İSLÂM'DA EMEK VE SERMAYE İLİŞKİSİ
Üretimde Emek Ve Sermaye İkilisi
Üretim Olayında Sermayenin Yerî Ve Önemi
Üretim Olayında Emeğin Yeri Ve Önemi
Emek Ve Sermaye İlişkisinde Emek Ve Sermayenin Hak Ve Mükellefiyetleri
a) Ücret Tesbîtinde Sistemi Serbest Pazarlık
b) Serbest Pazarlık Sistemine Müdahale
c) İşçî Ve İşveren Sendikaları Teşkili
f) Sosyal Güvenlik Tedbirleri Ve Giderl
d - Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü :
e - Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşleri:
Tebliğ Sahibinin Görüşlere Cevabî :
Emek ve sermaye, üretimin iki önemli faktörüdür. Üretimin asıl faktörünün emek olduğunu kabul etmek gerekir. Zira insanoğlu üretimin ikinci ana faktörü olan tabiatı işlenmemiş olarak hazır bulmuş ve zaten bir kıymet olan bu değerin üzerinde emeğini harcayarak kendisi için kullanmaya daha elverişli bir hale getirmiştir. (Tabiatın insan için hazır bir değer olduğuna Hz. Adem ile Havva'nın Dünya'ya indirilişi sırasında Cenab-ı Hak tarafından «yeryüzünde sizin için bir vakte kadar yerleşmek ve geçim kaynakları vardır”[1] Duyurulması delildir. İster kullanma değeri olsun ister mübadele değeri olsun değer, kazanmış şeylerin insan .emeğinin tabii maddeler üzerinde harcanmasıyla vücuda geldiğine
“Biz Davud'a sizi harbin şiddetinden korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükrediyormusunuz” mealindeki ayet-i kerime[2] delalet etmektedir. “Harbin şiddetinden korumak için” ibaresiyle kullanma değerine işaret edilmiştir. Ayrıca Hz. Davud'a saldırıya yönelik değil de savunmaya yönelik bir sanat öğretilmiş olması da başka bir değerlendirme konusudur. Buradan üretimin ana faktörlerinden birinin tabiat olduğu sonucuna varılır. “Hakikat insan için kendi çalıştığından başkası yoktur” mealindeki ayet-i kerime[3] siyak ve sibakından her ne kadar mahşer günü hesabın görüleceği anı anlatıyor görünüyorsa da bunun dünyevi mesaiye de şamil olduğunu İslâm'ın adalet prensibine dayanarak söylemek mümkündür. Bu ayet-i kerimeden de değer yaratan üretimin ikinci ana faktörünün emek olduğu sonucu çıkarılabilir.
Sermaye ise kişinin ya ziraat, sanat, ticaret gibi bizzat kendi mesaisinin mahsulünden tasarruf edip biriktirdiği ya da veraset, vasiyet ve hibe gibi seran kabul edilmiş usullerle iktisap ettiği mallardan ayırıp yeniden kazanç ve üretim için kullandığı kısmın adıdır, islâm meşru kazanç ölçüleri dışına çıkmamak kaydıyla sermayenin terakümünü, teraküm etmiş sermayenin kendi hacmi nisbetinde artmasını kabul etmiştir. Asıî olan sermayenin gayri meşru yollarla birikmiş olmamasıdır.
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle' yemeyin” [4] mealindeki ayetler bu hususu çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.) Bir ceza olmak üzere evvelce kendilerine helal edilmiş pak temiz şeylerin yahudilere haram edilmesine onların yasaklanmış olduğu halde faiz yemeleri ve insanların mallarını haksız sebeplerle yemiş olmalarının sebep gösterilmesi de [5]haksız kazançların ne ölçüde ilâhî gazaba sebep teşkil ettiğini göstermektedir.[6]
Emek üretimin ana faktörüdür. Ama rasyonel üretim için sadece emeğin harcanması yetmez. Sermaye ile emek işbirliği ettiği takdirde kısa zamanda ve daha az emek sarfıyla daha fazla üretim sağlanabilmektedir. Esas itibariyle sermaye büyüdükçe o sermayenin sermayedar tarafından tek başına işletilmesi güçleşir. Sermayedar artık başkalarının emeğini kiralamak zorunda kalır. “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki maişetlerini aralarında biz böldük. Bir kısmını da (mal bakımından) diğerlerinin üstüne çıkardıkki bir kısmı da bir kısmını tutup mealindeki ayet-i kerime emek sermaye ikilisinin nasıl çözülmez bir bağ teşkil ettiğini ifade etmektedir.[7] Ayrıca bu ayet-i kerimeden sermayenin yeni is alanları açılması yolunda kullanılmasının esas olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Zira ayet-i kerimede insanların bir kısmına başkalarını çalıştırsın için fazla mal serildiği belirtilmektedir.
Bu ayet-i kerime ayrıca belli bir iş kolunda bir işgücü yoğunlaşması olmadıkça iş hayatında gelişmenin ve toplumsal kalkınmanın, kısaca medeniyetin gelişme gösteremeyeceğine de işaret etmektedirler. Bu ayet-i kerimenin tefsirinde hemen hemen bütün müfessirler fertlerin mâlî bakımdan birbirlerine muhtaç olmamaları halinde herkesin müstakil iş yapmayı tercih edeceğini fertlerarası ilişkilerin zayıf olacağını dolayısıyla toplumda bir gelişme olmayacağını belirtmişlerdir. Sonuç olarak diyebiliriz ki emek ve sermaye ikilisi toplumun her yönüyle gelişmesinde önemli bir itici güç rolünü oynamaktadır. [8]
Bir önceki başlık altında emek ve sermaye ikilisinin birbirini tamamlayan üretimin iki önemli faktörü olduğuna işaret etmiştik. Bu ikilinin birbiriyle ilişkisi hangi ölçülerle tanzim edilmiştir? İslâm ne marksist ekonomi anlayışında olduğu gibi emeği değer yaratan tek ekonomik amil olarak görmekte ne de kapitalist ekonomi anlayışında olduğu gibi emeği sermayenin insafına terketmektedir. Sermayenin kendi kendine bir değer üretemeyeceğini herkes kabul eder. Fakat sermayesiz emeğin de tek başına verimli olmadığı tabiidir. Rocher'in meşhur balıkçı misalinde olduğu gibi günde eliyle üç balık avlayabilen bir balıkçı eğer günde bir balık artırabilirse üç günde bir gün boş kalabilir. Boş kaldığı günde bir balık ağı örerse artık daha az emek harcayarak günde otuz balık avlayabilir. Rasyonel üretimin emek ve sermaye ikilisi ile mümkün olabileceğini, üretimin öteki faktörlerinden sermayenin bulunmaması veya yeterli olmaması halinde emeğin tek başına bir değer üretemeyeceğini ya da [9]çok az bir değer üretebileceğini az önce mealini verdiğimiz ayet-i kerimeye ilâveten[10] “toprağı verimli olan güzel bir memleketin nebatı rabbinin izniyle çıkar. Fena ve verimsiz bir yerin nebatı ise çıkmaz. Çıkan da bir şeye yaramaz.” [11] mealindeki ayet-i kerime daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Yani eğer toprak verimli değilse ne kadar çok emek sarfedilirse edilsin sarfedilen emek nisbetinde verim elde edilemeyecektir. Yani emek verimli bir sonuç alabilmek için sermayenin üretkenliğine muhtaçtır. O halde sermayenin üretilen değerde hiçbir payı olmadığını söylemek mümkün değildir. Üretilen değerde sermayenin de bir payı varsa üretim süreci içinde emekle sermayenin rolü ve önemi nedir? [12]
“İnsanlardan bir kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın diye (mali yönden) bir kısmını bir kısmının üzerine çıkardık” mealindeki ayet-i kerimeden anlıyoruz ki sermayenin üretime koşulabilmesi için kiralanacak emeğe ihtiyaç vardır. Burada sermaye ile emek arasında bir dengeden söz etmek mümkündür. Ne sermayenin emeğe rüchaniyeti vardır ne de emeğin sermayeye bir üstünlüğü. Netekim Ebû Hayyân âyet-i kerimede geçen “suhriyyen” kelimesinin istihdam manasına geldiğini savunmakta ve emeğin sermaye karşısında değersizliğini ifade etmediğini belirtmektedir. Ayet-i kerimede asıl anlatılmak istenen emekle sermayenin birbirini tamamladıkları, birbirlerine yardımcı olmaları gerektiği, hiç kimsenin tek başına bütün ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gerçeğidir.[13] Ayrıca az önce sözünü ettiğimiz verimsiz toprağın verimli toprak gibi iyi ürün vermeyeceğine işaret eden ayet[14] de sermayenin önemine biddelale işaret etmektedir.
