daha da kolay anlaşılır.

Tüzük ve prensipler bir takım sapmaları ve bozulmaları önlediği gibi aynı zamanda herkesin alanını tayin ederek çalışmaların disiplin içerisin­de yürümesini de sağlamaktadır.

Ehemmiyetine inandığımız için lider ve üyelerin riayet etmesi gere­ken bazı prensipleri de bu konumuzda zikredeceğiz.

1- Her şeyden önce İslami cemaatin tüzük ve prensipleri İslam'ın çizmiş olduğu sınırlar içerisinde hiç bir kaidenin temelde İslam'ın ölçüle­riyle çatışmaması gereklidir. Dolayısıyla prensiplerin hazırlanmasında ve uygulanmasında Allah Resulü'nün ve O'ndan sonra gelen dört büyük ha­lifenin uygulamalarından istifade edilmelidir. Çünkü Allah'ın Resulü ilk İslâm devletini kendi yetiştirdiği cemaati vasıtasıyla kurdu ve O'ndan sonra gelen olgun halifeler de onu aynen takip ettiler. İşte bundan dolayı İslam cemaatinin tüzük ve prensipleri de Allah'ın kitabından ve O'nun Peygamberinin sünnetinden alınmalı ve hiç bir noktada İslam'a ters düşmemelidir.

2- Lider ve üyeler bu prensiplere, çalışmayı düzenleyici olarak bak­malıdırlar. Dolayısıyla tüzük ve prensipler hayatın gerçeklerine göre ve çalışmayı en verimli bir hale getirmeye elverişli olarak hazırlanmalıdır­lar. Bunun için de genelde hareketi aksatabilecek herhangi bir madde ile­ride pratikte bağdaşmayabilir. Bu durumda o maddeyi daha elverişli bir şekilde değiştirmelidirler. Hiç bir zaman kuru kuruya illa de prensip de­yip tutturmamalıdır. Hayatın pratiğine uymayan donuk maddelerde ısrar etmek hareket açısından zararlı olduğu gibi, bazı ufak tefek meselelerden dolayı sık sık prensipleri değiştirmek de son derece sakıncalıdır. Bu ko­nuda asıl olan, cemaatin menfaati ve çalışmaların verimli olmasıdır. Eğer genel menfaat, bazı prensiplerin değişmesini gerektiriyorsa değiştirmeli, yoksa aynen devam etmelidir.

3- Cemaatteki tüzük ve prensipler konulurken cemaatteki şura, yü­rütme ve liderliğin görev ve sorumluluklarını en güzel şekilde belirleme­yi hedef almalıdır. Çünkü cemaat içerisindeki organlar topyekün cemaa­tin varlığını temsil etmekte ve olaylar karşısındaki tavrını belirlemekte­dir.

4- Cematin tüzüğü hazırlanırken beşeri tüm ilişki ve çalışma alanları göz önünde buundurularak hazırlanmalıdır. Çünkü cemaat her kesime hi-tab ve kendi içerisinde yer almış her üyeden istifade etmek durumunda­dır. Dolayısıyla tüzük ve prensipler de bu çalışma alanlarına ve oralarda görev yapacak insanların özelliklerine göre hazırlanmalıdır.

5- Tüzük ve prensiplerin hazırlanmasında dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, çalışma alanlarının ve oralarda görev yapacakların so­rumluluklarını birbirine karıştırmayacak şekilde açık ve net olmalıdır. Çünkü görev alanlarının karışmasından dolayı herkes ya birbirinin işini yapmak suretiyle aynı iş bir kaç kere tekrar edilecek veya herkesi birbiri­ne güvenerek kendi görevini ihmal edecektir. Her iki durumda da cemaa­tin enerjisi boşa gidecektir. İşte bu gibi durumlara düşmemek için herke­sin görev ve sorumlulukları tüzük ve prensiplerde gayet açık olmalıdır.

6- Cemaatteki tüzük ve prensiplerin konulmasındaki maksatlardan biri de, olabilecek ihtilaf ve görüş ayrılıklarının en kısa ve en güzel şekil­de çözümlenebilmesidir. Cemaatte bir takım görüş ayrılıkları olabilir. Bu zaten doğal bir durumdur. Yalnız bunların giderilmesi için lider ve cema­at mensupları, bağlı bulundukları tüzük ve prensipler vasıtasıyla bu gibi anlaşmazlıkları en kısa zamanda gidermelidirler. Bunun için de konmuş olan prensiplerin ihtilafları en az zamanda ve en güzel şekilde çözebilme özelliğine sahip olmalıdır. Öyle ki, artık belli konuda görüş birliğine varı­lınca bir daha ihtilaflı görüşlere dönülmemelidir. Ayrıca doğru olmayan bir şey hakkında ittifak etmek, doğru olan bir konuda ihtilafa düşmemiz­den daha hayırlıdır. Çünkü bu birlik sebebiyle doğruya ulaşmak her za­man mümkündür.

7- Cemaatteki tüzük ve prensipler hatalann ve noksanlıkların muha­sebesini yaparak çalışma zemininin sürekli sağlam kalmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır. Çünkü çalışma esnasında tekrar tekrar yapılan hatala­rın, belli bir prensip dahilinde hesaplan sorulmaz ise cemaatte bozulma, gevşeme ve laubaliliklere yol açarak verimi düşürecektir. Diğer taraftan üyelerin ve liderin birbirine olan güveninin sarsılmasından dolayı çalışma havasını da zedelemiş olacaktır. Onun için cemaatteki liderden, en küçük bir üyeye varıncaya kadar herkesi kaplayıcı olmak üzere tekrarlanan ha­taların ve yapılan noksanlıkların hesabı tüzük ve prensipler çerçevesinde sorulmalıdır. Bu da ancak daha baştan tüzüğün bu konuları içine almasıy­la mümkün olabilir.

8- Tüzük ve prensipler aynı zamanda cemaatte herhangi bir göreve getirilecek veya mesuliyet verilecek kişilerin vasıflarını genel olarak izah edecek şekilde hazırlanmalıdır. Böylece vazife tayininde bu prensiplere göre hareket edilecek, bir çok hata ve şahsi değerlendirmelerin önüne ge­çilmiş olacaktır. Bu, aynı zamanda üyeler arasında idareye karşı bir gü­ven ve kendi vasıflarını yükseltme açısından çok faydalı olmaktadır. Ay­rıca cemaatin bünyesinde yer almış şahısların belli vasıflarda olması, o cemaati daha da kuvvetli hale getirmiş olacaktır.

9- Tüzük ve prensipler cemaate hangi vasıflarda üye kabul edilebile­ceğini de en açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Bunu yaparken de her türlü grupçuluk anlayışından uzak sadece ehliyet unsuru göz önünde tu­tulmalıdır. Tabii daha önceden bu özellikleri taşıyan bir tüzük ortaya ko­nulmalıdır ki, üye seçiminde dahi ortaya çıkabilecek problemler o tüzük çerçevesinde çözülmüş olabilsin.

10- Şuranın görev ve sorumlulukları da tüzük ve prensiplerle belirle­necek şekilde olmalıdır. Ayrıca her seviyeye göre şura oluşturma ve o se-viyelerdeki şuraların genel şuraya görev ve mesuliyetlerine varıncaya ka­dar tüzükte yer almış olması gerekmektedir.

11- Tüzük hazırlanırken dikkat edilecek bir başka husus da ana ko­nuların dışında teferruattan kaçınılmasıdır. Ancak teferruata girmeyelim düşüncesiyle de genel prensipleri asla kapalı geçiştirmemeli veya tamemen terketmemelidir. Kısaca, çalışma alanlarını ve cemaatın ilgi duydu­ğu her konu kapsayıcı olarak hazırlanmış olmalıdır.

12- Tüzüğün hazırlanmasında dikkat edilecek önemli bir mesele de her konunun illa da merkez tarafından görülmeli düşüncesini bırakarak teferruatla ilgili çalışmaları diğer mesullerin sorumluluğuna bırakabile­cek şekilde olmasıdır. Cemaatin çalışma alanı bir çok milletleri içine ala­cağından, özellikle bu konuya çok ehemmiyet verilmelidir. Çünkü her bölgenin kendine göre bir takım özellikleri vardır. Dolayısıyla tüzük ha­zırlanırken bu gibi cüz'i meselelerin çözümünde bölgelerdeki mesullere belli bir hareket serbestiyeti verilmelidir. Her konu en ufak çözümüne ka­dar merkez tarafından yönlendirilirse, bu hem diğer mesullerin çalışma kabiliyetlerini köreltir, hem de bölgesel konularda genel merkez bilgiye sahip olmadığından, başarılı olamaz harekette aksamalara yol açar. Onun için tüzük hazırlanırken genel stratejinin dışında ve bölgesel özellik arzeden konuların çözümünü, o bölgelerdeki mesullere bırakacak şekilde ha­zırlanmalıdır. Böylece katı bir merkeziyetçilikten kurtularak pratiğe en yakın bir çözüm ortaya konmuş olur. Bu demek değildir ki diğer bölgelerdeki mesuller kendi başlarına tamamen serbest olsunlar. Hayır, gelen plana bağlı olarak sadece cüz'i konularda daha güzel çalışabilmek için verilmiş bir hareket genişliğidir bu.

13- Yine tüzük ve prensipler cemaatin herhangi bir konuda ne şekil­de karara varması gerektiğini de genel hatlarıyla ortaya koyacak şekilde hazırlanmalıdır. Çünkü kararların hangi prensipler ölçüsünde alınacağı ortada olmaz ise bu konuda bir çok aksaklıklara yol açabilir. Örneğin za­man bakımından ve kararın alınışı bakımından bir çok gecikmeler ve bo­zukluklar olabilir. Bu gibi olumsuzlukların önüne geçmek için tüzük ha­zırlanırken kararların ne şekilde alınabileceği de genel hatlarıyla açıklan­mış olmalıdır.

14- Son olarak şunu da söyleyeyim, madem ki hepimiz Allah'a iba­det ediyoruz ve cemaat halinde çalışarak onun dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfediyoruz. Öyle ise cemaatin tüzük ve prensiplerine göre hareket etmeyi de bir ibadet olarak benimsemeliyiz. Böylece cemaa­tin koymuş olduğu bu ölçülere riayet etmek, Allah indinde sevap kazan­mamıza vesile olacağı gibi, o ölçülere muhalefet etmemiz de günahkar olmamıza açabilecektir. Kısaca, tüzüğün son maddesi de, cemaate tabi olmanın sevabı ve ona muhalefet etmenin Allah indinde sorumluluğu ge­rektirdiğini üyelerine prensip olarak hatırlatmalıdır.[250]

 

Toplantıların Düzenlenmesi Ve Yönetilmesi

 

Teşkilattaki işlerin durumuna göre periyodik olarak toplantıların ya­pılması esastır. Güncel olaylar ve alınacak kararlar bu oturumlarda dü­zenlenir. Oturum başkan; yoksa, toplantılar onun yardımcıları tarafından yapılır ve yönetilir. Gerektiğinde normal zamanın dışında ani karar alına­rak olağanüstü oturumlar da yapılır. Belirlenen hedefler neticesinde çö­zümler ortaya konur ve bunlar pratik olarak uygulanır. Böyle oturumlar teşkilatın devamlılığı açısından çok önemlidir. Bu oturumlarda çok dik­katli hareket edilir. Konular enine boyuna en ince noktalarına kadar ince­lenir. Davaya zarar gelmemesi için çok dikkat edilir. Getirilen öneriler, alternatifler ve tavsiyeler ele alınır, faydalı görülenler göz önünde bulun­durulur ve çözüm için kullanılır.

Tabi bu tür oturumlarda her zaman istenilen hedef gerçekleşmez. Oturumdaki üyelerin konuyu anlamaları, anlatmaları, zaman israfı gibi etkenler, olayı konumdan başka yerlere çekebilir.Üyeler arasındaki ayrı görüşler konuyu dağıtabilir. İşte burada oturum başkanının kaabiliyeti çok önemlidir. Tecrübeli olan yönetici konuları çabuk ve en iyi bir şekil­de bağlar.

Oturumların iyi ve faydalı olabilmesi için tecrübeleri mizden yola çıkarak, bazı hatırlatmalar yapmak istiyoruz:

1- Bu davet bahçesinde yapılan her iş bir ibadettir. Oturumlarda gö­rüşülen konular Allah'ın rızasını taşıdığında, hepimiz o konunun en iyi bir biçimde neticelenmesi için çalışırız. Temiz bir kalb, huzurlu bir or­tam, her kararın halkın faydasına olacak bir sonucun çıkmasına çalışılır.

Bu duygularla yapılan işler mutlaka iyiliklere sebep olacak ve insanlar istifade edeceklerdir.

Ya en iyi şekilde karar alıp sevap kazanacak veya o kararı önemse-nıeyip amellerimizi başa çıkarmış olacağız.

2- Oturma başlarken mutlaka Allah'ın adıyla başlanmalı, Rasulüne (a.s.) gerekli övgüler söylemelidir. Şeytan'dan ve her türlü iç-dış düşman­lardan Allah'a sığınümalıdır. Ayet ve hadislerle oturum süslenmelidir. Gerekli vaiz ve nasihatlerdan sonra konunlara geçilmelidir.

3- Oturumlar kararlaştırılan yer ve zamanda yapılmalıdır. Konular önceden belirlenmeli ve her üye konu üzerinde gerektiği bir biçimde ha­zırlanıp gelmelidir. Lüzumsuz uzatmalara gidilmemelidir.

4- Seçilen yer ve saat çok önemlidir. Üyeler bu hususta defalarca uyarılmalıdır. Gerekli ikazlar yapılmazsa üyeler yeri ve zamanı ayarla­makta zorlanır ve geç kalırlar. Neticede de oturum, tayin edilen vakitten geç başlayıp, geç bitmiş olur. Oturuma ek süre konulması da tatsızlıklara neden olmaktadır.

5- Toplantıya iştirak edeceklerin geç kalmadan zamanında toplantı­ya katılmaya titizlik göstermeleri gerekir. Eğer ciddi bir özürü varsa daha önceden yetkililere bildirmelidir. Herhangi bir özürü olmadığı halde top­lantıya katılmayan veya geç kalan, yetkililer tarafından sorgulanarak ge­rekli şekilde cezalandırılmalıdır.

Eğer böyle olmaz ise ortaya çıkacak gevşeklik ve sorumsuzluktan dolayı toplantılar aksayacak ve çalışmanın verimi düşecektir.

6- Toplantıya gelecek olanların vakitlerini ayarlamalarını sağlamak amacıyla toplantının başlangıç ve bitim saatinin de belirlenmiş olması la­zımdır. Olağan durumlarda bu vakitlerin dışına asla çıkılmamalıdır. An­cak ortada çok ehemmiyetli bir durum varsa o zaman duruma göre hare­ket edilir.

Örneğin, toplantının bitmesi yaklaştı fakat çok ciddi bir mesele çıktı. Görüşülmez ise çok büyük zarar doğurabilecek. İşte böyle durumlarda fazla geciktirmemek şartıyla toplantı biraz daha uzayabilir.

7- Toplantıların gündemi önceden üyelere bildirilmiş olmalıdır. Böylece o konularda hazırlıklı gelinerek daha verimli olmaya yardımcı olunmuş olur.

Ayrıca gündem dışı konuların toplantıya girmesine mani olunarak toplantının asıl maksadından saptırılmamış olur.

8- Toplantının gündemdeki konuların önemine göre gerekli vaktin ayrılması lazımdır. Çünkü çok defa toplantının vakti ilk konularda dol­makta ve geriye kalan meseleler ya kısa kısa geçiştirilmekte veya bir baş­ka toplantıya ertelenmektedir. Bu iki durum da çok zararlıdır. Bu gibi du­rumlara düşmemek için toplantıyı idare eden şahsın, toplantıya ayrılan vakti, gündemdeki konuların ehemmiyetine göre ayarlamasını bilmesi gerekmektedir. Böylece hem doğabilecek aksaklıklar önlenmiş, hem de gündemdeki konular en sağlıklı bir şekilde görüşülmüş olur.

9- Toplantı esnasında çeşitli şahısların görüş ve karşılıklı konuşma­ları olacaktır. Bu, toplantının bir özelliğidir. Yalnız idareci bu konuşma­ların çekişmeye yol açacak bir duruma gelmemesine dikkat etmelidir. Her konuşmacıya zamanında müdahele ederek herkesin görüşünün alına­bilmesine imkan hazırlamalıdır. Böylece görüşlerin ortaya çıkması sağla­narak en faydalı olan tesbit edilmiş olur.

Eğer idareci toplantıya hakim olamaz ise ortaya bir tartışma çıktığın­da artık faydalı bir görüş alma yerine sadece münakaşalar söz konusu olacağından hiçbir netice alınamayacaktır. Bu da idarecinin hatasıdır. Onun için toplantıyı idare edenin çok becerikli olması gerekmektedir.

10- Toplantıyı idare edenin, gerektiğinde görüşlerini ortaya koyacak olanları ikaz ederek görüşlerin kısa ve ana hatlarıyla görüşülmesini sağla­malıdır. Böylece hem kendisi hem de başkaları görüşlerini söyleme vakti bulacaktır.

Ayrıca eğer konuşmacı gündem dışına çıkıyorsa idareci hatırlatarak asıl konuya dönmesini sağlamalıdır. Bu konuda hiç kimsenin idareciye kızmaya hakkı yoktur. Çünkü toplantı, davanın menfaati için tertiplen­miştir. Orada şahısların faydasız veya gündem dışı konuşmalarına izin verilemez. Her konu kendine ayrıldığı zaman içerisinde ortaya konulma­lıdır ki, çalışmalar belli bir disiplin ve verimlilik içerisinde yürüyebilsin.

11- Toplantıda görüşler ortaya konulurken hiç kimse diğerinin sözü­nü kesmemelidir. Bu, toplantının ve konuşmanın edeplerindendir.

Aynı zamanda konuşmacının görüşünü tam olarak ortaya koymasına engel olmaktadır. Çünkü sözleri ikide bir kesilen kişi fikirlerini bir bütün oîarak sunamayacaktır.

Ayrıca sözleri kesildiğinden dolayı kızacağından bir takım hoşnut­suzluklara da yol açılarak şeytanın ekmeğine yağ sürülecektir. Böylece toplantı aksadığından hiçbir netice alınmadan dağılınmış olacak, üstelik şahıslar birbirlerine kırgın bir şekilde.

İşte tüm bu olumsuzlukları önlemek ve toplantının verimini arttır­mak için konuşmacının sözünü asla bir başkası kesmemelidir. Eğer ko­nuşmacı gündem dışına çıkmış ise, zaten yetkili tarafından ikaz edilecek­tir. Öyle ise bir başkasının müdahalesine asla gerek yoktur.

12- Toplantı esnasında herhangi bir üye bir başka konuşmacının söz­lerine bir şey eklemek istediğinde elini kaldırarak ismini yazdırmak sure­tiyle sırasını bekledikten sonra söyleyeceğini bildirmelidir. Sırasını bek­lerken eğer konuşacağı şeyleri özlü olarak bir kağıda yazarsa daha güzel olacaktır. Çünkü sırası gelince o kağıttan kısaca okuyarak sözünü bitir­miş olur.

13- Toplantı esnasında İslam'ın genel adaplarına son derece riayet edilerek hiç kimse bir başkasını yaralayıcı veya gıybet edici şekilde ko­nuşmamalıdır. Eğer herhangi bir konuşmacıdan bu gibi uygunsuz kelime­ler çıkmış ise oradakiler hemen gadaba gelerek her biri bir taraftan ko­nuşmacıya hakaret etmemelidir.

Şurası muhakkak ki, dava her türlü şahsi menfaatin ve hesapların üzerindedir. Eğer böyle uygun olmayan kelimeler sarfediimiş ise yetkili tarafından en uygun şekilde o hata düzeltilmelidir. Böylece hem hakkın­da konuşulanın hakkı, yetkili tarafından aranmış, hem hata düzeltilmiş, hem de toplantının ahengi bozulmamış olur.

14- Hiç kimse kendi görüşünü kabul ettirmek için ısrar etmemelidir. Yalnız kendi görüşü doğru, başkaları ise hep hatalı anlayışı ile kendi dü­şüncelerini kararlaştırmaya çalışmamalıdır. Bilakis kendi görüşünün ha­talı ve diğerlerinin doğru olabileceğine inanarak kendi görüşü alınmadı diye asla kızmamalıdır. Herkes toplantıda alınan karara göre hareket ede­rek o konudaki diğer görüşleri bırakmalıdır.

15- Toplantılar bir emanettir. Dolayısıyla orada görüşülen konuların bir sır olarak muhafaza edilmesi gerekmektedir. Ancak açıklanması için bir karar alınmış ise onun açıklanmasında bir sakınca yoktur.

16- Toplantıda münakaşalardan dolayı vaktin uzamasına ve huzur­suzluklara meydan verilmesine izin vermemelidir. Eğer ortada gerçekten uzun uzun konuşulması gereken bir durum var ise, onu en uygun şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Çünkü tartışmaların uzaması hem moralleri bo­zar hem de isabetli görüşün ortaya konulmasına engel olur. Onun için böyle uzayabilecek bir konu olursa, gerekirse toplantıya bir müddet ara vermek suretiyle zihinlerin dinlenmesi sağlandıktan sonra tekrar başlanabilir. Böylece toplantının verimi artırılmış olur.

17- Kararlar bazen oylama vasıtasıyla alınabilir. Dolayısıyla her üye bilmelidir ki, her oy bir şehadet ve Allah indinde bir mesuliyettir. Buna göre görüşünü açıklarken ve herhangi bir fikir hakkında oyunu kullanır­ken başta Allah'tan korkmalıdır. Çünkü üyelerin alacağı o karara göre ha­reket edilecektir.

Eğer kararlar yalnız Allah rızası göz önünde bulunarak verilirse İsla-mi hareket ona göre başarılı olacaktır. Onun için herkes herhangi bir ko­nuda oyunu kullanırken çok büyük bir emaneti yerine getirmekte olduğu­nu düşünerek davranmalıdır.

18- Görüşler hakkındaki oy kullanmak kadar kişilerin iş başına geti­rilmesi de Allah indinde büyük bir sorumluluğu gerektirmektedir.

Dolayısıyla cemaat içerisinde herhangi bir şahsı belli bir makama getirirken yalnız ehliyet faktörü göz önünde tutulmalıdır. Bu konuda asla şahsi menfaatlere ve taassuplara yer verilmemelidir. Çünkü davanın men­faati söz konusudur. Öyle ise seçilecek şahıslar sadece o makama ehil ol­dukları ve davanın maslahatı için seçilmelidir.

Bu konuda daha önce zikretmiş olduğumuz şu hadis-i şerifi hatırlat­mak isteriz:

"Kim bir kişiyi kendinden daha ehil biri dururken taassubundan do­layı basa getirirse, o kimse Allah'a, Resulüne ve mü'minlere hıyanet et­miştir. "

19- Toplantı bitmeden önce alınan kararlar bir kere daha gözden ge­çirilerek elde edilen neticeler değerlendirilmelidir. Daha sonraki toplantı­nın zamanı ve yeri tesbit edilerek herkese duyurulmalıdır.

20- Toplantının Resulullah (a.s.)'tan gelmiş olan dualar ile bitirilme­si çok iyi olur.

Son olarak: 'Üyelik ve Liderlik Açısından Davet Yolu' başlıklı bu kısmımızı tecrübelerimizin ışığı altında yazarak Allah'ın kendisini cemaat halinde davaya çalışmakla şereflendirdiği herkese emanet ediyoruz.

İnşaallah hem biz, hem de İslam için çalışan her müslüman bundan faydalanarak bizden sonra gelecek nesillere de bu konuda yardımcı olur­lar.

O nesiller, İslam devletinin kurarak fitnenin yeryüzünden silinmesi­ne vesile olur inşaallah...

Cenab-ı Hak hepimize ihlas ve doğruluk nasib etsin.

İşlerimizde sebat ve başarılı olmamızı temenni ederiz.

Dava yolunda muzaffer ve ahirette de cehennem azabından kurtul­mamızı Cenab-i Allah'tan diliyoruz.

O, duaları en güzel şekilde kabul buyurandır.

Salat ve selam O'nun Resulüne, sahabelere ve tüm inananlara olsun.

Ve son olarak deriz ki, hamd, ancak alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.[251]

 

SEKİZİNCİ KISIM

 

İSLAMİ HAREKETTE VAHDET

 

Müslümanların Birliği Üzerine

 

Hamd, alemlerin Rabbine, selat ve selam peygamberimizin, O'nun çocuklarının ve ashabının üzerine olsun...

Müslümanların birleşmesi ve saflarının birliği onurlu müslümanın en çok dilediği bir idealdir. Aynı zamandı dinimizi bizlere farz kıldığı ve de günümüzde İslam aleminin içinde bulunduğu zor şartların gerekli kıl­dığı dini bir vecibedir.

Birlik kuvvetin sembolüdür. Zafer ve ideale ulaştıran yoldur. Ko­pukluk ve tefrika ise zayıflığın sembolüdür, başarısızlığa ve hezimete gö­türen yoldur.

İslam düşmanları; müslümanlar arasında hizipçilik ve ihtilaf tohum­larını atmak, özellikle de yöneticiler ve halk arasında bütünleşme ve birli­ği önlemek için itina göstermeğe azmetmişlerdir. Bu söylediğimize en açık delil ise içinde bulunduğumuz ortamdır.

Çünkü İslam toplumlarının bir çoğunda gazeteler ve dergilerde dev­let kademelerindeki ihtilaflar ve birbirlerini yalanlamalar görmekteyiz.

Ayrıca da çarpışmalar ve uzun süreli savaşlar görmekteyiz. Halk malı ve canıyla bu felaketlerde kurban edilmektedr. Batı ve doğu, İslam ilkelerini kendi aralarında paylaşmışlar ve bu ülkelerin arasında savaşlar ve fitne çıkarmışlardır. Bunun için doğu ve batı dünyası ayrı ayrı gayret göstermişlerdir.

Böylece doğu ve batının silahlarına rağbet edilip revaç görmesi sağ­lanmış, aynı zamanda bu silahların kendi sorunlarına mağlup olmuş mil­letlerimiz üzerinde denemesine fırsat doğmuştur. Ne yazık ki, yöneticilerden bu büyük tehlikeye karşı uyanık olan ve dikkat eden, halkını bu yıkım ve helaktan koruyan, düşmanların planlarının gerçek yüzünü idrak edenleri görememekteyiz.

Düşmanların gerçekleştirdiği planlarının ilki Siyonist hükümetinin bir kanser mikropu gibi İslam ümmetinin cesedine yerleşmesi ve daha sonra da Camp Davit ittifakı ile ağırlık merkezi olan Mısır'ın diğer Arap ülkeleri tarafından azledilip koparılması sağlanmış ve böylece de Mısır'sız Arap ülkeleri Siyonist düşmana karşı askeri üstünlüğünü yitirmiştir. Bu da, siyonist düşmanın bir Arap ülkesiyle savaşıp başkentine kadar ulaşmasıyla açıkça ortaya çıkmıştır. O ülke de Lübnan'dır. Hiçbir Arap ülkesi bu düşman tecavüzünü engellemeye kalkamamıştır.

Ayrıca bir İran ve Irak arasındaki savaşta Mısır'dan sonra en kuvvet­li iki müslüman devleti yıkıp helak etmek ve Siyonist yahudi hükümetinin güven içinde bu bölgede dileyip arzuladığı gibi atını koşturması için İs­lam düşmanlarının yapmış olduğu planlamaya en güzel örnektir.

Aynı zamanda Fas ve Cezayir arasındaki sahra sorunundan doğmuş savaş, sonra Lübnan'da, Afganistan, Sudan ve diğer İslam ülkelerinde olanlar da bu planın birer parçasıdır. Yarın, başımıza neler getireceğini de bilemiyoruz. Allah'tan selamet vermesini dileriz.

İslam toplumlarının tümü bu ihtilaflardan ve savaşlardan rahatsızdır­lar. Din duygusu bu toplumlarda fazlasıyla vardı ve bu olanlara rağmen oralarında karşılıkla sevgi bağı hala bulunmaktadır.

Buna en açık delil ise Mısır halkının bir çok münasebetle siyonist düşman ile yapılan barışa karşı gelmesi ve kabul etmemesi, bu konuda Arap ve İslam toplumlarının da Mısır halkıyle beraber aynı tavrı takın-masıdır.

Özellikle de ekonomik durumun kötülüğüne rağmen Amerika veya diğerlerine olan bağımlılıktan kurtulmak için toplumun gösterdiği rağbet bunun açık bir göstergesidir.

Bilindiği gibi birlik ve beraberlik için devlet başkanlarının bir araya gelmesi, zirveler düzenlemesi yoluyle gerçekleşmesi için yapılan çalış­maların hepsi de başarısızlıkla geri tepmiştir. Birliğin sağlanması için ça­baların temelden yoğunlaştırılması gerekmektedir.

Bu da İslam ülkelerindeki her bir toplumun kendi fertleri arasında birliğin gerçekleşmesi, sonra bu haklar arasında gerçekleşmesi, daha son­ra da bu halkların hükümetlerinin ihtilaflarını bir kenara iterek birlik ve beraberliğin sağlanması zaruretine mecbur etmesi sonucunda gerçekleşe­bilir.[252]

 

Bir Ülke İçinde Birlik

 

Düşmanların toplumlarımızı parçalamak için yapmış olduğ planlar­dan bazıları şunlardır:

İnsanların koyduğu nazariye ve prensipleri ithal etmeleri, toplumun fertlerinin hükümet koltuğuna ulaşmak için rekabet içinde dağılmalarını sağlayacak olan bu prensipler doğrultusunda partilerin oluşmasıdır.

Bu prensipler İslam şeriatina karşı komünizim, sosyalizim, kavmi­yetçilik, milliyetçilik ve diğer isimlendirmelerle yapılıyor. Bu prensiplere ait partiler oluşturuluyor bunlara ait sloganlar yükseliyor ve partilere ait dergi ve gazeteler çıkarılıyor.

Oysa aynı zaman içinde İslami harekete karşı bütün İslam ve Arap ülkelerinde savaşılıyor, kanuni olarak izin verilmiyor ayrıca çalışmaları engelleniyor, gazete ve dergileri kapatılıyor.

Partilerin yanısıra İslami topluluklar ve cemaatler görmekteyiz. Bun­ların herbirinin hedefleri belirlenmiş, bu hedeflerin gerçekleşmesi için yapılması gerekenler belirtilmiştir.

Bu toplulukların bazıları yardımlaşmaya açık bir uslüp takip eder­ken, bazıları da değişik ihtilaflara sarılmaktadır. Yani ihtilafları ana me­sele haline getirerek güç kazanmaya çalışıyorlar.

Müslüman toplumun çoğunluğunu, bu siyasi partiler veya dini cemi­yetler arasında dağılmış olarak görmekteyiz. Halkın bir bölümü de bun­lardan herhangi biriyle ilgi kurmuyor, kendi içine kapanıyor, aile sorunlarıyla ve yaşam savaşıyla vaktini harcıyor. İşte bu, İslam sancağı altında birleşilmesi için çabalarımızı harcamamız gereken sahadır.

Büyük hedefimiz olan Allah'ın dininin hakim olması, Allah'ın dev­letinin ve hilafetinin gerçekleşmesi için ciddi ve doğru bir çalışma yolun­da gayretlerimizi harcamamız gerekmektedir.

Müslüman her milletin bütünleşmesi ve birliğine ulaştıran yolun ilk ve en önemli adımı İslam itikatının gönüllerde canlandırılması ve imanın kalplere yerleşmesi, müslümanların dinlerinin hakikatinin büyüklüğünü ve eksiksizliğini öğrenmeleridir. İslam, insanları mutlu etmede başarısız­lığı ve iflası açıklanan dünyevi prensiplere ihtiyaç duymadan bizlere yeterlidir.

Çünki İslam dışı bu prensipler, aciz insanların uydurduklarıdır. Ama İslam, alemlerin Rabbi'nin insanlann hayn ve iyiliği olan herşeyi bilen, habri olan Allah'ın koyduğu bir düzendir. Ve de Allah'a karşı adap gere­ği İslam'ı, şu dünyevi prensiplerden herhangi biriyle sadece kıyaslamak dahi caiz değildir.

İman kalpleri müjdelediği zaman, insanları kendi aralarında sevgi ve ülfete, ayrıcalık ve ihtilafları terketmeye iter ve aralarında birliğe davet edenlerin sesine Allah'a itaat ve yakınlaşmak için cevap verilir.

Çünkü Yüce Allah onlara şöyle buyurmaktadır:

"Toptan Allah'ın ipine sanlın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimeti­ni anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da O'anun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi ora­dan kurtardı."[253]

Sonra onlara şöyle buyuruyor;

"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığı düşenler gibi olmayın, büyük azap onlaradır."[254]

İşte bu yol Resulullah (a.s.)'ın takip ettiği, üzerinde yürüdüğü yol­dur. Bu yolda tevhid akidesinin sağlamlaşıp yerleşmesine ve ibadetin sa­dece Allah'a yapılmasına büyük önem vermiş, bunun dışmda kalan putlar ve Allah'tan gayrı ibadet ettikleri her şeyi bir kenara sıyırıp atmıştır.

Bunda sonra gönüller kardeşlik, birlik ve beraberlik için hazır ol­muştur. Bu da Resulullah (a.s.)'ın muhacir ve ensarı birbirlerine kardeş kıldığında açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise üzerine binanın kurulacağı dayınıklı ve kuvvetli bir temelin hazırlanması için atılan en önemli adımdır.

Bundan dolayı da İslami davet sahasında çalışanlara düşen görev, davetin yayılmasında tüm çabalarını harcamaları, imanı canlandırmaları, insanları İslam'ın bayrağı altında toplamaları ve bunun gerçekleşmesi için gerekli bütün meşru şartları, sabır ve dayanıklılıkla beraber yerine getir­meleridir.

Çünkü hedeflenen değişim, Allah'ın değişmeyen sireti dışında bir şe­kilde gerçekleşmiyecektir.

Allah Taala şöyle buyuruyor:

"Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştir­mez."[255]

Onların bu yollarında, resmi veya gayri resmi basın-yayın organları ve diğer fitne öğelerinden karşılaştıkları fesat çalışmaları azimlerini kır­maması gerekmekte ve de yakıcı prensip sahiplerinin yapmış olduğu İs­lam'ı çirkin göstermeleri veya bu yolda çalışanlar üzerinde şüpheler uyandırmaları onları yıldırmamahdır.

Çünkü batıl ne kadar yayılsa da sonuçta mahvolacak ve hakkın, hak­kın nurunun, hakkın kuvvetinin önünde tutunamıyacaktır, dayanamaya­caktır.

Azim olan Allah ne doğru söylüyor:

"Gerçeği batılın başına çarparız ve onun beynini parçalar: Böylece batıl ortadan kalkar."[256]

Allah'ın siretinin daima galip geleceğini ise Yüce Allah buyuruyor:

"Allah, hak ve batıl için şöyle misal verir: Köpük uçup gidir, insan­lara fayda veren ise yerde kalır."[257]

Şu an üzerimize düşen ise; bu fitne ve kararsızlık ortamından etki­lenmeden geçiştirmek, dahası bu ortamı, hikmet, sükûnet ve sonuçta çok büyük sayıda insanların İslam bayrağı altında toplanmasını sağlayacak ve de onları sahte pırıltılarıyla kandıran diğer dünyevi nazariye ve görüşler­den kurtaracak olan ciddi çalışma yapmamızdır.

Böylece batıldan uzaklaşacak ve hakka yönelecekler, fesat yuvala­rından uzaklaşıp, Allah'ın ibadetine ve Allah'ın evlerine alemlerin Rabbi Allah için namaz ve ibadetlerini eda etmeye yöneleceklerdir.

Daha sonra da, birlik ve safların birleşmesi için çalışmaya, ciddi ça­lışmaya yöneleceklerdir.

Allah başarılı kılan ve yardım edendir... [258]

 

İslamı Vahdet Üzerine Araştırıcı Bir Bakış

 

İslam ülkelerinde, İslami çalışma sahasında etkinliklerini yürüten İslami cemaat ve gruplar görmekteyiz. Bunlardan her biri çalışmaları ve fa­aliyetleri için kendilerine özgü bir çerçeve ve program seçmiş olarak or­taya çıkmaktadır.

Böylece bazı konularda birbirlerinin programına aykm veya ters düşmekteler. Bu cemaatlerden bazılarının çalışmalarını itikat ve itikatla ilgili konulara ve itikatin şüphe ve bid'atlerden temizlenmesine hasretlik­lerini görmekteyiz.

Bazıları ise ilme ihtimam göstermekte, peygamberimizin hadisleri­nin incelenmesi ve araştırılmasına yönelmekte, ayrıca bazılarının da ca­miler yaptırma, sünnetin uygulanması, din kültürünün artması gibi konu­lara ihtimam gösterdiklerini görmekteyiz.

Aynı zamanda bazı cemaatler de Allah'a davet işiyle meşgul olup, iyiliğe davet edip kötülükten alıkoymaya -Nehyetmeye- siyasete girme­den müslümanlara iyilik yapmaya ihtimam göstermekteler.

Bir diğeri ise görüşlerini cihad ve düşmana, kuvvetle karşı koyma yönünde yoğunlaştırmaktadır.

Tasavvuf! grupların da zahidliği ön plana çıkardıkları görülmektedir.

Bu arada itikatlarindeki şüphelerden dolayı kendi dışlarında kalanla­ra küfür ve fısk ile hükmederek ayıranlar da var.

Bu ortamda İslam devletinin kurulmasına, hilafetin iadesine, Allah yolunda cihada, din kültürünün artmasına, Allah yoluna davete, ilim, iba­det ve itikada ihtimam göstererek çalışanların varlığı da bir gerçektir.

İşte bu görüntü, bir çok İslam ülkelerinde mevcut olan bir durumdur. Bu görüntü çerçevesinde biz "Müslüman Kardeşler" cemaatinin bakış açısı nedir? Bu ortam doğrultusunda üzerimize düşen görev nedir? Her bir ülkede müslümanları bir çatı altında toplamak için izlememiz gereken yol nedir? Bu sorulara cevap aramalıyız.

Bu görüntünün kendine özgü olumluluk ve olumsuzlukları vardır. Ancak müslüman fertlerin dinlerinin gerektirdiği işlere ihtimam göster­diklerine delalet etmesidir. Bundan dolayı müslümanlar harekete geçmiş­ler, bir araya toplanmışlar, hataların düzeltilmesine, çatlak ve deliklerin kapatılmasına, Allah düşmaları tarafından müslümanların ve İslam'ın ma­ruz kaldığı meydan okuma çalışmalarına karşı koymaya çalışmışlardır. Aslında bu çalışma da gereklidir.

Bu görüntünün olumsuzluğuna gelince, gayretlerin dağılması ve de ehemmiyetini öncülük sırasına göre belli olan hedeflerin gerçekleşmesi için çalışmaların birleşmeme sinde görürüz.

Ayrıca bu toplulukların bazıları, İslam'ın sadece bir bölümüyle ilgi­lenip ihtimam göstermesi, fertlerini İslami davetin gerektirdiği, özellikle de hilafet ve devletin çöküşünden sonra yaşadığı bu aşamanın yapısının gerektirdiği genel ve kapsamlı bir çalışmaya yönelik yeterli derecede ye­tiştirmelerini engellemektedir. Bundan İslam devletinin ve İslam hilafeti­nin kurulması çalışmalarının zaruretini kastediyoruz.

İslami cemaatlerin dağınıklılığının ve düzensiz çalışmalarının olum­suzluklarından biri de; İslami davet sahasında çalışan tecrübe ve maharet kazanmamış gençlerin bazı cemaatleri tehlike ve hatalara maruz bırakma­ları, davet yolunda kendilerinden öncekilerin elde ettiği tecrübe ve ders­lerden istifade etmemeleridir.

Ancak, bu cemaat ve gruplara karşı bizim tutumumuz ve görevimiz ise dinimizin bize öğütlediği sevgi, muhabbet, nasihatleşme takva ve iyi­lik üzerine yardımlaşmak ve de çekişme intiharlarım bir tarafa bırakmak ve birlik için Allah'ın emrini yerine getirmeğe çalışmaktır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, dağılmayın..." [259]

İşte bu, Şehid İmam Hasan el-Benna'nm beşinci konferansının tezin­de anlaşmaya çalıştığı tutumdur.

O şöyle söylemişti:

"Sizlere Müslüman Kardeşler'in, Mısır'daki islam grup ve cemaat­lere karşı tutumunu ortaya koymayı arzuluyorum. Çünkü hayrı sevenle­rin bir çoğu bu grupların bir araya gelmelerini ve bir yaydan atılan ok gibi İslami bir cemiyet altında birleşmesini temenni etmektedir. Bu bü­yük bir emel ve aziz bir gaye olup bu ülkede ıslahı arzulayan herkes bu­nu temenni eder. Müslüman Kardeşler ise çalışma sahalarının değişik olmalarına rağmen bu cemaatleri İslam'in zaferi için çalıyor olarak gör­mekte ve kardeşler, cemaatlerin hepsine başarı temenni etmekteler. Kar­deşlerin programlarından bu cemaatlere yanaşmaya çalıştıkları veya genel bir görüş etrafında toplamaya ve birleştirmeye çalıştığı görülü­yor."

Devanın bulunması için derdi teşhis etmeye çalışırken, İslami toplu­luklarımızın itikatlarında, ibadetlerinde, ahlaklarında, mefhumlarında, he­deflerinde ve tasavvurlarında bir çok illet ve hastalıklara uğradıklarını görmekteyiz. Bu, çeşitli sebeblerin bir sonucudur. Müslümanların dünya'ya ve nimetlerine meyletmeleri, alimlerin topluma yönelik vecibelerini ve yöneticileri sorgulamaları ve nasihat etmeleri gibi sorumluluklarını eda etmede ihmalkar davranmaları bu sebeblerden bazılarıdır. Aynı za­manda düşmanın İslam ülkelerini işgal etmeleri ve toplumlarımızı eritme ve fesat çeşitlerinin her türlüsü hatta Allah'ı inkar yolunu kullanarak savaşmaları da bu sebeblerden biridir. Nasil ki, İslam şeriatını yönetimden uzaklaştırdıkları, yöneticilerden kendi uşaklarını, İslami harekete ve Al­lah'ın davetine çalışanlarla savaşmaları için davetçilerin başlarına musal­lat etmişlerse, aynı şekilde de İslam ülkelerinin geçmişte ve şu anda oldu­ğu gibi batıya veya doğuya bağımlı, fert ve vatanın tahribine yönelik si­yasetlerini uygulayan, Allah için çalışan davetçilerle savaşan diktatörlük yönetimine maruz bırakmışlardır.

Sorumluluğumuz, bir çok kimseden, müslümanların genelinin tutu­mundan ve cehaletlerinden, yıkıcı çalışmaların tesiri altında kalmaların­dan dolayı kabahatli olduğumuzu göstermektedir. Aynı zamanda bu müslümanlara küfür, şirk ve fısk ile hükmetmemiz veya onları kendimizden soyutlamamız yerine, onların mefhumlarını, tasavvurlarını ve düştükleri hata ve bozulmaları düzelmek için ellerinden tutmalıyız. Bu çalışma ise hikmet, güzel nasihat ve güzel alakadan oluşan bir ortamda tamamlanma­lıdır. Ancak bazı kimseler bu kişilere güzel alaka göstermemizden, onladin ihtilafları ve hatalarına razı olduğumuzu zannetmekteler. Oysa bu davranış onların hatalarını düzeltmek için yardımlaşmaya ve nasihatlarin dinlenmesine en uygun üsluptur.

Biz nefislerimizi sabırla, onlardan gelen eziyete tahammül etmekle desteklediğimiz gibi, onları da İslam'a davet ediyoruz. Hatalarını düzelti­riz ve de kötülükle karşılamayız. Onların kötülüğü, bizim onları terk et­memize ve onlara olan davetimizi terk etmemize itmez.

Allah'ın şu buyruğunu yerine getirmek için nasihatte bulunuruz:

"İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav, o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğnu görürsün. Bu, ancak sabredenlere özgüdür. Bu an­cak o büyük hazzı tadanlara özgüdür."[260]

Bu ayetten ve anlamından hareket ederek Şehid İmam Hasan el-Benna bizlere vasiyet ediyor ve diyor ki:

"İnsanlara karşı ağaç gibi olun, ona taş atarlar, o ise onlara meyva ile karşılık verir."

Şüphesiz toplumun geneli kendisinde bulunan faydalı unsurları orta­ya çıkarmaya ve ıslahına çalıştığımız davet sahasıdır. Ortaya çıkarmaya çalıştığımız bu güzel unsurlar, dinin zorunlu kıldığı vecibeler olarak ken­dini hissettirmektedir. O ise İslam devletinin ve hilafetinin kurulması için çalışmanın zaruri olmasıdır. Şayet birden ortaya çıkıp bu sahada bulunan insanlara küfür, şirk veya daha başka bir sıfatla hükmedecek olursak, mutlaka bizlere karşı gelecek ve uzaklaşacaklar ve davet ettiğimiz şeye icabet etmeyeceklerdir. Eğer bizlerden her birimiz, kendi geçmişine bir göz atacak olursa, görür ki, kendisi de bu halkın genelinden bir şahıs idi, daha sonra Allah'ın lütfü ile birisi vesile olup elinden tutmuş ve onu doğ­ru yola, doğru anlayışa ulaştırmıştır. Bundan dolayı şimdi de bizler nasıl başkaları bizlerin ellerimizden tutmuşsa biz de başkalarının ellerinden tutmalıyız.

Nasihat ve kalp kırma arasındaki ya da yapıcı tenkit ve şüpheye dü­şürme arasındaki veya yıkıcı tenkid arasıdaki fark çok açıktır. Bunların her birinin kendine göre üslupları, kanalları ve yönlendirmeleri vardır. Is­lahı ve hayrı arzulayan biri nasihatla yanaşıyor veya yapıcı bir tenkidle dolaysız ve tabii, normal kanallardan yanaşıyor, fakat eziyet etmeyi ve zarar vermeyi isteyen ise şüpheye düşürme üslubunu kullanıyor veya na­sihat şeklinde gösterilen tenkidi, teşhir etme ve yaralama, kalp kırma üs­lubunu kullanarak ve bunu da normal kanallardan uzak durarak gerçek­leştiriyor. Böylece kendisini bilinçli veya bilinçsiz İslam düşmanları ile bir kefeye sokmuş oluyor.

Biz, yolumuza şüphe düşürmeyi, bizleri yaralamayı kendisine alış­kanlık haline getirmiş bu kişilere kötü zanda bulunmak istemiyoruz. On­ları uyarıp tavsiyede bulunuyoruz. Hep beraber İslam adabı ve ahlakına bağlı kalalım diyoruz.

Özellikle Hücurat suresinin ihtiva ettiği, Allah Teala'nın şu buyruğu­na uyalım diyoruz:

"Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın -münafığın- biri size bir ha­ber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fena­lık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz."[261]

Allah Teala'nın buyruklarından biri de şöyledir:

"Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de on­lar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya al­masınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler: Kendi kendinizi ayıp­lamayın: Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, inandıktan sonra yol­dan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalim­lerdir."

Daha sonra da şöyle buyuruyor:

"Ey inananlar, zanın çoğundan sakının. Zira zannın br kısmı gü­nahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın. Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsi­niz. Allah'tan sakının, şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acı­yandır."[262]

Bundan dolayı kaddeşlerimize bu Kur'an adabı ve ilahi programa bağlı kalmayı tavsiye ediyor ve tekrarlıyoruz. Ayrıca bizi bilmeyen, da­vamızdan gafil olanlara karşı yumuşak tavır takınacak bir tabiatta ve müslüman kardeşlerimizden bizlere zülüm edip, günahımıza girecek kişi­lere karşı da bağışlayıcı bir ahlaka sahip olmamız gerektiğini te'kit ediyo­ruz.

Çünkü Rabbimiz bu konuda gerçek müslümanları şöyle tanıtıyor:

"Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever."[263]

Ayrıca bu konuda Rasulullah (a.s.) bizler en güzel örneği teşkil et­mektedir. Öyle sanıyorum Şehid İmam Hasan el-Benna'nın bize göre in­sanların durumunu dört sınıfa ayırıp değerlendirdiği "Davamız Risalesi'nde zikrettiğini kısa olarak hatırlamamız faydalı olacaktır.

O dört sınıf şunlardır:

1. Ya mü'mindir (inanmıştır), davamıza inanmış, söylediklerimizi tasdik etmiş ve prensiplerimizi doğru bulmuştur. Bu kişiyi bizlere katıl­maya ve bizlerle çalışma safhasına geçmeye davet ederiz.

2. Ya kararsız, mütereddittir. O, Hakkın gerçek yüzünü daha göre­memiş ve sözlerimİzdeki ihlas ve faydanın manasıyla tanışmamıştır. Bu kişiye, bizlerle kitaplar aracılığıyle ilişkiye girmesini, bizim hakkımızda yakından veya uzaktan okuyup bilgi edinmesini tavsiye ederiz... inşallah bundan sonra kalbi bizlere itimat edecektir...

3. Ya da menfaatcidir. Harcayacağı gücün kendisine daha büyük bir menfaat olarak döneceğini bilmesinin dışında yardım etmek için güç har­camak istemez. Onu, bu gayrete ganimetten başka birşey yönlendiremez. Ona ne yazık ki, bizler de karşılık olarak verebileceğimiz bir şey yoktur. İhlaslı olursa Allah'ın sevabından başka ve de Allah onda bir hayır görür­se Cennet'ten başka bir şey yoktur. Bizler maddi olarak fakir, makam ve değer olarak gururluyuz. İşimiz, sahip olduğumuz her şey ile fedakarlık ve kendimizi adama, elimizde olan her şeyi bu uğurda harcamaktır. Tek ricamız ve temennimiz ise Allah'ın Cenneti'dir. O Allah ise ne güzel mevla ve ne güzel yardımca ve destekçidir.

4. Ya da şartlanmıştır. Bu kişinin bizim hakkımızdaki değerlendir­mesi olumsuzdur ve hakkımızdaki düşüncelerini bizlere şek ve şüphe ile çevirmiştir. O bizlere simsiyah gösteren bir dürbünün dışında bakamaz. Bizlerden, yaralayıcı ve şüpheci bir konuşma tarzının dışında bahsede­mez. Gururuna kapılma, davranışlarında kötülükten ve evhamlarıyla ya­şamaktan başka bir tutuma yüz çevirir.

Allah'tan bize ve ona hakkı hak olarak göstermesini, hakka tabi ol­makla bizleri nimetlendirmesini ve bizlere batılı da batıl olarak gösterme­sini, batıldan uzaklaşabilme ile nimetlendirmesini, bize ve ona doğru yolu bulmayı ilham etmesini dileriz.

Şayet kabul buyurursa Allah'a dua ediyoruz, şayet sesimize cevap verecek ise ona sesleniyoruz, bu kişi için Allah'a dua ediyoruz. Çünkü O, rica ve isteklere cevap verendir.

Allah, kerim olan Resulüne insanlardan bir sınıf için şunu indirmiş­tir:

"Ya Muhammed! Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin ama Al­lah, dilediğini doğru yola eriştirir."[264]

Bundan dolayı bu sınıftan olan insanı seveceğiz, bizlere katılmasını ve davetimize güvenmesini dileyeceğiz. Bu sınıftan insana karşı sloganı­mız ise daha önceden Resulullah (a.s.)'in bizlere irşad ettiği; "Ya Rabbi, kavmimi bağışla çünkü onlar bilmiyorlar," duasıdır.

Bu tutum, Şehid îmam Hasan el-Benna'nın bizlere yıllarca önce açıkladığı, bizlerin üzerinde yürüdüğümüz ve bağlı olduğumuz tutumdur. Çünkü bu, İslam'ın bizleri davet ettiği davranıştır. Ayrıca müslüman'ı herhangi bir insanın zatından tiksinmez ve uzaklaşmaz, aksine onun faaliyet veya davranış ve fikirlerin, Allah'ın şeriatına muhalif olması halinde ancak ondan yüz çevirebilir.

Müslümamn tek tasası ise o insanın anlayış ve 'davranışlarının Al­lah'ın dini ve Allah'ın emri doğrultusunda istikamet bulması için davet et­mektir. Ancak bize karşı öfkeli olan ve yanlış anlıyanların arasında, Al­lah ve Allah'ın dininin düşmanlarının olduğunu çok iyi biliyoruz. Onlar bu dinin muzaffer olmasını ve Allah'ın, yarattığı bu dünyada söz sahibi olmasını istemezler. Bu insanların tutumları bilinmektedir ve onlardan beklenmiyen, şaşılacak bir davranış değildir.

Bizim üzüldüğümüz şey ise bizi yanlış anlayıp hakkımıza girenlerin dinimizin mensupları olmasıdır. Onlar için sabredeceğiz ve Şehid İmam Hasan el-Benna'nın altıncı konferansta bizlere açıkladığı tutumu, prog­ram olarak benimsiyeceğiz.

Şöyle söylemişti:

"Çekişmelerinin değişik olmasına rağmen bütün Islami gruplara karşı tutumumuz, sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlık tutumudur. Onları seviyor ve yardımlaşıyoruz. Bakış açılarımız arasındaki farkı cid­di olarak gidermeye çalışıyor, sevgi ve yardımlaşma gölgesinde hakkın galip geleceği şekilde değişik fikirleri bir araya getirip kaynaşıyoruz. Bizleri, birbirimizden fıkhı bir görüş veya mezhep ihtilafları uzaklaştıra­maz. Çünkü Allah'ın dini kolaylıktır ve kim bu dinde eksik bulmaya çalı­şırsa ancak mağlup olacaktır. Allah bizleri muvaffak kıldı ve örnek bir adım attık. Zira kalpleri kazanan, akılların itimat ettiği yumuşak bir üs­lup içinde hakkı ortaya koyuyoruz. Öyle sanıyoruz isimlerin, lakapların, şekli olan farkların, nazari engellerin kalkacağı, Muhammedi ordunun saflarını bir araya toplayacağı gün gelecektir. O zaman, dini için çalı­şan kardeş müslümanlardan ve Allah yolunda cihad edenlerden başkası olmıyacaktır.

"Kim Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler."[265]

Görüldüğü gibi İmam el-Benna dini için çalışan kardeş müslümanlar dedi ve Müslüman Kardeşler'den başkası olmıyacak demedi. Bu da İslam kardeşliğinin bütün cemaatleri, aradaki engel ve farklara bakmadan bir araya toplaması demektir.[266]

 

Vahdet İçin Çalışmamız Gereken Hedefler

 

İslami çalışmaların birliği, dini bir vecibe ve uğrunda harekete geçil­mesi gerekli bir zarurettir.

Allah Teala bizleri birliğe davet edip, tefrikadan nehyetmektedir:

"Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sanlın, dağılmayın."

"Şüphesiz mü'minler birbirleriyle kardeştirler."[267]

"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Büyük azap onlaradır."[268]

Ayrıca müslümanların maruz kaldıkları meydan okumalar çok ve elem vericidir. Bütün bunlar için çabaların kenetlenmesini ve bu meydan okumaların önünün kesilmesi için safların birleşmesini gerekli kılmakta­dır. Birlik kuvvetin sembolü ve zafere giden yoldur. Tefrika ise zayıflığın sembolü ve hezimete götüren yoldur.

Bundan dolayı, davet sahasında çalışanlar arasında birliğin gerçek­leşmesi aziz bir idealdir. Bunu, şuurlu her müslüman temenni eder ve ona düşen görev de bunun gerçekleşmesine iştirak etmesidir. Bunun karşılı­ğında Allah'tan ecir ve sevap alacaktır. Ancak, bu birliğin gerçekleşmesi­ni engelleyen ve birlik yolunda zorluklar çıkarılmasına iştirak eden veya İslam için çalışanlar arasında tefrika oluşturmaya uğraşan kişi, kendini Allah'ın azabı ve kızgınlığına arz etmekte, kendisini şüphe ve töhmet or-.tamına atmakta, dahası bu tavrıyla Allah düşmanlanyle bilerek veya bilmeyerek aynı safa geçmektedir.

Allah'ın izni ve yardımıyla bu bölümde analizci bir araştırma ve bu birliğin gerçekleşmesi için programlı bir davet konusunu, aziz ve celil olan Mevla'dan, davet sahasında çalışanların ve diğer müslümanlann bu dini vecibenin gerçekleşmesi için gönüllerini açmasını diliyerek ele ala­cağız.

Muhakkak ki, başarı Allah'tandır.

Takdirimce -Yüce Allah daha iyi bilir- araştırmamızın köklü ve de­rin olması için İslami çalışma sahası etrafında ihtilafların çıktığı sebeb ve şartlan araştırmamız gerekmektedir. Daha sonra bunları değerlendirme­miz ve üzerinde toplanacağımız, etrafında gayretle birleşebileceğimiz yo­lu, birleşenlerin açık bir delil üzerine birleşmesi ve uzaklaşanların da bi­lerek uzaklaşması için açıklamalıyız.

İslam için çalışanlar arasında, ihtilafın çıkmasının mümkün olacağı konulardan biri de her cemaat ve topluluğun gerçekleştirmeye uğraştırdı­ğı hedeflerdir.

İhtilafın çıktığı konulardan biri de İslami anlama ve bundan vuku bulan sapma, hata ve çözülmelerdir. Aynı zamanda da ihtilaf, istenilen hedeflerin gerçekleşmesi için takip edilen yol konusunda ve bunun için kullanılacak münasip vesileler hakkında oluşmaktadır. Bunlar çelişki ve ihtilafların çıkmasının mümkün olduğu en önemli konular olup ayrıca şahsı ikinci planda kalan sebebler olabilir.

Bazı yöneticilerde olan liderlik sevdası veya safların birleşmesini, insanların bir araya toplanmasını engelleyen kalp hastalıkları bu sebeblerden biri olabilir. Belki de İslam düşmanları, İslam cemaatları arasında fırkacılık ve birbirini boğazlamayı sağlayacak, İslam bayrağı altında bir takım topluluklar oluşturmuş olabilirler.

Gelin, ara vermeden, özlenen birlik yolunda ciddi bir adım olarak, zikrettiğimiz meselelerin her birinde hakkın gerçek yüzünün belirmesini diliyerek, konuları analiz ederek ve araştırmalar yaparak ele alalım.

Sözümüze İslam için çalışanların gerçekleştirmeye çalıştığı hedefler ve bu hedeflerin belirlenmesi doğrultusunda çeşitli toplulukların düştük­leri ihtilaflar meselesini ele alarak başlayalım. Böyle olunca araştırmamız daha geniş ve en küçük ayrıntılara el atmış olur. En gerekli iş ise bu top­lulukların oluşması arkasında yatan sebeblerin ortaya çıkması, bunun da, ulaşmak istediğimiz hedeflerin değerlendirilmesi ve önem sırasına göre tertiplenmesine yardım etmesi için toplumun şartlarını ve İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısının iyi bilinmesidir.

Daha önce İslam aleminin uğradığı şartlara, illet, hastalık, zayıflık, dağınıklık ve Allah'ın düşmanları tarafından düzenlenen elem verici hü­cumlara, Allah düşmanlarının müslümanların topraklarını işgal etmeleri ve İslam devleti, hilafetininin çökmesi için tamamlanmış tuzakların sonu­cunda oluşan fikir ve eritme savaşına teşhis edici bir özet olarak işaret et­miştik.

Ayrıca şeriatın, yönetimden uzaklaştırılması ve dünyevi prensiplerin ithal edilmesine değinmiştik. Daha sonra da, düşmanların gayelerini, özellikle de onların İslami ve İslam adına çalışanları kandırmak için te­menni ettiklerinden daha fazlasını uygulamak için doğuya veya batıya bağımlı diktatörlük yönetimine İslam ülkelerinin çoğunluğunun boyun eğdirilmesine değinmiştik.

Bütün bunlara, müslümanların çeşitli beldelerde uğradığı boğazlan­ma, sürgün, misyonerlerin çalışmaları ve bazı İslam ülkelerinde genç ne­sillere, yaratıcıyı tanımamaya yönelik nazariyelerin öğretilmesini de ekli­yoruz. En önemlisi de İslam ümmetinin kalbinde Nil'den Fırat'a kadar ge­nişleme hedefleri olan, Mescidi Aksa'yı yıkıp yerine heykel dikme ve da­ha bir çok fitne ve fesat metotları ve bölgede kaba kuvvetle hakim olma gayretleri olan siyonist devletinin oluşturulmasıdır.

Daha önce zikrettiğimiz gibi, bu ortam ve şu şartlar altında çeşitli gaye ve hedefleri gerçekleştirmek için İslami cemaat ve topluluklar oluş­tu. Bunların çoğu bölgesel ve cüz'i hedefleri gerçekleştirmek için oluşur­ken, bazı cemaatler de evrensel ve köklü hedeflerin gerçekleşmesi için oluştu.

