İSLÂM'DA EMEK VE SERMAYE İLİŞKİSİ 2

TANIM... 2

Üretimde Emek Ve Sermaye İkilisi 2

Emek Ve Sermaye İlişkisi : 2

Üretim Olayında   Sermayenin Yerî Ve Önemi 3

Üretim Olayında Emeğin Yeri Ve Önemi 4

Emek Ve Sermaye İlişkisinde    Emek Ve Sermayenin Hak Ve Mükellefiyetleri 5

a) Ücret Tesbîtinde Sistemi Serbest Pazarlık. 5

b) Serbest Pazarlık Sistemine Müdahale. 5

c) İşçî Ve İşveren Sendikaları Teşkili 6

d) İşçinin Mükellefiyeti 6

e) İşverenin Mükellefiyeti 7

f) Sosyal Güvenlik Tedbirleri Ve Giderl

 

ri 7

Müzakerecilerin Görüşleri : 8

a - Cemil Kıvanç'ın Görüşü : 8

b - İbrahim UraFın Görüşü : 8

c - İlhan Oksay'uı Görüşü : 8

d - Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü : 9

e - Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşleri: 9

Tebliğ Sahibinin Görüşlere Cevabî : 10


İSLÂM'DA EMEK VE SERMAYE İLİŞKİSİ

 

TANIM

 

Emek ve sermaye, üretimin iki önemli faktörüdür. Üretimin asıl faktörünün emek olduğunu kabul etmek gerekir. Zira insanoğlu üretimin ikinci ana faktörü olan tabiatı işlenmemiş olarak hazır bulmuş ve zaten bir kıy­met olan bu değerin üzerinde emeğini harcayarak ken­disi için kullanmaya daha elverişli bir hale getirmiştir. (Tabiatın insan için hazır bir değer olduğuna Hz. Adem ile Havva'nın Dünya'ya indirilişi sırasında Cenab-ı Hak tarafından «yeryüzünde sizin için bir vakte kadar yer­leşmek ve geçim kaynakları vardır”[1] Duyurulması delildir. İster kullanma değeri olsun ister mübadele de­ğeri olsun değer, kazanmış şeylerin insan .emeğinin tabii maddeler üzerinde harcanmasıyla vücuda geldiğine

“Biz Davud'a sizi harbin şiddetinden korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükrediyormusunuz” mealindeki ayet-i kerime[2] delalet etmektedir. “Harbin şiddetinden korumak için” ibaresiyle kullanma değeri­ne işaret edilmiştir. Ayrıca Hz. Davud'a saldırıya yö­nelik değil de savunmaya yönelik bir sanat öğretilmiş olması da başka bir değerlendirme konusudur. Bura­dan üretimin ana faktörlerinden birinin tabiat olduğu sonucuna varılır. “Hakikat insan için kendi çalıştığın­dan başkası yoktur” mealindeki ayet-i kerime[3] siyak ve sibakından her ne kadar mahşer günü hesabın gö­rüleceği anı anlatıyor görünüyorsa da bunun dünyevi mesaiye de şamil olduğunu İslâm'ın adalet prensibine dayanarak söylemek mümkündür. Bu ayet-i kerimeden de değer yaratan üretimin ikinci ana faktörünün emek olduğu sonucu çıkarılabilir.

Sermaye ise kişinin ya ziraat, sanat, ticaret gibi bizzat kendi mesaisinin mahsulünden tasarruf edip bi­riktirdiği ya da veraset, vasiyet ve hibe gibi seran ka­bul edilmiş usullerle iktisap ettiği mallardan ayırıp ye­niden kazanç ve üretim için kullandığı kısmın adıdır, islâm meşru kazanç ölçüleri dışına çıkmamak kaydıy­la sermayenin terakümünü, teraküm etmiş sermayenin kendi hacmi nisbetinde artmasını kabul etmiştir. Asıî olan sermayenin gayri meşru yollarla birikmiş olma­masıdır.

“Aranızda birbirinizin mallarını haksız se­beplerle' yemeyin” [4] mealindeki   ayetler bu hususu çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.) Bir ceza olmak üzere evvelce kendilerine helal edilmiş pak temiz şey­lerin yahudilere haram edilmesine onların yasaklanmış olduğu halde faiz yemeleri ve insanların mallarını haksız sebeplerle yemiş olmalarının sebep gösterilmesi de [5]haksız kazançların ne ölçüde ilâhî gazaba sebep teşkil ettiğini göstermektedir.[6]

 

Üretimde Emek Ve Sermaye İkilisi

 

Emek üretimin ana faktörüdür. Ama rasyonel üre­tim için sadece emeğin harcanması yetmez. Sermaye ile emek işbirliği ettiği takdirde kısa zamanda ve daha az emek sarfıyla daha fazla üretim sağlanabilmekte­dir. Esas itibariyle sermaye büyüdükçe o sermayenin sermayedar tarafından tek başına işletilmesi güçleşir. Sermayedar artık başkalarının emeğini kiralamak zo­runda kalır. “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki maişetlerini aralarında biz böldük. Bir kısmını da (mal bakımından) diğerle­rinin üstüne çıkardıkki bir kısmı da bir kısmını tutup mealindeki ayet-i kerime emek sermaye ikilisinin nasıl çözülmez bir bağ teşkil ettiğini ifade et­mektedir.[7] Ayrıca bu ayet-i kerimeden sermayenin yeni is alanları açılması yolunda kullanılmasının esas oldu­ğu sonucunu çıkarabiliriz. Zira ayet-i kerimede insanla­rın bir kısmına başkalarını çalıştırsın için fazla mal serildiği belirtilmektedir.

Bu ayet-i kerime ayrıca belli bir iş kolunda bir iş­gücü yoğunlaşması olmadıkça iş hayatında gelişmenin ve toplumsal kalkınmanın, kısaca medeniyetin gelişme gösteremeyeceğine de işaret etmektedirler. Bu ayet-i kerimenin tefsirinde hemen hemen bütün müfessirler fertlerin mâlî bakımdan birbirlerine muhtaç olmamala­rı halinde herkesin müstakil iş yapmayı tercih edece­ğini fertlerarası ilişkilerin zayıf olacağını dolayısıyla toplumda bir gelişme olmayacağını belirtmişlerdir. So­nuç olarak diyebiliriz ki emek ve sermaye ikilisi toplu­mun her yönüyle gelişmesinde önemli bir itici güç ro­lünü oynamaktadır. [8]

 

Emek Ve Sermaye İlişkisi:

 

Bir önceki başlık altında emek ve sermaye ikilisi­nin birbirini tamamlayan üretimin iki önemli faktörü olduğuna işaret etmiştik. Bu ikilinin birbiriyle ilişkisi hangi ölçülerle tanzim edilmiştir? İslâm ne marksist ekonomi anlayışında olduğu gibi emeği değer yaratan tek ekonomik amil olarak görmekte ne de kapitalist ekonomi anlayışında olduğu gibi emeği sermayenin in­safına terketmektedir. Sermayenin kendi kendine bir değer üretemeyeceğini herkes kabul eder. Fakat ser­mayesiz emeğin de tek başına verimli olmadığı tabiidir. Rocher'in meşhur balıkçı misalinde olduğu gibi gün­de eliyle üç balık avlayabilen bir balıkçı eğer günde bir balık artırabilirse üç günde bir gün boş kalabilir. Boş kaldığı günde bir balık ağı örerse artık daha az emek harcayarak günde otuz balık avlayabilir. Rasyonel üretimin emek ve sermaye ikilisi ile mümkün ola­bileceğini, üretimin öteki faktörlerinden sermayenin bulunmaması veya yeterli olmaması halinde emeğin tek başına bir değer üretemeyeceğini ya da [9]çok az bir değer üretebileceğini az önce mealini verdiğimiz ayet-i kerimeye ilâveten[10] “toprağı verimli olan güzel bir mem­leketin nebatı rabbinin izniyle çıkar. Fena ve verimsiz bir yerin nebatı ise çıkmaz. Çıkan da bir şeye yara­maz.” [11] mealindeki ayet-i kerime daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Yani eğer toprak verimli değilse ne kadar çok emek sarfedilirse edilsin sarfedilen emek nisbetinde verim elde edilemeyecektir. Yani emek ve­rimli bir sonuç alabilmek için sermayenin üretkenliği­ne muhtaçtır. O halde sermayenin üretilen değerde hiç­bir payı olmadığını söylemek mümkün değildir. Üreti­len değerde sermayenin de bir payı varsa üretim sü­reci içinde emekle sermayenin rolü ve önemi nedir? [12]

