TARİH BOYUNCA KADIN HAKLARININ GELİŞİMİ VE MÜSLÜMAN KADININ HUKUKU
Tarih Boyunca Kadın Haklarının Gelişimi
İslam'ın Kadınla İlgili Temel Prepsipleri
4- Devlet Başkanlığı Konusunda
Değinmemiz Gereken Bazı Gerçekler
Tarih Boyunca Müslüman Kadının Konumu
1- Buluğ/Ergenlik Çağına Ulaşmadan Küçük Yaşta Evlenmenin Yasaklanması.
2- Evlilik Yaşının Dondurulması
3- Eşler Arasında Büyük Yaş Farkının Yasaklanması
4- Evlilikte Veli Zorlamasının Yasaklanması
Çok Evliliğin Sosyal Zaruretleri
Çok Evliliğin Bireysel Zaruretleri
Çok Evlilik Ahlakî Bir Sistemdir
Batılıların Çok Evliliği Ne Ahlakî Ne İnsanîdir
Avrupalıların Gürültü Kargaşa ve Bozgunculukları
Çok Evliliğin Kur'an'da Yasallaştırılması
Çok Evliliğe İslâmi Islahın Etkisi
Bugünkü Müslümanlar ve Çok Evlilik
Çok Evliliği Yasaklama Yahut Sınırlandırma Girişimleri
Boşanma ile ilgili Genel Kurallar
Boşanma Yetkisi Neden Erkeğe Verilmiştir?
Boşanma İle İlgili Hukukî Islahatlar
1. Talakın Ric'i Kabul Edilmesi
3. Sarhoş, Zorda Kalan Ve Şaşkının Boşaması
5. Kadının Boşama Yetkisinin Kendisine Verilmesini Şart Koşması
7. Nafakasızlık Yüzünden Boşanma
9. Geçimsizlik Yüzünden Ayrılış
TARİH BOYUNCA VE KURÂN-I KERÎM'DE KADIN
Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın Ve Kadın Hakları
Kadın Erkek Eşitliğine Karşı Çıkanların Delilleri
KADIN KONUSUNDA KURANA YÖNELTİLEN BAŞLICA ELEŞTİRİLER
1- Erkeklerin Kadınlar Üzerinde Hâkim Olması:
2- İki Kadının Şahitliğinin Bir Erkeğin Şahitliğine Denk Olduğu İddiası
3. Mirasta Erkeğe Kadınınkinin İki Misli Hisse Verilmesi
4. İslâm'da Boşanma Hakkının Sadece Erkeğe Verildiği İddiası
İSLAM HUKUKU'NDA KADININ SİYASİ HAKLARI
2. Siyasî Hakkın Tarifi Ve İslâm Hukuku'nda Siyasî Haklar
3. Kadının Siyâsî Haklarının Tarihçesi
A. Eski Hukuk Sistemlerinde Kadının Siyâsî Hakları
B. Türkler'de Kadının Siyâsî Hakları
C. İslâmiyetten Önce Araplar'da Kadının Siyâsî Hakları
4. İslâm'da Kadın'ın Siyâsî Hakları
a. Konu Üzerinde İcmâ'ın Varlığı
d. Devlet Başkanlığı Görevinin Kadının Yapısı İle İlişkisi
e. İslâm Tarihinde Kadının Siyâsî Durumu
2. Kadının Bakanlığı (Vezaret)
Boşanmanın Cevazına Dair Deliller
İtaatsizlik (Serkeşlik Ve İhtilâf)
Aybaşı Adetinde Kadını Boşamak Haramdır
Boşanma Yetkisini Kadına Vermek
Kadının Kadı (Hâkim) Tarafından Boşanması
Nafaka Verilmediği Zaman Boşamak
Kadının Huzursuzluğu İçin Boşanma
Kocanın Ortadan Kaybolmasından Dolayı Boşanma
Kocanın Hapsedilmesi Sebebiyle Boşanma
İSLÂM'DA KADIN TESETTÜRÜNÜN BOYUTLARI
Bir Müslime Kadının, Kâfir Kadın Yanında Açılması Caiz Olur mu?
Tesettür; İffetin, Ailenin Ve Cemiyetin En Büyük Te'mînâtıdır
Baş Örtüsüne Karşı Olmanın Gerçek Sebebi Acaba Nedir?
Teberrüce Açılıp Saçılmaya Sürükleyen Sebepler Nelerdir?
Tesettüre, Kimler Hangi Gerekçe İle Karşı Çıkıyor?
KADININ ŞAHİTLİĞİ, ÖRTÜNMESİ VE KAMU GÖREVİ
ÇAĞIMIZA GÖRE İSLÂM'IN KADINA KAZANDIRDIĞI HAKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
İslâm'ın Kadına Getirdiği Haklar
TANZİMAT ve CUMHURİYET DÖNEMİNDE KADIN
1. Tanzimat Fermanı'nın Kadın Üzerindeki Tesiri
3. İstiklâl Savaşı Sırasında Kadın
C. Genel Bir Değerlendirme Ve Tekliflerimiz
MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİNDE KADIN
Millî Mücadele Dönemi (1919 -1923)
1. Millî Mücadele Mitinglerinde Türk Kadını
II. Millî Mücadele Basınında Türk Kadını
III. Millî Mücadele Döneminde Kadın Cemiyetleri
1. Kasaba İslâm Kadınları Cemiyeti
2. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti
3. Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Şubesi
Fatma Seher Hanım (Kara Fatma)
TÜRK AİLESİNİN TEMEL KARAKTERİSTİĞİ
1993 yılı Mart ayının ilk haftasıydı. A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Farabi Salonunda Kadın Hakları ve Çağımızda Kadın Hukuku" üzerine çok tartışmalı ve ateşli konuşmalarla dopdolu bir panel gerçekleştiriliyordu.
Hani şu fırsat buldukça ve sıkıştıkça, "İrticaya hayır!", "Laikliği biz yaşatacağız", "Kahrolsun şeriat!" sloganlarıyla Anıtkabir'e çıkan ve vehmettikleri şeylerin şikayetlerini oradaki özel deftere, çok özel bir şekilde yazan kürklü, sosyete hanımların oluşturduğu "Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği"nin düzenlediği bir paneldi bu.
Bayan Garih'lerin, Lilli'lerin, Alaton'ların, Eczacıbaşı'ların, Koçların, Demirören'lerin ve benzeri kendi kültür ve değerlerinin yabancısı olmuş hanımefendilerin temsil edildiği 'Türk Kadınları Federasyonu" da bu ilginç panelin ev sahibesiydiler.
Türk kadınının ve kadın haklarının anlatılacağı bu panelde ilk Türk Kadın Bakanlarından ve halen kadın sorunları Bakanlığını (Devlet Bakanlığı) deruhte eden Prof. Dr. Türkan Akyol ile onunla hemen her konuda anlaşabilen eski kadın bakan İmren Aykut katılımcı olarak bulunuyorlardı.
Atatürk, Laiklik ve Türk Kadını isimli zorunlu açılış tebliğinden sonra panelistler sahnede yerini almıştı.
SHP adına Halil Çulhaoğlu, DYP adına Ali Şevki Erek, ANAP adına Kamran İnan, CHP adına Hasan Fehmi Güneş ve Refah Partisi adına bendeniz Hasan Hüseyin Ceylan olarak katılmıştım.
Böyle bir panele katılmamın esas nedeni de Şubat 1993 tarihinde Atina'ya bir ziyaret yapan Kadın Haklarından sorumlu kadın bakan Prof. Dr. Türkan Akyol'un tüm Yunan kamuoyunun önünde Yunan televizyonuna verdiği, "İslâmiyet yüzünden bugün Türk kadınının durumu maalesef beter durumdadır." demecinin bir gün fırsat geçtiğinde cevabını verebilmem içindi.
Şimdi "Kadın Hakları ve Türk Kadının Bugünü" adlı panelle böyle bir fırsatı yakalamıştım ve Türkan Akyol'un hem de kendi taraftarları önünde ve akademik disiplin içerisinde İslâmiyet'le kadının yükselişini görmesi gerekiyordu. Sayın Kamran İnan'dan söz bana gelince İmren Aykut ve Türkan Akyol'un yüzüne baka baka şu aşağıdaki konuşmayı dile getirdim:
Saygıdeğer Türk Kadınları Federasyonu ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin pek muhterem üyeleri!
Düzenlemiş olduğunuz bu tarihi panelle bendenize, 70 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan bir yanlışlığın, bir haksızlığın ve hatta bir iftiranın ve de bir cehalet görüntüsünün tashih edilme fırsatını verdiğiniz için sizlere teşekkür ederek başlıyorum konuşmama.
Tashih edilmesi gereken düşünce 70 yıldır devam eden bir anlayışın uzantısı olarak sayın Kadın Sorunları Bakanı Türkan Akyol'un Atina'da verdiği talihsiz ve de haksız beyanatıdır.
Sayın Bakan, "Bugün Türk kadınının içerisinde bulunduğu beter durumun sebebi İslâmiyet'tir." diyerek bizlerin İnancına ve değerler sistemini küçük düşürmeye çalışmıştır. Üstelik bu hareketini Yunanlıların önünde gerçekleştirmiştir.
Oysa bu ifadeler tamamıyla bir cehlin ürünüdür. Kadın İslâmiyet'te en üst noktalara gelmiş, madden ve manen hep saygın yerini muhafaza etmiştir. Asıl kadının beter durumda olduğu medeniyet, batı medeniyetidir. Batının tarih boyunca kadına karşı ortaya koyduğu hukuk onun hangi konumda olduğunu bize en güzel şekilde ispat etmektedir.
Biz böyle konuşunca kadın bakan ve bir kısım kürklü hanımefendi:
"Sataşma var!", "biz burada İslâmiyet'i dinlemeye gelmedik!", "konu Arap kadını değil, Atatürkçü Türk kadınıdır." diye mukabelede bulunup konuşmamı engellemek istediklerinde, gerçekten demokrat tavırlı oturum başkanı hanımefendi,
"Lütfen sabırla dinleyiniz. Cevap vermeniz gerekirse, sonunda cevap hakkınızı kullanırsınız." diyerek bakanı ve dinleyicileri yatıştırdı.
Biz konuşmamıza devamla:
Sayın bakan ve Çağdaş Hanımlar şu okuyacağım belgeleri iyi dinlesinler ve bilsinler ki, kadının İslâmiyet'te yüz akı tavrını ve yine kadının batı dünyasında nasıl seviyesizleştirildiğini ve insan muamelesinin bile kendine çok görüldüğünü öğrenmiş olsunlar.
Bakınız İslâmiyet'in geldiği asırda kadının muhtelif medeniyetlerdeki konumu:
Hinduizm'de Kadın:
Eski Hind hukukuna göre kadın evlenme, miras ve diğer muamelelerde hiçbir hakka sahip değildir. Kadın murdar temayüllere, zayıf karaktere ve fena bir ahlâka sahip olduğundan "Manu" kanunu onu, çocukluğunda babasına, gençliğinde kocasına, kocasının vefatından sonra da oğluna veya kocanın akrabasından bir erkeğe bağlı olmaya mecbur etmiştir. Veda'larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir mahlûk olarak tasvir edilir.
Budizm'de Kadın:
Budizm'in kurucusu Buda önceleri kadını dinine kabul etmiyordu. Pek yakın dostu olan amcazadesi Anenda kendisine:
“Kadınlara nasıl muamele edelim?” diye sorunca:
“Onlara hiç bakmayacaksın!” cevabını vermiş.
“Fakat bakmaya mecbur olursak?”
“Onlarla konuşmayacaksın.”
“Konuşmaya mecbur kalırsak?”
“O takdirde onlarda son derece sakınmalısın!”
Anenda kadınları himaye ederdi. Onun ısrarıyla Buda, birçok tereddütlerden sonra kadınları dinine kabul etmiş, fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu söylemişti.
Babil Medeniyetinde Kadın:
Babil hükümdarları Hamurabi (m.ö. 2123-2081) tarafından vaz'olunan ve Hamurabi Kanunları diye şöhret bulan kanunda aile hakları bakımından oldukça müsait maddeler vardır. Kanun tek kadınla evlenmeyi esas tuttuğu halde odalık bulundurmayı ve bazı hallerde birden fazla kadınla evlenmeyi de kabul etmiştir.
Yahudi Hukukunda Kadın:
İsrail hukukunda ailede erkek mutlak hâkimdir. Yahudi kızları babalarının evlerinde bile hizmetçi gibidirler. Baba onları satabilir. Boşanma hakkı keyfî bir surette kocaya aittir. Kızlar ancak başka bir vâris bulunmadığı takdirde babalarının mirasına nail olabilirler.
Fars Medeniyetinde Kadın:
Sasanî devletinde kız kardeşle evlenmek caizdi. Hatta bu, teşvik edilirdi. Kan hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya değer bir hususiyetleri yoktu.
Eski Yunan ve Roma'da Kadın:
Kadın Eski Yunan ve Roma'da da hiçbir hakka sahip değildi. Evlenmenin en mühim gayesi erkek çocuk elde etmek, zevk ve şehveti tatmin etmek, evde mal-mülk üzerine bir bekçi ve hizmetçi getirmekti. Eflâtun'a göre: "Kadın elden ele orta malı olarak gezmeli" imiş. Aristo:
"Kadın yaratılışta yarı kalmış bir erkektir." der.
İngiltere'de Kadın:
M.S. V. asırdan XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirlerdi, ilk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felâketini hazırlayan bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar hıristiyan milletler kadına daima bir "şeytan" nazariyle bakmışlardır. İngiltere'de kadın murdar bir mahlûk sayıldığından İncil'e bile el süremezdi. Bu vaziyet ancak kral VIII. Hanri'nin (1509-1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erebildi. Bu karara göre kadınlar İncil okuyabileceklerdi.
Arabistan'da Kadın:
İslâm'ın doğuşu sıralarında Arabistan Yarımadası'nda da kadının durumu pek feci idi. Kadın âdeta erkeğin şehvetini tatmin vasıtası sayılırdı. Evlenme, aile kurma ve boşanma düzeninden, miras hakkından mahrumdu, inanmak, vicdan hürriyeti, izzet-i nefis... gibi mânevi değerlerde de kadın erkekten çok aşağı kabul edilirdi. Kız çocuk ailede maddî bakımdan yük, manevi yönden de bir ar ve utanma vesilesiydi. Baba, kızını öldürmekte bir mahzur görmezdi, hem de diri diri toprağa gömerek...
Rusya'da Kadın:
Çarlık Rusya’sında kadın 1689 Deli Petro ve Katerina iktidarına kadar uğursuz, topluma zararlı, doğurmaktan başka bir işe yaramayan, sadece erkeğin arzularına cevap veren bir mahluk sayılıyordu.
İşte kadının şu olanca övgüsü yapılan batı medeniyetlerindeki konum bu!
Konuyu daha da ileriye götürüyorum: Bakınız şu kadın hakları meselesinin ve medeni kanunumuzun alındığı İsviçre hukukuna. İsviçre'de bile kadın ancak 9 Mart 1971 tarihînde seçilme hakkına kavuşabilmiştir.
Oysa İslâmiyet'te kadın bakınız nasıl zirveyi yakalayabilmiştir:
Kadının diri diri toprağa gömüldüğü bir cahiliye çağında, "cennet anaların ayakları altındadır.", "iki kız çocuğunu İslâm üzere yetiştiren aileler iki parmağının birbirine yakınlığı gibi cennette benimle beraber olacaklardır.", "Hiç şüphe yok ki kadınlar erkeklerin dengi, eşi ve bir benzeridirler." diyerek kadın ulvî ve erişilmez yerini tanımlamıştır."
Bu sırada dinleyicilerden bir sosyete çağdaş hanım,
"Ben ayağımın altında cennet istemiyorum." deyince ben de ister istemez:
"Merak etmeyin zaten cennet sizlerin ayakları altında olmaz!" cevabını vermiştim. O zaman sayın Kamran İnan o anda bana
"Ceylan, bunlar ancak bu dilden anlar! Bunları ben iyi tanırım!" demişti.
Konuşmama devamla dedim ki:
"İslâm kadına sadece bunları vermekle kalmamış. Ravza Anayasası'nda -Kur'an'da-, Allah kadınlar için 7 adet özel sure ve yüzlerce ayet göndererek kadın hukukunun tüm boyutlarını gösterebilmiştir.
İşte Nisa Sûresi, Adından da anlaşılacağı üzere müstakil bir kadın sûresi... Ve tam 176 ayet... Kadının aradığı her boyut var orada.
İşte Nur Sûresi, 64 ayet. Kadının aile hukuku, evinde ve dışarıda kadın... Ve kadının örtüsü, giyimi, kuşamı...
İşte Meryem Sûresi, Tam 98 ayet. Kadın-erkek ilişkileri, kadının erkeğe ve topluma saygısı; Erkeğin de kadına duyacağı sevgi ve saygı hepsi anlatılıyor...
İşte Ahzab Sûresi, 73 ayet. Kadının iş hayatında, sokakta, evinin dışında ve hatta savaştaki konumu...
İşte Mümtehine Sûresi, 13 ayetle tek tek kadınlar erkeklerin dengi ve benzeri olarak vatanlarının korunmasında aynen erkekler gibi savaşacaklarının beyanı...
İşte Tahrim Sûresi, Kadının ve erkeğin birbirine karşı haramlık ve helallik boyutları...
İşte Talak Sûresi, 12 ayet. Boşanmanın hükmü. Nikah, evlilik, kadın-erkek uyuşmazlığı noktaları, çocukların durumu vb...
Görülüyor ki, Ravza Anayasası kadına en az 7 sûre ve yüzlerce ayetle yer vererek kadının sosyal, siyasal ve kültürel haklarını ortaya koymuştur.
Ben şimdi sayın bakana ve Çağdaş, Hanımlar Derneği üyelerine soruyorum: Bugün TC Anayasası'nda gerek 1924, gerek 1961 ve gerekse 1982 anayasasında kadına kaç maddeyle, kaç bölümle ve kaç sayfayla yer verilebilmiştir? Bakınız Türkiye Cumhuriyeti'nde kadına seçme ve seçilme hakkı ancak 1934 yılında verilebilmiştir. Almanya'da 1942 ve İsviçre'de 1971 yılında kadın seçilme haklarına kavuşmuştur.
Oysa İslâmiyet'te daha 622 yılında gelen bir ayetle kadının devlet başkanını seçmesi ve ona tabi olacağı şartlar belirtilmiştir. Bu yüzden İslâm Devlet Başkanı Hz. Muhammed'e İlk beyat edenler arasında İlk 72 kişiden 13 tanesi kadın idi. Keza Hz. Ömer döneminde tüm Medine şehrinin İnzibat ve pazar emniyeti görevlisi bir kadındı ve İsmi Şifa Hatun'du. İslâm'da kadın âlimler, doktorlar, hatibeler, büyük muhaddisler o kadar çoktu ki bazen Hz. Muhammed, "Ensar kadınları ne kadar zeki oluyorlar. Bakın Ömer'i bile geçtiler." diyerek kendi sohbet halkasında kadını yüceltiyordu...
Şimdi bütün bunlardan sonra ben sayın kadın hakları bakanı Türkan Akyol'a soruyorum:
"Acaba kadın İslâmiyetle mi beter duruma gelmiştir, yoksa o tapılacak konumda gördükleri batı medeniyetinde ve batı ülkelerinde mi beter duruma gelmiştir?"
İşte bu konuşmam o gün kadınlar üzerinde çok büyük tesirler uyandırmış, sosyete kesiminden epey ilgi görmüş ve herkesin:
"Biz İslâmiyet'i böyle bilmiyorduk!" demelerine vesile olmuştur. Gerek eski içişleri bakını CHP'li Hasan Fehmi Güneş ve gerekse eski Devlet Bakanı Kamran İnan konuşmamı içtenlikle tebrik etmişler ve sonunda:
"Kadın Hakları ve İslâmiyet'in Kadına Kazandırdıkları" üzerine bir çalışma yapılsa çok faydalı olur demişlerdi.
Bu istek ve arzular İslâmi kesimden de çokça gelince "İslâm'da Kadın Hakları" üzerine bir çalışma yapma gereğini duyduk. Yapılan görüşmelerden çıkan netice, bugüne kadar kadın hakları üzerine yapılan tüm çalışmaları toplamak ve tam bir "Antoloji" niteliğinde "ana kaynak" olarak yayın hayatına kazandırmak oldu.
Bunun neticesi olarak şu anda elinizde bulundurduğunuz "Kadın Hakları" üzerine yapılmış en mükemmel antolojiyi oluşturduk.
Kadının sosyal ve siyasal hakları, ekonomi ve iktisatta kadın, miras hakkı, şehadet hakkı, Talak, Teaddüd-i Zevcat, Kadının Çalışması, Kadınlara Özel Haller, Kadın İlmihali, Tarih Boyunca Kadın, Kadının Tesettürü, Örtünmenin Boyutları, Kadının Cinselliği, Kadın-Erkek Eşitliği, Çağımızda Kadın Sorunları gibi pek çok başlıkta kadın haklarını ele alan araştırmalar ortaya koyduk.
Her biri sahasının otoritesi olan bilim adamlarının araştırma ürünleri bu kaynak kitapta derlendi ve mükemmel bir kadın hakları antolojisi meydana getirilmiş oldu.
Gayret ve çalışmak bizden; Tevfik Allah'tandır.
Hasan Hüseyin Ceylan 16. 9. 1993 Ulus - Ankara[1]
Alemlerin Rabbine hamd olsun, Efendimiz Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.)'e aline ve alınları açık, temiz duygulu ashabına, selatü selam olsun. Kıyamet gününe kadar onların yollarım izleyenlere de...
Aslında bu araştırmam Kültür Haftası münasebetiyle Şam Üniversitesi salonlarında verdiğim bir konferanstır. O zaman konferansın süresi iki saat, bilemedim biraz daha fazlaydı. Onun için orada konferansı takdim ederken sürenin kısıtlı oluşunu dikkate alarak pek çok araştırmalarımı, seri bir şekilde ve öz olarak vermek zorunda kalmıştım. Şam Üniversitesi bu araştırmayı müessesenin kültür faaliyetleri arasında basmak istediğini bildirince daha önce üzerinde fazla durmadığım şeyleri açıklamayı, kısaca geçtiğim yerleri detaylı halde ele almayı gerekli gördüm. Konulan işlerken onların şer'î delillerini de zikretmem gerektiğini ve bunun kaçınılmaz bir görev olduğu kanısına vardım. Ayrıca batılı kadının durumunu ortaya koyan, sürekli biçimde İslam'a ve müslümanlara saldırı vaziyetini alan oryantalistlerin, ruhbanların ve emperyalizm misyonerlerinin müteassıbane hükümlerine karşı insaflı Batılıların sözlerinden deliller getirerek savunmamız gerektiğine kanaat getirdim. Bunun yanı sıra batılılar tarafından ortaya atılan, “Batı emperyalizminin bu ülkeleri işgal etmesinin onlar adına bir nimet, bir medeniyet ve o ülkelerde yürürlükte bulunan köhne kanunların değişmesinin onlar için bir fazilet olduğu" şeklindeki iddianın tutarsızlığını ortaya koymamız gerektiğine inandım.
Bu özel çalışmalarla araştırmamı değişik eklerle zenginleştirdim. Konferans sırasında sözünü ettiğim pek çok şeyi destekleyen delilleri zikrettim. Bu ekleri araştırmaya eklememizin başlıca amacı ileri sürdüğümüz görüşleri destekleyen, kanıtlan okuyucunun önüne sermektir. Burada benim işim bir hakkı talep eden yahut bir hakkı savunan, sürekli tanıklarını arttırarak ikna etmeye çalışan bir avukatın durumundan farksızdır.
Kadın meselesi bugüne kadar sürekli olarak tek yönlü ele alınmıştır. Ve o açıdan temellendirmelere, demlendirmelere gidilmiştir. Ben ise bu meseleye bir başka taraftan yaklaşmak istiyorum. Görüşlerimi bu araştırmada delilleri ve belgeleriyle sergilemeye, çağrıda bulunduğumuz inandığımız şeyi ortaya koymaya çalışacağım. Araştırmamızın notlarında elimde bulunan tüm belgeleri, vesikaları zikredecek değilim. Yalnız bunların en önemlilerini anmakla yetinecek ve okuyucuyu gönül huzuruna kavuşturma için alıntı yaptığım yerlerin kaynaklarını göstereceğim. Tekrar belirtiyorum ki, mesele kadın dostluğu yahut düşmanlığı değildir. Gizli olmayan birtakım kirli emellerin peşinde koşan bazı kimselerin, o şekilde yaklaşmaktan zevk aldıkları gibi hiç değildir. Asıl meselemiz sağlam temeller üzerine kurulan güzel ahlak sahibi müslüman bir toplumda tadının gerçek konumunun tespit edilmesi ve belirlenen yere yerleştirilmesidir.
Biz bu çalışmalarımızla kadının bizim anlayışsızdaki şerefinin ve meşru hukukunun korunmasını belirtmiş oluyoruz. Onun kadınlık duygularının sömürülmesinin tehlikeye felakete sürüklenmesinin önlenmesi gerektiğine işaret ediyoruz. Bununla amacımız, kadının Batı uygarlığında düştüğü hatadan kurtarılmasıdır.
Allahü Teâlâ toplumumuzu İslamî esaslara dayanan temel ilkeler üzerine kurmamızda bizi başarılı kılarak düze çıkarsın. Tüm izlenimler ve tecrübeler İslam’a dayanan toplumların güçlü ve sağlıklı olduğunu ispat etmektedir.
Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, Şam Üniversitesi.[2]
"İslâm Hukuku ve Medeni Hukuk Arasında Kadın" konusuna girmeden önce İslâm'ın doğuşuna kadarki eski toplumlarda kadının sosyal ve yasal durumu tarihî açıdan biraz irdelemeye çalışmalıyım. İslâm'ın doğuşundan sonra kazandığı statü ile ortaçağ ve modern çağlarda Avrupa'da kadının elde ettiği statüyü ele almaya gayret edeceğim. Bu konumları inceleyen insaf sahibi her araştırıcı o toplumlarda ve yasalarda çok rahat bir biçimde kadının İslâm gelmeden önce hak ettiği tabii yaşamıyla, fıtratı ve özellikleriyle tam bir ahenk içine girebilecek sosyal konumuna ve yasal haklarına kavuşamadığını kabul edecektir. Bu eski toplumların kadına bakış açısını ortaya koymak için bazı örnekler verelim:
Yunanlılarda Kadın:
Yunan toplumu, uygarlığın başında olduğu sıralarda kadın, namuslu, iffetliydi. Evinden dışarı çıkmazdı. Evinde ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olarak otururdu. Buna karşılık kültürden yoksundu. Genel ve umumi hayata katkıda bulunmazdı. Ayrıca kadın pis/necis sayılıp şeytani varlıklardan biri olarak kabul edilirdi. İleri gelen ailelerde hicap/bütünüyle Örtünme yaygın haldeydi. Yasal açıdan ise kadın onların gözünde bayağı bir eşya gibiydi. Çarşılarda, pazarlarda alınıp satılırdı. Özgürlüğü elinden alınmış ve tüm medenî haklardan yoksun bırakılmıştı. Mirasta hiçbir hak iddia edemezdi. Kadın, hayatı boyunca kendisine vekil bulunan erkeğin emrine boyun eğmek zorundaydı. O onu dilediği kimseyle evlendirirdi. Kadının tüm malları onun tasarrufundaydı. Onun izni olmadan kadın kendi mallarım harcama yetkisine sahip değildi. Boşanma yetkisi yalnız ve mutlak olarak erkeğe verilmiş, öte yandan istisnai durumlar dışında kadının boşanma talebinde bulunmasına müsaade edilmemişti. Hatta bu hakkını kullanmasına da hayli engeller koşmuş bulunuyorlardı. Bu engellerden biri de; kadın mahkemeye başvurup boşama talebinde bulunmak istediğinde erkek yolda durur onu esir ederek zorla evine getirirdi.
İsparta'da ise medenî hukuk açısından biraz daha geniş imkanlar tanındığını, miras, çeyiz, alışveriş, çalışma ehliyeti gibi konularda bir takım haklar verildiğini müşahade ederiz. Tabii ki bu haklar ona karşı müsamahalarından yahut kadının bu işlere ehliyetli oluşundan kaynaklanmıyordu. Savaş halindeki bir sitenin konumu bunu gerektirdiğinden böyleydi. Çünkü Ispartalılar sürekli bir savaş içerisinde bulunuyorlardı. Evde bulunmadıkları zamanlar işlerini kadınlara terk ediyorlardı. Bu nedenle İspartalı kadın çarşıya çıkma ve bazı zanaatları elde etme bakımından Atina ve diğer Yunan şehirlerinde yaşayan hemcinslerinden daha ileride sayılırdı. Bununla beraber filozof Aristo, İspartalıları kadına bu hürriyeti ve haklan tanıdığından dolayı yeriyor ve İsparta'nın düşüşünü ve çözülüşünü kadına tanınan bu özgürlük ve haklara bağlıyordu.
Yunan uygarlığının ihtişamlı devrelerinde kadın değişti. Toplantı ve lokallerde erkeklerle karma bir hayat yaşamaya başladı. Buna bağlı olarak fuhuş yaygınlaştı. Öyle ki toplumda artık zina tiskindirici bir olgu olmaktan çıktı. Hafta fahişelerin evleri siyaset ve edebiyat merkezleri haline geldi. Bundan sonra edebiyat ve sanat adına çırılçıplak heykeller yapmaya başladılar. Sonra onların diyaneti de kadın erkek arasındaki çirkin ilişkileri kabullenmeye başladı. Onların tanrılarından biri, tek bir tanrının karısı olduğu halde üç tanrıyı aldatan "Afrodit" idi. Dostlarından birisi normal insanlardan biriydi. Ondan da aşk tanrısı olarak tapındıkları "Kuyubit'i doğurdu! Tüm bunlar onların şehevî duygularını doyurmadı. Neticede aralarında sapık bir ilişki şekli olan homoseksüellik yaygınlaştı. Bunun için de bir tanrı heykeli diktiler. "Hermodis ile Aristocitin" çirkin bir cinsel ilişkiyi temsil ediyordu. İşte bu uygarlıklarının zirvesi (!) oldu. Sonra yıkılıp gittiler.
Romalılarda Kadın:
Eski çağda Romalılar babanın kendi kız ve erkek çocuklarını ailesine kabul etme zorunluluğu yoktu. Aksine çocuk doğumundan sonra onun ayaklarının önüne bırakılır, eğer baba onu kaldırır ve kucağına alırsa bu, onun çocuğu ailesine kabul ettiğini gösteren bir delil sayılırdı. Yoksa onun çocuğu ailesine kabul etmediği anlamına gelirdi. Bu durumda çocuk umumi yerlere yahut ibadet edilen putların önüne terk edilirdi. Eğer buraya terk edilen çocuk erkekse dileyen onu alır götürürdü. Değilse o zaman çocuk açlık ve susuzluktan, güneşin sıcaklığı yahut kışın soğukluğu etkisinden ölür giderdi.
Bunun yanı sıra aile reisi dilediğinde dilediği yabancı kimseyi kendi ailesine kabul edebiliyordu. Çocuklarından da dilediğini satma yolu ile ailesinden ihraç etme yetkisine sahipti. Sonra on iki kanun levhası, bu satma hakkını üç çocuğa indirgedi. Yani baba üç kere arka arkaya oğlunu sattığında bundan sonra aile reisinin egemenliğinden kurtulma hakkını elde etmiş olur, kız çocuğu ise hayatı boyunca aile reisinin boyunduruğu altında kalırdı.
Aile reisinin, erkek ve kız çocukları üzerindeki hakimiyeti reisin ölümüne kadar sürerdi. Bu arada erkek ve kız çocuklarının yaşları ne olursa olsun fark etmezdi. Reisin bu sultası, satma, sürgün etme, işkence etme ve öldürme gibi tüm yetkileri içerirdi. Yani onun sultası hükmetme sultasıydı, himaye etme sultası değil. Aile reisinin sultası 565 miladi yılında ölen Justinyen zamanında sınırlarını aşmıyordu.
Aile reisi, ailenin tüm mallarının sahibiydi. Ondan başkası ailede mülk edinme hakkına sahip değildi. Onlar aile reisinin mallarını artırmak için hizmet elemanı olmaktan başka bir yetkiye sahip olamazlardı. Kız ve erkek çocuklarının evlendirilmesi aile reisinin işiydi ve bu işte onların istekleri kaale alınmazdı.
Malı yönden ehliyet kazanma meselesine gelince, kız çocuğunun hiçbir zaman mal-mülk edinme hakkı yoktu. Mal/servet kazandığında bu kazandıkları aile reisinin mallarına katılırdı. Bunda kızın erginlik çağına ulaşmasının ve evliliğinin hiçbir etkisi olmazdı. Bizanslıların son dönemlerinde ise kızın anasının mirası yoluyla elde ettiği malların, babasının mallarından ayrı kabul edilmesi gerektiği kararlaştırıldı. Buna rağmen baba onları kullanma ve sömürme hakkına sahipti. Kız çocuğu aile reisinin sultasından kurtulduğunda baba onun malının üçte birini kendi malı gibi muhafaza eder, sonra üçte ikisini kendisine verirdi.
Justinyen döneminde kızın çalışarak yahut aile reisinin dışında başka bir yolla elde ettiği tüm malların kızın mülkü olduğu kabul edildi. Aile reisinin kendisine verdiği mallar ise reise ait sayılırdı. Evet, bu hakların tamamı kızın kendisine tanınıyordu. Fakat bunların hepsinde tasarruf hakkına sahip olabilmesi ancak aile reisinin onayını almasına bağlıydı.
Aile reisi öldüğünde erkek çocuk ergenlik çağına ulaşmışsa artık özgür sayılır. Genç kızlar ise hayat boyunca aile reisinin vasiyet ettiği kimsenin emri altında kalırlardı. Son zamanlarda bu olgu bir yolu bulunarak değiştirildi. Amaç meşru vasinin emri altından kurtulmaktı. Bu da kadının seçtiği bir hamiye kendisini satması biçiminde gerçekleşiyordu. Tabii ki bu kendisini satma olayı önceki sahibin pençesinden kurtulma amacım güdüyor ve anlaşmalı olduğundan yeni satın alan da tasarruflarında ona karışmıyordu.
Kızlar evlendiklerinde kocalarıyla "Efendilik antlaşması" adı verilen bir sözleşme yaparlardı. Yani kocanın efendi olduğunu kabul etme anlaşması. Bu da üç yoldan biriyle gerçekleşiyordu:
1- Kahinler tarafından idare edilen dinî bir törende.
2- Sembolik bir satın almayla. Yani koca hanımını satın almış oluyordu.
3- Evlilikten sonra tam bir sene boyunca devam eden beraberlikle. Bununla aile reisi kızın üzerindeki sultasını kaybeder ve bu sulta bundan böyle kocasına geçerdi.
Kısaca belirtmek istersek -Roma kanunlarının en parlak bilimsel çağını yaşadığı dönemlerde- kadına hükmeden sulta bir yönü ile diktacı bir yapıdan himaye eden bir yapıya geçmiştir. Fakat bununla beraber kadının ehliyetsizliği yine de sürmüştür.
On iki levha kanunları ehliyetsizliğe şu üç şeyi neden sayıyordu. Bunlar; yaş, akli durum ve cinsiyet idi. Yani kadın olma hali. Romanın eski hukukçuları, kadınları ehliyetsiz saymalarının nedeni olarak akıllarının azlığını gösteriyordu. Bunun yanında Jüstinyen kanunları, antlaşmaların sağlıklı olabilmesi için hukukî bir ehliyetin yanında fiilî ve pratik bir ehliyetin olmasını da şart koşuyorlardı.
Hukukî ehliyeti olmayanlar kısaca şunlardı:
1- Köleler,
2- Millî antlaşmalarda yabancı tarafa mensup olanlar. Bunlar yazılı antlaşmalar yahut dille verilen sözleşmelerde ehliyetsiz kabul edilirdi.
3- Aile reisi sultasına boyun eğenler. Bunlar da kızlar ve kadınlardı.
Fiilî ve pratik yönden ehliyetsiz sayılanlar ise:
1- Çocuklar (küçük yaştakiler) ve akli dengesi bozuk olanlar.
2- Cahil, savurgan olanlar. Bunlar borçlu hale geldiklerinde ehliyetsiz sayılırlardı.
3- Ergenlik çağına kavuşan ve aile reisine boyun eğmek durumunda olan kızlar ve kadınlar. Bunlar
efendilerinden izinsiz olarak borçlandıkları zamanlarda ehliyetsizleşirlerdi.
4- Ergenlik çağına gelmiş bağımsız kadınlar. Bu kadınlar da vasilerinin izni olmadan borçlandıklarında ehliyetsiz sayılırdı.
Hammurabi Yasasında Kadın:
Hamurabi yasasında kadın evcil hayvanlar mesabesinde kabul edilmiştir. Hatta birisi bir adamın kızını öldürdüğünde o da kızını diğerine teslim ederdi. Artık o kendi malı gibi kullanır dilerse öldürürdü.
Hinduizm'de Kadın:
Eski Hindu âlimleri bir insanın tüm ailevî bağlardan soyutlanmadan ilim ve marifet tahsil edemeyeceği görüşündelerdi.
Mono yasasında, kadının babasından, kocası ve çocuğundan müstakil yaşama hakkı yoktu. Bunlar öldüğünde kocasının akrabasından bir adama yamanırdı. Yani kadın hayatı boyunca rüşt çağına eremez halde yaşardı. Kocasının ölümünden sonra ona hayat hakkı bile yoktu. Aksine o da kocasının öldüğü gün ölmeliydi. Kocasının naşıyla beraber o da kendisini yakıyordu. Bu gelenek 17. yüzyıla kadar devam etti. Sonra bu gelenek Hindu din adamları tarafından karşı çıkılmasına rağmen kaldırıldı.
Ayrıca kadın, tanrıların hoşnut edilmesini yahut yağmurun yağmasını veya rızık gönderilmesini emretmeleri için, kurban ediliyordu. Hindistan'ın eski bazı bölgelerinde bir ağaç vardır ki, o bölge ahalisi her sene yesin diye ağaca genç kızlar takdim ederlerdi.
Hindu yasalarında deniyordu ki: Takdir edilen felaket, tayfun, ölüm, cehennem, zehir, ejderha, ateş vs. hiçbir zaman kadından daha kötü değildir.
Eski Ulusların Atasözlerinde Kadın:
Çin atasözü der ki: Karını dinle fakat ona inanma.
Rus atasözü: Her on kadında bir tek ruhtan başkasını göremezsin.
İspanyol atasözü: Mahmuz, cins atlar ile gemi azıya alan atlara mahsustur. Sopa da iyi kadınla azgın kadın içindir.
Yahudilerde Kadın:
Bazı Yahudi güruhları, kızı hizmetçi sayarlardı. Babasının onu utancından dolayı satabilmesi hakkına sahip olduğunu kabul ederlerdi. Kız çocuğu miras alamazdı. Ancak babasının hiçbir erkek çocuğu yoksa o zaman alırdı. Babasının hayatında ona teberri olarak verdikleri de bunun dışında kabul edilirdi.
Eyub Sifri'nin kırk ikinci İslahında deniyor ki: Tüm yeryüzünde Eyyub'un kadınları kadar güzel kadınlar yoktur. Babaları onlara kardeşleriyle beraber miras da verdi.
Kız çocuğu erkek kardeşi bulunduğunda mirastan yoksun bırakıldığından erkek kardeşe onun nafakasını ve evlenme halinde mehirini ödemesi gerekiyordu. Baba araziyi miras bıraktığında kız çocuğuna ne mehir ne sadaka verilmezdi. Babası yüklerle altın, gümüş ve kıymetli eşya bıraksa da...
Kız çocuğuna, erkek kardeşinin bulunmaması halinde miras düştüğünde, kızın başka yabancı aileden biriyle evlenmesi imkanı yoktu. Kendisine kalan mirasını yabancı bir aileye nakletme hakkı yoktu. Yahudiler kadını Hz. Adem'i aldattığından lanetlik bir yaratık addediyorlardı. Tevratta deniyor ki:
"Kadın ölümden daha acıdır. Salih kullar (Allah katında) binde bir de olsa yakalarını kurtaracaklardır. Fakat kadınlar arasında Allah'ın huzurunda kurtuluşa erecek tek bir kimse bulamıyorum".
Hıristiyanlarda Kadın:
Hıristiyanların ilk din adamları Roma toplumunda yaygınlaşan fuhuş ve kötülüklerin yayıldığını, toplumun ahlakî çöküntüye düştüklerini gördüklerinde bu kötülüklerin başlıca sebebi olarak kadını gösteriyorlardı. Zira kadın, toplantı yerlerine çıkıyor ve istediği her türlü eğlenceye katılıyordu. Canı çektiği erkekle düşüp kalkıyor, onlarla yatıyordu. Bu durumda evliliğin kirli bir iş olduğunu ve ondan uzaklaşılması gerektiğini, bekarın Allah katında evliden daha faziletli ve üstün olacağını kararlaştırdılar. Kadının Şeytanın kapısı olduğunu, güzelliğinden utanması gerektiğini, çünkü güzelliği fitneye ve aldatmaya neden olduğundan İblis'in silahı olduğunu ilan ettiler. Hıristiyan azizi Tertolyan diyor ki:
“Kadın, şeytanın insan nefsine giriş kapısıdır, Allah'ın yasalarım iptal eden Allah'ın yani erkeğin- çehresini bozan iğrenç bir mahluktur.”
Aziz Sustam da diyor ki:
“Kadın gerekli olan bir kötülüktür. İstenen bir beladır. Evin ve ailenin en büyük tehlikesidir. Ahlaksız ve edepsiz bir sevgilidir. Yaldızlı, aldatıcı bir musibettir.”
Daha sonra Hz. İsa'nın annesi dışında kalan tüm kadınların "Cehennem azabından" kurtarıcı ruhtan yoksun oldukları kararlaştırıldı.
Batı milletleri Hıristiyanlığa girince, din adamlarının görüşleri onların kadına bakış açısından önemli etki meydana getirdi. Fransızlar miladi 586 yılında (yani Peygamber (s.a.s.) gençlik günlerinde) bir konferans düzenleyerek orada "kadın insan mıdır? Değil midir? Konusunu tartıştılar. Sonunda şu karara vardılar: Kadın sırf erkeğe hizmet etmek için yaratılmış bir insandır.
Tüm ortaçağ boyunca batılılar kadını horlamaya ve haklarından mahrum etmeye devam ettiler. Hatta sanat çevrelerinin hakim olduğu dönemlerde bile ki, bu dönem kadının sosyal alandaki yerini aldığı sanılıyordu. Zira sanat çevreleri onun etrafında dönüyor ve şanını yüceltiyorlardı. Kadın sosyal ve hukukî konumu açısından hiç de ileri bir vaziyete sahip değildi. O sıralarda da kocasının izni olmadan kendi malında bile harcama yapma hakkına sahip olmayan utangaç, mahrum bir varlıktı.
Burada hatırlatacağımız ilginç olgulardan biri de İngiliz yasalarının ta 1805 yılına kadar erkeğe karısını satmayı mubah saymasıdır. O zaman kadına biçilen fiyat yasaya göre altı Bens[3] idi. 1931 yılında bir İngiliz, karısını be yüz cüneyh'e sattığından dolayı mahkemelik olmuştu. Avukatı mahkemede onu savunmak amacıyla şöyle demişti: İngiliz yasaları yüz sene önce kocaya karısını satmayı mubah görüyordu. 1801 yılındaki yasa bu satma eyleminin gerçekleşmesinde karısının da muvafakati alınmak şartıyla altı Bens'i fiyat olarak biçmişti. Mahkeme reisi bu savunmaya karşılık: Bu yasa 1805 yılında kadınların satışını ve onlardan re'sen vazgeçmeyi yasaklayan yasa ile kaldırılmıştır. Duruşmadan sonra mahkeme karısını satan adamın on ay hapsine karar verdi.
Geçen sene bir İtalyan başka bir İtalyan'a karısını taksitle satmış, alışverişten belli bir süre sonra son taksitlerini yatırmaktan imtina eden müşteri karısını satan koca tarafından öldürülmüştür.[4]
On ikinci asrın sonlarında Fransız Devrimi, gerçekleştiğinde insanın kölelik ve horlanmaktan kurtuluşunu ilan etti. Faat onun bu şefkatli yaklaşımı kadını kapsamıyordu. Fransız medeni yasası, evli değilse velisinin izni olmadan kadının anlaşma yapma ehliyetine sahip olmadığını belirtiyordu. Bu yasada ehliyetsiz görülenler: Çocuklar, deliler ve kadınlardı. Sözü edilen yasa 1938 yılına kadar yürürlükteydi. Nihayet aynı sene bu hüküm kadının yararına olarak değiştirildi. Hala da evli kadının harcamalarına sınır getiren bazı kayıtlar mevcuttur.
İslâm'dan Önceki Araplarda Kadın:
İslâm'dan önceki Arap toplumuna baktığımızda, Arap kadının pek çok haklardan yoksun olduğunu görüyoruz. Miras alma hakkı yok, kocası üzerinde herhangi bir hakkı yok, çok evliliğin belli bir sınırı yok. Onların sisteminde kocasının zulmünü engelleyici bir yapı yok. Pek tabi olarak bu ortamda kocasını seçme hakkı da yok. Arapların başkanları ve ileri gelen eşraf takımı ancak evlilik işlerinde kızlarına danışırlardı. Bunu tarihi bazı kıssalardan çıkarıyoruz. Bir adam öldüğünde karısı ve başka karısından çocukları varsa en büyük çocuk babasının karısına başkasından daha çok hak sahibiydi. Bu kadını diğer mallar gibi babasının mirası sayıyorlardı. Eğer onunla evlenmeye gönlü varsa babasının karısı üzerine bir elbise atar, yoksa o kadın dilediği kimseyle evlenebilirdi.
Araplar o sırada kız çocuklarım uğursuzluk olarak algılıyorlardı. Bazı kabileler kız çocuklarını namus belası korkusuyla, bazı kabileler de kız, erkek bütün çocuklarını fakirlik problemi korkusuyla diri diri gömüyorlardı. Fakat bu adet Araplar arasında yaygın değildi. Yalnız bazı kabilelerde bu vardı. Kureyş kabilesi bunlardan değildi.
Tüm bu çağlar boyunca Arap kadının diğer kadınlara karşı tek övüncü, kocasının kendisini himaye etmesi, onun şerefini savunması ve onurunun kırılmasına, horlanmasına dayanmamasıdır.[5]
Miladi altıncı yüzyılın sonlarında, o günkü ortamda medenî olsun olmasın dünyanın her tarafında kadının üzerine her taraftan bir karanlık çökmüştü. Tam bu esnada Arap yarımadasından, ateşin, kumların, çırılçıplak düzlüklerin, kıpkızıl dağların üzerinden Mekke'den bir ses haykırmaya başladı. Bu ses ilahî vahyin Muhammed (s.a.s.) lisanı üzere ifadesini bulmasıydı. Bu ses kadının şerefi için en adil ölçüyü koyuyordu. Onun haklarını eksiksiz, -tam ve mükemmel olarak ödüyordu. Tarih boyunca boynunda asılı duran yaftayı kaldırıp atıyor, kendisine yönelik tüm horlayan uygulamalara son veriyor, ulusların şehevi duygulardan hareketle ona yüklemelerine dur diyordu. Kadının mükemmel bir insan olduğunu, tüm haklara sahip olduğunu ilan ediyordu. Onu, şehevî duyguların elinde oyuncak olmaktan, sırf hayvani cinsel bir ilişki yoluyla yararlanma girişimlerinden muhafaza ediyor ve onu toplumların kalkınmasında, dayanışmasında ve esenliğinde faal bir unsur kılıyordu.[6]
İslâm'ın Hz. Muhammed'in (s.a.s.) lisanı üzere ilan ettiği kadının konumu ile ilgili ıslahat prensipleri kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Kadın insan olma açısından tam tamına erkek gibidir. Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
"Ey insanlar sizi bir tek nefisten yaratan Rabbinizden korkun."[7] Resulullah (s.a.s.) buyuruyor ki:
“Muhakkak ki kadınlar erkeklerin bir parçasından başka bir şey değildir.”[8]
2. Daha önceki din adamlarının kadına yapıştırdıkları lanetlik durumunu bertaraf etti. Adem (a.s.)'ın cennetten çıkarılmasına neden olan suçu sırf kadına yüklemedi. Her ikisini de sorumlu gösterdi.
Allahu Teâlâ, Adem (a.s.)'ın kıssası hakkında buyuruyor ki: "Derken şeytan onları (n ayağını) oradan kaydırdı. İçinde bulundukları (nimet yurdu)ndan çıkardı."[9] Kur'an, Adem ve Havva'dan söz ederken diyor ki:
"Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı."[10]
Onların tövbesi hakkında: "Dediler. Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz!"[11]
Hatta Kur'an bazı ayetlerinde sözü edilen günahı yalnız Adem (a.s.)'e nisbet eder. Ve der ki: "..Adem, Rabbi (nin buyruğu)'na karşı geldi de (yolunu) şaşırdı.”[12]
Kur'an daha sonra kadını, anası Havva'nın işlediği günahtan mesul tutmadığı prensibini açıklamış ve bunu kadın erkek her insana tatbik etmiştir: "Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Ve siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz"[13]
3. Kadın dindar olmaya ve ibadet etmeye ehliyetlidir. Eğer iyilik ederse cennete girer. Kötülük yaparsa
cezalandırılır. Bu konuda erkekten hiçbir eksik tarafı yoktur. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: "Erkek ve kadından kim inanmış olarak bir iyilik yaparsa onu (dünyada) hoş bir hayatla yaşatırız, (daima huzur içinde bulunur, halinden memnun olur. Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz"[14]
Yüce Allah buyuruyor ki: "Rableri onlara karşılık verdi: Ben sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz..."[15]
Bu temel prensibi Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayeti kerimede ne denli vurguladığına bakalım: "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah'a gönülden) saygılı erkekler, (Allah'a gönülden saygılı) kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) bunlar için bağış ve büyük bir mükafat hazırlanmıştır"[16]
4. İslâm kadında bulunduğuna inanılan uğursuzluk telakkileriyle ve Araplarda olduğu gibi doğudaki üzüntülerle savaştı. Benim bizzat müşahade ettiğim olaylara göre bugün hala pek çok ulus -ki bazı batı ulusları da bunun içindedir- bu bakış açısına sahiptir. Allahu Teâlâ bu çirkin adeti/geleneği ret ederek buyuruyor ki: "Onlardan birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenirdi.(Şimdi ne yapsın) Onu, hakaretle tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün! Bak ne kötü hüküm veriyorlar!"[17]
5. Kadının gömülmesini-yasakladı. Bunu sert bir biçimde eleştirdi:
"Ve sorulduğu zaman o diri toprağa gömülen kıza: Hangi günah yüzünden öldürüldü? Diye.. "[18]
"Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarım öldürenler... Muhakkak ki ziyana uğradılar saptılar ve onlar doğruyu bulacak değillerdir." [19]
6. İslâm kadına, kız olsun, eş olsun, anne olsun hep ikram edilmesini emretmiştir.
Kadının bir kız olarak ikramlandırılması gerektiği konusunda pek çok hadisi şerifler bize ulaşmıştır. Bunlardan biri Resulullah (s.a.v.)ın hadisidir: "Hangi adamın bir kızı olur da ona öğretide bulunur ve güzel öğretirse, terbiye edip güzel bir edep verirse..."
Kadının bir eş olarak ikrar edilmesini ifade buyuran pek çok ayetler ve hadisler mevcuttur: Bunlardan biri Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Onun ayetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. "[20]
Resulullahın şu sözleri de bu konuya açıklık getirmektedir: "Dünya nimetlerinin en hayırlısı iyi bir kadındır. Ona baktığında kendini ferahlatır, kendisine kızdığında seni kollamaya çalışır."[21]
Kadının bir anne olarak ikram görmesi ise pek çok ayet ve hadislerde söz konusu olmuştur.
Allah buyuruyor ki: "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu..."[22]
Bir adam Resulullah (s.a.s.)'e gelerek:
“Kendisiyle arkadaş olmam gerekenlerin en başta olanı kimdir?” Diye sordu: Resulullah (s.a.v.):
“Annendir,” buyurdu. Adam:
“Sonra kimdir? Diye sordu. Resulullah (s.a.v.)
“Annendir” buyurdu. Adam:
“Sonra kimdir?” deyince, yine:
“Annendir” buyurdu. Adam dördüncü kere aynı soruyu sordu.
“Bu sefer babandır” buyurdu."[23]
Bir adam Resulullah (s.a.s.)'e gelerek,
“Ben Allah yolunda cihad etmek istiyorum,” dedi. Resulullah ona dedi ki:
“Annen sağ mıdır?” Adam,
“Evet,” dedi. Peygamber (a.s.):
“Onun ayağına dikkat et cennet oradadır." buyurdu.[24]
7. Kadının da eğitim/öğretimine erkeklerinki gibi önem verdi. Teşvikte bulundu. Biraz önce Resulullah
(s.a.v.)'in: "Kimin kızı yanında olur, onu eğitir ve güzel bir eğitim, verirse..." sözünü nakletmiştik.
Bir hadisinde de: "İlim taleb etmek her müslümana farzdır" buyurmuştur.[25]
Hadis halk arasında "müslüman kadın erkek" ziyadesiyle de şöhret bulmuşsa da bu farzlık rivayet yönünden sahih değildir. Fakat manası sahihtir. Çünkü alimler erkeğin öğrenmesi gereken her şeyin kadından da istendiği hususunda söz birliği etmişlerdir.
Hafız es-Sahavi "el-Mekasıdu'l-Hasene" adını taşıyan eserinde diyor ki: Bazı musannıflar bu hadisin sonuna 've müslimeh’ sözünü eklemişlerdir. Fakat bu, hadisin hiçbir tarikinde zikredilmiş değildir. Manası sahih olsa da..."[26]
8. Anne olsun, evli olsun, küçük yahut büyük, hatta isterse annesinin karnında bir kız çocuğu olsun, ona her halükarda miras hakkı vermiştir.
9. İki eş arasındaki hakları tanzim etmiştir. Ona da erkeğin hakları gibi haklar tayin etmiştir. Tabi ki reislik zalim ve dikta bir başkanlık değildir.
Allahu Teâlâ buyuruyor ki: "Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde (ki hakları) bir derece daha fazladır..." [27]
10. Boşanma meselesini bir düzene koydu. Böylece erkeğin bunu oyuncak haline getirmesi ve bu konuda diktaya başvurması engellenmiş oldu. Boşanmaya bir sınır koydu. Bu sınır talaktır. Önceden Araplarda bunun sınırı yoktu. Talakın meydana gelmesi için belli bir zaman tayin etmiştir. Boşanmanın tesiri için bir iddet müddeti vardır. Bu süre kadın ve erkek için yeniden düşünüp -taşınma ve barışma olanağını sağlar. İşte araştırmamızda bu konuya değineceğiz.
11. Alınabilecek kadınların sayısına bir sınır koydu. Bu sınırı dört kadınla belirledi. Araplarda ve çok evliliği kabul eden uluslarda daha önce herhangi belli bir sınırlama getirilmemişti.
12. Ergenlik çağından önce kadını yakınlarının himayesine verdi. Onların eli altında bulunması da koruma, eğitme, durumuyla ilgilenme, mallarını işletme gibi müsbet yönden ele aldı. Onların malı olma ve diktası altında ezilmeyi ortadan kaldırmıştır. Buluğ çağma erdikten sonra malî konularda tamamen erkek gibi tam ehliyet sahibi kabul etmiştir.
İslâm fıkhının hükümlerini araştıranlar malî tasarruf çeşitlerinde kadın-erkek arasında hiçbir fark olmadığını rahatlıkla görürler. İslâm kadına tüm malî tasarrufları mubah kıldığı halde onun toplumsal mesajını aile işlerini hakkıyla düzenlemesinde görmüştür. Bu durumun onun zamanının çoğunu evinde geçirmesini gerektireceğini hemen anlarız. İnsanlar arasındaki malî muamelelerle ilgili olarak çıkacak bir anlaşmazlığa kadının tanık olmasının pek nadir olacağını rahatlıkla kavrayabiliriz. Böyle bir durum vaki olsa da, onu gördüğünde meseleyi enine boyuna incelemesi gerekmez. Zira o normal olarak yoluna devam edecek, başka şeylerle ilgilenmeyecektir. Eğer olayın tanığı olarak gelir de tanıklık yaparsa, hakimin önünde unutmuş, yanılmış ve hataya düşmüş olma ihtimali sebebiyle aynı konuda başka bir kadının da tanıklık etmesi hata ihtimalini ortadan kaldırır. Hukukta meseleyi tüm yönleriyle incelemek esastır. Hakimin görevi hakkın hak, batılın batıl olarak tecellisinde var gücünü göstermesidir...
İşte mesele bundan ibarettir. Ayette bu konu açıkça beyan edilmiştir. İki kadının bir erkeğin yerine şart koşulmasının nedeni belirtilmiştir: "Ta ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın.." Yani birisinin unutması yahut hataya düşmesi sırasında diğeri gerçeği olduğu gibi ona hatırlatsın.
Bu hükümden dolayı pek çok fakih, kadınların tanıklığını ceza hukukunda kabul etmemişlerdir. Bunun nedeni de daha önce belirttiğimiz gibi kadını, sürekli/çoğunlukla evinin işleri ile meşgul olmasıdır. Kadının, bu haliyle cinayetlerin işlendiği, öldürme olaylarının vuku bulduğu çekişme meclislerinde hazır bulunması kolay kolay denk gelemez. O anda cinayetin işleniş şekline dikkat etmesi hiç kolay olmayacaktır. Aksine çoğu zaman bu tür durumlarda kaçma fırsatı bulamazsa gözlerini kapatır. Vaveyla eder, çığlık çığlığa bağırır. Bazen bayıldığı da olur. Tüm bunlardan sonra kadın nasıl olur da tanıklıkta bulunur? Nasıl olur da cinayeti, cinayet işleyenleri, cinayet malzemesi ve cinayetin nasıl meydana geldiğini, tasvir edebilir? Herkesçe kabul edilen bir gerçektir ki, hadler şüphelerle kaldırılır. Kadının öldürme ve benzeri olaylarda tanıklık etmesi sürekli biçimde kuşku götürür. Bu şüphe olayın meydana geldiği sırada psikolojik durumundan dolayı cinayeti olduğu gibi göremeyip anlatamamasından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan İslâm Hukuku, başkasının göremeyeceği meselelerde tek başına kadının tanıklığını yeterli kabul etmiştir. Yahut genellikle erkeklerin bilmediği konularda onun yalnız başına şahadetini kabul eder. Alışverişte, sözleşmede, selamda, şuf’a, icarede, rehinde, kasamede, beyyinelerde, ikrarda, vekillikte, kefillikte, havalede, sulhda, ortaklıkta, mudarebede, vediada, hibede, vakıfta, köle azad etmede, harcamada, muhayyerlik vs.'de erkekten farkı yoktur.[28]
Bu on iki temel ilkeden, İslâm'ın kadına layık olduğu başlıca üç alandaki yerini almasını sağladığını öğreniyoruz.
1- İnsanlık Alanında:
İslâm kadın erkek gibi mutlak manada bir insan olarak kabul etmiştir. Halbuki bu durum daha önceki pek çok uygar uluslarda kuşkuyla karşılanmış hatta inkar edilmiştir.
2- Sosyal Alanda:
İslâm kadının önüne öğrenim alanım ardına kadar açmıştır. "Ona hayatının muhtelif merhalelerinde gerçekten övgüye layık bir sosyal konum kazandırdı. Onu ta bebeklikten alıp hayatının son demlerine kadar hep korudu. Hatta ona verilen değer, yaşı ilerledikçe daha çok önem kazanacak biçimde ayarlanmıştır. Önce bir ihtiyarlık yaşma basınca, sevgiye, şefkate ve hürmete daha fazla muhtaç hale gelince de ona mümkün mertebe değer verip el üstünde tutmuştur.
3- Hukukî Alanda:
Ergenlik çağına basıp akli olgunluk derecesine ulaşınca ona tüm harcamalarında tam malî ehliyet verir. Bundan hiçbir velayet hakkı yoktur.[29]
Bununla beraber İslâm'ın bazı alanlarda kadınla erkek arasını ayırdığını müşahade ediyoruz. Hiç kuşkusuz bu ayrımın onlar arasında daha önceden insanlıkta, şereflilikte ve ehillik alanlarında sağlanan eşitlikle hiçbir ilgisi yoktur. İslâm onu bu alanlarda erkekle tam bir eşitliğe oturttuktan sonra bu farklılığa yer vermişse, bu ancak bu ayrımı zorunlu kılan sosyal, iktisadî ve psikolojik nedenlerden dolayıdır. Konuyu biraz açalım:[30]
İslâm, hukukî alandaki tanıklığın asgari sının olarak iki erkek, yahut bir erkek, iki kadını kabul etmiştir. Bu konuda mudayene ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa razı olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın (şahitlik etsin)...” [31]
Açıktır ki, bu farklılığın insanlık, şereflilik ve ehliyetlilikle ilgisi yoktur. Kadın, erkek gibi bir insan, onun gibi şerefli ve malî işlerde tam sorumluluk ve yetki sahibi olarak erkekten farklı görülmüyorsa artık bir erkeğin yanında iki kadının tanıklığı şart konulduğunda, bu normal görülmelidir. İslâm Hukuku doğum, dulluk, bekaret, kadınlarda bulunan cinsel rahatsızlıklar vs. gibi olan durumlarda yalnız bir kadının tanıklığını kabul eder. Geçmiş asırlarda da kadın doğumlarının, kadın doktorlarının ve cinsel ayıpların/kusurların ancak kadınlar tarafından bilinebileceği düşüncesi hakimdi.
Öyleyse tanıklık meselesi hürmet etme yahut horlama, ehliyetlilik-ehliyetsizlik meselesi-değildir. Hükümlerde sağlıklı karar verme, yargıda ihtiyatlı davranma meselesinden ibarettir. Bunlar ise her adil yasanın gerçekleştirmeyi amaçladığı/varmak istediği şeylerdir.
Bununla anlıyoruz ki, bu meseleyi diline dolayarak İslâm'a yüklenmek, onu eleştirmek anlamsızdır. Ayrıca bu olayı silah edinerek İslâm, kadının haklarını çiğniyor, hürmet, saygı ve konum bakımından ona erkekten daha aşağıda bir değer veriyor, demek bir saçmalıktır. Çünkü İslâm ta baştan kadına ikram etmiş ve onu erkekle aynı statüde tutmuştur. Bu konuda apaçık nasslar vardır ki bunlarda karışıklık ve kapalılıktan eser bile yoktur. Bu nasslardan bazılarını daha önce zikretmiştik.[32]
İslâm kadını takdir etmiş, haklarını korumuş ve sağlamlaştırmıştır. İslâm kadına miras hakkı vermişken cahiliye Arapları, pek çok eski uluslar hatta bu asırda yaşayan bazı uluslar kadına miras hakkını tanımam aktadır. Özellikle evli kadına miras vermeyen çok ulus vardır. İslâm'ın kadına tanıdığı bu pay, miras ahkamında muhtelif biçimlerde tezahür eder.
a) Kadının payının erkeğin payına denk olduğu durumlar. Ana bir, kız-kardeş tek olduğunda terikenin altıda birini alır. Ana bir erkek kardeş de aynıdır. Ana bir kardeş hem kadın hem de erkek beraber bulunularsa/iki yahut daha fazla olurlarsa hepsi üçte bir oranında ortak olur. Erkeğe iki kadın payı vardır.
b) Bazen kadının payı erkeğinkine eşit yahut daha az olur. Ölünün çocuklu olduğunda baba ile beraber bulunan anne gibi. Eğer ölü, anne babayla erkek çocuklar yahut hem kız h£m erkek çocuklar bırakırsa hem babaya hem anneye terikenin altıda biri düşer.
c) Kadın erkeğin aldığı mirasın yarısını alır. Genel ve daha fazla göze çarpan budur. Hatta bu genel kuraldır. Tabii ki bu zikrettiklerimiz hariç. Peki, bu İslâm nazarında kadının insanlık bakımından eksikliğinden mi? Yoksa onun onurunu, şerefini ve konumunu aşağı çektiğinden mi?
Hayır, bu uygulamada bunların hiçbiri yok. İslâm'ın bir taraftan verdiği şeyi diğer taraftan alması imkansızdır. Aksine mesele görev ve yükümlülük oranınca adil bir dağıtım yapmakla ilgilidir. O da: "Sorumluluk yetki oranınca olur." Kaidesine uygun bir uygulamadır.
İslâm nizamında erkek malî yönden öyle zorluklar ve görevler yüklenmiştir ki, kadın ona benzer yükümlülüklerle sorumlu değildir. Mehir veren erkektir. Evlilikte kurulan evi o kurar. Hanımı ve çocukları o besler.
Kadın ise mehir alandır. Evin nafakası cinsinden ne kendisine ne de çocuklarına zengin de olsa harcama yapmak, katkıda bulunmak zorunda değildir. Bu açıdan bakıldığında aldığı mirasın erkeğinkinden az olması adaletin gereğidir. İslâm ondan tüm zorlukları kaldırmış ve onun yükünü erkeğe yüklemişken kuşkusuz ona karşı şefkatli hareket etmiş ve onu onurlandırmıştır. Sonra bu müsbet uygulamaya rağmen erkeğin aldığı mirasın yansını ona vermiştir!...
Vefat ettiğinde bir erkek, bir kız ve onlara mal bırakan bir adam farz edelim. Peki kısa bir müddet sonra bu mal nereye gidecektir?
Kız açısından o mal artacak eksilmeyecektir. Evlendiğinde kocasından aldığı mehirle malı artacak, ticaret yahut daha karlı bir işe koymakla onu daha da çoğaltacaktır...
Peki, kızın genç kardeşi ne yapacak? Gelin aldığı zevcesinin mehrini vermekle parası azalacak, ev eşyasını temin ederken, zevcesinin nafakasını öderken, hep malı azalacaktır. Hatta bu yükümlülükler kısa bir sürede miras aldığı malları erittikten başka hayati boyunca kendisinin, hanımının ve çocuklarının nafakasını temin etmek durumundadır.
Görüyoruz ki, kızın babasından kalan mirası kendisine kalıyor. Bu miras musibet günlerinde desteğini, kocasını, baba, kardeş ve yakınlarım kaybettiği zor günlerinde bir azık olmaktadır. Çünkü o, yerine getirmek zorunda olduğu pek çok malî yükümlülükler altındadır.
Bir keresinde bu konuda hukukta okuyan- genç kız ve erkeklerden oluşan- öğrencilere sormuş ve şu suali de ardından eklemiştim: Şimdi siz İslâm'ın mirasta kadına zulmettiğini, hakkını yediğini ve onurunu/değerini azalttığını düşünüyor musunuz?
Erkek öğrenciler her bir ağızdan:
“İslâm biz erkeklere karşı kadınlara torpil geçmiş!.,” dediler. Kız öğrenciler ise sustular. Onlardan bazıları da İslâm'ın kadına erkeğin yarısını vermekle gerçekten çok insaflı davrandığını itiraf ettiler!...
Mirasta kadına erkeğin payı kadar bir pay veren yasalar, erkeğin yüklendiği tüm yükümlülükleri, kadına da yükledikleri gibi, erkeğin görevlerini, kadının da görevleri olarak kabul ederler. Kuşkusuz bu durumda kadına erkeğin payına denk bir pay ayırmak mantıki ve makul bir şeydir. Fakat bizim kadım tüm malî yükümlülüklerden muaf tutmamız, kendi geçimi ve çocuklarına bakımı için çalışmasının zorunlu olmadığını belirtmemiz, öte yandan yalnız erkeğe bunları yüklememiz, sonra da ona erkeğe verdiğimiz pay kadar mirastan ayırmamız, adil bir yasada mantıki ve makul bir olgu olarak kabul edilebilir mi?
Bir soru: İslâm neden kadının çalışmasını istememiş, erkeğe yüklediği yükümlülükler ve zorluklarla mükellef tutmamıştır?
Bu sorunun cevabının bu konuların sonunda: "Kadının kendi geçimini sağlaması yahut kendi geçimi ve çocuklarının bakımı için çalışarak katkıda bulunması mı, yoksa ev işlerine bakarak çocuklarının eğitimi ile meşgul olması mı, aile ve toplum için daha iyidir?" Konusunu tartışırken vermeye çalışacağız.
Şimdilik şu kadarını söylemekle yetineceğiz: Kadınla erkeğin mirasta aynı haklara sahip olmasını istemek, ancak onların yükümlülük ve görevlerde eşit tutulmasını istedikten sonra gündeme getirilebilecek bir konudur. Bunlar tamamıyla birbirine bağlı meselelerdir. Ya hepten kabul edilir, ya hepten ret edilir. Biz müslümanlar olarak, İslâm düşüncesinin bu konuda daha sağlıklı, daha mantıki olduğunu görüyoruz. Kadının, ailenin ve toplumun maslahatını daha fazla gözettiğini müşahade ediyoruz... Modern uygarlığın bazı deneyimleriyle -ki bunların bir kısmını söz konusu edeceğiz- duygusal isteklerin ve şehevi duygularının etkisinden kurtulabilen ve hakikati arayanların bakışlarım, İslâm'ın desteklediğini fark ediyoruz.
Bu konuyu araştırmaya geçmeden önce tarihî iki önemli noktaya değinmek istiyorum.
Birincisi: Osmanlı idaresi döneminde Lübnan Dağlarında meskun Hıristiyanların Osmanlıya tepkisi şu yüzdendi: Osmanlı onlara mirasla ilgili konularda İslâm Hukukunun hükümlerini uygulamak istemişti. Onlar da buna sinirlenmişti. Çünkü İslâm Şeriatı kadına da mirasta erkek kardeşinin yarı payının verilmesini öngörüyordu. Onlar ise böyle bir şeye alışık değillerdi. Zira kız kardeşin aldığı miras kocasına gidiyordu. Bunu Papa Pavlos Sa'd'ın (Muhtasar'uŞ'Şeria) adlı kitabının mukaddimesinde -Miterand Abdullah Kara'li zikretmiştir. Tam metni şöyledir: "Patrik Yusuf Hubeyş tarafından iman-i mukaddesi yayma heyeti reisine gönderilen mektupta şöyle deniyordu: (29 Eylül 1840) Şimdi ise hakimler her şeyi İslam şeriatına uygun şekilde dağ halkına uyguluyorlar. Bazı işçiler bu yüzden hapse girdiler. Zorlama bu yönde oluyor. Özellikle kız çocuklarının mirasa ortak olunmasından kaynaklanıyor. Zira İslâm yasaları her iki kızın bir erkek çocuk kadar miras almasını şart koşuyor, işte bu yüzden çekişmeler, husumetler, pek çok kötü olaylar ve sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Zira şu Cebel (Dağ) mıntıkasında eskiden beri adet, zengin fakir herkese göre kız çocuğu miras hakkına sahip olamaz şeklindedir. Ancak babası sembolik bir şey verirse yahut ona özel bir şeyi vasiyet ederse o başka.
Hakimler tutum ve tavırlarıyla bu Hıristiyan geleneğine uymadıklarından, anne-babalar büyük bir ruhî ve bedenî sıkıntıya düşmüş bulunmaktadır. Zira babalar kızlarının İslâm yasasına göre mirasa ortak olmasını reddediyorlar. Çünkü bu yolla azıklarını saçıp savurmayı ve evlerini harabeye çevirmelerini istemiyorlar. Onun için daha hayatta iken mallarını, rızıklarını çeşitli hibe yolları ve tapulama sureti ile erkek çocuklarına naklediyorlar. Böylece ölümlerinden sonra kızların hak iddia etmelerini önleyebilirler."
Patrik, daha sonra hayatta iken mallarını erkek çocuklarına hibe eden babaların düştüğü zor durumları açıklamaya çalışır:
"Bu konuda ortaya çıkan aksaklıklar ve kötü durumlar, yukarıda belirttiğimiz kötülük çeşitlerinin en ağırım oluşturmaktadır. Böylece durum açık olarak gösteriyor ki kız çocukları ve kadınların miras almasını eski haline döndürmeye çalışmak zorundayız. Yani onlar erkeklere rağmen miras alamazlar. Ancak onlara yukarıda da belirttiğimiz gibi sembolik bir şeyler verilir. Ancak bununla ortalık sükunete kavuşur, kötülüklerin önü alınabilir... "[33]
İkincisi: İskandinav ülkelerinden bazıları hala, kadım malî yükümlülükler ve görevlerde eşit görmelerine rağmen, mirasta kadın-erkek ayırımına gitmekte ve erkeğe daha fazlasını vermektedir.[34]
İslâm yasası hataen öldürülen yahut şartları gerçekleşmediğinden failinin, kısas yapılamadığı durumlarda kadının diyetini erkeğinkinin yarısı olarak tespit etmiştir.
İslâm, kadını insan olma özelliğinde, ehliyet sahibi sayılmasında ve sosyal alandaki onurunda erkekle eşit seviyede tutmuş olmasına rağmen, bunda eşitliği gözetmemiş olması bazen garip gelebilir. Halbuki olayın bu temel prensiplerle ilgili bir yanı yoktur. Asıl meselenin candanlarını erkek ve kadının öldürülmesinden kaynaklanacak olan ailenin zararı teşkil eder. Kasten öldürme, katilin kısas edilmesini gerektirir. Öldürülenin kadın-erkek olması fark etmez. Öldüren de kadın olsun, erkek olsun yine farketmez. Bu böyledir. Çünkü kısasta bizim amacımız bir insanı heder etmektir. Kadın da erkek de, insan olma özellikleri bakımından aynıdır.
Hataen öldürme ve benzeri olaylarda ise önümüzde ekonomik bir taviz, hapisle cezalandırma ve benzeri hükümlerden birini seçmekten başka çıkar yol yoktur. Ekonomik tavizlerde ise göz önünde bulundurulması gereken şey, malî zararın azlığı ve çokluğudur. Şimdi ailenin bir erkek kaybı ile kadın kaybı sırasındaki malî zararı bir tutulabilir mi?
Babaları, hataen öldürülen çocuklar, ya da kocası hataen öldürülen kadın, kendi dayanaklarını kaybetmiş ve nafakalarım temin eden, geçimleri için çalışan bireyi yitirmiş olurlar.
Anneleri hataen öldürülen çocuklar, yine karısı hataen öldürülen koca, manevî moral güçlerini yitirmiş olurlar ki, bu herhangi bir malî tavizle onarılacak bir şey değildir.
Diyet, öldürülen kişinin insanlık değerine biçilen kaftan değildir. Diyet, ancak öldürülen kimsenin ailesine dokunacak olan malî zararın bir onarımıdır. Bu hiç kimsenin kuşku etmemesi gereken bir gerçektir. Bu ifade edilen şeyi destekleyen vakalardan biri de, şu anda, yürürlükte bulunan yasaların diyet için bir maksimum, bir de minimum sınır koymuş olmasıdır. Bundan sonrasını yargıca havale etmiştir. Artık o maksimum dereceyi aşamayacağı gibi minimum derecesinden de aşağı inemez. Bu uygulamanın amacı maktulün ailesine dokunan maddî zararları tespit etmede, yargıcın daha rahat hareket etmesini temin etmektir. Bu durum ise çalışan ile çalışmayan arasında farklılık gösterir. Peki, çalışan ve ailenin geçimini sağlayanlarla çalışmayan ve herhangi birisine infakta bulunmakla yükümlü bulunmayan arasında nasıl farklılık olmasın ki? Kazananla tüketen durumunda bulunanlar eşit olur mu?
Tekrar başa dönüyor ve bu meselenin İslâm ile ilgili bir olgu olduğunu ifade ediyorum. Yine İslâm, kadını kendi kendisinin ve çocuklarının geçimini sağlamakla yükümlü tutmaz. Bunda ailenin ve toplumun maslahatını gözetir. Kadını çalışmaktan muaf tutmayan ve onun da çocuklarının ve evinin geçiminde katkısı olması gerektiğini temel felsefe olarak kabul eden toplumlarda ise, artık genel anlamda bir kadının diyeti bir erkeğinkine denk olabilir ve bu adil bir uygulamanın gereği olarak kabul edilebilir.[35]
İslam devlet başkanlığına erkeklerin getirilmesini zorunlu kılmıştır. Bu konuda Resulullah (s.a.s.) buyuruyor ki: "İdarelerini bir kadına teslim eden bir ulus iflah olmaz." Buradaki nassın açıklamak istediği idare, devletin en üst makamı olan devlet başkanlığıdır. Zira bu hadis, Farisilerin, babasının ölümünden sonra Kisra'nın bir kızını devlet başkanlığına getirdiği haberinin Resulullah (s.a.s.)'e ulaşması üzerine söylenmiştir. Şu var ki idarenin mutlak manada kadınlara yasaklanmadığında icma vardır. Delil: Tüm fakihlerin kadının küçük çocuklara ve ehliyetsiz kimselere vasi olmasının caiz olduğunda ittifak etmesidir. Şahitlik yapmak da fakihlere göre velayet sayılır. Ayrıca Ebu Hanife bazı durumlarda kadının hakim olmasını caiz görmüştür. Hakimlik de velayettir.
Hadisin lafzından kadının devlet başkanlığım üstlenemeyeceğini apaçık anlıyoruz. Buna benzer ciddi ve önemli mevkiler de bunun gibidir.
Bu mesele, ümmetin maslahatı, kadının psikolojik durumu ve yine kadının toplumsal mesajı ile alakalıdır.
İslâm'da devlet başkanı sembolik bir imza için varolan bir başkanlık değildir. Devlet başkam toplumun önderi, düşünen başı, en bariz çehresi, konuşan dilidir. Ayrıca devlet başkanının geniş yetkileri vardır ki, bunların etkileri ve sonuçları gerçekten çok önemlidir.
Düşmana karşı savaş ilan eden, ümmetin ordusunu savaş meydanlarına sevk eden, barış ve sulh antlaşmasını kabul eden odur.
Artık ümmetin maslahatı barış yapmaktan yana ise barış yapar Savaşta muharebeye devamda fayda görürse buna karar verir. Pek tabii olarak bu önemli kararlar, ümmetteki ehli hail ve'l-akd meclisi ile istişare edildikten sonra yürürlüğe konur. Zira bu konuda ilahi emir vardır."... (yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış...”[36]
Her şeye rağmen onların ihtilaf ettiklerinde tercih hakkına sahip olan ve onların vardığı kararı ilan eden odur. Bu konudaki düstur: "Bir kere azmettin mi, artık Allah'a dayan...”[37]
Bunun yanında İslam'da devlet başkanı, en büyük camide cuma hutbesini irat eder. Onlara beş vakit namaz kıldırır. Zamanı varsa insanlar arasında doğan ihtilafları gidermeye, onları yok etmeye çalışır.
İnkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçek var ki, bu önemli görevler kadının psikolojik ve duygusal tabiatı ile uyuşmayan şeylerdir. Özellikle savaşla ve ordu komutanlığı ile ilgili olanlar kadının fıtratına aykırı düşer. Çünkü bu görevler fiziksel gücü, aklın duyguya galip gelmesini, mızrakların arasına girme şecaatini, kan görmeyi zorunlu kılar. Allah'a hamd olsun ki kadın bu özelliklerden hiçbirine sahip değildir. Yoksa hayat; şefkat, merhamet, refah ve sükunet gibi en değerli özelliklerini yitirecekti.
Söz konusu meselede, bunun dışında söylenecek her şey göstermelikten uzak olamaz. Eğer tarihte ordulara önderlik yapmış ve savaş meydanlarında at oynatmış kadınlar bulunuyorsa bu, erkeklere oranla çok azınlıkta kalır ve kadınlar arasında da nadir rastlanan bir durumdur. Buna karşılık kadınların kahır ekseriyeti tarafından tüm uluslarda ve tarih boyunca yaşanan hayat göz ardı edilemez. Biz şimdiye kadar, kadını hayatın her alanında kullanan tüm ulusların birinde savunma bakanlığını bir kadının üstlenmesine rıza gösteren, genel kurmay başkanlığına bir kadını tayin eden, orducundan herhangi bir birliğe yahut savaş kıtalarından birinin başına bir kadın getiren tek bir devlete rastlamadık. Bu ise kadına zararı olan bir şey değildir. Hayat baştan sona tek düze bir biçimde düzenlenemez. Her tarafta aynı ekşi yüzler, kaba güçler, katılık ve sertlik hüküm süremez. Böyle olsaydı hayat çekilmez bir cehenneme dönerdi. Allah'ın rahmetindendir ki Allah, erkeğin gücü ile kadının şefkati, erkeğin katılığı ile kadının merhameti, erkeğin sertliği ile kadının yumuşaklığını dengelemiştir, birleştirmiştir. Kadının varlığının ve bizim mutluluğumuzun sırrı, onun şefkatinde, merhametinde ve dişiliğindedir.
Cuma hutbesi beş vakit namazda imamlık gibi şeyler ise şu mantığa göre çözülür: Dindar olmada ibadet huşu üzerine, zihnin kendisini meşgul eden her türlü şeyden soyutlanması temeline dayanır. Bir kadının erkeklere vazetmesi yahut namazda onlara imam olması bu temel özellikle bağdaşmaz.
Şunu belirteyim ki kadının devlet başkanlığı ve benzeri görevlerle görevlendirilmemesinin en gerçek sebebi ne hutbedir, ne imamlıktır, ne de problemlerin üstesinden gelememesidir. Asıl önemli sebep devlet başkanlığının kendine güven, maslahatın duygulara galip gelmesi, devlet meselelerinin üstesinden gelmek için tüm imkanlarını onun uğruna seferber etme gibi görevin tabiatının gerektirdiği nedenlerdir. Bu ise kadının fıtratına ve kendisinden beklenen mesajına tamamen aykırı bir durumdur.
Meselenin özü şudur: İslâm, kadının insanlığını, onurunu ve ehliyetliliğini tanıma hususunda konumunu açıkça belirttikten sonra onun tabiatına bakmış ve hayatta bununla uygunluk arz edebilecek şeyleri ona önermiştir. Bu nedenle onu bu tabiatından saptıracak, tabiatıyla çeliştirecek her şeyi ondan uzaklaştırmıştır ve toplumda mesajını en mükemmel biçimde yerine getirmesini engelleyecek her şeyi ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle onu bazı hükümlerde özel olarak ele almıştır. Aynı şekilde bazı dinî ve toplumsal görevlerden onu muaf tutmuştur. Cuma namazı, Hacc'da ihrama girme, seferberlik durumu hariç cihada katılmama gibi. Pek tabi olarak bu hükümlerin kadının insan olarak değerlendirilişi ile onurluluğu ve ehliyetliliği ile toplumda erkek statüsünde değerlendirilişi arasında çelişen bir durum yoktur. Her asırda yürürlükte bulunan ve hala da ayakta olan hukuk ve yasaların tamamında tüm uluslarda bazı kimselerin, bazılarından hukukî açıdan ayrı olmasının normal karşılandığını görüyoruz. Hiçbir akıllı çıkıp da bu farklılıklar vatandaşlar arasında ehliyetlilik ve onurluluk alanında eşitlik prensibiyle çelişmektedir diye bir akıl yürütmeye girmemiştir.[38]
İslâm'ın kadına bakış açısını, onun hukuku ve onuru ile ilgili olarak ilan ettiği tüm temel ilkeleri içeren bu seri taramadan sonra şu gerçekleri söz konusu araştırmanın özü olarak verebiliriz:
1. İslâm'ın kadına bakışı kendi asrında ve daha önceki asırlarda yaygın olan görüş ve inançlara karşı köklü bir inkılaptır. Zira o sıralarda kadının, insan olduğundan bile şüphe ediliyordu.
2. İslâm'ın bu tavrı daha önce hakim olan inançlara ve şimdilerde doğu ülkelerinin bazı grup ve dindar kesimlerinde yürürlükte bulunan dinlere karşı sistemli bir inkılaptır. Zira onlar ve bunlar kadının dindar olmasının ve inançlı salih kimselerle birlikte cennete gitmesinin uygun olmayacağına inanmaktadırlar.
3. İslâm'ın kadına bakış açısı kadına gerçek anlamda değer vermeyen onun insanlığına ve onuruna uygun davranmayan inançlara ve yürürlükteki geleneklere karşı bir inkılaptır.
4. İslâm'ın bu tavrı, kadının tam ehliyet sahibi olduğunu, eksik olmadığını belirtmesi, modern batı uygarlığından tam oniki asır önce bu gerçeklere değinmiş olması, insan düşüncesinde mükemmel bir ilerlemenin ifadesidir.
İslâm hukukunda ehliyetsizliğin nedenleri çocukluk ve deliliktir. Roma yasalarında ve 1938 yılına kadar Fransa yasalarında ehliyetsizlik nedenleri üç tanedir: Çocukluk, delilik ve dişilik.
1938 yılında Fransa yasaları değiştiğinde sembolik olarak kadının ehliyetsizliği önündeki bağlar kaldırılmıştı. Fakat pratikte kadının ehliyeti kanunî bağlarla ve karı koca arasındaki müşterek mallardan kaynaklanan bağlarla örülü bulunuyordu.
Kanunî bağlardan biri, Fransız kadının kocasından izin almadığı müddetçe herhangi bir iş yahut sanatla meşgul olmamasıdır.
Malların ortaklığı sisteminden kaynaklanan bağlara gelince, yasalara göre evli Fransız kadını kendi özel mallarını harcama yetkisine sahip değildi. Kocasının onun mallarından yararlanması ise onun için bir görevdi. Bununla beraber kocasının izni olmadan kontrol işine karışması mümkün değildi. Bu konuda mahkemenin izni tek başına yeterli sayılmıyordu.
Fransız kadının ehliyeti önüne konan bu engellerle müslüman kadının tam on dört asır önce kullandığı mükemmel ehliyet karşılaştırıldığında, İslâm'ın büyüklüğü kendini gösterir. Ayrıca çağdaş Fransız kadınının hiçbir zaman ulaşamadığı yaşam biçimi göz önünde bulundurulduğunda İslâm'ın kadın hakları ve ehliyeti konusunda ne denli insancıl bir yasa koyduğunu ve bu sahada kendisiyle boy ölçüşebilecek hiçbir sistemin olamayacağını kavrayabiliriz. Fransız hukukçuların, Fransız kadının eksik bir ehliyete sahip olmasından duydukları üzüntünün boyutlarını idrak ederiz. Öyle ki Fransız eski Addet Bakanı "Renold" şöyle demek zorunda kalmıştır: "Fransız kadınının şu ana kadar umutları ve rüyaları gerçekleşmemiştir.[39]
5. İslâm; yasaları, adaleti ve konumu itibarıyla ta baştan insanî bir özelliğe sahip olduğundan, kadın haklarını, kadın devrimi ve komploları yapılmadan ortaya koymuş ve sağlamlaştırmıştır. Bunun yanı sıra Fransız kadını ancak bir dizi devrim, komplo ve sıkıntılardan sonra haklarını elde edebilmiştir. Fransız kadını haklarını tedrici olarak koparabiliyordu. Bunun yanında İslâm, onun haklarını, kendisi seçtiği ve boyun eğdiği bir sırada bir elden kendisine teslim etmiştir.
6. İslâm yasaları kadına yaltaklanmadan ve onun dişiliğini sömürmeden haklarını verirken gayesi ve hedefi çok yüceydi. Roma ve Yunan uygarlıkları ile modem Batı uygarlığının kadının dışarı çıkmasına ve toplantılara katılmasına müsaade etmesinin gayesi onun onurunu tanıdığından değil, dişiliğinden yararlandığından dolayıdır. Zira bu uygarlıkların hukukî ehliyet anlayışı bunu göstermektedir.
İslâm ise bunun tersini yapmıştır. Onun gerçek onurunu, kanun ve malî ehliyetini sağlayacak her şeyi kabul etmiştir. Onun erkekle karma hayat yaşamasını, toplantılara, katılmasını, ailenin ve toplumun yararını korumak, onurunu ayakaltına almaktan, dişiliğini sömürmekten kurtarmak amacıyla sınırlı bir çerçeveye sokmuştur.
7. İslâm şeriatı kadına haklarını verdikten ve onun onurlu bir varlık olduğunu ilan ettikten sora, teşvik ettiği her işte ve yönlendirdiği bir çeşit hayat biçiminde tabiatını ve fıtratını gözetmiş, bu ikisinin birbiriyle ahenkli olmasına dikkat etmiştir.
Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: İslâm kadının alış-veriş yapmasını ve muamelat çeşitlerinden pek çoğunu caiz görmüş bunları yapmasını sahih saymıştır. Bu tasarrufların hepsinde onu tam ehliyet sahibi saymıştır. Buna rağmen onun bu tür işlere ancak zor durumda kalınca başvurmasını teşvik etmiştir. Ayrıca ona kendisi, ailesi ve toplumu için en yararlı şeyin kendisini bekleyen iç hayatı ve görevleri olduğunu belirtmiştir. Çünkü oradaki çalışması tam ve özgür bir çalışmadan hiç eksik olmadığı gibi haddi zatında o görevi kutsilik ve şeref bakımından daha yücedir. Ev hayatı ve oradaki görevleri, yemesi ve yaşaması için, evinin dışındaki işlere bulaşmadan, insanlığı ve onuru için çok daha üstün manalar ifade eder. İslâm'ın bu değerlendirmesi gerçekten güzel, mutedil ve hakimanedir. İslâm kendisinden önceki yasalarda ve yakın çağa kadar tüm uluslarda olduğu gibi, kadının evi dışında çalışmaya ehliyeti olmadığını söylememiştir. Ayrıca çağdaş uygarlıkta olduğu gibi de, kadını evini terk etmeye teşvik etmemiş, ev işlerini bırakarak erkeklerle boğuşmasını hoş karşılamamıştır.
8. Tüm bunların sonucu olarak genel anlamda müslüman kadın özel anlamda Arap kadını, dünyanın tüm kadınlarına karşı yasalarının ve uygarlıklarının üstünlüğüyle övünebilir. Hatta kadın haklarını belirlemesi onun onurluluğunu/şerefini itiraf etmesine kadar her konuda övünebilecektir.[40]
İslâm'ın belirttiği temelden ıslahatçı prensiplerin ışığında kadının, dünyada ilk olarak bir insan gibi tam ehliyet sahibi olarak hürmet gördüğü bir toplum kuruldu. Artık kadın bir eş olarak ve büyükleri, kahramanları yetiştiren bir anne olarak, toplumda layık olduğu hürmeti görmeye başlamıştı. Kadının adı gürültü ve kötü sözlerden korunmuş bulunuyordu. Artık kadın erkekler arasına çirkin bir biçimde karışmıyordu. Ancak ibadet yerlerinde, ilim meclislerinde ve özgürlük savaşlarında ona rastlanabiliyordu. Tabi bu tür durumlarda kendine özgü oturuşu, mütevazi giysisi, vakarı her halinden okunacaktı. Artık tüm gözler onu süzmeyecek, nefisleri peşinden kabarmayacaktı. Bundan böyle o geçtiğinde, gözler hayadan kapanacak, oturduğunda, yüzler saygıdan öbür tarafa bakacaktı. Savaştığında gönüller onu takdir ve büyütmekten titreyecekti.
İslâm Hukuku değişik mezhepleriyle kadına ait prensiplerini sağlamlaştırmış ve bu temel ilkeler tüm asırlar boyunca genel geçer kurallar hükmünü almıştır.[41]
Sonra kadının ihmaline sebep olan tam tersi dönemler baş gösterdi. Bu, İslâm uygarlığının gelişmesi ve İslâm ülkelerinin tam tersi geleneklerinin sonucudur. Bu durum gittikçe kötüye giderek gerileme ve çökme dönemlerine gelindiğinde, kadın gerçek anlamıyla ihmale uğramış ve haklarının çoğuna bilfiil tecaviz edilmişti. Tabii ki bu durum kadının İslâm'ın kendisine yüklediği toplumsal mesajı hakkıyla yerine getirmesine hiç de müsait değildi.
Bu karanlık asırlardan geriye kalan iki gerçeğe dikkat çekmemiz gerekmektedir.
Birincisi: İslâm'ın kadına sağladığı haklar yine de hukukçuların kitaplarında, çoğu toplumun pratik hayatında uygulanmasa da, hakkıyla muhafaza edildi. Bu da İslâm'ın kadına tanıdığı hakların geçici toplumsal şartların gerektirdiği haklar olmadığını gösterir. Aksine bu hakların sarsılmayan sabit haklar olduğunu, ebedî ve ilahî bir yasa tarafından belirlendiğini toplumdaki mevki ve statüsü ne kadar üstün olursa olsun hiçbir kimsenin bunları bozmaya ve değiştirmeye yetkili olmadığını göstermektedir.
İkincisi: Kadının tertemiz unvanı ve ailevî görevleri yerine getirişi bu asırlarda da göstermiştir. Çökme ve gerileme dönemlerinde İslâm toplumunda yayılan tüm sıkıntılara ve sapmalara rağmen kadın bu görevlerini sürdürmeye çalışmıştır. Müslüman kadının bu tavrı büyük bir gıptaya, büyük takdirlere neden olmuştur. Batı emperyalizminin başlangıcından bu yana müslümanlarla ilişki kuran ve gerçekleri araştıran batılı yazarlar bu olguyu hayranlıkla yazarlar bu olguyu hayranlıkla yad ederler.[42]
Yaklaşık olarak bu asrın başında Batı uygarlığıyla temasa geçtiğimizde sosyal alandaki ıslahatçılarımızın düşüncelerinin, gerileme dönemleri kötüye giden kadın problemini çözmeye yöneldiğini belirtmemiz gerekmez bile. Gerileme dönemlerinde kadın, gerçekten ihmale uğramış ve pek çok hakları ayaklar altına alınmış bulunuyordu. Öyle ki artık kadının toplumumuzun gelişmesinde ve ümmetimizin kalkınmasında etkin bir rolü yoktu.[43]
Islahat hareketlerini yönlendirenlerin çoğu birçok noktada ayrı düşünüyorlardı. Başlıca iki belirgin görüş vardı:
1. İslâm'ı güzelce bilenler ve onun, kadının durumunu düzeltmek için getirdiği büyük ıslahatlardan haberdar
olanlar: Bunlar kadının tüm özelliklerini koruması gerektiğini ve Arap-müslüman kadın olarak kalmasının zorunluluğu olduğuna inananlardı. Diyorlardı ki, İslam Kültüründen istifade edelim, diğer ulusların da tecrübelerinden yararlanarak kadının ıslahını ve canlanmasını sağlayalım.
2. Batı medeniyetinin gözlerini kamaştırdığı ve batı kadınının yaşam biçimi kendilerini büyüleyenler diyorlar ki: Kadını bu halinden kurtarmak için Batı'nın izlediği yolu izlemek zorundayız. Ancak bu yolla onu içine yuvarlandığı durumdan kurtulabiliriz.
Bu iki temel görüş ıslahatçıların takip ettiği yollardır. Şimdi ben burada, pek tabi olarak kadının olduğu gibi kalmasını savunanları ve durumunda herhangi bir değişiklik, hayatlarında herhangi bir farklılık olmasını isteyen, düşünmeyenleri kaale almadım... Ben onları kaale almıyorum. Çünkü onlar kadının gerileme ve yıkılma dönemlerinden taşıya geldiği kültürle, hayatını sürdürmesinin ne denli korkunç bir tehlike olduğunu idrak etmiyorlar ve bunu düzeltmek için çaba harcamıyorlar.
Pek tabii bu iki akımın kadının ıslahı için önerdiği yolun, içinde yaşadığımız kalkınma asrının yasalarına yansıması gerekiyordu. Netice olarak bu yasalarda bazı hükümler İslâm Hukuku'ndan, bazıları da ona aykırı hukuktan seçildi. Ben bu hükümlerin en önemlilerinden gücümün yettiği oranda, söz etmeye çalışacağım.[44]
Kadının durumunu düzeltmek ve kalkınmasını sağlamak amacıyla, yasalarımıza giren ıslahatçıları yahut hükümleri üç ana bölüm halinde ele alabiliriz:
A. Kişisel Durumlar Alanında
B. Siyasal Haklar Alanında
C. Sosyal Haklar Alanında.[45]
Malum olduğu üzere bizde ailevî hükümler yüzlerce sene boyunca hep Ebu Hanife'nin (r.a.) mezhebinden alınıyordu. Lübnan'da, Ürdün'de, Mısır ve Irak'ta da durum bunun aynısıydı. Öte yandan Libya, Fas, Tunus ve Cezayir'de aynı hükümler Malikî mezhebinden, Hicaz ve diğer bazı ülkelerde Şafiî mezhebinden, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez çevresindeki Arap emirliklerinde Ahmed İbn Hanbel'in görüşlerinden alınıyordu.
Halk arasında herhangi bir anlaşmazlak olduğunda İslâm hukukçularından birine başvuruyorlardı. Tabii ki başvurulan hukukçu, kendi mezhebine göre fetva/hüküm veriyordu.
Her mezhebin, ailenin maslahatına uygun düşmeyen bazı hükümleri kapsadığında kuşku yoktur. Özellikle adet, gelenek ve uygarlığın gelişmesiyle bu durum daha net olarak görünmeye başladı. Bu nedenle Osmanlı devleti, son dönemlerinde aile işleriyle ilgili yargı ahkamına uygun gördüklerini ıslah etmeye başlamıştır. 1336 yılında Aile Hukuku yasası çıkardığında hükümlerin sayısını yine Hanefi mezhebinden aldığı gibi öte yandan bazı hükümleri ve diğer içtihadî mezheplerden almıştır. Mısır da bunu takip etmiş, ahval-i şahsiyenin bazı meselelerinde yasalaştırdığı bir takım hükümleri Hanefi mezhebi dışındaki bazı mezheplerden almıştır. 1920'de 25 No'lu yasayı, 1929'da 15 No'lu yasayı, 1943'de 77 No'lu yasayı çıkarmıştır. Bu, miras hükümlerini kapsayan bir kanundur. 1946'da 71 No'lu yasayı çıkardığında vasiyet ahkamının tamamını yasalaştırmış oluyordu.
Suriye'de 1951'de çıkarılan ahval-i şahsiye yasası evlilik ve boşanma hükümlerini, ehliyet, vasiyet ve miras konularını kapsıyordu. Onlar da bu hükümlerin bazısını, Hanefi mezhebi dışında kalan içtihadî mezheplerin görüşlerinden almışlardır. Bir maddesinin sonunda şu nota yer verilmişti: Kanunun belirtmediği durumlarda Ebu Hanife'nin mezhebine göre amel edilir.[46]
Aynı şekilde Ürdün, Tunus, Fas, Irak vs. de ailevî hükümleri, hakim olan mezhebin görüşüne göre düzenleyen yeni yeni yasalar çıkarılmıştır. Bu yasalar miras gibi ahvali şahsiye ile ilgili hükümlerinde İIslâmî hükümlerle açıkça çatışan bazı konular içeriyordu.
Arap ülkelerinde yeni çıkarılan ahvalî şahsiye kanunlarının en belirgin vasfı, İslâm mahkemelerinde olduğu gibi, belli ber mezhebe bağlanmanın doğurduğu nahoş durumlardan şikayetlerin büyük ölçüde önlenmesi olmuştur. Halbuki belli bir mezhebe bağlanmanın şeriatte ve maslahatta herhangi bir dayanağı yoktu.
Ben bu araştırmamda, Suriye'de Ahval-i şahsiye yasalarının kapsadığı önemli ıslahatları ele alacağım. Mısır yasaları da bunun gibidir. Sanırım diğer Arap ülkelerindeki yasalar da farklı bir özellik taşımazlar.[47]
Dört mezhep, ergenlik çağına ulaşmadan önce yapılan evlilik akdinin sahih olduğuna kani olmuştur. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'in nasslarına, Peygamber (s.a.s.) döneminde, sahabe ve tabiin döneminde meydana gelen bazı olaylara dayanarak içtihatlarda bulunmuşlardır.
Fakihlerden pek az bir grup, bunlara karşı çıkmış ve çocuk yaştaki evlilliğin kesinlikle sahih olmayacağını ifade etmişler.Onların yerine velilerin gerçekleştirdiği akdin batıl olduğunu ve hiçbir işe yaramayacağını söylemişlerdir. İbn Şibrime ve el-Batti bunlardandır.
Şüphesiz evliliğin amaçlan açısından hukukî hikmeti göz önünde bulundurulduğunda bu görüş tutarlıdır. Veliler tarafından yapılan akdin çocuklara da bir yaran yoktur. Hatta yüzde yüze yakın onların bunda zararları vardır. Çünkü hem kız, hem erkek buluğ çağma erdiğinde zorunlu olarak bir kişiyle evlendirildiğini ve bu konuda şahsi görüşüne başvurulmadığını müşahade edecektir. Olur ki her ikisinin mizacı, ahlakı, tabiatı birbirine uygun düşmez. Onlardan biri kötü ahlaklı olabilir. Daha benzer nice sakıncalarından bahsedilebilir. Zaten bu olaylar yaşanmıştır da.
Halkı, -özellikle köylüleri- bu tür uygulamaya iten başlıca neden, her iki tarafın velilerinin istekleridir. Bunların her ikisi kardeş olabilir, ailelerini evlilik bağlarıyla birbirlerine bağlamak suretiyle ailevî, maddî yahut şahsî bir menfaatin temini cihetine gidebilirler. Bu tür isteklere şeriat hiçbir değer vermez. Bu isteğin bugünkü yaşamımızda evlilik hayatında mutluluk getirmediği bir gerçektir. Ayrıca aile hayatının zaafına, dağılmasına neden olan bu tür girişimlere karşılık ihtiyatlı davranmak zorunludur.
Daha önceleri toplumumuzda kızların kocalarını seçme hürriyeti yoktu. Aksine babası yahut annesi onu dilediği kimseyle evlendirirdi. Durum böyle olduğunda onu küçük yaşta evlendirmek kolay olacaktır. Büyüdüğünde kendisini bir kocayla yüz yüze bulacak ve buna karşı koymaya güç yetiremeyecektir. Yoksa bir ton hakaret ve horlamalarla karşılaşacak, bazen bu durumunda ısrar edip vakıayı kabul etmekten kaçındığında iş, intihara kadar varabilecektir.
Bu durum İslâm şeriatının kabul etmeyeceği bir husustur. Ayrıca aile ve toplumsal maslahat da buna aykırıdır. Bu uygulamada genç kız ve erkeklerin kendisini bekleyen evlilik yaşamının kuruluşunda eşlerini özgürce seçmelerine karşı dumanca bir tavır vardır. Deneyler bu tür bir evliliğin yanlışlığını, pek çok hatalara neden olduğunu hatta düşmanca cinayetlere sebebiyet verdiğini göstermiş bulunmaktadır.
Bu nedenlerle Suriye Ahval-i Şahsiye yasası küçük yaştaki evliliklerin sahih olmayacağı esasım getirmiş, veli olsun, vasi olsun hiçbir kimsenin onları evlendirme yetkisine sahip olamayacağı, emri vaki durumlarda bunun geçersiz sayılacağı ve hiçbir etkisinin olmayacağını belirtmiştir. Bu konuda Suriye yasaları, Osmanlı aile yasası kanununu izlemiş olmaktadır.
Mısır yasaları ise bu tür durumlarda evlilik davasının dinlenmesini yasaklamıştır. Bunun anlamı şudur: Bu akid sahihtir, fakat şeriat mahkemesinin bunu tescil etmesi mümkün değildir. Zannediyorum ki, onların bu konudaki zoru Mısır'ın köylü konumudur. Zira orada çocuk yaştakilerin evliliği gerçekten yaygındır. İşte Mısır yasaları yürürlükteki sosyal duruma saygılı olmayı amaçlamış, bu uygulamayı durdurmanın ilk adımı olarak bu tür evlilikleri olanların davalarım dinlememeyi kabul etmişlerdir.[48]
İslâm Hukukunda evlilik için belli bir yaş sınırı yoktur. İslâm'ın genel ahkamı bilfiil bedensel açıdan buluğa erdikten hemen sonra rüşd'ün başlangıcım esas alır. Yahut takdiri olarak on beş yaşını kabul eder. Buna karşılık Ahval-i Şahsiye kanunu evlilik için tam ehliyetli olma yaşını, erkekler için on sekiz, kızlara da on üç yaşına kavuştuklarında evlenmek istiyorlarsa mahkemeye başvurmaları ve evlilik için izin istemelerini uygun görmüştür. Eğer hakim onların evlenmeyi kaldırabileceğine karar verir, baba yahut yalnız dede de bunu uygun görürse onlara evlenme izni verir, yoksa vermez.
Bu sınırlandırma İslâm hukukçularının görüşlerine dayandırılarak getirilmiş bir şey değildir. Bu batı yasalarından alınma bir şeydir. Batılıların kendilerine özgü toplumları ve şartlan vardır. Ben şahsen bu sınırlandırmanın cinsel buluğa erme merhalesiyle uygun düşeceğine inanmıyorum. Ülkemizdeki kız ve erkeklerin yapısına bu yasa uygun düşmediği gibi ahlakî maslahatta da denk düşmez. Cinsel açıdan buluğa eriştiğinde evlenmeye müsaade edilmelidir. Genç kızlar, erkekler ve onların aileleri hangi zamanda evlenmelerinin yararlı olacağı konusunu daha iyi bilirler. Bu durum buluğa ermekle mi olur? Yoksa ondan sonra birkaç sene beklemekle mi? Kanunun bu sahalara girmesi anlamsızdır. Bedensel buluğa/ergenlikle evlenmeye müsaade ediliyor. Ancak hakimin, bu genç kız ve erkeğin bedenlerinin evliliği kaldırabileceğine inanmasından sonra!.. Sanki hakim onların maslahatını sahiplerinden daha çok gözetiyor.
Ben şahsen hakimin bu tür konulara girmesinde hiçbir yarar göremiyorum. Kızlarını, evliliğin yasal yaşından önce evlendirmek isteyen babalar öyle dümenler çeviriyorlar ki, yasanın tüm ihtiyatını yok etmektedir. Bu hilelerin meşhurlarından biri de, hakime, yahut yetkili şahsa, kızın büyük kız kardeşini, amca kızını, yakınlarından yahut komşularından birini göstererek evlendirilmek istenmesidir. Peki, bu müdahalenin ne anlamı kalıyor? Bu tür problemlere ne diye hakimi karıştıralım ki?
Asrımız, insanların problemlerini bütünüyle anladıkları bir asırdır. Kızlar evliliğin problemlerini ve zorluklarını çok iyi bilmektedirler. Onun için maslahatının evlilikte olduğuna kanaat getirmedikten sonra ailesi onu evliliğe ikna edemez. Zira ailesi de kızlarının buluğ çağından birkaç sene sonra evlenmesini istiyorlarsa, bu onlara göre kız için daha iyi olacağını düşünmelerinden kaynaklanmıştır.
Denebilir ki: Bazı babalar umdukları bazı menfaatleri elde etmek için kızlarını daha küçük yaşta evliliğe zorluyorlar. Buna verilecek cevap şöyledir. Ebu Hanife'nin mezhebine göre - Ahval-i Şahsiyenin esas aldığı görüş de budur- kız çocukları büyüdüklerinde, baba yahut ailesi onları evliliği kabul etmeye zorlayamaz. Kızın gönlünü almak gerekir. Bu hükümlerde, babaların maddî menfaat elde etmek için kızlarını tezelden evlendirmelerine engel olmak için yeterli bir güvence mevcuttur.[49]
Ben belli bir oranda erken evlilik taraftarıyım. Erken evlilik gençlerin ahlakını daha güzel biçimde muhafaza eder ve onları sorumluluk bilinciyle yaşamaya alıştırır. Ayrıca bu her iki taraf için özellikle kadının sağlığı için çok yararlıdır.
Doktor Viktor Bucu Moltz'un "Deriden Beyine" adını taşıyan kitabında, desteklediği gibi[50] bilimsel yönden kanıtlanmıştır ki, çocuk doğurma kadının yasanımda her bakımdan çok önemlidir. Bu konuda uzman olan hiçbir kimse kadının çok doğum yapmakla hayatını yitirdiğini söylememiştir. 68. sahifede diyor ki:
"Hamilelik ve doğum ameliyesinin, kadının bünyesinde gerçekten çok ciddi ve canlı etkenler oluşturduğu herkesçe bilinmektedir. Ben kadının çok çocuk doğurmakla hayatını kısalttığını söyleyecek değilim. Çünkü hepimiz, pek çok çocuk doğurduğu halde gerçekten uzun süre yaşayan kadınlar tanıyoruz."
"Bu tanıdıklarımız arasında, gerçekten örnekler vermeye geçtiğimizde cinsel gücün ne denli harika bir canlılığa sahip olduğunu müşahade ederiz. Bu konuda en bariz örnek şudur: Bir Rus çitçisi olan Fiyodor Fasilyan'ın, yaşı yetmiş beşe vardığında, arka arkaya tam dört kere dördüz, yine arka arkaya dört kere üçüz, altı kere ikiz ve beş kere de tek çocuğu olmuştur.
Sonra bu doktor diyor ki:
"Pek tabi olarak buna benzer haller bilim açısından inandırıcı bir açıklama kabul edilemez. Kesin olan şudur ki: Doğum kadının bünyesi için yararlıdır. Büyük bilgin Aleksi Karel'in yaklaşımına göre, göğüsleri büyük olan bazı kadınlar, bazen bir iki kere hamile kaldıktan sonra ancak normal gelişmesine ulaşabilmektedirler. Hamilelik kadın açısından dengesini sağlayan canlı bir faktördür. Beraberinde getirdiği zorluklar ise geçici durumlardır. Onun içindir ki koruyucu hekimlik kadının cinsel yaşamına ve cinsel ilişkilerine çok büyük önem verir. Cinsel faaliyeti teşvik etmeye eğilim duyar."[51]
Bu münasebetle ben de genç kız ve erkeklerin, özellikle üniversite gençliğinin, evlilikte gecikmesinden biraz söz edeceğim. Çünkü şimdilerde onlar okullarından mezun olup, istikballerini kazandıktan sonra ancak evlenebiliyorlar. Bu vakıa ise, haddi hesabı olmayan sosyal felaketlerin meydana gelmesinden çok tehlikeli bir etkendir.
Evlilik, şartlan kolaylaştırılıp kötü alışkanlıklar ortadan kaldırıldığında, cidden normal bir iş olacaktır. Mesela tek başına bir odada yaşayan öğrenci babasından aldığı harçlıkla yanına aldığı eşini de zorlanmadan ve fazla yük olmadan besleyebilecektir.
Evlilik ile çocuk yapmayı birbirinden ayırmamız kaçınılmaz bir hal almıştır. Şimdilerde bilimsel yönden çocuk yapmayı önleyen bazı önlemler alınabilmektedir. Ne zaman ki eşler çocuklarına bakacak duruma gelirlerse o zaman çocuk yapabileceklerdir.
Burada önemli olan genç kız ve erkeklerimizin, erken evlendirilmesiyle kötü ahlaktan korunması, sinirlerinin yatıştırılması, psikolojik infiallerinden kaynaklanacak olan tehlikeli durumlardan uzaklaştırılmasıdır. Zira bu tür durumlar onların derslerine, yaşama biçimlerine kadar, etki ederek onların menfi yönde gelişmesine neden olur.
Bize ulaşan haberlere göre, Amerika Üniversitelerinde, birbirleri ile evlenme öğrencilerin arasında yaygın bir "moda" halini almıştır. Amerika'nın büyük üniversitelerinden birinde bu şekilde birbiri ile evlenen öğrencilerin
sayısı % 40'a ulaşmıştır. İngiltere'den gelen haberlere göre oranın da, üniversitelerinde bu "moda" yaygınlaşmaya başlamıştır. Öğrenciler arasında meydana gelen bu yeni yöneliş ve gelişmenin desteklenmesi gerektiğini söyleyen öğretim üyelerine Amerika ve Avrupa'da hayli sık rastlanmaktadır. Harward Üniversitesi'nde, psikoloji hocası olan Prof. Hardın şöyle bir açıklama yapmıştır: "Erken evlilik bazılarının inandığı gibi hiç de zararlı değildir. Özellikle Üniversite öğrencileri arasında hiç bir mahzuru yoktur. Evli olan öğrenci geleceğini idrak edecektir.[52]
Ben de evli ve bir üniversite hocası olarak üniversiteli gençlerimizi birbiriyle evlenmeye davet ediyor ve onları destekliyorum. Bu konuda onların pişman olmayacaklarına ve mutlu bir hayat yaşayacaklarına kefilim. Başta, gençlerimizin kendilerinden başlayarak evlilikle bağdaşmayan aile ve evlilik hayatını ağır malî bir külfet sayan kötü düşünce ve geleneklere karşı koyması gerekecektir. Sözü edilen şeyin gerçekleşebilmesi için genç kızlarımızın anne babalarına: Ben ailesiyle beraber yaşayan bir gençle evlenmeye razıyım. Daha sonra imkanlarımız elverirse müstakil bir eve çıkarız, demesi, genç erkeğin de bunu yapması kafidir. Bu iş birkaç kişi tarafından yapılınca normal karşılanmaya başlanacak diğer kardeşleri de aynı şeyi yapacaklardır.
Burada kadın cemiyetlerine de, bir telkinde bulunarak onların da kadın çevrelerinde bu işin bayraktarlığını yapmalarını ve toptan rahatsız olduğumuz üzücü olayların engellenmesine çalışmalarını, toplantılarında yayınla-nnda, kongrelerinde, tüm güçleriyle bu kötülüklere karşı savaşmalarını tavsiye ediyorum. Bu onların neslimize ve daha sonra gelecek nesillerimize takdim edecekleri en hayırlı iştir.
Bu konuda zararlı akımların/alışkanlıkların toplumda yayılmasına karşı çıkması gereken en güçlü nesil kuşkusuz kültürlü neslimiz olacaktır.[53]
Ahlakî değerleri ve toplumsal gerçekleri takdir edebilen bilinçli bir toplumda yasalar, vatandaşlarına çeşitli gerekçe ve sebeplerine göre bir şeyin hangi şartlarda yararlı, hangisinde zararlı olduğunu bildirir ve bunu onların kendi şartlarına ve takdirine bırakır. İşte bu nedenle İslâm yasaları evliliğin hikmetini ve toplumsal yüce hedeflerini/amaçlarını açıklamakla yetinir: Ona göre evlilik psikolojik ve bedensel bir rahatlama ve huzura kavuşmadır. Onunla ilgili görevlerin hakkıyla yerine getirilmesi, topluma sağlıklı, güçlü, çalışkan bir nesil kazandırır.
İslâm yasalarında iki eş arasındaki yaş farkına herhangi bir sınır konulmuş değildir. Zaten akli selim sahiplerinin kabul ettiği ve bilinçli bir iradenin kavrayabileceği şey de budur. İnsanlar bu konuda muhtelif bir tabiata sahiptir. Nice yaşlı adamlar var ki, evlilik hayatındaki görevlerini yerine getirmekte eşini mutlu etmedeki hazırlığında, evine şenlik ve esenlik getirmede pek çok genci geride bırakır.
Fakat bazı insanlar, şimdiki maslahatı görüp ilerideki zararı görmez. Kendi maslahatlarını çocuklarının, arkadaşlarının maslahatının önünde tutarlar. Onlar servette ve şöhrette gördükleri mutluluk vasıtalarını gençlikte ve güçlülükte aramazlar. Onlar kızlarını evlendirirken, evlilik görevlerini üstlenemeyecek aciz ihtiyarları tercih ederler. Bu genç kızların, bunlarla kalpten ve içten gelen mutlu bir hayat yaşamaları imkansızdır. Onların hayatı can çekişen bedenlerin ve sahiplerini karşılamak için açılan kabirlerin hayatıdır.
Bu karaktere sahip kimseler, kızlarına gerçekten çok büyük kötülük etmektedirler. İslâm her ne kadar onları bu tür uygulamalardan kesin şekilde men etmemişse de, evlilik yasaları için gösterdiği amaçlar onları bu uygulamalardan men eder ve yaptıklarının çok çirkin bir fiil olduğunu belirtir.
Zaten bazı fakihler, bu uygulamaların haram olduğunu belirtmişlerdir. Kalyobi[54] el-Minhac şerhinde diyor ki: Küçük yaştaki kız çocuğunun bunlarla (ihtiyar-ama) evlendirilmesi sahihtir, fakat haramdır. Cumhuru ulema bu görüştedir.[55]
Görülüyor ki, fakihler akdin sahih oluşu ile haramlığın arasını ayırmışlardır. Akid sahih olsa da Cumhuru ulemanın ittifakı ile haramdır. İşte fukahanın başka bir ifade ile belirttiği gerçek budur: "Hüküm yönünden caizdir, dinî bakımdan haramdır".
Pek çok kimse de bir şeyin sahibi olduğunu gördüler mi, onun haram oluşu onları hiç de ürkütmez. Onun için ömrünün baharında olan genç kızların, varacakları kocaların servetlerine, şan ve şöhretlerine, mallarının mirasına konmak için onlarla evlendirildiği gözlenmektedir. Ne üzücüdür ki, bizzat bu kızlar da bazen aynı nedenlerden, bu tarz evliliklere rağbet etmektedirler. Halbuki, bu etkenler ahlak açısından hiç de güzel değildir. İslâm nazarında da hoş karşılanmaz. Buna benzer bir evlilik, genç kızları korumaz ve onların mutluluğunu, istikrarını temin etmez. Onun için kanun koyanın bunlara müdahale etmesi gerekmektedir. Zira bunlar siyaset-i şer'îye'nin gereğidir. Çünkü veliyul emr/başkan mubah olan bir şey kötüye kullanıldığında onu yasaklayabilir. Bir de bu şeyin haram olduğu düşünülürse meselenin boyutları anlaşılmış olmaz mı?
Onun için Suriye kanunları her iki eşin yaşça birbirine denk, hiç değilse yakın bir durumda olmalarını şart koşmuştur. Yasalarda aralarında büyük fark bulunan ve bu evliliğin herhangi bir maslahata dayanmadığı durumlarda hakimin bu tür evliliklere izin vermeyebileceği açıkça belirtilmiştir.
Şu kadar var ki, bu ayırıcı yaşa belirli bir sınır koymamıştır. Şimdiki mahkemelerimiz müsaade edilen yaş sınırının yirmi seneden az olan miktarını uygulaya gelmişlerdir. Yirmi yaşı aşınca artık evlilik yapılmasına izin verilmez. Bu uygulama genel anlamda makbul bir şey sayılır.[56]
Şimdilerde toplumumuzda -özellikle köylerde- kız çocuklarının kocalarını seçiminde, hürriyetleri ellerinden alınmış durumdadır. Genellikle bu işe kararı babası yahut annesi verir. Kız ise bakire bir genç olarak bu konuda görüş belirtmekten haya eder. Zaten içinde yaşadığı toplumun yapısı babası ve ailesinin iradesine karşı koyması için ortam hazırlamamaktadır. Bu durumlarda nice titrek yüreklerle evlilikler gerçekleşir. Fakat ardından nice acıklı olaylar yaşanır. Bu uygulamanın İslâm nazarında hiçbir dayanağı yoktur. Ancak bazı içtihadı mezhepler, babanın bakire olan kızlarını evlenmeye zorlayabileceğini, fakat dul olanlarını zorlamayacağını,ancak kızın görüşüne göre hareket etmesinin müstehap olduğunu belirtmişlerdir.
Ebu Hanife (r.a.) ve onun gibi düşünenler demişlerdir ki: Babanın ve ailenin buluğ çağına eren kızı, evliliğe zorlamaya hakları yoktur. Evlilik işinde babanın ve ailenin onun görüşüne göre hareket etmesi zorunludur. Eğer kız uygun görürse akd sahih olur. Yoksa olmaz.
Daha önceden olduğu gibi -şimdi de- şeriat mahkemelerinin uygulamaları hep Ebu Hanife'nin görüşüne göredir. Onun için babanın yahut aile reislerinden birinin kızı zorlaması ve evliliğe mecbur etmesi mümkün değildir. İstemediği kimseyle evlendiremezler.
Ancak Ebu Hanife ve onun gibi düşünenler aile fertlerine iki sebepten ötürü, kızın evlenme isteğine karşı çıkma hakkı tanımışlardır.
Birincisi: Kocanın denk olmaması; Ebu Hanife'nin bu denklik için bazı ölçütleri vardır. Saygınlık, sanat, ata ve dedelerin toplumdaki yeri, zenginlik vs. gibi cahil aile reislerinin evlilikte kızlarına tahakkümünü artıran ve ellerine imkanlar veren şeyler. Bu durumda onlar kız isteyen ailenin toplumdaki saygınlığını, zenginliğini vesaire sini bahane ederek karşı çıkacaklardır.
İkincisi: Eğer bir kız mehri misilden aşağı, bir mihirle evlenirse, babasının ve aile reisinin bu akdi feshetme hakkı vardır. Çünkü bu, onlar için de utandırıcı ve yüz kızartıcı bir harekettir.
Kuşku yok ki sosyal hayatın gelişmesi, bu meseleyi köklü bir değişiklik getirilmesini gerektirmektedir. Bunun içindir ki ahvali şahsiye yasalarımız bu konuyu başarılı bir biçimde düzeltmiştir.
Denklik açısından kanun, eşler arasında kefaet olmasının şart koşulmasını kabul etmiştir. Bu prensip her iki tarafın anlaşabilmesi ve mutluluğu için zaruridir. Kefaet sınırlandırılışını akdin meydana geldiği bölgenin örfüne bırakmıştır. Bu gerçekten hakimane esnek bir uygulamadır. Her zaman ailenin mutluluğunu temin edebilecek özelliğiyle uygulama imkanına sahiptir.
Yasanın gösterdiği yaşlara uygun olarak yasalar, kızı evlenen babaya mahkeme yolu ile kefaetin bulunmadığından evliliğe itiraz hakkım tanımıştır. Hakim soruşturmadan sonra kefaetin olmadığına karar verirse akdi fesheder yoksa geçerli sayar.
Bununla yasalar babaların ve aile reislerinin kızlarının evliliğinde işi inada bindirmelerini engellemiş olmaktadır.
Yasada Hanefî mezhebine göre tek bir problem kalmaktadır. Bu da on altı yaşında bir kız dengi ile bir evlilik gerçekleştirip, babası da bunu uygun görmediğinde hakim yasalara göre, akdi geçerli sayma yetkisine sahip değildir. Halbuki bu akd Hanefî mezhebine göre kesinlikle sahihtir.
Mehri misil ise, yasa tarafından tamamen ilga edilmiştir. Babaya bu nedenle evliliğe itiraz hakkını tanımamıştır. Yasalar bu konuda da isabetli davranmışlardır. Zira İslâm'da mehir kadına ikramın ve ona yaklaşma isteğinin sembolüdür. Onun azlığı ile biri birini ayıplamaya kaçmak cahili toplumların işidir. Bunlar evliliğin amaçları ve mehrin hikmetinden habersiz/gafil olmanın neticesinde ortaya çıkabilir. Buna benzer uygulamalara İslâm hiçbir değer vermez. Ebu Hanife dışında kalan tüm müctehid imamlar bu görüştedir.[57]
Bazen kadın, evlilik akdinde belli bir şart koşmak isteyebilecektir. Peki, İslâm şeriatının buna karşı tutumu ne olacaktır o zaman?
Şeriat hiç kuşkusuz, insanların maslahatını gözetir ve şeriatın maksatlarıyla, nizamın genel prensipleri ve cemaatin maslahatının çelişmediği hususları gerçekleştirmeye çalışır.
Genel olarak, akitlerde ileri sürülen bakış açısı yönünden fakihler, dar bir çerçeve dışına taşmayan bazı şartlar dışında hiçbir şarta müsaade etmeyen kesin tavırlılar ile İslâm'ın temel ilkeleri ve kurumlarıyla çelişmeyen tüm şartların geçerli olacağını ifade eden müsamahakarlar olmak üzere iki gruba ayırırlar. İkinci görüşte olanlar Hanbelîlerdir. Her mezhebin, bu şartları kabul ve ret edişinde dayandığı deliller vardır.
Evlilik akdinde ise İslâm'ın evlilik anlayışı ve nizamına aykırı düşen her şart batıldır, geçersizdir. Mesela bu şartlardan biri kadının kocasına itaate mecbur olmaması yahut kocasının onun nafakasını vermemesidir. Bunda tüm fakihlerin icmaı vardır.
Bunun dışındaki şartlarda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi fukahasının görüşüne göre[58] akdin gerektirmediği ve onun nizamıyla uygunluk arz etmeyen, cevazına dair herhangi bir nass varid olmayan ve örfen kabul edile gelen bir şey olmayan her şart fasittir. Akid sahihtir, fakat ileri sürülen şart geçersizdir. Her iki tarafın rızası ile kabul edilmiş olsa bile hiçbir kıymet ifade etmez.
Buna göre, eğer kadın kendisini başka şehre götürmeyeceğini yahut üzerine evlenmeyeceğini şart koşarsa akid sahihtir, şartlar geçersizdir. Kocası onu başka şehre götürebilir ve üzerine evlenebilir. Akid sırasında rıza gösterip kabul ettiği şartlara riayet etmesi daha güzeldir. Çünkü Allahu Teâlâ akid ve sözleşmelerimize bağlı kalmamızı istemiştir.
Bu ilkenin tatbik edilmemesi kadının zarara uğramasına ve aldatılmasına neden olmaktadır. Bu kadın açısından hayli tehlikelidir. Çünkü kadının bu akdi yapması ancak kendi lehine koydurduğu bu şarta bağlıdır. Kocası da bunu kabul etmişti. Bundan sonra üzerinde anlaştıkları bu şartın gereğine uyutmamasından, kocanın sözünden cayması ve kadını aldatmış olmuş hükmü çıkar.
Bu nedenle ahval-i şahsiye yasası meseleyi kadının haklarını koruyarak ve kocanın eşini aldatmasını yasaklayacak biçimde halletmiştir. Bu konuda Hanbelîlerin ilkesini şartlarının kabulünde esas kabul etmiştir. Fakat meseleyi ele almış hem kadının hem de erkeğin maslahatını gözetecek biçimde yeniden bölümlere ayırmıştır. Yasa, ileri sürülen şartlan üç kısma ayırmıştır:
1- Yerine getirilmesine gerek olmayan batıl şartlar: Bu durumda akid sahihtir. İslâm'ın şer'î nizamına aykırı düşen şartların ileri sürülmesi buna örnektir. Mesela mehirsizliğin şart koşulması yahut kadının kocasının nafakasını vermek zorunda bırakılması gibi. Ya da şeriatın maslahatlarına aykırı şartların ileri sürülmesi de buna örnek verilebilir: Cinsel ilişkide bulunmamanın şart koşulması gibi. Yahut yapılmasında şer'î bir mahsur bulunan bir şeyin şart koşulması da buna örnek teşkil eder: Mesela kadının tek başına yolculuğa çıkmasını şart koşması gibi.