Bahsettiğimiz gibi bu küçük hedefler gerekli ve faydalıdır. Fakat biz safların birleşmesini, insanların bir araya toplanmasını ciddiyet ve sada­katle istemekteyiz.

Kendi kendimize soruyor ve diyoruz ki, acaba bazı cemaatlerin amaç edindikleri cüz'i hedeflerin gerçekleşmesi, evrensel platformda müslümanların durumlarının İslahı için yeterli midir? Irz ve namusların sömürülmelerini ve itilip kakılmalarını engeller mi? Karşılaştıkları desise ve savaşları durdurur mu?

Peygamberimiz (a.s.) içinde bulunduğumuz milletlerin düşmanlıkla üstümüze çullandığı bu halimizi, oburların yemek çanağına üşüşmelerine benzetmekte ve kendisine; bunun müslümanlann o zaman azınlıkta olma­larından mı kaynaklandığını sorduklarında ise: "Değil, aksine o gün siz­ler çok olacaksınız, fakat sel suyunun sürükleyip götürdüğü çör-çöp gibi olacaksınız" demişti. Bu çör-çöplüğün arkasındaki hastalığı da zikretmiş ve bunun, dünya sevgisi ve ölümden korkmak olarak açıkladığı zayıflık ve gevşeklik olduğunu söylemişti.

Gelin hep beraber soralım, ne zaman yabancılar çanağımıza uzan­maktan geri duracaktır? Müslümanların şu küçük hedeflerle uğraşması yeterli midir ve isteğimizi gerçekleştirir mi?

Acaba itikat, ibadet, ilim ve herhangi bir konuya ihtimam gösterme ile yetinmek müslümanların izzetlerine, layık oldukları yere ulaşmaları­na, düşmanların savaş ve hilelerini durdurmaya yeterli olabilir mi?

Ya da mutlaka müslümanlara devletlerini ve hilafetlerini geri getire­cek, düşmanları men edip geri durdurabilecek kuvvetlerini oluşturacak, vatanlarını koruyacak, Filistin ve Mescid-i Aksa olmak üzere gasb edil­miş toprakları kurtarabilecek mi?

Allah'ın dinini yeryüzünde muzaffer kılacak, Allah'ın bu toprakların­da ve Allah'ın yaratıkları arasında İslam için yeni ufuklar açacak eksiksiz bir hedef mi gereklidir.

İşte bu, düşmanların hileleriyle devlet ve hilafetin çöküşünden sonra İslâmi devletin içinde bulunduğu aşamanın yapısının bizlere yüklediği en büyük hedeftir. İşte bu, gerçekleşmesi için İslami davet sahasında çalışan sadakatli herkesin çabalarının kenetlenmesinin gerekli olduğu hedeftir.

Aynı zamanda, bu Şehid İmam Hasan el-Benna'nın 70 yıldan daha fazla bir zaman önce belirttiği ve gerçekleşmesi için Müslüman Kardeşler Cemaatını kurduğu hedeftir. Bu cemaat için üzerine kurulacağı esasları koymuş ve kullanacağı vesileleri belirtmiş, ona Resulullah (a.s.)'ın sire-tinden esinlenerek yolunu çizmiştir. Şu ana kadar da cemaat, Allah'ın yardımı ve başarısıyla bu en büyük hedefin gerçekleşmesi için kendisine çizilmiş yolda yürümektedir.

İhvan -Allah'a hamdolsun- kusursuzluk, günahtan arınmışlığı ilan etmiyor. Kendilerinin dışındakilere tepeden bakmıyor ve diğerlerinden gelen herhangi bir tavsiye veya nasihati reddetmiyor. Aksine üzerinde hemfikir oldukları bu hedef etrafında Allah'ın rızasını gözeten her konuş­ma ve münakaşayı kabul ediyor. Şayet bazıları bundan daha iyi ve eksik­siz bir hedefi biliyorlarsa bize bu hedefin üstünlüğünü ispat ettiklerinde onların davetine icabet ettiğimizi göreceklerdir. Zira tasavvur edilemez ki, Müslüman Kardeşler gibi bir topluluk davet etsin ve Allah'ın dininin zaferi için çalışsın, en zor felaketlere sabretsin, musibetlere tahammül et­sin, kafileler halinde şehidler versin ve de bütün bunlar doğru olmayan, dinin cevherine zıt veya davetin şu anki aşamasının yapısına ters olan bir hedefin gerçekleşmesi için olsun...

Ayrıca îhvan'ın daveti, 70 yıldır uluslararası sahaya yayılmış ve bi­linmektedir. Genelde de sadık İslam Cemaatlerinin güvenini kazanmış ve İslam aleminin meseleleri için faydalı İslami çalışma konularında onlarla yardımlaşmakta ve davet, bu büyük hedefin gerçekleşmesi için yeni ta­raftarlar kazanmaktadır. Bu büyük hedef ise, düşmanların hilelerine ve kurulmasına ihtimal vermeyenlerin şüphelerine rağmen evrensel İslam devletinin ve raşit İslam hilafetinin kurulacağıdır. Biz bunu yakın gör­mekteyiz.

İhvan, kulluk hedeflerinin gerçekleşmesine uğraşan toplulukları küçümsemiyor, onların kıymetlerini ve yapmaya çalıştıklarının faydasını eksik göstermiyor. Fakat bu küçük hedeflerin gerçekleşmesinin, en bü­yük hedefin gerçekleşmesi için hazırlanan genel planın bir parçası olma­sını istiyor. O en büyük hedef de, yeryüzünde Allah'ın dininin hakim ol­masıdır. Bu da yardımlaşma, herkes arasında düzenli iş birliği ve ihtilaf­ların terkedilmesi, topluluklar arasında birbiri üzerinde şüpheler oluştur­mama ve tenkiti bırakmayı gerektiriyor. Çünkü düşmandan gördüğümüz savaş ve şüpheler oluşturacak çalışmalar yeterlidir. Aksine düşmanı birlik ve dayanışma içinde karşılamamız ve Şehid İmam Hasan el-Benna'nın di­linden düşmeyen altın kaideye sarılmamız gerekmektedir.

O da: "ittifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı olarak yardımlaşalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur göre­lim. " sözüdür.

Şöyle görmekteyiz, üzerinde hem fikir olmamız ve gerçekleşmesi için gayretlerin kenetlenmesi gereken Öncelikli hedef, ki bunu asrımızda İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısı müslümanlara yükle­mektedir, o da başında İslam hilafeti olmak üzere evrensel İslam devleti­nin kurulmasıdır. Bunun gerçekleşmesinde ise İslam aleminin uğradığı zahmet, hastalık ve illetlerin son bulması ve kurtuluş olup gerçekleşmesi için çalışmadan geri kalmak büyük günah ve müslümanları fitneye uğrat­maktır.

Bizim böyle bir hedefin gerçekleşmesine ihtimam gösterip meşgul olmamız, İslamı cemaat ve toplulukların gerçekleştirmek için oluştukları küçük hedefleri ihmal etmemiz anlamına gelmemelidir. Aksine düzenli iş birliği ve yardımlaşma olmalı ve daha önce zikrettiğim gibi küçük hedef­lerin gerçekleşmesi, en büyük hedefin gerçekleşmesi için hazırlanan ge­nel planın bir parçası olmalıdır.

Bundan dolayı da Şehid İmam Hasan el-Benna, İhvan'ın davetinin küçük hedefleri en kapsamlı ve eksiksiz bir şekilde, ne çok aşın ne de ge­ri kalmadan, dengeli olarak kapsamasına büyük itina göstermiştir.

İhvan'ın davetinde; itikatın selametine, ibadetin sıhhatine, ahlakın sağlamlığına, düşüncenin kültürlü olmasına, vücudun kuvvetine, davetin ve eğitimin yayılmasına, cihad, siyaset, sosyal ve iktisadi konulara ve de İslam'ın tanıdığı ve kabul ettiği her türlü ıslah sahalarına gerekli ihtimam vardır.[269]

 

Öncelikli Hedeflerimiz

 

Davet sahasında çalışan İslam toplulukları veya cemaatleri arasında yardımlaşma ve birliğin gerçekleşmesini sağlayacak en doğru yola ulaş­mamız için, bu cemaatler arasındaki ihtilaf sebeplerine yönelik analiz ve araştırmamız ile konumuza devam ediyoruz.

Daha önce de zikrettiğimiz gibi, ihtilaf çıkan konuların başında ce­maat ve toplulukların gerçekleştirmeye çalıştıkları hedefler gelmektedir. Açıkladığımız gibi ortada bir takım küçük hedefler ve büyük kapsamlı bir hedef vardır. Bu büyük hedef diğer küçük hedefleri kapsayıp önüne geçen evrensel İslam devletinin ve İslam hilafetinin kurulması hedefidir. Diğer bir ifadeyle Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak hedefidir.

Dediğimiz gibi maslahat, çalışanlar arasında yardımlaşma ve iş birli­ği içinde yaralamadan, şüpheye düşürmeden ve zıtlık olmadan küçük he­defler, kapsamlı genel planın bir tamamlayıcısı olmak durumundadır.

Şimdi, ihtilaf ve çekişmenin başka bir sebebini araştıracağız. O da İslam'ın anlaşılmasıdır.

Esas olan, İslam anlayışımızı peygamberimiz (a.s.)'in getirdiği ve uyguladığı eksiksiz doğru anlayışa dönmemizdir. Özellikle de açıkladığı­mız gibi üzerinde ittifak etmemiz gereken en büyük hedef, yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Bu da İslam devletinin ve hilafetinin düş­mesinden sonraki aşamasının bizlere yüklediği görevdir. İslamı eksik, ha­talı, sapık ve karşılık beklenen bir anlayışla dinin hakim olması için gay­retler harcanması, can ve malların feda edilmesi tasavvur edilemez.

Bilindiği gibi dinde usul ve furu diye iki kısım vardır. Vacip olan usulü intizam edilmesi, ona karşı tarafsız kalınmaması, mübalağa veya aşırılığa gitmeden uyulması gerekmektedir. Fakat dinin furusunda ise "davamız" kitapçığında Şehid İmam Hasan el-Benna'nın da zikrettiği çe­şitli sebeplerden dolayı ihtilafların olması mümkündür.

O, şöyle diyor:

"Biz, dinin furusunda ihtilafların mecburi olması gerekli bir durum ve furulardaki görüşlerde ve mezheplerde çeşitli sebeplerden dolayı bir­leşmemizin mümkün olmadığını biliyoruz..."

Bu sebeplerden biri, hüküm çıkarmada akılların kuvvetliliği veya za­yıflığı, delillerin anlaşılması veya bilinmemesi, manaların derinliğine gi­rilmesi, hakikatlerin birbirlerine bağlanmasıdır. Din ise; ayetler, hadisler ve kesin delillerden "naslardan" ibaret olup akıl ve görüş bunları dil ve din kuralları çerçevesinde açıklar. İnsanların bunlarda farklılıklar arz et­melerinden dolayı da ihtilafın olması kaçınılmazdır.

Mezhep ve görüş ayrılıklarına yol açan sebeplerden biri de: Hadis ve ravilerine güven noktasında, kalben itimat edilmesinde ihtilaf olmasıdır. Görüyoruz ki, şu ravi, şu mezhep imamı için güvenilirdir. Ona itimat eden, ondan gönül rahatlığıyla rivayet alır. Oysa aynı ravinin bir diğer imanın yanında, bildiği herhangi bir şeyden dolayı mecruh yani şüpheli olduğu görülebilir.

Bir diğer sebeb de hüküm çıkarılan delillerin delaletlerinin değerlen­dirilmesinde ihtilaf olmasıdır. Örnek olarak ahad haber dediğimiz ravisi çok az olan hadislerle insanların amel etmesi bir diğer kişinin ise bununla amel edilmesine aynı tutumu göstermemesidir. Ve bunun gibi konulardır.

Daha sonra Allah ondan razı olsun Şehid İmam şöyle diyor:

"Bütün bu sebepler dinin konusunda bir görüş etrafında toplanma­nın gerçekleşmeyecek bir istek olduğu kanısına bizleri vardırmıştır. Bu, dinin yapısına da ters düşmektedir. Allah bu din için baki ve devamlı ol­masını, asırlar geçirmesini, zamanlar geçirmesini ister.

Bundan dolayı da esnektir. Onda donukluk ve aşırı siliklik yoktur. Böyle düşünüyor ve bunun için de bazı fer'i konularda bizlere ters dü­şenleri mazur görüyoruz. Bu ihtilafın hiç bir zaman kalplerin bir birine bağlanmasını, karşılıklı sevgi alışverini ve iyilik için yardımlaşmayı en­gellememesi gerektiğine inanıyoruz.

Zengin İslam manasının en geniş hududları ve içeriğiyle bizleri ve onları kaplamalı ve sarmalıdır. Biz ve onlar müslümanlar değil miyiz, gönüllerimize güven verecek bir hükme uymayı arzulamıyor muyuz?

Kendi nefislerimiz için istediğimizi kardeşlerimiz için de istiyor değil mi­yiz? Niçin onların görüşlerinin bizde değerlendirildiği gibi bizim görüş-lerimiz de onlar tarafından bakılmaya, değrelendirilmeye layık görülmü­yor? Niçin sevgi dolu ve sakin bir ortamda karşılıklı anlaşamıyoruz."

Allah ondan razı olsun, yine şöyle diyor:

"Eğer ihtilaffer'i konuların en meşhur ve açık olanlarından birinde olmuş ise -mesela bir gün içinde beş defa okunan ezan gibi ki bu konuda bir çok nas ve hadis varid olmuştur,- görüş ve hüküm çıkarmaya mecbur olduğumuz diğer meselelerin incelikleri hakkında ne diyebiliriz?

Önemli bir diğer konu da: İnsanlar bir konuda ihtilafa düştüklerin­de halifeye gidiyorlardı ve o, aralarını buluyor, verdiği hüküm ile ihtilafı yok ediyordu. Ancak şu an islam'ın halifesi nerede? Eğer durum böyle ise müslümanlarca en iyi tutum, önce kendilerine bir kadı aramaları, da­ha sonra meseleyi ona açmalarıdır. Şüphesiz ihtilaflarının bir mesnedi yoksa sonuçta daha başka bir ihtilafa yol açmaktan başka birşey olma­yacaktır.

İhvan-ı Müslimin bütün bu hassas konuları biliyor. Onlar muhalif­lerine karşı gönlü en açık insanlar olup her topluluğun bir ilme sahip ol­duğunu, her davette hakkın ve batılın bulunabileceğini kabul ederler. Onlar hakkı araştırırlar ve ona tabi olurlar. Yumuşaklık ve güzellikle düşmanlarının görüşlerini ikna etmeye çalışırlar. Eğer ikna olmazlarsa din kardeşidirler. Allah'tan bizlere ve onlara hidayet dileriz.

Bu, İhvan-ı Müslimun Cemaati'ne Allah'ın dinindeki fer'i konularda muhaliflerine karşı programıdır.

Bunu, İhvan'ın, ihtilafı caiz gördükleri ama belli bir görüş için taas­sup gösterilmesini hoş görmediklerini, hakka ulaşmaya çalıştıklarını, in­sanları buna en güzel sevgi vesileleriyle taşımaya çalıştıkları şeklinde toparlayabiliriz."

Bu, Şehid İmam'ın dinin ayrıntıları üzerine çıkan ihtilaf meselesi hakkındaki açıklamasıdır. Gayretlerin birleşmesi ve yardımlaşma yolun­da bilinen sözü ise şu idi:

"İttifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı olarak yardımla-şalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görelim."

Duyduğumuz şaşırtıcı şey, İhvan'a hücum eden ve sebepsiz onlar hakkında şüpheler oluşturanlardan birinin anlayışıydı. Bu ifadenin makyevelizme ait olduğu ve amacın gerçekleşmesi için her vesileyi makbul saydığını ifade ettiğini söylüyordu. -Allah bizi ve onu affetsin- Bu sözden ihtilafa düştüğümüz değil, ihtilaf ettiğimiz manasını çıkarmış. Bu iki an­layış arasında çok fark vardır.

Şehid İmam Hasan el-Benna fer'i konularda kardeşlerin bir görüş et­rafında toplanmamalarına aksi takdirde bizleri muayyen bir fırka, taife veya mezhebe sürükleyeceğinden büyük itina göstermiştir. Kim bize mu­vafakat ederse bizlerle birleşir, kim de ihtilaf ederse bizden uzaklaşır. Fa­kat cemaatimiz, İslam'ın fer'i meselelerde çeşitli görüş farklılıklarından doğan ihtilafları içermesi gibi geniş kapsamlı olmalıdır. Bu görüşün bir usul kaidesiyle çakışmadığı ve sahibini İslam'dan çıkarmadığı müddetçe geçerlidir. Eğer bir tavsiyede bulunacaksak mümkün oldukça en kuvvetli delile dayanan ve en geçerli görüşü almalıyız.

İslami davet sahasında çalışanların fikir birliğinin öneminden dolayı Şehid İmam bunu, biat edilecek on esastan ilki saymış ve onun için de bu anlayışı hata ve sapmadan koruyacak bir çerçeve gibi saran yirmi madde halinde bir usul tespit etmiştir.

Geçen günler, İslam adına çalışanların fikir birliği için bir temel ola­rak bu yirmi maddelik usulün haklılığnı ispatlamıştır. Bununla beraber İmam el-Benna için günahsızlık, kusursuzluk iddia etmiyoruz. Kim bu esaslardan herhangi birinde İslam'a açıkça bir zıtlık bulursa yaralamadan ve taassubsuz olarak açık delillerle bunu bizimle tartışsın.

İmam el-Benna'nın gösterdiği hikmetten, cemaat saflarında gayretle­ri dağıtan çeşitli fikir ekolları oluşmaksızın bütün İhvan mensuplarının bu anlayış ve tabiat üzere anlayış birliği içinde olması için anlayışı biatin esaslarından biri haline getirmesidir.

Çünkü her insan anlayış olarak neye kani olmuşsa onunla amel edi­yor. Dolayısıyla biata vefa edilmesi de bu anlayışa bağımlı olmayı gerek­tiriyor. Her kardeşimiz de bu anlayışta herhangi bir değişiklik olmadan Allah'la olan biatine vefadan dolayı emin bir bekçidir.

Tekfir fikri hapishanelerde ortaya çıktığında Üstad Hasan el-Hudey-bi'nin -Allah rahmet etsin- bu fikre kucak açmada İsrarlı olanları cemaat­ten ayırması, bu hareket noktasından olmuş ve de "Kadı değil davetçi" isimli bilinen araştırmasının bir çok kimsenin de bu fikirden vazgeçmesi­ne büyük etkisi olmuştur.

Görülen o ki, bazı İslami topluluk ve cemaatler çalışmalarını İs­lam'ın sadece bir sahasında yoğunlaştırmışlardır. Onun anlaşılmasında derinleşmişler belki de bunda aşırılık ve şiddet derecelerine ulaşmışlardır. Oysa aynı zamanda diğer sahalara önem vermeleri gerekirdi.

İslam ve müslümanlar için hayrın gerçekleşmesinde, bu dinin yeryü­zünde hakim olmasında, müslümanların gerçek yerlerini, izzetlerini ve yöneticiliklerini geri almalarında ciddi ve sadık olarak çalıştığımız müd­detçe hepimizin İslam için en doğru ve kapsamlı olan bu anlayışa eksik­siz, dengeli, karşılıksız ve aşırı gitmeden tabi olmamıza hiç bir şey engel olamaz.

İslam düşmanlarını ve yardımcılarının görüntüsünü bozmaya çalıştı­ğı ve böylece zamanımıza uyumsuzluğunu iddia etmeye çalışmalarından sonra bu görüş etrafında insanları toplamayı ve onu tanıtmayı en güzel şekilde gerçekleştirmeye çalışırız.

Daha önce açıkladığımız büyük hedefin gerçekleşmesini sağlayacak eksiksiz bir yardımlaşmanın tamamlanması için doğru ve ihlaslı kişileri feri konulardaki anlayıştan doğan ihtilafları bir kenara bırakmaya davet ediyoruz.

Büyük hedefimiz ise evrensel İslam devletinin kurulması ve Allah'ın dininin yeryüzünde hakim olmasıdır.

Başarı ve yardım ancak Allah'tandır.[270]

 

İslamı Çalışmada Doğru Metod

 

Daha önce söylemiştik, her cemaat ve topluluğun gerçekleşmeye ça­lıştığı hedef veya gayelerin farklılığı ve çelişmesi, bir ülke içinde bu ka­dar çok cemaatlerin oluşmasına sebeb olabilir.

Cemaatlerin çokluğuna yol açabilecek diğer bir sebebe daha değin­miştik. O da İslamı anlamada doğan özellikle de fer-i konuladaki ihtilaf­lar idi. Bu iki durum da bir araya toplanmamıza ve gayretlerin birleşme­sine giden yolu tıkamakta olduğuna değinmiştik. İslam'ın emrettiği ve da­vetin içinde bulunduğu bu aşamanın bizlere yüklediği büyük ve eksiksiz hedef etrafında toplanmak olduğunu ve bu hedefin de başta İslam hilafeti olmak üzere İslam devleti kurulması olduğunu zikretmiştik. Ayrıca İslam için en doğru, eksiksiz, en sağlam anlayış üzerinde toplanmanın zarureti­ne ve de "ittifak ettiğimiz konularda birbirimizle karşılıklı yardımlaşalım, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görelim" ilkesi­ne bağlı olmamızın gerektiğine, İslaimi davet için çalışanlar arasında eleştiri veya ihtilafın olmasına, İslam düşmanlarının meydan okumaları­na, safların ve gayretlerin birleşmesiyle karşı koyulması, zaruretine de değinmiştik.

Şimdi burada davet sahasında çalışanlar arasında en büyük hedef ve en doğru, en sıhhatli görüş etrafında toplandıktan sonra ihtilafa yol aça­cak sebeblerden bir başkasına işaret etmek istiyoruz. O'da İslam devleti­nin kurulması olan şu kapsamlı hedefin gerçekleşmesi için takip edilen çalışma metodu ve programıdır.

Bu konuda bazılarımız fert için bedensel, ruhsal ve kültürel eğitim metodlarına ağırlık vermiş, bunun için bu büyük yapının üzerine kurula­cağı katı prensipler hazırlanmasına çalıştığını ve bu prensibin toplum ya­pısını oluşturma aşamasında en zor ve en önemli şey oluduğunu kabul et­tiklerini görmekteyiz.

Bu arada bazıları da siyaset metotlarını, eğitim metotlarından daha önemli kabul etmiş, nasıl'a değil ne kadar 'a ihtimam gösterip mümkün olduğu kadar çok insanı, eğitimlerine ve hazırlanmalarına dikkat etmeksi­zin kazanmaya itina gösteriyorlar. Belki de onlar bunu yönetime ulaşıla­bilecek en hızlı yol olarak görmekteler. Bu görüş sahipleri yönetime ulaş­tıktan sonra eğitimi daha büyük imkanlarla gerçekleştirmenin mümkün olabileceğini de söylüyorlar.

Bu arada, değişim için askeri darbeler veya buna benzer inkilaplar gibi kuvvet kullanma metodlannı kabul edenler vardır. Onlar bu metodu değişim için diğerlerinden daha etkili bir metod olarak görmektedirler.

Aynı zamanda fesat ve ihtilafın ana sebebinin, tevhid akidesine karşı olan hata ve şüphelerin olduğunu ve bunların bir çok müslümanı İslam'ın temelini teşkil eden bu asıldan uzaklaştırmış olduğunu düşünenler de var­dır. Onlara göre itikat meselelerine aşırı itina göstermek gerekmekte ve meşgul olunması gereken en önemli konu olduğuna inanmaktadırlar. Bu fikirde olanlar çok nadir olarak bu anlayışın dışına çıkarlar.

Şüphesiz büyük hedefin gerçekleşmesi için çalışma programı etra­fında cemaatler arasında oluşan ihtalaflar; gençleri fikir ayrılığına düşür­mektedir. Bunun sonucunda hizipçilik, sürtüşme, şüphe, kalp kırma ve belki de çeşitli cemaatler arasında çatışma veya en azından gayretlerin dağılması ve bütünleşmemesi için Şeytan'a fırsat tanımaktadır.

İslam; bu cemaat ve toplulukların yöneticilerine, arkalarında topla­nan insanların ve onların eneji ve vakitlerinin ve çalışma sahasında İslam adına sarfettikleri her şeyin, İslam ve İslam'ın geleceği için hayrı gerçekleştrmede en doğru yol üzerinde olması için Allah katındaki mesuliyetle­rini hissetmelerini farz kılmaktadır.

Enerji ve ruhların feda edileceği yolun seçilmesi çok önemli ve teh­likeli bir meseledir. Mensuplarını, enerjilerini ve ruhlarını hata, sapıklık veya İslam'a ve İslami çalışmaya zarar veren yola veya haksız yere adam Öldürme gibi bir günahı içeren böyle şeyleri körü körüne teşvik eden her­hangi bir cemaat veya topluluğun sorumlu ya da liderinin Allah katındaki mesuliyeti şüphesiz çok büyüktür.

Hedefin gerçekleşmesi için kullanılan yol ve çalışma metodu, çoğu zaman birbiri ile çelişen, birbirini bozan çeşitli görüş açılarına ve içtihada yol açabilir. En iyisi, bu kişiler arasında, içinde bulunduğumuz aşamanın yapısının bizlere yüklediği hedefin gerçekleşmesini sağlayacak en tercih edilen ve örnek yolda ittifakın tamamlanması için araştırıcı sakin bir mü­nakaşanın olmasıdır. Üzerinde bu münakaşanın yapılacağı temel, Allah rızasına ve nefislerin heva ve hevesten arındırılmasına yönelik ihlas ol­malıdır.

Bu konuya ayrıntılı olarak değindiğimizde, akıl ve mantık, bizleri Resulullah (a.s.)'ın ve ashabının ilk îslam devletini kurmak için takip etti­ği yol ile tanışmamız gereğine çekmektedir. Bundan sonra üzerimize dü­şen görev, en ince ayrıntılarına kadar ondan kesinlikle sapmamaktır. Çünkü aramızda Resulullah (a.s.)'ın yolundan başka bir yol seçecek, O (a.s.)'ndan daha bilgili ve fıkhı daha iyi bilen biri yoktur.

İslami davetin ve Allah için çalışan davetçilerin bugün yaşadıkları şartlar ile ilk davet döneminde yaşanmış şartlar arasında bazı benzerlikle­rin olduğunu açıklamamız faydalı olacaktır. Bu benzerlik, şeriatın yok iken tamamlanması açısından değil, olamaz da. Allah'a hamdolsun İslam kemale ermiştir fakat bu benzerlik davetin hareketi ve insanların davete yakınlık ve uzaklığı açısından şüphesiz İslam başladığı gibi garip olacak­tır. Bundan dolayı da İslami eksiksiz ve en doğru anlayışla anlayanları ve İslam'ın emrettiği çalışma zorluklarına katlananların bu büyük çoğunlu­ğun küçük bir azınlığı olduğunu görürüz.

Aynı zamanda onların İslam düşmanlarından ve müslüman isimle­riyle tanınan uşaklarından eziyet, zulüm ve baskıya maruz kaldıklarını görmekteyiz. Doğuda veya batıda İslam düşmanları, her türlü hile ve sa­vaş çeşitleriyle İslam ve müslümanlara tuzaklar kurmaktalar. Oysa müslümanları, İslam düşmanlarından gördükleri bu çetin savaştan koruyacak ne bir devletleri, ne de bir koruyucuları vardır.

Bu benzerlikler Resulullah (a.s.) ve ashabının Allah'ın dinini hakim kılmak, devletini kurmak ve tebliğ için çalıştığı yolu takip etmemizi ge­rektirmektedir.

Resulullah (a.s.)'ın siretine dönersek, Hz. Peygamber'in itina göster­diği ilk şeyin tevhid akidesinin şirk pisliğinden temizlenmesi olduğunu görürüz. Çünkü bu iş müslüman ferdin şahsiyetinin yapısının temelidir. Bundan sonra yapının geri kalanı, aile, sonra toplum, daha sonra da hükümet ve en son olarak devlet aşamaları gelecektir. Resulullah (a.s.) eği­timde itikat erlerinin ve davet askerlerinin hazırlanmasına özen göstermiş ve bu esnada Kur'an ayetleri, Allah'a ve ahiret gününe iman ve tevhid akidesinin saflaşması meselelerine itina göstermiştir. Daha sonra da yön­lendirme, cahiliyet döneminin adetlerinden temizlenmesi ve faziletli İs­lam ahlakiyle süslenmesi, güzelleşmesi dönemine özen göstermiştir.

Sabır için tavsiyeler, hakkın gözetilmesiyle ve hak ile batıl arasında­ki savaş için gönüllerin hazırlanmasıyla beraber idi bütün bunlar. İki akabe bey'atında da peygamberimizin, hazır olanlardan Medine'ye gelmesi halinde kendisini koruyacaklarına dair söz almak istediğinde bunlar açık olarak ortaya çıkmıştır.

Müslümanların bu dönemde eziyet, işkence ve öldürülmeye maruz kaldığını görüyoruz. Fakat Resulullah (a.s.) onlara sabrı tavsiye ediyor, onları zafer ve Cennetle müjdeliyordu. Asla bu eziyete kuvvetle karşılık vermelerini istemiyordu. Mesela onlara Ebu Cehil'i öldürmelerini veya münkerin izale edilmesi gerekçesiyle tapılan putların yıkılmasını emret­medi. Çünkü eğer böyle bir şey olacak olursa müşrikler galeyana gele­cek, bu kızgınlıkları İslami davetin ve fertlerinin Önlerini kesebilecekti. Çünkü davet henüz zayıf ve belli sayıdaydı ve böyle mahdud hareketlerle ne münker ne de şirk sona ermiyecekti.

Bu dönemde Resulullah (a.s.)'ın programı, üzerine yapının kurulaca­ğı kuvvetli cevherlerin hazırlanması şeklindeydi. Onları Kur'an sofrasın­da ve Erkam'ın evinde kendi okulunda terbiye edip eğitti. Aynı zamanda kendisi de bu ağır emaneti taşımasına yardım edecek olan takvaya sahip olabilmesi için Allah'ın gece ibadetleriyle yönlendirmesine maruz kalı­yordu.

"Ey örtüsüne bürünen Muhammedi Gecenin yarısında istersen bi­raz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz."[271]

İşte bu, davet için çalışmanın güçlüklerini, yolun zorluklarını karşı­lamak, Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabının Allah'ın davetini ve tebliğini her türlü baskı ve eziyete rağmen insanlara yaymaya devam etmesi için gerekli olan hazırlıktır. İşte efendimiz Mus'ab bin Ümeyr Medine'ye gidi­yor ve Medine'nin evlerinin çoğunluğu ferdi davet metoduyla İslam'a girinceye kadar hiç bir gayretini esirgemiyor.

Müslümanların Medine'ye hicret etmelerinden sonra Resulullah (a.s.) ve Allah ondan razı olsun Hz. Ebu Bekir (r.a.) hicret ettiler.

Peygamberimizin ilk özen gösterdiği şey, değerli insanlar yetiştir­mek ve kuvvetli bir İslam temeli oluşturmak için ana müessese sayılan cami inşa etmek olmuştur.

Bundan sonra ilk esaslı adım gelmiştir. O da Allah için itikat ve kar­deşliğin birbirine bağlanmasıdır. Bunun en belirgin örneği muhacirler ile ensar arasında kardeşliğin kurulmasıdır.

Kur'anı Kerim bu kardeşliği Allah Teala'nın buyruğunca şöyle kay­detmiştir:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleş­tirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içide bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsin temahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir."[272]

Ayrıca Resulullah (a.s.) Allah'ın:

"Ey inananlar! Onlara karşı gücü­nüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın"[273] emrine ica­bet olarak eğitim alıştırmalarına, okçuluk, yüzme ve ata binmeye teşvik ediyordu. Daha sonra Yüce Allah (c.c.) Bedir'de müslümaların kuvvetli taraf olmalarını, asıl niyetlerinin saldırganlık değil caydırıcılık olmasına rağmen savaşın olmasını istedi ve müslümanlar için birbirine bağlı, karşı­lıklı sevgi duyulan kuvvetli bir iman temeli oluştuktan sonra cihad bayra­ğı açıldı. Bunun üzerine Allah'ın zaferi de iniyordu.

Allah Teala'nın bu konuda buyruğu şöyle nazil oldu:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerne savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir."[274]

Bu özet sunuşla, ilk İslam devletinin kurulması için gerekli değişik­liğin oluşmasını sağlayan esasların, iman ve itikat kuvveti, sonra birlik ve kardeşlik kuvveti, daha sonra da bilek (fizik) ve silah kuvveti olduğunu ve bu tertip üzere seyrettiğini anlıyoruz.

Şüphesiz bu üç kuvvetin gerçekleşmesinde veya herhangi birinde eksiklik ya da geri kalma, kurulacak binanın dayanıklılığına, kuvvetine ve istikrarına olumsuz etki yapar.

İtikat ve iman kuvveti sağlam bir temel olup üzerine binanın kurula­cağı cevherde gerçekleşmesi gereken itici bir kuvvettir.

Birlik ve kardeşliğin kuvveti ise düşmanın sızabileceği bir delik ve çatlak bulamayacağı, birbirini sıkıştırıp destekleyen tuğlalardan örülmüş bir duvar gibi olmaları için fertleri birbirine bağlayan kuvvettir.

Bu nedenle cihada çıktıklarında Allah Taala'anın şu haberine muhatab olurlar:

"Doğrusu Allah, kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi sıra ha­linde savaşanları sever."[275]

Aynı zamanda, bu kuvvetlerin dizilişinde ve bu tertip üzere gerçek­leştirilmesindeki herhangi bir aksaklık, sonuçları şüpheli kılar ve binanın oluşmasına itimatsızlık doğurur. Şayet bina kurulsa bile dayanıklılığına ve istikrarına güvenilemez.

Ayrıca karşılıklı kardeşlik ve sevgiden, bu sevgi, bu kardeşlik ve he­yecana yol açan sadık bir iman oluşmadan da hedefler tam olarak gerçek­leşemez.

Müslümanlar arasında birlik ve kardeşlik gerçekleşmeden önce bilek (fizik) ve silah kuvvetinin kullanılması, bu silahla birbirlerini dahi vura­bilecek şekilde aralarında ihtilafa yol açabilecektir. Bu da yok olmalarına ve kaybolmalarına sebeb olabilir. Eğer itikat ve iman kuvveti gerçekleş­mezse, durum semavi sadık bir itikat değil, bünyevi bir prensip için çalı­şan herhangi bir cemaatin temsil edilmesi gibi olur. Böyle bir cemaatten bir hayır beklenemez.

Resulullah (a.s.)'ın takip ettiği, Allah'ın hikmeti ve yardımıyle hede­fin gerçekleşmesine ve İslam devletinin kurulmasına ulaştığı yolun sela­metini bu şekilde görmekteyiz. Bu, tam bir dikkat ve ondan sapmaksızın uymamız gereken yoldur.[276]

 

Bazı Cemaatlerin Yanlışları Üzerine

 

Resulullah (a.s.)'ın ilk İslam devletinin kuruluşunda takip ettiği ilke­ler vardı. İslamı sağlam bir temel oluşturulmasını ilke edindiği progra­mında şu üç esas bulunuyordu:

İtikat ve iman kuvveti, kardeşlik ve birlik kuvveti, bilek (fizik) ve si­lah kuvvetini oluşturmaktı.

İş O (a.s.)'nun ilk müslümanları bu üçlü kuvvet üzere terbiye edip eğittiğini ve O'nun okulundan, Allah'a vaad ettiklerine sadık kalan insan­ların mezun olduğunu, bu insanların omuzlarında ilk İslam devletinin ku­rulduğunu, Arap yarımadasının put ve şirkten onların sayesinde temizlen­diğini, İran'ın fethedildiğini, yahudilerin sürüldüğünü, karanlığın dağılıp nurun her yanı sardığını görüyoruz.

Şimdi bazı cemaatlerin ideal ve örnek metot olduğu için tercih ettiği bazı metod ve programlarını tartışmaya açmak istiyoruz.[277]

 

Siyaseti Eğitime Tercih Edenler

 

Siyaset sahasında çalışmayı, eğitim sahasında çalışmaya tercih eden­ler; sayıya ve ne kadar kelimesine; seviye ve kaliteye gösterdikleri itina­dan daha çok özen gösteriyorlar. Temelin genişliği onları dayanıklılığın­dan ve kuvvetinden daha çok hoşnut etmekte ve ilgilendirmektedir. Böy­le bir metod görünüşte bir kazanç elde edebilir, belki de yönetime daha kısa bir zaman içinde ulaşabilir. Fakat bu yöntemin tehlikeleri vardır. Temel gevşek olur ve sağlam olmaz ise devleti yönetenler bu işin ehli olma­yacaklardır.

Çünkü gerekli hazırlık ve eğitimden yeterli nasiplerini almamışlar­dır. Böylece çökmeye ve İslam düşmanları ve uşaklarının baskılan sonu­cunda dayanıksızlığa maruz kalırlar. Bu tür cemaat yöneticileri eğer bir resmi kurumda görevlendirilmişlerse, bazen tabiat olarak değişmelerin­den veya zayıflıklarından uygulamada kötü örnek olurlar. Onlar yönetici koltuğunda hazırlıksız ve eğitimsizliklerinden dolayı düşmanlar tarafın­dan bulundurulurlar.

Oysa yönetim emaneti ağırdır, üstesinden de sadece bu işi kendine sindirip fesattan arınıp, yönetim koltuğunun kendisini bozarak zulme dü­şüremeyecek karekterde olanlar yapabilirler. Batıl kuvvet önünde zayıf düşmeyecek ve İslam'ın emrettiği herhangi bir tutumdan taviz vermeye­cek bir şekilde kuvvetli hazırlık yapmış olanlar bu görevlere gelebilir.

Toplum binasının inşası, ilk taşından itibaren fazla vakit alsa da sağ­lam olarak kurulması kısa bir zamanda zayıf olarak yükselmesinden daha hayırlıdır. Aksi taktirde çözülecek, dayanamıyacak ve çökecektir.

Siyaset sahasını, eğitim sahasına tercih eden bu programın olumsuz­luklarından biri de, halk eğer İslami bir topluma hazır hale getirilmemiş­se, uygulamada karşılaşılacak sorunlardır. Bunun gibi zayıf bir temelin, dünyevi prensip sahibi partilerden herhangi bir partinin reklamıyla etki­lenmesi ya da para veya başka bir yöntemle kendilerine çekmesi müm­kündür. Oysa İslami akım, bunu yapamaz.

Herhangi bir topluluğun kuvvetinin Ölçüsü, genel seçimlerde oyları­nı ona verenlerin sayısıyle ölçülemez. Kendini ona feda etmeye hazır olanların, zor şartlarda ve düşmanlara karşı koymada onunla beraber olanların sayıları ile ölçülür. Bu tür insanlar hareketi kuvvetlendirir ve apmasından korur.

Bütün bunlar, eğitim meselesine ihtimam gösterip siyasi sahayı ih­mal edenlerin, onu diğer prensip sahiplerine bütün genişliğiyle terk ettik­leri manasına gelmez. Onlar bu konuyu da dikkatli adımlarla ve bir yapı­nın temelini oluşturan eğitimi engellemiyecek şekilde bir denge içinde ele alıyorlar.

Eğitim meselesine büyük önem verenlerin bütün toplumun genelini kuvvetli şahsiyetlere çevireceğini çok az insan anlayabiliyor. Çünkü bu çok zor, zamanı kolay kolay tamamlanmayacak kadar uzayan bir iştir.

Ancak üstünde istikrarlı olarak binanın yükseleceği sağlam bir temel gibi üzerine toplum yapısının kurulacağı bir inşaattaki beton temel ve beton direkler gibi şahsiyetlerden hazırlanması gerekmektedir. Toplumun gene­li ise bu direkler arasındaki boşlukları dolduran tuğlalar konumundadır.[278]

 

Şiddet Yöntemini Tercih Edenler

 

Bundan sonra, değişiklik meselesinde eğitime, diğer bir ifadeyle üs­tünde istikrarlı ve dayanıklı olacak bir yapının kurulacağı sağlam bir te­melin hazırlanmasına ihtimam göstermeksizin kuvvet kulanılması meto­dunu savunanların metodu üzerindeki düşüncelerimizi açıklamağa geçi­yoruz:

Yaşadığımız tecrübe, bir binanan inşasına en üstten başlanılmıyaca-ğını gösteriyor. Üzerine toplum yapısının kurulacağı temel oluşturulmak­sızın değişikliğin askeri inkilaplar yoluyla ve kuvvet ile tamamlanması buna örnektir.

Binanın en alttan yani temelden başlayıp sonra kademe kademe yük­selmesi gerekmektedir. Bundan dolayı da yönetim olarak Allah'ın şeriatinin uygunluğuna herkesin inandığı, bunda ısrar ettiği ve bunu istiyenlerle beraber olduğu ve bunun dışındaki kanunları kabul etmeyecek bir şekilde müslüman fert, müslüman aile ve müslüman toplumdan oluşan bir temel gerekmektedir.

Ayrıca temel oluşturulmadan askeri inkilaplar yoluyla tamamlanan değişimlerin başka bir kuvvet tarafından daha önceden yeterli hazırlık ya­pılmamış olunacağından karşıt bir inkilaba maruz kalması ve de toplum temelinde bu yeni inkilabın çoğunluk tarafından kabul görmesi de müm­kündür.

Daha önce açıkladığımız gibi iman ve itikat kuvveti, sonra da birlik ve kardeşlik kuvveti gerçekleşmeden bilek ve silah kuvvetinin kullanıl­ması, kuvvetli bir birlik ve sağlam bir iman oluşmadığından silahlarını aralarında vuku bulacak herhangi bir ihtilaf yüzünden birbirlerine çevire­bilirler. Bu konuda bir takım örneklere de değinmiştik.

Oysa iman etmek, namusların çiğnenmesi ve kan dökülmesi gibi şe­riatın kabul etmediği konularda silah kuvvetinin kullanılmasını engeller. Birlik kuvveti de, topluluk fertleri arasında silahın birbirlerine kullanıl­masını engeller

Davet yolunda çalışan bizler, gençlerin cihad için duygu ve heyecan olarak hazır olduklarını, Allah yolunda gayret harcama ve canlarını fede etmeye aday olduklarını, şehidliğe olan arzularını inkar etmiyoruz. Bu heyecanı durdurmak veya gençlerin gönlünde bu heyecanı öldürmek iste­yenlerden de değiliz. Aksine biz bu heyecanın kontrol edilebilecek dü­zenli ve basiretli bir heyecan olmasını istiyor, sorumsuz, fayda vermeyip zarar veren, yıkıcı çalışmalara alet olan ahmakça bir heyecan olmasını is­temiyoruz.

Biz, İslami davet sahasında çalışanlardan çalışma metodunda bize ne kadar ters düşerse düşsün, bazen de bize karşı kötü davranışlarda bulunan herhangi birinin niyetini töhmet altına da kalmak istemiyoruz. Biz, za­man olarak uzun ve derinlemesine araştırıcı bir bakışı tavsiye ediyor, yü­zeysel, vakitli veya belli bir zamanı içeren bakışa karşı uyarıyoruz. Çün­kü dava çok büyüktür.

Kendine özgü bir çok uzantıları ve ileriye yönelik tesirleri vardır. Onda ileri atılmak, ileri gitmek veya karşı tepki göstermek doğru olmaz. Onda zayıflık gösterip boyun eğmek, gecikmek ve geri kalmak da doğru değildir.

Biz gençlerin ruhlarının ve enerjilerinin ilerleme ve sağlam bir bina­yı gerçekleştiren etkili ve doğru yol dışında heder olmasını istemiyoruz.

Gençlerin bazıları çoğu zaman hata ediyorlar ve davet yolunda onla­rı geçmiş, yaşça onların önünde bulunan kimselere, yaşadıkları şiddetli zorluklar ve yaşlarının ilerlemesinden sıhhatlerinin zayıflaması ve daha başka aslı olmayan hatalı düşüncelerden dolayı bitkinlik ve zayıflık gel­diğini ve cihadı ihmal edip unuttuklarını sanıyorlar.

Eğer bizim neslimizden bir çok kişide, gençlerin çoğunda olmayan şahadet arzusunu ve heyecanını gördüğümüzü söyleyecek olursak sanırız aşırı gitmiş olmayız. Fakat bizim bu heyecanımızı ve arzumuzu hikmet, davet yolunda kazandığımız tecrübe ve Resulullah (a.s.)'ın siretinden ve O'nun davetteki hareket üslûbundun istifade ettiğimiz bilgimiz, kontrol etmektedir.

Ayrıca davet erinin yaşı, senelerin adediyle ölçülmez. Aksine ruhu ve kalbiyle ölçülür. Şüphesiz onun saçı-başı ağarmış fakat kalbi ihtiyarla­mamış bir gençtir.

Bunu Allah rahmet etsin Essafi en-Necefı'nin şiirinden şu iki beyit ifade ediyor:

"Yaşım ruhumla, yaşadığım senelerin adediyle değil.

Şüphesiz yarın doksanla alay ederim.

Ömrüm yetmişe hızla koşuyor.

Ve ruhum ise yirmi yaşa çakılmış kalmış."

Belki de şahsen ben, birinci beyitin ikinci satın hariç, bu iki beyiti temsil ediyorum.

Hikmetin, kuvvetle itidal, denge ve devamlılık içinde birleşmesi için yaşlıların hikmetinin, gençlerin heyecan ve arzularıyla kenetlenmesini is­tiyoruz.

Biz sıçrama veya kısa vadeli fevriliklerle yükselen, sonra da sönen hareketlerin hayrına inanmıyoruz.

Tecrübeler bize, şiddetli heyecan ve arzunun çoğu zaman sahibinin imanının kuvvetine delalet etmediğini öğretmiştir. Çoğu zaman devamlı­lığının kısa olduğuna işaret ediyor. Onlar bu heyecan ve arzusuyle yolu kısaltacaklarını ve sonra rahat edeceklerini sanıyorlar. Bu ise peşinde koştuğumuz misyonumuzun yapısıyla çelişmektedir. Daha uzun vakite, dayanıklı bir ruha, sabra, tahammüle, ihtimallere ve sebata, gayret ve fedakarlıkların gösterilmesine ihtiyaç vardır.

Toplum yapısındaki değişikliğin kuvvetle olmasını hedefleyen görüş sahipleri, askeri inkilaplar tamamlanırken inkilaplar yönetimde senelerce kalıyor ve bu arada prensiplerini toplumlarına uyguladıklarını ve kabul ettirmeye çalıştıklarını görüyoruz. O halde biz niçin onlar gibi olmuyoruz diyorlar.

Cevap olarak diyoruz ki, eğer bakışınızı derinleştirirseniz, bu inkilapların hepsi olmasa da çoğunluğunun, batıdan veya doğudan yabancı güçlerin rolünü yerine getirmek için onlar tarafından desteklendiğini gö­rürsünüz.

Biz, davet sahasında çalışanların dayandığı kuvvetin, kuvvetleri ve­ren Allah'ın kuvveti olduğuna inanıyoruz. Fakat Allah bize en doğru metodlara sarılmamızı emrediyor. Bu da her şeyden önce Resulullah (a.s.)'ın daha önceden yaptığı gibi binanın kurulacağı kuvvetli İslami bir temelin hazırlanmasıdır.

İş sahalarından herhangi birinde çalışanlar, mesela tıp veya ziraat ya da sanayi dalında çalışanların hiç birisi sıfırdan başlamıyor. Aksine on­lardan öncekilerin tecrübe ve maharetlerinden istifade ediyor ve çalışma­larını bunun üzerine inşa ediyor, sabıklarının tecrübe ve çalışmalarının kıymetini biliyorlar. İslami davet sahasının çalışma alanlarından geçmiş tecrübelerden istifade edilmesi ise bunu daha da gerekli kılıyor.

Buna, İslam'ın davet ettiği birlik, gayretlerin birleşmesi, parçalanmamayı ve tefrikaya düşmemeyi Allah'ın şu emrine uymak için ekliyoruz:

"Toptan Allah'ın ipine sarılıp dağılmayın."

"Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın, büyük azap onlaradır."[279]

 

Kötülüklerin Giderilmesinde En Doğru Yol

 

Geçen sayfalarda toplum yapısındaki değişikliğin gerçekleşmesi ve İslam devletinin kurulması için çalışma metodu etrafında bazı cemaat ve toplulukların ihtilaflarını ele almıştık. Siyasi metodu, eğitim metoduna tercih eden görüşün uygulanmasına değinmiş ve bunun yanlaşlığını ve tehlikesini Rasulullah (a.s.)'ın programına olan zıtlığı ile açıklamıştık.

Aynı zamanda kuvvet veya şiddet kullanılmasını değişim için en iyi yol gören görüşe de değinmiştik. Bunun da hatalı, tehlikeli ve Rasulullah (a.s.)'m programına aykırılığını açıklamıştık.

Bu görüş sahiplerinin söylediği, kendilerini davet yolunda geçmiş ve yaşça ileri olanların zayıf düştükleri ve miskinleştikleri iddiasına da ce­vap vermiştik.

O cevapta şöyle demiştik:

Biz Allah'ın izniyle, cihad ve şehidliğe onlardan daha çok rağbetli­yiz. Elhamdülillah bunu İslami alanda ve gerçek konumlarında destekli­yoruz.

Bazı ülkelerde olan fesat, bozukluk veya Allah için çalışan tebliğci-lerin engellendiği, eziyet gördüğü, işkence edildiği ya da öldürüldüğü bir zamanda, şüphesiz bazı cesaretli gençleri ayaklandırıyor ve bu fesat, fit­neye kuvvetle mukavemet etme çabalarına yönlendiriyor. Fakat biz bütün fesat, eritme ve Allah davetçilerinin eziyet görmesini kabul etmemize rağmen, bu görüntülerden kurtulma yolunun, kuvvet kullanma ve meyha­ne sinema ve buna benzer fesat merkezlerinin kundaklanmasıyla olacağı­nı sanmıyoruz.

Bu asnn kırklı yıllarında bazı meyhaneler "Genç Mısır Partisi" men­supları tarafından kundaklanmış fakat bu hiç bir şeyi değiştirmemiş, belki de bu tür olaylar, bu mekanların hakim yönetim tarafından korunmasına ve olacak herhangi bir zararın karşılanmasına sebeb olmuştur.

1977 yılında Harem caddesinde eğlence yerlerinden birinde yapılan tahribi unutamıyoruz. Daha sonra hükümet hesabına burası yeniden ona­rıldı ve yapıldı, yeni açılışında ise gazetelerde şöyle yazıldı:

"Onu tahrip edip yıkmak istediler, Allah ise ıslah ve tamir ettirdi."

Kötülüğün görüntüleri; içki, kumar, faiz, eğlence, fücur ve diğerleri gibi çok çeşitlidir. Bütün bunlar çirkin bir ağacın meyvalarıdır. Laiklik ve maddecilik ağacı ülkelerimizde köklerini salmış, kötü meyvalarım ver­miş, şeriat yönetimden uzaklaştırmış ve istediği gibi at koşturmuştur.

Bu kötü meyvaların bazılarını kuvvet ve yıkımla izale etmek, toplu­mun bunlardan temizlendirilmesini gerçekleştirmeyecek. Çünkü kötü ağaç hâla ayaktadır ve başka meyvalar verecektir. Oysa önce gönüllerin bu kötü kelimeden, laiklik, dinin devletten ayrılması, maddecilik, ilhad ve diğerlerinden temizlenmesi, onun yerine en güzel olan kelimenin "la ilahe illallah Muhammed Resulullah" kelimesinin yerleşmesini istiyoruz.

İslam'ın din ve devlet olduğunu, Allah kanunlarının uyulmaya en la­yık düzen olduğunu, bizim müslüman bir millet olarak Allah'ın kanunun­dan gayrısına program olarak razı olmayacağımızın anlaşılması gerek­mektedir. Bu gerçekleştiği zaman kötü ağaç bütün kötü meyvalarıyla kö­künden koparılacak ve yerini güzel ağaç, kökleri sağlam, dallan göğe doğru olan ve meyvalannı her an Rabbinin izniyle veren ağaç olacaktır.

Allah rahmet etsin Üstat Hasan el-Hudeybi'nin ifadesi ne güzeldir.

Şöyle demiştir;

"İslam devletini kalplerinizde kurun, o sizin topraklarınıza kurulur."

Şüphesiz bu kötü meyvelerden kurtulmak bunların yayılmasından bir miktarını önler fakat tam olarak yok etme, toplum bünyesinin değiş-tirlmesi tasavvur ve mefhumların İslam'a uyması için düzeltilmesi gerek­lidir. Toprak elverişli hale geldiği zaman, kötü ağacın yetişmesine izin vermez.

Bu tesbitimize delilimiz; Resulullah (a.s.)'ın siretinden daha önce işaret ettiğimiz gibi peygamberimizin hakiki ve sağlam bir İslami temel oluşturulmasından kötülüğü gidermeye veya ortamı değiştirmeye çalış­madığıdır. Yine kendilerine yapılan eziyet ve işkenceye cevap olarak küfrün başlarının öldürülmesine çalışmadı. Putların yıkılıp parçalanması, an­cak hicri sekizinci yılda Allah'ın davetinin Mekke'nin fethine mazhar ol­duktan sonra tamamlanmıştır. Ayrıca hicretin yedinci yılında Resulullah (a.s.) ve ashabı, Kabe'nin etrafında tavaf ettiklerinde Kabe'nin etrafında bir çok put bulunuyordu. Müşrikler tavafın tamamlanması için Mekke'yi onlar için boşaltmışlardı. Bununla beraber Resulullah (a.s.) fırsatı değer­lendirmeyi düşünmemiş, putların parçalanmasını emretmem iştir. Çünkü müslümanların devleti daha yetişme dönemindedir ve müşrikler hala Arap Yarımadası'nda kuvvetlidirler. Fakat Mekke'nin fethinden sonra müslümanların kuvvetleri güçlenmiş ve müşriklerin kuvveti kırılmış, do­layısıyla da hakkın sesi yükselmiştir.

"De ki, hak geldi batıl ortadan kalktı. Zaten batıl ortadan kalkmaya mahkumdur," [280]

Putlar yıkılmış Hz. Bilal'in sesi ezanla Kabe'nin üstünden "Allah'ü ekber, Allah'ü ekber (Allah en büyük)" nidalariyle yükselmiştir. Sonra da Yanmada şirk ve putlardan temizlenmiştir.

Burada Şehid İmam'ın kuvvet kullanılması konusunda söylediği bazı cümleleri nakletmemiz faydalı olacaktır. Beşinci konferansta şöyle diyor:

"Kuvvet, İslam'ın bütün nizamlarında ve kanunlarında alametidir. Kur'an'da apaçık olarak buna şöyle sesleniyor:

"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düş­manı ve sizin düşmanlarınızı yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları ha­zırlayın."[281]

Ve Hz. Peygamber (a.s.) diyor ki:

"Kuvvetli müslüman, zayıf müslümandan daha hayırlıdır."

Dahası kuvvet, duada bile İslam'ın alametidir. O, sükunet ve huşu­nun göstergesidir. Resulullah (a.s.) bunun için özellikle de kendisi için dua ediyor ve bunu ashabına öğretiyor, Rabbine şöyle ricada bulunuyor:

"Allah'ım, üzüntü ve hüzünden sana sığınırım. Acizlik ve tembellik­ten sana sığınırım. Korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım, dinin galebe­sinden ve insanların kahrından sana sığınırım."

Şehid İmam Hasan el-Benna ise şöyle diyor:

"Bu dine, her şeyde alameti kuvvet olan bu dine tabi olmuş bir in­sandan her konuda kuvvetli olmasından başka ne isteyebilirsin? Ihvan'ı Müslimin mensuplarının kuvvetli olmaları, kuvvetle çalışmaları gerek­mektedir. Fakat  İhvanı Müslimin düşünce ve çalışmada yüzeyselliğin on­ları oyalamasına fırsat tanııyacak şekilde düşüncede ve bakış açısında daha derindirler. Bundan dolayı da fikir ve çalışmada yüzeysellikte ken­dilerini korur. Bunun neticelerine ve getirdiklerine kapılmazlar.

Onlar, kuvvetin derecelerinin başında itikat ve iman kuvvetinin gel­diğini, bundan sonra birlik ve bağlılık kuvvetinin geldiğini ve bu ikisin­den sonra da bilek ve silah kuvvetinin geldiğini çok iyi biliyorlar. Bütün bu kuvvetler, bir cemaat için oluşmadıkça, o cemaatı kuvveti ile vasıflan­dırmak doğru olmaz. Eğer bilek ve silah kuvveti kullanılacak olursa, irti­batı çözer, nizamı bozar veya itikatı zayıflatır. İman ateşini söndürür. Bundan dolayı da sonu helak ve yok olmuşluktur."

Sonra diyor ki:

"Bu bir görüştür. Acaba alameti her şeyde kuvvet olan islam her türlü durum ve şartlarda kuvvet kullanılmasını tavsiye ediyor mu? Ya da bunun için sınırlar ve bir takım şartlar koymuş ve kuvveti sınırlı bir yön­lendirmeyle yönlendirmiş mi?"

Bu arada devrime değinip şöyle diyor:

"Devrim, kuvvetin en şiddetli görüntüsüdür, ihvanı Müslimin Cema­atinin buna bıkış açısı çok derin ve dikkatlidir..."

Bundan sonra devam ediyor ve diyor ki:

"Ancak devrimi İhvani Müslimin düşünmüyür ona meyletmiyor. Onun netice ve faydalarına inanmıyorlar..."

Sonra Mısır hükümetini uyarıp şöyle sesleniyor:

"Eğer durum bu minval üzere dâvam eder ve devletin başını çeken­ler acil bir İslah, bu sorunlara hızlı bir çare düşünmezlerse bu, ihvani Müslimin Cemaatı'nın çalışmalarının veya davetinin neticesi olmayan, aksine şartların baskısının ve ortamın gerektirdiği İslah kurumlarının ih­malinden dolayı olan bir devrime yol açacaktır."

Bu şekilde Şehid İmam el-Benna'nın değişiklik için bir vesile olarak devrim yönetimini uzak tutmak istediğini görüyoruz. İhvan her türlü du­rum ve şartlarda yıkım, saldırı ve kuvvet kullanılmasını kabul etmiyor. Bundan dolayı da zayıflık, bitkinlik ve sürat çağında yorgun ve yavaşlı-lıkla itham ediliyor. Gerçekleştirmesi önemsiz olan cüz-i meselelerde şid­det kullanmadığımız için oturmak, takatsizlik, korkaklık ve bunun gibi haksız suçlamalarla itham ediliyor.

Bu ithamlara İmam el-Benna şöyle cevap veriyor:

"Bazı insanlar sizin heyecanlı değil donuk olduğunuzu, bu sürat ça­ğında ağır kaldığınızı sanıyorlar. Bunu, sizdeki azimkarlıkta zayıflık, himmette eksiklik ve cehalet ve hilekarlık olarak değerlendiriyorlar. On­lara su sözü hatırlatın;

"Acele eden geç kalır."

Ayrıca Allah Teala Nebisine (a.s.) davet yolunu öğrettiğinde O'na şöyle dedi:

"Rabbinin yoluna, hikmet ve güzel nasihatle davette bulun.."

Sürat, kabalık, husumet ve kızgınlıkla davette bulunmayın. Bu me-tod, Allah'ın sizlere indirdiği buyruğudur. Onlara İhvan eğer süratin % 99'luk bir basarı sağlayacağını ve hikmetli davetin ise % 100'lük bir ba­şarı kazandıracağını öğrenirlerse eksiksiz bir başarıya sahip olmak için hikmetli fakat ağır ilerleyen daveti tercih ettiklerini herkes anlar."

İhvan'ın ve onların içtihadlarının arasındaki fark budur.

İhvan'ın beklediği ve hazırlandığı gün geldiğinde sükunet ve ağırlık ilerlemelerini durdurmayacak veya zaferlerini göreceklerdir. Dolayısıyla o zaman davetlerini nasıl savunduklarını ve büyük bir gaye etrafında vakarlı bir ölümün nasıl olduğunu öğreneceklerdir.

"Ey Muhammedi -Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir- kesin olarak inanmıyanlar seni hafife almasınlar."[282]

Sizler eğitim davetçilerisiniz. Zaferinizin ana direği bu topluma İs­lam temelini, İslam Öğretilerini ve İslam prensiplerin anlatmak, buna ikna etmek ve her yönden duygularını uyandırmaktır. Bu, bir kaç günde veya bir kaç yılda elde edilemeyecek bir büyük gayedir. Bu, adım adım ilerleyen bir cihad hareketidir. Birbirine bağlı çalışma ve cehalet askerlerine, fakirliğe, kine, hınç ve öfkeye, hayal kısırlığına, akraba ilişkilerinin koparılmasına, savaş ve bir çok asırdan beri her yerde fesada yol açan fırtı­naların temizlenmesi demektir.