 

Üretim Olayında   Sermayenin Yerî Ve Önemi

 

“İnsanlardan bir kısmı bir kısmını tutup çalıştır­sın diye (mali yönden) bir kısmını bir kısmının üzerine çıkardık” mealindeki ayet-i kerimeden anlıyoruz ki sermayenin üretime koşulabilmesi için kiralanacak emeğe ihtiyaç vardır. Burada sermaye ile emek arasın­da bir dengeden söz etmek mümkündür. Ne sermayenin emeğe rüchaniyeti vardır ne de emeğin sermayeye bir üstünlüğü. Netekim Ebû Hayyân âyet-i kerimede ge­çen “suhriyyen” kelimesinin istihdam manasına geldi­ğini savunmakta ve emeğin sermaye karşısında değer­sizliğini ifade etmediğini belirtmektedir. Ayet-i kerime­de asıl anlatılmak istenen emekle sermayenin birbirini tamamladıkları, birbirlerine yardımcı olmaları gerek­tiği, hiç kimsenin tek başına bütün ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gerçeğidir.[13] Ayrıca az önce sözünü etti­ğimiz verimsiz toprağın verimli toprak gibi iyi ürün vermeyeceğine işaret eden ayet[14] de sermayenin önemi­ne biddelale işaret etmektedir.

Muhtelif ayetlerde deniz ürünlerinin avlanılması ve deniz ticareti için insanların gemiler yapmış olmala­rının Allah'ın bir fazlı olarak tavsif edilmesi [15] tabii kay­nakların ve ham maddelerin işlenmesinde sermayenin önemine bir işarettir diyebiliriz. Günümüz ekonomi bi­limleri gemiyi bir sermaye olarak kabul eder. Eğer in­sanoğlu bu sermayeden mahrum olursa denizin nimet­lerinden, denizaşırı ülkelerle ticaretten mahrum olacak­tır. Sermayenin fertlerin mülkiyetinde bulunması önem­li değildir. Hatta haklı bir sebep olmaksızın devletin özel sermayeye el koymasını Kur'an tasvip etmemiştir. Hz. Musa'nın kendisine ledünnî ilim verilmiş bir zat­la yaptığı yolculuk sırasında o zatın geminin ambarın­da bir yara açmasının sebebini sorduğunda Hz. Musa'­ya geminin fukara kimselere ait bulunduğu ve her sağ­lam gemiye zorla el koyan bir hükümdar sebebiyle ge­minin kusurlu hale getirildiği cevabını vermesi haklı bir sebep olmaksızın devletin özel mülkiyete dokunama­yacağını ifade etmektedir. [16] Bütün bunlardan çıkan so­nuç şudur. Üretim faktörleri içinde değer üreten yega­ne aktif faktör emektir. Ne var ki sermaye olmaksızın sırf emek faktörüyle rasyonel bir değer üretimi müm­kün değildir. Bunun içindir ki ayet-i kerimelerde insan­ların gemilere sahip oluşları ilâhî bir lütuf ve şükür sebebi olarak tavsif edilmektedir. Sermayenin mülki­yeti ister özel kişilere ait olsun ister devlet gibi içtimai tüzel kişilere ait bulunsun esas olan o sermaye sebe­biyle diğer fertlerin İş bulabilmesi veya işlerim kolay­ca halledebilmesidir. Eğer sermayeden diğer fertler şu veya bu şekilde istifade edebiliyorlarsa o sermaye fonksiyonunu icra ediyor demektir. Gemi misalini verdik­ten sonra ayet-i kerimelerin “olur ki şükredersiniz” [17]

“muhakkak ki Allah size çok merhametli bulunuyor” [18] mealindeki ifadelerle bağlanması sermayede asıl ola­nın mülkiyetin kime ait olduğundan ziyade başkaları­nın faydalanmasına açık olup olmadığı hususu olduğu­na işaret etmektedir. Aynı hakikatladır ki gayri meşru kazanılan ve muhtaç kimselere infak edilmeyen nakdî sermaye Kur'an'da tasvip edilmemiştir. [19] Abdullah İbni Mes'ud'un

 “Allah biliyor ki içinizden bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için yeryüzünde yol tepecek­ler” mealindeki ayet-i kerimeyi[20] tefsir ederken meşru ölçüler içinde kazandığı bir malı kendi menfaatini gö­zetmekle birlikte halkın da menfaatine uygun gelecek biçimde tasarruf eden sermayedarı övdüğü ve “bir kimse müslümanların oturdukları şehirlerden birine sa­bırla ticari mal getirir de aza kanaat ederek günün ra­yicinden satarsa Allah katında şehitler derecesine ula­şır”[21]dediği rivayet edilmektedir.

Sermayenin emek karşısında bir rüchaniyeti yoktur. Burada mücerret sermayeden ve mücerret emekten bahsediyoruz. Sermayedarla emeğini kiralayan kişiler arasında bir mukayese yapmıyoruz. Hz. Peygamber zamanında emekle sermaye arasında bir tercih yapıl­madığını görüyoruz. Kaynaklardan Abbas b. Abdülmuttalib'in bazı kimselere sermaye verdiğini ve elde edile­cek kâra bu sermayeyi işleten kimselerle, ortak olma­sını Hz. Peygamber'in menetmediğini öğreniyoruz. [22] Ke­za yetimlere ait sermayelerin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer devrinde kâra ortaklık esasına göre işletildiği rivayet edilmektedir. Bu sistem “mudârebe” adı ile İsticaret hukukunun Önemli bir müessesesi olarak sonraki dönemlerde detaylı olarak işlenmiş ve uygulan­mıştır. Bu müessesenin prensiplerine göre sermayedar­la emeğini arzeden kimse kâr ve zarara ne Ölçüde or­tak olacaklarını serbestçe kararlaştırabilirler. Bu hu­kuki işlemin altında ne sermayenin emek üzerinde ne de emeğin sermaye üzerinde hukuken bir rüchaniyeti bulunmadığı mantığı yatmaktadır. Fakat burada hemen emeğin mücerret bir emek kavramı olduğuna işaret etmek gerekir. Yoksa bir sermayenin işletilmesinde emek gücünü ortaya koyan her bir işçinin, sermaye sa­hibinin kâr payı kadar pay alacağı sonucu çıkarılma­malıdır. Hatta Kur'an-ı Kerim'e göre başarılı bir iş ada­mının eğer meşru yollarla kazanıyor ve kazancından fukaranın faydalanmasını sağlıyorsa bu konuda başarı­lı olmayan kimseyle bir tutulamayacağı sonucu da çı­karılabilir.Zira Kur'an-ı Kerim'de mealen “Allah şu­nu temsil buyurdu. Hiç tasarrufa gücü yetmeyen halis bir köle bir de tarafımızdan güzel bir rızık verilip de ondan gizli ve aşikar harcayan kimse.. Hiç bunlar mü­savi olur mu?” buyurulmaktadır.[23]