Muhtelif ayetlerde deniz ürünlerinin avlanılması ve deniz ticareti için insanların gemiler yapmış olmalarının Allah'ın bir fazlı olarak tavsif edilmesi [15] tabii kaynakların ve ham maddelerin işlenmesinde sermayenin önemine bir işarettir diyebiliriz. Günümüz ekonomi bilimleri gemiyi bir sermaye olarak kabul eder. Eğer insanoğlu bu sermayeden mahrum olursa denizin nimetlerinden, denizaşırı ülkelerle ticaretten mahrum olacaktır. Sermayenin fertlerin mülkiyetinde bulunması önemli değildir. Hatta haklı bir sebep olmaksızın devletin özel sermayeye el koymasını Kur'an tasvip etmemiştir. Hz. Musa'nın kendisine ledünnî ilim verilmiş bir zatla yaptığı yolculuk sırasında o zatın geminin ambarında bir yara açmasının sebebini sorduğunda Hz. Musa'ya geminin fukara kimselere ait bulunduğu ve her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar sebebiyle geminin kusurlu hale getirildiği cevabını vermesi haklı bir sebep olmaksızın devletin özel mülkiyete dokunamayacağını ifade etmektedir. [16] Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur. Üretim faktörleri içinde değer üreten yegane aktif faktör emektir. Ne var ki sermaye olmaksızın sırf emek faktörüyle rasyonel bir değer üretimi mümkün değildir. Bunun içindir ki ayet-i kerimelerde insanların gemilere sahip oluşları ilâhî bir lütuf ve şükür sebebi olarak tavsif edilmektedir. Sermayenin mülkiyeti ister özel kişilere ait olsun ister devlet gibi içtimai tüzel kişilere ait bulunsun esas olan o sermaye sebebiyle diğer fertlerin İş bulabilmesi veya işlerim kolayca halledebilmesidir. Eğer sermayeden diğer fertler şu veya bu şekilde istifade edebiliyorlarsa o sermaye fonksiyonunu icra ediyor demektir. Gemi misalini verdikten sonra ayet-i kerimelerin “olur ki şükredersiniz” [17]
“muhakkak ki Allah size çok merhametli bulunuyor” [18] mealindeki ifadelerle bağlanması sermayede asıl olanın mülkiyetin kime ait olduğundan ziyade başkalarının faydalanmasına açık olup olmadığı hususu olduğuna işaret etmektedir. Aynı hakikatladır ki gayri meşru kazanılan ve muhtaç kimselere infak edilmeyen nakdî sermaye Kur'an'da tasvip edilmemiştir. [19] Abdullah İbni Mes'ud'un
“Allah biliyor ki içinizden bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için yeryüzünde yol tepecekler” mealindeki ayet-i kerimeyi[20] tefsir ederken meşru ölçüler içinde kazandığı bir malı kendi menfaatini gözetmekle birlikte halkın da menfaatine uygun gelecek biçimde tasarruf eden sermayedarı övdüğü ve “bir kimse müslümanların oturdukları şehirlerden birine sabırla ticari mal getirir de aza kanaat ederek günün rayicinden satarsa Allah katında şehitler derecesine ulaşır”[21]dediği rivayet edilmektedir.
Sermayenin emek karşısında bir rüchaniyeti yoktur. Burada mücerret sermayeden ve mücerret emekten bahsediyoruz. Sermayedarla emeğini kiralayan kişiler arasında bir mukayese yapmıyoruz. Hz. Peygamber zamanında emekle sermaye arasında bir tercih yapılmadığını görüyoruz. Kaynaklardan Abbas b. Abdülmuttalib'in bazı kimselere sermaye verdiğini ve elde edilecek kâra bu sermayeyi işleten kimselerle, ortak olmasını Hz. Peygamber'in menetmediğini öğreniyoruz. [22] Keza yetimlere ait sermayelerin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer devrinde kâra ortaklık esasına göre işletildiği rivayet edilmektedir. Bu sistem “mudârebe” adı ile İsticaret hukukunun Önemli bir müessesesi olarak sonraki dönemlerde detaylı olarak işlenmiş ve uygulanmıştır. Bu müessesenin prensiplerine göre sermayedarla emeğini arzeden kimse kâr ve zarara ne Ölçüde ortak olacaklarını serbestçe kararlaştırabilirler. Bu hukuki işlemin altında ne sermayenin emek üzerinde ne de emeğin sermaye üzerinde hukuken bir rüchaniyeti bulunmadığı mantığı yatmaktadır. Fakat burada hemen emeğin mücerret bir emek kavramı olduğuna işaret etmek gerekir. Yoksa bir sermayenin işletilmesinde emek gücünü ortaya koyan her bir işçinin, sermaye sahibinin kâr payı kadar pay alacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Hatta Kur'an-ı Kerim'e göre başarılı bir iş adamının eğer meşru yollarla kazanıyor ve kazancından fukaranın faydalanmasını sağlıyorsa bu konuda başarılı olmayan kimseyle bir tutulamayacağı sonucu da çıkarılabilir.Zira Kur'an-ı Kerim'de mealen “Allah şunu temsil buyurdu. Hiç tasarrufa gücü yetmeyen halis bir köle bir de tarafımızdan güzel bir rızık verilip de ondan gizli ve aşikar harcayan kimse.. Hiç bunlar müsavi olur mu?” buyurulmaktadır.[23]
Her ne kadar ayetin ibaresinde infaktan yani harcamadan bahsediliyorsa da bu harcamayı sırf zekat ve sadaka manasında anlamamak gerektiği kanaatindeyim. Meşru kazancından biriktirdiği sermayenin zekatını vermesi ve bir miktarını tasadduk ederek muhtaçlara yardım etmesi yanında emeğinden başka arzedecek bir şeyi bulunmayan fakir kimselere iş imkânı hazırlamasının o sermayedarın fukaraya arzedeceği önemli hizmetlerden biri olarak tasvip göreceği ayetin esprisine uygundur diyebiliriz. [24]
Üretimin önemli araçlarından biri de emektir. Sermayenin üretime koşulabilmesi için emeğe ihtiyaç bulunduğunu, emekle sermayenin birbirlerini tamamlayan iki Önemli üretim aracı olduğu sonucunu Kur'an-ı Kerim'den çıkarabiliyoruz. Marksist ekonomi anlayışında değer yaratan tek amil emektir. Sermaye ise birikmiş emekten başka bir şey değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da îslâm aşırılığa kaçmamıştır. Bir önceki başlık altında belirttiğimiz gibi sermaye de emek kadar değerlidir. Üretilen değerler üzerinde emek kadar önemli bir fonksiyona sahiptir. Hz. Peygamber zamanında ve sahabe tatbikatında görülen mudârabe akitlerinde emek ve sermayeyi temsil eden tarafların kendi kıymetleri üzerinde serbestçe anlaşmalarının tasvip görmesi bizi bu sonuca götürmektedir.