İnsanlar bu işin kolayca olabileceğini sanıyorlar. Amacımız ve hede­fimiz çok büyüktür. Bu milletten, bütün doğu milletlerinin yolunda yürü­yerek kenetleneceği örnek bir ümmet oluşturmak istiyoruz. Bu milletler­den bütün insanlığa İslami eğitimlerini verecek, İslam birliğini oluştur­masını istiyoruz.

Bunlar insanların uzak gördüğü, bizim ise Allah'ın kullarına yakın veya uzak farz kıldığı doğrular olarak gördüğümüz görevimizin sınırlarıdır.

"Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Size düpedüz açıkladım, tehdit olun­duğunuz şeyin yakın mı uzak mı olduğunu bilmem."[283]

Sizin için kalplerinize Allah'ın şu sözünü güneşinden yolladığı ışın­dır:

"Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir."[284]

 

Davet Yolu Ve Şartlarıyla Tanışma

 

Günümüzde İslami davetin içinde bulunduğu aşamanın yapısının bizlere yüklediğ genel hedefimizin, Allah'ın toprağında Allah'ın dinini hakim kılacak olan ve müslümanların vatanlarını, ruhlarını ve namusları­nı düşmanların tecavüzlerinden koruyacak olan evrensel İslam devletinin bütün insanlara Allah'ın davetini tebliğ etmek için kurulması olduğunu açıklamıştık. Ayrıca bu büyük hedefin her müslüman erkek ve kadının görevi olduğunu ve ferdi olarak gerçekleşmeyeceğini zikretmiştik. İslami davet sahasında çalışanlar arasında eksiksiz bir yardımlaşmanın olması ve çabaların kenetlenmesi gerekmekte, bunun araştırma, planlama, ol­gunluk ve uyum içinde ayaklanma ve tepkiden uzak olarak gerçekleşmesi lazımdır.

İşte bu, İmam Hasan el-Benna'nın -Allah ona rahmet etsin- dikkat etmeye çalıştığı meseledir. Bundan dolayı müslümanların liderleri ve alimleriyle istişare etmek için bağlantılar kurmuş, fakat onlardan gönlünü ferahlatacak bir tutum bulamamıştır. Sonunda onları Allah'a havale etmiş ve O'ndan yol göstermesini dilemiş, Allah Teala da onu bu büyük hedef ve vecibenin gerçekleşmesi için İhvanı Müslimin Cemaatını kurmaya muvaffak kılmıştır. Sonuçta Rasulullah (a.s.) ve ashabının ilk İslam dev­letini kurmak için takip ettiği yoldan başka yolun olmadığını gördü. O yolda iman meselesine yoğunluk verilmesi, müslümanlardan davet asker­leri ve itikat erleri olacak kuvvetli cevherler yetiştirme, hazırlama daha sonra sevgi, kardeşlik, birlik ve birbirlerini destekleyen sağlam kuvvetli İslami bir temelin gerçekleşmesi meselesine yoğunluk vermiştir. Müslü­manların hakka daveti düşmanların düşmanlıklarından korunması için cihad bayrağını taşımalarına hazırlamıştır.

Eğer İman el-Benna içinde bulunduğu zaman içinde bu hedefin ger­çekleşmesine çalışan bu doğru yolu takip eden bir cemaat bulmuş olsay­dı, şüphesiz bu cemaatle çalışmaktan çekinmez, söz birliğinin gerçekleş­mesi, gayretlerin birleşmesi, çabaların boşa gitmemesi ve dağınıklıktan kurtulmak için gayretlerini bu cemaatın çalışmalarına yönelirdi.

Biz genel olarak her müslümandan, özellikle her gençten İslam dini­ne mensup olmanın manasıyla tanışmasını ve İslam'ın ona yüklediği, içinde bulunduğumuz davet aşamasının gerektirdiği devlet ve hilafetin kurulması olan bu vecibenin gerçekleşmesi için çalışma zaruretini tam olarak bilmesini istiyoruz. Bunun ferdi çalışmalarla gerçekleşmesi için yolun güllerle süslenmiş olmadığını, diken ve zorluklarla dolu olduğunu, bu yolun bu uğurda çalışmasını ölüm kalım meselesi haline getirecek gayret, cihad ve fedakarlık beklediği bilinmelidir. Bu nedenle davet ve tebliğ yolunu seçmede itina göstermeli ve sloganlarla sadece gösteriş için harekete geçilmemelidir.

Davet yolunun sıhhati için o yolda yürümeden önce yolun özellikle­rini tesbit edip ortaya koymak gerekir. İhtiyatlı davranmamız gereken ko­nuların en önemlisi, küçük hedeflerin gerçekleşmesi değil, İslam devleti­nin ve hilafetinin kurulması görevinin gerçekleşmesi üzerine birleşilmesidir. Bundan sonra İslami anlayışımızın Resulullah (a.s.)'ın getirdiği gibi karşılıksız, sapma ve hatadan uzak, temiz, kapsamlı, doğru bir anlayış olduğundan emin olmalıyız. Aynca eğitime ihtimam gösterilmesi, kalpler­de kuvvetli bir imanın oluşturulması ve müslüman fert, müslüman aile ve müslüman toplum örneğinin gerçekleştirilmesi, kardeşlik, sevgi ve cihad için çaba gösterme ve fedakarlık ruhunun oluşturulmasıdır.

Daha önce siyaset metodunun eğitim ve fert, aile ve toplum için iti­nalı oluşum metoduna tercih eden metodun yanlışlığını ortaya koyduk ve değişimin iman ve birlik meselesine özen göstermeden aceleci, gözü ka­palı olarak kuvvete dayanan metodun hatasını da ortaya koyduk. İmam el-Benna'nın kuvvet, devrim, acelecilik ve davet sahasında çalışan cema­atlerin ihtilafa düştükleri diğer bir çok mesele hakkında görüşlerini de açıkladık. Bizim vazifemiz, gençleri parçalanma, dağılma, fikir ayrılığına ve tereddüte yol açan bazı kaygan ve oynak meseleler hakkında uyarmak­tır.

Her gencin üzerine düşen görev, davet yolunu iyi seçmesinden, bu yolun işaret ve izleriyle tanıştıktan sonra zorluklar önünde durmadan ve dönemeçlerde sapmadan bu yol üzerinde seyrine devam edebilmesidir. Bunun için kendini hazırlaması lazımdır. Ona devamlı yenilenen kuvvetli imam, davet yolunun ve işaretlerinin aşikarlığı yardım edecek ve davet yolunda unuttuğunda ona hatırlatmalar, söylendiğinde yardım etmeleri için kardeşleriyle arasındaki kuvvetli ilişkide yardım edecektir. Ve böyle­ce geri kalmaya veya sapmaya maruz kalmayacaktır.

Bir hadisi şerifte "Şüphesiz kurt, sürüden ayrılan koyunu yer" denil­mektedir. Bu doğrultuda Şehid İmam'ın, konuşmasını gençlere şöyle çe­virdiğini görmekteyiz:

"Ey gençler, hepinizi bu sabit temeller ve yüce değerlere davet edi­yoruz. Eğer bizim fikirlerimize inanır, yürüyüşümüze tabi olur, doğru is­lam yolunu bizimle takip eder, bunun dışındaki bütün fikirlerden uzakla­şır, itikadınız için gayret ederseniz, bu sizin için dünyada ve ahirette en hayırlı olandır. Allah ilk asırda sizin geçmişlerinize ne gerçekleştirmişse, inşallah size de onu nasip edecektir. Sizlerden islam sahasında çalı­şan her sadık kişi, azminin karşılığını ve çalışmasının bedelini eğer sadıksa görecektir.

Şayet bir göz atarsanız, şaşkın davetler ve başarısız programlar arasında ızdırap, tereddüt ve yalpalamadan başka bir şey görmeyeceksi­niz. Şüphesiz Allah'ın askeri azınlık veya çoğunluğa bağlı olmadan yürü­yecektir.

"Zafer ancak güçlü ve hakim olan Allah katından olur."[285]

Allah rahmet etsin İmam "Kur'an sancağı altında İhvanı Müslimin" adlı kitapçığında şöyle diyor:

"Şu an bize tabi olmakta geç kalmış ve bugün bizden geri kalan ih-laslı kişiler de yarın bize ilhak olacaklardır. Onları geçen sadıklar ise daha faziletlidirler. Bizim davetimizden takva nedeniyle veya davamızı küçümseyerek ya da davayı basit bulmasından dolayı veya zaferinden ümit kestiğinden dolayı yüz çeviren, hatasının büyüklüğünü gelecek gün­lerde anlayacaktır. Allah batıldan hakkımızı alacak ve batıl yok olacak­tır.

Ey davet için çalışan müslümanlar ve ihlaslı mücahitler, bize gelin.

En doğru yol ve müstakim sırat buradadır. Kuvvet ve gayretlerinizi dağıtmayın.

"Bu, dostdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşüre­cek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."[286]

Her gencin görevi, niyetini alemlerin Rabbi olan Allah rızası için ih-laslı kılması, kalbini her türlü heva ve dünyalık çıkardan arındırması, gu­rur, kibir, riya, liderlik sevdası ve kendini gösterme, makam, mevki sev­gisi ve diğer çeşitli kalp hastalıklarından temizlemesidir.

Ayrıca Allah'ın onu nimetlendirdiği her türlü nimet ve kudretle Al­lah'ın dininin zaferine niyet ve azmini sağlamlaştırmalıdır. Aynı zaman­da her genç açık fikirli olup içine kapalı olmamalı, etrafındaki düşünce ve görüşlerle tanışmalı, itimat edilen takva ve imanlarına güvenilen zikir ehlinden yol göstermesini istiyerek doğruyu yanlıştan ayırabil melidir.

Her gence düşen görevlerden biri de, bir şeyi enine boyuna düşüne­bilmesi ve akıllılıkla tanıması, arzu ve heyecanı ile sonuçsuz tasarruflara gitmemesidir. Çünkü emanetler ağırdır ve davet yolu uzundur. Dayanıklı bir kalbe, sabra ve tahammüle ihtiyaç vardır. Bu yolda aşırılığa, baskıya ve fevri çıkışlara yer yoktur. Resulullah (a.s.) bize;

"Şüphesiz din sağ­lamdır ve onda yumuşakla muamele edin. Zira münbit arazi ne koparıl­mış bir toprak parçası, ne de terkedilmiş bir sırttır."[287]

Her gence düşen diğer bir görev de birleştirici bir öğe olması, tefrikacı bir unsur olmaması, şüpheye düşürecek çalışmalardan ve düşmanın yaydığı şüphe ve iftiralardan etkilenmemesidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Ey inananlar, eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz."[288]

Özellikle İslam vatanının bir çok kısmını kapsayan bu İslami uyanış, İslam düşmanlarını rahatsız etmiştir. Çünkü onlar bu uyanışın hakkından gelmek için gruplar arasında tefrika çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa kendi aralarındaki ihtilaflarına rağmen İslami hareketin durdurulması mümkün değildir. İslami davet sahasında çalışanların en önemli görevleri, durumalara karşı koymaları ve ayrılık içinde değil, birlik içinde olduklarını gös­termeleridir.[289]

 

Yönlendirme Ve Vahdet İçin Nasihatler

 

Cemaatlerin çeşitliliğinin arkasında yatan sebepleri açıklayıp ortaya koymak için anlattıklarımızdan ve bu cemaatler arasında birliğin gerçek­leşmesine özen gösterilmesini izah ettik. Bu çalışmaların, birliği ve gay­retlerin kenetlenmesi için belli vesileler olarak İslami davet sahasında ça­lışanları uymaya davet ettiğimiz bazı faydalı tavsiyeleri bir araya topla­mamız da faydalı olacaktır.

Sadakatla çalışanlara günümüzde İslami davet aşamasının yapısının anlaşılmasına ve bu aşamada davetin müslümanlara yüklediği vecibelerin bilinmesine davet ediyoruz. Bu vecibelerin ilki ve en önemlisi, İslam devletinin ve hilafetinin kurulması olan genel hedefin gerçekleşmesidir. Bununla beraber İslami devletin oluşmasında fazla önemi olmayan küçük hedeflerin etrafında gayretlerin boşa gitmesi yerine, genel hedefin gerçekleşmesi için gayret göstermek lazımdır.

Sadakatle çalışanlar, İslam için halis ve kapsamlı doğru bir anlayışa Resulullah (a.s.)'ın getirdiği gibi bir anlayışa bağımlı olmaya davet ediyo­ruz. Çünkü bu, müslümanların sözlerinin bir yerde toplanmasına, görüş­lerinde birliğin sağlanmasına ve doğru bir anlayışla grup ve hiziplerle ke­netlenmesine yardım edecektir.

Onları davette en doğru yol olan itidal içinde ve kademeli olarak hikmet ve güzel nasihate bağımlılıkla örnek müslüman ferdin, örnek müslüman ailenin ve örnek müslüman toplumun genel yapısının kurul­masına çağırıyoruz. İslam'ın tek çözüm olduğunu söylüyoruz.

Ayrıca müslüman gencin İslam'ın bir mensubu olmasının manasını öğrenmeye ve böylece bu bağımlılığının gereklerini yerine getirmeye, çalışmasında ihlaslı olmaya davet ediyoruz. Çalışmalarını sadece Allah ve Allah'ın daveti için yapmaya, insanın akibetini güven altına alamadığın­dan kişilere bağımlılığın hatasını görmeye çağırıyoruz.

Müslüman gençlerimize, büyüklerinin yol göstermelerini isteyerek, açıklık ve delil üzere gidişatlarını tamamlayabilmeleri için davet yolunda kendilerini geçmiş büyüklerinin tecrübelerinden istifade etmelerini tavsiye ediyoruz. Çünkü vazife çok büyük ve emanet çok ağırdır. Bu emanetin sabra, sabırda üstünlük göstermeye, saldırganlık ve fevrilikten kaçınarak uzun bir dayanıklılığa ihtiyacı vardır.

Bu gençlere, tefrikaya veya davet sahasında çalışanlar arasında çe­kişmeye ya da gençlerin kendileri ve başka müslümanlar arasında ihtilafa sebebiyet verecek her türlü hareketten uzaklaşmalarını tavsiye ediyoruz. Onların üzerlerine düşen görev, kendilerinin dışındakilere kafir, fasık ve­ya daha başka düşüncelerle bakmaktan kaçınmalarıdır... Hataya düşme­melerine ve eksikliklerini gidermeye ihtiyaçları vardır. Müslüman olma­yanlara Allah'ın emrettiği gibi iyilik ve adaletle muamele etmelidirler.

Davet sahasında çalışanlara fer'i konular etrafındaki ihtilaf ve çekiş­melerin birbirinden uzaklaşma ve yardımlaşmayı kesmelerine sebeb ol­mamalıdır. Hepimizin; "İttifak ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görelim" kaidesine sarılmamızı tavsiye ediyoruz.

Aynı zamanda davet sahasında çalışanlara, Allah'ın ilahi davetlerde-ki sünnetine vakıf olmaları uyarısında bulunuyoruz. Allah'ın sünneti ise sıkıntı, meşekkat ve ilahi sınamalardır. Bunlara, musibetler şeklindeki ba­ğış ve ilahi vergiler olarak bakıyoruz. Bundan dolayı dayanıklılık kazan­ma ve eksikleri gidermek açısından olumlulukları görüp elde etmeyi isti­yor ve düşmanların bu zorluk ve felaketler ardında zayıf düşürme, parça­lama ve bölme gibi gerçekleştirmeyi hedeflediği olumsuzlukları ortaya koyup sakınıyoruz.

Davet sahasında çalışanlara tavsiye ettiğimiz en önemli tavsiyeler iman, sevgi, çalışma, genel ve özel hayatlarındaki küçük ve büyük mese­lede Allah'ın şeriatına bağlı olmaları, onların diğerleri için güzel örnek olmaları ve çevresinde İslam'ı uygulamalarıdır.

Yüce manalar ve yüksek değerlerden oluşan bu çerçevede İhvan, İs­lam devletinin binasının kurulmasına katılmayı düşünen, sadıkane çalışan herkese elini uzatıyor. Gönüllerini her türlü nasihata veya İslami çalışmanın ve davetin hayrını hedefleyen yıkıcı tenkide açıyor. Onları engelle­meye veya yollarında şüpheler oluşturmaya çalışanlardan gelen eziyetlere tahammül ediyor. Biz bu batıl ithamları yumuşak ve nazikçe reddetmeye çalışıyoruz.

Şehid İmam bu tür bazı şüpheler oluşturmak için yapılan çalışmalara baş kaldırmış, bunları sakin ve mantıklı bir üslupla ortaya koyup ispatla­mıştır. Aynı zamanda batıl itham üslubunun hatasından ve bunun gerek­tirdiği günahtan sakınarak altıncı konferansın kitapçığında şöyle dediğini görüyoruz:

"İhvan'ın belli bir şahıs veya cemaat kasabına çalıştığını sananlara şu açık sözlerimizle hitab ediyoruz:

Ey insanlar, Allah'tan korkun, bilmediğiniz şeyleri söylemeyin. Al­lah'ın şu sözünü hatırlayın:

"İnanan erkek ve kadınları yapmadıkları bir şeyden ötürü inciten­ler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar."[290]

Resulullah (a.s.)'ın şu hadisini hatırlayın:

"Kıyamet günü en nefret ettiğim ve benim meclisimden en uzak olanlar, söz taşıyanlar, sevenlerin arasını açanlar, insanların ayıplarını kurcalayanlardır."

Kesinlikle bilmelidirler ki, ihvan'ın başkalarına amade olup boyun eğdiği veya kendi programlarıyla ilgisi olmayan programların aleti ol­duğu doğru değildir.

Ayrıca Allah rahmet etsin İmam el-Banna gençlere bir kitapçığında şöyle diyor:

"Ey gençler!

İhvanı Müslimin Cemaati'ni kendilerini İslami ibadetlerden oluşan dar bir daire ile çevirilmiş, bütün dertleri namaz, oruç, zikir ve teşbih olan -dervişler cemaatı- sananlar hata ederler. Çünkü ilk müslümanlar İslami bu şekilde öğrenmemişler, İslam'a bu tarzda inanmamışlardır. Aksine İslam'a itikat, ibadet ve tabiyet olarak, davranış ve tabiyet ola­rak, davranış ve madde olarak, kültür, kanun, hoşgörü ve kuvvet olarak inanmışlardı. Onu kendini hayatın bütün görüntülerine hakim kılan ve dünya hayatını tanzim ettiği gibi ahireî meselesini de düzenleyen eksiksiz bir nizam olarak inanıyorlardı...

Sonra ashabının vasfının ne olduğunu kesin olarak biliyorlardı. O vasıf, geceleri abid, gündüzleri mücahidliktir. Ve bu şekilde olmaya çalı­şıyorlardı. Allah, yardım istenen tek mercidir.

Allah onu cennetine koysun İmam el Benna; "Davet ve Davetçi" kitabçığında İhvan'ın davetinin yapısını ve diğer cemaatlere karşı tutumunu açıkladığını görüyoruz.

Davetimizin yapısını ise şöyle açıklıyor:[291]

 

Davetimizin Yapısı

 

"Her davetin kendine has özellikleri vardır, ihvan'ın davetinin özel­likleri ise, bazılarını gerçekleştirdiğimiz konuların yanında diğer bazıla­rını henüz gerçekleştiremediğimiz konulardır. Allah dilerse başarının tam ve kesin olabilmesi için bu özelliklerin hepsinin gerçekleştiğini gör­meyi arzularız. Bu olumlu özellikler, toplumun iyi olan yapısıdır. Her zaman da olumlu olmaya çalışmışızdır.

Bize düşen vazife, her şeyden önce kendi nefislerimizi pisliklerden arındırmaktır. Davetin özelliklerinden biri, çalışmanın söze uymasıdır. Bizim vazifemiz, inandıklarımızı incelememizdir. Onda yeterlilik vardır ve onun emirlerine eksiksiz uyarız.

Davetin özelliklerinden biri de rabbani olmasıdır. Dolayısıyla Allah ile olan bağlantımızı, gücümüzün yettiği kadar güzel sözlerle dua ve zi­kir ile devam ettirmektir.

İhvan'ın davetinin özelliklerinden bir başkası bir çatı altında topla-nılmasıdır. Dolayasıyla üzerimize düşen daima toplanmamız ve tekrar karşılaşma ve buluşabilmeye özlem duymamız, kardeşlik haklarını his-setmemizdir.

Davetin özelliklerinden biri de bir şeyi yüklenerek götürmek -ideal-ci-, mücadeleci ve savaşçı olmasıdır. Her şeye karşı gönüllerimizi, sabrı­mızı geniş tutmalıyız.

Bunlar davetimizin özetidir. Hepiniz bunları biliyorsunuz. Bütün bunları toplum yapısı ve çalışma bir araya toplar. Bunun için çalışın."[292]

 

Diğer Cemaatlere Karşı Tutumumuz

 

İmam el-Benna diğer İslami cemaatlere karşı tutumunu da şöyle açıklıyor:

"Cemaatlere karşı -davetimizin yapısının gereği- dini, sosyal ve ekonomik alanda zannettiğim kadarıyla bir tutumdur. Bütün bu cemaat­lere hayır temenni ediyor ve başarılar diliyoruz. Eğer hayırlı bir yolda iseler onları izleyin.

Kendi nefislerimizle mücadele etmemizi, başkalarıyla uğraşmamız engellememelidir. Şüphesiz bizim azığa ve savaşa hazırlanmamıza ihtiyacımız var. Ümmetimizin ve ondaki boş meydanların askerlere ve ci­hada ihtiyacı var. Ancak zaman bizim başkalarıyla ilgilenebileceğimiz ve onlarla mücadele edebileceğimiz kadar geniş değildir. Her gurup kendi sahasında çalışıyor, kendi aramızda ve milletimizle aramızda hak­kı gerçekleştirmeye kadar Allah iyilerle beraberdir.

İlerde gruplardan bir gurubun sizlerden bahsettiğini duyacaksınız. Dolayısıyla eğer konuşulanlar hayırlı ise kendi gönlünüzde teşekkür edin ve bu kendi hakkınızdaki gerçeği değiştirip sizi kandırmasın. Eğer konu­şulanlar daha başka tarzda ise bu durumda bunun altında yatan maze­retleri arayın ve zamanın, hakikatleri ortaya çıkarmasını bekleyin.

Bir günaha aynı şekilde bir günahla karşılık vermeyin. Buna karşı­lık cevap vermek için takip ettiğimiz yolumuzda ciddiyetinizi bozmayın.

Aynı zamanda ilerde herhangi bir gurubun, kendisinin nefret ettiği veya çarpıştığı diğer gruplarla ilişki içinde bulunduğumuz için eleştiril­diğimizi duyacaksınız . Bununla ilgilenmeyin, onu yalanlamaya veya is­patlamaya çalışmayın. Çünkü itham edenin bunu ispatlaması, savunanın da delilini ortaya koyması gerekir.

Bu ortaya koyuyor ki, itham eden kişi, ya ciddidir iddiasını ispat eder. İspat etmek istemesi, bu davetin hakikatini öğrenmesine yol aça­caktır. Şayet bu ithamla ve gıybetle sade ve teselli olmak istiyorsa, onun bu tavrı size zarar veremeyecektir. Dolayısıyla ona davette bulunun, Al­lah'tan ona ve bize hidayet ve zafer vermesini dileyin."

Sonra şöyle diyor:

"Herhangi bir topluluğun sizinle irtibat kurmak ve sizin de onlar­dan çalışanlardan ya ciddi veya gayri ciddi olanlarla ilişki kurmamızı istediklerini duyacaksınız. Burada sizlere açıklıkla davetimizin insanlı­ğın gördüğü en yüce davet olduğunu söylemeyi arzuluyorum. Şüphesiz sizler Rasulullah (a.s.)'ın varisleri, Rabbinin Kur'an'ı üzere olan halife­leri ve getirdiği şeriatının koruyucuları, islam'ın bu ağır karanlıktan zayıfladığı, heva ve ortalığı kapladığı bir zamanda, İslam'ın yaşatılması için her şeyini vakfeden yakınlarısınız. Eğer böyle iseniz, o takdirde da­vetiniz, herhangi birine gitmeyip insanların ona sığınıp gelmesini en çok hak edecek bir davettir. Diğerlerine karsı ayrıcalığı vardır. Zira her ha­yır toplayıcıdır, onun dışındakiler ise eksiklikten kurtulamazlar.

O halde görevinize sarılan, programınız üzerine pazarlığa girme­yin. Onu insanlara izzet ve kuvvetle arzedin, bundan sonra kim size bu program doğrultusunda elini uzatırsa, onu sabah netliğinde, fecrin ağar­ması ve gündüz aydınlığında karşılarsınız. Sizinle çalışır, sizin imamını­za inanır ve sizin değerlerinizi uygular. Kim buna karşı gelirse Allah da­ha sonra kendisinin sevdiği ve onların da Allah'ı sevdiği bir kavmi orta­ya çıkarır."[293]

 

Vahdet İslami Bir Sorumluluktur

 

Genel olarak İslami çalışmalar birliği kutlu ideal ve şeriatın emretti­ği bir vecibedir. İslami davetin içinde bulunduğu ve müslümanlann uy­kudan uyandığı, çökmüşlükten kalkıp ilerlemeye başladığı, müslümanla­nn İslam devletinin ve hilafetinin kurulmasına çalışmanın zaruretiyle ye­niden karşılaştığı bu aşamanın gerekli kıldığı bir zarurettir.

İslam düşmanları müslümanların ülkeleriyle her türlü imkan ile sa­vaşmalarından sonra ve İslam devlet ve hilafetini düşürmelerinden, İslam vatanının kalbinde Siyonist yahudi hükümetinin oluşturulmasından sonra İslami daveti öldürdüklerini ve yok ettiklerini, bundan sonra baş kaldıra­mayacağını sandılar.

Ancak Allah, Resulü ve mü'minler bunu kabul etmedi ve yüz çevir­diler. Mısır, Hindistan ve diğer ülkelerdeki çağdaş İslami hareketler güç kazandılar. Bu İslam hareketleri bütün İslam topraklarını kaplamıştır.

Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'te İslami cemaat ve diğer ülkeler­deki İslami cemaatler söz sahibi olmuşlardır. Bunun için İslam ümmeti­nin cesedinde hayatın yeniden canlandığını ve bu İslami uyanışı görüyo­ruz. Cihad ruhunu ve İslam topraklarının çeşitli bölgelerinde İslam düş­manlarının tahakkümünden kurtulmalarını diliyoruz.

Bütün bu şartlar; İslami davet sahasında uluslararası düzeyde veya herhangi bir ülke içinde çalışan sadık davetçilere sağlam bir temel, doğru anlayış ve isabetli bir program üzerine İslam devletinin ve hilafetinin kurulabilmesi için gayretlerin birliğini ve kenetlenmesini zaruri hale getir­miştir.

Şehid İmam el-Benna "İhvanı Müslimin Cemaatı"nı kurarken hedef, anlayış, program ve gidiş yolunu tesbit etmede Allah'ın ona verdiği başa­rıyı, geçen günler ve yaşanmış tecrübeler ispat etmiştir. Allah'ın cenneti ona olsun Resulullah (a.s.)'ın davetteki hareket yoluna bağlı kalmaya bü­yük itina göstermiş, iman meselesine, doğru itikada ve müslüman, mü'min ve mücahid ferdin inşasına öncelik vermiştir.

Bundan dolayı davetin yayılmasına ve İslam'ın eksiksiz bir hayat programı olarak en doğru anlayışın açıklanmasına özen göstermiştir.

Ayrıca mücahid davetçiler arasında kuvvetli bir bağ için gerekli olan kardeşlik ve sevgi meselesine de özen göstermiştir. Resulullah (a.s.)'ın programını Allah rahmet etsin İmam el-Benna çok iyi araştırmış ve tesbit etmişti. Bunun için İhvan'a sabrı, tahammülü ve sebat etmelerini tavsiye ediyordu. Onlara davet yolunun uzun, zor, diken, musibet ve ilahi dene­melerle dolu olduğunu öğretiyordu. Onlara Resulullah (a.s.)'ın ilk müslümanlara nasıl tavsiyelerde bulunduğunu ve onların nasıl güzelleştiklerini, onları zafer ve cennetle nasıl müjdelediğini açıklıyordu.

Ayrıca Resulullah (a.s.)'ın ashabından müşriklerin düşmanlıklarına kuvvetle karşılık vermelerini istemediğini Medine'de devletin kuruluşun­dan sonra düşmanlıklara karşılık vermeye başladığını, Resulullah (a.s.)'ın savaşların bir çoğuna bizzat katıldığını anlatıyordu.

İhvan'ın bu hikmetli siyasete bağlı kalarak eğitim, sevgi, kardeşlik sabır ve sebata özen göstermesi, musibetlere ve ilahi denemelere maruz kaldığında bunları bertaraf etmesine yardımcı olmuştur. Bu musibetler­den daha kuvvetli olarak çıkmasına neden olmuştur. Büyük hedeflerin gerçekleşmesinde etken olmuştur.

İşte o davet, seyrini devam ettiriyor, dallan uzanıyor, kökleri derin­leşiyor, kolları kuvvetleniyor. Düşmanların onu söküp koparmaları güçle­şiyor.

Bu manada Şehid Seyyid Kutup -Allah rahmet etsin- şöyle diyor:

"Tağutlar İhvan'ın üstüne ateş ve demir molozlarını musallat etti­ğinde vakit geçmiştir. Hasan el Benna'nın kurduğu bina yıkım çalışmala­rına karşı yükselmiş, söküp atma çalışmalarına karşı daha bir kök sal­mıştı. Hasan el Banna öylesine bir fikir geliştirmişti ki, ateş ve demir onu çökertemiyordu... Tağut molozlarına karşı yapıcı, üstün zekayla ga­lip geldi ve tağutlar gitti, İhvan baki kaldı."

Daha sonra Allah rahmet etsin, başka bir yerde ve başka bir yönden söyle diyor:

"Cemaatın bazı fertleri kışkırtmalara bir seferinde tabi oluyor, bir seferinde de kanmayıp geri dönüyor. Ancak her seferinde bu kışkırtılan­lar, dev bir ağaçtan bir yaprağın düşmesi gibi düşüyor veya bu onlara tesir etmiyor, saptıramıyor.

Düşmanlar bu ağacın dallarından bir dalı tutuyor ve bunu çekip asıldıklarında ağacı kökünden sökebileceklerini sanıyorlar. Oysa bu dalı kendilerine çekerlese susuz, yapraksız ve meyvasız kuru bir tahta parçası gibi ellerinde kuru ve ölü olarak kalacaktır."

İslami çalışmanın birliği konusundaki bu zincirin sonunda Ihvan'a, İmam Hasan el-Benna'nın diğer İslami cemaat ve gruplara karşı tespit edip belirttiği tutuma bağlı kalmayı tavsiye ediyorum. O tutum sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlık tutumudur. Onları seviyor ve onlarla yardımlaşıyoruz. Görüş açılarını yakınlaştırmaya, kaynaştırmaya çaba harcıyor, değişik fikirler arasında hakkın kazanacağı bir şekilde birleştiri­yoruz.

Kalpleri kazanacak ve akılların güvenebileceği bir şekilde yumuşak bir üslup içinde onları davet ediyoruz.

Aynı zamanda şahısları ve gurupları kırıp yaralamadan Allah'a davet ettiğimiz kişilerden bize gelen her türlü eziyete sabrediyor ve kötülüğe kötülükle karşılık vermiyoruz.

"Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki bu üze­rinde sebat edilecek yüce işlerdendir."[294]

Müslümanlar emin olsun ki, istikbal bu dinin olacaktır. Şüphesiz zu­lüm ve karanlık gecesinin uzun olmasına rağmen Allah'ın zaferi gelecek­tir. Fakat biz takip ettiğimiz yolumuzda değişmeyen Allah'ın sünnetine ve denemelerine boyun eğiyoruz:

"Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O'nunla beraber mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramış ve sarsılmışlardı, iyi bilin ki, Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır."[295]

Bize düşen görev, sadece sebeblere sarılmamız, gayret, çalışma ve harcama olarak gücümüzün yettiği kadanyla her şeyi ortaya koymaktır.

Ayrıca bunda şu gösterdiğiniz en doğru yolu takip etmeli ancak her şeyden önce ve sonra niyetimizi Allah için ihlaslı kılmalıyız. Bundan sonra neticelerden sorumlu olmayız.

Bu zincire Şehid İmam'ın daha önce ele aldığımız meselelerle ilgili ölümsüz sözleriyle son vermek yerinde olacaktır!

Allah rahmet etsin 'Kur'an sancağı altında îhvani Müslimin1 kitapçı­ğında şöyle diyor:

"Ey ihvanı Müslimin... Ey bütün insanlar...

Bu zamanda gebe gecelerin doyurduğu bir çok şiddetli olayların se­sinin çıktığı gürültülü bir dünyada yasıyoruz. Yeryüzünün, her yanı fikir­lerden saçılıp dökülen yakıcı dalgalar ile çalkalanıyor. Bu yıkıcı fikirler vaadlerle insanları kandırıp bozmaya çalışıyorlar.

Biz Müslüman Kardeşler, davetimizle ilerliyoruz...

Sessizce ilerliyoruz...

Davamız, düşmanlarından daha kuvvetlidir...

Mutavaziyiz fakat dağların zirvelerinden daha izzetliyiz...

Sınırlarımız bellidir, fakat yeryüzü parçalarının sınırlarından daha geniştir...

Sahte görüntülerden ve yalancı güzelliklerden uzağız fakat, hakkın örtüsü, vahyin güzelliği ve Allah'ın kollamasıyle sarılmış ve örtülmüş­tür...

Şahsi gayretlerden, heva, heves ve arzulardan ve ferdi menfaatler­den arındırılmıştır. Fakat kendine inananları ve onun için çalışan sadık kişileri dünyada şerefe, ahirette ise cennete varis kılar..."

Bişinci kongre de ise konuşmasını İhvan'dan aceleci ve heyecanlı olanlara yönelterek şöyle diyor:

"Ey İhvanı Müslimin,

Özellikle sizlerden aceleci ve heyecanlı olanlar, bu birleştirici kon­feransımızda, bu mimberin üstünden, benden su yüce deva olan sözleri dinleyin.

Şüphesiz yolumuzun aşamaları çizilmiş ve sınırları konulmuştur... Hedefe ulaşmak için en uygun yolun bu olduğuna inanıyorum. Bu yol belki uzundur fakat ortada ondan başkası da yoktur.

Muhakkak ki, yiğitlik sabır, devamlılık, ciddiyet ve ilerleyen bir ça­lışma ile ortaya çıkar. Bundan dolayı hangi biriniz olgunlaşmadan meyvayı almak, vaktinden önce çiçeği koparmak isterse hiç bir şekilde onun­la olamam ve o kişinin bizden ayrılıp başka gruplara gitmesinin daha hayırlı olacağını söylerim. Kim de benimle beraber çekirdek büyüyüp, ağaç gelişip, meyva olgunlaşıp koparılması yaklaşıncaya kadar sabre­derse, bunun ecri ve sevabı da Allah'a aittir, iyilere verilen ecir mutlaka bizlere ve ona da verilecektir...

Ya zafer ve yöneticilik ya da şehadet ve saadet verilecektir.

Ey İhvanı Müslimin,

Duyguların kışkırtmalarını akıllı görüşlerle dizginleyin.

Aklın ışınlarını, duyguların kıvılcımlarıyla ateşleyin.

Hayal kurmayı, ortamın ve gerçeğin doğruluğu ile gerekli kılın. Ha­kikatleri berrak ve parlak hayallerin ışığında ortaya çıkarın.

Dengenizi kaybetmeyin, yoksa davetinizi kaybedersiniz. Tabiat ka­nunlarıyla çarpışmayın, çünkü o yenilmez. Ona boyun eğdirmeye çalışın, onu kullanın ve onun akımını kendinize faydalıya çevirin.

Zafer anını gözetleyin. Çünkü zafer sizden uzak değildir.

Ey ihvanı Müslimin,

Şüphesiz siz, Allah'ın rızasını, O'nun sevabını ve cennetini diliyor­sunuz. Bu size ihlaslı olduğunuz müddetçe vaat edilmiştir, garanti altına alınmıştır.

Bununla beraber çalışmaların neticelerinden sizleri sorumlu kılma-mıştır. Fakat sadakatle yönelmeyi ve güzel hazırlanmayı sizin sorumlu­luğunuza bırakmıştır. Bundan sonra biz, ya hataya düşmüş oluruz, bu takdirde bize içtihat edip çalışanların ecri verilir. Ya da doğru ve isabet­li oluruz ki bu takdirde bize isabetli olup kazananların ecri verilir.

Geçmişte ve şu andaki tecrübeler, hayrın sizin yolunuzdan başka bir yolda olmadığını ispatlamış, sizin planınızın dışında bir planla üreti­min ve neticenin olmadığım ispatlamıştır.

Dolayısıyla çabalarınızla ve gayretlerinizle kumar oynamayın, çalı­şın.

Allah sizinle beraberdir. Çalışmalarınız sizi sıkıştırmayacaktır.

Başarınızın alametleriyle macera yaşamayın ve güç durumlara meyletmeyin.

"Zafer insanlara şevkat gösterir, merhamet eder."[296]

 

DOKUZUNCU KISIM

 

Davet Yolunda Azığa Muhtacız

 

Herhangi bir yolun yolcusu, yolculuğuna başlamadan evvel yolculu­ğundan hedeflediği gayesini gerçekleştirmek ve yolculuğunu sürdürmek için ihtiyaç duyacağı her şeyi hazırlaması gerekir. Aynı zamanda; yolcu­luğu boyunca karşılaşabileceği ve yolculuğunun kesintiye uğramasına ya da gayesi ile kendisi arasındaki mesafenin açılmasına en azından yolculu­ğunun ertelenmesine sebep olabilecek durumları da nazarı itibara alması lazımdır.

Davet yolu, -ki bu yol, davetçi için her şey demektir- en çok önem verilmesi gereken yoldur. Davetçi bu yolda yürürken; kendisini sapma­lardan, duraklamadan ve kaymalardan koruyan azığa muhtaçtır.

Çünkü bunların sonucu olarak büyük hüsrana uğrayacağı gibi, bü­yük bir mükafatı ve kurtuluşu da kaçırmış olacaktır.

Bu azık, ilk olarak kendisini güçlü bir iman ve takva şeklinde göste­rir. Daha sonra da bazı yardımcı öğeler şeklinde şöyle oluşur:

Faydalı sohbetler, irşad vazifelerini yapıp tecrübe ve deneyimlerini aktaran rehberler ve diğer güç ve azmi tazeleyen sapma ve yanlışlardan koruyan etkenler.

Azığın gerekliliği ve önemini kanıtlamak için şöyle bir örneği serdedebiliriz: Yolcunun arabası, yakıtı azalıp, ikmal edilmediği zaman bir metal parçası haline gelir. Yolcu için hiç bir değer taşımaz. Çünkü o ara­ba artık yolcusunu bir adım dahi ileri götüremez.

Aynı zamanda; Davet yolunda yürüyen davetçinin iman ve takva azığı da azalıp tükenmeye başladığı ve yenilenmediği zaman o artık ölü bir vücut ya da hareket edemeyen bir hasta durumuna düşer.

Allah Teala ne doğru buyurur:

"Ölü iken kalbi diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınla­tacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkama­yan kimsenin durumu gibi midir?"[297]

"Ey iman edenler! Allah ve peygamber sizi hayat verecek şeye ça­ğırdığı zaman icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve so­nunda O'nun katında toplanacağınızı bilin."[298]

Esası iman ve takva olan bu azık, ruhların derinliklerinde hayır pı­narlarını fışkırtır, güç ve kabiliyet doğurur, azim ve himmetleri biler. Böylece hareket kolaylaşır, yeryüzünün çekiciliği hafifler, yokuşlar ra­hatlıkla aşılır. Virajlar, dönemeçler aşılır, yolun işaret levhaları belirir.

Aynı zamanda bu azık; doğruluğu, itilası, azmi, sebatı ve davet yo­lunda olağanüstü başarıları oluşturur.

Hiç şüphesiz bizler davet yolunda, her şeyden önce her adımda, her hareket ve sükûnda hatta her anda Allah'la beraberliğimizi hissetmeye muhtacız. Çünkü Allah onunla beraberdir. O kimse kötülüklerden uzaktır hiç bir şey kaybetmez.

Allah kimden vazgeçse o sapıklık ve kaybolmuştan başkasını bula­maz. Allah bu beraberliği takva ve ihsan sahibi kullarına ihsan etmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır. Sakın onlara üzülme ve kurdukları tuzaklardan da endişe etme. Allah şüphesiz müttekiler ve muhsinlerle beraberdir."[299]

"Ve Allah müminlerle beraberdir."[300]

Bir başka ayet ise şöyledir:

"... Ve Allah'ın muttakilerle beraber olduğunu bilin."[301]

Davet yolunda, önümüzü aydınlatacak Allah'ın (c.c.) nuruna ne ka­dar muhtacız... Taki viraj ve dönemeçlerde kayıp düşmeden ve tökezle­meden basiret üzere yürüyebilelim.

Bu da, Allah'ın şu ayetlerinden anlaşılacağı üzere ancak iman ve takva azığıyla gerçekleşebilir.

"Ey iman edenler! Allah'tan sakının, peygamberine inanın ki; Allah size rahmetini iki kat versin; size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık varetsin; sizi bağışlasın; Allah bağışlayandır, acıyandır."[302]

"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesvese­ye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler."[303]

"Gerçekten bu benim dosdoğru yolumdur. O hade ona uyun. Başka yollara tabi olmayın. Sonra sizi onun yolundan ayrı düşürür. Allah, bun­ları sakınasınız diye buyurmaktadır."[304]

Davet yolunda etkileyici olabilmek, var olan batılı kaldırıp yerine hakkı ikame etmek için izzet, kuvvet ve kişiliğimizin değerini kendi ben­liğimizde hissetmek ve za'af, gevşeklik, ve bayağılıktan kurtulmak gere­kir. Bu da ancak iman azığıyla gerçekleşir.

"Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka en üstünsünüzdür. "[305]

"Oysa izzet Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır. Ama müna­fıklar bu gerçeği bilmezler."[306]

"Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız."

Davet yolunda nefsimizi cihada alıştırmaya, sahip olduğmuz; can, mal, çaba, fikir, zaman ve kısacası her şeyle fedakarlık yapmaya ne kadar muhtacız. Buna ancak Allah (c.c.) yolunda her değerli şeyi kıymetsiz bu­lan inanmış kişi muktedir olabilir.

"İnananlar, Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise şeytan yo­lunda savaşırlar."[307]

"Allah şüphesiz; Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır."[308]

Davet yolunda; bela ve işkencelere maruz kalacağız. Çünkü bu Al­lah'ın (c.c.) sünnetidir. Bu işkence ve belalara ancak yeterince iman ve takva azığıyla azıklanmış kişiler tahammül edip sabredebilirler.

"Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekile­ceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, mu­hakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerli sidir."[309]

Allah (c.c.) elçilerinin, kafirlerin işkencelerine karşılık hareket nok­taları da buydu.

"Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanaca­ğız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler"[310]

Firavun sihirbazlarının iman etmelerinden ve Firavun tarafından teh­dit edilmelerinden sonraki tavırları da böyleydi;

"Dediler ki: "Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatın­da hükmünü geçirebilirsin. Biz, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdı­ğın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah mükafatı en ha­yırlı ve cezası en sürekli olandır."[311]

Davet yolunda Allah'ın bize sebat vermesine ne kadar muhtacız... Ta ki tereddüt ve şüphelere kapılmayalım ve görevler ne kadar ağır ve çok olsa da çalışmadan uzaklaşmayalım, vazgeçmeyelim.

Bunu Allah Teala mü'min kullarına lütuf eder.

"Allah Teala sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediği­ni yapar."[312]

Allah'ım, yolunda ayaklarımızı sabit kıl.

Davet yolunda davetçiler, İslam düşmanlarının korkutma, dayatma ve tehditlerine maruz kalırlar ki bu da bazı davetçilerin korkmasına, otur­masına, davadan uzaklaşmasına sebep olabilir. Bundan, ancak iman ve takva azığıyla silahlanmış davetçiler kurtulabilirler.

"Onlar, Allah'tan gelen nimet ve keremin; Allah'ın mü"minlerin ec­rini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler. Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına uyanlar (özellikle) onların içlerinden iyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük bir mükafat vardır. Bir kısım insanlar, mü'minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, si­ze karsı asker topladılar," dediler. Ama bu, onların imanını artırdı. "Al­lah bize yeter, O ne güzel vekildir.!" dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan. Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir, işte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun."[313]

Davet yolunda kardeşlik ve Allah için sevgi bağını güçlendirmeye ne kadar muhtacız. Ta ki bu kardeşlik ve sevgi bağı sayesinde davet ile ilgili işlerde yardımlaşma ve dayanışma rahatlıkla sağlansın. Bu da doğru bir şekilde ancak mü'minler arasında gerçekleşebilir.

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. "[314]

"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını dü­zeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."[315]

Resulüllah (a.s.) da kamil imanı bu sevgiyle şartlandırıyor.

"Sizden birisi kendisi için istediği şeyi kardeşi için istemedikçe (kâmil) mü'min sayılmaz."

Davet yolunda, İslam davetçileri za'af ve gevşekliğe uğrayabilirler. Ki, bunun devamı halinde, davetçinin davadan vazgeçmesinden korkulur. Fakat, Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği gibi mü'minlerin birbirlerine hakkı ve sabn tavsiye etmeleriyle bu nahoş durumu bertaraf edebilirler. Faydalı hatırlatma, mü'minler arasında olması gereken nasihatlaşma ile -kardeşi unuttuğu zaman ona hatırlamada bulunmak, kusurlarını göstermek, onlar­dan kendisini kurtarmasına çalışmak gibi- de bu tehlike ortadan kaldırıla­bilir.

Davetçilerin yüzyüze kalabileceği nice olaylar ve tavırlar vardır ki, bunlar davetçiyi darlığa, sıkıntıya, şaşkınlığa düşürebilir. Böyle bir du­rumda davetçiler, olay ve tavırlara İslami bir perspektifle bakmalı ve İs­lam'ın gerekli kıldığı tavrı belirlemelidirler. Gerisinde inkar ve işkence dahi olsa hakkı söyleme cesaretini kaybetmemelidir.

Tüm bunlar da hiç kuşkusuz, davetçiyi başarıya götüren iman ve takva azığıdır.

"İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru ölçüler içeri­sinde (nikâhınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere göre ayrı­lın, içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın, işte bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona bekleme­diği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Al­lah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştr."[316]

"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir."[317]

"Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmala­radır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir."[318]

"O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafın­dan rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi."[319]

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin."[320]

Hadis-i şerifte ise Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:

"En faziletli cihad, zalim sultana karşı hakkı söylemektir."

Davet yolunda her ferdin her söz ve davranışta İslam şeriatının hük­münü araştırıp bulması, hiç bir durumda Allah ve Resulü'nün emirlerinin dışına çıkmaması ve safın birliğine önem gösterip emirlere karşı çıkma­ması gerekir. Bu konuda da davetçiye ancak sahibini ihmalkârlık muhale­fet ve sorumsuzluktan koruyan iman yardımcı olabilir.

Davet yolunda özellikle İslam düşmanlarının savaş ve hilelerinin çe­şitli şekilleriyle yüzyüze geldiğimizde Allah (c.c.)'ın te'yid ve yardımına muhtacız.

"(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına ge­lenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Pey­gamber ve beraberindeki müminler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" dedi­ler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[321]

Allah'ın yardımı ve dininin hakimiyeti ancak mücahit mü'minlere lütfedilir.

O zaman Allah'ın yardımının temel şartı güçlü iman azığıdır.

"Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarım hakkıyla vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer."[322]

"Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatın­da, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."[323]

"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendile­rinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyili­ğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti.

Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Ar­tık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır."[324]

Sonuç olarak; Allah'a varıncaya kadar dönmeden, değiştirmeden sö­zümüze sadık kalmalıyız. Bunda da iman ve takva bize yardımda buluna­cak en hayırlı azığımızdır.

"Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine geti­rir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever."[325]

"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir."[326]

Böylece davet yolunda azığa ne derece muhtaç olduğumuzu, iman ve takva azığı olmaksızın hiç bir adım atamayacağımızı, hiç bir işi başa­ramayacağımızı gördük.

Öyleyse bu azıkla azıklanalım ve daima onu yenileyelim, onun hiç bir zaman azalıp tükenmeye yüz tutmasına fırsat vermeyelim. Tam tersi­ne onu artırmaya çabalayalım.

İleriki konularımız bu azığın kaynaklarını tanıma ve azığın nasıl ar­tırılacağı ile ilgili olacaktır.

Allah (c.c.)'dan başarı ve tevfık dileriz.[327]

 

Azığımızın Kaynağı Kur'an

 

Davet yolundaki azık konusunda özellikle de azığımızı nasıl alacağı­mız noktasında; iman, takva, nur ve hidayet azığından nasıl doyasıya içip yudumlayacağımız hususunda yazı yazarken kendimi aciz hissediyorum. Zira bu konudaki yazma sadece bilgiye, tecrübeye dayanmıyor, belki bi­rinci dereceden mû'ti (ihsanda bulunan) ve vahhab (bolca hibe eden) olan Allah'ın ihsanına dayanıyor.

"Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir."[328]

İman ve hidayeti bize lütufta bulunan, sınırsız nur ve rahmetini üze­rimize yağdıran da O'dur.

"Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bi­lesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur."[329]

"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstün­dür, hikmet sahibidir."[330]

Allah Teala her hayrın kaynağıdır. Bu böyle olmakla beraber fazlı ve rahmetiyle bu azığı O'ndan edinmemiz için O bizi bazı vesile ve araç­lara yöneltmiştir. Olayı iyice incelediğimizde işin birinci dereceden kulun durumuna bağlı olduğunu görürüz. Kul, Rabbının kapısında durur, kendi­sine ihsanda bulunması için istekte bulunur. Allah (c.c.) kulunun tevazu ve huşu içerisinde oluşunu, kendisine muhtaç oluşunu, aciz olduğunu, kendisinden korktuğunu, rahmetini ve ihsanını umduğunu görür. İşte ola­yın aslı budur. Bundan sonra araçlar ve vesileler gelir. Kulun doğruluğu derecesince Allah'ın ihsanı ve lütfü tahakkuk eder.

Bu noktadan hareketle; ehil olmamakla beraber, azık konusunda başkalarını irşada kalkıştığımda kendi nefsime acıma duygusuna kapılı­yor, hatta bu acıma hissi bazen de korkuya dönüşüyor. Fakat davet yolun­da yürüyen tüm davetçilerin bu azığa olan zaruri ve acil ihtiyacı farkedince Allah'tan yardım diliyerek faydalanılması için bir şeyler yazmaya baş­lıyorum.

Bu azık da diğer azıklar gibi artma ve azalma hatta tükenmeyle karşı karşıya kalabileceği için hepimizin bunu yenilemeye artırmaya, azalmak ve tükenmekten korumaya hırslı bir şekilde çabalamamız gerekir.

İleriki bölümlerde göreceğimiz gibi Allah (c.c.) her zaman bize şart ve sebepleri müyesser kılmıştır.[331]

 

Kur'an-ı Kerim

 

En önemli, en zengin, en kıymetli ve en bereketli vesile Allah'ın ki­tabıdır. Çünkü o, bizi destekleyen, tükenmeyen azığımızdır. Aynı zaman­da azığımızı alacağımız diğer kaynaklara da bizi yöneltiyor. Onda nur, hidayet, rahmet ve zikir buluruz.

Kur'an-ı Kerim, kendisini okumanın iman ve takva ile azıklanmanın en iyi vesilesi olduğuna dair bizi irşad ediyor. Nefislerin derinliklerinde güven ve istikrarı oluşturan tevhide bizi sevkediyor. Takva azığını yeni­leyen ibadete bizi teşvik ediyor. Allah'ın sıfatlarını öğrenmiş oluyoruz. Böylece içimizde Allah'a karşı saygı ve hürmet duygusu doğuyor ki bu iman ve takva azığının elde edilmesinde en iyi yoldur. Kur'an-ı Kerim'de, önceki ümmet ve peygamberlerin hayatlarından; davet yolunda yürürken bizi hikmet, ilim ve tecrübeyle donatacak ibret ve kıssaları buluyoruz.

Kur'an-ı Kerim, bizden Allah (c.c.) Resulüne ita'at etmemizi, kendi­sine tâbi olmamızı istiyor. Kur'an-ı Kerim'de; iyiliği yapma ve iyiliğe teş­vik, kötülükten sakınma ve sakındırmaya yöneltme vardır. Aynı zamanda onda ahiret günü dirilme, hesap ve ceza hatırlatılması, cennete teşvik ve nimetleriyle müjdeleme, cehennemden sakındırma ve korkutma vardır. Kısacası, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin edecek, kendisini ahiret azabından, her türlü dünyevi rezaletten koruyacak hayır vardır.

Aynı zamanda onda dava adamlarını yetiştirecek, onların nefislerin­de hayır pınarlarını fışkıracak tüm eğitim ve terbiye dinamikleri mevcut­tur.

"Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulu­nan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele."[332]

"Bu (Kur'an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir."[333]

"Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür."[334]

"Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır."[335]

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir."[336]

"Ey ehl-i kitap! Resulümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz bir çok şeyi açıklamak üzere geldi; bir çok (kusurunuzu) da affediyor. Ger­çekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Al­lah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir."[337]

 

Cahiliyeden İslam'a

 

Kendi kendimize soralım, Arap yarımadasında, sapıklığın ve aşağılı­ğın her türlü envana bulaşmış cahiliyye toplumunu insanlar için çıkarıl­mış en hayırlı ümmete çeviren, tüm yararlı alanlarda eşi görülmemiş im­tisal numunelerine dönüştüren neydi? Olayı incelediğimizde bu Arap ya­rımadasındaki muazzam değişimi sağlayanın Kur'an-ı Kerim olduğunu görürüz. Bu Kur'an-ı Kerim'i Cibril-i Emin Hz. Resulullah'a ulaştırdı. Hz. Resulullah da bunu hakkıyla tebliğ etti. Daha sonra, İslam'a girenler, Hz. Resulullah'ın eğitiminde, Kur'an-ı Kerim sofrasında eğitime, terbiyeye başladılar. Kur'an-ı Kerim, onları değiştirdi, onları İslam devletinin omuzlarında kurulduğu İslami fetihlerin elleriyle gerçekleştiği, onların sayesinde aydınlığın yayıldığı, karanlığın dağılıp yok edildiği kişiler hali­ne getirdi. Onlarda akide'nin kökleştiğini ve hiç bir taviz verilmeksizin iş­kencenin her çeşidine tahammül edildiğini görmekteyiz. Onlar inançla-nndaki sebat karşılığında canlarını, mallarını ucuz buldular. İşte Yasir, Sümeyye, Bilal Sûhayb ve diğer sahabeler... asırlar geçse de örneklikleri devam edecektir.

Aynı zamanda onlar, nefis mücadelesinde her türlü çirkinlikten uzaklaşıp, iyi ahlakla donanma hususunda örnek alınacak kimseler olduk­ları gibi, doğruluk, ahde vefa, emanet, hilm, iyi hal, sevgi, başkalarını kendine tercih, cihad, düşmanlarla mücadele, cömertlik, adaleti yerleştir­me ve sorumluluk bilinci taşıma gibi hususlarda da örnek alınacak kimse­lerdir. İşte onların gençleri arasında Usame bin Zeyd gibi ordulara komu­tanlık yapabilecek kişiler çıktı.[338]

 

Kur'an Aramızdadır

 

İşte Kur'an-ı Kerim hiç bir değişiklik ve tahrife uğramadan aramız­dadır. Çünkü Allah (c.c.) onu koruyacağına dair söz vermiştir:

"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."[339]

Ve işte sünnetiyle, hayatıyla Resulullah (a.s.)'ın hayatı. O zaman kendimizi değiştirip o örnek İslam toplumuna benzer bir toplum oluştura­bilir miyiz? Eğer biz, ilk müslürnanlann Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine karşı gösterdikleri tavrı sergileyebilirsek, hiç şüphesiz "evet" derim. İlk müslümanlar, Kur'an'ı işittiklerinde ya da okuduklarında Kur'an'a saygı gösteriyorlardı. Çünkü o, büyük ve her çeşit noksanlıktan münezzeh olan Allah'ın kelamı idi. Bunun yanında onlar, Allah'ın kela­mının manalarını beşeri vasıtalar olan harfler ve seslerle yaratıklarının anlayışlarına ulaştırarak onlara yaptığı iyiliği takdir ediyorlardı. Onlar Kur'an'ı uyanık kalblerle, tedebbürle, anlayarak, anlaşılmasını engelleye­cek her türlü şeyden uzaklaşarak dinliyorlardı. Onlardan herhangi biri, Allah'ın emir ve yasaklarını dinlediklerinde, sanki Allah (c.c.) sadece kendisine hitab ediyormuşcasına dikkat gösterirlerdi. İçindeki müjde, uyarı, va'az ve ibretlerden etkilenirlerdi. Onlar, "Ey iman edenler" çağrı­sını işittiklerinde pür dikkat ve büyük önemle bundan sonra gelecek yö­netme, emir ve yasaklan dinleyip büyük dikkat, mutlak teslimiyet, gönül rızası ile tereddüt ve gecikme olmaksızın pratiğe dökerlerdi. Çünkü bu çağrı herhangi bir beşerin çağrısı değil, mülk ve kuvvet sahibi, beşer ya­ratıcısı Allah çağnsıdır. İşte Allah'ın kitabının ve Resulünün onları davet ettiği, onlara emrettiği, onlan sakındırdığı her şeye karşı tavırları buydu.

Onlar Resulûllah (a.s.)'ın kendi kendine konuşmadığına, Allah'ın vahy ve yöneltmesiyle konuştuğuna kesin olarak inanmışlardı.

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildik­lerinde, müminlerin sözü ancak ''İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerindir."[340]

"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."[341]

"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususun­da seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmaz­lar."[342]

"Allah'ın (fethedilen) ülkeler hakkında Peygamberine verdiği gani­metler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış­lar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dola­şan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetin­dir."[343]

"Kim Resule' itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene ge­lince, seni onların başına bekçi göndermedik!"[344] 

Onlar bu halleriyle yeryüzünde yürüyen Kur'an haline geldiler. On­lar Kur'an-ı Kerim'i pratikte uygulamak için ezberlemiyorlardı, onu pra­tikte uygulayarak hafızalarına yerleştiriyorlardı.

Günümüz müslümanlan ise çaba sarfetmeden, zorluklara göğüs ger­meden İslam'a varis oldular. Fakat ona canlılığı ve özü gitmiş, hurafe ve bid'atler karışmış olarak varis oldular. Ona varis olduklarında gevşeklik, zayıflık ve güçsüzlük içerisindeydiler. Bundan dolayı bu hak din sayesin­de sahip oldukları konumu takdir edemediler. Yine aynı dertlerden dolayı Allah'ın kelamı olması hasebiyle Kur'an'ın değerini farkedemediler. Ona gereken saygıyı göstermediler. Kur'an'ı terkettiler, ondan yüz çevirdiler. Onu dinlediklerinde anlamını tefekkür etmediler, ondan etkilenmediler. Onun emir ve yasakları üzerinde durmadılar. Kendilerini Kur'an okuyu­cusunun güzel sesine ve nağmesine kaptırdılar. Ve bir şarkıcı dinler gibi okuyucunun sesini beğendiklerini ifade etmek için yüksek sesle bağırdı­lar, gürültü çıkarttılar. Oysa derinlemesine düşünüp, etkilenselerdi Al­lah'ın emrine uyarak huşu içerisinde sessizliklerini muhafaza ederlerdi.

"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edil­sin."[345]

Bu tür tezahürattan hoşlanan Kur'an okuyucularına yazıklar olsun. Kur'an'a saygıları olsaydı dinleyicilerden susmalarını isteyeceklerdi. Sus­mamaları halinde okumaya devam etmeyeceklerdi.

Gerçekten bu günün müslümanlannın bir çoğunu dünya hayatı oya­lamış, gönüllerini ve akıllarını öyle bir kıskaca almış ki; Kur'an'ın kalblerini aydınlatması ve feyizlendirmesi mümkün olmuyor.