Her ne kadar ayetin ibaresinde infaktan yani harcamadan bahsediliyorsa da bu harcamayı sırf zekat ve sadaka manasında an­lamamak gerektiği kanaatindeyim. Meşru kazancından biriktirdiği sermayenin zekatını vermesi ve bir mikta­rını tasadduk ederek muhtaçlara yardım etmesi yanın­da emeğinden başka arzedecek bir şeyi bulunmayan fakir kimselere iş imkânı hazırlamasının o sermayeda­rın fukaraya arzedeceği önemli hizmetlerden biri ola­rak tasvip göreceği ayetin esprisine uygundur diyebi­liriz. [24]

 

Üretim Olayında Emeğin Yeri Ve Önemi

 

Üretimin önemli araçlarından biri de emektir. Ser­mayenin üretime koşulabilmesi için emeğe ihtiyaç bulunduğunu, emekle sermayenin birbirlerini tamamlayan iki Önemli üretim aracı olduğu sonucunu Kur'an-ı Kerim'den çıkarabiliyoruz. Marksist ekonomi anlayışında değer yaratan tek amil emektir. Sermaye ise birikmiş emekten başka bir şey değildir. Her konuda olduğu gi­bi bu konuda da îslâm aşırılığa kaçmamıştır. Bir önce­ki başlık altında belirttiğimiz gibi sermaye de emek kadar değerlidir. Üretilen değerler üzerinde emek ka­dar önemli bir fonksiyona sahiptir. Hz. Peygamber za­manında ve sahabe tatbikatında görülen mudârabe akitlerinde emek ve sermayeyi temsil eden tarafların ken­di kıymetleri üzerinde serbestçe anlaşmalarının tasvip görmesi bizi bu sonuca götürmektedir.

Üretimin aktif faktörü olarak emeğe de hak ettiği değer verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de “muhakkak insan için kendi çalıştığından başkası yoktur” mealindeki ayet-i kerime insan ancak emeğinin karşılığına müsta­haktır hakikatini bil ibare dile getirmektedir ki gayri meşru yollarla başkalarının emek mahsulünü ele geçir­menin menedildiğini ifade eder. “Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin”[25]

ayetleriyle bir bütünlük teşkil etmektedir. İnsan ancak Allah ta­rafından yaratılmış tabii zenginliklere veya kendi eme­ğiyle kazandığı şeylere sahip olabilir. Kur'an'da Al­lah tarafından yeryüzünde hurmalıklar, üzüm bağları ve çeşitli bahçeler halkedilmiş olduğundan bahisle bü­tün bunların yaratılış sebepleri “(bütün bunların) mah­sulünden ve kendi ellerinin yetiştirdiklerinden yesinler diye”[26] şeklinde ifade edilmektedir. Buradan insan an­cak ya kendi emeğinin mahsulüne sahip olabilir veya tabiatta sahipsiz olarak bulduğu tabii zenginliklere el koyabilir sonucu çıkarılabilir. Daha önce başkalarının hukukunun taalluk ettiği mallara el koymak mümkün değildir. Ancak alım-satım, İcare, hibe, vasiyet veya ve­raset gibi seran kabul edilmiş usullerle başkalarına ait mallar iktisap edilebilir. Kur'an-ı Kerim'de herke­sin emek harcayarak kendi rızkını araması tavsiye edil­miştir.

“Gündüzü (eşyayı) gösterici kıldık ki Rabbinizden bir lütuf arayasınız”[27]

 “Rabbiniz O'dur ki fazlından nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürü­tüyor”[28]

 “Allah biliyor ki., aranızdan bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için yeryüzünde yol tepecek­ler”[29]

 “Sonra namaz kılınınca yeryüzüne dağılm da Al­lah'ın fazlından rızık arayın”[30] mealindeki ayet-i kerime­ler bu tavsiyenin değişik ifadeleridir. [31]

Muhtelif hadislerde, sahabe kavlinde ve tatbikatın­da geçimini kişinin kendi emeğiyle sağlaması da tavsi­ye edilmiştir. Hz. Peygamber (S.A) bütün peygamber­lerin çobanlık yaptığını kendisinin de Mekke'lilerin koyunlarını güttüğünü beyan etmiştir. [32] Keza Hz. Peygam­ber muhtelif vesilelerle herkesin kendi kazancıyla geçinmesini tavsiye etmiştir. İşlenmemiş tabii değerleri işleyerek ona değer kazandıran herkes emeğinin kar­şılığı olarak ona sahip olur. Verimsiz ve sahipsiz ara­ziyi işler hale getirmenin bir mülkiyet sebebi olduğu­nu Hz. Peygamber'in (S.A) hadislerinden öğreniyoruz. [33] İbni Ömer'in “ölümün bana geleceği haller içinde Al­lah yolunda cihattan sonra en sevgili hal bir dağın iki şubesi arasında Allah'ın fazlını ümit ederek çalışmakta olduğum bir sırada gelmesidir”[34] temennisinde bulundu­ğu rivayet edilir.] [35]

 

Emek Ve Sermaye İlişkisinde    Emek Ve Sermayenin Hak Ve Mükellefiyetleri

 

Emek ve sermaye ilişkisinin rasyonel üretim için gerekli olduğundan söz etmiştik.

“Ey iman edenler ka zandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız şeyle­rin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın” mealindeki ayet-i kerimeden anlıyoruz [36]ki sermayenin iki kaynağı vardır. Biri emek diğeri arz ve müştemilatı­dır. Emek olmazsa sermayenin birikmesi mümkün de­ğildir. Eğer sermayedar bir emeği kiralamışa kendi gelişmesini borçlu olduğu emeğe hakkı olan değeri vermeli ve ücretini eksiksiz ödemelidir. Hz. Peygamber'in “üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü ben bun­ların hasmı olacağım.. Bu üç sınıf insandan biri de üc­retle bir kişi tutup o kimse de işini bitirdikten sonra ona ücretini ödemeyendir”[37] buyurduğu rivayet edilir. [38]

 

a) Ücret Tesbîtinde Sistemi Serbest Pazarlık

 

Esas itibariyle işçi ile işveren ücret miktarını ser­best pazarlık sistemine göre tesbit ederler. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa ile Medyenli ihtiyar arasında sekiz, veya on yıllık bir hizmet anlaşması yapıldığı hikâye edilmektedir. [39] Keza Hz. Yûsuf'un Mısır hükümdarına

 “beni Mısır'ın hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben emaneti iyi korurum ve ne yapılması gerektiğini bili­rim” dediğini Kur'an hikâye etmektedir. [40] Hükümdar bu isteği kabul etmiş ve Hz. Yûsuf verdiği hizmet karşılı­ğında Mısır'da kudret ve şeref sahibi olmuştur. Keza zekat toplayan memurların toplanan zekat gelirlerin­den hizmetlerine mukabil ücret alacakları Kur'an'da zikredilmektedir. Yapacakları hizmetin meşruluğu bir tarafa Hz. Musa ile olan karşılaşmalarında eğer galip gelirlerse ne gibi bir ücret alacakları hususunda sihir­bazların Firavn'la mukavele yaptıklarını Kur'an-ı Ke­rim hikâye etmektedir.[41] [42]

 

b) Serbest Pazarlık Sistemine Müdaha­le

 