Buna benzer şartlar geçersizdir. Akid ise sahihtir, şartlara bağlı kalmak bu durumda caiz değildir. Daha önce bu hükmün içtihadı mezhepler arasıda muttefekun aleyh olduğunu belirtmiştik. Biz bu konuda aykırı düşünen birini bilmiyoruz.
2- Kocanın bağlı kalması gereken sahih/geçerli şartlar: Yani koca bunlardan kaçamak yapmaya kalkıştığında mahkeme onun yakasına yapışacaktır. Bunlar kadının meşru bir maslahat sağlayan, başkasının hukukunu çiğnemeye neden olmayan ve kocanın kendisine özgü meşru işlerinde özgürlüğünü sınırlandırmayan şartlardır. Eşini beraber yolculuğa çıkarmaması, babasının evinden yahut memleketinden başka yere götürmesi gibi. Bu şartlar sahihtir. Kocası bunlara rağmen eşini beraber yolculuğa götüremez ya da ille de yolculuğa çıkarmaya zorlarsa hakim engel olur.
Bu görüş İmam Ahmed'in (r.a.) mezhebinden alınmıştır.
3- Sahih fakat kocayı bağlamayan şartlar: Yani hakim bunları yerine getirmesi için onu zorlayamaz. Bunlar da iki durumda olur:
a) Zevcinin evlilik anlaşmasında kocasının kendisine özgü meşru özgürlüğünü, sınırlandıran şartlar ileri sürmesi halinde; mesela kadının kocasının yolculuğa çıkmamasını, görev almamasını, politika ile meşgul olmamasını yahut üzerine evlenmemesini şart koşması gibi...
b) Başkasının yasal haklarını çiğneyen şartlar: Mesela önceki karısını boşamayı şart koşması gibi.
Buna benzer durumlarda ileri sürülen şartlar sahihtir. Fakat mahkeme yoluyla kocasının bunlara bağlı kalmasını isteyemez. Eğer onlara bağlı kalmazsa kadın mahkeme yoluyla nikahını bozuk kendisini boşatabilir.
Bu da, İmam Ahmed'in (r.a,) mezhebine uygundur. Ancak kumasının boşanmasını şart koşması halinde ihtilaf vardır. Hanbelîlerin bir kısmı bunun caiz olduğunu söylerken diğer bir grup caiz olmadığını belirtmişlerdir.
Bunlardan anlaşılıyor ki, yasa kadına evlilik akdi nizamiyle çelişmeyen her türlü şartı koşabilme hakkım vermiş bulunmaktadır. Bu şartlardan bazılarının yerine getirilmesinde mahkemenin zoru sökmez. O durumda, kadın ancak mahkemeye başvurmak sureti ile nikah akdinin fesh edilmesi talebinde bulunabilir. Bazı şartları yerine getirmekten yan çizen kocayı mahkeme zorla onlara bağlı kalmaya mecbur edebilir.
İşte bu uygulama ve yasamayla kadının bu yasanın tanınmasından önce Ebu Hanife mezhebine bağlılıktan kaynaklanan ağır yükün altından kurtulması sağlanmış olmaktadır. Şu kadar var ki kadının önüne her türlü şartı koşma imkanının tanınması bazen kocaya büyük çapta zararlar dokunmasına neden olabilir. İşte buna bir örnek: Kadının kendi memleketinden başka yere götürmemesini şart koşmuş olması halinde kocanın bazen zorunlu olarak başka yerde yalnız yaşamasından başka çıkar yolu kalmaz. Bu ise aile yuvasının parçalanmasına ve evlilik hayatının ahenginin, düzenin bozulmasına neden olacaktır. Belki de onu boşamak durumunda kalacaktır. Bu durumda İse yuvası yıkılır, evlilik hayatı sarsılır ve telafisi hiç de kolay olmayan büyük sarsıntılar geçirir.
Ben şahsen bu şartların yeniden gözden geçirilmesini ve kadının erkeği, erkeğin de kadını zora koşmaması icap ettiğini söylemek istiyorum. Evlilik hayatı ticarî bir şirket değildir ki, her taraf en büyük kazancı kendisi yutmayı amaçlamış olsun. Aksine o manevî bir ortaklıktır, onun içindir ki, her iki taraf da kendi haklarından özveride bulunmak suretiyle bu işi yürüteceklerdir. Böylece aralarında uyum, ahenk, geçim ve istikrar bulunsun.
Burada işaret edilmesi gereken iki nokta kaldı:
Birincisi: Hanefi fukahası kadının evlenme akdinde, boşanma hakkının kendisine ait olduğunu, dilediğinde boşanabileceğini şart olarak ileri sürmesini normal karşılamışlar ve bu şartın saygın bir şart olduğunu kararlaştırmışlardır. Onlar bunu tam olarak şart mesabesinde görmüyorlar ki kendi metotlarınca bunun geçersiz olduğu söylensin. Aksine bu, kocanın dilediğinde kullanabildiği bu hakkını karısına verdiğini belirtir. Koca bu hakkını evlenme akdi sırasında, karısına devredebilir. Bunda genel ilkelere aykırı düşen bir şey de yoktur.
İkincisi: Aile haklan yasası kadına kocasının kendisi üzerine evlenmemesi; evlendiği takdirde, ya kendisinin, ya da kumasının boş olacağı hususunu şart olarak ileri sürmesini ikrar etmiştir. Bu durumda akid sahihtir, şart da geçerlidir.[59] Bu da fasit şartlar kabilinden bir şey değildir. Aksine bu boşanmayı bir şarta bağlama cinsinden bir şeydir. Bu şart da sahihtir. Nasıl ki sen şuraya gidersen boşsun demesi de geçer ise. Söz konusu yere gittiğinde boşanma mutlak anlamda vaki olur.[60]
Din adamları, Oryantalist ve sömürünün aleti misyonerler ile müteassıp batılılar, teaddüdü zevcat nedeni ile müslümanlara karşı şiddetli bir şekilde saldırılarda bulunurlar. Buradan hareketle İslâm'ın kadım zora koştuğu, müslümanların kendi şehevî duygularım ve arzularım tatmin etmek amacı ile onu sömürdüğünü söylemektedirler.
Batılıların bu meselede gerçekten ne amaç güttükleri hangi niyeti tanıdıkları ve kimin mantığı ile hareket ettikleri hiç de belli değildir. Amaçlan gizli, niyetleri kötü, mantıkları çarpıktır.
1. Bir kere İslâm, ilk olarak teaddüdü zevcat yasasını koyan sistem değildir. Yaklaşık tüm eski uluslarda bu yasa mevcuttur. Atinalılarda, Hindularda, Çinlilerde, Babillilerde, Asurlularda ve Mısırlılarda yaygın haldeydi. Bu ulusların çoğunda teaddüdün belli bir sayısı bile yoktu. Çinlilerde Likiy yasası teaddüdü zevcat için 130'a kadar müsaade ediyordu. Hali vakti yerinde gaddar bir Çinlide otuz bine kadar kadın bulunabiliyordu.
2. Yahudi diyaneti sınırsız olarak teaddüdü zevcata müsaade ediyordu, tevrattaki tüm peygamberlerin hepsi istisnasız pek çok karıya sahipti. Tevratın bildirdiğine göre Allah'ın elçisi Süleyman Peygamber'in yedi yüzü hür kadınlardan, üç yüzü de cariyelerden olmak üzere bin karısı vardı.
3. Hıristiyanlıkta da teaddüdü zevcatı yasaklayan açık bir nass yoktu. Ancak öğüt babından Allahu Teala’nın her adama bir eş yarattığı belirtilmişti. Tabii olarak bu en uzak ihtimallere göre bile bir tek kadınla yetinilmesi gerektiğini kesinlikle ifade etmez. İslâm da buna benzer bir şeyi ifade etmektedir. Biz de onu inkar etmiyoruz zaten. Fakat hani nerede erkeğin ilk karısı himayesinde olduğu halde ikinci bir evlenmesinin zina olduğu ve yapılan akdin batıl sayılacağım belirten nasslar, deliller?..
İncillerde bu konuya açıklık getiren hiçbir nass yoktur. Aksine Pavlos'un bazı mektuplarından teaddüdün caiz olduğunu ifade eden yerler vardır. Şöyle diyor: "Üskufun -keşişin bir üstü- yalnız bir kadının kocası olması gerekir. "Üsküfün yalnız bir kadınla yetinmesi sözünden, başkasının bir taneyle yetinmemesinin caiz olduğu anlaşılır.[61]
Tarihî açıdan da sabittir ki, önceki Hıristiyanlar birden fazla kadınla evleniyorlardı. Önceleri kilise papalarından pek çok karısı olanlar mevcuttu. Hıristiyanlıkta ta eski asırlardan beri istisnai durumlarda ve özel hallerde teaddüdü zevcat mubah sayılıyordu.[62]
Wester Mark -ki bu adam güvenilir bir bilgindir- "Evlilik Tarihi" kitabında diyor ki: "Kilise on yedinci asra kadar teaddüdü zevcatı kabul etmekteydi. Bu olay kilise ve devletin sayamayacağı kadar pek çok durumlarda tekrar edip duruyordu."
Yine sözü edilen kitabında der ki: "İrlanda Kralı "Diyar Mazdet'in karısı, iki de metresi vardı."
Ortaçağ özellikle "Mirufenci"lerde teaddüdü zevcat defalarca gerçekleşmiştir.
Şarlman'ın iki, karısı pek çok metresi vardı. Onun kanunlarından anlaşıldığı gibi, o zamanlar din adamları arasında da teaddüdü zevcat bilinmeyen bir olgu değildi. Bundan bir süre sonra Philip Eufahis ve II. Frederik Wilyam Alperus, Luterci keşişlerin oluruyla her biri iki kadınla evlilik akdi gerçekleştiriyorlardı.
Birincisinin yaptığını bizzat Martin Luter ve Melariknon da ikrar/kabul etmiştir.
Luter çeşitli münasebetlerle teaddüdü zevcattan söz eder ve ona hiç itiraz etmezdi. Çünkü bu Allah'tan bir emir ve yasaklanmış değildi ve -Hıristiyanlığın gerçek temsilcisi olan- Hz. İbrahim tarafından dışlanmamıştı. Çünkü onun da iki karısı vardı.
Evet Allahu Teala önceki çağlarda yaşayanlara bazı özel durumlarda bunu yapmaları için izin vermişti. Pek tabi olarak onların takipçisi olan Hıristiyanların da aynı şartlan taşıdığına kesin kanaat getirdiğinde bundan yararlanma hakkı olacaktır, Zira her şeye rağmen teaddüdü zevcat boşanmaktan daha güzeldi.
Vestfalya antlaşmasından sonra ve otuz sene süren savaşlar nedeni ile nüfusun azaldığı müşahade edilince, Nurenburg'daki Frenk Meclisi, erkeğin iki kadın almasına müsaade eden bir karar çıkardı.[63]
Üstad el-Akkad diyor ki: "Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta, teaddüdü zevcatta olduğu gibi metres edinme de mubahtı. Zaten köle edinme de tüm batı ülkelerinde mubah sayılırdı."
Metreslerin sayısını belirleyen etkenler teaddüdü zevcatı etkileyenlerin aynısıydı. Bu nedenler yeme-içme, giyim-kuşam şartlan, metresliği kabul edilebilecek köle kızların dış ülkelerden getirilmesinin zorluğu vs. gibi nedenlerdi.
Hıristiyanlarda önder sıfatına haiz bazı kimselerin resmî hanımının çocuk doğurmadığı hallerde boşanmaktan kaçınmak için metres edinmeyi tavsiye ettiklerine de yer yer rastlanmaktadır. İşte Aziz Ogustin'in "ez-Zevacül-Emsel”/-İdeal Evlilik- kitabının on beşinci bölümünde kaydettikleri bu meyanda şeylerdir. Zira o, sonuç olarak kocanın çocuk doğurmayan karısını boşamaktansa bir metres edinmesini tercih ediyordu.
Akılcılar Ansiklopedisi de bu konuya değinir ve sonra sözü çok evliliğe getirerek şöyle der: "Büyük araştırmacı Grotius, son zamanlarda bazı kimseler tarafından birden fazla evlendiklerinden dolayı, tenkide uğrayan eski atalarını sonuna kadar savundu: Zira onlar kendilerine düşen görevi hakkıyla yerine getiriyor ve birkaç kadınla evliliklerinde maddî menfaat aramıyorlardı.1'
Corci Zeydan diyor ki: "Hıristiyanlıkta iki yahut daha fazla kadınla evliliği yasaklayan açık bir nass yoktur. Eğer onlar dileseydiler, teaddüdü zevcatı caiz görebilirlerdi. Fakat onların önceki liderleri/önderleri bir kadınla yetinmenin aile düzenini ve vahdetini korumaya daha yatkın olduğunu görmüşlerdir. Zaten o sırada Roma devletinde yaygın olan evlilik çeşidi de buydu. Neticede çok evlilik ayetlerini te'vil etmeleri ve meşhur olduğu gibi, bir kadından fazla evliliği haram saymaya varmaları hiç de zor olmamıştır."
4. Ayrıca çağdaş Hıristiyanlığın, Siyah Afrika'da teaddüdü zevcatı kabul ettiğini görüyoruz. Misyonerlik faaliyetleri bizzat kendisini içtimaî bir olgu ile karşı karşıya bulmuştur. Bu putperest Afrikalılarda görülen teaddüdü zevcat vakasıdır. Onlar teaddüdü zevcat üzerinde ısrarla durduklarında halkın Hıristiyanlığa cephe alacağını ve bu dine girmelerine engel olacağım görmüşlerdir. Bu sebeple Hıristiyan Afrikalıların diledikleri kadar evlenebilmelerine müsaade etmenin zorunlu olduğunu ifade etmeye başlamışlardır. "el-Tslam ve'n-Nasraniyye fi Eves'iti ifrikiye" -İslam ve Hıristiyanlık Afrika Kapılarında- adlı kitabın yazarı Bay Nurcih de bu hakikati belirttikten (s. 92-98) sonra şöyle der:
"Misyonerlik faaliyetini yürütenler şöyle diyordu: Putperestlerin sosyal konumlarına, işlerine müdahale etmemiz uygun bir siyaset olmaz. Ayrıca onlar Mesih'in dinine boyun eğen bir Hıristiyan olduktan sonra onların kendi eşlerinden yararlanmalarını haram saymamız da akıllıca bir iş olmaz. Bunun zararı da yoktur. Hatta Tevrat -ki o Hıristiyanların, dinlerinin esası olarak kabul etmeleri gereken bir kitaptır- çok evliliği mubah kılmaktadır. Yanışım Mesih de bu olguyu şu sözleriyle ikrar etmiştir: "Sanmayın ki ben yıkmak için geldim. Aksine tamamlamak için geldim,"
Daha sonraları kilise Hıristiyan Afrikalılar için taaddüdü zevcata sınırsız olarak resmî müsaade verdiğini ilan etti!..
5. Hıristiyan batı ulusları da bizzat erkeklere oranla kadınların gittikçe -özellikle iki dünya harbinden sonra- çoğaldığını görmüşler. Bunu büyük sosyal bir problem halinde ele alarak araştırmalara girmişler ve şu ana kadar buna en uygun çözüm yolunun ne olduğunu araştırmaktadırlar.
Yaygın halde kabul gören çözüm yollarından biri de teaddüdü zevcat olmuştur. 1948'de Almanya'nın Münih kentinde yapılan Dünya Gençlik Konferansına, Arap ülkelerinden bazı müslüman araştırmacılar da katılmıştır. Bu bünyede toplanan komisyonlardan biri de savaştan sonra Almanya'da erkeklere oranla sayılarında kat kat artış görülen kadın problemine çözüm bulmakla görevlendirilmiştir. Çözüm için muhtelif görüşler ileri sürülmüş bu arada müslüman delegeler de komisyona teaddüdü zevcatı serbest bırakmalarını tavsiye etmişlerdir. Önce büyük bir dehşet ve tiksintiyle karşılanan bu görüş komisyon üyeleri tarafından tartışmaya değer bulunmuş, meselenin enine boyuna tartışılmasından sonra uzun araştırmalara da gidilmiş neticede tüm komisyon üyeleri bundan başka çözüm olmadığına karar vermiştir. Bundan sonra komisyon konferans yetkililerine problem çözümü için teaddüdü zevcatın serbest bırakılması gerektiğini tavsiye etmiştir.
1949'da Federal Almanya'nın başkenti "Bonn" ahalisi yetkili mercilere başvurarak anayasada teaddüdü zevcata müsaade edilmesi talebinde bulundular.
Geçen sene gazeteler Alman hükümetinin Ezher Üniversitesi Rektörlüğün'den İslâm'daki teaddüdü zevcat nizamım istediğini, bundan kadınların sayısında görülen artışı engelleme probleminin çözümünde yararlanmak istediklerini bildiren bir yazı gönderdiğini yazdı. Bunun ardından Alman bilim adamlarından bir heyet bu amaçla Ezher Rektörü ile görüştü. Bu arada bazı müslüman Alman kadınları, Ezher'in programına katılarak genel anlamda İslâm'ın kadın konusu hakkındaki hükümlerini özellikle teaddüdü zevcat konusundaki ahkamım bizzat yerinde öğrenmeye koyuldular.
Bundan daha önce Nazi idaresi günlerinde aynı gayretlere benzer çabaların olduğunu ve teaddüdü zevcat yasasını almak istediklerini biliyoruz. Müslüman Arapların bir önderi Hitler'in kendisine teaddüdü zevcatı serbest bırakan bir yasa koymak istediğini ve kendisinden bu konuda İslâm'dan ilhamını alan bir nizam yapmasını talep ettiğini söylemişti. Fakat ikinci dünya savaşı Hitler'in bu isteğine kavuşmasına ve böyle bir uygulamaya girmesini engel oldu.
Daha önce "Yedinci Edward"ın da böyle bir girişimde bulunduğunu ve teaddüdü zevcatı serbest bırakan bir yasa tasarısı hazırladığım fakat din adamlarının direnişiyle bu girişimin de sonuçsuz kaldığını biliyoruz.[64]
Sonra batının özgür düşünürleri teaddüdü zevcatı hep övgü ile yad etmişlerdir.
Meşhur Hukuk bilgini Groitus leaddüdü zevcat konusuna değinmiş ve ataları İbranilerin, peygamberlerin Ahdi Kadim -Tevrat-daki yasalarını tasvip etmiştir.[65]
Meşhur Alman filozofu Şopenhavr "Kadınlar Üzerine" adındaki risalesinde diyor ki:
"Avrupa'daki evlilik yasaları kadın erkek eşitliği nedeni ile baştan bozuktur. Bu yasaya göre bir kadınla yetinmek zorunda kalmışız. Böylece hakkımızın yarısını bununla yitirmişiz. Pek tabi olarak görevlerimiz de katlanmış olmaktadır. Madem ki kadına erkeğinkine benzer bir hukuk tanınıyor öyle ise kadını erkeğinkinin denginde bir akıl da vermek zorunlu olacaktır!.."
İleriki sayfalarda şöyle der: "Teaddüdü zevcatı kabul eden uluslarda, kendisini himaye eden bir koca bulunmayan bir tek kadına rastlayamazsınız. Bizde ise evlenenler çok azınlıkta kalan bir kesimdir. Diğerleri ise sayılamayacak kadar çoktur. Onları dayanıksız, koruyucusuz bulursun: Yüksek tabakadan nice bakire kızlar yaşlanıncaya kadar kocasız, umutsuz, hasretle yaşarlar. Aşağı tabakadan pek çok zayıf kadınlar zorluklarla boğuşur ve en ağır işleri yapmaya koşarlar. Bazan kendilerini iyice dağıtır fuhuşa sürüklenirler. Orada horlayıcı alçak bir hayatla iç içe yaşarlar. Mesela sırf Londra'da seksen bin genelev kadını vardır.
"Tabii ki bu Şopenhavr zamanındaki rakamdır!.. Bunlar tek bir kadınla yetinmeden kaynaklanan evlilik anlayışının kurbanlarıdır. Ayrıca buna ek olarak Avrupalı kadının inadı ve kendisinin sahip olduğu hakların avuntusu da bu yaraya tuz biber serpmiş olmaktadır.
"Hala teaddüdü zevcatın bütün kadın cinsinin vazgeçilmez bir hamisi olduğunu kabul etmemizin zamanı gelmemiş midir?"
Erkeği karısı müzmin bir hastalığa yakalandığında yahut çocuk yapamadığında yahut ihtiyarladığında evlenmekten alıkoyan hiçbir sebep mevcut değildir. Mormo'lar[66] ancak bu korkunç yolu iptal etmekle başarıyı ulaşabilmişlerdir. Yani bir tek kadınla yetinme yolunu.[67]
Avrupa tarihçilerinin çoğu koro halinde teaddüdü zevcatın dar bir düşünceden kaynaklandığını tekrar edip durmaktadırlar. Bunun yanı sıra doğunun çöküşünü hep bu noktada teksife çalışırlar. Bu genel haldeki ilginç yaklaşımlardan kaynaklanan öfke ve acıma sesleri yükselir durur. Onlar haremlik odalarına hapsedilen umutsuz öbeklerin, ekşi yüzlü sahiplerinin yerin dibine geçtiklerini düşünerek üzülürler!..
Halbuki bu şekilde bir tasvir gerçeğe aykırıdır. Umarım ki bu bölümü okuyan okurlarım Avrupalılık kuruntularım bir tarafa atar ve doğuda uygulanan teaddüdü zevcat sisteminin güzel bir şey olduğuna inanırlar. Teaddüdü zevcatı kabul eden uluslarda ahlakî düzeyin yükseldiğine, ailenin irtibatının arttığına ve kadına Avrupa'da hiçbir zaman göremediğimiz bir saygınlık ve mutluluğun bağışlandığına kanaat getirirler.
Bunu ispat etmeden önce diyorum ki: Teaddüdü zevcat sırf İslam'a özgü bir ilke değildir. Bu sistemi Hz. Muhammed'in (s.a.s.) zuhurundan önce yahudiler, Farslar, Araplar ve başka doğu ulusları da biliyorlardı. İslam'a giren uluslar o zaman İslam'da yeni bir şeyle karşılaşıyorlardı. Bununla beraber doğunun atmosferine doğan ve iliklerine yaşam biçimlerine kadar sirayet eden bu ilkeyi yasaklayabilecek yahut onların tabiatlarım değiştirebilecek yenilik getirmeye gücü yeten etkin bir dindarlığın varlığına da inanıyoruz.
Coğrafî ve ırkî etkenlerin tesiri apaçıktır. Fazla açıklama yapmaya gerek yoktur. Kadının fizyolojik oluşumu, anneliği genellikle onu kocasından uzaklaşmaya iten nedenler arasındadır.
Ayrıca doğuda belki de normal karşılanan geçici dulluk hali ve bu halin sonuna kadar devam etmesi doğulunun mizacına uymadığından teaddüdü zevcat ilkesini zorunlu ve kaçınılmaz hale sokmuş olabilir.
Doğulularda yaşanan şer'î teaddüdü zevcat ilkesini batılılardaki metres yaşantısının bir varyantı olarak görmemizin hiçbir nedeni yoktur! Hatta ben bunun tersinin daha parlak bir görüş olduğu bilincindeyim. Bununla büyük şehirlerimizi seçen doğuluların bizim tarafımızdan kendilerine bu konuda yüklenmemizi neden garip karşıladıklarını ve bu temellendirmelere öfkeyle baktıklarını anlamamız kolaylaşmış olacaktır.
Gustav Lebon mütedeyyin bilgin "Lubeliyh"in "Doğu İşçileri" kitabından bazı yaklaşımları naklederken bilginin "Doğuda çiftçilikle uğraşan aile reislerinin kadınların çokluğuna, ne denli muhtaç olduğunu ve bu ailelerde bizzat kadınların kocalarını hiç kıskanmadan başka kadınlar almaya teşvik ettikleri" olgusunu kaydeder. Sonra sözlerini söyler bağlar: "Teaddüdü zevcat konusunda Avrupalıların görüşü meseleye kendi duygularından bakmalarından kaynaklanıyor. Onlar başkalarının duygularını, bilincini kaale almıyorlar."[68]
Wester Mark, tarihinde diyor ki:
"Teaddüdü zevcat sorununa batı yasalarında yasaklanışından bu yana bir çözüm getirilmiş değildir. Hatta bu meseleye defalarca yeniden bakılmıştır. Aynı sorun modern toplumu ailevî problemlerle ilgili olarak zor durumlara sokmuştur."
Sonra şöyle sorar: "Bir tek kadınla yetinme tüm nizamların savunucusu ve gelecek zamanlarda istikbalin biricik nizamı mı olacaktır?"
Bu soruyu kendisi şöyle cevaplar: "Bu değişik şekillerde cevaplanan bir sorudur. Spencer'e göre tek kadınla evlilik nizamı evlilik sistemlerinin sonuncusu olacaktır."
Prof. Lebon ise bunun tam zıddı yani Avrupa yasalarının ileride teaddüdü zevcata müsaade edeceği görüşündedir.
Üstad Ehrenbel ise en kesim biçimde "Ari sülalesinin bekaası için teaddüd zaruridir!" şeklinde düşüncesini ortaya koyar.
Wester Mark sonra şartların oluştuğunda tek evlilik sistemine dönülmesi gerektiğini ifade eder.[69]
Eğer biz, meseleyi duygusallıktan uzak, mantıkî bir muhakemeyle değerlendirirsek teaddüdün iyi tarafları da kötü tarafları da bulunduğunu görürüz. İyilikleri sırf teaddüd olduğundan değildir. Hiç kuşkusuz tek evlilik daha iyi ve fıtrata daha yakın olduğu gibi ailenin yapısı için daha muhkem bir olgudur. Bireylerin sevişmesine ve sıkı bir dayanışma içinde hareket etmelerine en güzel ortamdır. Bunun içindir ki aklı başında düşünen her kimsenin zaruretler dışında kendisinden sapmayacağı en tabii nizamdır. İşte güzellik özelliğini üzerinde taşıyan ve tüm iyi tarafları üzerinde barındıran evlilik çeşidi budur.
Zaruretler toplumsal ve bireysel olmak üzere ikiye ayrılırlar: Teaddüdü zorunlu kılan şartlar pek çoktur. Biz bunlardan hiçbir kimsenin meydana gelişini inkar etmesi mümkün olmayan iki tanesinden söz edeceğiz:
1. Normal durumlarda kadınların sayıca fazlalaştığı esnada. Bu durum Kuzey Avrupa'da olduğu gibi pek çok ülkede meydana gelmektedir. Zira bunlarda savaş durumları dışında ve savaşlardan sonra kadınların sayısı erkeklerinkini kat kat aşmaktadır. Helsinki (Finlandiya) de bir doğum evinde bir doktor bana "Burada doğan her dört çocuktan yahut üç çocuktan biri erkek, diğerleri kızdır" demişti.
Bu durumda çok evlilik, ahlakî ve toplumsal bir görev olur. Toplumsal sistemin istikrarına saygısı olan hiçbir insan ahlaksızlığı teaddüdü zevcata tercih edemez. Ancak kişi kendisini neva hevesine kaptırmışsa o başka. Mesela adamın egoist olması, cinsel duygularını ilişki kurduğu kimselere karşı ahlakî ve maddî hiçbir külfete katlanmadan tatmin etmeye çalışması gibi. Bu ve benzeri kimseler toplum için yıkım demektir. Onlar bizzat kadının düşmanlarıdır. Bunların tek evlilik esasını kabul etmiş olmaları da bu meseleye bir onur kazandırmayacaktır. Zira onların bu yaşamları onlardan ve davalarından nefret etmekte onları alaya almaktadır.
Bu asrın başında, batılıların akıllı olanları bu konuda uyanarak meselenin boyutlarım kavradılar. Teaddüdü zevcatın yasaklanmasından kaynaklanan; kadınların isyankar hale gelişi, fuhuşun yaygınlaşması ve gayri meşru çocukların çoğalışı gibi çirkin gelişmeleri gördüler. Teaddüdü zevcat dışında bunun çözüm yolu olmadığını belirtmeye başladılar.
"Lagos Weekly Record" gazetesi 20 Nisan 1901 tarihli sayısında "London Tros" gazetesinden İngiliz bir bayanın şu yazısını neşr etmiştir:
"Bizim kızlarımızdan çoğu isyankar/günahkar hale geldi. Bu musibet her yana yayıldı. Bunun nedenlerini araştıranlar da azaldı. Ben bir kadın olarak şu kızlara baktığımda üzüntü ve kederime tüm insanlar da ortak olsa onlara ne faydası olacaktır? Bu necis durumu yasaklamak için çalışmaktan başka çare yoktur. Sütü helal değerli bilgin "Tomas" hastalığı teşhis etmiş ve bunun için en etkili tedavi yöntemini belirtmişti:
"O da erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini serbest bırakmaktır" Bu yolla hiç kuşkusuz başımızdaki bela def olup gidecektir. Bizim kızlarımız artık ev sahibi olacaklardır. Yani musibet, tüm felaketin nedeni, Avrupalı erkeği yalnız bir kadınla yetinmeye zorlamaktır."
"Tek bir kadınla evliliktir ki, kızlarımızı isyankar etti. Onları erkeklerin işlerine yapışmaya itti. Böyle giderse durum kötüye gidecek ve erkeğe birden fazla evlenmesi serbest bırakılmadığı müddetçe kötülük daha da tırmanacaktır. "
"Evli erkeklerin topluma utanç veren, yük olan asalaklaşan gayri meşru çocuklarını hangi istatistik ve tahminler tespit edebilir? Eğer çok evlilik serbest olsaydı bu çocuklara ve onlara ve onların annelerine reva görülen horlama işkenceler sona erer, hem kendilerinin hem çocuklarının ırzı güvence altına alınmış olurdu... Teaddüdü zevcat her kadını ev sahibi yapar ve onları meşru çocukların annesi olma şerefine kavuşturur. "[70]
Avrupa ve Amerika'da yayınlanan istatistikler/araştırmalar hep gayri meşru çocukların gittikçe çoğaldıklarını, belirtince araştırıcı toplum bilimcilerin korkusu bir kat daha artmaktadır. Pek tabi bunların tamamı erkeğin bir tek kadınla yetinmesini zorunlu kılmanın ve cinsel ilişki için meşru bir yol bulamayan kadınların çoğalmasının neticesinden başka bir şey değildir.
2. Önüne geleni değirmen gibi eğiten savaşlar yahut umumi felaketler sonucu erkeklerin kadınlara oranla ciddi bir biçimde azalma göstermesi halinde. Mesela Avrupa çeyrek asırda iki tane dünya savaşına girdi. Bu arada milyonlarca gencini kaybetti. Bakire olsun, evli olsun kadınların büyük bir kesimi dayanaklarım yitirdiler. Kendileri iyi kötü bir iş bulsalar da en nihayet kalan evli erkeklere yaltaklanmaktan başka bir çare bulamadılar. Sonuç olarak emellerine erkeklerin eşlerine ihanet etmesi yoluyla da olsa ulaştılar. Yahut bağrına bastıkları eşlerinden koparak kendileri onlarla evlendiler.
İşte bu durumda evli kadınların maruz kaldığı yalnızlık ve mahrumiyet meşru yoldan yanlarına alınabilecek bir başka kadının, vereceği acıdan kat kat fazlaydı. Bazı Avrupa ülkelerinde -özellikle Almanya'da- kadın cemiyetleri habire hükümetten teaddüdü zevacata izin verilmesini talep ediyordu. Yahut batılıların kulağına daha rahat girebilecek bir tabirle "Erkeğin kendi eşi dışında başka bir kadına da bakmak zorunda bırakılmasını" istiyorlardı.
Savaşların zorunlulukları ve bu arada erkeklerin azalması olgusu bu konuda kibirlenmeye ve kadınların başına gelen bu felaketi telafi etmenin en etkin ve biricik yolunun teaddüdü zevcata izin verilmesi olduğunu kabullenmemeye neden olmamalıdır.
İşte İngiliz filozofu "Spencer" teaddüdü zevcat düşüncesine karşı olmasına rağmen savaşta erkekleri heder olan ulusların bu yola başvurması gerektiğini zorunlu kabul eder.
Spencer, "Toplum Bilim Metodolojisi" adlı kitabında diyor ki:
"Eğer bir ulusun erkekleri savaş nedeniyle kıyıma uğrar da pek çok kadın erkeksiz kalırsa bu durum doğan çocukların azalmasına kesin şekilde neden olacaktır. Eğer iki ulus savaşırsa ve bu uluslardan biri doğurganlık hususunda tüm kadınlardan yararlanmıyorsa, hiç kuşkusuz bu ulus erkekleri tüm kadınlarını doğurgan hale getiren düşmanına karşı koyamayacaktır Sonuç olarak tek kadınla yetinen ulus, çok kadınlı evlilik nizamını yaşayan ulus karşısında eriyecek, yok olup gidecektir. "[71]
Kişiyi teaddüde iten pek çok durumlar vardır. Örnek olması bakımından burada bir kaçından bahsedelim:
1. Kişinin hanımı çocuk yapmaktan aciz kalabilir. Ve kendisi de çocuk sahibi olmayı isteyebilir. Adamın bunda bir suçu yoktur. Zira evlat sevgisi insan psikolojisi gereği tabii bir olgudur. Böyle bir durumu olan adamın önünde iki yol vardır: Ya kısır eşini boşayacak yahut bir başkasını onun üzerine kuma olarak getirecektir. Onun üzerine evlenmenin erkek ahlakı ve mertlik açısından boşanmaktan çok onurlu bir şey olduğu kuşkusuzdur. Bu durum nesli kesik kadının da yararınadır. Tecrübe ile sabittir ki -buna benzer durumlarda- kadın evlilik hayatına bir başkasının kendisine ortak olmasını ve kendisinin evinde kalmasını tercih etmekledir. Sonra onun başkası tarafından alınması da pek mümkün olmayabilir. Hele boşanmasının kısır oluşundan kaynaklandığı anlaşılırsa durum daha da vahim bir hal arz eder. Genel ve yaygın olan teamül budur. O zaman kadın ahlaksızlaşma, babasının evine dönme ve kocasının evinde, şer'îlüm evlilik haklarıyla toplumsal onuru mahfuz olduğu halde kalma arasında muhayyerdir/serbesttir. Kocasının evinde kaldığı takdirde ikinci hanıma tanınan tüm haklar ve nafakalar onun için de geçerlidir.
Biz ahlaklı, onurlu, akıllı kadının teaddüdü ahlaksızlığa tercih edeceğinden kuşku etmiyoruz. Bu nedenle kendilerine çocuk getirsin diye kocalarına ikinci bir eş arayan pek çok nesli kesik kadın görüyoruz.
2. Kadının müzmin, bulaşıcı yahut tiksinti veren bir hastalığa yakalanması ve kocanın onunla karı-koca ilişkilerinde bulunma olanağının kalmaması halinde. Burada kocanın önünde iki yol vardır: Ya karısını boşayacaktır. Bilindiği gibi boşanma ne fedakarlığa/sadakata ne erkekliği ne de güzel ahlaka uygun bir davranıştır. Ayrıca kadının perişan oluşu, horlanışı da söz konusudur. Ya da üzerine bir başkasını getirir ve onu kendi himayesine bırakır. Yine karısının tüm kadınlık hakları mahfuzdur. Muhtaç olduğu her türlü tedavi ve ilaç masraflarını kocası yüklenmek zorundadır. Bu ikinci durumun daha onurlu ve daha şerefli bir tavır olduğundan hiç kimse kuşku duymaz.
3. Kocasını öfkelendirip kızdırmış olabilir. Koca buna çözüm bulmak amacıyla her iki taraftan hakem tayin ettirmekle ve birinci, ikinci boşanma (talak) yöntemiyle bir sonuç elde edemez. Her biri yaklaşık üç ay süren, iddel bekleme sırasındaki sulh, sükûnet hallerinde meseleyi çözemezse bu durumda koca kendisini iki yol kavşağında bulur: Ya karışım boşayıp başkasıyla evlenecek ya da onu yanında bırakacak ve ona tüm meşru kadınlık haklarını tanımak şartıyla üzerine başka bir kuma getirecektir. İkinci durumun birinci eş için daha onurlu olduğunda da yine kuşku edilmez. Kocayı daha fazla borçlandıracağı da ortadadır. Ayrıca bu kocanın daha vefakar olduğunu ve daha güzel ahlak sahibi olduğunu ifade ettiği bir hayli çocuk doğurup yaşları ilerlediğinde bu uygulamanın kadının yararını daha fazla temin edeceği de muhakkaktır.
4. Bir durum daha kaldı ki, bunda tavrımı açık biçimde belirtmek istiyorum. Bu durum da kişinin cinsel açıdan çok güçlü olmasıdır. Eşinin ihtiyarlaması yahut cinsel ilişkinin uygun olmadığı -aybaşı, lohusalık, hastalık, hamilelik, vb. hallerde bu durumun aksamasıdır. Aslında biz bu durumlarda en güzel ve evla olanın kişinin içinde bulunduğu şartlara sabretmesi olduğu kanısındayız. Fakat adamın sabır gücü yoksa ne yapacaktır? Bu olay karşısında devekuşu gibi vakayı görmemek için başımızı kuma mı sokmalıyız? Yoksa meseleye çözüm mü aramalıyız? Bu durumda da kendisiyle ilişkiye girilen ikinci kadına eziyet etmiş, kendisinin ve çocuklarının haklarını çiğnemiş oluruz. Tabi ki buna din ve ahlak kurallarına aykırı olmayı da eklemek zorundayız, değil mi? En iyisi ikinci kadınla evliliğini meşru bir evlilik saymakla kadının şerefini korumamız, onun tüm eşlik haklarını teslim etmemiz ve onun çocuklarına meşru bir nesep temin etmemiz olacaktır.
Burada ahlak ve hukuk ilkeleri müdahale eder ve artık ikinci çözüm şeklini birincisine tercih etmede tereddüt edilmez.
Meseleye ışık tutan benimle, bir batılı arasında cereyan etmiş bir konuşmayı burada zikretmem yerinde olacaktır.
1956 yılında Dımaşk Üniversitesi’nden görevli olarak üniversiteleri ve umumi kütüphaneleri incelemek-araştırmak amacıyla Avrupa yolculuğuna çıktığımda Londra'da kendisiyle görüştüğüm kimselerden biri de Prof. Anderson olmuştu. Bu zat Londra Üniversitesi Doğu Etütleri Enstitüsü'nde Doğu Ahval-i Şahsiye Kanunları bölüm başkanıydı. Konuşmalarımız arasında İslam'daki teaddüdü zevcat üzerine bir tartışma da yer almıştı.
Anderson bana teaddüdü zevcat konusundaki fikrimi sordu.
Ona şartlarına uygun uygulandığında çoğu zaman toplumlara yararlı olan güzel bir sistem olduğunu söyledim.
“Demek ki, sen Muhammed Abduh'un teaddüdü sınırlandırmayı öneren görüşündesin?!.. dedi.”
Dedim ki:
“Onun görüşüne yakınım. Tamamen onun gibi düşünmüyorum. Ben bu sistemin İslâm'ın talep ettiği biçimde kadınlar arasında adaletin gerçekleşmesi imkanı olsun diye erkeğin ikinci eşine bakma gücüne sahip olmalıyla sınırla tutulması kanısındayım.”
“Senin gibi bir adam bu çağda teaddüdü zevcatı savunur mu?” dedi.
Dedim ki:
“Şimdi sana soruyorum açıkça cevap ver! Eğer adamın karısı bulaşıcı yahut karantinaya alınması gereken bir hastalığa yakalanır ve sağlığa kavuşma umudu yoksa adam da ömrünün baharında bir genç ise, ne yapsın? Onun önünde üç durumdan başka yol var mı? Ya karışım boşar, ya üzerine evlenir ya da onu aldatarak başkasıyla gayri meşru bir ilişkiye girer.
“Hayır, dördüncü bir yol daha var. O da sabretmesi ve kendi nefsini haramdan korumasıdır.”
“Her adam böyle yapabilir mi?”
“Biz hıristiyanlar imanın gönlümüz üzerindeki tesiriyle bunu yapmaya kadiriz.”
“Tebessüm ederek dedim ki: Sen bir batılı olarak bunu mu söylüyorsun? Ben müslüman yahut doğulu bir hıristiyan bunu söyleseydi onu anlamaya çalışırdım. Zira onlar nefislerini haramdan korumaya güç yetirebilirler. Çünkü onun içinde yaşadığı çevre her an istediği biçimde kadınla iç içe olmasını hazırlamaz. Sonra onun gelenekleri ve ahlakı hala pratik yaşamına hakim durumdadır. Ve dinin onun ülkesindeki etkisi hala sürmektedir. Fakat siz batılılar ki kadınla ilişki kurma, onunla karma hayat yaşama, ona etki etme ve aldatma yollarının hepsini denemişsiniz. Öyle gündüz olsun gece olsun evden ayrıldığınızda tekrar eve dönünceye kadarki süre içinde bir tek saat bile kadınsız edemezsiniz. Sizin toplumunuz barlar, pavyonlar ve kulüplerle dolup taşmaktadır. Caddeleriniz gayri meşru çocuklardan geçilmemektedir. Genç, güzel, sağlıklı kadınların aldatıldığını bildiren haberler kitap sayfalarını, gazetelerin sütunlarını doldurup taşırmakta, kulakları artık tırmalamakta ve yargı dairelerini meşgul edip durmaktadır.”
Dedi ki:
“Ben sana kendimden söz ediyorum. Ben kendi nefsime hakim olabilir ve sabredebilirim.”
“Güzel dedim. O zaman batılı Hıristiyanlardan senin gibi nefsine hakim olanlar sabredemeyenlere oranla kaçta kaçtır?”
“Onların çok azınlıkta kaldığını inkar etmiyorum,” dedi.
Dedim ki:
“Sana göre yasalar sayıları iki elin parmaklarını aşamayan azınlıklara göre mi düzenlenir? Yoksa halkın çoğunluğuna büyük kitlelere uygun olarak mı tertip edilir? Sonra sınırlı bir kaç kişi dışında tatbik ve infaz imkanı olmayan bir yasanın ne yararı olabilir ki?”
Adam sustu, dolayısıyla aramızdaki tartışma da sona ermiş oldu. İnsan hayatında cinsel duyguların her şey olmadığını, onurlu ve özgür insanın etmeye uğraştığı sabır ve fedakarlık gibi daha yüce değerlerin de bulunduğunu, teaddüdü zevcata neden olarak cinsel ihtiyacı göstermenin insanı hayvan düzeyine indirgemek olduğunu belirtenler. Bunlar güzel sözlerdir. Bereketli bir hayalin mahsulüdür. Bu uygarlığın dışındaki başka bir ortamda söylenen sözlerdir. Onlar aynı sözleri kullanan, bugünün insanlarından çok farklı insanlardır... Çünkü bu sözler yaşamın neva, heves ve şehevî duygular gibi kadının güzelliği ve oyunlarından, Allah'ın haram kıldığı ilişkilerden, gözleri, dilleri ve kalemleri uzak tutan abid ve zahid kimseler tarafından ileri sürülse neyse!.. Yoksa bugün durumlarını bildiğimiz kimselerden çıkarsa onları kuşku ile karşılarız. İyisi mi bunlar insanlığın yaşadığı pratik hayata saygılı olsun, deneyimleri bulunan bir hekim edasıyla problemleri açıkça tedavi yollarını arasınlar. Gururlu düşmanın kurnazlığına kaçmasınlar...[72]
Böylece teaddüdü zevcat yasasının toplumsal ve bireysel gerçeklerini zikretmiş oluyoruz. Burada öğrencilerime teaddüdü zevcat meselesinden bahsederken üniversiteli bir genç kızın bana yönelttiği ilginç bir soruya değinmek istiyorum. Bana demişti ki:
"Madem ki bahsettiğiniz nedenler teaddüdü zevcatı mubah kılıyor. Aynı şartlar kadın için de gerçekleştiğinde neden teaddüdü ezvacı/çok erkekle evliliği, mubah kılmamaktadır?"
Ona verdiğim cevap çok kısa bir hatırlatma mahiyeti arz etmesine rağmen, orada bulunan kızlar anladılar ve onlar gibi kadınlar bu tür seri bakışları anlayabilirler: Teaddüd konusunda kadın erkek eşitliği hem tabiat hem ahlak bakımından imkansız bir şeydir. Çünkü kadın tabiatı gereği ancak tek bir zamanda hamile kalabilir. Her senede tek bir kere hamile kalır. Erkeğin durumu ise farklıdır. Onun için değişik kadınlardan müteaddid çocukları olabilir. Buna karşılık kadının ancak tek bir erkekten bir tek çocuğu olma imkanı vardır.
Teaddüdü ezvac kadın açısından çocuğun belli bir şahsa nisbet edilmesine engel olur. Halbuki erkeğin bir kaç karısı olduğunda böyle bir durum söz konusu olmamaktadır.
Başka bir şey daha var dünyanın bütün hukuklarında aile reisi erkek olarak kabul edilmektedir. Kadına teaddüdü ezvacı mubah saydığımızda o zaman aile reisliği kimin elinde olacaktır? Sıra ile mi olacak? Yoksa daha yaşlı olanına mı bırakılacaktır? Sonra kadın hangisine boyun eğecektir? Hepsine birden mi boyun eğecek, halbuki bu, onların farklı istekleri olması nedeniyle olanaksızdır. Yoksa birine itaat edip, diğerlerini boş mu verecektir? Bu ise hepimizin kabullenmekten kaçındığı bir durumdur. Demek oluyor ki, soruda ciddiyyetten daha fazla komiklik ağır basmaktadır![73]
Teaddüdün iyi taraflarım zikrettikten sonra aksak yönlerini de belirtmeyi insaflı hareket etmiş olmanın gereği olarak görüyoruz.
1. Teaddüdü zevcat uygulamasının en önemli aksak tarafı kadınlar arasında meydana gelen kıskançlık, düşmanlık ve evlilik yaşantısını sarsan ciddi çekişmelerdir. Bunun yanı sıra kocanın kadınlar arasında meydana gelen kıskançlıkları ortadan kaldırmak için kafa yormasıdır. Bazen bu durum o kadar çekilmez bir hal alır ki, erkeğin onlarla yaşantısını cehenneme, kendi aralarındaki yaşamı bitmez tükenmez uğursuz bir hayata dönüştürür.
Ben bu konferansın taslağını hazırladığım esnada, merhum Şeyh Abdullah el-alemi el-Gizzi ed-Dımaşki'nin -şu sıralarda yeni basılan- iki evli adamın durumunu tasvir eden birkaç beytine rastladım:
Çok cahil olduğumdan iki kadın almıştım.
İki güzel koyun arasında yaşar giderim derken;
İşim tersine döndü.
Sürekli işkence daima başımda çifte bela
Birinin hoşnutluğu diğerinin öfkesini dürterken;
Ben bir gün dahi öfkenin birisinden kurtulamadım.
Aralarında fenalaşmasına sebep olan nedenlerden biri de kocanın birini, diğerine veya diğerlerine karşı daha fazla sevmesidir. Bu hareket kocanın bilgeliği dışında hiçbir şekilde keskinliği dindirilemeyen kıskançlığa neden olacaktır. Ancak peygamberlerin ahlakına, filozof ve bilginlerin aklına sahip kimseler bundan istisna edilebilir.
2. Bu düşmanlık genellikle kadınların çocuklarına da geçer. Kardeş olmalarına rağmen aralarında kin ve düşmanlık baş gösterir ki, çoğu zaman ailevi çıkmazlara neden olur. Özellikle baba gibi evlilik hayatının istikrarı ve mutluluğu için en büyük payı olan kimselerin rahatsızlığına neden olur.
3. Koca, Allahu Teala'nın belirttiği gibi sevgide eşleri arasında adaletli davranma olanağına sahip değildir. Muamelelerinde ve nafakada adil davranmaya çalışsa da öbür tarafta yaya kalmaya mahkumdur. Onun yeni eşine daha fazla meyletmesi ise birinci eşinin kalbinde ürperti meydana getirir. Çünkü o daha önceleri sırf kendisinin olan kocasının şimdi sevgisinde, duygularında, oturup kalkmasında, yemesinde, içmesinde başkasının da kendisiyle yarışlığının ızdırabını çekecektir. Sevginin ortaklık ve kalabalığı kabul etmediği bir seçenektir. Kendisiyle yarışmaya gelen bu ortağa, birinci kadının katlanması nasıl temin edilsin ki? İşte kadının katlandığı bu acıklı azaba hangi işkence denk sayılabilir?
4. Çok evliliğin aksaklıklarından birinin de "ülkemizde çocuklarımızın ahlaksızlaşmasına bir sebep teşkil etmesidir", diye bir görüşün hakim olmasıdır. Aynısı boşanma için de söylenmektedir. Fakat ahlaksızlık üzerine yapılan etüdleri, nedenlerini ve yerlerini tetkik ettiğimizde bu iddianın saçma bir şey olduğu görülür. Basit bir örnek zikredeceğim: Malum olduğu üzere ülkemizde çok evlilik genellikle köylerde uygulanmaktadır. Bundan amaç da babanın pek çok evlada sahip olması ve tarlada, bahçede kendine yardımcılar edinmesidir. Aynı şekilde bu uygulama, istatistiklerin de belirttiğine göre genellikle hali vakti yerinde olan ailelerde göze çarpmaktadır. Halbuki, ahlaksızlık köylerde ve hali vakti yerinde olanların çocuklarında rastlanan bir vaka değildir. Aslında ahlaksızlık büyük şehirlerde, fakirlerin çocuklarında, yetimlerde, günahkarların, ahlaksızların çocukları arasında yayılma istidadı göstermektedir. Yani ahlaksızlığın kendine özgü toplumsal nedenleri vardır. Teaddüdü zevcat ve boşanma bu nedenler arasında yer almaz.
Teaddüd nizamı, genellikle zaruretlerin dışında uygulanmaz. Zaruretlerin kendisine özgü hükümleri vardır. Buna göre bu uygulama savaş eylemi gibidir. Acıklı durumları vardır. Kurban edilenler mevcuttur. Her şeye rağmen gerektiğinde meşru bir müdafaadır. Bu uğurda her türlü fedakarlıklara ve tüm acılara katlanılabilir. İşte teaddüd meselesine karşı her insanın ve toplumun gerçek tavrı bu olmalıdır.
Sonra kadının kendisiyle yarışan bir başkasından rahatsız olması, üzülmesi erkeği teaddütten vazgeçmeye itemez. Zira adam daima başka kadınlar görebilmektedir. Peki onun başka kadınlara eğilim duyması eşi tarafından nasıl karşılanacaktır?.. Zira kocası, kendisini her zaman aldatıp hıyanet ederek, göz koyduğu kadınla gizli ilişkilere girebilir ve onunla gizli bir hayat yaşayabilir. İcabında kadın, bu gayri meşru ilişkiyi öğrenmiş, fakat batı yaşamında ve ülkemizde pek çok sapık insanın hayatında bir olguyu teşkil eden bu hastalığa karşı hiçbir tedbir de alamayacak durumda olduğunu hissedebilir. Öyle ise her üç boyuttan da gayrı meşru bu vakanın hem karı, hem koca hem de ikinci ilişkide kullanılan kadın açısından açıkça bilinen ve hepsinin hoşnutluğuyla gerçekleşen ve geleneksel tabiriyle Allah'ın ve Resulü'nün yasalarınca meşru bir ilişki ve buluşma olması daha onurlu bir hareket değil midir?
Bir tek kadınla yetinen ve herhangi bir nedenle, eşiyle arasına bir soğukluk girdiğinden onu sevmeyen adam, bu durumdan rahatsız olmayacak mıdır? Yaşamı kendisine zehir olmayacak mıdır? Evlilik hayatındaki mutluluk ve esenlikten yoksun hale gelmeyecek midir? Kadın bu durumda kocasını ne yapabilir? Onu kendisini sevmeye zorlayabilecek midir? Bu olanaksız bir şey! Yoksa onu evine mi hapsedecektir? Ona muska, üfürük ve benzeri şeyler yapmakla mı kendisini sevdirecektir? Sevgi, ortaklığı kabul etmediği gibi zorlamayı da kabul etmez. Eğer bir kadın kendisini sevmeyen bir kocayla evlenmişse artık buna Allah'ın takdiri demek daha doğru olacaktır. Onun psikolojik üzüntüsünü ve bundan duyduğu rahatsızlığı bertaraf etmenin hiçbir yolu yoktur. Yani kadın kocasını boşanma ile ya tamamen yitirecek yahut teaddüd ile yan yarıya kaybedecektir. Bunların hangisi onun açısından büyük kayıp ve üzüntü kaynağı olabilir?[74]
İslâm nizamındaki teaddüd sistemi, insanî ve ahlakî bir nizamdır.
Bu sistemin ahlakî oluşu erkeğe dilediği kadınla, dilediği zaman ilişki kurmasına müsaade etmemesidir.
Yani erkeğin karısı dışında, üç kadından fazlasıyla meşru ilişki kurması caiz değildir.
Onlardan hiçbiri ile gizli ilişkiye girmesi de caiz değildir. En azından bir kişi arasında da olsa, bir anlaşmanın yapılıp ilan edilmesi, kadının yakınlarının bu meşru ilişkiden haberdar olması ve bunu onaylamaları yahut en azından buna itiraz etmemiş olmaları gerekmektedir. Hatta -yeni düzenlemeye göre- bu andlaşmayı evlilik akidlerine özgü bir mahkemede tescil etmesi icap etmektedir. Yahut kocanın velime -düğün yemeği- yapması, arkadaşlarını, dostlarını davet etmesi ve bu amaçla teflerin -musiki- çalması, böylece kadının gelişinden duyulan ziyade sevinç ve şeref halinin ilan edilmesi istenmektedir. Teaddüdün insanî oluşuna gelince bu yolla erkek, kocası olmayan bir kadını barındırmak ve onu namuslu, teiniz eşlerin, safına katmış olmakla toplumun yükünü hafifletmiş olmaktadır.
Ayrıca o cinsel ilişkisinin bedelini, mehir, ev eşyası, nafaka biçimlerinde ödemekte, topluma çalışkan bir nesil yetiştirmekte, topluma katkısı bulunacak içtimaî bir hücrenin temelini atmış olmaktadır.
Ayrıca erkek ilişki kurduğu kadını, hamilelik ve zorluklarıyla baş başa bırakmaz. Bunların bir bölümünü üstlenir, hamilelik ve doğumu esnasında onun geçimini temin eder.
Bu cinsel ilişkiden hasıl olan çocukları kendinin kabul eder. Onları topluma onurlu bir sevginin meyvelerinden biri olarak takdim eder. Kendisi onlarla övünür ve istikbalde kendi ulusu da onunla övünecektir.
Kuşkusuz teaddüd nizamı, insanın içinde şehevî duygularını belli ölçülere kadar frenlediği bir sistemdir. Bunun yanında sınırsız ölçüde yükümlülüklerinin, yorgunluklarının, sorumluluklarının arttığı bir ortamdadır.
Bu sistemin ahlakı koruyan insanı onurlandıran ahlakî ve insanî bir nizam olduğunda kuşku yoktur.[75]
Bu nerede, batılıların yaşamlarına giren teaddüdü nerede?
Batılıların kullandığı çok evlilik kanunsuz olarak meydana gelmektedir. Hatta bu kanunsuzluk kanunun kulağı dibinde, gözleri önünde yaşanmaktadır.
Bu ilişkiler, eşler arasında vuku bulmaz. Aksine dostlar ve arkadaşlar arasında meydana gelir.
Bu ilişkiler, sırf dört sayısıyla sınırlı değildir. Hiçbir sınırı yoktur.
Bu ilişkiler, ailenin bilgisi altında gerçekleşmez. Aksine gizli, kimselerden habersiz (!) meydana gelir.
Bu ilişkiler, kendisiyle ilişki kurulan kadına yönelik erkeğe hiçbir sorumluluk yüklemez. Onun görevi kadının şerefini kirletip horlama, utanç, bela, gayri meşru hamilelik ve doğumun zorluklarıyla yüz üstü bırakıp gitmektir.
Bu ilişkiler, sonuçta meydana gelebilecek çocukları kabullenmeyi getirmiyor erkeğe. Bu çocuklar gayri meşru sayılmaktadır. Hayatları boyunca zinanın horlayıcı damgasını alınlarında taşımaktadırlar. Buna baş kaldıracak olanakları da yoktur.
Aslına bakılırsa bu pratik uygulama teaddüdü zevcat adı verilmeden işlenen yasal bir teaddüddür. Tabii ki ahlâkî bir hareket, vicdanî bir uyanıklık ve insanlık bilincinden yoksun bir teaddüd...
Şehevî duygularla egoizmin cirit attığı ve herhangi bir sorumluluk yüklenmekten kaçınan bir teaddüddür bu.
Peki, bu sistemlerden hangisi ahlaka daha yatkın, şehevî duygulan daha frenleyici, kadın açısından daha onurlu ve insanlığa daha yararlıdır.[76]
Bunlardan sonra batılıların İslâm ve müslümanların aleyhine teaddüdü zevcat çerçevesinde çıkardıkları gürültü ve kargaşaya hayret edilebilir. Soruşturma şöyle olacaktır:
Onlar vicdanlarının derinliklerinde, İslâm'a karşı çıkardıkları bu gürültünün haklı olmadığı bilincinde değiller mi?
Onlar gün geçtikçe kendilerinin bir tek kadınla yetinmeye pek yanaşmayacaklarını itiraf etmiyorlar mı?
Dört kadınla yetinmenin her gece bir kadın değiştirmekten daha iyi olduğunu anlamıyorlar mı? Böyle sınırlı, ahlakî ve malî sorumlulukları olan bir kişinin ilişkisi ile her türlü sorumluluktan yan çizen birinin ilişkileri arasındaki derin farkı kestiremiyorlar mı?
Yarım milyon çocuğun meşru yoldan dünyaya gelişinin toplumsal nizam açısından, gayri meşru yoldan dünyaya gelişinden çok daha onurlu olduğuna akıl erdiremiyorlar mı?
Bana kalırsa eğer onlar bir taraftan gururlarından diğer taraftan taassuplarından kurtulabilirlerse bunun bilincine ererler. Onların başlıca gururu yaptıkları her şeyin iyi ve güzel olduğuna diğer ulus ve milletlerin -özellikle mustazafların- yaptığı her şeyin kötü ve çirkin olduğuna inanmalarıdır.
Başlıca taassupları ise nesilden nesile iletilen İslam peygamberi ve Kur'an'ına karşı duyulan bağnazlıklarıdır.
1956 yılında Dublin (İrlanda) da bulunduğum bir sırada Yasui Babalar müessesesini ziyaret ettim. Müessese müdürü ile aramda uzun bir konuşma geçti. Orada ona dediklerimden bazılarını burada kaydedeyim: Ona demiştim ki:
“Özellikle okul kitaplarınızda, ulusların birbiriyle tanıştığı, kültürlerin yüz yüze geldikleri böyle bir çağda ne diye aslı astarı olmayan şeylerle İslam'a ve peygamberine yükleniyorsunuz?”
Dedi ki:
“Biz batılılar dokuz kadınla evlenen bir adama saygı gösteremeyiz.”
Ona dedim ki:
“Allah'ın peygamberi Davud ve elçisi Süleyman'a saygı gösteriyor musunuz?”
“Allah'ın nebisi Davud'un doksan dokuz eşi vardı. Sonra bunu malum olduğu gibi komutanı Urya'nın zevcesiyle yüze tamamladı. Sonra Allah'ın peygamber'i Süleyman'ın-Tevrat'ta kaydedildiğine göre- yedi yüzü hür, üç yüzü de cariye olmak üzere bin eşi vardı. Onlar zamanın en güzel kadınlarındandı. Peki, neden bin tane eşi olan birisini saygıya layık görüyor da, dokuz kadınla evlenene hürmette bulunmuyorsunuz? Ve neden dokuz kadınla evlenen birisine saygı duymuyorsunuz ki, bu zatın aldığı sekiz kadın dul, anne olmuş, bazıları nine yaşına gelmiş, dokuzuncu karısı bakiredir! Bu da hayatı boyunca evlendiği tek bakire eşidir.”
Biraz sustu sonra:
“Ben yanlış ifade ettim. Amacım biz batılılar bir kadından başkasıyla evliliğe cevaz vermiyoruz. Ve teaddüdü zevcatı yaşayan kimse bize göre ya şehvetperesttir yahut ilginç bir tavır takınmış birisidir, dedi.”
“Davud, Süleyman ve İsrailoğullarının Hz. İbrahim'den itibaren tüm peygamberleri hep çok kadınla evlidirler. Bunlara ne diyorsunuz?” Diye sorduğumda:
Sustu, başka cevap bulamadı.[77]
Kur'ân-ı Kerim'de Nisa Sûresi'nin başında deniyor ki:
"Şayet öksüz (kadınlarla evlendiğiniz taktirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O (kadın)nlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın, yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Adaletten ayrılmamanız için en uygun olanı budur,"[78]
Aynı sûrenin başka yerinde:
"Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet yapamazsınız. Öyle ise (birine) tamamen yönelip ötekini muallakta (kocasızmış) gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız Allah bağışlayıcı esirgeyicidir."[79]
Bu iki ayet-i kerîme Peygamber (s.a.s.), sahabesi, tabiiler ve cumhuru ulema tarafından anlaşıldığı biçimde aşağıdaki hükümleri ifade eder:
1. Dörde kadar teaddüdü zevcat mubahtır. "Enkihu-Nikahlayınız" lafzı emir ifade eden bir sözcük de olsa burada mübahlık için gelmiştir. Vacip ifade etmek için değil. Bu ayetler hakkında asırlar boyunca bir tek aykırı görüş bilmiyoruz.
Kendi heva-hevesleri peşine takılan bid'at ehlinin bu ayetin dörtten fazla kadını mubah kıldığını söylemelerine itibar edilmez. Bu onların Kur'an'ın belagatını, Arap edebiyatının özelliklerini bilmemelerindendir.
2. Teaddüd eşler arasında adaletli davranabilmekle sınırlandırılmıştır. Adil davranabileceğine tam kanaati/kudreti bulunmayanların birden fazla kadınla evlenmesi caiz olmaz. Buna rağmen evlenirse akdin sahih olduğunda icma olmasına rağmen adam günahkar olur.
Âlimler buradaki şart koşulan adaletten maksadın; ev, giyim, kuşam, yemek, içmek, yatmak, eşlerle ilgili tüm ilişkilerde, yani adil olma olanağı olan yerlerdeki adalet olduğunda ittifak etmişlerdir. Zaten Resûlullah (s.a.s.)'ın bizzat uygulaması da bunu desteklemektedir.
3. Birinci ayeti kerîme, birinci ve ikinci eşe bakma gücünün olmasını şart koşmuştur. Zira Allahu Teala'nın "en la teulu" kavli celilin tefsiri "Çoluk çocuğunuz çoğalmasın diye" şeklindedir. İmam Şafii (r.a.)'den gelen me'sur tefsir de budur.
"En la Teulu" kavli celili: Yani bir kadınla yetindiğiniz zaman baktığınız kimseler çoğalmasın, demektir. Birden fazla alması mubah da olsa."[80]
İşte bu da teaddüdü isteyenin infak gücüne sahip olmasının şart koşuldu-ğunu açık açık ifade eder. Şu kadar var ki, bu şart dindarlık açısındandır, yargı açısından değil.
4. İkinci ayeti celile sevgide kadınlar arasında adaletli davranmanın insan gücü sınırlarını aştığını ve bu konuda kocaya düşenin bir tarafa tamamen meyledip diğer tarafı muallakta yani boşanmış gibi bir durumda bırakmamasıdır. Aksine onun görevi birincisine karşı gücü nisbetince iyilikle, yumuşaklıkla muamele etmesidir. Umulur ki bu yolla gönlünü alır, sevgisini elde eder.
Zaten Resûlullah (s.a.s.) ayeti celileyi bu şekilde anlamıştır. O zevceleri arasında adalette hükmettikten sonra şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Bu benim güç yetirebildiğim bölüştürmedir. Gücümün yetmediği şeylerden beni hesaba çekme!". Bununla zevceleri arasında Aişe'yi diğerlerinden daha fazla belirtmek isterdi.[81]
Kitap ve sünnet bilgisi olmayan bazı kimseler yukarıda verdiğimiz her iki ayetiyle Kur'an-ı Kerim'in teaddüdü yasakladığını sanmaktadır. Zira birinci ayeti kerimede zevceler arasında adalet şartına bağlı kalındığında ancak teaddüdün mubah olduğu belirtilmiş, ikinci ayet ise aralarında adaletle hükmetmenin mümkün olamayacağını kesin bir ifade ile beyan etmiştir. Teaddüd, sanki varlığı imkansız bir şarta bağlanmıştır. Öyle ise yasaktır.
Bu görüşe derinden nüfuz edildiğinde iddialarının tamamen değişik nedenlerle batıl olduğunun anlaşılacağından kuşku yoktur. Bunun birkaç tutarsızlığını belirtelim:
Birincisi: Birinci ayette şart koşulan adalet ikinci ayet-i celilede imkansızlığı kesin olan adaletten başka bir şeydir.
Birinci ayet-i celilede sözü edilen adalet, kocanın yerine getirmekten aciz kaldığı adalettir. Bu adalet ev, yatak, giyim-kuşam, yeme, içme, vs. gibi maddî adalettir.
Gücün yetmeyeceği kesin olan adalet ise, kocanın yerine getirmekten aciz kaldığı adalettir. Bu sevgiyle ifade edilen manevî adalettir. İkinci kadınla evliliği, herhangi bir sebepten dolayı birinci karısından yüz çevirmesine neden olmuştur. Bundan sonra birincisini sevgide, duygularında ikincisi gibi nasıl eşit tutup aralarında adaleti sağlayabilsin ki?
Buna göre her iki ayet-i celilede ayrı ayrı sözü edilen iki adalet arasında bir ilgi yoktur. Tek bağ her ikisinin de zevceler arasındaki adalet olmasıdır. Buna göre teaddüdün zevceler arasında maddî adalete bağlı olma şartı sürekli geçerli bir koşuldur. Aralarında adalet tesis etmeyeceğini bilen birisi teaddüdü zevcat ile günahkar olur. Eğer adam evlenip adil davranmazsa günahlarını arttırmış olur.
Fakat onlar arasında sevgide adil olamayışına gelince, eğer çok eziyet etmez ve aşırı derecede ondan uzaklaşmazsa Allahu Teala, onu cezalandırmaz.
İkincisi: İkinci ayetin nassı insanın gücünü aşan adalet türünü kesin biçimde vermektedir. Bu da sevgidir. Bunun nedeni de Allahu Teala insanın psikolojik yapısını ve birincisiyle ikincisi arasında manevî adaleti uygulamaya güç yetiremeyeceğini bildiğinden, ona gücü yeteceği şekliyle hitap etmesidir. İkincisinden tamamen el elek çekmesini yasaklamıştır. Yani tamamen bir tarafla ilgilenip, diğer tarafı boşlukta bırakmasını nehy etmiştir. Burada sözü edilen eğilim duyma -bazı ölçülere kadar- caiz bir eğilimdir. Hatta bunun olması da gerekebilir. Allah bununla kocayı cezalandırmayacaktır da. Ayet-i celile bu nedenle şöyle sona ermektedir. "Eğer arayı düzeltir sakınırsanız, Allah bağışlayıcı esirgeyicidir". Burası da koca için birinci karısıyla arasım düzeltmesi için ayrı bir teşviktir. Onun hakkında Allah'tan sakınıp kendisini terk etmemeli ve ona kötü davranmamalıdır. Eğer bu ölçülere bağlı kalırsa birinci eşinden daha fazla ikincisini sevmesi de Allah tarafından bağışlanacaktır. Ayrıca Allah'ın, birinci eşinde merhametli olduğunu onun kocasının gönlüne kendisine karşı adil davranması gerektiği ve onunla güzel muamele etmesinin zorunlu olduğu bilincini yerleştireceğini ifade eder.
Üçüncüsü: Eğer durum bu görüşte bulunanların sandığı gibi olsaydı Allahu Teala'nın sözleri anlamsız olurdu. "Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın..." Ve bu sözün hiçbir amacı olmazdı. Teaddüdün bir tek
sözle yasaklanması daha iyi olurdu. Yoksa teaddüdü mubah kılıp onu imkansız şartlara bağlamanın ne anlamı olabilirdi? Bu durum her akıllı kimsenin içine düşmekten sakındığı abes bir şeydir. Alemlerin Rabbi bu duruma nasıl düşebilir? Halbuki Kur'an'ın fesahat, belagat ve Arap Edebiyatı'nın zirvesinde bir kelama sahip olduğunda kuşku yoktur.
Buna benzer iddialarda bulunanların ifadesine göre ayet-i celilenin anlamı şu sözlere benzemez mi? İster şu yolu, ister bu yolu, ister başkasını izleyebilirsin. Ancak senin şu özelliklere sahip tek bir yolu izlemekten başka bir imkanın yoktur. Başka yolu izleyemezsin. Böyle bir sözün ne anlamı olabilir? Bunun yararı nedir? Buna benzer bir söz, herhangi bir kanun, anayla yahut bilimsel bir kitapta yer alabilir mi? Öyleyse bunun Rabbü'l-Alemin'in kitabında yer alabileceğini nasıl düşünebiliriz?
Dördüncüsü: Peygamber (s.a.s.)'in, Kur'an için bir müfessir olduğu haram bir şey işlemeyeceği, hiçbir harama müsamaha etmeyeceği ve haramın işlenişini ikrar etmeyeceği hususu, dinde bilinmesi zorunlu olgulardandır. İslam'a giren Arapların çoğunluğu dörtten fazla kadına sahipti. Bazılarının altı, bazılarının sekiz, bazılarının on, bazılarının on sekiz karısı vardı. Bu kesin ve sabit olan bir vakadır. Bu durumda Resûlullah (s.a.s.), onlara eşlerinden dört tanesini seçmelerini ve geriye kalanlarından ayrılmalarını emretti. Eğer teaddüd bu iki ayet-i celilenin nassı ile haram olsaydı, Nebiyyullah (s.a.s.) onlardan tek bir tanesini seçip geriye kalanlardan ayrılmalarım emrederdi.
İnkarı mümkün olmayan bir gerçek de Peygamber (s.a.s.)'in çok evli olduğu, sahabesinin de onun kulağı dibinde ve gözleri önünde çok evli bir hayat yaşadıkları ve onların bu eylemlerine karşı çıkmadığı hususudur. Evet, Resûlullah (s.a.s.)'in bir özelliği vardı. Karşı taraf bu özellik müslümanların icmaı ile dört kadından fazlasını almakla ilgilidir, yoksa bir tek kadından fazlasını almakla ilgili değildir, deseler de peygamberin diğer sahabenin teaddüdü zevcatını nasıl ikrar ettiğini, buna razı olduğunu ve sessiz kaldığım ne ile izah edebilecektir?
Ben şahsen on dört asır boyunca sahabe, tabiin ve diğer tüm müslümanlar tarafından bu iki ayeti gerçek anlamıyla anladığını söyleyebilecek, aklı başında bir tek insanın bulunabileceğine inanmıyorum. Yani bu iki ayeti anlama faziletim Allahu Teala yalnız o adama saklamış olacaktır. (!) Eğer bir kişi böyle bir iddiada bulunursa bizzat kendinin ne kadar akıllı olduğuna tanıklık etmiş olur!..
Bana kalırsa bu tür iddialarda bulunanlar caniliklerinden ve anlayışsızlıklarından böyle bir işe girişiyorlar. Bunlara iki grup insan kapılmaktadır:
Birincisi, iyi niyetli, ihlaslı kimselerdir. Batılıların İslâm dininde yer alan teaddüd nizamına, şiddetli saldırıları karşısında böyle bir şey söylemekle, İslâm'ı bu tür ithamlardan kurtaracaklarını sanmışlardır. Böyle insanlar imanı zayıf, şahsiyeti zayıf, inandığı şeye kesin güveni olmayan, düşmanın elindeki silahtan korkuya kapılan ve bu nedenle göstermelik bir hamlede ta baştan onların karşısında hezimete uğrayan kimselerdir. Bana göre onların devresi geçmiştir. Bizzat batılılar, kendilerinin kurmaya çalıştığı kuruntularını yıkma ihtiyacı duymaktadırlar. Onlar artık halka saldıracak güçte değillerdir. Öte yandan saldırmak istedikleri kimseleri korkutacak heybete sahip bulunmuyorlar.
İkinci grup kötü niyetlidir. Müslümanları dinlerinde aldatmaya çalışmaktadır. Resûhıllah'in sahabesinin ve tüm müslümanların on dört asır boyunca yapa geldikleri şeyi kötülemeye çalışıyorlar. Zira onlar Kur'an-ı Kerim'i gereği gibi anlamamışlardır. Böylelerinin her şeyleri meydandadır. Bir tek kişiyi bile aldatamazlar. Artık müslümanlar dinlerine tam bir güven duymakta ve düşmanlarının hilelerine karşı bilinçli bulunmaktadırlar. Onları, bu tür desiseler aldatamaz artık![82]
İslâm geldiğinde çok evlilik sistemi dünyanın tüm yasalarında ve yaklaşık olarak her ulusta yaygın haldeydi. Buna rağmen bu uygulamanın ne bir haddi ne de bir düzeni mevcuttu.
Bu nizamda yapılan ilk ıslahat onun dört kadınla sınırlandırılmasıydı. Bu ıslahat hareketi gerçekten büyük bir uygulamaydı, çünkü daha önceden de öğrendiğimiz gibi, önceki uluslara gönderilen bazı peygamberler bile yüzlerce kadın alırlardı.
İslâm'ın bu nizama getirdiği yeniliklerden biri de zevceler arasında adaleti şart koşmasıdır. Bu, güç sınırlarına girebilecek en geniş anlamıyla kapsamlı, somut bir adalettir.
Eğer bunda hayret ediliyorsa Resûlullah (s.a.s.)'in hastalığındaki uygulaması hatırlansın. Hastalığında her zevcesinin yanında bir gece kalmaya çok titizlik göstermiştir. Bunu hastalığı ağırlaşıp, yürüyemez hale gelinceye kadar yine sürdürdü. Bir ara zevcelerinin evlerine başkalarının vasıtasıyla taşındı. Daha sonra durumu çok ağırlaşınca diğer zevcelerinden Aişe'nin evine geçti ve ondan sonraki bir kaç gecelik ömrünü onun evinde geçirdi. Salatu selam onun üzerine olsun.
Ben, İslâm'ın teaddüdü zevcata getirdiği ahlakî, insanî vs. örnek uygulamaya bundan sonra daha üstün ve açık bir izah tarzı getirmeyeceğim.
İslâm'ın bu nizama getirdiği yeniliklerden biri de müslüman kocanın gönlünü, Allah'ın korkusu ve murakabesi, emirlerini uyguladığında alacağı sevap, emirlerine karşı geldiğinde çarpılacağı azap üzerine terbiye etmesidir. Bu terbiye ve eğitimle adam, karısına karşı dilediğini yapan zorba ve azgın biri olmaktan uzaklaşmış, öfkesine egemen olabilmiştir. Zevcelerinden birinin haklarını aksattığında, yahut onlara karşı kötü muamele ettiğinde kendi kendisini kontrol edebilecek vicdana sahip bir mü'min olmasını temin etmiş olacaktır.
Böyle bir eğitim, teaddüd nizamım -kişinin bireysel koşulları yahut toplumun genel yapısı bu uygulamayı gerektiğinde- aksaklıkları asgariye indirilmiş, zararları büyük ölçüde bertaraf edilmiş hale getirecektir. Artık düşmanlıkların yok ettiği bir ev, kıskançlıkların aralarını açtığı kardeşler yoktur. Burada karşımıza çıkabilecek tek şey koca sevgisidir. Bu da zaten var olan bir şeydir. Müslüman kadın İslâm edebi ve ahlakıyla nefsî azgınlıklarını frenleyecek, kocasının sözünü güzel dinlemesi ve onun hakkım yerine getirmesiyle, sevginin aksi tesirlerini etkisiz hale getirecektir.
İlk asırlarda kurulan İslâmî evler faziletin sükûn ettiği, sevginin doldurduğu, vefakarlık ve samimiyetin her tarafına yayıldığı evlerdi. Bu konuda ekseriyeti oluşturan tek evlenmeli evlerle teaddüdde çoğunluğu oluşturan iki evlenmeli evler arasında bir fark gözetilmediği gibi, teaddüd uygulamalarının azınlığını oluşturan üç ve dört evlenmeli evler arasında göze çarpan ayrılıklar yoktu...
Fetihlerin neden olduğu savaşların teaddüde etki ettiği bir gerçektir. Malum olduğu üzere İslâm düşmanlarıyla yapılan İslâm savaşları, Peygamber (s.a.s.)'in hicretinden itibaren başladı. Raşid Halife döneminde ve Emeviler döneminde, Abbasiler devrinin kısa sayılmayan bir döneminde sürdürülmüştür. Bu dönem ikiyüz seneden fazla sürmüştür. Bu dönem boyunca doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde savaşlar durmadan devam ediyordu. Pek tabi olarak bu savaşlarda büyük ölçüde şehit veriliyor, sakatlananlar oluyor, esir düşenler, kaybolanlar hep savaş zayiatı sayılıyordu. Buna rağmen İslâm ordusu bir tek gün dahi savaşçı kıtlığı, eksikliği hissetmemiştir! Yanı sıra Avrupa çeyrek asırda sadece iki savaşa katildi. Milyonlarca askerini buralarda yok etti. Hemen büyük bir sosyal problemle yüz yüze buldu, kendisini. Erkek azlığı, kadın çokluğu; Peki müslümanlar nasıl olmuş da iki yüz seneden fazla bir zaman boyunca bu savaş hallerini sürdürebildiler. Sonra Tatarlarla ard arda onca savaş yaptılar, Haçlılarla yüzlerce savaşa girdiler ve bunlardan sonra da onca savaşa katıldılar. Buna rağmen hiç de erkek azlığından, kadın çokluğundan şikayet etmediler.
Kanaatime göre, teaddüdü zevcat sisteminin bunda büyük bir etkisi vardır. İsteyen araştırıcı uzman bilginler, bu iki sebep dışında başka nedenler gösterebilirler buyursun göstersinler...[83]
Müslümanlar, Batı uygarlığının kulaklarında çınlayan patırtılarından uyandıkları zaman, içlerindeki düşünürler İslâm toplumunun ıslah edilmesi, aksaklıklardan arındırılması gerektiğine dikkat çektiler.
Onların üzerinde durduğu en popüler şey teaddüdü zevcattı. O sıralar en çok gündemde tutulan mesele buydu. Pek çok nedenlerden bu mesele günden güne güzelliğini yitirdi. Özellikle bu tartışmalar daha çok bazı İslâm ülkelerinde yaygınlık kazanmış durumdaydı. Mesela bu mesele Mısır'da yaygın olduğu kadar, Şam bölgesinde yaygın değildi. Aynı mesele Türkiye'de de Şam bölgelerinden daha az miktarda ele alınmış olabilir. Yani dozaj farklılığı var.
O günlerde müslümanların cahillikleri ve İslâm'ın hükümlerinden uzak olmaları nedeni ile ailede ve toplumda pek çok zararlara neden olan teaddüdün İslâm'daki teaddüd nizamıyla hatta bizzat İslam ahlakıyla da uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Yanlış uygulamalar bir takım müslüman ıslahatçıları teaddüdün zararlarını çeşitli metodlarla bertaraf etme hususunda düşündürmüştür.
Bu konudan söz edenlerin en güçlüsü, en fazla etkili olanı Muhammed Abduh'tur. O, kendi zamanında olduğu gibi aksaklıklarını bizzat müşahade ettiğinden, teaddüdün zararlarını çokça kaleme almıştır. Abduh, Ezher Üniversitesi'nde verdiği tefsir derslerinde bu meseleye değiniyordu. Öğrenci ve ilminin hamili Reşid Rıza, onun bu derslerini tedvinden sonra dergisi "el-Menar"da yayınlanıyordu. Daha sonra bu dergide yazdıklarının bir kısmım tefsirinde nakletmiştir.[84]
Muhammed Abduh, tefsirinde diyor ki:
"Nisa Sûresi'nden, zikrettiğimiz iki ayeti celileyi düşünen, İslâm'daki teaddüdü zevcatın mübahlığının zor, gerçekten çok zor bir iş olduğunu görecektir. Sanki bu zaruri bir şeydir. Ona muhtaç olanlara adaletli davranma güveni ve zulümden emin olma koşuluyla mubah olan bir vakadır. Sonra bu düşünen adam bunca sınırlandırmalara ek olarak şu zamanda teaddüdle birlikle gelen zararları da göz önünde bulundurursa teaddüdü zevcatın yaygın olduğu bir ulusu eğitmenin mümkün olmadığına kesin kanaat getirecektir.
Zira bir evde, bir kocaya ait iki kadın varsa, oranın vaziyeti düzelmez. Orada dirlik ve düzen kurulmaz. Aksine koca, kanlarıyla birlikte yuvasının yıkılmasına çalışır. Sanki her biri diğerinin düşmanı kesilmiştir. Ardından çocuklar doğar, birbirine düşman bir vaziyette! Demek ki teaddüdü zevcatın zararları böylece bireylerden ailelere, ailelerden tüm bir ulusa sirayet eder."
Sonra der ki: "Teaddüdü zevcatın Sadr-ı İslâm'da yararları vardı. Bunların en önemlileri nesep ve hısımlık gibi asabiyeti güçlendiren bağları sağla-masıydı. Ve şu andaki gibi zararları yoktu. Zira din, kadın-erkek herkesin benliğine nüfuz etmişti. Kumanın cefaları kumasına geçmiyordu. Fakat bugün zarar kuma yoluyla oğluna, çocuğun babasına, tüm yakınlarına geçmektedir. Yani kuma, onlar arasındaki kin ve düşmanlığı tahrik eder. Oğlunu diğer kardeşlerine düşman olması için teşvik eder.
Kocasına çocukları arasında adaleti bırakıp kendi çocuğuna bakmasını telkin eder, adam da ahmaklığından en çok sevdiği karısının lafına bakar. Böylece tüm aileye huzursuzluk ve bozgunculuk girmiş olur."
Nihayet şöyle demeye gelir: "Kocanın değerini, çocuğun kıymetini bilmeyen, kendi kendisini tanımayan, dininde cahil kalan, bir kadım eğitmek ne kadar zor ve yorucudur. Allah'dan gönderilen tüm kitaplar gerçekten sağlıklı bir eğitim görürlerse, bununla din onların gönülleri üzerinde en büyük etki sahibi olur. Öyle ki bu durumda din, kıskançlığa hakim duruma geçer. O zaman, teaddüdü zevcatın ulus üzerinde hiç de zararı olmaz. Tek zararı kendi şahıslarına yönelik olacaktır. Fakat iş bizim duyup gördüklerimiz gibi olursa ümmetin içinde teaddüdü zevcat yaygın halde uygulandığı müddetçe onu eğitmek mümkün olmayacaktır. Bunun içindir ki, âlimlerin -özellikle onlardan Hanefi olanların- bu meseleye bakmaları zorunludur. Çünkü iş onlardan Hanefi olanların mezhebine uygun hareket etmektedir. Onlar dinin insanların hayrı ve maslahatı için indirildiğini inkar etmezler. Dinin ilkelerinden biri de zarar vermemek ve zarara maruz kalmamaktır. Eğer belli bir zaman bir zarar gelir ve şimdiye kadar öyle bir şey olmamışsa, o hükmün değişmesi ve yeni duruma göre uygulanmasının gerektiğinde kuşku yoktur. Yani şu kaideye göre: "Kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmekten önce gelir".
Abduh diyor ki: “Adaletsizlikten korkulduğunda teaddüdü zevcatın kesin haram olduğu anlaşılmış olmaktadır."
Sonra Reşit Rıza bu nakillerin akabinde der ki: "İşte bu el-üstad el-İmam'ın ayeti tefsir ettiği ilk dersinde söyledikleridir. Sonra ikinci dersinde dedi ki:
"Daha önceden teaddüdü zevcatın dar kalıplara sıkıştırıldığını ve gerçekleşmesinin zorlaştırıldığını sanki teaddüdü zevcatın yasaklandığını belirtmiştik. Ayrıca adaleti uygulamaktan korkanların birden fazla evlenmelerinin haram olduğunu ifade etmiştik. Pek tabi olarak bundan çevredeki bazı kimselerin (Ezher öğrencileri) anladıkları gibi bu hükümlerden bu durumda evlilik akdi yapılsa, akid batıl yahut fasit olur, anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü buradaki haramlık geçicidir. Akdin butlanını gerektirmez."
Buradan anlaşılıyor ki;
Birinci olarak: el-Üstad el-İmam İslâm'ın anladığı ve önceki müslümanların uyguladığı teaddüdü zevcat nizamının uygulamasında toplum açısından hiçbir zarar olmadığı görüşündedir.
İkinci olarak: O, bizzat etkilerini müşahade ettiği teüddütte aileden topluma varan büyük zararlar olduğu kanısındadır.
Üçüncü olarak: O teaddüdü zevcatın toplumu menfi yönde etkileyen zararlarını önleyecek bir yasanın çıkarılmasını zorunlu görmektedir.
Fakat Reşit Rıza imamın sözünü ettiği bu yasanın özelliklerinden söz etmemiş, acaba onun yasaklanması mı, yoksa zararlarım azaltan sınırlandırmalar mı istiyordu.
Biz onun teaddüdün yasaklanması gerektiği görüşünde olduğunu kesinlikle sanmıyoruz. Zira teaddüdün yasaklanması Allah'ın ahkamını değiştirmektir. Ümmetin ve bireylerin kendilerine tanınan yasal bir haktan, durumları gerektirdiğinde yararlanmalarını engellemektedir. Biz Muhammed Abduh'un bu görüşte olduğuna inanmıyoruz. Eğer böyle bir şey söylemiş olsaydı görüşü kendisine merdud olurdu.
Zira Allah'ın şeriatı uygulamaya daha layıktır. Allah zülcelal koyduğu yasaların hikmetlerini daha iyi bilir. Bir şeyin kötüye kullanılması onun ilgasını değil, bu kötüye kullanma eylemini yok etmeyi gerektirir.[85]
Önemli olan şudur ki, bu çağrıların daha sonraları samimi hukuk adamları üzerinde büyük yankıları, etkileri olmuştur. Bundan sonra da misyonerler, emperyalistler ve onlara yaltaklanan sömürülmüş İslâm ülkelerindeki hükümetler, teaddüdü zevcatı yasaklamış yahut onu ilgaya benzer çok ağır şartlarla sınırlandırarak merkeziyetçi girişimlerde bulunmuşlardı.
Değerli Üstad Allame Muhammed Ebu Zehra der ki:[86] "Abduh'un vefatından yirmi sene sonra teaddüdü zevcatın yasal yoldan sınırlandırılmasını içeren görüşler ileri sürüldü. Burada iki şan ileri sürülüyordu: Zevceler arasında adalet ve nafakaya gücünün yetmesi."
1926'da toplanan kurulda, bu görüşlerin serdedildiği bir tebliğ yer almıştı. Fakat araştırma ve incelemelerden, şuradaki adamlarla, fıkıhçılar arasındaki karşılıklı cevaplandırmalardan sonra, işin sahipleri bundan vazgeçtiler. Netice olarak 1929'da 25 no'lu kanun tasarısı bu teklifi içermiyordu.
1943'de Mısır Sosyal İşler Bakanlığı meseleyi kurcalamak istedi. Zira o zamanın bakanı bunun yaşamı düzelteceğini sanıyordu. Fakat Vesika onları bu işten vazgeçirdi. Böylece fazilet onun olmuş oldu.
Bundan sonra başka bir bakan geldi. En önemli meselelerden biri olarak bunu görüyordu. Tekrar bu kapanan meseleyi gündeme getirdi. Bunu parlamentoya teklif etmek ve bürokratik yollarla takip etmek istedi. Fakat bir kaç adım gittikten ve meselenin ele alınmasını sağladıktan sonra tekrar eski durumuna döndü. Bu konuda yazı yazanlardan biri de Üstad Ebu Zehra'dır. "Kanun ve İktisat" dergisinin on beşinci yılında derginin birinci ve ikinci sayılarında makalesi neşredilmişti.
Ebu Zehra'nın bu kitabı yayınlandığında geçen sene -1961- bir daha tartışmalara yol açtı. Gazetelerde hayli cedelleşmelere neden oldu. Pek çok çevreler teaddüdün yasaklanması yahut sınırlandırılmasını desteklediler. İslâm alimleri de başlarında Şeyh Ebu Zehra olmak üzere güçlü bir direniş gösterdiler.
Olayların ilginç bir yanı da, Kahire'de yayınlanan büyük çaplı bir derginin "Ahiru Saah" yazı işleri müdürü el-Üstad Muhammed et-Tabi'in Türkiye ile ilgili istatistiklerle dolu bir makale kaleme alması olmuştur. Tabii, bu istatistiklere dayanarak yasaların Türkiye'de teaddüdü yasaklamasının Türk ulusunu teaddüdten vazgeçiremediği, teüddüdü yasaklamaya yeltenen her yasanın, nihayet Türkiye'de teaddüdü yasaklayan yasaların durumuna düşmekten kurtulamayacağı sonucuna vardı. Günlük gazetelerden biri, el-Ahbar da bu makaleyi olduğu gibi sütunlarında nakletmişti. Hatırladığıma göre bunu geçen sene Eylül ayında yapmıştı.[87]
Tunus'ta ise teaddüdün tamamen yasak olduğunu ve birden fazla kadınla evlenenlerin cezalandırılacağını belirten kanun çıkarılmıştır. Bilindiği gibi buradaki hakim güç -başkan- düşüncesinde, kültüründe ve yönelişlerinde tipik bir batılıdır.
Teaddüdün yasaklandığını bildiren kararın muhtelif yönden yankıları olmuştur. İslâmî ve bilimsel çevrelerde istiklal döneminde Tunus'ta sürüklendiği bu zoraki düşünce yönlendirilişinin ne denli üzücü olduğu bildirilirken, sömürücü/emperyalist çevrelerle feminist gruplar buna sevindiler ve bu uygulamaları Tunus kadınının özgürlüğü yolunda ilerici bir adım olarak nitelendirdiler![88]
Son zamanlarda Pakistan'dan gelen haberlere göre -askerî sıfatı olan bir başkan olarak- Cumhurbaşkanı Bay Eyub Han'ın çok evliliği ağır ve ciddi şartlar/sınırlandırmalar getiren bir yasa çıkardığı ifade edilmektedir. Bu sınırlandırmalardan biri bu isteğin ailevî bir kurulun onayından geçmesi ve malî açıdan büyük meblağda para vermesi gerekliliğidir. Şu anda kanunun metnini göremediğimizden daha geniş ele alma imkanına sahip olamadığımız başka siniri andırmalardan da söz edilmektedir. Bizim burada öğrendiklerimiz gazete haberlerinden edindiğimiz çok kısa ve öz bilgilerdir.
Bu karar İslâm çevrelerince ve ulusçu çevrelerce red ve inkarla karşılanırken, batı kültürü ile yetişen kültürlü kadın çevrelerinde ve onlar gibi eğitimden geçen diğer çevrelerde sevinçle ve alkışlarla karşılanmıştır. Bu kararı emperyalist gazeteler, misyonerlik faaliyeti çevreleri de desteklemiş ve bunu çok takdirle ve övgüyle anmışlardır.
Suriye'de ise 17.9.1953 tarihinde çıkarılan Ahval-i Şahsiye yasası ehliyetle ilgili olarak şu hükümleri içermektedir:
Malum olduğu gibi teaddüdü tek bir kayıtla sınırlandırmanın sebebi bu sınırlandırmada bir kadınla evlenen kimsenin diğer bir kadına bakma olanağının azalmasıdır. Eğer hakim, kişinin başka bir kadına bakmaya gücü yetmeyeceğini tespit ederse ona bu evlilik akdi için izin vermeyebilir.
Bu yasa metni, kişinin gücü olmadığında hakimin sultası sırf buna izin vermemekle kalacaktır. Yasa akdin sahih olmayacağı tarafına dokunmamış-tır. Bu ise akdin sahih olduğunu, orada şer'î hükümlere göre meselenin bağlanacağını gösterir. Bu da üzerinde ittifak edilen fıkhî hükümlere uygun düşmektedir. Fakat akdi yapan kişi şer'î mahkemede tescil edilmeyen evlilik akidlerinde olduğu gibi malî cezalara çarptırılacaktır.[89]
Bu tür girişimlerin tartışması ve değerlendirilmesine girmeden önce bir tek olguyu belirtmek istiyoruz. O da: Şu anda İslâm dünyasında teaddüdü zevcat problemi diye bir problem yoktur. Arap-İslam ülkelerinde yayınlanan
evlilik ve boşanma istatistikleri gösteriyor ki, birden fazla evlilik hayatın.' yaşayanlar binde bir kadar çok düşük bir orandan öteye geçememiştir.
Bundaki neden ise açıktır. O da sosyal yaşamın gelişmesi, yaşam düzeyinin yükselmesi, çocuk bakımı, sağlığı, koruma, eğitim ve öğretim için gereken nafakanın artmış olmasıdır. Buna ek olarak erkeğin -daha önceden olduğu gibi- sırf ailenin işleri ve problemleriyle ilgilenmekten başka uğraşısının bulunmasını da ekleyebiliriz. Şimdi adam tek bir kadın ve ondan olan çocuklarıyla tam ilgilenme, onların işlerini düzene sokma ve onların görevlerini güzelce yapmaları için doğru dürüst zaman ayırabilmiş değilken, nasıl bu yüklerine yeni bir yük, problemlerine yeni bir problem daha katsın?
Teaddüd genellikle köylerde, zengin ailelerde aile reisinin tarlalarını ekmesi, biçmesi ve ziraatın düzenli yürütülmesi için daha fazla evlat sahibi olma amacı ile yapılıyordu. O zamanlar çocukların hiç okumadan yahut az miktarda okuduktan sonra babası ile birlikte, köyde ikamet etmeye razı olduğu bir dönemdi. Şimdi ise eğitim-öğretim yaygın hale geldi. Onun için köyde doğan kurnaz ve zeki çocuklar arazileri kendilerine ne kadar gelir getirirse getirsin, hayatı boyunca çiftçi olmaya razı olmamakta, aksine okumak, üniversiteye girmek, görev alıp şehirde ikamet etmek istiyorlar. Onun için köylülerin şehirlere akın etmesi o kadar ciddi boyutlara varmıştır ki, bu durum sosyologların düşüncelerini meşgul etmeye, dehşete kapılmalarına neden olmaktadır.
Buna toprak reformu yasalarının daha önceleri alabildiğine geniş arazileri sahip bulunan toprak ağalarına eski imkanları tanımaması ve onların çiftçilik mülkiyetini sınırlandırmış olmasını da ekleyebiliriz. Tüm bu etkenler veya daha başkaları, sağlık ve uygarlık açısından bilinçlenme olayının yaygınlaşmasından kaynaklanmış ve teaddüdü zevcat olayına düşman olunmasına neden olmuştur. Aynı şekilde bu etkenler toplumumuzda köklü bir biçimde yerleştikçe bu oran daha da düşüş gösterecektir. Onun içindir ki, teaddüdü zevcat bugün bizde gürültü ve kargaşalığa neden olduğu kadar önemli bir vaka değildir. Ancak kendilerinin ilerici olduklarını, özgür olduklarım ifade ederek yaygara koparanlar başka tabi. Bunların özgürlüğü ve ilericiliği ve onlara bir makalede birkaç kelimeyi bir araya getirmek yahut idareyi ellerine geçirdiklerinde çıkaracakları bir satırlık kanun dışında bir görev yüklemez. Bunun içindir ki, Tunus ve Pakistan'ın yaptığı ve başka ülkelerin de yapma girişiminde bulunduğu bu uygulamanın, devleti idare eden sorumluların nazarında bu özgürlüklerini kanıtlama çabası dışında bir şey olamayacağı kanısındayız. Aynı uygulama bir taraftan da şahsiyetsizliğin, kendi kendisini horlamanın, müteassib batılıların ayaklarına kapanmak suretiyle onların sevgisini, övgüsünü, gazetecilerinin, misyonerlerin ve oryantalistlerin övgüsünü elde etmeye çalışmanın kanıtıdır. Tabii ki bu uygulama ümmetimiz, şerefimiz ve dinimize rağmen yapılmaktadır. Ben teaddüdü zevcatın İslâmî olan toplumumuzdan soyutlanmasından korktuğum kadar onun yayılmasından yahut şimdiki oranda kalmasından korkmuyorum. Çünkü gençliğin evlilikten yüz çevirmesi ve evlilerin fazla çocuk sahibi olmaya rağbet etmemelerinin de hesaba katılması gerekir. Bu ise ilerde diğer uluslara oranla nüfusça gerilememize neden olacaktır. Komşu ülkeler içerisinde bize düşman olan uluslar da vardır. Bunlar -İsrail gibi-devlet ve nüfus olarak bizi kat kat geride bırakacaklardır. Mesela İsrail nüfusunu arttırmak için dışarıdaki yahudileri kandırarak buraya çekmekte ve Arap ülkelerinin kendisinden daha yoğun bir nüfusa sahip olmalarından korkmaktadır. Özellikle Mısır gibi çeyrek asırda nüfusunun elli milyona ulaşacağı tahmin edilen ülkelere karşı İsrail ve emperyalizm dehşete kapılmaktadır.
Şimdi biz evliliği teşvik edip halkı ona karşı cesaretlendireceğimize nüfusun artmasını herhangi meşru bir yolla sağlayacağımıza batılıların çirkin emellerle veya iyi niyetle yaymaya çalıştığı hatalı düşünce ve nazariyelerle yola çıkarak kendi ellerimizle sayımızı azaltmaya çalışıyoruz. Tutmuşuz nüfus planlamasının yararlarından, çok evliliğin zararlarından, günün birinde nüfus yoğunluğu nedeni ile dünyayı alt üst edecek açlık tehlikesinden dem vurmaya.
Batılılar arazilerinin yüzölçümü oranınca bu dediklerimde samimi ve gerçekçi olabilirler. Fakat biz müslümanlar yeryüzünün geniş alanlarına sahip bulunuyoruz. Şimdiye kadar bu arazilerin devede kulak mesabesini geçmeyecek çok az bir miktarını işlemiş ve verimli hale getirmişiz. Eğer bu topraklar gerçekten bilimsel ve teknik üretim araç gereçleriyle verimli hale getirilse şimdiki nüfsun 100 katını geçindirmeye yetecektir. Nüfus yoğunluğundan insanlığın açlık tehdidi ile karşı karşıya gelişlerinden söz etmeyin. Bu konuda az bilgim olmasına rağmen nasıl ifade edeceğimi kestiremiyorum. Fakat bilinçaltında coşkun bir biçimde hissediyorum ki bu tür sözlerin bize yöneltilmesi gerçekten anlamsızdır. Fakat bazı emperyalist ve Siyonist çevreler bunu körüklemektedir. Topraklarımızın o güzelim bereketli zengin kaynaklarından yararlanmadan bu tür sözlere kulak asmamız gerekmez.
Mesela biz Suriye'de geniş alanları kaplayan bakir topraklarımıza oranla nüfus azlığından şikayet ederiz. Bu konumda teaddüdü zevcatı yasaklamayı düşünmemiz normal olur mu? Halbuki teaddüd bize tek evlilik nizamının hiçbir zaman sağlayamayacağı, ihtiyaç duyduğumuz çalışkan elleri zorunlu olarak imdadımıza yetiştirecektir!
Ben öyle inanıyorum ki, Suriye için söylenen şeyler aynı zamanda diğer pek çok ülke için de geçerlidir. Devlet Bankası müdürü şöyle beyanat vermişti: Irak'ın servetleri Amerikan vatandaşlarının yaşam düzeylerinden aşağı olmamak üzere tam yetmiş milyon insanın yaşamasına yeterlidir. Bakıyoruz ki şu anda Irak'ın nüfusu yedi milyondur...
Ümmetin istikbalde nüfus olarak, ordu, vatan ve başka açılardan ciddi zararlar göreceği yasalar çıkarmaya çalışmak, yaygın halde gizli bilimsel müesseseleri bulunan düşmanlarımızın yararına çalışmak demektir. Allah'tan korksunlar, zira komplolar çok, düşmanlar uyanık, tuzaklar geniş çaplı, aldatma şebekesi muhkem, uyanık davrananlar ise pek azdır.[90]
Teaddüdü zevcata sınırlandırmalar getiren herhangi bir şartın İslâm hukukundan kaynaklanmış olma olasılığı yoktur. Ancak bu genel hükmün dışında iki sınırlandırmadan söz edilebilir.
Birinci sınırlandırma: Zevceler arasında adalet. Gördüğümüz gibi bu, teaddüdün mübahlığı için Kur'an'da açıkça zikredilen bir şarttır. Ulemanın icmaına göre sıhhat şartı değildir.
Tek evli bir kimsenin, ikinci bir kadınla evliliği için hakimin iznine bağlılık şartı yasak olarak getirilse, hakim bu şartı nasıl araştırıp tahakkuk ettirecektir?
Adaletin önceden belli olan özellikleri mi vardır? Bunu tanıklıkla tespit etmek mümkün olur mu? Kocanın adil davranacağına dair yemini ile yetinilecek midir? Yoksa hakim, kocanın yakınlarını ve dostlarını bularak adamın adil olup olmadığı hakkındaki durumunu mu soracaktır? Sonra bir akdi henüz meydana gelmemiş bir sakıncasından dolayı nasıl yasaklayabiliriz? Ayrıca bu problemin ileride doğup doğmayacağını araştırmamız da mümkün değilse?
Biz bu konuda değerli Üstad Ebu Zehra ile aynı görüşteyiz. Yani bize göre dinî bir şart olarak getirilen adalet koşulunun kanunî bir şart kılınıp teaddüde izin verilip verilmeme işinin ona bağlanması mümkün değildir.[91]
İkinci sınırlandırma: Kocanın birincisiyle birlikte, ikinci hanımına infakta bulunma gücünün olması, her ikisinden yahut onlardan olan tüm çocuklarına bakabilme kudretinin bulunması.
Daha önce bu şartın şu ayet-i celîleden zımni olarak anlaşılabileceğini belirtmiştim: "Adaletten ayrılmamanız için en uygun olanı budur." Bu görüşe ayeti, Şafii Rahimehullah'ın anladığı şekilde, yani "Bu çoluk çocuğunuz çoğalmasın diye daha iyidir." şeklinde anladığımızda varıyoruz.
Adaletin şart koşulması da bundan çıkarılacaktır. Zira iki hanımın ve onlardan olan çocuklarına infakta bulunmaya gücü olmayanın birisine, infakta bulunması diğerinden vazgeçmesini gerektirir. Bu ise dinen şart koşulan adalete aykırı düşer. Sonra bu durum adamın bazı çocuklarına infaktan vazgeçmesini ve onları ihmal etmesini gerektirir. Bu ise gerçekten aşırılıktır. Bu aşırılığa götürecek nedenlerin ortadan kaldırılması icap eder.
Bu şart mümkündür. Hakim bunu araştırma imkanına sahiptir. Onun malî durumunu soruşturmak, malının girdisine-çıktısına kimlerin hakim olduğunu araştırdıktan sonra, eğer adamın her iki karısına ve onların çocuklarına bakmaya gücü yettiğini tespit ederse, artık ona bu evliliği gerçekleştirmesi için izin vermesine engel olacak hiçbir şey kalmamış olur.
Biz bu konuda değerli Üstad Ebu Zehra'nın görüşünde değiliz. O bu şartın da adalet gibi araştırılmasının mümkün olmadığını iddia etmektedir. Vaka şudur ki; bu iki şart arasında apaçık bir fark vardır. O da adaletin manevî, soyut bir şey olması; ancak uygulama sırasında bilinebileceğidir. Malî güç ise maddî, somut bir olgu olduğundan anında tesbitinin mümkün olabilmesidir. Onu kolayca ortaya koyan deliller vardır. Ebu Zehra'nın "Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin, kişinin malî gücünü araştırdığı hakkında hiçbir şey varid olmamıştır." şeklindeki iddiasına şöyle denilebilir: Onların zamanlarında yaşam basitti. Zayi/perişan olma korkuları yoktu.
Bu şartın uygulamasında bazı durumlarda teaddüdün kötüye kullanılmasının yasaklandığını görüyoruz. Mesela bazıları sırf şehevî duygularına kapılarak yahut birinci karısından öfkesini/intikamını almak için evlenebilir. Halbuki kendisinin malî gücü iki karısını da eziyete düşürür, çocukları ihmal eder ve aile ahlaksızlığa itilmiş olur.
Buna benzer durumlar beyinsizliktir. Bu durumda devlet bunu yasaklayabilmeli, eli kolu bağlı durmamalıdır. Zaten devlet tüm sefihlerin işlerine müdahale eder. Onların tasarruflarını sınırlandırır, onun ve başkasının zarara ve eziyete duçar olmalarına engel olur.
Bu soruşturmadan sonra, Suriye yasasının bu konuda en adil ve en sağlıklı çözüm yolunu kabul ettiği görüşündeyim. Yasa bu konuda iki engelin arasında orta yolu seçmiştir. Söz konusu engellerin konulmasında Allah'ın yasasına karşı bir düşmanlık, bazı bireylerin ve bütün bir ümmetin yararlarını kısıtlama vardır. Öte yanda hiçbir sınır konulmasını istemeyen, her türlü engelin konulmasını reddeden bazı beyinsizlerin, bu konuyu yerli yersiz kullanmalarında zevceleri ve çocukları zayi etmeleri için geniş imkanlar sağlama söz konusudur.
Ben bu konuda daha ileri gitmek istemiyorum. Dinî eğitime önem verme ve sosyal uyanışı yayma faaliyetlerini gereği gibi yürütme bu hakkın zaruri hallerde en güzel şekilde kullanılmasına neden olacaktır. Artık bu uygulamadan toplumun zarar görmesi yahut aile birliği ve bütünlüğünün menfi yönde etkilenmesi diye bir problem kalmamıştır.
Ben şahsen tek bir kadınla evlenilmesi gerektiği düşüncesinde olan kimselerdenim. Bazı yazılarımda bu konuda şöyle demiştim:[92]
"İnsanların en yorucu zorluklara katlananları iki evli olanlardır. Yok, olmaya en yakın insanlar üç evli olan kimselerdir, insanların delilere en yakın olanları dört evli olanlardır. Allah'ın bunu bize mubah kılması zorunlu, acil bir zaruret olmadığı halde, zorluklar altına girmemizi gerektirmez,"
Allah'ın yasası teaddüdü mubah kıldığında bireysel ve toplumsal zaruret hallerini ortadan kaldırmak için yalnızca kapıyı açık bırakmış, bu konuda herhangi bir teşvikte yahut kaçınma tavsiyesinde bulunmamıştır. Zira insanın fıtratında, yalnız bir tek kadın alması, onun ihtiyaçlarını, arzularını yerine getirmek vardır. İnsan ancak bununla sükunete ve istikrara kavuşur. Fakat gerçekten ölümsüz yasa, insanların tüm ihtiyaçlarına çözüm bulduğu yasadır. Tüm ulusların şartları ve değişik durumlara rağmen istediklerinin tümünü bulabildiği yasadır.
Allah'ın yasasında olduğu gibi teaddüdün mubah kılınmasında, halkı ona teşvik anlamı yoktur. Görünen vaka da budur. Fakat onun sınırlandırılmasında yahut yasaklanmasında özellikle çözümü teaddüdde bulunan bazı özel problemlerin çözümsüz kalmasına neden olma vardır. Ulusu dar bir anda ihtiyaç duyacağı problemlerinden birinin yegane çözüm yolundan malınım bırakma söz konusudur. En hakimane yasa, problemlerin çözümüne kapıyı açık bırakan ve onun üzerine kapı kapatmayan yasadır.
Mademki, bazı uluslar savaştan sonra ortaya çıkan en önemli problemlerini çözmede bizdeki teaddüd sisteminden yararlanmayı düşünüyorlar ise, biz de uluslar ve hükümetler olarak İsrail'le nihai kesin bir sonuca ulaşmak için savaş hazırlığı içinde değil miyiz? Yine biliyoruz ki, biz burada sırf İsrail'le savaşa girmeyeceğiz. Belki biz yalnız başımıza da savaşa girmeyeceğiz. Gelecek savaş belki de ümmetimizin tarih boyunca girişeceği en korkunç savaş olacaktır. Bu savaş Tatarlarla yaptığımız savaşlardan daha korkunç, haçlı seferlerindeki savaşlardan, Farslılar ve Bizanslılarla yaptığımız savaşlardan daha dehşetli olacaktır. Ben şahsen ulusumuzun da bu savaştan sonra yahut bu savaş esnasında teaddüd sisteminde savaş boyunca şerefli bir varlık ve kararlılık göstermesinde en büyük desteği göreceğinden ona kafile kafile mücahid grupları yeti süreceğinden ve savaştan sonra, savaşın yok ettiği erkeklerin ve gençlerin yerini doldurmada hayli destek sağlayacağından kuşku etmiyorum. Bunu bir hayal olsun diye söylemiyorum. Ben onun zararlarım tehlikelerini şimdiden görüyorum. Gerçekleri görmemek için gözlerimizi kapatmamız marifet değildir.
Ben külün savruluşunu, ateşin korunu görüyorum. Umarım ki bu ateşin bir de alevi olacaktır. Başka bir açıdan bakılırsa görülür ki İsrail, milyonlarca inşam gasp edilen Filistin topraklan üzerinde barındırma çabası içindedir. O hiçbir zaman bu milyonların yaşama problemini hesaba katmamaktadır. Halbuki, onların ziraat imkanları çok dardır. Onların tüm amaçlan, doğum kontrolü adı altında sözü edilen ve "yeryüzü sakinlerini yaşamım garantiye almanın zorunluluğu" gibi sözlerin tamamını yere çalarak nüfusunu arttırmanın yollarını aramaktadır. Onlar bazı besleme uzmanlarının, "bir gün gelir yeryüzü artık dünya üzerinde yaşayan tüm insanlara gereken gıda maddelerini üretemez, temin edemez duruma gelir." gibi iddialarına kulak asmazlar. İsrail, ekilen arazisi sınırlı, zirai kaynakları/ürünleri de belli olduğu halde, işgal altındaki topraklarda mümkün olduğunca dünya Yahudisini siyasî ve düşmanca duygular peşinde koşturmak amacıyla, orada barındırmaktan endişe etmemektedir.
Öyle ise -biz özellikle Arap ülkeleri sakinleri- nasıl olur da bizzat Yahudi bilginlerinin yaymaya çalıştığı nazariyeleri kendimize ölçü alabiliriz. Nasıl arazimizin genişliğine, şu anki nüfusun onlarca katını besleme imkanı olmasına rağmen nüfus planlamasının gerekliliğine kail olabiliriz. Ülkelerimizin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarım hakkıyla kullanıp düşünsel ve beşeri güçlerinin tümünü kullandığı sivil ve askerî alanda çeşitli sanayi dallarını kurup geliştirmeye çalıştığında mesele kalmayacaktır.
Aynı şey, Pakistan için de söylenebilir. Komşusu Hindistan'a oranla nüfusu beşte bir belki de altıda bire ancak ulaşabilir. Orası da Hindistan'la çekişme halindedir. Aralarındaki problemin savaşa dönüşmeyeceği garanti edilemez. Halkın yaşama düzeyinin yükseltilmesiyle birlikte nüfusun da artırılması için çareler üzerinde düşünülmesi gerekirken idari işlerden sorumlu kimseleri teaddüdü zevcatın yasaklanmasına neden olan engeller koymaya iten sebep nedir? Nüfusun artışıyla birlikte yaşam düzeyinin yükseltilmesi samimiyet ve azimle çalışılıp millî servetin arttırılması için bilimsel gelişmeler kullanıldığında imkansız bir şey değildir.
Bu konuyu üstad el-Akkad'ın değerli sözleriyle bitirmeyi uygun buluyorum.
O diyor ki:
"Şeriat/Hukuk sınırları belirler, seçim ile zorunluluk arasındaki en güzel yolu açıklar. Bunun dışında kalan insanlar arasındaki tasarruflarda ise işi onlara havale eder. Artık onların durumu diğer mubah işler gibidir. İnsanlar ya onları güzelce yerli yerine koyar, yahut onları yanlış anlar, kötüye kullanırlar. Bu da ulusların geri kalmışlığı, ilerlemişliği, toplumların bilinçlilik durumları, yaşam vasıtalarının genellik kazanması vesaire nedenlerle sıkı bir bağlılık içindedir.
Toplumsal ve bireysel mubahlar çoktur. İslam bunlara izin verir. Fakat onların ellerinden tutup onları güzel kullanıp güzel harcamalarını temin etmez. Mubah yemeklerden çok ne var ki? Yine bu yemeklerin mübahlığını yerli yerince kullanmayan, miktarında ya çok fazlaya ya da aza yönelerek onu zararlı hale getirenler o kadar çoktur ki! Onların sağlıklı insanlara yararlı olanı ile hastalara yararlı olanını belli bir konumda güzel olduğu halde başka tarafda hiç de güzel olmayanını karıştırmakla mubahlar zararlı hale gelebilir. Yasalardan buna benzer her durumumuzda kesin bir hüküm beklememiz insafsızlık olur. Zira yasaya körü körüne yüklenmekten doğacak olan zarar, onun deneyimlere ve özgür idareye bırakılmasından çok daha tehlikeli olur.
Teaddüdü zevcatın yasak olan kısmına karşı toplumun yapması gereken bir şey yoktur. Yoksa evlilik yapısı yok olur. Kutsal değerleri açıktan yahut gizli olarak ayakaltına alınır.
Teaddüdün mubah kısmına gelince, toplumlar bunu güzelce kullanmanın pek çok yollarım bulabilirler. Ahlakî ve maddî tedbirler alınması, ailelerin ve yuvaların oluşturulması toplumun açıklarının kapatılmasında büyük bir etkinliği vardır.
Güzel bir terbiye karı-koca arasında güzel ilişkilerin teminatıdır. Bu durumda koca, kendisiyle eşi arasındaki ilişkinin karşılıklı sevgi, apaçık muhabbet ve ailenin idaresinin köklü bir yardımlaşma üzerine kurulmasını tercih edecektir. Artık o keyfi olarak ikinci bir eş almayı aklına getirmeyecek, eğer evin atmosferi bunu gerektiriyorsa şehevî duygularına ve egoistliğine kapılarak böyle bir işe girmeyecektir.
Zaruret halinde teaddüdü zevcata müsaade etmenin güzelliklerinden biri, toplumun erkek-kadın oranı arasında büyük farklılıklar görüldüğünde bunun toplumsal meseleleri fakirlik ve felaket anlarında bertaraf etmesidir. Toplumun buna benzer şartlar ve durumlarda ona dönmesi doğru birşey olur. Dolayısıyla nesiller boyunca dinî inançlarla maslahatın gerekleri sürekli çatışmış olmaz."[93]
Son olarak ben tüm açıklığıyla şu gerçeği belirtmek istiyorum: Ben şahsen teaddüdü zevcatın yasa ve kanunlarla yasaklanması, yahut bu uygulamanın önüne bazı engeller konulmasının tutarsız olduğu düşüncesindeyim. Yanı sıra ben bireysel hayatımda tek evliliği destekleyen bir kimseyim. Bunda bir ilginçlik, bir çelişki de yoktur. Zira akıllı insan en üstün yaşam biçimini tercih eder. Bilge olan hukukçu, ulusuna en kapsamlı kanunu tercih eder. Ben her evli kimsenin birkaç tane almasını tavsiye etmiyorum. Ancak -kişinin nafakaya gücünün yeterli olması dışında- teaddüdü zevcata herhangi bir sınırlandırılmanın getirilmemesi ve buna müsaade edilmesinin ilke olarak kabul edilmesi gerektiğine çağrıda bulunuyorum. Ta ki bu yolla durumu bunu gerektiren rahatlıkla onu gerçekleştirebilsin. Ümmetin de savaş ve felaket anlarında erkeklerin azaldığı, kadınların çoğaldığı durumlarda teaddüdden yararlanarak erkek alanındaki boşluğunu doldurabilsin, kadınların hayatım teminat altına alsın. Onları kötülük, ahlaksızlık yoluna düşmekten alıkoysun. Onların evlileri aldatması, bekarları azdırmasını engellesin. Böylece kadınların onurlarım korusun, toplumu şu anda Avrupa'da olduğu gibi fuhuşun yayılması, gayri meşru çocukların artması belasından uzaklaştırsın... Şimdilerde Avrupa'da gayri meşru çocukların çoğalması problemi sosyal ve insanî bir problem halini almıştır. Batılı düşünürler, bu gayri meşru çocukların kabul edilmesini, onların, babalarına verilmelerini ve meşru çocukların haklarına sahip olması gerekliğini, ifade etmekledirler... Eğer onlar teaddüdü mubah kabul etselerdi bu duruma düşmezlerdi.[94]
Allahu Teala evlilik ile ilgili anlaşmazlıkların başka bir ilaçla tedavisi olanaksız hale geldiğinde boşanmayı bir çare olarak meşru kılmıştır. Batılılar bir asırdan beridir, boşanmayı meşru kıldığından dolayı İslâm'ı yermeye çalışmaktadırlar. Onlara göre bu, İslâm'ın kadının değerini düşürdüğüne ve evliliğin kudsiyetine gölge düşürdüğüne delildir.
Halbuki, İslâm ilk olarak boşanmayı meşrulaştıran bir sistem değildir. Yahudi yasası da bunu kabul etmiş, eskiden beri bütün dünya bu uygulamayı tanımıştır. İslâm bu konuda öyle bir nizam koymuştur ki, bu nizam kadın erkek her iki tarafın onurunu ve haklarını teminat altına almıştır. Zaten İslâm tüm sosyal kanunlarda, getirdiği düzenlemelerde bu esası sürekli olarak gözetmiştir. Yanı sıra boşanma ilkesinde evliliğin kudsiyetiyle oynama evlilik hayatını zedeleme istikrarsızlığına neden olma gibi hiçbir açık tarafı bulunmamaktadır. Tüm bu aksaklıklar ancak batılılar boşanmaya müsaade ettiğinde göze çarpmıştır.
İslâm, her şeyden önce, evlilik akdinin sürekli olmasını zorunlu kılar. Evliliğin karı-koca arasında sürekli biçimde devam etmesini, onları ancak ölümün ayırabileceğin ilke olarak kabul eder. Onun içindir ki, İslâm'da evliliğe belli bir zaman süresinin tayin edilmesi caiz değildir. Eğer buna belli bir süre tayin edilirse, akd sahihtir. Süre iptal olunur ve evlilik müebbede dönüşür.
İmameyn'in Mut'a nikahını[95] caiz görmesi meselesine gelince, bu konuda İslâm'da fıkıh mezheplerinin büyük ekseriyeti onlara paralel hareket etmemiş ve onlar bu cevaz vermede yalnız kalmışlardı. Hatta Şia'nın en önemli kollarından biri olan Zeydiye bile Mut'a nikahının batıl olduğuna inanır ve bu konuda Cumhur-u Ulema ile birlikte hareket eder.[96]
Şu kadar var ki, İslâm evlilik akdinin müebbet olmasını şart koşsa da insanın tabiatına ulusların deneyimlerine karşı da kapalı kalmaz. Karı-koca arasında ahlak ve mizaç farklılığından doğabilecek anlaşmazlıkları, evliliğin sürmesi yahut sona ermesi açısından her ikisinin değişik yararlarının olması gibi ayrılmalarına neden olabilecek şeyleri de göz ardı etmez. Bunun yanında onların arasında ayrılık meydana gelmeden Önce barışma, anlaşma, uyuşma yollarını yöntemlerini de ihmal etmez. Onun içindir ki, İslâm gerçekten sağlıklı bir yasa getirmiş bulunmakladır. Eğer tamamı ile ve özüyle uygulanır, insanlar da onun hükümlerine öğretilerine bağlı kalırsa, hiçbir aksaklığı ve boşluğu görülmeyecektir.[97]
İslâm, eşler arasında meydana gelen ailevî anlaşmazlıkları şu yolla telafi etmeye çalışmıştır:
1. Her şeyden önce iki tarafın da birbirlerine karşı sorumlulukları olduğu, çocuklarından Allah huzurunda sorguya çekilecekleri bilinci verilmiştir. Çünkü Allah, onların birbirleriyle iyi mi geçindiklerini, yoksa birbirini yokuşa mı sürüklediklerini en iyi bilendir. İslâm, her iki tarafı da sorumlu kılmıştır. Buhari ve başkalarının Resûlullah (s.a.s.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz... " Hadisin devamında buyuruluyor ki: "Adam kendi aile efradının çobanıdır. Maiyetinden sorumludur. Kadın da kocasının evinde çobandır. O da güttüklerinden mes'uldür."
2. Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında her ikisine de eşinin ahlakına katlanmasını ve tiskindiği ahlakına karşı sabretmesini öğütler. Allah akıllarında, ahlaklarında ve tabiatlarında tüm insanları eşit yaratmamıştır. İnsanın hoşlanmadığı şeylere göz yumması gerekir. Genellikle insanın hoşlanmadığı, eziyet çektiği şeyler daha hayırlı olur. Bu konuda Allahu Teala buyuruyor ki: "Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, bilin ki sizin hoşlanmadığınız bir şeye Allah çok hayır koymuş olabilir. "[98]
3. Her biri diğerine katlanamaz ve aralarındaki anlaşmazlığa sabredemez hale gelip ihtilaflarının kötü durumlara ve ayrılığa varmasından endişe edilirse, İslâm bu ayrılıkta her ikisinin de hakeme başvurması gerektiğini bildirir. Erkek birisini hakem tayin ederek kendisine temsilci seçer, kadın da birisini hakem tayin eder ve kendisine temsilci seçer. İki hakem de ailevî bir mahkeme gibi bir araya gelir, anlaşmazlıkların nedenleri ve etkenleri araştırılır. Onlar arasındaki ihtilafı çözmeye, güçleri nisbetinde barıştırmaya çalışırlar. Eğer kadın da erkek de anlaşmazlığı sona erdirip daha önceki düzenli, uyumlu hayatlarına dönmek istiyorlarsa hiç kuşkusuz her iki hakem de bu görevlerinde başarıya ulaşmış sayılırlar. İşte Kur'ân-ı Kerim'in bahsettiği konu da budur: "Eğer (karı-kocanın) aralarının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden hakem ve kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Onlar arayı düzeltmek isterlerse Allah onların arasını bulur... "[99]
4. Eğer hakem tayini fayda vermezse ve her iki taraf da tavrında ısrar ederse işte o zaman İslâm karı koca arasında bir talakın vuku bulmasını caiz görür. Bu talaktan sonra kadın kocasının evinde üç aya yakın bir zaman zarfında iddetini bekler. Bu konunun geniş izahatı fıkıh kitaplarında verilmiştir. Tabii ki bu iddet esnasında kadın kocasının evinde yaşayacak, fakat kocası onunla cinsel ilişkide bulanmayacaktır. İddetin bu şekilde uygulamaya konulması eşler arasında tekrar dirlik ve mutluluğu geri getirmek için yeterli miktarda fırsat tanıma hikmetine bağlı bir olgudur. Sinirler yatıştıktan sonra, ayrılışın neticesini her ikisinin hayatı, çocuklarının yaşamı üzerindeki kötü etkilerini görürler de düşmanlıktan tartışmadan vazgeçerler. Böylece aile atmosferi tekrar huzur ve sevgiye kavuşmuş olur.
Bu durumda İslâm, boşanmanın meydana gelişini kaçınılmaz bir hal aldığında bile, caiz görürken nahoş birşey olarak kabul eder. Ve ondan son derece nefret eder. Resûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki: "Allah'ın en hoşlanmadığı helal, boşanmadır."
Sonra koca tarafından gerçekleştirilen bu boşanma, kadın iddette olduğu sürece ric'i bir talak olarak kabul edilir. Yani koca karışma mehirsiz, nikahsız, şahitsiz tekrar dönebilir. Bu boşanmanın sona ermesi için karı kocanın evlilik ilişkisinde bulunması yeterli olacaktır. Bundan sonra evlilik hayatı tekrar eski halini alır. Şafii mezhebine göre geri dönüşün sözle olması gerekmektedir. "Seni geri aldım" gibi bir söz bunun için yeterli olacak ve karısı kendisine tamamen helal olacaktır.
5. İddet bittiğinde koca karısını hala geri almamışsa bu talakı bain sayılır. Yani bundan sonra koca, karısına ancak yeni bir mehir ve yeni bir nikah akdiyle dönebilir. Karısı onun bu geri dönüşünü kabul etmeyip başka kocaya varabilir. Kocası artık onu dönüşe zorlayamaz ve ikinci bir kocaya varmasını engelleyemez.
6. Her ikisi evlilik hayatına döndüklerinde ve aralarındaki anlaşmazlık tekrar baş, gösterdiğinde geçen merhaleler yine tekrar edilir. Onlara birbirlerine iyi muamele etmeleri için tavsiyede bulunulur. Onlardan birisi diğerinin hoşlanmadığı şeylerine katlanmaya çalışır. Eğer yine aralarındaki anlaşmazlık artarsa ikinci defa ailevî hakem tayin etmeye giderler. Buna rağmen anlaşamazlarsa adam ikinci bir defa yeniden boşama hakkına sahip olur. Bu boşanmanın hükümleri daha önceki boşanma hükümlerinin aynısıdır.
7. İkinci talaktan sonra adam karısını tekrar geri aldığında anlaşmazlık yine baş gösterirse boşanmadan önceki merhalelerin hepsi tekrar uygulamaya konur. Tüm bunların hiçbir yararı yoksa artık kocanın karısını üçüncü ve son talakla boşaması caiz olur. Artık kadın Beynunet-i Kübra ile boşanmıştır. Yani bu boşanmadan sonra, koca artık karısını erkek ve kadının psikolojik yapıları üzerinde çok derin ve ağır etkileri olan bir uygulama yaşanmadan hiçbir zaman alamayacaktır. Bu uygulama karının iddetinin bitişinden başka kocaya varması onunla zifafa girmesinde sonra da kendisiyle ikinci koca arasında anlaşmazlık baş gösterip onun tarafından boşanmasıdır. Bu durumda birinci kocanın önceki karısını ikinci kocanın boşamasından sonraki iddeti bitince alması, caizdir. Pek tabi olarak tüm bu yaşanan olayların ciddi, tabi'i olması, onlara hile ve düzenbazlıkların karışmamış olması zorunludur.