"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" [346]

"Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir."[347]

Tüm bunlara rağmen; Allah (c.c.) Hz. Muhammed'den ümmetine hayrın devam etmesini dilemiştir. Ümmetin dininin konumunu Şehid İmam Hasan el-Benna vasıtasıyla yenilemeyi irade buyurmuştur. Çünkü o, Kur'an'ın sırrını ve nefislerde bıraktığı etkiyi biliyordu. Bundan dolayı o, kardeşleri Kur'an ve Sünnet etrafında topladı. Kur'anla ilişki halinde bulunma, âdablanyla edeblenme, her direktifine ita'at etme gibi selef-i salihinin sahip olduğu sıfatlarla onları yetiştirip eğitti. Siyerden dersler çı­kararak, Hz. Resulullah okulundan çıkan örneklerin incelenmesi ve örnek alınmasıyla örneğin tekrarlandığını gördük. Öte yandan İslam'a ita'at noktasında da örnek insanlar çıktı. Onlar; doğruluk, vefa, emanet, iyi ahlaklarıyla güvenirliğin en yüksek konumuna yükseldiler. Onlar dinlerindeki sebat karşılığında İslam düşmanlarının her türlü işkence ve eziyetle­rine sabrettiler. Nitekim; Allah onlardan bazılarını şehadetle mükafat­landırdı. Bu suretle onlar ihmal etmeden, zayıflığa, gevşekliğe düşmeden ve değişikliğe uğratmadan İslam bayrağını kendilerinden sonrakilere tes­lim edinceye kadar hep yüksekte tuttular.

"(Âdem ile eşi) dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden olu­ruz" [348]

"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde bir çok Allah erleri bu­lunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenler­den dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sab­redenleri sever."[349]

 

Gelin Kur’an la İlişkimizi Güzelleştirelim

 

Kur'an-ı Kerim'in etkisi, nefisleri nasıl değiştirip, onların yolların aydınlattığı, onları nasıl doğru yola ilettiği ve tilavetinin -aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi- müminlerin Allah'a olan imanlarını ve tevekkülünü nasıl artırdığı anlaşıldıktan sonra gelin Kur'an'la ilişkimizi gözden geçi­rip, güzelleştirelim.

"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendile­rine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir."[350]

Eğer okuyan Rabbini hakkıyla takdir edip, ondan korksaydı Kuran'ı okuduğu veya dinlediği zaman ondan etkilenirdi ve tüyleri diken diken  olurdu.

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi.

Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönül­leri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İste bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir.Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[351]

"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mül­kün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuş­turandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyük­lükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden mü­nezzehtir."[352]

Kur'an'ı Kerim'den sadece bir ayetle dahi güzel bir bağlantı kursak hemen etkisini gösterir, duygularımızı harekete geçirir ve kalblerimizi aydınlatır. Elektrik akımı; bağlantı sağlandığında akım geçer, aydınlanma olur ve enerji oluşur. Ama bağlantı sağlanmadığı zaman akım geçmez ve hiç bir etki göstermez. Kur'an da işte böyledir.

Kur'an-ı Kerim iman gerçeğini bütün yönleriyle işler ve bir çok yer­lerde buna delil getirir. Bu nedenle okunduğunda veya dinlendiğinde bu deliller müminin imanını artırır ve mümin olmayanın da imana girmesini kolaylaştırır.

Eda etmemiz ve kendisinden sapmamamız için Kur'an-ı Kerim dün­ya hayatındaki misyonumuzu belirler.

"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."[353]

Kur'an'ı Kerim, çeşitli durumlarda müminin tavrının ve tutumunun nasıl olması gerektiğini bize gösterir. Örneğin düşmanla karşılaştığımız­da, zorluk, darlık, hastalık ve fakirlik gibi durumlarda Allah'a sığınmamı­zı, nimetlerine karşılık ona şükretmemizi bize öğütler.

"Bunun üzerine Musa, onların yerine sulayıverdi. Sonra gölgeye çe­kildi ve: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhta­cım" dedi."[354]

"Eyyub (a.s.) da Hani Rabbine: "Başıma bu dert geldi. Sen, merha­metlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti,"[355]

"Zünnûn'u da (Yunus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlık­lar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Ger­çekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık, işte biz müminleri böyle kurtarırız."[356]

"Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: "Ey Rabbimiz! Üzeri­mize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et" dediler."[357]

"Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: "Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı ola­cağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyili­ği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım."[358]

Aynı zamanda; Kur'an-ı Kerim'in bizi uyardığını, ye'is ve Allah'ın rahmetinden ümit kesme dairesine düşmekten bizi koruduğunu, itminan, gönül rahatlığı, umut ve Allah'ın rahmetini arzu etmeyi içimizde oluştur­duğunu görmekteyiz.

"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüp­hesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[359]

Allah yolunun davetçisi Kur'an-ı Kerim'de en iyi yardımı ve en iyi yol azığını bulur. Çünkü; Kur'an-ı Kerim sayesinde Allah'ın elçilerinin doğru davet metodunu ve kavimlerinin işkencelerine nasıl sabrettiklerini, imanı nasıl teşvik ettiklerini, küfür ve isyandan onları nasıl sakındırdıkla­rını öğrenmiş oluyor.

Kur'an'ı Kerim'in okunmasında ve ezberlenmesinde; davetçi için her hangi bir konuyla ilgili olarak delil getirme açısından en iyi azık vardır. Böylece nefislerde etkisini artırmış olur.[360]

 

Kur'an’a Uymak Ve Uygulamak

 

Kur'an-ı Kerim'i okuduğumuzda manasını iyicesine düşünelim, tefekkür edelim. Eğer bazı ayetleri sadece tekrar tekrar okumakla anlaya­bilecek isek bunları tekrar edelim. Bize sahih bir isnadla gelen bir riva­yete göre Hz. Resulüllah bir gece kıyamını bir ayeti tekrarlamakla geçir­miştir. O ayet de Allah Teala'nın şu sözüdür:

"Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (di­lediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin."[361]

Kur'an'ı Kerim'i okurken Hz. Resulullah'ın şu yönlendirmesine uya­lım:

"Kur'an'la ülfet buldukça ve gönülleriniz onunla yumuşadıkça onu okumaya devam ediniz. Bu durumunuzu kaybettiğinizde okuyor sayıl­mazsınız."

Başka bir rivayette ise;

"Bu durumunuzu kaybettiğinizde onu okumayı bırakınız."[362]

Harf mahreçlerinin ve tecvit kurallarının Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmemize, manalarını anlamamıza engel olmasına fırsat vermeyelim. Ak­si takdirde tüm dikkatimizi buna vermekle ne manasını kavrarız; ne de ondan etkilenmiş oluruz.

Azığımızın yenilenmesi için Kur'an-ı Kerim'i okumaya devam ede­lim, onun kıra'atını terk etmeyelim. Kelamını okumak yoluyla Allah'la (c.c.) olan beraberliğimizi ve irtibatımızı devam ettirelim. Güç yetirebileceğimiz kadarıyla Kur'an-ı ezberlemeye çalışalım. Çünkü bu davet'te Kur'an'ı Kerim'den delil getirirken, namazda ve gece kıyamında bize yar­dımcı olur. Bazen de yazılı Kur'anı Kerim'i yanımızda bulamayacak du­rumlara düşebiliriz. O zaman ezberlediklerimize başvuracağız.

"Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alasınız diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?"[363]

 

Allah'ın Yarattıkları Ve Delilleri Üzerinde Tefekkür Etmek

 

Şehid İmam Hasan el-Benna salı günleri yaptığı sohbetlerden birin­de şu önemli pasajı ifade etmişti:

"Şerit değiştirerek; trenin yönünü değiştirmekle görevli tren yolu makasçısı, tren de olmadığı halde onu dilediği yöne çevirebilir. Değiştir­me çubuğu denen basit bir çubuğu hafifçe hareket ettirerek trenin şerit değiştirmesini sağlar, hiç zorlanmaksızın onu başka bir yöne sevkeder. işte insan kalbiyle Allah bilgisi arasındaki ilgi de böyledir. Gerçek ma­nada Allah bilgisini, değişme çubuğu olarak farzedersek; O, insan kalbi­ne dokunduğu zaman kalbin durumunu değiştirir. Bu değişme sonucu in­san bütün yönleriyle değişip harekete geçer. Fertlerin durumu değişince onların oluşturdukları ümmet de bir bütün olarak değişir. Gerçekten Al­lah'ı hakkıyla tanımakla insan kalbi kötülüklerden arınır."

Kalblerimizin arınması ve durumumuzun değişmesi için Allah (c.c.)'ı hakkıyla tanımaya ne kadar muhtacız. Ta ki, bu değişmemiz bera­berinde ümmetin tümünün değişmesini getirsin. Allah Teala'yı tanıma konusunda azığımızın önemli bir bölümünü; Allah'ın yarattıkları, ayetleri ve kainat üzerinde tefekkür etme, O'nun isim ve sıfatlarının anlamlarını öğrenip üzerinde düşünme oluşturur..

Kur'an'ı Kerim bir çok ayetlerde bizi düşünmeye teşvik ediyor.

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşü­nürler (ve şöyle derler:) "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!"[364]

"De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz."[365]

"Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira si­ze, onların kannlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğa­zından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz."[366]

"Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"[367]

Aynı zamanda Kur'an'ı Kerim, Allah'ın ayetleri ile ilgili akıllarını ve duyularım kullanmayanları da eleştiriyor.

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüz­lerini çevirip geçerler."[368]

"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla göremezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler, işte onlar hay­vanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[369]

Varlık alemindeki Allah'ın yaratıkları ve ayetleri üzerinde düşünüle­cek şeyler sayılamayacak kadar çoktur.

Her şeyde bir ayet ve bir alâmet vardır. Çünkü kainattaki her şey O'nun varlığını ve yüceliğini kanıtlar. Biz bütün bu işaretleri serdedemeyeceğimiz için gerisini sizlere bırakarak Allah'ın uçsuz bucaksız şu göz­lemlenen kainat kitabında, onun okunan kitabı Kur'an'ın temas ettiği, aza­metini ve yaratmadaki kudretini gösteren delillerine çarpıcı bir şekilde bir kaç misal vermekle yetineceğiz. Artık modern ilmin varlık aleminde gök­yüzüne çıkardığı sırları açıklayan kitaplar yazılmaktadır ve çözülen bu sırlar, Allah'ın varlığını, birliğini ve her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kafi ölçüde gözler önüne sermektedir.

Şu geniş kainatta yerküreye baktığımızda, bizden her bir kişiye oranla onun çok büyük bir şey olduğunu sanırız. Fakat, dikkatimizi ve incele­memizi yeryüzünün ötesine, uzaya, ondaki yıldızlara ve gezegenlere yö­nettiğimizde, çağdaş bilimin, bu uzay cisimlerinin korkunç denebilecek sayıları, hacimleri, uzunlukları ve hızları hakında ortaya koyduğu bilgile­ri öğrendiğimizde gerçekten aklımız bu bilgileri düşünmekten dahi aciz kalır. Örneğin Güneş'in hacmi dünyanın hacminden 1.250.000 defa daha büyüktür. Aynı şekilde öyle yıldızlar var ki, onların da hacmi Güneş'inkinden milyonlarca defa daha büyüktür.

Tüm bu uzay cisimleri çarpma ve düzenin bozulması olmadan hare­ketlerine devam ediyorlar. Hiç şüphesiz bu olay aziz ve alim olan Al­lah'ın takdiridir. Yıldızların uzaklıklarının ölçü birimi ışık yılıdır. Bundan kast olunun da ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın hızı ise saniyede 300.000 km.'dir.

Öte yandan astronomi bilginleri, uzayda bizden yüzmilyonlarca ışık yılı uzaklıkta yıldızların varlığından söz ediyorlar.

Allah (c.c.) ne doğru buyurmuş:

"Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir."[370]

Bizler bu ayetlerin nüzulünden 14 asır sonra daha yeni bazı yıldızla­rın yerleri ve büyüklükleri hakkında bir şeyler öğreniyoruz.

"Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişletici­yiz. Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!"[371]

İnce bir dikkatle baktığımızda; uzaklıkları, hızlan ve boyutları itiba­riyle Allah (c.c.)'ın Güneş, yer ve Ay için takdir ettiği değişmez kanunları olduğunu göreceğiz. Yerküre, yörüngesinde belli bir eğikliktedir. O, hem kendi etrafında, hem de Güneş'in etrafında döner. Ay da onun etrafında döner. İşte Allah'ın bu muazzam kanunları sayesinde yeryüzünde uygun bir ortam içerisinde hayatın sürmesi kolaylaştığı gibi, yılların sayısını da bununla bilir ve tesbit ederiz.

Öte yandan uçsuz bucaksız kainattan cüzi aleme, hatta atama ve onun oluşumuna kadar her şey hakkında araştırma yapan bilginlerin teo­rilerine göre her zerreyi oluşturan öğeler farklı olduğu için elementler ve maddeler de özellikleri bakımından çeşitlilik arzetmektedirler. Bu konuda vaktiyle şöyle güzel bir cümle okumuştum.

"İnsanlar maddenin hakikatini öğrenmek amacıyla ne kadar çabalar­sa çabalasınlar, yine onun hakikatini idrak edemezler. Çünkü sanat sırdır ve bunun sırrı da sadece Allah nezdindedir.[372]

 

Bitkiler Ve Böcekler Alemi

 

Bitkiler aleminde de Allah (c.c.)'ın büyüklüğü ve kudreti açık bir şe­kilde görülür. Zira her bir tohum tanesi; dal, yaprak, çiçek, meyva, renk, tat ve koku itibariyle türünün ayırtedici Özelliklerini taşır.

Yüce Allah ne doğru buyurmuştur:

"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kök­ten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmı­na üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır."[373]

"Şimdi bana, ektiğinizi haber verin. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yok­sa bitiren biz miyiz?"[374]

Bitkilerin gelişme zamanları, gelişmelerinin durduğu dönemler ve kendileri için uygun yetişme ortamları bakımından çeşitlilik arz ettikleri bilimsel olarak sabit olmuştur. Ama; hangi ilmi seviyeye gelirlerse gel­sinler bilginlerin başaramayacağı ve daima kapalı kalacak bir el vardır; o da ekilip sulandığında bitki olarak çıkacak bir bitki tohumu yapmaktır. Bilginler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar asla bu bitki tohumunu yapma­yı başaramayacaklardır. Çünkü asli bitki tanesindeki bitirme sırrı yalnız Allah'tadır. Ve hiç bir insan bu sırrı sun'i bir tanenin bünyesine yerleştiremez.

Böcekler aleminde de hayret verici şeylerle karşılaşmaktayız. Ne kadar küçük olursa olsun her böceğin kendine has duyulan, teçhizatı ve Allah'ın kendileri için yarattığı özel hayat düzeni vardır. Bilginler, böcek­ler alemi ile ilgili bir çok gerçeği gün yüzüne çıkardı ve hâlâ; sürekli ça­lışma, çok ince düzen, uzmanlık alanlarının bir birine karışmaması, barı­nakların yapılışı ve iklim değişikliklerinden koruyacak biçimde düzenlenmesi gibi her tür böcekler toplumunda görülebilen ve akıllara durgun­luk veren bir takım şeyleri ortaya çıkarmaya da devam etmekteler. İşte arı kovanı ve arılar arasındaki iş bölüşümü, her çeşit işteki uzmanlığı ve mumdan yapılmış çok ince altıgen biçiminde bal peteklerinin güzelliği. İşte bu Allah'ın mahlukatımn üzerinde yarattığı fıtrattır.

"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!) O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin! Hayır (gösteremezler)! Zalimler açık bir sapıklı içindedirler."[375]

"O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) ve­ren, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi."[376]

Böcekler alemi ile ilgili araştırma yapan alimler, her yıl 10.000 yeni böcek türünün keşf edildiğini söylüyorlar. Örneğin papuç tartan böceği­nin insanlarca bilinen türlerinden başka otuzbin türü daha bulunduğunu yine bilginler söylemektedirler.

Tüm bu buluşlarla beraber, hayatın sanat sırrı Allah'ın elinde olduğu için hiç bir beşer tek bir böcek dahi yaratamaz.

"Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bı­rakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bi­le bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu on­dan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! Onlar, (Bu âciz putları Allah'a ortak koşmak suretiyle) Allah'ın kadrini hakkıyla bi­lemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür."[377]

 

Kainattaki Diğer Varlıklar Üzerinde Düşünme

 

Kuşların dünyasını, türlerinin çokluğu, biçimlerinin, büyüklükleri­nin, renklerinin, seslerinin ve ömürlerinin farklılığı, çoğalma ve kuluçka­ya yatma durumları, yavrularını gözetlemeleri ve onlara gelişmelerinin her safhasında uygun gıdalar vermeleri gibi konularda düşünmeliyiz. Ay­nı zamanda onların belirli mevsimlerde belirli yerlere göç etmeleri, hari­tasız ve pusulasız vatanlarına tekrar dönmeleri de üzerinde düşünülmeğe değerdir. Öte yandan kuşlar aleminde bugünkü çoğu insanda görmediği­miz; erkeklerin dişilere sahiplenişini görmekteyiz.

Şayet embriyo'nun yumurtalıktaki büyüyünceye kadarki gelişmesini ve hayata hazır bir şekilde yumurtadan çıkışını araştırırsak, Allah'a iman ve onu tazim hususunda hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde O'nun kudret ve rahmetinin tecellisini görürüz.

Hayvanlar aleminde de geniş düşünce ufukları ile karşılaşmaktayız. Onların bir kısmı evcil, bir kısmı ise vahşidir. Aynı zamanda; türleri, bi­çimleri, büyüklükleri, renkleri, tabiatları, ömürleri farklı olduğu gibi iç organlarının düzeni ve işlevleri de farklılık arz eder. Öte yandan embri­yo'nun oluşması, gelişmesi, gelişme evreleri ve pisliğin ve kanın arasın­dan çıkan ve yeni doğan yavrunun beslenmesi için elverişli olan süt de gerçekten düşünülmeğe değerdir.

Hayvanlar alemini inceleyen bilginler, hergün yeni yeni şeyler keş­fediyorlar. Tabi tüm bu inceleme ve keşifler, kalp sahibi, işiten ve gören kimseler için Allah'ın yaratma gücünü ve engin hikmetlerini vurguluyor­lar.

Denizler alemi ve onun genişliği üzerinde de tefekkür etmemiz gere­kir. Güven içinde su altına dalmayı sağlayan modern araçların bulunuşundaki gecikme sebebiyle, deniz alemi ile ilgili gün yüzüne çıkarılan hu­suslar az olmakla birlikte, yine de hayrete düşüren çok şeylerin bulundu­ğunu söyleyebiliriz. Denizlerde bulunan varlıkların tür ve sayı itibariyle karadakilerden çok daha fazla olduğu söylenmektedir. Aynı zamanda; ha­vayı güzelleştirmesi, suyunun buharlaşıp, bulutlar haline gelmesi ve son­ra çeşitli bölgelere yağmur olarak düşmesini düşündüğümüzde; denizle­rin diğer bir fonksiyonunu da görmekteyiz.

Ya dağlar olmasaydı, nehirler olur muydu?

Şu yerküreyi saran hava tabakası, Allah'ın yeryüzündeki hayat için gerekli olan elverişli havayı oluşturması amacıyla belirli oranlarda at­mosfere yerleştirdiği çeşitli gazlar ve onlardan her birinin gördüğü vazi­feler ciddi bir şekilde düşünülmeğe değer hususlardır. Bu gaz oranlan de­ğişirse canlıların yeryüzündeki hayatı tehlikeye düşer. Meteoroloji uz­manları, yeryüzündeki havanın değişmesi, güneş ısısının tesiri, atmosfer­deki basınç sistemleri, rüzgarların esişi, bulutların bir araya gelişi ve yağ­murun yağışı gibi büyük bir dikkat ve kabiliyet gerektiren hassas konu­lardan bir çok şeyi keşfetmeğe devam ediyorlar.

"Görmez misin ki Allah bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor, sonra onları bir araya getirip üstüste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar ara­sından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlardan (dağlar büyük­lüğünde bulutlardan) dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; di­lediğinden de onu uzak tutar; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı nere­deyse gözleri alır! Allah, gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır."[378]

"Ya içtiğiniz suya ne dersiniz? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?"[379]

"Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"[380]

Kendimiz hakkında, oluşumumuz, sindirim, solunum, kan, sinir sis­temi yararlı maddelerin süzülmesi ve buna benzer şeylerle ilgili organla­rımız üzerinde yeterince düşünsek bile; Allah'ın bizleri mükemmel ve sağlam bir biçimde yaratmasındaki kudret ve azamatini yine de ihate ede­meyiz.

"Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam ya­pan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haber­dardır."[381]

Embriyonun gelişmesinde, büyümesinde ve Allah'ın onu korumasın­da da Allah'ın kudretini ve azametinin tecelli ettiği görmekteyiz. İşte şu akıl nasıl çalışır ve nasıl düşünür? Ve işte hafıza tüm bu bilgileri nasıl içi­ne alır ve gerektiğinde nasıl onları çıkartır? Gerçek olan şu ki; bunlar ak­lın sınırları içine giren konular değildir. Bu bakımdan sadece bir kaç ör­nekle yetinmek istedik.

Bu anlattıklarımız, anlatmadıklarımız yanında çok az kalır. Genel olarak nazari ve tecrübi ilimlerin hemen her verisinde Allah'ın kemal sı­fatları tecelli etmektedir. Ve insanların günyüzüne çıkardığı kainat ile il­gili sırlar onların bilmediklerine oranla çok azdır.

"Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Bize ancak az bir bilgi verilmiştir."[382]

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bil­mez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."[383]

"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?"[384]

Gerçekten ilmi, yaratıcıya bağlamaya ne kadar muhtacız.

"Yaratan Rabbinin adıyla oku!"[385]

Çünkü ilim imana çağırıyor. Ve işte böylece Allah'ın ayetlerini ve yaratıklarını düşünmekle zihinlerimizde Allah'ı tanıma, bilme marifeti gerçekleşmiş olur, imanımız artar ve Allah'ı tazim ve takdis ederiz. İnşaallah kalblerimizdeki Allah'ın yeri ne ise Allah'ın yanındaki yerimiz de öyle olur. Ve şurası bilinmelidir ki; biz Allah'ı hakkıyle takdir edemeyiz. Kadrini kendisinden başka hiç kimsenin tam anlamıyle bilmediği, nite­lendirenlerin noksanlıklarından münezzehtir.[386]

 

Allah'ın Nimetleri Üzerinde Tefekkür Etmek

 

Az ve güç bir yardım dahi olsa birinin diğerine yardım ettiğini gör­düğümüzde insanların birbirlerine teşekkür ettiklerini görmekteyiz. Fakat Allah'ın nimetlerinin çokluğuna ve büyüklüğüne rağmen insanların çoğu­nun nimetlerine karşı Allah'a şükür etmediklerini görüyoruz. Sanki bu ni­metler Allah'ın ihsanı değil de kazanılmış haklarıdırlar. Hatta çoğunun bu nimetleri, isyanda kullandıklarını görüyoruz.

Öte yandan; insanların bu nimetlerin kıymetlerini ancak kendilerin­den mahrum kaldıkları ya da başlarına bir musibet geldiği zaman anla­dıklarım görmekteyiz. Ve bu nimetlere tekrar kavuşmak için Allah'a yalvardıklarını farketmekteyiz. Kimilerine ise hayatın yaşanmaz hale geldi­ğini ve intihara başvurduklarını görmekteyiz.

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir za­rar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Rablerine ortak koşar­lar! Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için (öyle ya­parlar). O halde bir süre daha faydalanın; fakat yakında hakikati bi­leceksiniz!"[387]

"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsa­nız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!"[388]

Bundan dolayıdır ki; Kur'an-ı Kerim'in bizi tefekküre, Allah'ın sayı­lamayacak çokluktaki nimetlerini tanımaya, değerlerini bilmeye, Allah'ın fazlı ve ihsanını hissetmeye ve nimetlerine karşı hamd ve şükür görevi­mizi ifa etmeye çağırdığını görmekteyiz. Bize uygun olan; bu ayetler üzerinde iyice düşünmemiz ve Allah'ın bize olan lutfunun, cömertliğinin, rahmet ve ihsanın, tam şuuruna vararak bu nimetlerin değerini bilmemizdir. Bu şuur, her an, her hareket ve duruşumuzda Allah'a olan ihtiyacımı­zın boyutlarını kavratır. Aynı zamanda şükür borcunu ifa etmede ne ka­dar eksik olduğumuzu anladığımız gibi, bu nimetleri Allah'a itaat uğrun­da kullanmanın zaruretini ve isyanda kullanmamanın gereğini de kavra­rız.

O zaman nimetlerin en büyüğü olan İslam nimetiyle başlayalım.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğul­muş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölme­den yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğaz­lanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok et­mekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olma­mak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etler yiyebilir). Çünkü Al­lah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."[389]

"Allah nezdinde hak din islâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur."[390]

"Kim, islâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahiretîe ziyan edenlerden ola­caktır."[391]

Bu din sayesinde; dünyada mutluluk, huzur ve güven, ahirette ise kurtuluş ve nimetlere kavuşma gerçekleşir. Onsuz; dünyada; bedbahtlık, kayıp ve parçalanma ahirette ise büyük hüsrana ve cezaya uğramak, Al­lah'ın nimet ve rızasından mahrum kalmak vardır.

Gerçekten müslümanların çoğu İslam dinine intisablan sayesinde sa­hip oldukları nimetin değerini bilmiyorlar. Çünkü onlar bu dine çaba sarfetmeden, zorluklara katlanmadan varis oldular. Ve bu dinin dünya ve ahiret mutluluğu için kendilerine gerçekleştirdiği hayırı tanımaya çaba sarf etmediler. İslam nimeti her şeydir. Bunun olmadığı yerde hiç bir ni­metin kıymeti yoktur. Herhangi birimizin musibetinin malında, çocuğun­da, gözünde, kulağında ya da herhangi dünyevi bir nesnesinde olması, di­ninde olmasından daha hayırlıdır.

Resulullah (a.s.), bunu bize kavratmak için şöyle dua etmiştir:

"Allah'ım, musibetimizi dinimizde kılma. Ve dünyayı da en büyük gayemiz haline getirme."

Allah'ın bunca nimetlerine karşı O'na şükür etmeğe devam etmeye ne kadar muhtacız.

"(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kin­den ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: "Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler." Onlara: "işte size cennet; yapmış olduğnuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız" diye seslenilir."[392]

Allah Teala'nın bahsettiği, bu İslam nimetini kendisine kavuşuncaya kadar muhafaza etmeğe davet etmemiz lâzımdır.

"Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin."[393]

Çünkü işlerde önemli olan onların akıbeti ve sonucudur. İşte Hz. Yusuf (a.s.)'un tutumu. Allah (c.c.) kendisine mülk nimetini verdikten sonra kendisinden ruhunu müslüman olarak teslim almasını istiyor.

"Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada gö­rülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey görleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!"[394]

İslam nimetinin bizde tam olarak yerleşmesi için neseben değil ger­çek anlamda müslüman olmamız gerekir.

Allah yolunda kardeşlik ve O'nun rızası için sevme nimeti büyük bir nimettir. Yalnızca Allah rızası için oluşan bu kuvvetli bağ, kişiye arka­daşlarına karşı öyle bir saadet ve ruh huzuru verir ki; bunu ancak yaşa­yanlar ve tadanlar bilir.

Bu güçlü bağ sayesinde arkadaşlar arasında iyilikte yardımlaşma, te­nasüh, hayrı hatırlatma, karşılıklı güven, sevgi ve acıma duygulan perçinleşir.

Allah Teala kutsi yüce buyruğunda bu nimeti bize şöyle hatırlatıyor:

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulu­nan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hik­met sahibidir."[395]

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanma­yın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilar idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yola bulaşınız."[396]

Kalpleri kin, düşmanlık ve buğzla dolu olan bir toplumda yaşamak; keder, gam ve tasayla dolu çekilmez bir hayattır. Böyle bir yaşamdan Al­lah'a sığınırız...

İman, Allah yolunda kardeşlik ve Allah rızası için sevgi gibi büyük nimetlerden sonra değer itibariyle daha sonra gelen nimetlere geçip tefek­kür edelim ve bu nimetlerin değerini bilelim. Ben sizden kendi başınıza kalarak, herhangi bir sebepten dolayı gözünüzü kaybettiğinizi ve doktor­ların onu iade etmede aciz kaldıklarını düşünmenizi istiyorum. Ve biraz detaylı bir şekilde bunun amelinizde, ilminizde ve hareketinizde meydana getireceği değişikliği ve sizi bağlayacağı sınırlamaları, zorlukları ve dar­lıkları da düşünmenizi istiyorum. Bunu ne derece derin tefekkür edersek, o derece bu nimetin değerini kavramış oluruz. Hatta bu nimetle büyük bir mal arasında tercih noktasında kalırsak bunu tercih edeceğiz. Ve böylece gözümüzün iade edilmesi halinde bunu sadece Allah'ın ita'atında kulla­nacağımıza, isyanda kullanmayacağımıza dair Allah'a söz vermeye her zaman hazır oluruz. O zaman bunu mu düşünüp gerekeni yapalım, yoksa Allah'ın gözümüze bir musibet vermesini bekleyip sonra mı Allah'a söz verelim.

Ey kardeşim!

Bundan sonra herhangi bir sebepten dolayı göz nimeti ile beraber işitme nimetini de kaybettiğini düşün. O zaman vaziyet nasıl olur? Çevre­deki nesneleri ne görür, ne de işitirsin. Kendini karanlık bir hapishanede hissedersin.,Haraketlerin ve hayatın her işindeki sınırlamaların, darlığın ve zorluğun boyutunun genişlediğini hisetmiş olursun.

Bu tefekkür sayesinde bu nimetlerin değerini, Allah'ın üzerimizdeki fazl ve ihsanını, iyiliğini büyüklüğünü ve kendisine olan ihtiyacımızı kavramış oluruz. Ve eğer, gündüzleri oruç tutarak, geceleri ise kıyam ile geçirirsek ve ömrümüzün tümünü Allah'a ibâdetle geçirirsek ve ömrümü­zün tümünü Allah'ın ibadetine vakf etsek dahi sadece şu iki nimetin kar­şılığı olarak hakkıyla şükür etmiş olamayız.

Daha sonra şu veya bu sebepten dolayı görme ve işitme duyunla be­raber konuşma melekesini de kaybettiğini bir düşün. Ve bu durumda hali­nin nasıl olacağını tasavvur et. Hapishane haline gelen dünya hayatı büs­bütün zifiri karanlık olacak, kayıtlar ve kısıtlamalar daha da artmış olacak ve hayatla ilişkin daha da zorlanacak. Birisinden bir şey istediğin zaman ya da birisi senden bir şey istediği zaman bu istekleri anlamak ve ifade etmek çok zor olacak. Kendi kendine sor. Böyle bir hayata ne derece sab­redebilirsin? Ve kendi haline ne derece rıza gösterebilirsin? Hiç şüphesiz; iman nimeti olmaksızın böyle bir hayat çekilmez olur. Öyleyse kendimizi bu nimetleri Allah'a itaatte kullanmakla yükümlü saymalıyız. Ve sadece helale bakmalı, yalnızca helal dinlemeli ve yalnızca hayırlı olanı söyle­meliyiz.

Allah'ın bir nimeti olan akıl, ne kadar muazzam ve kıymetlidir. Sana yukarıda adı geçen üç duyu organın iade edilse, fakat aklına bir helal ve­ya bir zafiyet gelse o zaman ne olur bir düşün. Kendini nasıl hissedersin? Allah'a hamd olsun şu akıl nimeti sayesinde benim yazdıklarımı takip edebiliyorsun. Bu akıl nimeti olmaksızın; ne idrak, ne anlayış ve ne de disiplin olmadığı gibi herhangi bir şeyin ne zaman yapılacağından da emin olunmaz. Neticede kişi diğer akıl hastaları ile beraber ölünceye ka­dar hapis gibi bir yerde yaşamak zorunda kalır. O zaman akıl nimetinin değerini kavrayalım, onu Allah'a kavuşma yolunda ve dünyamıza ve di­nimize yararlı olabilecek yerlerde kullanalım. Allah'ın sevmediği ve ga­zabını celbedeceği yerlerde onu kullanmayalım.

Aynı şekilde ellerimiz, parmaklarımız, ayaklarımız, bedenimizin tüm cihazları ve iç organlarımız gibi bedenimizin kapsamına aldığı diğer nimetler üzerinde de tefekkür edelim. Vücudumuzun herhangi bir organı­nın veya parçasının görevini ifa etmediğini bir düşünelim. O zaman sakat kalabileceğimiz gibi hayatımızın büyük bir bölümünü de yatakta geçir­mek zorunda kalabiliriz. Bunun örnekleri her zaman mevcuttur ve gözü­müzün önünde cereyan etmektedir. Örnek olarak; beynimizdeki kılcal da­marların herhangi birisinde basit bir kan pıhtısı dahi felce yol açarak bey­nimizin konuşma ve diğer fonksiyonlarını kaybettirebilir.

O zaman bize verdiği bu sağlık ve afiyet karşılığında Allah'a hamd edelim ve tedebbür ve huşu içerisinde Allah'ın şu sözünü okuyalım:

"Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?"[397]

Ya gıda, su, hava ve ısı gibi vücudumuzun gereksinim duyduğu bun­ca nimetlere ne demeli... Peki ya kuşlar, bitkiler...ve kendilerinden mah­rum kalmamız durumunda helake ve ölüme maruz kalacağımız diğer nimetler.....Şu Allah'ın tüm canlıları kendisinden yarattığı suyun sana nasıl ulaştığını hiç düşündün mü? Allah'ın takdiriyle okyanuslardaki su buharlaşıyor ve rüzgarın yardımıyla buharlaşan su, bulut haline geliyor. Rüzgar da bulutları sevk ederek, yağmur olarak tekrar düşüyor. Dağlar ve tepeler sayesinde su nehirlerde akarak bize ulaşıyor. Dağlar ve tepeler olmasıydı su nehirlerden nasıl akıp bize ulaşırdı?

Şu hava ve kapsamındaki yaşam için gerekli olan gazları hiç tefek­kür ettin mi? Havadan, sudan, gıdadan, ısıdan yoksun oluduğunu bir dü­şün. Tabii olarak hayatın yaşanmaz olduğunu ve yok oluşla karşı karşıya kalacağını hemen anlarsın. Bu nimetlerden yararlanırken; Hz. Resulülla-hın Allah'ın fazlını ve ihsanını hatırlaması sünneti ne kadar da güzeldir.

Saliha bir eşin, yararlı ve imanlı salih bir neslin değerini unutmamız mümkün müdür?

"(Ve o kullar): "Rabbimiz! "Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!" derler."[398]

Kötü ahlaklı, saliha olmayan bir eşle geçecek yaşamı, sebebiyet ve­receği bıkkınlık, rahatsızlık hatta fitneyi bir düşün. Çokça istemelerine rağmen Allah'ın kendilerine çocuk vermediği kişileri de düşün. Aynı şe­kilde neslin, çocukların salih olmamaları durumunda sebebiyet verecek­leri gam ve sıkıntıları da unutma.

Tüm bu nimetlere karşı Allah'a şükür edelim, onlar hakkında Al­lah'tan korkup, onlara karşı vecibelerimizi yerine getirelim.

Allah (c.c.) ne doğru buyurmuştur:

"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."[399]

Düşünüyor muyuz?

"(O öyle lütufkâr) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yarar­lanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneş'i ve Ay'ı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O sîze istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!"[400]

Ey Allah'ım: Sen ne doğru buyuruyorsun. Seni hakkıyle övemeyiz. Sen ancak kendim övdüğün gibisin.

Ey kardeşim; gece ve gündüz nimeti üzerinde, hiç düşündün mü? Ya uyku nimeti ve bu nimetten mahrum kalman durumunda içinde olacağın durumu...

Allah Teala bu nimetleri bize hatırlatırken ne güzel ifade buyuruyor.

"(Resulüm!) De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üzerinizde gece­yi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size bir ışık getirecek ilah kimdir? Hâla işitmeyecek misizin? De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralık­sız devam ettirse, Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getire­cek ilah kimdir? Hâla görmeyecek misiniz? Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinleneseniz, (gündüzün) O'nun fazlu kereminden (rızkınızı) arayasınız ve şükredesiniz."[401]

Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini sayarak bitiremeyiz. Fakat Ey kar­deşim: Hareket ederken, konuşurken, yerken, içerken, elbise giyerken, yatarken, uykudan uyanırken, görürken, işitirken, koklarken, tadarken ve­ya hayatın her hangi bir işi ile uğraşırken Allah'ın senin üzerindeki nimet­lerini hisset. Ve sakın unutma ki; Allah'ın rahmeti ve ihsanı olmaksızın bunlardan hiç birini yapmaya güç yetiremezdin. O zaman Allah'ın kont­rolünde olduğunu sürekli hisset. Yapacağın her iş Allah'ın şeriatına uy­gun olmalı, Allah için olmalı ve O'nun ismiyle başlamalı.

İnsanların çoğu hata ediyor ve Allah'ın kendilerine olan nimetlerini sadece aylık ve yıllık maddi kazançlar veya benzeri şeylerden ibaret gö­rüyorlar. Bazıları ise zikrettiğimiz nimetlerle, milyonlarla ifade edilen servetin bile yerini tutamayacağı bazı nimetleri unutuyorlar.

"Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğun­da ve bol nimet verdiğinde "Rabbim bana ikram etti" der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise "Rabbim beni önemsemedi" der."[402]

Bunun gibi yanlış düşüncelerimizi düzeltmeye ne kadar da muhta­cız... Ve bu dünya hayatında imtihan edildiğimizi bilmeliyiz. Şer ile yani hoşumuza gitmeyen şeylerle denendiğmiz gibi hayırla da yani hoşumuza giden şeylerle de denenmekteyiz.

"Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz."[403]

Allah'ın nimetleri üzerinde tefekkür ile ilgili böyle bir gezintiden sonra Allah'ın bize olan iyiliğini, ihsanının güzelliğini ve O'na olan ihtiyacımizm boyutlarını kavramak suretiyle iyi bir azık elde ettiğimizi zan­nediyorum. Bu azık bizi Allah'ı tazime, itaate, şükre ve güzel kulluğa sevkedecek ve bizi O'nun nimetlerini isyanda kullanma cesaretinden ko­ruyacaktır. Allah (c.c.) bir insandan rahmetini keserse bu nimetler o insa­nı bedbahtlığa düşüren ve kendisini günahkar eden ceza haline dönüşür.[404]

 

İnsanları Bekleyen Gayb Alemini Tefekkür Etmek

 

İnsanların çoğu kendilerin bekleyen gayb alemini ve varacakları yeri tefekkür etmezler. Sadece içinde bulundukları günleri ve dünyalarını ya­şarlar. Sanki bu gayb alemi, önem verilmesi gereken bir konu değildir. Oysa ki o en büyük öneme layıktır. Çünkü o bizim geleceğimiz, gerçek ebedi hayatımızdır.

Duyu organlarıyla algılayamadıkları bu gayb aleminin gerçekleşme­sinden mi şüphe ediyorlar? Yoksa; dünya hayatı onları oyalamış, onu dü­şünmekten meşgülmü etmiş? Eğer sorun birincisinden kaynaklanıyorsa o zaman imanlarına dönsünler. Eğer ikincisinden kaynaklanıyorsa zaman geçmeden uyansınlar.

Gaybe ve ahiret gününe inanmak, imanın gerçekleşmesi için gerekli ve şarttır. Allah (c.c.) bu gayb aleminin gerçekleşmesini kasemle vurgu­ladığı halde biz nasıl yakini bir imanla inanmayalım?

"Göğün ve yerin Rabbine andoîsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gi­bi kesin ve gerçektir."[405]

Bu, gaflettir ve dünya malıyla ve süsüyle oyalanmaktır. Bundan do­layı onlar ahiret hayatını tefekkür etmek için zaman bulamıyorlar.

Tüm gaflet belirtisinden kurtulup, bu gayb alemini düşünmek, bizim için ne kadar da uygundur! Sanki onunlaymışız ve onu yaşıyormuşuz gi­bi, Kur'an ve sünnetin benimsediği şekilde, gerçekleşmiş gibi telakki etmeliyiz. Böyle bir tefekkür, gayb alemini takdir etmemizi sağlayacağı gi­bi, dünya ve ahiret mutluluğumuzun gerçekleşmesi için onu karşılamaya ve ona hazırlık yapmaya da sevkedecektir.

Gayb alemi, bir sonraki andan başlar, onu safhalara ayırdığımız za­man, ilk merhalenin, bir sonraki ölüme kadar uzanan bir zaman dilim; olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonra ölüm, kabir, berzah hayatı, dirilme, arz, hesap, sırat ve cennet ya da cehennem gelir.[406]

 

Ömrümüzden Kalan Süre

 

 

Ömrümüzün kalan kısmının uzun ya da kısa olacağını bilmediğimiz gibi; özellikle fitne sayısının ve çeşidinin çok olduğu bu çağda hayra ve salih amele muvaffak olacağız. Yoksa fitne ve sapmalara mı maruz kala­cağız, bilemiyoruz. Böylece hem Allah'ın rahmetini umma, hem de O'ndan korkma ve sakınma şuuruyla öylesine iç içe olmalıyız ki; bu şuur zamanımızı kendimize fayda verecek hayırlı işler yapma uğrunda harca­mamız içimizde bir itici güç doğursun.

"(Resulüm!) senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarı­sını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberin­de bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette bili­yor. Gece ve gündüzü (içinde olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen an­cak Allah'tır. O sizin, bunu sayamayacağınızı bildiği için, sizi bağışladı. Artık, Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah'ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışa­caklardır. O halde Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah'tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.[407]

Ey kardeşim, bu konuda tefekkür ederken otur ve tek başına kalarak şöyle bir düşün; senin veya başka birisi hakkında -eğer kendini düşün­men sana ağır geliyorsa- doktorların, altı ay gibi bir süre geçmeden öle­ceğinize dair rapor verdiklerini bir düşün ve o kişinin bu durumdan ha­berdar olduğunu, kendisinin hayatta kalışının sınırlı oluşunu ve geri say­ma durumunu da bir düşün. Böyle bir kişi mümin olması halinde durumu ve tavrı nasıl olur? Hiç şüphesiz böyle bir kişi, bir anlık zamanını zayi et­meksizin, tüm zamanını harcayarak olanca gücüyle, ahiret için yararlı işler yapmaya yönelecektir ve cimrilik yapmaksızın, tereddüt etmeksizin malını, canını, çabasını, fikrini kendisini ve sahip olduğu her şeyini Allah yolunda hazırladığını göreceğiz. Böyle bir kişi değil günaha cüret etmek bunu kalbinden dahi geçirmez. Nasıl masiyete cüret edebilir ki; o Allah'a kavuşmak için, hesap ve ceza için hazırlık yapmaktadır.

O zaman ey kardeşim; bizim altı ay, altı gün, altı saat, altı dakika hatta altı saniye daha yaşayacağımıza dair herhangi bir garantimiz var mıdır? Öyleyse neden örnek verdiğimiz kişinin durumuna benzer bir ruh hali içinde olmayıp, Allah'a kavuşmayı beklemeyelim ve ona hazırlık yapmayalım? Çünkü o an bir gün mutlaka ansızın gelecektir.

"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmu­ru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şe­yi bilendir, her şeyden haberdardır."[408]

O zaman hayırlı bir amel yapma fırsatı eline geçtiğinde bunu ertele­me, bunu ganimet bil. Çünkü ilerde seninle bu hayırlı amel arasına engel­ler girebilir. Hatta hayır fırsatının sana ulaşmasını da bekleme. Sen ona doğru koş ve onu ara. Ta ki Allah'ın kendileri hakkında şöyle buyurduğu kişilerden olasın.

"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[409]

Öyle insanlar görmekteyiz ki; değersiz veya az kıymetli bir maddi ve dünyevi kazanç elde etmek uğruna yolculuk yapıyor, uykusuz kalıyor ve yoruluyorlar. Bu insanlar bazen maddi kazanca karşı aşırı arzulan sebebiyle uzun bir süre yemeden ve uyumadan çalışarak, adeta kendilerini unutuyorlar. Öyleyse bu tür insanlardan neden ibret almayalım ve kendi­mizi Allah'la alışveriş noktasında yormayalım? Üstelik bu iki ticaret birbirlerinden ne kadar da farklıdırlar....

Ey Kardeşim: Allah'ın emrinde dosdoğru kalarak, O'nun şeriatına sımsıkı sarılarak ihlaslı bir şekilde gücün yettiği sürece Allah yolunda ça­lış ve çabala.

Allah'ın borcu, ödenmeğe en lâyık borç olmakla beraber, üzerinde kul borcuyla ölmemeye dikkat et. Ve müslüman kardeşlerine karşı sami­mi duygularla Allah'a kavuşmaya son derece önem ver. Şunu da bil ki;

Allah yolunda kardeşliğin en alt mertebesi gönül rahatlığı, en üst derecesi ise işar, yani kardeşini kendine tercih etmektir. Gecelerken yalnızca bu ruh hali içinde bulun.

Ey kardeşim! Ölüm gelmeden önce tevbeye istiğfara koş. Çünkü ölüm anında yapılan tevbe kabul edilmez.

"Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de son­ra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini ka­bul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir."[410]

"Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip ça­tınca "Ben şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır."[411]

 

Ölüm Merhalesi

 

Daha sonra, bizi bekleyen şu gayb aleminin iki önemli aşamasının arasındaki kesin bir çizgi olan ölüm merhalesine dönüyoruz. Hiç kimse öleceğinden şüphe etmez.

Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır.

"Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise al­datma metâından başka bir şey değildir."[412]

Hiç kimsenin ölümden kaçıp, kurtulduğunu görmedik. Fakat buna rağmen dünya işleri ile aşırı derecede meşgul olmaları sebebi ile sanki ölüm başkaları için varmışcasına insanların onu unuttuklarını, onun üze­rinde tefekkür etmediklerini görmekteyiz. Ölümü sürekli olarak hatırla­mamız ve Allah'a kavuşmak için hazırlık yapmamız gerekir. Şeytan bir insana günah işlemesi için telkinde bulunduğunda, o insan ölümü hatır­larsa, günah işlerken bile ansızın ölebileceğini ve onu kendisinden defedemeyeceğini düşünürse, hiç hayatını böyle bir sonla noktalamak ister mi? Rabbine günah işleyerek kim kavuşmak ister? Hiç şüphesiz ölümü hatırlamak şeytanın vesveselerine karşı bizi korur, onun vesveselerini bizden uzaklaştırır ve şeytana karşı bize yardımcı olur. Resulüllah (a.s.) yatarken, uykudan uyanırken yaptığı dualarla ölümü anlamanın önemine işaret etmiştir.

Ey Kardeşim: iyilik ve ita'at üzerinde iken ölmeye çalış. Allah'ın emrettiği gibi dostdoğru ve muttekilerden ol.

"(Onlar), meleklerin, "Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) iş­lere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir."[413]

Dünyaya geldiğinde, ailen yanıbaşında neşe içinde gülerken, sen ağ­lıyordun. Öldüğünde ise onlar yanıbaşında ağlarken, sen sevinçli ve mut­lu olmaya çalış. Allah'a kavuşmayı arzulayarak ona göre çalış ki Allah (c.c.) seni karşılamayı istesin.

Ölümünün Allah yolunda olmasına çalış. Hatta bunu kendine en bü­yük arzu haline getir. Allah'a şehid olarak kavuşmakla ölümünü hayata dönüştürmeye çalış.

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diri­dirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek henüz kendilerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesi­nin sevincini duymaktadırlar."[414]

Ey Kardeşim: eğer daha önce yapmamışsan, Allah'la bu kârlı muka­veleyi imzala. Genişliği yer ve gökler kadar olan Cennet'e kavuşmak için canını ve malını Allah'a sat. Eğer bu anlaşmadan bir an sonra dahi ölsen kazandın ve karşılığını hakettin. Ecel gecikirse tereddüt ve cimrilik yap­maksızın sözüne bağlı kal ve gerekeni yerine getir.

"İste sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz, içinizden ki­miniz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirse­niz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de ol­mazlar."[415]

"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta incil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."[416]

 

Kabir Ve Berzah Hayatı

 

Ey Kardeşim: gel, bunlardan sonra kabir hayatına geçip üzerinde te­fekkür edelim. Ölü olarak ziyaret etmeden önce diri olarak kabri ziyaret edelim. Mal ve evlat çokluğu ile diğer dünyevi uğraşlar bizi oyalamasın. Onu tanımak ve içerisindeki gerçek hayatın tabiatını, mahiyetini öğren­mek için onu ziyaret edelim. Tuğla, mermer ve yumuşak kumla değil, salih amelle ona hazırlık yapalım. Çünkü, bunların kabirdekilere ne bir et­kisi ne de bir faydası vardır. Ondan, bizi salih amele teşvik edecek ibret­ler edinelim. Çünkü kabirde bize arkadaşlık edecek, kabrimizi ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur yapacak olan ameldir. Kabir hayatı, ziyarete benzer snırlı bir zaman takip eder.

Allah (c.c) ne doğru buyurmuştur:

"Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."[417]

Kabir hayatının mahiyetini kavramak, gücümüzün dışındadır. Ama o hiç şüphesiz şuanki hayatımızıdan farklıdır. Çünkü ruh, şu fani bedenden ayrılıyor.

Kur'an ve sünnette bu hayata dair bazı belirtiler, işaretler vardır. Şehidler, Rabları katında diridirler, rızıklandırıyorlar. Yine de onların bu hayatlarının mahiyetini en iyi Allah (c.c) bilir. Bu kabir hayatının kapsamında sorgulama ve Resulüllah (a.s.)'ın ondan Allah'a sığındığı kabir fit­nesi de vardır.

Kur'an-ı Kerim, Firavun ve zümresi hakkında şöyle buyurmaktadır:

"(Kâfirler) ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara: "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler."[418]

Kabir azabına Resulüllah (a.s.)'ın şu hadisi işaret etmektedir.

İbni Abbas'tan yapılan rivayette Resulüllah iki kabir yanından geçerken şöyle buyurmuştur:

"İkisi de azab görmektedirler. Ve azabları büyük bir şeyden -yani kendilerine ağır gelen, yapılması zor olandan-kaynaklanmıyor. Biri sidi­ğinin sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise koğuculuk yaptığı için azab görüyor."[419]

Kabri ve kabir hayatını sürekli hatırımızda bulunduralım. Çünkü o bizden pek de uzak değildir. Herhangi birimiz sabahları evinde ailesiyle beraberken, akşamları kendisini tek başına kabirde bulabilir.

Bu mevzu ile ilgili, kardeşlerimizden birisinin başından geçen bir hatırayı zikretmeden geçemeyeceğim. Bu kardeşimiz, gece yarısı tutukla­nıp, tağutun askerleri onu ailesinin arasından alıp, içi bomboş, karanlık bir zindana atıyorlar. Ve kapıyı da kapatıyorlar. Arkadaşımız zifri karan­lıktan dolayı hiç bir şey görememektedir. İşte tam o esnada aklından şöy­le bir düşünce geçer:

Dünyadan çıkıp, kabre girdiğini, hesap ve ceza ile karşılaşacağını, hayattayken yaptığı işlerin kendisini azaptan kurtaramayacağını düşünür ve korkmaya başlar. Bunun üzerine eksikliklerini gidermek ve durumunu düzeltebilmek için Allah'tan kendisini tekrar dünyaya göndermesini te­menni eder. Sanki Allah (c.c.) da onun bu isteğini kabul etmiştir. Çünkü bir kendisine gelir ve dünyada olduğunu farkeder. Artık bir şeyler yap­mak ve durumunu düzeltmek için eline yeni bir fırsatın geçtiğini düşünür.

Bu hatıra o kardeşimiz üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Çünkü, bir kaç lahza önce ailesi arasındayken, şu anda karanlık bir zindanda ol­masına rağmen halinden memnun idi. Bu bakımdan sızlanmasına ve gamlanmasına gerek yoktur. Çünkü, içinde olduğu o durum, Allah'ın azabıyla karşılaşmaktan çok daha hafiftir. Öte yandan bu hatıra, onun şahsi­yetinde kendisini Allah'ın rızasına ulaştıracak ve azabından kurtaracak her türlü hayra ve güzel amel yapmaya karşı önüne geçilmez arzu ve işti­rak doğurmuştur.

Bu, bizi bekleyen gayb aleminin bazı merhaleleri ile ilgili bir düşün­me gezintisidir. Bunu defalarca okumalı ve sürekli hatırımızda bulundur­malıyız. Ta ki; davet yolunda bizi koruyacak ve bize yardımcı olacak azı­ğı edinelim.

Allah yardımcımız olsun. Tevfik yalnızca O'ndandır. [420]

 

Ahiret Günü Üzerinde Tefekkür Etmek

 

Günümüz müslümanlannın çoğunun, normal bir dünya gününe ver­dikleri önem kadar ahiret gününe önem vermediklerini söylesek abartmış olmayız. Hatta bazıları, uzun bir zaman geçer de insanların alemlerin Rabbi için ayağa kalkacağı o büyük günü bir anlık da olsa hatırlamazlar. Görmüyor musun, insanlar kışın soğuğuna ve yazın sıcağına karşı hara­retle çalışırlarken, cehennemin o kavurucu sıcağına ve yok edici soğuğu­na karşı tembellik gösterip, hazırlık yapmıyorlar.

Allah'a ve ahiret gününe iman ibaresi Kur'an-ı Kerim'de defalarca tekrar edilmesine rağmen, insanların çoğunun bu günü hatırlamadıklarını, onu uzak gördüklerini görmekteyiz. Onlara göre önemli olan yakın ola­nadır. Ki o da dünyadır.

Gerçekten Kur'an-ı Kerim'de geçen ahiret gününün isimlerinin sade­ce işitilmesi ve telaffuzları esnasında çıkardıktan seslerin etkisi dahi duy­guları harekete geçirir ve gafil kalbleri uyandırabilir.

İşte bu günün Kur'an'da geçen bazı isimleri:

El-Kari'a, es-Saika, el-Hakke, el-Vakio, es-Sahe, et-Tametü'1-Kübra, el-Gaşiye, er-Recfe...

Eğer Kur'an ve sünnet'te varid olan bu günün sıfatları üzerinde du­rup, yaşarcasına tefekkür edersek, gözümüze ne uyku girer, ne dudakları­mız gülümser, ne gönlümüz rahat olur ve ne de gözyaşımız kurur. Kim, bu ayetleri okur veya işitir de etkilenmez, gafletinden uyanmaz.

"Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!"

Ey kardeşim;

Gel, ahiret günü ve o gün içerisinde cereyan edip, çocukları ihtiyar­latacak dehşette olan olaylar ve tablolar üzerinde tefekkür edelim.

Sur'a üflenişi, dirilmeyi, hesap için cebbar olan Allah'ın huzuruna götürülüşü, az veya çok yapılan her şeyden hesaba çekilişi, amellerin miktarlarının bilinmesi için mizanın kuruluşu, varılacak yerin belirlenme­si ve ucunda ya Cennette mutlu olmak ya da Cehennemde bedbaht olma­nın söz konusu olduğunu ve sırat köprüsünden geçişi tefekkür edelim.

Ahiret aleminin tüm bu tablolarını bir veya daha fazla makalede de­taylı bir şekilde incelemek zordur.

Bundan dolayı biz bu tablolardan sadece bir kaç kesit sunacağız. Böylelikle bunlardan, ahirete olan imanımızı artıracak ve ona daha fazla önem vermemizi sağlayacak düşünce metodu ve bazı dersler ibretler çı­kartmış alacağız.[421]

 

Sûr'a Üflenmesi

 

O, büyük günün manzaraları, sûr'un ilk üflenişiyle başlar ve o anda Allah'ın dilediği kişiler hariç, göklerde ve yerde olanların tümü düşüp ölür. Bununla beraber, yalnızca tasavvuru bile bizi ürpertecek bir takım hadiseler de gerçekleşir. Göklerin yanlışı, yıldızların dökülüşü, dağların yürütülüşü, denizlerin kaynayışı, yeryüzünün şiddetle sarsılışı ve kabirdekilerin dirilişi gibi...

Daha sonra yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir.

Ve daha sonra ikinci defa sûr'a üflenmekle birlikte öldükten sonra dilirme ve mahşerde toplanma olur. İnsanlar, o gün çırılçıplak olarak ate­şin etrafında çırpınıp dökülen pervanelere dönüşürler.

Kıyametin tablolarım tasvir eden bazı ayet ve hadisleri beraber oku­yalım.

"Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar?"[422]

"İşte, göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay biraraya getirildiği za­man! O gün insan, "Kaçacak yer neresi?" diyecektir."[423]

"İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün bir takım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir, işte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır."[424]

İşte o gün insanların içinde bulunacakları durum: Korku, sızlanma, sıcaklık, ter, kendini kaybetme.İbni Ömer'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (a.s.) şöyle bu­yurmuştur:

"İnsanların alemlerin Rabbinin huzurunda durdukları gün onlardan her biri, kulaklarının yarısına kadar tere gömülür."[425]

Öyleyse, o gün yüzleri gülen, sevinen ve parıldaşanlardan olmak için bu gün (dünya hayatında) çalışmamız gerekir.[426]

 

Arz, Hesap Ve Mizan

 

Ey kardeşim;

Ne kadar küçük olursa olsun, işlediğin her amelden, söylediğin her sözden dolayı Allah'a, O'nun zatı huzurunda hesap vereceğini bil. Dünya­da bazı görevliler, işledikleri herhangi bir suçtan dolayı amirleri tarafın­dan sorguya çekildiklerinde elleri ve ayakları titriyorsa Allah'a hesap ver­diğimizde, onun huzuruna çıktığımızda halimiz nasıl olur? Hiç düşünü­yor musun?

"(Ey insanlar!) O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size ait hiçbir sır gizli kalmaz."[427]

"Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler."[428]

Evet, o gün ne inkar, ne de mazeret uydurup, kurtulma ihtimali var­dır.

"Artık insan, kendi kendinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp dök­sün."[429]

Ve o gün, bizim vücut organlarımız aleyhimizde tanıklık yaparlar.

"Yapmış olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının, aleyhlerinde şa­hitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır."[430]

O günde dünyada yapılan tüm zulümler, sahiplerine döner ve mazlu­mun hakkı zalimden alınarak kendisine tam olarak ödenir.

Burada Resulullah (a.s.)'m şu sözünü zikretmek uygun olur.

Allah Resulü şöyle buyuruyor:

"(Ashabına hitaben) "Müflisin kim olduğunu biliyor musunuz?" Orada bulunan sahabeler, "Ey Allah'ın Resulü: Bize göre müflis, dirhe­mi, dinarı ve malı olmayan kişidir." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet günü namazı, orucu ve zekatıyle gelir. Yalnız, birine sövmüş, ötekine iftira etmiş, berikinin malı­nı yemiştir. Bir başkasının kanını akıtmış, bir diğerini de dövmüştür. Onun için hasenatından bir kısmım birine, bir kısmını da ötekine verir. Eğer üstündeki hakları ödeyemeden hasenatı tükenirse bu sefer kendinde kimlerin hakkı varsa, onların günahları da onun üzerine yüklenir. Ve sonra cehenneme götürülür."

O gün; hasret, pişmanlık, rüsvaylık, korku ve sızlanma baş gösterir ve böyle diyenleri de görürsün:

"O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: "Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmiş­ken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder."[431]

Öte yandan o gün bazıları ise güven, neşe ve sevinç içerisindedirler. Ki Allah'tan bizi onlardan kılmamızı dileriz.[432]

 

Sırat

 

Allah'ın huzuruna çıkış ve hesaptan sonra sıra, cehennem üzerine kurulacak olan sırat'ı geçmeye gelir. Sırat köprüsünü geçme hadisesini canlı ve gerçek bir olay olarak gözünde canlandırıp, tasavvur etmen dahi senin kalbini dehşete düşürür.

Resulullah (a.s.)'ı şu hadisi üzerine beraber tefekkür edelim:

"İnsanlar, cehennem üzerindeki köprüden geçerler. Köprünün üs­tünde dikenler, kancalar ve çengeller bulunur. Bunlar sağdan ve soldan insanları kapar. Köprünün iki yanında da melekler vardır. Onlar da 'Al­lah'ım; sen selamet ver, Allah'ım sen selamet ver' diye dua ederler.

İnsanlardan bir kısmı köprüden şimşek gibi geçer, kimi rüzgar gibi, kimi de atlı gibi geçer. Kimileri koşarak, kimileri yürüyerek, kimi emek­leyerek, kimi de geri geri giderek geçerler. Cehennem'de kalmaları ke­sinleşen cehennemlikler orada ne ölür, ne de yaşarlar. Ama bazı insan­lar da vardır ki; onlar bir müddet cehennemde alıkonulurlar. Orada yanarlar ve kömür haline gelirler. Bir müddet sonra ise şefaat olunmaları­na izin verilir."[433]

 

Şefaat

 

Cehennem'e girmeye müstahak olanların bazıları ise, Allah (c.c.) on­lara ihsanda bulunarak sevmiş olduğu Peygamberler, şehitler ve salihler gibi kullarının şefa'atını kabul eder. Peygamberimize de şefa'at yetkisi verilmiştir. Allah Resulü bir hadiste şöyle buyuruyor:

"Bana beş şey verilmiş ki; benden önce hiç kimseye verilmemiştir.... onlardan biri de şefaattir."