Ücretlerin tesbitinde pazarlık sistemi esas ise de pazarlığa oturan taraflardan birinin muztar bulunma­sından yani zayıf ve zor durumda kalmış olmasından faydalanarak tarafların bu durumu istismar konusu et­memeleri takva gereğidir ve İslâm'ın ahlâk prensip­leri icabıdır. Hz. Peygamber'in zor durumda bulunan kimselerin bu durumlarından İstifadeyle mukavele ak­dine zorlanmalarını menettiği rivayet edilmektedir. [43] Buna göre işveren eğer işçi karşısında pazarlık bakı­mından daha güçlü durumda bulunuyorsa bu durumdan istifadeyle işçiyi düşük ücretle çalıştırmaya kalkışma­malıdır. Bu İslâm'ın hak ve adalet anlayışına aykırı­dır. Ancak bu prensibi sadece ahlâki bir müeyyide ile yürütebilmenin imkânsızlığı kabul edilmelidir. Bu du­rumda hele işçi ve işveren İlişkilerinde düzen ve ahen­gin sadece taraflar açısından değil bir milletin maddi refahı ve dahili huzuru bakımından önem kazandığı gü­nümüz şartlarında bu tür istismarların önüne geçebile­cek tedbirlere başvurulabilir. Hatta bu tedbirler zorla­yıcı olabilir. Haksızlığa uğradığını iddia eden tarafın başvurabileceği bağımsız hakem kurulları teşkil edile­bilir. Tarafların hakem kurulunun vereceği kararı ka­bul etmeleri zaruridir. Uymak istemeyen tarafa zorla­yıcı müeyyideler uygulanabilir.

 “Ey iman edenler! Al­lah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecile­re de itaat edin. Sonra bir şey hakkında çekişdinizmî hemen onu Allah'a ve Resulüne arzediniz. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız.. Bu müracat hem hayırlı hem de netice bakımından   daha güzeldir” mealindeki ayet-i kerime bunu amirdir.[44]

İşçi ile işveren arasında uyuşmazlığın sürüp gitme­sinden veya taraflardan birinin diğerini istismar etme­ye kalkışmasından uzun vadede her iki taraf zarar gö­recektir. Nitekim şimdiye kadar böyle olduğu görül­müştür. Hatta çalışma barışının bozulmasından sadece tarafların değil aynı zamanda toplumun da zarar gör­düğü anlaşılmıştır. Sanayileşme devriminden sonra iş­çi işveren münasebetlerinin toplumun bütün kesimleri­ni etkilemeye başladığı günümüz şartlarında bu tür an­laşmazlıklara toplum adına devletin müdahale etmek hakkı doğar. Ancak biraz önce de ifade ettiğimiz gibi devletin bu tür anlaşmazlıklara hak ve adalet prensip­leri çerçevesinde çözüm bulabilmek için bu işi tarafsız hakem kurullarına bırakması daha uygun olur. Kurul üyelerinin seçiminde uyulacak prensipler ise işin tek­nik yönüdür. Hakem kurulu üyelerini işçi ve işveren temsilcilerinin seçmesinin daha uygun olacağı düşünü­lebilir. Zira karı-koca anlaşmazlıklarında arabulucu olarak bir hakemin kadın tarafından bir hakemin de er­kek tarafından seçilmesi gerektiği bilinmektedir

“eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin ailesinden bir hakem de kadının aile­sinden kendilerine gönderin. Bu mutavassıt hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse Allah karı-koca ara­sındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir. Her şeyin aslından haberdardır” mealindeki ayet-i kerime açıkça ifade etmektedir. [45] Buna göre anlaşmazlıkların çözümünde tarafları temsil eden hakemlerin önceden taraflarca seçilmesi ve verecekle­ri karara bağlı kalınması prensiptir. Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e insanlar arasında adaletle hüküm ver­mesi için indirilmiş olduğu muhtelif ayet-i kerimelerde ifade edilmektedir. [46]

Hz.  Peygamber'e “eğer   hüküm verirsen aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever” mealinde hitap eden ayet de[47] müslim ve gayri müslim ayırımı yapılmaksızın uyuş­mazlıkların adaletle çözülmesi gerektiğini açıklıkla ifa­de etmektedir.

Adaletle verilmiş kararlara uymak prensiptir de­dik. Zira adaletle verilmiş olan kararlara itaat etme­nin müminlerin şiarı bulunduğunu Kur'an-ı Kerim

“mü­minler aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabı­na ve Peygamberine çağırıldıkları vakit onlar ancak dinledik ve itaat ettik derler. İşte bunlar kurtuluşa ere­cek olanlardır”[48] mealindeki ayet-i kerime çok açık bir ifadeyle belirtmektedir. Kısa vadeli menfaatlarına ka­pılarak adaletle verilmiş olan hükümlere itaat etmek istememenin bir nifak, belirtisi olduğunu da

“aralarında hüküm vermek için o münafıklar Allah'ın kitabına ve peygamberine çağırıldıkları vakit bir de bakarsın ki onlardan bir fırka yüz çeviriyor”[49] mealindeki ayet de aynı vuzuhla belirtmektedir. [50]

 

c) İşçî Ve İşveren Sendikaları Teşkili

 

Avrupa'da XIX. yüzyıl başlarından itibaren sana­yileşme devrimi ile birlikte küçük zanaat erbabı büyük sanayi tesisleriyle rekabet edemediklerinden işlerini kaybetmiş ve bu yeni ekonomik modelin içinde işsiz ka­lan milyonlarca insan büyük sanayici işverenler karşı­sında savunmasız kalmıştır. Bu kalabalıkların emeği­nin sanayici büyük işverenler tarafından boğaz toklu­ğuna sömürülmesi ardı arkası kesilmeyen sosyal çal­kantılara ve hatta mülkiyet hakkını büsbütün redde­den müfrit ekonomik modellerin ortaya çıkmasına se­bep olmuştur. İşçilerin ve işverenin sendikalaşması bu çalkantılar içinde bir denge arayışının sonucudur.

Adı ne olursa olsun işçilerin ve işverenin ayrı kuruluşlarca temsil edilmeleri İslâmî prensiplere aykırı değildir. İslâm dünyasında çok eskiden beri esnaf te­şekkülleri var  olagelmiştir. Ancak günümüz sendika­larının hali hazır fonksiyonları, hak ve yetkilerinin İslâmî hak ve adalet prensiplerine uygunluğu tartışılabi­lir. İşçilerle işveren arasında bir uyuşmazlık söz konu­su olduğu takdirde işçinin işyerini kapatması ve çalış­mayı zoraki tatil etmesi kabul edilemez. Her toplu söz­leşme bitimine doğru işçi ve işveren temsilcilerinin toplanarak   yeni bir anlaşmaya    varmaları beklenir. Eğer anlaşma sağlanamamışsa hakem kurulunun günün şartlarını, o iş kolunun ve işyerinin imkânlarını dikka­te alarak vereceği karara tarafların uymaları gerekir. Uymak istemeyen tarafa hem adaletle verilmiş hükmün uygulanması adına hem de toplumun hukukunun korun­ması adına zorlayıcı müeyyideler uygulanabilir. Fa­kat şunu da hemen belirtmekte fayda vardır. Hak ve adalet duygularını kaybetmiş ve haksız da olsa sadece kendi şahsi ve maddi menfaatini düşünür hale gelmiş. bir toplumda hangi sistemi getirirseniz getiriniz çalış­ma barışını sağlamak mümkün olmaz. Eğer işçi işve­reni emeğini sömüren bir hırsız, işveren de işçiyi ma­lına göz dikmiş kıskanç bir mütecaviz gözüyle görüyor­sa böyle taraflar arasında çalışma barışını hiçbir sis­temle sağlamak mümkün olmaz.Onun içindir ki İs­lâm'ın objektif prensiplerini, onun iman ve ahlâk prensipleriyle birlikte değerlendirmek gerekir. Adaletle ve­rilmiş olan kararlara ancak müminlerin kolaylıkla itaat edeceğini, içinde nifak hastalığı taşıyanların ise yüz çevireceğini beyan eden ayetler bu gerçeği ifade  etmektedirler. [51]

 

d) İşçinin Mükellefiyeti

 