Bu uygulamanın hikmeti şu olabilir: Zira üçüncü talak ancak, biraz önce sözü edilen hakem tayin etme, kadının her birinin sonunda iddet beklediği iki talaktan sonra da aralarında yine anlaşmazlık devam etmesi halinde verilmiş ve boşanma gerçekleşmiştir. Çünkü bu şekilde evlilik yaşamlarının devam etmesi, ayrılıp tekrar dönülmesi, arka arkaya bu durumun iki kere tekrarlanması ve bu işin böylece sürüp gitmesi evlilik yaşamlarını çekilmez bir cehennem haline sokacaktır. Bunu düşünerek artık bu evlilik bağından kesin olarak kurtulma kararı verilmiştir. Bunun içindir ki, Sâri, koca üçüncü talakı verdiğinde, karısının Beynuneti Kübra ile boşanacağını belirtmiş ve tekrar karışım alabilmesi için başka bir kocayla bir evlilik hayatı yaşamasını şart koşmuştur. Farz edelim biz kocaya üçüncü talaktan sonra dönüş imkanı sağladık. Adam araları açıldığında karısını tekrar boşayacak, anlaştıklarında tekrar birbirine döneceklerdi. Bu şekilde evlilik hayatları oyuncak haline dönüşecek ailenin ayrılığı ve tatsızlığı sonsuza dek sürüp gidecektir. Öyleyse bu talakların varıp dayanacağı belli bir sınır koymak gerekir. Sâri bunu üç talakla sınırlandırmıştır. Ki, hem karıya hem kocasına hem çocuklarına daha fazla eziyet ve rezilliğe neden olmasın.
Başka bir hikmeti de karının başka bir kocayla evlenip sonra ilk kocasına dönüşü ile hem karının, hem kocanın psikolojik yapıları üzerinde çok derin izler bırakmasıdır. Bu onurlu kimselerin tiskineceği bir durumdur. Demek ki üç talakla boşanmış kan kocanın tekrar evlilik hayatına dönmesinin başka bir kocayla evliliğe ve sonra ondan boşanmasına bağlı kılınışı, aslında üçüncü talaka engel olmak amacına yöneliktir. Ta ki kocanın bu üçüncü talakın verilişi halinde kişinin tiskinti duyduğu katı bir hükmün boyutlarını düşünerek ondan vazgeçmesini sağlasın. Yoksa onunla yaşamından sonsuza dek ümidini kesmesi gerekecektir.
İşte bunlar İslâm'daki boşanma ilkeleri ve merhaleleridir. Görüldüğü gibi bu ilkeler ve merhaleler, karı koca arasında çıkan bir anlaşmazlıkta, hemen evlilik yaşamının sona erdirilmemesi için hassasiyet ve titizlik gösterildiğinin işaretidirler. İslâm onlar arasında, düşünerek kârını zararını hesaplayabilmeleri için uzun bir bekleyiş süresi tayın etmiştir. Onun içindir ki, bu uzun bekleyiş ve yavaş yavaş ilerlemeler sırasında eğer her iki taraf anlaşmak isteyip mutlu bir hayatın kurulmasını tekrar isterlerse, bu süreden rahatlıkla yararlanabileceklerdir.[100]
Burada çoğu zaman İslâm nizamına, yüceliğine ve engin hikmetine iman etmeyen kimselerce körüklenen bir soru akla gelebilir:
"Neden boşanma yetkisi kocaya verilip, dilediği zaman evlilik yaşamını kestirip atmasına fırsat verilmiştir? Çoğu zaman bu boşanma eylemi sürtüşme yahut şiddetli öfke halinde meydana gelebilmektedir. Mademki, kadın onun hayat arkadaşıdır bu konuda neden kadına da bir görüş belirtme hakkı tanınmamıştır?"
Bu konudaki aklî ihtimaller her halükarda beşten fazla olamaz:
1. Boşanma yetkisi yalnız kadına verilmiş olabilir.
2. Boşanma kadın erkeğin anlaşmasına bağlı olabilir.
3. Boşanma mahkeme yoluyla gerçekleşebilir.
4. Boşanma yalnız erkeğin yetkisine verilmiş olabilir.
5. Boşanma erkeğin yetkisine verilmiş, erkek hakkını kötüye kullandığında kadına da boşanma olanağı verilmiş olabilir.
Şimdi bu ihtimalleri teker teker inceleyelim:
1. Yalnız kadına boşanma hakkının verilmesine imkan yoktur. Çünkü boşanmada erkeğin malî yönden zarara uğramasına ve aile oluşumunun sarsıntıya uğramasına neden olur. Kadın boşanmayla maddî zarara uğramaz, aksine yeni bir mehir, yeni bir ev elde eder. Yanı sıra yeni bir 'güveni' kazanır. Zarara uğrayan yalnız kadına mehir veren ve çoluk çocuğun nafakasını yüklenmiş bulunan erkektir. Daha önce düğün masraflarını karşılayan, ev eşyasının malî yükünü üstlenen yine erkektir. Eğer boşanma yetkisi sırf kadının iradesine bırakılırsa, kocasıyla çekiştiğinde ondan intikam almak ve onu daha fazla borca sokmak için hemen bu işe teşebbüs edecektir. Özellikle kadının fıtratı göz önünde bulundurulup tezelden etkilenmesi, birden öfkelenmesi nedeniyle bu kızgınlık ve sinirlenme halinde bundan doğacak sonuçları hiç düşünmeyeceği kestirilebilir.
Kadınla kocanın kavga ettiğini düşünelim. Bu durumda kadın kocasını boşayacak ve kapı dışarı edebilecektir. Halbuki koca onun sahibi ve nafakasını temin eden kimsedir.
2. Boşanmayı karı-kocanın karşılıklı anlaşmasına bırakmak da hemen hemen hiç mümkün olmayacaktır. İslâm kadın ve erkeğin beraberce boşanmaya karar vermesini yasaklamış değildir. Fakat boşanmasının geçerli olabilmesi için her iki tarafın anlaşmış olmasını şart koşmamıştır. Erkeğin karısıyla yaşantısı kötüye gidip en sonunda ayrılma noktasına gelindiğinde karısına boşanmayı teklif edince karısı da buna karşı çıkarsa durum ne olacaktır? Kadınların çoğu bu tür durumlarda erkeğin işkence çekmesini, düşüp kalkmasını, rahatına kavuşup kurtuluşuna tercih ederler. Sonra kadın ev için bir harcamada bulunmaz ve erkeğe herhangi bir mal vermez. Peki, evlilik hayatının sona erdirilişinde erkeğin iradesi ne diye kadının iradesine bağımlı kılınsın ki?
3. Boşanmayı bugün batlılarda olduğu gibi mahkemeye bırakmak çıkar yol değildir. Bir yandan zararları tespit edilirken, diğer yandan çözüm getirmede kısır kaldığı ortaya çıkmıştır.
Zararlarına gelince, bu boşanma yöntemi mahkeme ve avukatların önünde evlilik sırlarının açığa çıkmasına neden olur. Bazen bu ailevi sırlar horlayıcı mahiyette olur. Düşünelim ki, onların saklı kalması onların açısından çok iyi olur. Düşünelim ki, bir adam karısının yaşamında kuşkuya düştü ve mahkemeye başvurarak bu nedenle boşanma isteğinde bulundu. Bu konuda nice rezilliklere düşülecektir. Akraba, dost, komşu ve sairenin arasında yayılan bu durumlar ne ile izah edilecektir?
Çözüm getirmede kısır kalışına baktığımızda ise batıda meydana gelen mahkeme yollu boşanmalar gösteriyor ki, mahkemenin konuya müdahalesi yüzeysel kalmakta, formaliteden öteye geçememektedir. Boşanma istemiyle mahkemeye başvurup boşanmayan çok az kadın yahut erkek vardır. Sonra pek çok sinema yıldızı kocasından boşanıp başkasıyla evleneceğini bildirmekte daha sonra bu isteklerini mahkemeleri bildirmektedir. Neticede mahkemeler çok geçmeden onların bu arzularına müsbet yönde cevap vermektedirler.
Bundan çirkini bazı Batı ülkelerinde mahkemelerin kadın yahut erkeğin zina suçu tespit edilmeden boşanma kararı vermemeleridir. Onun içindir ki, her iki taraf da boşanmak için birbirini zina suçuyla suçlamaktadırlar. Hatta onların bazıları düzmece, bazı olayları ve tanıkları kiralayarak zina suçunu ispata çalışıyorlar ki, mahkeme onların boşanmasına karar versin.
Bu durumlardan hangisi daha onurlu ve insanın şerefi için daha uygundur. Kirli çamaşırlar pazara çıkarılarak mı, yoksa böyle bir şeye girişmeden, ailevî sırları muhafaza ederek ayrılmak mı?
4. Boşanmanın yalnız erkeğin yetkisine terk edilişi en tabii olan uygulamadır. Ayrıca bu kocanın karısına ve evine karşı malî görevlerle yükümlü bulunuşuyla da tam bir ahenk içindedir. Mademki mehiri veren odur, düğün
ve evlilik masraflarını o karşılamaktadır, öyle ise onun boşanma isteğinden kaynaklanan maddî ve manevî zararlara katlanması halinde bu evlilik hayatını sona erdirme hakkına sahip olması en tabii bir şeydir.
Erkeğe genellikle ve çoğu zaman sinirlerine hakim olmada daha dayanıklı, öfke ve sinirlenme anında bunun doğuracağı sonuçları da önceden hesaplama gücüne sahiptir. Onun için o, karısı ile mutlu olma olanağının kalmadığı bir zamanda ve boşanmanın kendisine yüklediği malî yükümlülükleri de gözlerinin önüne getirecek, yanı sıra yeni bir evliliğin kendine neye mal olacağını hesaplayacak ve ancak ender durumlarda boşanmaya başvuracaktır. Ancak adam karısı ile beraber yaşamasından kesinlikle umudu kesmiş ve bunun doğuracağı sorumlulukları üstlenmişse, bu demektir ki, başka çare kalmamıştır. Bunun içindir ki, boşanma yetkisinin yalnız erkeğe verilmiş olması pek tabii ve mantıki bir uygulamadır. Ve "Sorumluluk yetki oranına göredir." kaidesi ile uygunluk arz etmektedir.
Bir İtiraz ve Cevabı
"Bu yaklaşım güzel de fakat erkek her zaman zorunlu kaldığında yahut mazur olduğunda boşanmaz. Bazen karısına cefa etmek ve ona zarar vermek amacı ile de buna teşebbüs eder. Pek çok nasipsiz kimseler de yeni bir kadından yararlanmak isteği ile eşlerini boşarlar. Hatta bunların birinci karısından çocukları da olabilir. İkinci karı, onlara kötü muamele eder onlara iyi davranmaz. Çoğu zaman erkek, ikinci eşin isteğine boyun eğerek birinci karısından olan çocuklarının ikinci eşi tarafından ezilmesine rıza gösterir. Hatta onların ezilmesine kendisi de katkıda bulunur."
Cevap: Dünya sistemlerinin hepsi kötüye kullanılabilir. Her güç sahibi dilediğinde o gücünü -dinî duyguları zayıf kalıp kötü ahlaklı olunca- kötüye kullanabilir, haddini aşabilir. Buna rağmen sağlıklı sistemleri bazı kimseler kötüye kullanıyor diye söküp atmak hiç kimsenin aklına gelmez. Bazı yetki sahipleri hadlerini aşıyor diye hiçbir devlet adamına yetki verilmemesi cihetine gidilmez.
İslâm,/ilk temel ilkelerini teslimiyet sahibi bir vicdan ve kişinin kendi otokontrolünü kendisinin yapması üzerine bina eder. Bunu sağlamak için de pek çok yolları denemiştir. Samimiyet ve titizlikle bunlara riayet edildiğinde bunlar müslüman vicdanının uyanmasına ve kendisine verilen yetkileri kesinlikle kötüye kullanmamasına neden olur. Bunun en büyük delili şudur: Bizde gerçek anlamda mütedeyyin olan dindar çevrelerde boşanma olayı ancak pek nadir durumlarda yaşanır. Bu çevrelerin dışındaki kesimlerde ise zengin-fakir farkı gözetilmeden daha fazla boşanma olayı yaşanır.
Ayrıca şu da vardır ki, dünyada uygulanan her nizam ve bütün yasaların tatbikinde bazı fertlere cüz'i zararlar dokunur. Bu konuda geçerli ölçü, sistem yahut yasanın toplumun bütün kısmının erkeğe verilişinden doğan iyiliklere bu hakkın ondan alınışı yahut başkasının ona ortak kılınmasından kaynaklanan kötülükleri birbiriyle mukayese ettiğimizde, çoğu zaman iyiliklerin kefesi kötülüklerinkine ağır basmaktadır. İşte yalnız bu olgu bizim boşanma hakkının yalnız erkeğe verilişini tercih etmemize yeterlidir.
Başka Bir İtiraz ve Cevabı
Burada söz konusu edilen ve senelerdir dillerde dolaşan bir itiraz daha vardır: "Talak'ın bazı hükümleri zorunlu olarak kadına işkence ettirmekte, onlarda kadına acıma yahut onu işkenceden kurtarmayı gerektiren bir prensip yer almamaktadır. Bu zararlı hükümlerden biri üç talakın bir sözle gerçekleşmesidir. Bir başkası kocanın ne dediğini kulağının duymayacağı derecede sinirlendiği bir sırada öfkeden karısını boşamasının geçerli sayılmasıdır. Kadına kötü muamele eden ve onun yaşamını çekilmez bir cehennem hayatının çevirdiği halde kadının kurtulamaması ve onun da inat ederek karışım boşamamakta diretmesi gibi haller ve hükümler de bunlardandır."
Kuşkusuz buna benzer haller toplumumuzda yaşanmıştır. Ve bundan genel anlamda şikayetler de meydana gelmiştir. Fakat gerçek o ki buna benzer durumlar Kur'an ve sünnette belirtilen boşanma nizamından kaynaklanmamıştır. Bunlar belli bir mezhebe kapanmaktan kaynaklanan problemlerdir. Birkaç sene öncesine kadar hala yürürlükte bulunan ve asırlarca varlıklarım sürdüren şeriat mahkemelerimizin durumu buydu. Yani onlar tek bir mezhebe bağlı olarak meselelere bakarlardı.
Bunun içindir ki, ıslahatçılar dört mezhebin hepsinden ve diğer mezheplerden yararlanarak kadının bu yükünü hafifletmek, zulüm, kabalık ve kötü kalplilikten başka bir şey görmediği kocasından kurtulması için önüne yollar açmak için gayret göstermişlerdir.
Suriye'de, Mısır'da ve başka ülkelerde buna engel olmak için konan yasal kuralların, erkeğin boşama yetkisine sahip oluşundan kaynaklanan şikayetlerin nedenlerini büyük ölçüde ortadan kaldırdığını kesinlikle belirtebilirim. Bununla beraber ben bu konuda çözüme kavuşturulması gereken hiçbir mesele bulunmadığı görüşüne inanmıyorum ne var ki İslâm'daki içtihadı mezheplerden meseleye en uygun çözüm yolunu seçerek bunların üstesinden gelebiliriz.
5. Sözü edilen ülkelerdeki yasalar, yukarıda özünü verdiğimiz çözüm yollarının beşincisini ve en makul olanım seçmişlerdir. Bu yola göre: Boşanma yine erkeğin elinde olacak yanı sıra kadına da hoşlanmadığı, yahut kasden kendisini zora ve yokuşa süren erkekten kurtulması için bir olanak verilecektir. Böylece zedelendiği bir ortamda erkeğin boşanma hakkım İslâm ahlakıyla bağdaşmayacak biçimde zoraki olarak kullanmasının önüne geçebilmiş olacağız.[101]
Ben burada Ahval-i Şahsiye yasamızın kapsadığı önemli maddeleri öz olarak vermek istiyorum. Bu yasa, Mısır kanunları ile pek çok hükümlerinde birleşirken bazı hükümlerle de ondan ayrılmaktadır.[102]
üm talaklar Ric'i kabul edilmiştir. Yalnız şu haller müstesna kılınmıştır:
a- Üçüncü talak: Bu anında bain talak kabul edilir.
b- Gerçekten bir yalnızlık ve baş başa kalma durumu hasıl olmadan ve zifafa girmeden verilen talak.
c- Belli bir mal karşılığında boşanma: Buna hul’ veya muhala'a denir.
d- Cinsel bir sakatlıktan kaynaklanan boşanma.
e- Geçimsizlikten doğan ayrılmalar.
Daha önceleri uygulamada Ebu Hanife mezhebi esas alınıyordu. Buna bağlı olarak kinaye sözcükleri ve boşamada vurgu ifade eden terimler bain talak sayılırdı. Karısına: "Sen bana haramsın" dediğinde bain talak addediliyordu. Tabii ki artık koca karısını iddet içinde geri alamıyordu.
Fakat diğer mezhepler bu tür bir siniri andırmaya gitmiyordu. Bu nedenle Suriye kanunları yukarıda sözü edilen beş boşanma dışında kalan talakların hepsini ric'i kabul etti. Bunda gerçekten büyük yararlar var. Çünkü bu uygulama iddet süresi boyunca kocanın karısına yeni bir mehir ve yeni bir evlilik akdine ihtiyaç duymadan geri alabilmesini sağlamaktadır.[103]
Tek bir lafızla ifade edilen üç talak bir talak olarak kabul edilmiştir. Daha önceki uygulama Ebu Hanife mezhebine uygun olarak yürütülüyordu. Bu konuda diğer üç mezhep de tek bir lafızla üç talakın birden gerçekleşeceğinde Ebu Hanife mezhebini desteklemektedir. Bunun neticesi olarak çeşitli problemler ve hileye başvurma eylemleri, yüz kızartıcı "El-Mulallil"e sığınmalarına neden oldu.
Fakat yasamız bu konuda bazı sahabe ve Tabii'nin, İbn-i Teymiye ve İb-nü'1-Kayyim gibi başka içtihadı mezheplerin salihlerince kabul edilen görüşü tercih etmiştir. İmamiyyenin mezhebine göre bir lafızla bir çırpıda söylenen üç talak, ancak bir talak sayılır.
Ben bu konuda her iki tarafın da ileri sürdüğü delillerin tartışmasına girmek istiyorum. Sadece dikkatleri Kur'an'daki talak ayetlerine çekiyorum. Orada talakın üç tane kılınmış olması birinci ve ikinci talaktan sonra karı-koca arasında tekrar bir düzelme atmosferine geniş imkan olması içindir.
Allahu Teala buyuruyor ki: "Boşanma iki defadır. (Bundan sonra kadını) ya iyilikle tutmak, ya da güzelce salıvermek (lazım)dır"[104] Bundan sonra: "Erkek (üçüncü kez) boşanırsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan kendisine helal olmaz... "[105] Buyurulmaktadır.
Burada talakın merhaleler halinde olduğu açıktır. Birinci talak meydana gelir. Adam bundan sonra ya onu güzelce tutar, yani geri alır, ya da onu güzellikle salıverir. Eğer onu sonra tekrar ikinci defa boşarsa, tekrar alabildiği gibi tekrar güzellikle salıverebilir de; üçüncü kere boşadığında artık başkasıyla evlenmedikçe ona helal olmaz.
İşte Kur'an-ı Kerim'de açıkça ortaya konan boşanma sistemi budur. Koca, karısını tek bir lafızla üç talak boşadığında, yani bir mecliste yalnız bir saniyede bu işi kestirip atarsa, bir çırpıda beynuneti kübra ile boşarsa bu sistemin uygulanması nasıl mümkün olacaktır.
Sonra Allahu Teala Talak süresinde buyurur ki: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman iddetleri içinde (iddetten temiz oldukları sırada) boşayın ve iddeti sayın (üç defa adet görüp temizlenmesini hesap edin) Rabbiniz Allah'tan korkun bekleme süresini uzatıp onlara zarar vermekten sakının. Bekleme süresi dolmadan onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir edepsizlik yaparlarsa başka, bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin belki Allah, bundan sonra (yeni) bir iş ortaya çıkarır. (Bu bekleme süresi içinde eşler arasında bir sevgi yaratır, bir anlaşma zemini hazırlar). Sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce nikahınız altında tutun, yahut güzellikle onlardan ayrılın...”[106]
Bu ayet-i celiîelerden, boşanmanın sabırla yapılmasını, boşanan kadının evlilik evinde kalmasının zorunlu olduğunu, ondan çıkmaması gerektiğini anlıyoruz. Umulur ki Allah bundan sonra bir şeyler meydana getirir. Eşlerin gönülleri temizlenir, tekrar evlilik hayatına dönerler. İddeti bitince kocası dilerse boşadığı karısını eş olarak geri alır. Yoksa ondan ayrılır. Allah bu ayet-i kerimelerde bu hükümlere göre hareket etmeyenlerin kendi kendilerine zulüm etmiş olacaklarını bildirmektedir.
Kocanın tek bir sözle bir anda verdiği üç talakı ayrı zamanlarda verilen üç talak yerine saydığımızda ve karısına kendisinden Beynuneti Kübra ile ayrılmış kabul ettiğimizde bunu uygulamamız mümkün mü? Bundan sonra karışım güzellikle yanında alıkoyması olanağı var mıdır?
Zıhar ayetine baktığımızda Allahu Teala'nın -sen bana annemin sırtı gibisin- demek suretiyle karısından zıhar edenin dört ay beklemesi gerektiğini bildirdiğini görürüz. Umulur ki, adam bu süre zarfında karısına döner ve onu terk edip boşanma niyetinden vazgeçer. Dört ay tamamlanınca boşanma gerçekleşir. Bu konuda fakihler arasında ihtilaflar vardır.
Genel olarak bu nasslardan çıkaracağımız şudur: Allahu Teala boşanmayı evlilik yaşamım birden kestirip atmak için yasallaştırmamıştır. Onun merhaleler halinde gerçekleşmesini dilemiştir. Her bir merhaleden diğerine geçiş için anlaşma ve geri dönüş için gerekli fırsat tanınmıştır. Bu şekilde sabırla meselenin üstüne varmak bir tek sözle üç talakın verilebileceğini kabul ettiğimiz zaman mümkün olmayacaktır.
Bizim yasamız bu görüşü tercih etmekle gerçekten isabet etmiştir. Böylece biz de hülle probleminden ve ondan kaynaklanan yüz kızartıcı oyunlardan kurtulmuş olduk.[107]
Tüm tasarruflarda asıl olan ehliyetin tam olmasıdır. Bu da aklı olmak ve ergenlik çağma ermek yaptığı şeyi gönül rızasıyla yapmaktır. Buna göre genel kaidelerin gereği olarak sarhoş ve zorlanan kimsenin boşaması geçerli olmamalıdır. Çünkü sarhoş boşarken aklını ve iyiyi kötüden ayırma melekesini kaybetmiştir. Zorlanan adam ise yaptığı işe razı olmamıştır.
Fakat Hanefi mezhebine göre sarhoşun boşaması geçerlidir. Bu sarhoşun cezalandırılması kabilinden bir şey olarak değerlendirilir. Yani onun boşamasının geçerli sayılması onu sarhoşluktan alıkoymuş olur. Fakat bu hükmün sarhoşları sarhoşluklarından vazgeçirmediği bir gerçektir. Hatta bu cezalandırma zavallı kadının başına patlamaktadır. Çoğunlukla bu kadın onun sarhoşluğunu önlemek amacıyla onunla bazı şeyleri tartışırken, adam ceza olarak hemen onu boşayıverir. Doğru olan görüş diğer üç imamın belirttiği gibi onun boşamasının geçerli olmamasıdır.
Zorlananın boşamasına gelince, üç imam bunun geçerli olamayacağını belirtmiştir. Çünkü yaptığı şeye rızası yoktur. Fakat Ebu Hanife onlara muhalefet ederek boşamasını caiz görmüştür.
Şaşkına gelince -bu öfkesinden, hastalığından veya başka bir nedenle ne dediğini bilmeyen, anlamayan kimsedir- üç imama göre bunun boşaması geçerlidir. Fakat Ebu Hanife bunun geçerli olmadığım belirtmiştir. Akla uygun olan da budur.[108]
Daha önce mahkemelerdeki uygulama: Karısının bir şeyi yapmaması için yemin eden bir adamın karısı o işi yaparsa karısının boş olduğuna hükmetme şeklindeydi. Fakat Zahiriye mezhebi ile Şafii'nin ve İmam Ahmed'in bazı ashabına göre bu konu tafsilatı gerektirir. Adam karısına "eğer.......girersen" sözünden boşanmayı değil girmemesini vurgulamak, yahut eve girmemesini yinelemek niyetinde ise bu durumda boşama geçerli olmaz. Karısı oraya girdiğinde boşanmaz. Adamın sözü, yemindeki vurgulama ve sıkı sıkıya tenbih gibi kabul edilir. Bunda yemin kefareti ödenmek sureliyle mesele çözüme kavuşur.
Eğer adam oraya girdiğinde gerçekten boş olmasını niyetlemişse karının oraya girmesiyle boşanır.
Genellikle bu sözden keşfedilen anlam yemin olup boşama olmadığından böyle bir ayrıma gitmek insanlara yumuşak muamele etmenin gereği olurdu. Böylece boşama alanı da daraltılmış sayılırdı.[109]
Ebu Hanife mezhebine göre kadının evlilik akdi sırasında boşama yetkisinin kendisine verilmesini şart koşabileceği ve bunu dilediğinde kullanabileceğini belirtmiştik. Daha önce zikredildiği gibi bu Hanbelî mezhebinin de caiz gördüğü şartlardandır. Mademki bunu kabul etmekte kadının maslahatı daha fazladır, erkeğin onu zorla boşamasına de engel olmaktadır.[110]
Bir adam kesin bir biçimde kaybolup nerede olduğu bilinemezse o evliliğin hükmü ne olur?
Ebu Hanife ve Şafii mezhebine göre kadın kaybolan kocasının himayesinde kalır. Ya gelir ya da hakim onun öldüğüne karar verir. Hakimin ne zaman ölüm kararı vereceğinde ihtilaf etmişlerdir. Hanefi mezhebinde en meşhur görüş kişinin en son çağdaşının ölmesi halinde buna karar verilir. Seksen yaşına ulaştığında buna karar verilir de denmiştir.
Mâlik ve Ahmed'e göre kaybolan koca kısa bir süre sonra karısından ayrılır. Bu süreye dört sene, üç sene, bir sene, altı ay diye değişik sınırlar koymuşlardır.
Ebu Hanife ve Şafii'nin mezhebine göre hareket etmenin hiç kuşkusuz kadın açısından zorluklan ve büyük zararları vardır. Bu durumda kadın kocasının seksen yaşına basmasını bekleyecek sonra iddetini bekleyecek daha sonra başkasıyla evlenebilecektir. Artık o yaştan sonra kim onunla evlenir ki?.. Bu uzun seneler boyunca sabredip birlikte kalmasına onu nasıl zorlayabiliriz? Çoğu zaman kadın, Ebu Hanife ve Şafii mezhebine göre hakim ölüm kararı vermeden ölmüş olacaktır.
Onun içindir ki kadının namusunu koruması için en uygun görüş, diğer mezheplerin görüşlerine katılmaktır.
Mantıki olan kayboluş, kocanın belli bir yerinin bulunmayışı yahut mektup vs. gibi haberleşme olanağının olmadığı bir yerde oluşudur.
Kayboluşta bu işin makul bir özür için olmaması şart koşulur. O zaman bu kayboluşla kadına zarar vermek istediğine delil getirilir. Eğer kayboluşunda ilme hizmet, Allah yolunda cihad, ilim öğrenme gibi makbul bir özür söz konusuysa kadının bu durumda ayrılış talebinde bulunma hakkı yoktur. Çünkü o bu kayboluşuyla ona zarar vermeyi hiçbir zaman amaçlamamıştır.[111]
Erkek karısının nafakasını vermekten kaçındığında üç mezhep imamı: Malik, Şafii ve Ahmed onları ayırmanın caiz olduğuna kanaat getirmişlerdir. Delilleri şu ayettir:
"Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın..."[112] Kuşku yok ki, onları yanlarında bırakıp nafakalarını vermekten kaçınmakta büyük zararlar vardır.
Ebu Hanife, koca nafaka vermediği için ayrılmaya gidilemeyeceğim söylemiştir. Zira koca ya zengin ya fakirdir. Eğer adam fakirse ona nafaka vermemekle zalim durumuna düşmez. Allahu Teala buyuruyor ki:
"Eli geniş olan genişliğine göre nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kişiye ne vermişse ancak onu yükler (kimseye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz) Allah bir güçlükten sonra (er geç) bir kolaylık yaratacaktır.”[113] Zalim olmadığına göre onun boşanmasını caiz görmemiz ona zulüm sayılır. Ama adamın eli genişse nafaka vermediğinde zalim olacağında kuşku yoktur. Fakat bu zulmü ortadan kaldırmak sırf onları ayırmakla gerçekleşmez. Zulmü ortadan kaldırmanın başka yolları vardır. Mesela zorla adamın malı satılır, karısına nafaka olarak verilir. Sonra adam hapsedilir, nafaka vermeye zorlanır. Her ne olursa olsun hiçbir durumda "zulüm zulümle ortadan kaldırılmaz."
Eskiden beri uygulama Ebu Hanife mezhebine göreydi. Fakat yasamız kadının hakkını zayi olmaktan muhafaza etmek ve onu sapıklıktan korumak için diğer üç imamın mezhebini tercih etmiştir. Ayrıca yasa bu durumu bölümlere ayırmıştır ki, onların tafsilatına girmemiz şu anda gereksizdir.[114]
Evlilikte asıl olan gönül huzuru bedensel/ruhsal tatmindir. Buna etki eden ve evlilik hayatını bulandıran etkenlerden biri de, iki taraftan birinde bir illet ve hastalığın bulunmasıdır. Evlilikten sonra biri diğerinde hastalık gördüğünde, evliliğin seyri nasıl olacaktır. Mesele iki bölümde ele alınır:
1. Cinsel ilişkide acizlik, organ cüceliği, kadınlarda vagina tıkanıklığı, cinsel ilişki organının kapalı olması vs. gibi hastalıklardır.
2. Cinsel ilişkiye engel olmayan ancak nefret ettiren zararlı bulaşıcı hastalıklar. Onlara katlanabilmesinin zor olduğu hastalıklar. Bunlar alaca illeti, cüzzam, delilik, çiçek, verem hastalığı gibi illetlerdir.
Bu hastaların evlilik hükmüne etkisi konusunda ulemanın farklı görüşleri vardır. Zahiriye, her iki taraf için de hiçbir hastalık nedeniyle ayrılık talebinde bulunmaya hakları olmadığı kanısındadır. İsterse bunlar cinsel hastalıklar olsun. Bu ise yasanın hikmetinden çok uzaktır. Onun içindir ki imamlardan hiçbiri bu görüşü benimsememiştir.
Ulemadan bir grup[115] kadında olsun erkekte olsun kalıcı herhangi bir hastalığın tespiti halinde ayrılma talebinde bulunmanın caiz olacağı görüşündedirler. Zira evlilik akdi her iki tarafın da ayıplarından uzak olduğu esası üzerinde yapılmıştır. Eğer bu şartın ihlal olduğu tespit edilirse, muhayyerlik sabit olur. Bu söz gerçekten teşri hikmetine çok uygundur.
Ebu Hanife ve Ebu Yusuf a göre cinsel hastalıkların kadında bulunması halinde kocanın nikahı bozma muhayyerliği yoktur. Zira o dilediğinde zaten kadım boşama imkanına sahiptir.
Eğer cinsel hastalıklar erkekteyse kadın yalnız üç tanesinde nikahın feshedilmesi talebinde bulunma hakkına sahiptir. Bunlar cinsel ilişkide bulunma acizliği, iğdişlik, cinsel organ cüceliğidir. Cinsel olmayan hastalıklardan dolayı nikahı feshetme hakkı yoktur.
Bu ise evlilikte teşri hikmetinden uzak bir görüştür. İmam Muhammed'in görüşü ise şudur: Eğer cinsel olsun olmasın aylar/kusurlar, hastalıklar kadın-daysa erkeğin nikahı feshetmeye talep etme hakkı yoktur. Zira erkek dilediğinde boşama yetkisine sahiptir.
Eğer hastalıklar erkekte ise cinsel hastalıklarda kadın muhayyerlik talebinde bulunabilir. Cinsel olmayan hastalıklarda ise çok zaruri olmadıkça onunla beraber kalamadığı durumlarda bunu talep edebilir.
İşte İmam Muhammed'in gerçek görüşü budur.[116] Bazı Hanefî fukahasının metinleri bu anlamı ifade etmese de Mâlik, Şafii ve Ahmed, kadın erkek her iki tarafa da cinsel yahut nefret verici bir hastalıkla karşılaştıklarında ve ona katlanmanın çok zor olduğu zamanlarda ayrılış talebinde bulunma hakkı tanımışlardır.
İşte bu görüş evlilikteki teşri hikmetine en yakın görüş olduğu gibi hem kadın hem erkek için zararlı durumları ortadan kaldıran bir yaklaşımdır.[117]
Aile Hukuku yasası çıkarılmadan önce uygulama Ebu Hanife ve Ebu Yusuf un görüşü doğrultusundaydı. Aile Hukuku Yasası çıkınca, İmam Muhammed'in görüşü benimsendi ve erkeğe nefret ettirici her hastalık için nikahı feshetme talebinde bulunmayı caiz gördü. Ahval-i Şahsiye yasası çıkarıldığında ilginç bir gelişme olarak geriye gidildi. Buna göre kadın, kocasında cinsel ilişkiye engel bir hastalık gördüğünde ve kendisinde de bu hastalık yoksa kocası evlilikten sonra çıldırrsa ayrılma talebinde bulunma hakkı tanındı.
Bunun anlamı şuydu: Eğer kadın kocasında tiskindirici ya da bulaşıcı bir hastalık görürse ayrılış talebinde bulunma hakkına sahip değildir. Mesela verem, cüzzam, alaca, çiçek hastalığı gibi hastalıklar bunlar arasındadır. Bu gerçekten son derece ilginçtir. Çünkü kocası bu tür hastalıklara müptela olan bir kadın nasıl ona sabretsin, nasıl onunla beraber yaşasın, ona sevgi ve gönülden bağlılık gösterebilsin. Buna benzer durumlardaki evliliklerde psikolojik ve ruhî huzur nasıl temin edilebilsin? Yanı sıra, cinsel ilişkiye engel olan hastalıklar bile bazen bulaşıcı ve tiskindirici hastalıklardan daha katlanılabilir bir özellik gösterir. Kadın bazen cinsel ilişkiden aciz kalan bir erkekle yaşamaya razı olur da cinsel ilişkiye gücü yetse de bulaşıcı yahut tiskindirici bir hastalığa yakalanmış birisiyle yaşamaya razı olmaz. Bu olgu nasıl olmuş da yasa düzenleyicisinin gözünden kaçmıştır.
İbnül Kayyim bazı Hanbelî fukahasının İmam Ahmed'in cinsel hastalıkları üç yahut yalnız beş taneye indirgediği hakkındaki sözlerinin bir değerlendirmesi üzerine diyor ki:
"Hastalıkların ikiye, altıya yahut yediye hasredilerek onlardan daha tehlikeli yahut onların benzerlerinin bu çerçevede değerlendirilmemesinin hiçbir anlamı yoktur. Körlük, konuşamama hastalığı, sağırlık, ellerinin ayaklarının yahut ikisinden birinin kesikliği zikredilmeyen hastalıklardan birkaç tanesidir. Bunları söylemek, aldatma ve kusur gizlemenin alasıdır. Bunlar ise dine aykırı şeylerdir. Kusurların kadında, erkekte bulunması fark etmez. Anlaşma esnasında mutlak olarak kabulün söz konusu oluşu ancak sağlıklı olmakla yorumlanır. Bunlar örfen ileri sürülmüş şartlar mesabesindedir. Hz. Ömer çocuğu olmayan bir adama bir kadınla evlendiğinde şöyle demişti:
"Karına neslinin kesik olduğunu söyle ve kalıp gitmesinde kendisini serbest bırak." Peki Hazret nesli kesik olmanın yanında hiç de kusurdan sayılmayacak hastalıklara ne derdi? Kıyas odur ki: Eşleri birbirinden nefret ettiren ve evliliğin amacı olan şefkat ve sevgiye engel olan her özür muhayyerliği gerektirir."
Sonra der ki:
"Şeriatın maksatlarını, kaynaklarını, vücut sebeplerini, adaletini hikmetini ve içine aldığı yararlı şeyleri düşünen kimse bu sözün tercihe şayan olduğunu ve şeriatın kurallarına daha yakın olduğunu kabul edecektir."[118]
Sözün kısası Suriye Ahval-i Şahsiye yasası hem kadına hem de erkeğe ciddi bir biçimde zararlı bir yasa tercih etmiştir. Bunun düzeltilmesi zorunludur. Hem kadına hem de erkeğe eşlerinde nefret ettirici yahut bulaşıcı bir hastalık tespit edip onunla beraber yaşamanın ancak zararı göze almakla mümkün olabileceğini görürlerse, nikahı feshetme talebinde bulunma hakkına sahip olmalıdırlar. Bu uygulama İmam Muhammed ile Hanbel’in sahih kavline uygundur. Her şeyden önce evliliğin teşri hikmetine uygun düşmektedir.[119]
İslâm'ın biri erkek tarafından, biri de kadın tarafından tayin edilen bir hakemler komisyonu kurularak karı-koca arasındaki anlaşmazlığın nedenlerini-araştırması gerektiğini tavsiye ettiğini biliyoruz.
Bizim yasamız da karı yahut kocanın diğerine zarar vermesi ve kendisine kasten kötülük yapıldığını iddia etmesi halinde, bu ilkeyi kabul etmiştir. Komisyon anlaşmazlığın nedenlerim araştırıp soruşturduktan sonra onu hakime takdim edecektir. Eğer onlar aralarının bulunmasını önerirlerse hakim onları ayırmaz. Fakat ona ayrılmalarını önerirlerse hakim onları ayırır. Bu bain bir talak kabul edilir. Kanun mehirle hükmetme konusunu ayırıma tabi tutmuştur. Bu da kötülüğün erkek yahut kadın tarafından çıkarılması durumuna göre değişiklik arz eder.
Geçimsizlik yüzünden boşanma görüşü Mâlik ve Ahmed'in mezhebidir. Ebu Hanife ve Şafiî geçimsizlik yüzünden ayrılışın cevazını kabul etmezler. Yasa, bu hükmü Malikî ve Hanbelî mezheplerinden almış olmaktadır. Kutlarım onları. Zira evlilik yaşamı geçimsizlik, tartışma sürtüşme ile sürdürülemez. Yanı sıra bunun çocuk eğitimi ve yaşamları üzerinde ağır tesirleri, zararları olacaktır. Birbirini kıskanan iki tarafı bir arada tutmanın ne hayrı olur ki? Bu sürtüşme ve tartışma ne denli saçma ve yersiz olursa olsun en iyisi bu ki? Bu sürtüşme ve tartışma ne denli saçma ve yersiz olursa olsun en iyisi bu iki eş arasındaki evlilik bağlarını sona erdirmektir. Umulur ki Allah her iki taraf için de hayat boyunca huzurlu ve istikrarlı yaşayacakları bir başka eş nasip edecektir.[120]
Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz durumlarda boşanma yahut ayrılış hep maslahatın zoru ile oluyordu. Bunda erkeğin yahut kadının yararı olması fark etmiyordu.
Bir de iki durum var ki bunlarda boşanma, zulüm ve katıksız bir düş-manlık neticesinde gerçekleşir. Yasa bunlara değinmiştir:
1. Ölüm döşeğindeki hastanın karısını mirastan mahrum etmek amacı ile boşaması. Bu kuşkusuz Allah'ın razı olmayacağı bir düşmanlık örneğidir. Erkekliğe da yakışmaz. İmamlardan bu konuda değişik görüşleri vardır. Şafiî'ye göre, adam karışım ölüm döşeğindeki hastalığında bain bir talakla boşayıp eşinin iddeti bitmeden ölürse kadın ondan miras alamaz. Zira bain talak evlilik ilişkilerini koparır. Onun için öldüğünde bu kadın onun eşi değildi. Mirasını alamaz. Onun mirasını vermemek için boşamasına gelince, bu Allah tarafından cezasının takdir edilişine kalacaktır. Bunun anlaşma ve terimler üzerinde etkisi olmaz. Üç imam ise adalet gereği onun cezalandırılması gerektiğini söylemişlerdir. Uygulanacak hükümde ayrılığa düşmüşlerdir.
Ebu Hanife'ye göre adam öldüğünde kadını iddeti bitmemişse miras alır. Eğer boşanmadan sonraki iddeti bitmemişse miras alamaz.
İmam Ahmed'e göre iddeti bitmiş de olsa başka kocaya varmadığı müddetçe miras alır. Başkasıyla evlendiğinde birinci kocasından miras alamaz.
İmam Mâlik iddeti bitse de başka erkekle evlense de miras alır der. Bu görüldüğü gibi Şafiî'nin tam tersidir. Ebu Hanife ve Ahmed'in görüşü ise ortanca yoldur.
Yasa, Ebu Hanife'nin görüşünü tercih etmiştir. Biz ise Ahmed'in görüşünü tercihe şayan sayarız. Çünkü bizce bu adalete en yakın görüştür. Kocaya da kasıtlı hareketlerinden dolayı en güzel muamele eden anlayıştır. Eğer mirastan kaçmak niyetiyle buna teşebbüs etmişse, biz başka bir erkekle evlenmediği müddetçe ona miras veririz. Evlendikten sonra da zaten başka bir kocadan miras alacağından birincisinden de almasının anlamı kalmaz.
2. Zulmen boşama hallerinden biri de, erkeğin makul bir sebep olmadan boşamasıdır. Kadın fakir olabilir yahut kişinin evlenme teklif etmeyeceği kadar yaşlı olabilir. Kendisine bakacak kocasının olmayışı zulüm olur ona. Kötü muamele görmesine neden olur. Böyle yapan kuşkusuz Allah'ın katında günahkar olur. Şimdi yürürlükte olan yasa, kadım boşayanın zulmüne ve zararına göre bir taviz koparmayı hakimin insiyatifine bırakmıştır.
Bu, yasalarımızda yeni bir ilkedir. Dayanağı ise -tahminimize göre- Allahu Teala'nın bazı boşanan kadınlara mut'ayı zorunlu kılmasıdır. Bu da evinden çıkarken elbisesinin olması gibi bir şeydir. Bunların para ile ödenmesi caizdir. Ayrıca bazı boşanan kadınlara Mut'a verilmesine teşvikte bulunmuştur. Öyle ki hiçbir kadın boşanınca mut'a almadan ayrılmış olmasın. Mut'a'nın fakihlerin belirttiği gibi belli bir sınırı belli bir şekli yoktur. Bu, çevrenin örfüne ve halkın adetlerine göre takdir olunur. Zira Kur'an-ı Kerim onu "maruf ile nitelemiştir. Bu ise bölgeden bölgeye değişikliği gösterebilecek bir şeydir. Zamandan zamana da, kadından kadına da değişebilir. Yasamız bu serî ilkeyi esas almış; hakimin, karışım zulmen ve gereksiz yere boşayandan duruma göre uygun bir taviz koparmasını kabul etmiştir. Bu kuşkusuz güzel bir yasadır. Boşanan kadının uğradığı zulmü hafifletmeye yarar. Fakat biz yasanın bazı açıklarının bulunduğunu görüyoruz. O, kadının emsaline göre en fazla bir senelik nafaka tazminatı alabileceğini belirtmiştir. Bizce bu bir senelik nafaka ile sınırlandırılmamalıdır. Madem ki adam zalimdir, zoraki boşanmaya teşebbüs etmiştir ve madem ki kadın mazlum, öyleyse neden eğer kadın genç olup evlenme çağındaysa evleninceye kadar, yok eğer evlenme çağım geçmiş bir ihtiyarsa hayata gözlerini yumuncaya kadar nafakasını vermesini zorunlu kılmayalım?.. İslâm böyle bir ihtiyar kadının ömrünün sonunda Allah'ına ulaşıncaya kadar fakirlik ve musibetlerle pençeleşmesine tahammül etmez. Gençlik ve güzel günlerini bocasını mutlu etmekle geçirmiş bir kadının son günlerinde onurunu korumaktan kaçman bir kocanın elinde zulme terk edilişine rıza gösteremez.
Buraya kadar söylenenlerden anlıyoruz ki, İslâm boşanma sisteminde hayatin zaruretlerini ve insan olgusunu göz önünde bulundurmuş ve buna dikkat etmiştir. Öte yandan cahiliye Araplarının toplumunda yaygın halde kabul gören, sayısı, hazırlığı, hakları ve bağlayıcı özellikleri bulunmayan boşama anarşisini de ret etmiştir. Tabii ki o zamanlar boşanmayı kabul eden tüm uluslarda durum aynıydı.
Ayrıca bakıyoruz ki, kadın boşanma yetkisine sahip olan erkeğin elinde bir oyuncak değildir. Aksine İslâm onun önünde zalim ve kaba yapılı bir kocadan kurtulma ve rahat bir hayat yaşamanın yollarını açmıştır, Mesela, evlenme akdinin yapıldığı sırada kadına, boşanma yetkisinin rıza esasına dayalı olarak bir kocadan kurtulması için belli bir taviz vererek boşanabileceğini de bildirmiştir. Bunun adı "Hul" yahut "Muhalaa"dır. Buna ek olarak kocasıyla geçinmesinin çekilmez hali geldiği durumlarda mahkemeye başvurup ayrılabileceği yolunu göstermiştir.
Bu durumlar, tüm uygulamalarda sürdürülmüş, hatta zulmen boşanmalarda bile İslâm'ın biraz önce gördüğümüz gibi onun hukukunu muhafazayı üstlendiği görülmüştür. Bundan başka şikayet edilecek bir taraf kalmamıştır. Tek kocanın boşama hakkını kötüye kullanması hariç. Bu tür durumları ise dünya yasalarının hiçbiri engelleyemez. Onların önüne geçemez. Burada tek çare dinî eğitim, vicdan dürüstlüğü ve gönül uyanıklığıdır. Bu ise, İslâm'ın müslümanda görmek istediği başlıca amaçlardan biridir. Bu eğitimden geçen adam, değil yalnız eşine, yakın uzak hiçbir insana kötülük yapmaz. Bu konuda bazı kuşkular üretenlerin boşanma istatistiklerini gözden geçirmelerini öneririm. Baksınlar da görsünler; cahillik, ahmaklık, tüccar ve deccallığın karışmadığı gerçekten samimi dindar çevrelerde boşanmanın ne denli az olduğunu...[121]
Kur'ân-ı Kerim'e göre insan neslinin yeryüzündeki var oluş sebebi, Yaratıcıya halifelik yapmak[122] veya Ona lâyık kul olmaktır.[123]
İnsanın başlangıcından bahseden Kur'ân âyetlerinde, kadın ile erkek cinsiyet farklılığına herhangi bir fazilet tanınmış değildir. Önce tek nefis yaratan Tanrı, sonra ondan eşini yaratmış, müteakiben bu ikisinden pek çok erkek ve kadın türetmiştir.[124] Bir kimsenin kendi cinsini seçme hürriyeti yoktur. Dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk veren Allah'tır.[125] Bir kimseyi akım=kısır kılan da Allah'ın iradesidir.[126] Allah'ın seçimine rızâ göstermekten, şükretmekten başka yapılacak da yoktur.
Kur'ân-ı Kerim kadın ve erkek cinsi için (en-nâs) insanlar ismini kullanır. Bunların hidayeti için, adedini, yerlerini ve zamanlarını ancak kendisinin bildiği peygamberler göndermiş, son peygamberden bahsederken, ona, insanları karanlıklardan nura çıkarması için Kur'ân verdiğini beyan etmiştir.[127]
İslâm Peygamberi kadını ve erkeğiyle bütün beşerin peygamberidir.[128] Bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir.[129] Onun getirdiği aydınlıkta dünya hayatını tamamlayan kadın ve erkeğe cennet vardır: "...İster erkek, ister kadın olsun, Allah'a inanmış olarak kim hayırlı is yapmışsa...".[130] Allah, erkek veya kadın olsun (hayırlı) iş görmüş kişinin emeğini boşa çıkarmayacağını bildirmekte,[131] hayırlı işlerde yarışılması emrini vermektedir.[132] Çünkü ebedî hayatta, dünyada iken yapılmış hayırlı işin faydası vardır. Herkes ancak bu dünyadaki amelini bulacaktır öteki dünyada.[133]
Kur'ân vahyinin kadın ve erkeğe müşterek mesajı kısaca budur. Prensip mahiyetindeki bu âyetlerin aydınlattığı ilk müslümanlar, her iki cins olarak, dünyada emsalini bilmediğimiz bir cehdin temsilcisi oldular ve acâibdir, ilk müslüman hanımların, İslâm tarihinde şeref sayılan imtiyazlarda erkeklere öncelik sağladıkları görüldü. Bilindiği gibi, ilk müslüman olan, İslâm yolunda ilk şehid düşen kimse kadındır. Kocasından önce müslüman olmuş hanımlar tanıyoruz. Müşrik aile ocağım terk edip İslâm uğruna çöllere düşen genç kızlar biliyoruz. İslâm kitâbıyatında ebedîleşmiş böyle bir genç hanımı burada bilmeyenlere tanıtmak yerinde olacaktır:
Bu hanım kızın ismi Ummu Kulsûm'dur. Babası, Peygamber'in ve arkadaşlarının azılı düşmanlarından, Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe İbn Ebî Muayt. 2/624 senesi Bedr gazvesinde müslümanlara esir düştü, Hz. Peygamber'in emriyle katledildi. Genç kız bir gün İslâm oldu. Hudeybiye sulhundan faydalanarak 7/629 senesinde yaya olarak Medine'ye kaçtı. Arkasından iki biraderi çıkageldiler, onu geri götürmek İçin. Zîra adı geçen anlaşmanın kendilerine böyle bir hak tanıdığı inanandaydılar. Hz. Peygamber, onun hakkında nazil olan bir âyete dayanarak taleplerini reddetti. 60. Mumtehine Sûresi'nin 10. âyetinde, bu şekilde iltica eden hanımların îmân imtihanından geçirilmeleri emrediliyordu. Soru şu idi:
"Geliş sebebiniz Allah ve Peygamberi ve İslâm sevgisidir, mal veya evlilik değil, değil mi?"
Bu soruya evet diyen hanımlar ailelerine iade edilmeyip İslâm'ın himayesine giriyorlardı.
Kaynaklarımızın bildirdiğine göre, Kureyşli hanımlar içinde, evini ailesini bırakıp Medine'ye hicret etmiş ilk ve tek hanım işbu Ummu Kulsûm'dur.[134]
Müslümanlara etmediğini bırakmamış bir kâfirin kızını hiçbir maddî çıkar düşünmeden yaya olarak Medine'ye gönderen kuvvet, tabiatiyle yukarıda belirtmeye çalıştığımız Kur'ân hidâyetiydi, Câhiliyyenin ezilmiş kadınına haysiyetini iade etmiş Peygamber risâletiydi.
Ondan daha önceleri de, yurtlarından ayrılıp Habeşistanlara kadar giden hanımlar vardı. Bunlar turistik gezinin değil, hür İslamî hayâtın peşinde olan hanımlardı. İslâm nimetinin erkeklerle birlikte kendilerine de ait olduğunun şuurunda idiler. Bu noktada, Endülüslü devlet adamı ve İslâm kültürünün en büyük isimlerinden İbn Hazm'ın (ö. 456/1064) sözlerini nakletmek istiyorum.
Şöyle diyor:
"Hz. Peygamber hem erkeklere, hem kadınlara eşit şekilde gönderilmiştir. Allahu Teâlâ'nın hitabı, Peygamberinin hitabı, aynı şekilde hem erkeklere, hem de kadınlara yöneliktir. Bu hitapları, açık bir nass veya icmâ olmadıkça, erkeklere tahsis edip kadınları dışarıda bırakmak caiz değildir."[135]
İbn Hazm'ın bu tesbîti gerçeğin ifadesidir. Arap dilinin bir özelliği olarak müzekker ifâde edilmiş Kur'ân emirlerine, hanımlar kendilerini de muhâtab saymakta en ufak tereddüt göstermiş değillerdir.[136] Ve böyle anladıkları içindir ki, Peygamber devri hanımı, tabiatiyle kudret ve iffetinin sınırlan içinde kalarak, erkeklerle birlikte İslâm dâvetine koşmuş, hicreti göze almış, harpten korkmamış, yaralıların imdadına koşmuş, icab etmiş kâfir tepelemiş, ibâdet hayatının her çeşidinde erkeklerle bir olmuş, beş vakit namaza, Cuma'a, bayram ve cenaze namazlarına katılmış, Arafat'a çıkmış, Kabe'yi birlikte tavaf etmiş, zaruret duyulmuş erkeklere imamlık yapmış, çarşı pazar teftişinden kaçınmamış, imkân bulmuş erkek âlimleri önünde diz çöktürmüş v.s. v.s.
Burada, yine Endülüslü bir büyük adamı konuşturmadan geçemeyeceğim: İbn Rüşd (ö. 595/1198). Bu çok yönlü filozof İslâm fakîhinin, bundan 800 sene önce, İslâm hanımı hakkında sahip olduğu görüşleri, müdekkik âlimimiz Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli'nin (1869-1946), 60 sene önce kaleme alınmış bir incelemesinden naklediyorum.[137]
"İbn Rüşd, kadın hakkında, fıkhı ve felsefesi neticesi olarak, hukukunu vâsî surette beyan ediyor. Fıkıh, kadını fazîletkâr kılıyor, uzvî teşekkülât ve onunla mütenâsib olan hâlât-ı rûhiyyeden neş'et huuslarından mâadasında müsavat ilân ediyor, fıtrata muvafık bir surette hukukunu veriyor, yüksek vazifelerini tâyin eyliyor idi. Kadın, erkek gibi, istiklâl-i efkâr, istiklâl-i irâde sahibidir, biri diğerine mütehâkinı değildir. Herbiri, fikirlerinde, irâdelerinde ve fiillerinde serbesttir. Bir kadın, erkek gibi, ilim tahsil eder, aleıtlak âlim olur, müftü olur, velî olur, müderris olur, müctehid olur. Kadın, erkek gibi, vilâyet sahibidir, tamâmiyle hukûk-i medeniyyeye mâlik olur. Ukûdde, muamelatta erkekden hiçbir farkı yoktur. Malında dilediği gibi tasarruf eder. Şâhid olur, vekîl olur, kefîl olur, şerîk olur, dâva açar, ticâret eder, vasî olur. Umûmî hayata atılabilir. Nikah umûmî bir akiddir. Hakûk-i asliyyeleri asla tahavvül etmez. Hudûd mahkemesinin maddesinde hâkim olur, tâbir-i fıkhî üzere, emr-i bilma'ruf, nehy-i anilmünker vazifesi ile muvazzaf olur. Fıkıh, yalnız aile ocağını kurutmağa müncer olan vâsıtaları men eder.
İbn Rüşd, kadım erkekle müsâvî tutar. Yalnız mâhiyet değil, derece îtibâriyle bir fark gösterir: Kadın erkeğin ehil olduğu her şeye ehildir. Harbe, felsefeye vesaire gibi, erkeklerin yapacakları her işe kadir olur, şu kadar ki, erkeklerden daha zayıf olur. Bununla beraber, mûsikîde olduğu gibi, bazı hususta erkeklere faik olur. Mûsikînin kemâli erkek tarafından bestelenmek, kadın tarafından çalınmak, nağmelenmek ile hâsıldır.
İbn Rüşd, Afrika'daki bazı misaller ve haller ile kadınların harbe pek ehil olduklarını isbat ediyor. Kadınların hükümeti ellerine almalarında bir beis, korku görmüyor. Şu sözleri de ilâve ediyor:
"Bugünkü içtimaî ahvâlimiz, kadınlarda bulunan servet menbalarını, gizli gizli kudretlerini anlamağa bırakmıyor. Gûyâ kadın yalnız çocuk doğurmak ve emzirmek için yaratılmıştır. Kadınlarımıza yüklettiğimiz bu hizmetkârlık, onlardaki büyük işlere olan bütün kuvvetleri, aklî melekelerini bitiriyor. Bundan nâşi, içimizde faziletli, şanlı kadınlar bulunmuyor. Hayatları nebatat hayatı gibi geçiyor. Kocalarına bâr (yük) oluyor. İşte memleketimizi tahrib eden sefalet bundan ileri geliyor. Çünkü kadınlar burada erkeklerin iki mislidir, sa'yleri ile zarurî olan şeyi tedarik edemiyorlar. İki sülüs (üçte iki) hayvân-ı tufeyli gibi, bir sülüsün (üçte birin) cismi üzerinde yaşıyorlar."
İzmirli merhumun takdîm ettiği bu İbn Rüşd görüşleri, sanki bugün yazılmış gibi tazedir, öğreticidir, ibret vericidir. Biz burada bu ifâdelerin tahliline girmeyecek, İbn Rüşd'ün de işaret etmiş olduğu, Emr-i maruf meselesinin kadınlara da şâmil oluşu üzerinde duracağız.[138]
Bir toplumun istikrarını sağlayan temel unsurlardan birisi, toplum fertlerinde bulunması gereken denetim şuurudur, nemelâzımcılığın terkidir. Doğru olanı tavsiye, yalnış olandan vazgeçirme vazifesidir.
Müslümanların kurdukları ilk İslâm devleti fertlerinde bu zihniyet vardı. Kur'ân-ı Kerim bu örnek ilkleri şöyle anlatır:
“Yâni, müslümanlar, Allah kendilerine iktidar imkânı sağladığında, namaz kılan ve zekâtı veren, marufu emredip münkerden alıkoyan insanlar olacaklardır.”[139]
Daha sonra nazil olan Âl-i İmran, 104. âyetinde:
"Sizden hayırlıya çağıran, marufu emreden, münkerden alıkoyan bir ümmet olsun." buyurulurken; birkaç âyet sonra, 110. âyette bu ilâhî emrin gereğini yapmış Peygamber toplumuna Cenâb-ı Hak şu şekilde taltifte bulunmuştur:
"Siz insanlığa örnek hayırlı bir ümmet oldunuz, marufu emredip, münkerden alıkoyuyorsunuz."[140]
Burada tekrar belirtelim ki, bu örnek îslâm toplumu, kadını erkeğiyle bu ilâhî övgünün muhatabıdır. Kadının bundaki hissesini unutmaya, görmemez-likten gelmeye imkan yoktur. Böyle zihniyet sahiplerine kapıyı kapatmak isteyen ilâhî irade, son nazil olan sûrelerden birisinde aynı hususlara şu şekilde işarette bulunmuştur:
"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velîleridir. Mârufu emreder, münkerden akkorlar, namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler..." [141]
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim ısrarla bizi uyarmaktadır, İslâm toplumunu o örneklik ümmete lâyık kılacak en mühim içtimaî prensip, işbu emir-nehiy vecîbesidir. Her mü'minc kudreti nisbetinde terettüb edecek bu vazifede başarılı olabilmek için ise mâruf ve münkerin ne olduğunu bilen bir ümmet, kültürlü bir millet olmak, mutlak şarttır. İmân ve sâlih amelin bile kültürle kâim olduğunu bilmeyenlerdeki bedavacı müslümanlığın o ilk ümmetten ne kadar uzak olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
Yukarıda kaydettiğimiz âyetlerden açıkça ortaya çıkmıştır ki, İslâm toplum terazisinin iki kefesinden biri hâline gelmiş İslâm hanımı, günümüz Avrupalı hanımından bindörtyüz sene evvel, devletin oy hakkına sahip vazgeçilmez uzvu durumundaydı. Önce, 9. 2. 1971 tarihli İstanbul Bayram Gazetesinden vaktiyle merhum Hocamız Tayyib Okiç'in kesip bize bıraktığı aşağıdaki haberi okuyalım:
İsviçre'de Kadınlara Oy Hakkı Tanındı:
İsviçre'de, sâdece erkeklerin oy kullanabildiği bir referandum sonucunda, kadınlar da, bundan böyle seçme ve seçilme hakkına sahip olmuşlardır. Referandumda 621.483 erkek, kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmalarına "Evet" demiş, 323.596'sı ise buna karşı çıkmış ve "Hayır" oyu kullanmıştır."
Şimdi Hz. Peygamber'in devrine dönüyor ve Bey'at meselesine bakıyoruz:
Hz. Peygamber'e Kadın Bey'atı:
Bey'at bir toplumda başkan durumunda olan kişiye toplum fertlerinin uyma taahhüdünde bulunmalarıdır. İlk İslâm toplumunu oluşturma çalışmalarında da Hz. Peygamber bu noktaya ehemmiyet vermiş, hem erkeği hem kadını muhatap almıştır. Hz. Peygamber erkeklerden bey'at (meşru emre uyma taahhüdü) alıyorken, hanımlardan da alıyordu. Bu bey'at alış, bizzat Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e emri gereğiydi de. Mümtehine Sûresi'nin 12. âyetinde: "Ey Peygamber! diyor Cenâb-ı Hak, sana mü'min hanımlar bey 'at etmeye geldiklerinde onlardan şu şartlar dahilinde bey'at al:
1. Allah'a ortak koşmamak
2. Hırsızlık yapmamak,
3. Zina etmemek,
4. Çocuklarını öldürmemek,
5. İftirada bulunmamak,
6. Herhangi bir ma'ruf (meşru) emrine karşı gelmemek."
İslâm hanımının devlette müstakil şahsiyete sâhib olduğunun Kur'ânî delîli olan bu âyetin husûsiyle son şartı, kadının, Hz. Peygamber'in şahsında tecelli eden devlet reisine, ancak, meşru sahada itaatle vazifeli olduğuna işaret etmektedir ki, bu bakımdan ayrıca bir önemi hâizdir.
Mü'minlerin Hz. Peygamber'e bey'atinden bahseden âyet, görüldüğü üzere, kadınla ilgilidir, erkeklere bu âyette işaret yoktur, fakat bu, erkeklerin aynı şartlarla mükellef olmadıkları mânâsına gelmektedir. Cenâb-ı Hak kadınlara olan hitabına erkekleri de zımnen dâhil etmiştir. Umûmî prensiplerde kadın-erkek ayırımı yoktur. Bu noktaya işaretle yine Endülüslü muhaddis âlim İbn Abdi'1-Berr (ö. 463/1071) şu ifâdeyi kullanır:
"Hz. Peygamber'e bey'at meselesi, hicret etmiş hanımlara nassla bildirilmiş, erkeklerden bahsedilmemişdir, çünkü mânâ olarak onlar da dâhildir."[142]
"Erkeklerin bey'atı, Buhârî'nin zikrettiği Ubâde hadisinde bildirildiği üzere, kadınların bey'atı gibiydi."[143]
Nitekim Medineli nakîblerden Ubâde Îbnu's-Sâmit, Hz. Peygamberle yaptıkları Hicretten önceki Akabe bey'atını anlatırken, aynı şartları zikretmektedir.[144]
Devletin başı durumundaki Hz. Peygamber'e yapılan bu vatandaşlık akdini müteâkıb kadınlar da erkeklere eşit siyâsî haklara sahip oluyorlardı.
Meselâ bir müslüman erkek, bir yabancıya sığınma hakkı (emân) veriyor, onun hayatını garanti altına alabiliyorsa, kadın da aynı şeyi yapabiliyordu. İslâm hanımının yaptığı anlaşmaya diğer müslümanların hürmet etmesi vazifeleriydi.[145]
Toplumun İslâmî ölçüler içinde hayatım devam ettirmesinden, kadın da erkek gibi sorumluydu.
İlk ümmetin kadını bu Kur'ânî şuurun sahibiydi. İnandığını tatbik etmeye muktedir olanlarına engel olabilecek kuvvet düşünülemezdi. Üçüncü islâm halifesi Hz. Osman'ın katlinden sonra ümmetin içine düştüğü siyâsî buhranda Hz. Peygamber'in hanımının orada ismi geçiyorsu, bu, o büyük hanımın yukarıda belirtmeye çalıştığımız Kur'ânî zihniyete sahip oluşundandı.
Hz. Aişe, Cemel harbine tekaddüm eden günlerde Basra'ya vardığında, kendisini bu harekete sevkeden âmilleri anlatırken:
"Sadaka vermek, iyilikte bulunmak veya halkın arasını bulmak gayesinin dışında ... hayır yokdur" mealindeki:[146]
âyetini okumuş ve şöyle demişti:
"Allah'ın ve Peygamber'in, küçük büyük, erkek kadın herkese emrettikleri ıslah işi için harekete geçmiş bulunuyoruz. Gayemiz marufu emretmek, sizi ona teşvik etmek; münkerden sizi alıkoymak ve onu değiştirmeye sevketmektir."[147]
Şimdi bir nebze düşünelim:
Kadın yaratılmamış olduğu için her sabah şükreden yahûdi erkeğinin[148] "Erkek kadın için değil, bilakis kadın erkek için yaratılmıştır."[149] diyen St. Pavlus hıristiyanlığının kafasındaki batı hanımı, Peygamber devri İslâm hanımının o günkü seviyesine ulaşmaya çalışıyor!. Bizim aydınımız da, Batı hanımına hayran hayran bakıyor!.. Bu aydın tipi, bizde gerçi hudâyî nâbit yetişivermiş değildir.
Erbabınca bilindiği gibi, ilk iki kitabî dinde, yani Yahudîlik ve Hıristiyanlıkta görülen kadın aleyhdarhğına karşı, hususiyle geçen asırda Batı'da, sosyalist marksist çevrelerin açtıkları haklı mücâdele, İslâm kültürüyle uğraşan kendi ilim adamlannı da etkilemiş, onlardan bazılarını 'üçüncü kitabî din Islâmiyetin de, hattâ Yahûdi-Hıristiyan tavrından daha ileri bir kadın düşmanı din olduğu iftirasında bulunmaya sevketmişti. Gerçi, Islâmiyeti, sömürge haline düşürdükleri ülkelerin müslümanlanyla aynîleştiren ve bâzı îslâmî denen kitaplarda kendilerini destekleyici görüşleri okumuş olan bu İslamologları fazlaca suçlayacak değiliz. Devrimiz Türkiyesi'nin Islâmiyeti İngilizce, Fransızca vs. eserlerden öğrenme seviyesinde kalmış bazı aydınlarının batılıları fersah fersah geçen İslâm düşmanlıklarım da ciddiye almak istemeyiz. Zira hak ve hakikat mağlup edilebilecek değildir, yeter ki onu bilenler bulunabilsin, öğretme imkanına sahip olunabilsin. Biz bu noktada, iğneyi kendimize batırmak istiyoruz. Herhangi bir coğrafi bölge, zaman dilimi veya ırkî endişe gözetmeksizin, beşer varlığını zulmetten nura kavuşturma davetinin sahibi olan islâm dinine mensubiyet iddiasındaki bizler, asırlardır, gayr-ı müslimlerin mahkûmu durumunda isek, İslâm ile günümüz müslümamnın aynı şey olmadığını kabullenip, hatamızı düzeltmek zorunda olduğumuzu lütfen kabul etmeliyiz.
Asırlardır çöküntü içinde ayakta kalmaya çalışan İslâm dünyası kabahati islâm'da değil de kendisinde buluyorsa, tabiîdir ki, islâm'a dönmeye herkesten önce kendisiyle başlamak durumundadır. Ama bunu hangi ilimle yapacak, gerçek İslâm'ı nerede ve nasıl öğrenecektir.
Günümüz müslüman aydınının zihnini kaplayan bu suallerin cevabı, hiç şüphesiz en azından on üç asırlık bir İslâm kültür hazinesinin tahlil ve tenkidine bağlıdır.
Halen üzerinde dünya müslümanlarının birleştikleri bir İslâm düşüncesinden söz edilemiyor oluşu, bu tarihî vazifenin, henüz yerine getirilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçi dünya hayâtının her safhasını kendi meselesi olarak görmüş bir dinin elimizde mevcut engin kültür mahsûllerini kısa zamanda değerlendirebilmek, hiç de kolay bir iş değildir. Zira bu iş beynelmilel çapta devamlı ve müşterek bir ilmî çalışmayı gerekli kılmaktadır. Fakat buna rağmen, herkesi kudreti dâhilinde mes'ul tutan Kur'ânî prensipten kuvvet alarak, bu ihtişamdan korkmamalı, herkesin müşterek malı olması gereken İslâmî değerleri gerçek muhtevâlarıyla anlayıp anlatma gayretine katkıda bulunmaya çalışmalıdır ki, gelecek nesillerin mukadder itabından az çok kurtulunabilsin.
Bu düşünceden hareketle önümüzdeki sayılarda Peygamber devri kadınını daha genişçe ele almaya çalışarak kudretimiz ölçüsünde sorumluluğumuzu yüklenmek istiyoruz.[150]
“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (İyice bilin ki) Allah katında en üstün olanınız Allah'tan en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haberdar olandır.”[152]
Asrımızın en önemli konularından biri de, hiç şüphesiz ki kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği sorunudur. Bilhassa gelişmiş ülkelerde kadınlar, hemen hemen bütün sahalarda erkekle birlikte çalışarak ülkelerinin gelişmesine katkıda bulunurlarken, gelişmesini henüz tamamlayamamış ülkelerde, kadınların büyük bir kısmı adeta toplumdan soyutlanmış bir durumdadırlar. Üzülerek ifade edelim ki bu durum ülkemiz için de geçerlidir.
Sayın Prof. Dr. Necla Arat, Kadın Sorunu adlı eserinde bu acı gerçeği çarpıcı bir üslûpla anlatmaktadır.[153] Sayın Arat, Türk kadınının hâlâ özgürlüğüne kavuşmamış ve sürekli olarak arka planda tutulmuş olmasını gelenek ve göreneklere, tutucu dinsel etkilere bağlamaktadır. Zira O İslâm dininin, kadının özgürlüğüne katkıda bulunmak şöyle dursun, bilakis her bakımdan kadının sömürülmesine neden olduğu inancındadır. O bu konudaki görüşlerini şöyle ifade eder:
''...Şimdi alıntılarımıza dayanarak genel bir değerlendirme yapacak olursak, İslâmiyet adını verdiğimiz din dizgesi içinde kadın sorunu, kadının özgürlüğü ya da kurtuluşu gibi bir sorun olamayacağı ortaya çıkar. Çünkü, bu dizge içinde kadın, görüldüğü gibi, Tanrı'nm kullarına bir armağanı, bu yüzden de ikinci sınıf bir vatandaştır. Giderek vatandaş bile olmayıp bir "Meta"dır. Ancak iki kadın, bir erkeğe karşılık olabilir. "İşlerini kadına tevdi eden bir millet asla felah bulamaz"[154] doğrultusundaki bir anlayışın kadına seçme seçilme, yönetime katılma hakkı tanıyacağını düşünmek yersizdir. Nitekim Hz. Muhammed yine bir başka hadisinde "Başkanlarınız en hayırlılarınız, zenginleriniz de cömertleriniz olunca ve işleriniz aranızda meşveretle yürüyünce yerin üstü sizin için yerin altından hayırlıdır. Fakat reisleriniz en kötüleriniz zenginleriniz de cimrileriniz olur ve işleriniz kadınlarınızın emir ve havalesinde bulununca o zaman yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır" der[155].
İslâm'da kadının ana erdemi itaattir. Başkaldıran kadın şiddetle cezalandırılacaktır. "İtaatli, iffetli ve iyi bir meta olan kadın" ailede hoş tutulacak, hele doğurganlık oranı yüksekse belli bir saygı da kazanacaktır. Ama birer değer gibi gösterilen tüm bu olumsuz yanlar, kadının ekonomik ve siyasal köleliğini yok edecek etkenler olamaz. Ekonomik ve siyasal özgürlüğü olmayan kadın ise hiçbir anlamda özgür değildir. Zaten o zamanın kadını eğitim eksikliği yönünden bu durumunun bilincinde olamayacağı gibi dinsel buyrukların tam anlamında egemen oldukları teokratik bir düzen içinde durumun bilincine varsaydı bile birşey yapamazdı.
İşte bu nedenle, Cumhuriyet'e kadar olan bu dönem, kadın için bir baş-eğme, suskunluk, ezilme, ölümden sonraki yaşamda cennet mutluluğuna kavuşma avuntusu içinde bekleme ve her yönden bir sömürülme dönemiydi"[156].
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, kadın konusunda yazan birçok yazar, İslâm'ın kadını köleleştirdiği hususunda görüş birliğine vararak onu şiddetle eleştirmişlerdir[157]. Ancak, İslâm'a en ağır eleştiri daha doğrusu tecavüz Prof. Dr. İlhan Arsel tarafından yöneltilmiştir.
Prof. Dr. İlhan Arsel'in Şeriat ve Kadın adlı kitabında çoğu zaman bilimsellikten uzaklaşan basit bir üslupla, Kur'ân ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'i kötülemekten büyük bir haz duyduğu hemen her satırda göze çarpmaktadır. Sayın Arsel'e göre; İslâm dünyasında kadının zavallı hale sokulmasının, özgürlükten yoksun kalmasının ve erkeğin kölesi durumunda bırakılmasının gerçek nedeni ne İslâm dininin yanlış uygulaması ve ne de Türklerin kabahatidir; sadece ve sadece şeriatin kapsadığı dinsel esaslardır. Ve daha açık konuşmak gerekirse asıl sorumluluk, bu dinin kurucu şundadır[158]. Nihayet Arsel, bu görüşünü kanıtlamak için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin anayasal organlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı'mn yayınladığı Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi adlı yapıttan derlediği kadınla ilgili haberleri ustalıkla gözler önüne serer:
Kadınlar aklen ve dinen dün yaratıklardır.[159]
Uğursuzluk üç şeyde vardır: Karı'da, ev'de ve at'da...[160]
Namazı kat'eden şeyler köpek, eşek, domuz ve Kadın'dır...[161]
Kadınlar arasında Sâliha kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir...[162]
Benden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım...[163]
Bana cehennem halkı gösterildi; çoğunluğu kadınlardı...[164]
Arsel daha sonra alaylı bir ifade ile şöyle devam eder;
"... (Hz. Muhammed) ileriki bölümlerde nakledeceğimiz buna benzer daha nice sözleriyle ve Kur'ân'a yerleştirdiği âyetlerle, kadınların niteliklerini hep bu olumsuz ölçülere göre sergilemiştir. Bütün bu hususları bu kitap boyunca ele alacağız ve göreceğiz ki şeriâtçi bakımından Kadın'ın bu şekilde tanımlanmasında küçültücü ve aşağılatıcı birşey yoktur. Aksine bütün haysiyet kırıcı "değerlemelere" rağmen şeriâtçi, İslâm dinini, kadın hakları ve özgürlükler açısından, çağımızın henüz erişemedeği yücelikte ve üstünlükte bilir"[165].
Açıkça görülmektedir ki, ülkemizin dinî konularda uzman olmayan aydınlan İslâm dininin kadını aşağıladığı, ona gereken önemi vermediği ve böylece sömürülmesine neden olduğu hususunda görüş birliğine varmışlardır. Bu durum karşısında, bir Kur'ân mütehassası olarak gerçeği, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde gözler önüne sermemiz kaçınılmazdır. Hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, gerçeklerden kaçarak imanı savunmak asla mümkün değildir. Yoksa Arsel'in dediği gibi İslâm dini kadını gerçekten aşağılıyorsa, buna rağmen yine de onun, kadın hakları ve özgürlükleri açısından çağımızın henüz erişemediği yücelikte ve üstünlükte olduğunu söylemenin hiçbir anlamı yoktur.
Şurasını hemen belirtmek gerekir ki, biraz önce zikredilen gerçekten de kadını aşağılayıcı mahiyette olan, sözleri Alemlere Rahmet olsun diye gönderilen Hz. Peygamber (a.s.)'in söylemiş olması asla mümkün değildir, zira bu sözler, birazdan göreceğimiz üzere, Kur'ân-ı Kerîm'le çelişki halindedir. Oysaki, böyle birşeyin vuku bulması, yani Hz. Peygamber'in Kur'ân'a aykırı birşey söylemesi asla mümkün değildir. Diğer taraftan, biraz önce görüşlerine atıfta bulunduğumuz yazarların, İslâm toplumunda kadının ezildiği yolundaki görüşlerine de büyük ölçüde katıldığımızı özellikle vurgulamak isteriz. Gerçekten de îslâm toplumlarında geçmişte olduğu gibi bugün de kadınların büyük bir kısmı toplumdan soyutlanmış bir şekilde yaşayışlarını sürdürmektedirler. Ancak üzücü olan odur ki, bu acıklı durumun faturası İslâm dinine çıkarılmak istenmektedir. Halbuki, Kur'ân-ı Kerîm, 14 asır önce kadın erkek eşitliğim mutlak bir şekilde, ortaya koymuştur. Ancak, müslüman olan milletler, daha önceki kültürlerinin etkisinden kurtulamadıkları için kültürlerindeki kadın aleyhtarı gelenek ve görenekleri İslam dinine sokmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu gelenek ve görenekleri daha çok uydurma hadisler kanalıyla İslâm'a sokulmak istenmiştir. Zira Kur'ân-ı Kerîm, bizzat Hz. peygamber (a.s.)'in sağlığında derhal yazıya geçirildiğinden insanların tahrifinden korunmuştur. İşte biraz önce zikrettiğimiz hadiseler bu türden uydurma hadislerdir.
Şu hususu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamak gerekir ki, Yüce Allah daima adaleti emreder[166] ve kullarına hiçbir şekilde zulmetmek istemez[167]. Şu halde, kadına zulmü amaçlayan davranışları ilahî adaletle bağdaştırmak mümkün müdür? Adaleti, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan ve kullarına zulmetmek istemeyen yaratıcının, insanlığın yarısından fazlasını oluşturan kadınları aşağılaması, hiç düşünülebilir mi? Aksine Yüce Allah kadını asırlar boyu maruz bırakıldığı aşağılanmalardan kurtarmak ve böylece ona toplum içindeki şeref ve itibarını iade etmek için Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Muhammed (a.s.)'e indirmiştir. Ancak sonra yabancı kültürlerle ve bilhassa Yunan kültürüyle temasa geçmeleri sonucu müslümanlar bu kültürlerin etkisinde kalarak Kur'ân-ı Kerîm'den kopmuşlardır. İşte bu kopma sonucu da kadım aşağılayıcı birçok görüş İslâm toplumuna girebilmiştir.
Kur'ân'ın kadına bahşettiği hakları bi hakkın takdir edebilmek için tarih boyunca kadının durumunu ana hatlarıyla incelemekte büyük yarar vardır. [168]
Eski çağlarda, hemen bütün toplumlarda kadının hiçbir hak ve değere sahip olmadığı yaygın bir görüştür. Eski Çinlilerde kadın kocasının kölesi sayılırdı. Kocası ve çocuklarıyla birlikte yemeğe oturamazdı. Ayakta durur onlara hizmet ederdi.[169] Mısır'da başlangıçta kadınlar erkekle aynı haklara sahip idiyseler de bu fazla uzun sürmemiş Firavun'un emriyle yine köleleştirilmişlerdir.[170] Uygarlığın beşiği olarak gösterilmek istenen Yunan'da ise kadının hemen hemen kölelerle bir tutulduğunu görüyoruz. Koca karısını dövebildiği gibi başka birisine de armağan edebilirdi, Tüm miras erkek çocuklara düşerdi. Bir erkeğe edilebilecek en büyük küfür ona "kadın" demekti. Bu aşağılamaların ötesinde ayrıca kadın tüm kötülüklerin kaynağı olarak da kabul ediliyordu. Hesiodos, onunla ilgili olarak şu mısraları terennüm eder:
Bulutlarda gümbürdeyen Zeus
Yarattığı baş belası olarak
Kadınlar soyunu ölümlü insanlara
O kadınlar ki kötülüktür işleri güçleri
İyiliğe karşı kötülük sağladı onlarla[171]
Diğer taraftan Eflâtun ve Aristo'nun[172] kadının, erkeğin dununda olduğunu resmen ilan ettiklerini görüyoruz. Yunan'da bir erkeğin dengi yine bir başka erkektir. Bu bakımdan Yunan töresinde homoseksüelliğin bir fazilet olarak algılanmasına şaşmamak gerekir. Eflâtun, bu konudaki görüşlerini günümüz homoseksüellerinin el kitabı durumunda olan Ziyafet adlı eserinde açıklanmıştır.[173]
Eski Roma'da ise, kadın babasından kocasına aktarılan bir maldı. Sonraları kadına birçok hak tanınmışsa da, eğitim eksikliği yüzünden bu haklarını kullanamamıştır. Açıkça görülmektedir ki gerek Yunan'da gerekse Roma'da kadın erkeğin dûnunda kabul edilmiştir. Hal böyle iken Sayın Doç. Dr. Kurban Özuğurlu'nun "Doğu Kültüründe kadın erkekten sonra gelen bir varlık olarak algılandığı halde Eski Yunan ve Roma mitolojisinde kadının güçlü ve etkili bir konumu vardır"[174] yolundaki görüşüne katılmak mümkün değildir.
Yahudilikte de kadının hiçbir değeri yoktur. Yahudilerin her sabahki dualarında şu cümle geçmektedir: "Ezeli ilahımız, kainatın kralı, beni kadın yaratmadığı için sana hamd olsun".[175]
Kadını aşağılama geleneğinin Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görüyoruz. Zira kadın, haram meyveyi Adem (a.s.)'e yedirerek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkar olmasına neden olmuştu. Bu yüzden Hıristiyanlık cinsel ilişkiyi günah ve kirlenme saymaktadır. Aziz Augustin'e göre insanın karısı veya bir fahişeyle cinsel ilişkide bulunması arasında maddi bakımdan pek fark yoktur. Zira her ikisi de günahtan hali değildir. Nihayet Papa Gregorie, iki asır sonra Aziz Agustin'in öğretisini onaylayacaktır: Karı kocaların ilişkileri de günahtan hali değildir.[176] Kısacası, Hıristiyanlıkta kadın kötülüğü, şeytana uymayı ve ayartıcılığı temsil ediyordu. Bu sebeple büyük ilâhiyatçılardan biri olan İskenderiyeli Clement'e göre,
"Kadın kadın olmaktan ötürü utanmalıdır".
Açıkça görüleceği üzere Hıristiyanlıkta cinsel ilişki günah sayılmaktadır, soyun sürdürülmesine yönelik cinsel eylemle günah işleme duygusu ise, Sayın K. Özuğurlu'nun da haklı olarak ifade ettiği gibi ruhsal bir çatışma kaynağı olmaktadır. Öyle ki katolik kiliselerinde yapılan evlenme törenlerinde günümüzde bile okunan duada, "günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken" deniliyor. Bu nedenle Hıristiyanlık giderek cinsel yasak çatışmasından doğan dinsel, toplumsal ve ruhsal bir korku ve kaygu kaynağına dönüşmüştür diyebiliriz.[177]
İşte bu günah işleme ve kirlenme duygusudur ki, birçok insanın evlilikten kaçmasına yol açmıştır.[178] Birçok kadın da kurtuluşu manastıra kapanmakta bulmuştur. Onlar artık temizlik sembolü Hz. İsa'nın nişanlıları ve eşleri olacaklardır. Hz. İsa temizlik sembolüdür. Çünkü Hz. Meryem O'nu cinsel ilişkiye girmeden doğurmuştur. Yapılacak tekşey Hz. Meryem gibi temiz ve iffetli kalmaktır.
Kısacası Hıristiyanlık, azizler ve papazlar, kadın ve evliliği kötülemede o denli ileri gitmişlerdir ki 6. yüzyılda Mason Meclisinde, kadının ruhu var mı yok mu diye ciddi bir şekilde tartışmışlardır ve yalnız bir kişi kadının özgürlüğüne oy vermişti. Bu da Hıristiyanlığın kadına yer verdiğine, onur verdiğine dair ileri sürülen iddiaları çürütmeye yeterlidir.[179]
13. asırdan itibaren Hıristiyanlık, Batı'da insanlığın başına korkunç bir felaket hazırlayacaktır. Büyücü avı, Şeytanla cinsi ilişkiye giren ve böylece insanlar arasında fuhşu ve kötülüğü yaymak isteyen birçok kadın vardır. Şu halde kilisenin insanlığı tehdit eden bu belayı def etmede aktif bir rol alması kaçınılmazdır. Böylece kilisenin büyücü avına çıktığına ve birçok masum insanı diri diri yaktığına ya da suda boğduğuna tanık olmaktayız.
Kilise büyücülerin kökünü kazımak istedikçe, yakılan masum insanların sayısı da giderek artıyordu. Yayınladığı bir bildiride imanlarım hiçe sayarak cinlerle cinsel ilişkide bulunan birçok kadın ve erkeğin bulunmasından duyduğu derin üzüntüyü dile getiren Papa VIII. İnnocent'in büyücü avına bilimsel bir mahiyet kazandırmak istediğini görüyoruz. Bu amaçla büyücü avcılığında mahir ve tacrübeli iki müfettişini Jacib Sprenger ve Henri Institor'u, büyücülüğün kökünü kazımak için en etkin metot ve yolları belirleyen bir kitap yazmakla görevlendirir. Bu iki mütehassıs, iki senelik ciddi bir çalışma sonucunda ortaya koydukları eserlerini Papa'ya sunarlar. Eserin adı manidardır: Malleus Malefıcarum, yani "büyücülerin kafasını ezecek balyoz." Bundan böyle avcılarının elinde büyücüleri vuracak bir silah vardır. İnsanlık tarihi için yüz karası olan bu eserin ilk baskısı 1487 yılında yapılır. Nihayet, 1669 yılında ise ilaveli ve gözden geçirilmiş 28. baskısına ulaşılır. Eserin muhakeme usulü hakkında birkaç söz söylemede yarar vardır: Soruşturmayı yürüten müfettiş büyücü kadına 35 soru sormak mecburiyetindedir. Ama aslında ilk soru onu ateşte yakılmaya göndermek için yeterlidir. İlk soru şöyledir; Büyücülere inanıyor musun? Sanık şayet "evet" derse bunun anlamı büyücülerle ilişkisi olduğudur. Şayet "hayır" derse bu sefer de dinsiz olmuş olacaktır. Şayet inkarda ısrar edecek olursa onu işkence masasına yatırmak ve aleyhinde şahitlik yapması için bilhassa düşmanı olan diğer büyücüleri çağırmak gerekecektir. Hâlâ suçluluğu üzerinde bazı şüpheler varsa Allah'ın hükmüne başvurmak kaçınılmaz olacaktır: Kadın elleri ve ayakları bağlı olduğu halde suya atılacaktır: Batarsa, bu onun büyücü olduğunu gösterir. Yok, batmaz da yüzerse bu yine onun büyücü olduğunun delilidir. Zira vaftizinde-kt su onu reddetmektedir. 1836 yalında bile Dântzig'de bu yöntem sonucu bir kadının büyücü diye boğulduğuna tanık olunmuştur.
Malleus Maleficarum'un bütün medeni ülkelerde büyük bir rağbet gördüğünü ve beynelmilel bir kanun düzeyine ulaştığını görüyoruz. Alexandre VI., Jules II, Leon X, gibi rönesansın büyük papaları bu eserin geçerliliğini büyük bir memnuniyetle onaylamışlardır. Zira mahkumların serveti müsadere ediliyordu. Gayet tabii ki, soruşturmayı yürüten müfettişlere de, insanlığa yaptıkları bu büyük hizmet karşılığı müsadere edilen malların bir kısmı mükafat olarak veriliyordu.[180]
İngiltere'de büyücü avı Kraliçe Elizabeth zamanında zirvesine ulaşmıştır. Artık münferit olaylar değil, insanlığın kitle halinde yok edilmesi söz konusudur. Bir Sakson hakim, Kitab-ı Mukaddes'i 53 kez okumuş ve bu arada 20 bin büyücüyü ölüme mahkum etmiş olmakla övünebilmiştir.[181] Yeri gelmişken ifade edelim tarihçiler yakılan büyücü sayısının 2 milyon dolayında olduğunu tahmin etmektedirler.[182]
İşte bu korkunç zulmün ve sürekli aşağılanmanın doğal bir sonucudur ki, Feminizm hareketleri ilk defa Batı'da ortaya çıkmıştır.
İslâm'da kadının durumunu incelemeye geçmeden önce, Cahiliyye dönemi Arap toplumunda ve İslâm öncesi Türk toplumunda kadından kısaca söz etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Genellikle bütün tarihçilerin kabul ettikleri gibi Cahiliyye toplumunda, kadının hiçbir değeri yoktu, öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları diri diri gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca kadın erkeğin kölesinden başka birşey değildi.
Tarihçiler, Eski Türklerde, kadının toplum içinde genelde saygın bir yeri olduğunu ifade etmektedirler. Hanlar devleti eşleri hatunlarla birlikte yönetirlermiş. Örneğin Kutluğ Han ölünce eşi Bilge Hatun oğullarının velisi olarak onun yerini almış. Ziya Gökalp'e göre karı-koca çocukların velayetlerini paylaşırmiş; evleri, malları, mülkleri de ortakmış, Kadının kocasından ayrı mal edinme hakkı varmış. Erkek eşine saygı gösterir, onu arabaya bindirir, kendi ardından yürürmüş. İslâm dininin benimsenmesinden önce erkeğin çok kadınla evlenmesi geleneği yokmuş.[183]
Birçok yazar, İslâm dininin Türkler arasında yayılmasından sonra kadının özgürlüğünü, eski etkinliğini yitirdiği görüşündedir. Bu görüşe katılmamak mümkün değildir. Ancak birazdan göreceğimiz gibi hunim sebebi İslâm dini değil fakat onun yanlış uygulamasıdır.[184]
Bilindiği gibi İslâm dininin ana kaynağı Kur'ân-ı Kerîm'dir. İkinci sırada ise Hz. Muhammed (a.s.)'in sözleri, uygulamaları ve açıklamaları gelir. Kur'ân-ı Kerîm bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'ın sağlığında yazıya geçirildiği halde Hz. Peygamber (a.s.)'in sözleri sonraları yazılmıştır. İşte bu yüzdendir ki, birçok uydurma söz Hz. Peygamber (a.s.)'e isnat edilebilmiştir. Bu itibarla Hz. Muhammed (a.s.)'in hadislerinden yararlanırken çok dikkatli olmak gerekir. Şurasını hiç bir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in sözleri asla Kur'ân-ı Kerîm'e ters düşmez. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.)'in de görevi Kur'ân'a ters düşmek değil aksine ona uygun hareket etmektir. Bu itibarla Kur'ân'a ters düşen bir rivayetle karşılaştığımızda onun uydurma olduğu hususunda en ufak bir kuşkumuz dahi olmamalıdır. Yine iyice bilinmelidir ki çeşitli mezhep ve fırkalar tarafından görüşlerini destelemek üzere birçok hadis uydurulmuştur.
Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerîm'den bir konuyla ilgili bir hüküm çıkarırken konuyla ilgili bir ya da birkaç âyete dayanmak yerine konuyla ilgili tüm âyetleri dikkate almak gerekir. Ancak bütün âyetler değerlendirildikten sonradır ki Kur'ân-ı Kerîm'in konuyla ilgili görüşü isabetli bir şekilde ortaya konmuş olabilir. Aksi halde, hatalara düşmekten kurtulunamaz. Ancak büyük Usul-ı Fıkıh âlimi İmam-ı Eş-Şâtıbî'nin de,[185] ifade ettiği gibi bazı hukukçular bu metodu tamamen ihmal etmişler ve dolayısıyla zaman zaman hatalara düşmekten kurtulamamışlardır. Bunun en tipik örneklerinden biri de biraz üzerinde duracağımız kadın şahitliği ile ilgili 2/Bakara sûresinin 282. âyetidir. Müfessirler ve hukukçular bu âyette yer alan "Eğer iki erkek yoksa razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve iki kadın (şahitlik etsin)" ibaresine dayanarak, kadının şahitliğini erkeğin şahitliğinin yarısına denk olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Oysa ki Kur'ân-ı Kerîm'de şahitlik ile ilgili bütün âyetler incelendiğinde varılan bu sonucun yanlış olduğu ve kadın şahitliğinin erkek şahitliğine denk olduğu görülür.
Açıkça görülmektedir ki, âlimlerimizin yanılmasına, bütünsellikten uzak parçacı yaklaşımları yol açmıştır.
Diğer taraftan âyetleri yorumlarken, varmak istedikleri gayeleri de her zaman göz önünde bulundurmak kaçınılmazdır. Bu yapılmadan sadece âyetlerin zahirî manaları dikkate alınarak sağlıklı çözümlere ulaşmak her zaman mümkün değildir.
Araştırma metodumuzu böyle belirledikten sonra, kadın-erkek eşitliğini kesin bir şekilde ortaya koyan ayetleri inceleyebiliriz.
Mekke'de nazil olan 59/Leyl sûresinde Yüce Allah, doğru yola davet ederken kadın ve erkek ayırımı yapmadan şöyle seslenmektedir:
"...Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki sizin çalışmanız çeşit çeşittir. Bundan dolayı kim fakirlere verir, (günahlardan) korunursa ve en güzel (sözü) doğrularsa, ona en kolayı kolaylaştırırız. Fakat kim cimrilik ederse kendini Allah'dan müstağni görür ve en güzel (sözü) de yalanlarsa en gücü kolaylaştırırız..."
Açıkça görülmektedir ki, Yüce Allah daha İslâm'a davetin başında erkek ve kadın arasında hiçbir ayrım yapmamaktadır.
Âl-i İmrân: 3/195. âyet-i kerimesinde ise Yüce Allah erkek ya da kadın olsun hiçbir ayırım yapmadan onlardan her birinin iyi işlerini mükafatlandıracağını müjdelemektedir.
"Rableri onların dualarını kabul etti: "Ben sizden erkek ya da kadın olsun çalışan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda ezaya maruz kalanlar, savaşanlar ve öldürülenler... Elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım..."
Âyette geçen "hep birbirinizdensiniz" ibaresi üzerinde ısrarla durmak gerekir. Yüce Allah kadınla erkek arasında amel bakımından herhangi bir ayrım yapmadığı gibi, her ikisinin de birbirlerinden olduğunu ve yaptıkları iyi işlerin karşılığı olarak her ikisini de cennetlerine sokacağını vadetmektedir.
Yine Nahl: 16/97. âyet-i kerimesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Erkek, kadın inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız..."
Görüleceği üzere, bu âyet-i kerimede de Yüce Allah, kadın-erkek ayırımı yapmadan inanıp iyi iş işleyenlere hoş bir hayat yaşatacağını müjdelemektedir.
Tevbe: 9/71. âyet-i kerimesi kadın-erkek eşitliğini vurgulamanın da ötesinde her iki cinsin birbiriyle dost olmaları ve dolayısıyla tesanüd içinde bulunmaları gerektiğini açıkça gözler önüne sermektedir:
"İnanan erkekler ve kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar, iyiliği emrederler, kötülükten akkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir."
Bu âyet-i kerimeye göre, mü'min erkek ve kadınların sıkı bir dayanışma içinde bulunmaları gerekmektedir. Çünkü toplum içinde iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak böyle bir dayanışmayı gerekli kılmaktadır. Kadını eve kapatıp toplumdan soyutlamak isteyen zihniyet acaba bu âyet karşısında söyleyecek söz bulabilecek midir?
Mümtahine: 60/12. âyet-i kerimesi ise 14 asır önce kadına seçme hakkını bahşetmiş bulunmaktadır:
"Ey Peygamber, inanmış kadınlar sana Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve iyi bir işte sana karşı gelmemek üzere sana biat etmek için geldiklerinde, onların biatlarını al ve onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir."
Ancak Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra kadınların Kur'ân-ı Kerîm'in kendilerine vermiş olduğu seçme, yönetimi belirleme hakkından mahrum bırakıldıklarını görüyoruz. Şu halde kadınlar haklarını elde edebilmek için mücadele bile vermek durumundadırlar. Mücadele: 58, örnek müslüman kadının siyasî otorite nezdinde hakkını elde edebilmek için gösterdiği çabalan anlatan bir sûredir. Siyasî otoritenin itirazlarına rağmen kadm haklı davasında ısrar etmiş, uğradığı zulmü Allah'a şikayet etmiştir. Bu kadının, haklarını elde edebilmek için gösterdiği örnek gayret ve çaba Allah'ın takdirine mazhar olmuştur:
"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayetde bulunan kadının sözünü işitmiştir. Esasen Allah konuşmanızı işitir, şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir,"
Görüleceği üzere sûre, adını Hz. Peyganmer (a.s.) ile tartışan kadın Huveyle b. Sa'lebe (r.a.)'dan almıştır. Kaynaklarda geçtiğine göre bu kadın uğradığı zulmü gidermek için Hz. Peygamber (a.s.)'ın huzuruna vararak:
“Ey Allah'ın elçisi! Kocam benimle evlendiğinde ben gençtim. O zaman beni arzuluyordu. Ona birçok çocuk verdim. Yaşımın ilerlediği bir sırada beni anasına benzeterek, yalnız bırakıverdi. Eğer bir yolunu bulur da aramızı düzeltebilirsen çok iyi olur.”
Hz. Peygamber (a.s.):
“Yüce Allah'ın şimdiye kadar bana bu konuda herhangi bir emri ulaşmış değildir. Bana göre, artık sen kocana haramsın.” Kadın:
“Ey Allah'ın elçisi, kocam vallahi talâk kelimesini kullanmadı, deyince;”
Hz. Peygamber (a.s.) yine:
“Artık sen kocana haram olmuşsun,” diye tekrarladı. Kadın Hz. Peygamber (a.s.)'e yalvararak:
“Kurbanın olayım, Ey Allah'ın elçisi! Halime acı,” diye yalvardı. Sonra da halini Allah'a şikayet ederek:
“Allah'ım! Yalnızlığın acısından ve ızdırabımın şiddetinden sana şikayet ediyorum, küçük Çocuklarımı ona bıraksam perişan olacaklar. Kendi yanıma alsam aç kalacaklar. Allah'ım! Sana şikayet ediyorum. Peygamberine bir vahiy indir,” diye dua ediyordu. Kadın henüz oradan ayrılmadan Mücâdele suresinin ilk âyetleri nazil olmuştur.[186]
Şu halde, kadınlar, söz konusu âyet-i kerime gereğince, maruz kaldıkları haksızlıktan gidermek için otoriteler nezdinde ellerinden gelen gayreti göstermek durumundadırlar. Zira böyle davranışlar, Allah katında takdire maz-har olan davranışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'de kadın-erkek eşitliğini vurgulayan daha birçok âyet-i kerime vardır; ancak biz bunlardan birini zikretmekle yetinmek istiyoruz:
"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mü'min erkeklerle mümin kadınlara ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'dan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'dan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çok anan erkeklerle Allah'ı çok anan kadınlara, şüphesiz ki Allah, onların hepsine bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır".[187]
Ayet-i Kerîme, açıkça görüleceği üzere her bakımdan kadın-erkek eşitliğini gözler önüne sermektedir. Buna rağmen asırlar boyu birçok İslâm düşünürü birazdan zikredeceğimiz âyetlere ve uydurma hadislere dayanarak, kadının erkeğin dûnunda olduğunu vurgulamışlardır. Aynı görüşlerin günümüzde de dinî bir sonuç olarak devam etirildiğini üzülerek müşahede ediyoruz. İyi niyetlerinde şüphe etmediğimiz bu âlimler, biraz önce söz konusu ettiğimiz metodu uygulayamadıkları için hatalara düşmekten kurtulamamışlardır.[188]
Kadın-erkek eşitliğine karşı çıkanlar, genellikle, Bakara sûresinin 2/282. âyet-i kerimesiyle, Nisa sûresinin 4/11. ve 34. âyet-i kerimelerini ileri sürmektedirler,
Hadis olarak da İmam Buhârî'nin, Sahih'inde yer alan ve Ebû Sâid el-Hudri tarafından rivayet edilen
"Bir kurban ya da ramazan bayramında Resûlullah (a.s.) Efendimiz yanımıza namazgaha çıktı. Kadınların yanından geçti ve (onlara):
“Kadınlar, sadaka veriniz. Zira bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizler idiniz” buyurdu. (Kadınlar):
“Yâ Resûlullah neden? “diye sordular.
“Çünkü siz (ötekine, berikine) çokça lanet eder, zevcelerinize karşı küfran-ı nimet gösterirsiniz. (Ne acaibdir ki kendini zapteden tam akıllı ve dininde) hâzindi kimsenin aklını, sizin kadar eksik akıllı, eksik dinli, hiçbir kimsenin çelebildiğini görmedim” buyurdu.
“Aklımızın, dinimizin eksikliği nedir?” Yâ Resûlullah, dediler.
“Kadının şahadeti, erkeğin yarısı değil midir?” diye sordu.
“Evet” dediler.
“İşte bu aklın eksikliğinden; Hayız gördüğü zaman da namaz kılmaz, oruç tutmaz değil mi?” buyurdular.
“Evet” dediler.
“İşte bu da dinin eksikliğinden cevabını verdi";[189] hadis-i şerifiyle, Ebu Umame'den rivayet edilen Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar beyinsizdirler. Kocasına itaat eden kadın bundan müstesnadır", hadis-i şerifidir. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, Müfessirlerin büyük bir kısmı, muhtemelen Ebû Umame'nin rivayet ettiği bu hadise dayanarak, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "es-Sufehâ"nın genelde kadınlar olduğunu ifade etmişlerdir.
Öncelikle söz konusu âyet-i kerimeleri, inceleyip, onların erkeğin kadına üstünlüğünü ortaya koymadığını açıkça gözler önüne serelim. Zira söz konusu uydurma hadisde kadının eksik akıllı olduğu Kur'ân-ı Kerîm'e dayandırılmak istenmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen bir konu hakkında isabetli sonuçlara ulaşılmak isteniyorsa, konuyla ilgili bütün âyetlerin göz önünde bulundurulması gerekir. Aslında bütün âlimler bu metot konusunda görüş birliğine varmışlardır. Ama her nedense şahitlik konusunda bu metodu uygulayamamışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in konuyla ilgili bütün âyetlerini dikkate alacakları yerde, sadece Bakara: 2/ sûresinin vucûb ifade etmeyen 282. âyet-i kerimesine dayanarak kadın şahitliğinin erkeğinkinin yarısına denk olduğu genel prensibine ulaşmışlardır. Oysa ki, bizzat Kur'ân-ı Kerîm birçok âyet-i kerimede kadının şahitliğini erkeğinkine denk saymaktadır. Öncelikle aksi görüşte olanların dayandıkları Bakara: 2/ sûresinin 282. âyetini zikredelim.
"Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız. Bunu, aranızda bir kâtib doğru olarak yazsın... Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve -biri unutunca diğerinin hatırlatması için- iki kadın yeter. Şahitler, çağrıldıklarında çekinmesinler. Borç büyük olsun küçük olsun onu müddetiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu Allah katında daha adil, şahitlik için daha doğru ve şüpheye düşmemeniz için daha uygun bir yoldur."
Açıkça görüleceği üzere, âyet-i kerime vadeli borçların yazılmasının, ihtilafları önlemek bakımından yararlı olacağını bildirmek için nazil olmuştur. Başka bir deyişle, Allah, mağduriyetleri gidermek için borçların yazılmasını tavsiye etmetedir. Bu konuda hemen bütün alimler görüş birliğine varmışlardır ki, doğrusu da budur. Zira âyetin sonlarına doğru yer alan "bu Allah katında daha adil, şahitlik için daha doğru... bir yoldur" ifadesi bu hususu doğrulamaktadır. Eğer yazı farz olsaydı bu ibareye gerek olmazdı. Burada önemli olan husus şudur: Âyet-i kerime, şahitlik müessesesini düzenlemek için değil, fakat, hakların kaybolmasını önlemek üzere birtakım tavsiyeler, öneriler bildirmek için nazil olmuştur ki, bunlar da borçların yazılması ve şahitlere onaylatılmasıdir.
Kanaatimizce, bir yerine iki kadın şahit istenmesinin sebebi, o zaman ki Arap toplumunda kadının ticarî konulara pek aşina olmamasıdır. Nitekim "biri unutursa, diğeri ona hatırlatsın" ifadesi bu hususu doğrulamaktadır. Kısacası âyet-i kerime, şahitlik müessesini düzenlemek için değil, fakat hakkın kaybolmasını önlemek amacıyla bazı öneriler bildirmek için inmiştir. Öyle ki, borcu yazmayana dinî hiçbir sorumluluk yüklenmemiştir. Şu halde hakkın kaybını önlemek üzere, tavsiye, Öneri ifade eden bir âyet-i kerimeyi iniş gayesinden saptırarak, şahitlik müessesini düzenleyen bir âyet gibi değerlendirmek doğru bir yol olmasa gerektir. Şayet ifade ettikleri gibi, gerçekten de kadının şahitliği erkeğinkinin yansına denk olsaydı âyet-i kerimede "kadının şahitliği erkeğinkinin yarısına denktir" ifadesinin yer alması gerektirdi. Oysa böyle birşeyin söz konusu olmadığını şimdi zikredeceğimiz âyet-i kerimeler açıkça gözler önüne serecektir:
"Zina yapan kadınlarınıza karşı içinizden dört şahit getirin...[190]
"Ey inananlar! Herhangi birine ölüm belirtisi geldiği zaman, sizden adaletli iki kişiyi veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun... "[191]
"Kadınların iddet süreleri bittiğinde onları ya uygun bir şekilde alıkoyun ya da uygun bir şekilde onlardan ayrılın, içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın... "[192]
“İffetli kadınlara zina isnat edip de sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getirmeyenlere, seksen değnek vurun... "[193]
Bütün müfessirlerce kabul edilen bir kaide gereğince, erkek için kullanılan çoğul sığası, kadınları da içerir.[194] Şu halde sözkonusu şahitlerin kadın ya da erkek olması hiçbir önem arzetmez ki, bu da kadının şahitliğinin erkeğinkine denk olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğuna en kesin delil Nûr: 24/ sûresinin 6-9. âyetleridir. Öncelikle söz konusu âyetlerin tercümelerini zikredelim:
"Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların herbirinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Kadının, kocasının yalan söyliy enler den olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşinci defa da eğer kocası doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezayı kaldırır."
Erkeğin dört sefer şahadette bulunması, "kazf' iftira suçu söz konusu olduğu içindir. Eğer kadının şahitliği gerçekten de, erkeğin şahitliğinin yarısına denk olsaydı; Yüce Allah ondan dört yerine sekiz kere şehadette bulunmasını taleb ederdi. Şu halde kadmm şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına denk olduğunu söylemek bizat Kur'ân~ı Kerîm'e muhalefetten başka birşey değildir ki, bu gibi davranışlardan kesinlikle kaçınmak gerekir.
Bununla birlikte, kadının asırlar boyu sürekli bir şekilde erkeğin dûnunda kabul edildiğini ve hatta ceza hukukunda ise şahitliğinin bile hiçbir şekilde kabul edilmediğini görüyoruz. Dört mezhebin bu konuda ittifak etmesi son derece düşündürücüdür. Büyük Hanefî hukukçularından el-Kasanî, ceza hukukunda kadının şahitliğinin kabul edilmemesini şöyle açıklamaktadır:
"Hudud ve Kısas ile ilgili suçlarda şahitlerin erkek olması gerekir. Bu konularda kadınların şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü Zuhri (r.a.)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (a.s.)'den ve ondan sonra gelen iki Halife'den (r.a.) hudut ve kısasda kadının şahitliğinin kabul edilmediğine dair bir sünnet gelmiştir.
Yine bu konularda kadınların şahitliğinin kabul edilmemesinin bir başka nedeni de, hudud ve kısasla ilgili suçlarda cezanın şüphe üzerine düşmesidir. Oysa kadınların şahitliği şüpheden hali değildir. Çünkü onlar doğuştan yannılma ve gaflet hasletine, akıl ve din noksanlığına gebedirler (mahkumdurlar). Bu ise şüphe doğurmaktadır".[195]
Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu sahibi merhum Ömer Nasuhi Bilmen hoca, kadının şahitliği ile ilgili olarak şöyle yazmaktadır:
"Nisab-ı şahadet hadiselere göre değişir. Şöyle ki; Hukuk-ı ilahiyyeden oian hadd-i zina hususunda nisab-ı şahadet, dört erkektir. Sair hudud ve kısas hakkında ise iki erkektir. Bunlarda kadınların şahadetleri kabul olunmaz.
Hukuk-ı ibada ait hususlarda şahadetin nisabı iki erkek veya bir erkek ile iki kadındır. Bunlarda yalnız kadınların şahadetleri makbul değildir. Ancak erkeklerin ittılaı mümkün olmayan yerlerde mala ait olmak üzere yalnız kadınların şahadetleri kabul olunabilir. Mesela:
“Kadın hamamlarında bir kati hadisesi vuku bulsa buna dair diyet hususunda kadınların şahadetleri kabul olunur".[196]
Açıkça görülmektedir ki, İslâm alimleri aklı ve dini eksik olduğu, gaflet ve yanılgı içinde bulunduğu gerekçesiyle onu erkeğin dûnunda görmeleri bir yana ceza konularında şahitliğini bile kabul etmemektedirler. Aslında bu uygulama Kur'ân'a aykırıdır. Zira, daha önce de gördüğümüz gibi, Yüce Allah Nur: 24/ sûresinin 6. ve 9. âyetlerinde, kocanın karısına zina isnadı durumunda, kadının şahitliğini erkeğe denk saymakta ve kadının 4 defa şahitlik etmesi durumunda kadından zina için öngörülen cezayı kaldırmaktadır.
"Allah adına, kocasının yalancılardan olduğuna dair dört defa şahitlikte bulunması ondan cezayı kaldırır" âyet-i celilesi bu hususu şüpheye mahal vermeyecek bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kadını böylesine toplum hayatından soyutlayan bir hukukun asrın ihtiyaçlarına cevap verdiği hiç söylenebilir mi? Kur'ân-ı Kerîm kadın ve erkek eşitliğini öngördüğü halde, kadının erkeğin dûnunda görülmesini ve hatta toplumu ilgilendiren son derece önemli konularda şahitliğinin bile kabul edilmemesinin sebebi nedir? Kanaatimize göre, bunun yegane sebebi değerli meslekdaşım Bekir Demirkol'un da çeşitli vesilelerle haklı olarak dile getirdiği veçhile, 14 asırlık Kur'ân yorumunun bir erkek yorumu olmasıdır. Erkekler, şimdiye kadar, bu konuda kadınlara pek imkân tanımamışlardır. Oysa ki, Kur'ân-ı Kerîm, biraz önce de gördüğümüz gibi, iki çiftin dayanışma içinde bulunmaları, birlikte iyiliği emredip kötülükten alıkoymaları gerektiğini açıkça belirtmektedir.
Yine erkeğin kadına üstün olduğuna delil olarak Bakara sûresinin 2/228, âyetiyle, Nisa sûresinin 4/34. âyet-i kerimesini ileri sürmektedirler.
Boşanmış kadınlarla ilgili Bakara sûresinin 2/228. âyetinin sonunda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kocalarının nasıl onlar üzerinde belli hakları varsa, aynı şekilde onların da kocaları üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır. Allah Aziz'dir, Hakim'dir.”
"Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır" ibaresindeki dereceden maksat erkeğin üstünlüğü değildir. Yüce Allah "derece" kelimesini Nisa sûresinin 4/34. âyet-i kerimesinde geçen ve "yöneticiler anlamına gelen "kavvamun" kelimesi ile açıklamıştır. Yüce Allah söz konusu âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır.
"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınların yöneticisidirler..."
Âyete geçen "Kavvâmun" kelimesi birçok kimsenin görmek istediği gibi, bir üstünlük ifade etmez. Bu kelime "bir kimsenin işini görme, yönetme" anlamlarına gelir. İşte erkekler, genelde fiziki bakımdan kadınlardan daha güçlü oldukları ve kadınların geçimlerini üstlendikleri için, aile reisi olma sıfatını kazanmışlardır. Bu durum Türk Medeni Kanunu için olduğu gibi birçok medeni Batı kanunları için de geçerlidir. Yalnız unutmamak gerekir ki, bu reislik görevi sadece karı-koca ilişkileri için söz konusudur. Evin dışında kadın tamamen hürdür. Âyetin devamı bu hususu teyit etmektedir. Yine unutmamak gerekir ki, Kur'ân bu reislik görevini iki şarta bağlamaktadır. Bu iki şart ortadan kalktığında reislik görevinin de ortadan kalktığından kuşku etmemek gerekir. Zira hüküm illete bağlıdır. İllet kalkınca hükmün de kendiliğinden ortadan kalkacağı açıktır. Tıpkı su bulunmayınca teyemmüme başvurulması, su bulununca teyemmümün geçerliliğini yitirmesi gibi; Eğer toplumsal şartların gelişmesi sonucu, erkek, âyette söz konusu edilen şartları yerine getiremezse, yöneticilik görevine hak taleb edemez. Yalnız şu hususu da hemen belirtelim ki, yöneten ister erkek isterse kadın olsun, bu birinin diğerinden üstün olduğu anlamına gelmez. Bu durum, üstünlük probleminden çok toplumsal olgu sorunudur. Zira toplumsal şartlar, insanları zorunlu olarak belli şekillerde hareket etmeye zorlar.
Nihayet kadının erkeğin dûnunda olduğuna bir başka delil olarak da Nisa sûresinin 4/11. âyet-i kerimesi ileri sürülmektedir:
"Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder..."
Herşeyden önce şu hususu belirlemekte yarar vardır: Kız çocuğuna yarım hisse verilmesinin sebebi, üstünlük meselesi olmayıp bir denge, sosyal adalet meselesidir. İslâm hukukuna göre, ailenin geçiminden, ana-babaya bakılmasından, kadına verilecek mihirden sadece erkek sorumludur. Yine İslâm hukukuna göre, kadının mal varlığı erkeğin mal varlığından ayrıdır. Ve dolayısıyla kazandıkları kendisine aittir. Bütün bunlara karşılık, kadının hiç kimseye karşı malî bir yükümlülüğü sözkonusu değildir. Bu itibarla, kadına tam hisse verilecek olsa, erkeğe zulmedilmiş olur. İşte sosyal adaleti sağlamak içindir ki, kız çocuğuna yarı hisse verilmiştir.
Şiddetli eleştirilere konu olması bakımından burada çok evlilik konusu üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Yaygın kanaatin aksine, Kur'ân-ı Kerîm çok evliliği açıkça reddetmekte ve ona ancak istisnai durumlarda ki -o da kadının muvafakati alınmak şartıyla- cevaz vermektedir. Bunu anlamak için Nisa sûresinin 4/128. ve 129. âyet-i kerimeleriyle 3. âyet-i kerimesini dikkatle okumak yeterlidir:
"Eğer kadın, kocasının, serkeşliğinden ya da kendisini ihmal etmesinden korkarsa, aralarında anlaşmaya varmalarında her ikisine de günah yoktur. Anlaşma daha hayırlıdır. Nefisler zaten kıskançtırlar. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Ne kadar isterseniz isteyin yine de kadınlar arasında adaleti sağlayamazsınız. O halde sadece birine tamamen yönelip de ötekini muallakta (kocasız) gibi bırakmayın, işleri düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
"... o kadınlar arasında adaleti gerçekleştiremeyeceğinizden korkarsanız, bir tane alın; yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Bu adaletden ayrılıp zulmetmemeniz İçin en doğru yoldur."
Yüce Allah, 129. âyet-i kerimede erkeklerin isteseler de yine de hiçbir şekilde kadınlar arasında adaleti sağlayamayacaklarını kesin olarak ifade etmektedir. Şu halde, aksini iddia etmek ilahî iradeye karşı çıkmaktan başka birşey değildir. Adaletin gerçekleştirilemeyeceği kesinlik kazanınca, Kur'ân'ın ifadesiyle, zulmetmemek için uyulacak en doğru yol, tek bir kadınla yetinmektir. Diğer taraftan yine Kur'ân-ı Kerîm'in de ifade ettiği gibi kadınlar fıtraten kıskançtırlar ve hiçbir şekilde erkeklerini başkalarıyla paylaşmak istemezler. Ancak bazen kadının vazifelerini yerine getiremediği ya da daha başka istisnai durumlar sözkonusu olabilir. Bu gibi durumlarda, erkek âyette ifade edildiği üzere eşiyle anlaşması, onun rızasını alması şartıyla ikinci bir eş alabilir. Ancak dediğimiz gibi, bunlar istisna durumlardır.
Şimdiye kadar anlattıklarımızdan açıkça anlışılacağı üzere Kur'ân-ı Kerîm kadın-erkek eşitliğini şiddetle savunmaktadır. Şu halde, kadını erkeğin dununda gören ve onu aşağılayan Buhâri hadisinin Kur'ân'a ters düştüğünü ve dolayısıyle böyle bir sözü Hz. Muhammed (a.s.)'ın söylemesinin mümkün olamayacağını kabul etmek zorundayız. Bu ve benzeri görüşler, İslâm'a sonradan sokulmuştur. Aslında biraz sağduyu bu tür haberlerin uydurma olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.
Araştırmamıza son vermeden önce, burada kadının toplumdan soyutlanmasının sebepleri üzerinde durmak son derece yararlı olacaktır. Kanaatimize göre, kadının toplumdan soyutlanmasiın Ön önemli sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımlarıyla ilgili özel âyetlerin, hem de sadece onlarla ilgili olduğu açıkça belirtildiği halde, bütün kadınlara teşmil edilmiş olmasıdır. Yüce Allah bu gerçeği Ahzab sûresinin 33/32. âyet-i kerimesinde şöyle ifade etmektedir:
"Ey Peygamber'in hanımları, sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. "
Bu yüzden, Kur'an-ı Kerim'in onların durumlarım farklı değerlendirdiğini görüyoruz.
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a çok kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca Biz, onun için üstün bir rızık hazırladık. "[197]
Yüce Allah'ın onlar hakkında farklı uygulama öngörmesinin sebebi, davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir "ifk" hadisesinin yol açtığı fitne, Medine'de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.[198]
Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifade ettikleri, bazılarının ise, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri görülmektedir.[199] İşte yüce Allah ümmet içinde fitneye yolaçacak bu gibi sözlere ve düşüncelere son vermek amacıyla, Hz. Peygamber'in vefatından sonra hanımlanyla evlenilmesi-nin yasak olduğunu açıkça ifade etmiştir:
"... Sizin Allah ve Resulü'ne eziyet etmeniz ve kendisinden sonra onun eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir (günahtır). Bir şeyi açığa varsanız da gizleseniz de (farketmez); çünkü Allah her şeyi çok iyi bilendir".[200]
Hz. peygamber'in hanımları, bundan böyle müminlerin anneleri olacaktır:
"Peygamber mü'minlere canlarından daha ileridir. Eşleri de onların anneleridir".[201]
Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, vakitlerini ibadetle geçirmeleridir. Yüce Allah bu hususa dikkatlerimizi şöyle çekmektedir:
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer takva sahibi olmak istiyorsanız, yabancı erkeklerle konuşurken hoş bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse temaha düşer. Daima doğru ve ciddi konuşun."[202]
"Evlerinizde oturun. Önceki Cahiliye Devri kadınlarının açılıp saçılması gibi, açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin. Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz yapmak ister.”
“Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah, "Latiftir, Habir'dir her şeyin inceliğini ve gizli tarafını bilir, her şeyden haberdardır."
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımlarından istenen bu davranışların bir fedakârlık olduğu açıktır. Zira, yüce Allah; onları dünya hayatının güzelliklerini tercih etme hususunda serbest bırakmıştır. Ancak, onlar, Allah'ı, resulünü ve âhiret hayatını yeğlemişlerdir:
"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım. Eğer siz, Allah'ı ve âhiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır".[203]
İşte onlar, bu fedakarlıkları karşılığında, bu dünyada bütün müminlerin anneleri olma şerefine nail olmuşlar ve böylece kötü gözlerden ve düşüncelerden uzak bir şekilde herkesin hürmetini kazanmışlardır.
Burada, yine doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanmmlarıyla ilgili olan Hicâb ayeti üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Zira, bu ayete dayanılarak haremlik selamlık müessesesi oluşturulmuş ve bu müessese tüm ümmete şamil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur'ân'ın ortaya koyduğu bir müessese değildir. Zira yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil, aksine adâb-ı muaşaret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki,
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, iyiliği emrederler; kötülükten alıkorlar."[204]
Dostlar demek birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kur'ân-ı Kerim bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur'ân-ı Kerim'in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Ka-dın-erkek işbirliği söz konusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak cahil kalması sonucunu da doğurmuştur. Cahil kalan bir annenin çocuğunun yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Haremlik ve selamlığa delil olarak getirilen ayetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır:
"Peygamber'in hanımlarından bir şey istiyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Böyle davranmak gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temiz bir yoldur".[205]
Böyle bir yola başvurulmasının gerekleri üzerinde biraz önce durmuştuk. Ancak doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'ân bu iki cinsin bir arada bulunmasını, iyiliği emredip kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerim, hem mü'min erkeklere hem de mü'min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini ima etmek için, başlarını eğmelerini emretmektedir.[206] Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir.
İşte, kadının toplumdan soyutlanması, cahil bırakılmasını, cahil bırakılması ise, toplumun geri kalması sonucunu doğurmuştur. Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır:
"Mü'min erkekler ile mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır, iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar." Gerçek bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır. On dört asırlık erkek uygulaması bu hedefe ulaşmada yetersiz kalındığını açıkça gözler önüne sermektedir.[207]
Kur'ân-ı Kerîm, kadın ile erkek arasında hiçbir ayrım yapmamakta, her ikisine de aynı hak ve yükümlülükleri tevdi etmektedir. Ancak, kadın aleyhtarı yabancı kültürlerin İslâm'a girmesi sonucu, kadın asırlar boyu aşağılanmış ve toplumdan adeta soyutlanmıştır. Ve hâlâ soyutlanmaya devam edilmektedir. İşte kadının toplumdan soyutlanması ve cahil bırakılması sonucudur ki, insanlığın en azından yarısı âtıl, işe yaramaz hale getirilmiştir. Oysa ki, erkeklerle aynı hak ve sorumluluklara sahip olan kadın, tıpkı erkek gibi devlet başkanlığı da dahil olmak üzere onun yapabileceği bütün işleri ve görevleri yapabilir. Aksi görüşte olanlara önerim, Belkıs kıssasını dikkatle okumalarıdır.
Şurasını hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, mutlu bir gelecek, kadın ve erkeğin el ele vererek insicamlı bir şekilde çalışmalarına bağlıdır. Şu halde yapılacak en ciddi işlerden birisi de toplumun ihmal edilmiş olan bu kesimini yeniden topluma kazandırmak olmalıdır. Bu da ancak planlı bir eğitim politikası ile gerçekleşebilir.
Kur'ân-ı Kerîm, her ne kadar insanlar arasında kadın ya da erkek olmaları bakımından hiçbir ayırım yapmıyor ve dolayisıyle her ikisine de aynı hak ve yükümlülükleri tanıyorsa da toplum içinde icra ettikleri fonksiyonları bakımından kadın ve erkek el ele vererek hep birlikte gezegenimizde O'nun iradesini hakim kılmamıza bağlıdır. Bu gerçeğin bir an bile hatırdan çıkarılmaması gerekir.[208]
İslâm'ın son yıllarda hızlanan yükselişi, -pek çok ülkede olduğu gibi- ülkemizde de onu kamuoyunun ilgi odaklarından biri haline getirmiştir. Önümüzdeki yıllarda bu olgunun daha da güçlenerek devam edeceğini kestirmek o kadar zor almasa gerekir.
İslâm'ın kamuoyunun ilgi odağı haline gelmesinin tabii bir sonucu olarak, birtakım konuların tartışma zeminine getirilmesi beklenmeyen birşey değildir. İslâm'ın önyargısız tartışılmasının herşeyden önce müslümanları harekete geçirerek onlara yarar sağlayacağı açıktır. Ancak çirkin olan, gerek Batı'da gerek bizde birtakım konuların güdümlü olarak ve önyargılı bir şekilde kamuoyunda tartışılıyor olması ve İslâm'ın güçlenişinin bu yolla engellenmeye çalışılmak istenmesidir. Özellikle Batı'nın etki alanında bulunan ülkemizde İslâm, planlı ve sistemli bir şekilde, birtakım kiralık kalemlerin önyargılı ve güdümlü tenkitlerine, daha doğrusu saldırılarına hedef kılınmıştır.
Yapılan bazı tenkitlerde görülen seviye düşüklüğü, tahkir ve önyargı, hatta saldırganlık umurları tfihiî olarak İslâmî kesimle, onları eleştirenler arasında ciddi Dir gerinme yoı acundur, jöu gerilimin etkisiyle, yapılan tenkitlerin şiddetine parelel bir savunma ya da reddin müslümanlardan da gelmesi beklenirdi. Ancak durum böyle olmamış, İslâmî kesimin İslâm'a yöneltilen tenkitlere verdikleri cevaplar genelde daha seviyeli olmuştur.
İşte İslâm'ın, böyle bir ortamda tartışılmakta olan konularından birisi de "kadın"dır. İslâm'da kadın konusunun hararetle tartışıldığı günümüzde, birbirinin tam aksi iki eğilimin varlığı ilk bakışta hemen göze çarpmaktadır. Bu eğilimlerden ilki, "İslâm’ın-Şeriat'in, Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in (a.s.) kadına değer vermediği, onu aşağıladığı, hatta köle gibi gördüğü iddiasını esas alarak, bunu ispatlamaya çalışanlarca temsil edilmektedir. Diğer eğilimi ise bu iddiaların yanlışlığını savunan İslâmî kesim temsil etmektedir. Ancak dikkatleri çeken bir husus, her iki eğilim sahiplerinin de, İslâm'da kadın konusundaki görüşlerini Kur'ân ve Sünnet'e dayandırmaya itina göstermeleridir. Hatta zaman zaman aynı âyet veya hadislere dayanarak, bir taraf İslâm'ın kadının haklarını elinden aldığını, erkeği kadından üstün tuttuğunu, kadına değer vermediğini öne sürerken; öteki tarafta, İslâm'ın kadına en yüksek değeri verdiğini, en geniş hak ve hürriyetleri ona tanıdığını, kadını erkekle bir tuttuğunu savunmaktadır.