Üretimin aktif faktörü olarak emeğe de hak ettiği değer verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de “muhakkak insan için kendi çalıştığından başkası yoktur” mealindeki ayet-i kerime insan ancak emeğinin karşılığına müstahaktır hakikatini bil ibare dile getirmektedir ki gayri meşru yollarla başkalarının emek mahsulünü ele geçirmenin menedildiğini ifade eder. “Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin”[25]
ayetleriyle bir bütünlük teşkil etmektedir. İnsan ancak Allah tarafından yaratılmış tabii zenginliklere veya kendi emeğiyle kazandığı şeylere sahip olabilir. Kur'an'da Allah tarafından yeryüzünde hurmalıklar, üzüm bağları ve çeşitli bahçeler halkedilmiş olduğundan bahisle bütün bunların yaratılış sebepleri “(bütün bunların) mahsulünden ve kendi ellerinin yetiştirdiklerinden yesinler diye”[26] şeklinde ifade edilmektedir. Buradan insan ancak ya kendi emeğinin mahsulüne sahip olabilir veya tabiatta sahipsiz olarak bulduğu tabii zenginliklere el koyabilir sonucu çıkarılabilir. Daha önce başkalarının hukukunun taalluk ettiği mallara el koymak mümkün değildir. Ancak alım-satım, İcare, hibe, vasiyet veya veraset gibi seran kabul edilmiş usullerle başkalarına ait mallar iktisap edilebilir. Kur'an-ı Kerim'de herkesin emek harcayarak kendi rızkını araması tavsiye edilmiştir.
“Gündüzü (eşyayı) gösterici kıldık ki Rabbinizden bir lütuf arayasınız”[27]
“Rabbiniz O'dur ki fazlından nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürütüyor”[28]
“Allah biliyor ki., aranızdan bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için yeryüzünde yol tepecekler”[29]
“Sonra namaz kılınınca yeryüzüne dağılm da Allah'ın fazlından rızık arayın”[30] mealindeki ayet-i kerimeler bu tavsiyenin değişik ifadeleridir. [31]
Muhtelif hadislerde, sahabe kavlinde ve tatbikatında geçimini kişinin kendi emeğiyle sağlaması da tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (S.A) bütün peygamberlerin çobanlık yaptığını kendisinin de Mekke'lilerin koyunlarını güttüğünü beyan etmiştir. [32] Keza Hz. Peygamber muhtelif vesilelerle herkesin kendi kazancıyla geçinmesini tavsiye etmiştir. İşlenmemiş tabii değerleri işleyerek ona değer kazandıran herkes emeğinin karşılığı olarak ona sahip olur. Verimsiz ve sahipsiz araziyi işler hale getirmenin bir mülkiyet sebebi olduğunu Hz. Peygamber'in (S.A) hadislerinden öğreniyoruz. [33] İbni Ömer'in “ölümün bana geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hal bir dağın iki şubesi arasında Allah'ın fazlını ümit ederek çalışmakta olduğum bir sırada gelmesidir”[34] temennisinde bulunduğu rivayet edilir.] [35]
Emek ve sermaye ilişkisinin rasyonel üretim için gerekli olduğundan söz etmiştik.
“Ey iman edenler ka zandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın” mealindeki ayet-i kerimeden anlıyoruz [36]ki sermayenin iki kaynağı vardır. Biri emek diğeri arz ve müştemilatıdır. Emek olmazsa sermayenin birikmesi mümkün değildir. Eğer sermayedar bir emeği kiralamışa kendi gelişmesini borçlu olduğu emeğe hakkı olan değeri vermeli ve ücretini eksiksiz ödemelidir. Hz. Peygamber'in “üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü ben bunların hasmı olacağım.. Bu üç sınıf insandan biri de ücretle bir kişi tutup o kimse de işini bitirdikten sonra ona ücretini ödemeyendir”[37] buyurduğu rivayet edilir. [38]
Esas itibariyle işçi ile işveren ücret miktarını serbest pazarlık sistemine göre tesbit ederler. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa ile Medyenli ihtiyar arasında sekiz, veya on yıllık bir hizmet anlaşması yapıldığı hikâye edilmektedir. [39] Keza Hz. Yûsuf'un Mısır hükümdarına
“beni Mısır'ın hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben emaneti iyi korurum ve ne yapılması gerektiğini bilirim” dediğini Kur'an hikâye etmektedir. [40] Hükümdar bu isteği kabul etmiş ve Hz. Yûsuf verdiği hizmet karşılığında Mısır'da kudret ve şeref sahibi olmuştur. Keza zekat toplayan memurların toplanan zekat gelirlerinden hizmetlerine mukabil ücret alacakları Kur'an'da zikredilmektedir. Yapacakları hizmetin meşruluğu bir tarafa Hz. Musa ile olan karşılaşmalarında eğer galip gelirlerse ne gibi bir ücret alacakları hususunda sihirbazların Firavn'la mukavele yaptıklarını Kur'an-ı Kerim hikâye etmektedir.[41] [42]
Ücretlerin tesbitinde pazarlık sistemi esas ise de pazarlığa oturan taraflardan birinin muztar bulunmasından yani zayıf ve zor durumda kalmış olmasından faydalanarak tarafların bu durumu istismar konusu etmemeleri takva gereğidir ve İslâm'ın ahlâk prensipleri icabıdır. Hz. Peygamber'in zor durumda bulunan kimselerin bu durumlarından İstifadeyle mukavele akdine zorlanmalarını menettiği rivayet edilmektedir. [43] Buna göre işveren eğer işçi karşısında pazarlık bakımından daha güçlü durumda bulunuyorsa bu durumdan istifadeyle işçiyi düşük ücretle çalıştırmaya kalkışmamalıdır. Bu İslâm'ın hak ve adalet anlayışına aykırıdır. Ancak bu prensibi sadece ahlâki bir müeyyide ile yürütebilmenin imkânsızlığı kabul edilmelidir. Bu durumda hele işçi ve işveren İlişkilerinde düzen ve ahengin sadece taraflar açısından değil bir milletin maddi refahı ve dahili huzuru bakımından önem kazandığı günümüz şartlarında bu tür istismarların önüne geçebilecek tedbirlere başvurulabilir. Hatta bu tedbirler zorlayıcı olabilir. Haksızlığa uğradığını iddia eden tarafın başvurabileceği bağımsız hakem kurulları teşkil edilebilir. Tarafların hakem kurulunun vereceği kararı kabul etmeleri zaruridir. Uymak istemeyen tarafa zorlayıcı müeyyideler uygulanabilir.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Sonra bir şey hakkında çekişdinizmî hemen onu Allah'a ve Resulüne arzediniz. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız.. Bu müracat hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir” mealindeki ayet-i kerime bunu amirdir.[44]