İşçinin kendi kapasitesine göre elinden geldiği nisbette dürüst olarak çalışması görevidir. İnançlı bir müslüman işçi, emeğini kiralayabileceği bir işyeri bul­muş olmasını ilâhî bir Iutuf olarak kabul etmelidir. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyor­sun, hem Allah'ın fazlından nasip arayasınız diye, hemde olur ki şükredersiniz”[52] mealindeki ayet-i kerime ge­niş üretim ve iş imkânlarına kavuşmuş olmakla hem işverenin hem işçinin şükretmesi gerektiğini ifade edi­yor. Üzerine aldığı işi dürüstlükle ifa etmek işyerine ait malları korumak şükrün bir diğer ifadesidir. İşe ihanet etmek hem taraflar bakımından hem de buna taraf olmayan kimseler bakımından zararlara yol açar. “Ey müminler!., bile bile aranızdaki emanetlere de ha­inlik etmeyin[53] mealindeki ayet ile, müminlerin vasıf­larını sayarken “onlar ki emanetlerine ve sözleşmele­rine riayet ederler”[54] mealindeki ayet-i kerimeler dürüst çalışma zaruretini genel bir ifade ile açıklamaktadır­lar, İslâm hukukçuları, işçinin kendi kusurundan ve ih­malinden doğan zararları tazmin etmesi gerektiği so­nucuna varmışlardır. [55]

 

e) İşverenin Mükellefiyeti

 

İşçinin emanete riayet ederek dürüst çalışmasına mukabil işveren de kiraladığı emeğin hakkını teslim et­mek zorundadır. Emeğini kiralaması karşılığında işçi­nin ne gibi talepleri olabileceğini Hz. Peygamber (S.A) şu şekilde ifade buyurmuşlardır.

 “Her kim bizim işle­rimize tayin edilirse evli değilse evlensin, evi yoksa bir ev, bineği yoksa bir binek, hizmetçisi yoksa bir hizmet­çi edinsin. Kim bundan fazla bir şey edinirse kıyamet günü Allah'ın huzuruna hırsız ya da azgın sıfatıyla çıkarılır. [56]

Her ne kadar bu hadis-i şerifte kamu sek­töründe çalışan memurlar İstihdaf edilmişse de ister kamu hizmetinde çalışan bir memur ister özel sektör­de bir işçi olsun imkân ölçüsünde ev ve vasıta edinebi­lecek ve hizmetçi tutabilecek seviyede Ücret talep ede­bilecektir. Fıkıh kitaplarında bu ihtiyaçlar havaic-i asliyye sınıfından kabul edilmiştir. Ancak bunun da hak ve adalet ölçüleri içinde imkânın elverdiği nisbette ta­lep edilebileceğini belirtmek gerekir.

Ne işçi ne işveren gücünün yeteceğinden fazlasıyla mükellef tutulabilir. Kur'an-ı Kerim'de “biz herkese gücünün yettiğini teklif ederiz”;[57]

“Allah bir kimseyi an­cak ona verdiğiyle mükellef tutar[58] buyurulması her şeyin imkânlar ölçüsünde olabileceğini ifade etmekte­dir. Buna göre bir işçi gücünün üzerinde ve sıhhatini bozacak biçimde gayri sıhhi ve ağır iş şartlarında çalıştırlamaz. Buna mukabil işçi de işverenin imkânlarım aşan ücret talebinde bulunamaz. Fakat ideal olan bir işyerinin hiç değilse işçiye bir lojman temin etmesi, ev­lenebilmesini ve bir vasıta alabilmesini sağlayabilmesidir.

İşin mahiyetine ve işçinin kalitesine göre ücretlerin de farklılıklar göstermesi tabiidir. Ağır iş yapanlar ve kalifiye işçiler elbette daha fazla ücrete hak kazanacak­lardır. Medyenli ihtiyarın kızlarından birinin Hz. Mu­sa hakkında babasına

 “babacığım! O'nu ücretle tut. Çünkü tutacağın ücretlilerin en hayırlısı O'dur. O gü­venilir güçlü adamdır”[59] demesini Kur'an-ı Kerim'in nakletmiş olmasını ve yine Kur'an-ı Kerim'de Mısır hü­kümdarına Hz. Yusuf'un

 “ben emaneti iyi korurum ve ne yapılması gerektiğini bilirim”[60] demek suretiyle ha­zine işlerinin başına getirilebilecek en liyakatli kişi ol­duğunu belirtmesinin hikâye edilmesini dikkate alır­sak bir işe o işin ehlinin getirilmesi hem çalışan hem çalıştıran açısından fayda sağlar sonucunu çıkarabili­riz. Tabii ehil işçi de yaptığı işe göre ücret alacaktır. Netekim Hz. Yûsuf ifa ettiği hizmet karşılığında Mı­sır'da Önemli bir mevki elde etmiştir. Ebû Saîd el Hudrî (R.A)nin rivayetine göre Hz. Peygamber (S.A) Ebû Saîd'in de içinde bulunduğu otuz kişilik bir keşif kolu­nu görevlendirmiştir.Keşif kolu bir bedevi kampına uğramış fakat bedevilerce misafir edilmemişlerdir. Bu sırada kabile reisini akrep sokmuş ve kabile halkından birkaç kişi gelerek içlerinden akrep zehirini çıkarma usulünü bilen olup olmadığını sormuşlar Ebû Saîd bil­diğini söylemiş fakat karşılığında ücret olarak bir ko­yun istemiş gelen temsilciler otuz koyun vermeyi vadetmişlerdir. Neticede reis şifa bulduktan sonra otuz koyunu almışlar bilahare durumu Hz. Peygamber'e (S.A) arzetmişler Resûlullah (S.A) de bu ücreti hak etmiş olduklarını ifade buyurmuşlardır.[61]

Ayrıca bir işçi o işte maharet kazabilmek için har­cadığı birikmiş emeğinin ücretini talep edebilir. Yapı­lan işin önemine göre de bir ücret takdir edilir. Yani ücretin tayininde bir tek kriter koymak mümkün de­ğildir. Bir işi, o işi en iyi biçimde yapabilecek kimse­lerin kiralanması aynı zamanda rasyonel verim için de şarttır. Hz. Ömer'in (R.A) Sevad arazisini eskiden beri çiftçilikle uğraşan ve bu işte maharet kazanmış bulu­nan eski sahiplerinin elinde kalmasını istemesinin ve­rim düşüklüğüne sebep olmaksızın devletin haraç ge­lirlerini maksimum ölçülerde tutmak gayesine matuf olduğunu da düşünebiliriz. “Allah size emanetleri eh­line vermenizi., emreder”[62] mealindeki ayet-i kerime'yi bu mevkide dahi delil olarak kabul edebiliriz kanaatin­deyim. [63]

 

f) Sosyal Güvenlik Tedbirleri Ve Gider­leri

 