Kanaatimizce bu durumun ortaya çıkmasının asıl sebebi; olumsuz ve önyargılı tavır takınanların, bu konuda İslâm'ı mahkum etmeye daha baştan karar vermiş olmaları ve bu sebeple de tarafsızlığı bir kenara itmiş olmalarıdır. Öte yandan îslâmî kesim, ise, her ne pahasına olursa olsun yapılan tenkitlere cevap verme telaşına düştüklerinden, yani savunmacı bir tavır takındıklarından, bu tenkitlerden en azından bazılarının haklı olabileceğini bile düşünmemektedirler. Bu bakımdan, ne peşin fikirli bazen de garazkâr ve saldırgan bir yaklaşımla; ne de buna tepki olarak ortaya çıkan ve zaman zaman yanlışları dahi doğru gösterme hatasına düşen "savunmacı" bir yaklaşımla bu meseleyi çözmek mümkün görünmemektedir. Bizce yegane çözüm yolu, olumsuzların kafalarına koydukları peşin fikirlerini ve düşmanca tavırlarını terketme-leri; İslâm'a gönül vermiş olanların da, yapılan tenkitleri yine peşinen her ne pahasına olursa olsun reddetme cihetine gitmemeleri ve bunları ciddi olarak ele almalarıdır.
Biz bu yazımızda bir yandan, kadın konusunda İslâm'ın tutumunu eleştirenlerin peşin fikirlerinden sıyrılıp, konuya tarafsız, dürüst ve âdil bir şekilde yaklaşmalarını önerirken; öte yandan da bize düşeni yapmaya; savunmacı bir tavır takınmaktan vazgeçip, hak ve hakikat ne ise onu ortaya koymaya çalışacağız.
Kur'ân'ın kadına bakış açısını ele almadan önce, bu konudaki yanlış anlamaların sebepleri üzerinde durmakta yarar vardır. Zira, bu yanlış anlamalara yol açan, özellikle metot ve yaklaşım konusundaki eksiklik ve hatalar düzeltilmedikçe, daha açık bir ifade ile kadın konusunu ele alırken izlenecek metot ve yaklaşım konusunda anlaşmadıkça, sağlıklı bir sonuca varmak mümkün olmayacaktır.
Kur'ân'ın kadına bakış açısını eleştirenlerin sübjektiflik bir yana, genelde metot açısından içine düştükleri hataları ve eksiklikleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Ayetleri kuşatan tarihî ve toplumsal şartları gözönünde bulundurmamak.
2. Kur'ân âyetlerinin indiriliş sebeblerini (esbab-ı nüzulü) dikkate almamak.
3. Kur'ân'daki bazı ifadeleri siyak-sibak'ından çıkarmak ve metin içerisinden soyutlayarak ele almak.
4. Bir takım âyetleri tek tek kullanmak, Kur'ân'daki kadınlarla ilgili ifadeleri bir bütünlük içerisinde ele almamak (parçacı yaklaşım).
5. Ayetleri daima zahirî, dış anlamıyla anlamak; mecaz, kinaye, tesbih, teşvik ve sakındırma gibi uslub özelliklerini dikkate almamak.
Yukarıda saydığımız bu hatâlar, aslında sadece kadın konusunda değil, diğer İslâmî konularda da yapılan hataların temel sebeplerini oluşturmaktadır. Binaenaleyh diğer İslâmî konularda olduğu gibi kadın konusunda da doğruyu ortaya koyabilmek için, bu hatalardan kaçınmak büyük ölçüde yeterli olacaktır. Biz de bu hususu gözönünde bulundurarak, kur'ân'a göre Kadın konusunu ele alırken yukarıda tenkit edilen hatalara düşmemeye özellikle dikkat edeceğiz.
Kadınlarla ilgili olarak Kur'ân'a yöneltilen başlıca tenkitleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
1. Erkeklerin kadınlar üzerinde hâkim olması.
2. İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olması.
3. Mirasta erkeğe kadının iki misli hisse verilmesi.
4. Boşama hakkının erkeğe verilmesi.[209]
İslâm'ın kadın-erkek eşitliğini kabul etmediği, bilakis erkeği kadından üstün gördüğü şeklindeki eleştiri Kur'ân'ı Kerîm şu âyetine dayandırılmaktadır:
"Allah'ın, (insanların) bir kısmını diğerlerinden üstün kılması ve erkeklerin ailenin geçimini sağlaması sebebiyle erkekler kadınların yoneticisidirler."[210]
Bu âyete tenkit yönetilmesi, "yönetici" olarak çevrilen kavvâm kelimesinden kaynaklanmaktadır. Meallerde (Atay, Karakaya, Kabakçı, Süslü, Aytekin, Seyithanoğlu) genellikle "hâkimdirler" şeklinde çevrilen bu kelime tahlil edildiğinde, kelimenin anlamının meallerde verilenlerden farklı olduğu görülmektedir.
Meselâ el-Kurtubî (ö. 671/1272) bir yerde kavvam kelimesini açıklarken "yani erkekler kadınların geçimlerini temin ederler, onların güvenliklerini sağlar, onları korurlar"[211] demekte, başka bir yerde ise "kavvam birşeyi üstlenmek onu dikkatlice gözetip korumak anlamına gelir"[212] demektedir.[213] Yine Arab dilcisi İbn Manzûr da (ö. 711/1311) kavvam kelimesinin masdan olan el-kıyam kelimesinin, "muhafaza, koruyup gözetme, düzeltme" anlamına geldiğini ve konumuz olan [214]âyetinde de bu anlamda kullanıldığını ifade etmektedir.[215] Nitekim İngilizce Kur'ân'ı Kerîm meallerinde de el-Kurtubî'nin bu açklamalanna uygun olarak kavvam kelimesi "protectors = koruyucular" (A. Yusuf Ali) veya "men are in charge ofwomen=erkekler kadınlardan sorumludurlar, onlara nezaret ederler." (Marmaduke Pickthal) şeklinde çevrilmiştir.
Dolayısıyla bu âyette geçen kavvam kelimesini "hâkim" şeklinde çevirmek oldukça tartışmalıdır. Kelimenin "koruyucu, gözetici, nezaret edici, sorumlu" şeklinde çevrilmesi ise hem Arap diline, hem de Kur'ân'ın ruhuna daha uygundur. Böyle olunca, bu âyetten erkeğin; kadından üstün olduğu sonucunu çıkarmak doğru olamaz. Gerçi nezaret etmek, sorumlu olmak, gözetmek şeklindeki yorumların altında da bir tür üstünlük anlamı gizlidir. Ancak buradaki üstünlük ontolojik anlamda bir üstünlük olmayıp, ortada erkek ve kadının karşılıklı konumlarıyla ilgili olarak erkeğe tanınan bir insiyatif söz konusudur.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in bir başka âyetinde bu üstünlüğün mutlak ve ontolojik bir üstünlük olmadığı, aksine burada bir "derece farkı"nın bulunduğu şöyle ifade edilmiştir:
"Erkekler kadınlar üzerinde bir derece (avantaja) sahiptirler."[216]
Jut men have a degree (ofadvantage) över them. (A. Yusuf Ali)
Erkeğin kadına karşı "bir derece" avantajlı bir konuma sahip olması, uygulamada onun aile reisi olmasıyla gerçekleşmektedir ki, Türk Medenî Kanunu da dâhil, çoğu ülkenin medenî kanunlarında da durum budur. Nasıl ki bu medenî kanunların ailenin reisliğini erkeğe vermesi, erkeğin kadın üzerinde mutlak hâkim, zorba veya despot olabileceği anlamına gelmiyorsa, Kur'ân'a göre de erkeğin kadınlara karşı sorumlu, onları gözetici olması veya ailenin reisi olması, kadına istediği gibi muamele edebileceği, onu haklarından mahrum bırakabileceği, ona köle gibi davranabileceği anlamına gelmez.
Aslında erkeğin kadın karşısındaki avantajı -diğer bir deyimle aile reisi oluşu- sadece karı-koca ilişkileri için sözkonusudur. Aile içi ilişkiler dışında kadın bağımsızca hareket etme hakkına sahiptir. Öte yandan [217]âyetinden, erkeğin bu avantajlı konumunun, onun fizikî bakımdan daha güçlü, daha dayanıklı olmasından ve ayrıca aile reisi olarak aile fertlerinin geçim sorumluluğunu yüklenmiş olmasından kaynaklandığını da anlamaktayız.
Kaldı ki, erkeğin ailenin reisi olması sıfatıyla kadınlar karşısında sahip olduğu "derece farkı"da, mutlak olmayıp birtakım şartlara bağlıdır. Bu konuda Prof. Dr. Salih Akdemir şöyle demektedir:
"Yine unutmamak gerekir ki Kur'ân bu reislik görevini iki şarta bağlamaktadır. Bu iki şart ortadan kalktığında reislik görevinin de ortadan kalktığından kuşku etmemek gerekir. Zira hüküm illete bağlıdır. İllet kalkınca hükmün de kendiliğinden ortadan kalkacağı açıktır. Tıpkı su bulunmayınca teyemmüme başvurulması, su bulununca teyemmümün geçerliliğini yitirmesi gibi; Eğer toplumsal şartların gelişmesi sonucu, erkek, âyette sözkonusu edilen şartları yerine getiremezse, yöneticilik görevine hak talep edemez. Yalnız şu hususu da hemen belirtelim ki, yöneten ister erkek isterse kadın olsun, bu birinin diğerinden üstün olduğu anlamına gelmez. Bu durum, üstünlük probleminden çok toplumsal olgu sorunudur."[218]
O halde Kur'ân'a göre erkeklerin kadına tahükkümü sözkonusu değildir. Sözkonusu oîan ailede kimin "aile reisi" olacağı hususudur ki, gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere pek çok toplumda olduğu gibi, Kur'ân, erkeği aile reisi olarak belirlemiştir.
Bu durum karşısında Kur'ân'ın kadına ikinci sınıf bir yaratık olarak baktığı, onu erkeğin dilediği gibi tahakküm edebileceği zavallı bir mahkum olarak gördüğü şeklindeki bir iddianın hiçbir değerinin olmadığı açıktır. Aslında erkeklerin kadınlara karşı "aile reisi" konumunda bulunması, tarih boyunca süregelen ve günümüzde de geçerliliğini koruyan bu olguyu eleştirmeyipte, bu olguyu kabul ettiği için Kur'ân'ı eleştiren bir zihniyetin ilmîlik ve tarafsızlığından ve tabiatıyla insafından nasıl söz edilebilir? Devrimiz İslâm âlimlerinden Akkâd'ın da ifade ettiği gibi, Kur'ân'ın bu hükmüne karşı çıkan, onu eleştirenler, aslında mazi, hal ve geleceğin sosyal realitelerini inkâr etmiş olmaktadırlar. Çünkü kadın ve erkeğin bu dünyadaki yeri, beşerî kanunlar ve medeniyetler doğmazdan önce, ilk insan ve peygamber Hz. Âdem'den bu yana gayet açıktır. Büyük medeniyetler doğmadan öncelde, sonra da, Kur'ân'ın kadın-erkek ilişkilerine dair koymuş olduğuJıükmün gerçekliği, geçerliliğini koruyarak günümüze kadar gelmiştir. Nice medeniyetler doğmuş, niceleri yeryüzünden silinmiş, fakat gerçekler asla değişmemiştir.[219]
Meseleyi bir de "eşitlik" kavramının ne anlama geldiğine bakarak ele alalım. Acaba yeryüzünde mutlak bir eşitlik sözkonusu mudur? Yöneten-yönetilen; zengin-fakir, işveren-işçi, âmir-memur, âlim-câhil kategorileri ne zaman yeryüzünden kaldırılabilmiştir ki? O halde, eşitlik düşüncesiyle herkesin yöneten, zengin, âmir, işveren, âlim olmasını sağlamak nasıl akıl dışı ise, ailede hem kadının, hem de erkeğin aynı anda "aile reisi" olmasını istemek de o nispette akıl dışıdır. Bu herkesin cumhurbaşkanı, bakan, müdür veya işveren olmasını istemekten farksızdır. Herkesin "reis, yöneten" olması nasıl imkansız ise ve mutlaka bazılarının yöneten, bazılarının da yönetilen olması bir zorunluluk ise, bir ailede bir "yöneten"in olması da öylece zorunluluktur.
Şayet tarih boyunca erkek değil de, kadın aile reisi olmuş olsaydı, bu defa da muhtemelen erkeğin kadına eşit olması gerektiği iddia edilecekti. Temeli kadın ile erkek tarafından atılan ailede, reislik görevinin kime ait olacağı konusunda, kadının ya da erkeğin reis olmasından başka üçüncü bir yol olmadığına ve mutlaka bu ikisinden birisinin aile reisi olması zorunlu olduğuna göre, erkeğin aile reisi olmasında yadırganacak bir yanın olmaması gerekir.
Kaldı ki, erkeğin aile reisi olması kadına tahakküm anlamına da gelmemektedir. Üstelik İslâm nazarında kadın ile erkeğin ilişkileri sadece bundan ibaret de değildir. Karı-koca ilişkileri dışında, kadın ile erkeğe, birbirini tamamlayan, birbirine destek veren, iki inanan, iki "insan" olarak bakılmakta olduğunu gösteren pekçok âyet nasü olur da görmezlikten gelinebilir?
Meselâ:
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar, birbirlerini (kollayıp korunan) dostlardır; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılar, zekatı verirler; Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bu gibileri bağışlayacaktır; Allah aziz ve hakimdir."[220]
"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar; mü'min erkeklerle mü'min kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru ve dürüsüt erkeklerle doğru ve dürüst kadınlar, sabır sahibi erkeklerle sabır sahibi kadınlar, (Allah'a) gönülden boyun eğen erkekler ve gönülden boyun eğen kadınlar, (Allah yolunda) maddi harcamada bulanan erkekler ve (Allah yolunda) maddî harcamada bulunan kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkekler ve iffet ve namuslarını koruyan kadınlar, Allah'ı çokça anan erkekler ve Allah'ı çokça anan kadınlar, işte Allah onlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."[221]
"(Ey Muhammed) bil ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendi günahının hem de mü'min erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile"[222]
"Rableri onların dualarım kabul edip şu cevabı verdi: Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbirinin yaptığı iyiliği zayi etmem "[223]
Hatta birtakım âyetler dikkatle incelenecek olursa, bağımsız birer şahsiyet olduklarının bilincinde oldukları ve bu sebeple yeri geldikçe erkeklerle eşit haklara sahip oldukları açıkça görülür. Mesela el-Mumtehine sûresinde Hz. Peygamber'in inanan kadınlardan da biat almaları kendisine emredilmiştir:
"Ey Peygamber! Muinin kadınlar sana gelip, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına ait olduğunu Heri sürmemek, iyi ve doğru olan hususlarda sana karşı gelmemek üzere sana biat etmek isterlerse, onların biatlarını kabul et. Allah'tan onların bağışlanmalarını iste. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır."[224]
Bazı rivayetlere göre bu âyet, bazı inanan kadınların erkekler gibi bağımsız olarak kendilerinden de biat alınması talebinde bulunmaları üzerine inmiştir.[225] Bu İse kadınların kendilerinin şahsiyetlerinin bilincinde olduklarına ve biat konusunda erkeklerle aynı haklara sahip olmak istediklerine delalet eder. Yine genç ve güzel iken kendisini beğenip evlenen, ama yaşlandığı yıllarda güzelliği gittiği için 'zıhar" yapan kocasını şikayet eden ve bu konuda Hz. Peygamber ile tartışabilen bir hanım sahabinin kendisiyle ilgili olarak âyet nazil olmasına ve bir sûreye el-Mucadele (tartışan kadın) adının verilmesine sebep olması da, son derece anlamlıdır. Ayetin inmesine yol açan olayla ilgili farklı anlatımların muhtevası aşağı yukarı aynı[226] olup, bu rivayetlerin birinde şöyle denmektedir:
"Havle binti Huveylid el-Hazreciyye yukarıda anlıtılan sebepten dolayı kocasının -hanımını kendisine haram kılmak için- "Senin sırtın benim için artık annemin sırtı gibidir" diyerek zıhar yaptığını Rasûlullaha şikayet eder. Şikayet üzerine Hz. Peygamber
"Bu konuda bana herhangi birşey vahyedilmedi" der. Havle bu cevaba
"Ey Allah'ın Rasûlü! Sana her konuda vahiy geldi de, sıra benim durumuna gelince vahiy sükût mu etti?" diyerek karşılık verir. Hz. Peygamber
"Dediğim gibi bu konuda bana herhangi bir vahiy gelmedi!" deyince Havle de,
"Ben de şikayetimi Allah'ın elçisine değil, Allah'a arzederim." der ve bunun üzerine şu âyet nazil olur:
"Allah, kocası hususunda seninle tartışan ve durumunu Allah'a şikayet eden kadının sözünü işitmiş-tir. Zaten Allah sizin ikinizin arasında geçen konuşmalarınızı işitiyordu. O herşeyi işiten ve herşeyi görendir." el-Mucâdele: I[227]
Bunu takiben, Havle'nin durumuyla ilgili hukukî düzenlemeyi içeren dört âyet daha nazil olur. Bütün bu âyetler dikkatle tahlil edilecek olursa, konumuz açısından son derece önemli olan şu sonuçlarla karşılaşırız:
a) Kıyamete kadar bütün insanlara yol göstermesi ve karşılaşacakları meselelerin çözümünde onlara yardımcı olması için gönderilen son ilahî mesajın, nüfusu on bini bulmayan 10 Medine toplumunda, özel bir statüsü bulunmayan herhangi bir müslüman hanımın şahsî problemini ciddiye alması, bu probleme ve çözümüne evrensel vahiy içerisinde yer vermesi, Allah'ın kadına verdiği değerin en açık delillerinden birisidir. Buna rağmen hâlâ İslâm'ın kadına değer vermediğini ileri sürmenin, insaf ölçülerine sığmayacağı açıktır.
b) Hz. Peygamber ile tartışan kadının ileri bir yaşta oluşuna bakılacak olursa, onun müslüman olmadan önce de şahsiyetinin bilincinde, kendine güvenen, hakkını arayabilen, kendisini erkekten küçük görmeyen bir karakterde olduğu ve bu özelliklerini müslüman olduktan sonra da aynen muhafaza ve idame ettirdiği; ilahî vahyin ve tebliğcisi Allah elçisinin de onun bu özelliklerini eleştiri konusu yapmadığı, bilakis uygun gördüğü söylenebilir. Buradan hareketle İslâm'ın kadını mahkum etmek şöyle dursun, onu bağımsız bir şahsiyet sahibi olmaya, hak ve hukukunu korumak için -Allah elçisi ile tartışma pahasına- elinden gelen bütün gayreti göstermeye teşvik ettiği sonucuna varılabilir ki, bu "İslâm'da kadın erkek karşısında mahkûmdur, kadının kocasına karşı söz hakkı yoktur v.s." şeklinde delil getirilen ve İslâm'a haksız olarak yamanmaya çalışılan bakış açısının, Kur'ân'a ne kadar aykırı olduğunu ve bu tür anlayışın îslâm ile herhangi bir ilgisinin olmadığını gösterir.
c) Havle ile kocası, yani kadın ile erkek arasında çıkan bu anlaşmazlığın çözümünün, kadının lehine tecelli etmesi de dikkat çekicidir. Şayet iddia edildiği gibi İslâm kadını ezen, onun haklarını elinden alan, erkeği kadından üstün gören bir din olsaydı, bu konuda da erkeğin lehine bir çözüm ortaya koyması, mantıkî bir gereklilik olurdu. Halbuki durum tam aksi olmuş ve sonuçta kadının lehine bir karar verilerek, erkeğin zıhar yapmasına karşılık bir ceza olarak, bir köle azat etmesi azat etmeye mâlen güç yetiremeyenlerin ise altmış fakiri doyurması öngörülmüştür.
d) Kur'ân'ın diğer konularda olduğu gibi bu konuda da çözüm getirdiği olay, belli şahıslarla ilgili olsa da, bu olayın çözümünde esas alınmış olan ilkelerin, benzer olaylara her zaman uygulanması sözkonusudur. Bunun anlamı ise şudur ki, Kur'ân bütün müslüman kadınlara Havle'yi örnek göstermekte, onların benzeri durumlarda Havle'nin sergilediği tavrı benisemelerini adetâ teşvik etmektedir. Diğer bir deyişle Kur'ân, kadınlardan şahsiyetlerini erkeklerden bağımsız olarak geliştirmelerini, erkeği kendisinden üstün görüp onun haksızlıklarına boyun eğmemelerini, bu haksızlıkları ortadan kaldırmak için gerekli girişimlerde bulunmalarını istemektedir. Kur'ân'ın çizdiği bu kadın tipinin, ezilen, sömürülen, horlanan, aşağılanan ve erkeğin elinde mahkûm bir kadın tipi olduğunu hangi insaf sahibi kabul edebilir? Kur'ân'ın örnek gösterdiği "Havle" tipi müslüman kadını ile İslâmı ne pahasına olursa olsun karalamak isteyenlerin görmek istedikleri "müslüman kadını" arasında hiçbir ilginin olmadığını göstermeye sadece bu âyetler dahi yeterlidir.
Bu olayla ilgili olarak dikkatleri bir hususa daha çekmek isteriz:
Kur'ân'ın Havle (r.a.)'nin bu olayla ilgili davranışını onaylaması ve hatta başından geçen bu olaya evrensel mesaj içerisinde yer vermek suretiyle onun ismini ebedîleştirmesi, sahabe üzerinde son derece etkili olmuştur. O kadar ki, halifeliği zamanında Hz. Ömer bir hayvan üzerinde -etrafında başkaları da olduğu halde- giderken Havle onu durdurmuş, uzun bir süre onu alıkoyarak kendisine uyarı ve nasihatte bulunmuş ve bu arada şunları söylemiştir: "Ey Ömer bir zamanlar sana "Ömercik" denirdi, sonra sana "Ömer" denilir oldu; daha sonra da sana "Mü'minlerin emiri" dendi. Ey Ömer Allah'tan kork! Kim ölümün kesin olduğuna inanırsa, o kimse iş işten geçip pişman olmaktan korkar" kim de hesaba çekileceğine kesinlikle inanırsa azaba uğramaktan korkar. Hz. Ömer durup kadının dediklerini dinledi. Çevresindekilerden birisinin kendisine:
"Ey Mü'minlerin emiri bu ihtiyar kadın için bu kadar uzun boylu durup beklemeye değer mi?" demesi üzerine Hz. Ömer şu cevabı verdi:
"Allah'a andolsun sabahtan akşama kadar -farz namazlar hariç- beni burada durdurup tutsa bile yine dururdum. Bu yaşlı kadının kim olduğunu biliyor musunuz? O Havle binti Salebe (Huveylid)'dir; Allah onun sözlerini yedi kat gök ötesinden işitmiştir. Allah onun sözünü dinlemiş iken Ömer'in onu dinlememesi mümkün mü?"[228]
Hiç şüphe yoktur ki Kur'ân'ın Havle'nin (r.a.) meselesiyle ilgilenmesi, Havle'nin bütün müslüman kadınlara örnek olması içindir. Havle'nin şahsında kadm-erkek bütün müsiümanlara, tabiatıyla özellikle erkeklere bir ders verilmiştir ki, verilen bu dersin etkisiyle Hz. Ömer, Havle'ye karşı saygılı bir tavır takınma ihtiyacını hissetmiştir. Kur'ân'ın Havle olayında veya kadınlarla ilgili diğer hususlarda takındığı müsbet tavır sebebiyledir ki, Hz. Ömer bir başka olayda da müslüman kadınına saygı göstermekte kusur etmemiştir. Müfessirlerin zikrettiği bu olay şudur:
Birgün Hz. Ömer halka hitap ederek
"Kadınların mehirlerini niye yüksek tutuyorsunuz? Hz. Peygamber ve ashabı döneminde mihir miktarı dört dirhem veya daha aşağı idi. Mihri çoğaltmanın Allah nazarında takva veya iyilikle bir ilgisi olsaydı, onlar bunu sizden önce yaparlardı. O halde bir erkeğin herhangi bir kadının mihrini dört dirhemden fazla verdiğini duymayayım!" der. Minberden iner inmez Kureyş'ten bir kadın kendisine itiraz eder ve
"Ey mü'minlerin emiri insanların kadınların mihirlerini dört dirhemden daha fazla vermelerini yasakladın, demek!'" der. Hz. Ömer
"Evet öyle yaptım" deyince kadın:
"Sen Allah'ın ne dediğini duymadın mı?" der. Hz. Ömer
"Ne diyor?" deyince de kadın:
"Şayet hanımınızı boşar da başka bir hanımla evlenmek isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık bir günah işleyerek onu geri almak mı istiyorsunuz? Bir zamanlar birbirinizle haşır-neşir olduğunuz ve onlar da sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?" [229]âyetlerini okur. Bunun üzerine Hz. Ömer:
"Allah'ım beni bağışla, herkes dini Ömer'den daha iyi biliyor!" der ve dönüp tekrar minbere çıkarak şöyle der: "Ey insanlar; ben sizlerin kadınların mihirlerini dört dirhemden fazla artırmanızı yasaklamıştım. Ancak kim malından, istediği kadar vermek isterse versin." Başka bir rivayette ise
"Bir kadın Ömer'e itiraz etti ve onu susturdu-veya kadın doğru söyledi Ömer ise hata etti" demiştir.[230]
Gerek Havle'nin (r.a.), inmesine sebep olduğu âyetler, gerek Hz. Ömer ile ilgili yukarıda anlatılanlar şu iki hususu yeterince ortaya koymaktadır:
a) İslâm'ın ilk döneminde kadınlar kendilerini erkeklerden aşaı, onların emrinde, onların her dediğine ve yaptığına boyun eğmesi gereken insanlar olarak görmüyorlar, aksine kendilerini erkeklerle eşit haklara sahip kabul ediyorlardı. Bu hususu gerek Kur'ân, gerek Allah Resulü ve Ashabı kabul etmişler ve buna aykırı bir beyanda veya davranışta bulunmamışlardır.[231]
b) Buna uygun olarak, İslâm'ın ilk döneminde -başta Hz. Peygamber olmak üzere- erkekler de kadını kendilerinden aşağı, kendilerinin her dediğine itaat etmek zorunda olan ikinci sınıf bir insan olarak görmüyorlar, onların kendileriyle aynı haklara sahip olduklarını kabul ediyorlardı.
İşte Kur'ân'ın -yani Allah'ın (c.c.)-, Allah elçisinin ve ashabının kadına, kadının da kendisine bakış açısı bundan ibarettir. Bunun dışında İslâm'da erkeğin hâkim, kadının mahkûm, erkeğin üstün, kadının aşağı, erkeğin efendi, kadının hizmetçi -hatta köle- olduğu şeklindeki her iddia; tarafgirâne, tarihî ve ilmî gerçeklere aykırı bir laf olmaktan öteye geçemez.
Kadın-erkek üstünlüğü konusunda Kur'ân'ın öğretisine ters düşen her görüş, her davranış, her uygulama müslümanlarca benimsenmiş olsa bile İslâm dışıdır. Şurası iyi bilinmelidir ki, İslâm dışı bir görüş, davranış veya zihniyetin müslümanlarca benimsenmiş olması, onun İslâmî olduğunu hiçbir suretle göstermez. Zira müslümanlarm ortaya koyduğu herşeyin zorunlu olarak İslâm'ı temsil etmesi şöyle dursun; tam aksine onların her yaptığı ve söylediği sorgulanabilir niteliktedir ve ancak Kur'ân'a ve Allah Rasûlü'nün modeline uyduğu sürece, onların görüş ve davranışlarının İslâmî olması sözkonusu olabilir.[232]
İslâm'da iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu, dolayısıyla İslâm erkeği kadından üstün tuttuğu iddiası da, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan asılsız bir iddiadır. Bu iddiayı isbat sadedinde "iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir" Bakara: 2/282 âyetini ileri sürmek ise [233] hakikatleri örtbas etmek amacıyla ortaya atılmış bir aldatmacadan başka birşey değildir.
Aldatmacadan başka birşey olamaz çünkü herşeyden önce Bakara: 2/282 âyetinin tamamı yukarıda nakledilen cümleden ibaret değildir. Âyet kasden parçalanmış ve bektaşi mantığıyla verilmiştir. İkinci olarak âyet, her türlü şahitlik durumunda iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu intibaını uyandırabilmek için, genel bir hüküm imiş gibi iktibas edilmiştir. Halbuki, bir bütün olarak ele alındığında, âyetin genel olarak şahitliği düzenleyen umûmi bir hüküm koymadığı, âyetteki hükmün sadece vadeli borçlanmalarla ilgili olduğu açıkça görülür. Üçüncü olarak da "iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve-biri yamlınca diğerinin hatırlatması için- iki kadın yeter" âyeti bir emir değil, bir tavsiyedir.
Bütün bu hususları Sayın Prof. Dr. Salih Akdemir "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın" adlı makalesinde tatminkâr bir şekilde ele almış ve konuyla ilgili iddiaların gerçekleri yansıtmadığını delilleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır.[234]
Ayette, üzerinde durulması gerektiği halde, her nasılsa dikkatlerden kaçan önemli bir noktaya da temas etmek gerekir. Ayette iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk sayıldığı değil, iki kadın şahit bulundurulması gerektiği ifade edilmektedir.
"Eğer iki erkek bulunamazsa, razı olacağınız şahitlerden olmak şartıyla, bir erkek ile iki kadım şahit tutun ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin. "
Ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, iki kadın şahit önerilmesinin sebebi birisi yanılırsa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Ancak ayette iki kadın şahitten biri mutlaka, yanılır -veya unutur- denmemektedir, yanılırsa -veya unutursa- denmektedir. Burada şu sorunun sorulması kaçınılmazdır: Peki iki kadın şahitten birisi, şahitlik ettiği borçlanma akdiyle ilgili olarak yanılmaz veya unutmaz- ise durum ne olacaktır? Bu durumda şahitliğini tam olarak yaptığı için kadın şahitlerden birine diğerinin hatırlatmada bulunması söz konusu olamiyacağına göre, erkek şahit ile kadın şahidin şahitlikleri yeterli, aynı zamanda eşit değerle olacaktır.
Bu ise kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğine denk olabileceğini gösterir.[235]
İslâm'ın erkekleri kadınlardan üstün tuttuğu iddiasının bir başka mesnedi olarak da, mirasta kadına bir, erkeğe iki hisse verilmesi gösterilir.
Mirastan kadına bir, erkeğe ise iki hisse verilmesinin, İslâm'ın erkeği kadından üstün tuttuğu anlamına gelip gelmeyeceğini incelemeden önce, bazı hususların açıklanması gerekir.
Kadınlarla ilgili birtakım hukukî düzenlemelerin yer aldığı en-Nisâ sûresinin 7. âyetinde şöyle denmektedir:
"Ana-babanın ve akrabaların bıraktıkları (miras)ta erkeklerin payı olduğu gibi; ana-baba ve akrabaların bıraktıklarında kadının da payı vardır. Bırakılan mal az olsun çok olsun (ikisine de) belli bir pay ayrılmıştır."
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki; İslâm'dan önce Araplarda kadının sabit ve belirli bir miras hakkı yoktu ve bu konuda ona keyfi olarak muamele ediliyordu. Bu âyet, kadını korumayı ve hukukunu tesbit etmeyi amaçlayan diğer âyetlerin hedeflerine uygun olarak, bir ilke olarak kadının miras konusundaki hak ve hukukunu belirlemeye yöneliktir.[236]
Gerek yukarıda zikredilen âyet, gerekse kadının mirasla ilgili hukukunu-düzenleyen diğer âyetlerden şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
Kur'ân'ın kadını değersiz sayması sözkonusu değildir. Bilakis konuyla ilgili âyetlerin getirdiği düzenlemeler, onun kadınların hukukî şahsiyetlerini tanıdığını, onların hak ve hukukunu belirlemeye özel bir itina gösterdiğini; haklarının zayi edilmemesi için gerekli hukukî tedbirleri aldığını ortaya koymaktadır. Nitekim kadının da erkek gibi mirasta hak sahibi olduğunu açık ve net bir şekilde ifade etmesi, iddia edildiğinin aksine kadına verilen değeri gözler önüne sermektedir.
Kadının mirasta erkek gibi hak sahibi olduğu ortadadır. Ancak itirazlar, niçin mirasta kadına erkeğin yarısı kadar hisse verildiği konusunda yoğunlaşmaktadır.
Konuyla ilgili eleştirilere hedef olan âyetler şunlardır:
"Allah size, çocuklarınız hakkında şunu emreder: (Mirasta) erkeğin payı, kadınınkinin iki katıdır. (Çocuklar) kız olup ikiden fazla iseler, ölenin bıraktığı mirasın üçte İkisi onlarındır; tek bir kız ise mirasın yarısı onundur, ölenin çocuğu var ise, o takdirde ana-babadan herbirİne mirasın altıda biri hisse verilir. Eğer çocuğu yok da, ana-baba ona varis olmuş ise, annesine üçte bir hisse düşer. (Bu hisseler) ölenin yapmış olduğu vasiyetin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonra taksim edilir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz, işte bunlar Allah tarafından belirlenmiş paylardır. Allah elbette ilim ve hikmet sahibidir. Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin (zevcelerinizin) -şayet çocukları yoksa- bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de -yapacağınız vasiyyetten ve borçlarınızın ödenmesinden sonra -bıraktığınız mirasın dörtte biri zevcelerinizindir. Çocuğunuz varsa bıraktığınız mirasın sekizde biri zevcelerinizindir. Şayet bir ekeğin veya kadının anne-babası vefat etmişse ve çocukları da yoksa sadece bir erkek veyahut kız kardeşi varsa, mirastan herbirine altıda bir hisse düşer. Bir erkek ve kız kardeşten fazla iseler, bunlar mirasın üçte birini ortaklaşa paylaşırlar. Bu taksim, varislere zarar vermeksizin yapılacak vasiyetten ve ödenecek borçtan sonradır. Allah herşeyi çok iyi bilendir, halimdir. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlamalardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada onlar devamlı kalacaklardır, işte büyük kazanç budur. Kim de Allah'a Peygamberine isyan eder ve belirlenen sınırlamaları ihlal ederse, Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için orada alçaltıcı bir azab da vardır." [237]
Öncelikle şu hususu belirtelim ki, Kur'ân'ın kadına mirastan erkeğin payının yarısı kadar hisse verilmesini emrettiği şeklindeki genelleme[238] konuyla ilgili âyetlerin sathi olarak okunmasından veya kasıtlı olarak saptırılmasından kaynaklanan bir idiadır. Zira yukarıdaki âyetler dikkatlice ve herhangi bir önyargıdan uzak olarak okunduğu takdirde, bu iddianın hiç de gerçekleri yansıtmadığı açıkça görülür. Çünkü yukarıdaki âyetler dikkatlice incelendiğinde, karşımıza şu gerçeklerin çıktığı açıkça görülecektir.
a) Mirastan kadına erkeğin yarısı kadar hisse verilmesi, kadının mirasçı olarak sahip olabileceği bütün konumlar için değil, sadece kadının aynı ana-babanın çocuğu olarak erkek kardeşiyle birlikte mirasçı olması durumunda söz konusudur. Nitekim âyette de "Allah size çocuklarınız hakkında şunu emreder (Mirasta) erkeğin payı kadınınkinin iki katıdır" buyurulmuştur ki bu, erkeğe kadının iki katı pay verilmesinin, kadının bir anne-babaya, erkek kardeşi ile birlikte mirasçı olması durumuyla sınırlı olduğunu gösterir. Binaenaleyh kadına erkeğin mirastaki hissesinin yarısının verilmesinin genel bir kural olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bu sebeple kadına erkeğin yansı kadar pay verilmesinin, mirasçı olarak kadının konumu ne olursa olsun, değişmez bir hüküm olduğunu, iddia etmek, Kur'ân'ın yukarıda zikredilen âyetini saptırmaktan başka bir anlama gelemez.
b) Kadının mirastaki payının durumu, sadece iddia edildiği gbii erkeğin yarı hissesi değildir. Bilakis yukarıdaki âyetlerde de açıkça ifade edildiği gibi, ölenin sadece kız çocukları varsa ve sayıları da ikiden fazla ise, o zaman mirasın üçte ikisi onların olur. Şayet ölenin mirasçısı tek bir kız çocuğu ise, o takdirde mirasın yarısını almaya hak kazanır.
c) Yine yukarıdaki ayetlere göre şayet bir anne-babanın çocuğu vefat eder de miras bırakırsa, ölenin çocukları da varsa, anne-babanın herbirine mirasın altıda biri verilir. Burada görüldüğü gibi bir anne olarak kadına, çocuğunun mirasından verilen pay, bir baba olarak erkeğe verilen paya denktir. Bu da açıkça göstermektedir ki, kadına erkeğin payının yansı kadar hisse verilmesi genel bir hüküm değildir.
d) Hatta yukarıdaki âyetler, ölenin çocuğu yok ise, annenin mirasın üçte birini alacağını da açıkça ifade etmektedir.
e) Kadının mirastaki payının, durum ne olursa olsun daima erkeğin yarısı kadar olduğuna dair iddianın asılsızlığının açık bir delili de şudur:
Yukarıdaki âyetlerde, bir erkeğin veya kadının, anne veya babası vefat etmişse ve çocuğu da yoksa sadece bir erkek veya kız kardeşi varsa, mirastan herbirine eşit olarak altıda bir hisse düşeceği ifade edilmekle, bu durumda kadın ile erkeğin eşit hisse alacakları hükme bağlanmıştır. Bu husus da, kadının hangi durumda olursa olsun, mirastan erkeğin payının yarısı kadar pay alacağı iddiasının ne derece sathi ve maksatlı bir iddia olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
Görülmektedir ki mirasta kadının payının erkeğin payının yarısı olduğu iddiası bütün durumlar için geçerli olmayıp, sadece kız çocuğunun erkek kardeşiyle birlikte anne-babasına mirasçı olması durumunda söz konusudur. Bunun dışında bir anne veya kızkardeş olarak ölene mirasçı olma durumunda kadının payı değişmekte, bazen -ölenin kızkardeşi olarak mirasçı olma durumunda olduğu gibi- erkek ile eşit hisse de alabilmektedir.
O halde miras konusunda kadının hakkının erkeğin hakkının yarısı olduğu iddiasının gerçeklerle bağdaşır bir yanı olmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Miras konusunda kadının durumunu belirleyen âyetler bu kadar açık olduğu halde bunlan görmezlikten gelmenin ve kadının mirastaki hakkının erkeğinkinin yansı olduğunu inatla iddia etmenin, ilimle, tarafsızlıkla bağdaşır bir yanı yoktur.
Bir kız ile erkek çocuğun, ölen ana-babalarına mirasçı olma durumunda kız çocuğuna bir, erkeğe ise iki hisse verilmesine gelince:
İslâm'ı veya Kur'ân-ı bu konuda tenkit edenler samimi, ilmî ve tarafsız davranmaktan uzaktırlar. Zira bu husustaki âyet de sathi bir şekilde okunmuş ve bu hükmün altında ne gibi sebep veya gerekçelerin bulunabileceği asla araştırılmamıştır. Nitekim bu husustaki âyeti örnek göstereek Kur'ân'ın erkeğin yarısı kadar pay vermekle kadını değersiz gördüğünü iddia edenlerin;, bu tenkitleri yaparken kullandıktan dile de dikkat edilecek olursa,[239] ortada ilmî zihniyet, tarafsızlık ve samimiyet diye birşeyin bulunmadığını görmek hiç de zor olmayacaktır. Zira bu tenkitleri yapanların samimi olarak İslâm'ı ve İslâm'ın temeli Kur'ân'ı anlama çabası içersinde olduklarına dair hiçbir işaret mevcut değildir. Tam aksine ortada açık bir önyargı ve bu önyargının tabii sonucu olan açık ilmî hatalar, saptırmalar vardır.
O halde gerçek nedir? Niçin Allah ölenin çocukları arasında miras konusunda bir ayrım yapmıştır?
Bu soruya cevap aramadan önce bir hususun açıkça belirtilmesinde yarar vardır ki, o da şudur: En ilkel dinlere mensup olanlar dahi, inandıkları ilahın adaleti terkedip zulüm yapabileceğini şiddetle reddederken, semavî dinlerin en mükemmel ve son şekli olan İslâm'ın ilahı olan yüce Allah'ın, adaleti terkederek, kendi yarattığı kadına zulmedebileceğim, ona hakkım tam olarak vermeyebileceğini düşünebilenler, işte sözünü ettiğimiz ilkel din mensuplarından daha ilkel bir ilah anlayışım benimsemiş olmaktadırlar.
Elbette ilkellerinkinden ilkel böyle bir ilah anlayışına sahip olan bir kimsenin, ölenin çocuklarından kıza, erkeğin yansı kadar hisse verilmesinin sebep ve gerekçelerini araştırması beklenemez. Zira sathi bir şekilde bakıldığında açıkça eşitsizlik, dolayısıyla adaletsizlik gibi görünen bu taksimin, gerçekten eşitsizlik ve haksızlık olup olmadığını araştırmak için insanın, Allah'ın mutlak adaletine inanması zorunlu değilse, en azından insaf ve hakkaniyet ölçülerine sahip olması şarttır.
Allah'ın mutlak adaletine iman bir yana, sadece insaf ve hakkaniyet prensipleri ışığında konuyu ele alacak olursak görürüz ki, Kur'ân'm ölen anne-babanın çocuklarına mirastan kıza bir, erkeğe ise iki pay verilmesini hükme bağlaması sebepsiz değildir. Kız çocuğuna erkek çocuğunun yansı kadar pay verilmesinin sebeplerini ise şu şekilde sıralayabiliriz:
a) ister anne, ister eş, ister kız çocuk isterse kızkardeş olsun, kadının geçimi, kendisine ait olmayıp; oğul, koca, baba veya erkek kardeşin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın kendisi dışında başkalarının geçimini sağlamakla da yükümlü değildir. Erkek ise tam aksine, hemen bütün toplumlarda eşinin, kızının annesinin veya kızkardeşinin geçimini sağlamakla mükellef olandır.[240] Bu sebepledir ki "nimet külfete göredir" esasına uygun olarak, eşinin, kızının, annesinin veya kızkardeşinin geçimini sağlamakla yükümlü olan erkeğe, böyle bir yükümlülüğü olmayan kadının payının iki misli pay verilmiştir. Bu ise adaletin ta kendisidir.
b) Kadın kendi mal varlığında istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Kadının malî durumu yerinde olsa dahi, ailenin harcamalarına iştirak etmesi zorunluluğu yoktur. Bu açıdan bakılınca, kadın ile erkeğe aynı pay verilecek olsa, hisseleri aynı olduğu halde erkek ailenin geçimini sağladığı, kadının ise böyle bir sorumluluğu olmadığı için, denge erkek aleyhine bozulmuş olacaktır ki, bu erkeğe haksızlık edilmesi demektir.
c) Kadının boşanma tazminatı olan "mihir" erkeğin ödemesi gereken malî bir yüktür; kadının ise erkeğe karşı böyle bir yükümlülüğü yoktur.
d) Kadının boşandığı takdirde iddet süresince onun barınma-yeme-içme, giyim-kuşam masraflarını ödemek kadını boşayan kocanın görevidir; kadının ise kocasına karşı böyle bir sorumluluğu yoktur.
Görüldüğü gibi malî mükellefiyetler bakımından kadın erkeğe karşı eşit olmak bir yana, avantajlı bir konumda bulunmaktadır. Pekçok konudaki malî yükümlülükler erkeğe yüklenmiştir. İşte yukarıdaki sebeplerden dolayıdır ki, erkeğe malî yükümlülüklerin ağırlığına uygun olarak iki hisse; erkeğinkine nazaran hemen hiçbir malî yükümlülüğü olmayan kadına da bir hisse verilmektedir. Eğer adalet ve hikmetin kaynağı olan Allah'ın bu taksimi adalet değilse, yeryüzünde adalet yok demektir.
Demek ki, mirastan kadına, erkeğin hissesinin yarısı kadar pay verilmesinin erkeği kadından üstün tutmak düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bilakis bu taksimat kadın ile erkeğin külfetleriyle nimetlerinin dengelenmesi ve sosyal adaletin sağlanması amacına yöneliktir.[241]
Mirastan kadına bir, erkeğe ise iki hisse verilmesinin adalete aykırı hiçbir yanı bulunmadığı bu kadar açık olduğu halde, "İslâm kadına mirastan erkeğin hissesinin yansı kadar pay vermekle, erkeği kadından üstün tuttuğunu ortaya koymaktadır" şeklindeki bir iddia nasıl olup da ileri sürülebilmektedir? Bu sorunun cevabı da konumuz açısından önem arzetmektedir. Bizce bu aşikar hatânın, hatta haksızlığın ve bağnazlığın temel sebebi, İslâm'ı anlamaya çalışmak için samimi bir tutum takınmak yerine, peşin fikirle ve şartlanmış bir şekilde meseleleri ele alma cihetine gidilmesidir. Nitekim bu tür yaklaşımların, İslâm toplumlannda yaşayan ancak kendi toplumuna karşı yabancılaşmış olan aydınlarda görülmesi de dikkat çekicidir. Şartlanmış bir kafayla ne Kur'ân'a göre kadının miras hukukunun ne de başka konuların sağlıklı bir şekilde ele alınması düşünülebilir.
Öte yandan Kur'ân'ın kadınlarla ilgili hükümlerini tenkit etme sevdasına kapılanların büyük çoğunluğunun, İslâmî konulan ele alabilecek formasyona sahip olmadıkları, meseleleri ele alış tarzlarının ve yaklaşımlarının son derece acemice olduğu da dikkat edilmesi gereken bir husustur. Meselâ konumuzla ilgili âyetler ele alınırken genelde "parçacı" ve "lafızcı" bir yaklaşımın son derece bariz ve çocuksu hatalara yol açtığı dikkat çekmektedir. Özellikle kadının mirasla ilgili durumuna dair Kur'ân'ın hükmünü eleştirenler konuyla ilgili bütün âyetleri bir bütünlük içerisinde ele almak yerine, sadece birtek âyete veya âyetin bir kısmına dayanmak gibi ciddi bir ilmî hataya düşmektedirler. Bunun en tipik örneğini Arsel'de görebiliriz. O, kadının miras hukukiyle ilgili bütün âyetleri birarada değerlendirmek şöyle dursun, bir tek âyeti, hatta birkaç cümleden oluşan bir âyetin bir cümlesini dahi tam olarak değil yarım yamalak vermekte ve mesela "...erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır" Nisa: 4/11-176)"[242] şeklinde cümleyi yarıdan bölerek vermektedir. Öyle ki Arsel, Şeriat ve Kadın adlı eserinde kadının miras konusundaki durumuna yer yer temas ettiği halde, eserinin hiçbir yerinde kadının miras hukukuyla ilgili âyetleri tam olarak vermemektedir. Bu tür bir yol izlenmesinin sebebinin, gerçekleri saptırarak, sanki kadının miras konusundaki bütün konumlarında Kur'ân'ın bu hükmünün geçerli olduğu intibaını uyandırabilmektir. Konuya vakıf olmayanların bu aldatmacaya kanması mümkün olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki yalancının mumu yatsıya kadar yanar. "Sarhoş iken, ne dediğinizi bitinceye kadar namaza yaklaşmayın" âyetinin sadece "...namaza yaklaşmayın" kısmını alıp, namazı terk edebileceğini zanneden Bektaşi mantığı ile, Arsel ve benzerlerinin mantığı arasında fark yoktur. Üzücü olan bu mantığın, ciddiyet, samimiyet ve tarafsızlık sembolü olması gereken bazı ilim adamlarında görülmesidir. Aslında böylelerini bu mantıkla hareket etmeye zorlayan, onların İslâm'ın -her konuda olduğu gibi- kadın konusunda da getirdiği hükümlerin üstünlüğünün ağırlığı altında ezilmeleri ve buna karşı hakikatleri saptırmaktan başka birşey yapamamalarıdır.[243]
Bu iddia sahiplerinin meseleyi ele alış biçimini ve bakış açılarını daha iyi görebilmek için en uygun yol bizzat kendi ifadelerine başvurmaktır:
"Müslüman erkeğin "mutlak üstünlüğünü, seyyitliğini, efendiliğini" sağlamak için, fakat buna karşılık müslüman kadını ona "tâbi, itaatkâr" ve adetâ köle bir hale sokmak amacıyla Şeriat'ın getirdiği insafsız kuruluşlar içerisinde "talâk" sisteminin özel bir yeri vardır. Çünkü Şeriat'ın "kutsal" niteliklere bürüdüğü bu sisteme göre boşanma, kocaya ait "sınırsız" bir haktır. Tanrı güya bu hakkı münhasıran erkeğe tanımış, kadını bundan yoksun bırakmıştır. Ve bütün bunları "toplum düzeni" sarsılmasın düşüncesiyle yapmıştır.
Bunun böyle olduğunu Muhammed'in Kur'ân'a koyduğu âyetlerden ve bıraktığı hadis hükümlerinden anlamak mümkündür. Örneğin Nisa sûresinin 20. âyetinde yer alan:
"...karılarınızdan birinin yerine bir başka eşi almak istersiniz." ya da Bakara sûresinin 226-233. âyetlerinde boşanma ile ilgili olmak üzere yer alan:
"...kadınları boşadığımzda ... müddetleri sona ererken onları ... tutun ya da ... bırakın." şeklindeki ve birazdan belirteceğimiz diğer hükümlerden anlaşılmaktadır ki, boşama hakkı erkeğe özgü bir haktır. Kansını boşamak isteyen koca İçin mahkemeye başvurmak ve karısı aleyhine dava açmak diye birşey yoktur. Boşanma kararını vermek sadece ona ait olduğu gibi, bu kararı infaz etmek dahi ona ait bir imtiyazdır. Boşamak istediği kadını kolayca kolundan tutup ve pılısını pırtısını toplayıp sokağa atmak olanağına sahiptir.
Ve işte sınırsız denebilecek bu hak sayesinde koca, hiç bir sebep göstermeksizin ve kendisini hiç bir şeyle kayıtlı görmeksizin (müddetler ve hediyerin geri verilmesi v. s. gibi bazı hususlar hariç), hiç bir delil getirmeksizin ve hiç bir resmî merciden karar istihsal etmeksizin karısını boşayabilir; ihtiyarladı diye boşayabilir; hatta karısından hoşnut bulunsa bile, karısını sevse bile, sırf babası "gelininden hoşlanmıyor" diye de boşayabilir, iyi hizmet etmiyor diye boşayabilir; Şehvetini iyi gidermiyor diye boşayabilir; sırtında beyaz leke var diye boşayabilir; ya da hiç değilse Arap peygamberi bunlara benzer bahanelerle karılarını boşadı diye ve sırf onu kendisine örnek edinerek boşama yoluna gidebilir. Kocanın bu mutlak ve insafsız hakkı ve daha doğrusu silahı, kadının boynunda "demoklesin kılıcı" gibi durur ve onu "efendisinin" yani kocasının despotizmine katlanma çaresizliğinde bulundurur"[244]
"Biraz önce belirttiğimiz gibi Muhammed, kadınlara boşama hakkı diye birşey tanımamıştır. Bu nedenle kadın, en kötü koşullar içerisinde dahi özgürlüğüne kavuşmak ve hayatı "yaşanmaz" kılan bir adamdan kurtulmak olanağına sahip değildir. Kocası kendisini dövse de, kendisine eziyet etse de "Seni boşadım" diyerek kocasını boşayamaz. Eğer ortada sabır sınırlarını fazlasıyla aşan durumlar varsa, bu takdirde yapabileceği şey, kocasına başvurarak "fidye" vermeye razı olduğunu bildirmek ve ondan kendisini boşamasını istemektir. Kur'ân'daki:
"... boşanmak için kadının verdiği fidyede, iki tarafa da günah yoktur." Bakara: 2/229 şeklindeki âyet bunun için konmuştur".[245]
Bütün bu sözler, bütün özelliği, İslâm'ı benimsemek bir yana ona karşı çıkıp, var gücüyle hücum etmekten ibaret bir zihniyetin, "talâk" konusundaki görüşlerini ortaya koyan genel bir tablo olarak kabul edilebilir. Bir takım iddiaların ve varsayımların ileri sürüldüğü bu tablonun herşeyden önce gerçekleri ne ölçüde yansıttığı önemli bir husustur. Bunu tespit etmek için, İslâm dışı bu zihniyetin talakı değerlendirmede esas aldığı ve birtakım sonuçlar çıkarmada dayandığı öncülleri ele almak, bunların doğruluk derecelerini ortaya koymak ilk yapılacak iş olmalıdır.
Müslüman erkeğin "mutlak üstünlüğünü, seyyitliğini, efendiliğini" sağlamak için, fakat buna karşılık müslüman kadını ona "tâbi, itaatkâr" ve âdeta köle bir hale sokmak amacıyla Şeriat'ın getirdiği insafsız kuruluşlar içerisinde "talâk" sisteminin özel bir yeri vardır," sözlerinde yer alan, varsayımları ve iddiaların dayandığı öncülleri görelim:
a) Şeriat'ın getirdiği "talâk" boşanma kuruluşunun amacının erkeğin mutlak üstünlüğünü, kadının ise köleliğini sağlamak olduğu iddiası tamamen gerçek dışıdır. Nitekim yazımızın ilk bölümünde islâm'ın erkeği kadından üstün tuttuğu iddiasının hiçbir ciddi dayanağının bulunmadığı, bilakis Kur'ân'ın bunun tam aksini getirdiği gösterilmiştir. Bu bakımdan ta-lak'm amacının erkeğin üstünlüğünü sağlamak olması mümkün değildir. Konuyla ilgili Kur'ân âyetleri dikkatlice incelendiğinde açıkça görülecektir ki İslâm'daki talak müessesesinin amacı, diğer dinlerdeki veya hukukî sistemlerdeki amacından farklı değildir. Bu amaç da, evli karı-kocanın aile kurumunu devam ettirmelerini imkansız hale getiren bir takım sebeplerin bulunması durumunda, artık çekilmez bir sıkıntı ve işkence halini alan beraberliğin, yani evlilik akdinin sona erdirilmesi ve karı-kocadan her-birine yeni bir yuva kurma şansının tanınmasıdır. İslâm'da talak'ın amacının erkeği kadının efendisi yapmak olduğu yolundaki iddia ise, sadece bir yorumdur. Yorumların ise her zaman "mutlaka doğru" olması zorunluluğu yoktur, islâm'da talak'ın amacının erkeğin kadın üzerinde hakimiyetini sağlamak olduğu şeklindeki yorumun, tartışmasız herkesin kabul etmek zorunda kalacağı açık hiçbir delili mevcut değildir. Durum böyle olunca, yapılan yorum sadece bir yorum olarak kalır ve sahibinden başka kimseyi bağlaması söz konusu olamaz.
Bedihi bir hakikat imiş gibi öne sürülen, ancak en asılsız ve gerçek dışı bir iddia da, boşamanın sadece erkeğe verilmiş, üstelik sınırsız bir hak olduğu iddiasıdır. Bu iddianın ileri sürülmesinde etkili olan hususların başında ise -diğer konularda olduğu gibi- bu konuda da Kur'ân'ın konuyla ilgili âyetlerinin yüzeysel bir şekilde okunması gelmektedir. Bu iddianın ileri sürülmesinde rol oynayan diğer bir âmil de, şartlanmışlık ve peşin fikirlilikten kaynaklanan ve âyetlerin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını zorlaştıran, olumsuz yaklaşımdır. Kur'ân'daki talakla ilgili âyetler bu iki âmilin etkisi altında incelenecek olursa, iddia edildiği gibi "talak'ın erkeğe ait bir imtiyaz" olduğu vehmine kolayca kapılmak mümkündür. Ancak yüzeysellik ve önyargılı olmaktan uzaklaşılır, âyetler önyargılı bir şekilde "tenkit" etmek için değil de tarafsız bir gözle "anlamak" için okunacak olursa, ulaşılacak sonuçlar hayli farklı olacaktır.
Gerçekten de boşanma ile ilgili âyetlere bakıldığında, bunların çoğunun boşama fiilini erkeğe isnat ettiği görülür:
"Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler, dört ay beklerler; eğer yeminlerinden dönerlerse bilsinler ki Allah bağışlar ve merhamet eder. Şayet boşamaya kararlı iseler, (bilsinler ki) Allah şüphesiz işiten ve bilendir. Boşanan kadınlar kendilerinin üç aybaşı (veya temizlik) geçirmesini beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahireî gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığım gizlemeleri kendilerine helal değildir. Bu süre içerisinde kocaları barışmak isterlerse, bu durumda eşlerine geri dönmeye daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde iyilik güzellik esasına dayalı hakları vardır. Ancak erkekler kadınlardan bir derece farka (avantaja) sahiptir. Boşama iki defadır. Bunlar ya iyilikle tutmak, ya da iyilikle bırakmaktır. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) birşey almanız helal değildir; ancak karı-koca Allah'ın yasalarına riayet edememekten korkarlarsa bu durum müstesnadır. Eğer ikisinin de Allah'ın yasalarına riayet edemiyeceklerinden korkarsanız, o zaman kadının erkeğe fidye vererek boşanmasında iki taraf için de herhangi bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın bu konudaki yasalarıdır; onları ihlal etmeyin. Allah'ın yasaklarını ihlal edenler, işte onlar zâlimlerdir. Şayet bundan sonra erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra artık o kadın bir başka erkekle evlenip sonra da boşanmadıkça, tekrar (üç defa boşadığı)karısıyla evlenmesi helal değildir. Eğer ikinci kocası da kadını boşarsa, her iki taraf ta Allah'ın yasalarına riayet edeceklerine kanaat getirirlerse, tekrar evlenmelerinde herhangi bir günah yoktur. Bunlar bilen kimseler için, Allah'ın açıkladığı yasalarıdır. Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri zaman, ya onlara güzellikle dönün yahut da güzellikle onları bırakın. Fakat onları haksızlıkla ve zorla tutmayın. Kim bu şekilde tutarsa, aslında kendisine kötülük etmiş olur. Allah'ın size olan nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan da korkun; bilin ki Allah herşeyi bilir. Kadınları boyadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini tamamladıkları vakit, aralarında güzellikle anlaşırlarsa, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Sizden Allah ve ahiret gününe inananlar bunlardan ibret alır. Bu sizin için daha nezih ve paktır. Allah herşeyi bilir, siz ise bilmezsiniz."[246]
"Nikahtan sonra henüz onlara el sürmeden veya onlar için belli bir me-hir tayin etmeden eşlerinizi boşarsamz bunda size günah yoktur. Bu durumda onlara -zengin de, fakir de kendi imkanına göre- maddî yardımda bulunun. Güzel bir şekilde madden onların gönüllerini almak, iyiler için bir görevdir. Şayet evlendiğniz kadınlara bir mehir tayin eder de, el sürmeden onları boşarsanız, ona belirlenen mehrin yarısını veriniz- Ancak kadın ya mehîr hakkından vazgeçer veya nikâh akdini elinde bulunduran erkek mehrin tamamını kadına bağışlarsa bu durum müstesnadır. Bağışlamanız ise takvaya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görür."[247]
“Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan sakının. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hariç, onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın yasalarıdır. Kim Allah'ın yasalarını çiğnerse, asıl kendisine yazık etmiş olur. Bilmezsin -belki de Allah bunun ardından yeni bir durum yaratabilir (de pişman olup tekrar biraraya gelmek istersiniz.)"[248]
İslâm'da boşanma (talak) ile ilgili temel âyetler bunlardır. Bu âyetlerden, boşamanın sadece erkeğe mahsus ve sınırsız bir hak olduğu sonucunu çıkarmak ayetleri yüzeysel okumamak ve ön yargılı olmamak şartıyla birce imkânsızdır.
Bu âyetlerden böyle bir sonuç çıkarılması, temelde "boşama"nın yukarıdaki âyetlerde erkeğe isnat edilmiş olmasına dayandırılmaya çalışılmaktadır. Ayetlere lafzî ve sathî olarak bakıldığında bu tespit ilk bakışta doğru görülebilir. Ancak önyargısız, anlamaya çalışarak dikkatle incelendiğinde, boşamanın niçin erkeğe isnat edildiğini anlamak zor olmayacaktır.
Herşeyden önce âyetlerin indiği tarihî çerçeveyi gözönünde bulundurmak gerekir.
Roger Garaudy'nin de işaret ettiği gibi "Kur'ân, mesajının duyulması için, halklara onların diliyle ve anlayışları düzeyinde seslenir. Evrensel mesajını 7. yüzyılın Araplarına ilan eder. Yani Ortadoğu'nun "ataerkil" geleneğinden olan bir topluluğa, kadının esas itibariyle erkekten aşağı görülmesini kutsal bir inanç gibi benimseyen, İbranî soyunun temsilcisi bir halka... Saint-Paul'ün (Aziz Pavlus'un)' aşırı derecede kadın düşmanı Hristiyanlığının anlayışındaki bir kavme... Kısacası, erkeğin hakimiyetine bağlı kabile geleneği içinde hayatını sürdüren Arap Yarımadasının Araplarına...".[249] Bu sebepledir ki, herşeyden önce Kur'ân'ı, mutlak değerlerin vahyolunduğu tarihî ortamı gözönünde bulundurarak okumak gerek. Ayrıca, mesajın kendisinden değil de, Ortadoğu'nun Kur'ânî vahyin öncesinde ve sonrasındaki binlerce yıllık hayat ve gelenek tarzlarından kaynaklanan hususları "İslâm'a" yamamamak lazımdır.[250] Muhtemelen Kur'ân'ın boşamayı erkeğe isnat etmiş olması, kendinden önce toplumlarda süregelmiş olan "ataerkil" gelenek olgusunun göz önünde bulundurulmasından kaynaklanmış olmalıdır. Kaldı ki bu dahi kesin değildir. Zira yukarıdaki âyetlerin hiçbirisinde "boşama sadece erkeğe ait ve sınırsız bir haktır" denmemektedir. Bu genelleme sadece İslâm'ı ne pahasına olursa olsun tenkit etmeyi kafasına koymuş olanların zihinlerinde mevcuttur ve bu önyargılı düşünce haksız yere Kur'ân'a yamanmak istenmektedir.
Peki, talak (boşanma) ile ilgili âyetlerde boşamanın erkeğe isnat edilmesinin gerçek sebebi ne olabilir? Bizce bu soruya tatminkâr bir cevap bulabilmek için, ilgili âyetlerin dikkatle ve bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Bu şekilde incelendiğinde görülür ki, boşamanın erkeğe isnat edildiği âyetlerin tamamında, boşama sonucunda erkeğin yerine getirmek durumunda olduğu birtakım yükümlülüklerden bahsedilmektedir.
Bir bütün olarak gözden geçirilecek olursa, âyetlerin, boşanma ile ilgili olarak erkeklerin şu hususları yerine getirmekle yükümlü olduklarını ele aldığı görülmektedir. Meselâ:
Eşine yaklaşmaya yemin eden erkek dört ay bekler. Boşandıkları eşlerine geri dönmek isteyen erkekler bu süre içerisinde eşlerine döneblirler.
Eşini boşayan erkeğin, ona verdiklerini geri alması helal değildir.
Erkek eşini üçüncü defa boşarsa, (boşadığı) eşi bir başkasıyla evlenip de, daha sonra boşanmadıkça, onunla tekrar evlenemez.
Erkekler eşlerini bosadıklarında, ya da ayrılacaklarsa güzellikle ayrılırlar; fakat erkek boşadığı hanımını haksızlıkla ve zorla tutamaz.
Cinsi birleşmeden ve mehir belirlemeden önce erkek eşini boşarsa, boşadığı eşine maddî yardımda bulunmakla yükümlüdür.
Mehir tayin ettikten sonra eşlerini boşayan erkekler, tayin ettikleri mehrin yarısını kadına vermekle yükümlüdür.
Erkekler eşlerini boşadıkları zaman, iddet müddeti süresince onları evlerinden çıkaramaz.
Açıkça görüldüğü gibi âyetler, boşanmayla ilgili farklı durumlarda erkeğin ne gibi yükümlülükleri olduğunu ele almaktadır.[251] Zira boşanma durumunda kadının lehine olarak erkeğe pekçok yükümlülük yüklendiği halde, kadına hemen hiçbir yükümlülük yüklenmemiştir. Bu sebepledir ki, âyetlerin boşanma ile ilgili hukukî ve ahlakî birtakım yükümlülüklerin muhatabı olan erkeğe hitap etmesi kadar tabii birşey olamaz. Kısaca ifade etmek gerekirse bu âyetler boşama hakkının sadece erkeğe ait olduğunu ve dolayısıyla erkeğin kadına üstünlüğünü ortaya koymak için değil, boşanma durumunda erkeğin yükümlülüklerini belirlemek için gönderilmiştir. Kadının boşanma sonucunda ortaya çıkan hemen hiçbir maddî yükümlülüğü bulunmadığından -ki bu kadının erkeğe nazaran avantajlı bir konumda olduğunu da gösterir-âyetlerde kadına hitap edilmesine gerek kalmamıştır.
İşte talak ile ilgili âyetlerde boşamanın hep erkeğe isnat edilmiş görünmesinin asıl sebebi budur. îddia edildiği gibi bu durum boşama hakkının erkeğe ait olduğunu göstermez. Öte yandan bu âyetlerde erkeğin mutlak ve sınırsız bir boşama hakkına sahip olduğuna delalet eden en küçük bir imâ dahi yoktur.
Gerçi âyetlerde "erkek kadını boşarsa" denmekte, fakat boşanmanın haklı bir sebebe dayanıp dayanmadığına temas edilmemektedir. Fakat sebebin zikredilmemesi, erkeğin hiçbir haklı sebep olmadan eşini boşayabileceği anlamına da gelmez. Erkeğin hiçbir sebep yok iken hanımını boşayabileceğini değil İslâm, aklı başında hiçbir kimse dahi kabul etmezken, bu sorumsuzluğun kaynağını îslâm imiş gibi göstermek ancak İslâm hakkında hiçbir bilgisi olmayanların veya önyargı ile davrananların işi olabilir. Müslümanlar arasında böyle düşünenlerin olması da bu gerçeği değiştirmez. Zira müslümanlara ait her düşünce ve davranışın İslâm olduğunu iddia etmek kadar büyük bir hata olamaz. Unutmamak gerekir ki İslâm'ı belirleyen, müslümanların düşünce ve davranışları değil, onların düşünce ve davranışlarını belirleyen İslâm'dır. İslâm'a uymayan her davranış müslümanlarca benimsense bile İslâm dışıdır. Bu bakımdan İslâm'ı müslümanların uygulamalarına bakarak değerlendirmek kanun koyucuyu (Şârii) mükellef, mükellefi de kanun koyucu yerine koymaktan başka bir anlama gelemez.
Dile getirilmesi gereken diğer bir husus da, Arsel ve benzerlerinin iddia ettiği gibi[252] erkeğin karısını hiçbir sebep göstermeksizin, hiçbir delil getirmeksizin, hiçbir resmî merciden karar istihsal etmeksizin, sırf bıktığı için veya çirkinleştiği ve ihtiyarladığı için, iyi hizmet etmediği için sırtında beyaz leke olduğu için veya Peygamberi bunlara benzer bahanelerle hanımlarını boşadı diye, sırf onu kendisine örnek almak için boşamasının caiz olduğu görüşünün ne İslâm'la ne Kur'ân'la hiçbir ilgisi yoktur.
Şurasını açıkça ifade edelim ki Kur'ân'a göre talak, erkeğin iki dudağı arasından çıkacak bir söze bağlı, keyfi ve sınırsız bir tasarruf değildir.[253] Bunu destekleyecek hiçbir delil de Kur'ân'da mevcut değildir. Tam aksine Nisa: 4/35'inci âyette
"Eğer karı-kocanın aralarının açılmalarından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Şayet karı koca barışmak isterlerse, Allah onların arasını düzeltir" buyurulmuş olması, yine et-Talâk: 5/2 âyette
"İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun ya da güzellikle onlardan ayrılır. İçinizden âdil iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği de Allah için yapın." buyurulması, boşanmanın da şahitler huzurunda olması, onun hukukî birtakım prensiplere bağlandığını, boşanmanın da evlenmek gibi şahitler huzurunda olacağını açıkça göstermektedir. Boşanma ile ilgili âyetler parçacı bir yaklaşımla tek tek değil de, bir bütün olarak ele alınacak olursa, şahitlerden bahsetmeyen boşanma ile ilgili âyetlerin, boşanmada şahitlerin bulunmasını öngören âyetin ışığında anlaşılması gerektiği kolaylıkla anlaşılır. O dönemde kurumlaşmış mahkemeler bulunmadığı için elbette resmî bir merciden karar istihsali de sözkonusu olamaz. Ancak, âyette boşanma esnasında iki şahidin hazır bulunmasının öngörülmesini bugünün şartlarına göre yorumlayarak, günümüzde boşanmanın mutlaka mahkemeler kanalıyla olmasını gerekli görmenin, İslâm'ın öğretisinin ruhuna ters olmak bir yana tamamen uygun olacağını da belirtmekte yarar vardır.
Son olarak "hülle" meselesine de kısaca temas etmek istiyoruz. Önce şunu kesin olarak ifade edelim ki, Kur'ân'ın konuyla ilgili hükmü ile bazı müslümanların tarihte ve günümüzdeki "hülle" uygulamasının hiçbir ilişkisi yoktur. Kur'ân, bir kimsenin karısını üç defa boşadıktan sonra artık dördüncü defa onunla evlenemiyeceğini, ancak kesin olarak boşadığı eşi bir başka erkekle evlenip de, ondan da boşanacak olursa, ancak o zaman tekrar onunla evlenmesinin mümkün olduğunu hükme bağlamıştır. Ancak burada Kur'ân'ın öğretisiyle müslümanlardan bazılarının amacından saptırdıkları "hülle" uygulamaları birbirine ilk bakışta benzer görünse de, aslında aralarında çok önemli bir fark vardır. Zira Kur'ân'a göre bir kimsenin boşadığı karısının başkasıyla evlenmesi, bilahare ondan boşanması tabii ve danışıksız bir süreç olduğu halde; bazı müslümanların yapageldikleri, zorlama ve danışıklı bir uygulamadır. Aslında bir kimsenin kesin olarak boşadığı eşiyle tekrar evlenebilmesi için, onun bir başka erkekle evlenip boşanmasını beklemek kadar insana ağır gelebilecek birşey olamaz. Kur'ân böyle hoş olmayan bir durumla karşılaşmak istemiyorsa, erkeğin eşini kesin olarak boşamadan önce iyice düşünmesini, boşayacak olursa bunun neticesine katlanmak durumunda kalacağını hatırlatarak, aslında erkeğe bir ders vermeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple Kur'ân'ın amacının aslında kesin boşamaları tasvip etmediğini göstermek olduğunu tereddütsüz ifade edebilirz. Bazı müslümanların danışıklı "hülle" uygulamaları ise, âyetin ruhunu anlamaksızın, sadece şekle bağlı kalınmasından ibarettir ve yaptıklarıyla Allah'ı değil kendilerini kandırmış olmaktadırlar. Dolayısıyla bazı fıkıh kitaplarında yer alan ve müslümanlardan bazılarının uygulamalarına da yansıyan şekliyle "hulle"yi Kur'ân'ın bir hükmü olarak takdim etmenin Kur'ân'ı anlamamak ya da kasden onu saptırmaktan başka bir anlamı olamaz.[254]
Kur'ân'ın kadın konusundaki temel öğretilerine yöneltilen tenkitlerin -önyargılar bir yana- metotla ilgili birtakım hatalardan kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Bu hataların başlıcalarını ise, konuyla ilgili âyetlerin bütünlük içerisinde değil, parçacı bir yaklaşımla ele alınması, âyetlerin indiği tarihî ve sosyal şartların gözönüne alınmaması ve âyetlerin sadece dış anlamlarıyla yetinilmesi ve müslümanların Kur'ân'a ters düşen uygulamalarını da Kur'ân'ın emri imiş gibi gösterme çabası teşkil etmektedir. Metotla ilgili bu hatalardan sakınıldığı ve önyargısız bir şekilde ele alındığında ise, kadınla ilgili Kur'ân hükümlerinin, iddiaların tam aksini ortaya koyduğu görülmektedir. Bu durumda Kur'ân'ın kadın konusunda getirdiği hükümlere yöneltilmiş tenkitlere katılmak mümkün değildir. Bilakis biz Kur'ân'ın kadınlarla ilgili öğretilerinden şu sonuçların kolayca çıkarılabileceğini göstermiş bulunuyoruz:
a) Kadın, kadın olmaktan önce bir insandır.
b) İki cins arasındaki fizikî farklılıklar bir yana bırakılırsa, hukuki ve ahlâkî şahsiyet, ehliyet, hak ve sorumluluklar açısından kadın ile erkek arasında bir ayrım yoktur.
c) Kur'ân'ın erkeği kadından üstün gördüğü iddiası hiçbir temele dayanmamaktadır; dolayısıyla erkeğin kadına tahakküm etmesi Kur'ân'a aykırıdır, kadın da erkeğin kölesi değildir.
d) Kadının şahitliği de erkeğinkine denktir. Vadeli borçlanmalarda kadının şahitliğine dair âyet özel bir durum olup, bundan genel bir hüküm çıkarılamaz,
e) Kadına mirastan erkeğin yansı kadar hisse verilmesi kadının mirasla ilgili bütün konumlan için geçerli değildir. Erkekle eşit hisse aldığı durumlar da bulunmaktadır, eşit hisse almadığı durumda ise herhangi bir haksızlık sözkonusu değildir. Zira bu erkek-kadm arasındaki dengeyi sağlama amacına yöneliktir.
f) Boşama hakkı sadece erkeğe mahsus ve sınırsız bir hak değildir. Kadın da erkek gibi boşama hakkına sahiptir. Ayrıca boşanmanın şahitler huzurunda olması gerekir.
Vardığımız bu sonuçlar Kur'ân'ın kadınla ilgili öğretilerini tenkit edenlerin önyargılarından kurtulup, tarafsız ve ilmî bir zihniyetle meseleye yaklaşmalarının şart olduğunu gösterdiği gibi; aynı zamanda müslümanların, kadın konusundaki uygulamalarının Kur'ân'ın öğretileriyle uyum içinde olup olmadığını sorgulamaları gereğine de işaret etmektedir. Bu yapılmadığı takdirde Kur'ân'ın kadın konusundaki öğretileriyle ilgili tartışmaların kör döğüşü şeklinde uzayıp gitmesi kaçınılmaz olacaktır ki, bundan da kimsenin bir fayda sağlaması mümkün değildir.[255]
Hak kelimesi genellikle Türkçe'de "hak" ve "vecibe" manalarında kullanılır; bu mana kelimenin asıl kökündeki "kanun koymak, emretmek" kelimelerine dönmektedir.[256] Lugatta ise; adalet veya geleneğin gerektirdiği ya da kişiye tanıdığı şey, gerçeğe uygunluk, emek karşılığı ücret gibi anlamları vardır.[257]
Hakkın mahiyetini açıklayan çeşitli nazariyeler ortaya atılmıştır. Bugün kabul edilen hak tanımı "hukuk tarafından korunan ve bu konumdan yararlanılması ferdin iradesine bırakılan menfaat" şeklindedir.[258]
Kişinin çeşitli yollarla doğrudan doğruya veya dolaylı olarak devlet idaresine katılması siyasî hakkı ve ödevidir. Fert siyasî hakları, siyasî bir topluluğun üyesi olması itibariyle elde eder.[259]
Seçme seçilme (aday olma) amme hizmetlerine katılma siyasî hakları oluşturur.[260]
İslâm Hukuku'nda siyasî hakları şu şekilde sıralamak mümkündür:[261]
a. Seçme hakkı: Devlet başkanını seçmek fertlerin hakkıdır. Halkın seçtiği kişi meşru devlet başkanı olmaktadır. Fakihler bu hakkı "İmamet, öncekinin veliahd tayini ile değil, halkın beyatıyla sabit olur." şeklinde ifade etmişlerdir.
b. Danışma (müşavere) hakkı: Bu hak seçme hakkının devamıdır. İşlerin danışma ile yürütülmesi Allah tarafından emredilmiştir.
c. Azletme hakkı: Devlet başkanında azli gerektiren maddî ve manevî bir kusur meydana geldiğinde ümmet onu azledilebilmektedir.
d. Seçilme ve adaylığını koyma hakkı: Her müslüman sıfatlarını taşımak kaydıyla halife ve şûra üyesi seçilebilmektedir.
e. Amme hizmetlerine katılma hakkı: İslâm'da bu hak ferdin devlete karşı ileri sürebileceği bir hak olmayıp, teklif söz konusudur. Bu hakka sahip olma, teklif edilen adayın ehliyet ve liyakatine bağlıdır.[262]
Sümer, Babil ve Asur kanunlarında kadının siyâsî haklara sahip olduğuna dair bilgilere rastlayamıyoruz.[263]
Hititlere ait belgelere göre ise hanedana mensup prenses ve kraliçeler diğer Ön Aysa devletlerinde tanınmayan haklara sahiptiler. Hitit devletinin başı olan kraldan sonra en önemli ve yetkili kişi kralın annesidir ve "Tavannana" ünvanını taşımaktadır. Asıl kraliçeler, ancak kralın annesi öldükten sonra Tavannana'nın ünvanını ve yetkilerini alabilmektedirler. Tavannana durumunda olan kraliçe resmî tören ve bayramlarda, dinî törenlerde protokol sırasına göre kraldan hemen sonra gelen kişidir. Hatta bazı halk bayramlarında devleti yalnız başına kraliçe temsil etmektedir. Fermanlar kral ve kraliçenin imzalarıyla çıkarılmaktadır. Mısır ile Hitit imparatorluğu arasında yapılmış en eski dostluk antlaşmasında Hitit kraliçesinin imzası kralın imzası yanında yer almaktadır.[264]
Atina'da kadın devamlı surette velayet ve vesayet altında bulunmaktaydı. Bu şartlar altında Atina'lı kadının siyasî haklardan tamamen mahrum olduğu anlaşılmaktadır.[265] Tetkik ettiğimiz kaynaklarda İsparta ve Atina stelerinde kadınların siyasî haklara sahip olduğunu gösteren bir bilgiye rastlayamadık.[266]
Roma'da kadınlara kamu hukuku alanında hiçbir hak tanınmamıştı. Özel hukuk alanında da kadınların hakları kısıtlı idi. Hukukî işlemlerde kendilerine yardımcı olmak üzere vâsî tayin edilmekteydi.[267]
Eski Türk toplumunda kadının yüksek bir mevkii vardı. Türk kadınının aile içinde önemli bir rolü olmakla birlikte, devlet işlerinde de tesiri görülmekteydi.[268]
Türkler'de askerlik ve devlet memuriyeti hariç, kadınlar sosyal ve dinî hayatta önemli roller üstlenmişlerdi. Kadın dinî merasimlere katılır, hatta başkanlık ederdi.[269]
Yazılı belge olmamakla beraber Hunlar'a ait bilgiler, kadının erkek ile aynı iş ve hakka sahip olduğunu göstermektedir. Asya Hunlari'nm Çinliler'le olan ilişkilerine ait belgelerde, Türk Hakan'ı yanında Hatununun da resmen yer aldığı ve devleti birlikte temsil ettikleri kaydedilmiştir.[270]
Göktürk ve Uygurlar'a ait belgelerde kadına ayrıca yer verilmişti. Kadın, hak ve sorumlulukları paylaşarak devlet işlerini erkek ile beraber yürütmüştür.
Selçuk hükümdar ailelerinden birkaç kadın hakkında verilen bilgiler, onların aile içerisinde etkin oldukları gibi, devlet işlerinde de rolleri olduğunu göstermektedir. Melikşah'ın eşi Terken Hatun'un çok akıllı olduğunu ve devlet işlerinde sözünün geçtiğini kaynaklar zikretmektedir.[271]
Osmanlı İmparatorluğu'nda ise eski Türk törelerine nazaran kadının sosyal durumunda gerilemeler kaydedilmiştir.[272] Buna rağmen birçok kadının siyasette rol oynadığı görülmüştür.[273]
III. Murad zamanında Harem-i Hümayin kethüdası olan Canfeda Kadın devlet erkanından idi. Harem-i Hümayun'un bütün işlerini eline alarak, yetenekliliği ve tedbirli hareket etmesiyle padişah nazarında itibar kazanmıştır.[274]
1876 ve 1961 Anayasalarında, kadınların da siyasî hakka sahip olduklarına dair ifadelere yer verilmemiştir.[275] 1924 Anayasası'nda da seçme ve seçilme hakkı sadece erkeğe verilmiştir.[276] Ancak 1934 Anayasasında kadının da seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu belirtilmiştir.[277]
Cumhuriyet döneminde ilk kadın milletvekili 1935 yılında seçilmiştir.[278]
Nebatlılar'da hükümdar IV. Haris döneminden itibaren kadınlar da hükümet işlerinde görev almaya başlamışlardır. Haldu ve Şakîle isimlerindeki kadınlar adına para basılmıştır. Şakîle'nin oğlunun vâsisi olarak ele aldığı hükümet işlerini, daha sonra oğlunun karısı Cemile üstlenmiştir.[279]
Palmiriler'de, Zeynep isminde bir kadın, oğlu adına saltanatı ve idareyi eline almıştır.[280]
İnceleyebildiğimiz İslâmiyet öncesi Araplar'a ait kaynaklarda, siyâsî görev üstlenmiş başka kadın isimlerine rastlayamadık.[281]
Devlet başkanını seçmek, o topluluğu oluşturan fertlerin hakkıdır. Kadın ve erkeklerden oluşan toplumu yönetecek kişiyi seçmek, toplumun bir parçası olan kadın ve erkek her iki cinsin hakkı ve görevidir. Aksini ispat edecek herhangi bir delile rastlamak mümkün değildir.
Aksine İslâm hukukunda kadınların bu hakka sahip olduğunu destekleyen hükümler yer almaktadır. Zira İslâm hukukunda yasaklandığını belirten bir nassın bulunmadığı herşeyde asıl olan ibahattır.[282] Bu genel hukuk kaidesi, hakkında herhangi bir yasak bulunmayan kadıın seçme hakkı konusunda da geçerlidir.
Yine İslâm Hukuku'nda, açık bir nass ile istisna edilmediği takdirde kadın ve erkeğin, hak ve görevlerinde eşit oldukları esası kabul edilmektedir.[283]
İslâm tarihinde yer alan bazı uygulamalar da kadının seçme hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Abdurrahman b. Avf, Medine'de dolaşarak Hz. Ali ve Hz. Osman'dan hangisinin halife seçilmesi gerektiği konusunda halkın görüşünü almıştır. İbn Kesîr, Abdurrahman b. Avf in kadınlar ve genç kızlarla da görüştüğünü, bu konuda onların fikirlerini de sorduğunu zikretmektedir.[284]
İslâm âlimlerinden bazılarına göre, Hz. Peygmber'in kadınlardan bey'at alması, kadınların seçme hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Hamîdullah bu görüştedir.[285] Ancak ileri giderek kadının seçme hakkına sahip olmadığını söyleyen alimler de vardır.[286]
İslâm alimlerinden birçoğu, kadının siyasî haklan konusuna önem vermekte ve konu üzerinde çeşitli fikirler ileri sürmektedir. Kadının devlet başkanlığı konusundaki fikirlerini başta ayetler olmak üzere hadislere ve kadının yapışma dayandırmaktadırlar.
Bazı İslâm hukukçuları, kadının halife olamayacağı konusunda ihtilaf olmadığını söylemektedirler. Bu konuda icmâ'ın sabit olduğunu, Haricîlerin bir kolu olan Şebîbiyye fırkası hariç, kadının halife olabileceğini destekleyen hiçbir görüş ve fırkanın mevcut olmadığından söyleyerek Şebîbiyye fırkasının görüşünü şâz olarak kabul etmektedirler. Bazı İslâm hukukçuları ise, icmâ olarak sadece Ehl-i Sünnet'in icmâ'ının geçerli olabileceğini, kadının devlet başkanı olamayacağı hususunda ise Ehl-i Sünnet'in icmâ ettiğini söylemektedirler.[287]
Yine bazı İslâm hukukçuları da, İslâm'ın ilk devirlerinde kadınların devlet işlerine karıştırılmadığmı,[288] böylece bu konuda bir nevî icmâ'ın meydana geldiğini ileri sürmektedirler.[289]
Ancak inceleyebildiğimiz İslâm tarihi ile ilgili ve müslüman kadınların siyâsî durumları hakkında bilgi veren diğer kaynaklar gözönüne alındığında, İslâm'ın ilk devirlerinde kadınların siyâsete kanştınlmadığı şeklinde ileri sürülen görüşe katılmamız mümkün olmamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in hanımları, Hülefâ-i Râşidin döneminde güdülen siyâsette görüşlerini açıklarlardı. Hz. Osman, Hz. Aişe'ye herhangi bir itirazda bulunmadığı gibi, sahabeden hiç kimse, onu açıkladığı görüşlerden dolayı tenkit etmemiştir. Hz. Aişe dört halife zamanında fetva vermiş, sahabeden bazıları önemli meselelerde onun görüşünü almışlardır. Hz. Osman'ın eşi en sıkıntılı siyâsî günlerinde ona yardımcı olmuş ve fikir beyan etmiştir.[290] Kadınların siyâsî faaliyetlerinin bir başka örneği de Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî'nin, Mekke'nin fethi sırasında müşriklerden olan kocası îbn Hübeyre'ye eman vermesidir. Hz. Peygamber de
"Senin ahd ve eman verdiğin kimseye biz de eman verdik." diyerek Ümmü Hâmî'nin bu davranışını tasdik etmiştir.[291]
Ayrıca icmâ'ın ne olduğunu usul açısından incelediğimiz takdirde yukarıda zikrettiğimiz kadının devlet başkanı olamayacağı konusunda icmâ'ın varlığını kabul eden bazı İslâm hukukçularının fikirlerine katılmamız da mümkün olmayacaktır.
İslâm hukukçuları icmâ'm vukuu ve hüccet oluşu konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafiî, memleketlerin birbirine uzak olması ve îslâm hukukçularının birbiriyle görüşmelerinin zorluğu, müslüman beldelerindeki hukukçular arasında ihtilaf bulunması ve icmâ'a katılacak kimselerin tayin edilemeyişi gibi sebeplerden dolayı icmâ'ın mümkün olamayacağı görüşündedir.[292]
İslâm hukukçularının büyük bir kısmı hüccet olarak sahabîlerin icmâ'mı kabul ederek, tabiîler devrinde dahi icmâ'ın gerçekleşmediğini söylemektedirler.[293]
Yine bazı îslâm hukukçuları icmâ'ın mümkün olmasını katî bir nass'a dayanmasına bağlayarak, zannî deliller üzerine icmâ'ın vuku bulmayacağını söylemektedirler.[294] İleride üzerinde teferruatlı bir şekilde duracağımız üzere, kadının devlet başkanı olmasına engel teşkil ettiğine delaleti kesin olmayan ayetler ve ahâd hadislere dayanan deliller üzerine icmâ yapıldığını kabul etmek oldukça zor olan bir husustur.
Bu konuda yaptığımız açıklamalardan anlaşılacağı üzere, İslâm hukukçuları arasında imkânı ve vukuu ihtilaflı olan icmâ'a kadının devlet başkanı olmayacağını savunmanın, asıl kaynağı Kur'an olan İslâm'ın ruhuna ters düşeceği kanaatindeyiz.
Bunların yanısıra kadının devlet başkanlığı da dahil bütün siyâsî görevleri üstlenebileceğini söyleyen âlimler de mevcuttur.
Derveze, bu konuda Kur'an'a dayandırdığı fikirlerini şöyle özetlemektedir:
"Kur'an kadın ve erkeğin, cinsiyet farklılığından kaynaklanan cüzî istisnalar hariç, devlet ve toplum işlerinde tam bir eşitlik içerisinde ortaklaşa hareket etmelerini kabul etmektedir. Kur'an, içtimaî ve siyâsî faaliyetlerin her çeşidinde kadına da, erkeğe tanıdığı hakların aynısını tanımaktadır."[295]
Derveze'nin bu görüşlerine dayanarak Kasımı, İslâm'da kadının bütün devlet işlerine atanabileceğini, bunun kadının tabiî bir hakkı olduğunu söylemektedir.[296]
İslâm âlimlerinin bir kısmı Kur'an âyetlerini delil göstererek kadının devlet başkanı olamayacağını açıklarken, bir kısmı da yine âyetlere dayanarak kadının devlet başkanlığının mümkün olduğunu savunmaktadırlar.
Bazı âlimler Kur'an'da kadının halife olmasını engelleyen bir nass bulunmadığını söylerken[297] birçok İslâm âlimi de kadının devlet başkanlığı konusundaki görüşlerini Kur'an'a dayandırmaktadırlar.
Kadının devlet başkanı olamayacağını iddia eden îslâm hukukçuları ve müfessirlerin delil olarak gösterdikleri ve üzerinde durduklan âyet[298] Nisa Sûresi'nin 34. âyetidir.[299]
"Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından vd erkeklerin mallarından sar-fetmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hakimdirler."
Müfessirler, kavvâmun kelimesine çeşitli yorumlar getirmektedirler.[300] Müfessirlerin büyük bir kısmı erkeklerin kavvam olmasını, erkeklerin terbiye etmek ve tedbir almakla yükümlü olması şeklinde izah etmektedirler. Ayrıca kelimenin kadının erkeğe itaat etmesi gerektiğini ifade ettiğini ve erkeğin ailesinin geçimi, çocuklarının bakımı, terbiyesi ve gözetiminden sorumlu olduğu manasını taşıdığını söylemektedirler. Erkeğin kadının namusunu muhafaza etmekle yükümlü olduğu anlamına geldiğini de belirtmektedirler.[301]
Erkeklerin yapıları ve kabiliyetleri sebebiyle kadınlara hakim olduklarını söyleyen Seyyid Kutub, hakimiyeti kadın ve erkeğin görevlerinin dağıtımındaki adalet yönünden ele almaktadır. Görevlerinin dağıtımında her iki tarafın da yaratılışları gereği taşıyabilecekleri kadar sorumluluk altına girdiğini kabul etmektedir.[302]
Müfessirlerin büyük bir kısmı âyetin devamında geçen "Kimini kimine üstün kılmasından ötürü" ibaresinin erkeklerin kadınlar üzerine üstünlüğüne delalet ettiğini söylemektedirler.[303] Ancak Yazır, bu âyetin erkeğin kadında bulunmayan bazı özelliklere sahip olduğu manasını taşıdığı gibi, kadının da erkekte bulunmayan bazı özelliklere sahip olduğu anlamına geldiğini söylemektedir.[304] Taberî de âyette geçen "Kimini kimine üstün kılmasından ötürü" ifadesini, erkeklerin mutlak anlamda bütün kadınlar üzerine değil, sadece eşleri üzerine üstünlüğü olarak anlamakta ve böylece âyette kastedilenin aile müessesesi olduğunu söylemektedir.[305]
Âyetin, erkeğin ailedeki koruyucu ve yönetici rolüne delalet ettiğini söyleyerek ev ve aile hayatına mahsus olduğunu söyleyen müfessirlerin[306] yanı-sıra, âyetin umûmî bir mana taşıdığını ve erkeğin devet idamesindeki görevlerini de ihtiva ettiğini söyleyen müfessirler de mevcuttur. Bu müfessirlere göre, erkekler cuma, ezan, şehadet, nübüvvet, hilafet, hitabet, cihad, imamet ve imaret gibi âmme görevlerini üstlenebilmeleri bakımından kadınlardan üstündürler.[307]
Açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, müfessirlerin bazıları, âyetin sadece evlilik hayatı ve aile düzeni ile ilgili olduğunu söylerken bazıları da âyetin umûmî bir mana taşıdığını ve erkeklerin devlet idaresindeki görevlerini de kapsadığını belirtmektedirler.
Âyet üzerinde değişik görüşler ileri süren müfessirler gibi İslâm hukukçuları da, âyeti farklı şekillerde yorumlamaktadırlar.
İslâm hukukçularının bazıları "İslâm'da hakkında yasaklayıcı bir nass bulunmayan herşeyde asıl olan ibahattır" ve "istisna edildiğine dair bir nass bulunmadıkça sahip oldukları hak ve üstlenecekleri görevlerinde kadın ve erkeğin eşitliği esastır." kaidelerine dayanarak kadının siyâsî hakkını engelleyen bir nass'ın bulunmadığını söylemektedirler.[308]
Bazı İslâm hukukçuları "erkekler kadınlar üzerine hakimdirler" âyetine dayanarak kadının devlet başkanı olamayacağını söylemektedirler. Bu hukukçular, bu âyette yöneticilik, hâkimiyet ve riyasetin erkeklere ait ve erkeklerin kadınlardan üstün olduğunun belirtildiğini ve evin yönetiminin bile verilmediği kadına, devletin yönetiminin verilmesinin söz konusu olamayacağım söylemektedirler.[309] Kadının devlet başkanı olamayacağını savunan ancak bu görüşlerine Kur'an'dan bir delil getiremeyen bazı İslâm hukukçuları, bu konuda Hz. Peygamber'in "işlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır. "[310] hadisini esas almaktadırlar.[311]
Âyetin kadının siyâsî haklarının olmadığı şeklinde anlaşılmayacağını söyleyen îslâm hukukçuları, âyetin evlilik hayatı ve aile düzeni ile ilgili olduğunu, siyâsî hayatla ilgisi bulunmadığını söylemektedirler. Ayette koruyuculuk ve hâkimiyet vasfının kocaya verilmesini, kocanın karısına nafaka, mehir vermesi, çocuklarının ve karısının geçiminden sorumlu olmasına bağlamaktadırlar.[312]
Derveze, âyetin evlilik hayatı ve aile düzeni ile ilgili olduğu ve bu hususun âyetin devamından da açıkça anlaşıldığını söylemektedir.[313]
Erkeğin, eşinin ve çocuklarının bütün ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olmasından dolayı bir üstünlüğe sahip olduğunu söyleyen Fazlur Rahman, kadın ve erkeğin insanlık ve fazilet açısından aynı, ancak görevleri yönünden farklı olduklarını bu nedenle erkeklerin üstünlüklerinin görevleri gereği, yani fonksiyonel olduğunu belirtmektedir.[314]
Kanaatimize göre âyetin sebeb-i nuzülü evlilik hayatı ve aile düzeni ile ilgili olduğunu göstermektedir. İnceleyebildiğimiz tefsîr kitaplarında anlatıldığı şekliyle âyetin nuzûl sebebi şu şekildedir: Ensar’dan Sa'd b. Rebî karısının kendisine karşı gelmesinden dolayı tokat vurmuş, karısının ailesinden biri de onu Hz. Peygamber'e şikayet etmiştir. Hz. Peygamber'in kısas uygulamasına hükmetmesi üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Allah bizim murad ettiğimizden başka bir şeyi murâd etti. Allah'ın dilediği en hayırlısıdır." diyerek kadının kocasına itaat etmesi gerektiğini belirtmiştir.[315] Âyetin nuzûl sebebi dikkate alındığında, âyetin aile ve evlilik hayatının düzenli bir şekilde yürütülmesiyle ilgili olduğa gayet iyi anlaşılacaktır.
îslâm hukukçuları ve müfessirlerin delalet ettiği şeyin ne olduğu hakkında ittifak edemedikleri bir âyeti, kadının siyasî haklarını engelleme konusunda kesin bir nass olarak görmenin İslâm'ın genel prensiplerine ters düşeceği kanaatindeyiz.
Kadının devlet başkanı olamayacağını iddia eden İslâm huçukçularınm delil olarak gösterdikleri diğer âyet Ahzâb Sûresi'nin 33. âyetidir.
"(Vakarınızla) evlerinizde oturun"
Kurrâ âyette geçen (vekame) kelimesinin okunuşu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kelimeyi (vekarne) şeklinde kafi fethalı okuyanlara göre mana evlerinizde oturun, karar kılın olmaktadır. (Vekırne) şeklinde kafi kesralı okuyanlara göre ise ayet, evlerinizde vakarlı ve ağır olun manasına gelmektedir. Taberî kelimenin (vekırne) şeklinde okunmasının daha uygun olduğunu söylemektedir.[316]
Âyetin sadece Hz. Peygamber'in hanımlarına hitap edip etmediği konusunda ihtilaf vardır. Tetkik edebildiğimiz kadarıyla âyetin sadece Hz. Peygamber'in hanımlarına hitabettiği konusunda müfessirlerin ittifak ettiklerini görmekteyiz.[317]
"Evlerinizde oturun" âyeti üzerinde fikir yürüten İslâm hukukçuları da bu âyette kimlerin kastedildiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Âyetin sadece Hz. Peygamber'in hanımlarına değil, tüm müslüman kadınlara hitabettiğini söyleyen bazı îslâm hukukçularına göre, âyet, kadının devlet başkanı olamayacağı konusunda delildir. Bu hukukçulara göre devlet başkanı, orduya komuta etmek, meclislere girmek ve erkekler arasına karışmak zorundadır, âyet ise evde oturmayı emretmektedir.[318] Mevdûdî, Hz. Peygamber'in hanımlarının ne gibi bir kusuru olduğu ve diğer kadınların Hz. Peygamber'in hanımlarından daha mı üstün olduğu sorusunu sorarak âyetin yalnız Hz. Peygamber'in hanımlarına hasredilmesine itiraz etmektedir.[319]
Âyette sadece Hz. Peygamber'in hanımlarının kastedildiğini söyleyen İslâm hukukçularının görüşlerine biz de katılıyoruz. Çünkü bazı müfessirlerin de söylediği gibi âyet, Hz. Peygamber'in hanımlarının evde oturmalarını istemekle, onların Hz. Peygamber'in hanımı olmaları sebebiyle daha vakarlı olmalarını ve mü'minlerin anneleri olmaları hasebiyle onlara duyulan saygı ve hürmeti devamlı bir şekilde korumalarını istemektedir.[320]
Ayrıca hitabın sadece Hz. Peygamber'in hanımlarına ait olmasına herhangi bir mani olmadığı gibi, hitabın sadece onlara olduğu başka âyetler de vardır.[321]
"Hz. Peygamber'in eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir.”[322]
"Ey Peygamber hanımları, sizlerden biri açık bir hayasızlık yapacak olursa onun azabı iki kat olur. "[323]
Hz. Peygamber'in hanımlarına hitaben tek âyet sadece "evlerinizde oturun" âyeti değil, görüldüğü gibi bundan başka âyetler vardır.
Mütevellî, Hz. Peygamber'i ziyarete gelenlerin bazılarının Ehl-i Beyt'e hürmette ve ziyaret adabına riayet etmekte kusur ettiklerini ve Hz. Peygamber evi terkettikten sonra bile bazı ziyaretçilerin oturmaya devam ettiklerini zikrederek, âyetin bu şartlarda nazil olduğuna dikkat çekmekte ve buna dayanarak âyetin Hz. Peygamber'in hanımlarına hitabettiğini belirtmektedir.[324]
"Evlerinizde oturun " âyetinden bir önceki âyet olan "Peygamber hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz." âyeti, onların diğer kadınlar arasındaki müstesna yerini göstermekle birlikte hitabın da Hz. Peygamber'in hanımlarına ait olduğunu göstermektedir. Bu durumda müfessirlerin, Hz. Peygamber'in hanımlarının kastedildiğini söylediğini ve açıklamaya çalıştığımız bazı sebeplerden dolayı sadece Hz. Peygamber'in hanımlarına hitabetmesi ihtimali daha kuvvetli olan bir âyeti, kadının devlet başkanı olmasını engelleyen bir delil olarak görmek oldukça zordur. Ayrıca kadının devlet başkanı olamayacağını söyleyen âlimler arasında "evlerinizde oturun" âyetini delil olarak kullanmayan âlimlerin varlığı[325] da dikkate alınmalıdır.
Kadının devlet başkanı olamayacağını söyleyen İslâm hukukçularının bazıları, devlet başkanlığının aklî yönden yeterlilik gerektirdiğini, kadına şahitliği konusunda getirilen sınırlamaların, kadının aklî yönden eksik olduğuna delalet ettiğini söylemektedirler. Bu görüşte olanlar, kadının şehadeti ile ilgili âyetin, iki kadının fikrinin tek erkeğin fikrine eşit olduğuna delil olduğunu ileri sürmektedirler.[326]
"Ey İnananlar/ Birbirinizle belirli bir süre için borçlandığınız zaman yazınız- İçinizden 'bir kâtip doğru olarak yazsın; kâtip onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin yazsın. Borçlu olan da yazdırsın, Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan birşey eksiltmesin. Eğer borçlu aptal veya aciz ya da yazdıramayacak durumda ise velisi doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek-biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.”[327]
Biri unuttuğunda diğeri hatırlatacak iki kadın aranması hakkında fikir yürüten bazı müfessirler, bunun sebebini kadınların akitler konusunda tecrübe sahibi olmamalarına ve kadına has psikolojik ve biyolojik hallerin etkisi ile kadının çabuk heyecana kapılmasına bağlamaktadırlar. Şehadetin ise heyecandan uzak ve feragat gerektiren bir görev olduğunu belirtmek suretiyle, kadınlardan biri unuttuğunda diğerinin hatırlatmasının gereğini açıklamaktadırlar.[328] Kadının aklî yönden zayıflığına delalet eden herhangi bir açıklamaya ise rastlayamıyoruz.
Bazı İslâm âlimleri "biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın." ifadesinin asıl illetini, erkek ve kadının psikolojik yönlerinin farklı oluşuna bağlamakta ve bunun da hiçbir zaman kadının erkeğin yarısına eşit olduğu anlamına gelemeyeceğini belirterek bunu, hukukî sahada bir icraat olarak kabul etmektedirler.[329] Derveze kadının ev içerisindeki meşguliyetinin fazlalığı sebebiyle, malî işlerle ilgilenememesinden dolayı şahitlikle fazla ilişkisi olmadığını söylemektedir.[330]
Hatemî, iki erkek şahit bulunamadığı takdirde bir erkek ile birlikte iki kadının şahitliğinin aranmasının sadece vadeli borçlanmalar alanında olduğunu ve Kur'an'da, mutlak olarak iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılacağı tarzında bir hüküm olmadığını belirtmektedir. Bunun sebebini de o dönemde kadınların iş hayatında faal olmamalarına ve ticarî konularla ilgilenmemelerine bağlamaktadır.[331]
Şahitlikte iki kadın bir erkek aranmasını, kadınların o günlerde malî işlerle ilgilenmemesi ve bu sebeple alacaklının hakkını yitirmesine sebep olacak herhangi bir durumla karşılaşılmaması amacına yönelik olduğu kanaatindeyiz. Âyetin baş tarafı da sözü edilen şehadetin alım satım akitleri ile ilgili olduğunu açıkça göstermektedir. Âyetin ifadesinden her konuda bir erkek iki kadın şahit aranması gerektiği şeklinde bir hüküm çıkarmak oldukça zordur.
Kadının şahitlikteki durumu ile siyâsî görevleri üstlenmesini birbiriyle kıyaslayarak kadının siyâsî görevler üstlenemeyeceğini söylemek de kıyasın şartlarına uymamaktadır. Çünkü iki meseleyi birbirine kıyaslayabilmek, bu iki mesele arasında ortak illet bulunması şartına bağlıdır.[332]
İslâm tarihinde ilmî, içtimaî ve siyâsî sahalarda önemli hizmetlerde bulunmuş olan kadını,[333] onun şahitlik konusundaki durumunu esas alarak ona bir takım aklî eksiklikler atfetmek suretiyle, siyâsî haklardan mahrum etmek hem tarihî gerçeklerle hem de İslâm'ın temel prensipleriyle bağdaşmamaktadır.
Kadının devlet başkanı olabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları, "açık bir nass ile istisna edilmediği takdirde kadın ve erkeğin hak ve görevlerinde eşitliği" prensibine dayanmaktadırlar.
"Kadınların sahip oldukları hakları, örfe uygun bir şekilde vazifelerine denktir.”[334]
Ayetinden anlaşılacağı üzere kadın ve erkeğin sahip oldukları haklar, üstlendikleri sorumluluklar nisbetindedir.[335]
Enâyat, âyetin kadınlar için eşit hakları garanti ettiğini söylemektedir.[336]
Kadın ve erkeklere hitap eden bazı âyetlerin ifadesinden de Kur'an'da kadın ve erkeğin eşitliğinin esas olduğu anlaşılmaktadır.[337]
Kadının devlet başkanı olabileceğini söyleyen İslâm hukukçularının, kadın ve erkeğin eşitliği esasını vurgulayan yukarıda zikrettiğiniz âyetlerin ya-nısıra, en çok üzerinde durdukları ve görüşlerine delil olarak kabul ettikleri âyet, Tevbe Sûresi'nin 71. âyetidir.[338]
"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır, iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namaz kılarlar, zekât veriler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler, işte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir."
Reşid Rıza bu âyetin, kadının dinî, edebî, içtimaî ve siyâsî işlerle meşgul olabileceğini beyan ettiğini söylemektedir.[339]
Mütevellî, kadının siyasetle ilgilenebileceğini savunan âlimlerin âyeti iki açıdan değerlendirdiklerini söylemektedir. Birincisi: Bu âyet, kadın ve erkek arasında kardeşlik, iyilikte yardımlaşma ve sadakat gibi duyguları içeren bir dostluğu yerleştirmektedir. İkincisi: İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın siyasetle meşguliyet de dahil olmak üzere hayatın her sahasında kadın için bir görev olduğu belirtilmektedir.[340]
Kadının her devirde iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla görevlendirilmesi, toplumun hedeflerine ulaşmasında kadının da erkek gibi mesul olması, kadın için en büyük görev olarak kabul edilmektedir.[341]
İyiliği emretmek ve kötülükten vazgeçirmeye çalışmak vazifesini mü'min erkekler gibi mü'min kadınların da îfâ edebileceğini söyleyen Hamîdullah, devlet başkanlığı da dahil olmak üzere bir işi millet adına yapmak şeklinde tarif ettiği siyaset görevini kadının da üstlenebileceğini söylemektedir.[342]
Siyaset, işleri en iyi şekilde idare etme, düzenleme ve insanları dünya ve ahirette kurtuluşa erdirecek bir yola yöneltme[343] şeklinde tarif edildiğine göre kadın ve erkeklere yönelik olan iyiliği emretme, kötülükten sakındırma vazifesini, kadının siyâsî görevler üstlenebileceğine ve devlet işleriyle meşgul olabileceğine bir delil olacağını söylemek hiç de imkânsız görünmemektedir.
Devlet başkanlığı da dahil olmak üzere kadının siyâsî işlerle meşgul olabileceğini söyleyen İslâm hukukçularından bazılarının Kur'an'a dayandırdıkları diğer delillerden biri de Seba melikesi ile ilgili ayetlerdir.[344]
Seba melikesi Belkıs'ın kararlarını ferdî değil halkıyla istişare etme suretiyle vermesiyle ve halkını idare etmede gösterdiği başarı, onun iyi bir hükümdar olarak methedilmesine[345] yol açmıştır.[346]
Seba melikesi hakkında verilen bu bilgiler, bazı İslâm hukukçuları tarafından, müslüman bir kadının, bir devletin başkanı olabileceğinin delili kabul edilmektedir.[347]
Her ne kadar Topaloğlu, Kur'an'da Seba melikesi Belkıs'ın müslüman olduktan sonra da melikeliğe devam ettiğine dair bir bilgiye rastlanmadığını ayrıca ateşperest bir kadınla ilgili hükümlerin müslümanlar hakkında delil olamayacağını söylemekte ise de,[348] Kur'an'da Belkıs'ın müslüman olduktan sonra melikeliğini bıraktığına dair bir bilgi de yer almamaktadır. Saîdî, Belkıs'ın müslüman olduktan sonra da görevine devam etmesinin vahiy ile yasaklandığı konusunda bir haberin bulunmadığını ve Hz. Süleyman'ın Allah'tan aldığı vahye aykırı hüküm veremeyeceğini söyleyen Saîdî, Seba melikesi Belkıs'ın hükümdarlığına devam etmesinin Allah'ın hükmüne uygun olduğunu ifade etmektedir.[349]
Bazı İslâm hukukçularına göre "bizden önceki şeriatlar" bizler için de hüküm ifade eder. Serahsî, Sünnî hukukçuların görüşlerini, herhangi bir peygamberin getirdiği her tür kanunun, bunun kaldırıldığına dair bir işaret olmadıkça ebediyyen geçerli olduğu şeklinde açıklamaktadır.[350]
Kur'an'ı esas alarak yaptığımız şimdiye kadarki açıklamalarımızdan anlaşılacağı gibi Kur'an'da kadının siyâsî haklarını engelleyen herhangi bir hüküm yer almamaktadır. Zikrettiğimiz bazı İslâm hukukçularının bizden önceki şeriatlar hakkındaki görüşlerine de dayanarak[351] bir kadın olan Seba melikesinin hükümdarlığının, İslâm hukuku açısından tamamlayıcı bir unsur olarak görülebileceği ve kadının hükümdarlığının geçerliliğinin kabul edilebileceği kanaatindeyiz.[352]
Bazı İslâm hukukçularının kadının devlet başkanı olamayacağı konusunda delil olarak öne sürdükleri hadisleri diğer islâm hukukçuları kadının siyâsî haklarını engelleyen birer nass olarak kabul etmemektedirler.
Kadının devlet başkam olamayacağı konusunda delil olarak kabul edilen ve üzerinde en fazla durulan hadis Ebû Bekre'nin rivayet ettiği şa hadistir.
"İşlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır. "[353]
Hadis şu şekilde rivayet edilmektedir; Osman b. el-Heysem ve Avf, Hasan'dan Ebû Bekre'nin şöyle söylediğini rivayet etmektedirler: Cemel vak'asına katılmak ve onlarla birlikte savaşmak üzereyken Resûlullah'tan duymuş olduğum bir hadis beni bu savaşa katılmaktan kurtardı. Resûlullah Farisîlerin Kisra kızını devlet başkanı yaptıklarını duyunca şöyle buyurmuşlardı:
"İşlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır.”[354]
Hadiste geçen Cemel vakasına katılanlardan kastedilen, Hz. Aişe ve onunla birlikte olan askerlerdir. Hz. Aişe'nin Talha ve Zübeyr'le birlikte, Hz. Osman'ın kanını talep amacıyla Basra'ya yürüyüşü ve Cemel vakasının meydana gelişinden bahsedilmektedir. Kisrâ'mn[355] ölümü üzerine yerine kızı Boran geçmiş ve bir sene altı ay hükümdarlık yapmıştır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Hz. Peygamber Kisrâ'nın kızının melik olduğunu işitince zikrettiğimiz hadisi söylemiştir.[356]
Ebû Bekre'nin zikredilen hadisi dikkate alarak Cemel vakasına katılanların felah bulmayacağı düşüncesiyle Hz. Aişe ile birlikte savaşa katılmadığı zikredilmektedir.[357]
Hadisçilerin çoğu bu hadisin kadının emirlik, kadılık gibi bazı siyâsî işlere katılamayacağı konusunda delil olduğunu ileri sürmektedirler.[358]
İslâm hukukçularının çoğu da bu hadisi, kadının devlet başkanı ve hâkim olmasını engelleyen bir nass olarak görmektedirler.[359] Bazı hukukçular hadisin kadının sadece devlet başkanı olamayacağını ifade ettiğini diğer siyâsî görevlere teşmil edilemeyeceğini belirtmektedirler.[360]
Diğer bazı İslâm hukukçuları ise bu hadisin sahih olduğunu kabul etmekle birlikte yorumu değişik şekillerde yaparak, hadisin kadının devlet başkanı olmasını engellemediğini söylemektedirler.
Kâsımî, Hz. Peygamber'in bu sözü Kisraya gönderdiği elçinin hükümeti ile İran hükümeti arasında siyâsî ilişkilerin kötü olması sebebiyle söylediğini ileri sürmektedir. Hadisteki hükmün, sadece sebebi belirtilen olaya hasr edilebileceğini belirtmektedir. Lafzın umûmî olmasının hükmün de umumî olmasını gerektirmediğini belirten Kâsımî, hadisin, kadının devlet başkanı olmasını engelleyen bir delil olamayacağını söylemektedir.[361]
Hadisin kadının siyâsî görevler üstlenmesini önlemediğini söyleyen Derveze de hadiste kastedilenin tek bir kadının reisliği olduğunu söylemektedir. Mü'min kadınlarla mü'min erkeklerin birbirlerinin velileri olduğu[362] esasına dayanarak, toplumun yarısını oluşturan kadının erkekle birlikte devlet işlerini üstlenebileceğini belirtmektedir.[363]
Hamîdullahda Kisrâ'nın kızı ile ilgili olarak Hz. Peygamber'in hadisinde belirtilen yasağın, İranlılara gelecek bir belanın mucizevî bir şekilde önceden haber verildiğine dikkat çekmekte ve bunun müslümanlar için belli bir yasağı ifade etmeyeceğini söylemektedir.[364]
Sebeb-i vürudu, İran Kisra'sının kızının hükümdar olması ile ilgili olduğu zikredilen bu hadisin, müslümanlar için de bir delil olup olmayacağı, bu konuda ileri sürülen görüşlerden de anlaşılacağı üzere ihtilaflıdır. Hadisin hükmünün sadece belli bir kavme ait olması da imkân dışı değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in göndermiş olduğu mektubu yırtan ve ona beddua eden İran Kisra'sının[365] kavmi hakkında Hz. Peygamber'in "felah bulmayacaktır." sözünü söylemesi hem mümkün hem de tabiidir. Farklı şekillerde yorumlanma ihtimalleri olan bir hadisin, kadının devlet başkanı olmasını engelleyen kesin bir delil gibi görülemeyeceği de gayet açıktır. Ayrıca hadisin Hz. Aişe'nin Basra'ya yürüyüşü ve Cemel vakasına katılması esnasında ve onun bu siyâsî hareketine karşı zikredilmiş olması da dikkat çekicidir. Hz. Aişe'nin böyle bir hadisin varlığından haberdar olmaması da düşündürücüdür. Hz. Aişe'nin hadisten haberdar olmaması mümkün olsa dahi beraberindeki müslümanların hiçbirinin bu hadisten haberdar olmaması oldukça zor bir ihtimaldir. Ayrıca Askalanî'nin zikrettiğine göre, Hz. Aişe, Ebû Bekre'ye kendileri ile beraber savaşa katılması için çağrıda bulunmuş, Ebû Bekre ise; şüphesiz sen annemizsin ve hakkın da çok büyüktür, ancak ben Hz. Peygamber'in "işlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır." dediğini Hz. Aişe'nin hadisi işittikten sonra hareketine son verdiği şeklinde herhangi bir rivayete rasflayamadık. Kaynaklarda Hz. Aişe'nin Cemel vakasına katılmaktan dolayı pişmanlık duyduğu zikredilmektedir.[366] Ancak bazı İslâm alimleri bu pişmanlığı bir kadın olarak siyâsî işlere katılmasına bağlarken[367] bir kısmı da siyasete karışmasına değil, çatışan iki taraf arasında yapmış olduğu tercihinde isabetli karar veremeyişİne bağlamaktadırlar.[368] Behiy el-Hulî ise Hz. Aişe'nin girişmiş olduğu bu hareketi şöyle değerlendirmektedir: Hz. Ali'ye karşı çıktıklarında Zübeyr ve Talha da, Hz. Aişe ile beraberdi. Bunlardan birisi Hz. Aişe'ye "Ey mü'minlerin anası sen geri dön, böylesi siyâsî işlere karışmaya hakkın yok." dememiştir. Halbuki bu iki zat İslâm'ı en iyi bilen ve anlayan kişilerdendi. Bilakis Hz. Aişe'nin görüşlerine katılmışlar ve onunla beraber olmuşlardır. Hûlî, bu durumu ise, bu tür hareketlerin alışılmış olduğunu gösterdiğini söylemektedir.[369]
Kadının devlet başkanlığı da dahil olmak üzere, siyâsete karışmasına engel olduğunu söyleyen bir başka hadis de şöyledir:
"Başkanlarınız en hayırlılarınız, zenginleriniz de cömertleriniz olur ve işleriniz arasında danışma ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından hayırlıdır. Fakat başkanlarınız en kötüleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olur ve işleriniz de kadınlarınızın emrinde bulunursa o zaman yerin altı, sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır."[370]
Ebû İsa, bu hadisi bilmediklerini ve bu hadisin garîb hadislerden olduğunu zikretmektedir. Hadisi, zikreden Salih el-Müreyy'in rivayetlerinde tek kaldığını ve garib hadisler[371] rivayet ettiğini söylemektedir.[372]
Kadının devlet başkanı olamayacağını savunan bazı İslâm hukukçularının, mevzu olma ihtimali kuvvetli olan bu hadise hiç temas etmemeleri de, hadisin zayıflığını ve böyle bir rivayete itibar edilemeyeceğini göstermektedir.[373] Ancak sayıları çok az da olsa kadının siyâsî haklarını engellediğine bu hadisi delil olarak gösterenler de vardır.[374]
Kadının devlet başkanlığı ve diğer siyâsî görevleri üstlenemeyeceğinin delili olarak ileri sürülen bir başka hadis de şudur:
"Sizin kadar eksik akıllı ve eksik dinli birinin (kadınların) tam akıllı ve dini sağlam bir kimsenin aklını çelebildiğini görmedim."[375]
Değişik senetlerle rivayet edilen bu hadis, mealen şöyledir:
"Hz. Peygamber ramazan veya kurban bayramında musallaya gitmek üzere yola çıktığında kadınlara rastladı ve şöyle dedi: Ey kadınlar topluluğu sadaka veriniz, zira cehennem ehlinin çoğunu sizlerin oluşturduğunu gördüm. Kadınlar neden ya Resûlallah diye sorduğunda Hz. Peygamber:
“Çünkü kadınlar çok lanet ettiler ve kocalarına karşı da nankör oldular,” cevabını vermiş ve devamla
"Sizin kadar eksik akıllı ve eksik dinli birinin (kadınların) akıllı ve dini sağlam bir kimsenin aklını çelebildiğini görmedim." demiştir.
“Kadınlar aklımızın ve dinimizin eksikliği nedir ya Resülullah?” diye sorduğunda Hz. Peygamber;
“İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği yerine geçmesi kadının aklının noksanlığı, hayızlı olduğu zaman namaz kılmaması ve oruç tutamaması da dininin noksanlığıdır,” cevabını vermiştir. "[376]
İbn Hazm, kadının aklının ve dininin eksikliği ile ilgili hadisten, kadının faziletinin eksikliği gibi bir mana çıkarılamayacağını söylemektedir. Hadiste geçen akıl noksanlığından kastın sadece kadının şahitliği ile ilgili olduğunu din noksanlığının ise sadece kadının belirli zamanlarda namaz ve orucunu terketmek zorunda kalması anlamına geldiğini söyleyen İbn Hazm, bu iki durum dışında akıl ve din noksanlığından bahsetmenin mümkün olmadığını da belirtmektedir.[377]
"Kadının aklı ve dini noksandır." hadisinin, kadının aklî yönden eksikliğine delâlet ettiğini söyleyen ed-Demîcî bu sebeple kadının, anlayış, zekâ ve yeterlilik gerektiren devlet başkanlığı görevini üstlenemeyeceğini söylemektedir.[378]
Saîdî ise, hadisin kadının siyâsî haklarını engellemediğini ileri sürmektedir. Hadisten, kadının aklının ve dininin eksik olduğu şeklinde bir mana çıkarılamayacağını söyleyen Saîdî böyle bir düşüncenin, hadisin tamamının değil sadece "kadının aklı ve dini noksandır." kısmının dikkate alınmasından kaynaklandığını zikretmektedir. Hadisin bütünü gözönüne alındığında akıl noksanlığından kadının şahitlikteki durumu, din noksanlığından ise belirli süreler için kadını, namaz, oruç ibadetini ifa etmesine mani olan tabii halinin kastedildiğinin anlaşılacağını söylemektedir. Yoksa akıl noksanlığının kadının idrak, düşünce, görüş ve ihtiyatta zayıflığı, din noksanlığının ise, takva, fazilet ve ahlak yönünden eksikliği anlamına gelemeyeceğini belirtmektedir. Saîdî, "kadının aklı ve dini noksandır." ifadesinden gerçek anlamda bir akıl ve din noksanlığı kastedilse idi kadının malları üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaması, bu haklardan yararlanabilmesi için de eşinin ve velisinin izin vermesi şartının aranması gerekeceğini söylemektedir. İslâm hukukunda, kadın olmanın tasarruflarda bulunmayı engelleyen bir sebep olamayacağını belirterek, İslâm'ın kadına her türlü tasarruf ve mülk edinme ehliyetini verdiğini, ayrıca tarihî gerçeklerin de kadına aklî bir eksiklik atfedilmesine engel olduğunu söylemektedir.[379]
Mütevelli ise, akla uygun olmaması, Kur'an'ın açık hükümlerine ve tarihî gerçeklere ters düşmesi sebebiyle bu hadisin mevzu olduğunu söylemektedir. Ayrıca sahih olduğu kabul edildiği takdirde bu hadisin sadece kadının siyâsî haklarını menetmekle kalmayıp, diğer bazı hadislere muarız olduğu gibi Kur'an'da açıkça belirtilen İslâm'ın birçok hükmüne de ters düşmek suretiyle bazı tehlikeli neticelere sebep olacağını belirtmektedir.[380]
İnceleyebildiğimiz kaynaklar arasında "kadının aklı ve dini noksandır" mealindeki hadisin mevzu olduğunu Mütevellî'den başka söyleyen ikinci bir kimseye rastlayamadık. Ancak bizim için önemli olan husus Saîdî gibi hadisi sahîh kabul edenler ile Mütevellî gibi hadisin mevzu olduğunu söyleyenlerin, kadının aklının ve dininin gerçek anlamda eksik olmadığı ve buna dayanarak da kadının siyâsetle meşgul olmasına engel olunamayacağı konusunda görüş birliğinde olmalarıdır. Zira hadisin sıhhati hakkında farklı şeyler söylenmesine rağmen hadisten çıkarılabilecek mana hakkında aynı görüşü paylaşmaktadırlar.
Daha önce zikrettiğimiz gibi bazı İslâm hukukçuları "kadının aklı ve dini noksandır" hadisine dayanarak, kadının aklî yönden erkeğe denk olamayacağını söylemektedirler.
Kadının zekası ve aklî gücünün erkeğinkine denk olup olmadığı tartışma konusudur.[381]
Kadın ve erkeğin beyni arasında hacim ve şekil yönünden gerçekten büyük fark olduğunu söyleyen bazı İslâm âlimleri bu maddî farka dayanarak erkeğin zeka ve idrak gücü bakımından kadından daha üstün olduğunu söylemektedirler.[382]
Kadının aklî yönden eksik olduğu anlayışına karşı çıkan Kasım Emin, böyle bir anlayışın ortaya çıkmasını, çeşitli asırlarda, kadının ilim ile meşguliyetinin az olması ve aklî melekelerini geliştirecek faaliyetlerde bulunmaması gibi sebeplere bağlamaktadır. Kadın ve erkek arasında ortaya çıkan bu aklî farklılık yaratılıştan olmayıp, kadın ve erkeğin tecrübelerinin azlığı veya çokluğundan kaynaklanmaktadır.[383]
Hammad ise erkek ve kadın arasında bir farklılık olmadığını söylerken, bu görüşüne ayetleri[384] delil göstermektedir.[385]
İslâm tarihinde yer alan birçok uygulamanın ve kadınların üstlendikleri görevlerin, kadının aklî yönden eksik olmadığının en büyük ve en önemli delili olduğu kanaatindeyiz.
Hz. Aişe'nin ilmî sahada gösterdiği başarı ancak aklî yeterliliğine sahip bir kişinin gösterebileceği bir başarıdır. Sahabeden en büyük fakîhler bile, fıkhî meselelerde Hz. Aişe'ye danışıyorlardı. Ayrıca Hz. Aişe sahabe arasında en güvenilir hadis ravilerinden idi. Urve'nin Hz. Aişe hakkında;
"Hz. Aişe'nin şiir bilgisine hayret etmiyorum, çünkü Ebû Bekir'in kızıdır. Fıkıh konusundaki ilmine de hayret etmiyorum, çünkü Hz. Peygamberin zevcesi ve Ebû Bekir'in kızıdır. Fakat tıp konusundaki bilgisi beni hayrete düşürüyor." dediği rivayet edilmektedir.[386]
İslâm toplumunda kadınlar sadece Hz. Peygamber döneminde değil, bütün devirlerde önemli roller üstlenmiştir, hatta erkeklere hocalık yapacak seviyeye ulaşmışlardır. İbnu'l-Cevzî "Şehde" ismindeki kadın hocasından her konuda birçok hadis ve haber rivayet etmiştir. Suyûtî'nin lügat ilmi de dahil olmak üzere çeşitli ilimlerle meşgul olmuş kadın hocalarından bahsettiği nakledilmektedir.[387] Kerîme b. Ahmed el-Merveziyye isimli bir kadın da, Hatîbü'l-Bağdadi'ye Mekke'de ikameti esnasında beş günde Buhari'yi okutmuştur. [388]
Hz. Peygamber ve dört halifenin kadınlarla istişare ettiği ve onların fikirlerini aldığı tarihî bir gerçektir, Hz. Peygamber'in Hudeybiye Anlaşması esnasında, müslümanları ilgilendiren bir işte Ümmü Seleme'nin görüşünü aldığı ve onun görüşüne uygun şekilde hareket ettiği rivayet edilmektedir.[389] Bu ise kadınların aklî yönden herhangi bir eksiklikleri olmadığını ve Hz. Peygamber'İn de kadınları akılları eksik varlıklar olarak görmediğine delalet etmektedir. Ayrıca bazı kaynakları[390] Hz. Peygamber'İn Hz. Aişe hakkında;
"Dinimizin yarısını bu Humeyra'dan öğreniniz."[391] dediğinden bahsedilmektedir.
Konumuzla ilgili olarak verilebilecek bir başka örnek, Hz. Ömer'in mehirleri konu alan bir hutbeyi irat ettiği esnada bir kadının Nisa Sûresi'nin 20. âyetini okuyarak, Hz. Ömer'e itiraz etmesidir. Bu itirazdan sonra Hz. Ömer hatasını itiraf etmiş, verdiği karardan dönerek
"Kadın Ömer'den daha iyi bildi." demiştir.[392]
Hz. Ömer halifeliği esnasında kadınlarla istişarede bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu. Hz. Ömer kızı Hafsa'ya kadınların kocalarından ne ka-da süre ayrı kalmaya sabredeceklerini sormuş, kızının ona verdiği cevaba uygun olarak Hz. Ömer bu süreyi dört ay olarak belirtmiştir.[393]
Zikrettiğimiz bu örneklerin kadın için aklî ve dinî yönden herhangi bir eksikliğin söz konusu olmadığını açıklamak için yeterli olduğunu sanıyoruz. Kadının aklının eksik olduğu kabul edildiği takdirde mükellefiyet için akim sıhhatinin şart olduğu bir din anlayışında aklî yönden eksik olan bir varlığın, herhangi bir dinî sorumluluğunun olmaması gerekirdi. Oysa kadın ve erkek her müslümanın Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak konusunda aynı derecede yükümlü oldukları Kur'ân âyetlerinde[394] açıkça belirtilmektedir.