İşçi ile işveren arasında uyuşmazlığın sürüp gitmesinden veya taraflardan birinin diğerini istismar etmeye kalkışmasından uzun vadede her iki taraf zarar görecektir. Nitekim şimdiye kadar böyle olduğu görülmüştür. Hatta çalışma barışının bozulmasından sadece tarafların değil aynı zamanda toplumun da zarar gördüğü anlaşılmıştır. Sanayileşme devriminden sonra işçi işveren münasebetlerinin toplumun bütün kesimlerini etkilemeye başladığı günümüz şartlarında bu tür anlaşmazlıklara toplum adına devletin müdahale etmek hakkı doğar. Ancak biraz önce de ifade ettiğimiz gibi devletin bu tür anlaşmazlıklara hak ve adalet prensipleri çerçevesinde çözüm bulabilmek için bu işi tarafsız hakem kurullarına bırakması daha uygun olur. Kurul üyelerinin seçiminde uyulacak prensipler ise işin teknik yönüdür. Hakem kurulu üyelerini işçi ve işveren temsilcilerinin seçmesinin daha uygun olacağı düşünülebilir. Zira karı-koca anlaşmazlıklarında arabulucu olarak bir hakemin kadın tarafından bir hakemin de erkek tarafından seçilmesi gerektiği bilinmektedir
“eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin ailesinden bir hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu mutavassıt hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir. Her şeyin aslından haberdardır” mealindeki ayet-i kerime açıkça ifade etmektedir. [45] Buna göre anlaşmazlıkların çözümünde tarafları temsil eden hakemlerin önceden taraflarca seçilmesi ve verecekleri karara bağlı kalınması prensiptir. Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e insanlar arasında adaletle hüküm vermesi için indirilmiş olduğu muhtelif ayet-i kerimelerde ifade edilmektedir. [46]
Hz. Peygamber'e “eğer hüküm verirsen aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever” mealinde hitap eden ayet de[47] müslim ve gayri müslim ayırımı yapılmaksızın uyuşmazlıkların adaletle çözülmesi gerektiğini açıklıkla ifade etmektedir.
Adaletle verilmiş kararlara uymak prensiptir dedik. Zira adaletle verilmiş olan kararlara itaat etmenin müminlerin şiarı bulunduğunu Kur'an-ı Kerim
“müminler aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabına ve Peygamberine çağırıldıkları vakit onlar ancak dinledik ve itaat ettik derler. İşte bunlar kurtuluşa erecek olanlardır”[48] mealindeki ayet-i kerime çok açık bir ifadeyle belirtmektedir. Kısa vadeli menfaatlarına kapılarak adaletle verilmiş olan hükümlere itaat etmek istememenin bir nifak, belirtisi olduğunu da
“aralarında hüküm vermek için o münafıklar Allah'ın kitabına ve peygamberine çağırıldıkları vakit bir de bakarsın ki onlardan bir fırka yüz çeviriyor”[49] mealindeki ayet de aynı vuzuhla belirtmektedir. [50]
Avrupa'da XIX. yüzyıl başlarından itibaren sanayileşme devrimi ile birlikte küçük zanaat erbabı büyük sanayi tesisleriyle rekabet edemediklerinden işlerini kaybetmiş ve bu yeni ekonomik modelin içinde işsiz kalan milyonlarca insan büyük sanayici işverenler karşısında savunmasız kalmıştır. Bu kalabalıkların emeğinin sanayici büyük işverenler tarafından boğaz tokluğuna sömürülmesi ardı arkası kesilmeyen sosyal çalkantılara ve hatta mülkiyet hakkını büsbütün reddeden müfrit ekonomik modellerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşçilerin ve işverenin sendikalaşması bu çalkantılar içinde bir denge arayışının sonucudur.
Adı ne olursa olsun işçilerin ve işverenin ayrı kuruluşlarca temsil edilmeleri İslâmî prensiplere aykırı değildir. İslâm dünyasında çok eskiden beri esnaf teşekkülleri var olagelmiştir. Ancak günümüz sendikalarının hali hazır fonksiyonları, hak ve yetkilerinin İslâmî hak ve adalet prensiplerine uygunluğu tartışılabilir. İşçilerle işveren arasında bir uyuşmazlık söz konusu olduğu takdirde işçinin işyerini kapatması ve çalışmayı zoraki tatil etmesi kabul edilemez. Her toplu sözleşme bitimine doğru işçi ve işveren temsilcilerinin toplanarak yeni bir anlaşmaya varmaları beklenir. Eğer anlaşma sağlanamamışsa hakem kurulunun günün şartlarını, o iş kolunun ve işyerinin imkânlarını dikkate alarak vereceği karara tarafların uymaları gerekir. Uymak istemeyen tarafa hem adaletle verilmiş hükmün uygulanması adına hem de toplumun hukukunun korunması adına zorlayıcı müeyyideler uygulanabilir. Fakat şunu da hemen belirtmekte fayda vardır. Hak ve adalet duygularını kaybetmiş ve haksız da olsa sadece kendi şahsi ve maddi menfaatini düşünür hale gelmiş. bir toplumda hangi sistemi getirirseniz getiriniz çalışma barışını sağlamak mümkün olmaz. Eğer işçi işvereni emeğini sömüren bir hırsız, işveren de işçiyi malına göz dikmiş kıskanç bir mütecaviz gözüyle görüyorsa böyle taraflar arasında çalışma barışını hiçbir sistemle sağlamak mümkün olmaz.Onun içindir ki İslâm'ın objektif prensiplerini, onun iman ve ahlâk prensipleriyle birlikte değerlendirmek gerekir. Adaletle verilmiş olan kararlara ancak müminlerin kolaylıkla itaat edeceğini, içinde nifak hastalığı taşıyanların ise yüz çevireceğini beyan eden ayetler bu gerçeği ifade etmektedirler. [51]
İşçinin kendi kapasitesine göre elinden geldiği nisbette dürüst olarak çalışması görevidir. İnançlı bir müslüman işçi, emeğini kiralayabileceği bir işyeri bulmuş olmasını ilâhî bir Iutuf olarak kabul etmelidir. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun, hem Allah'ın fazlından nasip arayasınız diye, hemde olur ki şükredersiniz”[52] mealindeki ayet-i kerime geniş üretim ve iş imkânlarına kavuşmuş olmakla hem işverenin hem işçinin şükretmesi gerektiğini ifade ediyor. Üzerine aldığı işi dürüstlükle ifa etmek işyerine ait malları korumak şükrün bir diğer ifadesidir. İşe ihanet etmek hem taraflar bakımından hem de buna taraf olmayan kimseler bakımından zararlara yol açar. “Ey müminler!., bile bile aranızdaki emanetlere de hainlik etmeyin”[53] mealindeki ayet ile, müminlerin vasıflarını sayarken “onlar ki emanetlerine ve sözleşmelerine riayet ederler”[54] mealindeki ayet-i kerimeler dürüst çalışma zaruretini genel bir ifade ile açıklamaktadırlar, İslâm hukukçuları, işçinin kendi kusurundan ve ihmalinden doğan zararları tazmin etmesi gerektiği sonucuna varmışlardır. [55]
İşçinin emanete riayet ederek dürüst çalışmasına mukabil işveren de kiraladığı emeğin hakkını teslim etmek zorundadır. Emeğini kiralaması karşılığında işçinin ne gibi talepleri olabileceğini Hz. Peygamber (S.A) şu şekilde ifade buyurmuşlardır.