Bir iş için kiralanan işçinin o iş sebebiyle giriftar' olacağı her türlü masraf işveren tarafından karşılanır. Sözgelimi özel bir iş kıyafeti gerektiren, özel bir gıda rejimi ve Özel surette temizlik masrafı gerektiren iş kollarında bu iş için gerekli olan bütün malzemeler iş­veren tarafından temin edilir ve masrafları işveren tarafından karşılanır. İş sebebiyle işçinin katlanmak zorunda kalacağı sağlık giderlerinin de işveren tarafın­dan karşılanması gerektiğini fukaha mudârabe bahsin­de ifade etmişlerdü[64] İşin gerektirdiği ekstra giderle­rin sözgelimi işyerine uzak meskenlerde oturmak zo­runda bulunan işçilerin işyerine taşınması gibi masraf­ların işveren tarafından karşılanması işin mantığı ica­bıdır. Ancak bu konuda iş çevrelerinde yerleşmiş bulu­nan örfe de itibar edilebileceğini kabul etmek gerekir. Bugün sözü edilen her türlü sosyal güvenlik gider­leri ise esasen tek başına sermaye sahibinin görevi şü­mulüne girmezse de bunun için teşkil edilecek kuruluş ve fonlara yapacağı katkılar anlaşmalarla tesbit olu­nur. Hz. Peygamber'in buyurduğu üzere “bir müslüman kabul ettiği şartlarla bağlıdır.” [65] Sağlık giderleri­ne işverenin iştiraki anlaşmalar çerçevesinde mümkün­dür. Tabi ki işçiler kendi aralarında bu maksatla sos­yal sigorta kuruluşları vücuda getirebilirler. Keza iş­verenin işçiye yemek verme mecburiyeti yoksa da iş­yerinde işçilere toplu yemek vermek gibi tessüs etmiş Örfe uyma mecburiyeti vardır. [66] Bu tip giderlere işveren­le işçilerin belli bir nisbette iştirak etmeleri “müslümanlar kabul ettikleri şartlarla bağlıdırlar” hadisi mu­cibince yapılacak anlaşmalarla sağlanır. [67]

 

Müzakerecilerin Görüşleri :

 

a - Cemil Kıvanç'ın Görüşü :

 

Sayfa 346 de bir hadis-i şerif zikrediliyor:

“İşini bi­tirdikten sonra işçiye ücretini Ödemeyen kimse Hz. Peygambere hasmıdır.” Bu hadis-i şerifi başka tebliğci arkadaşlarımda vermişlerdir. Burada, benim dikkat çekmek istediğim husus şudur. Acaba, modern ekono­mik şartlarda söz konusu ücretin iş bitiminde hemen ödenmesi mi? Yoksa miktarı mı? diye düşünmek gerektiğini sanıyorum. Çünkü, bir işçiye asgarî ücretin de altında, en az geçim seviyesine de ulaşmayan, ancak varlığını devam ettirici bir geçim sağlayacak kadar bir ücret vermek midir? Bu maalesef, toplumumuzda çok yaygın bir uygulamadır. Bak, teri kurumadan üc­retini veriyorum, hemen veriyorum. Ama ne veriyo­rum? Bu bakımdan, günümüz şartlarında bu hadis-i şe­rifi yeniden değerlendirmek ve yeniden yorumlamak gerekmez mi? diye düşünüyorum. Zira, günümüz şart­larında işçi ile işveren arasında en çok kapışılan ko­nu budur. Ödeme imkânı var, verimlilik var, kârlılık var, hatta genel maliyetler içinde işçi maliyetlerinin oranı % 12-15 ama, enflâsyonu artırır gerekçesiyle iş­çiye ödenen miktar asgarî ücrettir. Dolayısıyla soru yine aynı. Acaba hemen ödenmek mi? Yoksa miktarı­mı önemli?

Yine, Doç. Dr. Hamza Aktan'ın tebliğinde İslâm'da grev mes'elesi var. Diğer tebliğlerden de anladığımıza göre İslâm'da grev doğru bulunmuyor. Bunun çözümü hakem hey'etidir deniliyor.

Ben burada, üzerine basarak şunu ifade etmek is­tiyorum. Sosyal siyasette, grevde, İşçi-İşveren müna­sebetlerinde önemli olan grev tehdididir. Grev konusu bizde yozlaşmıştır. Günlerce, aylarca ve birkaç sene devam eden grevlere rastlanmıştır. Bu konu, böyle yozlaştırıldığı gibi değildir. Mühim olan grev hakkını bir tehdid olarak kullanmaktır. Üç-beş gün devam eder veya hiç etmez. Anlaşamassak, hakkımı vermessen greve giderim tehdidi işveren için daima bir sorumlu­luk vesilesidir ve işçinin pazarlık gücünü artıran bir si­lâhtır. İşveren bu tehdid karşısında bir hesap yapmak zorunda kalacaktır. Greve gidilirse kârım ne olur, za­rarım ne olur? O halde, bu kapıyı aralamak gerekmi­yor mu? [68]

 

b - İbrahim Uralın Görüşü :

 

1-  (Sh: 337) Üretim faktörleri sadece emek ve ser­maye olarak gösteriliyor. Halbuki, asıl unsur; tabiat kaynakları (yani ham madde) üretimin temel elemanı­dır.

2 - (Sh: 351) Asgarî hayat şartları konusu ile ilgili bir tabir olan (Haceti asliyye) bahsine temas edilmiş, fakat bu konuda geniş izah yapılmamıştır.

3  - (Sh: 340) Sermaye'nin önemi işlenirken, Kur'-an-ı Kerim'de (Re'su'1-Mâl) tabirinin   geçmiş olmasına temas edilmeli ve bazı tefsirlerden bununla ilgili nakil­ler yapılmalıydı. [69]

 

c - İlhan Oksay'ın Görüşü :

 

Dr. Aktan'ın tebliğinde dikkatimi çeken ilk husus, konuların bir sebep-netice, bir gîriş-gelişme ve sonuç şeklinde yer almadığıdır. Tanımlar verildikten sonra, üç ana konu altında rahatlıkla toplanabilecek olan bu inceleme, gördüğümüz gibi çok fazla bölümlere ayrıla­rak konunun dağılmasına sebep olmuştur.

İkinci husus, tebliğ sahibinin çalışma alanı olması dolayısıyla olacak, konu sadece İslâmî açıdan ele alın­mış ve iktisadî yaklaşımlara pek yer verilmemiştir. Ancak, konu, diğer dinlerin görüşleride ortaya döküle­rek, karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilebilseydi da­ha faydalı olurdu diye düşünüyorum.

Tebliğin daha ilk satırlarında, benim kafamı kurca­layan birtakım kavram karışıklıkları var. Meselâ, emek ve   sermaye'nin,   üretimin iki  önemli  faktörü  olduğu belirtildiği halde, sonraki     cümlede tabiatın üretimin ikinci ana faktörü olduğu zikredilmektedir. Acaba bu­rada, üç aslî üretim faktörü olduğumu söylenmek iste­niyor, yoksa emek ve sermaye tek faktör olarak düşü­nülüp, ikinci faktör tabiatımı kabul edilmektedir? Bu­rası pek açıklık kazanmamıştır.İlk paragrafın son cümlesinde: “Değer yaratan üretimin ikinci ana faktö­rünün emek olduğu sonucu çıkarılabilir,” şeklinde bir yorum bulunmaktadır. Burada emek faktörü ikinci ola­rak kabul edildiğine göre, birincisi sermayemidir, tabiatmıdır? Hangisinin olduğu okuyucu tarafından pek an­laşılamamaktadır.

Diğer bir husus. İslâm'ın emek ve sermayeyi birbirine üstün tutmadığı vurgulanmakta ve âyet-i kerîme­lerle açıklanmaya çalışılmaktadır.

Bana göre, bunun yanında, emek-sermaye ilişkisi­nin Kur'an'da ne şekilde düzenlendiği, diğer dinlerin mes'eleye yaklaşımının ne olduğu, günümüzde emek-sermaye ilişkisinin yozlaşma, sınıflaşma ve hatta çatış­malara yol "açmasının sebepleri üzerinde durulabilir ve İslâm ülkelerinde böyle çatışmaların niçin olamayaca­ğı kaydedilebilirdi. Belki, böyle bir kayda ve açıklama­ya gerek yok, bu îzah yeterlidir de denilebilir. Bu da bir görüştür. Ancak, tebliğci zaten sistem dışına çık­mıştır. Bazen, Marksist sistemde, “emek, tek değer ya­ratan faktör” denmiştir. Hemen arkasından, batının kapitalist üretim yöntemleri, modellerinde de “emek, sermayenin insafına terkedilmiştir” görüşüne yer veril­miştir.