Netice olarak, aklî ve dinî yönden herhangi bir eksikliği olmayan kadının aklının ve dininin eksik olduğu söylenemeyeceği gibi, bu anlayıştan hareket ederek, kadının devlet başkanlığı ve diğer siyâsî görevleri üstlenemeyeceği de iddia edilemez.[395]
Kadının fizikî ve ruhî yapısının, ebediyyen kadının böyle bir görevi üstlenmesine mani olacağını söyleyen îslâm hukukçularına göre kadın tabiatı gereği çabuk heyecanlanan, şefkat ve merhamet duygulan çok gelişmiş bir varlıktır. Bu düşüncede olanlara göre kadında bulunan bu özellikler, onun en önemli görevi olan annelik ve çocuk yetiştirme vazifelerini, gerektiği şekilde yerine getirmesini sağlamaktadır. Erkek ise şefkatli olmasına rağmen vereceği kararlarda aklı ön planda tutan idrak ve görüş sahibidir.[396] Kadın aşırı derecede hassas, sevinç, elem, korku gibi değişik duyguların kolayca etkisinde kalan bir yapıya sahiptir. Kadının bu yapısı, aklını hesaba katmadan duygularıyla karar vermesine sebep olmaktadır.[397] Devlet başkanlığı gibi ağır ve külfetli bir görevi kadına yüklemek, onu kaldıramayacağı bir yükün altına sokmaktadır.[398]
Kadın ve erkek arasında şefkat, merhamet, duygusallık ve hassasiyet bakımından farklılık olduğu elbette inkâr edilemez. Ancak bu farklılığın kadının siyâsî görevleri üstlenmesine engel olamayacağını söyleyen Saîdî'nin görüşüne biz de katılıyoruz.[399] Ayrıca devlet başkanlığı da dahil olmak üzere çeşitli siyâsî görevler üstlenmiş olan kadınların sayısı ve gösterdikleri başarı da kadınların yapılarının görevleri üstlenmelerine engel olmadığını göstermektedir.[400]
İslâm'ın ilk devirlerinde kadınların siyâsî işlerle meşgul olmadıklarını söyleyen bazı îslâm hukukçuları bu durumun, kadının devlet başkanlığı ve diğer görevleri üstlenemeyeceği manasını taşıdığını belirtmektedirler.
İslâm tarihinde kadınların gösterdikleri siyâsî faaliyetlere geçmeden önce İslâm öncesi cahiliye çağında kadının sosyal durumunun İslâmiyet'ten sonraki sosyal ve siyâsî durumuna etkisinden bahsetmenin yararlı olacağı kanaatindeyiz.
İslâm'ın ortaya çıktığı dönemde, Arapların adet ve gelenekleri, kabile şeyhinin erkek ve nufûz sahibi olmasını gerektiriyordu. Kabile şeyhleri hükümdarlık, kadılık, ordu komutanlığı ve beytul malın sahipliği gibi birçok görevi birden üstleniyordu. İslâm'dan önce Arap kadını ise köle muamelesi görüyordu. Bazı kabilelerde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Erkek istediği sayıda kadınla evlenebiliyor, dilediği zaman boşanabiliyordu. Kadın mirasçı da olamıyordu.[401] Böyle bir ortamda kadının siyâsî haklarından bahsetmek oldukça zor idi. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminde ise kadının siyâsî haklarında herhangi bir yasaklama söz konusu olmamıştır. İslâmiyet kadın ve erkeğin eşitliği esasını getirmiştir. Ancak içtimaî ve siyâsî yapı çok ağır ve uzun vadede değişiklik gösterir. Zira bir toplumda en zor olan şey toplumun değerlerini değiştirmektir.[402]
İslâmiyet kadına her ne kadar geniş haklar tanımış ise de, insan muamelesi dahi görmediği bir dönemden sonra, kadının sosyal ve siyâsî durumunda büyük değişiklikler beklemek oldukça zordur. Bu sebeple İslâmiyet'in sosyal ve siyâsî alanda getirdiği değişikliklerin geldiği toplum tarafından kısa bir süre içerisinde bütünüyle sindirilerneyeceği gayet açıktır. Eski kültürü tama-' men silerek, yeni bir kültürü her yönüyle hayata yerleştirmek hemen hemen imkânsızdır.
İçtimaî ve siyâsî durumların kısa bir sürede değişiklik gösteremeyeceği gerçeği dikkate alındığında, İslâmiyet'in ilk devirlerinde siyâsî hayatta kadının etkin bir rolü olmasını beklemenin sosyal gerçeklerle bağdaşmayacağı açıkça anlaşılacaktır. Buna rağmen İslâm tarihinde kadının siyâsî işlerle meşgul olduğuna dair örnekler çoktur. Daha önce de zikrettiğimiz gibi İslâm'ın ilk devirlerinde kadınlar siyâsî konularda görüşlerini açıklıyorlardı. Hz. Osman'ın karısı siyâsî durumunun karışık olduğu günlerde, Mervan'nın cereyan eden hadiselerle ilgili olarak Hz. Osman'a tavsiyesini doğru bulmamış ve müdahale etmiştir. Mervan'ın Hz. Osman'ın karısına
"Sus, bu senin işin değildir." demesi üzerine Hz. Osman'ın Mervan'a
"Ona dokunma, o senden daha iyi nasihat verendir." şeklinde cevap verdiği rivayet edilmektedir.[403]
İbnu'l-Cevzî Hz. Ömer'in önemli bulduğu konularda erkeklere danıştığı gibi, kadınlarla da istişare ettiğini söylemektedir.[404] Kadınların, Uhud, Hendek ve Huneyn savaşlarında aktif bir rol oynadıkları ve bazılarının da Hz. Peygamber'in yanına gelerek erkekler gibi cihaddan sorumlu olmak istediklerini söyledikleri bildirilmektedir.[405]
Hz. Ömer'in hicretten önce müslüman olmuş ve akıllı bir kadın olduğu bildirilen Şifâ b. Abdillah'i çarşı pazar işlerinde görevlendirdiği rivayet edilmektedir.[406] Bazılarına göre bu görevlendirme Hz. Peygamber'in verdiği bu vazifeyi, Hz. Ömer'in devam ettirmiş olmasının mümkün olduğunu söyleyerek, bu kadının en azından ticarî ihtilaflar üzerinde muhakeme yetkisini kullanmış olması gerektiğini bildirmektedir.[407] İbn Abdilberr, Semra b. Nu-heyle eJ-Esediyye isminde sahabeden bir başka kadının da, çarşı pazar dolaşarak, iyiliği emredip kötülükten sakındırdığını ve aksi hareket edenlere elinde taşıdığı bir kamçı ile vurduğunu zikretmektedir.[408] Hamîdullah onun bu davranışının resmen bu işle görevlendirildiği anlamına geldiğini söylemektedir.[409] Ancak İbnu'l-Arabî, Hz. Ömer'in bir kadına bu görevi vermesinin doğru bir rivayet olmayıp, bidatçilerin bir uydurması olduğunu söylemekte ise de,[410] konu ile ilgili zikrettiğimiz kaynaklarda İbnu'l-Arabi'yi destekleyen bir bilgiye rastlayamadık.
İslâm tarihinde kadının siyâsî durumu ile ilgili bir başka örnek de Şece-retüddürr isminde bir kadının Mısır hükümdarı oluşudur. Mu'zam'ın öldürülmesinden sonra bu görevi, Şeceretüddün'ün üstlendiği bildirilmektedir.[411] Harun Reşid'in karısı Zübeyde'nin de kocası üzerinde çok büyük tesiri olan ayrıca edebiyat, şiir ve tıb ile ilgilenen çok akıllı bir kadın olduğu rivayet edilmektedir.[412] İspanya'yı fetheden Velid b. Abdülmelik'in gerçekleştirdiği iyi işlerde ona yardımcı olmuştur.[413]
Enâyat, Hz. Peygamber'in Hz. Aişe'yi gelişmekte olan İslâm toplumunun siyâsî, hukukî ve fikrî faaliyetlerinde aktif bir rol alması konusunda teşvik ettiğini söylemektedir.[414]
Kadının devlet başkanlığı da dahil olmak üzere siyâsette rol oynadığı, genel tarih ve İslâm tarihi ile ilgili kaynaklardan açıkça anlaşılmaktadır.[415]
Kadının bakan olamayacağı konusunda ileri sürülen deliller ve bu delillere yapılan itirazlar ile kadının devlet başkanlığı hakkında yapılan tartışmalar arasında bir fark bulunmamaktadır. Kadının devlet başkanlığı konusunu geniş bir şekilde incelemeye çalışmış olmamız sebebiyle aynı tartışmaları kadının bakanlığı konusunda tekrar zikretmenin gereksiz olduğu düşüncesindeyiz. Ancak İbn Hazm gibi bazı İslâm hukukçuları, Hz. Peygamber'in "işlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır." hadisinin kadınların ancak devlet başkanı olamayacağına delil olabileceğini söylemektedirler.[416]
Kadının devlet başkanı olmasını engelleyen açık bir delil olmadığına göre, kadının bakan olabileceğini söylemenin daha kolay olacağı kanaatindeyiz.[417]
İslâm hukukçuları hâkimde, erkeklik şartı aranıp aranmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Mâlikî, Şafiî, Hanbelî ve Zeydî mezhepleri kadının hâkim olamayacağı ve hâkimde erkeklik şartı aranması gerektiği görüşündedirler.[418]
Hanefîlere göre kadın, şahitliğinin geçerli olduğu konularda hâkim tayin edilebilir. Şahitliğinin geçerli olmadığı hadd ve kısas gibi cezaları içeren konularda ise hâkim olamaz. Mal ile alakalı konularda kadının verdiği hüküm geçerlidir. Kâsânî bir vazifeye atanma için erkekliğin şart olmadığını söylemektedir. Şahitlik ehliyeti hakimlik ehliyetini gerektirir.[419] Bazı Hanefî hukukçular, kadının hakimliğinin geçerli olduğu ancak Hz. Peygamber'in "işlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır" hadisinden dolayı kadının bu göreve atanmasının günah olduğu görüşündedirler.[420]
Taberî ise, kadının her konuda hâkimlik yapabileceğini söyleyerek, hadd ve kısas gibi cezaları içeren konuları da buna dahil etmektedir. Taberiî aslolanın halk arasındaki davalarda hüküm vermeye gücü yetenin bu görevi ifâ etmesi olduğunu söylemektedir.[421]
Zahirîlere göre de kadın her hususta hâkimlik yapabilir. İbn Hazm, Hz. Ömer'in bir kadını çarşı-pazar işlerinde görevlendirmiş olmasını kadının hâkim olabileceğine bir delil göstermektedir. Hz. Peygamber'in "işlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır" hadisinin sadece devlet başkanlığı ile ilgili olduğunu söyleyerek kadının hâkim olmasını engellemediğini belirtmektedir. İbn Hazm, kadının hâkim olabileceği konusunda Nisa Sûresi'nin 58. âyetinin delil olduğunu söylemektedir:
"Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder."
İbn Hazm âyetteki "hükmettiğiniz zaman" ifadesinin kadın ve erkek her müslümana yönelik olduğunu ve böylece kadın da hâkim olarak hüküm verebileceğini söylemektedir.[422] Adaletle hükmetmenin sadece erkeklere ait olabileceğinin mümkün olmadığı ve kadınların da bu âyete muhatap olduğu düşüncesindeyiz.
Kur'an ve Sünnette kadının hâkimlik de dahil olmak üzere bazı siyâsî görevler üstlenmesine mani olan bir nass yokken İslâm tarihinde siyâsî meselelerde hem fikir vermek suretiyle hem de fiilen rol oynamış olan kadının bu tür görevleri ifâ etmesini önlemek, İslâm'ın ana prensipleriyle uyuşmamaktadır. Kadının hâkim olamayacağına dair Kur'an ve hadislerden gösterilen delillerin tenkidini ve nasıl anlaşılması gerektiğini kadının devlet başkanlığı konusunu izlerken açıkladığımız için tekrar zikretmenin gereksiz olduğu düşüncesindeyiz.
Kadının devlet başkanı olmasını bile engelleyen herhangi bir nassin mevcut olmaması, kadının bakanlık ve hâkimlik de dahil olmak üzere diğer siyâsî görevleri üstlenmesinin mahsurlu olmayacağını söylememizi kolaylaştırmaktadır. Bize göre siyâsî görevlerde esas olan liyakattir. Bu sebeple siyâsî görevleri cins ayrılığını esas alarak tanzim etmenin uygun olmayacağı düşüncesindeyiz. Her erkeğin her türlü siyâsî görevi üstlenmesi söz konusu olamayacağı gibi, hiçbir kadının herhangi bir siyâsî görevi üstlenemeyeceği de söylenemez.[423]
Kadın, İslâm nazarında kendi evinin sultanıdır, idarecisidir. Madem kocası kazançla mükelleftir, onun da vazifesi evin işlerini o kazançla yoluna koymaktır.
Kadın dışarı ile ilgili bütün vazifelerden muaf tutulmuştur. O derece ki, cuma namazı onun üzerine vâcib olmaz.[424] Her ne kadar zaruret iktiza ettiği zaman mücâhidlere hizmet etmek üzere çıkması caizse de, cihâda katılmak ona vâcib olmaz.
Bir de cenaze merasimine katılması kendisine vâcib değildir. Bil'akis ondan men edilmiştir.[425]
Keza cemaate, camiye gitmesi de vâcib değildir.
Sonra kadın, mahremlerinden birisiyle beraber olsa yolculuğa çıkabilir. Aksi halde, tek başına çıkması doğru değildir.[426]
Hülâsa kadının kendi evini bırakıp, afakî işlerle iştigâl etmesi hiçbir zaman tasvib edilmemiştir. İslâm nazarında kadın için en hayırlı yol, ev kadını olmasıdır. Yani kendi evinin sultanı olmasıdır. Bunun açık isbatı da, Ahzâb
Sûresi'ndeki İlâhî emirdir.[427] Bâzıları, âyetin başındaki Ey Peygamber'in zevceleri hitabına bakarak "Bu emir -vekarla evlerinizde oturun- Peygamberin zevcelerine hastır." diye bir garabet göstermiştir. Biz de soruyoruz: Bu Ayet-i Kerîme'de zikredilen tavsiyelerden hangisi yalnız Peygamber'in zevcelerine hastır, diğer müslüman kadınlar ondan muaf tutulmuşlar?
İddia sahibi, âyette sıralanan emirleri tek tek inceleyerek söylesin. Diğer müslüman kadınların Allah'tan korkmaları gerekmez mi?
Nâmahrem erkekleri tahrik edecek şekilde konuşmaları yahut eski cahiliyet devri gibi açılmaları mubah mı kılınmış? Sonra, namaz kılmamak, zekât vermemek, Allah ve Resulünün emirlerine itaat etmemek diğer müslüman kadınlar için doğru bir hareket mi? Hâşâ hiçbirisi de öyle değil. Demek anlaşılıyor ki âyet-i kerîmedeki bütün emir ve irşadlar, umum Müslüman kadınlara da şâmildir. O halde emri de Peygamberin
zevcelerine tahsis edilemez. Çünkü tahsisin hiçbir mâkul sebebi ortada yoktur.
Gerçekten bu yanlış görüşü savunanlar, âyetin başındaki ifadeye bakarak yanılmışlardır. Fakat bu üslûb değerli ve necâbetli bir gence söylediğin şu sözünden farksızdır: Ey evladım! Sen herhangi bir genç gibi değilsin ki, sokaklara çıkıp şanına yakışmayan hareketlerde bulunasın. Senin hakkın, terbiyeli ve mâkul olmandır.
Senin bu sözün, hiçbir zaman "başka delikanlıların sokaklara çıkarak uygunsuz hareketlerde bulunmaları doğru bir şeydir, onlar için edeb ve terbiye gerekmez" şeklinde yorumlanamaz. Böyle bir mânâya de gelmez. Bil'akis bu söylediğinden maksadın, o muhatabı güzel ahlâk ve faziletler hususunda bir örnek hâline getirmektir. Tâ ki, ahlâklı ve faziletli yaşamak isteyenler onu kendilerine örnek ittihaz etsinler.
Kur'ân-ı Kerîm, kadınları irşad etmek için böyle bir yol seçti. Yani, doğrudan doğruya Peygamber Efendimiz'in zevcelerine hitab etti. Çünkü cahiliyyet devrindeki Arap kadınları da bugünkü Avrupa kadınları gibi aşırı bir hürriyete sâhib idiler. Gaye onları tedricî olarak îslâm medeniyetine, ahlâk kaidelerine ve içtimaî nizâma alıştırmaktı. İşte böyle bir vasatta İslâm, hususî bir şekilde Zevcât-ı Mutahhare'nin hayat ve yaşayışları üzerinde durdu. Tâ ki, kendileri başka kadınlar için güzel örnekler olsunlar.
Fakat bu babda İslâm, fazla şiddet göstermedi. Zira bâzı hallerde kadının ev dışına taşması zarurî olur. Meselâ kendisine bakacak bir erkek bulunmazsa yahut kocası büsbütün fakir ise yahut hastalıktan veya kötürümlükten veya herhangi bir sebepten ötürü çalışamaz bir durumda ise, o vakit kadın dışan çıkıp cemiyete karışmazsa ne yapar? Elbette çıkar. Zira bu takdirde hadîs-i şerîfle ona izin verilmiştir:
"Allah ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmanıza müsaade etmiştir. "[428] Fakat bu izin ancak zarurî hallere göredir. Bu ise, İslâm'ın içtimaî nizâmında yer alan kaideyi -Kadının esas iş sahası kendi evidir- değiştiremez.
Dışarı çıkmak için kendisine verilen izin ruhsattır, kolaylıktır. İstismar edilmemeli, yanlış tefsir edilmemeli.
Açık-saçıklık erkeklerin hamiyet ve kıskanma hissini zedeleyen, utanç verici bir haldir. Kadınlara karşı kıskanma hissini duymayan bir cemiyet şüphe yok ki, hayatta en yüce bir hasletini ve varlığını koruyan, en bariz bir vasfını kaybetmiştir.
Bu asrın medeniyeti bir faciadır doğrusu. Zira bu medeniyette dâima bâtıl hakkın kisvesine bürünür, rezalet de fazilet şeklinde ortaya atılır. Nice işler vardır ki, onun içyüzü tamamen behimî şehvetlerden ibarettir. Fakat gel gör ki. medenî bir kemâl ve insanî bir yükselme sayılır. Vicdanlarımız ve insaniyetimiz bizi o gibi işlerin içine düşmekten vazgeçirmeye çalıştığı ve asla ona rızâ göstermediği halde; biz yine yaygın olan riyanın tesirine kapılarak kulaklarımızı vicdanlarımızdan gelen sese karşı tıkayıp, o bayağı âdetleri ve düşük gelenekleri alenen işleriz. Ne ahlâk kaideleri ona engel olabilir, ne de efkâr-ı umumiyeden bir itiraz sesi yükselir.
Muarızlar, efendim diyorlar, kadının açık-saçık ve hafif giyinmiş bir vaziyette cemiyet içine karışması cemiyete yeni bir renk katar, yeni bir neş'e ve yeni bir zevk getirir. Herkes pervane gibi onun etrafında döner, gözler ve gönüller ona yönelir.
Doğrudur, bu hal cemiyete bir güzellik katar, bir neş'e verir. Şüphesiz ki türlü yemekler, bir tek çeşit yemekten daha fazla iştihaya uygun gelir. Fakat biz herşeyden evvel hayattaki hedeflerimizi tesbit etmek zorundayız. Acaba hayattaki vazifemiz, herşeyi bir tarafa bırakarak sadece neşeden ve sevinçten en büyük hisseyi almamız mı? Şehvetin tatlı ve zevkli bir şey olduğunu geçmişte veya şimdi inkâr eden birisi mi var?
Şurası muhakkaktır ki bu, yirminci asırda batının keşfettiği yeni bir buluş değildir. Şüphesiz daha evvel Yunanlılar, İranlılar ve Romalılar o zevk ve şehvetleri tanımış, gırtlaklarına kadar onun içine batmışlardı. Sonra netice ne oldu? Ne olacak, haram olan şehevî arzulara dalıp iş, istihsal ve hayat çehresine ciddî bakmaktan vazgeçtikleri zaman hepsinin şan, şeref ve devletleri inkıraza uğradı. Bu, yeryüzünde ilâhî bir kanundur.
"Sen Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsan "[429]
Batı âlemi yeniçağdan beri büyük bir maddî kuvvete -İlim, çalışma ve istihsal kuvvetleri gibi- sahipti. Fakat bu şehvetler, onun bünyesini kemirmeye başladı. Nihayet, Batının bazı milletleri bilfiil gücünü kaybetti; bazıları da kaybetmek üzeredir.
Evet, kadının evini bırakıp çalışmak için cemiyetin arasına karışması bir yandan kadına bir takım bilgiler kazandırmış ve onu bazı hususlarda tecrübe sahibi yapmıştır. Fakat öte yandan da ona birçok önemli şeyler kaybettirmiştir. Bakın Avrupa'da kadın, erkeğin cinsî arzularını karşılayan ve bazı güç işlerde ona yardımcı olan iyi bir arkadaş olmuştur. Lâkin iyi bir eş ve iyi bir anne olamamıştır. Bu gerçeği inkâr eden beyinsiz taklitçilerin ba-ğmp-çağırmaları hiçbir şeyi değiştirmez. Zîra söylediklerimizi gerçek rakamlar teyit etmektedir. Amerika'da boşanma oranı % 40'a çıkmıştır. Bu oran, utanç verici ve ehemmiyetli şeylere delâlet eden bir orandır. Bu oran Avrupa'da Amerika'ya nazaran biraz daha düşük olabilir. Fakat orada da artık metreslik hayatı, hatta evliler arasında bile yaygın bir vaziyete gelmiştir. Eğer Batıda kadın iyi bir zevce olmuş olsaydı, ne Amerika'da bu kadar oranı yüksek boşanma hâdiseleri olurdu ve ne de boşanma mânâsını taşıyan metreslik hayatı, Avrupa'da bu derece yaygın bir şekil alırdı.
Anneliğe gelince, kadının dışardaki çalışması ona annelik vazifesiyle meşgul olmak için gerekli zamanı ve ruhî imkânı bırakmıyor. Zîra işten yorgun ve bitkin düşen kadın, gerçek anneliği yapmak için sinirlerinde bir enerji bulamaz... O vakit sevgi unsurundan mahrum bir nesil ortaya çıkar ki, bu da beşeriyet için büyük bir felâket kaynağıdır. Zira insanoğlunun yaradılışında bir mücâdele, başkasıyla çatışma ihtirası vardır. Onu da dengeye getiren ancak annesinden aldığı sevgidir.[430]
Malûmunuz olsun ki, kadın erkeğin vücudundan avret mahalli sayılmayan yani göbeğinden yukarı ve diz kapağından aşağı olan yerlere bakabilir. Tabiî ki şehvet ve meftunluk tehlikesi olmamak şartiyle. Zira Efendimiz, kendi mescidinde mızrak oyunu oynayan Habeşlileri seyretmek için Hz. Aişe'ye izin verdi. Aişe Validemiz de usanıncaya kadar onları seyreyledi, sonra bırakıp gitti.[431]
Erkek ise ancak kadının yüzüne ve ellerine bakabilir. Tabiîdir ki, bu cevazın şartı da şehvet ve meftunluk tehlikesinin olmamasıdır. Hz. Aişe'den şu rivayet var:
"Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma -Aişe'nin kız kardeşi- üzerinde vücudunun çizgilerini belli eden bir elbise olduğu halde Peygamberin odasına girdi. Peygamber Efendimiz onun tarafından yüzünü çevirerek buyurdu:
“Ey Esma! Kadın âdet görme çağına gelince onun vücudundan ancak -kendi yüzünü ve ellerini işaret ederek- burası ve burası görülebilir.”[432]
Yüz ve ellerin avrete dâhil olmadığını ifade eden birçok sahih hadîsler vardır. Bu hadîslerin hükmüne göre, "Şehvet olmadığı ve meftunluktan korkulmadığı" taktirde kadının yüzüne ve ellerine bakmak caizdir.[433]
Kadını süsleyen her şeye kadın ziyneti denir. İster yaradılışmdaki ziynet olsun: Yüz saç ve vücud güzelliği gibi, ister sun'î olsun: Elbise, gerdanlık ve boyalar gibi... Kadın bütün bütün bunları örtmekle mükelleftir. Ancak âdet ve yaradılışın dişarda kalmasını iktiza ettiği yerler müstesnadır. O da, sade, boyasız, rujsuz yüz ve ellerdir.
"Ziynetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesna" [434]
Yüz ve eller hakkındaki müsaadenin sırrı şudur: Onları örtmekte kadın için büyük bir zorluk var. Bilhassa çocuklarının nafakalarını temine çalışan dul ve kocasının yardımına koşan fakir kadınlar için. Bunlar dışarı çıkmak mecburiyetindedirler. Halbuke peçe ve eldiven hem zorluktur ve hem de onları işlerinden geri bırakır.
Nûr Sûresi'nin şu âyet-i kerîmesi
"Mü'min erkeklere söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar" Asr-ı saadette kadınların kendi yüzlerini örtmediklerini açıkça göstermektedir. Zîra eğer yüzlerini de örtmüş olsaydılar, "gözlerini sakınsınlar" emrinin hiçbir anlamı kalmazdı. Çünkü o takdirde ortada görülecek ve bakılacak şey yoktur.
Bütün bunlara rağmen müslüman bir kadın için en iyisi süsünü hattâ yüzünü bile mümkün mertebe örtmeye çalışmasıdır. Bilhassa güzel kadınlar için elzemdir. Çünkü onlara meftun olmak ihtimâli çok kuvvetlidir.[435]
Kadının elbisesinin, İslâm'ın edeb ve ahlâkına uygun olması şarttır. Kadının İslâmî giyimi aşağıdaki vasıfları hâiz olmalıdır:
1) Kur'ân'ın istisna ettiği kısım hariç, onun bütün vücudunu örtmelidir.
2) Saydam -şeffaf- olmamalıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bir bakımdan giyinik, bir bakımdan çıplak[436] sapmış, başkalarını da saptırmak isteyen kadınlar muhakkak cehennemliktirler. Onlar cennete girmezler ve kokusunu da duymazlar."[437]
Benî Teym kabilesinden şeffaf elbiseler giymiş birkaç tane kadın Hz. Aişe'nin yanına gelirler. Aişe Validemiz onları görünce şöyle konuşur:
"Eğer mü'mineler iseniz, bu elbise mü'minlerin elbiseleri değildir."
Şeffaf ve ince bir başörtüsü giymiş bir gelin Hz. Aişe'nin odasına getiriliyor. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle buyurur:
"Bunu giyen bir kadın Nur Sûresi'ne inanmamıştır."
3) Vücudun çizgilerini belli etmeyecek kadar gem'ş ve bol olmalıdır. Çünkü, vücut çizgilerini belli eden dar elbiseler şüphe yok ki şehveti tahrik eder; cinsî hisleri uyandırır. Bu üçüncü maddenin isbatı da ikinci maddede zikredilen hadîs-i şeriftir. Evet, bu çeşit dar elbiseleri giyen bir kadın çıplak gibidir.
4) Erkeklere has bir elbise cinsinden olmamalıdır. Pantolon gibi... Şu hadîs-i şerif de bu maddenin isbatıdır:
Ibn-i Abbas diyor:
"Peygamber, kadınlara benzemek isteyen erkeklere, erkeklere benzemek isteyen kadınlara lanet etti. "[438]
5) Gayrimüslim kadınlara has bir şey olmamalıdır. Çünkü kasten bunlara benzemek de dinen mahzurludur. Zîra İslâm'ın gayesi hem dışta ve hem içte müslümanlara müstakil şahsiyet kazandırmaktır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz birçok şeylerde gayrimüslimlere muhalif hareket etmemizi emir buyurmaktadır. Ebu Dâvud ve Teberâni’den rivayet olunan şu hadîs-i şerif de çok düşündürücüdür:
"Bir kavme benzemek için çabalayan kimse, benzemek istediği kavimden sayılır."
Örtünme mevzuunda faydalandığım kaynaklar şunlardı:[439]
Kuvvetli görüşe göre her dört mezhepde de mut'a nikâhı ile muvakkat nikâh birdir; aralarında hiçbir fark yoktur. Muvakkat nikâhda belli bir zaman zikredilir. Meselâ, erkeğin kadına "bir ay kadar benimle evlen" veyahut ben seninle bir seneye kadar evlendim" demesi gibi... Bu çeşit akit ise, dört mezhebin ittifakı ile fasittir. Bununla amel eden şahıs, şiddetli bir tekdir cezasını hakeder. Ona had verilmez, çünkü sonradan dönmesine rağmen îbn-i Abbâs bunun cevazına fetva vermiştir.
Evet, zayıf bir şüphe bile haddi tazire çevirir. Zira,
"Hadleri şüpheler yüzünden kaldırın" mealindeki hadîs açıktır.
Muvakkat nikâh bir ara meşru olmuş. Bunun hikmeti de şöyledir: İslâm'ın ilk zamanlarında müslümanlar çok az olduklarından devamlı olarak kendi düşmanlarına karşı savaşmak zorunda idiler. Bu durum muvacehesinde bir aile reisine düşen vazifelerle meşgul olmaları kendileri için büyük bir mes'ele idi. Üstelik mâli vaziyetleri de son derece kötü idi. Bu sebeple hemen baştan kendilerini aile meşgalesine kaptırmaları pek mâkul bir hareket sayılmazdı. Bilhassa İslâmiyetten evvel alıştıkları âdetlerini yeni bırakmışlardı. Evet, Islâmiyetten önce şehvetler hususunda gayet başıboş idiler. Hattâ bazıları, maiyyetinde dilediği kadar kadın bulundurdu. Sonra bir kısmını alı-koyar, bir kısmını da kovardı. Şimdi yukandan beri durumlarını izah etmeye çalıştığımız kimseler, bir savaşa gitseler halleri ne olacak? Sanki beşerî tabiat onlarda hükmünü icra etmeyecek miydi? Elbette icra edecekti. Binaenaleyh hem fuhşu önleyecek, hem de onları aile meşgalesinden kurtaracak muvakkat bir ruhsata (-muvakkat nikâha) ihtiyaç hâsıl oldu.
Demek ki bu muvakkat nikâh, savaş zarureti için mubah kılınan hükümlerden birisidir, işte bu sebebdendir ki, muvakkat nikâh için müsaade verilmişti. Müslim'in Sebre'den rivayet ettiği hadîs-i şerif buna delâlet etmektedir. Sebre diyor ki:
"Resûlullah Efendimiz Mekke fethi senesinde Mekke'ye girdiğimiz zaman nikâh ül-mut'a için bize müsaade verdi. Sonra Mekke'den daha çıkmamıştık kİ Peygamber, bizi o ruhsatla amel etmekten men etti."
Bu hadîs açık olarak gösteriyor ki, müsaade muvakkattir. Onu o vakit mubah kılan da o günkü savaş şartlarıdır.
İbni Mâce'nin rivayetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben muvakkat nikâh için size izin vermiştim. Haberiniz olsun, Allah onu kıyamete dek yasak etti."
Rivayetlere göre Hazreti İbn-i Abbâs "muvakkat nikâh caizdir." diye hükmetmiş, fakat gerçek şudur ki, İbni Abbâs, Sahâbe-i Kirâm'ın ezici çoğunluğuna muhalefet ettiği zaman henüz bu ruhsatın kaldırılış haberini duymamıştı.
Bu mevzuda İbn-i Abbâs ile İbn-i Zübeyr arasında sert bir münakaşa cereyan etmiştir. Rivayete göre İbn-i Zübeyr iki gözü kapanmış olan İbn-i Ab-bâs'ı kastederek demiştir ki: "Maddî gözleri gibi basiretleri de körleştirilmiş bazı kimseler, ne diye mut'anm helâl olduğuna fetva veriyorlar?" İbn-i Abbâs da ona "Sen kaba bir insansın, ben müttakîlerin Efendisini gördüm ki buna cevaz veriyordu." demiştir. Bu defa da İbn-i Zübeyr şöyle konuşur: "Bu akit ile amel edecek olursan and olsun seni recm edeceğim."[440]
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki İbn-i Abbâs o vakit, daha nesh haberini duymamıştı. Zira duyduğu zaman, hemen görüşünden vazgeçmiştir. Ebû Bekir yoluyla Said bin Cübeyr'den rivayet edildiğine göre Hazreti İbn-i Abbâs minbere çıkarak bu mevzudaki son kanaatini şöyle ilân etmiştir:
"Muvakkat nikâh, ölü, kan ve domuz eti gibidir."
Bu mevzuda birkaç büyük zâtı dinlemekte fâide mülâhaza ediyorum. Evvelâ birlikte "Mebsut" sahibi allâme Serahsî'yi dinliyelim. Bu zat şöyle yazıyor:
"Muhammed bin Hanefiye Hazreti Ali'den rivayet etmiştir ki, Hayber gününde, Peygamber'in tellâlı şöyle bağırdı:
“Dikkat edin Allah ve Resulü sizi muvakkat nikâhtan men ediyorlar."
Câbir bin Yezid de diyor ki:
"İbn-i Abbâs muvakkat nikâh hakkındaki malum görüşünden rücû etmeden dünyaya gözlerini yummadı. Böylece nesih, Sahâbe-i Kirâm'ın ittifakıyla sabit oldu."[441]
İkinci olarak, Ezher Üniversitesi reisi merhum Mustafa El-Merâğî'nin görüşünü nakledelim. Mevzuumuzla ilgili yazısı şöyledir:
"Nisa Sûresi'nin 24. âyeti, Câferîlerin sandığı gibi muvakkat nikâh hakkında değil, kadınların mehri hakkındadır. Yalnız İslâmiyet'in bidayetinde İslâm Peygamberi, zevcelerinden uzak kalmış İslâm ordusu zinaya düşmesin diye bazı savaşlarda bir veyahut iki defa nikâh-ı mut'a için müsaade vermiştir. Demek muvakkat nikâh, o an için ehven-i şer kabilinden addedilmiştir. Ondan sonra Peygamber Efendimiz apaçık hadisleriyle onu ebediyyen yasaklamıştır. Çünkü artık o nikâhla amel edenin maksadı, evli olmak değil, bil'akis fuhuş yapmaktır.
Keza hilâfeti zamanında Hz. Ömer, minber üstünde bu kesin yasağı ilân ettiği vakit, hazır bulunan Sahabeler tarafından hiçbir muhalefet gösterilmedi."
Hülâsa olarak; Merâğî tefsirinden aldığımız bu parçadan çıkan netice şudur ki: Bu nikâhın yasaklığı, hem hadîsle ve hem icma ile sabit olmuştur.
Şimdi aynı mevzuda bir de büyük müfessir İbn-i Cerir-i Taberî'yi dinleyelim. O tefsirinin birinci cildinde,
âyet-i kerîmesini tefsir ederken şöyle yazıyor:
"...Ebû Cafer-İbn-i Cerîr demiştir ki âyetin doğru te'vili "Onlardan hangisiyle evlenip temas ettiyseniz ücretlerini (Mehirlerini) takdir edildiği vech ile verin" [442]diye yapılan te'vildir.2 Çünkü nikâhül mut'a (Muvakkat nikâh) Peygamberin mübarek ağzı ile ebediyyen yasak edilmiştir.
ibn-i Veki1 babasından, babası da Abdülaziz bin Ömer'den, o da Rebi'den, Rebi de babası Sebre'den rivayet ettiklerine göre, Resûlullah[443] "Bu kadınlardan faydalanınız" buyurmuştur. Hadîsin râvisi Sebre, hadîsin tefsiri mahiyetinde diyor ki: "İstimta' ise o gün aramızda, evlenmek mânâsında kullanılırdı."
Biz muvakkat nikâhın yasakhğını, çeşitli delillerle birçok yerlerde ispatladık. Artık bir daha tekrar edilmesine hacet kalmadı.
Kâ'b oğlu Ubeyy'den ve Abbâs oğlu Abdullah'dan:
"Onlardan hangisi ile belli bir vakte kadar faydalandıysanız..." diye rivayet olunan kıraat ise, bütün İslâm dünyasının mushaflarına aykırı bir kıraattir.
Hem şunu da idrâk etmek zorundayız ki, Hazreti Peygamber'in kesin bir sözü olmayınca hiç kimse Kur'ân-ı Azîmüşşân'a tek bir harfi ilâve etmeye selâhiyetli değildir." Biliyorum, Şîa diyecek ki "âyeti böyle okumakla İbn-i Abbâs'ın maksadı, âyetin böyle nazil olduğunu bildirmek değil, onun tefsirini yapmaktır." Fakat bütün gayretleri boşunadır. Çünkü rivayet sahih ise İbn-i Abbâs âyetin öyle nazil olduğunu iddia etmiştir. Bakm İbn-i Cerir tefsirinde ne yazıyor: Ebî Nesîre demiştir ki: Ben ibn-i Abbâs yanında âyeti şeklinde okudum. İbn-i Abbâs da âyeti ta mamlıyormuş gibi kelimesini söyleyiverdi. Bunun üzerine ben, âyeti böyle okumuyorum, dedim. O -İbn-i Abbâs-da üç kere "and olsun, Allah âyeti öyle indirdi" diye cevap verdi." Şimdi eğer îbn-i Cerîr'in Ebî Nesîr'den naklettiği bu rivayet sahih ise demek Hazreti îbn-i Abbâs âyetin böyle, ile beraber- indiğini iddia etmiştir. Halbuki o iddianın nasıl bir değeri hâiz olduğu da, yukarıda İbn-i Cerir'i Taberî'den naklen beyan edildi.[444]
Tarif: Talak, Arap lisanında maddî veyahut manevî bağı ortadan kaldırmaktır. Din ıstılahında ise, nikâh bağını, hemen veyahut ileride belli olmak üzere bazen açık bazan kapalı[445] bir ifade ile çözmektir.[446]
Boşanmanın cevazına dair dört delil vardır:
1) Kitap: Bu hususta pek çok âyetler inmiştir. Birkaç tanesinin meali şöyledir:
"Boşanma iki defadır."[447]
"Kadınlarınızı boşamanızda üzerinize vebal yoktur."[448]
"Ey Peygamber, kadınları boşamak istediğiniz vakit iddetlerine doğru boşayın."[449]
2) Sünnet: Boşanma cevazına delâlet eden hadîsler çoktur. Onlardan br tanesi: Peygamber Efendimiz'in kendi zevcesi Hafsa'yı talâkla boşayıp sonra ricat etmesidir.
3. İcma: Evet, asr-ı saadetten bu güne kadar İslâm âlimleri arasında, koca karısını boşayabilir diye bir ittifak mevcuttur.
4) Akıl: Çünkü bazan geçimsizlik yüzünden ailevî hayat, tahammül edilemez cehennemi bir hayata döner. Şeriat vazıı, böyle bir hayattan kurtulabilmek için boşanmaya cevap vermiştir. Eğer cevaz vermeseydi çok kötü sonuçlar doğar, hatta birçok kimselerin hayatları bozulur, mahvolurdu.[450]
Talakı ilk getiren, İslâm dini değildir. İslâm'dan önce de bütün dünyada talak çok yaygındı; erkek öfkelendiği zaman haklı veya haksız karısını evinden kovardı ve kadın bunun önüne geçemez, kocasından bir tazminat alamaz ve hiçbir hak iddia edemezdi.[451]
Musevî dini eskiye nazaran kadının durumunu oldukça düzeltmişti. Fakat boşanma babında da geniş bir müsaade bahsetmişti. Meselâ: Kadının fasıklığı sabit olduğu takdirde, erkek dinen onu boşamak zorunda idi. Ve aynı zamanda on sene içinde çocuk doğurmayan bir kadın, cebren boşaltılırdı.[452]
Bu mevzuda Hıristiyanlığın umum dinlere muhalif bir durumu vardır. Zira İncil Hz. İsa'nın ağziyle boşanmanın yasaklığını, boşayan ve boşananların bir daha evlenemeyeceklerini ilân etmiştir.
"Kim karısını boşarsa ona boşanma belgesini versin denilmiştir. Ben de size diyorum ki, zina hali hariç her ne sebepten dolayı olursa olsun kim karısını boşarsa onu zina yapar. Kim boşanmış kadınla evlenirse o da zina yapar."
Aynı hüküm Markos încili'nin 10. faslında da vardır. İncil, bu sert yasağın hikmetini şöyle açıklamıştır:
"Allah'ın cem ettiği şeyi insanoğlu ayıramaz." Fakat bu, çok garip bir felsefedir. Zira meşru sebeplere binaen boşanmaya cevaz verildiği vakit, birleştirmek gibi, ayırmak da Allah'tan olur...
Hıristiyanlık, cihanşümul ve ebedî bir nizam değil, muvakkat bir çare idi.
Şayet talâk hususunda İncil'de yazılı olan hükümler doğruysa ve ilk asırlarda İncil'de yapılan tahriflerden biri olmazsa şüphesiz İncilleri tetkik eden kimse, Hz. İsa'nın bütün beşeriyet için ebedî bir nizam koymak istemediğini ve yalnız yahudilerin (talâkta yaptıkları gibi) haddi aşmalarına bir set çekmek için geldiğini anlar.
Matta İncili'nin 19. bölümünde şunlar vardır:
"Mesih Celil'den çıkıp Ürdün'e gelince ferrisiyunlar denemek maksadıyla ona yaklaşarak dediler ki:
“Herhangi bir sebepten dolayı insanın kendi zevcesini boşaması caiz midir?” Mesih onlara şu cevabı verdi: “İnsan, Allah'ın cemettiği şeyi ayıramaz. Dediler ki, şu halde niçin Hz. Musa, kadına talâk belgesi verilip bırakılsın,” diye tavsiyede bulunmuştur. Mesih dedi ki;
“Siz katı kalpli olduğunuz için Hz. Musa boşanmaya cevaz vermişti. Halbuki başlangıçta böyle değildi... Ve ben de size derim ki; zina hariç herhangi bir sebeple karısını boşayıp bir başkası ile evlenen kimse zina etmiş sayılır. Ve boşanmış bir kadınla evlenen kimse de böyledir. Talebeleri de kendisine şöyle dediler: Şayet erkeğin kadına karşı durumu bundan ibaret ise, o takdirde hiç evlenmemesi daha evlâdır."
Aralarında cereyan eden bu muhavereden anlaşılıyor ki, Mesih, Yahudilerin Hz. Musa tarafından verilen talak izninin hududunu aştıklarını görmüş ve bu emri ile onların kötü istismarlarını durdurmak istemiştir...
O halde bu emir, Hz. Muhammed'in risaletiyle gelecek olan umumî ve ebedî nizamın zuhuruna kadar belirli bir devre için muvakkat bir tedbirdir. Zaten bunun aksini iddia etmek makul değildir. Çünkü Hz. İsa'nın havarileri ve en halis talebeleri dahi bu emrin çok ağır ve sert bir emir olduğunu açıkça söylemişlerdir.[453]
İslâm dininde talak niçin üçtür ve niçin sünnet üç defada boşamaktır. Hikmeti şöyledir: Çünkü koca, eşini birinci talakla boşadığı zaman bazen pişmanlık duyar ve tekrar eşine dönmek ister. İşte bu takdirde kadının muvafakati alınmadan ona mehir verilmeden ve yeniden nikâh kıyılmadan müracaat etmek mümkün olur. Eğer talak ric'i ise ve iddet[454] de daha bitmemiş ise durum böyledir. Şayet iddet bitmişse veyahut talak bain ise yeniden nikâh kıymakla yine telâfisi mümkündür. İkinci talakta da yine aynı imkânlar mevcuttur. Eğer üçüncü talakla da boşarsa, artık başka bir koca ile evlenmeden birinci kocasına helâl olmaz. Zira üçüncü defadan sonra iyice anlaşılır ki artık bu kan ve kocanın evlilik hayatında hiçbir hayır kalmamıştır. O halde en iyisi böyle evliliğin sona ermesidir.[455]
Boşanmada asıl olan şey, yasakhk ve mahzurlu olmasıdır. Tabii ki onu meşru yapan bir sebep bulununcaya kadar; Çünkü bu mevzuda birinci olarak âyet-i kerime var.
"Eşleriniz size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın, onlardan ayrılmayın."[456]
İkinci olarak da şu hâdis-i şerif var:
"Kötü bir şüphe olmadıkça kadınları başamayın. Çünkü Cenab-ı Hak erkek ve kadınlardan zevk için evlenenleri sevmez-"[457]
Üçüncü olarak da şöyle denir:
“Keyfî boşanma; ahmaklık, zulüm ve küfran-ı nimet olduğu kadar kadına, evlatlarına ve nihayet topluma karşı da bir cinayettir.”[458]
Talak bir kaç kısma aynlır:
1) Mubahtır: Eğer onu gerektiren sebep zaif ise, (Erkek ile kadının arasında mücerret bir nefretin bulunması gibi.)
2) Müstahaptır: Eğer kadın kendi kocasına yahut kocasının akrabalarına veyahut komşularına eziyet verirse... Veyahut kocasının ikaz ve uyarmasına rağmen namaz kılmaz, oruç tutmazsa.
3) Vaciptir: Eğer erkeğin tenasül uzvu kesikse yahut erkek yaratılışta hadımsa veyahut kadının gidişatı şüpheli ise. Yani kendi şeref ve namusu hakkında titizlik göstermeyen bir kadınsa;
"...Talak iki halde vacib olur:
Birinci hal: Erkeğin, kadının iffetini temin edememesi; Diyelim ki, erkek kudretsiz, cinsi iktidarsızdır. Veyahut yaşlılığından ya da hastalığından ötürü kadının cinsi arzularını tatmin etmek gücünü kaybetmiştir. İşte o vakit, şeref ve namus adına kadını boşaması vacibtir. Çünkü bu durumda kadının nikâh altında tutulması, ahlâkının bozulmasına ve namusunun ziyanı sebebiyet vermekten başka bir şey değildir. Hatta Hanbelîlere göre, erkek, her dört ayda bir kadının cinsî arzularını tatmin etmekten acizse, kadın hâkim nezdinde boşanma dâvasını açar ve hâkim de onu boşar.
İkinci hal: Kocanın kadının nafakasını verememesidir. Bu hal kadın için birinci halden daha kötüdür. Çünkü, kadının, kocası tarafından nafakasız terkedilmesi, hayatı boyunca onu gayri ahlâkî bir tehlike ile karşı karşıya bırakır. Zira, yiyecek, giyecek ve hayatta zaruri olan şeylerden istiğna mümkün olamaz. Buna binaen kadın zaruri şeyleri elde etmek için en kötü bir yola girmek mecburiyetinde kalır. Bilhassa güzel ve çekici bir kadınsa... Bunun içindir ki, karısının nafakasını vermeyen bir koca, üç imama göre direk olarak boşamaya zorlanacaktır. "Talak yalnız kocanın elindedir. Dilerse boşar." diyen Hanefîlere gelince; onlar da kadını nafakasız olarak ortada bırakmazlar. Aksine şöyle derler:
"Eşinin nafakasını vermediği gibi, onu boşamayan koca iki şıktan - nafakasını vermek, boşamak- birisini tercih edinceye kadar hapsedilecektir."
"...îmam-ı Ahmed'e göre bilfiil zina yapan yahut namaz ve benzeri farzları terk eden kadını boşamak vaciptir. Eğer ıslahı hususunda kocasının bir ümidi kalmamışsa. Zira bu karakterdeki kadına razı olmak, ileride topluma zarar verecek bozuk bir ailenin meydana gelmesine rıza göstermek demektir. Bozuk bir kadının zararı yalnız kendi şahsına münhasır kalmaz. Evlâtlarına ve çevresine de yayılır. Böyle bir kadının toplum bünyesinin dışına atılması, evlâtlara anne ve mürebbiye edinmemesi gerektir. Zaten terbiye ve ahlâk hamisi olan İslâm dininin düsturları da bunu iktiza etmektedir."[459]
4) Haramdır: Eğer erkek kadının iddeti uzasın diye sünnete aykırı bir şekilde onu boşarsa...[460]
Erkek karısında kendisine karşı bir serkeşlik ve isyan belirtilerine şahid olduğu zaman evvelâ onu güzel sözlerle, öğüt ve irşatlarla islâh etmeye, vazgeçirmeye çalışacaktır. Eğer bu tedbir kâr etmezse ondaki kadınlık gururuna bir darbe indirmek gayesiyle, kendisini yatağında yalnız bırakacaktır.[461] Eğer bu da bir faide sağlamıyorsa, o vakit, kadını fazla acıtmamak kaydiyle hafifçe dövecektir. Bu, kimi kadınlar hakkında bazı hallerde bir dereceye kadar faydalı olur.
İtaatsiz kadında, bu şekilde terbiye vermek, onu boşamaktan daha çok hayırlıdır. Çünkü bu tarz terbiyenin zararı, yalnız kadının şahsına münhasır kalır. Boşanmanın zararı ise, kadına, evlâtlarına, hatta akrabalarına da sirayet eder. Şayet bu tedbirlerden hiçbirisi beklenen tesiri göstermezse ve aralarında açılan uçurumun daha da derinleşmesinden endişe edilirse, o vakit tecrübe ve takva sahibi müslümanlar, durumu düzeltmek ve tarafları barıştırmak için müdahalede bulunacaklardır. Şu ayet-i kerime, yukarıda zikredilen tedbirler manzumesini ne kadar veciz ve ne kadar güzel bir tarzda ifade etmektedir:
"Serkeşliklerinden konuğunuz kadınlara gelince, onlara evvelâ nasihat edin. Vazgeçmezlerse kendilerini yataklarında yalnız bırakın. O da kâr etmezse dövün, itaate dönerlerse, artık aleyhlerinde başka yol aramayın... "[462]
Demek, bütün denemeler başarısızlıkla sonuçlanırsa boşanmaya tevessül etmek mubah olur.
İslâm dini, istemeyerek boşanmaya cevaz vermiştir. Sahih hadis bariz bir şekilde bunu göstermektedir:
"Helal şeyler arasında Allah'ın en hoşlanmadığı şey boşanmadır. "[463]
Birtakım şüpheleri bertaraf etmek için şunları da kaydetmemiz lâzım: Bazı sapık ruhî haller vardır ki, oralarda dayak tedbirinden başka hiçbir tedbir, hiçbir deneme müessir olamaz. Psikoloji ilmî, kat'iyetle ifade eder ki, "mazoşizm" denilen ruhî bir hastalığa yakalanan kimse, maddî manevî kaba bir muameleye maruz kalmadıkça, mizacı normale dönmez ve i'tidale gelmez. Bu çeşit ruhî hastalık, erkeklerden daha çok kadınlarda görülmektedir. Çünkü erkekler umumiyetle "sadizm" hastalığına yakalanırlar. (Sadizm, başkalarına karşı, kaba ve sert davranmaktan lezzet almaktır.)
Eğer kadın bu tipten ise dayak onun için ilâçtır. Arzusunu doyurandır. Ancak dayaktan sonradır ki, mizacı normale avdet eder ve işler istenilen tarzda yürür.
Bazan garip bir tesadüfle "sadizm" hastalığına yakalanan bir erkek, "mazoşizme" yakalanan bir kadınla evlenir. Her iki tarafta da sapık bir ruh haletinin bulunmasına rağmen birbirleriyle kaynaşır ve böylece aralarına anlaşma ve evlilik başarısı meydana gelir.
Fakat hastalık derecesine varmayan normal durumlarda, dayağı gerektiren hiçbir sebep yoktur. Dayak, sadece ihtiyati bir silâh gibidir. Terbiye işinde onunla başlamak, hiç de doğru değildir. O ancak son çaredir. Ayet-i kerîmede gösterilen sıra buna işaret etmektedir. Zarurî haller müstesna, Resûlullah, birçok hadislerle erkekleri, bu hakkı kullanmaktan men eder.
Kadın isyan ederse hüküm böyledir. Fakat erkek eşine karşı isyankâr bir tavır takınırsa hüküm ne olur? Onun ki de şu Ayet-i Kerimede beyan buyurulmuştur.
"Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden yahut yüz çevirmesinden endişe duyarsa, sulh ile aralarını düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır."[464]
Şimdi ilk bakışta mutlak eşitliği istemek, bazı kimselerin hoşuna gider. Lâkin bu mes'ele beşerî tabiat ve amelî bir gerçek meselesidir. Yoksa hiçbir esasa dayanmayan, sadece şekli bir adalet meselesi değildir.
Acaba yeryüzünde kocasını bilfiil döven, sonra da kocasına karşı saygı duyarak onunla yaşamayı kabul eden bir kadın var mıdır? Lâkin mühim olanı şudur ki, İslâm nizamı, erkeğin kadına serkeşlik etmesi halinde onu kabul ve ona tahammül etmeye kadını mecbur etmemiş, aksine yaşama tahammülü kalmadığı zaman kadına boşanma imkânını vermiştir.
Boşanmaktan doğan faciaların pek çoğunu işitirsiniz: Kadın, evinde sakin ve huzurlu, daha doğrusu yorgundur. Bir çocuğunu emzirir, başka bir çocuğunun isteklerini yerine getirmeye bakar, bunların yanında da kocasının istirahatını temin etmeye çalışır. Vaziyet bu merkezde devam ederken, zavallı kadın birden bire, daha önce hiç bir uyarma ve ikaz olmaksızın bir vasıtanın eliyle, boşanma kağıdıyla karşılaşır... Niçin? Çünkü kocası başka bir kadın görmüş, onu daha güzel sanmış yahut evlilikteki yeknesaklıktan bıkmış da bir değişiklik istemiş veyahut karısından bir bardak su istemiş, o da yorgun olduğundan ya ret etmiş veya gevşek davranmış...
Halk arasında söylenen bu faciaların doğruluğunda hiç şüphe yok. Fakat hal çaresi nedir? Boşanmayı esasında kaldırmak mı? O takdirde boşanmanın yasaklanışından doğacak mahzurlar karşısında ne yaparız? Yani boşanma prensibini red eden katolik devletlerinin çok iyi bildiği mahzurlar...
Acaba taraflardan birinin veya her ikisinin diğerinden şiddetle nefret ettiği hallerde bile boşanmak prensibiyle kurtulmak mümkün olmazsa, aile hayatı hayat sayılır mı? Bu hal tarzı suç işlemeye yol açmaz mı? Elbette açar. Erkek, cinsi arzularını tatmin edecek bir metres edinir ve kendi haline terkedilmiş kadın da aynı yolu seçer.
Diyorlar ki, biz talaktaki erkek hakkım hudutlandırıyoruz. Bununla şunu demek istiyorlar: Erkeğin sadece "boş ol" demesiyle talak vaki olmaz. Talak ancak mahkemede vakî olur. Mahkeme tarafların yakınlarından iki kişiyi hakem olarak tayin eder. Onlar konuyu incelerler, erkeğe nasihat ederek barıştırma gayretinde bulunurlar. Olur ki bu gayretler erkeği yanlış tutumundan vazgeçilir, evlilik hayatının devamını sağlar. Barıştırma gayreti faide vermediği takdirde, işte o zaman erkeğin eliyle değil, hâkimin eliyle talak hükme bağlanır.
.Reformcuların istedikleri ihtiyati tedbirler hiç bir mahkemeye ihtiyaç hissedilmeden İslâm'da vardır. Farzedelim ki, erkek karısını talâk-ı ric'iyye ile boşadı ve dinî hükümlere göre talâk vâkî oldu. Talâk'ın mahkemesiz vaki olması, yakınlarının tarafları barıştırmağa teşebbüs etmelerine engel mi teşkil eder? Asla!.. İkinci defa, ikinci bir talakla boşamrsa yine barıştırmaları mümkündür. Yeter ki taraflarda banşma isteği olsun. Doğrusu barışma isteği olursa, mahkemenin müdahalesine hiç hacet kalmaz. İstek olmazsa hâkim tarafeynin yakın ve dostlarından fazla ne yapabilir ki?[465]
Yeryüzünde İslâm nizamiyle amel etmeyen birçok medenî (!) milletler var. Onlarda boşanma ancak mahkemede karara bağlanır. Tabii ki bu hükümden önce de bir sürü nasihat, irşat ve uzlaştırma gayretleri olur. Bütün bunlarla beraber acaba o ülkelerde boşanma nisbeti yüzde kaçtır?
Boşanma nisbeti Amerika'da % 40'a yükselmiştir. Bu nisbet bütün dünyada en yüksek nisbettir.
"Hakim, ancak kadının suçluluğu ve onunla yaşamanın imkânsız bulunduğu sabit olduğu takdirde boşanmasına müsaade eder. Aksi takdirde edemez." diyen aşırı düşünceli baylar ve bayanlara gelince, bilmem ki bunlar kadın kısmı için ne gibi bir şeref düşünürler? Halbuki kadını, kendisinden nefret eden, evinde kalmasını istemiyen, sabah akşam onu sevmediğini, kalbinde sevgisi için bir yer bulunmadığını söyleyen ve kadın bildiği halde baş-kasiyle ilişki kuran bîr erkeğin yanında bıraktırıp boşanmasına müsaade etmemek, şeref değil, kadın için büyük bir züldür.
Şüphesiz cemiyetin bu problemi, zaruri haller için vazedilen boşanma prensibinin değiştirilmesiyle, kaldırılmasiyle hal olunamaz. Onun, halli ancak milletin kültür ve ahlâk seviyesini yükseltmek ve duygularını yüceltmekle mümkün olur. Ta ki, hayatta iyilik ve sevgi hâkim olsun. Erkek evlilik bağına mukaddes bir bağ nazariye bakmayı adet edinsin. Ve en basit bir sebepten dolayı onun kudsiyetini ihlâl etmeye kalkışmasın.
Cemiyeti bu şekilde yetiştirip hazırlamak hem güç ve hem de uzun vadeli bir yoldur. Bu, evde, okulda, sinemada, radyoda, gazetelerde, kitaplarda, camilerde ve her yerde devamlı bir tarzda emek ve gayret sarfına muhtaçtır. Bununla beraber garantili ve tek yol da budur.
İslâm nizamı, erkekle beraber yaşayamayacağını anladığı zaman kadına ayrılma hakkını tanımaktadır. Bu da İslâm adaletini ispat bakımından yeterli bir delildir.[466]
Talakı tecviz eden sebep ortaya çıktığı takdirde dahi müslüman, dilediği zaman onu boşayamaz. Bu iş için bir münasip zamanın seçilmesi lâzımdır. Dinin tayin ettiği gibi bu münasip zaman, kadının hayız ve lohusalıktan temiz olma ve gebe olmadığı takdirde temizliği esnasında kocanın, kendisiyle cinsi münasebette bulunmama zamanıdır. Hikmeti de şu olsa gerek: Hayız ve lohusalık, tabiatiyle erkeği kadından nefret ettirir. Ve hakeza, cinsi münasebette bulunmak, kadına karşı olan kocanın rağbetini bir süre için azaltır. Demek erkek bu hallerin tesiri altında en önemsiz bir sebebi çok önemli bir sebep imiş gibi görerek boşamada acele edebilir. O yüzden boşama kararı pek isabetli olamaz. Netice olarak, kadın hayız ve lohusalıktan temizse ve kocası da kendisine dokunmamışsa veyahut gebeliği belli olmuşsa, kocanın bu takdirde boşanmaya yeltenmesi, aralarında kuvvetli bir nefretin bulunduğunu gösterir ki, o vakit boşanma mahzurlu addedilemez.[467]
Meşhur görüşe göre, geçerlidir. Fakat boşayan günahkâr olur. Fakihlerin bir kısmı da derler ki, bid'î talak geçerli değildir. Zira Cenab-ı Hak onu meşru kılmamış ve ona dair izin vermemiştir. Şu halde, bu nevi talak ilâhî prensiplerden değildir. Öyle ise nasıl geçerli ve sahih sayılır?[468]
Talakın dört temeli vardır: Koca, kan, lâfız ve kasten talak kelimesinin kullanılmasıdır.
Boşayan kimsede aranan şartlar; mükellef ve iradesinde serbest olmasıdır.
Erkek, boşanmayı, nikâhlısı olmayan bir kadınla evlenmeye talik ederse, meselâ: "Şayet Zeyneple evlenirsem benden boş olsun" derse, sonra onunla evlenirse talak vaki olmaz.[469] Zira şu hadis açıkça bu hükme delâlet etmektedir:
"Kişinin mâlik olmadığı bir şeyde talak olmaz. "[470]
Talak-ı baine ile boşanmış ve nikâhı yenilenmemiş bir kadın da, kocasına yabancı bir kadın gibidir. İkinci bir defa boşanması dinen muteber sayılmaz. Zira zevcesi değildir. Talak-ı ric'iyye ile boşanana gelince; onun hükmü ayrıdır. Daha iddetde iken ikinci defa boşanması, birinci boşanması gibi muteberdir. Çünkü ric'i talak onu zevce olmaktan çıkartmamıştır.
Eğer erkek bilmiyerek veyahut kendi hastalığının şifası için yegâne ilâç sanarak sarhoşluk veren bir maddeyi alıp aklını yitirirse ve o tesirle karısını boşarsa talakı düşmez. Şayet bilerek ve sadece sarhoş olmak için alıp aklını kaybetse ve eşini o halde iken boşarsa, boşaması muteberdir. Fakat Malikîlere göre koca, göğü yerden ve erkeği kadından ayırdedemiyecek kadar sarhoş ise -deli gibi olmuşsa- onun boşamasiyle karısı boşanmaz.
Rüşt çağına gelmedikçe, çocuğun boşaması muteber değildir.[471] Hanefîler üç imama muhalif olarak, karısını boşamaya icbar edilen erkeğin boşaması muteberdir diye hükmetmişlerdir.[472] Lâkin bir şartla. O da, zorlamanın erkeğe talakı söyletmek için meydana gelmesidir. Şayet erkek, talakı yazmağa zorlanırsa o da yazsa karısı boşanmaz. Ve hakeza, erkek talakı ikrar etmek üzere icbar edilse ve kendisine yapılan baskı altında ikrar etse, yine talak sahih olmaz.
Eğer bir zorlama olmaksızın yalandan veya şaka olarak talakı ikrar etse diyaneten vaki olmaz. Fakat kazaî bakımından vaki olur. Çünkü hâkim ancak zahire bakar, kalplerdeki niyetleri bilemez.
Hanefîler, gayri ihtiyari talak hakkındaki görüşlerini te'yit etmek maksadiyle diyorlar ki, zorlama ile dahi sahih ve muteber sayılan daha bir takım şeyler vardır. Meselâ, bir gayrı müslimi İslâm'a zorlamak gibi. İşte cebren İslâm'ı kabul eden kimse müslümandır ve bütün İslâmî hükümler onun hakkında caridir. Ve bir çocuğa süt emzirmek için bir kadını zorlamak, gerçekten bu kabil emzirme ile de akrabalık hürmeti aralarına girer.
Şafîîlere göre, eşini boşamaya zorlananın talakı şu şartlar dahilinde vaki olmaz:
1. Kocanın güçlü bir şahıs tarafından tehdit edilmesi.
2. Zorlananın hiçbir suretle, zorlayan tarafından gelecek eziyete mani olamaması.
3. Boşamadığı tardirde kocanın kuvvetli ihtimale göre eziyete maruz kalması.
4. Zorlamanın haksız yere yapılması.
5. İcbar edilen kocada o anda bir içtenlik beriltisinin görülmemesi.
6. Boşanmanın kalben niyet edilmemesi.
Kocanın, akrabalarından birisinin katledilmesiyle veyahut kansiyle zina edilmekle tehdit edilişi, aynı hükme tabidir.
Maddî mecburiyette olduğu gibi, şer'î mecburiyette de talak vaki olmaz. Sözgelimi, koca, gece eşiyle cinsî münasebette bulunacağına dair talakla yemin etse, sonra geceleyin onu aybaşı adetinde (hayızlı) bulsa talak vaki olmaz.
Talak mücerret fiille düşmez. Örneğin; koca, eşine kızıp babasının evine yollasa, sonra onun peşinde eşyaları ile veresiye olan nikâh parasını (mehir) da gönderirse, işte talak lafsiyle iktiran etmeyen bu mücerret fiil, talak sayılmaz. Ve keza, lâfız olmaksızın mücerret niyetle de vaki olmaz.
Yazı ile boşamaya gelince, o ayrı bir hükme tabidir. Hanefîlere göre, yazılan talak ancak iki şartla telaffuz edilmiş gibi sayılır. Birinci şart; okunaklı ve anlaşılabilecek bir şekilde yazılması. İkincisi ise, bayağı mektupta yer almasıdır. Hülâsa, talak, okunaklı ve anlaşılabilecek bir tarzda mektuba yazılsa, niyetsiz olsa dahi lâfız yerine geçer. Aksi taktirde ancak niyetle vaki olur. Bundan anlaşılıyor ki, kocanın, talakla telaffuz etmeksizin, boşanma kâğıdının altına sadece imza koyması talak sayılmaz. Zira mektup değildir. Ancakbu surette talaka niyet ederse düşer. Eşine gönderdiği mektupta,
"Sen benden boşsun" diye yazsa, sonra ben boşanmayı kastetmedim, benim maksadım sadece yazımı güzelleştirmekti dese, bu iddiası kadıca (hâkimce) kabul olunmaz. Fakat iddia haddizatında doğru ise, nikâh devam eder.
Şafiîler demişler ki, talakı yazmak, talakı söylemek gibidir. Fakat üç şartla:
Birincisi, yazılanın niyetle iktiran etmesi. Çünkü talakı yazmak kinaî (kapalı) talaktır. Ve niyete muhtaçtır.
İkincisi, üzerine talak yazılan şeyin yazıyı göstermesidir. Kâğıt, tahta, deri, kumaş, duvar, taş ve toprak gibi.
Üçüncüsü, talakın bizzat koca tarafından yazılmasıdır. Şu halde, eğer kocanın emriyle bir başkası talakı yazsa, koca da bu yazılanla boşanmayı kas-tetse karısı boşanmaz. Zira yazılış ile niyetin tek bir şahıs tarafından meydana gelmesi şart koşulmuştur.[473]
Bazı bilginler, öfke halini üç kısma ayırmışlardır.
Birinci kısım: Öfkenin normal derecede olmasıdır. Şöyle ki; akla, muhakemeye bir tesir yapmıyor, kişi ne söylediğini bilir ve farkındadır. Bu derecede öfkelenenin talakı ve bütün söyledikleri, ittifakla muteberdir.
İkinci kısım: Öfkenin son haddine varmasıdır. O derece ki; kişinin aklı üzerine büyük bir tesir meydana getirir ve onu deli gibi yapar. Şüphesiz ki bu çeşit öfkede talak vaki olmaz. Çünkü bu durumda olan bir kimse bir deliden farksızdır.
Üçüncü kısım: Öfkenin normal derecenin fevkinde ve aşırı derecenin de altında bulunmasıdır. Şöyle ki, öfke şiddetlenir, kişi kendi normal durumundan çıkar, fakat deli gibi de olmaz. İşte cumhura göre bu üçüncü halde talak vaki olur. Yalnız öfkede şu tasnifi yapan İbn-i Kayyim-i Hanbelî, talakın düşmemesine kail olmuştur. Bazı Hanefî bilginleri de onun bu görüşüne katılmışlardır.[474]
Bir kimse evli bir adama, "Sen karını boşadın mı?" diye sorsa, o da cevabında "evet" dese hiç niyeti olmasa dahi eşi boşanır. Çünkü bu makamda "evet" kelimesi sarih -açık-dır. Ve hakeza, yanlış telaffuz edilmiş talak kelimesiyle de boşanır. Velev ki, boşayanın şivesi bozuk da olmasa.
Bu mesele, Şafiî fıkıh kitaplanndan "Süleyman - Cemel" haşiyesinde şu şekilde yer almaktadır: İki noktalı "tâ" ile okunan talak kinayedir. Yani boşanma niyeti olmadıkça onunla talak vaki olmaz. İster aslında şivesi öyle olsun, ister olmasın.[475]
Koca eşine, "Sen üç talakla boşsun" dese, dört mezhebe göre üç talakla boş olur. Bu görüş Cumhurundur. Fakat Hazret-i İbn-i Abbas başta olmak üzere, Tavus, İkreme ve İbn-i İshak gibi bazı müctehidler bu görüşe katılmamışlardır. Onlara göre, bu sözle ancak tek bir talak vaki olur. Delilleri de, İmam-i Müslim'in Hz. îbn-i Abbas'tan rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"İbn-i Abbas diyor ki, yeminlerde zikrolunan üç talak, Cenab-ı Peygamber ile Hz. Ebu Bekir'in zamanlarında ve Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk iki senesinde tek bir talak sayılırdı. Hz. Ömer, halk, teenniyi gerektiren bir şeyde acele ediyor. Biz de ona göre kendilerine muamele etsek daha uygun olur diye, üç talakı üç talak olarak kabul etti."
Evet, üç talakın tek bir talak sayılması Hz. İbn-i Abbas İle bazı müctehidlerin görüşüdür. Ve bu görüş de bizim için öbür görüş kadar muhteremdir. Zira sadece belli bir müctehidin görüşüne göre amel etmek zarureti yoktur. Aksine, herhangi bir İslâm müctehidini taklit etmek caizdir. Bu husus, Usul-ül Fıkıhın mukarrer kaidelerindendir.
O halde bu görüşün İbn-i Abbas'dan geldiği sabit olursa, ona da uymamız caiz olur. Üstelik bu görüş mesnedi bakımından dahi kuvvetlidir. Zira müctehidlerden hiç birisi İmam-ı Müslim'in rivayet ettiği hadis-i şerife ilişmemiştir. Hadisin malum mefhumu, istisnasız hepsince teslim edilmektedir. Yalnız şöyle bir iddia var: Hz. Ömer, verdiği hükümde bu hadisin hükmünü nesheden başka bir hadise dayanmıştır. Ömer o hadisi zikretmediği halde umum sahabeleri böyle bir hadisin varlığına inandırmıştır. Böylece bu hususta sahabenin icmaı hasıl olmuştur. İddia bu kadardır. Fakat gerçek odur ki, bu mevzuda icma vaki olmamıştır. Zira birçok müslümanlar bu görüşe katılmamışlardır. Şüphesiz Hz. îbn-i Abbas, taklit edilmeleri caiz, büyük müctehidlerden birisidir. Ayrıca Hz. Ömer'in görüşüne uymak da vacib değildir. Ekseriyetin ona muvafakat etmesi hiç bir vakit onun görüşüne uymamızın zaruretini intaç etmez. Üstelik Hz. Ömer'in bu şekildeki hükmü, belki talakın sünnete aykırı bir biçimde cereyan etmesini önlemek içindir. Çünkü, talak zarureti hasıl olsa bile, sünnet olanı yine kadını üç defada ve her defasında birer talakla boşamaktır. Demek Hz. Ömer, hilâfeti zamanında sünnete muhalif olarak, kadını bir defada üç talakla boşayan kimseleri bu şekilde cezalandırmıştır. Hülasa, "Bir lâfızla zikredilen üç talak bir addedilir" diyenlerin elinde kuvvetli bir mesnet var: Peygamber zamanında, büyük halife Hz. Ebu Bekir devrinde ve Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk iki senesinde gerçek bu idi.
Hz. Ömer'in daha sonraki içtihadı ise icmaa mazhar olmamıştır. O'na uymak sahih olduğu gibi, muhalifine de uymak şahindir.[476]
Koca, karısına; "Sen bin talakla boşsun" dese üç talakla boşanmış olur.[477]
Hanefîlere göre koca karısına, "sen boşsun, boşsun" dese iki talakı düşer. Yalnız, "ben birinci kelime ile -sen boşsun- boşadım, ikinci ile de birinciden haber vemek istedim" dese, bu iddia diyaneten makbuldür. Fakat "kadı", yine iki talakın düşmesine hükmeder.
Ve hakeza... Karısına, "sen boşsun sen boşsun" yahut "seni boşadım, seni boşadım" veyahud "sen boşsun, zaten seni boşadım" demesi de aynı hükme tâbidir. Yani kazai bakımından iki talak düşer. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, koca karısına "sen boşsun, boşsun, boşsun" diye hitap ettiği zaman kadıca üç talak düşer. İster koca bir talak kasdetmiş olsun ister üç... Fakat birinci kelime ile boşanmayı, ikinci ve üçüncü ile de boşanmanın kadına bildirilmesini kasdetmişse, diyaneten -kendisi ile Cenab-ı Hak arasında- yalnız bir talak düşer.
Şafiîlerin muteber bir fıkıh kitabı bulunan "Minhac"dA şu hüküm yer almaktadır: "Erkek karısına, üç defa fasılalı olarak, "sen boşsun sen boşsun, sen boşsun" dese üç talak düşer. Eğer koca, cümleler fasılalı olmadığı takdirde, son iki cümle ile birinci cümleyi te'kid etmek istemişse, tek bir talak düşer. Şayet te'kidin zıddını kasdetmişse veyahut hiçbirisini düşünmemişse, bu surette de üç talak vaki olur."
Hanefîlerde racih olan görüşe göre talak, ancak kadından ibaret olan bir şeye izafe edildiği zaman vaki olur. Meselâ kadının ismine yahut ona delalet eden bir zamire, ya bir ism-i işarete veyahut da bir şümullü kelimeye izafe edilişi gibi. Söylenen talakın sadece manen kadına izafe edilişi ise hiç de kâfi değildir. O kadariyle boşanmış sayılmaz. Bu görüş cidden güzeldir. Zamanımızda bununla amel etmek çok yerinde olur.
Hanefî fıkhında muteber sayılan "Mecma-ül-Enhür" adlı kitap, bir meseleyi şöyle kaydetmektedir: "Koca karısına, "eve girsem, üç talakla boş ol" dese, sonra talak düşmeden girmek isterse bunun çaresi nedir? Bunun çaresi şöyledir: Evvela karısını talakla boşayacak, kadının bekleyeceği iddet bittikten sonra koca eve girecek. Bundan sonra da kadınla yeniden evlenecek. Artık bu işlemden sonra bir daha eve girmesiyle hiçbir şey lâzım gelmez zira yemin çözülmüştür."[478]
Şu aşağıdaki meseleyi de "Ed-dürr-ül Muhtar" ile haşiyesi "Red-ül-Muhtar"dan dinleyelim:
"Hulle'nin -zevci-i ahir- lüzumu, birinci nikâhın bütün mezheplere göre sahih olduğu taktirdedir. Hatta eğer birinci nikâh velisiz kadının ifadesiyle yahut hibe kesilmesiyle veyahut da iki fasık şahidin huzurunda kıyılmışsa, sonra koca karısını üç talakla boşarsa ve hullesiz bir daha kendisiyle evlenmek isterse, meseleyi mezhepçe Şafiî bir âlime götürecek. Şafiî âlim, birinci nikâhı fasid bulduğundan ötürü zevci ahiri araya sokmadan, yeniden nikâhın kıyılmasına hükmedecektir.
Şüphesiz ki, şu fasidlik hükmü, geçmişine nisbetle değil sadece şimdiki zamana nisbetledir. Bu duruma göre birinci evlenmenin çocukları da meşru kabul edilirler."[479]
Bir husus hakkında, "Şart olsun" diye söylenen yeminden "karım boş olsun" manâsı murat olursa, o husus yapıldığı zaman kadın talak-i ric'i ile boşanır ve nikâh yenilenmeden iddete müracat etmek mümkündür. Zira mal mukabilinde olmamak üzere herhangi bir şartla düşen talak, talak-ı ric'idir.[480]
Karı ve kocadan birisi mürtet olursa, nikâhları derhal fesholur. Ve eğer ikisi bir anda mürtet olup bir anda da müslüman olurlarsa nikâhları devam eder.[481]
Şafiî mezhebine gelince meselenin hükmü şöyledir. Karı-koca her ikisi veyahut birisi, temastan önce mürtet olursa, nikâhları derhal bozulur. Ve eğer temastan sonra ise beklenir: Eğer iddet bitmeden İslâm'a dönseler nikâh
devam eder. Yoksa irtidat anından itibaren ayrılmış sayılırlar. Bekleme esnasında temas haramdır. Fakat vukuunda da "had" yoktur.[482]
Zevcin eşine, "sen annemsin" yahut "kızkardeşimsin veyahut "kızmışın" demesi, Mebsut'un ifade ettiğine göre "zihar"[483] addedilmez. O halde eğer zevç refikasına hitaben "şayet bu işi yapsam sen annem ol" dese ve sonra yapsa, bu söz tamamen hükümsüzdür. Hiçbir şey lazım gelmez. Kadının kendisine haram olmasını kastetse bile...[484]
Bu babda Hanefîye göre racih olan görüşün hülasası şöyledir:
Talikli talak iki kısımdır:
Birincisi, lâfız ile mana bakımından talikli talak, meselâ, "Eğer yüz altın verirsen sen boşsun" gibi.
İkincisi, sadece mana bakımında talikli talak; Meselâ, "talak üzerime farz olsun, ben bu işi yapmadım" gibi. Bunlardan hangisinde şart tahakkuk ederse, talak vaki olur. İster talikli talakı kullanan koca boşanmayı kastetmiş olsun (birinci örnekte olduğu gibi). İster sözünü tekit etmek maksadiyle söylemiş olsun (İkinci örnekte olduğu gibi) ve isterse koca, talikli talakı bir işin yapılmasına veyahut terkedilmesine teşvik maksadiyle zikretmiş olsun. Şu örnekler gibi:
"Üzerime talak vacib olsun ki şu işi yapacağım",
"talak üzerime vacib olsun şu işi yapmıyacağım",
"talak vacip olsun sen evden çıkmayacaksın",
"pazara gidersen sen boşsun".
Şunu da bilmek lâzımdır ki, talakın talik edildiği fiil ister bir şahsın fiili olsun, ister hiç kimsenin müdahalesi bulunmayan semavî bir fiil olsun, aynı hükme tâbidir. Yani meydana geldiği zaman talak vaki olur.
Ayrıca koca, talakı, bir şeye talik ettikten sonra artık rucu edemez. Rucu etse de muteber sayılmaz.
Talik ancak bir kaç şartla sahih olur:
İkinci şart: Kadının hem talik hem fiil zamanlarında boşanmaya kabil bulunması. Yani bilfiil zevcesi olması ya da ric'i talaktan, yahut da küçük bainelikten iddeti beklemekte bulunması... Bir erkek nikâhlısı olmayan yabancı bir kadına, "eğer seninle evlenirsem sen benden boşsun" dese acaba böyle bir talik sahih olur mu?
El cevap: Bu meselede mezhepler arasında görüş ayrılığı vardır:
Hanefî ve Malikîlere göre bu çeşit talik sahihtir. Yani yemin eden adam bu kadınla evlendiği zaman, kadın ondan hemen boşanır.
Şafiî ve Hanbelîler ise böyle bir talikin dinen sahih olmadığına kail olmuşlardır. Şunu da belirtelim ki, buradaki Şafiî ve Hanbelî görüşü Hanefî ve Maliki görüşünden daha kuvvetlidir. Zİra aşağıdaki hadis-i şerif onları desteklemektedir:
"Mülkiyetinde olmayan bir şeyde insanoğlu için adamak, azat etmek ve boşamak yoktur."
Hanefîler şayet bu hadisin tevili tarafına giderlerse, bundan daha sarih ve daha açık başka bir hadis-i şerif vardır. O hadis şöyledir:
"Arar oğlu Abdullah bir kadına talib oldu. Fakat kadının velileri kadını ona vermek istemediler. Abdullah da (eğer onu nikâh etsem üç talakla benden boş olsun) dedi. Bu meselenin hükmü Resûlullah Efendimiz'e soruldu. Bunun üzerine Efendimiz:
"Nikâhtan önce talak yoktur buyurdu,"
Bir rivayette bu meseleyi Hazreti İbn-i Abbas'a sormuşlardır. İbn-i Abbas cevaben demiştir ki, Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde:
"Mümin kadınları nikahlayıp da sonra onları boyadığınız zaman." buyurmuştur. Demek talak ancak nikâhdan sonra muteber olur. Ondan önce muteber olamaz.
Ayrıca talakın bir hikmeti de kadının eziyetlerinden kurtulmaktır. Arada zevciyet olmazsa, eziyet düşünülemez. O halde burada talakın hikmeti ne olur?
Üçüncü şart: Talikin sadece şeklî olmaması; Şeklî olduğu takdirde yani koca talakı bir şarta bağlamak değil, hemen derhal düşmesini kastederse derhal boşanır. Meselâ, eşler arasında bir münakaşa çıktı. Kadın kocasına
"ey fasık" yahut "ey zalim" diye hitap etti. Koca da ona,
"eğer söylediğin gibi isem sen boşsun" dedi. İşte koca bu surette karısını söylediklerine mukabil hemen boşamakla cezalandırmak istemiştir. Talik, sadece şeklîdir... Şayet talakın talik edildiği şey muhal ise, (eğer deve iğne deliğine girerse sen boşsun demesi gibi). Onunla talak vaki olmaz.
Dördüncü şart: Talakın arzusu bizce meçhul bulunan, bir zatın arzusuna talik edilmemesi; Şu halde zevcin karısına "Allah dilerse sen boşsun" sözüyle hiçbir şey lâzım gelmez. Yalnız bir şartla. O da, "Allah dilerse" sözcüğünün fasılasız olarak boşanma ile zikredilmesidir.
Altıncı şart: Şartın ifasiyle yemin hükmünden kurtulmanın mümkün olması. Binaenaleyh koca, zevcesini, "eğer bu elbiseyi yarın giymezsen sen boşsun" dese, fakat daha yarın olmadan kardeşi ölse yahut da o elbise yansa talak vaki olmaz.[485]
Talikli talak manası bakımından iki kısma ayrılır: Yemin manasına delalet eden talak, yemin manasına delalet etmeyen talak. Birinci kısım, bir sözü tekit etmek yahut bir işin yapılmasına veyahut da terk edilmesine teşvik maksadiyle söylenen talaktır... Bu kısmın hükmü hakkında fukaha ihtilafa düşmüştür. İbn-i Teymiye, İbn-i Kayyım ve Zahirîlere göre kadın bu çeşit talakla boşanmaz. Ancak malum yemin kefareti lâzım gelir. Mısır'da fetvalar yalnız bu görüşe göredir.
Yemin manasında olmayan kısma gelince, şart tahakkuk ettiği vakit talak da ittifakla vaki olur.[486]
Bu da bir kaç kısımdır.
Birinci kısım: evlenmeden önce kadına boşanma yetkisini vermektir. Sözgelimi, bir erkek bir kadına;
"Eğer seninle evlenirsen, senin işin senin elinde olsun. Dilediğin zaman kendini boşarsın." dese. Sonra erkek onunla evlenirse bu kadın istediği zaman kendisini boşayabilir.
İkinci kısım: tam akid (sözleşme) zamanında yetki vermektir. Bunun da iki şekli vardır:
Birinci şekli, kadın boşanma yetkisinin kendisine verilmek üzere daha evvel akde başlar, sonra erkek kadının söylediklerini aynen kabul eder. Meselâ: Kadın erkeğe "istediğim zaman kendimi boşayabilmem üzere seninle evlendim" der, erkek de kabul eder. İşte bu akit tamamdır ve kadının kendisini boşama yetkisine sahiptir. Çünkü erkeğin bu kabulü evvela nikâhı sonra şartı kabul demektir. Nikâh tamam olduktan sonra koca talaklara sahiptir ve sahip olduğu bir şeyi de başkasına devredebilir.
İkinci şekil, evvela koca akde başlar sonra kadın kabul eder. Bu takdirde de akit sahihdir. Fakat o yetki hükümsüzdür. Zira akit daha tamam olmadan kadına verilmiştir.[487]
Kadın bazı sebeplere binaen hâkim nezdinde kocasından ayrılma talebinde bulunabilir:
1. Kocasında bir eksikliğin, bir kusurun bulunması.
2. Fakirliğinden dolayı karısının nafakasını verememesi veyahut hiçbir meşru gerekçe yok iken nafakasından imtina edip vermemesi.
3. Sözle veyahut fiille kadına zarar vermesi.
4. Mazeretsiz uzun bir zaman kadını bırakıp ortadan kaybolması.
5. Kocanın, kadını zina tehlikesiyle karşı karşıya getiren uzun br müddet hapsedilmesi.[488]
İmam-ı Azam ile Ebu Yusuf a göre, kadının hâkim eliyle boşanması sadece üç kusurla muteber sayılır:
1. Erkeğin tenasül uzvunun kesilmesi.
2. Cinsi iktidarsızlık.
3. Enenmek.
İmam-ı Muhammed'e göre, hakim; alaca, cüzzam ve delilik hastalıklarından dolayı da boşayabilir.
Bazı fakihler bu babda daha bir sürü hastalıkları saymışlardır. Fakat daireyi en fazla geniş tutan İmam-ı Malik ile İbn-i Kayyım'dır. Mısır'da fetva bu hususta daireyi çok geniş tutanların görüşüne göredir.[489]
Hanefî mezhebine göre Hâkim, nafakasızlıktan ötürü kadını boşayamaz. Çünkü kocası fakir ise ona mehil vermek kadına vacip olur. Ve eğer kadının nafakasını vermekten imtina eden koca zengin ise, o vakit ortada bir malı varsa satılır ve kadının nafakası ondan tedarik edilir. Ortada bir şey yoksa koca, zevcesinin nafakasını verinceye kadar hapsedilir.
Malikî, Şafiî ve Hanbelî imamlara gelince, onlara göre de, nafakası verilmediği zaman kadın Hâkim nezdinde boşanma talebinde bulunabilir. Kadının iddiası sabit olduğu zaman Hâkim onun mağduriyetine son vermek çin onu boşamak zorundadır.
Mısır'da nafaka meselesinde evvelce Hanefî mezhebine göre fetva verilirdi. Fakat son zamanlarda Malikî mezhebiyle amel edilmeye başlandı. Zİra bu mevzuda Malikî'nin görüşü hepsinden geniştir.
Nafakanın yokluğundan dolayı kadıca verilen talak, talak-ı ric'îdir.[490]
Hanfî mezhebinde koca, kavlen veyahut fiilen eşini rahatsız ederse kadı onu boşayamaz. Ancak kadının iddiası sabit olursa o vakit hâkim birbirleriyle iyi geçinmeyi tavsiye eder. Eğer yapılan tavsiye tesirini gösterirse mesele kalmaz. Yok erkek kadını rahatsız etmekte devam ederse, hakim vazgeçirici tedbirlere başvuracaktır. Sövmek, dövmek ve hapsetmek gibi... Fakat bugün Mısır'da bu meseledeki Hanefî görüşü terkedilerek yerine Malikî görüşü kabul edilmiştir. Çünkü Malikî'ye göre Hâkim bu takdirde de onları ayırma yetkisine sahiptir.[491]
Malikîlere göre koca ortadan kaybolduğu zaman eğer kadın boşanma davasını açarsa hakim onu boşayabilir.[492]
Hanefî mezhebi, kocanın hapsinden dolayı kadının boşanmasına cevaz vermez. Fakat Malikî mezhebine göre eğer mahkûmiyet süresi kadına zarar verecek kadar uzun bir zaman ise kadıca boşanmasına cevaz verilir.[493]
Talak, bıraktığı iz itibariyle de iki kısma ayrılmaktadır: Ric'î ve baînedir. Ric'î öyle bir talaktır ki, daha iddet varken koca dilerse tekrar kadını kendi nikâhı altına alabilir. Yeni bir nikâh kıyılmadan ve kadının muvafakati alınmadan...
Talak, iki halde ric'î olur:
Birinci hal; kadının, talak kökünden alınmış açık bir lâfızla gerçek cinsi münasebetten sonra boşanmasıdır.
İkinci hal; ba'detlemas şiddet ve tam ayrılma anlamını ifade etmeyen bazı kinâî lâfızlarla boşanmasıdır. Meselâ; "iddet bekle", "rahmini çocuklardan temizleme", "sen birsin" gibi.[494]
1. Ric'î talakta, iddet bitmedikçe koca boşadığı kadının kız kardeşiyle evlenemez.
2. Tevarüs devam eder. Yani onlardan birisi ölse ötekisi onun varisi olur.[495]
Bain talak, küçük beynunet -ayrılış- büyük beynunet diye iki kısma ayrılır. Küçük beynunette koca, boşadığı karısını sadece yeni bir nikâh ve yeni bir mehirle alabilir. Büyük beynunette ise koca, ancak zevc-i ahirden sonra yeni bir nikâh ve yeni bir mehirle alabilir.
Talak bîr kaç halde baine olur:
1. Ric'î talakda kocanın müracaatından önce iddetin bitmesi.
2. Boşanmanın bir mal mukabilinde olması.
3. Talak lafzının şiddet veyahut tam ayrılmaya delalet eden başka bir kelime ile birlikte zikredilmesi.
4. Talakın kinâî lafızlardan birisiyle vaki olması.[496]
Sarih talakta niyete ihtiyaç yoktur. Onunla vaki olan talak tek ve ric'îdir.
Şafiîye göre sarihle kaç tane talak kastedilirse o kadar vaki olur. Kinayede ise, niyet veyahut karine şarttır. Şafiiîerde karine muteber değildir.
Bu da -kinaye- iki kısımdır.
Birinci kısım, sadece üç kelimedir ki, onlarla sarih talak gibi ancak tek bir ric'î talak vaki olur.
1- İddet bekle,
2- Rahmini çocuklardan temizle,
3- Sen birsin.
İkinci kısım çok kalabalık bir gruptur. Bunlarla bir baine talak düşer. -Şafiilerde ric'îdir- Eğer üç talak niyet edilirse üç düşer, iki talak niyet edilirse yine bir düşer.[497]
Allahu Tealâ hazretleri; gönüllerini tezkiye etmek, toplumu fuhuş pisliklerinden arındırıp, fitne-fesâd uçurumuna yuvarlanmamak ve ahlâkî çöküntüden halâs kılmak için îmanlı erkeklere ve imanlı kadınlara, gözlerini haramdan kapamalarını, avret mahallerini örtmelerini ve ırzlarını zinadan hıfzetmelerini emrederek şöyle buyurmuştur:
"Yâ Muhammedi Mü'min erkeklere söyle: Onlar gözlerini -dâhilde, hâriçde, başkalarının evlerine girerken, çıkarken, otururken veya kalkarken her halde gözlerini haramdan- indirsinler; harama bakmaktan, ayıp bir şey görmekten sakınsınlar da kendileri için bakmak mübâh olan şeylerden başkasına bakmasınlar ve ırzlarını zinadan muhafaza edip haramdan başkalarının görmesinden saklasınlar, avret yerlerini iyice örtsünler, tâ ki orayı kimse göremesin. İşte bu; gözlerini kapamak, avretlerini örtüp kendilerini zinadan muhafaza etmek, onlar için daha temizdir (şüphe şaibesinden vicdanlarını daha çok temizler, fısk-u fücura düşmelerini önler, dînî ve dünyevî bakımdan pek çok menfaat sağlar. Zira bakmak, zinanın postasıdır, bir kere bakmak bile kalbe şehvet tohumu saçar. Bazı şehvetler ne büyük âfet ve felâketler tevlîd etmiştir.) Şüphesiz ki Allah ne yaparlarsa hakkıyla haberdârdır."[498]
Daha geniş bir tefsir ile Allah Tealâ buyuruyor ki:
Ey Habîbim! Sen mü'minlere de ki; onlar, dâima gözlerini haramlara kapasınlar, yabancı kadınlara ve başkalarının avret yerlerine bakmasınlar. Gözleri harama isabet ederse fitneye düşerler. Eğer gözleri haram olan bir şeye kasıt olmadan isabet ederse bakmaya devam etmeyip hemen çevirsinler, gözleri dolusu doya doya hiç bakmasınlar. Gittikleri yollarda, girdikleri evlerde, çalıştıkları yerlerde gözlerine sâhib olsunlar ki, nefs-i emmârenin, şehvetin ve şeytânın şerrinden emîn olabilsinler. Onlara şunu da emret ki; ırzlarını, apış aralarını zinanın emarelerinden ve öncü olabilecek sebeplerinden dahi korusunlar ve avret mahallerini örtsünler. Bu suretle töhmet mevkiinden, zina İle ittihâm olunmak ve İftiraya uğramaktan berî olurlar. İşte şu; gözlerini ve zina âleti olan yerlerini muhafaza etmek, onlar için son derece temizliktir, şaibelerden esirgeyicidir. Şüphe yok ki Allah Tealâ yaptıklarından ve yapacaklarından tamamen haberdârdır. Erkeklerin, nelere göz gezdirdiğini, neleri duymak-duyurmak istediklerini, â'zâlarını ne gibi hislerle tahrîk ettiklerini, ne maksat beslediklerini, ne yapmak istediklerini, ne düzenler kurduklarını ve ne düşündüklerini, hâsılı; bütün sun'u san'atlarım hâin gözlerin kapaklarının kaldırılıp indirilmesine varıncaya kadar her şeylerini bilir ve ona göre cezasını veya mükâfatını verir. Çünkü ne yerde, ne gökte O'na hiçbir şey gizli kalmaz!..
İşte bunu böyle bilen ve böylece inanan bir insanın eli, hiçbir kötülüğe varmaz!..[499]
İbn-i Merdûye Alî İbn-i Ebî Tâlib (r.a.)"den tahrîç etmiş, şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.s.)'in zamân-i saadetlerinde bir adam, Medine yollarının birinden geçti, bir kadın görüp ona baktı. Kadın da ona baktı, bu sebeple şeytan onlara vesvese verdi, her ikisine de;
"O hoşuna gittiğimden, beni beğendiği için bana baktı." fikrini ilka eyledi. Bu adam, bir bahçe duvarının yanıbaşında yürüyordu, hem de o kadına bakıyordu, derken bu sırada duvar onu birden karşıladı (ona çarpıldı) ve burnunu yardı. Bunun üzerine dedi ki:
“Vallahi, Resûlullah'a (s.a.s.) varıp da O'na bu işimi haber vermedikçe bu kanı yıkamayacağım." Hemen Resûl-i Ekrem'in (s.a.s.) huzuruna geldi ve hâdisesini O'na anlattı. Nebî Muhterem (s.a.s.):
"işte bu, günahının cezasıdır." cevabını verdi.[500]
Kimi, dünyada iken çeker cezasını böyle, kimi de ukbâda!..
Hakk Celle ve Alâ hazretleri; erkeklere, gözlerini haramlardan çekip çevirmelerini, ırzlarını ve avret yerlerini zinadan ve açılmaktan muhafaza etmelerini emrettikten sonra, kadınlara da aynı hükümlerin lâzım ve farz olduğunu beyan etmek üzere Nûr Sûresi'nin 31. âyetinde şöyle buyuruyor:
"Ey Habîbim! Mü'mine kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan çekip sakınsınlar, ırzlarını, avretlerini korusunlar. Ziynetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna; Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar. Ziynetlerini hiç kimseye göstermesinler. Ancak kocalarına yahut kendi babalarına yahut kocalarının babalarına, yahut kendi oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kendi biraderlerine, yahut kendi biraderlerinin oğullarına, yahut kız kadeşlerinin oğullarına, yahut kendi kadınlarına, yahut sağ ellerinin mâlik olduğu cariyelerine, yahut erkeklerden ihtiyâç sahibi olmayan hizmetçilerine, yâhudda kadınların avretlerine vâkıf olmayan çocuklara müstesna (bunlara karşı ziynetlerini izhâr edebilirler, bunda bir günâh yoktur). Ve gizledikleri ziynetleri bilinmek için ayaklarını vurmasınlar. Ve hepiniz Allah'a tevbe edin ey mü'minler! Tâ ki felah bulabilesiniz."
Allahu Tealâ Hazretleri; mü'min kullarının kadınlarını, kızlarını ve hemşirelerini, ağyarın zehirli nazarlarından, hâin gözlerden korumak, câhiliyye kadınlarının hal ve sıfatlarından apayrı bir sıfata onları sâhib kılmak, kendilerini müstesna meziyetlere mazhar buyurarak iffet ve faziletin kemâline ulaştırmak için îmanlı hâtûnlara âyette geçen bu emirleri vermiş; "Habîbim, sen onlara söylersen onlar bunları derhal kabul edip emredildiği gibi yerine getirirler." demek istemiştir. Ehl-i İslâm hâtûnları da, Allah'a ve Resulüne aşırı itaatkâr olduğundan bu ilâhî emirleri hemen olduğu gibi kabul etmişler ve hayatlannda aynen tatbik eylemişlerdir ki, bunun misallerini bir müddet sonra göreceğiz...
Bu âyet-i kerimede Vâcib Tealâ; erkeklere emrettiği; "Gözlerini haramlardan sakınmak, ırzlarını ve avretlerini hıfzetmek" vecîbesini kadınlara da emretmiş; şu kadar ki onlara; "Ziynetlerini, kocalarından ve en yakın akraba olan mahremlerinden başkalarına açmamaları teklifini" ziyade eylemiştir.
Câhiliyyet devrinde kadınlar -son cahiliyyet çağı olan günümüzde olduğu gibi-; kolları, baldır bacakları açık, göğsü gerdanlığı açık bir halde, süslenerek, vücudunun en ilginç yerlerini ve saçlarının dalgalarını teşhir ederek, alnını aça aça (!) hiç sıkılmadan erkekler arasında gezip dolaşırlardı. Onlann şehvetlerini tehyîç edip kışkırtmaya çalışırlardı. Gizli olan ziynetlerinin bilinmesi için, ayaklarını yere sert basarak halhal, bilezik gibi ziynetlerine ses çıkartıp nağme yaptırırlardı. Tâ ki bu câzib sesi erkekler duysun da kalble-rinde maraz olan bozuk selîkalı kimseler onlara meyi etmiş bulunsun...
İşte Kerîm ve Rahîm Rabbimiz; bütün bu hayâsızlıkları haram kılıp, mezkûr emirleri ile imanlı hâtûnlara iffet ve nâ-mütenâhî bereket ve nezâhet kazandırmıştır.[501]
Müfessir İbn-i Kesîr, Mukâtil İbn-i Hayyân'dan rivayet etmiş, o demiştir ki; bize ulaştı -Allahu a'lem- Câbir İbn-i Abdullah el-Ensârî tahdîs etmiştir ki; Mersed'in kızı Esma, Benî Harise mahallesinde bulunan hurmalığında idi. Kadınlar carlarına bürünmemiş oldukları halde onun yanına bahçeye giriyorlardı, bu yüzden ayaklarında bulunan ziynetler (halhallar) açılıyor, gerdanları ve saç örgüleri görünüyordu. Bunu gören Esma (r. anhâ):
"Şu hal, ne kadar çirkindir!" dedi. Bunun üzerine Allahu Teala bu âyeti inzal buyurdu.[502]
Bu Âyetlerden İstinbât ve İstifâde Edilen Şer'î Hükümler: Birinci Hüküm: Yabancılara bakmanın hükmü nedir?
Birinci âyette: "Habîbim, mü'minlere söyle...", ikinci ayette de: "Mü'minelere: Ehl-i îman olan kadınlara söyle de; gözlerini aşağı indirsinler, bakmak haram olan yerlere de kapasınlar, eğer sen bunu söylersen onlar, -büyükler karşısındaki ehl-i edeb şivesi gibi- aşağıya, önlerine bakarlar, harama bakmaktan gözlerini sakınırlar..." mealindeki cümle ile, Dîn-i İslâm; yabancı kadınlara, bakılması haram olan yerlere ve şeylere bakmayı haram kılmıştır. Binaenaleyh kendisine bakmak caiz olmayan, haram olan şeylere bakmaktan gözü çevirip men'etmek farzdır ve bir kimsenin kendi zevcesi ve mahremi olan kadınlardan başka bir kadına bakması helâl değildir. Kadınların da yabancı erkeklere -şehvetle- bakmaları ve bilhassa bakması caiz olmayan yerlere, avret mahallerine bakmaları haramdır, gözlerini haramlardan sakınmaları farzdır.
Gözün, bakmanın sebep olduğu fısk-u gücûr, fitne vefesâd gayet çok olduğundan Hz. Allah (c.c), ilk önce onu hıfzetmeğe irşâd etmiş ve gözün muhafazasını, zina mahalli olan avret yerinin muhafazasından evvelce emretmiştir. Zîra bakmak (göz), zinanın postası ve fücurun elçisidir. Zinaya öncü sebep gözdür, ilk ilişki onun görmesi ile başlar. Bakmak, pek çok serlere, fenalıklara kapı açar. Büyük yangınlar, küçük kıvılcımlarla başlar. Birha-dîs-i şerifte buyurulmuştur:
"Şüphe yok ki nazar; bakmak, iblisin oklarından bîr zehirli oktur (o, bu zehirli okunu, gözler vâsıtası ile atar, adetâ bir zehirli şuâ gibi, bakılanı yakar). Her kim bunu (haramlara bakmayı) benim azabımdan korktuğu için terk ederse ona, bunun bedeli olarak bir îman veririm ki, onun tadını; zevkini kalbinde duyar."[503]
Buhârî [504]Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet etmişlerdir, Nebiy-i Muhterem (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz Allah, Ademoğluna zinadan nasibini yazmış (takdir etmiş) tır. Hiç çaresiz o buna (mukadder olan bu akıbete) erişecektir. İmdi gözlerin zinası (bakması helâl olmayanlara şehvet kasdiyle) bakmaktır. Dilin zinası da (haram veçhile, zevkle) konuşmaktır. Nefis ise, (fı'len zinayı) temenni ve arzu eder (bu iştihâ ve arzu da nefsin zinâsıdır.) Tenasül uzvu da ya (bilfiil zina ederek) bunu tasdik eder; gerçekleştirir, yahut da (bırakarak) yalanlar." Müslim'in diğer rivayetinde şöyle buyurulmuştur:
"Ademoğluna, zinadan nasibi takdir olunmuştur. Ademoğlu, mukadder olan nasibini behemehal bulacaktır. İmdi iki göz, onların zinası bakmaktır. İki kulak, onların zinası (yabancı kadının sözünü) dinlemektir. Lisan, onun
Zinâsı (bir yabancı kadınla zinaya sürükleyecek tarzda) konuşmaktır. Elin zinası da tutmak (dokunmak)tır. Ayağın zinası ise, (haram olan şeylere) yürümektir. Kalb de meyl-ü muhabbet eder ve temenni eyler. Bunu (zikredilen zinanın Öncü sebeblerini) tenasül uzvu ya (zina etmekle) tasdik eder (doğrular) veya (terketmekle) bunu yalanlar."
Demek ki zina, yalnızca tenasül uzuvları ile işlenmiyor. Göz, dil, el gibi aza ile de zina yapmak mümkün oluyor, çünkü bunlar, zinaya müncer oluyor. Bu işaret ettiklerimizin her biri mecazî zina çeşitleridir. Binâenaleyh bu uzuvları da, kendileri ile işlenecek fenalıklardan muhafaza etmek muhakkak ki lâzımdır. Tâ ki zinaya açık kapı kalmasın!..
Bir başka hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.s.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
"Kıyamet gününde her göz ağlayacaktır. Ancak Allah'ın haram kıldığı şeylerden men'edilip kapanan göz ile fisebîlillah uyumayan (ehl-i islâm'ı kâfirlerden korumak gibi bir maksadla uyanık duran) göz, bir de Allah (c.c.) korkusundan, kendisinden sinek başı misâli yaş çıkan göz müstesna (bu gözlerin sahihleri Yevm-i Kıyamette güleceklerdir.)"[505]
Bir erkeğin, başka bir er kişinin avret yerine bakması, kadınlara nasıl haram ise; kadınların da, erkeklerin avret yerine -şehvetsiz de olsa, fitne korkusu bulunmasa da- bakması haramdır. Yukarıda beyan ettiğimiz veçhile erkeklerde avret yerinin asgari haddi; göbek altından dizlere kadardır. Erkeklerde örtülmesi ve hıfzedilmesi farz olan avret mahallinin en az kısmı yakînen bilinen bu miktardır. Fazlası ise sünnettir. Kadınlarda ise setri farz olan avret yeri, tepeden topuğa kadardır.
İşte bir kadının, erkeklerin avret mahalli olmayan yerlerine; göbek ile diz kapaklan arasının dışına şehvetle bakması haramdır. Şehvetsiz bakarsa haram olmaz. Evet kadının, gözünü yabancılardan tamamen çekip sakınması muhakkak onun için çok hayırlı ve daha güzeldir, nezihliğine delildir. Ebu Dâvud: [506]Ümm-ü Seleme (r. anhâ) dan rivayet etmiş; mü'minlerin annesi Ümm-ü Seleme şöyle demiştir:
Resulullah (s.a.s.)'in yanında idim. Onun nezdinde (diğer zevcesi) Meymûne de vardı, Derken (öteden âmâ Abdullah) İbn-i Ümm-ü Mektâm bize doğru yöneldi. Bu hâdise, bizim tesettürle emrolunmamızdan sonradır. “Ondan gizlenip saklanınız." buyurdu. Biz;
“Yâ Resûlullah mi, o bizi göremez ve tanıyamaz ki?” dedik. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) bize:
“O, âmâ (kör) değil” Resûlullah (s.a.v.):
"Siz, ikiniz de kör müsünüz? Siz onu görüyor değil misiniz?" buyurdular (ve bizi gizlenmeye mecbur ettiler)".
İşte bu hadîsle hüccet; delîl tutarak ulemâ-i kiramdan bir çokları; kadınların, yabancı erkeklere bakmasının -şehvetle olsun veya olmasın- hiçbir veçhile caiz olmayacağına kail olmuşlardır. Şehvetsiz olarak yabancı erkeklerin avret mahallerinin hâricine bakmalarının caiz olduğuna hükmedenler ise, diğer bir çok hadîs-i şeriflerle delil getirmişlerdir. Bundan sakınmanın, evlâ ve efdal olduğunu unutmamalıyız...
Şu halde hudûd-u ilâhiyyeyi; ahkâm-ı şer'iyyeyi tasdik eden mü'minler ve mü'mineİer; zinadan, fuhşiyâttan ve buna müncer olabilecek ihtilâttan behemehal sakınıp gözlerine sâhib olmalı, ırz ve namuslarını mutlaka korumalıdırlar. Kendi zevceleri ve mahremlerinden başkasına kasden atf-ı nazarda bulunmamalıdırlar. Şayet bir kadına veya bir erkeğin bakılması caiz olmayan avret mahalline gözü ansızın, bi'lâkasd isabet edecek olursa gözlerini derhal başka tarafa çevirmeli veya önlerine eğmelidirler. Kasıt olmaksızın birden görüvermiş olmakta -hemen sarf-ı nazar kılmak şartiyle- bir günâh yoktur. Bundan dolayı muâhaze olunmazlar. Çünkü insanın irâdesi dışında olmuştur. Şanı yüce Allah, kullarını, tâkatları fevkında olan bir şeyle mükellef tutmamıştır. Kasd-u irâde olmaksızın bakmak ise, takatin fevkındadır. Bundan dolayı muâhaze yoktur.
İmam Ahmed, [507]ve Tirmizî rivayet etmiş; Cerîr İbn-i Abdullah Becelî (r.a.) şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.v.)'den, ansızın bakmanın (bir kasıt olmaksızın, karşıdan çıkageleni birden görmenin) hükmünü sordum. O da bana, gözümü çevirmemi emir buyurdu."
Ebu Dâvud [508]Büreyde (r.a.) den tahriç etmiş; Nebiyy-i Musaffa (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
"Ya Ali! Bir bakışa, bir kere daha bakmayı tâbi kılma (yâni; ansızın, kasdın olmaksızın bir kere bakmanın ardından kasden bir kere daha bakma). Çünkü ilk bakış senin için (afvedilmiş)dir. Diğeri ise, senin lehine değil ( aleyhine )dir."
Ansızın bakmak, gaflet halinde olur, karşıdan çıkagelen -meselâ;- kadın, irâde dışında görülmüş olur. Hiç kimse için, ansızın gördükten sonra zevk alarak dönüp de ikinci kez bakması helâl olmaz, kasden baktığı ve isteyerek devam ettirdiği için günahkâr olur. Zîra bu (kasıdlı bakış), fıtne-fesâda da'vet edicidir ve fuhşa götüren bir yoldur... Mü'minler, gözlerini haramlara karşı kapamanın da ecr-ü sevabına nail olacaklardır. Peygamber (s.a.s.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Hiçbir müslim kimse yoktur ki; bir kadının güzelliklerine baksın, sonra gözünü çekip çevirsin de, Allahu Teâlâ bunun yerine ona, tadını duyacağı bir ibadet vermesin (bu, mümkün değildir. Behemehal onu, gözünü kapamasının yerine, tadını duyacağı, zevk-ı ruhanîye gark olacağı bir ibâdete muvaffak kılacak, yaptığı ibadetlerden zevk aldıracaktır)[509]
İşte göz, bakmak meselesi bu kadar mühimdir. Gözü hıfzetmek, gönüle sürür, kalbe de nûr kazandırır. Hz. Allah (c.c.) bu müstesna ni'meti bize; kadına kıza bakmak, sinema seyretmek ve televizyonun iğrenç sahnelerini temâşâ eylemek gibi, sûi isti'mâl etmek; kötü yerlerde kullanmak için değil; kendimize ve kâinata nazar-ı dikkatle bakmak, enfüs-ü âfâkta, delâil-i kudretten ve âsâr-ı rahmetten neler olduğunu ve nice kudret bedîası hârikalar bulunduğunu görüp de ibret almak ve -biz dâhil- bütün varlıkların mutlak sahibi ve mâliki olan Allahımıza yönelip yalvarmak için bahsetmiştir. Göklerde ve yerde Allah'ın varlığını, birliğini ve kemâl-i kudretini isbât eden nice âyetler vardır -hattâ kendi nefislerimizde nice delâil-i kudret ve bedâi-i san'at mevcuttur- ki basîreti kör insanlar üzerine basıp geçerler de onları görmezler.
"Küre-i Arzda, kâmil bilgi ve yakın sahihleri için (Cenâb-ı Hakk'ın; kudret, rahmet ve namütenahi ni'metine elâlet eden) nice âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de dahi. Hiç mi görmüyor musunuz?"[510]
İkinci Hüküm: Ftirûcu hıfzetmek; ırzları ve avretleri korumaktır.
Fürûcu hıfzetmek; apış aralarını (ırz ve avretleri) korumak iki suretle olur:
a- Zinadan men'etmek, bütün fuhşiyyâttan son derece sakınmakla olur. Nitekim Allahu Teâlâ;
"(Felah bulup muradına erecek olan mü'minler daha Öyle kimselerdir ki) Onlar, fürucunu; ırzlarını (zinadan ve benzeri fuhşiyattan) koruyucudurlar." ayeti ile onları sena etmiştir. Bunu takib eden ayetlerde ise de şöyle buyurmuştur:
"Şu kadar ki, zevcelerine ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeler) na karşı olan halleri müstesnadır. Çünkü onlar, bunlardan korunmadıkları için kınanmış değildirler.
O halde kim bunların (zevceleri ile cariyelerinin) ötesini ister (bu ikiden başkası ile şehvetini kaza etmek murâd eder)se şüphe yok ki, onlar haddi aşanlardır."[511]
b- Örtülmesi farz ve açılması haram olan avret mahallerini tamamiyle setretmek ve iyice örtmekle tahakkuk eder. Nitekim Behz İbn-i Hakîm tankından gelen İmam Ahmedrin ve Sünen sâhiblerinin hadisinde;
"Avretini (tamamen setretmekle), zevcen ve sağ elinin mâlik olduğu cariyenden başka herkesten hıfzet, sakla." Duyurulmuştu.
Üçüncü Hüküm: Zînetleri izhâr etmemek (açıp göstermemektir).
Âyet-i kerîmedeki; "Ve ziynetlerini açmasınlar. Ancak bunlardan açılan (veya açılmasında zaruret olan) kısım müstesna", fıkrası ile, kadınların yabancılara karşı ziynetlerini açmaları, ağyara göstermeleri haram kılınmış, bunun haram olduğu bildirilmiştir,
"Ziynet", iki kısımdır:
a- Boy bos güzelliği, cild cehre güzelliği ve kaş göz dilberliği gibi, asıl yaratılışta olan fizikî güzellik ve fıtrî cemâldir.
b- Tâc, küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri huliyyât (ziynet eşyası) ile; sürme, kına benzeri sun'î süsler ve bir de elbise süsleri gibi şeylerdir. "Ziynet" denince örfte akla ilk önce bunlar gelir. Acaba bu âyet-i celîledeki "Ziynet'ten murâd, bunlardan hangisidir?
Bazıları, fizikî cemâli ve fıtrî güzelliği ziynetten saymamışlarsa da, Cumhur; bu âyetteki "ziynet" lafzının her ikisine de şâmil olduğuna, binâenaleyh yaradılışta olan asıl güzelliği de ve sürme, kına, bilezik, küpe, elbise gibi haricî güzelliği de açmanın haram ve örtüp gizlemenin farz olduğuna kail olmuşlardır. Çünkü ziynet; kadının güzelliğini izhâr eden ve yabancıların rağbetini, meyl-ü muhabbetini celbederek fitneye düşmelerine sebep olabilecek şey demektir. Ağyarın ilgisini; sun'î olan tabîî güzelliğin çekeceği muhakkaktır. Gayet mutedil biçimde yaratılmış bir kadın vücûdundan daha güzel hangi ziynet vardır? Hem böyle elbise, bilezik ve şâire gibi arızî ve haricî olan ziynetlerini açmak bile menhî (yasak) ve haram olunca banların mahallî olan ziynet uzuvlarını açmak öncelikle haram ve yasak olur. Çünkü fıtrî güzellik, câlib-i dikkat olan vücut yapısı, sun'î ve haricî ziynetlerden çok daha fazla meftun eder, ilgi çeker. Binâenaleyh ma'nâ; "Bedenleri ve ziynet mahalli olan uzuvları açmak şöyle dursun, üzerindeki ziynetleri bile açmasınlar." demek olur.
Bunun içindir ki; hilkatte olan fıtrî cemâli ve bünye-beden güzelliğini ziynetten saymayanlar bile, kadının bedenine ve uzuvlarına bakmanın haram olduğuna ittifak etmişlerdir. Şu halde vücudun ziynet mahallerini açmanın haram olduğu ittifakla sabit olmuştur.
Alimlerden bir kısmı da burada, muzâfı hazf etmek veya zikr-i hâil, irâ-de-i mahal ile bir mecaz göstermek suretiyle; "Kadınlar; fıtrî, hilkaten ziynetleri demek olan bedenlerinden hiç bir tarafı açmasınlar." diye tefsir etmişler ve buna karîne olarak da şunu göstermişlerdir:
Bilindiği gibi; sun'î ve haricî olan ziynetler kadının bedeninden ayrı olduğu, kadının, onlarla süslenmediği zaman bu ziynet eşyasına bakmak ve alıp satmak ittifakla caizdir, mubahtır. Bir de kadının esâs ziyneti, fıtrî olan cemâli ve vücut yapısındaki hilkat güzelliğidir. Sun'î ziynetten gaye de bedeni süslemektir, ziynetini artırmaktır. Binâenaleyh bu âyetteki -açılması haram kılınan- ziynetten maksad, sırf beden; vücut güzelliğidir. Çünkü kadınların bir çoğu sun'î, arızî ziynetten hâlî bulunmakla beraber yaratılışlarında olan tabîî ziynet cümlesinde mevcuttur ve kadın bedeninin, haddizatında bir ziynet olma nazarından bu tahsisin, yâni; "Ziynet mahalli olan bedenlerinin hiç bir yerini açmasınlar" tarzında tefsîrin bir karîne-i müeyyidesidir. Kadınların, uzuvlarında bulunan haricî ziynetlerine bakmak bile haram olun-
ca, o ziynetlerin mahalli bulunan asıİ hılkî ziynetlere bakmak bi't-tarîki'l-evlâ haramdır; bakmak da haramdır, açmak da haramdır, her ikisi de büyük günâhtır. Zîra yüz sürme ve sürgü yeri; baş. tâc yeri; saç, örgü ve büklüm mevkii: kulaklar küpe; boyun sîne gerdanlık; el, yüzük ve kına; bilekler bilezik; baldırlar halhal yeri ve eller gibi ayaklar da kına mevkileridir. Bedenin, bunların dışında kalan kısımları ise zâten açılmaz...
A'ıâf Sûresi'nin 31. âyetinde; elbiseye de; "ziynet" denildiğini görmüştük. Şu halde; burada îzâhı ile meşgul olduğumuz âyet-i kerîdeki "Ziynet" mefhûmunun, fıtrî olan hılkîye de, sun'î olan haricîye de şâmil olduğunda şüpheye mahal yoktur. Cemâl ve ziynetin hakkı ise; tecellîsini ehline hasretmek, onu ağyardan gizlemektir. Aksi halde, ziynet ve cemâl olmaktan da çıkar da, mübtezel bir zillet olur!..
Hüsn, olsa da vâcihüHecelliy
Gizler onu hak nikah içinde.
Ağyarına gösterir mi Hurşîd
Didârını hiç o tâb içinde.
Dördüncü Hüküm; "Ancak bu ziynetlerden açılan (veya açılmasında zaruret olan) kısmı hâriç" mealindeki istisnadır.
Binaenaleyh zuhuru tabîî olan ve âdetin, açılması ile carî olduğu ziynetler, bu hükümden müstesna olup başka bir hükme tâbidir. Bunlar, örtünün; giyilen elbisenin dış tarafı ile el ve yüz ve el ile yüzde bulunan yüzük, kına ve sürme gibi ziynetlerdir. Binaenaleyh bunları yabancılara göstermekte -eğer fitne melhuz değilse- bir beis ve muâhaze yoktur. Zîra örtünün kendisi de kadının bir ziynetidir. Tabîidir ki, bunun dışı görünecektir. El ve yüzün de namazda, keza ihramda açılması âdet-i câriyedir. Ebıı Davud'un Uz. Âi-şe'den tahrîç ettiği hadîsinde Peygamber (s.a.v.), Hz. Esmâ'ya; "Yâ Esma! Kadın bulûğa erince onda görülebilecek olan şey ancak şudur." demiş ve kendi mübarek yüzüne ve ellerine işaret etmiştir.
Bir de iş yaparken, lâzım olan eşyayı tutarken ve hattâ örtüsünü örterken bile elin açılması kaçınılmaz olduğu gibi, zaruri olan görmek ve nefes almak hasebiyle yüzün diğer uzuvlar gibi tamamen örtülmesinde haraç; meşakkat vardır. Bundan başka; şâhidlikte, nikâhta ve mahkemede yüzün açılmasına ihtiyâç vardır. Şu kadar ki; "Zaruretler, kendi mikdârmca takdir olunur." kaidesine binâen, bu ruhsatlar zaruret haddini geçmemelidir. Zaruret mikdânnı geçmemek şartiyle bunların açılmasında beis yoktur. Fakat bunlardan mâdâsmm açılması, bakılması, görülmesi ve gösterilmesi kat'iyetle haramdır ve nâ-mahremlerden saklanması behemehal lâzımdır. Şafii ve Hanbelî mezhebi erinde; ellerin ve yüzün de -namaz dışında- arvet olduğunu ve binâenaleyh bunları da gizlemek lâzım geldiğini daha evvel bildirmiştik.
Çünkü kadının yüzüne bakmanın tevlîd edeceği fitne, bedenin diğer -bilek, baldır, baş, boyun, saç gibi- aksamının tevlîd edeceği fitneden daha az -muhakkak ki- olmayacaktır. Çünkü cemâlin aslı yüzdür. Bütün mâhisen; güzellikler orada toplandığı için yüz, menba-ı fitnedir ve zinanın postası, fücurun elçisi olan göz de yüzdedir. Binâenaleyh iffet ve izzet-i nefs ehli olan şerefli, îsîâm hâtûnlarının, son derece ihtiyatlı olmaları ve kendilerine; saç tellerine varıncaya kadar vücudun her zerresini ağyârın zehirli nazarlarından ihtimamla korumaları elzemdir...
Burada, Mekke-i Mükerreme'de Şeriat Külliyesi (fakültesi)nde Üstâd M. Ali El-Sâbûnî'nin mühim bir mütâleasım kaydetmek isterim. Şöyle:
"Derim ki; yüzün ve ellerin avret olmadığına kail olan müctehid imamlar, yüzün ve ellerin üzerinde ziynet diye birşeyin bulunmamasını ve orada (yüz ile eller açık olduğu takdirde) fitne melhuz olmamasını şart koşmuşlardır. Fakat bizim zamanımızda kadınların, kendilerini güzelleştirmek maksadiyle yüzlerine ve ellerine sürdükleri boyalar, pudralar ve bununla yollarda erkeklere karşı açılmalarına gelince; bunun, bütün imamlarca haram olduğunda şüphe yoktur.
Sonra imamlardan bazılarının: "Yüz ve eller avret değildir." demelerinin ma'nâsı "Yüzü ve elleri açmak vâdb olur veya bu, sünnettir; bunları örtmek bid'attır." demek değildir. Şüphesiz bu, hiçbir müslü-manın söyleyemiyeceği bir şeydir. Bunun ma'nâsı ancak: "Zaruret hâlinde ve fitneden de emîn olmak şartiyle yüzü ve elleri açmakta bir beis yoktur." demektir. İmdi şeytanın avânesinin çoğaldığı ve fisk-u fücurun şüyu bulduğu böyle bir zamanda, yüzü açmanın caiz olduğunu, ne ulemâdan, ne de ukalâdan kimse söyleyemez. Zîra ümmet-i Muhammed içerisinde ve bilhassa ecnebi kadınlarını taklîd etmeleri yüzünden kadınlar arasında yaygın hâle gelen bu hastalığı (açılma derdini), bu vebayı gören bir kimse, yüzü açmanın haram olduğuna kat'iyetle hükmeder (meğer ki fıtratı bozulmuş olsun). Çünkü fitnenin zuhuru kuvvetle muhtemeldir, fesâd çıkacağı muhakkaktır ve kötülüğe çağıranlar her tarafa dağılmıştır. Biz bugün, İslâm'ın yüce âdabına sarılan ve: "Habîbim, mü'minlere söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar..." gibi bir Allah kelâmına ve:
"Gözünü haramdan çevir." gibi Peygamber hitabına kulak veren ahlâkan yükselmiş, tertemiz bir toplum bulamıyoruz. Binaenaleyh böyle bir asırda ve devirde ihtiyatlı olmak vâcibtir. Allah dilediği kimseyi, Sırât-ı Müstakime; doğru yola hidâyet buyurur."[512]
Beşinci Hüküm: âyeti ile sabit olan baş örtüşüdür. Ma'nâsı da:
"Ve başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar" demektir. Ve daha geniş olarak:
"Başörtüsü ile başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini sımsıkı örtsünler, bunları açık tutmasınlar ve bu emri hakkıyle yerine getirecekleri başörtüsü kullansınlar da, câhiliyyet kadınlarına benzemekten kurtulsunlar." demektir.
Zîra -müfessirlerin nakline göre- câhiliyyet devrinin kadınları, hiç de baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Başörtüsü alırlardı, takat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlardı. Yakaları önden açılır, gerdanları, gerdanlıkları, boyunları ve bu saç örgüleri, kulak küpeleri gibi ziynetleri görünürdü. Hiç çekinmeden ve vaziyetle erkekler arasında dolaşırlardı. Demek ki zamanımızda asrîlik ve medeniyyet sayılan açıklık, saçıklık böyle eski bir câhiliyyetin şiarı, cahilane bir âdetin ihyâsıdır. Yüce İslâm Dîni, böyle açıklığı, hayâsızlığı nehyedip haram kılmış ve baş örtülerinin yakalar üzerine -her tarafı kapatacak şekilde iyice- vurulmasını emrederek tesettürü farz eylemiştir.
Görülüyor ki bu emirde tesettürün yalnız farz olduğu değil, bir suret-i mahsusası (özellikle tatbik şekli) de gösterilmiştir ki; kadın edeb ve nezâhetinin en güzel ve seçkin ifâdesi bundadır, durumladır. Demek ki İslâmî tesettür ve onun birinci şartı olan başörtüsü, bir zillet ve mihnet asla değil, bir ziynet ve izzettir. İffetin tam ifadesidir. Bunun içindir ki, bu âyet-i celîle nazil olunca İslâm hatunları hemen başlarını örtmüşler ve bu ilâhî emri aynen yerine getirmişlerdir.
İmam Buhârî -tefsîrde- ve Ebu Dâvud [513]tahrîç etmiş, mü'minlerin annesi Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir:
"Allah ilk muhacir kadınlarına rahmet eylesin; şu (başörtülerini yakaları üzerine vursunlar) âyeti nazil olunca -en sık, en kalın- futalarını yardılar da onunla başlarını örttüler." Bu hadîsi Nesâî de rivayet etmiştir:
İbn-i Ebî Hatim -senedi ile- Şeybe'nin kızı Safiyye'den rivayet etmiş, o şöyle demiştir:
"Bir ara biz Uz. Âişe'nin yanında bulunuyorduk, derken Kureyş kadınlarından ve onların fazîletinden bahsettiler. Bunun üzerine Âişe (r. anhâ) dedi ki:
Kureyş kadınlarının, şüphesiz üstünlüğü vardır. Ancak ben, vallahi Allah'ın kitabını en çok tasdik etmek ve tenzil buyuruları âyetlere kesin îman etmek bakımından, Ensâr kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Süre-i Nûr'un: "Baş örtülerini yakaları üzerine vursunlar." (mealindeki) âyeti inzal buyurulunca; erkekler, Allah'ın kadınlar hakkında kendilerine inzal eylediği (âyât ve hükümlerini kendilerine okumak için hemen ailelerinin yanına gittiler. Er kişi; karısına, kızına, kızkardeşine ve akrabası olan her kadına okuyor (Allah'ın emrini tebliğ ediyor)du. Bunlardan hiçbir kadın kalmadı, ne kadar varsa her biri futasına kalkıp -Allah'ın Kitabından inzal eylediğini tasdik edip inandığı için- onunla başını (örtüp) sardı. Resûlullah'ın arkasında (sabah namazında) başlarını kapatmış oldukları halde bulundular. Sanki başları üzerinde siyah kargalar vardı!.."