Başka bir hadiste ise şöyle buyuruyor.

"Her peygamberin kabule şayan bir duası vardır. Ama ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum."[434]

Hiç şüphesiz bu Allah (c.c.)'ın İslam ümmetine ve onun Resulüne bir ikram ve iyiliğidir.[435]

 

Havz

 

Allah (c.c.)'ın Hz. Muhammed (a.s.) ve onun ümmetine bahşettiği bir başka, meziyet ise havz'dır.

Müslim'in, Enes'den rivayet ettiği bir hadisi şerif şöyledir:

"Allah Resulüne Kevser süresi indirildiğinde, ashabına "Kevser"ın ne olup olmadığını sordu, Onlar, Alah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:

"O, Allah'ın bana vermeği vadettiği bir nehirdir. Onda çok hayırlar vardır. Onda bir havuz vardır ki, kıyamet günü ümmetim onun yanında toplanır, onun pınarları, gökteki yıldızların sayası kadardır."[436]

 

Cehennem Ateşi

 

Ahiret gününü tefekkür etmenin nefislerimizde etkisini gösterebil­mesi için, Cennet nimetlerini ve Cehennem ateşini de düşünmemiz gere­kir. Kur'an ve hadislerde varit olan nitelik ve tabloları gözönünde bulun­durarak Cennet ve Cehennem'deki yaşamı düşünmeliyiz. Ta ki; içimizde ateşten korkma ve çekinme duygusu yerleşmiş olsun. Böylelikle günah­lardan uzaklaşarak Cehennem ateşinden, kendimizi korumuş olalım ve Cennet'e de şevk duyup, ona doğru yürüyelim.

Biz burada bu tablolardan bazılarını zikretmekle yetineceğiz. Ger­çekten, eğer Kur'an-ı Kerim'den sadece bir ayet dahi müminin kalbiyle direk etki kurup, irtibata geçerse onun sahibini sarsar ve onun tüylerini diken diken eder.

Aklını ve düşünceni her türlü engelleyici ve uğraştırıcı unsurlardan soyutladıktan sonra benimle beraber bu ayetleri oku.

"Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve de­rileri eritilecektir. Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!" (denilir)."[437]

"Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka de­rilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakimdir."[438]

"(Peygamberler) fetih istediler (Allah da verdi). Her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından da (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendi­sine irinli su içirilecektir! Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazın­dan geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değil­dir (ki azaptan kurtulsun). Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır."[439]

"Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarda maden eriyiği gibi, suyun kaynaması gibi kaynar. (Allah zebanilere em­reder): "Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!"[440]

Burada, yani dünya hayatında çok yüksek bir apartmanda yangın çıktığını ve özellikle son katlarda oturanların kurtulmaları için yangın merdiveninin bulunmadığını bir düşünelim. Böyle bir durumda insanlar ölüm tehlikesi olmasına rağmen, yangından kurtulmaları uğruna kendile­rini yüksek katlardan atıvereceklerdir.

Dünyadaki ateşten bu derece korkan insanlar nasıl olur da cehennem ateşinden korkmuyorlar? Şüphesiz, cehennem ateşi korkulmaya daha müstahaktır.

Kendine tabi olanları kınayarak, va'adinden döndüğü gün şeytan ve taifesinin durumlarını zikretmeden geçemeyeceğiz.

"(Hesap görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki:

"Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağır­dım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, ken­dinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır."[441]

 

Cennet Ve Nimetleri

 

Cennet, senin kokun ne kadar da güzeldir. Sana ne kadar da müşta­kız. Allah'ın kitabında ve elçisinin hadislerinde Cennet'in ve nimetlerinin niteliklerine dair anlatılanlar, dünyadaki nimetlere benzetilerek zikredilmiştir. Gerçekte ise Cennet'in nimetleri aklımızın alamayacağı derecede dünyadakilerden üstündürler.

Ey kardeşim;

Allah'ın kitabına müracâat et. Yavaş yavaş ve düşünerek Cennet ni­metlerinin zikrinin geçtiği ayetleri oku.

Gözünü kapayarak, bu nimetler içinde yaşadığını tasavvur et ve sü­rekli olarak bu mutlu sona karşı özlem ve iştiyak duyguları içerisinde ol. Orada mutluluk, güven ve her türlü nimetler vardır. Orada ne korku, ne yorgunluk, ne karanlık, ne aşağılık, ne kin ve ne de buğz vardır. Aksine, cennettekiler sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Cennet'teki köşkler, bahçeler, huriler, çeşit çeşit yiyecekler, içecekler, meyvalar ve elbileseler; hepsi insan nefsinin meylettiği şeylerdendir. Fakat, Allah'ın rızasına kavuşmak ve O'nun Kerim zatına bakmak ise bütün bu nimetle­rin üstündedir.

"Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel mes­kenler vâdeni. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür, işte büyük kurtuluş da budur."[442]

Peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle arkadaşlık da böyle­dir. Gerçekten onlar ne güzel arkadaştırlar.

O zaman bütün çabamızla Allah yolunda ve O'nun dinine yardım ko­nusunda gayret gösterelim. Allah'ın rızasını umarak, davet yolunda karşı­laşacağımız tüm zorluklara dayanalım.

1948 yılında ilk hapse girdiğimde bir kardeşimizin şu sözünü unuta­mıyorum: Hz. Musa, (a.s) dünyadaki eşinin mehrini elde etmek için 8 ve­ya 10 sene çalıştı. O zaman şu cennetteki hurilerin mehirleri ne kadar olur? Bir düşünün.

Bizi bekleyen bu gayb alemi üzerinde yaptığımız bu düşünme gezin­tisinden sonra daha evvel okuduğum bir hikayeyi burada anlatmak istiyorum. Hikaye şudur: Müslümanlardan biri günahtan hemen sonra tevbe et­mesine rağmen günaha tekrar dönüyordu. Yani tevbesinde sabit durmu­yordu. Bu şikayetini Allah'ın salih kullarından birine bildirdi. O salih kul, kendisine şöyle bir öneride bulundu:

“Eğer şu beş şeye gücün yetiyorsa, kendine güveniyorsan o zaman günahlarla beraber ol. Yani günah işlemekten çekinmeyebilirsin.”

“O beş şey nedir?”

“Mademki günah işliyorsun, o zaman Allah'ın mülkünden çık.”

“Ben Allah'ın mülkünden nasıl çıkarım?”

“İkincisi; madem ki Allah'a isyan ediyorsun, o zaman O'nun rızkın­dan uzak dur. Yeme, içme.”

“Ben aç kalıp öleyim mi?”

“Üçüncüsü; Allah'a isyan etmeğe kalkıştığında seni görmeyeceği bir yere git.”

“Allah için gizli, açık diye bir kavram yok ki.”

“Peki, Allah'ın mülkünde oturur, onun rızkından yararlanır ve seni görmesine rağmen günah mı işlersin? Bu inkarın zirvesi değil de nedir?”

“Dördüncüsü nedir?”

“Dördüncüsü; Ecel ile görevli melek ecelini almaya geldiğinde, nâsuh (makbul) bir tevbe yapıncaya kadar sana mühlet vermesini iste.”

“O beni dinlemez ki...”

“Beşincisi ise; Kıyamet günü melekler seni Cehennem'e doğru gö­türmeye çalıştıklarında onları dinleme ve gitmeyi reddet.”

“Buna gücüm yetmez ki...”

Bunun üzerine o günah işleyen kişi, daha sonra günaha dönmemek üzere nâsuh bir tevbe yaptı.

Gerçek olan şudur ki; Allah'a ve ahiret gününe iman mefhumu o adamın gönlünde sönmüş bir haldeyken, salih zat bu üslubla onu ikaz et­miştir. Bu üslubun da adam üzerinde bir etkisi olmuş ve o adam nâsuh bir tevbeye kavuşmuştur.

Anlattıklarımız üzerinde tefekkür ederek yukarıda zikri geçen adam gibi etkilenmemizi umuyorum.

Muvaffakiyet Allah'dandır.[443]

 

Siyerden Alacağımız Azık

 

Bugün, Allah yolunun davetçileri ve O'nun yolunda yürüyenler si-yer-i nebide en yararlı ve hayırlı azığı bulacaklardır. Bunun bir çok nede­ni vardır: Bunlardan biri, üzerinde yürüdüğümüz davet yolunu daha önce Resulüllah (a.s.) ve sahabesinin üzerinde yürüdüğü yolun aynısı olması ve içinde yaşadığımız dönemin ilk İslami merhaleye büyük ölçüde benzi­yor olmasıdır.

Çünkü, İslam bu çağda garipsenmiş ve cahiliyye, toplumumuzu teh­dit ederek tekrar geri dönmüştür. Allah yolunun davetçileri baskı, sıkıntı ve işkenceye maruz kalıyorlar. İslam düşmanları, müslümanları gözetle­yip, hile ve tuzak kuruyorlar.

Tüm bunlar, siyerdeki tüm olay ve tavırlardan ders almamızı zorunlu hale getirmektedir. Özellikle; ilk İslami toplumun lider ve öncüsü Resu­lüllah (a.s.) olması azıklanma ihtiyacımızı daha da artırmaktadır.

Çünkü Allah'ın (c.c.) da belirttiği gibi o bizim en iyi örneğimizdir.

"Andolsun ki, Resulüllah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuş­mayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."[444]

Öte yandan; Allah Resulü ile beraber davet yolunda yürüyenler, İs­lam devletinin omuzlarında yükseldiği sahabelerdir -Allah hepsinden razı olsun- onlar yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsak hidayete ermiş olaca­ğız.

Bundan dolayı; siyret dönemi, tüm hayır kaynaklarıyla dolu, parlak bir dönemi temsil eder. Siyret dönemi, Resulüllah'a vahyin nuzülü yoluyla, insanlığın tümüne, Allah'ın feyiz, rahmet ve nurunun indiği bir dö­nemdir. Tüm bunlardan daha önemli olan, bu dönemin İslam'ın ilk ve doğru uygulandığı dönem oluşudur. Tüm bu hususlar, pratikte uygula­mak ve gereklerine uymak üzere Resulüllah'ın ve sahabesinin hayatını öğrenmemizi gerekli kıldığı gibi; örnek, ibret ve azık alabilmemiz için O'nun ve arkadaşlarının karşılaştıkları durumları, olayları ve onların bu olaylar karşısında nasıl bir tavır ve davranış içinde bulunduklarını da ti­tizlikle öğrenmemizi gerektiriyor.

Pratik örneğin, ruhlarda, mücerret bir öğüt veya sözden kat kat daha fazla tesir ettiğini açıklamamıza gerek yoktur. Davet yolunda bize yarar sağlayacak en hayırlı azık bu örneklerde mevcuttur.

Siyerde geçen tüm öğüt, ibret ve dersleri burada anlatacak değiliz. Sadece bazılarına değineceğiz. Ve burada siyeri okumanın değil dersler ve ibretler çıkararak Öğrenilmesinin zaruretini belirtmek istiyorum.

Siyerden alınacak ve davet yolunda ihtiyaç duyacağımız en Önemli ve öncelikli azık, nefsi hazırlık ve ruhi azıktır.

Çünkü; davetin gerektirdiklerini yerine getirmek, engelleri ve zor­lukları aşmak ve viraj ve dönemeçlerde sapmadan korunmak için bu en hayırlı yardımcıdır. Biz bu hazırlığı, Allah'ın bi'setten önce Resulüne ma­ğarada geceler ve günlerce tek başına kalması yolundaki ilhamında gör­mekteyiz.

Bu azık, Allah'ın elçisini gece kıyamına yöneltmesinde de belirir.

"Ey örtünüp bürünen (Resulüm)! Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yansını (kıl). Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz."[445]

Allah'a yaklaşmak, O'nunla kendi aramızdaki bağı güzelleştirmek davet yolundaki en hayırlı azığımızdır.

Allah Resulünün çeşitli işkencelere maruz kalışını, sabır ve taham­mül gösterişini ve kavminin hidayete ermesine dair hırsını okudukça, da­vet yolunda yürüyebilmek ve her türlü zorluğa katlanabilmek için gerekli enerjiyi, azığı ve gücü elde etmiş oluruz.

Yasir ve Sümeyye'nin işkence ile şehid edilişinde, Bilal'ın hak yol­daki sebatında da daha sonraki nesiller için enerji ve hakta sebat gösterebilmek için gerekli azık vardır.

Ey kardeşim!

Kendisine mal, mülk ve başkanlık teklif edildiğinde Resulüllah (a.s.)'ın gösterdiği o büyük tavrın ve söylediği tarihi sözün nefislerimizde bırakacağı büyük etkiyi hiç düşündün mü?

O, bu dünyevi tekliflere karşın şöyle buyurmuştu:

"Ey amcacığım,

Allah'a yemin ederim ki, -bu vazifemi terk etmem için, Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koysalar- Allah bu davayı üstün kılmadıkça veya ben bu uğurda helak olmadıkça onu terk etmem."

Resulüllah (a.s.)'ın bu sözünde batıla meydan okuma ve dünyalıkları hafife alma vardır.

Allah'ın Resulü, yalancılık, sihir ve delilikle itham edildi. O, sabr etti ve kızmadı. Fakat pratik ve ameli tüm bu ithamlann batıllığmı ve dayanaksızlığını ortaya çıkardı.

Daha önce Hz. Musa (a.s.)'da bozgunculukla itham edilmişti. Fira­vun ise kendisinin doğru yola çağırdığını iddia etmişti.

Daha önce bu ithamlann batıllığı ve asılsızlığı kesin bir şekilde orta­ya çıkmasına rağmen, bu gün Allah yolunun davetçileri terör ve dinin ar­kasına sığınarak başka emeller gütmekle suçlanmaktadırlar. O zaman davetçiler siyerden ders alarak sabır etmeli, gevşeklik göstermemelidirler.

Ey kardeşim!

Ebu Talip bölgesinde üç yıl boyunca ilk müslümanlann ambargo sü­resince açlığa ve mahrumiyete karşı sabır ve tahammül gösterişleri üze­rinde tefekkür et. Onlar, açlıklarını gidermek için ağaç yapraklarını yi­yorlardı. Ama, buna rağmen Tevhid Akidesi' nden vazgeçmediler, Allah'ın davasını tüm dünya nimetlerine tercih ettiler.

Allah yoluna davet eden her davetçi, Hz. Resulüllah'ın Taife gidi­şinde, davasını ulaştırmak için uzun mesafeler katedişinde ve bu uğurda onun karşılaştığı işkence ve davadan yüz çevirmelerde büyük bir azık bu­lacaktır.

Allah Resulü, tüm bunlardan sonra şöyle duada bulunuyordu:

"Ey Rabbim, kavmimi hidayete ulaştır. Çünkü onlar bilmiyorlar."

Allah yolunun davetçileri Resulüllah (a.s.)'ın, güçsüzlüğünü, çaresiz­liğini ve insanlar karşısındaki küçümsenişini dile getirdiği ve kendi güç ve kuvvetinden Allah'ın güç ve kuvvetine sığındığını ve sadece Allah'ın azabından korktuğunu ifade ettiği duasından da gerekli azığı çıkarmalı­dırlar.

Resulüllah (a.s.) duasının bir bölümünde şöyle buyuruyor:

"Ey Rabbim: Senin bana karşı kızgınlığın yoksa, gerisine aldır­mam."

Tüm bu duygular, davetçileri hayra, tüm eza ve zorluklara rağmen tebliğe devam etmeye yöneltiyor.

Eşlerine davet yolunda yardımcı olmaları, onlara destek olup, onları memnun etmeleri ve onları engellememeleri, yalnız bırakmamaları için; müminlerin annesi Hz. Hatice (r.a)'nin Allah Resulüne karşı gösterdiği tavır ve davranışlarında, bütün müslüman kızkardeşlerimizin alacağı en güzel azık ve örnekler vardır.

Siyerde, isra ve miraç hadisesini okuyan kişi için onda, müminlerin imanını artıracak azık, ders ve ibretler bulacaktır. Bugün gerçekten müs-lümanlar, Kudüs ve çevresinin değerini kavrayarak bu mukaddes yerlerin işgalci Siyonistlerin elinden kurtarılmasının üzerlerine düşen bir görev ol-duğunu anlamaya ne kadar da muhtaçtırlar...

Hicret hadisesi ise tümüyle azık, ders ve ibretlerle doludur. Tüm bunları burada zikretmeye gücümüz yetmez. Hicret hadisesine katılan her sahabenin, bir veya bir kaç yönden, Allah'a davet edenlerin örnek alacağı parlak tavır ve örnekleri vardır.

İşte, Allah Resulü'nün sükûneti ve itminanı, O'nun Allah'a olan gü­veni, Hz. Ebubekir'in Allah Resulüne olan düşkünlüğü, Hz. Ali'nin fedai­liği, Abbdullah bin Ebubekir ve Esma'nın cesareti, ikisinin o dağdağalı ortamda üzerlerine düşen rolü üstlenmeleri ve gizlilikle işi yürütmeleri...

Resulüllah (a.s.)'ın Süraka'ya Kisranın mücevherlerini vaadetmesi, onun Allah'ın yardımına olan güveni, Medine ehlinin O'nun gelişini bek­lerken sergiledikleri büyük şevk ve coşkulu sevgi gösterisi, O'nun gelişini kutlamaları ve buna benzer nefislerde büyük bir etki bırakan diğer duy­gular, davetçilerin davet yolunda ihtiyaç duyacakları azıklardır.

Ey kardeşim.

Cami fonksiyonunun önemini ve İslam devletinin kurulmasındaki rolünü kavramak için, Resulüllah (a.s.)'ın yerleştiği her yere cami inşası­na önem vermesinden ders almasın. Ta ki, mescidin bu önemli rolünü ia­de eîmek için çalışalım ve onu sadece namaz kılınan yer alarak algılama­yalım.

Allah Resulü'nün Yahudilere karşı olan tavrı ve onların O'na ve da­vasına karşı takındıkları tavırdan da almamız gereken önemli dersler ve azıklar vardır. Bugün her zamankinden daha fazla bu azığa muhtacız. Al­lah Resulü, Medine'de yerleşir yerleşmez onlarla barışçı ilişkiler kurmaya çalıştı. Onlara, dinlerinin ve mallarının emniyette olacağına dair garanti verdi. Ve bununla ilgili olarak bir antlaşma metnini hazırladı. Fakat, on­lar hain bir kavimdir. Antlaşma üzerinden fazla zaman geçmeden Allah elçisinin öldürülmesi için komplo kurdular. Ve bu olay Beni Nadir sava­şının çıkışına sebep oldu.

Daha sonra müslümanların en zor günlerinden biri olan Hendek Savaşı'nın yapıldığı gün müslümanlara hainlik yaptılar ve verdikleri sözden cayıp, antlaşmayı bozdular ki bu olay da beni Kureyza savaşının çıkış se­bebi oldu. Yahudiler bunlarla yetinmeyip, bilâhare, Medine'ye ve mümin­lere alçakça ve hâince saldırmak için herbir taraftan'toplanıp, silah hazır­lığı yaptılar ve çeşitli hile ve desiselere başvurdular. Onların bu davranış­ları da Hayber Savaşı'mn çıkış sebebi oldu. Yahudiler, öyle bir kavimdir ki, ne verdikleri söze güvenilir, ne de va'adlanna... Bu bakımdan bu hadi­selerden ders alıp, aldanmaydım.

Ey kardeşim!

Tebük gazvesinden de gerekli azığını al. Sadık bir imanın mümin nefislerde bırakacağı etkiyi bir tefekkür et. Sahabeler, bu savaşta, bu iman sayesinde cihad etmeyi rehavete tercih ettiler, bu uğurda bol bol mallarını sarfettüer ve Allah yolunda, O'nun rızası uğruna karşılaştıkları acılardan, zorluklardan ve aşın yorgunluktan zevk aldılar.

Öte yandan, Allah Resulü'ne gelip cihada çıkmak isteyen, ancak sa­vaş levazimatı ve binek bulamadığı için Resulüllah'ın kendilerini geri çe­virdiği sahabelerin davranışlarından da ibret ve azık almalısın.

Onlar, cihad şerefinden ve Allah yolunda şehid olma fırsatından mahrum kaldıkları için, üzüntülerinden gözleri yaşlı olarak evlerine geri döndüler. Oysa ki, insan tabiatı, tehlikelerden kurtulduğu ve savaşlardan uzak kaldığı zaman sevinmeye meyi eder. Fakat gerçek iman, ölçüleri tashih eder.

Ve Allah yolundaki ölümü şehadet, hak dava uğruna çekilen her iş­kenceyi şeref ve toplumu islâh uğruna başa gelen her musibet de tarihi bir davranış olarak telakki eder.

Davet yolunda yürüyenler, siyerde geçen Resulüllah (a.s.)'ın Muhacir ve Ensar arasında tesis ettiği kardeşlik müessesi ve bunun sonucu ola­rak ortaya çıkan sevgi ve kardeşini kendisine tercih etme olayından alına­cak azığa ne kadar da muhtaçtırlar.

Kur'anı Kerim bu olaydan şöyle bahseder.

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleş­tirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri za­ruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsi­nin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[446]

Resulüllah'ın (a.s.) yaptığı savaşlarda da gerekli azığımız mevcuttur. Biz bu savaşlarda, Allah rızası için öne atılmayı, cihadı, infakı ve Allah yolundaki şehadeti görmekteyiz. Bedir Savaşı'nda, Allah'ın sayısı az olan bir mümin grubu, sayıca çok olan kafir ve haddini aşan bir gruba nasıl galip getirdiğini görmekteyiz. Fetih gününde ise, Allah'ın zaferinin ger­çekleştiği anda Resulülah'ın alçak gönüllülüğünü, gurura kapılmayışım ve kendisini yüksekte görmeyişini müşahede etmekteyiz.

Uhud ve Hüneyn savaşlarında ise yenilginin sebeplerine, emir ve ta­limatlara sıkı bir şekilde sarılmanın zaruretine dair nice dersler ve ibretler vardır.

Tebük savaşından da gerekli azığımızı almalıyız. Aşın sıcaklığa ve yorgunluğa rağmen cihada çıkmak ve "sıcakta savaşa çıkmayımz" diyen münafıkların alıkoymalarına kanmamak, davet sahiplerinin üzerinde dü­şünmeleri gereken konulardır.

Öte yandan, siyerde, müminlerin Allah Resulüne olan gerçek sevgi­lerini, küçük ve büyük ayrımı yapılmaksızın her konuda Ona uymaya hırslı oluşlarını görmekteyiz. İçkinin haram kılınışı ve hicab ayetinin nü­zulü esnasında olduğu gibi onların tereddüt göstermeksizin Allah veya Resulü'nden gelen emir ve yasaklara güzel bir şekilde icabet ettiklerim görmekteyiz.

Müslüman kız kardeşler de siyerden gerekli azıklarını almalıdırlar. Ömek olarak Ensar hanımlardan olan Ammare'nin annesi olan Nesibe'nin tavrını verebiliriz. Uhud Savaşı'nda Allah Resulü yaralanıp düştüğü za­man müşriklerin bir çoğu öldürülmesini kast ederek onun başına üşüştü­ler. O günde, aralarında Ebu Ducane'nin de bulunduğu bir kaç kişi sebat gösterdi. Ebu Düccane (r.a), Resulüllah'ı müşriklerin oklarından korumak için kalkanını önüne veriyordu. Onun sırtına ise oklar isabet ediyordu. O gün sebat gösterenlerden birisi de Ammar ve annesi Nesibe idi. Nesibe (r.a) yaralılara su ulaştırma görevini bıraktı, eline kılıç alıp, Resulüllah (a.s.)'ı korumak için savaştı ve müşriklere oklar yağdırdı.

Allah Resulü onun o günkü tavrı ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Uhud günü sağıma ve soluma her dönüşümde onu hep beni koru­mak için savaşırken görmüşümdür."

Nesibe, o gün oniki yerinden yaralanmıştı.

Genç Davetçiler!

Üsame bin Zeyd (r.a.)'ın komutan olarak gönderildiği hadiseden azıklarını almalılar ve kendilerine güven duymalıdırlar. Kabiliyetlerini, maharetlerini ve komuta etmedeki iktidarlarını kullanmaları için İslam'ın önlerini nasıl açtığım düşünmelidirler. Aralarında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin bulunduğu bir sahabe topluluğuna bir genç olan Usame'nin komutan olarak tayin edilmesinde, alınacak ders ve azık olduğu gibi, bu insanların Allah'ın hidayet ve lütfü, Resulüllah'ın ter­biye ve irşadı ile ulaştıkları ruhi ve ahlaki güzelliklerinin ne boyutlarda olduğuna açık bir delil vardır.

Ey kardeşim;

Siyeri okurken, tam ve gerekli azığı elde etmek için, o olayları Al­lah'ın Resulü ve sahabesiyle beraber yaşıyormuşcasına oku.

Davet yolundayken, Allah Resulü ve arkadaşları aramızda olup, bir yol gösterselerdi, nasıl tavır takınırlardı diye düşünüp, olayları ve tutum­ları aynen onlar gibi karşılaman gerekir.[447]

 

Namaz'dan Alacağımız Azık

 

İbadetler kişiye Allah korkusunu, takvayı kazandırır. Bu da en hayır­lı azıktır.

"İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: "Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu" derler, Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer ola­rak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."[448]

"(Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) "Yahudi ya da hıristi-yan olun ki, doğru yolu bulaşınız," dediler. De ki: "Hayır! Biz, hanîj olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi."[449]

"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir."[450]

"(Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (iba­detlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir."[451]

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kı­lındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursuzun."[452]

"Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) te­mizlersin, onları artırıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir."[453]

"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihra­mını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranış­lara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[454]

Biz, bu ayetlerin ışığında, ibadetin nefsimizi arındıran, onu yerin çe­kiciliğinden uzaklaştırıp yücelten, yokuşları aşmamıza, virajları güvenle dönmemize yardım eden azık için temel kaynak olduğunu, azığımızı ta­zelediğini görmekteyiz.

Bu ibadetler biri diğerini tamamlamak üzere, her birinin diğerinden farklı etkisi ve azığı vardır. Bunlar, müslümanın şahisiyetinin tüm yönle­rini kapsadığı gibi onu tüm hayatının günlerini de kuşatır.

Namaz gibi günde beş defa, oruç gibi senede bir ay, zekat gibi şart­lara göre, hac gibi güç ve imkana göre eda edilen ibadetler mevcuttur.

Takva'yı ve Allah'a yakınlığı uman, daha fazla azık elde etmek iste­yen kişi için farzlardan sonra sünnetler, nafileler gelir.

Allah Resulü, bizim için hayn dilediğinden bu nafileleri sünnet ola­rak bırakmıştır.[455]

 

Namaz

 

Bu ibadetlerden elde edilen azığın bazı şekillerini izah temeye çalı­şacağız. Umulur ki, azıklanmak isteyene yardımcı olur, ona kolaylık sağ­lamış oluruz.

Namazdan başlayalım.

Bizi muvaffak kılan, bize yardım eden Allah'tır.

Namaz, Allah'la irtibat kurmaktır. İçimizde bulunan, Allah'ın nurun­dan üflenmiş, aslıyla birleşmesidir. Ta ki, o nefha, canlılığını ve inkişaf kabiliyetini Allah'tan alabilsin.

Allah Resulünün "Namaz, iki gözümün nuru" diye buyurduğunu görmekteyiz. Aynı zamanda onun geceleyin kalkıp, her hangi bir acı hissetmeksizin, ayaklan şişinceye kadar kendini namaza verdiğini görmek­teyiz. Gerçekten kim ki, ruhunu ve duygularım arındırıp yüceltmişse, onun yanında benenin yorgunluğu ve acıları hiç bir değer taşımaz.

Namaz, ruhi gücü ve azığı sürekli tazeleyen takviye eden bir kay­naktır. Kişinin devamlı azıklanması, mevcut azık stokunu takviye edebil­mesi için namaz, gece ve gündüzün belirli vakitlerine serpiştirilmiştir.

Bu azıktan mahrum kalmamamız için Allah (c.c.), savaşta-barışta, evde-yolculukta, sağlıkta-hastalıkta, kısacası her zaman ve mekanda onun edasını kolaylaştırmıştır. Hiç şüphesiz bu, Allah'ın üzerimizdeki fazlı ve rahmatindendir.

Namaz, dünyanın meşgalelerinden, yorgunluğundan bir kurtuluş ve rahatlanmadın Ta ki, Allah'ın huzurunda huşu ve tevazu içerisinde rûkü ve secdeye vararak duralım. Namazda, Allah'ın kelamını okur, işitir, O'nu teşbih eder, O'nu ta'zim ederiz. O'na dua eder, O'ndan günahlarımızı bağışılamasını dileriz.

Namaz, ruhumuzun miracı mesabesindedir. Çünkü bunun sayesinde ruhumuz, yeryüzünün çekiciliğinden, fitnesinden uzaklaşır, Allah'a doğru yücelir. Namazın isra ve miraç gecesinde farz kılınışı onun bu anlammı daha da fazla pekiştirmektedir.

Allah, (c.c.) namaza, saf bir kalb ve hâlis bir niyetle yönelene nuru­nu, hidayetini ve rahmetini ihsan eder. Korku, huzursuzluk, endişe ve za­fiyet olmaksızın tam bir itminan ve ruh huzuruyla hayatı göğüslemesine yardım eder. Fitnelere, çirkin ve uygunsuz davranışlara ve şeytanın ves­veselerine karşı onu korur.

Böylece kişi kendisini Allah'ın koruması ve muhafazasında hisseder. Nereye giderse, nerede olursa olsun, Allah'la beraberliğini hisseder.

O'nunla beraber olmanın iç huzurunu yaşar.

O'na tevekkül eder, işlerini O'na havale eder. Her emir ve yasağına tereddüt etmeksizin ita'at ederek, tam bir teslimiyet içeririnde O'na daya­nır.

Böylece gerçek kulluğu yaşar. Gerçek mutluluğa, Rabbinin rızasına ermiş olur.

Tüm bunlar hakkıyla Rabbinden korkanlar içindir.

Namaz kılan kişi az önce Allah'ın huzurunda olduğunu, az bir zaman sonra da Rabbinin huzuruna çıkacağını hissetmelidir, iki namaz arasında Rabbini unutması, O'ndan gafil olması ona yakışmaz. Böylece o, nama­zın rabbani tesir alanında kalarak onu zamanında kılmaya devam eder. Ve şeytan, onu tek başına bulup, doğru yoldan saptırma fırsatını elde ede­mez

"Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatar­ken (daima) Allah'ı ânın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır."[456]

Allah Resulü, (a.s.) bir olay onu üzüp sarstığı zaman, namaza yöne­lirdi. Onda güveni, rahatı, tevfıki ve sükûneti bulurdu.

Bilal'e (r.a) hep şöyle buyururdu:

"Ey Bilal; onunla (namazla) bize bir soluk al."

Namaz, mümin için hayat çölünün ve sıcaklığının ortasındaki geniş gölgeli ova mesabesindedir.

Namazda Allah'ın huzurunda eğilmek, onun için rukûya varmak, ki­şiye tüm izzet duygularını kazandırır. Namaz kılan kişi, tazim ve saygı ile sadece Allah için eğilir. Hiç bir beşer için eğilmez. Allah dışında hiç kimseden korkmaz.

"O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Al­lah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter."[457]

Allah'ı tazim ettiğimiz, O'nu hakkıyla takdir ettiğimiz oranda O'nun ita'atine yönelir, O'na sığınır, O'nun beraberliği ile huzur bulmuş oluruz.

Ve aynı oranda da O'na isyan etmekten, emirlerine muhalefet etmek­ten de nefret etmiş oluruz. Bunda da almamız gereken nice azık vardır.

Namazda Allah için secdeye varmak, en yüce makamlardandır. Bu makamda yalnız Allah için küçülme ve gerçek kulluk vardır.

Onda yakınlık ve ünsiyet mevcuttur.

Bu bakımdan Allah Resulü, secdenin hakikatini yaşamış, lezzetini tatmış, onda Allah'a yakın olma duygusunu hissetmiş ve ruhi mutluluğun tadına varmıştır. İşte bunun için bazen geceleyin teheccütde bulunurken, secdeyi öyle uzatırdı ki, müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a) O'nun vefat et­tiğini zannederdi.

Allah Resulü, secdedeki büyük hayra karşı bizi, uyarmış ve ona bizi teşfık etmiştir.

"Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde halidir."

Namaz kılan kişi, secde halindeyken bu duyguyu kavrar, Allah'la olan yakınlığını hisseder. Ve bilir ki, bu, onun için dünyadaki en şerefli ve yüce makamdır. Çünkü o anda en fazla Rabbine yakın olur, bununla mutlu olur. Gerekli azığı almış olur.

Teşehhüt oturuşu ve kapsadığı yüce anlamlar ve vicdani duygular üzerinde tefekkür etmeliyiz.

Teşehhütde mübarek tahiyyelerle ve güzelsalavatla Allah'a yakınla­şırız.

O'nun sevgili elçisine de "Ey Nebi; Allah'ın selamı, rahmeti ve bere­keti üzerin olsun" selamı ile yöneltmiş oluruz.

Daha sonra kendimize ve Allah'ın salih kullarına selam getiririz. Al­lah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (a.s.)'ın de O'nun Resulü olduğuna şehadet getiririz.

Ve en son olarak onun sevgili Resulüne Salat ve Selam getiririz. Al­lah'ın huzurunda, elçisi ile beraber çevremizde peygamberimizin ümme­tinden Allah'ın salih kullan varken teşehhüdte oturuş ne kadar güzeldir...

O esnada, Allah (c.c.) bize bakmakta, rıza ve kabul nazarıyla yüce­liklerden tecelli etmektedir.

Ve nihayet son derece hoşnut ve huzurla nefislerle hayatı göğüsle­memiz için bu yararlı oturuştan sonra namazdan çıkıyoruz.

Namaz hareketleri namaz kılanın vücuduna sağlık bakımından bazı faydalar da sağlamaktadır.

Hikmeti bizce malum olmasa dahi namaz hareketlerini Allah Resu­lünün bize öğrettiği gibi yapmaya çalışmak Allah için mutlak ubudiyyeti ve Allah'ın emirlerine şartsız teslimiyyeti bize kazandırır. Buna örnek olarak her rekatta "İki ruk'ü, bir secde1 değil de 'Bir ruk'u, iki seccje1 ola­yını verebiliriz.

Nitekim, Şeytanın Allah'ın rahmetinden kovulması, sadece Allah'ın kendisini diğer meleklerle beraber babamız Hz. Adem için secdeye var­ma emrine muhalefetten değil, aynı zamanda emrin muktezasına ve Al­lah'ın bu işteki hizmetine muhalefettendir.

Böylece namazın bu yönünden ubudiyetin bu yüce kavramını öğren­miş oluyoruz.

Beden, elbise ve yer temizliğiyle namaza yapılan hazırlık, müslümanı temizlik konusunda yetiştirir ve onu bu konuda görünen ve görünme­yen pisliklerden temizliğe ulaştırır.

Namazda bedeni temizlik ile beraber Allah'ın nazargahı olan kalb de O'nun kızdığı şeylerden temizlenirse, kişi ile müslüman kardeşleri arasın­da ne bir kin, ne çekememezlik, ne öfke, ne de düşmanlık kalır. Bunda, genel olarak bütün müslümanlar için, özel olarak da davet yolunda yürü­yenler için alınması gereken önemli ve zaruri bir azık vardır.

Namazın sıhhatinin şartlarından birisinin vaktinin gelmesi ve zamanı çıkmadan eda edilmesi, namaz kılan kişiyi sözlerinde sorumluluk duygu­su taşımaya ve ahde vefa'ya alıştırır. Zamanını gaflet içerisinde veya ken­disini uğraştıran gereksiz şeylerde harcamamaya alıştırır. Çünkü, namaz vakitleri kendisini uyarır, onu gafletten uyandırır. Böyle kişi, dünyevi herhangi bir sebebin vaktini ve fikrini Allah'ın zikrinden, namazı ikame etmekten, çalışmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoymasına fır­sat vermez. Bu nitelikler, davet yolunda yürüyen ve iş, randevu ve görüş­melerle irtibatı olan herkes için disipline olması açısmdan son derece önemli ve gereklidir.

Kıbleyi araştırmak ve ona yönelmek müslümanı; yönleri ve Allah'ın kutsal evi olan Ka'be'ye nisbetle mekanların coğrafik konumunu öğren­meye alıştırır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki tüm müslümanların tek bir kıbleye yönelmeleri ve bu hadisenin idrâki, müslümana vahdet şuurunu ve müslümanların arasındaki irtibat hissini kavratır. Bu, müslümanların İslam düşmanlarına karşı mücadele verebilmeleri için kendi aralarında gerçekleştirmeleri gerekli olan önemli bir terbiye olgusudur.

Bununla beraber, kıbleye yönelmemize, kalbimizin samimi bir ni­yetle, şirk ve riyanın tüm eserlerinden arınarak eşlik etmesi gerekir.

Yönelişteki ihlas, davet yolunda yürürken davetçiye gerekli olan en önemli şeylerdendir.

Namaz çağrısını işitmek ve ona icabet etmekle ve dünyanın tüm meşgalelerinden kurtulma, mücahede, azim ve iradeyi güçlendirme aynı zamanda nefsin heva ve arzularına galip gelme vardır. Bunda davetçiler için azık vardır. Bu azığın davetçinin pratik hayatında ve işleri öncelik sı­rasına göre düzenlemesinde eğitici bir etkisi vardır.

Namazda safların intizamı ve denkliği, imama uymak ve önüne geç­memek, aynı zamanda unuttuğunda veya hata ettiğinde onu uyarmak, tüm bunların müslümanın şahsiyetinde eğitici bir etkisi vardır.

Disiplin, düzen, ita'at, nasihatta bulunmak ve hata noktasında uyan­da bulunmak, Allah yolunda cihad edenler ve İslam'ın davet bahçesinde çalışanlar için oldukça önemli konulardır.

Namazda, Allah'ın huzurunda dururken eşitlik duygusunun hissedil­mesi dikkate şayandır. Bu durmada fakir ile zengin arasında hiç bir fark yoktur. Ne yücelik, ne büyüklük vardır.

Çünkü herkes Allah'ın huzurunda eşittir. Hatta bazen zengin birisi secdeye varırken, alnını herhangi bir sıkıntı ve tiksinti duymaksızın ön saftaki bir fakirin ayaklarının dibine koyar. Bunda, müslümanlarm kay­naşmaları, birbirlerine yakınlaşmaları ve aralarındaki bağı kuvvetlendir­meleri için alınması zaruri olan azık ve önemli eğitici faktörler vardır.

Namaz sayesinde camide günün her beş vaktinde, cuma ve her iki bayram gününde müslümanlann bir araya gelmeleri, bir beldedeki veya mahalledeki müslümanlarm tanışmalarını, kaynaşmalarını, birliktelikleri­ni ve yardımlaşmalarını sağlar.

Böylece, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderirler, hastalarını ziyaret ederler, sevinç ve kederlerde birbirlerine ortak olurlar ve birbirlerine acı­yıp merhamet ederler.

Müslümanların namazlarını mescit'te eda etmeye önem vermeleri, kendilerini mescide bağlar, mescide; davetin ilk yıllarında sahip olduğu misyonunu kazandırır.

Nitekim, Allah Resulü'nün mescidi, müslümanlann işlerinin düzen­lendiği, orduların hazırlandığı planların çizildiği ve müslümanları ilgilen­diren tüm işlerin görüşüldüğü bir merkezdi.

Müslümanlar, mescide, başlangıçtaki misyonunu tekrar geri getirme­ğe ne kadar muhtaçtırlar...

Böylece, biz namazın davet yolunda önemli bir azık olduğunu gör­dük. Namazla ilgili olan her şey, namaz kılan kişiyi kendisi için gerekli ve zaruri olan bir tür azıkla donatmaktadır.

Namazdaki tüm hayır ve azık kaynaklarını kapsamlı bir şekilde ak­tardığımı iddia etmiyorum. Bu, aciz bir kulun çabasıdır.

Allah'dan, kabul görmesini ve bize ihlası bahşetmesini diliyoruz.[458]

 

Oruçtan Alacağımız Azık

 

Namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetlerin davet yolundaki azığı ye­nileyen önemli kaynaklar olduklarını daha önceki konuda belirtmiştik. Namaz ibadetinden alınacak azığı izah etmeye çaba safetmiştik. Bu bö­lümde ise Allah'ın izniyle oruç ibadetinden elde edilecek azık üzerinde durmaya çalışacağız.

Allah (c.c.) Teala şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kı­lındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz."[459]

Oruç, oruçluya takva elbisesini giydirir. Takva elbisesi de kendisini kötülüklerden ve fitnelerden koruyan bir silah ve kalkandır. Orucu, diğer ibadetlerden ayıran önemli bir özelliği onun Allah'a ait oluşudur.

Ebu Hûreyre (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (a.s.) efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Ademoğlunun her ameli kendisinindir. Yalnız oruç müstesna. Çün­kü o, benimdir. Ve onun mükafatını verecek olan da benim."

"Biriniz oruçlu olduğunda kötü söz söylemesin ve gürültü, patırtı çı­kartmasın, şayet birisi kendisine söver veya onunla kavga ederse, 'ben oruçluyum' desin. Muhammed (a.s.)'in nefsi kudret elinde bulunan Allah (c.c.)'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, kıyamet günü Allah ya­nında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır. Bi­risi iftar ettiği zaman ki sevinci, öteki ise rabbine kavuştuğunda orucuyla sevinmesidir."[460]

Oruç farizasının ramazan ayıyla irtibatı vardır. Ramazan ayı denin­ce, bütün kızgınlığı ve fitnesiyle hayat çölünün ortasında yürürken müslümanın eline geçen kalkan akla gelir. Oruç, tümüyle hayır ve azıkla dolu olmakla beraber, onun ramazan ayında oluşu, bu azığını kat kat artırır. Orucun güzelliğini ve hayrını bereketlendirir.

Allah (c.c), ramazan ayını nice hayırlarla doldurtmuştur. Eğer ger­çekten bu hayırların kıymetini kavramış olsaydık senenin tümünün oruç ayı olmasını temenni ederdik.

Çünkü, bu ayda Kur'an nazil olmuştur.

"Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğri­den ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildi'ği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza et­sin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim et­meniz, şükretmeniz içindir."[461]

Kadir gecesi de bu ayın içerisindedir.

"Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin ay­dan hayırlıdır."[462]

Ramazan ayında, cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları ise kapatılır ve şeytanlar bağlanır.

Yine bu ayda mükafatlar kat kat verilir. Gece kıyamı ve itikaf da bu aydadır. Böylece gerçek bir müslüman, ramazan ayım, Allah'ın iyiliği ve rahmetine mazhar olan müminlerin sevinmeleri gibi bir sevinç ve sürurla karşılar. Bu ayda müslüman, hayatın sıkıntısından kurtularak rahat bir so­luk alır, davet yolundaki yürüyüşünü devam ettirebilmek için azığını alır, tazeler. Ancak, ramazanı hakkıyla yaşayan, orucu Hz. Resulullah'ın irşat ettiği gibi eda eden kişi bu azığı elde eder, bu aydaki hayırlardan yararla­nır.

Kur'an ayında; tilavet ve ezberleme yönünden Kur'an'a daha fazla yönelir, gece kıyamlarımızı onunla değerlendiririz. Böylece tükenmeyen bir kaynaktan nûr, hikmet, hidayet, ibret ve gönüllerdekilere şifa yudumlarız. Bunda da azık vardır. Bu ne güzel azıktır...

Kıyam ayında; oruçlular, bir ay boyunca her gece kıyama kalkarlar. Bunda büyük bir azık, nefsi ibadete alıştırma, sabır, ibadetten zevk alma, Allah'a yakın olma, O'nunla irtibat halinde olma, O'na boyun eğme, O'ndan korkma ve hûşû vardır.

Ramazan ayında itikaf sünnettir. İtikafın, itikafa giren kişi üzerinde büyük bir etkisi vardır. Çünkü, o belli bir süre Allah'ın evinde onun misa­firi olarak yaşar. Dünyanın meşgalelerinden kurtularak, kendisini Allah'ın ta'atına; zikir, namaz, dua, münacât, Kur'an-ı Kerim tilaveti, istiğfar, tevbe ve Allah korkusundan ağlamayla O'na yaklaşmaya verir. Böylece Allah (c.c.), misafirlerine ihsanda bulunarak, onlara nurunu ve hidayetini bahşeder. Onlar da bu itikaftan; takva iman azığı ile çıkmış olurlar.

Oruçtan bahseden ayetler arasında şöyle bir ayet vardır:

"Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dilediğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar."[463]

Oruç, oruçluya ihlasla ibaret etme hassasiyetini ve hüsn-i murakabe­yi kazandırır. Çünkü oruç, Allah ile kul arasındaki bir sırdır. İhlas da, da­vet yolunda davetçiye en fazla gerekli olan azıklardandır, İhlastan yoksun olan bir amel veya çabadan hayır gelmez. Zira, Allah şirkten uzaktır. O, sadece ihlasla yapılan amelleri kabul eder.

Oruçta; nefsin ve vücudun istem ve arzularına karşı mücâhade var­dır. Bu da müslümanın iradesini güçlendirir. Allah yolunun davetçileri ve Allah yolunda cihad edenler için bu gerekli ve zaruri bir azıktır. Oruçlu kişi, oruç ibadetini eda etmek için, bir ay boyunca, günün belirli bir bölü­münde nefsinin arzu ve isteklerini helal olan şeylerden uzak tutar. Tabia­tıyla bu davranış onun diğer vakitlerde haramdan kaçınmasına yardımcı olur.

Oruç, oruçluya sabır faziletini kazandırır. Sabır, Allah yolunun da­vetçileri için son derece önemli bir özelliktir. Çünkü, sabır onların engel­leri aşmalarına, za'afîyet ve gevşeklik göstermeden davet yolundaki yürü­yüşlerine devam etmelerine yardım eder.

"Nice peygamberler vardır ki, beraberinde birçok Allah erleri bu­lunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sab­redenleri sever."[464]

Böylece; onları ne tehdit ne işkence ne de sürgün Allah yolundan alıkoyar.

Oruç, bir ay boyunca organları terbiye edip, arındırır. Oruç sadece mide ve şehvet organının gemlenmesi demek değildir. Gerçek oruç, tüm organların Allah'ın haramlarından uzak kalmalarıdır. Ağız ve şehvet organının yanısıra göz, kulak, dil, el ve ayağın da oruçlu olmaası gerekir. Bu nokta, müslüman şahsiyetin eğitilmesinde önemli bir yer kaplar.

Oruç, oruçluya, cahillerle uğraşırken yumuşak davranma (hilm) ah­lakını kazandırır. Herhangi biri onu kızdırdığında, ona sövdüğünde veya düşmanca bakışlarını kendisine çevirdiğinde ona karşı öfkesini tutar, ona oruçlu olduğunu söyler.

Allah yolunun davetçileri; nefislerini dizginlemeğe, gönüllerini ge­niş tutmağa ve kendi nefisleri için kızmamaya ne kadar muhtaçtırlar. Çünkü tüm bunlarda davanın yararı vardır.

"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderler­di. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."[465]

Yine bu tür davranışta vakti, kızgınlık sonucu meydana gelecek çe­kişme ve ihtilaf gibi şeylerde zayi edip, davetinin ve onun için yapılacak çalışma ve gayretlerin feda edilmesi yerine onu, davet ve yeni şeyler elde etme uğruna ihtiyatlı ve idareli kullanmak söz konusudur.

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur"[466]

Oruç, oruçlunun kalbinde, açlığın acısını hissettiği zaman fakir ve muhtaçlara karşı acıma duygusunu geliştirir. Böylece oruçlu muhtaç ola­na yardım elini uzatır. Zaten, fıtır sadakasının teşri'i hikmeti de budur. Bu, müslümanlar arasında yerleştirilmesi gerekli olan önemli bir eğitim metodudur. Oruç esnasında, mide açken, ruh yücelir, kâlb parıldar, yerin engel ve cazibeleri olur. Böylece parlak bir ortam oluşur, kalblerde Al­lah'ın ruhu parıldar. Nefis de zikir, Kur'an tilaveti, isitiğfar. Gerçek mut­luluk, ruhi sükunet ve Allah'a yakınlığı hissetme ile gerçekleşir.

Bu düşünceyi Hz. Resulullah (a.s.)'ın şu sözü tekit eder.

"Gerçekten, şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. Onun için aç­lıkla onun dalaşım kanallarını daraltın, sıkıştırın."[467]

Özellikle aşırı sıcak günlerdeki oruç, cihad ve savaş alanında, düş­manla mücadelede ya da davet hususunda karşılaşabileceği güç durumlar karşısında müslümanı sabra ve tahammüle alıştırır. Böylece yeryüzünün çekiciliği ve bedeni arzular onu engellemez ve onun davadan geri kalma­sına yol açmaz.

Oruç, oruçluya müminin sevineceği şeyleri öğretir. Bu da; kulluk görevini ifa etmesi için Allah'ın kendisine yardım etmesi ve onu muvaf­fak kılmasıdır. Alllah Resulü oruçlunun iki sevnicinin bulunduğunu bize hatırlatıyor. Biri, iftar ettiği zamanki sevincidir. Ötekisi ise Rabbine ka­vuştuğu zaman orucuyla sevinmesidir.

"De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır."[468]

Burada, kendilerine sunulan dünya menfaatleri için sevinip, ellerin­den çıkınca üzüldüklerinde insanların çoğunun zihninde oluşan yanlış dü­şüncelerin düzeltilmesi söz konusudur.

Oruç, oruçlunun kişiliğinde cema'at kavramını yerleştirir. Dünyanın farklı bölgelerinde tüm müslümanlar; dilleri, renkleri ve cinsleri farklı ol­masına rağmen barebar oruç tutarlar, oruç ve ramazan ayı sayesinde sa­hip oldukları hayrın şuuruna varırlar. Müslümanların birlikteliklerini his­setmek özellikle davetçiler için önemli ve zaruri bir görevdir. Orucun bunca yararlanndandır ki; Allah Resulü yıl boyunca farz orucun dışında da oruç tutmayı bize sünnet kılmıştır. Bizi nafile oruçları tutmaya teşfik etmiştir. Bu da onun ümmetinin hayrını istemesindendir.

Allah (c.c.), rahmetinden ve bizim için hayrı istemesinden ötürü, yolculukta, hastalıkta ve savaş halinde namaz kılmayı kolaylaştırmıştır. Onun namazdaki bazı şeyleri hafifletmesi, namazın hayrından ve azığın­dan mahrum kalmamamız içindir. Allah (c.c), yine rahmetiyle bize, zor gelmemesi için, yolculuk veya hastalık halinde, orucu bilâhare tutma ve­ya fidye verme ruhsatı tanımıştır.

Oruçlu, ayın başlangıcını, ramazan ve şevval ayları başındaki hilali ve onun doğuş yerlerini araştırırken kainat ve içindeki ay ve yıldızlarla bağlantı kurmuş olur. Bu sayede oruçlu Allah'ın kâinattaki yaratıkları ve O'nun kudret ve büyüklüğüne işaret eden ayetleri ile tanışma fırsatını bu­lur.

Oruç, oruçluyu zamanına önem vermeye ve randevulerine dikkat et­meye alıştırır. İhmal ve dikkatsizlik sebebiyle orucunun bozulmaması için oruçlu, imsak ve iftar vakitlerini araştırır ve buna dikkat eder. Bir ay boyunca her gün bunu tekrar etmek oruçluya bu özelliğini pekiştirir. Al­lah yolunun davetçileri; başkalarının vakitlerinin zayi olmasına veya önemli bir işin aksamasına sebebiyet vermemeleri için davet hayatlarındaki çalışmalarında ve görüşmelerinde bu alışkanlığa ne kadar muhtaçtır­lar.

Orucun tüm bu yararlarının yardımıyla onun vücut üzerinde sağlıkla ilgili etkileri de vardır. Çağdaş tıp bilimi, orucun bu yönünü son zaman­larda keşfetmiştir. Bazı sağlık kuruluşları, bazı hastalıkların tedavisinde orucu, etkili bir çare olarak görmüşlerdir.

Orucun tüm bu yararlı özelliklerinden yararlanmak zor bir iş değil­dir. Sağlam ve samimi bir niyetle, Allah'ın istediği, Resulü'nün öğrettiği şekilde oruç tutan herkes orucun bu azığından ve eğitici yönlerinden ya­rarlanabilir.

Ama, bugün müslümanlann bir çoğu, oruç ayını açlık ve yemeği azaltma ayı yerine, karnı tıka basa doldurma ve çeşit çeşit yemek yeme ayı haline getirmişler. Geceleri ibadetle geçirme ayı olan ramazanı, oyun ve eğlence ayı haline getirmişler. Bu da erkek ve kadın sanatçıların fesat ve ifsatlanyla ramazan gecelerini ihya etmeleri için bir fırsat olmuştur. Tüm bunlar, ramazanın hakikatini bozmak ve onu çirkinleştirmek olup, Allah ve Resulü'nün razı olmayacağı haller ve tavırlardır. Bunları düzelt­mek için çalışmak gerekir.

Son olarak Allah'tan ramazan hayrından ve oruç azığından yararlan­mayı nasib etmesini dilerim. Benim bu anlattıklarım oruç azığının tümü­nü kapsamaz. Faydalı olması dileğiyle bazı yönlerine temas ettim.[469]

 

Zekattan Alınacak Azık

 

Zekat, adından da anlaşıldığı gibi nefsin arındırılması, yeryüzünün çekici unsurlarından uzaklaşıp, düzelmesi, kir ve günahlardan temizlen­mesidir.

Yüce Allah (c.c.), bunu şu sözüyle ifade buyuruyor:

"Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) te­mizlersin, onları artırıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir."[470]

Nefsin arındırılması, temizlenmesi büyük bir azık ve büyük bir kur­tuluştur.

"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir."[471]

Zekat, sadakalar ve genel olarak Allah yolunda yapılan tüm harca­malar; kulluk ve Allah'a yakınlaşma olmakla beraber, ruhi azık ve önemli bir eğitici unsurdur.

İnsanın fıtratında mal sevgisi ve bir şeye sahip olma duygusu vardır. Kur'an, buna şöyle temasta bulunur:

"Malı aşırı biçimde seviyorsunuz."[472]

Allah Resulü de bir hadiste şöyle buyuruyor:

"Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha olsun ister. İnsanoğlunun gözünü, ancak toprak doyurur."

"Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir."[473]

İşte bunun içindir ki; dünya menfaatlan için insanların birbirleriyle kıyasıya çatıştıklarını, birbirlerini bu uğurda öldürdüklerini; hele toplum, imanın maneviyatından mahrum ise bencilliğin, insanlar arasındaki kav­ganın, kinin, nefret ve hasedin hayvanlık derecesine düştüğünü görebil­mekteyiz.

Fakat, yüce dinimiz İslam, tüm bu kötülük ve bozuklukları güzelleştirir, müslümanların nefislerini yüceltir ve onların dünya ve dünya malı ile olan münasebetlerini yeniden düzenler. Müslümana, elindeki malın Allah'ın malı olduğunu, bu malın Allah'a kulluk görevini yerine getirmek için kullanılacak geçici bir şey olduğunu öğretir. Ve rızkı da hikmeti ve ilmiyle Allah'ın taksim ettiğini bildirir.

Öte yandan İslam, malın insanlar arasındaki dağılımını düzenlediği gibi, kin, öfke, çekememezlik ve nefretten uzak olmayı öğütler. Buna karşılık sevgi, kanaat, rıza, rahmet ve şefkatin hakim olduğu temiz ve şe­refli bir hayatın gerçekleşmesi için insanların, aralarında kurmaları gere­ken eşi ve benzeri olmayan bir dayanışmayı da tesis ve tanzim eder.

Aynı zamanda İslam, kazanmak ve harcamak için helal yolu göster­mekle beraber, bu ölçüleri koyduktan sonra nefisleri, kendilerini başkala­rının haklarına tecavüze iten kimseler için caydırıcı ve engelleyici cezalar koymuştur.

Biz burada zekat ve Allah yolunda yapılan harcamalardan elde edi­len azıkla ilgili bir kaç noktaya temas edeceğiz. Tevfik Allah'tandır.

Zekatı vermede ve Allah yolunda harcama yapmada; nefsi, mal sev­gisini ve ona bağlanmayı yenmeğe, fakir ve muhtaçlara acımaya ve yar­dım etmeye alıştırma ve destekleme vardır.

Aynı zamanda, İslam ümmetinin, İslam devletinin ve Allah yolunda cihadın işlerine katılma şuuru da mevcuttur. Bu şuurun, olgun ve gerçek İslami şahsiyetin oluşmasında önemli bir rolü vardır. Allah yolunun davetçileri bunu kavramaya ne kadar muhtaçtırlar...

Zekat vermek, Allah yolunda infâkta bulunmakla Allah'ın emrini yerine getiren kişi, malın gerçek sahibinin Allah olduğunu, O'nun emir ve prensiblerine göre tasarruf edilmenin gerekliliğini ve malı toplama ve harcamada O'nun prensiplerine muhalefet etmenin helal olmayacağını kavrar.

Müslüman, malı toplamanın, biriktirmenin kendisi için gaye olmadı­ğını bilmeli ve onu Allah'a taat hususunda yararlanılacak bir araç olarak görmelidir. Böylece mal onun kalbine girip onu işgal etmez. Onu; toplan­ması, korunması ve geliştirilmesi için hizmetçi haline getirmez.

"Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."[474]

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karsı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline! O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedi kılacağım zanneder. Hayır! Andolsun ki o, hutame'ye atı­lacaktır."[475]

Zekat müslümana; insanlar arasında yardımlaşmanın gerçekleşmesi, bazılarının bazılarına iş gördürmesi Allah'ın rızıktaki farklılığı hikmetiyle takdir ettiğini öğretir. Allah, kullarının durumunu bilen ve görendir.

"Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya ha­yatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici faydadan başka bir şey değildir."[476]

"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gör­dürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onları biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."[477]

Gerçek mümin, elde ettiği mala, özel yetenek ve becerileriyle değil, Allah'ın lütuf ve insaniyle kavuştuğuna inanır. Karun'un düştüğü duruma düşmez. O, 'bu malı özel yetenek ve ilmimle elde ettim' demişti.

Mümin, Allah'ın kendisine pay olarak verdiği rızka rıza gösterir.

Çünkü, Allah hâbir ve Basir'dir.

"Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir."[478]

Zekat, zekat verenin gönlünde, Allah'a mutlak manada güvenmeyi, yanındakinden ziyade Allah'ın katındakine güvenmeyi insan kalbine yer­leştirir. Olaya zahiri ve dünya gözüyle baktığımızda, zekat, malı azaltır. Oysaki zekat veren bunun tersine inanır. Faiz zahiren, malı artırıyor, ger­çekte ise onu yok ettiği gibi...

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelin­ce, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarım ve mallarını) kat kat arttıranlardır."[479]

Aynı zamanda faizi terketmeyenleri de, Allah'a ve Resulüne savaş açmakla korkutmaktadır.

Zekat müslümanları, ellerindeki malları atıl olarak bırakmaktansa, müslümanların yararına harcamaya iter. Bunda; İslam ve müslümanlann güçlenip, kuvvet kazanmaları, yeryüzünü imar etmeye çalışmaları, Al­lah'ın nimetlerinden yararlanmaları vae başkalarının ekonomilerine ta­hakküm etmemeleri söz konusudur. Müslüman olmayanların ölçüsü dün­ya malıdır. Onlar, ne kadar bozuk ve bozguncu da olsalar insanları sahip oldukları mala göre değerlendirirler. Müminlerin ölçüsü ise Rabbanidir.

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bîr erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhak­kak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanımzdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır."[480]

Müslümanlar, mala dünyanın geçici bir meta'ı olarak bakarlar. Onu şahsiyeti oluşturan etken olarak görmezler.

İnanmayanlar, mal ve dünya meta'ını elde ettikleri zaman, helak ol­maları veya sapıtmaları dahi sözkonusu olsa aşırı derece sevinirler. Dün­ya metaını ve malını kaybettiklerinde ise fena halde boluzulurlar, üzülür­ler. Hatta bu üzüntü onların bazılarını intihara bile itebilir. Müminin du­rumu ise dünya nimetlerini kazanması ve kaybetmesine karşı dengelidir. Elde ettikleriyle aşırı derece sevinmez, kaybettiğine de fena halde bozul­maz. Bunun Allah takdiri olduğu hususunda gönül huzuru içindedir. Allah'ın kendisi hakkındaki takdiri ise daha hayırlıdır. O, Allah'ın iyiliği, rahmeti, yardımı ve hidayeti ile sevinir.

"De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır."[481]

Dünya malı; helal yolla elde edildiğinde, Allah (c.c.) yolunda har­candığında ve Allah'ın ondaki hakkı ödendiğinde büyük bir sevabın ve haynn elde edilmesine vesile olabilir.