“Her kim bizim işlerimize tayin edilirse evli değilse evlensin, evi yoksa bir ev, bineği yoksa bir binek, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi edinsin. Kim bundan fazla bir şey edinirse kıyamet günü Allah'ın huzuruna hırsız ya da azgın sıfatıyla çıkarılır. [56]
Her ne kadar bu hadis-i şerifte kamu sektöründe çalışan memurlar İstihdaf edilmişse de ister kamu hizmetinde çalışan bir memur ister özel sektörde bir işçi olsun imkân ölçüsünde ev ve vasıta edinebilecek ve hizmetçi tutabilecek seviyede Ücret talep edebilecektir. Fıkıh kitaplarında bu ihtiyaçlar havaic-i asliyye sınıfından kabul edilmiştir. Ancak bunun da hak ve adalet ölçüleri içinde imkânın elverdiği nisbette talep edilebileceğini belirtmek gerekir.
Ne işçi ne işveren gücünün yeteceğinden fazlasıyla mükellef tutulabilir. Kur'an-ı Kerim'de “biz herkese gücünün yettiğini teklif ederiz”;[57]
“Allah bir kimseyi ancak ona verdiğiyle mükellef tutar”[58] buyurulması her şeyin imkânlar ölçüsünde olabileceğini ifade etmektedir. Buna göre bir işçi gücünün üzerinde ve sıhhatini bozacak biçimde gayri sıhhi ve ağır iş şartlarında çalıştırlamaz. Buna mukabil işçi de işverenin imkânlarım aşan ücret talebinde bulunamaz. Fakat ideal olan bir işyerinin hiç değilse işçiye bir lojman temin etmesi, evlenebilmesini ve bir vasıta alabilmesini sağlayabilmesidir.
İşin mahiyetine ve işçinin kalitesine göre ücretlerin de farklılıklar göstermesi tabiidir. Ağır iş yapanlar ve kalifiye işçiler elbette daha fazla ücrete hak kazanacaklardır. Medyenli ihtiyarın kızlarından birinin Hz. Musa hakkında babasına
“babacığım! O'nu ücretle tut. Çünkü tutacağın ücretlilerin en hayırlısı O'dur. O güvenilir güçlü adamdır”[59] demesini Kur'an-ı Kerim'in nakletmiş olmasını ve yine Kur'an-ı Kerim'de Mısır hükümdarına Hz. Yusuf'un
“ben emaneti iyi korurum ve ne yapılması gerektiğini bilirim”[60] demek suretiyle hazine işlerinin başına getirilebilecek en liyakatli kişi olduğunu belirtmesinin hikâye edilmesini dikkate alırsak bir işe o işin ehlinin getirilmesi hem çalışan hem çalıştıran açısından fayda sağlar sonucunu çıkarabiliriz. Tabii ehil işçi de yaptığı işe göre ücret alacaktır. Netekim Hz. Yûsuf ifa ettiği hizmet karşılığında Mısır'da Önemli bir mevki elde etmiştir. Ebû Saîd el Hudrî (R.A)nin rivayetine göre Hz. Peygamber (S.A) Ebû Saîd'in de içinde bulunduğu otuz kişilik bir keşif kolunu görevlendirmiştir.Keşif kolu bir bedevi kampına uğramış fakat bedevilerce misafir edilmemişlerdir. Bu sırada kabile reisini akrep sokmuş ve kabile halkından birkaç kişi gelerek içlerinden akrep zehirini çıkarma usulünü bilen olup olmadığını sormuşlar Ebû Saîd bildiğini söylemiş fakat karşılığında ücret olarak bir koyun istemiş gelen temsilciler otuz koyun vermeyi vadetmişlerdir. Neticede reis şifa bulduktan sonra otuz koyunu almışlar bilahare durumu Hz. Peygamber'e (S.A) arzetmişler Resûlullah (S.A) de bu ücreti hak etmiş olduklarını ifade buyurmuşlardır.[61]
Ayrıca bir işçi o işte maharet kazabilmek için harcadığı birikmiş emeğinin ücretini talep edebilir. Yapılan işin önemine göre de bir ücret takdir edilir. Yani ücretin tayininde bir tek kriter koymak mümkün değildir. Bir işi, o işi en iyi biçimde yapabilecek kimselerin kiralanması aynı zamanda rasyonel verim için de şarttır. Hz. Ömer'in (R.A) Sevad arazisini eskiden beri çiftçilikle uğraşan ve bu işte maharet kazanmış bulunan eski sahiplerinin elinde kalmasını istemesinin verim düşüklüğüne sebep olmaksızın devletin haraç gelirlerini maksimum ölçülerde tutmak gayesine matuf olduğunu da düşünebiliriz. “Allah size emanetleri ehline vermenizi., emreder”[62] mealindeki ayet-i kerime'yi bu mevkide dahi delil olarak kabul edebiliriz kanaatindeyim. [63]
Bir iş için kiralanan işçinin o iş sebebiyle giriftar' olacağı her türlü masraf işveren tarafından karşılanır. Sözgelimi özel bir iş kıyafeti gerektiren, özel bir gıda rejimi ve Özel surette temizlik masrafı gerektiren iş kollarında bu iş için gerekli olan bütün malzemeler işveren tarafından temin edilir ve masrafları işveren tarafından karşılanır. İş sebebiyle işçinin katlanmak zorunda kalacağı sağlık giderlerinin de işveren tarafından karşılanması gerektiğini fukaha mudârabe bahsinde ifade etmişlerdü[64] İşin gerektirdiği ekstra giderlerin sözgelimi işyerine uzak meskenlerde oturmak zorunda bulunan işçilerin işyerine taşınması gibi masrafların işveren tarafından karşılanması işin mantığı icabıdır. Ancak bu konuda iş çevrelerinde yerleşmiş bulunan örfe de itibar edilebileceğini kabul etmek gerekir. Bugün sözü edilen her türlü sosyal güvenlik giderleri ise esasen tek başına sermaye sahibinin görevi şümulüne girmezse de bunun için teşkil edilecek kuruluş ve fonlara yapacağı katkılar anlaşmalarla tesbit olunur. Hz. Peygamber'in buyurduğu üzere “bir müslüman kabul ettiği şartlarla bağlıdır.” [65] Sağlık giderlerine işverenin iştiraki anlaşmalar çerçevesinde mümkündür. Tabi ki işçiler kendi aralarında bu maksatla sosyal sigorta kuruluşları vücuda getirebilirler. Keza işverenin işçiye yemek verme mecburiyeti yoksa da işyerinde işçilere toplu yemek vermek gibi tessüs etmiş Örfe uyma mecburiyeti vardır. [66] Bu tip giderlere işverenle işçilerin belli bir nisbette iştirak etmeleri “müslümanlar kabul ettikleri şartlarla bağlıdırlar” hadisi mucibince yapılacak anlaşmalarla sağlanır. [67]
Sayfa 346 de bir hadis-i şerif zikrediliyor:
“İşini bitirdikten sonra işçiye ücretini Ödemeyen kimse Hz. Peygambere hasmıdır.” Bu hadis-i şerifi başka tebliğci arkadaşlarımda vermişlerdir. Burada, benim dikkat çekmek istediğim husus şudur. Acaba, modern ekonomik şartlarda söz konusu ücretin iş bitiminde hemen ödenmesi mi? Yoksa miktarı mı? diye düşünmek gerektiğini sanıyorum. Çünkü, bir işçiye asgarî ücretin de altında, en az geçim seviyesine de ulaşmayan, ancak varlığını devam ettirici bir geçim sağlayacak kadar bir ücret vermek midir? Bu maalesef, toplumumuzda çok yaygın bir uygulamadır. Bak, teri kurumadan ücretini veriyorum, hemen veriyorum. Ama ne veriyorum? Bu bakımdan, günümüz şartlarında bu hadis-i şerifi yeniden değerlendirmek ve yeniden yorumlamak gerekmez mi? diye düşünüyorum. Zira, günümüz şartlarında işçi ile işveren arasında en çok kapışılan konu budur. Ödeme imkânı var, verimlilik var, kârlılık var, hatta genel maliyetler içinde işçi maliyetlerinin oranı % 12-15 ama, enflâsyonu artırır gerekçesiyle işçiye ödenen miktar asgarî ücrettir. Dolayısıyla soru yine aynı. Acaba hemen ödenmek mi? Yoksa miktarımı önemli?