Bu hadîsi, daha kısa bir lafz ile [514] Ebu Dâvud da rivayet etmiştir. Yine Ebu Dâvud [515]Ümmü Seleme (r. anhâ)nın şöyle dediğini tahriç eylemiştir:
"(Ahzâb Sûresinin) "Cilbâblarını üzerlerine giysinler" mealindeki 59. âyeti nazil olunca Ensâr kadınları çıktı. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başları üzerinde siyah kargalar vardı (demek ki başlarını tamamen siyah örtü ile kapatmışlardı)".
İmam Buhârî [516]rivayet etmiş: Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir:
"Mü'mine kadınlar, futalarına bürünmüş oldukları halde Resûlullah (s.a.s.) ile beraber sabah namazını kılmaya gelirlerdi. Sonra namazı kıldıkları zaman evlerine dönüp giderlerdi. Karanlık (ve kapalılıktan onları hiç kimse tanıyamazdı".
Ehl-i İslâm kadınları, işte böyle olmalıdır; Peygamber (s.a.v.)'in zevcelerini ve Sahabe-i kiram hâtûnlarını örnek almalı, onlar gibi olmaya çalışmalıdır. İffet ve faziletlerini pâyimâl etmiş hayâsızlara benzemekten şiddetle kaçınmalıdır. Çünkü büyükleri ve Allah'ın sevgili kullarım seven, onlara benzemeye özenen kimseler büyük insan olurlar ve şefaatlerine mazhar bulunurlar. Baş örtüsü hakkında Kur'ânda sarîh bir hüküm yoktur, diyen akîdesi bozuk zavallıların dümûra uğramış akıllarına şaşmamak îcâb eder!..
Altıncı Hüküm: Kadın, bu âyette istisna edilen mahremlerine karşı ziynetlerini açabilir.
Ayet-i celîle beyân etmiştir ki; kadının ziynetleri iki kısımdır:
a- Açılan, açılması tabîî olan ve izhânnda zaruret bulunan -açık- ziynetler.
b- Mahremlerden başkasına açılması caiz olmayan -bilezik, halhal, ba-zu-bend, gerdanlık, tâc, küpe gibi-, bakılması haram olan gizli -gizlenmesi farz olan- ziynetler.
Kadınların; bu kabîl ziynetlerini, bu ziynetlerin mahallerini; takıldığı mevkileri açmaları da haramdır ve mahremi olmayan -yabancı- erkeklerin bakmaları da haramdır. Zîra bu emir, hâne içinde veya dışında diye kayidh değildir, bu cihetle mutlaktır. Ancak zahir; açık ziynetler (eller ile yüz) istisna edildiği gibi, gizlenen -gizlenmesi farz olan- ziynetlere ve bu ziynetlerin bulunduğu yerlere (uzuvlara) bakmaları helâl ve caiz olanlar da istisna edilerek işbu tesettürün farz olmasının, nâmahremlere karşı olduğu anlatılmıştır ve bu tesettürün kıymetini ve ehemmiyetini göstermek için bir daha te'kîd ile şöyle buyurulmuştur:
"Ve ziynetlerini hiç kimseye açmasınlar. Ancak kocalarına, yâhud kendi babalarına yâhud kocalarının babalarına (İlh...) açabilirler..."
Bu âyette; kadınların gizli ziynetlerine bakmaları caiz olan müstesnalar on ikidir. Bunlara karşı ziynetlerini bir dereceye kadar izhâr edebilirler ve bunlar da mahremleri bulunan kadının ziynetine bir hadde kadar bakabilirler. Şimdi biz, bu on iki sınıfı mufassal olarak, mertebelerine göre bir bir zükr-ü beyân edelim. Bu müstesnalar:
1) Kocalardır. Kocaların zevcelerinin bedenlerinin tamamına bakmaları helaldir. Çünkü ziynetten asıl maksad onlardır. Binaenaleyh koca, zevcesinden meşru surette her cihetle yararlanabilir. Kadınlar, kocaları için süslenip ziynet takınmak zorundadır. Onların tabîî, sun'î; hılkî ve haricî ziynetlerinden istifade aslında yalnız kocalarının hakkıdır. Hattâ erkeklerin; kendilerine karşı ziyneti terk ettikleri için zevcelerini dövmeleri bile caizdir. Şu kadar ki ma'hûd mahalle bakmamak evlâdır. Şu halde ey İslâm hâtûnları! Yabancılara karşı değil de, kocalarınız için -ancak onlar için- zinetleniniz!...
2) Kendi babalarıdır. Anadan, babadan dedeler de bu istisnada dâhildir.
3) Kocalarının babalarıdır; kayın babaları. Onların pederleri de dâhildir.
4) Kendi oğulları. Torunları da bu hükümde dahildir.
5) Kocalarının oğulları. Kocalarının torunları da böyledir. Çünkü bu kadın onların, üvey anne, üvey nineleridir.
6) Kendi (ana bir veya baba bir) biraderleri.
7) Biraderlerinin oğulları ve torunları. Çünkü o, bunların halası olur.
8) Kız dardeşlerinin oğulları ve torunları. Zîra bunların da teyzeleri olur.
9) Kendi kadınları. Yâni; müslüman kadınlar veya hizmet ve sohbetle kendilerine ihtisası olan îman ehli hürre kadınlar.[517]
Selef ulemânın ekserisi demişlerdir ki; "Bu âyette; "mü'mine kadınların kendi nisası" demek "kendi dînlerinde olan müslüman hâtûnlar" demektir. Binaenaleyh müslüman kadınların, hususiyyeti (özelliği)ni tanımadıkları yabancı kadınlara, gayr-i müslime kadınlara da açılmaları caiz değildir. Ziynetlerini bunlara açmak, yabancı erkeklere açmak gibi haramdır. Çünkü kâfir kadınlar; mü'mine kadınları, yabancı erkeklere vasfedip tanıtmaktan sakınmazlar, günahtan korkmazlar. İbn-i Abbâs, İbn-i Cüreyc ve Mücâhid'in re'yi budur. İbn-i Abbâs:
"Bir müslime -kadın- için, onu bir yahûdî veya nasrânî kadının görmesi helâl olmaz, tâ ki onu kocasına vasfede (nitelendire) meşin." demiştir.[518]
Mücâhid de: "Bu âyetteki: "Kendi kadınlarından murâd, müslime kadınlardır, ehl-i şirk kadınları, onların kadınlarından değildir. Binâenaleyh bir müsümenin, bir müşrike (kadın) yanında açılmaya hakkı yoktur." demiştir.
Saîd İbn-i Mansur, İbnü'l-Münzir ve Beyhakî Sünen'inde Ömer îbnü'l-Hattâb (r.a.)'den O'nun; Ebu Ubeyde İbnü'l-Cerrâh (r.a.)'a şöyle bir mektub yazdığını tahrîç etmiştir:
"Emmâ ba'dü! Şüphesiz bana baliğ oldu (ulaştı) ki; Ehl-i İslâm kadınlarından bir takım hâtûnlar, ehl-i şirk kadınları ile beraber hamamlara giriyorlarmış. Bundan derhal men'eyle ve bunun önüne geril. Zîra Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kadın için; onun avret yerine (vücûduna) kendi dîninden olan kadınlardan başkasının bakması helâl olmaz. Diğer rivayette: Çünkü bir zimmiyye (gayr-i müslim kadının) bir müslime hatunun çıplak yerini görmesi caiz olmaz. O zaman Ebu Ubeyde ayağa kalkıp Allah'a yalvarmış ve şöyle demiştir:
Herhangi bir kadın; hiçbir özrü olmaksızın, sırf yüzünü ağartmak murâd ederek hamama girerse ehl-i îmânın yüzlerinin bembeyâz olacağı günde Allah onun yüzünü karartsın".[519]
Mevdûdî; bu mevzua dâir görüşleri naklettikten sonra şöyle demiştir:
"İmdi kendilerinde haya bulunmayan, âdâb ve ahlâklarına güvenilmeyen fâsık kadınlara gelince -bunlar müslüman da olsalar- îmanlı, sâliha her kadının onlardan saklanması vâcib olur. Zîra onlarla sohbet etmenin sâliha kadının ahlâkına vereceği zarar, erkeklerle sohbet etmenin zararından daha az olmaz."[520] Asamızda İslâm kadınları, buna tutunsa, bu hükümlere harfiyyen uymuş olsaydı ne güzel olurdu. İffet ve ahlâklarını muhafaza etmiş ve şu zararlı, menfur âdetlerde, arsız, hayâsız insanlığını yitirmiş kadın kılığındaki maymunları taklit etmekten kurtulmuş olurlardı. Hiçbir şey kaybetmiş olmazlar, fakat çok şeyler kazanmış olurlardı!..
Bir kısım ulemâ da: Burada; "Kendi kadınlarından maksad, müslime ve gayr-i müslime bütün kadınlardır, demişler ve Selefin kavlini istihbâba hamletmişierdir. Fahruddîn Râzî buna; "Mezheb budur." demiş, Âlûsî'de: "Bu kavi, bugün nâsa daha mülayim (muvafık) dir. Çünkü müslime hatunların, gayr-i müslimelerden gizlenmesi mümkün olmayacak gibidir." diyerek bu re'yi tercih etmiştir. Şu kadar ki birinci kavil, daha ihtiyatlı ve iz-zet-i nefsi muhafaza bakımından daha emniyetlidir...
10) Sağ ellerinin sâhib olduğu cariyeler de müstesnadır, müşrike, gayr-i müslime olsa da... Erkek köleler ise yabancılar gibidir. Ebu Hanife (r.a.)'ın mezhebi budur ve Şafiî ulemâsından bir çoğu, bunun sıhhatine kail olmuştur. Diğer bir kavle göre; erkek köleler de mahremler gibidir. Bu da sahîh görülmüştür. Alûsî.
11) Erkeklerden ihtiyaç sahibi olmayan, yani kadına meyi ve ihtiyaç duymayan tâbî'ler de müstesnadır.
Demek ki şehveti kalmamış sülehâdan ihtiyarlar veya bunamış kimseler, yahut da kadın işini bilmez, sade yemeklerinin fazlasından yemek için şunun bunun arkasına takılan kimseler veyahut erkekliği yok, hilkaten innîn uşaklar... Bunlar da müstesna...
Evlerde, lokantalarda, çayhane ve otellerde çalıştırılan hizmetçiler, işçiler ve çobanlar, çıraklar tamamen yabancıdır. Bunların, bu müstesnada dâhil oldukları zannedil memelidir. Yoksa büyük fitne ve fesâd doğar...
12) Kadınların avretlerine vâkıf olmayan; avret nedir, ne değildir? Bunu ayırd etmekten âciz olan küçük çocuklar da müstesnadır.
Çünkü çocuklar, mükellef değildir. Ancak idrâkleri nisbetinde kendilerine edeb öğretilmeli, ahlâk dersi verilmelidir.
İşte hürre kadınlar; bu on iki sınıfa; nikâhı müebbed surette haram olan mahremlerine, kadınlara meyl-ü ihtiyâç duymamak ve fitne melhuz olmamak itibariyle bakmaları mahremlere benzeyen, şehvet namına bir şey kalmamış tâbi erkeklere ve küçük çocukara mu'tâd olan ziynetlerini ve ziynet mevkilerinden olan; el, yüz, ayaklarla, hizmet esnasında açılan başını, saçını, kulaklarını, boynunu, kollarını, siynesini açabilirler. Onların da bunlara; bu ziynet mahallerine bakmaları helâldir. Çünkü yakınlıkları hasebiyle aralarında ihtilât (karışık yaşama) bizzarure çok olur. Bir de bunlar cihetinden fitne melhuz değildir. Şu kadar ki karnını ve sırtını, mahremlerine dahî göstermek caiz değildir, bu bir hayâsızlıktır.
Hür kadınlar, bu on iki sınıf müstesnadan başkasına ziynetlerini ve ziynet yerlerini kat'iyyen gösteremezler. Bu tesettür, kendi iffet ve haysiyyetlerini muhafaza bakımından son derece mühim olduğu gibi, yabancı erkekleri etki altına alıp fitneye düşürmemek, günâha sokmamak ve onlara da bir edeb dersi vermiş ve iffet telkîn etmiş olmak bakımından da çok büyük ehemmiyeti hâizdir...
Soru: Mahrem oldukları halde amca ile dayılar burada neden zikredilmemiştir?
Cevap: Amcalar ve dayılar; nikâh düşmemek itibariyle babalar veya -babadan olsun, anneden olsun dedeler, "baba" ma'nâsında olmak hasebiyle kardeşleri ma'nâsında oldukları için, babalar veya kardeşler zikredildikten sonra onlardan bahse ihtiyaç kalmamış, onların da bunlara mülhak olduğu anlaşılmıştır.
Yedinci Hüküm: Gizledikleri ziynetlerin bilinmesi için ayaklarını vurmaları da haramdır.
Zamân-ı câhiliyyette kadınlar, ayaklarına altın ve gümüşten halhal takarlar ve yolda yürürken, ziynetini belirtmek için ayağını yere vurur, sert basardı. Erkekler de onun sesini; şıkırtısını duyarlardı. Allah Teâlâ, îmanlı hatunları bu âyetle o çirkin âdetten de men'eylemiştir.
O halde ma'nâ şudur: Mü'mine hatunlar, baştan ayağa kadar örtündükten başka, yürürken de edeb vakar ile yürüsünler, örtüp gizledikleri sun'î veya hılkî ziynetler bilinsin diye bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler. Çünkü erkeklerin şehvetini tahrik etmiş, tamaa düşürüp şüphe uyandırmış olurlar!..
Ziynetin kendini açmaktan nehyettikten sonra ziynetin sesini izhârdan nehy edilmesi, ziynet yerlerini açmanın asla caiz olmadığını beyânda bir mübalâğa ifade eder.
Sekizinci Hüküm: Kadının sesi avret midir?
Dîn-i İslâm; fitneye da'vet eden, yabancıların şehvetini tahrik eden ve fenalığı kışkırtan her şeyi haram kılmıştır. Bundan böyle kadını, ayağını yere vurmaktan nehyetmiştir. Tâ ki halhalin sesi işitilmesin, yoksa bazı kimselerin gönlünde şehvet harekete geçebilir...
Hanefîlerden bir kısmı, bununla delîl getirerek, kadın sesinin avret olduğuna kail olmuşlardır. Cassâs, Tefsirinde şöyle demiştir:
"Bu âyet-i kerîmede; kadının, konuşurken sesini, yabancı erkekler işitecek derecede kaldırmaktan men'edildiğine delâlet vardır. Çünkü kendi sesi, halhalin sesinden fitneye daha yakındır. Bundan dolayıdır ki imamlarımız, kadınların ezan okumasını mekruh görmüşlerdir. Çünkü bunda sesi yükseltmeye ihtiyaç duyulur. Kadın ise bundan; sesini kaldırmaktan nehy olunmuştur. Bu, şüpheye ve hele fitneye müncer olacağı zaman kadının yüzüne bakmanın da mahzurlu olduğuna delâlet eyler."[521]
İbn-i Hümâm Fethu'l-Kadîr [522]de der ki:
"Nevâzil'de (Ebu'1-Leys Semerkandî'nin kitabıdır); kadının nağmesinin avret olduğunu tasrîh etmiş ve bunun üzerine; "kadının, Kur'ân'ı kadından öğrenmesi â'mâdan Öğrenmesinden bana daha sevimlidir." hükmünü bina eylemiştir. Çünkü "onun nağmesi avrettir." demiştir. Bunun içindir ki, Peygamber Aleyhisselâm:
"(Namazda bir şey arız olur da imamı ikaz îcab ederse) Teşbih: Sübhânallah demek, erkekler için, el çırpmak da kadınlar içindir." buyurmuştur."
İbn-i Hümâm buna şunları ilâve etmiştir:
"Buna göre; "kadın, namazda Kur'ân'ı aşikâre okursa namazı bozulur." denilse makbul bir yönü olur. Bunun için Nebî (s.a.s.); imamın sehvini kendine bildirmek için kadını, sesli olarak "Sübhânallah" demekten men'edip ona tasfîkı; el çırpmayı tavsiye etmiştir."
Müfessir İbn-i Kesîr de burada, kadının; nazarları kendine celbedecek ve erkeklerin şehvetini tahrîk edip ondan yana meylini uyandıracak her şeyden men'eylediğini bildirerek şöyle demiştir:
"Bu cümleden olarak, kadın evinden çıkarken güzel, hoş koku sürünmekten nehyedilir ki, erkekler onun kokusunu koklamış olmasın. Ebu Isa Tirmizî'nin rivayet ettiği hadîste Nebî Muhterem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"(Kasden yabancı kadınlara bakan) Her göz zinâcıdır. Kadın da güzel koku sürünüp de erkekler meclisine uğradığı zaman o şöyle şöyledir. Yâni; o zinâkârdır."
Bir gün Ebû Hüreyre (r.a.)'ın karşısına bir kadın çıktı, Ebû Hüreyre ondan güzel koku hissetti ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın kadın kulu! Mescidden mi geldin? Kadın;
"Evet" dedi. Ebu Hüreyre ona;
"Güzel koku süründün mü?" diye sordu. O,
"Evet" cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Hüreyre (r.a.): ben dostum Ebu'I-Kâsım, Peygamber (s.a.s.)'i şöyle söylerken işittim:
"Allah Teâlâ, şu mescide gelirken güzel koku sürünen bir kadının namazını, tâ evine dönüp de cünüplükten yıkandığı gibi yıkanmadıkça kabul etmez. "[523]
Ebu Dâvud [524] Ebu Üseyd-i Ensârî (r.a.) den tahrîç etmiş, bu sahabî;
"Resûlullah (s.a.v.)i; mescidden çıkarken, erkeklerin yolda kadınlarla beraber olup ihtilât ettiğini (biribirine karıştığını) görünce şöyle söylerken işittim." demiştir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kadınlara hitaben buyurdular ki:
"Geri kalınız. Çünkü sizin, yolun ortasında yürümenize cevaz yoktur. Sizler, yolun kenarlarından gidiniz."
Bundan sonra kadın, -âdeta- duvara yapışırdı. Hattâ kadının duvara sürünerek yürümesinden, elbisesi duvar (in çıkıntılarına takılırdı."
İşte bütün bu emir ve tavsiyeler, kadının iffet ve nezâhetini korumak gayesine ma'tûftur. Yolun ta ortasından gitseler de, serkeşler omuzlarını çarpsa çok mu iyi olur?
Bu şer'î hükümlerden son derece vuzuha kavuşmuş oluyor ki; erkekler ile kadınların karışık bulunduğu mahfiller, birlikte oturdukları meclisler, İslâm'ın tabiatına, seciyesine hiçbir veçhile uygun olmaz. Bu iki cinsin, ibadet için ma'bedlerde bile ihtilâfına müsaade etmeyen, müsamaha göstermeyen bir dîn-i Hakk; çarşı pazarda, meclislerde, mahfillerde, mekteplerde ve fakültelerde... hem hayâtlarının en heyecanlı olduğu ve şehvetlerinde şiddetli galeyan bulunduğu bir devrede onların muhtelit olmalarına ve yan yana oturmalarına nasıl izin verir? Bunu tasavvur mümkün müdür?..
Müfessir Âlîîsî burada; "Şafiî kitablarının muteberlerinde mezkûr olan -ki ben de ona meyi ediyorum-, kadınların sesi avret değildir. Binaenaleyh onu işitmek haram olmaz. Meğerki onun fitneye sebep olacağından korkulsun (o takdirde haram olur). Eğer (onu işiten) erkek, kadın sesinden lezzet duyarsa hüküm yine böyle (haram) dir. Nitekim Zerkeşî bunu bahsetmiştir." demiş, bundan sonra da; İbn-i Hümâm'ın -biraz evvel kaydettiğimiz- kavlini nakletmiş ve onun ardından şöyle demiştir:
"Sonra şunu iyi bil ki; benim nazarımda, açılması nehyedilen ziynete ilhak edilecek olan (haram) lardandır; zamanımızda ni'metin azdırdığı zevk delisi kadınlardan çoğunun, evlerinden çıktıklarında elbiselerinin üzerine giymiş ve kendisiyle tesettür etmiş olduğu libâs ki bu, türlü renklerdeki İpekten dokunmuş bir örtüdür. Bunda, gözleri dolduracak kadar altım veya gümüş nakışlar vardır. Benim kanaatimce, kocalarının ve benzerlerinin, bu kadınların bu vaziyette dışarı çıkmalarına ve bu hâl ile yabancı erkekler arasında yürümelerine imkân vermeleri, onların gayret (kıskançlık duygularının ve iffetlerinin azlığından ileri gelmektedir. Artık bu musibet ve belâ ile hemen herkes mübtelâ olmuştur.
Şu umumî belvâ (yaygınlaşan belâ) da bunun gibidir ki; kadınlardan çoğu, kocalarının kardeşlerinden (kayınlarından) gizlenmiyorlar, kocaları da buna aldırış etmiyorlar. Hattâ çoğu kere zevcelerine gizlenmemelerini emrediyorlar. Kadın bunlardan, gelin olduktan sonra bir kaç gün saklanır, nihayet kendisine ziynetten ve sâireden -hediye olarak- bir şey verince artık onlara da açılır ve bundan sonra onlardan -avret yerini; bütün vücûdunu örtüp de- gizlenmez. Bütün bunlar, Allah'ın ve Resulünün izin vermediği -menhiy olan- şeylerdendir ve bunun misâlleri çoktur. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh..."[525]
Bir Soru Ve Cevabı:
Bir kadının; yukarıda sıraladığımız, nikâhı müebbeden haram olan mahremlerinden başka bir erkeğin elini sıkması veya öpmesi; yâhud da bir erkeğin, mahâriminden olmayan bir kadının elini sıkması veya öpmesi şer'an caiz olur mu?..
Cevap; Bir kadının, nâmahrem olan bir erkeğin; veya bir erkeğin, mahremi olmayan bir kadının elini öpmesi, onunla musâfaha yapması dînimizde kat'iyyen caiz değildir. İslâm'da bunun yeri yoktur. Elin açılmasına zarurete binâen ruhsat verilmiş ise de, dokunmayı, el sürmeyi mübâh kılacak meşru bir sebep asla mevcut değildir. Bunlara, karşıdan bakmak bile caiz olmadığı halde, el sürme, toka yapmak nasıl caiz olur? İffetin kadr-u kıymetini bilen insanlar buna müsamaha etmezler ve etmemeleri îcâb eder.
Şeyhayn'in tahrîç ettikleri bir hadîste, Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir:
"Peygamber (s.a.v.) kadınlardan, şu: "Ey Peygamber! Mü'mine kadınlar; Allah'a hiç bir şeyi eş tutmaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri... İlh. şartiyle sana bîatleşmeye geldikleri zaman sen onların biatlerini kabul et..." (mealindeki) ayetle (bu âyetin ihtiva ettiği maddelerle) biat alıyordu, onlarla olan bîatleşme el tutmak suretiyle değil, sözle oluyordu. Evet Resûlullah (s.a.s.)in mübarek eli, mâlik olduğu (kendisine helâl olan) kadınlardan başka hiçbir kadının eline sürülmemiştir!."
Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) Efendimiz bile bu babda çok ihtiyatlı bulunuyordu.
"Şeytan, insan oğlunun vücûdunda deveran eden kan misâli cereyan edip vesvesesini nüfuz ettirir. Ben sizin temiz gönüllerinize, şeytanın fena bir şey atmasından haklı olarak korktum." buyuruyordu.[526]
Bunu, i'tikâfta iken mescid kapısında kendilerini Hz. Safiyye (r.a.) ile konuşurken gören Ensâr'dan iki zâta hitaben -şaibeden kurtulmak için- söylemişti.
İslâm'dan önce de, kendisine: "El-Emîn: Güvenilir." ünvân-ı âlîsi bahş edilmiş olan Resûl-i Müctebâ'nın, son derece ihtiyat ve ciddiyet gösterdiği bir şeyde emîn olunamıyacak, zaîf iradeli ve şehvet zebûnu, şeytanın esîri insanlara -velev ki şeyhiniz olsun- nasıl itimâd eder de elinizi verebilirsiniz, ey imanlı hâtûnlar?.. Gayet hassas olan parmak uçları, kim bilir ne gibi şifreler gönderecektir?.. Allâhım, bizi; nefsin, şehvetin ve şeytanın şerrinden hıfzeyle.
Bir erkek, pozitif (+), bir kadın da, negatif (-) kutuba benzer. Halbuki ters kutublar, (bir arada, karşı karşıya oldukları zaman) birbirini çeker!..[527]
İnsanlar -peygamberler hâriç-, günahlardan hâlî değildir. Hattâ Allah tarafından verilmiş olan emirlere ve nehiylere riâyet eden, itinâ göstermeye çalışanlar dâhi hatâ ve kusurdan hâlî değillerdir. Bilhassa şehvetle ilgili işlerde! Bilerek veya bilmeyerek vâki olan taksiratlarından tevbe ve küîliyyen nedamete muhtaçtırlar. Günahkâr insanların en hayırlısı tevbekâr olanlardır. Mâ tekaddem ve mâ teahhar (geçmişte -varsa- vâki olan ve bilfarz gelecekte vuku bulacak olan) günâhı bağışlanmış bulunan Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.) efendimiz bile çok tevbe ve istiğfar ediyordu ve:
"Ey nâs! Günahlarınızdan nedametle Allah'a tevbe ve rücâ ediniz. Şüphesiz ben, hergiin Allah'a yüz kere tevbe ediyor (istiğfarda bulunuyor) um", buyuruyordu.[528]
Zîra felaha ermek ve saadete nail olmak samimiyetle tevbe etmeye bağlıdır. Bunun içindir ki; bu mevzuda hitabı telvîn ederek; onu, Resûlullah (s.a.s.)'den umuma tevcih eyleyerek -hem verilen emrin hayyizinde bulunan tevbe işine kemâl-i inayet gösterilerek- îzâhı ile meşgul olduğumuz tesettür âyetinin sonunda buyuruluyor ki:
"Ve ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki felah bulabilesiniz" Yâni; size emrettiğim şu sıfatları, yüce ahlâkı yapınız, yaşayınız. Câhiliyyet ahlâkının ihya ve iadesinden ibaret olan açıklık, saçıklık gibi rezîl huylan ve iğrenç halleri tamamen atınız, bırakınız. Çünkü dünyâda huzur ve salâh, âhirette fevz-ü felah, Allah'ın ve Resûlü'nün emrettiklerini yapmaya ve nehyettiklerini de terk etmeye bağlıdır!..
Demek ki akidesi ve ahlâkı bozuk bir cemiyette felah ümîdi bulunmaz. Kadınlar ve kızlar o cemiyetin menfî te'sîrinden kolay kolay kurtulamaz. "Bunlar, bozuk bir cemiyette yaşadılar, o yüzden dînin vâcibâtına riâyette bulunamadılar, zayiat vermeğe mecbur oldular. Binâenaleyh ma'zûrlardir, afyolunmuşlardır." demek de mümkün olmaz. Çünkü toplumun akîde ve ahlâkını ifsâd eden zâten onlardır. Şu kadar ki, cemiyetin bozulmasında erkeklerin payı daha büyüktür. Bu kusur, kadınlardan evvel onlarındır. Unutulmasın ki kadının bu babda muvaffak olması, iffet ve ahlâkî fazîlete sâhib bulunması, daha evvel erkeklerin iffetli olmasına; ferdî, ailevî ve içtimaî vazifelerine dikkatli olmasına ve cemiyetin başında olanların da himmette bulunmasına mütevakkıftır, bununla mütenâsib (oranlı) dir. Bunlar da Allah'ın tevfık ve inayeti ile kaimdir. Allah'ın inayet ve nusratı ise; günahlarından tevbe eden samîmî, sâlih kulları ile beraberdir. Fakat Allah, hududunu aşan zâlimleri, Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet eden; örtecekken, örtünecekken açan, açılan fâsık ve fâcirleri hiç bir zaman muvaffak kılmaz ve hakka hidâyet buyurmaz!..
Hâne sahibi oyun eğlenceye düşkün olursa; Evdekilerin isi de raks-ü dans yapmak olur!.
Şu halde başta erkekler olmak üzere, erkek kadın bütün mü'min ve mü'mineler; îmana yaramayan, mü'mine yakışmayan ve câhiliyyet asarından ibaret bulunan bütün hatâ ve kusurlardan tevbe edip Allah'a dönmeli, Allah'ın inayetine iltica ve emirlerine itinâ ile icabette bulunmalıdırlar ki, cümlesi felâh ve saadet bulabilsin!..
Şâyân-ı dikkattir ki; işbu gözü haramdan çekmeyi, setr-i avreti ve iffetleri hıfzetmeyi âmir olan âyet-i hakîmede (başta): "Habîbim, mü'minlere de ki..." ve "Mü'minelere söyle ki..." diye Peygamber (s.a.v.) vâsıtası ile mü'minlere hitâb olunmuş; âyetin sonunda ise; "Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe edin..." buyurulmuştur.
Demek ki bu hükümler ile mü'minler mükelleftir, îmanı olmayan kimseler, -her ne kadar bu hükümlere riâyet etmediklerinden dolayı da azâb göreceklerse de- bu ahkâmdan evvel îman etmekle mükellef bulunup, îman ettikten sonra ahkâm-ı fer'iyye; amelî hükümler kendilerine tevcih ve teklîf olunacaktır. Bunun için Cenâb-ı Hakk, bu âyette bilhassa mü'minlere hitâb etmiştir. Bu hükümlere sarılmakla yararlanacak olan da zâten onlardır...
Unutulmasın ki âhirette korkusuz, hüzünsüz bir hayât-ı ebedî ve felâh-ı sermedi yalnız zahirî îman ile hâsıl olmaz. Müslümanlık, zahiren mü'min görünmekten veya sadece lafla; "Ben de müslümanim" demekten ibaret değildir. Sırf dil ile olan müslümanlığın, Yahudilerin ve Nasârâ'dan farkı nedir? Fevz-ü felah ve saadet; kalben tasdik, dil ile ikrardan ibaret bir îman-ı hakîkîye ve bununla beraber amel-i sâliha mütevakkıftır, İman olmadan amel-i sâlih olmaz, ebedî azâbdan halâs etse bile mutlak azâbdan kurtarmaz. Çünkü mü'minlerin âsîlerine de azâb vardır. En azından muhtemeldir. Binaenaleyh işbu felah müjdesi îman-ı kâmil ile amel-i sâlihi cem'edenler içindir. Kâmil îmanın birinci şartı, Allah'a ve âhiretteki mes'ûliyete; bir gün gelip îman ve amel edenlerin de, etmeyenlerin de hesapları görülüp mükâfatları veya cezaları verileceğine hakîkaten ve bütün mevcudiyetiyle inanmaktır. Demek ki iş, mü'min görünmekte değil, mü'min-i kâmil olmaktadır ve bu îman ile çalışıp felahı ve son zaferi kazanmaktadır. Şu halde kâmil îmana yaraşan amel, hayatta olduğu müddetçe Allah'tan gelmiş olan kitabın ahkamını hakkıyle hayatında tatbik ve ikâme etmek; güzel ve yararlı işler yapmak, fena ve zararlı şeylerden kaçmak ve hasenata koşmaktır. İşte böyle olanlar, âhiret günü her nevî korku ve hüzünden halâs bulacak ve fevz-ü felaha nail olacalardır...
Binaenaleyh mü'min ve müslüman olduklarını söyleyenler, İslâmî tesettüre riâyet edecekler, aile efradını; oğlunu, karısını ve kızını îmanli, ahlâklı, amel-i sâlih sahibi olarak yetiştirip, onları yüce İslâm âdabı ile techîz edeceklerdir, imanlı erkekler, kadınlarının ve kızlarının; câzib; ilgi çekici renkleri olan daracık elbiseler ve kısa etekler, vücut hattını belirten şeffaf esvâb ve çoraplarla dışarı çıkmalarına asla meydan vermeyecekler ve müsamaha göstermiyeceklerdir. Böyle açık saçık hârice çıkmalar, kınla döküle yürümeler ve yılışarak konuşmalar yüce İslâm'ın nezâhetine lâyık olmaz ve mü'min bir kişinin şehâmetine asla yakışmaz. Fitne-fesâd, -başta idareciler olmak üzere- erkeklerin lâkaydlığı ve ihmalkarlığı yüzünden yayılmıştır. Ahlâkî çöküntü, fisk-u fücur, gayretin kaybolması (kıskançlık hissinin yok olması) ırz-u namusun kıymetinin bilinmemesi ve bu sebeple iffet ve namusu yaralayıcı hal ve hareketlerden gereği gibi koru-nulmaması sebebiyle meydana gelmiştir. Her şeyden ta'vîz verilebilir. Her şeyde fedâkârlık düşünülebilir. Irz ve namustan ta'vîz veya fedâkârlık asla!.. Irzından ta'vîz veren, ehl-ü iyâlinin; karılarının, kızlarının namus ve iffetini korumayan, korumaktan âciz olan gayretsiz kimseler, -mü'min olmak şöyle dursun- adam dâhi değillerdir. Resûlullah (s.a.s.) öyle kimselere; "Deyyus" tesmiye etmiştir. Nitekim bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Üç sınıf kimse vardır ki, bunlar cennete giremezler ve cennetin kokusunu dahi duyamazlar:
1. Erkeklere benzemeye özenen kadınlar.
2. Şarap içmekte ısrar eden (tevbe etmeyen) kimseler.
3. Ve deyyus
"O, deyyus kimdir yâ Resûlullah?" diye sordular.
"Ehlinde; karısında, kızında hubsü (fuhşu) ikrâr-u ibkâ eden (ve mâni' olmayan) kimsedir." cevabını verdiler. Bir rivayette:
"Ehlini, başkalarından kıskanmayan kimsedir." buyurdular."[529]
Hâsılı; Tesettür (İslâm'a göre giyinip örtünmek), kadına mehabet, haşmet kazandıran bir ni'mettir ve iffetin gerçek ifadesidir. Teberrüc (açılıp saçılmak, hılkî ve haricî ziynetleri izhâr etmek) de, kadını kıymetten düşüren, hor-hâkîr eden bir zillettir ve vekahatin (hayâsızlığın) ve iffetsizliğin tam nişânesidir. Bunun ma'nâsı; (adetâ)
"Ey kişiler! Şu güzelliğime bakınız, nasıl beni, ziynetlerimi beğendiniz mi? Kendimi iye süsleyebilmiş ve -bir ticaret metaı gibi- satışa iyi arz edebilmiş miyim?" demektir. Gerçi hiss-i haya ve hiss-i takva (Allah korkusu) olmayınca kötülüklerden korunmaya örtünmek de yetmez. Bundan mahrum olan fâcireler, ne kadar giyinseler, ne kadar bürünseler yine kıçlarını açmaktan, yine namuslarını satmaktan kurtulamazlar. Çünkü bunlar, elbisenin ne büyük ni'met ve örtünmenin ne müstesna fazîiet olduğunu bilmezler ve bu sayede -maddî, manevî- pek çok zararlardan korunmuş olup, hiç kimsenin ne heyecân-ı şehvetini, ne de galeyân-ı nefretini tahrîk etmeyecek bir salâh, bir sekînet içinde ve edeb-ü vakar ile tecemmül edip ihtişam kazandıklarını düşünmezler. Şehvetin şevki ve şeytanın tahrîki ile fıtrî ve sun'î ziynetler içinde kibr-u gurur i'lân etmek isterken, diğer taraftan en iğrenç yerlerini açarlar ve hatır-u hayâle gelmeyen zarar ve vakâhatin içine düşerler. Demek ki kötülük yapmak isteyen örtünün içinde de onu yapabilir, isterse derhal açılabilir. Ve bu örtü içinde, kim bilir, ne büyük cürm-ü vakâhati irtikâb edenler vardır!..
Demek ki mühim olan, yalnız elbise ve onun bahş ettiği mehabet ve ihtişam değildir. Bunlar, haddi zâtında bir ni'met-i ilâhiyye olmakla beraber ve bir çoklarının gözlerini kamaştıran zahirî cazibesinin bulunmasına rağmen yegâne ni'met, mutlak hayr-i mahz olmayıp asıl hayr olan ve mutlak nâfi' (yararlı) bulunan hiss-i haya ve lİbâs-ı takvanın vicdanda vücûduna (varlığına) delildir. O halde îman ve hiss-i haya; libâs-ı takva bir vicdan işi olduğundan ve kalblere ittılâ' da mümkün olmadığından, bunların varlığına veya yokluğuna doğrudan hükmetmek mümkün olmaz. Ancak zahirdeki emareleri (belirtileri)ne bakarak hükm edip o kişi hakkında bir kanâat sahibi olmak mümkün olur. Zîra hükümler zâhir-i hâle göre bina edilir, vicdanî durumlar ise Allah'a bırakılır. Meselâ; boynunda haç veya belinde zünnâr gördüğümüz bir kişinin, -vicdanî durumunu hiç nazara almadan- Hıristiyan olduğuna, keza; Allah'ın âyetleri ile sabit olan veya sünnetle sabit olup icmâ' ile müeyyed bulunan bir hükm-i şer'îyi -meselâ; "setr-i avretin, başı örtmenin farz olduğunu"- inkâr eden kimselerin kâfir ve mürted olduklarına tereddüdsüz hükmedebiliriz. Binaenaleyh Kıır'ân'm emirlerine ve Resûluliah'ın talimatına uygun biçimde giyilen bir elbise vicdanda, îmanın ve takvanın (Allah korkusunun) varlığının haricî âlemdeki bir tecellîsi bir tezahürü oluyor. Onun için: "Tesettür, iffetin gerçek ifadesidir." dedik. Çünkü namusu hıfzetmenin birinci şartını setr-i avret (İslâmî tesettür) teşkîl eder!.. Yine buna binâen: "Teberrücün de, vakâhatin ve iffetsizliğin nişanesi olduğunu" söyledik.
"Gerçi nazar-ı dikkatleri celbedip eza cefayı kendilerine da'vet edecek olan ve rahatsız edilmekten adetâ zevk alan içi bozukları örtü zabtediverecek değildir. Fakat imanlı, temiz, ehl-i namus kadınların kirli nazarlardan korunmalarına ve sadetlerinde meknûn inciler gibi mahfuz kalmalarına en lâyık olan kıyafet de işbu İslâmî tesettürdür!"
Şerefli ve iffetli bir İslâm kadınının; hılkî ve haricî ziynetlerini (kendi nefsini) elden ele dolaşan basit bir ticaret malı, metâı gibi arz ve teşhîre gönlü nasıl razı kalıyor? Kendini gören bir erkeğin nefsinde, meyl-ü muhabbet doğmasına ve şehvet uyanmasına sebep olmasını aklı nasıl caiz görüyor?.. Selîkası bozuk kimselerin kendisine hâin gözle bakmasını vicdanı nasıl kabul ediyor?.. İşlediği günâhın ne kadar büyük olduğunun ve kendi nefsine ne azîm düşmanlık yaptığının bir an farkına varabilse mahcubiyetinden kıpkırmızı kesilir de, derhal tevbekâr olup cemâl ve ziynetini ağyarın hâin gözlerinden ve zehirli nazarlarından gizler. Sokağa saçılmış boncuk gibi basit olmaktan kurtulur da, "Sadefinde saklı inci" gibi kıymetdâr olur.
Ey taşkın, aynı zamanda şaşkın kadın! Ne kadar şuursuz ve bedbahtsın? Şu hâlinle kendini maskara yaptığının farkında değilsin? Resûlullah (s.a.s.)'in, hakkınızda "Kadınların, aklı ve dinî noksandır." buyurması ne kadar yerinde bir hak sözdür! Eğer aklınızda noksanlık, îmanınızda zaa'f olmasaydı bu derece gülünç duruma düşer miydiniz? Allah'ın en güzel kıvamda yarattığı vücûdu böyle oyuncak haline koyar mıydınız? Kollar açık, bacak baldırlar açık, eller ojeli, yüzler gözler boyalı olarak, göğüs gerdan açık, baş saç açık olduğu halde, hürriyyet ni'metinden mahrum cariyeler; lalalar vaziyetinde yollarda başıboş dolaşabilir miydiniz?.. Hayâsız fâcire dansözle, iffetsiz fahişe dinsizle; şerefli, haysiyetli ve tertemiz nezâhetli olan (olması gereken) İslâm hanımefendisini nasıl, hangi alâmetle tefrîk edeceğiz? Onun şöyle, berikinin de böyle olduğunu nereden bileceğiz?..
Ey, îmansız ve iffetsiz Avrupa kadınlarını körükörüne taklîd eden namuslu İslâm hatunları! Hiç vakit geçirmeden hemen yuvalarınıza dönünüz; derhal size, vakar, heybet ve ihtişam kazandıran iffetinizin ifadesi örtülerinize burununuz. Baş örtünü atmak, başını, saçını, boynunu, kolunu ve bacakları açmakla itibâr ve ihtiramınızı kaybettiniz. Haya, heybet ve ihtişamınızı zayi eylediniz. Sadefinde saklı inci gibi kıymetli iken, ipi koptuğu için sokağa dökülen kül boncuğu vaziyetine düştünüz. Bütün fazilet ve izzetinizi bir hiç uğruna pâyimâl eylediniz (ayaklar altına aldınız). Size hürmet duyan, ihtirâm gözüyle bakan mü'minler alay ve izdirâ (tahkir) gözüyle bakar oldu. Ehl-i îmanın gönülleri hakkınızda kîn ve nefretle doldu. Sizlere bakıp da gülenleri memnun oluyor sanmayınız, sizinle dalga geçmek isteyen sergerdelerin şîve-i nâzları ile aldanmayınız. Yazıklar olsun! Bu ne rezalet ve ne fazâhat (rüsvâylık) senin, kıymetini takdîr edemediğin baş örtün, vakar ve ciddiyetine delîl olan gayet muazzam bir tâcdır. Kıymet ve kudsiyetinî bilenler için de en müstesna bir zevk ve vesile-i ibtihâçdır!..
Sizlere, ilâhî birer emânet olan vücûdunuzu (bütün aksâmiyle) zinâcı gözlerin sıldırısından saklayınız. Tesettürün bahşedeceği haşmet ve heybetle onu, iblisin zehirli oklarından hıfzediniz. Gitmeye mecbur olduğunuz yerlere edeb-ü vakarla ve örtünüzün ihtişamı ile gidiniz. Şu fasit ve fersude hâlinizden hemen tevbekâr olup, size bu ihaneti, bu azîm vahşet ve cinayeti reva gören hâin imansızlara sabah akşam bed-duâ ediniz! Teberrücün, kadınlara -gerek maddî, gerekse manevî- çok yönlü zararı olduğunu; ailevî, içtimaî ve ahlâkî gayet korkunç tehlikeler tevlîd etmiş bulunduğunu biliniz ve hiçbir zaman unutmayınız. Nice kardeşler arasına, buğz kîn tohumu saçmış, onları birbirine düşman etmiştir. Nice haysiyyetli, vakur namuslu insanları rezîl rüsvây edip toplum içine çıkamaz hâle getirmiştir. Nice karı kocayı birbirinden ayırarak ve çoluk çocuğunu perişan ederek aile ocaklarının sönmesine, yurtların yuvaların yıkılıp vîran olmasına sebebiyet vermiştir. Nice ümitler kırıp hakîkatleri hayâle çevirmiş, nice erkeklerin ve kadınların kalplerini açmış, sinelerinde saklı olan habîs niyyet ve menfur meyillerini gözler önüne saçmıştır ve bu yüzden, niceleri, şehveti kaza etmenin meşru yolu nikâh olduğu halde, bu meşru yolu bırakıp harama sapmış, fuhş-u zinaya saplanmıştır...
O halde ey şerefli ve iffetli İslâm kadını! Fitneye düşüren cemâlini gizle. Onu izhâr etmekle adamları azdırma, ahlâkını ifsat etme, edeb-ü vakarını zayi eyleme. Rabbinin hududunu aşma, nefsinin hevâsına uyup şaşma, câhiliy-yet kadınları gibi açık saçık vaziyyette sokaklarda dolaşma. Vakarınla evinde karar kıl, Rabbinin emrettiği şekilde ziynetlerini ve vücûdunu tepeden topuğa kadar ört, gizle de onu asla açma, namusunu heder edip saçma ve ölümden korkup da kaçma, çünkü kurtulamazsın, kurtulamıyacaksın. Cennet için, ebedî hayat için çalış ve Cemâl-i Hakk'ı görmek, rızâsına ermek, cennetine girmek için hazırlık yap!..
Fenalıktan gafil olan, öyle kötü şeyleri hatırından bile geçirmeyen, zim-met-i zinadan berî, iffeti şaibelerden ârî olan, şehveti tahrike sebep ve hasreti tevlide vesile olmayan, cemâlini hâin gözlerin hedefi yapmayıp, ırzını alçaklara çiğnetmeyen îmanlı kadınlar ne büyük saadete sâhib ve ne kadar bahtiyardırlar! Onlar, bu vakur ve tesettürlü halleri ile siyah ve kutsal örtüsüne bürünmüş olan Kâ'be-i Muazzama gibi -belki de daha fazla- kıymetli ve muhteremdirler. Allah ve peygamber nezdinde onların kıymetleri işte o derece muazzamdır...
Şimdi sen, ey daracık etek, entari giyen, maymunları bile utandıracak şekilde açılan, en mahrem yerlerini açmaktan çekinmeyen mahlûk! Şu hâlinle seni, Allah'ın Resulü Muhammed (s.a.s.) bilfarz erkekler arasında dolaşırken görse de; "Nedir bu vaziyet? Nedir bu rezalet?" diye sorsa, eğer müslüman isen düşün, hâlin ne olur? Sor nefsine, acaba buna ne cevab verir?.. "Ben senin ümmetinden bir kadıncağızım." diyebilir misin?.. Sen biliyorsun ki, Allah (c.c.) seni her yerde görmekte ve her hâlini bilmektedir. Acaba şu hâlinle Allah Tealâ senden razı mı? Ey katı yürekli, kasvetli kadın! "Kim ne derse desin." diyor, aldırış etmiyor, pervasızca dolaşıyorsun, ömrünü tükenmeyecek, ölümü gelmeyecek sanıyorsun. Şunu kat'î bil ki -eğer tevbekâr olmazsan- Allah'ın hışmına uğrayacaksın, Resûlullah senden beridir, İslâm senden uzaktır, şu iğrenç hâlinle cennete giremezsin, kokusunu dahi hissedemezsin!.. Nice güzelliğine mağrur olan, ziynet ve ni'met içinde ağıp dönen, şa'şaah, debdebeli bir hayat süren, haddi aşan, haktan şaşan, şurada burada boşaboş dolaşan, gayet câzib tavrıyla nazarları celbeden ve gönül alıcı davranışıyla sefîh akılları meftun eyleyen kadınlar vardı ki; şimdi onların yüzüne bakan yok! Saçları kırarmış, cildi kırışmış ve boyalı yüzü buruşmuş, kabrin bile kabul etmiyeceği vahîm bir vaziyetin içine düşmüş... Kimse adam yerine koymuyor, "Hâlin nedir?" diye soranı bulunmuyor. Dünyâsını da kaybetmiş, âhiretini de!..
İşte sen de -er, geç- onlardan biri olacaksın, gerek bu dünyâda, gerekse âhirette veya her ikisinde belânı, mutlak bulacaksın ve hüsran ehlinden olacaksın!..[530]
Bunun içindir ki, Hz. Allah (c.c); aileyi ve toplumu, teberrücün zararından ve elîm neticesinden kurtarmak; kadınları hürmetsizlikten, hakaretten; hayalarını heder olmaktan; ırz ve iffetlerini fitne ve fesattan korumak için, keza; erkekleri de; zina yapmaktan, fuhşiyâta sapmaktan, fitne ateşini yakıp yuvalar yıkmaktan muhafaza etmek ve her iki sınıfı -namuslu kadınları da, iffetli erkekleri de- her iki cihanda mes'ût ve bahtiyar eylemek için Kur'ân-ı Hakîm'inde -bahs ettiğimiz veçhile- âyetler inzal etmiş ve bu âyetlerle de son derece hayatî hükümler vaz'edip, özet olarak şunları emreylemistir:
1. Erkekler ve kadınlar, gözlerini haramdan çekip men'edecekler. Çünkü bakmak ve görmekle elde edilen zevk ve lezzet de bir nevî zinadır. Erkeğin, kadından yararlanmasında husûsî yeri vardır. Bunun içindir ki, güzel kadına hemen meyleder ve çirkin kadından nefret duyar. Papatya çiçeği gibi açılan kadın ise şehvet çakmağının bir kıvılcımı mesabesindedir. Cemâliyle canavar misâli olanları meftun eder, adetâ etrafa mikrop saçan bir yara gibi, fitne ve fesat icra eyler. Binâenaleyh Allah'tan korkan îmanlı erkek ve kadınların, gözlerinin önüne bir haya perdesi çekmeleri, nefislerini de iffet dizgini ile zabtetmeleri îcab etmektedir, tâ ki hatâdan hâlî kalabilsinler...
Bakarsan görürsün, konuşursun!..
Sözleşirsin sonra buluşursun!..
2. Irzlarını ve avretlerini zinadan ve açılmaktan hıfzedecekler...
3. Gerek hılkî ziynetlerini (bedenlerini), gerek sun'î ziynetlerini mahremlerinden başkasına göstermeyecekler.
4. Kalın, geniş başörtüsü ile başlarını, saçlarını, boyun, gerdan ve kulaklarını tamamen kapatacaklar. Çünkü: "Başörtülerini yakalarının üzerine iyice vursunlar." emri, bu babda sarihtir. Binaenaleyh başını, saçını, sinesini açan bir kadın, kız; Allah'ın emrine ihtiram etmeyip açıktan karşı geldiği için âsîdir, günahkârdır. Bunu inkâr eden, farz olduğunu kabul etmeyip genç kızları başlarını açmaya zorlayanlar kâfirdir, mürteddir. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir vahşet ve cinayettir. Çünkü vicdan hürlüğüne aykırı bir davranıştır. Binaenaleyh zulümdür. Bu davranışları ile yetkililer; -inanç hürriyyetine de aykırı olarak- vicdanlara baskı yapmışlar, ehl-i İslâm'ın gönüllerinde tedavisi nâ-kâbil yaralar açmışlar ve kendi aleyhlerinde izâlesi imkânsız kîn ve nefret uyandırmışlardır. Mahrem yerlerini açanlara; "Örtünün" diyemiyen; "Beden güzelliğinizi örtün de, uyuyan şehveti uyandırmayın, fitne ve fesada vesile olmayın." demeye cesaret edemeyenlerin, başlarını örtmek ve bedenlerini tepeden topuğa kadar kapatmakla Allah'ın emrini, inandığı dînin gereğini yerine getiren iffetli ve ciddiyet sahibi kadın ve kızları başlarını, saçlarını açmaya ve mahrem yerlerini ağyara göstermeye icbar etmeye ne hakları vardır?.. Bunu yaptıkları zaman insafsızlık etmiş, zulmetmiş olmuyorlar mı?.. Hangi zulüm cezasız kalmış, hangi zâlim var ki, kahr-u gazaba uğramamıştır?.. Atalarımız:
"Alma mazlumun âhını!
Çıkar aheste aheste"
"Alma mazlumun âhını!
Demişlerdir. Bunu:
Ne yerde kalır, ne gökte."
Diye de ifade etmişlerdir. Zâlimin zulmü varsa -şüphesiz- mazlumun da Allah'ı vardır. Bir hadîs-i şerifte:
"Mazlumun bed-duâsından iyi korununuz (zulmün her nev'inden sakınınız, hiç kimseye zulmetmeyiniz ki, mazlum aleyhinize dua yapmış olmasın). Zira o, bulut üzerine hamlolunur (huzûr-u Hakk'a tez ulaşır ve kabul edilir). Allah Teâlâ mazluma buyurur ki:
Sana mutlak ve muhakkak yardım ed (ip hakkını ve intikamını zâlimden alıver) eceğim, bir zaman sonra olsa da", buyurulmuştur.[531]
Diğer bir hadîs-i şerifte de, şöyle buyurulmaktadır:
"Kâfir bile olsa, mazlumun bedduâsından kendinizi koruyunuz. Zîra onun önünde bir perde (kabulüne mâni' bir sebep) yoktur."[532] Şu halde, Âdil-i Zü'1-Celâl hazretleri; zâlime müsâade eder, mühlet verir, onu imhâl eder. Fakat hiçbir zaman ihmâl etmez. Hiçbir zâlimin işlediği zulümler, haksızlıklar yanına kâr kalmaz. Vakti gelince dest-i kahr-ı kudret onu derhal ve ansızın yakalar.
Buhârî'nin [533]Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a.)'den tahriç ettikleri bir hadîste Resûl-i Ekrem (s.a.s.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz Allah; zâlime (hemen azâb etmez) mühlet verir verir de, en son onu bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu kurtarmaz; göz açtırmaksızın yakalar" Sahâbî Ebu Mûsâ der ki; bundan sonra Resûlullah (s.a.s.):
âyetini okudu.
"Ve işte Rabbinin muâhazesi (azâb ve cezası böyle bildirdiğimiz gibi)dir, ahâlîsi zâlim oldukları halde memleketleri muâhaze ettiği (azâb eylediği) zaman. Şüphe yok ki O'nun kahr-u azabı çok elem vericidir, pek şiddetlidir."[534] Ziya Paşa'nın dediği gibi:
Zâlimlere bir gün dedirtir kudret-i Mevlâ;
Tallahi "Lekad âsereke'llâhü aleynâ"...[535]
Defalarca ifade ettiğimiz gibi, başörtüsü de nass-ı Kur'ân ile sabittir. Vücûdun diğer aksamını (kadınlar hakkında) tepeden topuğa kadar bol ve kalın bir elbise ile örtmek nasıl farz ise aynı şekilde başı da -kulakları, saçları, boynu ve gerdanı kapatacak biçimde- örtmek farzdır. Bunun farz olduğunu inkâr eden kâfir olur. Çünkü Kitâb ve Sünnetten kat'î delîl ile sabittir. Allah'ın ve Resulünün kesin emridir. Halbuki bir mü'minin, Allah'ın emrine, Resûlullah'ın hükmüne muhalefet etmesi kat'iyyen caiz olmaz.
"Ne bir mü'min erkek için, ne de bir mümine kadın İçin, Allah ve Resulü bir şeye (bir işe) hükmettiği zaman, ona muhalif olan işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur (dilediklerini ihtiyar edemezler. Doğrusu re'y ve irâdelerini, Resûlullah'ın re'yine tâbi kılmaları ve hükmünü bilâ-kayd-ü şart kabullenmeleri îcâb eder). Her kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır. "[536]
Binaenaleyh mü'min olanların, bu emirleri kayıtsız şartsız kabul etmeleri ve emredildiği şekilde tatbik eylemeleri gerekiyor. Mü'min olmayanların da, -eğer iddia ettikleri gibi medenî iseler- onlara saygı duymaları, dîninin gereğini yapmalarına ve inandıkları gibi yaşamalarına mâni' olmamaları ve müdâhalede bulunmamaları îcâb ediyor. Nitekim medenî memleketlerde hayâtın seyri budur. Şer'an münker olan kötülüklere mâni' olmazlarsa da, dînen ma'rûf ve me'mûrun-bih olan iyiliklere de karşı çıkmazlar. Başını açan bir kadına "Niçin açtın?" demezler. Bununla beraber başını örten bir kadını da, açmaya, açılmaya icbar etmezler. Kat'iyyen vicdanlara baskı uygulamazlar...
Hal böyle olduğu ve hakîkat de bundan ibaret bulunduğu halde, acaba bazı ülkelerde bu, niçin böyle olmuyor da yetkililer tarafından -ellerine fırsat geçtikçe- kadınlar, kızlar başlarını açmaya zorlanıyor ve böylece neden vicdanlara baskı uygulanıyor? Halbuki imansızların; teberrüce; açılıp saçılmaya ihtiyâcı olduğu kadar -hattâ ondan çok daha fazla- biz mü'minler; tesettüre; Allah'ın emrettiği biçimde örtünmeye ihtiyâç ve iştiyak duyuyoruz. Bunun; izzet, şeref ve fazilet olduğunun idrâki içinde bulunuyor, îmanımızın alâmeti ve iffetimizin şiarı olan baş Örtümüzle iftihar ediyoruz!..
Sizin beğendiğiniz şu sürtük kadın ise, bizim takdir ettiğimiz de şu teset-türlü (örtük) hanımdır. Sizin hedefiniz, hayalî olan lezzet-i dünyâdır. Bizim gayemiz de hakîkî olan hayât-i ebediyye ve rızâ-yı Mevlâdır. Dünyâ kâfir için cennet, mü'min için zindandır. Şu kadar ki inananların bu dünyâda vicdan huzuru, gönül hoşluğu, îmansızlannkinden asİâ az değildir. Mü'minin, namaz gibi, tilâvet-i Kur'ân gibi ibâdetlerden aldığı hazzı, duyduğu zevk-i ruhanîyi, hiçbir işret ve sohbette görmek, bulmak mümkün değildir. Çünkü itmi'nânı kalbin, vicdan huzurunun ve gönül hoşluğunun kaynağı ancak îman ve tilâvet-i Kur'ân'dır!.. Ehl-i gaflet bunu, işret âlemi gibi sefâhet yuvalarında arıyorlarsa da bulamamakta ve gönül darlığından kurtul anlamaktadır... Pekâlâ baş örtüsüne karşı çıkmanın ma'nâsı nedir?
Bizim kanâatimizce baş örtüsüne alerji duymanın iki sebebi vardır:
a- İslâm kadınlarının; Allah'a, peygamberine ve O'nun vâsıtasiyle bize gelen Kitâb ve Sünnete îman edip, Allah'ın emrine uymaları ve O'nun ahkâmını mümkün mertebe uygulamalarıdır. İmanımıza, ibâdetimize, ahlâk ve iffetimize kızıyorlar. İslâm hâtûnuna, müstesna heybet ve haşmet bahşeden baş örtüsünden âdeta korkuyorlar... Haddi zâtında bu, kınanacak, ayıpîacanak bir şey değildir, takdîr edilmesi lâzım gelen bir şeref ve fazîlettir. Ancak fazîletin kadr-ü kıymetini bilmeyenler, fazîlet erbabını takdir edemezler!..
b- Açık saçık olmaları ve -edeb-ü vakarda mücerred olarak- fisk-u fücur içinde bulunmamalarıdır. Şu halde tesettüre ve bilhassa başörtüsüne karşı çıkmanın yegâne sebebi, karılarının, kızlarının açık olması, kendilerinin de onları kaptmaktan âciz bulunmasıdır.
Gerçekten, imansızlar imanlıları, iffetsizler iffetlileri, vicdansızlar vicdanlıları, murdarlar temizleri, fâsık-fâcirler sâlihleri ve hayâsız açıklar tesettürlü olanları sevmezler. Onlara ezâ etmek, iz'âç eylemek için ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelse bir yudum suda boğmak, herkesin hakkı olan yerlerden koymak isterler. Mü'minliğin kıymeti de, bunlara tahammül etmek ve ta'vîz vermeden mücâhede eylemekle tecellî eder. Yoksa hafif bir tazyik karşısında başını açan kadının, kızın müslümanlığından ne olur? Öğrendiği ilimden ne hayır gelir. îlim; edeb ve ahlâk için öğrenilir. îffet ve fazîlet, hiçbir şeye değişilmez!.. Eğer bunlardan başka bir sebep biliyorsanız söyleyin...
Demek ki dinsizler;
"Biz nasıl isek, siz de öyle olacaksınız, sizi de bizim gibi yapacağız, tâ ki sizin iffetiniz karşısında bizim iffetsiz olduğumuz anlaşılmasın ve hiç kimsenin kimseye, ma'nâ verecek yeri kalmasın..." demiş oluyorlar...
Tilkinin kuyruğu tuzağa tutulup kopmuş, mahcup vaziyette arkadaşlarının yanlarına gelen bu tilki;
"Arkadaşlar, "Kuyruk" denilen şu püsküllü belâdan kurtuldum, sizlere de onu kestirmenizi tavsiye ederim." demiş ve bu sayede ayıplanmaktan halâs olmak istemiş. Fakat tilkinin, en büyük meziyyet ve marifetinin kuyruğuna bağlı olduğunu bilen öbürleri; "Senin, kuyruğunu kaybettiğin için biz de mi feda edelim ve rezîl olalım?" demişler...
Müslümanların başörtüsüne uzanan elleri Allah kırsın. Âmîn!
Başörtüsünün, milletlerin fen ve teknikte ilerlemelerine hiç bir mâni yoktur. Fakat ona düşman olmak; müslüman kadınları, kızları başlarını açma) ya zorlamak, çok feci neticeler tevlîd edebilir. Başını örttüğü için karısından ayrılan da olmuşsa da, başını açtığı için, niceleri karısını terk etmiştir. Zîra karısının, kadınlık hayatından ve bütün ziynetlerinden istifâde etmek münhasıran kocasının hakkıdır. Başındaki saçlar da kadının en câzib bir ziynetidir, binaenaleyh kocasından başkasını ondan yararlandırmaya kat'iyyen hakkı yoktur. Gayur; fıtraten kıskanç olan (ve olması lâzım gelen) bir mü'minin buna göz yummasına imkân yoktur.
Bu gayet hassas mevzu' târihte kanlı hâdiselere sebebiyet vermiştir.
Medîne-i Münevvere'nin bir mahallesinde kâim Benî Kaynuka' Yahûdîlerine Peygamber (s.a.s.)in savaş açmasının sebebi, bir müslime kadının baş örtüsüne saldırmalarıdır. Şöyle ki; Arab müslümanlarından bir kadın; sürekli satılık malları ile Benî Kaynuka çarşısına gelip onları satmış ve orada bulunan bir kuyumcunun yanına gidip oturmuştu. Yahudiler, ona yüzünü açtırmak istiyorlardı, fakat kadın imtina etmişti. Derken kuyumcu, kadının elbisesinin ucunu kasdedip arkasına düğümledi ve kadın -işini bitirip de- kalkınca avreti (yüzü, saçları) açıldı. Bunun üzerine kadın feryat etti ve müslümanlardan bir erkişi, kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürdü. Yahûdîler de şiddetli saldırıya geçip o müslümanı şehîd ettiler. Böylece müslümanlar gazaplandı ve bu yüzden müslümanlar ile Benî Kaynuka' Yahudileri arasına şerr-u fesat düşmüş oldu. Onların bu ihanet ve ittifakı bozmalarından haberdâr olan Resûlullah (s.a.s.) derhal kuşattı ve bu muhâsara onbeş gün devam etti. Sonra bir daha geri dönmemek üzere Medîne'den sürüldüler, böylece defolup gittiler...[537]
İşte bu hâdisenin sebebi, Benî Kaynuka' Yahudilerinin; bîr müslüman kadının başını açtırıp, yüzünü görmeğe teşebbüsleri oldu. Belâ başlarına bu yüzden geldi!..
Demek ki târih tekerrürden ibarettir. Eski hâdiselerle yenileri arasında bir alâka muhakkak ki vardır. Belli ki baş örtüsü düşmanlığının arkasında -Allah kahretsin- Yahûdî parmağı vardır. Fuhuş filmlerini, müstehcen resimleri sergileyen, aşk ile alâkalı kıssalar, romanlar, masallar hazırlayan ve neşriyat yoluyla açıklığı tervîce çalışan, esâsında yine yahûdîlerdir. İblîs vârî çeşitli üslûblarla, türlü kılıklara bürünerek fıtrat-ı selîmeyi bozup, insanı; elbisesinden iffetinden, takva ve tâatinden mahrum edip, insanî meziyyet ve hususiyetlerini zayi ettirip behâim derekesine düşürmeye olanca imkânlarını sarfederek ve seferber olarak uğraşan bu mel'unlardır, siyonistlerdir. Tâ ki bir hayâl mahsulü olan Yahûdî egemenliği gerçekleşmiş olsun. İslâm'ı içten kemiren masonlar da, mel'ûn yahûdîlerin uşaklığını yapmakta, onların bu menfur ve meş'ûm emellerinin tahakkuku için faaliyette bulunmaktadırlar...
Yâr ve ağyar şunu iyi bilsin ki; elbise işi, kılık kıyafet işi; kadının başını ve bütün vücudunu örtme meselesi Allah'ın dininden, şer'î hükümlerden ve İslâm'ın hududundan hâriç, ayrı bir şey değildir o, İslâm'ın bölünmez bir parçasıdır. Onun İslâm'dan ayrı olduğunu sanan, söyleyen kimseler ya câhil gafillerdir, yahut da garazkâr kâfirlerdir. Onun; îman, ibâdet ve ahlâkla ciddî bir alâkası ve ittisali vardır. O (tesettür), her şeyden evvel Allah'a bir kulluk borcudur. Ahlâkın ve iffetin mevcudiyeti onun varlığına bağlıdır...
Binaenaleyh başörtüsünün, paha biçilmez baş tacı olduğunu müdrik olan ve kat'iyyen başını açmak, bir saç telini bile göstermek istemeyen taze kızları başlarını açmaya zorlarken; "Ankara'nın Ulus, İstanbul'un Taksim ve İzmir'in Konak meydanlarında kaç tane başı örtülü kadın, kız var?" diye misâl verilemez. Bu, çok gülünç bir şey olur!.. Bu meydanlarda dolaşanlar -farz edelim- umumiyetle deli (mecnûn) kimseler olsa, acaba akıllıların, bunlara bakıp da akıllarını atması ve onlar gibi deli mi olması îcâb edecek ki?..
Hayatımız boyunca çok şeyler gördük! Fakat delileri, dinsizleri, densizleri ve dansözleri örnek alan dinli, îmanlı, aklı başında ve şuuru yerinde hiç kimse görmedik!.. M. Akif merhumun ta'bîriyle (o meydanlarda başıboş dolaşanların):
"Neleri vardır fezâilden?.. Neleri eksik rezâilden?" demek istiyoruz.
Müslümanlık pâk siyretten ibaretken yazık!..
Öyle saplandık ki levsiyâta: Hâlâ çıkmadık.
Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız:
Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlâkımız?
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi asudeyse, dünya batsa, baş kaldırmamak;
Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek;
Kuvvetin meddahı olmak, hakkı hiç söyletmemek;
Mübtezel birçok merasim: İnhinalar, yatmalar,
Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar.
Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:
Bir halâs imkanı var: Ahlâkımız yükselmeli.
Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız...
Çünkü hem dünyâ gider, hem dîn eğer yapmazsanız
Mehmet Akif Ersoy
Bu kabil -şer'î- hükümler hakkında: "Kur'an'da, sünnette var mıdır?.. Ve İslâm'da yeri nedir?" diye sormak ve müslümanları, inandıkları dinin gereğini yapmak ve yaşamakta en azından serbest bırakmak îcâb eder. Bir Yahûdînin ve bir Hıristiyânın olduğu kadar, Müslümanın da hak ve hürriyetinin olması îcab etmez mi?[538]
Tesettürün kıymeti, İslâm dinindeki yeri bu derece mühim ve muazzam olduğu halde, teberrücün de maddî-manevî zararı ve âfeti çok yönlü ve son derece yaygın bulunduğu halde acaba müslüman kadınların ve kızların da, bu sârî illetle mübtelâ olmalarının, işbu korkunç hastalığa tutulup, kendilerini bu -şimdilik elbiselerini yakan, ileride vücutlarını da yakacak olan- asrîlik ve modernlik ateşinin içinde bulmalarının sebebi nedir? Onları, bu rezaletin ve perîşan vaziyetin içine iten ve vadisine atan hangi âmillerdir?..
Bu, göz kamaştıran fitnenin cazibesi; akıllarını almış; avâmm-u havâs bu püsküllü belânın te'sîri altında kalmış; çirkâb-ı maâsîye; kimi dizlerine, kimi göbeğine, kimi de kulaklarına kadar dalmış; zavallı insanlar, iblîslerin süslü lâflarına aldanmış; çirkin işlerini tezyin etmiş, güzel görmüşler; eroin, afyonlarını yutup sarhoş olmuşlar; cehennemin yolunu tutup Arasat'ta kalmışlar; iffeti, hayayı atmışlar, sâlihâta seyyieler katmışlar; dîni dünyâya, hidâyeti dalâlete ve cenneti cehenneme satmışlar... Şimdi açıklığı, meşru görüp göstermeğe, asrileri, ma'zûr görüp göstermeğe çalışıyorlar, fitne ve fesadına alışıyorlar, İbâhıyye taifesi gibi, normal karşılayıp, vücutlarını açıp açtırıp "Vicdanlarımız kapah" diyerek kusurlarını örtmeye, açıklarını kapatmaya çâreler arıyorlar... Neden?..
Kimi, "Allah kerîmdir, afveder" diyor; kimi de: Medeniyetin icâbı olduğunu söylüyor.
Kimi de; "Kızlarımın çabuk evlenmesi için böyle yapıyorum" cevabını veriyor.
Bir takım kadınlar da; kocalarını hoşnut etmek ve kendisinden başkası ile ilişki kurmasına meydan vermemek için böyle yaptığını söylüyor.
Birçokları; henüz kızlarının küçük olduğunu ve örtünme vaktinin gelmediğini iddia ediyor. Bazıları; ihtiyar olduklarını ileri sürüyor, "Adam beni kim ne yapar, bana kim bakar." diyor.
Kimi kadınlar, kızlar da çirkin olduklarını, erkeklerin kendilerinden nefret edip kaçtığını, yüzüne bakan olmadığını, binaenaleyh boyanıp, süslenip de açılmaya mecbur olduklarını gerekçe kabul ediyor...
İşte böyle her biri; uydurduğu, iblisin ilka ettiği bir bahane ile kendisini mazur görmeğe çalışıyor, işlediği günâhın büyüklüğünü bilmezlikten geliyor, Allah'a isyan etmeye devam ediyor ve bu geçersiz gerekçelerle mütesel-lî olacağım diye kendisini aldatıp duruyor... Şimdi gelelim bunların cevaplarına:
1) Evet Allah (c.c.) Hazretleri Kerîm ve Rahm’dir. Kullarına nâmütenâhî nimetler ikram ve ihsan eylemiştir. Ancak bu ilâhî lûtf-u keremin muktezâsı gereği, ona karşı mağrurlanarak edebsizlik, ahlâksızlık etmek, isyan edip günâha girmek değildir. Bilâkis o lutf-u keremin büyüklüğü, yüksekliği nisbetinde hamd-ü şükranda bulunmak, ibâdet ve tâat ile, iffet ve tesettür ile saygıyı, ihtiram ve ta'zîmi artırmak; isyan, tuğyan ve nankörlükten kaçınarak yüksek ahlâka ve fazîlete sahip olmaktır. Şeytanların dediği, dedirttiği gibi:
"Adam sen de, Allah Kerîmdir, istediğini yap, dilediğin gibi yaşa, dünyada sana yaptığı ikram ve ihsanını âhirette de yapar." diyerek lâübâlîlik etmek, yanlış bir kıyâs ile aldanmaktır ki; bu, onun; o lûtf-u kereme lâyık olmadığını, ona istihkakı bulunmadığını isbat eder. Şu halde Kerîm'in keremine karşı ibâdet ve tâat İle, edep ve İffet ile şükr-ü ta'zîmi artıracak yerde keremine mağrur olup da saygısızlık, edebsizlik ve isyan etmek büyük bir gaflet ve dalâlettir. Kerîm Allah'ın, kahr-u gazabı ve cehennem azabı olduğunu da unutmamak lâzımdır!.. Cenneti, cehennemle değişmek kadar bir budalalık düşünülemez...
2) Başörtüsü, tesettür; yirminci asrın medeniyetiyle bağdaşmıyor, diyenler eğer; "Batının anlayışına ve Avrupa medeniyetine ters düşüyor." demek istiyorlarsa bir bakıma doğru söylemiş oluyorlar. Çünkü Batı medeniyeti, behîmî arzularını tatminde fertlere mutlak hürriyyet veren, insanlık meziyetlerine ve ahlâkî kıymetlere bağlı kalmaksızın kazâ-i şehvet için istediği yolu seçmek ve dilediği gibi yaşamakta sınırsız serbestî hakkı tanıyan ve bu bakımdan insanları hayvanlardan daha sefil vaziyete indiren "Başıboşluk" esâsı üzerine kurulmuş "Mîm'siz" bir medeniyyettir; denîettir. İnsanların, maneviyyâtını, maddiyâtlarında çürüten, sonra da Esfel-i Sâfilîn'e göçüren bir felâkettir.
Hedefi; hammadde hâlindeki insanları potasında eriterek, disiplin altında tutarak olgun, tertemiz hâle getirmek ve maddiyâtlarını ve maneviyâtlarında eritip tasfiye ederek ve âdeta melekleştirerek A'lâ-yi İlliyyîn: (yüceler yücesin)e uçurmak olan ve beşerin her zaman, her yerde ve her asırda her türlü ihtiyâçlarına cevab vermeye sâlih ve müsteidd bulunan Hakk'ın dîni İslâm, Avrupa'nın işbu "Mîm"siz" medeniyyetiyle tabîî ki bağdaşmaz.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmanı boğar? Medeniyyeî dediğin tek dişi kalmış canavar.
Asır değişiyor. Hidâyet dalâlet, îman küfür, iffet haya ve hayâsızlık itibariyle insanlar da değişiyor. Fakat ecel değişmiyor, ölüm hiç değişmiyor.
"Ölümün sekârâtı içinde şiddetten şiddete atıldıkları, meleklerin de pençelerini uzatarak kendilerine:
"Haydi bakalım, canlarınızı çıkarın veya kendinizi kurtarın. Allah'a hak olmayanı söyleyegeldiğiniz ve Allah'ın âyetleri (ile sabit olan hükümlerinden kibirlenerek yüz çevirmiş olduğunuz içindir ki, bugün siz hakâret-ü zillet azabıyla cezalandırılacaksınız." dedikleri zaman sen o zalimleri bir görmelisin!"[539]
Ey son câhiliyyet asrının "Usaresini" içerek sarhoş olmuş, serkeş zâlimler! Asır ve bu "...denîet" acaba sizleri ölümün pençe-i kahrından, zillet ve hakaret azabından kurtaracak mı?.. Bu hayâlı ma'zeretiniz, Allah katında kabul görecek mi?.. Asla. Çünkü asrı ifsat edenler de insanlardır, daha doğrusu insan suretindeki hayvanlardır!..
Ey şerefli İslâm hâtûnu! Asrındaki kadınların çoğu fisk-u fücura daldılar, niçin onları taklit ediyorsun? Çokları nâr-i Câhîm'e girecek, neden onlarla beraber olmaya can atıyorsun? Neden kendine; Hz. Âişe, Hz. Fâtıma, Hz. Safiyye ve Hz. Esma (r. anhünne) gibi mübarek peygamber kadınlarını, kızlarını ve Sahâbe-i kiram hâtûnlarını örnek almıyor, nümûne-i imtisal kabul etmiyorsun?..
"Kim bir kavme benzerse o, onlardandır." ve:
"Kim bir cemâati severse onlarla beraber haşrolunur"[540] Acaba siz kimlerle haşrolu nacak sın iz, hîç düşündünüz mü?
3) Yazıklar olsun! Demek heybet ve ihtişam kazandıran, haya ve takva eseri olan elbisenden utanıyorsun da, baş açık, kollar açık, bacak ve baldırların açık olmasından, mahremlerinden başkasının bakması helâl olmayan yerlerini yabancı erkeklere göstermekten sıkılmıyorsun, öyle mi?.. O halde sen îmanını zayi etmişsin, hayır; aklını da yitirmişsin. Sen asıl, tüyleri alınmış, sırf derisi kalmış tavuk gibi üryan hale geldikten sonra maskara oluyorsun, gülünç vaziyete düşüyorsun. Doğrusu hayret! İzzet, şeref kazandıran elbiseden utamyormuş da, rezîl ve rüsvây eden açıklıktan sıkılmıyor, hattâ iftihar ediyormuş... Fisk-u fücura dalanlar ile sen de mi dalacaksın? Hırsızlık yapanlarla sen de mi yapacaksın? Şarap içenlerle sen de mi içeceksin ve zina eden fahişelerle beraber senin de mi zina etmen îcâb edecek?.. Tâ ki seninle alay etmelerinden, zevklenmelerinden kurtulasm öyle mi?.. Bu nasıl mantıktır veya ne kadar mantıksızlıktır!..
Siz o edepsizlerin; açıklığı, rezilliği ile alay etmez, onları maskara yapmazsanız, iffetin ve örtünün kıymetini bilmez, örtünüzle iftihar etmezseniz onlara böyle fırsat vermiş olursunuz ve böylece edepsizler tarafından tahkir olunursunuz!.. Kadına, yüksek değer kazandıran aklı, ahlâkı, edeb-ü takvası, ibâdeti ve iffeti değil de; ojesi, boyası, tırnaklarının kartal pençesi gibi uzaması ve papatya çiçeği gibi açılması mı yoksa?..
Mü'min; îmanın, dînin yüce kıymetini bilmediği için kendisiyle, dînin icâbları ile alay etmek isteyen budala kâfirlere, Hz. Nûh Aleyhisselâm'ın dediği gibi:
"Bizimle eğlenip alay ediyorsanız biz de sizinle, sizin bu eğlenmeniz gibi alay edip eğleneceğiz. Artık rüsvây edecek azabın kime gelip çatacağını, bundan başka âhiretteki azâb-ı daimînin de kimin başına ineceğini ileride bileceksiniz"[541] der, demelidir...
Şunu iyi bilmelidir ki; Allah'ını, peygamberini, dînini, diyanetini, kitabını âhiretinİ unutup kulluk vazîfesini yapmayan, kendinden geçmiş, sefahat ve sukut-u ahlâk içinde şeytanlara kul olmak vaziyetine düşmüş, gübre böcekleri gibi gülden korkar, pislikler içinde dolaşır hale gelmiş sefil mahlûkların tenkît ve tahkirleri, İslâm'ın izzetiyle yaşayan bir insan için en büyük takdîr yerine geçer, geçmelidir. Bununla iftihar etmelidir!..
4) Bazı anneler, babalar zannederler ki; kızlarının gül gibi açılması, hılkî ve haricî ziynetlerini izhâr etmeleri çabuk evlenmelerine sebep olacak, bu halleriyle onları beğenen çok olduğu için, bir nice kimseler, belki de paşalar, beyler talip olup dünür gelecek. Ondan sonra, tüccarın malını, metâını satışa arz ettiği gibi kızlarını arz ve teşhîr ederler. Düşünmezler ki; kızlarının, boyuna boşuna, dış güzelliğine bakarak talip olanlar, onların; huyunu, hayasını, ırz ve namus hakkında muhafazakârlığını da nazar-ı itibâra alacak, bu manevî değerlerden mahrum olduğu takdirde ona asla talip olmayacaktır. Bugün birçok gençlerin, evlenmek istemediğini, evlenmenin adının bile anılmasını arzu etmediğini müşahede ediyoruz. Hiç şüphesiz bunun başlıca sebebi; bu türlü -arsız- kızlarla evlenen gençlerin mes'ût olamaması, kendilerine kanâatlerinin hâsıl olmamasıdır. Bunlar kocalarına mı hizmet edecek, yoksa kocaları bunlara mı hizmet edecek? Bilhassa, haramdan sakınan, mahdut gelirli gençler; bunların istediği lüks ev eşyalarını, .giyim eşyalarını ve nefîs gıda maddelerini nasıl ve hangi yolla te'min edecek?.. Bunu koluna takıp da sinemaya gidecek mi, karşı karşıya oturup da sigara içecekler mi?.. Eskiden yüz göz olduğu erkek arkadaşları, bunun yanına destursu girebilecek mi ve elini sıkıp, oturup rahatlıkla sohbet edebilecek mi?,.
Allah'a yemin ederim, zerre kadar îmanı ve iz'ânı olan bir delikanlı böyle bir kızla evlenmek istemez, evlenip de dünyâyı başına zinden aylemez...
Binaenaleyh bu menfur teberrüc; açıklık; kızların tez evlenmelerine değil bilâkis evlenememelerine, dul kalmalarına sebep oluyor, kendilerine tâlib olan bile bulunmuyor. Hattâ okul ve iş hayâtında onlara arkadaş olanlar dahî kendilerinden nefret ediyor. Öyle ya; müsta'mel (kullanılmış) elbiseyi yeni diye kim alır?.. Herkesiz az çok aklı, iz'ânı var...
O halde kızlarınıza güzel edep ve ahlâk verin, onları "Sâliha" olarak yetiştirin. Kendilerine; ahlâkı iffeti, vakar ve hayası yüzünden talip olacak sâlih, müttakî gençler ile evlenmeyi tercih etmelerini tavsiye ve te'mîn edin. Bir hadîs~i şerifte buyurulmuştur:
"Dünyanın hepsi mal metadır: Yararlanılması gerekli olan eşyadan ibarettir. Bu dünyanın en hayırlı metâı; Saliha olan kadındır."[542]
Sâliha olan kadınlar; Allah'a itaat ederler, kocalarına karşı dîvan durup haklarına riâyet ederler. Kocalarının gıyabında nefislerini, namus ve haysiy-yetlerini, mallarını, çocuklarını ve aile esrarı gibi muhafazası lâzım gelen hususları, Allah'ın hıfz-u himayesine güvenerek muhafaza eylerler. Efendilerini gayr-i meşru tekliflerle üzmezler, üzgün oldukları zaman onları teselli ederler. Kocaları yüzlerine baktığında onları mesrur eylerler. Zîra imanlı, edepli, vakur, itaatkâr ve kanaatkardırlar...
Böyle bir hanımla evlenmek kadar bir saadet, artık bu fânî âlemde düşü-nelemez!.. O halde kerîmelerinizi; iffet, edep, tâat ve takva ile techîz edin, "Sâliha" olsunlar da, kendilerine; Allah'tan korkan, kuldan utanan sâlih ve müttakî kimseler tâlîp olsunlar. Zîrâ bir kızın da, böyle üstün vasıflara sahip muhterem bir gençle evlenmiş olması kadar bir saadet ve bahtiyarlık tasavvur olunamaz, isterse yiyecek ekmekleri olmasın. Allah rızâsını tahsîl için evlenen gençlere, O, mutlaka yardımcı olacak, fadl-ü keremiyle onları ganî; zengin kılıp, ağyara muhtaç olmaktan kurtaracaktır!..
Binaenaleyh kerîmeleriniz sizlere emânettir. Onların, -te'dîb ve terbiye ettikten sonra- Allah'tan korkan müttakî zevatla evlenmelerini te'mîn edin, Allah'tan hayırlısını isteyin. Allah'tan korkandan korkulmaz. O, zevcesini severse ikram eder, şayet sevmezse zulmetmez. Eve, ağzından murdar salyalar akıtarak, sarhoş vaziyette gelmez. Karısını yatakta yalnız bırakarak fahişe, fâcireler yanında gecelemez. Binaenaleyh Allah'tan korkmayandan korkmalıdır... Behemehal dindarlar tercih olunmalıdır...
Şimdi sen ey; kızını açan, olanca ziynetlerini, beden güzelliğini ağyarın gözleri önüne sergileyen gafil adam! Kızına nasıl bir koca arıyorsun? Adam olsun da nasıl olursa olsun mu diyorsun? O takdirde sen kızına düşmanlık ediyor, onun hayâtını her iki âlemde mahvediyor ve canını cehenneme terk eyliyorsun. Zîra münfail ve tez müteessir olan bir kızın; bir imansız, bir kâfir, bir komünist, bir mason, hâsılı; bir fâsık ve bir dinsizle evlenmesinin akıbeti, dünyada felâket ve cinayet; âhirette de hüsran, mahrumiyet ve nedametten başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğu mutlaka bilinmelidir!..
5) Kocalarının emriyle, onları hoşnut etmek için açılan kadınlar, kendilerini mes'ûliyetten kurtarabilecekler mi ve bu havadan ma'zeretleri Allah katında fayda verecek mi?.. Zîra Hâlık Tealâ'ya isyan olan yerde mahlûka; âciz kula itaat caiz değildir. İtaat, ancak nıa'rûf ve meşru işlerde olur. Fâsık bir zevcinin rızâsını tahsil için bir kadın, Kerîm Rabbinin gazabını gerektiren bir harekete nasıl tevessü! edebilir?.. İtaat ve saygıya hangisi daha haklı? Kahhâr olan Allah mı, yoksa gayretsiz kocası mı? Gûyâ belki boşar da, evimden evlâdımdan mahrum kalırım, diye korkuyor da cennetten ve ebedî saadetten mahrum edilirim, diye korkmuyor mu?.. Eğer bu kadın, sağlam îmanlı ve şuuru yerinde olsa erkeklik meziyetlerini kaybeden, karısını örtmekten âciz, Rabbinin emrinden gafil olan bu mu'lin-i fısk adamla beraber yaşamak istemez. Çünkü tertemiz bir ruh ile habîs bir ruh asla insicam etmez. İki zıddın bir arada olması kadar sıkıntılı bir hayat düşünülemez! Murdar, kirli kadınlar murdar erkeklere mahsustur. Habîs erkekler murdar kadınlar içindir... [543]
6) Bir takımları da; henüz genç tıfıl olduklarını ve ihtişam, örtünme vaktinin gelmediğini ileri sürerek kendilerini ma'zûr göstermeye çalışıyorlar. Sübhânallâh? Bu nasıl bahane? Tesettür; ziyneti, güzelliği gizlemek için değil de, ihtiyarlığı saklamak, ak tüyleri örtmek için mi emredilmiş ki? Halbuki Allah (c.c.) bunun aksini emrediyor:
“Kadınlardan oturanlar, yâni; hayızdan, nifâstan kesilmiş, çok ihtiyarlıktan şehveti kalmamış, bir nikâh; evlenmek ümidi beslemeyen kadınlara gelince; gizlemeleri lâzım gelen ziynetlerinden hiçbirisini açmamak, erkeklere göstermemek şartiyle üzerlerindeki çarşaf ferace gibi dış rubalarını bırakıp yalnız başörtüsü ile kalmalarında onlar üzerine bir günah yoktur. Bununla beraber bundan da, iffet âdabına riâyet edip gençler gibi sakınmaları ve örtünmeleri kendileri için daha hayırlıdır. Allah, gizlide açıkta ne söylediklerini işitici ve maksadlarını da hakkıyle bilicidir." [544]
Görülüyor ki ihtiyar kadınların, kendilerinde fitneye sebep olacak bir cihet bulunmadığından, başlarını açmamak ve ziynetlerini de göstermemek şartiyle dış elbiselerini bırakarak çarşafsız vaziyette çıkmalarına müsâade edilmiştir. Bununla beraber onların da, rubalarını koymaktan sakınmaları ve gençler gibi örtünmeleri kendileri için daha hayırlıdır, denilmiştir. Hayızdan, nifâstan kesilmiş, son derece ihtiyar kadınlar hakkındaki hükm-ü ilâhî bu olunca endam ve ârâyişini, ziynet ve güzelliklerini gösteren, süslenip de sokağa çıkan gençler hakkındaki hükm-i şer'î ne olur? İffetten nasîbleri kalır mı?.. Genç kızların, daha çok câlib-i dikkat olup ilgi çektiği ve menba-i fitne olduğu aşikârdır. Bir kız çocuğu dokuz yaşına girince "Müştehât" sayılır. Ona karşı meyi, şehvet uyanır. Binaenaleyh ziynetlerini, taze tenini, -değil şımarık fâsıkların aç gözünden-, inanan mü'minlerin nemli gözünden dahi gizlemek gerekir. Örtünmeye çocukken alışmayanlar, bâliğa olunca onu başaramazlar. Çubuğu küçükken eğmek lâzımdır...
Kaydettiğimiz bu âyetle, yaşlı olduğunu bahane ederek açılan çocuk ruhlu ihtiyar kadınlara da gerekli cevap verilmiş oldu. İhtiyar kadınlar da süslenip açılır mı demeyin. Ne acuzeler; kocakarılar var ki, gençlerden ziyâde süslenmeğe meraklıdır ve güzel görünmeğe özenir. Süslenmeleri -bilhassa kocalarına karşı süslenmeleri- günah değildir, bilâkis sünnettir. Süsleri ile yabancı erkeklerin yanlarına çıkmaları günah ve haramdır. O halde ihtiyar olmakla beraber vücudunda tenâsüb olan ve yüz güzelliği kaybolmamış bulunan kadınlar, henüz erkeklerin gönlünü, meylini celbedecek vaziyette olduklarından onlar hakkında tesettür hükmü bakîdir ve dış rubalarını dahi bırakmaları caiz değildir. Zîra:
"Her yere düşeni, bir bulan; bir eğilip de alan olur." demişlerdir...
7) Çirkin olduklarını bahane ederek açılmış olan kadın, kızlar da mes'ûliyetten kurtulamazlar. Hakîkî güzellik ahlâk güzelliği, edep güzelliğidir. Allah, kulunun servetine, suretine değil, ihlâsına, niyyetine bakar. Ona göre muamele yapar. Güzeli de Allah yaratmıştır, çirkini de! Birini güzellikle ibtilâ ederken, diğerini de çirkinlikle imtihan etmiştir. Belki de güzellik, çirkinlikten daha çok sahibinin başına belâ, musîbet getirmiştir... Bir kadının
kıymeti; cemâline, sun'î ziynetine değil, iffet-i hayasına ve ahlâkî meziyyeti-ne bağlıdır. Bir mü'min; "eller ne der?" dememeli, "Allah ne der, nasıl muamele yapar?" demeli ve rızâ-yı ilâhîyi en büyük saadet ve gâye-i zevk bilmelidir. Allah (c.c), sevdiklerini, mü'minlere yâr kılar, sevdirir ve rahme-tiyle sevindirir. Nice faziletli insanlar, sureta çirkin kadınlar ile evlenip mes'ût olmuş, sâlih evlâdlan doğmuştur. Nitekim Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'in mevlâsı beyaz olduğu halde Habeşli siyah Bereke hatunla evlenmiş ve ondan Cenâb-ı Peygamber'in çok sevdiği "Siyah renkli" Kumandan Üsâme (r. anhüm) dünyâya gelmiştir...[545]
İmam Buhârî -Tecrid-i Sarîh[546] Atâ İbn-i Ebî Rabâh'tan tahriç etmiş, İbn-i Abbâs (r.a.) ona şöyle demiştir:
"Ey Atâ! Sana cennet ehlinden bir kadın göstermiyeyim mi ?"
"Evet gösteriniz" dedim. Bunun üzerine;
"Şu -gördüğün İri yapılı ve uzun boylu Habeşli- kara kadın! Bu kadın, Peygamber (s.a.s.)'e gelip dedi ki:
"Yâ Resûlallah! Ben sar'ulanıyorum (beni sar'a tutuyor), sar'a gelince de açılıyorum. Binaenaleyh Allah'a benim için duâ buyur'... Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
"Ey kadın! İstersen hastalığına sabret, mukabilinde sana cennet vardır, istersen sana afiyet vermesi için Allah'a dua edeyim." buyurdu. Kadın;
“Yâ Resûlallah, hastalığıma sabredeceğim (ancak); beni sar'a tutunca açılıyorum, kendimden geçince açılmamam için bir dua buyurunuz." diye rica etti, Resulullah da dua etti (avretyerleri; vücudu açılmaz oldu!..)".
Kendinden geçince bile vücudunun açılmasını arzu etmeyen ve bu müthiş hastalığa sabreden Ümm-ü Züfer hâtûnun çirkinliği, siyahlığı cennete girmesine ve dîdâr-ı Hakk'a kavuşmasına hiç mâni olmamıştır. O halde san'ata değil, sânia; yaratılana değil, yaratana bakmalısın. O, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır. Kusur, kulların iş ve icrâatlarmdadır!.. Hakîkî güzellik, secde izinden meydana gelen nurlu sımalardır. İmanlı erkek ve kadınlar, Allah için ihlâsla secde edip durdukları, abdest alıp namaz kıldıkları için onların simalarında bir nûr tecelli eder, bir nûrânîlik doğar ki sun'î ziynetler, boyalar, pudralar ile bunu kazanmak mümkün olmaz. Bunun içindir ki; boya ve pudra gibi şeylerle fıtratını bozmaya çalışanların yüzlerine bakılmaz hale gelirler... Allah'ın boyası ile boyanınız, fıtratınıza bağlı kaimiz. Allah'tan daha güzel boya, vuran, güzellik veren kim var?.. En güzel ziynet tesettürdür ki, çirkin olanlar da kusurlarını onunla örtmeye mecburdur...
Teberrücün; açıklığın mühim bir sebebi de; gönül darlığı ve ruhî buhrandır. Allah'a îmanı olmayan veya zaîf olan ve âhirete dâir hazırlığı bulunmayan bedbahtların bedbîn olmaları ve ye's içinde kalmaları tabiîdir. Zîra bunlar, maddiyâta tapmış ve gönüllerini fânilere kaptırmıştır. Gönülleri fânîlere bağlı olanlar, helak ve hüsrana nâmzeddir. Çünkü o fânilerin cazibesi bir gün olup elbet kopacak, bir taraftan sevdikleri ma'budlar, diğer taraftan da korktukları kahraman putlar sarıp sıkıştırmış olacaktır. Bu ikisinin; sevdiği mabud ile korktuğu tâgutun ecâzübü; çekişmesi arasında sıkışıp kalan zavallı kalp, ikisini de memnun edebilmek için ne heyecanlı anlar yaşıyacaktır, ne büyük zillet içinde kıvranacaktır...
Allah aşkı ve ebediyyen var olma iştiyakı ile yanıp tutuşan ruhları şu, elemli, kederli dünyada tatmin etmek, kimseye müyesser olmayacaktır. İt-mi'nân-ı kalp denilen gönül rahatlığı Allah'ın en büyük bir ni'metidir ki; Mevlâ onu ancak mü'minlere ihsan etmektedir. Nahl Sûresi'nin 97. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
"Erkek olsun, kadın olsun, her kim mü'min olduğu halde sâlih ameller yaparsa hiç şüphesiz ona -bu dünyada- gayet hoş ve zevkli bir hayat yaşatırız! Ve onlara, herhalde yapageldiklerinin daha güzeli ile ecir ve mükâfatlarını veririz."
Kısaca işaret ettiğimiz bu ruh darlığı, bunalım; erkekleri de, kadınları da anormal hareketlere sevk ediyor, fakat çare diye başvurduklarının hiçbiri, dertlerine deva olmuyor, ıztırablarını dindirmiyor. Çünkü vicdanlar ruhî azâb ve ıztırabtan ancak Allah'a ibadetle kurtulur. Yemek, içmekle, lüks elbise giymekle ve hayvan gibi başıboş dolaşmakla, asla!..[547]
Günümüzde, hayvanât derekesine düşmüş, sehevât-ı nefsâniyyesine dalmış olan bazı kimseler, tesettüre; kadınların örtünmesine -birtakım geçersiz gerekçelerle- itirazda bulunuyorlar, bunun İslâm'da yeri olmadığını iddia edecek kadar ileri gidiyorlar. Asr-ı Saadet münafıkları gibi, içleri küfr-ü küfrânla dolu olan bu kişiler Avrupa'da gördükleri ve işittikleri vahşet ve edepsizlikleri İslâm beldelerinde de tatbik etmek ve ettirmek istiyorlar. "Siz, hâtûnları örtmek, örtünmeye mecbur etmekle; hürriyetlerini selbediyor, hakk-ı hayâtlarını kısıtlıyor ve onları, âdeta esaret altında yaşatıyorsunuz." demiş oluyorlar...
"Erkeklerden onların farkı nedir?" demek istiyorlar...
Evvelâ; namaz, zekât, oruç ve haccda olduğu gibi, işbu tesettür hükmü de, doğrudan mü'min ve mü'mineleri ilgilendirmektedir. Cenâb-ı Hakk; kadınlara lâzım gelen âdabı ta'lîm eden ve bu âyetle ve aşağıda kaydedeceğimiz Ahzâb Sûresi'nin âyetiyle Kur'ân'a îmanı olanlara hitâb etmiştir. Binaenaleyh îmansız kâfirleri, bu hüküm ilgilendirmez...
Saniyen; "Kadınlarda, iffet ve nezâhet gerekli midir, yoksa değil midir?". Bu suâle;
"Hayır, değildir" şeklinde cevab vermek mümkün değildir. Meğer ki deyyus olsun!..
İffet ve nezâhet gerekli olunca mutlak bulunması gereken bu iffeti ve nezâheti muhafaza etmek, namus ve haysiyyetiyle yaşamış olmak için kadının bir erkeğe; kocaya muhtaç olduğu da muhakkaktır. Çünkü fıtraten zaîf yapılı ve bazı yönlerden âciz olan kadın, bir hâmîye, bir yardımcıya behemehal muhtaçtır. Hayâtını idâme ve temel ihtiyaçlarını te'min ve tedârik için bir erkeğin himaye ve ianesine ihtiyâç duyan bir hatun; o erkeğin sevgisini, hüsn-ü zannını celbetmek; onu; kocasını kendi hakkında sû-i zanna düşürmemek zorundadır. Çünkü bu dünyada refah ve saadeti, efendisinin kendisini sevmesine, hüsn-ü zannımn devam etmesine ve aralarındaki bağların kopmamasına bağlıdır. Kocanın sevgisinin ve hüsn-ü zannının devam etmesi de; kadının töhmet mevkiinden sakınmasına, kocasından başkasını hiss-i şehvetle sevmemesine ve efendisini sû-i zanna düşürecek gayri meşru ve gayri ciddî hal ve hareketlerden tamamen berî olmasına mütevakkıftır. Çünkü sû-i zann altında bulunan (kocasının, kendisinden başkası ile ilişkisi bulunduğuna ihtimal verdiği) bir kadın, böylesine ağır bir ittiham altında kat'iyyen huzur bulamaz, mes'ût olamaz ve ayrılmaktan başka çare kalmaz. Yuvaları yıkılmış olur. Bu ayrılıktan, erkek de muhakkak ki zarar görür, fakat daha çok kadın, mutazarrır olur. Şimdi soruyoruz:
Kadınların; dilediği yerde serbest dolaşıp arzu ettiği kimselerle görüşmesinde töhmet var mıdır, yok mudur? "Yoktur.", diyenler, insanlık duygusundan mahrum, iffetsiz ve gayretsiz kişiler olduklarını isbât etmiş olurlar. Zîra azıcık izzet-i nefs sahibi olan kimse karısının; önüne gelen hemen herkesle görüşüp konuşmasında töhmet vâki olacağını, sû-i zanna düşülüp dedikodular çıkacağını bilir de buna asla müsâade etmez. Bunu (töhmetin bulunduğunu) kabul eden kimselerin ise, töhmet mevkiinden kaçınmaları ve hemen her fenalığa ihtilâtın; kadın erkek karışımının sebebiyet verdiğini bilmeleri -iffeti, namusu korumak için- şarttır, kaçınılmaz zarurettir. Böyle sû-i zanna sebep olabilecek ve hâtûnu ağır ittihâm altına alacak olan bir şeyi nasıl teklîf ediyorlar ve kadına, ne hakla reva görüyorlar? Böyle bir itham altında kalmak veya iftiraya uğramakla rezîl-i rüsvây olacak kadın değil midir? Çünkü bu hal, imtizaca halel verecek, geçimsizliğe sebep olacak ve nihayet ayrılmakla sonuçlanacaktır. Bu kadın; anası babası veya kardeşleri yanında yaşamış da olsa huzurlu olamayacak, kocasının evindeki rahatı, tatlı hayâtı bulamayacaktır. Şayet kimsesi yoksa büsbütün sefalete terkedilmiş olacaktır. Günümüzde bunun misâllerini, çok sayıda görmek mümkündür...
O halde kadının; kocası evinde çocukları ile birlikte konuşarak, koklaşıp kaynaşarak ahenkli, karşılıklı sevgiye dayalı bir hayât sürdürmesi mi hürriy-yettir, yoksa bir nice sû-i zanlar altında kalarak, töhmetin ezici kahn altında inleyerek sefîl vaziyette sürünmesi mi hürriyettir?.. Töhmet mevkiinden kaçınarak, sû-i zan şaibesinden bile berî olarak efendisinin evinde; kendi evinde çoluk çocuğunun başında kocasının velayeti ve himâyesi altında takdirine mazhar olmuş vaziyette yaşaması müstesna bir saadettir!.. İşte teberrüc; açık saçık vaziyette, mutlak hürriyetle dolaşmak böyle bir saadete mânidir...
Eğer kadının mesture olmasına itiraz edenlerin maksatları; "Kadın erkek birbirine karışsın, herkes istediğiyle dilediği yerde, dilediği zaman buluşsun." demekse bunun ne İslâm'da yeri vardır, ne de insanlıkta! Bu, ancak insanlık dışı bir yaşama tarzı olan komünist sistemlerde bulunur. Böylesine vahşî sistemlerde ise; kim kimin oğludur ve kim de kimin babasıdır bilinmez. Daha evvel de takrir ettiğimiz veçhile hayat artık behîmî, hattâ daha aşağı olur ve kişiler, başkasının çocuğunu kucağına alıp sevmeye, onu te'dîb ve terbiye etmeye; çocuklar da yabancı kimselere, "Baba" demeğe becbur bırakılmış olur. Bu ise; telâfisi imkânsız son derece fecî bir zillet ve rüsvây-lıktır, hem de her iki taraf için... Zerre kadar aklı ve iz'ânı olanlar bunu kat'iyyen tecviz ve tasvîb etmezler...
Pekâlâ bir kadının; nikâh altında oğlan, kız annesi olarak ve huzur dolu evinde yavrularının başında bulunarak evveli, âhiri; gençliği ve kocalığı bir yerde, bir kişinin himayesinde iffet ve namus dâiresinde yaşaması mı hürriy-yettir, yoksa hayvanlar gibi şurada burada başıboş gezerek, gözünün kestirdiği ile pervasızca buluşarak ve bir takım sergerdelerin saldırısına mâruz kalarak perişan bir halde ve kocalığında kimse yüzüne bakmaz vaziyette kapkaranlık ye's içinde hayâtını tüketmesi mi hürriyyettir?.. Siz, meşru surette evlenen, aile ocağına bağlı kalan ve İslâmî kaidelere göre yaşayan o mesture hatunların, ne kadar mes'ût ve bahtiyar olduklarını ve ne derece zevk-i ruhanîye daldıklarını keski bilseniz!.. O zaman kendinizi cennette zannedersiniz!..
Bir Fıkra: Ziya Paşa merhum, mümessil olarak Fransa'ya gittiği zaman Fransız gazeteciler ve diplomatlar ona bir takım sorular tevcîh etmiş, o da cevablarım vermişti. Bu suâllerden birisi de şu idi:
"Siz müslümanlar; kadınları örtmek, örtünmeye mecbur etmekle ve kocası veya mahremi yanında olmadan yolculuk yapmasını engellemekle, hürriyetlerini selbetmiş, hayat haklarını tahdit etmiş, onları esaret altında tutmuş olmuyor musunuz?" Ziya Paşa:
“Hayır olmuyoruz.”
“O halde niçin böyle muamele yapıyorsunuz?..”
“Evvelâ dînimizin emri bu olduğu için. Bir de çocuklarımızın babası malûm olması için.”
Eğer tesettüre karşı çıkanların demek istedikleri; "Efendim, kadın da bir insandır. Hem onun erkekten farkı nedir? Kadının erkekten ayrı birçok yanı, yönü vardır. O halde kadınlar da -erkekler gibi- istedikleri yerde gezip dolaşsın ve istediği kimseler ile görüşüp konuşabilsin, artık bunun bir sınırı olmasın. Kocası veya velîsi de ona mâni olmasın, sû-i zanda bulunup töhmet altına almasın, hiçbir kayda bağlı kalmasın. Kocası onu hayvan gibi beslesin dursun..." fikri ise; hiç şüphesiz yüce İslâm'ın izzeti ve tab'i selîm sahibinin iffeti bunu kat'iyyen kabul etmez, reddeder. İslâm, iffetten tavîz vermeğe ve ailede ortaklığa asla razı kalmaz, hattâ buna, -domuz hâriç- hayvanlar bile razı kalmaz. Mahûd mahlûktan başka eşini kıskanmayan hangi hayvan var ki?..
Madem ki kadının nafakasını, beşerî ve medenî İhtiyaçlarını kocası te'mîn ediyor ve ona yönelik saldırılara karşı durup onu hıfz-u himâyet külfetine katlanıyor. Binaenaleyh bu ni'met mukabilinde kadının da haps-i nefs etmek, huzur dolu hanesinde karar kılmak ve kendine has ziynet ve nimetlerinden kocasından başkasının yararlanmasına imkân vermemek külfetine -şayet külfet kabul edilse bile- ihtiyariyle katlanması îcap etmektedir. Çünkü külfet ni'met mukabilidir. Kaldı ki kadınların, tam tesettürlü bulunması; iffet, ismetlerine delâlet ettiği, töhmet şaibesinden berî olduklarının emaresi bulunduğu ve sıcaktan, soğuktan, ezâ verecek şeylerden, emrâz-u illetlerden, taarruz ve tecâvüzlerden korunmuş olduğu, ayıp ve avreti gizlediği için, tesettürü kendileri hakkında zararlı saymak şöyle dursun, doğrusu izzet, şeref ve meziyyet telâkkî ederler ve etmektedirler. Bunun içindir ki, gerek maddî, gerekse manevî olanca baskılara rağmen tesettürün, başlarını bile açmamamn mücâdelesini vermektedirler. Çünkü onlar, Allah'ın emrine imtisal ederek kulluk vazifesini ifâda bulunmanın ne büyük saadet olduğunu çıplak gezenlerden çok iyi bilmektedirler.
"Kadınların açık gezmesi iffetlerine manî midir?" diyorlar.
Evet, kadınların açık gezmesi iffete mâni değildir. Kadın, hem açık gezer, hem de afîfe olabilir. Şu kadar ki teberrüc; açık gezmek İslâm dininde iffetsizliğin emaresi kabul edilmiştir. Zîra şer'î şerîfin tesettürü emretmesin-deki hikmet; fitne ve fesada giden yolları kapatmaktır. Mesture bir hâtûnun kıyafetini, hüviyetini kimse bilmez ve binaenaleyh hiç kimse ona söz atmak cesaretini kendinde bulamaz tesettürünün haşmet ve heybeti karşısında çekinmek zorunda kalır, şayet bu hâtûn zarurî bir ihtiyâcı için evinden dışarıya çıkmışsa... Fakat sabahtan akşama kadar, hattâ gecenin geç saatlerine değin şurada burada serbest dolaşan sokak sürtüğü kadınları görenlerin hemen hepsi tanırlar. Güzel bir kadını gören gençlerden ve hattâ ihtiyarlardan ona meyi etmeyen yüzde kaç kişi kalır? Bu kadının da, genç ve kendi kocasından daha güzel delikanlıları gördüğü zaman gönlünde bir uyanma, sînesinde bir yanma meydana gelmediğini ve bu yüzden kendi kocasına karşı rağbet ve muhabbetinin azalmadığını kim iddia edebilir?.. İş veya okul hayatında muhtelif kıvam ve kabiliyyetteki bir çok genç delikanlılar ile tanışıp âşinâ ve yüz göz olan kızlarla evlenen kimselerden çoğu işte bunun için -görüştüğü bütün gençlerdeki kâbiliyyet ve meziyyetleri kendi kocasında görmek istediği ve fakat bulamadığı için- mes'ût olamıyor ve huzur, bereket dolu bir aile yuvası kuramıyor!.. Her şeyden evvel melek olmayıp insan olduklarını, hem de Allah'tan korkmayan ve fenalıklardan sakınmayan canavar kalpli, kara vicdanlı insanlar olduklarını unutmamalarını, işbu kadın hak ve hürriyyetierini müdâfaa eder görünen ve maksatları başka olan ebâlise'ye tavsiye etmek isteriz!. Beşerin kuvve-i şehevâniyyesi ölmüş ve hiss-i ihtirasları sönmüş değildir...
Eğer; "Bu hâl arızîdir, kadınların hepsinin bu vesile ile fuhşiyâta daldığını iddia etmek kabil değildir, binaenaleyh fertlerin hatâlarını umuma teşmil etmek doğru değildir..." diyecek olurlarsa buna; "Evet doğru söylüyorsunuz," deriz. Ancak kadınların yüzde ellisi, altmışı ve hattâ yüzde yetmiş beşi hak yoldan aynlmasa da, sâdece yüzde onu veya onbeşi gibi azınlığı doğru yoldan sapmış, fısk-u fücura saplanmış olsa fitnenin zuhuruna yeter. Hikmet; bir şeyin ferdinde değil de, cinsinde aranır. Binaenaleyh cinse hürriyyet, serbestî verilmesi, o cinsin bir ferdinde bile fitneye vesile olacaksa o hürriyyetin, tamamı hakkında sınırlandırılması lâzım gelir. Bundan dolayı haram olan bir şeyin mukaddimâtı; öncü sebepleri de haram olur. Binaenaleyh zinaya velev yüzde bir olsun sebep olan açık gezmek haramdır. Tesettürün; farz kılınmasının, bundan başka -bir kısmına işaret ettiğimiz- daha birçok illet ve hikmetleri vardır. Hepsinin başında; "Allah'ın emri olduğu" hususu gelmektedir. Zîra o, mutlak teslîmiyet ister...
Şurası da muhakkaktır ki; Allah'ın her emri, her hükmü insanların yararınadır. Şimdi veya ileride onun behemehal faydasını göreceklerdir.
"Mesture olduğu halde yoldan çıkan kadın yok mu?"
Evet, mesture olduğu halde dahi yoldan çıkanların bulunduğu inkâr edilemez. Ancak Allah'ın tesettür emrini yerine getirip de nefsini ve ziynetlerini muhafaza esbabına tevessül ettiği için, bu cihetten sorumlu olmaz, cemiyet de onun yüzünden -münkeri; günahı tağyir ve izâle etmekle karşı karşıya kalmadıkları için- mes'ûl vaziyete düşmez. Çünkü bir cemiyet, fertleri arasında gizli surette işlenen günahları tağyir etmekle mükellef değildir. Saklı yerlerde, gizlice irtikâp edilen ma'siyetlerden ancak sahipleri sorumludur. Bir de açık gezmek raddesinde fitneye vesile olmayacağı da aşikârdır!..
İnsanları; sâir hayvanlardan eşleşme babında ayırdeden husus şüphesiz nikâhtır. Nikâhtan maksat da; zevcenin, her bakımdan kocasına mahsus olması, iştirak olmaması, ağyarın taarruz ve saldırısından mahfuz kalması ve selâmet bulması değil midir? Kadının; taarruz ve tecâvüzlerden salim olup emniyette olması, istediği yerlerde dilediği gibi rastgele başıboş gezmesinde midir, yoksa kendi mes'ût evinde çocuklarının başında işiyle, asiyle meşgul olup efendisine hizmet edip ondan başka kimseye görünmemesinde midir?.. Fitne fesattan salim ve zevcinin vicdanen huzurlu, kalben mutmaîn olması hangisine bağlıdır, insafla, iz'ânla cevap verin?..
Şu halde kadınların örtünmesine yönelik itirazlar; aklî ve ilmî delillere asla müstenid değildir, hikmet ve Hakîkatle bir alâkası yoktur. Sırf şeytanlara uymak, şehevât-ı nefsâniyyeye tâbi olmaktan neş'et eden bir dalâlet ve Hz. Kur'ân'ın ahkâm-ı âliyesini tahrîf gayesini güden bir dinsizlik ve zındıklıktan ibarettir!
Ahzâb Sûresi'nin 59 uncu âyetini ve bu âyetin ihtiva ettiği hükümleri de kaydederek işbu "Tesettür" bölümüne son verelim. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ buyuruyor ki:
"Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle; cilbablarından; dış elbiselerinden üzerlerini sıkı örtsünler. Bu (tesettür), onların tanınmalarına (perîşan cariyelerden ve âdî kadınlardan vakar ve heybetleri ile seçilerek hürmet edilmelerine), binaenaleyh ezâ ve cefa edilmemelerine daha uygundur. Allah gafur, rahîmdir."
Görülüyor ki; burada tesettür emri, yalnız Peygamber (s.a.s.)'in zevcât-ı tâhirâtına ve kızlarına değil, Sûre-i Nûr âyetinde olduğu gibi mü'minlerin kadınlarına dahi teşmil edilmiş ve bundan muradın hürre kadınlar olduğu da beyân edilip bildirilmiştir. Çünkü mü'minlerin kadınlarında asi olan hürriy-yettir.
Araplarda -İslâm'dan evvel- tesettür âdet değildi. Câhiliyyet devri olduğundan kadına hürmet yoktu. Eski câhiliyyet kadınlarında, -tıpkı zamanımızda olduğu gibi- erkeklerin nazar-ı dikkatlerini celbedecek şekilde göz belerterek teberrüc eden, açık saçık çıkan mübtezel olanlar bulunuyordu. Bundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslâm ise; kadının sânını, şerefini, iffet ve ismetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu. Yukarıda zikrettiğimiz Sûre-i Nûr âyetleri; îmanlı erkeklerin ve kadınların birbirlerine göz belertmeyip nazarlarını kısarak, harama bakmayarak edep ve iffetlerini muhafaza etmeyi öğretmiş ve terbiyelerini yükseltmiştir. Bu âyet-i celîle de; îmanlı hür kadınların hiçbir veçhile ezaya maruz kalmamalarını ve saldırıya uğramamalarını temîn ve teyîd için "Cilbâbları ile gövdelerini tepeden tırnağa kadar tamamen örtmelerini." emretmiştir.
"Cilbab"; baştan aşağıya kadar vücûdun tamamını örten çarşaf, ferace ve çar gibi dış elbiseleri demektir.
"Yüdnîne" kelimesinin masdarı olan "İdnâ" lafzı da "Yaklaştırmak" ma'nâsınadır. Ancak burada:
"Alâ" harfi ile silelendiği için tazmîn suretiyle "Sarkıtmak" ma'nâsını ifade etmektedir ki; "Sıkı örtmek" demek olur. Binaenaleyh "Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler" ta'bîrinde de iki vecih vardır:
a- Cilbâblarından birisini giymekle bütün bedenlerini örtmektir.
b- Cilbâbın bir kısmı ile başını ve yüzünü örtmek, diğer kısmı ile de bedenin geri kalan tarafını iyice kapatmak demektir. Bu da iki suretle tarif edilmiştir:
Birincisi: Kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmaktır. Eski hâtûnların tesettür tarzı işte böyle idi.
İkincisi: Alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp, gözlerinin ikisi de açık kalsa bile yüzünün büyük bir kısmını ve göğsünü tamamen örtmüş olmaktır.
Abdurrazzâk ve bir cemâat Ümm-ü Seleme (r. anhâ)dan tahrîç etmiş, şöyle demiştir:
"Bu âyet nazil olduğu vakit, Ensâr kadınları, üzerlerinde giydikleri siyah kısalar olduğu halde öyle bir sekînet ile çıktılar ki, sanki başları üzerinde siyah kuşlar vardı"
İbn-i Merdûye de, Hz. Âişe (r. anhâ)dan rivayet etmiş, şöyle demiştir:
"Ensâr kadınlarına Allah rahmet etsin; işbu -izahı ile meşgul olduğumuz- âyet nazil olunca yün futalarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resûlullah (s.a.s.)in arkasında öyle namaz kıldılar, sanki başları üzerinde siyah kargalar vardı."[548]
Bu mealde, bir kaç hadîs-i şerîf daha kaydetmiştik. Muharriçleri değişik olduğundan, hafızaları tazelemek için, te'yît mâhiyetinde bunları da zikreyledik...
Bu âyet-i kerîme, şu büyük hakikatlere irşâd etmektedir:
1. Örtünmek ve yabancılardan ziynetlerini saklamak bilimum mü'mine kadınlar üzerine kati'yetle farzdır.
2. Peygamber (s.a.s.)'in muhtereme kerîmeleri ve zevcât-ı tâhirâtı, diğer ehl-i îman kadınlarının örneği ve numûne-i imtisâlleridir.
3. Şer'an cilbâb; dış elbise; ziynetleri, iç elbiseleri ve bedenin tamâmını örtecek derecede geniş, bol ve kalın olmalıdır. Vücut hatlarını belli eden dar veya ince; şeffaf bir elbisenin varlığı ile yokluğu müsâvî gibidir!..
4. Tesettür; kadınları darlığa, sıkıntıya düşürmek için değil, onların şân-u şereflerini yüceltmek, kıymet ve kerametlerini artırıp hürmete lâyık hale getirmek için farz kılınmıştır, ezaya ve haddini bilmezlerin saldırısına mâruz kalmamaları için emredilmiştir ve bu, Gafur, Rahîm Allah'ın onlara müstesna bir rahmetidir...
5. Şer'î örtüye bürünmekle; hem kadının izzeti, haysiyyeti sıyânet edilmiş olur. Hem de toplum, fitne-fesâdın şuyû bulmasından ve fuhşiyâtın yayılmasından kurtarılmış olur.
6. Müslüman kadınlar; Allah'ın emirlerine teslim olmalı ve İslâm âdabı ile muttasıf bulunmalıdırlar.
7. Allah Tealâ kullarına son derece merhametli olduğu için, dünya ve âhirette onların müreffeh mes'ût olmasına ve hayr-u bereket bulmalarına sebep olacak hükümleri meşru kılmıştır. O halde İslâm kadınları! Tevbekâr olup, eski ihtişamınıza hemen avdet ediniz!..[549]
Kadının hakîkî güzelliği teberrüç ile değil, tesettür iledir. Tesettür, medenî ve münevver olmanın parlak belirtisi ve birinci şartıdır. Elbise, insanı, şâir canlılardan ayıran bir husustur. Açılmak, saçılmak ise câhiliyyete avdet etmek ve hayvanlık derekesine sukut eylemek demektir. Aile yuvalarının yıkılması ve zevcelerin hıyanetinin yayılması işbu iğrenç teberrücün meş'ûm netîcesi değil midir? Bir kadının sahip olduğu en büyük şeref ve izzet; edeb-ü haya, iffet ve örtü, vakar ve ciddiyet gibi meziyyet ve manevî değeri yüksek olan hasletlerdir. Bu faziletleri; ulvî değerleri muhafaza etmek; kadının "İnsanlığını" en üstün biçimde hıfz eylemek demektir. Kadının; iffet ni'metinden mahrum ve örtünme ihtişamından hâlî olması, ne ona bir yarar sağlar, ne de topluma!.. Hepsinin zararını tevlîd edeceğinde ise asla şüpheye mahal yoktur. Bunun büyük bir gerçek olduğunu yâr ve ağyar, insaf ehli olan herkes itiraf etmektedir. Nitekim Arap Cumhuriyetinde bir ay kalan, Amerikalı bir kadın yazar;
İsimli bir Amerikan gazetesine bir yazı vermiş ve şöyle demiştir:
"İhtîlâtı men'ediniz. Ve kadının hürriyetini takyîd edip sınırlandırınız." başlığı bu olan makale, Kahire'de Cumhuriyet gazetesi tarafından neşredilmiştir, şöyle ki:
"Hiç şüphesiz Arap topluluğu, kâmil ve selim fıtratlı bir toplumdur. Böyle bir topluma yakışan ise, genç kızı ve delikanlıyı, makul hudûd içerisinde bağlayan eski inanç, örf ve âdetlerine sıkı sarılmaktır. Bu toplumun, Avrupa ve Amerika topluluklarından apayrı yanı vardır. Zîra sizde, geçmişlerinizden mîrâs kalan öyle örf-ü âdet ve an'aneler var ki; kadını takyîd etmeyi (hürriyetini mutlak olmaktan çıkarıp sınırlandırmayı) gerekli kılıyor, anneye-babaya ihtiramı vâcib kılıyor ve bundan daha çok, bugün Avrupa'da ve Amerika'da toplumu ve aileyi tehdîd eden "Batı ibâhiyyesinin": "Farz, vâcib; haram, günah" diye birşey tanımayıp her şeyi mübâh görme fikrinin doğru olmadığını kesin hükme bağlıyor!
Arap toplumunun genç kızlar üzerine farz kıldığı kayıtlar cidden yararlı ve faydalıdır. İşte bunun için size nasihat ediyor; örf-ü âdetlerinize ve ahlâkınıza sımsıkı sarılınız diyorum. İhtilâta; erkeklerle kadınların karışmasına mâni olunuz, genç kadınların hürriyetini bağlayınız
Hicâb; Perde (tesettür) asrına dönünüz. Bu, sizin için ibâhiyye, başıboş olmaktan ve Avrupa, Amerika'nın gayretsiz, hayâsızlığından çok hayırlıdır.
İhtilâta engel olunuz. Çünkü biz bu yüzden Amerika'da çok zahmet ve sıkıntı çektik. Amerika toplumu; sihirlenmiş, İbâhiyyeciliğin ve hevâ-perestliğin (rezaletin) her türlüsü dolu olan bir millet olmuştur. İhtilât ve hürriyet kurbanları, henüz yirmi yaşını bulmadan zindanları, kaldırımları, barları ve gizli buluşma evlerini doldurdular. Genç kızlarımıza ve küçük yaştaki oğullarımıza vermiş olduğumuz hürriyet (!), onları, olay çıkaran gruplar, James Dean grupları ve uyuşturucu madde mübtelâsı ve zevk-u keyf ehli kitleler haline getirdi.
Avrupa ve Amerika toplumlarındaki; ihtilât, ibâhiyye ve hürriyet, aileleri tehdîd etmiş, manevî değerleri ve ahlâkî kıymetleri sarsmıştır. Yirmi yaşın altındaki genç kız, yeni toplumda genç delikanlılarla ihtilât ediyor, raks (dans) yapıyor, şarap içiyor ve uyuşturucu maddeleri kullanıyor ve bütün bunları; medeniyyet, hürriyet ve ibâhiyye ismi altında işliyor. O, ailesinin gözü önünde, kulakları işite işite oynuyor, eğlence yapıyor, istediği kimse ile münâsebette bulunuyor. Hattâ anne-babasına, hocalarına ve bu haline vâkıf olanlara meydan okuyor., hürriyet, ihtilât serbesti ve başıboşluk nâmiyle meydan okuyor. (İstediğim yere giderim ve dilediğimle görüşür, konuşurum hürriyetime mâni olamazsınız diyor). Bir kaç dakika içinde evleniyor, bir kaç saat sonra boşanıyor. Bu evlilik ona; bir imza, yirmi kuruş ve bir gecelik aslan yuvasından (gelin evinden) başka bir külfet yüklemiyor!.."[550]
İşte Amerika'lı yazar kadının re'yi budur. Fazilet odur ki, onu yabancılar da itiraf etsin.
"İlk câhiliyyet devri kadınları gibi kırıla döküle, süslerinizi göstere göstere yürümeyin" buyuran Allah Teâlâ ne kadar doğru söylemiştir!..
Zinaya sevk eden âmillerden biri de hiç şüphesiz açıklık ve başıboşluktur. Bundan dolayı sözü bir hayli uzatmış olduk. Çünkü makam; îcâz, ihtisâr; sözü kısa kesmek makamı değil, ıtnâb (uzatmak) ve tafsîl makamıdır. Görmüyor musunuz? Baksanıza!. Genç kadınların, kızların esvâb entarileri yanıyor. Etekleri tutuşmuş, alev bedenlerini sarmış, bu ateş, sâm yeli gibi mesamata kadar işliyecek hattâ -Allah saklasın- tırmanıp yüreklere bile sirayet eyliyecektir. Genişleyip yayılma istidadı günden güne artan ve cereyan gibi çarpan, yakan bu dumansız ateşten yavrularımızı; kız ve kadınlarımızı, müslüman kardeşlerimizi bir an evvel kurtarmaya çalışmalı ve kendilerine yardımcı olmalıyız. Bu zavallılar, kurtuluş çaresi ararken, pervaneler gibi canlarını ateşe atıyor, din ve îmanını dalâletle satıyor ve yangınını, ateşini söndürmek için de âdeta su gölü zannedip asit (!) kuyusuna yatırıyor. Zerre kadar insaf ve merhameti olan bir insan, işbu fecî manzara karşısında seyirci kalamaz ve kurtarmak için çalışanlara katılmaktan kendini alamaz...
Hz. Halil İbrahim Aleyhisselâm'ı yakıp intikam almak için Nemrûd laîn, o -mahûd- cehennemî ateşi tutuşturduğu zaman kurbağalar bile merhamete gelip ağızlan ile taşıdıkları suyu o ateşin üzerine serperek söndürmeye çalışmışlar ve bu hizmetten dolayı Resûlullah'ın taltifine mazhar olmuşlardı. Zîra kurbağayı öldürmekten nehy buyurmuşlardır. Diğer bir hadîste ise;
"Kurbağaları öldürmeyin, çünkü onların ötüşü tesbihtir." buyurulmuştur.[551]
Biz de, bir kurbağa misâli, şu satırlarımızla açıklık, saçıldık (Teberrüc) ateşini söndürmeye ve genç neslin, acısı bilâhare hissedilecek olan ıztırabım dindirmeye uğraştık. Tevfik ve inayet Hâlık-ı Zül-Celâl'dandır. Elimizde ne var ki?..
Unutulmasın ki bu ateş, Nemrûd'un ateşinden daha süreklidir. Çünkü o, vücudu yakacaktı, bu ise vicdanı, îmanı yakıyor. Bu kutsal değerlerin cayır cayır yanmasına da zavallı müslümanlar gözlerini belertmiş bakıyor, hattâ çok hoş bir şeymiş gibi üstelik ağızlarının suyu bile akıyor!..
Göster Allahım bu millete kurtulur tek mu'cize!
Bir utanmak hissi ver gâib hazînenden bize.[552]
M. Akif Ersoy
Değişme, tarihî ve sosyal bir olgudur, onu inkâr etmek, yok saymak mümkün değildir. Ancak değişmeyi meşruiyetin bir referansı olarak değerlendirmek, değişmeden hareketle her yeniyi almak ve her eskiyi atmak yanlıştır. Meşruiyetin, alınacak ve atılacak şeyleri belirlemenin makul, objektif, İnsan tabiatına ve yaratılış amacına uygun ölçüleri, aşkın ilkeleri olmalıdır. Dünyada insan düşüncesi, inancı, ahlakı, dünya görüşü ve hayat tarzında meydana gelen her değişme günümüzde fevkalâde gelişmiş bulunan iletişim araçları ile her tarafa ulaşmaktadır. Bunları "her değişme, bir gelişme, bir ilerlemedir", "modern veya çağdaş olan her şeyi her fert ve toplumun özümsemesi gerekir" gibi modern naslardan veya doğmalardan yola çıkarak vakit geçirmeden benimsemek, taklit ekmek yerine, mezkûr ölçü ve ilkelere göre değerlendirmek ve süzmek daha doğru bir yaklaşım ve tavır olsa gerektir. Evrimciliğin bir uzantısı olan "tek yönlü, düz çizgili ilerlemecilik" düşüncesi ve akımı bugün Batılı pekçok bilgin tarafından ciddîye alınmamaktadır. İslâm âleminde de bu düşünceyi, daha önceki modernleşmiş neslin hiç tereddüt göstermeden yapıştıkları "akim putlarından" biri olarak görenlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Batıyı örnek alan, Batı medeniyetini hedef olarak gösterenler, bu medeniyetin girdiği bunalım ve çöküş dönemini ikinci dünya savaşından önce haber veren Spengler, T. S. Eliot ve Rene Guenon gibi düşünür ve yazarları okumamış olmalıdırlar. Ancak İkinci dünya savaşı ve sonrasında yaşanan trajediler, işlenen insanlık suçları, gören gözleri ve işiten kulakları gerçeğe açmış, bu medeniyetin ve modelin çökmekte olduğu artık birçok Batılı ve Doğulu bilim adamı tarafından kabul ve ilân edilmiştir. Batıdan dalgalar halinde gelen değişmeler ve yenilikler karşısında Doğu'nun, kalkınmakta olan veya geri kalmış bulunan ülkelerin aydın kesiminin farklı tavırlar içine girdikleri görülmektedir.