Sahibi onu elde ederken helal yola yönelmemişse, Allah'ın ondaki hakkım ödememişse o zaman mal, ahirette Allah'ın azabının, gazabının ve kötülüğünün celbine vesile olur.

Malı biriktirip, yığmaya çalışan şu insanlar yanlış yoldadırlar. Çünkü malı korumak, onu Allah yolunda harcamakla olur. Onun artırıl­ması da ancak bu yolla olur.

Allah (c.c.) ne güzel buyurmuş:

"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfü geniştir, O herşeyi bilir."[482]

Allah Resulü (a.s.) şöyle buyuruyor:

"Ey ademoğlu, senin malın, ancak yeyip tükettiğin, yahut giyip es­kittiğin, veyahutta sadaka olarak verip ebedileştirdiğinden başka bir şey değildir."

Zekat veren şahıs, fakire ve yoksula verdiğini, kendinden bir iyilik olarak değil; aksine Allah'ın kendi eliyle taksim ettiği, fakir ve yoksulun belli bir hakkı olarak görür. Zekat veren, kendisi ve zekat verilen fakirin yer değiştirmesinin mümkün olabileceğini bilir ve bu duygu ile hareket eder. Şöyle ki; bir gün gelir, zekat verilen fakir, zekat veren, kendisi ise zekat olan konuma gelebilir.

Kur'an, sadakaların sevabını minnet, eziyet çekiştirme ve riya ile bozmamaya bizi teşvik etmektedir. Bunda ihlası artıran, insanlara eziyet etmeyi engelleyen, rahmet ve şefkata teşvik eden önemli eğitici unsurlar mevcuttur.

"Ey iman edenler! Allah'a ve ahir et gününe inanmadığı halde malı­nı gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazan­dıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola ilet­mez."[483]

Zekat veren kişi, Allah'ın rızası dışında hiç bir niyet taşımamalıdır.

Allah (c.c), temizdir, temiz olanı sever. Kur'an-ı Kerim, infakta bu­lunurken, sahip olduğumuz temiz mallarımızdan vermemizi teşvik eder. Bunda da; kendini beğenmişliği ve bencilliği ortadan kaldıran önemli bir eğitici etken mevcuttur.

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıkarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır."[484]

"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyV'ye ere­mezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir."[485]

Sadaka verenin duygularının yücelmesi ne kadar güzeldir. Ta ki, sa­daka verebilmek için fakire olan ihtiyacının fakirin kendisine olan ihtiya­cından fazla olduğunu hissetsin. Gerçekten de fakirin dünya malına olan ihtiyacından daha çok kendisi ahiretteki Allah'ın sevabına muhtaçtır. Al­lah'ın azabından kurtulması, O'nun cennetine girebilmesi için Allah'ın iyiliğine fazlına muhtaçtır. Bundan dolayı, kendisinin fakire koşması, ona yönelmesi gerekir. Fakirden teşekkür beklemek yerine, kendisine bu se­vabı kazanma fırsatı verdiği için ona teşekkür etmesi gerekir.

İnsanların çoğu Allah'ın nimetlerim ceplerine giren aylıkla ya da na­kit parayla kıyaslıyorlar. Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği göz, kulak, akıl, konuşma kabiliyeti ve diğer nimetleri unutuyorlar. Sanki bun­lar, Allah'ın ihsanı değil de kendilerinin müktesep haklarıdır. Bu yanlış bir düşüncedir. Bu düşünceyi tashih etmeye, Allah'ın nimetlerini ve fazlı­nı hissetmeye, bu nimetlerden herhangi biriyle, hazineler dolusu altını tercih etmede serbest bırakılsaydık söz konusu nimetin yerine hazineler dolusu altına razı olmayacağımızın şuuruna varmaya ne kadar muhtacız.

Sadaka veya zekat veren kişi bunu fakire verirken Allah'a takdim ettiğini hissetmesi gerekir.

"Allah'ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çe­virmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen oldu­ğunu hâla bilmezler mi?"[486]

Hz. Aişe (r.a) bu ayetin verdiği yüce manayı kavramıştı ki; sadaka olarak verdiği dirhemleri temizleyip parlatıyordu.

Allah (c.c), borç ister bir biçimde müslümanlan infâka çağırırken, bu çağrıya icabet edemeyen gerçek mümin nimetlerini ve lûtfunu bize bahşeden Allah'tan haya eder.

"Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz."[487]

Bu ayetin verdiği manayı hakkıyla tadanlar, sahip oldukları her şey­lerini haya ve huşu içerisinde Allah'a sunmaktan başka yapacakları bir şey yoktur.

Cömertlik ve Allah yolunda harcamada bulunmada Allah Resulü ve sahabesini Örnek almamız gerekir. Allah Resulü, esen rüzgardan daha cö­mertti. En fazla da ramazan ayında cömert olurdu. Sahabeler de, Allah yolunda ve orduların hazırlanışı uğrunda mallarını çokça harcadılar.

Rivayet edilir ki, sahabeden biri, Allah yolunda çok cömertçe infak ederdi. Bu durumunun doğru olmadığını onun bazı akrabaları kendisine bildirdiler. Bunun üzerine kendisi onlara şöyle dedi:

"Allah'ın yaratıklarına karşı bir ahlakı adet edindim. Allah da bana karşı o ahlakı adet edindi. Allah'ın yaratıklarına karşı tavrımı değiştirdi­ğimde, Allah'ın da bana karşı olan tavrını deşitirmesinden korkuyorum."

Kur'an'ın üslubu, bizi fırsatı kaçırmadan infak hususunda yarışmaya teşvik etmektedir.

"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[488]

"Hergangi birinize ölüm gelip de: "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!" demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."[489]

Zekat farizasının bir çok meyve, ürün ve hayvan türünü vs. kapsa­ması, bütün bu türlerde fakirin de ortak olması ve fakirliğinden dolayı bunların herhangi birinden mahrum olmaması anlamım taşır.

Böylece azıklanmak isteyen kişi için zekat ve infalon azıkla dolu ol­duğunu gördük. Konunun tümünü kuşattığımı iddia etmiyorum. Daha fazlasını isteyen azığını artırma yoluna gidebilir.

Muvaffakiyet Allah'tandır.[490]

 

Hacc'dan Alınacak Azık

 

"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihra­mını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranış­lara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır islerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahiplen! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[491]

Hac azığı çok ve boldur. Allah (c.c.) bu azığı, kutsal evi olan Ka'be'yi ziyaret edenlere ikram eder. Hac süresince o mukaddes beldeler­de haccınşiarlan yerine getirilirken hissedilen Rabbani feyizler, nur, hida­yet, takva, rahmet ve itminan olarak hacıların üzerine inen tükenmez sağ-naklardır.

Özellikle alıcı cihazı olan kalbi pâk, temiz ve ihlaslı olursa, yerine getirmek, Allah'ın evini (Kabeyi) ve Allah Resulü'nün kabrini ziyaret et­mek için şiddetli arzu ve iştiyak duyar ve taşıdığı yüce duygular, yolcu­luk esnasında daha da artar, sonra gözlerin ilk defa Allah'ın şerefli olan evi Ka'be'ye baktığı anlar... bu anlar ne yüce ve ne tatlı anlardır! Bu es­nada ruhi bir azık, takva ve Kabe'ye karşı saygı duygularıyla doludur. Korku, yakarış, tevbe ve pişmanlık göz yaşları dökerek Allah'ın yeryü­zündeki yemini olan Hacer'ül Esved'in yanında, Kabe'nin kapı eşiğinde mültezim'de dururken yaşanan anlar feyizle dolu anlardır.

Aynı şekilde Allah'ın Arafat dağında, Rahmet dağında da bol feyizi vardır. Dünyanın dört bir yanından gelen tüm müslümanlar, aynı toprak üzerinde dualarla Allah'a yakarışta bulunurlar. Allah Resulü'nün de ifade ettiği gibi haccın önemli bölümünü arefe oluşturuyor.

"Hac Arafe'dir."

Allah (c.c), bu makamda hacılara ikramda bulunur, onların umutla­rını boşa çıkartmaz. Tevbe edenlerin tevbesini, bağışlanma dileğinde bu­lunanların bağışlanma dileğini (istiğfarı), dua edenlerin dua'sını kabul eder. Kendilerini güven içerisinde hissederler. Allah'ın rahmeti kalblerini kuşatır. Kalbleri Allah'ın nuru ve hidayetiyle dolar. Orada, cennetteki mutluluğu hatırlatan gerçek mutluluk yaşanır.

Namaz, oruç ve zekat azığı günlerin, ayların ve yılların geçmesiyle tekrarlanır, yenilenir. Fakat hac farizası, ömür boyu bir defa ifa edilince sorumluluğundan kurtulunan bir ibadet olduğu için sanki Allah (c.c.) bit­mez tükenmez feyiz ve bereketi ve ömrünün kalan kısmında hacıya fayda sağlayacak, onu annesinden doğduğu gün gibi tertemiz yapacak bol azığı zatından bir ikram ve lütuf olarak hac ibadetine tahsis etmiştir. Ve sanki bu ibadetle onun omuzundaki ağır yükleri ve ağırlıkları çekip almıştır.

Hac farizasını eda etmek için evinden çıkan hac adayı, bu andan ita-baren duygu ve vicdaniyle, kalbi, aklı, cesedi, malı ve sahip olduğu her şeyiyle dünya meşgalelerinden, yoruculuğundan uzak, ihlaslı bir hayat yaşar.

Böylece sahip oluduğu tüm bu nimetleri Allah için O'nun ta'ati uğru­na, masiyet dışında kullanır. Bunda da hayat boyunca etkisi sürecek bü­yük bir azık ve terbiye vardır.

Hac farizasını eda edecek gücün bulunması şartına bağlanmasının gerçek bir müslüman üzerinde dolaylı bir etkisi olur. Çünkü bu sayede o, sürekli durumunu kontrol eder, Allah'ın bu şartın bulunduğu vakti tayini­ni gözetler. Bu edasını ne geciktirir ne de tereddüte düşer. Çünkü ecelinin ertelenmesine dair herhangi bir garantisi yoktur. Eğer şartlar gerçekleştiği halde bu görevi ifa etmezse namaz kılmayan, ramazanda oruç tutmayan, zekat vermesi gerektiği halde zekat vermeyen kişinin durumu gibi olur.

Allah temizdir. Ancak temiz olanı kabul eder. Hac farizasını eda et­meye niyetlenen kişi, kazancım haram ve şüpheli şeylerden uzak, helal bir yolla elde etmeye çalışmalıdır. Bunun müslüman hayatında önemli eğitici etkileri vardır.

Gusul abdesti alarak, ihram elbisesini giyerek, gönlünü Allah'a halis kılarak, dünya meşgalelerini bırakarak ve gerisinde ailesini, çocuklarını ve malını bırakarak evinden çıkan hacı adayının durumu, Allah'a kavuş

mak için dünyadan çıkan (ölen) kişinin durumuna ne kadar benzer! Gusul abdesti ölümden sonraki yıkanmaya; ihram elbisesi kefene, dünya meş­galelerinden ayrılması ise cesedin dünyadan ayrılışı simgeler. Aileyle vedalaşmak, mal ve çocukları terk etmek de bunun gibidir. Hacı adayının bu manayı hatırlaması, dersler ve ibretler almaya çalışması, saf ve temiz bir şekilde Allah'a kavuşmak için hazırlık yapması ne kadar güzeldir!.. Böylece; haksızlıklarını giderir, borçlarını öder, kendilerine kötülükte bu­lunduğu kişilerden bağışlanmayı diler ve Allah'a tevbe eder. Çünkü ömrü yetmeyip, bu yolculukta Allah'a varabilir. Böylece hacı adayı yolculuğu­na temiz ve iyi bir başlangıç yapmış olur.[492]

 

Hac Yolculuğuna Çıkma

 

Yolculuk, esnasında söyleyeceğimiz dua'yı öğreten ey Allah Resulü, Sana salat ve selam olsun. Bu duanın kapsadığı manaları hakkıyla yaşar­sak, büyük bir terbiye edici azık elde ederiz.

Bu dua şöyle başlıyor:

"Ey Allah'ım, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvaya ulaşma­mızı ve razı olacağın şeyleri yapmaya bizleri muvaffak kılmanı istiyo­ruz".

Burada, niyet ve kasdın iyilik, takva ve salih amele yöneltilişi ve Al­lah'ın tevfik ve dilemesiyle gerçekleşeceğine dair şuur ve ikrar mevcut­tur. Duanın devamında Allah Resulü şöyle buyuruyor:

"Ey Allah'ım, yolculuktaki sahibim (Arkadışım) Sensin. Ailemin, malımın ve çocuklarımın da vekili, koruyup gözeticisi sensin."

Bu duanın müslümanın benliğinde bıraktığı etki ne kadar büyüktür! Bunda, yolculukta Allah'ın birlikteliğini ve beraberliğini hissetme vardır. O, kendisini Allah'ın korumasında ve garantisinde hissettiği gibi, ailesin­de, malında ve çocuklarında da Allah'ın kendisinin halefi olduğuna ina­nır. Böylece onlar hakkında ne endişeye kapılır ne de bunlar onun kalbini meşgul eder.

Böylece, işleri Allah'a havale edip, O'na tevekkül etme hadisesi pra­tik ve gerçekçi bir şekilde tahakkuk etmiş olur.

Dua, şöyle devam eder:

"Ey Allah'ım, bu yolculuğumuzu kolayladır. Gideceğimiz yeri yakın kıl"

Bu bölümde, yolculuğun kolaylaştırılması, zorluklarının hafifletil­mesi için Allah'a sığınma vardır. Her şey Allah'ındır. Hiç kimse kolay­lığın uçak, otomobil gibi vasıta ve sebeplerden kaynaklandığını sanma­sın. Kolay, Allah'ın kolaylaştırdığı şeydir. Çünkü Allah (c.c), rahmetini bizden esirgeyip, bizi nefsimizle başbaşa bırakırsa otomobil gibi sebepler rahatlığın değil, meşakkatin sebebi olabilirler.

Dua'nın son bölümü ise şöyledir:

"Allah'ım, yolculuğun zorluklarından, ailemize, malımıza döndüğü­müzde hüzün verici manzaralarla karşılaşmaktan sana sığınırız,"

Burada da acizliğin farkına varış, Allah'a sığınma, yolcuların yolcu­luk esnasında ve ailelerine dönüşte karşılaşabilecekleri yorucu ve tehlike­li şeylerden Allah'a sığınma vardır.

Hacı adayı, bu yolculuğa başladığı ilk andan itibaren, Rahman'ın mi­safirliğinde bir yolucuğa başladığının, beraberindekilerin de Allah'ın mi­safirleri ve evinin ziyaretçileri olduğunun şuuruna varmalıdır.

Böylece Allah'ın korumasında ve riayetinde olduğuna inanır, berabe­rindeki Allah'ın misafirlerine yumuşak, rifk, müsamaha, sevgi ve yardım­laşma ruhuyla muamele eder. Zayıf ve hastaya yardım eder, ihtiyacı ola­nın da ihtiyacını gidermeye yabalar.

"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihra­mını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranış­lara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı tak­vadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının."[493]

Yolculuk boyunca nefsi bu özelliklere alıştırmak özel olarak davet-çilere, genel olarak tüm müslümanlara önemli bir azık kazandırır.

Yolculuğa basarken, aile ve arkadaşlarla vedalaşma esnasında Allah Resulü'nün bize öğrettiği karşılıklı dualarda da büyük bir hayır ve önemli terbiye edici anlamlar vardır. Geride kalanlar yolcuya:

"Senin dinini, geride bıraktıklarını ve işlerinin akibetini Allah'a ema­net ediyorum. Allah seni takva ile azıklandırsın."

Devamla şöyle derler:

"Ey kardeşim, dua ederken bizi unutma."

Hz. Ömer (r.a) yolculuğa çıkarken, Allah Resulü (a.s.) kendisinden bu temennide bulunmuştur. Yolcu da kendisini uğurlayanlara şöyle der:

"Sizleri, kendisine emanet edilenlerin zayi olmayacağı Allah'a ema­net ediyorum."

Tüm bu davranışlarda; Allah'ı anma ve onun üzerinde ayrılma var­dır. Aynı zamanda, hakkı ve sabrı tavsiye etme ve güzel sona karşı aşırı istek vardır. İnsanların birbirleri için böylesine hayn ve iyiliği arzulayışlarını ancak müslümanlarda görebiliyoruz.

Yolculukta, heyete bir başkanın seçilmesinde Allah Resulü'nün em­rine imtisal, birlik, düzen, söz birliği ve cemaat bereketiyle şeytandan ko­runma vardır. Bu özellik de davet yolunda yürüyen davetçiler için önemli dersler vardır.

Bineğe veya herhangi bir ulaşım aracına binerken; besmele getirme­de, Allah'a hamd etmekde, üçer defa tekbir getirmede ve tam otururken şu duayı okumada Allah'ın lutfunu hatırlama mevcuttur. O dua şudur:

"Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz."[494]

Bu duada ulaşım araçlarını emrimize veren Allah'ı kutsama sözkonusudur. Lütuf, yalnızca uçağı veya otomobili yapana ait değildir. Çünkü lütuf, herhalukârda, onları yapmak için gerekli maddeleri hizmetlerine veren ve kendilerini akıl nimetiyle rızıklandıran Allah'a aittir.[495]

 

Hacc'da Telbiye

 

Telbiye (Lebbeyke duası) ve onun kapsadığı; Allah'ın çağrısına ica­bette bulunma, Allah'ı şirkten tenzih etme, hamd'ın, mülkün ve nimetin sadece kendisine hâs oluşunu ifade etme ve bunları dille tekrar ederken kalbinde bununla meşgul olması iman ve tevhid akidesini pekiştirir. Bun­da aynı zamanda Allah'ın lütfunu ve O'na olan ihtiacımızı hissetme söz konusudur.

"Allah'ım, emrine amadeyim. Sana her zaman itaat etmeye hazırım. Yarab! Senin ortağın yoktur, her emrini ifaya hazırım. Şüphesiz hamd senin, nimet senin, hükümdarlık senindir. Bunların hiç birinde senin or­tağın yoktur."

Hacıları, birbirleriyle karşılaştıklarında telbiye yerine selam ile se­lamlaşmaları tevhid akidesi üzerine birleşmeyi pekiştirir, toplu ibadeti yerine getirme duygusunu güçlendirir.

Hacıların ruhları yüceldikçe, bedeni yorgunluk hissi azalır. Hatta bu yorgunluk onlara tad verebilir. Çünkü bu Allah'ın sevabını ve rahmetini kazanma kaynağıdır.

Hacıları, Allah'ın kutsal evine her yaklaştıklarında, aynen metal par­çasına yaklaştıkça çekme kuvveti artan mıknatıs misâli ona karşı şevkleri ve bağlılıkları artar. Bu şevk ve bağlılığı Allah, ihlaslı kullarının kalbine bahş eder. Beytullarn ziyaret sevgisi verdiği bu kullarına karşı, Allah'ın duyduğu sevginin bir belirtisidir.

Hacının gözü ilk defa olarak Kabe'yi gördüğünde Kabe'nin heybeti ve azameti onun ruhunu kuşatır. O manzaranın güzelliğini, ruhlarda bı­raktığı etkiyi, sevinç ve neşe ile karışık korku halini burada zikretmek kâfi değildir.

Bunun dua ve kapsadığı hayırlar çok güzeldir!

"Ey Allah'ım, bu evin (Kabe) şerefini, ululuğunu ve heybetini artır. Hacılardan veya umre yapanlardan onu şerefli bir varlık olarak gören­lerin, şereflerini, büyüklüklerini ve iyiliklerini artır."

"Allah'ım, Sen Selam ismini taşıyorsun. Esenliği veren sensin. Bizi Selamınla Selamla."

Hac yolculuğu diğer yolculuklar gibi sıradan bir yolculuk değildir. Bu, bedenle Arafat dağı ve Kabe'nin bulunduğu Mekkeye bir yolculuk değildir. Esasen bu, nurani ve Rabbani bir yolculuktur. Kalblerin ve ruh­ların yaratıcı olan Allah'a koşmasıdır. Böylece kökenleriyle, asülanyla bağlantı kurarlar. Bu bağlantıda güç, hayat ve mutluluk bulurlar. En iyi azık olan takva azığıyla azıklanırlar.

Allah'ın şerefli olan evi, benzer taşlardan yapılmışsa da diğer evler gibi normal bir ev değildir. Arafat dağı da dağlan oluturan unsurlardan müteşekkil ise de diğer dağlardan farklıdır. Allah, her ikisine sırlarını, fe­yizlerini, tesir ve tecellilerini tahsis etmiştir.

Nitekim kullandığımız kelime ve harflerden müteşekkil olsa da Al­lah (c.c), sırları, icazı ve tesir gücünü büyük kelamı olan Kur'an'a tahsis etmiştir. Bu, Allah'ın lütfü, rahmeti ve sağladığı kolaylıktır. Yoksa; direkt olarak, olduğu gibi Allah'ın kelamını taşımaya takatimiz olamazdı.

"Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allahkorkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri in­sanlara düşünsünler diye veriyoruz."[496]

Aynı zamanda, Allah'ın tecellisine de tahammül edemeyiz.

"Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konu­şunca "Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!" dedi. (Rabbi): "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilir-se sen de beni göreceksin!" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu pa­ramparça etti, Musa da baygın düştü. Aydınca dedi ki: "Seni noksan sı­fatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim."[497]

Bundan dolayı Allah Teala, evini ziyaret suretiyle kendisini ziyaret etmemizi, O'na yakınlığı, münacatı ve feyizlerine nail olmamızı kolaylaş­tırmıştır. Tüm bunlara vesile olan Allah'ın evi, O'nun tecelli edip, feyiz ve nurunu tahsis ettiği yüce bir mekandır. Rablerinden korkan kalbler, alıcıları ölçüsünde, hazır oldukları oranda bu nurlardan ve feyizlerden nasiblerin alırlar. Öte yandan bu nurlar, tahammül edebileceğimiz kadarıyla bize yansırlar.

Nitekim Allah'ın Kelam'ı ile olan durumumuz da böyledir.

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanları, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönül­leri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[498]

Kardeşim, hac yolculuğunu, hissi ve bedeni bir yolculuk olarak de­ğil, kalblere ve ruhlara hayat veren Rabbani yolculuk olarak görmelisin. Ve böylece onu yaşamalısın. Ta ki, kalbin Allah'la ona yakınlık duymak­la, Onun fazlından, iyiliğinden ve rahmetinden azıklanmakla meşgul ol­sun. Böylece; haccın mebrûr, azığın bol, günahların bağışlanmış olur. Anneden doğduğun gün gibi tertemiz ve pâk olarak geri dönmüş olursun.

Bu bakış açısıyla, ilk defa Kabe-i müşerrefe'ye baktığında seni kuşa­tan korku ve ürperti, sevinç ve mutluluk karışımı duyguların sırrını kav­rarsın.

Mescid-i Haram'ı selamlamak olan Kabe tavafı, Hacerül Evsed'e do­kunup ziyaret etmekle, mümkünse öpmekle başlar. Bu işlemleri yaparken Allah Resulüne uyarak, Allah'ın dosdoğru yolunda sebat edeceğine, O'nun yolunda cihad ve kendini feda etme gibi müslümanlığının gerekle­rini yerine getireceğine dair verdiğin sözü hatırında bulundurmalısın.

Ayrıca, sözünü yerine getirip, Allah'la yaptığın alışverişi tamamla­yacağın hususundaki sarsılmaz kararlılığınla O'nun dinine yardım edece­ğini düşünerek ve verdiğin sözü tutmamanın ne kadar tehlikeli bir şey ol­duğunu; böyle yapınca üzerine terettüb edecek olan Allah'ın azabını de­rinden hissederek Kabe'yi tavaf etmelisin. Bu şekilde sözüne bağlı kal­makla davet yolunda önemli bir azığı elde etmiş olursun.[499]

 

Kabe'yi Tavaf

 

Allah (c.c.)'ın evinin çevresinde yaptığın tavaf, adetâ adımlar, dö­nüşler ve dualardan müteşekkil bir namaz gibidir. Bundan dolayı bunu eda ederken namazdaki gibi hûşû, kalb huzuru ve edeb içerisinde bulun­malısın. Seninle beraber tavaf eden kardeşlerine karşı yumuşak davran­malısın. Allah'ın evinin çevresinde bu ibadeti eda ederken Allah'ın senin haline muttali olduğunu hissetmelisin. Kalbinin de Allah'ın nâzârgâhı ol­duğunu bilmelisin. Bundan dolayı Allah sevgisi, ihlâs hariç her şeyi on­dan çıkarmalısın. Böylece ruhun yücelir. Ayakların değil sanki ruhun Kabe'nin etrafında döndüğünü hissedeceksin. Bu esnada kendine, kardeş­lerine ve davana bol bol dua etmelisin.

Tavaftan sonra mültezimde, Allah'ın evine yapışırken; Allah'a yakın olmanın iştiyakım duymalı, Kabe'nin örtüsüne tutunurken de; Allah'a, O'nun rıza ve mağfiretine muhtaç olduğunun şuuruna varmalısın. Ka­be'nin eşiğinde dururken; fakir bir kulun zengin ve cömert bir zatın kapı­sındaki duruşunu hissetmelisin. Allah'a yönelişinde, ihlas, O'ndan kork­mada, O'nun rahmetini ummanda, günahlara karşı pişmanlık duymanda, nâsuh tevbende ve kendisinin dışında sığınılacak ve kurtulunacak hiç bir şeyin olmadığı şuurunda samimi ve doğru olduğunu Allah (c.c.) bilmeli­dir, senin bu haline muttali olmalıdır.

Tüm bunları sevgi ve huzur hissi» yakınlık ve itaat lezzeti içinde or­taya koymalısın. Bu yüce ve temiz duygular içerisinde Allah'a çokça dua et, gözyaşıları dök, ahdini ve azmini yenile. Kapısının eşiğini ancak Rahman'ın diğer misafirlerine fırsat tanımak için terk etmek istercesine bir ruh hali içerisinde bulun.

Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kılar, nesiller boyu sürüp gelen, bizlerle efendimiz Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki ruhi bağı ve Allah (c.c.)'ın alemlere rahmet olarak Hz. Muhammed (a.s.)'i göndererek O'nun duasını kabul buyurmasını hatırlarsın.

Zemzem suyu da diğer sular gibi sıradan bir su değildir. AUah (c.c), ona bir çok hayırlar tahsis etmiştir. Onu içtiğimizde, annemiz Hacer'i, Efendimiz İsmail'i, Zemzem'in ortaya çıkışından önce susuzluktan çek­tikleri zorlukları hatırlamalıyız. Böylece nefsimizi, Allah yolunda, cihad meydanında zorluklara tahammül etmeye alıştırmalıyız.[500]

 

Safa İle Merve Arasında

 

Safa ve Merve arasında yapılan sa'y, haccın önemli şiârlanndandır. O, sadece yedi defa gidiş ve gelişten ibaret değildir. Bu ibadeti eda eder­ken, yorgunluk ve zorluk çektiğimizde, Hz. Hacer'i ve onun susuzluktan dolayı Ölmek üzere olan oğlu için su ararken Safa ile Merve arasındaki koşuşturmasını hatırlamalıyız.

Kulluk görevimizi ifa etmek ve Allah'a yaklaşmak için, sağlığımızın zekatı olarak ve bedenimizi Allah'ın ta'atında kullanmak amacıyla yolcu­luk ve Allah yolundaki cihadın zorluklarına tahammül etmek bize ne ka­dar uygun düşer!

Mekke'de kaldığın süre içerisinde, Harem-i şerifte fırsatı değerlendi­rip, gözlerini Kabe'ye yönelterek namazları eda etmen ne güzel bir şey­dir.

Kardeşim, gecenin sessizliğinde Harem-i Şerifin bir kenanna çekilip teheccüt namazı kılar, Allah'a münacatta bulunur, Ona boynunu büker, O'ndan korkar ve rekatlar, secdeler, dualar ve gözyaşlarıyla O cömert za­tın kapısını çalarsın. Bu rabbani atmosferde, Allah'tan kendi askerlerini üstün kılmasını, dinine yardım etmesini ve İslam düşmanlarını her yerde bozguna uğratmasını istemeyi unutmamalısın.

Mekke'de onun vedilerinde ve çeşitli yerlerinde gezerken, Hira ve Sevr mağaralarını ziyaret ederken, davet'in ilk yıllarını, Allah Resulü'nün ve ilk müslümanların tevhit akidesine sarılmaları sebebiyle karşılaştıkları güçlüklerin ve işkencelerin hatıralarını yaşamalısın. Onların sabırlarını,sebatlarını ve daveti tebliğ etmedeki kararlılıklarını hatırlamalısın. Allah Resulü'nün, her türlü sapıklığı dağıtıp, yahudilerin, hıristiyanların, mecusilerin ve putperestlerin kalelerini yerle bir eden kahramanları içinde ye­tiştirdiği Erkam bin Ebi Erkam'ın evini de hatırlamalısın. Allah Resu­lü'nün üzerinde yürüdüğü yerin üzerine yürüdüğünü hissetmelisin.

Dünyanın farklı bölgelerinden gelen hacıların toplanması; müslümanlar arasındaki bağın kuvvetlenmesi, müslümanların tanışıp birbirleni-nin durumlarından haberdar olmaları, tek bir vücut ve birbirini takviye eden binanın taşlan gibi olmaları için duygu, emel ve acılarını paylaşma­ları ve İslam aleminin, İslami azınlıkların önemli durumlarını, İslam düş­manlarının komplo ve hilelerini ve müslümanları igilendiren tüm konula­rı görüşmeleri için gerçekten güzel bir fırsat doğurur. Birbirlerinin du­rumlarından haberdar olmanın, bağın devam etmesi için hac'dan sonra yazışmaların devam etmesi ne kadar güzeldir! Hacılar, İslam ümmetinin birlik şiarını temsil etmelidirler.

"Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim, Öyle ise benden sakının" (denildi)."[501]

Allah'ın diğer dağlar arasından sadece kendisine bunca hayrı tahsis ettiği arafat dağı üzerinde, Rahman'ın misafirleri üzerine iyilik, feyiz ve rahmet iner. Onlar; orada geniş ihram giysileri içerisinde toplu bir halde, mahşer gününü hatırlar bir biçimde dualarla Allah'a sığınırlar. Gerçekten o gün korkunç bir manzara ve büyük bir gündür.

Müslim ve diğer muhaddislerin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri bir ha­diste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın, Arefe gününden daha çok kullarını cehennem ateşinden âzât ettiği bir başka gün yoktur. Çünkü o gün Allah, onlara rahmetiyle yaklaşır, sonra meleklere karşı onlarla iftihar ederek "Bunlar ne diliyor­lar" diye buyuruyor." Allah'ın Arefe gününe bahşettiği hayırlardan bin de hacca gelemeyenlerin o gün tuttukları orucu, bir önceki ve bir sonra­ki yıllar için keffaret kılmasıdır."

Ebu Katade'den rivayet edildiğine göre de Allah Resulü şöyle buyur­muştur:

"O oruç, geçmiş ve gelecek yıl için keffaret olur."[502]

Arafat dağından inerken, bu sevimli dağ ve mübarek gün ve manzarayla vedalaşırken duygular harekete geçer, kalbler, gönüller yapılan dua ve zikirlerin kabul edileceği ümidini taşır.[503]

 

Şeytan Taşlama Ve Kurban Kesme

 

Şeytanı taşlamada, akli sebebini bilmesek dahi emre boyun eğmenin, kulluğun gerçekleştirilmesinin gerekliliği anlamı vardır. Şeytanın, Efen­dimiz İbrahim (a.s)'i Allah'ın ta'atından uzaklaştırmak için vesvese yaptı­ğını, İbrahim (a.s)'in buna icabet etmeyişini hatırlarız.

Ey hacı, şeytanı kovmak ve uzaklaştırmak için onu taşlarken, dürtme ve vesveselerinin tehlikesini, bunlarla mücadele etmenin gerekliliğini göz önünde canlandırman ne kadar uygun olur!

Kurban kesip, onu ihtiyacı olan müslümanlara dağıtman, seni Al­lah'a yaklaştırır, O'nun rızısını kazandırır, O'nun seni cehennem azabın­dan âzad edeceği umudunu verir. Bunda aynı zamanda, fakirlere acıma­nın ve onlara kurbanın en iyisinden yedirmenin gerçekleşmesi söz konu­sudur.

"Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın (dininin) işaretle­rinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik."[504]

Veda tavafında, Allah'ın haccını kabul etmesini, tekrar buralara dön­mesini nasib etmesini umarak, en sevgili ve şerefli mekanlardan ayrılma­nın hissini yaşarsın.

Medine yolculuğunda Allah Resulü'nün hicretini, sürgün olarak ka-tettiği mesafeyi, Medine ehlinin kendisini karşılamasını ve camiyi inşa etmeye başlamasını hatırlarsın. Bu güzel hatıraları, Allah Resulü ve saha­belerinin gerçekleştirdikleri büyük başarıları, savaşları, fetihleri ve Arab yarımadasının şirkten, putperestlikten ve Kur'an-ı Kerim'in belirttiği üze­re âdetleri gereği söz ve âhitlerini bozan yahudilerden temizlenmesinin havasını yaşarsın.

Allah Rasulü'nün mescidinde Buhari'nin rivayet ettiği şu sözünü ha­tırla:

"Kabrimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim hâvzımın üstündedir."

Cennet ehlinin Allah'ın rızasını kazandıklarını hatırla ve bu ruhi mutluluğu yaşa. Allah Resulü ile aranızdaki ruhi bağı hisset. O, bize çok düşkün idi, müminlere merhamet eder, zorluğa düşmemiz kendisine ağır gelirdi. O'na Salat ve Selam getir. Allah'ın diğer peygamberlere ümmetle­ri sebebiyle verdiği mükafatın daha iyisini, bizler sebebiyle peygamberi­mize vermesini Allah'tan dile. İlk halife olan Hz. Ebubekir, müminlerin emiri olan Hz. Ömer içinde dua et. Allah'tan bu şerefli fertlerle bizi has­retmesi iste.

Medine'de, tarihin akışını değiştiren olayların üzerinde gerçekleştiği yerleri, bünyesinde temiz kahramanları barındıran Bakî Mezarlığı'nı ve Uhud Gazvesi'nin yapıldığı Uhud Dağı'nı ziyaret et. Buradaki ders ve ib­retleri hatırla.

Böylece, davet yolunda yürürken aşırı derecede ihtiyaç duyacağın ibret, ders ve azığı sana sağlayan pâk siyerin bu döneminin temiz hatıra­larını yaşamalısın.[505]

 

Gece Kıyamındakı Azık

 

"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar."[506]

Gece sükunet ve huzurdur. Gecede insanlar uyurken zihin berraklığı en üst seviyededir. Bunda riya ve gösterişten uzaklaşma vardır. Gece, Allahla tek başına kalıştır. Bunda dayamklık, ünsiyet ve yakarış vardır.

Namaz, tümüyle azıktır. Fakat gece ortasında kılınan namazın azığı, yakınlığı ve ihsanı daha fazladır. Aşıklar geceyi özlerler. Teheccüd na­mazını adet edinenler, geceyi daha fazla özlerler. Çünkü onlar, aşıkların sevgililerini sevmelerinden daha ziyade Allah'ı severler. Gece kıyamında; rûkü, secde, zikir, teşbih, Kur'an tilaveti, tevbe, istiğfar, yakarış, dua ve Allah korkusundan ağlama vardır. Tüm bunlar azık kazandırırlar.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;

"Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk, ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek basa kalkma."[507]

Gece kıyamında, mücahede, irade ve azmi güçlendirme, şeytana ga­lip gelme ve nefsi Allah'a boyun eğdirmeye alıştırma vardır. Kim uyku­yu, rahatı, yatağı ve sıcaklığı terk eder de nefsin istekleri ile mücadele eder, hava soğuk olmasına rağmen kalkıp abdest alır, kulluğu ve Allah'a yaklaşmayı tercih ederse hiç kuşkusuz tüm bunlar kendisine azık kazan­dırır, onu davet yolunda hazırlar, ona davet yolunda yardımcı olurlar.

İnsanlar uyurken gece kıyamında dünyanın yoruculuğundan kurtu­luş, soyutlanma, ihlâs ve kalbin tüm riya belirtilerinden arınması vardır. İhlâs da davet yolunda davetçiye en fazla lazım olan şeylerdendir. Onsuz ameller boşa gider. Allah'ın kitabında gece kıyamına teşvik eden, gece kıyamında bulunanların sahip oldukları hayırları açıklayan nice ayetler vardır.

"Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler (geçerler); Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler."[508]

"İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı ve­rilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır."[509]

Geceleyin kalkanların içinde bulunacakları kıyam, secde, zikir, teş­bih, istiğfar ve dua gibi bazı halleri mevcuttur.

Kur'an bunlardan bazılarım belirtmiştir:

"Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğ­rusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür."[510]

Yüce Allah (c.c), bu ayette âhiret ve aradaki hasep, ceza, nimetler ve azab konularındaki düşüncesinden dolayı gözlerini uyku tutmayan bir kimsenin durumunu anlatmaktadır. O, böylece secde ve kıyamında korku ve ümidi beraber yaşar. Bu, kendisini çalışmaya, varacağı yer için hazır­lık yapmaya itecek azığı kendisine kazandırır.

Geceleyin Allah'ı zikir ve teşbih etmek kalbler ve ruhlar için gıda ve azıktır. Bunun tadına varan ondan mahrum olmamaya aşın derecede hırs­lı olur.

Kur'an-ı Kerim'in ayetleri de buna teşvik eder:

"Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu teşbih et."[511]

"Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu teşbih et."[512]

"(Resulüm!) Onların dediklerine sabret. Güneş'in doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir bölümün­de ve secdelerin ardından da O'nu teşbih et."[513]

Hepimiz günahkâr ve ihmalkârız. Seher vaktinde Allah'ın kapısını çalıp, ondan mağfiret dilememiz ne kadar uygun düşer! Çünkü bu vakit, Allah'ın duaları kabul ettiği bir andır.

Yüce Allah (c.c.) Kur'an'da seher vaktinde istiğfarda bulunanları öv­müştür:

"(Resulüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoş­nutluğu vardır. Allah kullarım çok iyi görür. (Bu nimetler) "Ey Rabbi-miz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!" diyen; sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir)."[514]

"Şüphesiz ki Allah'a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşku­suz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı. Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi."[515]

Geceleyin dua etmek en sevimli ve faziletli ibadetlerdendir. Çünkü kul gecenin karanlığında, zilletini, Allah'a olan ihtiyacını sergiler, ihsan­da bulunması için istekte bulunur.

"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. İslah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yap­mayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır."[516]

Ebu Ümâme'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulüne hangi du­anın kabule daha layık olduğu sorulunca, O, şöyle buyurmuştur:

"Gecenin son bölümünde, farz namazların akabinde yapılan dualar­dır."[517]

Cabir (r.a) Allah Resulünün şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Geceleyin öyle bir vakit vardır ki; müslüman ona tesadüf edip, Al­lah'tan dünya ve ahiretle alakalı herhangi bir hayır istesin de Allah ona vermesin. Bu mümkün değildir. Bu vakit her gecede mevcuttur."[518]

Secde esnasında yapılan dua makbuldür. Çünkü bu an, kişinin Al­lah'a en yakın olduğu andır. Bu anda müslüman çokça dua etmelidir.

Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Kulun Rabhine en yakın olduğu an secde anıdır. Bunun için duayı çokça yapın."[519]

Düşmanın işkence ve komplolarına maruz kalan davetçilerin seher vakti dualarıyla Allah'tan yardım dilemeleri ne kadar uygun düşer!

Ey kardeşim: Seher vakti kalk ve şöyle Allah'a dua et:

"Allah'ım, düşmanlarla zalimleri senin yardımınla savar ve onların şerlerinden sana sığınırız. Rabbimiz, bizi zalimlere oyuncak yapma. Rahmetinle bizi inkarcı toplumdan koru. Allah'ım, senin ve dininin düş­manlarını mağlup et. Onlara karşı göğüslerimize şifa verecek ve kalble-rimizin gâyzını gidererek büyük bir zafer ver."

Ve Allah'ın gönlünü açacağı diğer duaları oku.

Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Rabbimiz her gece, gecenin son üçte birlik bölümünde dünya se­masına iner ve var mı dua eden, ona icabet edeyim, var mı benden iste­yen ona vereyim ve var mı benden mağfiret dileyen onu affedeyim, der."[520]

Bu teşrif ve tevcihten sonra nasıl gevşek davranır, tembellik ederiz? Eğer insanlara gecenin şu veya bu vaktinde filan yerde bulunan mal veya şu kadar dünya manfaati elde edersin dense hiç şüphesiz insanlar oraya koşar, orada toplanırlar.

Allah Resulü Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadiste yine bizi teş­vik etmektedir:

"Münafıklara sabah ve yatsı namazlarından güç gelen bir namaz yoktur. O ikisindeki hayrı bilselerdi..."

Gece kıyamıyla ihya edilen ev melekler tarafından kuşatılır, ona rah­met iner ve orayı gerçek mutluluk kaplar. Her iki eşin bu hayrı gerçek­leştirmede birbirine yardımcı olmaları ne kadar güzeldir!

Yine Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını uyandıran ve eğer hanımı uyanmamakta direnirse, onun yüzüne su serpen bir adama rah­met eylesin. Aynı şekilde Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını uyandıran ve şayet kocası uyanmamakta direnirse, onun yüzüne su ser­pen bir kadına da rahmet etsin."[521]

Ey kardeşim; nafile ibadetlerle Allah'a yaklaş. Bunların en faziletli­lerinden birisi de gece kıyamıdır.

Allah Resulü şöyle buyuruyor:

"Farz namazlardan sonra en faziletli namaz gece kıyamında yapı­lan namazdır."[522]

Samimi bir niyet, azmi yenilemek, tevbeyi yenilemek gündüzleyin günahlardan uzak kalmak, yatarken tekbir getirmek ve Yüce Allah'tan yardım dilemek, evet tüm bunlar gece kıyamında bulunmaya yardımcı olurlar.

Müslümanın gece kıyamına mutlaka devam etmesi gerekir. Bu azık­tan doyasıya içmelidir.

Abdullah bin Âmr bir As'tan rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Ey Abdullah, filan kişi gibi olma. O, geceleyin kıyamda bulunurdu. Fakat sonradan terk etti."[523]

Gece kılınan namazın rekat sayısına gelince, Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

"Allah Resulü'nün namazı, on rek'at idi, bir rek'at vitir kılar ve sa­bah namazının iki rek'atı gibi iki rekat daha kılardı. Bunlar toplam onüç rekat idi."[524]

Allah Resulü'nün geceleyin teheccüde kalkarken yaptığı şu duasının azığı ne kadar boldur! O, gece kıyamında şöyle dua ederdi:

"Ey Rabbimiz olan Allah'ım, hamd sanadır. Sen gökler, yer ve on­larda bulunanların koruyup gözetenisin. Her türlü övgü sanadır. Sen göklerin, yerin ve bu ikisinde bulunanların nurusun. Hamd sana layıktır. Sen hâksin, va'din haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet ve Cehennem haktır. Peygamber ve Muhammed (a.s.) senin gerçek peygamberlerindir. Kıyamet haktır.

Ey Allah'ım, yalnız sana teslim oldum, yalnız sana inandım, yalnız sana dayandım ve yalnız sana yöneldim. Senin kuvvetine dayanarak düş­manlarla mücadele ettim. Aramızda yalnız seni hakem kıldım. Artık ev­velce işlediğim ve sonra işleyeceğim, gizli ve açıktan işlediğim ve senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı bağışla; öne geçiren ve sona bıra­kan Sen'sin ve Sen'den başka ilah yoktur."[525]

Şehid imam Hasan el-Benna, 'Münacat Risalesi'nde kardeşleri gece kıyamına şöyle teşvik etmektedir:

"Ey kardeşim,

Allah'a yakarışta bulunmanın en güzel vakti, insanlar uyurken, ge­ceciler dalmış, varlık alemi sessizliğe bürünmüşken ve gece yavaş yavaş perdelerini kaldırmış, yıldızlar batmışken Rabbinle başbaşa kaldığın va­kittir. O zaman, kalbini feyze hazırlar, Rabbini hatırlarsın. Adeta müşah­has bir şekilde güçsüzlüğünü anlar, Mevla'nın büyüklüğünü gözünün önünde canlandırırsın.

Bu arada huzurunda olmakla, O'na yakınlık peyda edersin. Kalbin, O'nu anlamakla huzur bulur, O'nun lütfü ve rahmetiyle sevinir, O'na karşı duyduğun korkudan ağlar ve seni murakabe ettiğini hissedersin. O anda, ısrarla dua eder ve mağfiret dilemeğe çalışırsın. İhtiyaçlarını, hiç bir şeyin aciz bırakmadığı ve hiç bir şeyin kendisini meşgul edemediği, yüce Rabbine söylersin. O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sade­ce "ol" demektir, hemen oluverir. O'ndan, dünya, ahiret, cihad ve davan­la ilgili arzularının gerçekleşmesini ister, emellerini, aklından geçirdik­lerini, vatanını, yakınlarını kendin ve kardeşlerin hakkındaki isteklerini O'ndan taleb edersin.

"Yardım, yalnız, daima galip ve hikmet sahibi Allah katındandır."[526]

Gece kıyamı ev münacatındaki ünsiyet ve gönül rahatlığı bedenin acılarını, ayakların yorgunluğunu hissettirmeyecek derecededir. İşte Al­lah Resulü'nün durumu böyleydi. O, gece kıyamını uzatır, ayaklan şişinceye kadar ibadete devam ederdi. Allah'a yakın olmaya, 'nunla ünsiyet bulmaya daldığında acıları hissetmezdi.

Allah'ın bazı salih kulları şöyle söylemişlerdir:

"Dünyada Cennet nimetlerine benzeyen hiç bir vakit yoktur. Kıyam ehlinin yakarış tatlılığını kalblerinde tattıkları an müstesna."

O halde bu tatlılığı tatmaya çalışalım.

Ey kardeşim, son olarak sana şunu söylemek isterim. Rızasını, rah­metini ve Cennetini ısrarla isteyerek, O'nun rıza ve affına olan aşın dere­cedeki ihtiyacını hissederek, günahlarını itiraf ederek, ihmalkârlığının farkına vararak, huşu ve tevazu içerisinde O'nun kapısının eşiğinde dura­rak, O cömert Rabbinin kapısını çalarak fakir ve zelil bir kulun kıyamıyla geceleyin kalk.

Kardeşim, Mevla'nın kapısını gece karanlığında huşu dolu rek'atlar-la, uzun secdelerle, samimi dualarla, teşbihlerle ve korku gözyaşlarıyla çal.

Rabbinin dualarına icabet edeceğinin yâkini içerisinde ol. Bu hayır dolu vakitte davanı da unutma.

Allah'tan yardım ve dinini güçlendirmesini dile.

Kardeşlerine dua etmeyi unutma.

Ey nefis! Atların ağır ağır yürüdüğü (sükunet anında)

Kalbin hayat zorluklarından uzaklaştığı anda

Rabbini teşbih et ve namaza dur.

Ey nefis: namazda gözyaşlarını dökerek incel.

Çünkü, kainat ilahi maksatla ağlayan nefisleri dinler.[527]

 

 

Zikir Ve Dua Azığımız

 

"Ey insanlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam teşbih edin."[528]

Allah (c.c.) gayemizdir. O, yaratanımız, rızıklandırammızdır. Öyle ise O'nun zikrinden nasıl gafil olabiliriz? Kendisini anmakla mes'ud oldu­ğumuz, O'ndan üstün bir zat var mıdır? Allah'ı anmakla gerçekleşen mut­luluktan daha yüce bir mutluluk yoktur. Allah'ın zikri; O'na yakınlık duy­mak, O'nunla unsiyet bulmak, mutmain olmak, O'nun nuruyla gönül hu­zuruna kavuşmak, güven ve selamet bulmak, işleri O'na havale etmek ve O'na tevekkül etmektir. Böylece kişi ne korku ne tasa ne şaşkınlık ne bedbahtlık ne de sıkıntı hisseder.

"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete eren­lerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."[529]

Allah'ı andıkça hiç kimseye ihtiyacı olmayan, güçlü, kâhhar, rahman ve rahim olan, her türlü yetkiye sahip olan, her şeye gücü yeten Allah'la beraber olduğunu hissedersin. Böylece O da seninle beraber olur. Artık hiç bir şeye ihtiyaç duymazsın. Gerçekten Allah'ı bulan hiç bir şey kay­betmiş olmaz. Allah'ı kaybeden de hiç bir şey bulamaz. Allah'ı isimlerin­den veya sıfatlarından birisiyle andıkça, bu senin nefsinde özel bir iz bı­rakır. Ruhuna da sahibini yücelten bir azık sağlar. Allah'ı anman arttıkça ruhun daha da yücelir, Allah katındaki merteben de yükselir.

Allah'ın zikrinden gâfıl olan kişi ise şeytanın vesvesesine maruz ka­lır. Şeytan da kendisine günahları, şehvetleri, çirkinlik ve kötü işleri hatırlatır. Böylece Allah katındaki değeri düşer, bu düşüş, aşağıların aşa­ğısına yuvarlanıncaya kadar devam eder.

Allah bu kişiler hakkında ne doğru buyurmuştur:

"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu Cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onunla kavramazlar; gözleri vardır, onunla görmezler, kulakları vardır, onunla işitmezler, iste onlar hayvan­lar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."[530]

Yine Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükre­din; sakın bana nankörlük etmeyin!"[531]

Allah'ın kendilerini andığı kişilerin mertebesinden daha yüce bir mertebe var mıdır? Çünkü kişi Allah'ın korumasında ve riayetinde olur, O'nun rahmetine, fazlına mazhar olur.

Allah'ın Resulü şöyle buyuruyor:

"Allah Teala: "Kulum beni nasıl tasavvur ediyorsa ben oyum. Ku­lum beni andığı zaman muhakkak onunla beraberim. O, beni tek başına anarsa ben de onu gizli anarım. Eğer beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım", bu­yurmaktadır."[532]

Hiç şüphesiz, Allah'ı anmakla nefsimizi bu kokuşmuş ortamdan, üst üste yığılmış, birikmiş fitnelerden kurtarmış oluruz. Kalblerimizi temiz­ler, Allah'a sığınır, O'nda kurtuluşu buluruz.

"O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, size O'nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım."[533]

Allah'ı andıkça şeytanın vesvesesi söner, bizden çekilir ve onun pis­liğinden arınmış oluruz.

Allah'ı tefekkür ederek isim ve sıfatlarıyla andığımızda imanımız ar­tar, O'nu daha da ta'zim ederiz. Bu da davet yolunda bize önemli ve ha­yırlı bir azığı sağlar. Allah'ı anmak için oturduğumuzda bizi bürüyen rah­met ve üzerimize inen güven ve huzur... gerçekten bunlar büyük bir hayır ve azıktırlar. Müslimin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Hiç bir topluluk yoktur ki, Allah'ı anmak üzere toplansınlar da melekler onların etrafında halkalanmasın, onları rahmet bürümesin, üzerlerine güven ve huzur inmesin ve Allah, onları yanındakiler huzu­runda anmasın."

Gerçekten Allah, böyle meclislerle meleklere karşı iftihar eder.

Allah'ın zikri, sahip olmamız gereken sıfatlarla süslemeye bizi iter. Allah'ı Rahman, Rahim, Berr, Halim, Kerim, Sabbur, Şekür, Afyu, Gafur sıfatlarıyla andığımızda O'nun rahmetine kavuşmamız için yeryüzündekilere merhamet etmemizin gerekliliğini içimizde hissederiz.

Keza O'nun cömertliğinden ve kereminden payımızı almamız için Allah'ın muhtaç kullarına karşı aynı şekilde davranmamızın gerekliliğini, affının, bağışlamasının bizi kapsaması için de bize kötülükte bulunanlara müsamahakâr davranmanın gerekliliğini kavrarız.

Diğer sıfatlarından da benzer dersler çıkartabiliriz. Bunda da büyük bir azık mevcuttur.

Zikirdeki bu büyük hayırdan ve Allah'la beraber olmaktan mahrum kalmamamız için Allah (c.c), her durum ve vakitte bizi zikre çağırmakta­dır.

"Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-aksam teşbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir."[534]

"Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) "Rabbİmiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi Cehennem azabından koru!"[535]

Allah'ın kerem ve ihsanı ne büyüktür ki, O her durumda hatta yatar­ken bile kendisini zikr etmemize müsamaha göstermektedir.

Ey Rabbim, Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin ve Sen ne cö­mertsin!

Ey kardeşim,

Allah'ı sürekli olarak anmaya ve dilinin O'nun zikriyle yaşlı olması­na dikkat et. Yemekte, içmede, yatma esnasında, uyanışta, iş yolunda, işte ve tüm hal ve davranışlarında Allah'ı anmaya devam et. Hiç bir anının gaflet, boş ve yararsız bir işle uğraşırken geçmesine fırsat verme. Herhan­gi bir iş veya ibadetle meşgul olmadığında nefsini Allah'ın zikriyle meş­gul et. Böylece Allah katındaki iyiliklerin artar, güveni ve Allah'la bera­ber olmayı elde eder ve Allah (c.c.) da dilediği kadar senin günahlarını bağışlar.

Ey kardeşim, bilmelisin ki; matlub zikir, lisandan önce kalble yapı­lan zikirdir. Kul, Allah'ı kalbiyle andığı zaman bu onun tüm organlarına yansır. Böylece lisaniyle zikir ederek sadece hayır olanı konuşur, gözüyle Allah'ı zikrederek harama bakmaz, kulağıyla zikir ederek Allah'ı kızdıra­cak şeyleri dinlemez, eli ve ayağı ile Allah'ı zikir ederek haram ve güna­ha doğru hareket etmez, aklı ile Allah'ı zikir ederek haram şeyleri düşün­mez. Kalbe ise ancak iyi olan şeyler girer.

Böylece zikri genel kavramıyla ele aldığımızda, Allah'ın bizi mura­kabe ettiğim, bize baktığını ve bizi gözettiğini düşünerek yaptığımız her işin zikir olduğunu bilmemiz lazımdır. Tevbe zikirdir, ilmi taleb etmek zikirdir, tefekkür ise zikrin en yüce bölümlerindendir. Hatta iyi bir niye­tin eşlik ettiği rızık talebi de zikirdir.

Allah'ı her hal ve tavırda zikir etmemiz gerekli olmakla beraber, tek başına kalarak Allah'ı anmanın apayrı etkisi, tadı, tatlılığı ve nuru vardır. Özellikle eğer bu hal'e Allah'ın korkusundan akan gözyaşları eşlik ederse o zaman bu etki daha da artar. Kendi gölgesinden başka gölgenin bulun­madığı günde (Kıyamet gününde), Allah'ın gölgesiyle gölgelendireceği yedi sınıf insanlardan birisi de O'nu yalnız iken anıp, gözlerinden yaş akanlardır.

İnsanlar dünya hayatında yoruluyorlar, mutsuz oluyorlar. Mutluluğu ve huzuru elde etme uğruna yüklü bir miktarda dünya malını harcıyorlar. Onlar mutluluğu dünyevi araçlarda bulacaklarını sanıyorlar. Oysaki bun­ca harcamaya rağmen bir türlü onu elde edemiyorlar. Öte yandan Allah'ı anan, ona ihlasla dua eden kişiler çok rahat bir şekilde mutluluğu, huzuru ve güveni elde ediyorlar.

İnkarcılar ve gafiller Allah'ı anmazlar. Bir zorlukla karşılaştıklarında veya başlarına bir musibet geldiğinden hemen o durumdan ve musibetten kendilerini kurtarması için dua ile Allah'a sığınırlar. Allah (c.c), onlardan bu sıkıntıyı giderdiğinde ise tekrar gaflete ve inkarcılığa dönüyorlar. Mü­minler ise rahat ve zorlukta, tüm hal ve davranışlarında Allah'ı anarlar.

Mümin kişi, sağlık ve bolluk anında Allah'ı anar, O'na şükür eder ve O'nun fazlı ve ihsanını hatırlar. Böylece o haddini aşmaz, dünyanın fitne­sine kapılmaz. Zorluk ve darlık vaktinde de Allah'ı anar. Böylece sıkıntısı gider, onun yerine sükunete, huzura, ünsiyete ve kalb huzuruna kavuşur.

Bu münasibetle şu olayı zikretmek istiyorum. Kardeşlerden biri, dar bir zindanda tek başına bir hücreye haps edilmişti ve gün boyu onun üze­rine kapı kapalı tutuluyordu. Fakat O, Allah'ın zikri sayesinde kendisini unsiyet ve gönül huzurunda hissediyordu. Sanki kapısı kapalı dar bir zin­dan hücresinde değil, geniş bir kainatta yaşadığını sanıyordu.

Kapının arkasındaki nöbetçi ise kardeşin darlık ve sıkıntıda olduğu­nu sanıyordu. Kardeşin sıkıntısını hafifletmek amacıyla nöbetçi bazen unutmuşcasına kapıyı tam kapatmıyordu. Yani biraz açıklık bırakıyordu. Fakat kardeş kapı açık kaldığında tam tersine kendisini sıkıntıda hissedi­yordu. Ve tek başına, karanlıkta iken Allah'ın zikrinden elde ettiği huzu­run azaldığını söylüyordu.

Allah'ın üzerimizdeki ihsanından ve zikir edenlere verdiği mükafat­tan biri de şu hadiste Allah Resulü'nün beyan ettiği ifadedir.

Allah (c.c.) Teala şöyle buyuruyor:

"Kim ki zikrim onu benden bir şey istemekten meşgul ederse, ben ona istekte bulunanlara verdiğimden daha iyisini veririm."[536]

Kelime-i tevhid getirmek, "Allahu Ekber" demek, Allah'ı teşbih ve kutsamak, istiğfarda bulunmak, Allah'a hamd ve şükür etmek, O'nun elçi­sine salat ve selam getirmek, tüm bunlar zikir edenlere büyük bir sevap ve ihsan kazandırır. Bazı ayetler ve hadisler bunları işlemiştir. Allah Re­sulü (a.s.)'dan da bazı me'sur dualar ve zikirler varid olmuştur. Gerçek­ten, bu zikir ve dualarla iyiliklerimizi artırmaya, günahlarımızı üstümüz­den atmaya ne kadar da muhtacız!

Dua ise önemli bir azık kaynağıdır.

Dua haddi zatında kulun kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu hisset­mesidir. Aynı zamanda Allah'ın kudretinin farkına varması ve tüm işlerin O'nun elinde oluşunu hissetmesidir. Bu da kulluğun; Allah'a teslimiyetin ve imanın ta kendisidir.

Dua, Allah'ın yanında hiçliği, küçüklüğü ve aczi, O'nun lütuf, kerem ve ihsanını ve her şeye gücünün yettiğini hissediştir. İşte kalbin bu gibi duygularla yaşaması başlıbaşına büyük bir azıktır.

Dua, bir ibadettir. Ondan yüz çevirme ise inkâr ve kibirlenmedir. Al­lah'ın üzerimizdeki nimetlerinden birisi de O'nun bizi dua etmeye çağır­ması ve duaya karşılık vereceğini va'at etmesidir.

Numan bin Beşir'den rivayet edildiğine göre Allah Resulü "Dua ibadettir." dedikten sonra şu ayeti okudu:

"Rabbiniz şöyle buyurdu:

"Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyük­lük taslayanlar aşağılanarak Cehennem'e gireceklerdir. "[537]

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste de Allah Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Allah, kendisine dua etmeyene, kendisinden istekte bulunmayana gazaplanır."[538]

Kardeşlerin, birbirlerinin gıyabında birbirlerine hayır dualarında bu­lunmaları ne kadar güzeldir.

Ebu Derda'dan rivayet edilen bir hadiste Allah'ın Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Hiç bir müslüman kul yoktur ki kardeşine gıyabında dua etsin de melek ona "sana da bir misli olsun" demesin."[539]

Allah'ın salih kullarından biri "Öyle bir lisanla Allah'a dua et ki, gü­naha düşmeyesin." dediğinde ona bu nasıl olur?" diye soruldu. O şöyle cevapladı:

"Kardeşinden senin için dua etmesini taleb et. Bu tavır, sevgi ve Al­lah için kardeşlik bağını pekiştirir."

Dua'nın kabulünün umulacağı bazı vakitler vardır. Bununla ilgili ba­zı hadisler varit olmuştur. Bu vakitlerden bazıları şunlardır: Kadir gecesi, ezan ve kamet arası, secde anı, yoluculukta, yağmur altında, seher vaktin­de, cuma namazına çağırıldığında, saf tutulduğunda ve karanlıkta.

Kur'an-ı Kerim'de varit olan, Allah Resulünden me'sur olarak bize ulaşan ve bazı salihlerin yaptığı dualar... tüm bunlarda hayır vardır.