Yine, Doç. Dr. Hamza Aktan'ın tebliğinde İslâm'da grev mes'elesi var. Diğer tebliğlerden de anladığımıza göre İslâm'da grev doğru bulunmuyor. Bunun çözümü hakem hey'etidir deniliyor.
Ben burada, üzerine basarak şunu ifade etmek istiyorum. Sosyal siyasette, grevde, İşçi-İşveren münasebetlerinde önemli olan grev tehdididir. Grev konusu bizde yozlaşmıştır. Günlerce, aylarca ve birkaç sene devam eden grevlere rastlanmıştır. Bu konu, böyle yozlaştırıldığı gibi değildir. Mühim olan grev hakkını bir tehdid olarak kullanmaktır. Üç-beş gün devam eder veya hiç etmez. Anlaşamassak, hakkımı vermessen greve giderim tehdidi işveren için daima bir sorumluluk vesilesidir ve işçinin pazarlık gücünü artıran bir silâhtır. İşveren bu tehdid karşısında bir hesap yapmak zorunda kalacaktır. Greve gidilirse kârım ne olur, zararım ne olur? O halde, bu kapıyı aralamak gerekmiyor mu? [68]
1- (Sh: 337) Üretim faktörleri sadece emek ve sermaye olarak gösteriliyor. Halbuki, asıl unsur; tabiat kaynakları (yani ham madde) üretimin temel elemanıdır.
2 - (Sh: 351) Asgarî hayat şartları konusu ile ilgili bir tabir olan (Haceti asliyye) bahsine temas edilmiş, fakat bu konuda geniş izah yapılmamıştır.
3 - (Sh: 340) Sermaye'nin önemi işlenirken, Kur'-an-ı Kerim'de (Re'su'1-Mâl) tabirinin geçmiş olmasına temas edilmeli ve bazı tefsirlerden bununla ilgili nakiller yapılmalıydı. [69]
Dr. Aktan'ın tebliğinde dikkatimi çeken ilk husus, konuların bir sebep-netice, bir gîriş-gelişme ve sonuç şeklinde yer almadığıdır. Tanımlar verildikten sonra, üç ana konu altında rahatlıkla toplanabilecek olan bu inceleme, gördüğümüz gibi çok fazla bölümlere ayrılarak konunun dağılmasına sebep olmuştur.
İkinci husus, tebliğ sahibinin çalışma alanı olması dolayısıyla olacak, konu sadece İslâmî açıdan ele alınmış ve iktisadî yaklaşımlara pek yer verilmemiştir. Ancak, konu, diğer dinlerin görüşleride ortaya dökülerek, karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilebilseydi daha faydalı olurdu diye düşünüyorum.
Tebliğin daha ilk satırlarında, benim kafamı kurcalayan birtakım kavram karışıklıkları var. Meselâ, emek ve sermaye'nin, üretimin iki önemli faktörü olduğu belirtildiği halde, sonraki cümlede tabiatın üretimin ikinci ana faktörü olduğu zikredilmektedir. Acaba burada, üç aslî üretim faktörü olduğumu söylenmek isteniyor, yoksa emek ve sermaye tek faktör olarak düşünülüp, ikinci faktör tabiatımı kabul edilmektedir? Burası pek açıklık kazanmamıştır.İlk paragrafın son cümlesinde: “Değer yaratan üretimin ikinci ana faktörünün emek olduğu sonucu çıkarılabilir,” şeklinde bir yorum bulunmaktadır. Burada emek faktörü ikinci olarak kabul edildiğine göre, birincisi sermayemidir, tabiatmıdır? Hangisinin olduğu okuyucu tarafından pek anlaşılamamaktadır.
Diğer bir husus. İslâm'ın emek ve sermayeyi birbirine üstün tutmadığı vurgulanmakta ve âyet-i kerîmelerle açıklanmaya çalışılmaktadır.
Bana göre, bunun yanında, emek-sermaye ilişkisinin Kur'an'da ne şekilde düzenlendiği, diğer dinlerin mes'eleye yaklaşımının ne olduğu, günümüzde emek-sermaye ilişkisinin yozlaşma, sınıflaşma ve hatta çatışmalara yol "açmasının sebepleri üzerinde durulabilir ve İslâm ülkelerinde böyle çatışmaların niçin olamayacağı kaydedilebilirdi. Belki, böyle bir kayda ve açıklamaya gerek yok, bu îzah yeterlidir de denilebilir. Bu da bir görüştür. Ancak, tebliğci zaten sistem dışına çıkmıştır. Bazen, Marksist sistemde, “emek, tek değer yaratan faktör” denmiştir. Hemen arkasından, batının kapitalist üretim yöntemleri, modellerinde de “emek, sermayenin insafına terkedilmiştir” görüşüne yer verilmiştir.
O halde, konu İslâmî bir yaklaşımlamı ele alınıyor? Yoksa sistemler arasında bir mukayesemi yapılıyor? Şahsen ben bunu pek anlayamadım. Eğer, sistemler arasında bir mukayese ile konu anlatılacaksa, bu, konunun bütün yönleri incelenerek tam bir metotla ortaya dökülmesi lâzımdır, demek istiyorum.