Bu tavırlar çeşitli şekillerde sınıflandırılmış ve isimlendirilmiştir. Biz burada yenilikçi (modernist), köktenci (fundamantalist) ve gelenekçi (tradisyonalist) şeklindeki üçlü tasnif üzerinden yürümek istiyoruz. İslâm'ı belli bir yorum içinde ve etki alanı sınırları da olsa bir din olarak benimseyen müslüman modernistler, İslâm'ı veya onun bazı özelliklerini, modern dünya görüşünün içinden çıkan düşünce, değer ve normlara göre tefsir etmektedirler. Modernistlerde görülen temel eğilim Batı medeniyetine hayranlıktır, Batı kaynaklı değerlere geniş ölçüde teslimiyettir, bunları evrensel değerler sayarak kendi değerleri ile değiştirmenin yollarını aramaktır. Bir ucu modernistlerle, diğer ucu gelenekçilerle birleşen bir çizginin üzerinde bulunan köktenciler teorik olarak Batı kültür ve medeniyetine karşıdırlar. Şerîati uygulayarak toplumu islâmlaştırmak istemektedirler. Ancak İslâmı yorumlarken, fıkhı, kelâmı, felsefesi, tasavvufu, san'atı... ile tarihi birikimini bir yana atarak doğrudan Kitâb ve Sünnet'e yönelmekte, fert fert insanı eğiterek islâmlaştırmak yerine düzeni islâmlaştirmaya ağırlık vermekte, geçişi sağlamak için -bilerek veya bilmeyerek- Batılı tecrübelerden faydalanma yolunu tutmaktadırlar. Gelenekçiler ise İslâm'ı, tarihi birikimi ile birlikte bir bütün olarak ele alıp yorumlamakta, şeriat düzenini benimsemekle beraber fertlerin eğitim yoluyla islâmlaşmasına ağırlık vermektedirler.
Bu üç tavır ve yöneliş hakkında genel bir değerlendirme yapılırsa denebilir ki, modernistler İslâm'ı çağa uydurmaya çalışırken diğer iki tavır ve yaklaşımın sahipleri çağı anlayarak, ihtiyaç ve beklentileri göz önüne alarak alternatif İslâm kültür ve medeniyetini çağa sunmaya gayret göstermektedirler.
Gerek dinî hüküm ve kuralların değişmesini ve gerekse kadınla ilgili üç meseleyi incelerken günümüz İslâm dünyasında mevcut bu üç düşünce ve yaklaşım kutbuna yer verilecek, konu üzerindeki düşünceleri yansıtılacak ve bizce tercihe şâyân olan görüş belirtilecektir.[554]
Nassa dayanmayan hükümlerden maksat, âyetlerin ve hadîslerin açık delâletlerinden çıkarılmış, ister kıyas, ister çeşitli yorum ve hüküm çıkarma metodlarıyla olsun, ictihadla elde edilmiş hükümlerdir. İctihad ancak ondan aciz olanları bağlar. İctihad edecek kadar bilgisi ve yeteneği bulunmayan insanlar (sıradan halk, avam) bir âlime danışarak veya onun yazdıklarını okuyarak dinini öğrenir ve yaşar. Onun için hükmün değişmesi, ya sorduğu âlimin değişmesi demektir, yahut da âlimin (müctehidin) içtihadının değişmesi demektir. Dinini gerekli kaynaklara başvurarak doğrudan öğrenme ve yaşama imkânına sahip olanları, gerek tarih boyunca yaşamış ve gerekse çağdaş müctehidlerin ictihadlari bağlamıyacağı için bu gibiler, hâdiseleri inceler, ictihad eder ve eskilere uysun uymasın yeni hükümlere varırlar, yani bunlar için içtihada dayalı hükümler bağlayışı değildir ve değişmeye açıktır.[555]
Hakkında icmâ (bir asırda yaşan bütün müctehidlerin görüş birliği) bulunan hükümler de ya nassa dayanır yahut da ictihadların denk düşmesi sonucu oluşmuştur. Bunlardan nassa dayalı olanlarda bağlayıcı olan icmâ değil, nastır; icmâ nassın sağlamlığı ve delâleti konusundaki şüpheyi kaldırmak, bu hususları kesinleştirmek gibi bir rol oynamıştır; bu sebeple naslı icmâa konu olan hükümlerin değişmesini bundan sonraki kısımda inceleyeceğiz. Hakkında nas bulunmadığı halde bir asırda yaşamış bütün müctehidlerin ittifak ettikleri, görüş birliğine vardıkları bir hükmün bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. İmam Ahmed b. Hanbel, "sahabe (hulefâ-i râşidin) devrinden sonra kim bir icmâ'dan söz ederse yalan söylemiş olur" demiştir. İslâm dünyasına yayılmış müctehidlerin her birinin yerini ve bahse konu mesele üzerindeki içtihadını bilmeden, yalnızca farklı bir içtihadın açığa çıkmamış olmasından hareket ederek icmâ'dan bahsetmek inandırıcı değildir. Hakkında icmâ bulunduğu iddia edilen birçok meselede -gerçekte- ihtilâfın bulunduğunu, icmâ-ihtilâf konularında eser yazmış eski ve yeni müellifler tesbit edip açıklamışlardır.[556] Şu halde hakkında nas ve buna dayalı icmâ bulunmadıkça sadece "şu konuda icmâ vardır" iddiası bağlayıcı değildir ve o konu ile ilgili hüküm ictihadla değişebilir.[557]
Âyetler ile hadîs olduğunda şüphe bulunmayan metinler bir hükmü açık ve kesin olarak ifade ediyorsa, bu mânada "nassın bulunduğu yerde ictihad olmaz" [558] Ancak hüküm ifade eden âyet ve hadîslerin delâletleri (belli bir hükmü ifade etmesi) her zaman böyle açık ve kesin olmaz; bu taktirde delaleti belirlemek için fikir yürütmek ve çaba göstermek gerekir ki, bu bir ictihaddır ve bu manâda "nassın bulunduğu yerde ictihad olur". Ayrıca birinci kısma giren (delâleti açık ve kesin) naslar da her zaman ve zeminde (faydalı olmaya), duruma bağlı bulunan naslar, bu naslarla getirilmiş hükümler de vardır. Müctehid naslara bir de bu açıdan bakmak durumundadır. İşte bu noktada gelenekçi düşünürler ile modernistlerin yaklaşımları arasında önemli farklar vardır. Modernistlere göre dinin özü iman, ibâdet ve ahlaktır. Diğer konularla ilgili hükümler; sosyal, siyasî, hukukî, iktisadî düzenlemeler prensip olarak din dışıdır, âyet ve hadîslerle de sabit olsa evrensel değildir, değişmeye açıktır, değişmeyecek olan "Kur'ân'ın getirdiği hüküm ve kurallar dahi çağdaş, modern olanlara ters düşdüğünde değiştirilmeli ve "dinin maksadı budur" denilmelidir... Köktencilerin çoğuna, gelenekçilerin hemen tamamına göre şerîat (sosyal, siyâsî, hukukî, iktisadî hükümler, düzenlemek) dinîdir, dindendir. Şerîat hükümlerinin içtihada ve değişebilen gerekçelere dayalı olanları, gerektiğinde yeni ictihadlarla değişebilir. Naslara (âyetlere ve hadislere) dayalı olanları ise yalnızca modern normlara ve değerlere ters düştüğü için değiştirilemez, değerden düşmez; ancak din bunları vazederken gözetilen maslahat (fayda, gerekçe) ortadan kalkmış olursa, bunun ortadan kalktığına kalbi ve kafası ile müslüman olan âlimler karar vermiş, kanâat getirmiş olurlarsa değişir. Bu değişme ve değiştirme nesih değildir, tahsistir; yani belli şartlarda uygulanması istenen bir hükmün, o şartlar bulunmadığı için (bulunmadığı yer ve zamanda) uygulanmaması demektir, aynı şartlar avdet ettiğinde hüküm de yürürlüğe avdet edecektir. Çok meşhur bir örnek üzerinde yürümek gerekirse: İslâm'a insan kazanmak ve tehlikeleri önlemek maksadıyle (müellef-i kulûba) zekât verilmesini isteyen âyetin uygulaması, İslâm'ın güçlenmesi ve yayılması sebebiyle gerekçe ortadan kalkarsa durdurulabilir; nitekim Hz. Ömer de böyle yapmıştır. Yazının yaygın olmadığı, buna karşı ahlâkın güçlü olduğu çevrede isbat delili olarak şahide öncelik verilirken, bu şartlar değiştiğinde yazılı vb. vesikalar isbat delili olarak öne geçebilir. Henüz toplum köle ayıbına son vermemiş olduğunda sokakta, kölekadınlar (cariyeler) ile hür kadınları birbirinden ayırmak için Kur'ân'ın öngördüğü çarşafa benzer dış giysi (cilbâb), bu gerekçe ortadan kalktıktan sonra değişebilir ve artık kadınlar belli yerlerini, cilbâbdan başka uygun giysilerle örterek sokağa çıkabilirler. Tapu sicil kurumlarının bulunmadığı zaman ve zeminlerde gayr-i menkul rehni teslimsiz tamam olmazken, kurumlar oluştuktan sonra tapuya tescil, teslim yerine geçtiğinden ipotek usulü devreye girebilir... Hâsılı Molla Kasımca bir yaklaşım içinde "şu kısım dindendir, şu kısım dinden değildir" diye keyfi bir ayırımdan hareket ederek şerîat din dışı bırakılmaz; hükümler teker teker ele alınarak usûlü dairesinde değişme kabiliyeti araştırılır.
Faiz örneği üzerinde iki yaklaşımın farkına biraz daha açıklık getirmek mümkündür: İslâmın modernist yorumcularına göre madem ki Batı, ekonomi için faizi zaruri görmekte, faizsiz ekonomi olamayacağını ileri sürmekte, faizcilikte etik değerler açısından da bir sakınca görmemektedir, şu halde müslümanlar da faizli ekonomiyi benimsemeli, özümsemeli ve dinî metinlerini buna göre yorumlamalı, uygun düşmeyen metinleri de -bunlar hadîs ise-uydurmadır diyerek devre dtşı bırakmalıdır. Nitekim modemistler yıllardan beri bu yaklaşımı sergilemiş, ya faizle ribâyı birbirinden ayırıp, câhiliye devri faizini yasaklanan "ribâ", modern faizi ise yasak kavramına girmeyen "paranın geliri" saymak suretiyle, ya İslâm'ın geleneğe bağlı yorumcularına göre Batı'nın faizi meşru ve zaruri görmesi onu müslümanların da alıp benimsemesini gerektirmez, bugünki uygulanışı ile faizi kesin olarak yasaklamış iseler -ki böyledir- ikinci aşamada bu yasaklamanın geçici bir şart ve maslahata bağlı olup olmadığı araştırılır; bir yandan naslann yaygın bir âdeti ortadan kaldırarak inkılâp yaptığı, diğer yandan her zaman, her yerde faizin azmin ve çoğunun topluma ve özellikle dar gelirlilere zarar verdiği, onların sermaye sahipleri tarafından sömürülmesine araç olduğu göz önüne alınarak yasak hükmünün devam ettiğine hükmedilir ve faizin ekonomik gerekçesine bir alternatif aranır. Nitekim gelenekçi âlimler bu alternatifi de bulmuşlar, kâr ve zararda ortaklık esasına dayanan aracı kurumlar vasıtasıyle ekonominin muhtaç bulunduğu sermayenin sağlanabileceğini ileri sürmüşler ve bunu uygulamalarla da isbat etmişlerdir.
Son olarak laisizm örneği üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği üzere Batı'da laisizm, akıl ve bilimin 17. asırdan itibaren adım adım kilise doğmalarına ve sultasına karşı zafer kazanması ile oluşmaya başlamış, sonunda Tanrı'nın ve kilisenin dünya hayatına (bilim, düşünce, eğitim, sosyal düzen ve düzenlemeler) yön vermesini kesin olarak engelleme dini kiliseye ve fertlerin vicdanlarına hapsetme noktasına ulaşmıştır. Laiklik asırlardan bu yana oluşan Batı değerleri, varlık ve bilgi telakkisinin tabii meyvalarından biri olmuş, hristiyanlık (kilise) da varlığını asgarî boyutlarda da olsa koruyabilmek için kendini ona uydurmak, güce boyun eğmen durumunda kalmıştır. Hristiyanlığın aslında olmasa bile Roma hristiyanlığından bu yana bu dinin aldığı şeklin de, laisizmin Batı'da sindirilmesine müsbet etkisi olmuştur. Batı laisizmi benimsemek ve kültürünün vazgeçilmez bir unsuru kılmakla kalmamış, onu evrenselleştirmek üzere harekete geçmiş, tılsımlı telkin, eğitim ve propaganda araçları ile bu amaca da ulaşmıştır. Modernistin ölçüsü Ba-tı'nın evrensel (!) değerleri ve ilkeleri olduğuna göre artık laisizmi müslümanların da benimsemeleri kaçınılmaz olmuştur. Zaten "müslüman toplumlar tarafından algılanan çağdaş laisizmin bütün içeriği İslâm'ın hakiki kaynaklan Kur'an ve Sünnet ile bütünleşebilir" hükmü Önemli düşünürler tarafından dile getirilmiş, yeni modernist nesillere, "çağdaş laisizmin islâmîleştirilmesi" vazifesi verilmiştir. Buna karşı gelenekçilere göre İslâm vazgeçilmez unsurları arasında ferdin ve toplumun Allah'a teslimiyeti, her karar ve davranışında O'nun rızâsını gözetme zarureti, gerçeklik ve değer hükümlerinin de aklın yanında ve üstünde ilâhî kaynağa (vahye) güven duygusu ve inancı... vardır. Müslümanlara mahsus İslâm kültür ve medeniyetinin temelini oluşturan varlık, bilgi ve değer anlayışı, Batı'nınki ile tamamen ters istikamet ve mahiyette olduğu için laisizm de İslâm'ın bünyesine sinmez, onunla bütünleşemez, ayrıca dinin özünü teşkil eden "insanın Allah ile derûnî ilişkisinin varlığı, devamı ve yeni nesillere intikali uygun bir çevre ve çerçeveyi zaruri kılmaktadır. Bu çevre ve çerçeve şerîattir, îslâmm siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî, ahlâkî nizamıdır. Bu sahaları akla ve nefse bırakmak, dinin özünü de yokluğa bırakmak, yok olmaya mahkûm etmek demektir.[559]
Yakın zamanlara kadar birçok Batı ülkesinde kadına eksiksiz bir hukukî şahsiyet ve ehliyet tanınmazken asırlarca önce İslâm ona tam bir hukukî şahsiyet ve ehliyet tanımış, onları erkeklerin vesayetinden kurtarmıştır. Kadın her nevî akdi yapar, mülk sahibi olur, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur, ne babası, ne kocası, ne de bir başkası ona müdahalede bulunabilir. İslâm kadınla erkeğin insanlık, fazilet, Allah'a makbul kul olma bakımlarından eşit olduklarını açıklıkla vurgulamış, yaratılıştan gelen ve birbirini tamamlayan farklı kabiliyet ve özelliklerini göz önüne alarak toplum hayatında iş bölümü öngörmüş, bu iş bölümünde öncelikleri belirlemekle beraber ihtiyaç (zaruret) bulunduğunda rollerin değişmesine kapıyı kayıpı açık tutmuştu. Bu genel çerçeve içinde kadının şahitliği konusuna geldiğimizde, bazı konularda kadının şahitliğinin hiç kabul edilmemesi, bazı konularda ise bir erkek şahidin yanında iki kadın şahidin istenmesinin, kadının insanlık değeri konusunda bazı tereddütlere yol açtığını görüyoruz. Fıkıh kitaplarındaki açıklamalara göre zina suçunun sübutu için dört erkek şahide ihtiyaç vardır. Bu konuda kadınların şahitlikleri makbul değildir. Buna karşı yalnızca kadınların bilgi sahibi olabilecekleri durumlarda sadece onların şahitlikleri makbuldür. Bu iki konu dışında erkek şahit yanında kadın şahidin şahitliği -meselâ borç ilişkilerinde- bütün müctehidlerce caiz görülmekle beraber, ilgili âyet delil gösterilerek "bir erkeğin yanında iki kadın "şahit" bulunması şart koşulmuştur. Âyet şöyle diyor:
"... Erkeklerinizden iki şahidin tanık olmalarını sağlayın. Eğer iki erkek şahit olmazsa, razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve-biri doğrudan saptığında diğer şahit ona hatırlatsın diye -iki de kadın şahit olsun... "[560] Âyetde kadın şahidin iki olmasının gerekçesi açıkça ifade edildiğine göre bundan "kadının değer ve insanlık yönünden erkekten aşağıda tutulmuş olması" gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Gerekçe insanlık değeri, üstünlük veya aşağılıkla ilgili olmayıp, tamamen "unutma, şaşırma, yanılma" ile ilgilidir ve hakkın, adaletin yerini bulması amacına yöneliktir. îbn Mâce ve Ebû-Dâvûd'un rivayet ettikleri "Göçebenin (bedevinin) şehirli hakkında şahitlik etmesi caiz, değildir" mealindeki hadîs de böyledir.[561] Burada şahitliği kabul edilmeyen kadın değil, erkektir, gerekçe bede-vînin insanlık seviyesi bakımından adaletin gerçekleşmesine, hakkın ortaya çıkmasına katkıda bulunma imkânının sınırlı oluşudur. Durum böyle olunca burada araştırılması gereken husus, kadının bazı konulardaki şahitliğinde tek başına yeterli olmamasının, cins olarak ebediyyen onunla beraber olacak bazı özellik ve vasıflarına mı, yoksa geçici, bazı zaman ve zeminlerde bulunan, bazılarında bulunmayan vasıflarına mı dayandığıdır. Eğer hükmet emel teşkil eden, gerekçe olan vasıf her zaman nadir olmayan ölçülerde bulunan bir vasıf ise hükmün devam etmesi tabiidir. Kültür ve medeniyetin belli dönemlerinde bulunmakla beraber -nadir oluşlar müstesna- geride bırakılmış ise hükmün de değişmesi gündeme gelecektir. Meselâ hadîste geçen göçebenin şehire yerleştiğini, eğitim seviyesinin değiştiğini, yahut şehire yerleşmediği halde iletişim araçları geliştiği için bilgi ve görgüsünü arttırma imkânı bulduğunu düşünelim; bu taktirde hüküm değişecek, onun şahitliği makbul ve caiz-olacaktır. Kadının da tek başına şahitliğinin geçerli olmasını gerektiren vasfı, özelliği geçici midir, devamlı mıdır? Modernist yorumcuya sorarsanız öyle fazla ince eleyip sık dokumaya gerek yoktur; bu hüküm mazide kalmış sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik şartların ürünüdür; bugün şartlar değişmiş, kadm değişmiştir; şahitliğin amacını gerçekleştirmek bakımından kadın ile erkek arasında fark kalmamıştır; şu halde kadında erkek gibi gerektiğinde şahit olur ve şahitliği geçerlidir. Gelenekçiye göre böyle bir hükme varabilmek için mesele bazında ciddi araştırmalara ihtiyaç vardır. Bu meselede iki noktanın aydınlatılması gerekir:
a) Çağımızda kadının değişmesi ve -iddia doğru ise- şahitlik yönünden erkeğe eşit hale gelmesi, fıtratın kadına biçtiği kemâl yönünden bir gelişme midir, yoksa bir geriye gidiş midir? Eğer birinci ihtimal doğru ise böyle bir değişmenin yaygın olarak gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılır. İkinci ihtimal doğru ise İslâm kadınında böyle bir değişme beklenemez, hoş görülemez ve teorik olarak buna hüküm bina edilemez,
b) Kadının şahitliğinin ihtiyatla karşılanmasını ve tedbir alınmasını gerektiren psikolojik özellikleri gerçekten ve yaygın olarak değişmiş midir? Bu konuda elde ne gibi araştırma sonuçlan, belgeler ve bulgular vardır? Bu İki nokta aydınlığa kavuşturulduktan sonra kadının, tek başına şahitliğinin geçerliğini engelleyen özelliklerinin değiştiği ve bu değişmenin bir gelişme mahiyetinde olduğu hem ilmî, hem de İslâmî değer ölçülerine uygun olarak ortaya çıkarsa ancak o zaman “âyetin belli bir duruma ve şarta bağlı hüküm getirdiğinden, bu durum ve şartın değişmesi sebebiyle hükmün de değişebileceğinden" bahsedilebilir.
Şunu da eklemek gerekir ki, malî haklar ve borçlar konusunda kadının şahitliği ile ilgili yukarıda meali verilmiş bulunan âyet şifahi şahitlikle ilgilidir. Yazı ve imzanın yaygın olmadığı bir dönemde başvurulan usul de budur. Kadının dikkat, ilgi, etkileşim konularındaki farklı psikolojisi hem konuşulan ve görülen hususların zaptı, hem de zamanı geldiğinde hakkın isbatı için ifade edilmesi bakımından ihtiyatı gerektirebilir. Yazı ve imzalı şahitlik yaygın ve geçerli hale gelince -meselâ bir borçlanma alım-satım, kira akdi yazılı hale getirilip kadın da bunu okuduktan sonra şahit olarak altını imzalayınca-şahitlik konusu olayda yanılma, unutma, onu ifade ederken şaşırma ihtimalleri ortadan kalkar ve âyet, bu mânadaki şahitliği kapsamaz.[562]
Çağımızın Batılı kadını kendisine yabancı olan, mahrem akrabası olmayan erkeklerin yanında en azından başını, boynunu, kısmen gerdanını, kollarını ve diz kapağı hizasından aşağıya kadar bacaklarını açmakta, ayrıca sayılan yerlerini güzel göstermek üzere tedbirler almakta, makyaj yapmaktadır. Modern, çağdaş, ileri olmanın ölçüsü Batı olunca bu tarz giyinme ve açma da çağdaş medeniyetin gereği olarak görülmektedir. Buna karşı İslâm dininin ana kaynakları (Kur'ân ve Sünnet) kadınların, evlenmeleri caiz bulunan erkeklere karşı örtünmelerini, el, yüz ve ayaklar hariç bütün vücutlarını uygun elbise ile kapatmalarını ve açıkta kalan yerlerini de güzel göstermek, buralara dikkatleri çekmek için tedbir almamalarını emretmektedir.[563] Batıyı örnek alan, Batılı değerleri ve uygulamaları evrensel sayan bazı modernistler İslâm kadınının da Batılı kadın gibi açılmasını gerekli görmekte, bunu çağı yakalamanın bir gereği bilmekte, bu sebeple ilgili nasları tevile çalışmaktadırlar. Tevil iki noktadan yapılmaktadır:
a) Örtünmeyi emreden nasların üslûbundan hareket ederek bunların bağlayıcı emir olmadığını, tavsiye mahiyetinde bulunduğunu ileri sürmek,
b) Örtünme emrini o devrin örf ve âdetine, sosyo-kültürel şartlarına bağlamak, Kur'ân'ın ahlâkî gayesinin iffeti korumak ve zinayı önlemekten ibaret olduğunu, iffetin korunması halinde açılmanın -amaca aykırı olmadığı için- İslâm'a göre caiz olacağını ileri sürmek. Bu iddiaya karşı, biz, gelenekçi İslâm yorumcularıyle beraber kadının örtünmesinin gerekli bulunduğu inancında olduğumuz için karşı delilleri vermek ve konuyu tartışmakta fayda görüyoruz. Bilindiği üzere bir metnin yorumunda üç usul vardır. Tarihî yorum, lâfzî yorum ve gâî yorum. Önce âyetlere lafzî ve târihî yorum açısından bakalım:
Örtünme ile ilgili âyetler iki sûrede yer almıştır. Ahzâb süresindeki âyet, iffeti korumaya yönelik örtünme ile değil, hür müslüman kadınları böyle olmayanlardan ayırmaya yönelik özel kıyafetle ilgilidir.[564]
"Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (dışarı çıkarken) üstlerine örtü almalarını (cilbâb adı verilen dış giysiyi bürünmelerini) Şöyle; bu onların tanınmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar..." Âyette, cilbâb denilen ve vücudu baştan ayağı örten dış giysinin kullanılmasının sebebi açık olarak zikredilmektedir, "tanınmaları, diğerlerinden ayırt edilmeleri ve bu sebeple incitilmekten kurtulmaları". O devirde henüz köle ve cariyeler bulunduğu için çarşıda pazarda bunlara sataşılır, el ve dil ile rahatsız edildikleri olur. İslâm bir yandan bu gibi davranışları önlemeye çalışırken, diğer yandan, cariye sanılarak hür kadınların da rahatsız edilmelerini önlemek üzere tedbir almıştır. Bu tarihî olgu, cilbâb adı verilen dış giysinin bütün devirlerde müslüman kadınlar için gerekli bulunmadığını anlamada önemli bir yorum ve delil olmaktadır. Âyetin sonunda yer alan ve gerekçeyi açıklayan kısım da bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırmaktadır. Şu halde tarihî şartlar değişip, ya toplumda cariye kalmadığında -ki bugün böyledir- yahut da ayırımı sağlayacak başka bir alâmetle diğerlerinden ayrıldığında- cilbâb emri bağlayıcı olmaktan çıkacaktır.
Nûr süresindeki âyet, iffeti korumaya yönelik örtünme ile ilgilidir:
"Mümin erkeklere söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi- sağlar; Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle gözlerini sakınsınlar, iffetlerini korusunlar, görünen dışında zînetlerini (çekici ve güzel yerlerini, süslerini) açıp göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine kavuştursunlar, Zinetlerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız-kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cariyeleri veya kadına ihtiyacı kesilmiş olup haneden geçinen erkekler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Kurtuluşa ermeniz için hepiniz tevbe ederek günahtan dönün." Tarih, siyer ve hadîs kaynakları İslâm'dan önce kadınların nasıl giyindikleri ve nerelerini açıkta bıraktıkları hakkında sağlam ve açık bilgiler vermiştir. Buna göre kadınlar takılarını, süslerini göstermek için bunları taktıkları yerlerini açıkta bırakır, gerdanlıklarının görünmesi için de başörtülerini yakalarının üzerinden bağlamak yerine arkalarına doğru uzatırlardı. Bir örtünme inkılâbı yapan âyet, mezkûr âdetleri hedef almakta, onları ortadan kaldıran emirler vermektedir: "süsleri göstermeyin, ayaklarınızı yere vurmayın, başörtünüzü önden yakalarınızın üzerinden bağlayın..." Yâni örtünme konusunda Kur'ân-ı Kerîm, o günkü sosyo-kültürel şartlara uymuyor, onları devam ettirmiyor, aksine değiştiriyor, inkılâp yapıyor. Bunun gerekçesini, aşağıda gelecek olan gâî yoruma bırakarak lâfzî yorum açısından kelimelere ve üslûba baktığımızda, emrin bağlayıcı (tavsiye değil, vücûb için, kesin olarak örtünmeyi sağlamaya yönelik olduğunu gösteren sağlam deliller ve karineler görüyoruz:
1) "Söyle korusunlar, açmasınlar, gösîermesinler..." şeklindeki emirler, gelenekçi yorumcu ve usulcülerin çoğuna göre kesinlik ifade eder, bağlayıcıdır, gereğini yerine getirmek farzdır.
2) Gazzâlî gibi "emrin bağlayıcı olduğunu gösteren karineler vardır:
a) "Örtünülürse daha iyi olur, bunda hayır, edebe uygunluk, ecir vardır...." gibi yumuşak bir üslup kullanılmamış, "söyle sakınsınlar, ifetlerini korusunlar, örtünsünler, açıp göstermesinler..." şeklinde kesin ifadeler kullanılmıştır,
b) Tavsiye üslûbunun sınırını çok aşan detaylara girilmiş, nerelerin nasıl örtüleceği, hangi şartlarda kimlere, nerelerin gösterilebileceği açıklanmıştır,
c) Âyetin sonunda tevbe tavsiye edilmiş, böylece aksine davranışın günah olduğuna işaret edilmiştir,
d) Örtünme emri gözlerin haramdan sakınması ve iffetlerin korunması emrine bağlanmış ve aradaki ilişkiye işaret edilmiştir.
Örtünme âyetine gâî yorum açısından bakıldığında önemli ve açık ipuçları bulunduğu görülecektir. Sâri (Allah Teâlâ) örtünme emrinin hemen başında bunun gerekçesini açıklamıştır. "Söyle gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar, şuralarını şunlara karşı örtsünler..." Bu gerekçe, İslâm'ın ahlak ilkeleri ve değerleri bakımından erkek ve kadının cinsî cazibe taşıyan yerlerini açmaları, karşılıklı olarak buralara bakmaları ile iffetlerini korumaları arasında sıkı, değişmez bir ilişkinin bulunduğunu varsaymaktadır. İslâm'a göre zina eden iffetsizdir, iffetini koruyamamıştır. Bir erkeğin kadına, bir kadının erkeğe şehvetle bakması, dokunması da zinadır, cinsî temasta bulunması da zinadır, iffetsizliktir. Cinsî yönden karşılıklı tatminin tek meşrii yolu evliliktir. Erkek ve kadınların, evli olmadıkları karşı cinsten biri ile bakma, dokunma ve birleşme şeklindeki cinsî alışverişleri iffetsizlik sayılmış ve yasaklanmıştır. Bütün bu hüküm ve anlayışların temeli, İslama özgü varlık, bilgi ve değer anlayışıdır. Bu açıdan bakıldığı zaman Batılı değerler ve değerlendirmelerin çok farklı olduğu görülecektir. Batı'da yasak ve ayıp olan tecavüzdür, bir ölçüde de evlilerin zinasıdır. Bunların dışında evli olmayan kadın-erkek arasındaki cinsî alış-veriş ne ayıptır, ne de günahtır (seküler Batı'da günah yoktur, ayıp da değişken bir kavramdır). Ortada böylesine derin ve uzlaştırılması imkânsız farklılıklar varken iffet ve örtünme konularına Batı hayat tarzı ve değer ölçüleri ile nasıl yaklaşılabilir? Batı'yı bir yana bırakarak İslâm'a, İslâm'da örtünme ile iffeti koruma arasındaki ilişkinin sabit olup olmadığına bakalım denilirse, sağlıklı bir hükme varabilmek için şu noktaları düşünmek, tartışmak ve araştırmak gerekir:
a) İslâm'ın iffet anlayışı,
b) İffeti koruma açısından örtünme ve açılmanın etkisi. Bunlardan birincisine yukarıda kısaca temas edilmişti. İslâm'a göre iffet, nihâî olarak gayr-i meşru cinsî hayattan uzak durmaktan ibaret olsa bile aynı zamanda bunu sağlayan tedbirleri ve davranışları da içine almaktadır. Bu sebeple giyiniş (veya giyinmeyiş) ve davranışları ile başkalarını tahrik eden, günah işlemelerine sebep olan erkek ve kadınların -İslâmî mânada- iffetlerine gölge düşmektedir. Gerek erkek ve gerekse kadının, karşı cins için genellikle cazip, çekici, cinsî duygulanma ve tahriki etkileyici yerlerini örtmeleri, uygun giysilerle kapatmaları Kur'ân ve Sünnet kaynaklarında gerekli görülmüş, açılma ve gösterme ile iffeti koruyamama arasında bir bağın, sabit bir ilişkinin bulunduğuna işaret edilmiştir. Günümüzde bilim ve tecrübe de bunun aksini isbat etmiş değildir. Kapalı bir kadın belki tecessüs ve merak konusudur, açık bir kadın ise şehvetli bakışlann odak noktası olmaktadır. Normal ölçülerde çağdaş bir açıklığın böyle bir sonuç doğurmayacağı iddiası veya varsayımı -samîmi ise- yalnızca bir iddia ve varsayımdan ibarettir ve daha ziyade açıklığın şartlandırdığı gözler için gücünü ve duyarlılığını fıtrattan sapmayarak korumuş olanlar için karşı cinsin bütün vücudu çekici olabilir. Âyetler ve hadîsler ihtiyacı göz önüne alarak hem bazı şahısları, hem de vücudun bazı kısımlarını örtünme yükümünden muaf tutmuş, mamafih yine de gözlerin sakınmasını istemiştir. Muaf tutulan kısım, âyette ve ilgili hadîslerde kadınlar için "elle, topuktan biraz yukarısından aşağıya doğru ayaklar ve saç bitiminden çene altına kadar yüz" olarak belirlenmiştir. Tarih boyunca hiçbir İslâm âlimi, zaruret bulunmadan daha fazlasının açılabileceği kanâatine varmamıştır. (Yakın zamanların modernist yorumcularını hesaba katmıyoruz). Erkekler için istisna, göbekten yukarısı ile dizden aşağısıdır. Bu iki sınır çevresinde, farklı rivayetlere dayalı küçük görüş farkları mevcutur. İşte İslâm kadını ve erkeği bu sınırlar içinde örtünme emrini yerine getirecek, böylece kendi iffetini koruma tedbiri aldığı gibi, başkalarının korunma çabalarına da katkıda bulunmuş olacaktır. Önemli ve gerekli olan örtünmedir, hangi giysilerler, hangi biçimde örtünüleçeğî hususu ise İslâmî değerler içinde oluşacak modaya ve estetik tercihe kalacaktır. Örtünmenin gerekçelerine dikkat edilirse, örtünme tedbîrinin yalnızca örtünenin iffeti ile ilgili olmadığı, daha ziyade başkalarının korunmasına yardım ve katkı mahiyetinde bulunduğu anlaşılacaktır. Bütün bunlar normal şartlar ve durumlarda söz konusudur. Fevkalâde durumlar, şartlar ve zaruretlerin kendilerine mahsus, uygun ve rahatlatıcı hükümleri vardır.[565]
Kadının, ev içinde ve dışında genel olarak çalışmasının, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yardımcı olmasının caiz olduğunda ittifak edilmiş, yalnızca bunun, evli bir kadına gerekli (vazifesi) olup olmadığı tartışılmıştır. Ebû-Hanîfe, Şâfi'î, Mâlik evlenme akdinin mevzuuna ve doğurduğu hukukî sonuçlara bakarak kadının böyle bir vazifesi olamıyacağmı, Hz. Zübeyr'in eşi Esmâ'nın, Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma'nm bu gibi işlerde çalıştıklarını ifade eden hadislerin, hatta Hz. Fâtıma'nın ve Ali'nin şikâyetleri üzerine Hz. Peygamber'in, evin iç işlerini kızı Fâtıma'ya, dış işlerini de damadı Alî'ye yüklemiş olmasının bağlayıcı olmadığını, ihtiyaca, örf ve âdete dayalı olarak tavsiye niteliğinde bir çözüm olduğunu ifade etmişlerdir.[566] İslâm'da çalışmayı, ibâdetten, ev işlerinden cepheye kadar uzanan bir faaliyetler bütünü olarak aldığımızda kadının çalışmasına bir engelin bulunması şöyle dursun, teşvik edildiği rahatlıkla söylenebilir. Bu konuda bir sınırlama, bir yönlendirme varsa bu, kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan farklı özellikleri ve kabiliyetlerine bağlı önceliklerle ilgilidir. Kadının öncelikli işi ev idaresi, çocuk bakımı ve eğitimdir. Erkeğin öncelikli işi ise fizik güce dayanan işlerdir, ihtiyaç ve zaruret hallerinde rollerin değişmesine bir engel yoktur.
Kadının kamu görevi konusu daha ziyade tartışılmıştır. Kaynaklara bakıldığında bu tartışmanın, bağlayıcı, kısıtlayıcı naslardan çok örf, âdet ve ihtiyaca, başka bir ifade ile zamanın sosyo-kültürel ve ekonomik şartlarına dayandığı anlaşılmaktadır. Kamu görevi icra, idare, kaza, savunma ve teşrî olarak düşünüldüğünde sonuncunun üzerinde bir ihtilâf söz konusu değildir. İslâmda teşrî vahye, içtihada, şûraya ve devlet başkanının tercihine dayanmaktadır. Kadının başkanlığı konusu aşağıda ele alınacaktır. İctihad selâhi-yeti ve meşverete katılması (şûra üyesi olması) konusunda ise önemli bir karşı görüş mevcut değildir. İlk devrin İslâm kadınları arasında, erkeklerin ilmî hatalarını bulan ve düzelten müctehid kadınlar yetişmişti. Hz. Âişe'nin bu kabil tashihleri, Zerkeşî tarafından toplanmış ve "et-Icâbe limâ istedm-kethu Âişe ale's-sahâbe" ismiyle bir kitap olmuştur. Kûreyş'mn bir hanımın, bir kararında Halîfe Ömer'e karşı çıktığı, mesciddeki toplantıya gelerek kadınların haklarını savunduğu ve halîfenin de onu haklı bularak kararından geri döndüğü meşhurdur. [567]Savunma konusunda kadınların, Hz. Peygamber hayatta iken vazife aldıkları, ordunun geri hizmetlerinde çalıştıkları, gerektiğinde fiilen savaşa girdikleri ve düşmanla vuruştukları bilinmektedir. Nesîbe (veya Nuseybe) el-Mâziniyye isimli ensârdan bir hanım, ikinci Akabe bey'atinde bulunmuş, Uhut garbinde müslümanların bozguna uğradıkları ve Hz. Peygamber'in çevresinde bir avuç insanın kaldığı bir zamanda, elinde kılıç O'nu korumuş ve önemli yaralar almıştır. Hâlid b. Velîd kumandasında Yemâme harbine iştirak etmiş, bu savaşta büyük yararlık göstermiş, on iki yerinden yara almıştır.[568] Kadının amme görevi ile ilgili olarak en fazla tartışılan iki konu hâkimlik ve devlet başkanlığıdır.
1. Hâkimlik: Bu konuda üç görüş vardır:
a) Kadın hiçbir davada ve mahkemede hâkim olamaz. Müctehidlerin çoğuna ait bulunan bu görüşüp açık bir naklî delili yoktur. Kadının özellikleri, yükümlülükleri ve devlei başkanı olamamasından hareketle bu sonuca varmışlardır,
b) Kadın şahit olabildiği konularda ve davalarda hâkim de olabilir; yani ceza davaları dışında kadının hâkim olması caizdir. Bu görüş Hanefî mezhebi müctehidleri ile İbn Hazm'a aittir. Bu müctehiciler, kadının devlet başkanı olamamasının, hâkim olmasına engel teşkil etmeyeceğini savunmuşlardır,
c) Kadın her nevi davada ve mahkemede hâkim olabilir. Bu görüş İbn Cerir et-Taberî ve el Hasenu'l-Basrî'ye aittir. Bu müctehidler, ictihad edebilen ve fetva verebilen bir insanın (kadının) tabii olarak hâkim de olabileceğini, selâhiyetini sınırlayan bir delilin bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.[569] Gerek Hz. Peygamber ve gerekse Râşid Halîfeleri zamanlarında kadınlara hâkimlik görevi verildiğinde, bu cümleden olarak Şifâ bt. Abdillah ve Semra bt. Nuheyk'ın pazarda ortaya çıkan ticarî ihtilâflarla ilgili davalara baktıklarına ve bu arada pazarın kontrol görevini de üslendiklerine göre [570] kadınm hâkimlik görevi konusunda dîni kaynaklara dayanan bir engelin bulunmaması gerekir. Bundan ötesi ihtiyaç, öncelik prensibi ve diğer şartlarla ilgili olmalıdır.
2. Devlet başkanlığı: Kadının devlet başkanı ve vali, kaymakam gibi yüksek düzey yöneticisi olmasının cevazı tartışılmış, fıkıhçılar genellikle bu konuda menfî görüş sahibi olmuşlardır. Bu görüşü benimserken dayandırdıkları delil bir hadîs yanında özellikleri, devlet başkanlığını -ki imamlık ve ordu komutanlığı da bu görev çerçevesine girmektedir- yürütmesine engel durumları ve yükümleri, İslâm tarihi boyunca uygulamada kadın devlet başkanının "bulunmamasıdır. Buhârî başta olmak üzere bazı hadîs kitaplarında nakledilen hadîsin hem doğuşunun hem de rivayetinin konumuz bakımından önemli gerekçeleri var: Hz. Peygamber (s.a.s.) çevre ülkelerin devlet başkanlarına birer elçi ve mektup göndererek onları hak dine davet etmişti. Bu meyânda İran hükümdarına da bîr mektup göndermiş, hükümdar mektubu okuduktan sonra parçalayıp atmıştı, bu haber kendilerine ulaşınca
"Onlar da paramparça olsun" buyurmuş, daha sonra hükümdar ölüp kızını hükümdar yaptıklarını haber alınca da:
"İşlerini bir kadının idaresine bırakan kavim felah bulmayacaktır (başarı ve mutluluğa ulaşamıyacaktır)" demiştir. Sahabe'den Ebû-Bekre bu hadîsi, bir kararını etkileyecek şekilde yorumlayarak neklediyor:
"Allah Rasûlünden duyduğum bir sözden faydalanmasa idim az kalsın Cemel savaşında savaşacaktım." [571]Hz. Peygamber'in bu sözü söylemesini hazırlayan sebepler göz önüne alınmadan, hemen bütün fikıhçılar onu, Ebû-Bekre gibi yorumlamış, genel bir kanun gibi almış ve kadının devlet başkam olamıyacağı, hatta amme görevi alamıyacağı hükmünü daha çok buna dayandırmışlardır. Bu arada aile ilgili bazı âyetleri de [572] delil olarak ileri sürmüşlerdir. Modernist ve gelenekçi okulların kavşak noktasında yer alan bazı yorumculara göre devlet başkanlığı da dahil bulunmak üzere kadının kamu görevini engelleyen bir nas mevcut değildir. Tam aksine kadınların bu görevlerde istihdam edilmesinin caiz olduğunu gösteren naslar ve uygulamalar vardır. Karşı tarafın en güçlü delil olarak ileri sürdükleri hadîsin çeşitli rivayetleri vardır, bazı rivayetlerde ifade daha yumuşaktır. Ayrıca Hz. Peygamber'in genel-geçer bir kaideyi değil, belli bir toplumun akıbetini haber vermeye yönelik olduğuna karine teşkil etmektedir. Önce paramparça olsunlar buyurulup sonra da "bir kadını başlarına geçirdiklerini duyunca" felah bulmayacaklarının haber verilmesi, bu gelişmenin (kadının hükümdarlığa getirilmesinin) Hz. Peygamber tarafından iyiye alâmet görülmediği açıktır; ancak bunu, kadının amme görevinde istihdamının caiz olmadığına delil saymak -aşağıda sıralanacak olan karşı deliller sebebiyle mümkün değildir; hadîsi "bunu yapan İranlılar felah bulmayacaklardır", yahud da "devlet başkanlığı görevinde öncelik erkeklere ait iken buna riâyet edemiyecek hale gelen toplum felah bulmayacaktır" şeklinde anlamak en uygun yorum olsa gerektir.
Hz. Peygamber ve râşid halifeleri zamanlarında kadınların ictihad ettikleri, hüküm ve fetva verdikleri, hâkimlik yaptıkları, savaşa katıldıkları, yönetimin kararlarını etkileyecek siyâsî faaliyetlerde bulundukları yukarıda örnekleriyle ifade edilmişti. Bunlara ek olarak kadının devlet başkanlığı da dahil bulunmak üzere gerektiğinde kamu görevi yapabileceklerini gösteren delilleri şöylece sıralamak mümkündür:
a) "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velîleridir (evliya); iyiyi emreder; kötüyü menederler, namazı kılar, zekâtı verir. Allah ve Rasûlüne itaat ederler, Allah'ın esirgeyeceği kimseler işte bunlardır; Allah sonsuz izzet ve hikmet sahibidir."[573]
Bu âyet açık bir şekilde ve hiçbir şekilde ve hiçbir sınır getirmeden mümin erkekler gibi mümin kadınlara da velayet (velî, evliya) hakkı getirmekte, erkekler gibi kadınlara da toplumda değerlerinin korunmasını kontrol ve temin vazifesi vermektedir. Kadının bu vazifeyi hem kadınlara, hem de erkeklere karşı yerine getirmek durumunda olduğuna da "her biri diğerinin, birbirlerinin velisidir..." ifadesi delil teşkil etmektedir.
b) Kur'ân-ı Kerîm'de, Nemi sûresinde Hz. Süleyman ile Saba melikesi (hükümdarı) Belkıs arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Buna göre Hz. Süleyman'a, Yemen'de bir kadın hükümdarın bulunduğu, büyük bir refah ve debdebe içinde ülkeyi yönettiği, ancak hak dinden sapmış bulundukları ve güneşe tapınmakta oldukları... haber verilir. Hz. Süleyman onlara bir mektup gönderir ve kendilerini hak dine davet eder. Belkıs bir müstebit değildir, devlet işlerini danışma yoluyla yürütmekte, meclise (mele') getirmeden hiçbir kararını uygulamaya koymamaktadır. Mektup mecliste müzâkere edilir, meclis üyeleri ülkenin yeterince güce sahip bulunduğunu savaşı kabul edebileceklerini, yine de karan kendisine bıraktıklarını söylerler. Belkıs: "Hükümdarlar bir şehre girince orayı harabeye çevirir, bozup dağıtır, ahalisinin aziz olanlarıtjı zelil hale getirirler, hep böyle yaparlar..." diyerek meseleyi hediye göndermek ve görüşmeler yapmak suretiyle çözmeye çalışacağını sözyler, bu/yoldan yürüyerek Hz. Süleyman'a hediyler gönderir, bilâhare kendisi de gider, görüştükten sonra hak dini kabul eder ve "Rabbim ben kendime zulmetmişim, Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oluyorum" der.[574]
Bu târihi hâdise İslâm öncesine ait bulunmakla beraber Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılmakta, müslümanların bundan ibret ve örnek almaları istenmektedir. Belkıs yönetiminin aleyhinde hiçbir şey söylenmemekte, onun bilgisini, ileri görüşlülüğünü, yönetim becerisini gösteren sözleri ve davranışları nakledilmektedir. Tain yeri geldiği ve münâsebet düştüğü halde bir ülkeyi kadının yönetmesinin kötü sonuçlar doğuracağına ait bir işarete bile yer verilmemektedir.
c) Hz. Âişe'rîin başkanlığında gfeli'şen Cemel vak'ası açık bir siyâsî muhalefet hareketidir ve bu harekette, Hz. Âişe'nin yanında yer alan büyük sahâbîler vardır.
d) Devlet başkanı erkek de olsa baz'i görevlerini yetişemediği için başkalarına yaptırabilir. Kadın da imamlık ve 'komutanlık gibi vazifeleri erkeklere yaptırabilir.
Sonuç olarak denebilir ki: İslâm'da kadının, gerektiğinde kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir nas mevcut değildir. Aksine bu kapıyı aralayan deliller mevcuttur. Tarih boyunca kadının kamu görevlerinde nisbeten az istihdam edilmiş, devlet başkanlığı görevinde ise hiç bulunmamış olması vakıası, Doğu'ya ve müslünıanlara mahsus değildir, bütün dünyada, geçmişte ve günümüzde bu uygulamanın hâkim olduğu görülmektedir. Bu tarihî getrçek de İslâm'ın tezini güçlendirmektedir: Allah Teâlâ insan için mukadder olan kemâli gerçekleştirmeleri amacıyle erkek ve kadına, birbirini tamamlayan farklı özellik ve kabiliyetler de vermiştir. Bu özellik ve kabiliyetler), aksine bir ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça tabii bir işbölümünü ve öncelikler sistemini beraberinde getirmektedir. Bu cümleden olarak devlet başkanlığımda Öncelik erkeklere aittir; bu görevin gerektirdiği fıtrî donanım daha ziyade erkeklerde vardır, bununla beraber ihtiyaç ve zaruret bulunursa kapı kadınlar için de açıktır.
Bu makaleyi, Toyota firmasının sahibi Eiji toyodanın eşi Bayan Toyoda ile yapılan bir röportajdan bir bölümü aktararak bitirmekte fayda görüyorum:
Soru: Savaş yıllarından sonra büyük mucize yaratarak bir sanayi devi haline gelen Japonya'dan kadının rolünü öğrenmek istiyorum. Mucizede kadının rolü ne ölçüde etkindi acaba?
Cevap: Burada, sizin deyiminizle Japon mucizesinin arkasında tabii ki, kadının payı çok büyük olmuştur. Evet, belki erkeklerimiz bizden daha fazla çalışmış, daha büyük fedâkârlıklarda bulunmuşlardır ama onlara bu enerjiyi sağlamada kadının yarattığı huzurun payı da gözardı edilmemelidir. Ancak bütün bunların ötesinde, Japon kadının, ülkenin kalkınmasını sürdürecek yeni nesillerin eğitimine verdiği önemle bu kalkınmada etkin bir rol oynamıştır. Her ana-baba bunun için büyük çaba sarfetmişlerdir. Bana sorarsanız mucize, belki de bütün bunları yaparken, yani çocuklarını yarına ciddi bir disiplin içinde hazırlarken kadınsı duygusallıklardan önemli bir parçayı onlara yansıtmayı başarmalarında yatmaktadır.[575]
Bazı çevrelerde İslâm'ın, kadın haklarını son derece kısıtladığı, kadını peçeye sokup dört duvar arasına kapattığı, onun kişiliğini yıprattığı, ezdiği iddia edilmektedir.
Tanınmış bir dergide "Eşitsizliğin kaynağı İslâm mı"? Başlığı altında bir yazı yayınlanmıştı. Doçent titrini taşıyan yazar, İslâm'dan önce Orta Asya ve Arabistan'da kadının, daha özgür olduğu savını ileri sürüyordu. Varsayımlarını da herhalde tanımadığı için olacak İslâm kaynaklarına değil, İslâm'a karşı pek de sempatik olmayan Avrupalı yazarlara dayandırıyordu. Margaret Smith:
“İslâmiyet'ten önceki köle olmayan Arap kadınlarının, bugünkü İslâm kadınlarından çok daha özgür olduklarını ileri sürüyormuş. Ona göre İslâmlığı ikinci ve üçüncü yüzyıllardaki aşırı baskısı, kadını bugünkü durumuna indirmiş.”
Evvelâ İslâm'dan önceki ve sonraki kadının Arap toplumundaki yerini Margaret Smith'den değil, Arap ve İslâm kaynaklarından öğrenmek gerekir. Saniyen Margaret Smith, aktanlan cümlesinde, İslâmiyet'in, kadını bugünkü durumuna indirdiğini değil, İkinci ve Üçüncü asırdaki baskının onu bu hale getirdiğini söylüyor. İkinci ve Üçüncü asırdaki anlayış başkadır, orijinal olarak İslâm başkadır. Şimdi biz, kadının Arap toplumundaki yerini tesbit etmek için, onun İslâm'dan önceki durumunu gözden geçireceğiz.
İslâm'dan önce kadın, iddia edildiği gibi özgür değildi. Erkek gibi savaşamaz, ailenin namus ve şerefini koruyamaz düşüncesiyle kız çocuğun doğmasından utanç duyulurdu. Bu yüzden Arap kabileleri arasında küçük kız çocuklarını öldürenler, diri diri toprağa gömenler olurdu. İşte Kur'ânı Kerîm, asırlarca bu anlayış içinde bulunan toplumun davranışını şiddetle kınamaktadır:
"Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjledendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Şimdi ne yapsın, onu hakaretle tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün (diye düşünür)? Bak ne kötü hüküm veriyorlar".[576]
"Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü (zavallıcık ne suç işlemişti ki öyle diri diri toprağa gömülerek öldürüldü) dîye".[577]
Yeni müslüman olmuş bir Arap, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e şöyle demişti:
“Ey Allah'ın Peygamberi, müslüman olduğumdan beri İslâm'ın tadını tam alamadım. Çünkü cahillik devrinde bir kızım vardı. Karıma onu süslemesini emrettim. Sonra onu götürüp yüksek bir uçurumdan aşağı attım.
"Baba, beni niçin öldüreceksin?" demişti. Onun bu sözünü hatırladıkça içim yanıyor, hiçbir şey beni teselli etmiyor.”
Peygamber (s.a.s.), İslâm'ın, câhiliyye devrinde işlenen günahları sileceğini buyurmuş ve onu tevbe ve istiğfara davet etmiştir.[578]
Kur'ân, toplumun bu anlayışını değiştirerek kız çocuğunun da erkek gibi Allah'ın lûtfu olduğunu, Allah'ın, dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk vereceğini söylemiştir:
"Göklerin ve yerin sahibi Allah'tır. O, dilediğini yaratır, Dilediğine kızlar, dilediğine erkekler bahşeder. Yahut onları çift çift yapar: Hem dişi, hem erkek verir. O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir. "[579]
Ayette erkekten önce, kız çocuğunun lütuf olarak anılması Kur'an'ın kadına verdiği önemi göstermez mi?
İslâm'dan önce yalnız cariyeler değil, hür kadınlar dahi miras yoluyla vârislere intikal ederdi. Adam öldüğü zaman başka kadından doğmuş oğlu veya akrabası, ölenin karısının üzerine elbisesini atar: "Malına vâris olduğum gibi karısına da vâris olurum" derdi. Böylece kadın ona kalır, dilerse kadını başka biriyle evlendirip karşılığında para alırdı, dilerse kendisi onunla evlenirdi. Kadın istesin, istemesin fark etmezdi. İşte İslâm, kadının böyle mal gibi elden ele geçmesini yasaklamıştır. Nisa Sûresinin 4/19. âyetinde şöyle buyrurur:
"Ey inananlar, (akrabanızın kadınlarına) zorla vâris olmanız size helâl değildir. Onlara verdiğiniz saçının bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayınız. Şayet açık fuhuş yaparlarsa başka; Onlarla iyi geçininiz."
Bazı insanlar, vasisi bulundukları yetim kızların mallarını ele geçirmek için onlarla evlenir, ama gerçekte onlardan hoşlanmazlardı. Sırf malın başkasına geçmesini önlemek için böyle yaparlardı. Evlendikten sonra da hayatı onlara zindan ederlerdi. İşte Nisa Suresi'nin ikinci ve üçüncü âyetleri, yetimlerin mallarını yemeyi, mallarına konmak için onlarla evlenmeyi yasaklamıştır:
"Yetîm kızlarla evlendiğiniz zaman onlara karşı adaletle davranamayacağızından korkarsanız, başka kadınlarla evleniniz."
Tenkit edilen bir husus da İslâm'ın, dörde kadar kadınla evlenmeye müsaade edişidir. Evvelâ şunu belirtmek lâzımdır ki bu bir emir değil, müsaadedir. Buna müsaade eden Nisa Suresinin üçüncü âyetinin sonunda bir kadınla yetinilmesi öğütlenir:
"Eğer kadınlar arasında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alınız! Yahut cariyelerinizle yetininiz. Cevr ve zulüm yapmamanız için en uygun olan budur."
İslâm'dan önce erkek, istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Bazı kimselerin 5, 10, 15, 20 hatta daha fazla kadınları vardı. Çok kadınla evlenme âdeti, eski toplumların birçoğunda geçerli idi. Eski Hindular, sınırsız kadınla evlenmeyi mubah gördükleri gibi Lidyalılar, Babilliler, İranlılar, Yahudiler istedikleri kadar kadınla evlenirlerdi. Kitabı Mukaddesat göre Hz. İbrahim'in iki karısı vardı. Yakub'un birkaç karısı vardı.[580]
Hz. Davud'un, yüz karısının olduğu, Tevrat'tan ve Kur'ân-ı Kerîm'den anlaşılıyor. Hz. Süleyman'ın 700 karısı, 300 cariyesi vardı.[581]
Talmud, erkeğin evleneceği bütün kadınları ihtiyaçlarını giderecek derecede güçlü olması şartını getirdi ise de kadın sayısını sınırlamadı, Avrupa ile Batı Asya'nın çeşitli yörelerinde yaşayan Trakyalılar, Medler, plajlarda pek fahiş derecede çok kadınla evlenmeye alışkın idiler. Kadının bir eşya gibi miras kaldığı, hibe olunduğu, vasiyetle devredilebildiği Atina'da da erkek, dilediği kadar kadınla evlenebilirdi.[582]
Görülüyor ki hiç de iddia edildiği gibi İslâm'dan önce kadının durumu öyle parlak değildi. İslâm geldiği zaman mevcut toplumların birçoğunda uygulanmakta olan pek çok kadınla evlenmeyi sınırlamış, en fazla dört kadınla evlenmeye müsaade etmiş, bunu da şartlara bağlayarak kısıtlamış ve bir tane ile yetinilmesini tavsiye etmiştir.
İslâm, kadını horlandığı mevkiden alıp yükseltmiş, erkeği de kibir ve gururundan aşağı indirmiş, iki cinsi kulluk ve insanlık mertebesinde eşit saymıştır. Birçok âyetlerde erkek ve kadına birlikte hitabedilir. Kur'ân-ı Kerîm, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamladıklarını, birisi olmadığı takdirde diğerinin de olmayacağını, insanlık bakımından aralarında bir fark bulunmadığını söylemiştir. Kur'ân şöyle diyor:
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, (günahlarından) en çok korunanızdır."[583]
"O'dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, gönlünün ısınması için eşini de kendisinden var etti.”[584]
“Rableri onlara şöyle dedi: Ben sizden, erkek-kadın hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim, hep birbirinizdensiniz.”[585]
“Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa onu (dünyada) hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini, yaptıklarının en güzeliyle veririz!”[586]
Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (gönülden Allah'a) sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden kadınlar; (İşte) Allah, bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."[587]
İddiaya göre "Bütün dünyada toplumsal durumları en kötü olan kadınlar, müslüman ülkelerinde yaşayanlarmış." Acaba bu görüş bir istatistiğe yahut dünya çapında yapılmış bilimsel, ciddî bir araştırmaya mı dayanıyor? Bizzat gidip Hindistan'da, Güney Amerika yerlileri arasında, Afrika'daki ilkel kabileler arasında incelemeler mi yapılmış ki böyle kesin bir yargıya varılıyor? Hayır, sadece bu konuda, kasden yarım olarak alınan bazı âyet ve hadisler, çürük savlara kanıt olarak ileri sürülmektedir.
Ayetlerin bir cümlesiyle hüküm verilemez, onları tüm olarak ve genel konteksi içinde mütâlâa etmek gerekir. Bektaşiye demişler:
“Erenler niçin namaz kılmıyorsun?”
“ Allah Kur'ân'da "Namaza yaklaşmayınız"diyor,” demiş.
“İyi ama demişler, âyetin devamını okusana: "Ey inananlar, sarhoş iken namaza yaklaşmayınız ki ne dediğinizi bilesiniz". Neden öyle yarım okuyorsun?”
“O kadarım bilmem, ben hafız değilim demiş.”
İşte bazıları da aynı düşünce ile âyetleri yarım yarım alarak ters biçimde yorumlamıştır.
"Hz. Muhammed, Veda hutbesinde “Kadınları hafifçe cezalandırabileceklerini” söyler. Fakat Peygamber bazen daha da serttir: "Sizlere kadınlardan daha büyük bir talihsizlik bırakmadım” dediği söylenir” diyor, yazarın, Peygamber'e atfetiği ikinci cümle uydurmadır, bu sözün Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sözlerini, söylendiği ortam ve şartlar içerisinde değerlendirmek gerekir. Hz. Peygamber, kadına kocasına karşı cevap verme özgürlüğü dahi tanımayan bir topluma, kadınlara iyi davranmalarını öğütleyerek şöyle buyuruyor:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti diye aldınız. Allah'ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza, sizin istemediğiniz bir kimseyi yatırmamaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa onları hafifçe dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlama, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır. "[588]
Bu hadîsin, Tirmizi'deki şekli de şöyledir:
“Kadınlara hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar sizin emrinizdedir. Onlara başka türlü davranmaya hakkınız yoktur. Şayet açık bir fuhuş yaparlarsa onları yataklarında yalnız bırakınız ve hafif bir şekilde dövünüz. Size itaat ederlerse onlara başka türlü davranmayınız.”[589]
Görüldüğü üzre Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlara iyi davranılmasını emrediyor. Şayet onlar, yabancı bir erkeği eve alır, kocalarının yatağına yatırırsa onları hafifçe dövmeye müsaade ediyor.
İslâm toplumlarında kadının, yabancı bir erkeği, kocasının izni olmadan içeri alması, hem de kocasının yatağında yatırmış olması bir namus meselesidir, büyük bir suçtur. İslâm'dan önceki Arap toplumunda da suç idi. Bu takdirde erkek, karısını öyle döverdi ki bir uzvunu sakatlar, onu yaralardı. Dövmenin bir haddi yoktu. İşte Peygamber (s.a.s.) bu takdirde dahi kadının, merhametsizce değil, hafifçe dövülmesini öğütlüyor. Bu tavsiye, kadının durumunu düzeltmekten başka nedir? Peygamberin bu öğüdü, Nisa Suresinin 35. âyetine uygundur:
"Allah, bazı kimseleri, diğerlerinden üstün kıldığı ve erkekler, mallarından harca (yıp kadınların geçimini sağla) dıklan için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itaatkâr olup Allah'ın kendilerini korumasına karşılık (Allah'ın verdiği başarı ile) gizliyi korurlar (kocalarına gizlice ihanet etmezler). Dikkafahhk, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt veriniz, (bununla yola gelmezlerse) yataklarından ayrılınız, (bununla da yola gelmezlerse) dövünüz. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayınız."
Yaratılışta bazı hususlarda erkek vücudu kadın vücudundan daha güçlüdür. Bazı hususlarda da kadın daha üstündür. Çünkü Allah öyle yaratmıştır. Âyette, "Allah erkekleri kadınlara üstün kıldı" denmiyor. "Bazı kimseleri, diğerlerinden üstün kıldı" deniyor. Genellikle erkek vücudu daha dayanıklıdır. Erkekte siyaset ve yönetim yeteneği daha fazladır. Ama kadında da duyarlılık, merhamet duygusu erkekten üstündür. Her cinsin diğerine karşı üstün olan meziyetleri bulunur. "Allah bazı kimseleri, diğerlerinden üstün kılmıştır" cümlesinde buna işaret vardır.
Aile reisi olmalarının ikinci sebebi de erkeklerin, çalışıp kazanmaları, kadınların mehirlerini vermeleri, geçimlerini sağlamalarıdır. Kadının geçimini sağlamak, erkeğin üzerine farzdır. Kendilerini himaye edip geçimlerini sağlamalarına karşılık kadınların da kocalarına itaat etmeleri gerekir. Allah'ın, kendilerini koruması, muvaffak kılmasiyle, namuslarını, kocalarının bütün haklarını korurlar. Karı-koca arasında gizli kalması gereken şeyleri kimseye söylemezler.
Kocasına itaat eden iyi huylu kadınlar yanında kocasının sözünü dinlemeyen, devamlı söylenerek evde huzursuzluk çıkaran kadınlar da vardır. İşte âyetin ikinci şıkkında böyle huzursuzluk eden kadmlan eğitmenin metodu gösterilmektedir. Önce kadına tatlı dille öğüt vermeli, hatta bazı hediyelerle gönlünü kazanıp yola getirmeye çalışılmalıdır. Böyle yola gelmezse kadından ayrı yatmak etkili olabilir. Çünkü kocasını seven kadın, onun kendisinden ayrı yatmasına dayanamaz. Hatasından dönebilir. Fakat kadın bununla da yola gelmezse son çare olarak hafifçe dövülebileceği söylenmiştir. Dövme, başvurulabilecek son eğitim metodudur. Başka eğitim yolları denemeden bu yola gidilmez. İslâm hukukuna göre döverken aşırılıktan sakınmak, kamçı ve değnek ile değil, bükülmüş mendille veya elle vurmak, yüze göze vurmamak gerekir. İbn Abbâs ve Atâ, misvak ile dövülebilir demişlerdir.[590]
Düşünmek lâzımdır ki bu metotlar, 1400 yıl önce getirilmiştir. O zaman kadını dövmek, sakatlayıncaya kadar dövmek normal bir şeydi. Böyle sert anlayışlı bir toplumda Kur'ân, getirdiği bu hükümlerle kadına karşı yapılan muameleyi düzeltmiş, dövmeyi hafifletmiş ve en son eğitim çaresi olarak göstermiştir. Öyle ise iddia edildiği gibi Kur'ân dövmeyi emretmemiş, yumuşatmış ve ondan önce güzellik metodunun kullanılmasını emretmiştir. Bugün dahi bütün okullardan dövme metodu kalkmış değildir. Gerek Avrupa'da, gerek doğudaki toplumlarda 20-30 yıl öncesine kadar dövme, bir eğitim vasıtası olarak kullanılmıştır. Bizleri de modern okullarda öğretmenlerimiz dövmüştür. Bu sözlerimle dövme metodunu övmüyorum, ancak gerçeği söylüyorum.
Dediğimiz gibi dayak, İslâm'ın teşvik ettiği bir metot değil, fakat çaresiz kalındığında son ümit olarak başvurulacak bir usuldür. Başka ıslâh metodu varken hemen dayağa başvurmak, hiçbir suretle hoş görülmemiştir. Kadın insanın kölesi değil, hayat arkadaşı, en yakın dostudur. Canı sıkılınca nefsini tatmin, öfkesini gidermek için ikide bir de ona dayak atmak, sonra da onunla aynı yatakta yatmak uygun bir hareket değildir. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur.
"Daha ne zamana dek, biriniz karısını, cariyesini döver gibi dövecek, belki günün sonunda da onunla birleşip yatacaktır?"[591]
Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmamış, zaman zaman onların dünyalık, refah istekleriyle kendisini rahatsız etmelerine de ses çıkarmamıştır. Hz. Ömer, şöyle diyor:
"Biz Kureyşliler, karılarımızın sözünü dinlemezdik. Medine'ye geldik, Medinelilerin, karılarının sözleriyle gezdiklerini gördük. Bizim kadınlarımız da onların kadınlarından öğrenip, bize karşılık vermeye başladılar. Bir gün karıma kızdım. Çünkü yapmak istediğim bir şeyde bana:
“Şöyle yapsan daha iyi olur,” dedi.
“Sen kim oluyorsun ki benim işime burnunu sokuyorsun,” dedim. Karım:
“Sen, sana karşılık verilmesini istemiyorsun ama kızın, Allah'ın Resulüne öyle karşılık veriyor ki Peygamber, bir günü kırgın, dargın geçiriyor,” dedi."[592]
İşte, kadınlarının, bir fikir beyan etmesine dahi müsaade etmeyen bir ortamda Peygamber kadınların durumunu yükseltmiş, onlara iyilik edilmesini emretmiş:
"Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olandır.”[593]
“Kadınlara ancak kerim olanlar ikram ederler. Onlara kötülük edenler leîm (kötü insan) lerdir.”[594]
“En güzel dünya nimeti: zikreden dil, şükreden kalb ve insanın, inancına göre yaşamasına yardımcı olan kadındır.”[595]
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümüzün bebeği kılınan namaz."[596]
İddiaya göre "Kur'ân-ı Kerîm'in Bakara Suresinin 178. âyetinde öc almak için öldürülecek insanlar arasında kadın, özgür insan ile köle dışında üçüncü bir sınıf oluşturuyor." Söz konusu edilen âyet şöyledir.
"Ey inananlar, öldürmede kısas, size farz kılındı (Katilin de öldürülmesi gerekir). Hür yerine hür, köle yerine köle, kadın yerine kadın..."
Câhiliye çağında kabileler, kendilerini birbirlerinden üstün görürlerdi. Şayet kuvvetli kabilenin kölesi öldürülse yerine hür bir erkek; hür bir erkek öldürülürse yerine iki hür erkek, kadın öldürülse, yerine erkek öldürmek isterlerdi. Böylece o kabile, kendi kölelerinin, başkalarının hürlerine; kadınlarının, başkalarının erkeklerine; bir erkeklerinin, başkalarının iki erkeğine denk olacak kadar şerefli olduğunu gösterirdi. İşte âyette ancak köle karşılığında köle, kadın karşılığında kadın, hür erkek karşılığında hür erkek öldürüleceği bildirilerek bütün kabilelerin ve insanların eşit olduğu, herhangi bir kabilenin veya milletin, ötekinden farkı veya üstünlüğü bulunmadığı anlatıldı. Âyetin maksadı, kadını üçüncü sınıf olarak saymak değil, her yerde aynı cinsten insanların birbirine eşit olduğunu belirtmektir. Bunu başka şekillerde yorumlamak doğru değildir. Âyet, bütün kadınların birbirine denk, erkeklerin birbirine denk olduğunu belirtiyor. Hiçbir kabileye veya millete üstünlük tanımıyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in:
"Eğer bir insana secde etmesini buyuracak olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim."[597] mealindeki hadise gelince bu hadis gariptir. Peygamber'in böyle söylediği çok şüphelidir. Gerçekten Peygamber (s.a.s.)'in böyle söylediğini kabul etsek bile bu sözün amacı kadını kocasına itaate, ona saygılı davranmaya teşviktir. Aile saadeti, karşılıklı sevgi ve saygıya bağlıdır. Ailenin reisi erkektir. Müslüman aile reisi, karısına karşı kaba davranmaz. Müslüman kadın da kocasına saygı gösterir. Eğer ailede sevgi ve saygı olmaz da kadın kendi başına buyruk, çocuklar kendi başlarına buyruk olursa o ailede mutluluk ve birlik, dirlik olmaz.
Bakara Suresinin 228. âyeti, boşanmış olan karı kocayı birleşmeye teşvik etmektedir:
"...Kocaları barışmak İsterlerse kadınlarını geri almaya daha çok hak sahibirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerindeki hakları, bir
derece fazladır."
Erkeklerin bir derece fazla hak sahibi olmaları, aile hayatının kuruluşundan ileri gelir. Aile reisi erkektir. Aileyi korumak, bakımını sağlamak erkeğin görevidir. Bu görevlerine ve yükümlülüklerine karşılık ona bir derece fazla hak tanınmış olması, adaletsizlik midir? Her toplulukta bir başkan, yönetici lâzımdır. Başsız yönetim olmaz. Toplumda en küçük idare birimi ailedir. Aileye de bir baş, yönetici lâzımdır ki hayat düzenli yürüsün. Öteden beri topluluklarda âile reisi erkektir. Aile reisi erkek ise onun hakkı yani onun oyu daha ağırlıklıdır. Nitekim dairede müdürün, Fakülte dekanının, Mecliste başkanın, hükümette başbakanın, devlette Cumhurbaşkanının oyu daha ağırlıklı, hakkı diğerlerinden fazladır. Yönetimin doğal gereği budur. Bunda ga-ripsenecek ne var? Bugünkü laik toplumlarda da aile reisi erkek değil midir? Batılı ailede kadın, tamamen kendi başına buyruk mudur? Bırakın insanları, hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar göstermiştir ki erkeğin dişisine karşı bir ağırlığı, etkenliği vardır. Yaratılış kanunlarını değiştirmek mümkün değildir.
Bazı yazarlar tarafından anlamı çarpıtılan Bakara: 2/223. âyetinin mânâsı şudur: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varınız."
O günkü yahudilerden bazıları, kadınla şu veya bu şekilde cinsel ilişkide bulunurlarsa, doğacak çocuk şaşı olur, derlermiş. İşte bu münasebetle inen bu âyet, kadına, normal yoldan, istenilen biçimde varılabileceğini bildirmiştir. Âyet, kadını tarlaya benzetiyor. Tarla ürün verdiği gibi kadın da ürün verir. Ona varmaktan asıl maksat, şehvet tatmini değil, çocuk sahibi olmak, nesli devam ettirmektir. Allah, kadın ve erkeğe şehvet duygusunu da birbirlerine yaklaşıp birleşmeleri, neslin devam etmesi için vermiştir. Kadın, şehveti tatmin aracı değil, şehvet neslin vasıtasıdır. Nesil de ancak belli yere varmakla ürer. İşte âyette
"O belli yere hangi yandan dilerseniz oradan varabilirsiniz" buyuruluyor.
Evet, cinsel birleşmenin amacı çocuktur. Fakat kör şehvet duygusu, özellikle şu yirminci yüzyılda birçok insanların ruhunu sarmış, onlarda şehvet, vâsıta değil, gaye olmuştur. Bazı çevreler, açık saçık filmler, sinema ve dergilerle, her türlü yayın araçlarıyla insanların kafasını şehvet hisleriyle doldurup onları ilimle uğraşmaktan alıkoymak, bozmak, dejenere etmek isterler. Böyle sürerse insanlık değerlerini yitirecek, şehvetten başka bir şey düşünmeyen nesiller, toplumun başına belâ olacaklardır.
Şâhidlik sorununa gelince: Evet İslâm, bazı konulardaki şahitlik meselesinde iki kadım bir erkeğe denk tutar. Bunun sebebi erkeği kadından üstün görmesi değil, kadının erkeğe göre daha unutkan olmasıdır. Çünkü çocuklarının terbiyesi, evinin tertip ve düzeni gibi birçok işlerle meşgul oan kadın, aynı zamanda çok hassas olması yüzünden zamanla unutkan olur. Bundan dolayı borç senedi yazımında: "Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa razı olacağınız şahitlerden bir erkek ve iki kadın şahitlik etsin. Tâ ki kadınlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatsın..."[598] buyurulmuştur. Demek ki İslâm'ın borç yazmaya şahitlik hususunda iki kadını bir erkeğe denk tutması, borcun unutulmasını önlemek içindir, yoksa kadını küçük görmek için değildir.
Bu, genellikle erkeklerin uğraştıkları borç, ticaret gibi meselelerde böyledir. Ama doğum, süt emzirme gibi kadınlara mahsus işlerde bir tek kadmm tanıklığı bile kâfidir.
Mirasta kadına, erkeğin yansı kadar pay verilmesi de erkeğin üstünlüğünden değil, başka bir hikmetten ötürüdür. Bu hükmü getiren Nisa Suresinin 11. âyetinde, aile hayatının sonucu olarak ortaya çıkan miras hukuku izah edilmektedir. Aile hayatında geçim yükü, genellikle erkeğin omuzlann-dadır. Erkek, hem kendisini, hem de karısını olmak üzre en az iki kişiyi beslemek zorundadır. Bunun yanında küçük çocuklarını, annesini, babasını geçindirmek de erkeğe düşer. Oysa kadın, kocasını beslemek zorunda değildir. Kadına ya kocası yahut oğlu veya kardeşleri bakar. Bazı kadınlar, bizzat çalışarak geçimlerini sağlasalar da bütün kadınlar bu durumda değildir. Bundan asırlarca önce kendi geçimini sağlayan kadın çok nadirdi. Âyetlerin indiği şartları düşünmek gerekir. Kadına başkaları tarafından bakılır, kadm himaye edilir. Erkek ise karısını, ailesini, hâmisi olmayan kızkardeşlerini himaye eder.
İşte hem kendisine, hem karısına, çoluk çocuğuna, gerektiğinde annesine, babasına, kizkardeşlerine bakmak, onların geçimlerini sağlamak zorunda bulunan erkeğin, icabında yine kendisinin bakıp himaye edeceği kızkardeşinden bir kat fazla miras alması, adalete aykırı değildir. Zira erkek, bir kadını getirip ona bakacak, kız ise başka erkek tarafından bakılacaktır. Toplumun düzeni böyledir.
Âyette dikat edilecek önemli bir husus da vardır ki o da erkek gibi kadına da borç ve vasiyet hakkının tanınmış olmasıdır. Ölen kimse, erkek olsun, kadın olsun, borcu verilip vasiyyeti yerine getirildikten sonra geri kalan mirası taksim edilir. Bu, kadına bütün medenî ve sosyal hakların tanınması demektir. Kadın mülk sahibi olur, miras bırakır, miras alır, vasiyyet eder, vasiyyeti yerine getirilir, borç alıp verebilir. Kur'ân, kadına her türlü mülkiyet ve mülkünde tasarruf hakkını tanıdığı gibi Mümtehine Suresinin 60/12. âyetiyle ona oy verme hakkı da tanımıştır. Halbuki Batı toplumlarında yakın zamana kadar evlenen kadının mülkiyet hakkı yoktu. En ileri ülke sayılan İsviçre'de bile kadınlara oy hakkı verilmesi, daha çok yemdir, birkaç yılı geçmez. Oysa İslâm, onbeş asır önce kadına bütün işlemleri yapma hakkı verdiği gibi nikâh esnasında konulacak bir şart ile kocasını boşama hakkı dahi vermiştir ki bunlar, o günkü dünya şartlarıyle karşılaştırılırsa kadın lehine büyük inkılâblardır. Bunları bir çırpıda inkâr etmek, güneşi balçıkla sıvamaya benzer. Kur'ân indiği zaman kadın, mirastan ve birçok sosyal haklarından yoksun yaşıyor, bir eşya gibi kabul ediliyordu. Kur'ân elinden onu tutup yükseltmiş, hak ve yükümlülükleri olan saygıdeğer bir insan yapmıştır.
İddiaya göre güya Kur'ân, Nisâ Suresinin 4/24. âyetinde evlenme imkânı bulamayan erkeklerin, evli câriyeleriyle cinsel ilişkide bulunabileceklerini söylemiştir. Hâşâ, bu iddia, Kur'ân'a iftiradır. Evli bir kadınla ilişki kurmak, Kur'ân'a göre en büyük namussuzluktur. Kur'ân, namussuzluğa en ağır cezayı koymuştur. Erkek olsun, kadın olsun, zina edenlerin cezası yüz değnektir. Zâniler evli ise, hadislere göre cezaları ölümdür.
Herhalde sayın doçent, Kur'ân'ın rastgele bir mealine bakmış ve yanlış anlamıştır. Evvelâ işaret ettiği âyet Nisa Suresinin 24. değil 25. âyetidir. Âyetin meali aynen şöyledir.
"İçinizden, inanmış hür kadınlarla evlenmeğe gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan inanmış genç kızlarınızdan (cariyelerinizden) alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensizin ( Hepiniz aynı kökten gelmektesiniz. İnsanlık bakımından hür ile köle ve câriye arasında fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyle sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini (mehirlerini) de verin. Eğer evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı (nı uygulamanız) gerekir. Bu (câriye ile evlenme), içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir."
Bu âyette hür kadınlarla evlenmeye mâli gücü yetmeyen kişinin, sahibinden izin alarak câriye ile evlenebileceği belirtiliyor. Sahibi izin verdiği taktirde câriye ile evlenebilir. Câriye evlenince yine efendisinin mülküdür, ona hizmet eder ama efendisi onunla cinsel ilişkide bulunamaz. Eğer bulunursa bu zina olur. Kur'ân, "zina etmemesi şartıyle evlenebilirsiniz" diyor. Ayetin devamında belirtildiği üzre zina eden cariyeye elli değnek vurulur, sahibine de yüz değnek. Sahibi evli ise cezası ölümdür. Acaba Alkan Bey, efendisinin, evli câriye ile cinsel ilişkide bulunabileceği hükmünü bu âyetin neresinden çıkardı?
Sayın yazar, yanlış yargılarına devam ediyor:
"Erkeğe tanınan bu geniş haklara karşılık, zina eden kadın, ölünceye kadar evde hapsedilme cezasına çarptırılabilir" diyor. Evet, İslâm'da ilk önce zina hakkında bu ceza getirilmiştir. Nisa Suresinin 4/15. âyetinde, fuhuş yaptıkları, dört tanıkla saptanan kadınların, ölünceye, ya da Allah kendilerine bir yol gösterinceye dek evde tutulmaları emredilmektedir. Bu âyette belirtilen fuhuş, sevicilik denilen, kadınlar arası cinsel ilişki (homoseksüellik) tir.
Edepsizliğin topluma yayılmaması için bu kadınların, sokağa bırakılmamaları emrediliyor. Allah'ın kendilerine göstereceği yol da evlenmeğe işarettir. Yani evlenirlerse evden giderler, böylece namusları korunur.
16. âyette de erkekler arasındaki homoseksüelliğin cezası belirtilmiştir ki bu da ta'zîrdir. Yani halkın içinde dövülüp rezil edilmeleri, toplumda böyle bir şeyin yapılmaması için başkalarına da böylece gözdağı verilmesidir.
Bu âyetlerde belirtilen hükümler her cinsin kendi aralarında yaptıkları sapık ilişkiler hakkındadır. Asıl zina denilen, kadın erkek arası gayri meşru ilişkinin cezası, herbirine yüz sopa vurmaktır.[599]
Görülüyor ki Kur'ân, fuhuş işleyen erkek veya kadın arasında bir ayrım yapmıyor. İkisini de aynı şekilde cezalandırıyor. Ancak zayıf, kendisini zor koruyabilecek olan cariyenin cezasını indiriyor. Öyle ise Kur'ân'ın, erkeğe kesin üstünlük tanıdığını iddia etmek doğru olamaz.
Sayın yazara göre "Selçuk kadını, İslâmlığı benimsemekle birlikte özgür yaşantısını tümüyle yitirmemiştir. Bilimsel çalışmalarda, hayır işlerinde, sanat çalışmalarında hâlâ kadınların bir ağırlığı vardı. Osmanlıların ilk çağlarında da kadınların toplumsal etkinliği sürdü. Daha sonra tarihin karanlık peçesi arkasına gizlenen kadınların sesleri uzun yıllar boyu duyulmadı..."
Bu sözlerden, sanki İslâm'ın, kadının hürriyetini tamamen elinden aldığı, onu toplumsal hayattan uzaklaştırdığı, fakat Selçukluların İslâmı benimsemekle beraber onun kadınlar hakkındaki katı hükümlerini pek uygulamadıkları anlaşılır.
Tarihte Peygamber devrinden sonra kadının örtünmesi konusunda aşırılığa kaçıklığı muhakkaktır. Ama bu, Peygamber devrinden sonra gelen insanların yanlış anlayışından ileri gemiştir. Bunu İslâm'a mal etmek doğru olmaz. Hz. Peygameber (s.a.s.) devrinde kadınlar câmi'e geldikleri gibi savaşta da geri hizmetlerde çalışırlardı. Peygamber'in hanımları bizzat savaşa katılmış, bazıları hastabakıcıhk yapmışlardır. Meselâ çok genç olan Hz. Âişe, Mustalik Oğulları savaşına Peygamberle beraber gitmişti. Hendek Savaşında yaralanmış olan Sa'd, Rufeyde adında, Eslem'li cerrah bir kadının çadırında tedavi görmüştü.[600] Peygamber (s.a.s.) in hanımları, kendisinden sonra bir öğretmen gibi sahabilere Peygamberin sözlerini öğretmişlerdir.[601]
Batı ülkelerinde kadının ruhunun ohup olmadığı, ibâdet yetkisinin bulunup bulunmadığı tartışma konusu yapılırken; İslam Peygamberi, Allah önünde, erkeğe eşit saydığı kadına, dinî görevlerin en kutsalı olan namazda, arkasındaki cemâate imam olması hakkını dahi tanımıştır.
Kadının kadın cemâate imam olacağında ittifak vardır. Ancak kadının, erkeklere de imam olup olmayacağı, ihtilaflıdır. Biz, fakîhlerin görüş ayrılıklarını bırakıp, Peygamberimizden gelen hadîsi inceleyelim:
Ebû Dâvûd, İbn Hanbel, Hâkim ve İbn Huzeyme'nin rivayet ettikleri hadise göre, kadının, kendi ev halkı olan kadın ve erkeklere imamlık yapması caizdir.
Hanım sahâbîlerden Ümmü Varaka adında bir Ensâr kadını vardı. Kur'ân'ı cem'etmiş (ezberlemiş) olan bu hanıma, Peygamber (s.a.s.), kendi ev halkına namaz kıldırmasını emretmiştir.
Ebû Davud'un kaydettiği ve İbn Huzeyme'nin sahîh gördüğü hadîsin râvîsi Hallâd:
"Ben ona ezan okuyan müezzini gördüm, böyük bir ihtiyardı." demiştir. [602]
Hâkim'in Müstedrek'inde de yer alan bu hadîs[603], Ebû Davud'un başka bir rivayetinde biraz daha ayrıntılı olarak geçer:
"Abdullah İbn Cumey demiş ki:
Ninem ve Abdu'r-Rahmân İbn Hallâd el-Ensârî bana şunu anlattılar:
“Peygamber (s.a.s.), Bedir Savaşına giderken, Nevfel kızı Ümmü Varaka, kendisine:
“Ey Allah'ın Elçisi, dedi, izin ver, ben de seninle beraber savaşa katılayım. Yaralılarınızı tedavi eder, hastalarınıza bakarım. Umulur ki Allah bana şehîdlik nasîb eder!”
Peygamber (s.a.s.) ona:
“Sen evinde kal, dedi, yüce Allah, sana şehidlik nasîb edecektir!” Bundan böyle ona:
“Şehide” derdi.
Kur'ân'ı okumuştu (iyi biliyordu). Peygamber (s.a.s.) den, evinde, kendisini ezan okuyacak birini tutması için izin isteyen Ümmü Varaka, bu izni aldı.
Ümmü Varaka'nın müdebber[604] bir kölesi ve cariyesi vardı. Bu ikisi (herhalde bir an önce özgürlüklerine kavuşmak için) geceleyin kalkıp, Ümmü Varaka'nın ağzına bir bez kapayarak onu boğdular ve çekip gittiler). Sabah olunca (Halîfe) Ömer:
“Onları görüp bilen varsa, getirsin!” diye emir verdi. (Getirilen katillerin) asılmalarını emretti. Medine'de ilk asılanlar bunlardır.[605]
Ömer, onun öldürüldüğü haberini duyunca şöyle demiştir.
“Allah'ın Elçisi'nin dediği çıktı. “Haydi, o şehideyi ziyaret edin!”' demişti."[606]
Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsu'1-Hakk el-Azîmâbâdî, Ebû Davud'un Sunen'ine yaptığı şerhte şöyle diyor:
"Bu hadîs, kadının, ev halkına, erkek bile olsalar namaz kaldırabileceğini gösterir. Zîrâ Ümmü Varaka'nın müezzini, ihtiyar bir erkekti. Ümmü Varaka, müezzine ve cariyesine imam olup namaz kıldırıyordu."
"Ebû Sevr (ö.240), Müzeni (ö.264) ve Taberî (ö.310) bu hadise dayanarak kadının erkeklere imam olmasını caiz görmüşlerdir."[607]
Bütün bunlar, ilk İslâm çağında kadının toplum hayatından uzaklaştınl-madığını gösterir. Kadına peçeyi getiren İslâm değildir. Elbise üstüne baştan aşağı bir örtü örtmek, eski bir Arap geleneği idi. Kadın eğer, örtü almadan dışarı çıkarsa, bazı kimseler onu cariye sanarak ardına düşerlerdi. İşte tanınıp da sataşılmaması için hür kadınlara, geleneklere uygun olarak, sokağa çıkarken (abâye veya cilbâb) denen dış örtülerini üstlerine almaları emredilmiştir.[608]
Henüz örtünme âyeti inmeden önce Hz. Ömer, bir gün çarşıda rastladığı abâyesiz bir kadını çubukla dövmüş, kadın onu Peygamber (s.a.s.)'e şikâyet edince Hz. Ömer kendisini şöyle savunmuş:
“Ya Resulâllah, o kendisini belli etmedi. Ben üzerinde cilbâb görmeyince onu câriye sandım.”
İşte ondan sonra örtünmeyi emreden Ahzâb Suresinin 33/59. âyeti inmiştir.[609] İslâmdan önce de hür kadınların örtünmesi gelenek idi. Ancak bu gelenek dışına çıkan bazı kadınları, gençler câriye sanıp takib edince bunların tanınıp sataşılmaktan uzak kalmaları için örtünmeleri emredilmiştir. Bu, onları evlere mahkûm etmek için değil, tanınıp sataşılmaması içindir. Kur'ân'ın emrettiği örtünme, baştan aşağı dış elbiseyi kapatacak biçimde örtünmedir. Yüzü kapatmak, peçe örtmek gerekmez. Kur'ân, yüzü, el ve ayakları örtünme dışı tutmuştur.[610] Peçe örtmek, sonraki asırlarda âdet olmuştur. Sonradan ortaya çıkmış bu katı anlayışı İslâmın kendisine mal etmek hatâdır.
İslâm, kadına kişilik kazandırmış, ona saygı ve şefkat gösterilmesini, kaba davranılmamasını emretmiştir. Bugün dünyaya örnek olarak gösterilen Avrupa'da acaba kadın, gerçekten mutlu mudur? İslâm ülkelerinde kadın, asla ağır işlerde çalıştırılamaz. Ama Bulgaristan gibi Komünist ülkelerde kadın en ağır ve onur kırıcı işlerde çalıştırılmaktadır. Avrupada 60'şını geçmiş kadınların temizlik işlerinde çalıştıklarını bizzat gördüm. Orada çocuklar, 18-20 yaşlarına gelince yuvalarını terk ederler. Hele evlenen gençler, kesinlikle anne babalarıyle beraber oturmazlar. Eğer kadının kocası da ölmüş ise o, bir dairede yapayalnız kalır. İnsanın, ihtiyar yaşında bir hizmet edene, kendisini seven ve kendisinin seveceği çocuklara, torunlarına ihtiyacı vardır. Konuşmak, dertleşmek ister insan. Avrupalı ihtiyar kadın, bu sıcak yuvayı bulamaz. Kendisini bir köpekle avundurmağa çalışır. Nihayet günün birinde ya bir odanın köşesinde veya hastanede ölüp gider. Acaba hayatının sonunda böyle yalnızlığa terk edilmekten o, çok mu memnundur?
Avrupa'nın kadın erkek ilişkisi de hep karşılıklı menfaate, şehvet duygularına dayanır olmuştur. Artık aşk kalkmış, şehvet oun yerine oturmuştur. Ömür boyunca birini sevmek, ona bağlanmak ne? Her gün biriyle düşüp kalkmak gerekir onlara göre. Evlilik kurumu, günden güne değerini yitirmekte, nikâhsız yaşamalar artmaktadır. Bu başıboşluk, kadını çok mu mes'ut edecektir? Birkaç ay, birkaç yıl sonra fizikî güzelliğini, gençliğini yavaş yavaş yitirince kadının nasıl bir ümitsizliğe, mutsuzluğa düştüğünü Avrupa'yı görenler bilirler
Bizim toplumumuzda 20-25 yıl öncesine kadar anneler, babalar yapayalnız bir eve terk edilmezlerdi. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm: "Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve anneye babaya iyilik etmenizi emretti, İkisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara "öf deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı alçakgönüllülük kanadını indin ve:
"Rabbim, bunlar beni nasıl yetiştirdilerse sen de bunlara (öyle) acı!"de."[611] buyurmuştur. Peygamber (s.a.s.) de "Kime iyilik edeyim?" diyen birine üç defa:
"Annene, annene, annene" demiş, daha sonra babasına komşusuna iyilik etmesini tavsiye etmiştir.
Yine Allah'ın Resulü:
"İhtiyarlık zamanlarında annesine babasına yahut bunlardan yalnız birine yetiştiği halde bunların rızasını kazanarak cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!" demiştir. İşte Allah'ın ve Resulünün sözlerine gönülden bağlı olan mü'minler, annelerini, babalarını bir damın deliğinde yapayalnız bırakmazlardı. Ama şimdi bizde de annesini, babasını yalnız bayramlarda görenlerin sayısı artmaya başladı. Böyle bilimsel araştırmalar (!) ortaya kondukça bu sayının daha çok artacağı anlaşılıyor.
Sayın beyler, çalışınız, araştırınız, Avrupa'nın tekniğini öğreniniz ama boş, tutarsız fikirlerle kendi mukaddes geleneklerinizi sarsmayınız. Millî değerleri zedelemeyiniz. Millet gençlerinin gönüllerinden dinî inançları ko-parırsamz, artık milleti mes'ut edecek, birbirine kenetleyecek ve gerektiğinde vatan uğrunda ölüme götürecek başka kuvvet kalmaz. Kişinin imanı sarsılınca dünyadan umduğunu bulamazsa kurtuluşu intiharda arar. Nitekim inanç zayıflamasıyle birlikte intiharlar da artmaktadır.
İslâm Peygamberi, "Cennet annelerin ayakları altındadır" demiştir. Hangi toplum, kadına, cenneti onun ayakları altına seren İslâm kadar değer vermiştir?[612]
"Türkiye'de Kadın" başlığı altında bugüne kadar ciddî bir araştırma yapılmamıştır. Gerçi aynı şey erkekler için de geçerlidir. Fakat işin ilginç yönü, devlet nizamının erkeklerin kendi yanlarından çıkardıkları hükümlerle şekillendirilmesinin tabiî sonucu olarak, Anadolu'da kadın uzun süre büyük çilelerle karşı karşıya gelmiştir.
Türkiye'de kadın bahsini incelerken, inançların önemini görmemezlikten gelmemiz mümkün değildir. Gerçe, kendisini aydın zanneden ve beyinleri ekonomi ile şartlanmış, birkaç zavallı bizim bu iddialarımızı ilmîlikten uzak olmakla nitelendirebilir. Bunda çekinilecck hiçbir şey yoktur. Herkesi aynı yalanda birleştirmekten başka hiçbir şeye yaramaz hale gelen, Batı düşüncesinin ve müsteşriklerin iddialarının tutarsızlığını ortaya koyacağız. İslâm inancına sahip kadınların yüzyıllarca ezildiği iddiasını ortaya koyan ve bunu bir soğuk harp taktiği şeklinde durmadan yayan Batılı düşünürler, kısa dönemde ülkemizde de uydu kafalara sahip olmuşlardır. Bu Batı ajanı aydınlarımız, İslâm'da kadınlara geniş haklar tanındığını kabul etmekle birlikte, hepsi sanki ağız birliği etmişçesine, kadının cahilliğinden dem vurmuşlardır. Bu cahillik yüzünden kadınların haklarını kullanamadıkları, dolayısıyle ezildikleri fikrini zihinlere şırınga etmekten utanmamışlardır. Halbuki tam aksinin sabit olduğunu isbat etmek durumundayız. İslâmî hükümlere sahip olan devletlerde, kadının ilim öğrenme hürriyetini engelleyen hiçbir hüküm mevcut değildir. Halen nisbî de olsa İslâmî hükümlerle amel edilen ülkelerde bulunan kadınların, okuma yazma yüzdesi, Lâik Türkiye'nin üstündedir.[613] Ayrıca teori-pratik ilişkisini bilemiyecek derecede ahmak olan bu tipler, Türkiye'de kadın haklarının çok yeni birşey olduğu fikrini, ruhlarında bir hastalık haline getirmişlerdir. Mutlaka eskiyi reddetmek ve Batı Emperyalizmi'nin gösterdiği yolda yürümek kaygısındaki bu insanlarla hiçbir meselede anlaşmak mümkün değildir. Bunu canlı bir misalle ortaya koyalım. İl müftülerinin toplandığı bir ilmî seminerde, "Kadınların garp taklitçiliğinden ve emperyalizmin elinden kurtarılmasının ve onların dinî, millî âdâb ve ahlâka riayetlerinin sağlanması, ahlak bozucu sinema ve bunun gibi şeylerin yasaklanması, çıplaklığın önlenmesi" gibi teklifler ortaya konulmuştur.[614] Bu teklifler karşısında, hemen lâiklik silâhına sarılan ve güya kadının kurtuluşundan yana olan bir kalem tutar kadın, "Geriye dönüş yok" iddiasına sarılmıştır.[615] Hangi geriye dönüş? Kadının, Batı Emperyalizmi'nin azat kabul etmez kölesi haline getirilmesi, hor ve hakir kılınması "ilericilik" mi? Nitekim, bu seminerin basındaki akisleri gerçeği ortaya çıkarmıştır. Güya cevap vermek isteyenler, "Efendim, lâiklik-mâiklik" gibi sözler hecelemişlerdir.
Şimdi, en çok iftiraya mâruz kalan, Osmanlı döneminden başlayarak "kadın hakları" konusunu incelemeye çalışacağız. Evet, Osmanlı Devleti'nde kadının hukukî durumunu ele alacağız, onun sosyal hayattaki etkinliğini göstermeye gayret edeceğiz. Osmanlı Devleti'nin en büyük düşmanı, Batı müsteşrikleri olmamışlardır. En büyük düşman içinden çıkmıştır. Jön Türkler, İttihatçılar ve nihayet Cumhuriyetçiler Osmanlı'ya saldırmayı resmî bir görev telâkki etmişlerdir. Fransa'da yerleşip, Osmanlı'ya ağız dolusu küfredenlerin bugün vatanperverliğinden söz ediliyorsa, bunda Osmanlı'nın yıkılmış olmasının büyük payı vardır. Evet, farkında olmadan kendi kendimize küfretmeyi ve bütün iyiliklerin inkârını kanunlaştırdık. Bugün bu hastalığın sancılarını çekiyoruz. Resmî kayıtların Osmanlı'ya düşman olması reaksiyonunun bulmuş, belirli bir grupta Osmanlı'yı olduğundan çok daha farklı göstermek gayretine düşmüştür. Hattâ onu ideal bir İslâm toplumu olarak sunma gayretleri hızlanmıştır. Bu sebeple Osmanlı Toplumu'nda kadının durumunu incelemeye mecburuz.[616]
Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve gelişmesi kısa bir dönemi kapsamaktadır. Gerçekten, iki asır içerisinde dünyanın en büyük devleti durumuna gelen Osmanlı, çeşitli ırk ve renklerin aynı ideal içinde kaynaştığı bir toplumdur. Hukukî açıdan İslâm'a bağlı olan ve İslâm nizamının hâkim olduğu bu devlet, ilmî metodlarla incelenememiştir. Bilindiği gibi ülkemizde bu hususta yazılmış kıymetli eser sayısı çok azdır. Halbuki, Yunan Medeniyeti veya Roma Hukuku sahasında yazılmış eserler oldukça fazladır. İşte bu sebepten, Osmanlı hakkında söylenen her sözde bir eksiklik mevcuttur. Hattâ Cumhuriyet'in ilk yıllarında Osmanlı'dan kalma eserlerin bir kısmının yok edildiği, bir kısmının da açık artırma ile satıldığı gerçeği resmî makamlar tarafından bile sak I an mam aktadır. Dil devrimi neticesinde, çürümeye terkedilmiş eserleri de göz önünde tutarsak, Osmanlı'yı bilmediğimizi açıkça söyleyebiliriz. Yalnız muzaffer olan padişah ve kumandanları savunduğumuz, kaybedenleri de dönmelikle itham ettiğimiz bu devlet, kadına "en büyük mevkii" vermiştir, dersek bu tartışılabilir. Fakat şurasını belirtelim ki, kadın uzun süre İslam'da da kendisine tanınan haklardan faydalanmıştır.
Osmanlı'da kadın haklarının engellendiğini ve onun cemiyet dışına itildiğini iddia eden aydınlarımızın en çok sarıldıkları kaynaklardan birisi, eski Türklerde kadının durumudur. Bilhassa Cumhuriyet'in ilk yıllarında resmî kanaldan yürütülen Türkçülük cereyanı, o noktaya çıkarılmıştır ki, adeta İslâm dininin, Türk'ü yok etmeye yöneldiği iddiaları ortaya atılmıştır.[617] Bu akım kadının muhterem bir mevkiinin bulunduğunu, İslâmiyet'in kadım dört duvar arasına hapsederek bu mevkii elinden aldığı iddiasını açıkça savunmuştur.[618] Bu arada, Atatürk'ün eski Türk'lerde kadına verilen hakları geri getirdiği iddiası da ihmal edilmemiştir. Çünkü bürokrasi ancak bu sayede kendi zulüm düzenini pekiştirebileceğini bilmektedir.[619] Hattâ, Şamanizm'de iyilik tanrılarının kadın olarak gösterilmesini çok ilerici bir hareket olarak alkışlayanlar, İslâm'ın kadına verdiği değeri mümkün mertebe gizlemişlerdir.[620]
Türk kadınının İslâmiyet'e girmekle çok şeyini kaybettiğini iddia eden aydınlarımızın, başlığın insanî olmadığını söylerken bu inancın Türklerin eski dini Şamanizm'den geldiğini gizlemişlerdir. Evet, gerçek budur ve Eski Türklerde "Kalıng" adı verilen bu başlık sistemi, kadını satılır bir mal durumunda tutmuştur.[621] Ayrıca, Eski Türk destanlarına bir göz atılacak olursa, karşılaşacağımız gerçekler, içler acısıdır. Genellikle, kurtta temas kuran kadınlardan bahseder destanlar. Ayrıca, Ayberk'in torunu Ebubekir'in anlattığı bir Efsane'de kadın Arslan'Ia birleşir.[622] Evet, gerçek budur. Destanlarda anlatılmaya çalışılan kadınlar, ancak hayvanlarla denk olmaya layık görülmüştür. Gerçi, erkekler de dişi kurtlarla düşüp-kalkarlar ama, böyle bir sistemin kadınlığı yücelttiğini iddia eden insanların kafa yapılarına acımak mecburiyeti vardır. Allah'ın nizamından kaçabilmek için, bahane arayan bu tipler buldukları her şeye sıkı sıkı sarılmak ve onu hakikat kabul etmek mecburiyetinde hissetmektediler kendilerini. Ve işte bu psikoloji içerisinde, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e "Türklük" adına saldırmışlardır.[623] Bu saldırılar bazen o kadar ileriye götürülmüştür ki, Kur'an'ın, Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından uydurulmuş bir talimat olduğu bile iddia edilmiştir.[624]
Görüldüğü gibi; Osmanlı Devleti'nde Kadın'ın hukukî durumunu dile getirirken, karşımızda ne kadar büyük engeller mevcuttur. Batı Kapitalizmi'nin kadın hususunda yaptığı yozlaştırıcı izahlara, bir de Eski Türk'lerde kadın üzerine uydurulan, sahte güzellik iddiası da eklenince, iş iyice karışmaktadır. Osmanlı Devleti altı milyon kilometre karelik bir alana hükmediyordu. Bu alan içerisinde, değişik ırklar ve değişik kültürler mevcuttu. Önce kadın üzerine bu değişik örf ve âdetlerin büyük etkisi görülmüştür. Elbette buna, aynı Devlet içerisinde ve aynı dinde değişik mezhepler de eklenince tek bir hükmü ortaya koymak imkânsızlaşmaktadır.[625] Biz genel olarak Osmanlı Oevleti'ne hâkim olan kanunların, kadına tanıdığı haklar üzerinde duracağız. Bunu, teorik bir açıklama şeklinde tarif edebilirler, fakat bugün kadınların haklarını elde ettiklerini iddia edenler aym metodu uygulamıyorlar mı? Bu suale hayır diyebilmek mümkün değildir. Aksı takdirde, kadınların kurtuluşu gibi lâflar etmeleri imkânsızdır.
Osmanlı Devleti, zannedildiği gibi teokratik bir devlet değildir. Bu hükmümüzü hemen saçmalıkla itham edecek olan aydınların farkında olmadığı bir gerçek vardır. Teokratik nizam, din görevlilerinin, yani ruhban bir sınıfın idaresidir. Halbuki Osmanlı'yı ruhbanlar idare etmemişlerdir. Dolayısıyla, Batı'da görülen teokratik nizam iddiasını, Osmanlı'nın İslâm'a bağlılığı yüzünden, ona da aym yaftayı takan araştırmacılar, Baü'nın kuklaları gibi hareket etmektedirler. Zîra İslâmiyet'te, Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi bir ruhban sınıfı da yoktur. O halde, Batılıların gözümüze ve gönlümüze koydukları bu saçma saplantılardan kurtulalım.[626]
Kadın üzerinde eserler veren, çağımız araştırmacılarının zannettiği gibi, "Harem ve selâm" ayırımı, Bizans veya İran'ın tesiri ile Osmanlı'da ortaya çıkmış değildir. Haremlik ve selâmlık ayırımı, İslâm'ın getirdiği bir husustur. Bizans ve İran'da böyle bir sisteme rastlamak mümkün değildir.
Hattâ uzun süre İran'a hâkim olan Mazdeizm'e göre, kadın, toplumun ortak malıdır ve nikâh diye birşey asla geçerli değildir. Nitekim, Bizans'ta da haremlik diye birşey geçerli değildir. Birbirini kaynak vererek, yalanı çoğaltmanın hiçbir mânâsı yoktur. Herkes ilk kaynağa inme gayretini göstermelidir. Fakat maalesef bu sahadaki eserler, hep birbirlerini kaynak göstererek, böyle bir yalanı ilmîleştirmek gayretine düşmüşlerdir. Ayrıca, kadın ve erkeğin ayrı ayrı şeylere ilgi duyduklarını kabul eden ve her çeşit yayın organında kadınlara ayrı köşeler ayıran insanların, haremlik ve selâmlığın geçersizliğini iddia etmesi imkânsızdır. Hattâ son yıllarda bizzat kadın gazetesi çıkarmaya çalışan insanlar, farkında olmadan İslâm'ın bu hükmünü ispatlamış olmuyorlar mı? Evet, kadın ve erkek ayrı ayrı şeylere ilgi duyarlar. Bu gerçeği inkâr etmek mümkün değildir.[627]
Dr. Mazhar Osman'ın Tababet-i Ruhiye isimli eseri, kadın-erkek ilişkilerini dile getirirken, iki cinsin farklı şeylere ilgi duyduğunu ve yaygın vasıtalarının kontrol altında tutulmasının zarurî olduğunu belirtmiştir. Görüldüğü gibi, "Haremlik ve Selâmlık" tatbikatı delillerle sabittir. Hele çağımızda, kötülüğün kapısı ardına kadar açılmıştır. Bugün, "Haremlik ve selâmlık" tatbikatı tamamen serbesttir. Halen bunu tatbik eden mü'minlerin varlığı bir gerçektir. Kıyamete kadar da olacaktır.
Osmanlı Devleti'nde kadın, son devrin feministlerinin iddia ettiği gibi, seçme iradesinden mahrum değildir. Bilâkis, İslâm hukuku bu hususta açıklık getirmiştir. Bugün bile, eşini seçme imkânına sahip olmayan kızların varlığı bir realitedir. Demek ki, İslâm hukuku ile alâkalı bir mesele değildir eşini seçebilme hürriyeti. Fakat mutlaka İslâm'ı sorumlu tutmak istiyorlarsa onlara bir ipucu verebiliriz. İslâm çağımızda en çok görülen, flört hayatını kesinlikle kabul etmez. Çünkü İslâm'ın belirttiği ölçüler flörtün zina olduğunu açıkça ortaya koymuştur."[628]
Osmanlı Devleti'nde kadın, fahişe olmaya zorlanmamış, resmî genelevlerinde süründürülmemiştir. Kadın haklarını savunduğunu zanneden devrimbazlara bu gerçeği açıkça belirtelim. Cinsî ahlâka riayet yalnız kadının uyması mecburî bir kaide olarak tutulmamış, zina hâlinde her iki cins, aynı ceza ile cezalandırılmıştır. Eğer günümüzde kadının haklarına kavuştuğu iddialarında samimi iseler, şöyle gözlerini cemiyete bir çevirsinler. Kadın, sadece işçi olarak değil, aynı zamanda büyük bir reklâm aracı olarak sömürülmektedir. İşte Osmanlı'da böyle bir sömürüye rastlamak mümkün değildir.
Tanzimat Fermam'na kadar Osmanlı kadınının mal ve mülk sahibi olamadığını iddia eden insanlara acımamak elde değildir. Çünkü daha ilk kuruluş yıllarında bile, kadın ekonomik yönden hürdür. Kendine nikâh sırasında verilmesi mecburî olan mehri, istediği gibi değerlendirme hürriyetine sahiptir. Ayrıca miras yoluyla da, mal-mülk sahibi olma hürriyeti mevcuttur. Tanzimat sonrası çıkarılan, kadının mal varlığına kavuşacağı iddiası, Batılı anlamda kanun yapma tutkusuna kapılmış, birkaç kukla aydının gayretkeşliğinden başka birşey değildir. Zira, Osmanlı'nın ilk kuruluş yıllarında bile, kendi mal varlığından okullar, hastahaneler, köprüler ve aş evleri yaptıran kadınlara rastlıyoruz.[629] Şimdi, Osmanlı'nın yükselme döneminde, sırf İstanbul'da bulunan ve kadınlar tarafından yaptırılan kütüphaneleri sayalım. Eyüp'te Esmihan Sultan, Üsküdar'da Nurbanû Sultan, Mesihpaşa mahallesinde Saliha Hatun ve daha birçok kütüphaneler, hep kadınlar tarafından inşa edilmiştir. Bunlar sadece saray kadınları değildir. Meselâ, Bağdat vilâyetinde bulunan, Hâile Hatun, Nâzende Hatun ve Adile Hatun Kütüphaneleri, Tarsus vilâyetinde Ayşı Sıdıka Hanım Kütüphanesi. Görüldüğü gibi, kadının mal ve mülk sahibi olması, daha değişik bir ifade ile ekonomik özgürlüğü Cumhuriyet döneminde sağlanmış değildir. Hattâ Cumhuriyet döneminde, kadın ekonomik yönden daha bağımlı hâle düşmüştür. İleride bunun sebepleri üzerinde duracağız.
Osmanlı dönemine yapılan iftiraların en büyüklerinden birisi de, kadınları câhil bıraktığı iddiasıdır. Bu iddia o kadar ileriye götürülmüştür ki, Osmanlı Döneminde bulunan, 13 adet sadece kadınlara mahsus olan İstanbul Medreseleri bile gizlenmeye çalışılmıştır. Bugün İstanbul'da kadınlara Yüksek Öğrenim veren, 13 adet fakülte mevcut mudur? Devrimbazlar bu gerçeği kimin hatırına gizliyorlar? Hep Batı'nın hoşuna gitmek için, değil mi? Şimdi aynı yüzyılda yaşamış, kadın yazar ve şairleri dile getirelim. Sıtkı Ümetullah (1705), Ani Fatma (1710), Faize Fatma (1761), Zübeyde Fitnat (1780), Saffet Nesibe (1837), Nesibe Tevfıka (1844), Leylâ Hanım (1847), Şeref Hanım (1861) ve daha aynı yüzyılda, bilinmeyen şairler. Şimdi aym yüzyılda, yahut da günümüzde yaşayan, Cumhuriyet döneminde yetişmiş kaç şair ve yazar kadından söz edebiliriz?[630] Bu şairlerin hepsi Divan şairidir. Şimdi Divan şiirini yazmayı bir tarafa bırakınız, onu okuyunca anlayabilecek kaç okur-yazar kadına sahibiz? Görüldüğü gibi, Osmanlı haketmediği iftiralara mâruz bırakılmaktadır. Hattâ Osmanlı Devleti'nde, kadın haklarının savunuculuğunu yapan ve Batılı anlamda kadın olmak arzusuyla kıvranan romancı Halide Edip bile, Osmanlı kültürü ile yetişmemiş midir? Onun Cumhuriyet döneminde yetiştiğini iddia etmek, büyük bir saçmalık olmaz mı?
Eğer Türkiye'deki mevcut vakıfları inceleyecek olursak, gerçekten kendisini ilim ve fen sahasında yetiştirmiş binlerce Osmanlı kadını ile karşı karşıya kalırız. Bunlar aynı zamanda toplumun yaralarım saracak, büyük hayır müesseseleri ihdas etmekle meşgul olmuşlardır. Kendi mal varlıklarını, toplumun yaralarını sarmakta kullanan binlerce Osmanlı aydın kadını cahillikle itham edenlerin, zihniyetlerini kavramak mümkün değildir. Osmanlı döneminde, kadınlar tarafından yaptırılan ve vakfedilen okul sayısı, sadece İstanbul'da 73 adettir. Diğer Osmanlı vilâyetlerini de hesaba katarsak bu sayı binleri bulur. Cumhuriyet döneminde, evinde beslediği köpeklere Avrupa'dan mama getirttiren zengin kadınlara rastlıyoruz, fakat böyle gerçekten insanlığın hizmetine eser sunma gayretinde olanlar ise, yok denecek derecede az bulunmaktadır. Hangi eğitim? Eğer cahillik, insanlığın yaralarını sarmak için didinmek ve bütün varlığım bu yolda harca-maksa, Cumhuriyet döneminin hiçbir câhil yetiştiremediğini açıkça ifade edebiliriz. Hattâ Yakup Kadri'nin bir romanında canlandırdığı Şişli Sosyetesi dünyanın en aydın tiplerini sunar insanlığa. İşgal edilmiş İstanbul'da İngiliz subaylarına "kadınları siz kurtardınız" diye, onların boyunlarına sarılıp, emperyalistlere öpücük dağıtan o kadınlar, İttihatçıların yakınlarıdır. İşte İslâm'a bunlar düşman idiler.
Osmanlı döneminde kadının bütün hakları erkeğin iki dudağı arasındadır diyen Cumhuriyet dönemi kadın yazarları ve araştırmacıları, farkında olmadan bir gerçeği gizlemektedirler. Hiçbir zaman İslâm'da boşanma onların zannettikleri veya birbirini kaynak göstererek yaydıkları yalanlar gibi değildir.
Osmanlı Dönemi'nde kadın, İslâm'ın kendisine verdiği haklardan faydalanmıştır. Ancak, değişik ırk ve inançların tek bayrak altında toplandığı böyle bir Devlette, elbette örf ve an'anelerin tesiri ile ezilmiş kadınlar bulunabilir. Nitekim bugün ülkemizde de hâlâ bazı yanlış itikadlar, kadını mahkûm etmektedir. Kanunların bunu engelleme imkânı oldukça sınırlıdır.
Osmanlı kadınını "Ocakbaşı Meleği" ilân eden, bizim yazarlarımızın hayranlıkla okuduğu bir Batılının Osmanlı kadını hakkındaki görüşlerini aktaralım.
"Osmanlı kadınlarının zenginleri, kocalarından fazla korkmazlar. Çünkü gelirlerinin tasarruf ve harcama hakkı kendi ellerindedir. Divan bile kadınlara hürmet eder."[631]
1789 Fransız İhtilâli, sadece Avrupa'yı değil, Osmanlıyı da büyük çapta etkilemiştir. Burjuvazinin devlet yönetimini ele geçirmiş olması, daha önce feodal beylerin safında yer almış olan kiliseyi mahkûm etmiştir. Bu sebeple, laiklik adı verilen ve Allah'ın bütün tasarruflarını inkâr eden ve inancı vicdana hapseden yeni şekil devlet'e hakim olmuştur. Milliyetçilik diye adlandırılan bu değişik devlet anlayışı, Osmanlı içerisinde ilk devirlerden beri var olan, azınlıklar üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa sanayi devrimini tamamlayan Batılı devletler, Osmanlı'yı bir hammadde kaynağı olarak görmeye başlamışlardır. Bunun tabiî neticesi olarak, Osmanlı üzerindeki dış baskılar alabildiğine artmıştır. Yüzyıllarca tek devlet olarak, bütün Müslüman nüfusa hâkim olan Osmanlı içerisinde mevcut olan ırklar arası savaşı kızıştırmak mecburiyeti vardır. Bunu kavrayan Batı, önce Hıristiyan azınlıkları hürriyet mücadelesine çağırmış; uzun yıllar Balkanlarda çete savaşı sürmüştür. Bu sırada, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan hıristiy ani arın savunuculuğunu üzerine alan İngiltere ve Fransa, onlar adına Osmanlı ile pazarlığa oturabilecek noktaya yükselmiştir. İşte Tanzimat Fermanı, böylece hazırlanmış ve Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan, Müslümanlarla-Müslüman olmayanların eşitliğini sağlamıştır. Halk tarafından "Gâvura gâvur demek suçtur." şeklinde karikatürize edilen bu ferman, Osmanlı'yı kurtarmak bir tarafa, düşüşü hızlandırmıştır.
Osmanlı nizamım derinden etkileyen bu ferman, kısa bir dönemde devleti içinden çıkılmaz problemlerle başbaşa bırakmıştır. Üçüncü Ahmed döneminde, kadınların kâfir kadınlara benzememesi için yapılan ferman, arlık hükmünü yitirmiştir. Esasen İstanbul'un nüfusu üzerinde etkili olan azınlıklar, kadın hayatını derinden etkileyecek faaliyetleri sürdürmeye başlamışlardır. Nitekim, yurt dışından getirilen kadınların, sahneye çıkarılmaya başlanılması bu yıllara rastlar.
Avrupalılaşmak artık bir zaruret olarak sunulmaktadır topluma. Kendi kendini inkâr mânâsına gelen bu hareket, çoğunun zannettiği gibi sadece ayanların meselesi değildir. Zira Saray çoktan beri Avrupa ile iyi ilişkiler içerisindedir. Hattâ II. Mahmud'un yapmaya kalkıştığı Islâhat hareketleri enteresandır. Sarığın yerine fes, şalvarın yerine setre pantolon getirmeyi marifet zanneden bu padişaha, Anadolu insanı "Gâvur Padişah" lâkabını takmakta gecikmemiştir. Nitekim III. Selim döneminde de bazı ıslâhatlar düşünülmüştür. Bu iki padişahın dönemi incelenmeye değer. Zira, uzun yıllar Osmanlı'nın vurucu gücü ve fikrin emrindeki yumruk görevini yerine getiren Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması bu döneme rastlar. Elbette Yeniçeri Osmanlı içerisinde Sarayı tehdit eden bir güç durumundadır. Fakat durumun bu noktaya gelmesinde sadece Yeniçeri'yi suçlamak imkânsızdır. Devletin nizamının düzgün işlediği dönemlerde Yeniçeri, en büyük asker durumundadır. Zamanımızda da, Yeniçeri'nin "Dönmelikle" suçlanması bir gerçeği vurgulamaktadır. Halbuki tarihimizle övünürken, "Ulubatlı Hasan'lardan, Malkoçoğullarından" dem vururuz. Onların dönmeliği üzerinde durmayız. Onlar da, hıristiyan ailelerin çocuklarıydı ama kendi kavimlerine en büyük darbeyi vurmuşlardı. Hattâ Ulubatlı Hasan, sadece İstanbul'un surlarına bayrak çekmekle kalmamış, köhne bir medeniyete de son vermiştir. Duruma bu açıdan bakınca bir gerçek ortaya çıkmaktadır. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra, Osmanlı düzenli bir orduya sahip olmamıştır. Kurulmak istenen ordulara, Avrupa'dan kumandan getirme hastalığı ise, tam bir moda şekline dönüşmüştür. Bu durumu gözden kaçırmayan yazarlarımızdan bir kısmı, Yeniçeri'nin kaldırılışında Saray oyunlarını güzel bir biçimde dile getirmişlerdir.
Avrupalılaşmak, Saray eliyle, hatta sadrazamlar kanalı ile teşvik görürken, kadının bu sahada etkilenmemesini beklemek hayâl olur. Nitekim, Avrupa edebiyatı ile ilgilenen ve bu sahada eser veren ilk kadın şair, Osman Paşa'nın kızı Nigâh Hanım (1856-1918)'dır. Şiir ve hikâyeleri ile şöhret yapan bu kadın yazarın yabancı dilden tercümeleri de mevcuttur. Bundan sonra, Fatma Makbule Hanım, Mihrünnisa Hanım gibi kadın yazarlar, Batının tesiri altında eserler vermeye başlamışlardır.[632]
Osmanlı içerisindeki bu değişiklikler kısa dönemde, kadını sokak hayatına çekmeye ve ahlâkın düşmesine sebep olmuştur. Bilhassa Tanzimat Fermanı'nın gayr-i müslimlere tanıdığı haklar, kısa dönemde etkisini göstermiştir. Osmanlı, sosyal hayatının sarsıldığını görünce, kanun kuvvetiyle bunu önlemek gayretine düşmüştür.[633] Fakat artık, önüne geçilmez bir kuvvet vardır: Batı ve Batı'nın yerli ajanları.[634]
Kısa bir dönem içerisinde, Batı etkisindeki kadın yazarlar yayın organı çıkarmaya başlamışlardır. "Hanımlara Mahsus Gazete" adı altında Selanik'te başliyan ve ilk sayısını 19. Ağustos 1893 yılında halka sunan, kadın yazarlar, toplumda kadının ezildiği ve kurtuluşun Batılılaşmakta olduğunu savunmaya başlamışlardır. Gazete'de makale yazan kadınların çoğu Saray ve çevresinin kızlarıdır. Yani toplumun idarî mekanizmasına hâkim olanlar. Bu insanlar, kadınların ezildiğini iddia ederken, Batı'yı kendilerine örnek alıyorlardı. Fakat birşeyin farkında değildiler, Batı hiçbir zaman Osmanlı'nın hayrını düşünmüyordu.[635]
Artık yayın sahası açılmıştı. Kısa dönemde kadın neşriyatı arttı. Bunlar, Kadın (1908), Kadın Bahçesi (1912), Kadınlar Dünyası (1912), Kadın Hayatı (1912), Kadın Duygusu (1913), Kadınlar Âlemi (1913), Kadınlık (1913), Kadın Hayatı (1918), Kadın Kalbi (1919).
Bilhassa kadın neşriyatının başına konulan şu vecize fevkalâde mühimdir:
"Bir milletin nisvanı, derece-i terakkisinin mizanıdır."[636] Abdülhak Hamid'e ait olan bu söz, o devirde kadınların savaş bayrağı haline gelmişti.
İşte, Tanzimat Fermanı'nın kadın üzerindeki tesiri, herkesin kesinlikle kabul ettiği gibi, Batılılaşma idealidir. Bu ideal yüzünden bir kısım araştırmacılar, kadınlara haklar getireceğini ve hürriyet sağlayacağını iddia eden bu kadınlar, daha üzerinden beş yıl geçmeden, "Kadınlar Dünyası" adlı dergide, "Erkeklerin Millî Bayramı" şeklinde değerlendirmeleri ve "Hâlâ yaşamakta olduğumuz bu esaret devresinden bizi de kurtarınız" diye bağırmaları ilgi çekicidr.[637] Evet, II. Meşrutiyet, onların beklediği hürriyeti getirmemiştir. O dönemde "Hürriyet" kelimesi, korkunç iyilikleri üzerinde toplayan bir efsundu. Kadınlar da aynı tutkuyla bağlanmışlardı bu kelimeye. Fakat hürriyetin ne olduğunu tarif bile etmekten uzaktılar. İstedikleri; kadına politik ve ekonomik özgürlük de değildi. Nitekim o dönemde kadın haklarının en hızlı sıvunucuları, Ağaoğlu Ahmet, Halide Edip, Celâl Nuri İleri, Selâhaddin Asım, Abdullah Cevdet gibi yazarlar da bu konu üzerinde hiç durmuyorlardı. Bütün iddiaları, "kadın-erkek eşittir" sloganı ile bitiyordu. Bu eşitliği sağlayacak sosyo-politik nizam hangisidir veya nasıl gerçekleşir, kimsenin kendini yorduğu yoktu. Hattâ kadın mı üstün, yoksa erkek mi? Konulan ile uğraşan bu insanların en garip yanı, Batı'daki hareketlerin kötü bir kopyacılığını yapmaktan ibarettir.
"...Meşrutiyet, artık durduğu yerde patlak verme durumunda bulunan umumî ve bu arada cinsî ahlâkımızın iflâsını ilân edici 101 pare top sesidir. Bu toplar, Meşrutiyet'in şerefine değil, bizi her bakımdan çürütmek emelindeki Yahudi'nin zaferi adına atılmaktadır. Zira, Meşrutiyet ve II. Abdülha-mid'in tahttan indirilmesi doğrudan doğruya Yahudi'nin eseridir..."
"...Meşrutiyet ve onun dürtüsüyle patlak verip kızamık gibi bütün vücûdu kendi rengine boyayan ahlâk hastalığımız, mikrop aşılayıcı müessirlerin başında, "Edebiyat-ı Cedîde" isimli, sefil taklit ve âdi zamparalık edebiyatını bulur ve limon kabuğu fesli, tek gözlüklü, kaytan bıyıklı, papyon kravatlı, korse belli, huni pantolonlu ve kamış bastonlu eşeklerin eşeği "Monşer" tipiğini yoğurur. Avrupalılığı kadın muvaffakiyetlerinden ibaret bilen bu tip, o edebiyatı besler, o da bu tipi tüketirken, bu edebiyatın en büyük şairi (cücelerden cüce) Tevfık Fikret, Allah'ı inkâr ederken, en büyük romancısının (2) numaralısı (Mehmet Rauf) da, bir türlü veremediği şaheserinin hıncını "Zambak" ve "Kaymak Tabağı" isimli umumhane sermayelerini bile, bakireler derecesinde hayaya boğacak kadar mülevves iki gizli kitabıyla devrini karakterize eder. Bu edebiyata, kafasını salhanede bırakmış, zevksiz, meselesiz, davasız, murakabesiz, çilesiz, ruhsuz bir kazanova uşağı dense hatalı olmaz. Suratında masonluğun, dönmeliğin ve devşirmeliğin parmak izlerini taşıyan bu edebiyat, cemiyette fuhşu körükleyen gizli tesirlerin en parlak örneğidir."
"...Bu edebiyatla beraber çarşaflar kısalmaya, büzülmeye, peçeler incelmeye, suratlar düzgünleşmeye, kızlar cumbalardan kaytan bıyıklı şövalyelerini gözlemeye başlar ve derhal içtimaî plânda, resmî ve hususî, ilk bozgunlar kaydedilir."
"...Hâdise, devlet ve hükümet kadrosunda da aynen câridir. O tarihlerde İstanbul'a gelen Viyanalı ve şehlâ bakışlı bir operet artistine (Miloviç) banknot dolu şilteler hediye eden nazırları ve parti büyüklerini bilenler az değildir."[638] Görüldüğü gibi bu dönemde, devlet idaresi de bizzat kadının alçalışını seyretmekte, hatta gizli kontrolünü yapmaktadır. Şimdi, her iki dönemin (Tanzimat ve Meşrutiyet) kadın sahasında yapmaya çalıştığı gevezeliğin sebepleri üzerinde duralım:
1. Batı'daki ve Amerika'daki yeni düzen anlayışı ile Osmanlı'nın düzenini değiştirmek isteyenler, bu işin edebiyatına sımsıkı sarılmışlardır. Çünkü Batı emperyalizmi'nin desteğini sağlayabilmenin önemli şartlarından birisi de budur. Bilhassa Paris Komün'ünün kadın sahasında yapmak istediği inkılâbı fikir plânında bile anlayamayan, kopyacı zihniyet, fikir plânında bunu savunmayı vazife bilmişlerdir.