O halde, konu İslâmî bir yaklaşımlamı ele alınıyor? Yoksa sistemler arasında bir mukayesemi yapılıyor? Şahsen ben bunu pek anlayamadım. Eğer, sistemler arasında bir mukayese ile konu anlatılacaksa, bu, ko­nunun bütün yönleri incelenerek tam bir metotla ortaya dökülmesi lâzımdır, demek istiyorum.

Bîr başka husus, sermayenin üretimdeki önemi İle ilgilidir. İslâm'ın sermayeye karşı olmadığı ve hatta bazı insanların sermaye sahibi olmasına Allah tarafın­dan izin verildiği, ancak, sermaye sahibinin de İstih­dam yoluyla başkalarını yararlandırması gerektiği vur­gulanmaktadır. Bunun yanında, haklı bir neden olma­dıkça, devletin özel mülkiyete ve sermayeye dokunma­sını Kur'an'm tasvip etmediği belirtilmektedir.

Buradaki haklı nedenler tamamıyle kapalıdır. Ben şahsen, bir okuyucu olarak bu haklı nedenlerin neler ol­duğunu merak ediyorum. Acaba, devlet-mülkiyet, ser­maye ilişkisi konusu, İslâmî açıdan devlet ile fert ara­sında ne şekilde düzenlenmiştir? Devletin bu konudaki müdahale sınırları nerede başlamakta ve nerede bit­mektedir.? Bu konular açıklık beklemektedir. İçerik tam anlamıyla verilmemiş, konu satırbaşı geçilmiştir.

Bir başka konu da, emekle-sermaye ilişkisindeki karşılıklı hak ve sorumluluklarla ilgilidir.

Burada, hakem ile hakem kurulu üyelerinin seçi­minde Kur'an'a uyuluyormu, uyulmuyormu? Bu orta­dadır.

Sendikal çözümler İslâm prensiplerine aykırımıdir, değilmidir? Günümüz sendikalarının fonksiyon ve uygu­lamalarının İslâmî hak ve adalet ilkelerine uygunluğu ne derece vardır veya yoktur? Bunlar tartışmaya açık bırakılmıştır. Yeterli bilgi verilmemiştir.

Ayrıca, genelde iki hususa işaret etmek istiyorum. Birincisi, tebliğde, işçi ve işverenin karşılıklı hak ve sorumlulukları konusu, en başta ele alınması gereken bir konudur. Ancak, böyle yapılmamış, önce anlaşmazlıklar ele alınmış, çözüm sistemleri tartışılmış ve son­ra İşçi-İşverenin karşılıklı hak ve sorumlulukları ele alınmıştır. Bu durum, mantık zincirine ve sebep-netice ilişkisi düzenine ters bir vaziyet ortaya çıkarmıştır.

İkincisi, tebliğ, giriş bölümünü kapsamadığı için, sonuç bölümüne de tabii olarak yer vermemiştir. Bu se­beple, öz olarak fikirlerin nerede yoğunlaştığım pek tesbit edemiyoruz.

Ancak, tebliğin, zengin bir İslâmî kaynakçaya da­yandığı ve iyi bir derleme çalışması olduğu aşikârdır. [70]

 

d - Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü :

 

1- (Sh: 341, p. 2) “Sermayenin fertlerin mülkiyetin­de bulunması önemli değildir.  Hatta haklı  bir sebep olmaksızın Devletin Özel sermayeye el koymasını Kur' an tasvip etmemiştir.” cümlelerinin ifade ettikleri manada çelişki var gibi gözüküyor.

2 - (Sh; 345, p. 2) “...Tabiatta sahipsiz olarak buldu­ğu tabii   zenginliklere el koyabilir.” dediğimiz zaman bunu bir statüye bağlamassak anarşi doğmaz mı?

3 - (Sh: 347) Bilhassa bugünkü sendikalarla iltibası önlemek için ön görülen hakemler kurulunun nasıl te­şekkül edeceğini açıklamakta fayda vardır. [71]

 

e - Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşleri:

 

Giriş kısmı âyetler ışığında iyi işlenmiş, diğer bü­tün konularda olduğu gibi, emek-sermaye ilişkisi yeni yorumlara tabi tutularak âyetlerin ışığı altında değer­lendirilmiştir.

Genel çizgileri itibarıyla konular, âyet ve hadisler ışığında incelenmiştir. Konular işlenirken tâli kaynaklar daha az kullanılmıştır. Tebliğ'de ilhamın doğrudan Kur'an'dan alındığı intibaı vardır. Bu yönü ile sayın tebliğ sahibini özellikle tebrik etmek isterim.

Serbest pazarlık başlığı altında ücret tesbiti konu­sunda Fir'avn'm, sihirbazlarına vermeyi tâahhüt ettiği ücret mukavelesi ile ilgili tesbitini güzel buluyorum.

S. 348'de işçi-işveren arasındaki anlaşmazlıkların çö­zülememesi halinde hakemler kurulunun teşkilini öngörürken en-[72] âyette bahiskonusu olan karı koca arasındaki anlaşmazlıkları uzlaştırmak için, ku­rulması teklif edilen hakemlere göre kıyas yapmakta­dır. Ancak, bu hakemlerin tarafların rızası ile seçilme­si lâzımdır.

S. 351'de işverenin sorumluluklarından bahs edilir­ken, ne işverenin işçiye, gücünün yetmediği işi teklif etmesini, ne de işçinin işverene gücünün üstünde ücret vermesini istemesinin uygun olmayacağını[73]. âyet-i kerimesine kıyas yaparak vurguluyor.

Netice: Kullandığı 58 dipnottan 52'si Kur'an ve Sün­nete dayalı olmasına rağmen, işçi-işveren münasebetle­ri konusunda önemli meselelere parmak basılmış ve güzel neticeler elde dilmiştir. Bu çalışma yalnız Kitap ve Sünnet esas alınmak suretiyle bile, asrımızın çözüm bekleyen bir çok meselesinin halledilebileceğinin örne­ğini teşkil eder. Tebliğciyi bütün samimiyetimle tebrik eder nice değerli araştırmalara muvaffak olmasını yü­ce Allah'tan temenni ederim. [74]

 

Tebliğ Sahibinin Görüşlere Cevabî :

 

Doç. Dr. îlhan Oksay'ın görüşlerine cevap :

Konuların tertibi biraz da kaynakların şevkiyle oluştuğundan bu hususu meselenin özüne taalluk eden bir husus olarak görmüyorum.

İslâmî hükümleri diğer dinlerle mukayese etmeyi İslâmî araştırmalarda itiyat edinmiş değiliz. İlâhî kay­naktan geldiği şekliyle muhafazaya muvaffak olduğu­muz İslâm'ın birinci kaynağı, olan Kur'an'ı beşerî neva ve heveslerle karıştırılmış bulunan diğer dinlerle aynı kategoride mütala etmeyi uygun bulmayız. Böyle bir çalışma mukayeseli dinler tarihçilerinin konusu olabi­lir.

Tebliğimizin başında takdim ettiğimiz üzere asıl görüşümüz üretimin iki önemli faktörünün emek ve sermaye olduğudur. Yalnız burada biriktirilmiş nakit­leri, üretim araç ve gereçlerini ve hatta işlenmemiş haliyle tabiatı sermaye kavramı içinde düşünüyoruz. Üretim süreci içinde emek bir tarafta üretimin öteki faktörleri ise diğer tarafta yer alırlar. Bu aynı zaman­da sayın İbrahim Ural'ın da tenkidine cevaptır.