Bîr başka husus, sermayenin üretimdeki önemi İle ilgilidir. İslâm'ın sermayeye karşı olmadığı ve hatta bazı insanların sermaye sahibi olmasına Allah tarafından izin verildiği, ancak, sermaye sahibinin de İstihdam yoluyla başkalarını yararlandırması gerektiği vurgulanmaktadır. Bunun yanında, haklı bir neden olmadıkça, devletin özel mülkiyete ve sermayeye dokunmasını Kur'an'm tasvip etmediği belirtilmektedir.
Buradaki haklı nedenler tamamıyle kapalıdır. Ben şahsen, bir okuyucu olarak bu haklı nedenlerin neler olduğunu merak ediyorum. Acaba, devlet-mülkiyet, sermaye ilişkisi konusu, İslâmî açıdan devlet ile fert arasında ne şekilde düzenlenmiştir? Devletin bu konudaki müdahale sınırları nerede başlamakta ve nerede bitmektedir.? Bu konular açıklık beklemektedir. İçerik tam anlamıyla verilmemiş, konu satırbaşı geçilmiştir.
Bir başka konu da, emekle-sermaye ilişkisindeki karşılıklı hak ve sorumluluklarla ilgilidir.
Burada, hakem ile hakem kurulu üyelerinin seçiminde Kur'an'a uyuluyormu, uyulmuyormu? Bu ortadadır.
Sendikal çözümler İslâm prensiplerine aykırımıdir, değilmidir? Günümüz sendikalarının fonksiyon ve uygulamalarının İslâmî hak ve adalet ilkelerine uygunluğu ne derece vardır veya yoktur? Bunlar tartışmaya açık bırakılmıştır. Yeterli bilgi verilmemiştir.
Ayrıca, genelde iki hususa işaret etmek istiyorum. Birincisi, tebliğde, işçi ve işverenin karşılıklı hak ve sorumlulukları konusu, en başta ele alınması gereken bir konudur. Ancak, böyle yapılmamış, önce anlaşmazlıklar ele alınmış, çözüm sistemleri tartışılmış ve sonra İşçi-İşverenin karşılıklı hak ve sorumlulukları ele alınmıştır. Bu durum, mantık zincirine ve sebep-netice ilişkisi düzenine ters bir vaziyet ortaya çıkarmıştır.
İkincisi, tebliğ, giriş bölümünü kapsamadığı için, sonuç bölümüne de tabii olarak yer vermemiştir. Bu sebeple, öz olarak fikirlerin nerede yoğunlaştığım pek tesbit edemiyoruz.
Ancak, tebliğin, zengin bir İslâmî kaynakçaya dayandığı ve iyi bir derleme çalışması olduğu aşikârdır. [70]
1- (Sh: 341, p. 2) “Sermayenin fertlerin mülkiyetinde bulunması önemli değildir. Hatta haklı bir sebep olmaksızın Devletin Özel sermayeye el koymasını Kur' an tasvip etmemiştir.” cümlelerinin ifade ettikleri manada çelişki var gibi gözüküyor.
2 - (Sh; 345, p. 2) “...Tabiatta sahipsiz olarak bulduğu tabii zenginliklere el koyabilir.” dediğimiz zaman bunu bir statüye bağlamassak anarşi doğmaz mı?
3 - (Sh: 347) Bilhassa bugünkü sendikalarla iltibası önlemek için ön görülen hakemler kurulunun nasıl teşekkül edeceğini açıklamakta fayda vardır. [71]
Giriş kısmı âyetler ışığında iyi işlenmiş, diğer bütün konularda olduğu gibi, emek-sermaye ilişkisi yeni yorumlara tabi tutularak âyetlerin ışığı altında değerlendirilmiştir.
Genel çizgileri itibarıyla konular, âyet ve hadisler ışığında incelenmiştir. Konular işlenirken tâli kaynaklar daha az kullanılmıştır. Tebliğ'de ilhamın doğrudan Kur'an'dan alındığı intibaı vardır. Bu yönü ile sayın tebliğ sahibini özellikle tebrik etmek isterim.
Serbest pazarlık başlığı altında ücret tesbiti konusunda Fir'avn'm, sihirbazlarına vermeyi tâahhüt ettiği ücret mukavelesi ile ilgili tesbitini güzel buluyorum.
S. 348'de işçi-işveren arasındaki anlaşmazlıkların çözülememesi halinde hakemler kurulunun teşkilini öngörürken en-[72] âyette bahiskonusu olan karı koca arasındaki anlaşmazlıkları uzlaştırmak için, kurulması teklif edilen hakemlere göre kıyas yapmaktadır. Ancak, bu hakemlerin tarafların rızası ile seçilmesi lâzımdır.
S. 351'de işverenin sorumluluklarından bahs edilirken, ne işverenin işçiye, gücünün yetmediği işi teklif etmesini, ne de işçinin işverene gücünün üstünde ücret vermesini istemesinin uygun olmayacağını[73]. âyet-i kerimesine kıyas yaparak vurguluyor.
Netice: Kullandığı 58 dipnottan 52'si Kur'an ve Sünnete dayalı olmasına rağmen, işçi-işveren münasebetleri konusunda önemli meselelere parmak basılmış ve güzel neticeler elde dilmiştir. Bu çalışma yalnız Kitap ve Sünnet esas alınmak suretiyle bile, asrımızın çözüm bekleyen bir çok meselesinin halledilebileceğinin örneğini teşkil eder. Tebliğciyi bütün samimiyetimle tebrik eder nice değerli araştırmalara muvaffak olmasını yüce Allah'tan temenni ederim. [74]
Doç. Dr. îlhan Oksay'ın görüşlerine cevap :
Konuların tertibi biraz da kaynakların şevkiyle oluştuğundan bu hususu meselenin özüne taalluk eden bir husus olarak görmüyorum.
İslâmî hükümleri diğer dinlerle mukayese etmeyi İslâmî araştırmalarda itiyat edinmiş değiliz. İlâhî kaynaktan geldiği şekliyle muhafazaya muvaffak olduğumuz İslâm'ın birinci kaynağı, olan Kur'an'ı beşerî neva ve heveslerle karıştırılmış bulunan diğer dinlerle aynı kategoride mütala etmeyi uygun bulmayız. Böyle bir çalışma mukayeseli dinler tarihçilerinin konusu olabilir.
Tebliğimizin başında takdim ettiğimiz üzere asıl görüşümüz üretimin iki önemli faktörünün emek ve sermaye olduğudur. Yalnız burada biriktirilmiş nakitleri, üretim araç ve gereçlerini ve hatta işlenmemiş haliyle tabiatı sermaye kavramı içinde düşünüyoruz. Üretim süreci içinde emek bir tarafta üretimin öteki faktörleri ise diğer tarafta yer alırlar. Bu aynı zamanda sayın İbrahim Ural'ın da tenkidine cevaptır.
Sayın Oksay'ın zannettikleri gibi marksist ve kapitalist sistemlerle İslâm'ın mukayesesini yapmayı hiç arzulamadık. Biz sadece konuyu islâmî açıdan incelemeye çalıştık. Sadece diğer sistemlerin temel karakterlerine birer cümle ile işaret ettik.