Yapılan duanın kabulünü umabilmek ve zikirden istifade edebilmek için zikrin ve duanın uyulması gereken bazı adapları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Kalb huzuru, Allah korkusu, Allah'a karşı edebli bir hâl, Allah'a hamd ederek, Resulüne salat ve selam getirerek duaya başlamak, bununla bitirmek, sükûnet, dua veya zikir esnasında sesi fazla yükseltmemek, öz­lü ve kapsayıcı ifadeleri seçmek ve üçer defa tekrar etmek...

Kişi dua ederken, kabul olunacağını ummalı ve aceleci olmamalıdır. Aynı zamanda kendisi, çocukları ve malı için kötü şeyler istememelidir. Dua ederken kendisinden başlamalıdır. Allah beni ve seni hidayet etsin örneği gibi.

Zikir ve dua esnasında bu adâblara riayet eden kişi -Allah'ın izniyle- kalbinde bir tatlılık, ruhunda bir nur, gönlünde ise ferahlık bulacaktır. Al­lah'ın feyzine de mazhar olacaktır.

Müslüman, zikir ve dua meclislerinden ayrılırken edeb ve huşu içeri­sinde olmalıdır. Aynı zamanda yaptığı zikir ve duanın faydasını ve etkisi­ni götürecek gürültü çıkarma ve eğlencede bulunma gibi durumlardan da kaçınmalıdır.[540]

 

Sünnetten Alınacak Azık

 

Sünnet-i Nebeviyye'nin müslümanların gönlünde büyük bir yeri var­dır. Çünkü o, İslam'ın Allah Resulü'nün eli üzerinde ilk ve doğru uygula­masıdır.

O, Allah'ın kulları için dilediği doğru yaşam metodudur.

O, Allah kitabının açıklayıcısı ve şârihi olmakla beraber İslam'ın ikinci teşri kaynağıdır. Sünneti inkar edenin müslümanlığı kabul olun­maz.

Kur'an-ı Kerim tükenmeyen azık kaynağı olduğu gibi sünnet de azık dolu bir kaynaktır.

Sünnete uymakla elde edeceğimiz azığa geçmeden önce sünnetin konumu ve ehemmiyeti üzerinde biraz durmamız gereklidir. Ta ki, içi­mizde ihmal ve gevşeklik göstermeksizin ona sevk edecek güçlü bir saik doğsun. Özellikle sünnetin ehemmiyetini azaltmaya, sıhhatına şüphe dü­şürmeye yönelik çirkin sesleri işittiğimiz bu günlerde, bunun üzerinde daha fazla durmamız gereklidir.

Gerçekten sünnete karşı takındığımız tavır, İslam'a karşı olan tavrı­mızı belirler. İslam'ın öğretilerini Kur'an'ın açıkça anlattığına, Allah Re­sulü'nün beyanına göre kabul ediyorsak, onları tam ve eksiksiz olarak ka­bul etmek zorundayız. Allah (c.c.)'ın emrinden sonra O'nun Resulüne uy­mada, O'nun sünneti ve hidayeti ile yol bulmada tereddüt göstermemiz doğru olur mu?

"Allah'ın, (fethedilen) ülkeler hakkından Peygamberine verdiği ga­nimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kal­mışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında do­laşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir."[541]

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne davet edildik­lerinde, müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik" demeleridir, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir."[542]

"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususun­da seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmaz­lar."[543]

"(Resulüm!) De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirir­lerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez."[544]

Allah'ı sevmemizi, Allah'ın da bizi sevmesini sevgili Allah Resu-lü'nün sünnetine uymaya bağlayan bu ayetten sonra doğru, sâdık bir mü'minin O'nun sünnetine uyma hususunda gevşeklik göstermesi hiç doğru olur mu? Aksine Allah'ın ve Resulü'nün sevgisini elde etmek, dün­ya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak için her türlü hal ve davranışlarında sünneti araştırmalıdır. Ona göre davranmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı, Hz. Muhammed (a.s.)'in de O'nun Resulü olduğuna inandığımıza göre Allah Resulü'nün sünnetine tereddüt etmeksizin, gevşeklik göster­meksizin uymamız gerekir.

Kur'an-ı Kerim ve temiz sünnette bulunan kaideler, insanlık için en elzem şeylerdir. Bunlara sanlmadıkça insanlık iyilik ve kurtuluşu bula­maz.

"De ki: "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphe­siz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz."[545]

Allah Resulü (a.s.) de bir hadiste şöyle buyuruyor:

"Size öyle bir şey bıraktım ki; Ona sımsıkı sarılırsanız benden sonra asla sapmazsınız. O, Allah'ın kitabı ve benim sünnetimdir."

Allah Resulü'nün sohbetinde yaşayanlar (sahabeler), O'nun söz ve davranışlarına azami derecede ehemmiyet verirlerdi. Bu, Allah Resu­lü'nün şahsiyetinin kendilerini etkilemesi sonucu akıllarının ve gönülleri­nin yatmasından dolayı değildi. Aksine onlar, hayatlarını en ince ayrıntı­sına kadar düzenlemek üzere Allah tarafından gönderilmiş oluğuna kesin bir şekilde inandıkları için O'nun söz ve davranışlarına önem veriyorlar­dı. Bundan dolayı da onun hiç bir söz ve fiilini kaçırmama hususunda ti­tiz tavranıyorlardı.

Bu dünyadaki misyonumuz, Allah'a kulluk yapmaktır. Ve ancak bu­nunla O'nun rızasını elde eder, O'nun Cennet'ine kavuşur, O'nun azabın­dan kurtulmuş oluruz.

İbadet misyonumuz namaz, oruç hac ve zekat gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Aksine ibadet, hayatımızın tümünü kapsar. Misal olarak yeme­miz, içmemiz, yatmamız, çalışmamız, ilim talebimiz, evlenmemiz ve ha­yatımızın tüm yönleri ibadettir. Bizler nasıl ki, makbul olması için namaz ve orucumuzun sıhhatine dair hükümleri araştırıyor ve bu konuda Allah Resulü'nün sünnetine baş vuruyorsak, aynı şekilde yukarda bahs ettiğimiz konularda ve diğer konularda da yaptığımız işlerin makbul bir ibadet ol­ması için O'nun sünnetine uymamız gerekir.

Fabrika sahiplerinin üretim aletlerinin aksamadan sağlıklı bir şekilde çalışmasını garantilemek için bu mamullerin yanında birer katalog (kul­lanma kılavuzu) verdikleri bu aletleri alanlar da buradaki talimatlara ve bu aletlerin dizaynını ayarlayan uzmanların verdikleri bilgilere sıkı sıkıya sarılır. Allah (c.c.)'ın bizi yarattığına, bizimle ilgili olan herşeyi; yararı­mıza ve zararımıza olan, bizi sapıtan ve bizi İslah eden her şeyi en iyi bil­diğine, kitabında ve elçisinin sünnetinde bizim için kanunlar ve kurallar koyduğuna inandığımız halde nasıl olur da bunlara muhalefet edip, Allah Resulü'nün sünnetine ve hidayetine aykırı olan bazı beşeri âdet ve prensiblerin arkasında yürüyebilirz? Böyle hareket etmemiz halinde hiç şüp­hesiz bunun kesin ve zorunlu neticesi; bedbahtlığa, şaşkınlığa ve sapıklı­ğa maruz kalmamız aynı zamanda dünya ve ahirette mutluluğu, güveni, huzuru, sükûneti yitirmemiz ve sakin ve güzel hayattan mahrum kalma­mız olacaktır.

Söz ve davranışlarının toplamı olan Allah Resulü'nün sünneti, bizim için biricik örnektir. Çünkü O'nun hayatı Kur'an'ı Kerim'de yazılanların canlı örneği ve açıkiayıcısıdır. Kur’anı Kerim'e karşı hiçbir zaman üzeri­ne vahy inip, onu tebliğ eden kadar insaflı olamayız.

Allah Resulü'nün sünnetine her işimizde uymamız, iç dünyamızı canlı ve uyanık tutar. Nefsi kontrol eder. Böyece yapacağımız, söyleyece­ğimiz her şey irademizin dahilinde ve ruhi murakebenin boyunduruğunda olur. Bunun sonucu olarak da kıyamet günü hesaba çekilmeden evvel kendimizi hesaba çekmiş oluruz. Bunda da çok büyük bir azık vardır.

Öte yandan sünnete uymanın sosyal faydası da vardır. Fertlerin mi­zaç, huy ve eğilimlerinin farklı olması onları farklı adet ve davranışlara sevk eder. Genellikle de bu adet ve davranışlar fertler arasında itici güçler haline dönüşürler. Ve dolayısıyla toplumda birbirini çekememezlik ve ih­tilaflar baş gösterir.

Fakat İslam, sosyal ve ekonomik durumları ne kadar farklı olursa ol­sun, topumun fertlerini, düzenli bir şekilde, adet ve huyları birbirine ben­zeyen insanlar haline gelmeğe teşvik eder. Böylece her müslüman fert belirli bir kalıba girmiş kerpiçler gibi birbirleriyle uyum ve ahenk içinde olurlar. Onlar, eğrilik ve düzensizlik bulunmayan sağlam bir bina gibi olurlar.

Hiç şüphesiz müslümanların peygamberlerinin sünnetine uymaları, onları hayatları ile ilgili işlerde batıyı taklit etmekten uzak tutar. Onlara şahsiyetlerinin bağımsızlığını, farklı ve üstün bir ümmet olduklarını ve kendilenin güven duygusu içinde ne doğuya ne batıya, ancak Allah Resu­lüne uymak bilinci aşılar. Ancak bu yolla parlak bir geleceğe doğru iler­leyip, gelişebileceklerini kavratır.

Yabancı medeniyetleri taklit etme hastalığının müslümanların haya­tında derin ve tehlikeli etkileri mevcuttur. Bu, kendini yeterli görmeme­nin ve batının kabul ettiği sosyal ve ekonomik modelleri kabul etmedikçe bazı batı ülkelerindeki gelişmiş seviyeye müslümünlann ulaşamayacakla­rı şeklindeki sakat bir düşüncenin neticesidir.

Bir medeniyeti aynı zamanda ruhundan etkilenmeksizin sadece zahi­ri yönleriyle taklit etmek mümkün değildir.

Çünkü medeniyet, sadece kuru bir şekilcilik değildir. O, aynı zaman­da canlı ve aktiftir de. Bir medeniyyetin şeklini kabul ettiğimizde onun özüyle ilgili etkenleri ve faal Öğeleri içimize işler ve farkına varmadan yavaş yavaş bize yön vermeye başlar.

Allah Resulü'nün şu mübarek sözü bu manayı vurgulamaktadır:

"Herhangi bir topluluğa benzeyen kişi, o topluluktan olur."[546]

Bazıları, batının hayatına egemen olan adet ve geleneklerin yüce ve kemala yakın olduğunu, biz müslümanlann adet ve geleneklerinin ise dü­şük ve gerici olduğunu sanıyorlar. Oysaki gerçek olan şudur: Bugün müslümanlar, hayatlarında, beşer zevkinin en doruk noktası ve hayatın en iyi yaşam metodu olan İslam'ın öğretilerinden ve Allah Resulü'nün sünnetin­den uzaklaşmışlardır. Çünkü, Allah Resulü kendi nevasından konuşamaz. O, kemalla müttasıf olan ilahi kaynaktan yudumlamıştır. Yaratan bilmez mi? O, latif ve haberdardır. Genellikle İslam'a bağlı olmayan bazı eleştir­menler şöyle bir eleştiride bulunuyorlar:

"İnsanları hayatlarının tümünde Allah Resulü'nün hayatını taklit et­meye zorlamak, insan kişiliğindeki ferdi özgürlüğü yok etmektedir."

Bu, bâtıl bir itirazdır. Çünkü gerçek özgürlük, bizi yaratan Allah (c.c.)'ın bizim için çizdiği hayat metodudur.

Bu metodu, Allah Resulü kendi hayatında uygulamıştır. Allah (c.c.) da Resulüne uymamızı emretmiştir.

"Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuş­mayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir."[547]

Allah Resulünün bazı emirleri ta'abbudi ve ruhi hususlarla ilgilidir. Bazıları ise toplum sorunları ve günlük yaşamımızın meseleleriyle ilgili­dir. Biz, Allah Resulü'nün birinci bölümle ilgili emirlerine uymak zorun­dayız. Fakat ikinci bölümle ilgili yani "günlük ve toplum hayatımızla il­gili meselelerimizde O'na uymak zorunda değiliz" düşüncesi, yüzeysel ve sathi bir görüştür. Ve Nebevi Nur'un değerini düşürmeye yönelik bir ta­vırdır. Yaşamla ilgili problemlerimizde bu rabbani örnekten daha iyi uya­bileceğimiz bir şey var mıdır?

Sünnete ve O'nun kaynaklarının sağlığına, sıhhatına şüphe düşüren­ler bayağılaşıyorlar ve vehm içinde bocalıyorlar. Çünkü Allah'ın kitabını koruyacağı va'adı, O'nun Resulü'nün sünnetini de kapsıyor. Çünkü Allah Resulü'nün sünneti Kitab'ın şârihi ve açıklayıcısıdır.

"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."[548]

Zira Allah, Buhari ve Müslim gibi hadis alimlerini hadisleri topla­ma, ayıklama ve tasnif etmek için âdeta görevlendirmiştir. Bu muhaddisler, Avrupalı tarihçilerin eski tarih kaynakları hakkındaki araştırmaların­dan çok daha dikkatli davrandılar. Hadisi rivayet kurallarına uymada be­şer gücü dahilindeki herşeyi yaptılar. Erkek veya kadın olsun hadis ravi-leri için son derece ince kurallara dayanan titiz bir çalışma sonucu olan biyografi kitablarını meydana getirdiler.

O halde kaynağın bizatihi kendisinde veya hadisin herhangi bir ravisi hakkında bizi şüpheye düşürecek herhangi bir ilmi delil olmadıkça ve o hadisle çelişen başka bir hadis bulunmadıkça o hadisi sahih olarak kabul etmek zorundayız. Herhangi bir tarihi kaynağın eksikliğini delillendirmedikçe o tarihi kaynağın şüpheli olduğunu iddia etmek, kişiyi hiç bir za­man haklı çıkarmaz.

Tüm bu anlatılanlardan sonra her müslümanın dini ve Resulullah (a.s.)'ın sünnetiyle onur duyması gerekir. Dininden ve Allah Resulü'nün sünnetinde şüpheleri defetme konumuna düşmemelidir. Aksine kendisi­nin hak din üzere olduğu, Allah Resulünün sünnetinin de en üstün hayat tarzı olduğu hususunda emin bir tavır içinde bulunmalıdır.[549]

 

Sünnete Uymakla Elde Edilecek Azık

 

Nebevi sünnet, tümüyle azıktır. O, kendisine uyanların kalblerini di­riltir, onları takva ve iman yönüyle yüce derecelere yükseltir. Allah Resu­lü'nün sünneti, müslümanı hayırlarla donatır, onu her türlü kötülükten de korur. Aynı zamanda inancı, ibadeti, ahlakı, bedeni, fikri ve sosyal yö­nüyle güçlü ve yüce bir müslüman şahsiyetini de oluşturur.

Nebevi sünnet, müslümana, hayatının tüm merhalelerinde hatta do­ğumundan önce ve vefatından sonra, uyanışında ve yatmasında, hareket ve sükununda, ikâmet ve yolculuğunda, evde, mescitte ve yolda, kısacası bulunduğu her zaman ve mekanda her türlü koruma ve inayeti garantiler, taahhüt eder.

O, müslüman için kendisine yarar sağlayan, onu koruyan ve onu takviye eden azıkla donatılmış bir "bakım evi" konumundadır. Müslüman, böylece Allah'ın kulları için dilediği İslam akidesinin esaslarına göre ha­yat için gerekli olan her türlü azıkla donanmış olur.

Bu hayattan hayvanların da bize ortak oldukları hayatı değil, kalblerin marifetullah ve imanla dirilmelerini, hayat bulmalarını kast ediyorum.

"Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün;

"Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız" der.

Onların, insanlardan olan dostları ise:

"Ey Rabbimiz! (Biz) birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sü­renin sonuna ulaştık" derler. Allah da buyurur ki: "Allah'ın dilediği ha­riç, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibi­dir, bilendir."[550]

"Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız."[551]

Dolayısıyla sünnete uymak Allah'ın bu sözüne icabet etmektir. Sün­net kalbleri dirilttiği gibi bedenin hayat ve sağlığını da unutmamıştır.

Hiç şüphesiz Allah Resulü bizi seviyor ve bizim için hayrı diliyor. O, bize düşkündür, bizi zora sokacak şeyler O'na ağır gelir, bize karşı merhametli ve şefkatlidir.

Allah (c.c), onu böyle vasıflandırıyor.

"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiş ki, sizin sı­kıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir."[552]

Allah Resulü'nün sünnetinin hayır ve azıkla dolu saf bir kaynak ol­duğuna mutmain olduğumuza göre, nasıl olur da O'na uymaya koşmayız?

Dahası, biz Allah Resulü'nün, söz ve davranışlarından, emir ve ya­saklarında hikmet sahibi, kullarından haberdar olan, onların yaranna ve zararına olan her şeyi bilen, beşerin yaratıcısı olan Allah'ın rabbani yön­lendirmesinden destek aldığını bilmekteyiz.

"Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır."[553]

Allah Resulü'nün hidayeti ra'uf ve rahim olan Allah'ın hidayetindendir.[554]

 

Resulullah (A.S.) Mükemmel Bir Örnektir

 

Allah Resulü (a.s.), Allah'ın, kullarından yaşamalarım istediği haya­tın en mükemmel örneğini temsil etmektedir. Zaten hayatımızda Allah (c.c). O'na uymamız için bize çağrı yapmaktadır.

"Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuş­mayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[555]

"(Resulüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."[556]

Böyece Allah, bizlerin kendisini sevmemizi ve kendisinin de bizi sevmesini, günahlarımızı bağışlamasını kerim Resulüne uyma şartına bağlamıştır.

Sevgili Allah Resulü, iman ve takvada erişilmez bir zirvedir. O'na iktida etmeye, O'nun sünnetine uymaya çaba sarfetmemiz, iman ve takva derecelerinde yükselmeye çalışmaktır. Allah Resulü'nün hiç bir acı ve yorgunluk hissetmeksizin, ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet etti­ğini biliyorsak, bu bizi O'na uyarak gecenin bir bölümünü, namaz, dua ve yakarışla geçirmeye itecektir. Bunda da büyük bir azık vardır.

Allah Resulü'nün kalbi sürekli Allah'la bağlantı halinde idi. O, hiç bir an gaflete düşmezdi. Bundan dolayı her türlü hal ve davranışlarında, hayır veya şer ile imtihan olunduğunda, gözü Allah'ın kainattaki belgele­rine iliştiğinde ve kainatla ilgili hadiselerin gerçekleşmesi esnasında Al­lah'ı zikr eder, O'nun nimetlerini ve ihsanını anardı. O'na uyduğumuzda, bu, kainlerimizin Allah'la bağlantı halinde olmasına yardım eder. Bu da büyük bir azıktır.

Yememizde, içmemizde, giyinmemizde, uyanışımızda, uykumuzda, insanlarla olan ilişkilerimizde ve her türlü fiillerimizde O'na uymamız, bizi sürekli uyanık tutar ve Allah'ı ve üzerimizdeki fazlını ammamızı sağlar. Böylece tüm bu davranışlarımızda Allah'ın rızasını arar, O'nun ha­ramlarından uzaklaşırız. Bu şekilde bol azık elde ederiz. Bu işlerinde sünnete uymayan kişi gaflet içerisinde olur, Allah'ı ve nimetlerini hatır­lamadan bayağı ve hayvanların hayatına benzer bir hayat yaşar.

Allah Resulünün sünnetini ve kapsadığı tüm hayır ve azıkları burada işlemek mümkün değildir. Bununla ilgili olarak faziletli alimlerin yazdık­ları, derledikleri hadis kitaplarına başvurmak gerekmektedir. Fakat biz Sünnetin parlaklığını ve kapsadığı hazineleri gerektiği şekilde anlatama­yacağımızı itiraf ederek, veciz bir şekilde bazı örnekler vermeye çalışaca­ğız.[557]

 

Sünnetin Bazı Parlak Yönleri

 

Nebevi sünnetin, müslümanı, annesinin karnında cenin iken bile ko­ruma altına aldığını görmekteyiz. Zira sünnet, aile temelinin atılacağı ilk günden İslam'a bağlı bir eşin seçilmesini tavsiye ederek müslüman aile­nin takva temeli üzerine kurulmasını teşvik etmiştir. Çocuğun gelişip bü­yüyeceği temiz İslami atmosferin hazırlanması istenmiştir.

Sünnet, cinsel münasebet esnasında şeytandan Allah'a sığınmamızı, Allah'tan kendisini neslimizden uzak tutması için dua etmemizi bize ha­tırlatmaktadır.

Sünnet, cenini ve anneyi her türlü eziyetten korumayı tavsiye etmek­tedir. Çocuk doğduğunda ise sağ kulağında ezan, sol kulağında ise kamet okumayı, kendisine güzel bir ismin verilmesini tavsiye etmektedir.

Böylece sünnet, hayatının tüm merhalelerinde, insan aklının eğitim ve tecrübe sonucu oluşamayacağı bir derecede müslümam koruma altına almaktadır.

Sünnetin bir eğitimci, terbiye edici, doktor, askeri eğitimci ve haya­tımızın tüm yönlerini yönlendiren bir örneklik olduğunu görmekteyiz. Çünkü O, ilmi talep etmeyi, sağlığı korumayı, yüzme, atıcılık ve ata bin­mek gibi sporlarla uğraşmamızı tavsiye ederek, aile ve toplum yapısını bozacak her türlü davranışı yasaklamaktadır.

Nebevi Sünnet, müslümam doğumundan önce koruma altına aldığı gibi vefat esnasında ve vefattan sonra da onu korur. Ölüm esnasında kişi­ye Kelime-i Şehadeti telkin etmemizi, vefattan sonra da kendisini yıka­mamızı, hemen defn etmemizi tavsiye etmektedir. Aynı zamanda ölünün arkasında ağıt yakmamamızı, kendisine dua etmemizi ve kabirlerin açıl­mamasını tavsiye etmektedir. Allah Resulü, alemlere rahmet olarak gön­derilmiştir. O'nun merhameti; kadınlar, çocuklar, hizmetçiler, fakirler, miskinler, güçsüzler, hastalar, ihtiyaç sahipleri ve hatta hayvanlarla ilgili yaptığı tavsiyelerde kendisini gösterir. O'nun sünnetine uyarak acıma duygusunu elde etmek ne güzel bir şeydir!

Nebevi sünnetin insanın duygularına büyük bir önem verdiğini gör­mekteyiz. Allah Resulü'nün (a.s.), herhangi bir insanla konuşurken ona önem verdiğini, kendisini iyi dinlediğini, yüzünü kendisine çevirdiğini ve anlaşılır bir şekilde konuştuğunu görmekteyiz. Herhangi, hata ile ilgili bir uyarı da bulunmak istediğinde kişinin adını zikretmeden "bazı kişilere ne oluyor da şöyle veya böyle yapıyorlar?" dediğini de görmekteyiz. Öte yandan Allah Resulü'nün üçüncü kişinin üzülmemesi için iki kişinin gizli bir şekilde konuşmamasını tavsiye ettiğini de bilmekteyiz.

Sünnet, kişi ile ebeveyn, çocuklar, akraba ve komşular arasındaki bağı güçlendirmeye davet etmektedir. Allah için sevmeyi, ziyaretleşmeyi, hediyeleşmeyi, selamı yaymayı, merhabalaşmayı, gülümsemeyi, hastayı ziyaret etmeyi, davete icabet etmeyi, aksırana 'Allah sana merhamet etsin1 demeyi, cenazeye katılmayı velhasıl müslümanlar arasındaki bağı güç­lendirecek her türlü davranışı teşvik etmektedir. Öte yandan müslümanlar arasındaki bu bağa zarar verecek her türlü davranışı da yasaklamaktadır. Hiç şüphesiz bu sevgi ve bağda müslümanlar ve özellikle davetçiler için gerekli bir azık vardır.[558]

 

Sünnetin İslami Şahsiyeti Oluşturmadaki Rolü

 

İmanında, iradesinde, azminde, ahlakında, bünyesinde tüm güç ve izzet belirtilerinde güçlü bir İslami şahsiyetin oluşmasında korkaklık, cimrilik, acizlik, tembellik, tereddüt, vesvese ve karamsarlık gibi tüm za'af belirtilerinden müslümanı uzaklaştırmada sünnetten elde edilecek azık ne büyüktür! Aynı zamanda müslümanın yönetilen değil yöneten, et­kilenen değil etkileyen bir kişiliğe sahip olması için sünnet büyük bir azıktır.

Sünnet, müslüman üzerindeki dünyanın çekiciliğini azaltmaya, dün­ya metaıyla fazla uğraşmamaya aksine ahireti ve Allah rızasını gaye edinmeye davet eder. İnsanların yaşam şartları; isteklerini gerçekleştirmek, mal elde etmek için sürekli çalıştıklarını gördüğümüz şu günlerde bu anlayışa ne kadar da muhtacız!.. Müslümanlar, ihtiyaç maddelerinin fi­yatlarının artışı ile gerekli malı elde etme arasında hummalı bir yarış ha­lindedirler. Bir de bu yarışa,kendilerini satın almaya zorlayan modern eş­ya ve vasıtalarını ve reklam olayını eklemek gerekir. Tüm bunlar, sanki dünya cennetmişcesine ve onda ebedi kalacakmışcasına insanları lux ve konfora itmektedir. Nebevi Sünnet, tüm bunlardan bizi koruyor. Bu da hayırlı bir azıktır.

Sünnetteki merhamete bak: O, uykuda dahi müslümam koruma altı­na alır. Abdestli olarak ve sağ yan üzere yatmayı, Allah Resulünün yaptı­ğı me'sur duayı okumayı tavsiye etmektedir. Bu me'sur dua'da ölümü ha­tırlatma vardır.

Öte yandan uyuyamama durumunda, kendisini tedirgin eden ve sev­mediği bir rüya gördüğünde ve uykudan uyanınca yapılması gereken dua­ları da öğütlemektedir. Sanki sünnet, biricik oğlunu gözetleyen, korktuğu zaman kucağına alıp onu sakinleştiren ve ona eziyet veren şeylerden ko­ruyan şefkatli bir annedir.

Ey efendim Allah Resulü, Allah'ın salat ve selamı üzerinize olsun. Ve bizden yana Allah size en hayırlı mükâfatı versin.

Böylece Allah Resulünün sünnetinde bol azığı ve umumi hayrı gör­mekteyiz. Tüm bunlardan ziyade sünnet, şuradan, buradan âyetler edinen, başkasını taklit eden yamalı bir kişiliği değil de, seçkin bir İslami şahsi­yeti oluşturmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. O da şudur: Sünnete vereceğimiz önem, farza verilmesi gereken önemi azaltmamalıdır ve sünnetten, ona sarılmak veya sarılmamak sebebiyle bizi birbirimi­ze düşürecek, aramızda ihtilafa sebep olacak külli kaideler çıkarmamalı­yız. Her birimiz, kendi nefsimizi sünnete uymaya zorlamakla başkasının sünnete uyması hususunu birbirinden ayırmalıyız. Bize düşen, karşılıklı olarak sünnete sarılmayı tavsiye etmek, karalamadan, bozgunculuk çıkar­madan, ayrılığa meydan vermeden hikmet ve güzel öğütle sünnete tutun­maya davet etmektir.

Burada Şehid İmam Hasan el-Benna davet gezilerinden birinde kar­şılaştığı bir hadiseyi anlatmak istiyorum. El-Benna, bir köye geldiğinde bir kısmı ezandan sonra belirli bir şekilde Allah Resulü'ne salat ve selam

getirilmesini istediğinden ezanın keyfiyeti hususunda ihtilafa düştükleri için halkın neredeyse birbirleri ile kavga edecek derecede zıtlaştıklarmı ve iki gruba ayrıldıklarını görür. Onlara 'Ezan okumayın. Namazlarınızı ezansız kılın.' der. Bunun üzerine onlar şaşırır ve "bu köyde namaza çağ­rılmak için ezan sesinin yükselmemesine razı olmayız" derler. Bunun üzerine el-Benna onlara şöyle der:

"Ezan sünnettir. Birlikteliğiniz ise farzdır. Eğer farzı iptal etmeye se­bebiyet verecekse sünneti terk etmemiz gerekir."

Bu sözler üzerine tüm köy halkı ihtilafa düştükleri hatayı anlar ve hatalarından dönerler.

Buna göre sünnetten faydalı dersler ve azıklar elde etmeliyiz. Ve ona uymalıyız. Bid'atçi olmamalıyız.

Başarıya ulaştıran ve yardım eden Allah'tır.[559]

 

Cıhad'dan Elde Edilecek Azık

 

Cihad, kıyamet gününe kadar geçerli bir farizadır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür, Allah bilir, siz bil­mezsiniz."[560]

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kı­lındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursuzuz."[561]

Cihad, işin zirvesidir. Çünkü o hakkın kendisim koruyacak, bir güce ihtiyacı vardır.

Allah Teala ne doğru buyurmuştur:

"Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allat'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havraları ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir."[562]

Cihad ile ilgili ayet ve hadisler pek çoktur.

Mücahit, cihadın tüm merhalelerinde kendisine yardımcı olacak iman ve takva azığına muhtaçtır.

Bu Öyle bir azıktır ki, kendisini tereddüt etmeksizin cihad çağrısına uymaya iter. Böyece o, yere çakılıp kalmaz.

Öyle bir azık ki, düşmanla karşılapıp savaş tutuştuğunda savaştan kaçıp, geri dönmeyi düşünmeksizin sebat etmeye yardımcı olur.

Öyle bir azık ki; niyetini her türlü şaibeden, dünyevi arzulardan arın­dırır. Böyece Onun niyeti sadece Allah'ın kelimesinin yüceltilmesi olur.

Bununla beraber aynı zamanda cihad bir azık kaynağıdır. Müslü­man, cihad atmosferinde ve ona hazırlık yaptığı ortamda yaşarken dünya­nın bayağılığından, cesedin isteklerinden, şehvani duygulardan ve dünya­nın aldatıc ılığından kurtularak manen yükselir, ruhu yücelir, adeta Cen­net ve içindeki nimetlerin kokusunu alır. Bunda da ne büyük bir azık var­dır!

Mücahid, Allah'ın dinini hakim kılmak, O'na yardım etmek için ci­hada giriştiğinde onun hedefi, beşeriyeti bu dinin gerçekleştireceği tüm hayır sebepleriyle mutlu kılmak, insanlığı şirkin ve sapıklığın şerrinden korumaktır. Bu yüce hedef ona, nefislerinim ve bedenlerinin sülfi arzula­rıyla uğraşan, sadece basit şeyleri düşünen kimselere kıyasla çok yüksek ve önemli bir şahsiyet kazandırır. Bu da şahsiyetin gelişip, olgunlaşması demektir.

Cihada çıkan kişi, Allah'ın rızasını, zafer veya şehadete kavuşmayı umar. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kişinin herhangi bir müslüman kardeşine karşı kalbinde kin veya buğz taşıması, günah işlemeye niyet­lenmesi, başkasına eziyet vermesi, başkasının hakkını gasb etmesi veya Allah'ın gazabını celb edecek herhangi bir işe kalkışması kendisine uy­gun düşmez. Savaş meydanında randevusu olan, şehadeti uman bir kişi nasıl böyle davranabilir?.. Bu, arınma ve nefisle yapılan mücahadede ki­şiye fayda verecek, onu yüceltecek bir azıktır. O esnada şehadete kavuşmasa dahi bu azık kendisi için yeterlidir.

Allah yolunda cihada çıkan kişi rahatı, huzuru, eşi, çocukları süslü göstererek, eş ve çocukların karşılaşacakları güçlükleri vs. şeytanın ileri sürerek kendisini cihaddan geri bırakmak isteyeceği vesveselerine karşı mücadele eder. Şeytanın vesveselerine karşı yapılan bu mücadele ve mukavemetde iradeyi kuvvetlendirmek, Allah'ın katındakilerini dünyevi her şeye tercih etme, Allah'a tevekkül etmek, O'na güvenmek, O'nun seferde arkadaş, aile, mal ve çocuklarda vekil olduğunu hissetmek vardır. Tüm bunlar nefsi, zorluklara alıştırır, iradeyi takviye eder, azmi biler ve İslami şahsiyeti takva esası üzerine inşa eder. Bunda da büyük bir azık vardır.

Mücahidin kuvvetin sebeplerine sarılması gerekir.

"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düş­man) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksik­siz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."[563]

Kuvvet sadece silah ve savaş araçlarını kapsamaz. Bununla beraber iman ve akide gücünü, birlik ve bağlılık gücünü, ilim ve mal gücünü de kapsar. Bunların tedarik edilmesinde büyük bir azık vardır. Kuvvet se­beplerine sarılmanın gerekli olduğu gibi keder ve dertten doğan irade za'afından, acizlik ve gevşeklikten kaynaklanan üretememe za'afından, korkaklık ve cimriliğin sebebiyet verdiği kalb ve mal za'afından, borç ve başkalarının tahakkümü altına girmekten kaynaklanan şeref ve izzet'ten yoksun olma za'afından ve diğer tüm acizlik ve za'afının belirtilerinden kurtulmak da gereklidir.

Allah'ın Resulü şu kapsayıcı duasiyle bu tür zaiflik belirtilerinden kurtulmanın gerekliliğini bize ifade etmektedir.

"Allah'ım, keder ve hüzünden, acizlik ve gevşeklikten, korkaklık ve cimrilikten, borca batmaktan ve insanların tahakkümünden sana sığını­rım."

Za'af sebeplerinden kurtulmada da büyük bir azık vardır.[564]

 

Cihad Ayetleri

 

Cihada niyet eden müslüman kardeşin Allah'ın kitabıyla başbaşa kal­ması, yakından veya uzaktan cihadla ilgili ayetlerin üzerinde durması ne güzeldir. Çünkü cihad için yaptığı bu hazırlık onun, bu ayetlerden yeni­den ve daha derinden zevk almasını sağlayacak, aynı zamanda cihadın tüm aşamalarında kendisine yol gösterecek dersler, ibretler ve azıklar el­de etmesine vesile olacak.

Kur'an'ı Kerim'in olayları nasıl biı dikkat ve açıklıkla işlediğini gör­mek için örnek olarak bazı ayetleri burada sunacağız.

"O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda sava§ır da öldürülür veya galip ge­lirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize ta­rafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen za­vallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!

İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut (bâtıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.

Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içle­rinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ite insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl pa­yı kadar haksızlık edilmez."[565]

Bu ayetlerin içerikleri üzerinde tefekkür ettikten sonra müminin kar­şılaşabileceği en kritik halini işleyen şu ayetlere bak. Mümin, böylesi an­larda iki seçenek arasında kalıyor. Bu seçeneklerden biri kendisini Al­lah'ın rızasına ve büyük sevaba ulaştıracak öteki ise kendisini Allah'ın ga­zabına ve azabına uğratacaktır.

Müminin o kritik halini işleyen ayetler şunlardır:

"Ey müminler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak et­miş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!"[566]

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" de­nildiği zaman yere çakılıp kalıyorsuzunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek az­dır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz, Allah her şeye kadirdir."[567]

Bakara suresinde Talut'la İsrailoğullarından bir grubun başından ge­çen olaylar, onların geçirdikleri merhaleler, sabreden, sebat gösteren, Al­lah'a sığınan ve O'ndan sebat ve zafer dileyen seçkin bir grup kalıncaya kadar geçirdikleri safhalar anlatılmaktadır. Ve sonuçta bu grup için Al­lah'ın yardımı gerçekleşti.

"Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: "Biliniz ki Allah si­zi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir" dedi. içlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: "Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur" dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar:

"Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yen­miştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler. Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında:

"Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et" dediler. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hüküm­darlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın in­sanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbet­te yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve ke­rem sahibidir."[568]

Mücahid, batılın yayılışını, yeryüzü kaynaklı vasıtaları elinde bulun­durmasını, sayı ve levazimat bakımından üstünlüğünü ve tehditlerim gö­rünce onu çok farklı bir duygu kaplar. Çünkü normal insanlar tüm bunla­rın karşısında korkuya kapılırlar. Mücahidin ise zaferin ve kuvvet kayna­ğının Allah olduğunu bilmesi onun imanını artırır.

"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" dediler.

Bunun üzerine, kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korku­tur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, ben­den korkun."[569]

Böylece sağlık ve rahatlık dönemlerinde değil de cihad atmosferinde imanın arttığını görmekteyiz.

Kur'an'ı Kerim, Allah'ı anmanın, sabrın, za'afa kapılmamanın, gü­nahlardan uzak kalmanın, Allah'tan mağfiret dilemenin ve Allah'ın müca-hidlere sebatı ihsan etmesinin en önemli zafer belirtilerinden olduklarını bize bildirmektedir.

"Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki başarıya erişesiniz."[570]

"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimİzdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolun­da) sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!" Allah da onla­ra dünya nimetini ve (daha da önemlisi,) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever."[571]

Dolayısıyle mücahidler bilmelidirler ki, onların Allah'a isyan etme­leri kendileri için düşmanlarından daha tehlikelidir. Düşmanlarından da­ha ziyade günahlardan sakınmalıdırlar. Bunda hiç şüphesiz büyük bir azık vardır.

Mücahid, cihada niyetlendiği zaman işin gerçeğinde Allah (c.c.) ile bir alış-veriş akdini gerçekleştirmekte ve Allah'ın mümin kullarına sun­duğu o kârlı ve garantili anlaşma ile durumunu sağlama almaktadır.

"Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin, işte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."[572]

Cihada niyetlenen kişi bilmelidir ki, bu anlaşmanın gerçekleştirilme­si gereken bazı şartları ve nitelikleri vardır. Bundan dolayı olacak ki, Yüce Allah (c.c). ayette 'müslümanlar' terimini değil de 'Mü'minler' terimini kullanmıştır. Ayet ve hadislerde belirtilen mü'minlerin bazı sıfatları var­dır. Zaten bu kârlı antlaşmanın belirtildiği ayetten sonra gelen şu âyet de bu manayı vurgulamaktadır:

"(Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdeden-ler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!"[573]

Nefsinde uyanan imanı duygularla kendisini cihada sevkeden kişi, Kur'an ve sünnette geçen müminlerin özelliklerinin kendisinde bulundu­ğundan emin olması için kendi nefsine başvurması, kendisini kontrol et­mesi gerekir. Ta ki, alış-veriş ve gözlerin görmediği, kulakların işitmedi­ği, hiç bir beşerin kalbinden geçmediği, genişliği yer ve gökler kadar olan Allah'ın pahalı ve kıymetli cennetine kavuşma gerçekleşsin. Böylece ci­hadın mümini, müminlerin sıfatlarına sarılmaya iten güçlü bir etken oldu­ğunu görüyoruz. Bunda da büyük azıklar vardır.

Mücahidin, Allah'ın kendisine ve cihadına muhtaç olmadığını, aksi­ne kendisinin Allah'a muhtaç olduğunu bilmesi, kendisi için en gerekli noktalardan birisidir. Çünkü o, bu duygu sayesinde Allah yolunda cimri­lik etmez, gösterdiği fedakârlıktan dolayı da başkasına minnet etmez.

"(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister.

Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını bo­şa çıkarmaz. Allah onları muratlarına erdirecek, gönüllerini şadedecek ve onları, kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır."[574]

"Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur)."[575]

"İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyor sunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevi­rirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar."[576]

Bu duyguların mücahidin kalbinde yerleşmesi durumunda kendisi için büyük hayır ve azık hâsıl olmuş olur.

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz tica­ret, hoşlandığınız meskenler size; Allah'tan, Resulünden ve Allah yolun­da cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceya kadar bekleyin. Allah fâşıklar topluluğunu hidayete erdirmez."[577]

Allah yolundaki cihad, mücahitlerin birbirlerini sevmelerini, birbir­leriyle kardeş olmalarını ve birbirlerine bağlanmalarını zorunlu kılmakta­dır. Onlar Allah'a şehid olarak kavşacaklan bir konumda oldukları halde nasıl olur da kalblerinde bu sevgiyi zedeleyecek, aralarındaki güçlü ve sağlam bağı za'afa uğratacak şeyleri taşıyabilirler? Hiç şüphesiz mücahi­din kardeşini terk etmesi bazen kendisinin ve kardeşinin düşmana teslim olmasına neden olabilir. Bundan dolayı aralarında sevginin, güvenin ve sıkı bir kaynaşmanın bulunması gereklidir.

"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak sa­vaşanları sever"[578]

Böylece cihadın müslümanîar arasındaki bağı güçlendirdiği, kardeş­lik duygusunu pekiştirdiğini görmekteyiz. O kardeşlik ki, en düşük sevi­yesi kardeşin kardeşine karşı kalbinde kin bulundurmaması, en yüce sevi­yesi ise kardeşin kardeşini kendisine tercih etmesidir.

Allah Resulü'nün sireti, sahabeler arasında gerçekleşen bu sevgi ve isar'ın (Kardeşin kardeşini kendisine tercih etmenin) parlak örneklerini bize sunmaktadır.[579]

 

Cihad, Mü'minle Münafığı Ayırd Eder

 

Cihad münafıkları ve onların müminleri cihaddan alıkoymak için başvurdukları taktikleri ortaya çıkartır, müminlerin kendilerini onlardan ve onların safları za'afa uğratmalarından nasıl koruyacaklarını da açıklamaktadır. Tevbe suresi onların rezilliklerini ve taktiklerinin bayağılığını ve adiliklerini en güzel bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Bundan dolayı da bu sure 'Kaşife ve Faiha' (yani açığa çıkartan ve rezillikleri meydana çıkartan) adlarıyla adlandırılmıştır. Dolayısıyla koruma yollarını öğ­renmesi, gerekli azığı elde etmesi için mücahidin bu süreyi dikkatli ve içine sindirecek bir şekilde tekrar tekrar okuması gerekir.

Örnek olarak şu ayetleri verebiliriz:

"Resulullah (a.s.)'a muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çık­mayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke anlasalardı!"[580]

"Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah za­limleri gayet iyi bilir."[581]

Bu ayetlerin tekrar tekrar okunmasında büyük azık vardır.

Aç insanların içinde yemek bulunan tabağa hücum ettikleri gibi müslümanların düşmanları üzerine o şekilde hücum ettiklerini görürsün. Bu durumu Allah Resulü bir hadisi şerifte ifade etmektedir. Yemek, lez­zetli, yumuşak ve kolay yutulur cinsten olduğu müddetçe yiyiciler ondan sakınmazlar. Ama o, hoşlarına gitmeyecek kadar acı olur veya içinde bo­ğazlarına takılıp kalacak bir diken bulunursa o zaman onu atarlar ve böy­le bir yemeğe yaklaşmaktan korkar ve çekinirler. Biz de ne zaman ki, her türlü za'aflık ve gevşeklikten kurtulup, Allah'ın katındakini tercih eder ve şehadete kavuşmayı hayatımızın en büyük gayesi haline getirirsek o za­man Allah, düşmanlarımızın kalbine korku ve ürperti salar, böylece bize yaklaşmaktan çekinirler.

Mücahid, cihad ve savaştan; askerlik sanatı, verilen emre ita'at etme ve kendi güç ve kuvvetinin hiçliğinin farkına vararak Allah'ın güç ve kuvvetine sığınma gibi bir çok derslerle çıkar. Öte yandan şeytanın hile­sinin zayıflığını anlar, Allah'ın izniyle sayıları az olan bir grubun sayılan çok olan bir grubu yenebileceğinin farkına varır. Bu ve benzeri duygular kendisi için davet yolu boyunca azık ve güç kaynağı olur. Katı ve acrnasız bir ortam olmasına rağmen, İslam'da savaşın merhametli, katı olma­yan kural ve kaideleri vardı. Bundan dolayı İslam'da, savaşta işkence ile adam öldürme, malları yağmalama, hırsızlık ve haramların sınırını aşma yoktur.

Büreyde (r.a)'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "

Allah Resulü, birini ordunun veya seriyyenin başına kumandan ola­rak tayin ettiğinde ona özellikle Allah'tan korkmasını ve yanındaki müslüman kardeşlerine iyi muamele etmesini tavsiye buyurur, sonra Allah'ın adını anarak;

"Onun yolunda gazaya çıkın, O'nu inkar edenlerle sava­şın, ama aşırı gitmeyin, haddi aşmayın, işkence etmeyin ve çocukları öl­dürmeyin, derdi."[582]

Şehid İman Hasan el-Benna'nın bu konu ile ilgili şu sözü ne kadar güzeldir!

Konumuzu onun şu sözüyle bitirelim:

"Şüphesiz zaman büyük olaylara durmadan sahne olacak ve fırsat­lar büyük işler yapmaya imkan tanıyacak ve tüm dünya elemlerden kur­tulmak için sizin davanızı, hidayet, kurtuluş ve esenlik davası olan sizin davanızı bekleyecek.

Ümmetlere önderlik etme, milletlere başkanlık yapma sırası sizde olacaktır. Günler insanlar arasında el değiştiriyor. Üstelik sizler Al­lah'tan onların ummayacakları şeyleri umuyorsunuz. Öyleyse hazırlanın, çalışın. Çünkü yarın bir bakarsınız çalışamaz duruma düşmüşsünüzdür."[583]

 

Allah'a Davetten Elde Edilecek Azık

 

İnsanlara karşı şahitlik görevinin ifa edilmesi için kadın erkek tüm müslümanların Allah'a davette bulunmaları farzdır.

Allah (c.c), bu şahitlik görevimizi şu sözüyle ifade etmektedir:

"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizivasat bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yö­nelmediğin kıbleyi (Kabe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üze­rinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merha­metlidir."[584]

Allah'a çağrıda bulunmak, Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun, tüm peygamberlerin temel görevidir. O, yüce bir mertebe ve büyük bir şereftir. Allah katındaki sevabı ise çok büyüktür. O, aynı zamanda iman ve takva azığı içinde bol bir kaynaktır.

Allah'ın şu sözüyle temsil edilen bu yüce mertebe ve şerefin şuuruna varmak, davetçiyi buna ehil olmaya iter. Böylece bu yüce göreve uygun düşmeyen fiil ve sözler ondan sadır olmaz. Bu da kendisi için sürekli bir azık ve uyanık bir gözeticidir.

Allah'a davette temel mesele, iman meselesidir. Yani Allah'ın birliği ve O'na yapılan kulluktur. Allah yolunun davetçisinin bu manaları insan­lara ulaştırması, insanların gönüllerini Allah'ın ma'rifetiyle ihya etmesi ve onları Allah'a ibadet etmeye teşvik etmesi onun imanım yeniler, artırır ve kalbini sürekli olarak Allah'la bağlantılı kılar. Bunda gerçekten büyük azık mevcuttur.

Allah yolunun davetçisi zamanının büyük bir parçasını Cennet bah­çelerinde dolaşarak geçirir. Çünkü kendilerini Allah'a davet ettiği kişiler­le buluştuğu toplantılar Allah'ı anma toplantılarıdır. Böylece toplantılarda melekler onları kuşatırlar, Allah'ın rahmeti ve huzuru onları kapsar ve Allah onları yanındakilerin nezdinde anar. Bu, haddizatında büyük bir hayır ve büyük bir azıktır.

Allah yolunun davetçisi, insanları hayır duygularına, faziletli amel­lere, onları yüceltecek, durumlarını düzeltecek, onları hata ve kötülükler­den koruyacak tüm şeylere davet ederler. Bu durum direkt olarak kendisi için bir hatırlatmadır. O, başkasına fayda sağladığı gibi kendisi de fayda­lanır. Allah'a davet görevini yerine getirmeyenler ise çoğu zaman bu fazi­letli amellerden ve hayır duygularından gafil kalabilirler. Dolayısıyla bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyarlar.

Allah yoluna davette bulunanlar kendilerini hayra davet edenlere gü­zel örnek olma hususunda titizlik göstermelidirler. Tebliğ ettiklerine ken­dileri muhalefet etmemeli, sakındırdığı münkeri kendisi yapmamalı, Allah'ın azabının ve gazabının korkusunu hissetmeli, şu ayetleri her zaman göz önüne getirmelidirler:

"(Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bil­diğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"[585]

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır."[586]

Allah yolunun davetçisi Allah'ın davası ve dini ile ilgili temel ve önemli meseleleri seçer. Konuşmasında ayetlerden ve hadislerden deliller getirir.

Allah kelamının ve Resulü'nün hadislerinin imanı artıran, yenileyen güzel bir etkisinin olduğu malumdur. Özellikle ve öncelikle davetçinin kalbi diliyle söylediklerinden etkilenmelidir. Davetiçinin davet ettiğini etkilemesi için bu şarttır.

Çünkü kalb'ten çıkan kalbe varır, dilden çıkan ise kulağı geçmez. Böylece davetçi başkalarını azıkla donattığı gibi kendisi de azıklanır.

Allah yolunun davetçisi, Allah'a davet yolunda yaptığı yolculuklarla zamanını, çabasını, malını ve bedenini gönülden harcar. Bunda nefsi fedakârlığa alıştırma ve onu gevşeklik, cimrilik, zayıflık ve korkaklıktan kurtarma vardır. Davetçi sesi güzel olmasa dahi sesini yükselterek hakkı söylemelidir. Bu alıştırmada davetçi şahsiyetini oluşturacak büyük hayır ve davet yolunda gerekli olan azık vardır.

Allah yolunun davetçisinde kendisine yöneltilen sorulara cevap ve­rebilmesi, insanlara hayrı takdim etmede kendisine yardımcı olacak güzel bir birikime sahip olması şarttır. Bu ise onu ilim öğrenmeye ve bilimsel araştırmalar yapmaya iter. Bu birikimi artırmaya çalışmada azık vardır.

Allah yoluna davette bulunma, kişiye açıklık ve doğruluğa dikkat et­me özelliğini kazandırır. Böylece davetçi, konuştuklarında yanlış bilgi, saptırma veya Allah'ın kitabına, Resulü'nün sünnetine aykırı bir şeyin ol­mamasına dikkat eder. Zira buna dikkat edilmediğinde yanlışın yayılma­sı, onunla amel edilmesi günahı işlenmiş olur ve bunun sonucu oluşan olumsuzlukları da düzeltmek zor olur. Söze dikkat etme alışkanlığında ve doğrunun araştırılmasında davet adamının şahsiyetini oluşturacak olumlu yönler vardır.

Davetçi, insanları iyiye yöneltme hususunda kendisini Allah'a karşı sorumlu hissettiği gibi insanların zamanına karşı da mes'uliyetini hisset­melidir. Randevulerine zamanında gelmeli, bekletmekle veya az faydalı şeyleri konuşmakla onların zamanını boşa harcamamalidir.

Nefsi bu ahlaklara alıştırmak kişiye zamana karşı titiz olma özelliği­ni ve onu iyi bir şekilde değerlendirme hasletini kazandırır. Çünkü vakit hayattır. Ve yapılması gerekli olan şeyler zamandan daha çoktur.

Allah yolunun davetçisi, Allah için ve O'nun rızasını elde etme uğru­na çalışır. Dolayısıyla bu yüce görevi dünyevi bir çıkar veya tahakküm uğruna ya da herhangi birinin hesabına yapmamalıdır. Yoksa, ameli boşa gider ve Allah'ın davasını insanları saptırmada kullandığı için Allah'ın gazabına maruz kalır. Ve nihayetinde başkalarının dünyası için ahiretini harap eden en zararlı kişilerden olur.

Allah yolunun davetçisi Allah'ın direktiflerine ve Allah Resulü'nün davetinde olduğu gibi yumuşaklık, acıma, hikmet, güzel Öğüt, güzel bir şekilde mücadele etme ve davet edilenlerin eziyetlerine sabretme gibi meziyetlere uyması gerekir.

Allah (c.c.) Teala ne güzel buyuruyor:

"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderler­di. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."[587]

"(Resulüm!) sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir."[588]

"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebi­lecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi."[589]

İnsanların acıma hissine sahip olması, onların Allah'ın davasından yüz çevirmeleri sebebiyledir.

"Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arka­larından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin."[590]

Böylece davetçi davette bulunurken bu özellikler, onun nefsinde yerleşirler. Bu da büyük bir kazanç ve büyük bir azıktır.

Allah yolunun davetçisini yorgunluk, bitkinlik, elem, yolculuk, uy­kusuzluk, infâk ve kendini feda etme gibi fedakârlıklar asıl görevini eda etmekten alıkoymamalıdır. Çünkü tüm bunlar kendisinin uzun yolculuğu olan ahiret için lâzımdır. Tersine yorgunluğunda rahat, eleminde tat, infa-kında kâr ve kendini feda etmede garantili bir bedel vardır.

Allah yolunun davetçisi insanların kendisine ve konuşmalarına karşı artan yönelişlerini gördüğünde gurura kapılmamalı, tersi ile karşılaştığın­da da ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmemelidir. Davette bulunduğu kişile­rin durumu ne kadar kötü olursa olsun. Zira bazen azdan çıkan hayır çok­tan çıkmayabilir.

Davetçi bilmelidir ki, onun görevi davette bulunmaktır. İnsanların, davasına yönelmeleri Allah'ın elindedir. Hidayet sadece Allah'a aittir.

"Resule düşen (vazife), ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir."[591]

"(Resulüm!) sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dile­diğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir."[592]

Nefsi gurur ve ümitsizlikten uzaklaştırmada büyük azık vardır.

Allah yolunun davetçisi, daveti sebebiyle ne kadar işkence ve cefa ile karşılaşırsa karşılaşsın davasını sürdürmelidir. Allah Resulü'nün duru­mu böyleydi. O, müşriklerin eziyetlerine onlara dua ederek karşılık verir­di.

O, şöyle duada bulunurdu:

"Allah'ım, kavmimi doğru yola ulaştır. Zira onlar bilmiyorlar."

Tüm zor şartlara rağmen davetine devam ederdi.

Şehid İmam Hasan el-Benna da bu manada kardeşlere şöyle diyor­du:

"Ey kardeşler, insanlara karşı ağaç gibi olun. insanlar ona taş atarlar. O ise onlara meyva verir."

Nefsi kötülüğe iyilikle mukabele etmeye alıştırmada büyük bir azık vardır.

"İyilikte kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulanan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırda) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur."[593]

Allah yolunun davetçisi davetinde başarılı olduğu oranda davette bu­lunduğu kişilerin samimi sevgisini elde eder. Bu haddi zatında çoğu insa­nın ondan yoksun olduğu bir hayır ve Allah nimetidir. Davetçiye, sevgi­lerini kazandığı kişilerin, arkasından yapacakları, hayır dua veya Allah'ın hem onu hem de davette bulunduğu kimseleri bağışlamasına vesile ola­cak Allah için olan bir sevgi bakışı yeter de artar.

Allah yolunun davetçisi, Allah onu muvaffak kılıp, sözünü bir çok kişinin yola gelmesine, onların batıldan hakka dönmelerine sebep kıldı­ğında büyük sevap elde eder.

Allah Resulü şöyle buyuruyor:

"Allah'ın seninle bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için kırmızı de­velerden daha hayırlıdır."

Bu büyük sevapta ne güzel azık vardır.

Gerçek Allah yolunun davetçisi, insanlara söylediği sözlerindeki gü­zel ve etkili manaların, kendi kabiliyeti ve gücünün ürünü değil, Allah'ın kendisine verdiği kabiliyetin bir sonucu olduğunu bilmelidir. Dolayısıyla kibirlenmemeli, Allah için eğilmeli, O'ndan korkmalı, O'na şükür etmeli ve O'na güzelce sığınmalıdır. Böylece Allah O'nun kabiliyetlerini daha da artırır.

"Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığı­nız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi ol­duğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rab-binden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahid bulundurun. Eğer iki er­kek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanı­lır sa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları va­kit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiç­bir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde da­ha adaletli, şehadetiçin daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. (Genellikle) alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir."[594]

"Hatırlayın ki Rabbiniz size: "Eğer şükrederseniz, elbette size (ni­metimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetidir!" diye bildirmişti."[595]

Allah "yolunun davetçisi, çeşitli memleketlere yapacağı yolculuk ve seyahatlarla müslüm'an halkların, onların bölgesel sorunları ve İslam aleminin sorunları hakkındaki bilgilerini artırır. Davet yolunda bu bilgiler kendisine azık sağladığı gibi kültürlüler, okuma-yazma bilmeyenler, işçi­ler çiftçiler ve diğer farklı tabakada bulunan insanlarla yaptığı konuşma­larda kendisinin tecrübesini artırır. Davetçi bu yolculuklar sayesinde külli ve temel meseleleri bırakıp cüz'i şeylerle uğraşan insanlarla karşılaşacağı gibi sapmaları, hurefaları ve bid'adlan atalarından miras olarak alan in­sanlarla da karşılaşacaktır.

Aynı zamanda derin düşünmeyip, yüzeysel düşünenlerle karşılaşa­cağı gibi uzağı göremeyen, işlerin varacağı akibeti değerlendirmeyen, sa­dece günlerini yaşayanlarla da karşılaşır. Böylece tüm bu insanlara mua­mele etmesi, onların düşünce ve bakışlarını değiştirmeye çalışması ve bu yolda sahip olması gereken hikmet, tecrübe ve sabır... tüm bunlar kendisi için birer azık ve Allah katında kazançtır.

Allah yoluna kendisi gibi davette bulunmayanlar bunları elde ede­mezler.

İhlaslı davetçi Allah'tan korkar, nifak ve dalkavukluğa düşmeden, ta­hakkümü ne kadar olursa olsun herhangi bir kimseden korkmadan gelişen olayları ve bu konudaki dinin tavrını sağlam İslami ölçülere göre değer­lendirir. Böylece davetçi hakkla batılı birbirine karıştırmaz. Allah onunla iyiyi kötüden ayırır, insanlar ondan rabbani ölçüleri öğrenirler.

Bunda .Allah'ın daveti için büyük hayır vardır.[596]

 

Yararlı Sohbetten Elde Edilecek Azık

 

Allah için kardeşlik büyük bir nimet, davet yolunda yenilenen bol bir azıktır. Allah, müminleri birliğe ve ayrılığa düşmemeye davet ederken bu nimetle onlara ihsanda bulunmuştur.

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapısın; parçalanma­yın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız."[597]

Bu, öyle bir nimettir ki, ne mal ne de herhangi bir dünyevi unsurla alınabilir. O, ancak Allah'ın fazlı ve gücüyle gerçekleşir.

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulu­nan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hik­met sahibidir."[598]

Muhakkak ki, İslami inanç bağı; istisna olmaksızın en güçlü bağdır. Allah için kardeşlik ve sevgi gölgesinde yaşayanlar mutluluk ve gönül huzuru içerisinde kendilerini hissediyorlar. Ticaret, eğlence veya herhan­gi bir dünyevi değer için biraraya gelenler hiç bir zaman bunu elde ede­miyorlar. Kardeşleri bu mutluluğu yaşadılar. Öyle ki, onlardan biri, şartlar kendisinin kardeşlerinden uzak kalmasını zorunlu kıldığında veya onları uzun bir zaman görmediğinde kendisini sıkıntılı olarak hissederdi. Ve şöyle bir veciz sözü söylerdi:

"Balık için su ne ise, kardeş için de kardeşlik ortamı odur."

Davet yolunda kardeşliğin ehemmiyetinden dolayı Allah Resulü (a.s.), muhacirler ile sevgi ve kardeşi kendine tercih etmede en yüce örne­ği sergileyen ensar arasında kardeşlik müessesini kurdu. Allah Resulü (a.s.)'nün kendi nefsini Allah'a satan, O'nun şeriatına yardım edeceğine dair söz veren cema'atın fertleri arasında güçlü bir kaynaşma ve bağlılığı gerektirmektedir. O büyük görev, Tevhid Akidesi'ni yerleştirmek, İs­lam devletini hakim kılmaktır.

Yararlı sohbetin faziletini ve önemini açıkladıktan sonra davet yo­lunda bize nasıl yardımcı olacağını ve nasıl azık sağlayacağını izah etme­ye çalışalım.

Müslüman fert, güvenli bir yolda yürümemektedir. Tersine zorluk­lar, engeller, fitneler, sapmalar onun yolunu kuşatmışlardır. Yol boyunca kendisini yoldan saptırmak için insi ve cinni şeytanlar fırsat kollamakta­dırlar. Böye bir durumda o, kendisinin elini tutan, ona yol gösteren, unut­tuğunda kendisine hatırlatmada bulunan, hatırladığında ise uygulaması için kendisine yardım eden birisine ne kadar muhtaçtır!

Allah Teala ne doğru buyurmuştur:

"Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan an­cak iman edip iyi ameller isleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır."[599]

Müslüman ferdin gevşeklik gösterdiği, gaflete düştüğü, unuttuğu ve­ya şeytanın vesvesesine icabet ettiği anlar olabilir. Eğer kendisi tek olur ve onun bu durumu devam ederse helak ve koyboluşa maruz kalabilir.