Sayın Oksay'ın zannettikleri gibi marksist ve kapi­talist sistemlerle İslâm'ın mukayesesini yapmayı hiç arzulamadık. Biz sadece konuyu islâmî açıdan incele­meye çalıştık. Sadece diğer sistemlerin temel karak­terlerine birer cümle ile işaret ettik.

Sermayeye müdahaleyi haklı kılan nedenleri İslâm hukukunun bütünü içinde bulabiliriz. Ancak bu mesele bir başlık altında işlenmiş değildir. Aile hukukundan borçlar ve miras hukukuna, şahsın hukukundan siyer bahsine kadar değişik konularda değişik biçimlerde ser­maye ile ilgili kayıtlayıcı hükümler bulunabilir.

Hakem kurulunun ve sendikaların bugünkü işleyiş biçimlerini biz araştırmamızın dışında bıraktık. Ancak işçilerle işverenler arasında ihtilâf vaki olmadan veya olduktan sonra hem işçilerin hem de işverenin hakemli­ğine razı olacakları kişilerin hakem olarak seçilmelerini biz Kur'an hükümlerine muvafık bulduk. Yalnız, hakemlerin her iki tarafın rızasını almış bulunmaları­nı temel şart olarak gördük. Buradan anlaşılıyor ki her bir işyerinde ihtilâf vukuunda ayrı hakemler seçile­cektir. Bir iş kolunun doğacak bütün ihtilaflar için bir tek hakem heyeti seçmesine mani bir hüküm de yok­tur. Hakemlerin seçilme biçimi ise işin teknik yönüdür. Süreli veya sürekli olarak seçilmelerini konunun esa­sına taalluk eden bir husus olarak görmüyoruz. Bura­da aynı zamanda Yunus Vehbi Yavuz beyin tenkidini de cevaplamış oluyorum.

Sayın Prof. Cemil Kıvanç'ın görüşlerine cevap:

Kıvanç bey Hz. Peygamber'in “üç sınıf insan var­dır ki kıyamet günü ben onların hasmı olacağım... Bu üç sınıf insandan biri de ücretle bir kişi tutup o kim­se de işini bitirdikten sonra ona ücretini ödemeyendir” mealindeki hadisine yer vermemizi yeterli bulmuyor ve asıl mesele ücretin hemen Ödenmesimi yoksa yeterli bir ücretin ödenmesimidir sualini tevcih ediyorlar. Za­ten biz de hemen müteakip sahifede “Serbest Pazarlık Sistemine Müdahale” başlığı altında bu konuyu cevapla­maya çalışmıştık.

Kıvanç bey grevde asıl olan grevin işçi elinde bir tehdit unsuru olarak bulunmasıdır, yoksa grevin fiilen uygulanması değildir görüşünü ileri sürüyorlar. Grevin bir tehdit silahı olabilmesi için bu silahın kullanılabilir olması gerekir. Biz ise hakkın elde edilmesinde işçinin tek taraflı bir iradeyle işi tatil etmesini tecviz edecek bir delil bulamadık. Sermayenin gücünü ve işçinin ço­ğu kere zayıf ve muztar durumda bulunabileceğini he­sap ederek meselenin hallinde hakkaniyet prensiplerine uygun başka çıkış yolları teklif ettik.

Sayın Yunus Vehbi Yavuz Bey'e teşvikkâr ve sita” yişkâr ifadeleri için teşekkür ederim. [75]



[1] El Bakara: 2/ 36; El A'raf: 7/24.

[2] El Enbiya: 21/80.

[3] En Necm: 53/39.

[4] El Bakara : 2/188; En Nisa: 4/29.

[5] En Nisa: 4/161.

[6] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 337-338.

[7] Ez Zuhruf:  43/32.

[8] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 338-339.

[9] Ez Zuhruf XL11I,32.

[10] El A'raf   VII, 58.

[11] Ez Zuhruf XLII, 32.

[12] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 339-340.

[13] Es Sâbûnî, M. Ali, Safvetü't. Tefâsîr, Beyrut,  1401/ 1981 s.

[14] El A'raf, VII, 58.

[15] Bakınız En Nahl XVI,  14;   El îsra,     XVIII, 66;  Er Rûm, 46: El Fâtır XXXV, 12; El Câsiye XLV, 12.

[16] El Kehf XVIII, 79.

[17] En Nahl XVI, 14.

[18] El îsra XVII, 66.

[19] Et Tevbe IX, 34-35.

[20] El Kurtubî, El Cami Li  Ahkami'l  Kur'ân, Kahire 1967, XIX, 56.

[21] El Müzzemmil LXXIII, 20.

[22] Es Serahsî,  El Mebsût, Beyrut, Tarihsiz,  XXII,   18; El Kâsânî,  Bedayiü's  Sanayi'     Fî Tertîbi'ş  Şerâyi', Beyrut, tarihsiz, VI, 79.

[23] En Nahl XVI, 74.

[24] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 340-343.

[25] El Bakara II, 188; En Nisa IV, 29.

[26] Yâsîn XXXVI,  35.

[27] El İsra' XVII, 12.

[28] El İsra' XVII, 66.

[29] El Müzzemmil LXXIV, 20.

[30] El Cum'a LXII, 10.

[31] Ayrıca bakınız El Bakara II, 198; El A'raf VII, 10; El Hicr XV, 20; En NahLXVI,  14; En Nûr XXIV, 33; El Kasas XXVIII, 73; Er Rûm XXX   23, 46; Fâtır XXXV, 12; El Câsiye XLV, 12.

[32] İbn Mâce, Et Ticârât, 5.

[33] El Buharı,  El Müzarea,   11;  Ebû Dâvûd,  El îmâre, 36.

[34] El Kurtubî, a. e., XIX, 56; Elmalık M, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1960-62, VIII, 5444.

[35] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 343-345.

[36] El Bakara II, 267.

[37] îbn Mâce, Er Rühûn, 4.

[38] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 346.

[39] El Kasas, XXVIII, 27.

[40] Yûsuf XII, 55. (o)   Et Tevbe IX, 60.

[41] Kİ A'raf VII, 113-114.

[42] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 346-347.

[43] Ebu Davud, El Büyü, 25; Ahmed b. Hanbel, El Müs-ned, I, 116.

[44] En Nisa IV, 59.

[45] En Nisa IV, 35.

[46] En Nisa IV, 105; Ayrıca bakınız En Nisa IV, 58; El Bakara II, 213; Âl-i İmrân III, 23; El Mâide V, 48-49; Sa'd XXXVIII, 26.

[47] El Maide V, 42.

[48] En Nûr XXIV, 51.

[49] En Nûr XXIV, 48.

[50] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 347-349.

[51] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 349-350.

[52] En NahI XVI,   14.

[53] El Enfâl VIII, 27.

[54] El Mü'minûn XXIII, 8; El Meâric LXX, 32.

[55] Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, m. 604-605, 607.

Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 350-351.

[56] Ebû Ubeyd, El Emval, No. 653.

[57] El Bakara II, 233, 286; El En'am VI, 152; El A'raf VII, 42.

[58] Et Talak LXV, 7.

[59] El Kasas XXVIII, 26.

[60] Yusuf XII, 55.

[61] İbn Mâce, Et Ticârât, 7.

[62] En Nisa, IV, 58.

[63] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 351-353.

[64] El Kâsânî, Bedayiü's Sanayi, Kahire, Tarihsiz, VIII, 3649; İbn Kudame, El Muğnî, Mısır, 1329, V, 30,

[65] El Buharı, El îcare, 14, 50; Ebû Da'vud, El Akdıye, 12.

[66] Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, m. 576.

[67] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 353-354.

[68] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 354-355.

[69] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 355-356.

[70] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 356-358.

[71] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 358.

[72] Nisâ, 4/35.

[73] el-Bakara 2/233.

[74] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 359.

[75] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 360-361.