Sermayeye müdahaleyi haklı kılan nedenleri İslâm hukukunun bütünü içinde bulabiliriz. Ancak bu mesele bir başlık altında işlenmiş değildir. Aile hukukundan borçlar ve miras hukukuna, şahsın hukukundan siyer bahsine kadar değişik konularda değişik biçimlerde sermaye ile ilgili kayıtlayıcı hükümler bulunabilir.
Hakem kurulunun ve sendikaların bugünkü işleyiş biçimlerini biz araştırmamızın dışında bıraktık. Ancak işçilerle işverenler arasında ihtilâf vaki olmadan veya olduktan sonra hem işçilerin hem de işverenin hakemliğine razı olacakları kişilerin hakem olarak seçilmelerini biz Kur'an hükümlerine muvafık bulduk. Yalnız, hakemlerin her iki tarafın rızasını almış bulunmalarını temel şart olarak gördük. Buradan anlaşılıyor ki her bir işyerinde ihtilâf vukuunda ayrı hakemler seçilecektir. Bir iş kolunun doğacak bütün ihtilaflar için bir tek hakem heyeti seçmesine mani bir hüküm de yoktur. Hakemlerin seçilme biçimi ise işin teknik yönüdür. Süreli veya sürekli olarak seçilmelerini konunun esasına taalluk eden bir husus olarak görmüyoruz. Burada aynı zamanda Yunus Vehbi Yavuz beyin tenkidini de cevaplamış oluyorum.
Sayın Prof. Cemil Kıvanç'ın görüşlerine cevap:
Kıvanç bey Hz. Peygamber'in “üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü ben onların hasmı olacağım... Bu üç sınıf insandan biri de ücretle bir kişi tutup o kimse de işini bitirdikten sonra ona ücretini ödemeyendir” mealindeki hadisine yer vermemizi yeterli bulmuyor ve asıl mesele ücretin hemen Ödenmesimi yoksa yeterli bir ücretin ödenmesimidir sualini tevcih ediyorlar. Zaten biz de hemen müteakip sahifede “Serbest Pazarlık Sistemine Müdahale” başlığı altında bu konuyu cevaplamaya çalışmıştık.
Kıvanç bey grevde asıl olan grevin işçi elinde bir tehdit unsuru olarak bulunmasıdır, yoksa grevin fiilen uygulanması değildir görüşünü ileri sürüyorlar. Grevin bir tehdit silahı olabilmesi için bu silahın kullanılabilir olması gerekir. Biz ise hakkın elde edilmesinde işçinin tek taraflı bir iradeyle işi tatil etmesini tecviz edecek bir delil bulamadık. Sermayenin gücünü ve işçinin çoğu kere zayıf ve muztar durumda bulunabileceğini hesap ederek meselenin hallinde hakkaniyet prensiplerine uygun başka çıkış yolları teklif ettik.
Sayın Yunus Vehbi Yavuz Bey'e teşvikkâr ve sita” yişkâr ifadeleri için teşekkür ederim. [75]
[1] El Bakara: 2/ 36; El A'raf: 7/24.
[2] El Enbiya: 21/80.
[3] En Necm: 53/39.
[4] El Bakara : 2/188; En Nisa: 4/29.
[5] En Nisa: 4/161.
[6] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 337-338.
[7] Ez Zuhruf: 43/32.
[8] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 338-339.
[9] Ez Zuhruf XL11I,32.
[10] El A'raf VII, 58.
[11] Ez Zuhruf XLII, 32.
[12] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 339-340.
[13] Es Sâbûnî, M. Ali, Safvetü't. Tefâsîr, Beyrut, 1401/ 1981 s.
[14] El A'raf, VII, 58.
[15] Bakınız En Nahl XVI, 14; El îsra, XVIII, 66; Er Rûm, 46: El Fâtır XXXV, 12; El Câsiye XLV, 12.
[16] El Kehf XVIII, 79.
[17] En Nahl XVI, 14.
[18] El îsra XVII, 66.
[19] Et Tevbe IX, 34-35.
[20] El Kurtubî, El Cami Li Ahkami'l Kur'ân, Kahire 1967, XIX, 56.
[21] El Müzzemmil LXXIII, 20.
[22] Es Serahsî, El Mebsût, Beyrut, Tarihsiz, XXII, 18; El Kâsânî, Bedayiü's Sanayi' Fî Tertîbi'ş Şerâyi', Beyrut, tarihsiz, VI, 79.
[23] En Nahl XVI, 74.
[24] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 340-343.
[25] El Bakara II, 188; En Nisa IV, 29.
[26] Yâsîn XXXVI, 35.
[27] El İsra' XVII, 12.
[28] El İsra' XVII, 66.
[29] El Müzzemmil LXXIV, 20.
[30] El Cum'a LXII, 10.
[31] Ayrıca bakınız El Bakara II, 198; El A'raf VII, 10; El Hicr XV, 20; En NahLXVI, 14; En Nûr XXIV, 33; El Kasas XXVIII, 73; Er Rûm XXX 23, 46; Fâtır XXXV, 12; El Câsiye XLV, 12.
[32] İbn Mâce, Et Ticârât, 5.
[33] El Buharı, El Müzarea, 11; Ebû Dâvûd, El îmâre, 36.
[34] El Kurtubî, a. e., XIX, 56; Elmalık M, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1960-62, VIII, 5444.
[35] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 343-345.
[36] El Bakara II, 267.
[37] îbn Mâce, Er Rühûn, 4.
[38] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 346.
[39] El Kasas, XXVIII, 27.
[40] Yûsuf XII, 55. (o) Et Tevbe IX, 60.
[41] Kİ A'raf VII, 113-114.
[42] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 346-347.
[43] Ebu Davud, El Büyü, 25; Ahmed b. Hanbel, El Müs-ned, I, 116.
[44] En Nisa IV, 59.
[45] En Nisa IV, 35.
[46] En Nisa IV, 105; Ayrıca bakınız En Nisa IV, 58; El Bakara II, 213; Âl-i İmrân III, 23; El Mâide V, 48-49; Sa'd XXXVIII, 26.
[47] El Maide V, 42.
[48] En Nûr XXIV, 51.
[49] En Nûr XXIV, 48.
[50] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 347-349.
[51] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 349-350.
[52] En NahI XVI, 14.
[53] El Enfâl VIII, 27.
[54] El Mü'minûn XXIII, 8; El Meâric LXX, 32.
[55] Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, m. 604-605, 607.
Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 350-351.
[56] Ebû Ubeyd, El Emval, No. 653.
[57] El Bakara II, 233, 286; El En'am VI, 152; El A'raf VII, 42.
[58] Et Talak LXV, 7.
[59] El Kasas XXVIII, 26.
[60] Yusuf XII, 55.
[61] İbn Mâce, Et Ticârât, 7.
[62] En Nisa, IV, 58.
[63] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 351-353.
[64] El Kâsânî, Bedayiü's Sanayi, Kahire, Tarihsiz, VIII, 3649; İbn Kudame, El Muğnî, Mısır, 1329, V, 30,
[65] El Buharı, El îcare, 14, 50; Ebû Da'vud, El Akdıye, 12.
[66] Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, m. 576.
[67] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 353-354.
[68] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 354-355.
[69] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 355-356.
[70] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 356-358.
[71] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 358.
[72] Nisâ, 4/35.
[73] el-Bakara 2/233.
[74] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 359.
[75] Doç. Dk. Hamza Aktan, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 360-361.