"Kurt, ancak sürüden ayrılan kuzuyu yer,"[600]

Fakat o, salih arkadaşlara sahip ise bu durumda arkadaşları onu ken­di nefsine ve şeytanına terk etmezler. Salih âmel alanlarında kendisini görmediklerinde onu ararlar, kendisini hayra davet ederler, hatırlatmada bulunurlar, şeytanına ve nefsine karşı ona yardım ederler. Bunda, davet yolunda yardım ve azık vardır.

Salih arkadaşı, sadece görmen dahi sana Allah'ı ve ta'atını hatırlatır.

Kötü arkadaşa gelince onu görmen, sana günahları, İslam'ın hoş gör­mediği işleri ve kötülükleri hatırlatır. Her iki arkadaş grubu arasındaki fark ne kadar büyüktür,

Allah Resulü ne doğru buyurmuştur:

"Salih bir dost, üzerinde misk kokusu taşıyan biri gibidir. Ondan sa­na hiç bir şey gelmese de en azından miskin kokusu gelir. Kötü dost ise, körük sahibi birisine benzer. Ki, onun kötülüğü dokunmasa bile, en azın­dan dumanı rahatsız eder."[601]

Kişi kardeşleriyle beraber önem kazanır. O, tek başına iken önem­senmeyen biri olduğunu, kardeşleriyle beraber olduğunda ise önemli bir itibara sahip olduğunu hisseder.

İnsanların mallarına ve namuslarına saldıran kötüler, birbirlerine destek olmak için biraraya gelip, genellikle aralarında birini başkan seçer ve ona itaat ederlerken, hakkın yanında yer alanlar ve Allah'ın dinine yar­dım edenlerin biraraya gelmeleri ve birlik olmaları çok daha elzem değil midir? Allah Resulü'nün ifade ettiği gibi, müminler birbirlerini destekle­yen parçalardan oluşmuş bir bina gibidirler. Fertleri arasında sevgi ve kardeşlik bağı olmayan bir cema'atın bir takım işleri gerçekleştirmesi ve belli hedeflere varması imkan dahilinde değildir.

Mümin, kardeşinin aynasıdır. Hiç bir fert yoktur ki, onda ayıp ve ku­surlar bulunmasın. Çoğu zaman kişi, bunlardan gafil olur. Onların farkına varmaz. Böyle bir durumda o, ayıplarını gösteren, onları düzeltip, onlar­dan kurtulmasına yardım eden birisine son derece muhtaçtır. Bunu ancak kendisini seven, ihlaslı, sürekli bağlantı halinde olan, ince anlayışlı, nasihatında ve kusurları göstermede hikmet sahibi bir kardeş başarabilir.

Nasihat konusuna gelmişken, onun bazı adablanna, hikmet, güzel öğüt ve tartışmayla nasıl ifa edileceğine dair bazı noktalara işaret etme­miz güzel olur.

"(Resulüm!) sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir."[602]

Bu konuyla ilgili selef-i salihine ait şu söz de zikredilmeye değerdir:

"Nasihati en güzel bir şekilde eda et. Ne şekilde olursa olsun onu kabul et. Kim kardeşine gizli bir şekilde nasihatta bulunursa onu düzeltmiş ve onu güzelleştirmiş olur. Kim de kardeşine alenen nasihatta bulunursa onu rezil etmiş ve lekelemiş olur."

Yararlı sohbetler ferdin mutluluğunu kat kat artırır. Çünkü kardeş, kardeşinin sevinçlerine ortak olur, onun yorgunluk ve acılarını hafifletir. Onun başına bir musibet veya bir bela geldiğinde malı ve çabasıyla ona yardım eder Allah'ı, musibetlere karşı sabretmeyi, dert ve kederlere tes­lim olmamayı kendisine hatırlatır. Bu büyük bir azık ve yardımdır.

Yararlı sohbet ferdin güç ve enerjisini artırır. O, bir konu üzerinde düşünürken tüm kardeşlerinin akıllarından yararlanır. Herhangi bir işe gi­riştiğinde ise tüm kardeşleri güç, enerji ve tecrübeleriyle ona yardımcı olurlar.

Ben müslüman kardeşi, davet yolunda yürürken sadece kendi azığıyla değil, tüm kardeşlerinin azığıyla hareket eden birisi olarak görüyorum. Çünkü her kardeş, Allah'ın kendisine bahşettiği ruhi azık hususunda kar­deşlerine karşı cimrilikte bulunamaz. Bu ruhi azık, onun yolu tanımasına, ita'at ve sebat üzere olmasına ve engelleri aşmasına fardım edecektir. Bunda sadece azık değil, kat kat azık vardır.

Yüce Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de bizi iyilik ve takva üzere yar­dımlaşmaya davet etmektedir:

"Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lü­tuf ve rızasını arayarakBeyt-i Harama yönelmiş kimselere (tecavüz ve) ve saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Ha­ram'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerin­de yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir."[603]

Allah'ın bu yönlendirmesi ayrı ayrı olan fertlere değil, topluluğa yö­neliktir. Çünkü bunun gerçekleşmesi için topluluk şarttır. Bundan dolayı yararlı sohbet gereklidir. Bir mahalle veya köyde kardeşliği tesis etmek, ne kadar güzeldir. Böylece kardeşler çeşitli hayır ve taat hususlarında yardımlaşırlar. Özellikle gece namazı, cemaatla camide namaz kılma, bil­hassa sabah ve yatsı namazları, Kur'an, ilim ve zikir halkalarına katılma, fakir ve ihtiyaç sahiplerine yardım etme gibi çoğu müslümamn gafil ve eksik olduğu hususlarda yardımlaşmaları ne kadar güzeldir!

Güçlük ve zorluklar esnasında iyi kardeşliğin faydası ne kadar bü­yüktür! Çünkü müslüman fert kendisini davet yolundan uzaklaştırmak ve saptırmak için yapılan şiddetli baskılara maruz kalabilir. İşte burada iyi kardeşliğin faydası ortaya çıkar. Zira iyi kardeş, onu korur, kopmaktan, davadan geri kalmaktan, sapmaktan, İslam düşmanlarının o va'ad veya tehditle etki altına alarak İslam için çalışma yapanları yerlerinden uzak­laştırmak için gösterdikleri şeytani çabalarından muhafaza eder. Kardeş­lerin geçirdikleri o sıkıntılı dönemlerde biz bu kardeşliğin etkisini açıkça gördük. Bu, cemaat ve Allah için oluşturulan kardeşliğin alenen gözlenen hayrı ve bereketinden bir kısmıdır.

Kişinin, kardeşleri, onun arkasında yaptıkları dualardan kardeşlik sa­yesinde elde edeceği azık ne kadar büyüktür! Allah Resulü'nün belirttiği üzere bu tür dualar makbuldür.

Ferdin, birbirlenini sadece Allah rızası için sevenlerin oluşturdukları kardeşlikten alacağı azık ne kadar büyüktür. Çünkü kendisi ile kardeşleri arasında gerçekleşen Allah için sevgi bakışı, merhabalaşma, birbirlerine karşı tebessüm, ziyaretleşmeler, oturuşlar, birbirlerine hakkı tavsiye ediş­ler ve hatırlatmalar sayesinde Allah'ın sevgisini, mağfiretini ve güzel se­vabını elde eder. Bu konu ile ilgili hadisler çoktur. Bunlardan birisi de Allah'ın sadece kendi gölgesinin bulunduğu günde gölgesi altında gölge­lendireceği yedi grup insandan bahs eden hadistir. Bu yedi sınıf insandan biri de, Allah için birbirini seven iki kardeştir ki, onlar Allah için biraraya gelir ve Allah için de birbirlerinden ayrılırlar.

Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü şöyle bu­yurmuştur:

"Bir adam başka bir köydeki kardeşini ziyarete gidiyordu. Allah, o köyün yoluna gözetleyici olarak bir melek bıraktı. Adam, meleğe rastla­yınca melek ona nereye gitmek istediğini sordu. O da o köyde bir karde­şini görmek istediğini söyledi. Melek ona, kardeşinde kendisinin umduğu bir nimet olup olmadığını sorunca, adam "hayır, ben sadece onu Allah için severim" dedi. Bunun üzerine melek, "ben senin, kardeşini Allah için sevdiğin gibi Allah'ın de seni sevdiğini haber vermek için O'nun tarafın­dan gönderilen bir elçiyim" dedi."[604]

Müslim, Zikir Kitabı'nda şu hadisi de rivayet etmiştir:

"Allah Resulü, ashaptan bir grubun yanına gelerek, "sizi burada toplayan şey nedir?" diye sordu. Onlar, "Allah'ı anmak, bizi islam'a hi­dayet ettiği ve onu bize lütuf ettiği için O'na hamd etmek üzere burada oturmaktayız", dediler. Allah Resulü , "Allah aşkına söyleyin gerçekten oturmanıza sebep olan sadece bu mudur?" diye sorunca, onlar "Allah'a yemin olsun ki, burada oturmamıza sebep sadece dediğimiz husustur", dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü, "bakın, ben sizi yalan söylemekle it­ham etmek için yemin etmenizi istemiş değilim. Fakat Cebrail geldi ve Allah'ın sizlerle meleklere karşı iftihar ettiğini haber verdi", buyurdu."

Yararlı kardeşlik ve onun İslam ve müslümanlara sağladığı hayrın öneminden dolayı, İslam'ın onu korumuş, birliğini ve ahengini bozacak her şeyden uzak tutmuş; aldatıcüık, hainlik, alış-verişte aldatmacılık, fa­iz, içki, kumar, çekememizlik, buğz etme, alay etme, suizan, ayıpları araştırma, ilişki kesme ve sırt çevirme gibi müslümanlar arasına düşman­lık ve kin topumlarım ekecek ve kardeşliğe zarar verecek her türlü çirkin­liği yasaklamıştır.

Enes'in rivayet ettiği hadiste Allah Resulü şöyle buyuruyor:

"Aranızdaki ilişkiyi kesmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, buğz etmeyiniz, çekememizlik yapmayınız ve ey Allah'ın, kullan kardeşler olu­nuz. Hiç bir müslümana kardeşi ile üç günden fazla dargın durması he­lal değildir."[605]

Bu hadislerle beraber Yüce Allah (c.c), Hucurat suresinde de mü­minler arasında çıkabilecek harhangi bir ihtilafı en güzel metodla ortadan kaldırmalarını ve müminlerden iki düşman grubun arasını düzeltmek için müslümanların müdahele etmeleri gerektiğini açıklamaktadır.

"Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye ka­dar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzel­tin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını dü­zeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."[606]

Kardeşlik ve iyi arkadaşlığın İslam ve müslümanlar için gerçekleşti­receği birlik ve güç kadar, ayrılık ve ihtilaf da aynı ölçüde gevşeklik, zaiflik ve zarar gerçekleştirir.

"Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korku­ya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabre­denlerle beraberdir."[607]

Müslümanların birliği ve yardımlaşmaları şeytan ve İslam düşman­larını kızdırır. Onlar tefrikayı oluşturmak için tüm çabalarını harcarlar. Bu emellerini gerçekle sürmemeleri için uyanık olmaya ve onlara fırsat vermemeye ne kadar muhtacız! Dolayısıyla Allah'ın direktifine uyarak kendi nefsimiz için kızmamalı, kardeşlerimize dokunabilecek kötü sözler söylememeliyiz.

"Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan arala­rını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."[608]

İslam ve Allah için kardeşlik nimetiyle ne kadar mutluyuz! Sahip ol­duğumuz imkânlar ve gücümüz oranında bu nimetleri muhafaza etmeye çalışmak bizim için en uygun görevdir!

Ey kardeşim, iyi ve yararlı kardeşliğe sahip çık. Bu, davet yolunda senin için azık ve yardımdır.[609]

 

Salih Amelden Elde Edilecek Azık

 

İman ve salih amel birbirini tamamlar. Zira salih amel imanı doğru­lar, iman ise salip amelin kabulü için şarttır. Her ikisi Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde beraber zikrolunmuştur. Böylece biz imanın kişiyi salih amele ittiğini, salip amelin de imanı pekiştirdiğini, güçlendirdiğini gör­mekteyiz. Salih amelin iman ve takvanın ürünü ve meyvası olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla beraber o, davet yolunda iman ve takva ile azıklanmanın ve donanmanın da kaynağıdır. Çünkü o, uygulama, nefsi zorluklara alıştırma ve Allah'ın rızasını elde etmek için onunla mücahede etme alanıdır. Bun­da davet yolunda yardım ve azık söz konusudur.

Fert ve toplumda iman ve salih amelin tam olarak yerleşmesi genel olarak bir çok hayra ve büyük kurtuluşa vesile olur.

Yüce Allah (c.c.) bunu Kur'an'da detaylı olarak şöyle izah eder:

1- O, ziyandan kurtulmuş olur:

" Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır."[610]

2- O, kişinin mağfireti ve Allah'ın büyük sevabını kazanmasını sağ­lar:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya vanrken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nisanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar fılhini yanp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer­ler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuv­vetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler ya­panlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir."[611]

3- O, Tevbenin kabulüne, günahların iyiliklerle değiştirilmesine se­bep olur.

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Al­lah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, en­gin merhamet sahibidir."[612]

4- O, kurtuluşa ermeye sebebiyet verir:

"Fakat tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur."[613]

5- O, kişiye cennete girme hakkını sağlar:

"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yapar­sa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar."[614]

6- O, yeryüzünde hakimiyeti elde etmeye de vesile olur.

"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendile­rinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyili­ğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdeni. Çünkü onlar, bana kulluk edenler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır."[615]

Salih amel, okumak veya işitmekle elde ettiğimiz ilmin uygulama alanıdır. Böylece ilmimiz aleyhimizde değil, lehimizde delil olur. Salih amel, ilmi kökleştirir, onu teori ve hayal alanından hayat gerçeği ve cihad meydanına çıkartır. Bunda ruhun yüceltilmesi, şahsiyetin oluşması, iradenin takviye edilmesi, deneyim ve tecrübenin kazanılması vardır.

Şehid İmam Hasan el-Benna'nın ifade ettiği gibi:

"Söz meydanı hayal meydanından farklıdır. Cihad meydanı iş mey­danından farklıdır. Doğru cihad meydanı da yanlış cihad meydanından farklıdır. Çoğu insana okumanın ve ilmi elde etmenin kolay geldiğini fa­kat bunu uygulamanın zor geldiğini görmekteyiz."

Her insanda bulunan ve kendisini hayra veya kötülüğe yönelten duy­gu ve temayüller her zaman çekişirler. Salih amele devam etmede iyilik temayüllerini galip getirme, onları güçlendirme ve kötülük temayüllerini zayıflatma vardır. Bu, haddi zatında azık ve hayırdır.

Buna bazı örnekler verelim:

1-  Allah yolunda yapılan harcamanın, infâkın faziletim okuduğu­muzda nefsimiz hemen ona iştiyak duyar. Fakat bunu pretiğe dökmek is­tediğimizde cimrilik ve mal sevgisi buna engel olmak için hemen kendini gösterir. Allah yolunda harcamaya devam etmekle nefsimizin bu duygu­larını yenmiş ve onu vermeye ve harcamaya alıştırmış oluruz. Bu bizim için büyük bir iyiliktir.

2- Allah yolunda yapılan cihadın faziletini okuruz. Fiili cihada giriş-meyinceye kadar bu teori olarak kalır. Ancak fiili olarak cihada girişmek­le yeryüzünün çekiciliği ve kişiyi dünyaya bağlayan tüm faktörleri yen­miş oluruz. Bunları yenmekle de nefsimiz adına büyük bir başarı kazan­mış oluruz. Bu da büyük bir azıktır.

3- Kardeşliği, sevgiyi ve isan okuruz ve bunların faziletinden etkile­niriz. Fakat uygulamada bencillik, kendini sevme gibi olumsuzluklar or­taya çıkabilir. Bunlara galip gelmekle de azık kazanmış oluruz.

4- Davet yolundaki sabrı, tahammülü ve sebatı okuruz. Hatta davet yolunda davetçilerin sergiledikleri tavırları okuduğumuzda kendimizden geçeriz. Fakat pratikte bunları uyguladığımızda nefsimizi zorluklara alış­tırır, kalbimizi yumuşatır ve imanımızı artırız.

"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karsı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekil­dir!" dediler."[616]

"Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister."[617]

Davalar, azimet ve azimetlere tutunan kişilerle yürür. Ruhsat ve ruh­satlara yapışanlarla değil.

Kur'an, bizi buna şöyle teşvik eder:

"Ey Yahya! Kitab'a (Tevrat'a) var gücünle sarıl!" (dedik) ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik"[618]

"Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tâbi olun."[619]

Müslüman kardeşe düşen görev, hayatında azimete sarılmak ve tüm enerjisiyle salih amellerde çaba sarfetmektir. Çünkü bunda azık vardır.

Kişiye, her alanda azıkla kendisini donatması için büyük fırsat vere­cek derecede, salih amel alanı geniştir. Bu alan vaktin çeşitli dilimlerine dağıtılmıştır. Bazı ameller vardır ki, her gün ve her gece yapılmaları iste­nir. Bazı ameller haftada bir, bazıları ise ayda bir, bazıları da senede bir yapılmaları istenir. Böylece davet yolunda azık sürekli tazelenir.

Mübarek Ramazan ayında ele geçen salih amel fırsatına işaret etme­den geçemeyeceğim. Çünkü Allah Resulü (a.s.) hadislerinde ifade ettiği üzere bu ayda sevaplar katlanır ve azık bol olur.

Salih amel nefsi tezkiye edip ve onu yüceltmek, bayağı ve hatalar­dan temizlemek, iyi ahlak ve sıfatlarla onu süslemektir. Bu da azıktır.

Müslüman kardeş, salih ameli öncelikle görevini eda etmek için iş­ler. İkinci olarak ahiretteki sevabı düşünür. Ve en son olarak da bir yarar umar. Salih amel işleyen kişi, görevini eda etmiş, ihlas ve samimiyetle şartlarına uyarak yapmışsa Allah'ın sevabını kazanmış olur. Bunda kaza­nacağı mükâfatın takdiri Allah'a aittir. Çünkü hesapta olmayan bir fırsat doğup, ameli ona en bereketli ürünleri kazandırabilir.

Salih amel işlemeyen kişiye gelince o, ihmalkârlığın günahını yük­lenmekle beraber cihadın sevabını da kaybetmiş olur. Cihadın kazandıra­cağı faydalardan mahrum olur. Peki hangisi makam ve mevki yönünden daha hayırlıdır?

Yüce Allah (c.c.) işlerin yüce olanım sever. Boş ve değersiz işlerden hoşlanmaz. Salih amelleri işlemeye devam etmekle sürekli olarak yüce işlerle uğraşır, değersiz ve bayağı işlerden uzaklaşmış olur. Bu, büyük bir azık ve yücelmedir.

Salih amel, kişiyi başkaları için güzel örnek haline getirir. Bu, top­lumda iyiliklerin yayılmasına katkıda bulunur.

Güzel örnek, söz ve yazıdan daha etkilidir. Salih amel, zaman bula­madıkları için okumayanları hedef aldığı gibi, eğitimsizleri de sözle de­ğil, pratik olarak hedef alır, onları eğitir.

Salih amelin makbul olabilmesi için İhlasın Allah'ın kitabına, Resu-lu'nün sünnetine sarılmanın da kendisine eşlik etmesi gerekir. Salih ame­le devam etmekle gerçekleşecek bu iki şart kişi için büyük bir azıktır.

Aynı zamanda salih ameller, Allah'ın emirlerinin uygulandığ, yasak­larından uzaklaşmanın gerçekleştiği alanlardır. Allah, bize neyi emir et­mişse muhakkak o, bizim ve diğer insanların iyiliği içindir. Yasakladığı her şeyde de bizim ve başkalarının kötülüğü söz konusudur. Her birimi­zin sahip olduğu; zaman, çaba, sağlık, düşünce, mal ve can gibi imkanlar ve güçler vardır. Tüm bunları salih amel alanlarında harcadığımızda, bu işlerin ardındaki Allah'ın hikmeti gerçekleşmiş olur, kendimiz ve insanlık için mutluluk kaynağı olmuş oluruz. Bu da yüce bir mertebedir. Tüm bunlar olmadığında ise yeryüzünde bozgunculuk egemen olur. Allah, bu durumdan bizi sakındırsın. Dünyadaki durum bundan ibarettir. Ahirette ise birinci sınıf için kurtuluş ve nimetler, ikinci sınıf için ise azap ve hüs­ran vardır. Bu da salih amelin bir diğer faziletidir.

İslam davasının ve müslümanların içinde bulundukları bugünkü du­rum, bu düşüşten kurtuluşu, yücelmeyi, İslam ve müslümanları yok et­mek için çaba sarf eden İslam düşmanlarına ve batıl ehline karşı kesinti­siz bir çalışmayı zorunlu kılıyor. Bu da davet yolunda salih amelin değe­rini, önemini, hayrını ve etkisini artırıyor. İslam ümmetinin kalkınması, evlatlarının güçlü bir ruha ve şahsiyete sahip olmalarını gerektirmektedir.

Bunlar, Şehid İmam Hasan el-Benna'nın ifade ettiği gibi şöyle bir şekilde temsil edilmektedir:

"Za'afın sirayet etmediği güçlü bir irade, tutarsızlık ve sözünden dönmenin söz konusu olmadığı istikrarlı bir feda etme ve kişiyi hatadan, sapmalardan, pazarlıktan ve aldatıcılıktan koruyacak bir iman, onu tak­dir etme ve ilkeleri tanıma..."

Tüm bu nitelikler, ancak ciddi bir çalışmanın sonucu olarak gerçek­leşebilir.

Salih amel, nefiste istenilen değişikliği gerçekleştirir. Bu da, bu

ümmet için hayır anahtarıdır.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerinden özelliklerini değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük di­ledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Al­lah'tan başka yardımcıları da yoktur."[620]

Nefsimizi yenip, İslam'ın prensiplerine sarıldığımızda başkalarını da değiştirebiliriz. Böylece İslam toplumunu ve devletini de kurabiliriz. Yoksa bir şeye sahip olmayan, onu başkasına veremez.

Salih amelleri işleme hususunda titiz davranan müslüman kardeş, hayatında önemli bir sıfat kazanmış olur. Bu sıfat zamana karşı titiz dav­ranma sıfatıdır. Böylece zamanını ancak yararlı ve hayırlı işlerde kulla­nır. Bu da kendisini zamanını ve işlerini düzenlemeye, onları öncelik sı­rasına göre tertip etmeye iterek zamanın, hayatın kendisi olduğunu, yapı­lacak işlerin zamandan daha fazla olduğunu öğretir. Zamanı iyi kullan­mada büyük hayır ve azık vardır.

Salih amel, ahiret sevabının kazanılması için güzel bir alandır. Müs­lüman, salih amel işlediği oranda sevap birikim ve stokunu artırır.

Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını görecektir. Kıyamet gü­nünde iyilik ve sevap kefemizin ağır gelmesine ne kadar muhtacız!

Salih ameller, müslümanın her yerde yapabileceği işlerdir. Böylece o, o yerden ayrıldığında işlediği yararlı ameller kendisi ve cemaatı için güzel hatıra olarak kalır.

Müslümanlar, salih amele yönelmede, iyilikleri işlemede birbirlerin­den farklılık arzederler. Kimi müslümanlar için hayır yapma fırsatı doğar, ama onlar o hayrı yapmadan fırsatı kaçırırlar. Kimileri ise böyle bir fır­sattan ağır ağır yararlanırlar. Kimileri de önem ve iştiyakla bu fırsattan yararlanırlar. Ama bunlardan daha üstün olanlar, iyiliği işleme fırsatının doğmasını beklemeyip, aksine onu arayanlar, araştıran ve ona doğru ko­şanlardır.

"İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."[621]

Ey kardeşim; davamızda ve kendisi için hazırlık yaptığımız emel ve hedeflerimizde doğruysak salih amel üzere olmamız gerekir. [622]

 

Azığın Kazandırdıkları...

 

Davet yolu; hayır, cihad ve kurtuluş yoludur. Bu yol bize sevimli gelmektedir. Zira bu yol, bizi Allah'a, O'nun rızasına ve cennetine ulaştı­rıyor. Bu yolda yürüdükçe ona olan sevgimiz ve bağlılığımız artıyor. Bu yolda zorluklar ve eziyetlerle karşılaştıkça ona olan güvenimiz, onun hak yol olduğuna ve davetçi müminlerin yolu olduğuna dair kanaatimiz güç­leniyor.

Davet yolunun güllerle döşeli olmadığını, bu yolda virajların, engel­lerin ve dikenlerin bulunduğunu öğrendik. Fakat tüm bunlara rağmen o, hayırla neticelenmektedir: Allah'ın yardımı, yeryüzü hakimiyeti, ahiretteki nimetler ve mutluluk, Allah'ın azabından kurtulmak.

Sapmadan, davetten vazgeçmeden ve ökçelerin üzerine geriye dön­meden; davetçiyi, virajlardan koruyan, onun engelleri aşmasına yardım eden, iman ve takvadan oluşan azığın davet yolundaki zaruretini de kav­radık. Bizler, yollardaki benzin istasyonları gibi yürüyüş esnasında söz konusu bu azığın temin edileceği kaynakların da bulunduğunu öğrendik. Bu kaynaklardan azığın nasıl temin edileceği hususunda bazı açıklama­larda bulunduk. Konuyu çok iyi açıkladığımız iddiasında değiliz. Zira bu, ilmi az olan bir kulun çabasıdır. Her zaman Allah'ın bizi muvaffak kılma­sına, yardımına ve rahmetine muhtacız.

"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstün­dür, hikmet sahibidir."[623]

Kitabın sonunda azığın sahibine kazandırdıkları, onun semeresi, azık sahibinin üzerinde bulunması gereken hal ve ondan beklenilen şeyler hakkında bazı hatırlamalarda bulunmak istiyoruz.

Azık olmaksızın davet yolunda sapmalar, yanlışlıklar, ihtilafa düş­me, birbirine sırt çevirme, parçalanma ve bozguna uğrama meydana gele­bilir. Örneğin, azığı az olan kişi, kendisini hak yoldan döndürmek veya safların birlik ve beraberliğini parçalamada ondan yardım istemek için çalışan şeytan ve Allah düşmanlarının vesvese, aldatma ve saptırmalarına kolayca boyun eğer.

Fakat, azığı bol olan kişi, şeytan ve onun vesveselerine, Allah'ın düşmanlarına ve onların tuzaklarına isyan eder, onlara boyun eğmez. Onun imanı kendisini İslam saflarında güvenilir bir bekçi olmaya iter.

Böylece o safları, parçalanmaktan şeytanın en küçük bir vesvesine, Allah düşmanlarının en ufak bir fitnesine varıncaya kadar safların birlik ve kuvvetini zaafa uğratacak her türlü tehlikeden korur.

"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese do­kunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği gö­rürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sü­rüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar."[624]

Davet yolu hiç bir zaman münafıkladan eksik olmaz. Lâkin azık sa­hipleri kendilerini onların fitne ve hilelerinden korurlar. Azığı az olanlar ise onlara av olurlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerak aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah za­limleri gayet iyi bilir."[625]

Davet yolu ve Allah'ın kafilesi Allah düşmanlarının ve yardımcıları­nın şüphe sokma ve kötüleme kampanyalarına maruz kalabilir. Bu saldı­rılar İslam'ı anlama, metod, hedef, araç, yönetim ve fertler üzerine odak­lanır. Azığı olanın azığı onu tüm bunlardan etkilenmekten korur. Ona Al­lah'ın mümin kullarına emrettiği emirlerine uymasını hatırlatarak araştır­masını, süizan'da bulunmamasını öğütler.

"Ey iman edenler! Eğer birfâsık size bir haber getirirse, onun doğ­ruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olunsunuz."[626]

"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kıs­mı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arka­sından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? işte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir."[627]

Davet yolundaki azık, sahibini dalalete düşmekten ve hareket strate­jisinde virajlara sapmaktan korur. Zira imam azığı sahibini, Allah'ın kita­bına ve Resulu'nun sünnetine, müslümanları paramparça eden; fırkalara ayıran, sapmalardan uzak kalarak selef-i salihinin selim, kapsayıcı saf İs­lam anlayışlarına sarılmaya iter.

Şehid îmam Hasan el-Benna sapmalardan, hurafalardan ve bid'atlardan uzak olan İslam'ın saf ve doğru anlayışını korumak amacıyla "Yir­mi Prensip Risalesini" yazmıştır. Allah, onu en hayırlı mükafatla mükafatlandırsın.

Doğru İslami anlayış üzere birleştikten sonra İslam için çalışanlar, İslami çalışmanın doğru ve kamil anlayışı hususunda ihtilafa düşebilirler.

Azık, sahibini parçalama ve saptırma olmaksızın İslami çalışmanın şümullü ve doğru anlayışına ulaştırır. Böylece o ibadet, hayırlı işler, zi­kir, ilim tahsili ve benzerleriyle yetinmeyip, bu çağın gerektirdiği fariza­ları ihmal etmeyecektir. O da, İslam devletinin kurulması ve hilafetin tek­rar iadesi için çalışmanın zaruretidir. Şehid el-Benna, bunu titiz bir şekil­de vurgulamaktadır.

İslam için çalışanlar, bazen de İslam'ın onun çalışma metodunun doğru anlayışı üzerinde birleşirler. Fakat planlama ve hedeflere ulaştıra­cak araçlar hususunda ihtilafa düşerler. Lakin azık sahibini, imanı ve azı­ğı, bid'atlara değil, onun Allah Resulünün sünnetine uymaya sevkeder.

Allah Resulü (a.s.), ilk İslam devletini kurduğunda, önce gönüllerde akideyi yerleştirdi. Sonra onları akide ve Allah için kardeşlik bağıyla bir­leştirdi. Başka bir şeyin fayda vermediği yerde kullanmak üzere bilek ve silah hazırlığı yaptı.

Anlayış , düşünce ve çalışma metodu hususundaki anlayıştan korun­mak azığın bir ürünüdür. Bu, rahman kafilesini güçlü bir birlik ve sabit adımlarla davet yolunda başarıya yürümelerini sağlayacaktır

"De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi ilah geri verebilir? Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâla yüz çeviriyor­lar!"[628]

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanma­yın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı, işte Allah size âyetlerinizi böyle açık­lar ki doğru yolu bulaşınız."[629]

"Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korku­ya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabre­denlerle beraberdir."[630]

Niyetin Allah için halis kılınması ve tüm dünyevi isteklerden arındı­rılması Allah'ın amelleri ve takdim edelilen çabaları, cihad ve fedakarlık­ları bereketli kılması için gereklidir. Zira Allah (c.c.) amelleri boşa çıkar­tan riyadan uzak, sadece kendi rızası için yapılan amelleri kabul edendir.

İman ve takvadan oluşan azık, İhlasın gerçekleşmesine, kalbin tüm dünyevi arzulardan temizlenmesine katkıda bulunur.

İhlasın ehemmiyetinden dolayı Şehid İmam el-Benna, ihlası bey'atın on rüknünden biri saymıştır.

Allah yolunda cihada çağrı yapıldığında azığı az olanın bulunduğu yere çakılıp kaldığını, yeryüzünün çekiciliğine ve bedenin arzularını ye­nildiğini görmekteyiz. Böyleleri, dünyada ebedi kalacakmış gibi ona sarılırlar. Dolayısıyla da Allah'ın azabına maruz kalıyorlar.

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" de­nildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek az­dır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye ka­dirdir."[631]

Azığı olan kişi ise cihad çağrısını ilk işittiğinde "cihad yolumuzdur" ilkesini şiar edinerek canı ve malıyla Allah yolunda seferber olur.

Fedakarlık konusuna gelince azığı az olan kişi dünyasını yaşar, elin­dekiyle cimrilik eder. Azığı olan kişi ise sahip olduğu mal, zaman, çaba, düşünce, sağlık, can ve her şeyi Allah yolunda ucuz görerek harcar. Allah katındakilerin daha hayırlı ve kalıcı olduğuna yakinen inanır.

Davet yolunda yürüyen kişi, şiddetli sarsıntılara, baskılara ve nice fitnelere maruz kalır. Azığı olmayan kişi bu esnada davadan vazgeçer, za'afa, gevşekliğe ve sarsıntıya düşer. Hatta bazen de kendi tarafından saffa zarar da gelebilir. Bu da büyük bir tehlikedir. Azığı olan kişinin ise tüm bunlara karşı imanı artar. O'ndan sebat dileyerek Allah'a sığınır.

Böylece Allah ona sebat verir, ona yardım eder.

"Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: "işte Allah ve Resûlü'nün bize vâdettiği! Allah ve Resulü doğru söylemiştir," dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarım ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı."[632]

"Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."[633]

Allah yolunun yolcusu, başka ilkeler, şahıslar veya olgularla dost ol­ması için çeşitli yönlerden teklif alabilir. Bu durumda azığı olmayan kişi bu tekliflerden etkilenip onları kabul eder. Fakat azığı olan kişi ise velasını, dostluğunu sadece davasına, cema'atına verir. Zira O, en yüce dava, en şümullü ve en şerefli olanıdır.

Dava adamının herhangi bir kâfire ve herhangi bir İslam düşmanına velasını, dostluğunu vermesi caiz değildir. O'nun velası, dostluğu sadece Allah'a, Resulü'ne ve Müminleredir.

"Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı ve­rirler."[634]

"Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. On­lar iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler, işte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir."[635]

Azığı olan kişinin ağırlığı, vekârı ve olayları doğru değerlendirme ölçüsü vardır. O, her akıntıya kürek çeken ve her yöne kayabilen eyyamcı birisi değildir. O olayları şeriatın ölçüsüyle değerlendirir, tüm harcama­larında tam bir dikkatle İslam'ın prensiblerine sarılır.

Azığı az olan kişi, çoğu zaman pasif, gevşek, az üretgen, önemli ve büyük işlere kalkışmaktan aciz kalan kişi olur. Fakat bol azık sahibinde aksiyon, çalışma ve üretme enerjisi coşturur. Kendisine güveni, güçlü ira­deyi, olayları karşılama gücünü, önemli işleri ve görevleri başarma yete­neğini kazandırır.

Azık sahibi dava adamı ve akide eri, saftaki konumunun, kapattığı gediğin ve omuzundaki sorumluluğun bilincindedir. Böylece Allah'a is­yan etmeden, zorlukta ve rahatlıkta ita'at ederek gediğini doldurmaya, kapatmaya ve görevini yerine getirmeye dikkat eder.

Azık olmadığı durumda kopmalar, ihmalkarlık ve işleri gerçekleştir­mede başarısızlık baş gösterir.

Dava adamının başkaları için güzel örnek olması gerekir. İnsanları davet ettiği değerlere, ideallere ve görevlere kendisi muhalefet etmemeli­dir. Onun bu konudaki en hayırlı yardımcısı, kendisini gizlilikte ve açık­lıkta Allah'ı göz önüne almaya zorlayan ve en güzel örnek olan Allah Re­sulüne uymaya sevkeden takva ve iman azığıdır.

Azık sahibi, müslümanların ve İslam aliminin dertleriyle ilgilenir. Müslümanların emellerini ve acılarını paylaşır. Dünyanın neresinde olur­sa olsun, müslüman kardeşlerine yardım için yapılan İslam'ın öngördüğü görev çağrısına icabet eder. Zira müslümanlar tek bir vücut gibidirler. Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.

Yol azığı, sahibine Allah'a kavuşuncaya dek, değiştirmeksizin, sap-tırmaksızın be'yatına vefa etme ve sözüne sâdık kalma hususunda yardım eder.

"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemiş­lerdir. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir."[636]

İşin Özü; azık,

Sahibini İslam için çalışan,

Dinini yanlışlıklardan ve sapmalardan uzak, doğru bir şekilde anla­yan,

İslam'ın kendisinden istediği görev ve sorumlulukların bilincinde olan,

Yaptığı işlerde Allah'ın rızasını umarak ihlasa dikkat eden,

Çalışma aşamalarını, hedefleri ve araçları kavrayıp onlara muhalefet etmeyen,

Cihadın davetçilerin yolu olduğuna yakinen inanan, dolayısıyla ken­di nefsini buna hazırlayan, sahip olduğu her şeyini Allah yolunda feda eden,

En aşağı derecesi gönül rahatlığı, en üst derecesi işar (Kardeşini kendi nefsine tercih etme) olan kardeşliğe önem veren,

Saftaki kardeşlerine düşkün olan,

Yıllar ne kadar uzarsa uzasın, süre ne kadar uzak olursa olsun ölün­ceye kadar hak ve Allah'ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılan cihad üzere sabit kalan,

Diğer tüm şahıs ve prensiplerden soyutlanarak kendisini davasına ve cema'atına adayan,

Rabbine, davasına, cemaatına ve rehberliğine şüphe ile bakmayan,

Kendisini davadan geri bırakacak unsurların sirayet etmediği güven­le dolu olan,

Allah'a isyan konusu hariç kendisinden istenilenlere sarılan,

Sâdık bir müminin yapması gereken görevleri yerine getiren örnek bir şahsiyet haline getirir.

Azığın sahibine kazandırdıklarının ve ondan umulan ürünün bu ol­masını umuyoruz.

Başarılı kılan ve doğru yola hidayet eden Allah'tır.[637]

 

 

 

 

 



[1] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/9-10.

[2] Mü'min: 23/26.

[3] Araf: 7/127.

[4] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/11-12.

[5] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/12.

[6] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/12-14.

[7] Kasas: 28/8.

[8] Kasas: 28/5,6.

[9] Mü'min: 40/45-48.

[10] Bakara: 2/165-167.

[11] Bu hadisi İbni Asakir Abdullah bin Mes'ut (r.a.)'dan rivayet etmiştir.

[12] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/14-16.

[13] Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivayet etmiştir.

[14] Bu hadisi Buhari, İbn-i Mace ve Ahmet bin Hanbel rivayet etmişlerdir.

[15]Bu hadisi, İbni Mace, Ebu Hureyre (r.a.)' dan rivayet etmiştir. 2620 numara ile kayıtlı olan bu hadis zayıftır.

Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/16-18.

[16] İbrahim: 14/42-52.

[17] Kehf: 18/29.

[18] İbrahim: 14/16-17.

[19] İbrahim: 14/13-17.

[20] Kehf: 18/29.

[21] Furkan: 25/12-14. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/18-20.

[22] Bu hadisi Buharı ve Müslim, Sahih'lerinde rivayet etmişlerdir.

[23] Yusuf: 12/21.

[24] Fetih: 48/7.

[25] Müddessir: 74/31.

[26] Nisa: 4/76.

[27] Bu hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi, ve îbni Mace rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzu'l-Kadir 2/264

[28] Hud: 11/102.

[29] Şuara: 26/227.

[30] Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de rivayet edilmiştir.

[31] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/20-22.

[32] Saffat: 37/22-34.

[33] Mü'min: 40/52.

[34] Şura: 42/45-46.

[35] Sebe: 34/31-32.

[36] Furkan: 25/27-29.

[37] Saffat: 37/40-49.

[38] Saffat: 37/62-68.

[39] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/22-24.

[40] Taha: 20/124-126. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/24-25.

[41] Nebe: 78/17-36.

[42] Fatır: 35/36-37.

[43] Ankebut: 29/55.

[44] Mü'min: 40/49-52.

[45] İbrahim: 14/15-17.

[46] Müzemmil: 73/10-13.

[47] Fecr: 89/13-14.

[48] Fecr: 89/22-26.

[49] Mürselat: 77/35-36.

[50] Hac: 22/19-24. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/25-28.

[51] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari (el-Edebu'1-Müfred'de) ve Müslim ri­vayet etmişlerdir. Bkz. Feyzü'l- Kadir, 1/134.

[52] Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Bkz. Tefsi-ru'l-Vusul, 1/22

[53] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Buhari rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fet-hu'1-Kebir, 3/361

[54] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi rivayet etmişler­dir. Bkz. Feyzu'l-Kadir, 6/239

[55] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'1-Kebir, 1/359

[56] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Buharı rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fet-hu'1-Kebir, 3/233. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/28- 30

[57] Hacc: 22/39-40.

[58] Kasas: 28/5-6.

[59] Araf: 7/128-129.

[60] En'am: 6/45.

[61] Munafikun: 63/8.

[62] Şura: 42/39.

[63] Şura: 42/41.

[64] Nisa: 4/97.

[65] Nisa: 4/75. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/ 30- 32.

[66] Nisa: 4/48.

[67] Zümer: 39/53.

[68] Rad: 13/6.

[69] Maide: 5/39.

[70] Buruc: 85/10.

[71] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/32- 33.

[72] İbrahim: 14/52. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/33-34.

[73] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/35-36.

[74] Hacc: 22/39. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/36.

[75] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/37.

[76] Bu hadisi Hakim, el-Müstedrek (3/383)'de rivayet etmiştir.

[77] Bu hadisi Buharı, Kitab-ı Mevakibül Ensar'ın "Resulullah (a.s.) ve ashabı­nın Mekke'de çektikleri sıkıntılar" babında rivayet etmiştir.

[78] Taha: 20/71-73.

[79] Zümer: 39/10.

[80] Bakara: 2/155-157.

[81] Al-i İmran: 3/200.

[82] İbrahim: 14/12.

[83] İbrahim: 14/13-14.

[84] Furkan: 25/20.

[85] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/37-40.

[86] Ankebut: 29/1-3.

[87] Ankebut: 29/11.

[88] Muhammed: 47/31.

[89] Bakara: 2/214.

[90] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/40.

[91] Münafikun: 63/8.

[92] Hucurat: 49/13.

[93] Şura: 42/39.

[94] Şura: 42/41.

[95] Maide: 5/54.

[96] Nisa: 4/76.

[97] Talak: 65/3. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/41-42.

[98] Talak: 65/4.

[99] Talak: 65/3.

[100] Zümer: 39/36.

[101] Tevbe: 9/51.

[102] İbrahim: 14/12.

[103] Yunus: 10/84-86.

[104] Al-i İmran: 3/172-175.

[105] Enbiya: 21/87.

[106] Bu hadisi Taberani sağlam ravilerden rivayet etmiştir. Rivayeti Abdullah bin Cafer (r.a.)'e dayanmaktadır. Ayrıca İbni Hişam Siyret (l/420)'de riva­yet etmiştir.

[107] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/43-45.

[108] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.

[109] Bakara: 2/15.

[110] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c.3, sh. 112'de rivayet etmiştir.

[111] Kenzu'l-Umman (15/660)

[112] Bakara: 2/216.

[113] Enbiya: 21/18.

[114] Rad: 13/17.

[115] Hacc: 22/40. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/45-48.

[116] Mü'minun: 23/60.

[117] Ali İmran: 3/128.

[118] Buruc: 85/10.

[119] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/48-49.

[120] Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bkz. Feyzu'l-Kebir, (1/411)

[121] Bu Hadisi Ahmed bin Hanbel (5/166)'da Müslim de (l/57)'de rivayet et­mişlerdir.

[122] Şura: 42/39-43.

[123] Hicr: 15/85.

[124] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/49-51.

[125] Nahl: 16/127.

[126] İbrahim: 14/27.

[127] Saffat: 37/102.

[128] Kehf: 18/69.

[129] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/51-52.

[130] Kasas: 28/78.

[131] Bakara: 2/250.

[132] Enbiya: 21/35.

[133] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/52-53.

[134] Tahrim: 66/11.

[135] Abese: 80/34-37.

[136] Lokman: 31/33.

[137] Leheb: 1-5.

[138] Tahrim: 66/10.

[139] Tahrim: 66/6.

[140] Kasas: 28/7.

[141] İnsan: 76/12.

[142] Tahrim: 66/6.

[143] Rad: 13/22-24.

[144] Zuhruf: 43/67-71.

[145] Yasin: 36/55-59.

[146] Enbiya: 21/35.

[147] En'am: 6/45.

[148] En'am: 6/153. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/53-63.

[149] Hud: 11/88. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/63-64.

[150] Bakara: 2/193.

[151] Rum: 30/4.

[152] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/67-69.

[153] Al-i İmran: 3/103.

[154] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/71-72.

[155] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/72-74.

[156] Hakim rivayet etmiştir.

[157] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/74-76.

[158] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/76-78.

[159] Müttefekun aleyh

[160] Müttefekun aleyh

[161] Müslim rivayet etmiştir.

[162] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/79-82.

[163] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/83-86.

[164] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/87-88

[165] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88.

[166] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88

[167] Al-i İmran: 3/159. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/88-89.

[168] Buharı ve Müslim

[169] Buharı ve Müslim. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/89.

[170] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/89-90.

[171] Buhari rivayet etmiştir. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/90.

[172] Hicir: 15/88.

[173] Maide: 5/54.

[174] Fetih: 48/29.

[175] Müslim rivayet etmiştir.

[176] Müslim rivayet etmiştir.

[177] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/90-92.

[178] Al-i İmran: 3/134.

[179] Nur: 24/22.

[180] Şura: 42/40.

[181] Fussilet: 41/34.

[182] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/92-93.

[183] Fetih: 48/10.

[184] Ahzap: 33/23. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/93-94.

[185] Al-i İmran: 3/200. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/94-95.

[186] Haşir: 59/9. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/95-96.

[187] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/96-97.

[188] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/97-98.

[189] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/98.

[190] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/98-99.

[191] Ebu Davut rivayet etmiştir.

[192] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/99-100.

[193] Al-i İmran: 3/105.

[194] Talak: 65/3.

[195] Al-i İmran: 3/173,174.

[196] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/100-101.

[197] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/101.

[198] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/102.

[199] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/102-103.

[200] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/103-104.

[201] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/105.

[202] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106.

[203] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106.

[204] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/106-107.

[205] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/107.

[206] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/107.

[207] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.

[208] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.

[209] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108.

[210] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/108-109.

[211] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/109.

[212] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/109.

[213] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/110.

[214] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/110.

[215] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/111-120.

[216] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/121-127.

[217] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/127-128.

[218] Fetih: 48/10.

[219] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/129-134.

[220] Hacc: 22/77,78.

[221] Mü'minin: 23/115, 116.

[222] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

[223] Tevbe: 9/111.

[224] Ankebut: 29/6.

[225] Tevbe: 9/120, 121.

[226] Muhammed: 47/38.

[227] Ahzab: 33/23.

[228] Mümtehine: 60/4.

[229] Tevbe: 9/7.

[230] İsra: 17/53.

[231] Al-i İmran: 3/139.

[232] Al-i İmran: 3/146, 147.

[233] Kehf: 18/13. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/135-148.

[234] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

[235] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

[236] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/149-150.

[237] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/150.

[238] Hucurat: 49/12. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/150-151.

[239] Müslim rivayet etmiştir.

[240] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/151-152.

[241] Haşir: 59/9.

[242] İsra: 17/53.

[243] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/152-154.

[244] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/154-155.

[245] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/155-156.

[246] Nisa: 4/59.

[247] Nisa: 4/65.

[248] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/156-157.

[249] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/157-158.

[250] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/159-162.

[251] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/163-168.

[252] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/173-175.

[253] Al-i İmran: 3/103.

[254] Al-i İmran: 3/105.

[255] Ra'd: 13/15.

[256] Enbiya: 21/18.

[257] Ra'd: 13/17.

[258] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/175-177.

[259] Al-i İmran: 3/103.

[260] Fussilet: 41/34-35.

[261] Hucurat: 49/6.

[262] Hucurat: 49/11-12.

[263] Ali İmran: 3/134.

[264] Kasas: 28/56.

[265] Maide: 5/56.

[266] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/179-186.

[267] Al-i İmran: 3/103.

[268] Al-i İmran: 3/105.

[269] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/187-192.

[270] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/193-197.

[271] Müzzemmil: 73/1-5.

[272] Haşir: 59/9.

[273] Enfal: 8/60.

[274] Hacc: 22/39.

[275] Mümtehine: 60/4.

[276] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/199-204.

[277] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/205.

[278] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/205-207.

[279] Al-i İmran: 3/103-105. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/207-210.

[280] İsra: 17/81.

[281] İsra: 17/60.

[282] Rûm: 30/60.

[283] Enbiya: 21/109.

[284] Sebe: 34/28. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/211-216.

[285] Al-i İmran: 3/126.

[286] En,am: 6/153.

[287] Kenz el-Ummal c. 3 s. 36.

[288] Hucurat: 49/6.

[289] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/217-220.

[290] Ahzap: 33/58.

[291] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/221-224.

[292] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/224.

[293] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/224-226.

[294] Al-i İmran: 3/186.

[295] Bakara: 2/214.

[296] Bakara: 2/143. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/227-231.

[297] En'am: 6/122.

[298] Enfal: 8/544.

[299] Nahl: 16/127-128.

[300] Enfal: 8/19.

[301] Tevbe: 9/36.

[302] Hadid: 57/28.

[303] Araf: 7/201.

[304] En,am: 6/153.

[305] Al-i İmran: 3/139.

[306] Münafikun: 63/8.

[307] Nisa: 4/76.

[308] Tevbe: 9/111.

[309] Ali İmran: 3/186.

[310] İbrahim: 14/12.

[311] Taha: 20/72-73.

[312] İbrahim: 14/27.

[313] Al-i İmran: 3/171-175.

[314] Tevbe: 9/71.

[315] Hucurat: 49/10.

[316] Talak: 65/2-3.

[317] Teğabun: 64/11.

[318] Talak: 65/4.

[319] Kehf: 18/10.

[320] Ahzab: 33/70.

[321] Bakara: 2/214.

[322] Rum: 30/47.

[323] Ğafir: 40/51.

[324] Nur: 24/55.

[325] Al-i İmran: 3/76.

[326] Ahzap: 33/23.

[327] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/235-242.

[328] Al-i İmran: 3/74.

[329] Hucurat: 49/17.

[330] Fatır: 35/2.

[331] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/243-244.

[332] İsra: 17/9.

[333] Casiye:45/20.

[334] Al-i İmran: 3/138.

[335] İsra: 17/82.

[336] Yunus: 10/57.

[337] Maide: 5/15-16. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/244-245.

[338] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/245-246

[339] Hicir: 15/9.

[340] Nur: 24/51.

[341] Ahzap: 33/36.

[342] Nisa: 4/65.

[343] Haşir: 59/7.

[344] Nisa: 4/80.

[345] Araf: 7/204.

[346] Muhammed: 47/24.

[347] Mutaffifin: 83/14.

[348] Ahzab: 33/23.

[349] Al-i İmran: 3/146. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/246-249

[350] Enfal: 8/2.

[351] Zümer: 39/23.

[352] Haşir: 59/23.

[353] Zariyat: 51/56.

[354] Kasas: 28/24.

[355] Enbiya: 21/83.

[356] Enbiya: 21/87, 88.

[357] Bakara: 2/250.

[358] Ahkaf: 46/15.

[359] Zümer: 39/53.

[360] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/249-252.

[361] Maide: 5/118.

[362] Müttefekün aleyh'tir.

[363] Kamer: 54/17. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/252.

[364] Ali İmran: 3/190-191.

[365] Yunus: 10/101.

[366] Nahl: 16/66.

[367] Zariyat: 51/21.

[368] Yusuf: 12/105.

[369] Araf: 7/179.

[370] Vakı'a: 56/75,76.

[371] Zariyat: 51/47,48.

[372] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/253-256.

[373] R'ad: 13/4.

[374] Vakı’a: 56/63,64.

[375] Lokman: 31/11.

[376] Taha: 20/50.

[377] Hac: 22/73,74. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/256-257.

[378] Nur: 24/43-44.

[379] Vakıa: 56/68-70.

[380] Zariyat: 51/21.

[381] Neml: 27/88.

[382] İsra: 17/85.

[383] Enam: 6/59.

[384] Fussilet: 41/53.

[385] Alak: 87/1.

[386] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/257-260.

[387] Nahl: 16/53-55.

[388] İbrahim: 14/34.

[389] Maide: 5/3.

[390] Al-i İmran: 3/19.

[391] Al-i İmran: 3/85.

[392] Araf: 7/43.

[393] Al-i  İmran: 3/102.

[394] Yusuf: 12/101.

[395] Enfal: 8/63.

[396] Al-i İmran: 3/103.

[397] İnfıtar: 82/6-8.

[398] Furkan: 25/74.

[399] Rum: 30/21.

[400] İbrahim: 14/32-34.

[401] Kassas: 28/71-73.

[402] Fecir: 89/15,16.

[403] Enbiya: 21/35.

[404] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/260-268.

[405] Zariyat: 51/23.

[406] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/268-269.

[407] Müzzemmil: 73/20.

[408] Lokman: 31/34.

[409] Mü'minun: 23/61.

[410] Nisa: 4/17.

[411] Nisa: 4/18. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/269-271.

[412] Al-i İmran: 3/185.

[413] Nahl: 16/32.

[414] Al-i İmran: 3/169,170.

[415] Muhammed: 47/38.

[416] Tevbe: 9/111. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/271-273.

[417] Tekasur: 102/1,2.

[418] Gafır: 40/47.

[419] Müslim ve diğer sahih hadis kaynakları.

[420] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/273-274.

[421] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/275-276.

[422] Zümer: 39/68.

[423] Kıyamet: 75/7-10.

[424] Abese: 80/34-42.

[425] Buhari ve Müslim.

[426] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/276-277.

[427] el-Hakke Suresi: 69/18.

[428] Nisa: 4/42.

[429] Kıyame: 75/14,15.

[430] Nur: 24/24.

[431] Furkan: 25/27-29.

[432] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/277-278.

[433] Buhari ve Müslim. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/279.

[434] Bu hadis müttefekun aleyhtir.

[435] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/279-280.

[436] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/280.

[437] Hac: 22/19-22.

[438] Nisa: 4/56.

[439] İbrahim: 14/15-17.

[440] Dûhan: 44/43-49.

[441] İbrahim: 14/22. Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/280-281.

[442] Tevbe: 9/72.

[443] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/282-283.

[444] Ahzab: 33/21.

[445] Müzzemmil: 73/1-5.

[446] Haşir: 59/9.

[447] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/285-291.

[448] Bakara: 2/25.

[449] Bakara: 2/135.

[450] Bakara: 2/45.

[451] Ankebut: 29/45.

[452] Bakara: 2/183.

[453] Tevbe: 9/103.

[454] Bakara: 2/197.

[455] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/293-294.

[456] Nisa: 4/103.

[457] Ahzap: 33/39.

[458] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/293-299.

[459] Bakara: 2/183.

[460] Mütefekûn aleyh.

[461] Bakara: 2/185.

[462] Kadir: 97/2,3.

[463] Bakara: 2/186.

[464] Al-i İmran: 3/692.

[465] Al-i İmran: 3/159.

[466] Fussilet: 41/34.

[467] Muttefekûn aleyh.

[468] Yunus: 10/58.

[469] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/301-306.

[470] Tevbe: 9/103.

[471] Şems: 91/9,10.

[472] Fecir: 89/20.

[473] Meâric: 70/19-21.

[474] Tekâsür: 102/1, 2.

[475] Humeze: 104/1-4.

[476] Ra'd: 13/26.

[477] Zuhruf: 43/32.

[478] Şura: 42/27.

[479] Rum: 30/39.

[480] Hucurat: 49/13.

[481] Yunus: 10/58.

[482] Bakara: 2/261.

[483] Bakara: 2/264.

[484] Bakara: 2/267.

[485] Ali İmran: 3/92.

[486] Tevbe: 9/104.

[487] Bakara: 2/245.

[488] Müminun: 23/61.

[489] Münafikun: 63/10, 11.

[490] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/307-314.

[491] Bakara: 2/197.

[492] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/315-317.

[493] Bakara: 2/197.

[494] Zuhruf: 43/13.

[495] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/317-319.

[496] Haşir: 59/21.

[497] Araf: 7/143.

[498] Zümer: 39/23.

[499] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/319-322.

[500] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/322-323.

[501] Müminûn: 23/52.

[502] Müslim.

[503] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/323-325.

[504] Hac: 22/36.

[505] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/325-326.

[506] Secde: 32/16, 17.

[507] Müzzemmil: 73/1-6.

[508] Furkan: 25/63,64.

[509] Furkan: 25/75.

[510] Zümer: 39/9.

[511] İnsan: 76/26.

[512] Tur: 52/48,49.

[513] İnsan: 76/39,40.

[514] Al-i İmran: 3/15-17.

[515] Zariyat: 51/15-18.

[516] Araf: 7/55,56.

[517] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir.

[518] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[519] Bu hadisi Müslim, Ebu davut ve Nesai rivayet etmişlerdir.

[520] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik ve diğer muhaddisler rivayet etmişlerdir.

[521] Ebu Davud bu hadisi sahih bir isnad'Ia rivayet etmiştir.

[522] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[523] Müttefekün Aleyh.

[524] Müttefekün Aleyh, Lazım Müslim'e aittir.

[525] Müttefekün aleyh, Lafız Müslim ve Buhari'ye aittir

[526] Al-i İmran: 3/126.

[527] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/327-333.

[528] Ahzab: 33/41,42.

[529] Ra'd: 13/28.

[530] Araf: 7/179.

[531] Bakara: 2/152.

[532] Müttefekün aleyh.

[533] Zariyat: 51/50.

[534] Ahzab: 33/41-43.

[535] Al-i İmran: 3/191.

[536] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[537] Ğafir: 40/60.

[538] Tirmizi rivayet emtiştir.

[539] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[540] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/335-341.

[541] Haşir: 59/7.

[542] Nur: 24/51.

[543] Nisa: 4/65.

[544] Ali İmran: 3/31, 32.

[545] Taha: 20/123,124.

[546] Bu hadis Ebû Davud'un Sünen'inde ve Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde geçmektedir.

[547] Ahzab: 33/21.

[548] Hicir: 15/9.

[549] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/343-348.

[550] En'am: 6/122.

[551] Enfal: 8/24.

[552] Tevbe: 9/128.

[553] Mülk: 67/14.

[554] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/348-350.

[555] Ahzab: 33/21.

[556] Al-i İmran: 3/31.

[557] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/350-351.

[558] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/351-352.

[559] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/352-354.

[560] Bakara: 2/216.

[561] Bakara: 2/183.

[562] Hacc: 22/40.

[563] Enfal: 8/60.

[564] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/355-357.

[565] Nisa: 4/74-77.

[566] Enfal: 8/15, 16.

[567] Tevbe: 9/38, 39.

[568] Bakara: 2/249-251.

[569] Al-i İmran: 3/173-175.

[570] Enfal: 8/45.

[571] Al-i İmran: 3/147, 148.

[572] Tevbe: 9/111.

[573] Tevbe: 9/112.

[574] Muhammed: 47/4-6.

[575] Ankebut: 29/6.

[576] Muhammed: 47/38.

[577] Tevbe: 9/24.

[578] Saff: 61/4.

[579] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/357-362.

[580] Tevbe: 9/81.

[581] Tevbe: 9/47.

[582] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[583] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/362-364.

[584] Bakara: 2/143.

[585] Bakara: 2/44.

[586] Saff: 61/2, 3.

[587] Al-i İmran: 3/159.

[588] Nahl: 16/125.

[589] En'am: 6/34.

[590] Kehf: 18/6.

[591] Maide: 5/99.

[592] Kasas: 28/56.

[593] Fussilet: 41/34,35.

[594] Bakara: 2/8282.

[595] İbrahim: 14/7.

[596] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/365-371.

[597] Al-i İmran: 3/103.

[598] Enfal: 8/63.

[599] Asır: 103/1-3.

[600] Hadisi Şerif.

[601] Bu hadisi Ebu Davut rivayet etmiştir.

[602] Nahl: 16/125.

[603] Maide: 5/2.

[604] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[605] Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.

[606] Hucurat: 49/9,10.

[607] Enfal: 8/46.

[608] İsra: 17/53.

[609] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/373-379.

[610] Asır: 103/1-3.

[611] Fetih: 48/29.

[612] Furkan: 25/70.

[613] Kasas: 28/67.

[614] Nisa: 4/124.

[615] Nur: 24/55.

[616] Al-i İmran: 3/173.

[617] Al-i İmran: 3/141.

[618] Meryem: 19/12.

[619] Zümer: 39/55.

[620] Ra'd: 13/11.

[621] Müminûn: 23/61.

[622] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/381-386.

[623] Fatır: 35/2.

[624] Araf: 7/201,202.

[625] Tevbe: 9/47.

[626] Hucurat: 49/6.

[627] Hucurat: 49/12.

[628] En'am: 6/35.

[629] Al-i İmran: 3/103.

[630] Enfal: 8/146.

[631] Tevbe: 9/38, 39.

[632] Ahzab: 33/22.

[633] Al-i İmran: 3/173.

[634] Maide: 5/55.

[635] Tevbe: 9/71.

[636] Ahzab: 33/23, 24.

[637] Mustafa Meşhur, İslam’a Davet Fıkhı, Hikmet Neşriyat: 2/387-394.