2. Yurt dışına yapılan, hem ziyaret hem ticaret kabilinden seyahatler sonucunda, Batı kadınına hayranlık duymak. Bu hususta ilginç bulduğumuz bir düşünceyi aktaralım. Ahmet Ağaoğlu, San-Petersburg'a gitmek üzere ayrılırken annesi gavur kızıyla evlenmeyeceğine dair ondan söz alıyor. Elli yıl sonra bu meseleyi hatırlarken bu milliyetçi yazar hayıflanıyor.
"Ah sevgili anneciğim, beni ikiliğe, tezatlara ittin." diyor.[639]
3. "Aman asrileşelim, çağa ayak uyduralım." kaygısı ile Batı'da ortaya çıkan sanayi devrimi neticesinde, kadının yaptığı mücadeleyi aynen kopya etmek.
4. Avrupa'da hızla gelişen Feminizm akımı. Yabancı ülkelerde tahsil gören Jön Türklerin, bu akımları ülkemize getirmeleri; Bir yazarımızın dediği gibi,
"İzm'ler idrâkimize getirilen deli gömlekleri, itibarları menşe'lerinden geliyor. Hepsi de Avrupa'lı."[640] Dolayısıyle, aynen iktibas.
5. Yahudi'nin, Kanunî'den itibaren bütün şiddetiyle devam eden Osmanlı'yı yıkma ve va'dedilmiş toprağa kavuşma ihtirası. Nitekim Moiz Cohen ve Aleksandr İsrael Henmland Parvus'un "Genç Kalemler'e üstâdlık etmiş olması, bunun en güzel örneği. Hem de Milliyetçilik adına.
6. Kapitalizm'in getirdiği rekabetçilik duygusu. O dönemde yazılmış eserler dikkatle incelenirse, Osmanlı ailesinin, Batılı bir aile gibi olması gerektiğine dair fikirler görülür. Nitekim Tanzimat'la birlikte başlayan, kesin tapu sistemi sonucu, büyük toprak sahiplerinin ortaya çıkması ve Tımar sisteminin çöküşü.
7. İttihat ve Terakki'nİn siyasî entrika ve spekülasyonlarla taraftarlarını güçlendirme düşüncesinin tabiî bir uzantısı. Bu durum ilgi çekicidir. Zira o dönemde kadın haklarından dem vuranların tamamı İttihat ve Terakki'nin üyeleridir. Bizzat padişah, fiyatların yüksekliğini belirtmiş ve İttihat-Terakki'den buna çare bulmasını istemiştir.[641]
8. Osmanlılıktan kurtulmak isteyen aydınlarımızın, durmadan aradıkları Yeni Rüya Ülkesi'nde kadınlara sağlanacak haklar. Bugüne kadar bunun üzerinde durulmamıştır ama Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi yazarlarımızın, bazen Yunan'a, bazen Zend-avesta'ya, bazen Avrupa'ya dayanmaları, sadece İslâm'dan kurtulmak değil mi? Nitekim, Salih Zeki'nin Yunan hayranlığı, Yakup Kadri'nin Zerdüşt'e düşkünlüğü, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal'in Yunan mitolojisine düşkünlüğü, hattâ Tevfik Fikret'in Promete diye sayıklaması nasıl ifade edilebilir? İşte bu tezatlar içerisinde yeni kadın rüyaları. Peyami Safa'mn "Simeranya" ülkesinde dolaşması ve her şeyi o dünyada rüyasına uydurması. Bütün bunlar bir bunalımın eseri değilse, nedir? İşte kadın üzerindeki gevezelikte, ya bir mitolojinin ilhamı, ya da bir bunalımın dile getirilişi.
9. Bütün bu sebeplerin içerisinde en önemlisi Batı emperlayizmi'nin Osmanlı'yı parçalamak için uydurduğu yeni kadın formülüdür. Zira sanayi inkılâbı geçirmemiş bir toplumda, kadının sosyal hayattan tecrit edildiği bir dönemde, eşitlik iddiası hiçbir sosyal temele dayanmamaktadır. Bir sosyal gerçek ortamı olmadığına göre, bizzat Saray'ın eliyle geliştirilen, kadın hakları savaşı, İttihat-Terakki eşkiyalarırun oyunundan başka birşey değildir. Ayrıca, ilk kadın gazetesinin ilkeleri arasında, saydığı, "İyi anne, iyi eş ve iyi müslüman" yetiştirme iddiası o toplum için oldukça gülünçtür. Zira, herkesin istediği ve arzu ettiği bu üç husus, kadın sahasında kavga için geçerli değildir.[642]
10. Kadın hakları iddiasını büyük çapta sürdüren ve hâlâ kadın hakları sahasında hizmetinden söz edilen, İngiliz hayranı Refik Halid Karay'ın Millî Mücadele'ye bile karşı çıkışı ilginçtir. Çünkü kendi toprağını işgal eden İngilizlere karşı savaşa hazırlanan aydınları ihanetle suçlayabilmiştir. Belki, İttihat ve Terakki, onun da iddia ettiği gibi, bir "Isırgan Otu"dur ama bu bir Millî Mücadele'nin terki için sebep değildir. Çünkü bu vatan İttihat ve Terakki'nin tapulu mülkü değildir.[643]
11. Osmanlı'nın nizamında meydana gelen bozukluklar ve çözülüşler, erkeği önüne geçilmez bir hâkimiyete itmiştir. Nitekim Mehmet Akif de bu durumdan oldukça yalanmıştır. Köse İmam'ın ağzından gerçekleri dile getirmiş, "İstersem alırım, istersem boşarım" diyen erkeğe İslâm'ın hükmünü anlatmıştır. Fakat bunun, teoride bir çöküş değil, pratikte alınması gereken tedbirler açısından izah edildiği ortadadır. Nitekim, bir şiirinde; şöyle haykırır:
"Atlı bir inkılâb olsun diyenler me 'yus olur,
Hiçbir şey kazanmaz, sadece deyyus olur.
Çünkü rezalettir bu çıplak inkılâbın sonu,
Ey denî kundakçılar, sizde-bizde çok gördük onu."
Şimdi bu koktada bir gerçeği vurgulamak zorundayız. Osmanlı döneminde kadını incelemeye başlarken, bu hususta söyleyeceğimiz şeylerin kesin olamayacağını belirtmiştik. Yani, Osmanlı Devleti içerisinde kadının İslâm'ın kendisine tanıdığı hakları kullanıp kullanamadığı tartışma konusudur. Çünkü bu sahada ciddî bir araştırma mevcut değildir. Genellikle Osmanlı Devleti'ne düşman olan kalemlerin meseleleri yozlaştırdığı ve ona saldırabilmek için bahane aradıklarını görmemek mümkün değildir. Fakat Akif in dile getirdiği hâdise, bize az da olsa fikir vermektedir. Köse İmam'ın ağzından öğrendiğimiz gerçeklere göre, son yüzyılda kadının erkeğin kayıtsız-şartsız hâkimiyetine terkedildiği anlaşılmaktadır. İşte bu Tanzimat kafasının kısa dönemde Osmanlı erkeği ile Osmanlı kadınını nasıl birbirine tutuşturduğunun en güzel örneğidir. Hâlâ, ülkemizde Tanzimatçı kafası geçerli olduğuna göre, bugünkü çekişmenin içyüzünü kavramak kolaydır. Bizim anlattıklarımız ise en azından Batıcıların ispatlama amacına dönüktür.[644]
Şimdi, istiklâl Savaşı sırasında Müslüman kadınının nasıl davrandığını izah etmeye gayret edelim. Gerçi İstiklâl Savaşı, olduğundan çok fazla abartılmıştır. Sırf belirli kişilerin oldukça büyük görevler yüklendiğini ispat edebilmek için, "Ölüm-Kalım" savaşı şeklinde sunulmaya gayret gösterilmiştir. Osmanlı'yı bu noktaya indiren İttihat ve Terakki'nin içyüzünü gizleyebilmek için, hep Osmanlı padişahlarına küfretmeyi ve onları "vatan satmakla" itham etmeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bir yazarın "Türk-Yunan Savaşı" şeklinde vurguladığı ve İstiklâl kelimesinin, ancak devleti olmayan insanlar için söz konusu olabileceğini izah ettiği bu savaş, Doğu-Batı hesaplaşmasının bir devamıdır.[645] Bilhassa Anadolu insanının kendi kendini müdafaa zorunda kaldığı bu dönemde, Ankara hükümeti düzenli olarak Batı Cephesi'nde Yunanlı ile savaşmıştır. Yunan Devleti'nin 19. yüzyılın sonlarında bağımsızlığına kavuştuğu göz Önünde tutulursa, meselenin iç yüzü daha iyi anlaşılmış olur. Bizim konumuz, bir tarihî meselenin inceliğini ortaya koymak olmadığına göre, bu dönemde Osmanlı kadınının gösterdiği büyük gayrete geçebiliriz.
Daha önce, Doksan üç Harbi'nde, Aziziye Tabyaları'nda Moskof’la ölümüne hesaplaşan Kara Fatma ve maiyyeti, müslüman kadının gerektiğinde nasıl silâhlı mücâdele vereceğinin en güzel örneğidir. Yine Erzurumlu Nene Hâtûn, Moskof'a karşı savaşan Kahraman bir mü'minedir.
Her ikisi de, sonuna kadar savaşı bırakmamış ve sonuna kadar silahlı mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Daha genç bir gelin olan Nene Hatun, Moskof’un Erzurum'a girmek üzere olduğunu öğrenince, bütün Erzurum'lu kadınları direnişe çağırmış ve ellerine ne geçtiyse, onunla vuruşmayı ihmal etmemiştir. Daha sonra gönüllü bir alay kuran Kara Fatma ve yaptığı iş hakkında bir kitap yazılsa yeridir.
Düşman, İzmir'e girdiğinde, dağlarda dolaşan Yörük Ali Efe'yi sorguya çeken ve:
"Siz de erkeğiz diye bu dağlarda dolaşıyorsunuz, düşman İzmir'i basıyor, bacılarınızın ırzına geçiyor. Ben bu memlekette erkek kaldığına inanmıyorum."[646] Diyen Yörük kızındaki asliyet ve vatanperverlik, gerçekten göz kamaştırıcıdır. Nitekim, o hâdiseden sonra Yörük Ali, düşmanı karşılamak üzere İzmir'e doğru hareket etmiştir.
Evlâdına,
"Ya şehit ol, ya gazi" diyebilen Anadolu kadını, savaş boyunca metanetini yitirmemiş, sırtında taşıdığı mermilerle savaşın kazanılması için gayret göstermiştir.
Darülfünun talebelerinin düzenlediği İstanbul mitingi, o mitingte konuşan kadınların emperyalizme karşı nasıl direndiklerinin en güzel örneğidir. Hepsi de erkekleri Allah için Cihad'a çağırmaktadırlar.[647]
Anadolu insanının kadına verdiği değeri, Maraş'ın düşmana karşı ayaklanmasında görüyoruz. Rıdvan Hoca'nın Fransız bayrağı altında Cuma namazı kıldırmıyacağını belirtmesi, bir kadının peçesinin düşman askeri tarafından yırtılması ve düşmana karşı silaha sarılan binlerce mücâhid. Batı'nın en güçlü devleti Fransızlar] dize getiren, bir şehir halkıdır. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla; Gerçi senelerce, o sebeb-i hikmetimiz olan mânadan koptuk ve ona saldırdık ama o ruh hâlâ mü'minin içerisinde mevcuttur. Kadınına bu kadar değer veren bir milletin, bugün kadınlarını "genelevlerde" görmekten duyduğu ızdırabı, kimse anlayamaz. Bütün bunalımların temeli, insanın kendi içinde iktidarını sağlayamaması ile başlar. İşte İstiklâl Savaşı'na katılan insanlar ve biz...[648]
Gerçi, İstiklâl Savaşı sonucunda kaleme sarılan ittihatçılar, Anadolu kadınını her ne kadar vahşi bir şekilde tarife kalkülarsa da, gerçek onların zannettikleri gibi değildir.[649] Halide Edip, İslâm'a inanmış ve onun uğruna her çeşit çileye katlanan Anadolu insanını, "Padişahçi" ilan etmişse de, kendisinin Şeyh Ata efendi sayesinde Anadolu'ya geçebildiğini gizleyememiştir.[650] Fakat bütün bu gayretlerin ortak bir sonucu vardır: Savaş kazanıldığına göre, bunun bütün başarısını, belirli bir bürokrat-aydın sınıfa maletmek kendilerinin kahraman olmasını sağlayacaktır.
Bunun yanında, İstiklal Savaşi'nın hangi temellere dayandığım arayan tarihçilerimizin de bulunduğunu burada zikredelim. Bilhassa bu hususta, Anadolu'da canlı tarihler, halen mevcuttur.[651]
Osmanlı'nın çöküş dönemi içerisinde, Batı emperyalistleri anonim Şirketler vasıtasiyle ekonomiye el koymuş vaziyette idiler. İttihad ve Terakki'nin kurmayları, 1907 yılında, vurgunculuğu, sahtekârlığı, dolandırıcılığı önleyememenin ve bir avuç çıkarcıya mağlûp olmanın sonucu, İstanbul ahâlisini besleyemez duruma düşmüşlerdi. Men-i İhtikâr Kanunu kısa devrede işe yaramaz duruma gelmiş ve halk bu işle uğraşan komisyona "memba-ı ihtikâr" adım takmıştır. Anadolu insanı, tarihî direnişini sürdürürken, Anonim Şirket sayısı bir anda 88'e fırlamıştır.[652] Batı medeniyetinden yana olan ve genellikle şehirlerde oturan, yazar-çizer ve aydın takımı, bütün Avrupa'ya mı bağlı olalım, yoksa sadece bir devletin mandalığını mı kabul edelim fikrini tartışıyorlardı. Evet, bu korkunç bir ihanetti. Uzun yıllar kadın haklarını savunan ve güya Osmanlı kadınına eşitlik ve hürriyet isteyen aydınlar da, aynı tartışmalarda taraf olma durumundaydılar. Bunların başında, kolej hayatı sırasında Budizm'den etkilenen ve tam bir Amerikan hayranı olan (Aynı zamanda turancı) Halide Edip tek kurtuluşu Amerikalıların mandalığını kabul etmekte görüyordu.[653] Halide Edibe göre, "gerçek ekonomi ve düşünce bağımsızlığımızı" ancak Amerika mandası olduğumuz an gerçekleştirebilirdik. Aynı kanaatleri paylaşan bir kişi daha mevcuttu. O da Ahmet Emin Yalman'dı.[654] Bu düşüncenin karşısında ise, İngiliz Mandası olmamız gerektiğini savunanlar mevcuttu. Bilhassa Refik Halit Karay bu düşünceyi bizzat gazetelere yazdığı makalelerle ortaya koyuyordu:
"...Ve bilhassa Amerika'nın hayalî mandasıyla bir hayli vakit kaybettik. Bunun mümkün olamayacağını İttihatçılar da bildiği halde, taraftar görünüyorlardı... Binaenaleyh bizim için yapılacak tek şey, bir devletin siyasî beraberliğidir. O devlet de İngiltere'den başkası olamaz, olamaz, olamaz..."[655]
Türkiye'yi yabancı bir devletin sömürgesi yapmakta anlaşan fakat hangi devletin bu işi yapması gerektiğinde anlaşamayan bu aydınların, Bremen Mızıkacıları gibi söyledikleri tek söz vardı. Kadın Hakları... Hepsi bu konuda kesinlikle anlaşıyordu. Kadın mutlaka çalıştırılmalıdır, gelişmekte olan sanayimize dişi emek ihtiyacı vardır. Fakat hiçbirisinin bu konuda ciddî bir araştırması yoktu. Birçoğu gönülden iman ettiği emperyalist batının gönüllü mikrofonlarıydı. Hepsini derinden etkileyen Abdullah Cevdet, kâfirlerin Fas'ı işgali karşısında şu satırları döktürüyordu: "Medeniyet-i hâzıra bir seyl-i hurûşandır ki mecrasını Avrupa kıt'asına açmıştır, önüne gelen her engeli bâkemâl-i şiddet zir'ü zeber eder. Ahâli-i müslime bu sey-lâbe-i medeniyete mukavemetten ihtiraz etmelidir. Hayât-ı millîlerini ancak bu cereyana tâbiiyet ile temîn edebilirler."[656]
Cumhuriyet döneminde kadın meselesine bakarken, cumhuriyeti hazırlayanların hangi akaidde olduklarını iyi bilmek gerekir. Nitekim, bu kâfirleri "Üstâd-ı âzam" kabul edenler, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bütün bakanlıkları ele geçirmişlerdir.[657]
Yukarıda zihniyetlerini ortaya koyduğumuz aydınlar Cumhuriyet halk Partisi çatısı altında toplanmışlardı. 29 Ekim 1923 tarihinden başlamak üzere "Kadın Hakları" adı altında birçok karar ve kanun ortaya kondu. Bunları şu şekilde özetlemek mümkün:
1. Evlilik şekli İslâmî olmaktan çıkarıldı ve karşılıklı anlaşma şekline dönüştürüldü. Devlet adına ve her vilâyette Belediye Başkanı tarafından veya onun bu işle görevlendirdiği memur kanalı ile yapılması kararlaştırıldı. (Bu, "mehr" başta olmak üzere, kadının bütün maddî imkânlarını ortadan kaldırmayı beraberinde getirdi.)
2. Tek kadınla evliliğe dayalı aile sistemi kuruldu. Başka herhangi bir tip evlilik kanun dışı sayıldı. (Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan taaddüd-ü zevcat, haram ilân ediliyordu.)
3. Miras Hukuku, kadın ve erkeği eşit kabul etti. (Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan Ferâiz reddolundu.)
4. Boşanma, lâik bir anlayışla yeniden düzenlendi.
17. Şubat 1926 yılında kabul edilen ve adına "Medenî Kanun" denilen bu yeni uygulama karşısında son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi şunları zikrediyordu:
"Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır. Dâr'ul İslâm, dâr'ul harb. Birincisinde İslâm fıkhı hayata hâkimdi, ikincisinde değildir. Türkiye Cumhuriyeti medenî kanunu kabul ettiği tarihten itibaren Dâr'ul Harb olmuştur."[658]
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin belirttiğine göre, 17. Şubat 1926 tarihinden itibaren, Türkiye Coğrafyası üzerinde yaşayan müslünıanlar Dâr'ul Harb hukukuna tabidirler. Şimdi o tarihten itibaren kadınlarla ilgili olarak ne gibi kanunlar çıkarılmıştır, bunların mahiyetleri ve pratikte sonuçları üzerinde duralım.[659]
1930 yılında Belediyeler kanunu tasarısı görüşülürken, kadınların da oy kullanması kanunlaştırıldı, 5. Ekim 1934 tarihinde kadınların da Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olabilmesi karara bağlandı. Bunu pratikte ortaya koyabilmek için, bizzat CHP Genel Merkezi tarafından, Mustfa Kemal'in izni ile 17 kadın bir anda meclis üyesi oluverdiler.[660] Seçimlerin nasıl olduğuna dair bilgi edinmek isteyenler, o dönemdeki yayın organlarını tetkik edebilirler.
İslâm toplumunda kadının seçme ve seçilme hürriyetine sahip olmadığını, bu hakka ancak Cumhuriyetin ilânı ile kavuştuklarını ilan eden "Feministler" birçok yönden yanılmaktadırlar. Öncelikle şunu belirtelim ki, İslâm'da devlet reisliği (Hilâfet) bey'atla gerçekleşir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabın kadın ve erkeklerinden bey'at alarak bunu fiilî sünnet hâline getirmiştir. Ayrıca, mü'min kadınların İslâm halifesine bey'at etmeleri kitap, sünnet ve icmaa ile sabittir. Bazı müsteşrikler, Resûlullah'ın (s.a.v.) aldığı bey'atın hükümetle ilgili olmadığını, dînî olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak bu yanlıştır. Zira, Mekke'nin fethinden sonra alınan bey'at Ashabın kadın ve erkeklerinden olmuş, çocuklara bu teklif edilmemiştir.
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirinin dostları ve yardımcılarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışırlar."[661] âyet-i kerîmesine dayanan Zahirî Mezhebi'nin müctehid imamlarından bir kısmı, kadının hem seçme, hem de seçilme hürriyetine sahip olduğunu iddia etmişlerdir. Bugün bu mezhebin hiçbir sâliki yoktur. Esasen Ehl-i sünnetin bütün müctehid imamlarının ittifak ettiği husus, kadının devlet başkam, halife olamayacağı, ancak bey'at hususunda yetkili olduğudur. Yukarıdaki âyet-i kerîmeye dayanarak, kadınların da devlet reisi olabileceğini iddia edenler içerisinde Prof. Muhammed Hamidullah'ın da bulunduğu zikredilmiştir.[662]
Kadın haklan hususunda feministlerin ikinci yanıldıkları husus “Seçme ve. Seçilme” hürriyetinin şeklinden kaynaklanmaktadır. Türkiye'deki nüfusun yarısı kadın olmasına rağmen, gerek Belediyelerde, gerekse mecliste kadın üye sayısı nedir, nüfusa göre oranı nasıldır?[663] Ayrıca bu oran çok yükselse, hatta meclisin yarısından fazlası kadın olsa, ne değişecektir? Bu farklılaşmalar, iki cins arasında bir savaş çıkarmak içinse zaten binlerce sebep mevcuttur. Fıtrî olarak birbirinden farklı olan iki cinsi, aynı yarışın iki elemanı gibi görmek, kuvvetlinin zayifi ezmesine sebep olmayacak mıdır? Konuyu özetlersek karşımıza şu manzara çıkar: Cumhuriyet döneminde kadınların haklarına kavuştukları gerekçesi ile İslâm toplumuna küfredenler, şunu asla unutmamalılardır ki, şu sayacağımız sosyal güçlerin koalisyonu bu durumu ortaya çıkarmıştır:
1) Uluslararası ilişkileri bulunan büyük sanayiciler,
2) TBMM içinde bulunan ve bu sanayicilerle iç-içe giren erkek milletvekilleri,
3) Devlet dairelerinde bulunan büyük bürokratlar,
4) Günün tanınmış gazeteci ve yazarları,
5) Birçok öğretim üyesi ve profesörler,
6) Ordunun üst kademelerinde bulunan subaylar,
7) Bunların dışında kalan bazı etkili çevreler.
Bu yedi grup insanın, bu meselede ortak bir koalisyona ihtiyaç duymalarım da şu maddeler içinde özetlemek mümkündür:
a) O dönemde gelişmekte olan dokuma sanayiine, çok ucuz işçi sağlamak. Nitekim uzun yıllar işsizlik ve açlık tehlikesi geçiren, ellerinde ekmek karneleri ile fırın önünde nöbet tutan kadınlar sanayi tezgâhlarının başına oturtulmuştur. Bunlardan ayrıca "Varlık" vergisi almak suretiyle ke-malisllere rahat bir hayat sağlanmıştır.
b) "Kadın Hakları" adı altında, Batı Kapitalizminin üretim fazlasını anında tüketebilecek bir zümrenin ortaya çıkarılması. Bilhassa kozmetik sanayiinin korkunç boyutta gelişmesini sağlamak. Ruj, oje, çorap ve moda kıyafetlerinin hızla yaygınlaşması, İsrafın hızla yükseltilmesi;
c) Batı yanlısı iktidarlar, batılı efendileri ile görüşürken "Biz de kadınlarımızı sizinkilere benzettik." gibi övünme yollarının açılması. Özgürlük tantanaları...
d) İslâmî hayatın darmadağın edilmesi, yukarıda saydığımız yedi sınıfa şehvetlerini çok ucuza tatmin edebilecekleri kadınların çoğaltılması... Bunların hepsi de gerçekleştirilmiştir. İşte 1923-1946 arası...[664]
Siyasî Bilimciler, 1946'dan başlayan dönemi "Çok Partili Dönem" olarak isimlendirmişlerdir. Atatürk ilkeleri doğrultusunda, demokratik-lâik Türkiye Cumhuriyeti, mahiyet olarak durumunu muhafaza ettiği için bu dönemin kadın anlayışı ile tek partili dönemin kadın anlayışı farklı değildir. Ancak bu dönemde, Sinema'nın hızla yaygınlaşması, kitleler üzerinde resmî ideolojinin çizdiği sınırlar içerisinde mesajın hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır. Genellikle "Batı tipi aşk" sahneleri, Anadolu insanını derinden etkilemiş, "Zina" kitlelere maledilmek istenmiştir. Bunda önemli ölçüde muvaffak oldukları da gizlenemez.
Kur'ân-ı Kerîm'in okunmasının bile yasaklanması, eranın ırkçı bir tavırla türkçeleştirilmesi, tesettürün devlet kuvvetiyle önlenmesi, Anadolu insanını isyan noktasına getirmişti. Müslümanların, korkunç bir isyanla, resmî ideolojinin bütün dayanaklarım darmadağın etmesinden korkan siyasî çevreler, bu birikimi zararsız bir hâle getirmenin yollarını bulmuşlardır. Demokrat Parti, bu kini söndüren ve müclümanlan kendi düşüncesine göre kanalize eden bir güç olmuştur. Ezanın aslî şekline çevrilmesi, İmam-Hatip Okullarının açılması, Kur'ân Kurslarına müsaade edilmesi, İslâmî Bayramların Tatil günü şeklinde değerlendirilmesi hep bu döneme rastlar. "Türkiye müslümandır, müslüman kalacaktır." diyen zamanın başbakanı Menderes, kitlelerin sevgilisi hâline gelmiştir. Bu dönem, (hızla gelişen komünist düşünce) o zamana kadar "Üfürükçü, muskacı, yobaz ve mürteci" gibi aşağılayıcı sıfatlarla amîan müslümanlara yeni bir isim bulunmasını zaruri kılmıştır.[665] Komünizme karşı mücadele verecek bu yeni gücün ismi, "Milliyetçi, mukaddesatçı, vatansever, sağcı ve muhafazakâr "dır.
1960 yılında, Harp okulu öğrencilerinin teşvik ve tahrikleri sonucunda bir ihtilâl yapılmıştır. İhtilâlin gerekçesi, zamanın iktidarının Atatürk ilkelerinden saptığıdır. Başta Menderes olmak üzere birkaç kişi idam edilir. Bu olaydan sonra siyasî cephede vuruşan güçler yeni mahiyetler kazanmaya başlarlar. O zamana kadar, Menderes'i iktidarda tutmayı İslâmî bir hizmet olarak kabul eden müslümanlar, güçlerinin buna yetmeyeceğini kavramışlardır. 1961 yılında kabul edildiği belirtilen Anayasa, sosyalist düşüncenin kadrolu olarak tırmanmasını sağlamıştır. O tarihten bugüne kadar bu Anayasa tartışılmıştır, hâlen de tartışılmakladır.
1966'lardan itibaren Türkiye'de İslâmî mücadelede farklı tutumlar kendisini gösterir. O tarihe kadar, bir türlü gündeme sokulamayan tesettür, Bugün gazetesindeki yazıları ile Şule Yüksel Şenler tarafından gündeme sokulmuştur. Kısa bir zaman içerisinde bütün Türkiye'de belirli bir heyecan ve uyanış başlamıştır. Bu gelişme zamanın Politikacılarınca da gözlenmiş ve 1968 yılında bizzat İsmet İnönü tarafından "Sıkmabaş" tâbiri bir hakaret sözü olarak kullanılmıştır. Ayrıca A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nde 1968 yılında yapılan boykot; tesettürün gündeme girmesinde büyük rol oynamıştır. Derse tesettürle girmek isteyen bir öğrenci, bizzat öğretim görevlilerince hakarete mâruz kalmış, bu duruma tahammül edemeyen öğrenciler, o tarihe kadar hiç bilinmeyen ve daha sonra "Boykot" diye adlandırılan aksiyonu gerçekleştirmişlerdir.[666] İşin ilginç yönü, bu kıyafet kemalistlerin nefret ettiği ve halifeli toplumun bir alâmet-i farikası saydıkları çarşaf da değildir. Normal bir tesettürdür.
Kitap, sünnet ve icmâ ile âkil-bâliğ olmuş her mü'min kadına farz olan tesettür, Cumhuriyet kafasına sahip geri zekâlıları telâşa düşürmüştür. Zira, Batı emperyalizmi korkunç bir kozmetik sanayii geliştirmiştir, mü'min kadınlar bu şekilde ısrarlı davranırlarsa, sömürü kanalları tıkanacak, Lâik iktidar bu kadınların çalışmaları ile zarara uğrayacaktı. Daha sonra 1975 yılında, Emine Aykenar isimli bir Avukat kardeşimiz sırf başını örttüğü gerekçesi ile barodan ihraç ediliyordu. Bu arada şunu da kaydedelim: Resmî ideolojinin koyduğu kurallara göre, erkekleri tahrik edecek açık-saçık kıyafetle dolaşmak, medenî kanuna göre suçtur. Ancak bugüne kadar, açık-saçık kıyafetle dolaştığı gerekçesi ile hiç kimseye ceza verilmemiş, aksine bizzat T.C. devleti kendi televizyonunda müstehcen filimler oynatmaktan çekinmemiştir.
Son yıllarda, Allah'ın (c.c.) "Örtününüz" emrine boyun eğen birçok mü'mine T.C. Hukukuna göre cezaya çarptırılmıştır. İşte bazı çevrelerce, komünizme karşı uğruna savaşılması istenen Türkiye Cumhuriyeti devletinin mahiyeti budur. Mesele sadece tesettür değildir. Allah'ın koyduğu sınırlar içerisinde aile sisteminin kurulmasıdır. Nikâh'tan, ferâiz'e, nesil emniyetinden, mehr'e kadar, Allah'ın (c.c.) mü'min kadınlara verdiği haklan gasbeden güçlerle mücadele verilmesidir. Yeryüzünden Tağutî rejimlerin kökü kazınıncaya kadar bu mücadele sürecektir. Zira, bu Allah'ın (c.c.) mü'minlere bir emridir.[667]
"Onlar hâlâ" (Yürürlükten düşürülen bâtıl din ve ideolojilerin teşkil ettiği) Cahîliyyet hayatının hükmünü (Kanunlarını, âdetlerini ve kıymet hükümlerini esas almayı) mü arzu ediyorlar? İyi bilen bir toplum için hükmü Allah'tan (c.c.) güzel kim olabilir?"[668]
"Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilmiş olan kitaplara (Zebur'a, Tevrat'a ve İncil'e, suhuflara) iman ettiklerini hoş iddialarla savunanlara bakmaz mısın (görmez misin) ki; onlar Tağut'a küfretmekle (Onu inkâr etmekle) emrolunmuşken, yine de tağut huzurunda muhakeme olmak istiyorlar. (Tağutların hükümlerine itaat ediyorlar) şeytan da onları (bir daha dönemeyecekleri kadar) uzak bir dalâlete düşürmek istiyor. "[669]
Allah'ın (c.c.) indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden Tağutî iktidarların, kadınlara karşı işledikleri büyük zulümleri bir bir ortaya koyduk... Bu Tağutî iktidarların büyük çoğunluğu sırf fizikî yönden kadınlardan daha güçlü oldukları için erkekler tarafından ayakta tutulmaktadır. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak bir kısım topraklarda, Tağutî iktidarlara güç ve kuvvet verenlerin de, Allah'ın (c.c.) koyduğu hududlan tanımayan kadınlar olduğuna şahit oluyoruz. Bu gerçekler gösteriyor ki, Allah'ın indirdiği hükümleri reddeden iktidarlar (ister erkekler tarafından temsil edilsin, ister kadınlar tarafından) mahiyet olarak birdirler. Yeryüzündeki mücadele, ya Allah'ın rızasını kazanmak için Allah yolunda, ya da Tağutların koyduğu kuralları muhafaza için Tağut yolunda verilmektedir.[670] Mü'minler, ister kadın olsun, ister erkek olsun Allah (c.c.) yolunda mücedele vermeye, Kalu Bela'da söz vermişlerdir, Kıyamete kadar sözlerinde duracaklardır. Şimdi tekliflerimizi sıralayalım:
1. Mü'min kadınlar, Tağut'ların izni ve müsaadesini almadan kendi üzerlerine Farz-ı Ayn olan ilimleri öğrenmelidirler. Her mü'min aile, kız çocuklarına İslâmî ilimleri tahsil ettirmeli, "Aile ocağı, bir cihad yuvasına" çevrilmelidir. Bu arada, "Çağdaşlaşma" adı altında evlerimizi işgal eden ve bizleri "Dünyaya Bağlanmaya" sevkeden her türlü eşya kapı dışarı edilmeli, bu hususlarda sünnete uymakta titiz davranılmalıdır.
2. Mü'min kadınlar, bütün hak ve yetkilerinin kaynağı olan İslâm'a sımsıkı sarılmalı, erkeklerin bu hususlarda kendi üzerlerine hüküm koymakta yetkili olmadıklarını, Allah'ın (c.c.) her iki cinse de yüklediği görevlerin farklı bulunduğunu bildirmelidirler. "Erkek-Kadın Eşitliği" safsatasının kuvvetlinin zayıfı ezmesine yarayan ve kâfirler tarafından icad edilen şeytanca bir teori olduğu bilinmelidir.
3. "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar birbirinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışırlar."[671] Emr-i ilâhîsi mucibince, mü'min kadınlar, Allah'ın indirdiği hükümlerden habersiz olan kendi cinslerine İslâm'ı anlatmakta her türlü fedakârlığa katlanmalıdırlar. Allah'ın (c.c.) Şeriat'ını terkeden, kendi kocaları bile olsa, ondan derhal uzaklaşmalıdırlar. Zira, mü'min kadınların, kâfir erkeklerin nikâhları altında yaşamaları mümkün değildir.
4. "Nesil emniyetini" ortadan kaldıran ve kadınların şeref ve haysiyetlerini hiç düşünmeyen, onları umumhanelerde hor ve hakir bir şekilde çalıştıranlara karşı mücadele bayrağı açılmalıdır.
Lâik iktidarın bir tağutî rejim olduğu bilinmeli, o iktidarlara "Bizim İktidarımız" diyenler, ulemâ olarak bile bilinse reddedilmelidirler.
5. Her mü'min kadın çocuğuna, Allah'ın (c.c.) rızası için savaşmanın zaruretini anlatmalı, "Şehâdet'i sevdirmelidir." Zira mü'minlere "Şehâdet'i" Allah (c.c.) sevdirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın sevdirdiğini sevmemek, ancak kalbinde "Maraz" olanlar için geçerlidir. Bütün mü'minler, bu hastalıktan uzaktırlar. Çünkü onlar, aldıkları nefesin hesabının sorulacağının şuurundadjrlar.
6. "Yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar din yalnız Allah'ın oluncaya kadar" mücadele ile emrolunduk... Yeryüzünün Tağutlar tarafından işgaline göz yummamız mümkün değildir. O halde, Allah'ın mülkünde, O'nun koyduğu hududlar içerisinde sonuna kadar mücadele bütün mü'minler üzerine Farz-ı Ayn olmuştur. Bu mücadelede, İslâm dini kadına ne yükle-mişse, onu eksiksiz yerine getirmek hepimizin üzerine borçtur. Bu sancıyı kalbinde duyan bütün insanlara selâm olsun. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.[672]
I. Dünya Harbi'nden yenik çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi'nden sonra itilâf devletlerinin giriştiği işgal hareketlerine gerekli tepkiyi gösterecek durumda değildi. Ancak Türk Milleti bu vahim durum karşısında teşkilâtlanarak Millî Mücadele'yi başlattı.
Mütareke'den önce İttihatçı liderler (Talât, Enver ve Cemâl Paşa'lar) yurt dışına kaçmış ve İzzet Paşa hükümeti iş başına getirilmişti. Mütareke'den sonra da işgâi kuvvetlerinin güdümünde olduğundan istikrarlı hükümetler kurulamamıştı. Bu durumu gören Mustafa Kemal Paşa'run Anadolu'ya geçmesi (19 Mayıs 1919) Türk Milletinin kaderinde önemli değişiklikleri meydana getirdi. Onun liderliğinde tam organize hâle getirilen Millî Mücadele başarılı olmaya başladı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra TBMM'nin faaliyete geçmesinden sonra Millî Mücadele tam bir resmiyet kazanmış oldu. Bunu Meclis'in cepheleri teşkili ve peşpeşe zaferlerle yurdun düşmandan temizlenmesi takip etti.
Kısaca özetlediğimiz bu gelişmeler için Türk kadınlarının faaliyetleri Anadolu'daki Milli Mücadele'nin kazanılmasına katkıda bulunmaya yöneliktir.
Bu dönemdeki kadınları içinde bulundukları durumu ve faaliyetleri bakımından bir kaç grupta toplamak mümkündür:
1. İşgal bölgesindeki maruz kaldıkları tecâvüz ve taarruzlar sebebiyle erkekleri göreve çağıran mazlum kadınlar.
2. Eline silah alarak bizzat savaşa katılanlar veya cephe gerisinde hizmet verenler (Yaralıya bakanlar, askere yiyecek-giyecek temin edenler).
3. Geniş kitleyi uyandırmak için dernek ve basın faaliyetine katılanlar. Bunların en meşhurları, başta Halide Edip olmak üzere Nakiye Elgün, Müfide Ferit Tek'tir.
4. Faaliyete moda diye bakanlar ve bu yüzden katılanlar, İstanbul sosyete hanımları, bu faaliyetlerin dışında kalanlar. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyet çektiği telgraflara bu hanımları kınar. Bu hanımların yaşayışları Halide Edib'in Ateş'ten Gömlek (1922), Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore (1928), Kiralık Konak (1920) gibi romanlarında tasvir edilmiştir. Yine Halide Edib'in "Cennet Dağı Cehennem Dağı" isimli makalesinde bu tür kadınların azaptan hiç kurtulamayacakları anlatılmaktadır.[673]
Türk topraklarının içine düştüğü acı durumdan kurtarılması için memleketin her tarafında yabancı işgaline karşı protesto mitingleri başlamıştı. İlk miting Redd-i İlhak Millî Heyeti'nin 14-15 Mayıs 1919 gecesi yaptığı çağrı üzerine İzmir'in Maşatlık semtinde düzenlenmiştir. Bundan sonra hem İstanbul'da, hem de yurdun çeşitli yerlerinde birçok miting yapılmıştır. 1919 yılında 16 Mayısında Denizli, Kastamonu, Tavas, Bayramiç, Seydişehir'de; 17 Mayıs'ta Giresun, Trabzon, Zonguldak, Edremit, Çal'da; 18 Mayıs'ta İstanbul Darülfünun konferans salonunda hocaların protesto konuşmalarından sonra hanımlar da konuştular. Bu arada Bursa, Erzurum ve İzmit'te mitingler düzenlendi.[674]
İstanbul'da ilk miting, 19 Mart 1919'da İnas Darülfünunu öğrencileriyle Asrı Kadınlar Cemiyeti üyeleri tarafından düzenlendi ve işgal kuvvetleri protesto edildi.
İzmir'in işgalinden iki gün sonra Üsküdar Kız Koleji'nde bir toplantı yapılmıştı. Burada toplanan kadınlar ve konuşmacı olarak katılan Halide Edib, bu işgali şiddetle kınadılar.[675]
18 Mayıs 1919'da, İstanbul Darülfünunda yapılan toplantıda bir hanım:
"Kim demiş bir kadın küçük şeydir,
Bir kadın belki en büyük şeydir"
Diyerek, Türk kadınının erkeği yanında mücadeleye hazır olduğunu haykırıyordu.[676]
19 Mayıs 1919'da yapılan Fatih Mitingi'nde ise kadınlardan Halide Edip, Meliha ve Naciye hanımlar konuşmuştur.
Halide Edip konuşmasında şunları söylüyordu:
"Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece... Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız."
"Bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak var, Allah var. Tüfek ve top düşer.
Hak ve Allah bakidir. Topunun yüzüne tükürecek kadar, evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var."
Bu tesirli sözlerle halkı canevinden vuran Halide Edip padişaha da şöyle sesleniyordu:
"Biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz."[677]
Aynı mitingde konuşan, İnas Darülfünunu mensubu Meliha Hanım, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için canların feda edilmesi gerektiğini belirterek,
"Vatanımızı kurtarmak için yaşayacağız; kuvvetle iman ediyoruz ki, büyük Allahimiza sığınarak, cebr ile alınan bir hak elbette iade edilecektir." diyordu.[678]
Bu miting sonrasında Halide Edip ve iki öğrenci padişaha gitmek için görevlendirilir. Ondan millete sahip çıkmasını isteyeceklerdir. Ancak, padişah kabul etmeyince, dileklerini yaverleri vasıtasıyla iletirler.[679] Ayrıca, Amerika Cumhurbaşkanı Wilson'a da işgali protesto eden telgraflar çekilir.[680]
20 Mayıs 1919'da Üsküdar Doğancılar'da yapılan mitingde Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sabahat Hanım bir konuşma yapar. Konuşmasında, milletin ve özellikle kadınların millî hislerini harekete geçirerek mücadele arzusu uyandıran şu sözlere yer verir:
"İşte, hayatı, ruhu Türk olan İzmir'i bugün Yunanlılar aldılar. Belki yarın sinemizden bir şey, kalbimizden bir hayat koparır gibi birer birer Konya'mızı, Bursa'mızı, hatta evet bütün güzellikleri ile çok sevgili İstanbul'umuzu isteyecekler. O zaman, bu hayatımıza zehirli tırnaklarını takıp her fırsatta bizi biraz daha ölüme yaklaştıran bu kahderici kuvvetler karşısında, yine bu sükût ve tevekkülle mi yaşayacağız? Ben buna hayır diyorum, biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız ve medeniyete riyalar söyleyen varlıklara her zaman lanetler! lanetler!.."[681]
Bu mitingdeki konuşmacılar arasında Asrı Kadınlar Cemiyyeti üyesi Naciye Hanım ve Üsküdar Sanayi Mektebi Fransızca öğretmeni Zeliha Hanım da vardır. Naciye Hanım şunları söylemişti:
"İzmir mülkümüzün tarih hayatından, coğrafyasından silinemez. Çünkü onda asırlarca yaşayan Türk hâtıraları, Türk âbideleri, tamamıyle, Türk zeybekleri, anaları var. Ona sahip olmak isteyenler bu canlı âbideyi hâkimiyetleri altında yaşatamazlar."[682]
Zeliha Hanım da kadınlar olarak mücadele azmi ve kararlılığını heyecanlı sözlerle dile getirmişti:
"Biz işgal istemiyoruz. 15 milyon Türkün hakkını tanımak istemeyenler karşısında el ele vermiş müttehit bir kitle bulacaklar. Eğer Amerika ve Avrupa bizim sadâlarımızı istemezse, biz kardeşlerimizle, beşikteki yavrularınızla onların toplarına göğüs gereceğiz."[683]
Bu miting sonunda, Türklere meskûn yerlerin taksim edilemeyeceğinin basın yoluyla bütün dünyaya duyurulması kararlaştırılmıştır.[684]
21 Mayıs 1919 tarihli Darülfünun muallimleri toplantısında İzmir'in işgali münasebetiyle konuşan Nakiye Hanım, bu hareketle medenî Avrupa'nın içine düştüğü tezatı yüzlerine vurarak, Türk kadınlarının böyle bir adaletsiz1 lige canları pahasına karşı koyacaklarını dile getiriyordu:
"Medenîler adaletsizliğin son mertebesini tatbik ediyorlar. Mevhum vaatler değil, adalet istiyoruz. Eğer beşeriyetin kanı kâfi değilse, Türklerin erkek ve kadınlarının kanları da helâl olsun.
Ben cesur milletimin imanlı kadınları nâmına diyorum ki, Avrupa Türklerle meskûn herhangi bir yeri Yunan'a vermek isterse, hepimiz hep beraber şanlı bir surette ölmeye karar verdik."[685]
22 Mayıs 1919'da yapılan Kadıköy mitinginde yaklaşık 20.000 kişi toplanmıştı. Konuşmacılar arasında Halide Edip ve Münevver Saime[686] bulunmaktaydı.
Halide Edip, "Kendilerinin olmayan toprakları âleme terk etmek isteyenler, halkın sadâsı önünde eğileceklerdir." diyordu.[687]
Münevver Saime ise, işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmasına sebep olacak olan konuşmasında şöyle haykırıyordu:
"Her Türkün söylemek istediği, fakat niçin bilmem yüksek sesle söylemekten çekindiği birkaç sözü ben açıkça söylemek isterim. Evet, açık söylüyorum kardeşlerim. Aldatıcı kaynakların yazdıkları haberlere inanmayın. Bizim tamamiyet-i mülkiyemizi muhafaza edecekler. Fakat, hangi hudut dahilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye'de sulh mümkün olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. İsyan etmeyecek bir Türk kalbi de tanımıyorum."[688]
"Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hıçkırıklarımızı işitecek kalp yok. Teşkilâtı nihayet fiiliyata bağlamak lâzımdır." diyen Münevver Saime, evladını Türklük şuuru ile yetiştirip, vatanın kurtuluşuna yardım edeceğini belirtiyordu.[689]
Bu sözler açıkça "isyan" mahiyetinde idi. Bunun üzerine işgal kuvvetlerince tutuklandı. Ancak, Münevver Saime, daha sonra bir yolunu bularak Anadolu'ya kaçtı ve orada Millî Mücadeleye katıldı.[690]
Bu hadiseden sonra İstanbul'da miting yapmak yasaklanır. Ancak, buna rağmen, 23 Mayıs 1919 Cuma günü bir miting yapılır. İşgal kuvvetleri havadan takip ederler.
Bu mitingde şair Mehmed Emin (Yurdakul), İstanbul basını adına Fahrettin Hayri Bey, Halide Edip Hanım, Selim Sırrı (Tarcan) ve Dr. Sabit Beyler konuşmuştur. Bunların içinde şüphesiz en önemlisi Halide Edip'inkidir. O şöyle diyordu:
"Dâvamızı ilân ediyorum. Bu dâvamız da Türkiye'nin hak ve istiklâlidir. Türkler, Türkiye'nin ebedî hakkına asla dokundurmayacaklar, yarın Hakk'ın mahkeme-i kübrâsı önünde zâlimlerin hepsi mahkemeye çekilecek, onlara bizim kanlarımızı döktürdünüz diyecekler... İşte kardeşlerim, işte evlâtlarım, dâvanızdan kaçmayınız. O gün size hak verecekler, bugün iki dostunuz vardır. Birisi, kalbi mabetleri bizimle olan müslüman dünyası, birisi zâlimleri yakasından sürükleyecek hak sahibi büyük milletlerdir.
Kardeşlerim! Evlâtlarım! Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihî bir gün belki bir daha idrak etmeyeceğiz. Evlatlarım, öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak, içimizde ölenler olursa, Türk'ün istiklâl bayrağı ile mezarı üzerinize ölenler olursa, Türk'ün istiklâl bayrağı ile mezarı üzerine geliniz."
Halide Edip, konuşmasının sonunda orada bulunanlara iki konuda yemin ettirir:
1. İnsanlık ve adalet esaslarına bağlı kalmak,
2. Hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete boyun eğmemek.[691]
Halide Edip'in bu konuşması açıkça fiilî mücadeleye davet idi. Zaten bunun üzerine hakkında tutuklama kararı çıkmış, O da Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele'ye katılmıştır.
30 Mayıs 1919 tarihli İkinci Sultanahmet Mitingi'nde konuşan Şükûfc Nihâi[692] de vatanını çok sevdiğini belirterek,
"Aziz vatan, beşiğimiz senden, mezarımız yine sen olacaksın." sözleriyle dinleyenleri galeyana getiriyordu.[693]
13 Ocak 1920 Salı günü Sultanahmet Meydanı'nda "İstanbul Türk'tür ve Türk Kalacaktır." isimli üçüncü bir miting düzenlenmiştir. 100.000 kişinin katıldığı bu mitingde, kadınlardan, MuallimeJer Cemiyeti başkanı Nakiye (Elgün) Hanım bir konuşma yapar:
"Efendiler, size memleketin bir kadını sıfatıyla hidap ediyorum. Fatih'in, Selim'in, Süleyman'ın mezarını, ecdadının ebedî âbideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur etmiyorum, çıkmayacaksınız, bırakmayacaksınız. Biz de daima sizinle beraber olacağız. Hayatından ziyade sevdiği evlâdını vatan sevgisine feda eden kadınlarımızın can ile sevdiği İstanbul için canını feda edeceğine elbette inanırsınız."
"Önümüzde açık iki yol var: Biri, tarihimize şanımızla devam etmek, diğeri gözlerimizle beraber tarihîmizi de kapayıp ebediyete götürmektir."[694]
Nakiye Hanım bu konuşmasıyla kadınların erkeklerin yanında mücadeleye hazır olduğunu ifade ederken, bu durumda Türk milletinin ne yapması gerektiğini de söylemiş oluyordu.
İstanbul mitingleri önce İzmir, sonra da İstanbul ve diğer bölgelerin işgalim protesto maksadıyla yapılmıştı. Böylece hem padişaha, hem de İtilâf devletleri ve dünya devletlerine seslenilmek isteniyordu. Gaye vatanın kurtarılması idi. Bu maksatla, Türk milletine cesaret ve heyecan verilerek, bu kötü kaderine karşı mücadeleye çağrılıyordu.
Bu faaliyetlerde Halide Edip, Şükûfe Nihâi, Nakiye (Elgün), Münevver Saime, Meliha, Sabahat ve Naciye gibi hanımlar da yerlerini aldılar. Bunlar, Öylesine bir cesaret ve vatan sevgisiyle konuştular ki, basında çoğu sansür edildi, haklarında tutuklama emri verildi. Bunlar Halide Edip ve Münevver Saime Anadolu'ya kaçarak Millî Mücadele'ye katılmışlardır. Bu devrede Münevver Saime "Asker Saime" adıyla anılacaktır.
Mitinglerde konuşan hanımların çoğu öğretmen veya İnas Dârül-fünûnu'nda okuyan öğrencilerdir.[695] Bu da, Meşrutiyet döneminde açılan kız mekteblerinin, Millî Mücadele'ye milliyetçi, aydın bir kadın potansiyeli hazırladığını gösteriyor. Bu hanımlar, vatana olan borçlarını canlarıyla ödemeye and içmişlerdir. Böylece millî bir heyecan dalgasının doğmasına sebep olmuşlar, diğer kadınlara ve erkeklere örneklik etmişlerdir.[696]
Meşrutiyet devri mekteblerinde tahsil gören, cemiyet faaliyetlerine katılan ve basında tecrübe kazanan hanımlarımız, bu dönemde kadın hakları için mücadele verirken, vatanın tehlikeye düştüğü Millî Mücadele döneminde onun kurtuluşu için faaliyet göstermişlerdir. Bu dönem basınında hanım yazarlarımızın en çok dikkat çekenleri Halide Edip ve Müfide Ferit'tir. Bu ikisi, Özellikle Hâkimiyetti Milliye ve İrade-i Milliye gazetelerinde yazmışlardır.
Halide Edip, Millî Mücadclc'yi tanıtarak, halkı cesaretlendiren eserler kaleme almıştır. Dağa Çıkan Kurt (1922), Ateşten Gömlek (1922), İzmir'den Bursa'ya (1922)... bunlar arasındadır.
Halide Edip, "İstanbul Gençlerine" başlıklı bir yazısında onlara vazifelerini hatırlatır:
"Selâm arkadaşlar! Bugün sizinle Anadolu'dan konuşmaya geldim.
Bu büyük harp başlayalı hep sizden bir haber bekledim. Dünya Har-bi'nin zeyli bizim topraklarımızda, bizim son yurdumuzun üstünde olurken, zannettim ki, batıdan gelen her rüzgâr İstanbul'un kalbinin çarpıntısını, başının ateşini ve fedakâr düşüncelerini fısıldıyor. Fakat bu haber hülyası, bu haber intizârı, hep cansız bir sükût, dilsiz, uzak ve hareketsiz bir ıztırap aksinden başka bir cevap almadı. Biliyorum ki, siz çok muztarip ve çok merak içindesiniz ve kalbiniz bizimle beraberdir, fakat biz sizden kanlı, ilâhî istihlâs mücadelemize kaşı sadece ıztırap ve uzaktan dua beklemiyoruz."
"Anadolu'nun arkasında bütün mazlum milletlerin hakkı ve kalbinde kendi yanan yurdunun, saçından sürüklenen sevgililerin, kılıcına sığınan bîkes gözlerinin hayalleri var. Fakat bütün bir Türkiye'nin, bütün Türk can ve istiklâl davasında çarpışanlar arasında boş ve eksik yerler var ve bu eksik ve boş yerler kimlerindir söyleyeyim mi?
Gerçi bu şecî ve kahraman Türk kitlesinin başında ve yanında İstanbul'dan gelmiş yüzlerce zabitler var ki, hayata kanmadan, en küçük bir siper aramadan Anadolulu kardeşinin yanında vecd içinde ölüyor..."
"Hani siz miydiniz, bir gün Sultanahmed'in ebedî minarelerinden sarkan siyah bayraklar altında Allah'ı şahit tutarak benimle yemin ettiniz! Değil bir fırka olacak kadar, beş bin, on bin kişi, belki yüz bin kişi birden, semâdânî bir gök gürültüsü gibi, bayrağınızı yere getirmeyeceğinize, aziz Türkiye'yi topraklara geçmiş bir tarih harabesi gibi gömdürmeyeceğinize ağlayarak yemin ettiniz!..
Şimdi neredesiniz?..
Sultan Ahmet'le ve Fatih'le birlikte yemin ettik. Hissediyorum ki, bu güzel ve ebedî aşkı size anlatamazsam, bende o günkü yeminime sâdık kalmamış olacağım. Kalbimin gözleri İstanbul'da, Fatih'ten gelecek arkadaş fırkanın ayak seslerini dinliyorum."[697]
Halide Edip, mitinglerde yaptığı ateşli konuşmalardan sonra şimdi de kalemiyle İstanbul gençleriyle birlikte bütün Türk milletine hitap etmekteydi. Bu yazıların korkak ve mütereddit gençleri İstanbul'dan Anadolu'ya çekmek yolunda büyük etkisi olduğu gibi, mücadele içindeki gençlerin de azmini kuvvetlendiriyordu.
Halide Edib'in "Duatepe" isimli yazısı burada kazanılan zaferi[698]; "Aziz'in Karısı"[699] ve "Üzeyir'in Karısı"[700] başlıklı yazıları da Yunan zulmü altındaki köylerin perişan hâlini dile getirmektedir. "Kırmızı Tepe" adlı makalesi, Polatlı savaş meydanını tasvir ederek, şehitliğin faziletlerinden bahisle milleti mücadeleye teşvik etmektedir.[701]
Yazılarıyla milletin mücadele azmini ayakta tutmaya çalışan Müfide Ferit ise genellikle Hâkimiyet-i Milliye'de yazmaktaydı. "Türk Askeri" isimli yazısında, müttefikleri yenildiği için mağlûp sayılan Türk askerinin I. Dünya Savaşandaki başarılarından bahsettikten sonra, Anadolu hareketini takdirle karşıladığını belirten satırlara yer veriyordu:
"...Yalnız sen ey mübarek, ey asil asker, yalnız sen arslan başını kaldırdın. Günler karardıkça sen parladın. Yalnız sen bey alnım onlara gösterdin. Ve bir İlâhî istiklâl heykeli gibi, elinden mekanizması çalınmış tüfeğin, vatan kapısına koştun, buraya girilmez dedin.
Dünya sana karşı idi, sen şecaatinle, ulüvv-i cenabınla, hakkınla dünyadan kavı oldun. Yaşa Türk Askeri!..."[702]
Müfide Ferid'in bu dönemde yazdığı yazılar arasında "Gaziantep" başlıklı yazısının ayrı bir yeri vardır. Anteplilerin müdâfaalarından gururla bahseden yazar, bu vesileyle diğer halkın da azim ve şevkini kuvvetlendirmeye çalışır:
"Gazi Antep! Sen, bugün yalnız cenup hudutlarını müdafaa etmiyorsun, cenuptaki hukukumuzu ebedî bir şekilde tesbit ediyorsun! Frenkler şark sulhunu istedilerse, İngilizleri o fikre imâle ettilerse, başlıca sebep sensin. Çalınmış hukukumuzun iadesi ihtimâlini kazandıran hep sensin!
Sen bir âbidesin! Sen ikinci bir "Plevne", ikinci bir "Çanakkale'sin. Plevne 93'ün o kanlı hezimeti içinde nasıl her şeye rağmen Türk kahramanlığının ebedî olduğunu cihana tasdik ettirmişse, Türk'ün fıtrî ve ezelî feyz-i celâdetini nasıl dünyaya öğretmişse, sen de, kahraman Antep, bütün bu elîm günlerin tesellisi, bu necat günlerin ümidisin! Mütareke muhârebâtının şerefi, iftiharı oldun! Biz bugün senin yeşil ağaçlarının sakin gölgesinde millî tarihimizin en ulvî vak'asını, en saf şaheserini, millî kahramanlığımızın ilâhî bir timsâlini seyrediyoruz.
Onun için hükümet bugün senin yaralı ve asil göğsüne gazi nişanını takarken bütün millet, birden karşında huşu ile şükranla eğiliyor!
Gazi Antep! Dünyada bir Türk kaldıkça senin ismin mukaddes tanınacak, dünya durdukça senin gazi kalen Türklüğün ebedî bir timsâli olacaktır."[703]
Müfide Ferit, "Kara Haber" başlıklı yazısında, İzmir'in işgalini ve yaralıların ümitsizlik içinde bekleyişlerini anlatır. Kara haberi bir kandil günü aldığını, İstanbul'da kandillerin yandığı sırada, İzmir'in alevler içinde yanarak aydınlandığını söyleyerek insanların hissiyatına hitap eder.[704] "Hayret" başlıklı yazısında, Sultanahmet Mitingi'nde milletin hislerini, heyecanım, üzüntüsünü dile getirir.[705] "Zafer" isimli yazısı, İnönü Zaferi'nden bahseden ümitvar bir yazıdır.[706]
Bu çarpıcı örneklerden de anlaşılacağı gibi, Meşrutiyet devri okullarında tahsil yapmış Türk hanımları, Millî Mücadele'ye kalemleriyle katılmışlar, Türk milletini mücadeleye çağırmışlardır. Kabul etmek lâzımdır ki, kadınlar tarafından yapılan bu çağrılar psikolojik bakımdan çok etkili olmuştur. Ayrıca, savaş yıllarının çeşitli cepheleriyîe anlatıldığı edebî eserler arasında kadın yazarlarımızın da önemli bir yer aldığım da belirtmeliyiz.[707]
Bu dönemdeki kadın cemiyetlerinin asıl amacı, vatanın kurtarılması için hizmet etmektir. Bu maksatla yardım toplama, geniş kitleleri yardıma çağırma faaliyetlerinde bulunurlar. Asrî Kadınlar Cemiyeti ile Hilâl-i Ahmer Kadın Kolları, özellikle askere giyecek temini ve ordunun sağlık hizmetlerinde çalışmışlardır. Türk Ocakları ve Muallimler Cemiyeti'nde çalışan hanımlar da mücadeleye büyük katkılarda bulunmuşlardır.[708] Fakat bu dönemin en önemli cemiyeti, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti'dir. Önce Sivas'ta kurulan bu cemiyetin daha sonra diğer illerde de şubeleri açılmıştır.
Şimdi, Millî Mücadele dönemindeki kadın hareketleriyle kadın cemiyetlerini görelim.[709]
28 Mayıs 1335 (1919) tarihli Hâdisât gazetesinde "Anadolu'nun Tuğyanı" başlıklı bir haberde Ankara'daki gelişmeler anlatılırken, hemen devamında Kasaba İslâm Kadınları Cemiyeti adına bazı fikirlere yer verilmiştir:
"İzmir olduğu gibi mülhakat vilâyet de peyderpey Yunan askeri tarafından işgal ediliyor. Dünyada medeniyet ve adaletin henüz kalkmadığını ümit etmek istiyoruz. Pek büyük ekseriyeti teşkil eden milyonla yavrularımızı iki yüz bin Rum'a terk etmek ölümden beter bir hâldir. Kadınlara pek büyük hürmetle muameleleri bilinen Avrupalılara ve bütün insaniyet âleminde de biz Türk Müslüman kadınları Hak başımızda olduğu halde haykırıyoruz. Buralarda daima âdil bir Türk hükümeti idaresi görmek isteriz. Bu olamasa devlet-i muazzamadan birinin kontrolü altında, yine hükümetimizin bayrağı altında yaşayabiliriz. Medeniyetinizden, insaniyetinizden beklediğimiz budur. Hak ve hakikata hadim olursanız, insaniyet ol vakit sizi ta'zîz eder. Cevap bekliyoruz.
Kasaba İslâm Kadınları Cemiyeti[710]
Bu cemiyet hakkındaki bütün bilgimiz bu haberden ibarettir. Kimler tarafından, ne zaman kurulduğu, nereden destek aldığı hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Ancak, bu sözlerden anlaşıldığına göre, Cemiyet, kurtuluş yolu olarak büyük devletlerden birinin mandası altına girmeyi görmektedir. Bu yazı 28 Mayıs 1919'da yayınlandığına göre, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışından kısa bir süre geçmiş demektir. Buna dayanarak Cemiyet'in daha önce kurulduğu söylenebilir. Aynı zamanda Meşrutiyet dönemi kadın cemiyetlerinin sadece İstanbul'da değil, Anadolu'da da uzantısı olduğuna dair bir kanaat hâsıl olmaktadır.
Bu durumda Millî Mücadele döneminin bilinen en eski cemiyeti Kasaba İslâm Kadınları Cemiyeti'dir. Ancak, bu dönemde kadınların ilk kitlevî hareketi Erzurum'da olmuştur.
29. Ocak 1335 (1919)'da Muradiye Camii'nde toplanan Erzurumlu hanımlara mevlit okunmasından sonra, İnas Mektebi müdiresi Faika Hakkı Hanım tarafından bir nutuk verilir. Sonra da Sadrazamlık, Dahiliye Nezâreti ve İstanbul'daki İtilâf devletleri mümessilliklerine, Amerika senatosuna telgraflar çekilerek işgal protesto edilir.[711] Telgraflarda, Mütareke'den sonra hâlâ sulh olmayıp İzmir, Antalya, Urfa ve Maraş'ta Osmanlı haklarının zâlimce gasbedilmesi ve bunların medeniyet adına yapılmasının anlaşılamadığı belirtilmekteydi. Medeniyyet vahşeti yok etmek içindir, insanları rencide etmek için değil. Hiç olmazsa bundan sonra zulmedenlere karşı çıkınız. Mütareke'den sonra bile şehirlerimiz nasıl işgal edilir? Wilson prensipleri, çoğunluğun hukuku azınlığa feda edilemez derken, bunlar nasıl gerçekleşiyor? Sonra da sulh olmasını insaniyet nâmına istiyorlar, deniyordu.[712]
Cemiyet, 5. Kasım 1919 Cuma günü, Sivas'ta Nümûne Kız Mektebi'nde toplanan hanımlar tarafından, memleketin bütünlüğü ve istiklâli için çalışmak üzere kurulmuştur. Sonra İstanbul hükümetine ve İtilâf devletleri temsilcilerine, işgali protesto eden telgraflar çekmişlerdir.
Cemiyet'in yönetmeliği 11 maddeden ibaretti:
1. Merkezi Sivas'ta olmak üzere bütün Anadolu'da belli bölgelerde Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kurulacaktır.
2. Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı Devletinde kalan, çoğunluğu Müslüman olan bu bölgeler birbirinden ayrılamaz. Buradaki halk birbirinin ırk ve sosyal durumuna saygılı, kadın ve erkekler birbirine kardeşlik hisleriyle bağlıdırlar.
3. Her türlü işgal ve içişlerine karışmaya karşı konulacaktır. Özellikle Rumluk ve Ermenilik teşkili için olan faaliyetlere karşı konulacaktır. Gayri müslim vatandaşlar Osmanlı hâkimiyetine ve İslâm hukukuna karşı bir harekette bulunmadıkları sürece onların her türlü hukukuna, dinine, geleneklerine İslâm kadınları daima riâyet edecektir. Fakat millet ve vatan zararına her türlü teşebbüse karşı erkeklerimizle birlikte vatanımızı müdafaa edeceğiz.
4. Bu gayemize ulaşmak için bütün İslâm hemşirelerimiz birlik olarak çahşacakür. Ancak işgal bölgesindekiler rahat hareket edemeyeceklerinden şimdilik onlar bundan mazur görüleceklerdir.
5. Cemiyeti 16 kişilik bir yönetim kurulu idare eder.
6. Yönetim kurulunu kongre seçer. Bunlar, gizli oyla başkan, ikinci başkan ve mesul sekreteri seçerler. Bir de veznedar vardır.
7. Yönetim Kurulu 15 günde bir toplanır. Başkan ve sekreter lüzum gördüğünde ayrıca toplantıya çağırabilir.
Üç defa özürsüz olarak toplantıya gelmeyen üye istifa etmiş sayılır, yerine yenisi seçilir.
Cemiyetin bütün yazışmalarında resmî mühür, başkan (veya başkan vekili) ve mesul sekreterin imzaları bulunacak, bu üç üye hükümete karşı mesul olacaklardır.
8. Masraflar, yönetim kurulu kararı ve mesul sekreterin imzalan ile yapılır. Bütün yönetim kurulu üyeleri üye kaydı ile görevlidirler.
9. Cemiyetin hesap işlerini üç kişilik kasa heyeti (başkan, sekreter, veznedar) idare eder. Bunlar, yönetim kuruluna ve toplu olarak kongreye karşı mesuldürler. Kongre, cemiyetin daveti ile üç ayda bir toplanarak hesap ve yönetim hakkında bilgi alarak onları denetler.
10. Cemiyet gerektiğinde maaşlı memur da kullanabilir. Lüzumu hâlinde tabii ve faal üyeler bir araya gelerek bağış toplarlar.
11. Yönetmelik, kongre kararı ile değiştirilebilir.[713]
Cemiyetin ilk toplantısında Vali Reşit Paşa'nın hanımı Melek Reşit Hanım, memleketin içinde bulunduğu vahim durumu anlatan ve hayırlı bir sulh imzalanıncaya kadar faaliyetlerinin devam edeceğini belirten bir konuşma yapmıştır.[714]
Cemiyet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi ile yazışmalar yaptığı gibi, İtilâf devletlerine protesto telgrafları da çekmekteydi.
Yönetmeliğin 1. maddesi uygulamaya konularak, diğer şehirlerde de Cemiyet'e bağlı şubeler açılmıştır. Meselâ: Amasya (başkan Asiye Remzi), Kayseri (başkan Seyyide), Niğde (başkan Feride), Erzincan (bşk. Ayşe), Bolu, Burdur (bşk Fıtnat), Pınarhisar (bşk. Refîa), Kangal (bşk. Ulviye), Erzurum... gibi. Bunlar Sivas'taki merkezle daimi bir ilişki içinde idiler.[715]
Cemiyette görev alan hanımlar genellikle bölgenin ileri gelen ailelerine mensuptur.[716] Bu da cemiyet üyelerinin yakınlarından maddî-mânevî yardım aldıklarını gösteriyor.
Cemiyetin faaliyetleri arasında, İstanbul'daki İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan siyâsî temsilciliklerine, Kilis'teki işgal kuvvetleri komutanının ahaliye verdiği ültimatomu protesto eden bir telgraf gönderdiğini görüyoruz. Bu ültimatoma göre, üzerinde revelver bulunan kişi sebebi araştırılmadan kurşuna dizilecek, bir kargaşada ölen veya yaralanan bir Fransız askerine karşılık bölge halkından kur'a ile tesbit edilecek iki kişi kurşuna dizilecekti. Cemiyet, bu hareketin, "asırlardan beri şanlı bir tarihe ve kadîm bir medeniyete sahip olan" milletimize yapılan büyük bir haksızlık olduğunu belirterek, bu ültimatom geri alınmadığı takdirde millî vazifenin gereğinin yapılacağını ifade ediyordu.[717]
Cemiyet, aynı zamanda İstanbul'daki gazetelerde yayınlanan zararlı yazılara son verilmesi için Osmanlı Matbuat Cemiyeti'ne de bir telgraf çekmiştir. Telgrafta, İstanbul gazetelerinin ülkenin istiklâli için yeterli mücadele vermedikleri için üzüldüklerini ve kınadıklarını belirtiyorlardı. İstanbul gazeteleri şu ittihatçıdır, şu itilâfçıdır diye birbirlerini suçlamak yerine, ülkenin problemlerine çare buimaya çalışsınlar. Her ne olursa olsun, önemli olan vatanını unutmayan, seven bir vatan evlâdı olmasıdır. Birkaç lekeli İttihatçı yüzünden bütün İttihatçılar suçlanamaz. Biz Anadolu'da kadın-erkek kurtuluş için savaşıyoruz. Fırka lâfından bile nefret ediyoruz. Biz erkeklerimizle birlikte mücadele ederken, İstanbul gazeteleri vatan yolunda yayın yapmak yerine, ahlâksızca yayınlara devam ederlerse onları boykot edeceğiz, okumayacağız ve memlekete sokmayacağız, diyorlardı.[718]
Cemiyet gerçekten tam bir mücadele örneği vermiştir. Hem vatanın kurtuluşu için yardım toplamış, hem çeşitli yerlere telgraflar çekerek işgale ve zulme karşı tavır almış, hem de Türk kadınının bizzat mücadeleye katılmasını sağlamıştır. Bu faaliyetleri daha geniş bir alanda organize şekilde yürütebilmek için değişik şehirlerde birçok şubeler açmıştır. Bu da onun Anadolu'nun her yerinde yaygın bir cemiyet haline geldiğini gösteriyor.
Cemiyetin faaliyetleri, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Millî Mücadele'nin ileri gelen kadrosu tarafından takdir ve şükranla karşılanmış, teşvik edilmiştir.[719]
Cemiyet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyet-i Temsiliyesi ile devamlı irtibat halindeydi. Gerektiğinde onlardan fikir alıyordu. Meselâ, Heyet-i Temsiliye'ye Melek Reşit ve Şeiîka Kemal imzasıyla gönderilen telgrafta, Kilis'teki Fransız işgalinin protesto edildiği konusunda bilgi verilmektedir. Bir başka telgrafta, Mustafa Kemal'in, cemiyetin, İzmir'in Yunanistan'a katılması hazırlıklarının İtilâf Devletleri ve Amerikan temsilcileri nezdinde protesto edilmesini istediği görülür.[720] Bu örnekler de, cemiyetin Heyet-i Temsiliye ile organik bir bağı olduğunu doğrulamaktadır.[721]
Millî Mücadele döneminde Kastamonu'da 10 Aralık 1919'da kurulan cemiyetin üyeleri şunlardı:
Başkan: Mevlevî şeyhi Amil Çelebi'nin eşi Zekiye Hanım.
İkinci Başkanı: Polis müdürü Halil Bey'in eşi,
Umumi Kâtip: Sıhhat müdürü Ferruh Niyazi Bey'in eşi Saime,
Muhasip ve Kâtip: Reji müdürü Ömer Bey'in kızı,
Üyeler: Vali vekili defterdar Ferit Bey'in eşi, İzbelioğlu eşi Hafız Hanım, Maarif müdürü Talât Bey'in eşi, Müdafaa-i Hukuk reisi Ziyâeddin Efendi'nin eşi.[722]
Cemiyetin sekreterliğini yapan Saime (Ayoğlu) Hanım, faaliyetleri hakkında bilgi vermektedir. Buna göre, mahalle mahalle gezilerek, konferanslar, müsamereler, mevlitler, mitingler düzenlenerek millî dâvanın önemi anlatılıyordu. Toplanan yardımlar cepheye ulaştırılıyordu. Yabancı devlet başkanlarının eşlerine protesto te'grafları gönderilerek, Türk milleti hakkında reva görülen haksızlıkları anlatıyorlardı.[723] Ayrıca şehit ailelerine yardım yapılıyor, çocuklarına sünnet düğünleri tertip ediliyordu.[724]
Cemiyet, 10 Aralık 1919'da Kız Muallim Mektebi bahçesinde büyük bir toplantı düzenleyerek, işgaller karşısında halkın tepkisini dile getirir. İnsan haklarından bahisle yurdun düşmanlardan temizlenmesi istenir, padişaha, sadrazama ve yabancı devletlere protesto telgrafları çekilir.
15 Ocak 1920'de Lord George'un İstanbul ve Boğazlar ile ilgili sözlerine tepki olarak bir toplantı düzenlenir. Burada başkan Zekiye Hanım, bütün halkı mücadeleye çağırır. Toplantı sonunda, İtilâf devletlerinin ileri gelen yöneticilerinin hanımlarına telgraf çekilerek şöyle denir:
"Türk milletinin kadınlı erkekli savaşlarda can vermeyi asla düşünmeyeceğini, eğer silah ve cephanemizin bulunmadığına ümit bağlanıyorsa, düşmanları tırnaklarımızla boğacağımızı ve gerekirse toprağın üstünde şerefsiz yatmaktansa, toprağın altında kahramanca yatmayı tercih edeceğimizi bildiririz."[725]
Cemiyetin genel sekreteri Saime (Ayoğlu) Hanım, Diyarbakır'da bir şube açıldığını duyduğunu söylüyor, ancak emin değildir.[726]
Bu söz konusu ettiğimiz organize cemiyetler dışında da kadınlarımızın bazı faaliyetlerine rastlamak mümkündür. Meselâ Bursa hanımları, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi'ne gönderdikleri bir telgrafta işgallere karşı çıkıp, erkeklerle birlikte mücadele ederek ölmeyi göze aldıklarını belirtiyorlardı.[727]
Bu telgraf, hanımlarımızın mücadele azmini göstermesi yanında, Müda-faa-i Hukuk Cemiyeti'nin, vatanın kurtarılmasında müracaat edilecek bir mercî olarak temayüz ettiğini ifade etmesi bakımından da önemlidir.
Buraya kadar ele aldığımız cemiyetler, Türk kadınının vatanın kurtarılması yolunda faaliyetler gösterdiği merkezler durumundadır.[728] Meşrutiyet döneminde eğitim ve basın tecrübesi kazanan ve daha önce kadın haklan yönünde çalışan cemiyetler kuran hanımlarımız, Millî Mücedele'de cephede ve cephe gerisinde erkeklerin yanında fiilî mücadeleye katılmışlardır. Bilhassa değişik mercilere gönderdikleri telgraflarla Türk kadınının millî tepkisini gösteren ve kamuoyu oluşmasında yardımcı olan kadınlarımız, orduya ve şehit ailelerine yardım toplama hususunda büyük hizmetler görmüşlerdir. Meşrutiyet döneminde kazandıkları cemiyetcilik tecrübesini, Millî Mücadele'nin çetin şartlarında başarıyla sürdüren Türk kadını, Cumhuriyet devrinde çeşitli amaçlar için kurulacak kadın derneklerine bir ölçüde örneklik etmiştir denebilir. Meselâ, Cumhuriyet devrinde kurulan ilk kadın cemiyeti olan Türk Kadınları Birliği'nin kurucusu Nezihe Muhiddin[729], Meşrutiyet'ten itibaren birçok derneklerde faaliyet göstermiş bir isimdir. Cumhuriyet devrinde de yeni hayat tarzı içinde formasyonunu kullanması bu fikrimizi destekleyen tipik bir örnektir.[730]
Millî Mücedele, Türk milleti için bir ölüm-kalim savaşı idi. Bunun farkında olan Türk kadınları da fiilî olarak cepheye katılmakta gecikmedi. Bu yüzden, kahraman "Mehmetçik'lerimizin yanında "Ayşecik"ler, "Fatmacık'lar da anılmaya başlandı.
Gerçi tarihimizde cephede bizzat savaşmış kadın kahramanlara rastlanmaktadır. Meselâ 93 Harbi'nde Aziziye tabyalarında kadınları peşine takarak kahramanca mücadele veren Kara Fatma ve Nene Hatun, bu konuda ismi efs aneleşenlerdendir.[731]
Millî Mücadele'ye katılan Türk kadınları da bu zincirin halkalarını meydana getirmektedirler. Şimdi bu hanımlardan ismini bilebildiklerimizi gözden geçirelim:[732]
Halide Edip, yurdun işgale uğradığı ümitsiz günlerde diğer bazı aydınlarda olduğu gibi Amerikan mandasına taraftar iken[733] daha sonra Millî Mücadele'ye inanmış ve fiilî olarak görev almıştır. Bunun için 16 Ağustos 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf çekerek "gönüllü" olmak istediğini bildirir ve M. Kemal de Onu Garp cephesine tayin eder (18 Ağustos 1921).[734] Cephedeki başarılı çalışmalarından dolayı onbaşı rütbesine yükseltilir.[735]
Bilindiği gibi Halide Edib'in asıl hizmeti kalemi vasıtasıyla olmuştur. Cephede bulunduğu müddet içinde de, savaşın çeşitli safhalarını bizzat müşahade imkânı bulmuş, bu sebepte yazdıkları, İstiklâl Harbi edebiyatının en canlı örnekleri arasında yer almıştır.[736]
İstiklâl Harbi başladığında Darülfünun öğrencisi olan Münevver Saime, Kadıköy Mitingi'nde yaptığı konuşmadan sonra tutuklama emri çıkınca, Anadolu'ya geçerek Millî Mücedele'ye katıldı. Garp cephesinde görev aldı ve özellikle cephe gerisinde ve istihbarat işlerinde önemli başarılar gösterdi. İzmit'te bir görevi yerine getirirken yaralandıysa da belli etmeden vazifesini yapıp tamamladı. Asker Saime diye anıldı.
Kuvvetli bir fikir edebiyatçısı olan Saime, savaş sonrasında öğretmenlik yapmıştır.[737]
Pozantı'da mücadele etmiştir. 8 Mayıs 1920'de gece Fransız kuvvetlerine Kumcu Veli ile birlikte kılavuzluk ederek, onları Türklerin ateş hattına sokmuştur. Fransızlar, en kritik nokta olan Karboğazı'na sıkıştıklarını ancak gün ışıyınca anlayacaklardır. Bu arada Hatice kaçarak Türk tarafına geçer. Bu şekilde Fransız askerleri esir edilir.[738] Bu hadisedeki rolünden dolayı Kılavuz Hatice olarak anılan bu Türk kadını hakkında fazla bir bilgimiz yoktur.[739]
Güney cephesinde 9. Tümende gönüllü olarak bir müfrezenin komutanlığını yapmıştır. Osmaniye'de Fransız karargâhına saldırı için görevlendirilen nüfreze 1 Temmuz 1920'de harekete geçer. Fakat bu arada askerlerde bir iuraklama meydana gelir. Bunun üzerine,
"Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünmekten utanmıyor nusunuz?" diyerek erkekleri tahrik eden Tayyar Rahmiye karargâhın alındığını görmeden şehit düşer. Bu harekât sonrası 80 tüfek, 2 makinalı tüfek ele geçirilmiştir.[740]
Maraş'ın Kayabaşı Mahallesinde oturan Bitlis Defterdarı'nın hanımıdır. Adını bilmiyoruz. Maraş'ta Fransız işgal kuvvetlerinin ve yerli Ermenilerin müslüman hanımlara saldırı ve tecâvüzlerine dayanamayarak, ateş açmış, akşama kadar çarpışarak 8 kişiyi öldürüp, birçok kişiyi de yaralamış, sonra da akşam karanlığında yararlanarak erkek elbisesi ile Türk askerlerine katılmıştır. Bu hadise Türk kamuoyunda takdirle karşılanmış, birçok gazete haber olarak vermiştir.[741]
Erzurumlu Yusuf Ağa'nın kızı olan Fatma Seher Hanım, aynı zamanda merhum bir binbaşının da eşidir. Millî Mücadele'de oğlu ile birlikte çarpışmış, İzmit'te görev yapmıştır. Kendinin söylediğine göre, I. Dünya Savaşı'nda Edirne'de Yanıkkışla'da çarpışmıştır. Mütareke'den sonra Erurum'a dönmüştür. Millî Mücadele'dc Adana, Dinar, Afyonkarahisar, Nazilli, Sarayköy ve Tire'de asker olarak çalışmıştır. Bunu, gösterdiği evraklar ispatlamaktadır. Hatta, bir savaş sırasında göğsünden yaralanmıştır. Harp tarihi ile ilgili vesikalarda başarılarından söz edilmektedir.[742]
Fatma Seher Hanım, "Kara Fatma" adıyla da anılmaktadır. Bundan dolayı bazı kaynaklarda ikisinin ayrı şahıslar gibi değerlendirildiği görülür. Yazılanları değerlendirdikten sonra bu ikisinin aynı şahıs olduğu kanaatine vardık.[743]
Bazı kaynaklar Onun Millî Mücadele'ye, bizzat Atatürk'le aralarında şöyle bir görüşme geçtikten sonra katıldığını söylüyorlar:
"Paşam, vatanı kurtaracak sensin. Bütün millet seni bekliyor. İşte ben de kadın hâlimle geldim. İş göster, emret.”
“Peki, ama ne iş görebilirsin? Silah kullanır mısın? Ata biner misin? Harpten, ateşten kormaz mısın?”
“Ata binerim, silah kullanırım, muharebe bana düğün gelir." Bu görüşmeden sonra Mustafa Kemal'den aldığı emirle Kocaeli'ne göçmen sıfatı ile gelir, köyleri teşkilâtlandırır. Muhtelif cephelerde çalışır. Orduda çavuş olarak görev yapar.
Cumhuriyet sonrasında madalya ile taltif edilmiştir.[744]
Yunanlılar Sakarya Muharebesi'ni kaybederek Afyon mevzilerine çekildiklerinde, bir taraftan da Halil Efe'nin Gördes, Sındırgı, Akhisar havâlisinde faaliyet gösteren çetesinin saldırıları ile karşılaşıyorlardı. Bunların içinde Halil Efe'nin karısı Makbule Hanım da vardı.
Makbule Hanım, daha bir yıllık evli iken eşinin yanında mücadeleye atılmıştır. 16 Mart 1922'de Kocayayla'daki bir çatışmada çeteye cesaret vermek için hızla öne atılınca şehit düşmüştür.[745]
Selânikli olan Binbaşı Ayşe, Büyük harpte Kafkas cephesinde yaralanarak ölen kocasının intikamını almak için yemin etmiştir. 15 Mayıs 1919'da İzmir işgal edilince, ilk karşı koyma hareketine o da silahla katılmıştır. Yunanlılar İzmir'e hâkim olunca Aydın'a geçmiş, çete kurmuş, sonra da çetesiyle birlikte Köpekçi Nuri çetesine katılmıştır. Aydın muharebesinden sonra Koçarlı'ya çekilmişler ve bundan sonra devamlı Millî Mücadele'de görev almışlardır. Büyük Taarruz'da Mürsel Paşa fırkasında, Ahır dağlarında düşman gerilerine sarkmaya memur edilmiştir. İzmir'e ilk giren kıtalar arasında o da vardır. Fakat bu sırada sol bacağı kırılmıştır. İzmir Hastahanesi'nde yatmıştır. Bu hastahanenin raporunda, kocasının intikamını almak için onun hatırası olan mücevherleri satarak at, mavzer, elbise vs. aldığı ve mücadeleye katıldığı, binbaşılığa kadar yükseldiği belirtilmektedir.
Ankara'ya geldiğinde bavulunu çaldırdığı için evrakları kaybolmuştur. Okuması olmadığından sonraları Merkez Bankası'na hademe olarak girmiştir, Son zamanlarında emekli maaşı ile geçinmekteydi.[746]
Gördes ve İnönü Meydan muharebelerinde çarpışmalara katılan 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey'in kızıdır. 8 yaşında öksüz kalan Nezahat, babasıyla cephelerde dolaşmıştır. Askerlere sürekli hizmet etmiş, cesaret vermiştir.
Büyük Millet Meclisi'nin 30 Ocak 1921 tarihli 140. oturumunda, Bursa milletvekili Emin Bey, yüzden fazla düşman öldürmüş olan bu çocuğa madalya verilmesini teklif eder. İzmit milletvekili Hamdi Namık Bey ise, küçük bir çocuğa İstiklâl Madalyası verilmesinin uygun olmadığını, büyüyünce ona çeyizini sağlayacak bir hediye verilmesi teklifinde bulunur. Tunalı Hilmi ise Ona mir-i mîrân (tuğgeneral) rütbesi verilmesini ister.[747] Ancak, tekliflerin kabul edilip edilmediğini bilemiyoruz.[748]
Van'da doğmuştur. Erek kasabasında 500 kişilik bir çeteye katıldı. Çarpışarak Karaköse'ye geldiler. Murat Irmağı boylarında 1,5 ay kadar çarpıştılar. Karaköse'de Ziverbey taburuna katıldı, yaralanınca Erzurum'a döndü.[749]
Bu hanımlardan başka, İnönü muharebelerine katılan ve dönüşte madalya alan 12 kadının ismini biliyoruz.[750] Ayrıca ismini bilemediğimiz birçok kadın, cephede ve cephe gerisinde hizmet görmüştür.[751]
Türk kadınının rütbeli olarak orduya ilk girişi bu dönemde olmuştur. Kadınlarımızın bu fedakârca faaliyetleri ve gösterdikleri kahramanlıklar, Millî Mücadele'nin lideri Mustafa Kemal Paşa'nın büyük takdirini kazanmıştır.[752]
Aile, insanlık tarihi boyunca var olan ve değişmeler karşısında sürekliliğini her zaman koruyan bir kurumdur. Bugüne kadar kurulmuş olan bütün medeniyetlerde, bütün hukuk sistemlerinde ve dinlerde toplumsal hayatı, birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik düzenlemelerin esas objesi aile olmuştur. Her toplumda bireylerin duygusal, fizikî ve maddî ihtiyaçlarını öncelikle karşılayan bir temel kurum niteliğindeki aile, yukarıda belirtilen özellikleri sebebiyle hem tarihî gelişim süreci içinde hem de bugünkü yapılan itibariyle sosyolojik olarak da incelenmelidir.
Bizim ailemiz, asırlarca insanımızın geçmişini, bugününü ve geleceğini birlikte sahneleyen köklü bir eğitim kurumudur.
Aile, insanoğlunun en derin eğitim etkilerini aldığı, pek çok şeyler öğrendiği ve hayata hazırlandığı bir okuldur. Diğer yönden aile, dünyaya masum ve nötr bir özellikte gelen çocuğa, hem ferdî hem de sosyal ve kültürel yönden kimlik kazandıran bir yerdir. Çocuğun şahsiyeti bir nevi aile eğitimi vasıtasıyla oluşmaktadır. Verdikleri eğitimle çocuklarının şahsiyetini çizen aileler, dolayısıyla mensubu bulundukları milletin de şahsiyet ve kaderini çizmektedir.
İşte bu sebepledir ki aile eğitiminin değeri ve sorumluluğu büyük önem arzetmektedir.
Çocuk aile kucağında en zayıf ve tecrübesiz yıllarım yaşar. Bu sebepten aile terbiyesi daha fazla etkili olmaktadır.
Ailede çocuk emre itaate, sadakate ve dostluğa alışır. Ana-baba sevgisi, iyilik duygusu, sevgi hep ocakta öğrenilir. Onun için aile içtimaî hayatın vatanı ve kaynağıdır.
Milletlerin ilerlemesi ve başarısında, fertlerinin sağlıkları, kültür seviyeleri elbetteki önemlidir. En az bunlar kadar önemli olan bir husus daha vardır ki, o da fertlerin ruh sağlığıdır. Bu da ailedeki yetişme tarzıyla doğrudan ilişkilidir.
Ailede iyi sözler, iyi örnekler ve iyi davranışlara muhatap olan çocuklar moral açısından yüksek bir seviyededirler.
Korkunun, sindirmenin, geçimsizliğin, kin ve nefret duygularının hakim olduğu aîlelerdeki çocuklar, kendilerini istenmeyen bir kişi olarak görürler. Bu gibi çocuklar başta güven duygusundan yoksundurlar. Neticede bu çocuklar korkak, çekingen ve egoist olor. Fırsat ve imkan buldukları takdirde firar mekanizmaları geliştirirler. Yani bunlar için aile, mecburiyet karşısında yaşanan bir zindan olur. Bu sebepten de zamanla çeşitli suçlara, kötü alışkanlıklara ve alkole yönelirler. Bu çocukların ruh sağlıkları bozuk, çevreye uyumları da zayıftır.
Sevgi ve şefkatle beslenmeyen her çocuk, bu eksikliğini kindar bir kişilik geliştirerek gidermeye çalışır. Üzülerek belirtelim ki, sokaklarda, parklarda, mezbeleliklerde, harabelerde, polis karakollarında, yetiştirme yurtları ve çocuk yuvalarında bu gibi pek çok çocuğa rastlamak mümkündür. Bunlar millî şahsiyetimizi kemiren bir tür kanserdir.
Eğitim deyince aklımıza hemen okul, öğretmen, öğrenci ve kitap gelir. Halbuki eğitimin temeli okuldan önce ailede atılır. Okul ailede atılan sağlam bir temeli yükseltmeye çalışır. Temel sağlam olursa, üstüne atılan katlar emniyette sayılır. Nasıl ki, sağlam kafa sağlam vücutta bulunur ise, sağlam binalar sağlam temeller üzerinde yükselir.
Evet, millet yapısının temeli, harcı, çakılı, taşı hepsi ailedir.
Milletimizin tarih boyunca, daima gelişen aktif bir organizma olarak hayatiyetini devam ettirmesinde, aile kadar önemli bir kurum yoktur.
Bu aile hristiyanı da, müslümam da, avrupalıyı da, asyalıyı da hayran bırakan bir ailedir. Bu konuda yerli olsun, yabancı olsun, birçok kimseler tarafından çok çeşitli kitaplar, makaleler, hatıralar yazılmıştır. Bugün bundan hiç eser kalmadı diyerek konuya yaklaşmamız doğru olmaz. Bu biraz insafsızlık olur. Fakat şunu da kaydetmeliyiz ki, eski şaşaası ve gücü zayıflamıştır.
Gelişen ve değişen dünyada, herşeyi ile eskiyi diriltmek, geriye döndürmek mümkün değildir. Öyle sanıyoruz ki, böyle bir arzu da yoktur. Olsa bile, aşırı gayretkeşlik olur.
Giden gitmiştir... Geri gelemese bile... Evet, gelmese bile, eski aile hayatımızın prensipleri, dayanağı dinî, tarihî, hukukî, millî ve içtimaî temelleri, henüz tam erozyona uğramamıştır. Bunları bilirsek, bunlara dayanarak, çözülmeye yüz tutmuş aile terbiyemizi yeniden diriltebiliriz.
Ferdî, içtimaî ve kültürel alanlarda hakim kılabiliriz. Gerçekte eski aile terbiyemizin esasları, öz halinde mevcut olup yaşanmaktadır.
Her toplumda olduğu gibi, bizim aile hayatımızın da birçok özellikleri vardır. Bu hayat, gerçekten en güzel örneklerle doludur.
Bizim ailede;
Cennet anaların ayakları altındadır.
Bu yönüyle anne, en önemli unsurdur. Kocası da kadına "Sultanım" manasına "Hanım" diye hitap etmektedir.
Anne başka kültürlerde bu derece köklü bir itibara sahip değildir.
Ebeveyn çocuklarını maddî ve manevî sıkıntıdan kurtaracak her türlü tedbiri almıştır. Ve bu ebeveyne "öf" bile denilmemesi vefakarlık borcudur.
Bizim ailede;
Ebeveyn gerçek manada mürebbidir. Çocuklarının sadece dünyaya ilmesine vesile olan maddî bir unsur değildir.
Bizim ailede;
Çocukların helal süt ve helal lokma ile beslenmesi esastır.
Bizim ailede;
Misafire karşı gösterilen saygı dillere destandır. Bütün kaynaklar bunu belirtir. Köyüne, kentine gelen misafir, Tanrı Misafiri olarak görülür ve çok kere kur'a ile hangi eve gideceği belirlenir. Çocuk da bunları yakından müşahade eder.
Bizim aile; sevgi ve şefkat kaynağıdır. Büyüğe saygı yanında, düşküne, fakire, kimsesize, garibe, yolcuya, misafire büyük yardım ve ilgi gösterilir.
Bizim ailede kuşaklar arasında sevgi ve saygıya dayalı bir uyum vardır. Dört nesil (Dede-Baba-Oğul-Torun) bir arada yaşamasına rağmen, herhangi bir çatışma söz konusu değildir.
Bilindiği gibi, ailede uyumsuzluk, yaşlıları yalnızlık ve sefalete, çocukları ilgisizliğe, gençleri de bunalıma iter. Tabii ki ailede başlayan bu çözülme ve huzursuzluk, toplumun her kesiminde belirli oranlarda hissedilir.
Aslında ailenin yükü anne ve babanın üstündedir. Çocukları hayata hazırlamak da bunların görevidir. Büyükanne ve baba ise, yaşları gereği fikir ve tecrübeleriyle rehberlik ederler. Yani büyük çapta eğitimcidirler.
Değişen hayat şartları ve gelişen teknolojinin tesiriyle, birçok modern melerde aile bağları çözülmüş, nesiller arasındaki ilişki yok denecek kadar almıştır. Neticede, yaşlılar bakımevlerine, çocuklar kreş ve anaokullarına, yetim ve öksüzler, yetiştirme yurtlarına ya da sokaklara itilmişlerdir... Anne-baba ise aktif bir çalışma sergilemekle meşguldür. Gençler de geçim ve istikbal peşindedir. Bu durumda yaşlılar evlat hürmetinden mahrumdur. Çocuklar da aynı şekilde büyüklerin sevgi ve şefkatinden uzak yaşamaya mahkumdur.
Dört neslin uyumlu bir şekilde bir arada yaşaması bizim aileye has bir durumdur. Ana kucağının sıcaklığı, baba ocağının güveni, sadece bizim ailede hissedilir.
Bizim ailede büyükanne ve büyükbaba, evlatlarının sebebi vücududur. Aynı zamanda onlar için yıllar boyu çalışmış ve nice çilelere katlanmışlardır. Çocuklarının mürüvvetini görüp mutlu olmak için her türlü zorluğa göğüs germişlerdir. Bu sebepten hürmet görmek en tabii haklarıdır. Çünkü evlatları onlara hayatlarını borçludurlar. Bu borcun Ödenmesi, gösterilen hürmet ve rağbete bağlıdır. Bu davranışı gören evlatlar, çocuklarından aynı şeyi gönül rahatlığıyla bekleyebilirler. Millî terbiye açısından bu hizmetin değeri çok büyüktür.
Bizim ailede çocuk küçük görülmez. Çocuk "cennet meyvesi" olarak telakki edilir.
Hal böyle iken bizim aileyi olumsuz yönde etkileyen pek çok problemler vardır. Kısaca, bu problemleri ve hal çarelerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Köyden şehire göç, hem sosyal yapıda, hem de ailede büyük değişikliklere yol açmıştır. Başta köydeki gelenek ve göreneğin kontrol edici baskısından kurtulup, başıboş bir ortama itilmişlerdir. Özenilen, gıpta edilen, taklit edilmeye çalışılan yabancı bir çevreye gelmişlerdir. Kitle iletişim araçlarının tesiri ve moda, aileyi derinden sarsmaktadır.
Birçok aileler bu sıkıntıya ve perişan hayata, sırf kuru bir kavga uğruna katlanmaktadır. Diğer taraftan özenti sonucu, bütçelerini zorlayan harcamalara gitmektedirler. Aile bütçesinin sarsılması önce geçimsizliğe, daha sonra da boşanmaya kadar varan bir dizi huzursuzluğa sebep olmaktadır.
2. Sırf maddî mülahazalarla yurt dışına giden vatandaşlarımızın aile ve çocukları, hem kendileri hem de milletimiz için büyük bir problemdir. Götürülmeyip yakınları yanına bırakılan çocuklar, aile şefkatinden mahrum, biraz da başıboş olarak yetişmektedir. Yabancı ülkelerde doğan ve yaşayanları ise, büyük kültür ve kimlik buhranıyla karşı karşıya gelmektedir.
3. Devamlı reklamlara muhatap olan aile, israfın içine itilmektedir. Bu da aile bütçesini zorlamaktadır. Hatta geçimsizlik sebepleri arasında, israfın önemli payı olduğu unutulmamalıdır.
4. Günümüzde ailelerin kendini müdafaa mekanizmaları zayıflamıştır. Bunları canlandırmak gerekir. Mesela, saygı, iyi örnek olma, annenin mürebbiyelik rolü gibi.
5. Ailede çocuklara iyi bir terbiye verebilmek için, ana-babayı ve müstakbel ebeveyni aile konusunda eğitmek gerekir. Bunların vasıtaları ise, mecmualar, kitaplar, konferanslar, piyesler ve uygun filimlerdir. Evlere girmesi muhtemel olan her türlü eşyanın -üzerine, aile konusundaki pek güzel bilgiler yazılabilir.
6. Aile ile okul arasındaki çatışmaya son verilmelidir. Bunun için de;
a. Ebeveynler evde öğretmeni tenkit etmemelidir.
b. Öğretmenler aileyi yakından tanımalıdır. Asla küçümsememelidir. Bilhassa ev ziyaretlerine önem
verilmelidir.
c. Okul ailedeki değerleri yıkmaya değil; bilakis olumlu olanlarını geliştirmeye çalışmalıdır.
7. Eğer anne-babalar, ileride bakımevlerine gitmek istemiyorlarsa, çocuklarına maddî terbiye yanında manevî terbiye de vermelidir. Okul da bunu desteklemelidir.
8. Çocukların sağlıklı eğitimi için, herşeyden önce anne-babaların iyi eğitilmesi gerekir. Özellikle de kadının eğitimi çok önemlidir. Çünkü annenin ileri derecede mürebbilik vasfı vardır.
9. Millî terbiyenin verilmesi konusunda aileler için el kitapları hazırlanmalı, kitle iletişim araçlarında da aynı konular üzerinde sıkça durulmalıdır.
10. Aile ile ilgili çeşitli araştırmalar yapılmalıdır. Fakat bunu yapan kişilerin, meselenin önemine inanması şarttır.
Bize göre araştırmalar şu konular üzerinde yoğunlaştırılabilir;
a. Türk ailesinin tarihî ve kültürel dayanakları,
b. Okul aile çatışmasının ana sebepleri. Bu konuda, her kesimden örnekleri ihtiva eden gözlem ve anketlerin yapılıp doğru bir şekilde değerlendirilmesi,
c. Öğrencilerin okul başarılarında ailenin rolü,
d. Millî ve ahlâkî, yönden çocukların kişiliğini geliştirecek, çocuk oyunlarının araştırılarak tesbit edilmesi, sonra da yayınlanması. Gazetelerin vereceği hediyeler, bu yöne kanal ize edilebilir.
e. Türk ailesinin TV programlarına karşı olan tavırları çok ciddi bir şekilde araştırılmalıdır. Bu konuda, örneklemelere çok, dikkat edilmelidir.[753]
[1] Hasan Hüseyin Ceylan, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/9-12
[2] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993:1/15-16
[3] Bens; yarım şilin, Suriye lirasının dörtte biri.
[4] Mecelletü Hadareti'l-İslâm, sene 2, s. 1078.
[5] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/17-23
[6] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/24
[7] Nisa: 4/1
[8] İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları rivayet etmişlerdir.
[9] Bakara: 2/36.
[10] A'raf: 7/20.
[11] A'raf: 7/28
[12] Taha: 20/121.
[13] Bakara: 2/ 141-184
[14] Nahl: 16/97.
[15] Al-i İmran: 3/195
[16] Ahzab: 33/35.
[17] Nahl: 16/58-59
[18] Tekvir: 81/8-9.
[19] En'am: 6/140.
[20] Rum: 30/21.
[21] Buna yakın lafızlarla Müslim ve İbn Mace rivayet etmiştir.
[22] Ahkaf: 46/15.
[23] Buhari. Müslim.
[24] Taberani.
[25] el-Beyhaki.
[26] Hafız es-Sahavi, "el-Mekasıdu'l-Hasene, s. 277.
[27] 2/228
[28] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/24-29
[29] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/29
[30] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/29
[31] Bakara: 2/282.
[32] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/29-30
[33] Pavlos Sa'd, (Muhtasaru"ş-Şeria), s. 25.
[34] Zühdi Yeken, Ez'Zevac, s. 224-226. Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/30-33
[35] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/33-34
[36] Al-i İmran: 3/159.
[37] Al-i İmran: 3/159.
[38] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/34-36
[39] Z. Yeken, a.g.e., s. 224-226.
[40] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/37-39
[41] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/40
[42] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/40-41
[43] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/42
[45] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/43
[46] Suriye, 1951 Ahval-i Şahsiye Yasası, Madde: 308.
[47] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/43-44
[48] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/45-46
[49] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/46-47
[50] Bu kitap daha sonra "Ömür Boyu Genç Yaşa" adıyla tercüme edildi.
[51] Tabii ki bu faziletler organlarının gelişmesi, gençliğinin devam etmese, ömrünün uzaması için meşru faaliyetlerdir.
[52] "el-Vahde ed-Dımaşkiye" gazetesi, 5. 11. 1961 tarihli nüsha.
[53] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/47-49
[54] Kalyobi, el-Minhac Şerhi, c. III, s. 230.
[55] Bu görüş, 1951'de Ahval-i Şahsiye Yasasının çıkarılmasından önce şeriat mahkemelerinin uyguladığı görüştür.
[56] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/49-51
[57] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/52-53
[58] Aile Hukuku, madde: 38
[59] Pavlos'un Nimuşavs'a gönderdiği ilk mektuba bakınız.
[60] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/52-55
[61] el-Akkad, Hakaiku'l-İslam, s. 177.
[62] Bunları üstad el-Akkad, el-Mer'eh fi'1-Kur'ân-ı Kerim adını taşıyan kitabının 132. ve 133. sahifelerinden nakletmiştir.
[63] el-Galayini, el-Islam Ruhu'l-Medeniyye, s. 228 (yeni baskısı)
[64] el-Akkad, Hakiku'l-lslâm ve Ebatilu Husumihi. s. 177
[65] Teaddüdü Zevcat’ı mubah sayan ve bunu bizzat pratik yaşamlarında uygulayan bir protestan grubudur. Avrupa ve Amerika'da yaygın halde kiliseleri vardır
[66] el-Galayım, a.g.e., s. 224
[67] Hadaretü'1-Arap, s. 482-486.
[68] el-Akkad, el-Mer'eh fı'1-Kur'ani'l-Kerim, s. 134.
[69] Seyid Reşid Rıza, "el-Menar" dergisi, c. IV, s. 485, 486., Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/56-62
[70] Ferid Vevdi, Dairet u mearif, c. IV, s. 692 (evlilik maddesi).
[71] Bu konuda Muhakkik Üstad Muhammed Ebu Zehra'nın "Tanzimül İslam li'1-Mücteme" ve "Akdü'z-Zevac ve Asaruhu" kitaplarında vermeye çalıştığı değerli araştırmaya bakınız. Aynca prof. A. Subuni'nin "Mazahürriyeti'z-Zevceyn fi't-Talak" kitabında yayınladığı titiz istatistiğe bakılabilir. Bu eser müellifin ezher Üniversitesinde yaptığı Hukuk Doktorasını teşkil etmektedir. Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/62-65
[72] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/65-68
[73] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/68-69
[74] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/69-71
[75] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/71-72
[76] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/72
[77] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/72-74
[78] Nisa: 4/3.
[79] Nisa: 4/129.
[80] Beyhaki Ahkamul-Kur'ân, s. 260.
[81] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/74-75
[82] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/75-78
[83] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/78-80
[84] c. IV, s. 349.
[85] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/80-82
[86] M. Ebu Zehra, Muhaderat fi Akdiz Zevac ve Asarihi, s. 127.
[87] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/82-83
[88] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/83-84
[89] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/84
[90] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/84-87
[91] Bkz. a.g.e.s. 129.
[92] "Hakeza Allemetniye'l-Hayat" kitabında.
[93] el-Mer'eh fi'1-Kur'ân-i'l-Kerim, s. 137 vd.
[94] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/87-92
[95] Bu bir çeşit geçici evliliktir.
[96] Bu konuyu daha geniş bir şekilde "Şerhu Kanuni'l-Ahvali ş-Şahsıye Kitabımızın birinci cüzünde (5. baskı) bulabilirsiniz
[97] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/93
[98] Nisa: 4/19.
[99] Nisa: 4/35.
[100] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/94-97
[101] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/97-100
[102] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/101
[103] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/101
[104] Bakara: 2/229.
[105] Bakara: 2/230.
[106] Talak: 65/1.
[107] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/101-103
[108] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/103
[109] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/103-104
[110] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/104
[111] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/104-105
[112] Bakara: 2/231.
[113] Talak, 7.
[114] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/105
[115] İbn Abidin Durrul-Muhtar Haşiyesi, c. II, s. 671.
[116] Bkz. el-Haddadi, es-Siracü'1-Vehhac Şerhu'l-Kudur.
[117] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/105-107
[118] İbnu'l-Kayyım, Zadu'l-Mead, c. 4. s. 30.
[119] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/107-108
[120] Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/108-109
[121] Yayıncının Notu: Bu yazı Mustafa Sıbai'nin "Kadının Yeri" Akabe Yay. adlı eserinden alınmıştır. Prof. Dr. Mustafa Sıbâî, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/109-111
[122] Bakara, 30. "Yâd et o zamanı ki, Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım." diye buyurmuştu."
[123] Zâriyat: 51/56. "Ve cinni ve insanı yaratmadım, ancak bana ibadet etsinler için yarattım."
[124] Nisa: 4/1. "Ey İnsanlar! Ol Rabbinizden korkunuz ki, sizi bir nefisten yaratmıştır ve ondan da zevcesini yaratmıştır. Ve o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir. "
[125] Şûra: 42/49. “Göklerin ve yerin mülkü Allah içindir, dilediğini yaratır, dilediği kimseye dişiler bağışlar ve dilediği kimseye erkekler bağışlar."
[126] Şûra: 42/50. "...ve dilediğini de kısır kılar..."
[127] İbrahim: 14/1. "Bir kitaptır ki, bunu sana indirdik, nâsı Rablerinin izniyle karanlıklardan nura, O azız, hamîdin yoluna çıkarasın."
[128] A'râf: 7/158. "De ki: Ey nâs! Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ'nın bir resulüyüm..."
[129] Sebe: 34/28. "Ve seni göndermedik, ancak bütün insanlar için bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik..."
[130] Mü'min: 40/40. Krş. Nisa: 4/124; Nahl: 16/97; Nisa: 4/124.
[131] Âl-i Îmrân: 3/195. "Artık Rabb-i Kerim'leri onlara şöyle icabet etti ki: Ben sizden gerek erkek ve gerek kadın, bir amel edenin amelini zayi kılmam. Bazınız bazınızdansınız. İmdi hicret etmiş olanlar ve yurtlarından çıkarılmış bulunanlar ve benim yolumda eziyete uğrayanlar ve savaşta bulunan ve öldürülenler yok mu, elbette Allah indinde bir sevap olmak üzere onların suçlarını örteceğim ve elbette onları altlarından ırmaklar akar cennetlere sokacağım ve güzel mükâfaat ise Allah Teâlâ nezdindedir,"
[132] Bakara: 2/148. "Her birinin bir kıblesi vardır, O, yüzünü o kıbleye döndürür. Artık hayırlı işlere koşunuz. Siz her nerede olursanız olunuz, Allah Teâlâ hepinizi bir araya getirir Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir." Mâide: 5/48. "Artık hayırlı işlere koşunuz. Nihayet cümleten dönüşünüz Allah Teâlâ'yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilaf etmiş olduğunuzu O size haber verecektir."
[133] Necm: 53/39. "Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur."
[134] İbn Sa'd: c. VIII, s. 230; İsâbe c. VI, s. 618, c. VIII, s. 291.
[135] İhkâm, c. III, s. 81, Mısır 1927.
[136] Keza Kilise Code de droit canonique'inde aynı hususiyet şöyle ifade edilmektedir. "Bien qu'en principe tout ce qui, dans le droit des religieux, est exprime au masculin, s'applique aussi aux religieuses (can. 490), plusieurs mesures speciales visent ces dernieres", Lumiere et Vie, nr. 43, 1959, pp. 60-61.
[137] İstanbul Darülfünun ilahiyat Fak., Mecmuası, sayı 23,1932.
[138] Prof. Dr. Mehmed S. Hatiboğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/115-119
[139] Hacc: 22/41
[140] Âl-i İmran: 3/110
[141] Tevbe: 9/71
[142] Temhîd: 12/225.
[143] Temhîd, 12/247.
[144] Buhâri 1/10 (2. İmân 10)
[145] (Şerhu's-Siyeri'l-Kebîr, c. I, s. 252, 257).
[146] Nisa, 4/114
[147] Tarih-i Taberi, c. I (6), s. 3116.
[148] Vocabulaire de Theologie Hibdque. s. 441.
[149] İncil Korintosiulare Mektub, XI. fasıl.
[150] Yayıncının Notu: Bu makale, İslâmî Araştırmalar Dergisi Kadın Özel Sayısı'ndan alınmıştır. Prof. Dr. Mehmed S. Hatiboğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/115-124
[151] Bu makale, Türk Yurdu Temmuz 1991 sayısında yayınlandıktan sonra, yöneltilen tenkidlere göre yazan tarafından ilaveler yapılarak dergimiz için yeniden hazırlanmıştır. (İslamî Araştırmalar)
[152] Hucurât: 49/13
[153] Prof. Dr. Necla Arat, Kadın Sorunu 2. b. İst. 1986, s, 151-153.
[154] Hz. Muhammed'in Hadislerinden, Bkz. B. Topaloğlu, İslâm'da Kadın, s.275.
[155] Bkz. a.g.e., s.276.
[156] N. Arat. a.g.e., s.92-95.
[157] Mesela bkz. Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ank. 2. b. 1984, s. 54;: İslam bilginleri kadının değerinin İslâm öncesi dönemlere göre çok arttığını söylerler. Bu doğru olsa bile gerçekte müslüman toplumlarda kadın eve kapatılmış bir köle, bir kapatma ve sadece çocuk üreten bir tarladır. Ev dışında hiçbir görevi hiçbir işlevi yoktur. "Prof. Dr. İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, İstanbul-1987.
[158] I. Arsel, a.g.e., s. 3.
[159] (Arap Peygamberi Muhammed)
[160] (Muhammed)
[161] (Muhammed)
[162] (Muhammed)
[163] (Muhammed)
[164] (Muhammed)
[165] Arsel, a.g.e., s. 1-2
[166] Nahl: 11/95: "Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara vermeyi emreder, hayasızlığı, kötülüğü ve haddi aşmayı ise yasaklar."
[167] Mü'min: 40/31. "Allah kullara zulmetmek istemez"; ayrıca bkz. Âl-i İmrân: 3/182; Enfâl: 8/51; Hâcc: 22/10; Fussilet: 41/46.
[168] Prof. Dr. Salih Akdemir, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/127-130
[169] N. Arat, a.g.e., s.25.
[170] a.g.e., s.26.
[171] Hesiodos, Theogonia, Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Pronetheus s.25, Zikreden, N. Arat, a.g.e., s.19.
[172] Eflâtun, Devlet, İst. 1971, s. 143; Aristoteles, Politika İst. 1975. s. 8-13. Zikreden: N. Arat, a.g.e., s.27-28.
[173] Oevres de Platon, Le Banguet, Trad, nouv, E. Chambry, Paris 1922, s. 320-420.
[174] Doç. Dr. Kurban Özuğurlu, Evlilik Raporu, ist. 1985, s. 29.
[175] Prof. M. Tayyib Okiç, İslûmiyette Kadın Öğretimi, Ank. 1979, s.7.
[176] Richard Lcwınsohn, Histoiree de la vie sexuelle, Paris, 1957, s. 102.
[177] Kurban Özuğurlu, a.g.e., s.32.
[178] Hemen bütün tarihçilere göre Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasına nüfusun azalması yol açmıştır ki bunda da en önemli etken günah ve kirlenme korkusu olmuştur. Bu konuda bkz. R. Lewinsohn, a.g.e., s. 104.
[179] August Bobel, Kadın ve Sosyalizm, Ank. 1978, s. 46.
[180] Richard. Lewinsohn, a.g.e., s. 134-135
[181] Henry Charles Lea, Historyofıhe Inguisition of the Middle Ages. New York 1888, III, 292-549 - W. G. Soldan, V. Heppo, Geschichte der Hexenprozesse, 3 ed. Suttgart, 1912, 2. vol, zikreden: "R. Lewinsohn, a.g.e., s. 136.
[182] Elizabeth, E. Bacon, Enclylopedia Americana, 1978, "Witchcraft" maddesi. Bu konuda bkz: S. Montaque. History of Wıtchcraft and Demonology, London 1926.
[183] Atalay Yörükoğlu, a.g.e., s. 53.
[184] Prof. Dr. Salih Akdemir, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/131-134
[185] eş-Şatıbî. Kitâb el-Muvâfakât, Kahire, 1969, 1, 13-14, bu metodun modern bir yorumu ve uygulaması için bkz. Prof. Dr. Fazlur Rahman, îslâm ve Çağdaşlık, Fecr Yay. Ank. 1990. Tere. Doç. Dr. Alparslan Açıkgenç, Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu, s. 93-99.
[186] Prof. Dr. Cemal Sofuoğlu, S. Akdemir, Tercüman, Hadis-i Şerif Külliyatı, İst. 1984. II,
[187] Âhzâb: 33/35.
[188] Prof. Dr. Salih Akdemir, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/134-138
[189] Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Ank. 6. b. I, 222-223.
[190] Nisa: 4/15.
[191] Maide: 5/106. Ayette geçen "sizin dışınızdan" ibaresi, müslüman olmayanları da içermektedir. Müslüman bir kadının şahitliğinin müslüman olmayan bir erkeğin dununda olması herhalde düşünülemez.
[192] Talâk: 65/2.
[193] Nur: 24/4.
[194] Bu konuda bkz. Muhammed İzzet Derveze, el-Mer'e Fi'l-Kur'ân ve's-Sunne, Beyrut 1967, s. 229.
[195] el-Kasani, Bedai, VI, 279. ayrıca bkz: ibn Rüşd, Bidayetu'l Müctehid, II, 504; Ibn Kudame, el-Muğni, X, 130, 131, 133; eş-Şirazi, el-Muhasseb, II, 333.
[196] Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Isülahat-ı Fıkhiyve Kamusu, İst. 1967, VII, 123.
[197] Ahzâb: 33/30-31
[198] Bu konuda bkz. Abdul-Feltah el-Kâdi, Esbâb-ı Nüzul, Fecr Yayınlan, Ankara, 1986 s. 272.
[199] a.g.e. s. 320.
[200] Ahzâb: 33/53-55.
[201] Ahzâb: 33/6.
[202] Ahzâb: 33/32-34
[203] Ahzâb: 33/28-29.
[204] Tevbe: 9/71.
[205] Ahzâb: 33/53.
[206] Nûr: 24/30-31.
[207] Prof. Dr. Salih Akdemir, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/138-148
[208] Yayıncının Notu: Bu makale Islâmî Araştırmalar Dergisi Kadın Özel Sayısı'ndan alınmıştır. Prof. Dr. Salih Akdemir, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/148
[209] Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/151-153
[210] en-Nisâ: 4/34
[211] el-Kurtubi, el-Câmi li-Ahkâmi't-Kur'ân (Mısır, 1967) (2 baskı) V. 169:
[212] A.y.:
[213] Öte yandan el-Kurtubi, "kavvam"lığın, kadının yönetilmesi, terbiye edilmesi ve evde tutulup sokaklarda dolaşmaktan alıkonulması ile olacağını da söylemektedir ki, (el-Kurtubî, V. 169) bu, onun yukarıdaki açıklamalarıyla pek uyuşmamaktadır. Mamafih Kur'ân'ın ruhuna uygun olan yorumlan esas alıp, diğerlerini terk etmek durumunda olduğumuzdan, bu tür yorumların bizleri bağlaması söz konusu değildir.
[214] Nisa: 4/34
[215] İbn Manzûr, Liscınu'l-Arab (Beyrut, ?), XII, 497.
[216] Bakara: 2/228
[217] Nisa: 4/34
[218] "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîın'de Kadın". Bu sayı sn. 267,
[219] Bkz; Mahmud Akkad, Kur'ân'da Kadın Hakları, s. 9. Daha geniş bilgi için "Kadın-Erkek" bölümüne (s. 7-19) bakılabilir.
[220] Tevbe: 9/71
[221] Ahzab: 33/25.
[222] Muhammed: 47/19.
[223] Âl-i Îmran: 3/195.
[224] el-Mumtahine: 60/12
[225] Muhammed İzzet Derveze, el-Mem fı'l-Kur'ân ve's-Sunna, (Beyrut. 1967), s. 25.
[226] Bkz: el-Kurtubi, a.g.e., XVII. 270-271.
[227] A.g.e., XVII, 270. 10. Bkz: Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (ist., 1972), I, 136.
[228] el-Kurtubi. a.g.e., XVII. 269-270.
[229] en-Nisâ: 4/20-21
[230] Muhammed İzzet Derveze, a.g.e., s. 27-28.
[231] * Kadınların aleyhinde olduğu söylenebilecek pekçok hadisin, gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmesinin mümkün olup olmadığı bir başka araştırmada ele alınacaktır.
[232] Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/153-161
[233] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 9, 10, 12, 17, 18, 19.
[234] Bkz: Akdemir, a.g.m
[235] Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/161-162
[236] Bkz. Muhammed İzzet Derveze, a.g.e., s. 231, Ayrıca bkz: Nisa: 4/33.
[237] Nisa: 4/11-14.
[238] Meselâ: Arsel, a.g.e., s. 10 "...sadece tanıklık bakımından değil ve fakat miras'dan pay alma bakımından da kadını erkeğin yarısı saymış ve yine Kur'ân'a yerleştirdiği şu hükümle (Nisa: 4/11 ve 176) bu insafsızlığını ortaya vurmuştur."
[239] Bkz. Meselâ bkz: Arsel, a.g.e., s. 10, 19
[240] Muhammed İzzet Derveze, a.g.e., s. 239.
[241] Muhammed İzzet Derveze, a.g.e., s. 239.
[242] Arsel.a.g.e., s. 10, 13, 19.
[243] Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/162-168
[244] Arsel, a.g.e., s. 384-385.
[245] A.g.e., s. 392-393.
[246] el-Bakara: 2/226-232.
[247] el-Bakara: 2/236-237
[248] et-Talak. 65/1.
[249] Roger Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği (İst., 1990) s.
[250] A.y.
[251] Bkz: Dr. Ömer Ferruh, İslam Aile Hukuku (el-Usratu fı'ş-Şer'i'l-İslâmî) (İst., 1969), s. 196-204.
[252] Arsel, a.g.e.,s. 385.
[253] Bkz: Dr. Ömer Ferruh, a.g.e., s. 196.
[254] Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/168-176
[255] Yayıncının Notu: Bu makale İslâmî Araştırmalar Dergisi Kadın Özel Sayısı'ndan alınmıştır. Doç. Dr. M. Hayrı Kırbaşoğlu, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/176-177
[256] D.B. Mcdonald, "Hak" Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul c. V, s. 106.
[257] Mustafa Dural, "Hak" Maddesi, Meydan Larousse, Meydan Yayınevi, istanbul 1971, c. V, s. 527.
[258] Dural, c. V, s. 526. Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/181
[259] Yıldızhan Yayla, "Siyaset" Maddesi, Meydan Larousse, c. XI, s. 399; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İrfan Matbaası, İstanbul 1974, s. 109.
[260] Türk Hukuk Lügati, Maarif Matbaası, Ankara 1944, s. 301-345, Karaman, a.g.e. s. 109.
[261] Karaman, s. 109-111.
[262] Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/181-182
[263] Mebrure Tosun, Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi-Şaduga Fermanı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1975, s.-260-270; Mahmud Esad, Tarihi İlm-i Hukuk, Matbaa-i Amire, İstanbul 1331, s. 14-105.
[264] Afet İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1975, s. 9-11.
[265] Sadri Maksûdî Arsal, Umûmî Hukuk Tarihi, İstanbul Matbaacılık, istanbul 1948, s. 132.
[266] Recai Galip Okondan, Kadim Yunan'da Âmme Hukuku, Kenan Basımevi, İstanbul 1942, ş. 50-185; Arsal, Umûmî Hukuk Tarihi, s. 131-133.
[267] Özcan Karadeniz, Roma Hukuku, Yüksek Teknik Öğretmen Okulu Matbaası Atelyesi Ankara 1977, s. 175-176. Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/182
[268] Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Türk Kadınının Hukukî Vaziyeti, Devlet Basımevi, İstanbul 1937, s. 10.
[269] Sadri Maksûdi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İsmail Akgün Matbaası, (İst.) 1947, s. 338.
[270] İnan, s. 26.
[271] İnan, s. 39-40.
[272] İnan, s. 57.
[273] Velidedeoğlu, s. 10-11; Hikmet Bayur, "Orta ve Yeni Kurunda Ortaasya ve Hindistan Türklerinde Kadınların Mevkii", Belleten, Türk Tarih Kurumu Neşriyatı, Ankara 1937, c. I, s. 44-45.
[274] Bahriye Üçok, İslâm Devletlerinde Kadın Hükümdarlar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1965, s. 18; M. Zihni Efendi, Meşahiru'n-Nisâ, Şamil Matbaacılık İstanbul 1982, s. 173; İslâm devlet işlerinde görev alan kadınlar hakkında geniş bilgi için bkz. Üçok, s. 90-155.
[275] Rona Aybay, Karşılaştırmalı 1961 Anayasası, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1963, s. 78-79.
[276] Tezer Taşkıran, Cumhuriyet'in 50. yılında Türk Kadın Haklan, Başbakanlık basımevi, Ankara 1973, s. 135-136; Aybay, s. 78.
[277] Aybay, s. 78-79, Velidedeoğlu, s. 15-16; Taşkıran, s. 135-136.
[278] İnan, s. 203; Taşkıran, s, 144. Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/183-184
[279] Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, A.Ü. Basımevi, Ankara 1982, s. 42.
[280] Çağatay, s. 42.
[281] Çağatay, s. 2-95. Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/184
[282] Subhi Mahmasânî, Erkân-u Hukuki'l-insan Bahs Mukarene fi'ş-Şerîati'l-hlâmiyye Ve'l-Kavanmi'l-Hadîse, Dârü'1-îlm li'l-Melâyîn, Beyrut 1979, s. 297; Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev, Abdiilkadir Şener, Fon Matbaası, Ankara 1979, s. 46.
[283] Abdülmüteal es-Saîdî, en-Nazariyyetu'l-İslâmiyye fi'd-Devle, Matbaatu Dari't-Te'lif, (Mısır) 1977, s. 232.
[284] Imamüddin Ebu'l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr, el-Bİdâye ve'n-Nihâye fi't-Târih, Matbaatu's-Saade, Mısır 1982, c. VII, s. 146; Muhammed Hamîdullah, İslâm Müesseselerine Giriş, çev. İhsan S. Sırma, Acar Matbaası İstanbul 1984, s. 148.
[285] Hamîdullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, irfan Yayınevi, İstanbul 1980, c. II, s. 933; Bekir Topaloğlu, islâm'da Kadın, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1973, s. 279.
[286] Kurbânı, Şebûsterî, Kirmânî, Amid Hakkanî, zen ve intihabat, s. 60-67 (Hüseyin Hatemi, İslâm Hukukunda Devlet Yapısı, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1970, s. 103-104., Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/184-185
[287] Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, Kitabu'l-Fasl fi'l-Milel vel-Ehva ve'n-Nihal, Matbaatu't-Temeddün, (b.y.) 1321, c. IV, s.110; Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi li-Ahkami'1-Kur'ân, Matbuatın Dâri'l-Kütübi'l-Mısriyye, Mısır 1937, c. I, s. 270; Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah b. Arabî, Ahkâmu'UKur'ân, (m.y.), Mısır 1968, c. III, s. 445. Abdullah b. Ömer b. Süleyman ed-Demîcî, İmametü'l-Uzmâ inde Ehli's-Sünne ve'l-Cemâa, Daru Tayyibe, Riyad 1987, s. 221-276; Mahmasânî, Erkânu Hukuki'l-İnsan, s. 297.
[288] Hükmü'ş-Şerîaü'l-İslâmiye fi Iştiraki'l-Mer'e fi'1-İntihâb li'1-Berleman, Lecnetü'l-Fetva, Matbaatu'1-Ezher, (Kahire) 1952, s. 7, Ahmed Fehmi Ebû Sünne, Havle Hukûki'l-Mer'eti's-Siyase, s. 8 (Topaloğlu'dan naklen, s. 277).
[289] Ebû Sünne, s. 8.
[290] Behiy el-Hûlî, Ailede ve Toplumda Kadın, çev. Abdullah İşler, Eyüp Sanay Elif Matbacılık, Ankara 1972, s. 162-164; es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 233-234; Fahrettin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, Gaye Matbaası, Ankara 1979, s. 126.
[291] Ahmed b. Abdillatif ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, çev. Ahmet Naim, Semih Ofset Matbaacılık, Ankara (t.y.), c. II, s. 282-284; Topaloğlu, s. 279.
[292] Ebu Zehra, s. 172-173.
[293] Ebu Zehra, s. 174.
[294] Ebû Zehra, s. 172-174.
[295] Muhammed İzzet Derveze, ed-Dustâru’l-Kur'ânî ve's-Sünnetu'n-Nebeviyye fi Şuûnı'l-Hayat, Matbaatu Isa el-Bâbî el-Halebî (b.y.) 1966, c. I, s. 112.
[296] Zâfir el-Kâsımî, Nizami'l-Hükm fi'ş-Şerîa ve't-Târihî'l-İslâmî, Daru'n-Nefâıs, Beyrut 1985, c.l, s. 341-342., Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/185-187
[297] Zafir el-Kasımî, c. I, s. 341.
[298] Zâfir el-Kâsımî, Nizami'l-Hükm fi'ş-Şerîa ve't-Târihî'l-İslâmî, Daru'n-Nefâıs, Beyrut 1985, c.l, s. 341-342.
[299] Zafir el-Kasımî, c. I, s. 341.
[300] ed-Demîcî, s. 243-247; Ebu'1-a'la, Mevdûdî, İslâm'da Hükümet, çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, Ankara (t.y.) s. 650-652; Topaloğlu s. 216-271; Kâyıd Yusuf Mahmut Kar'us, Turuku İntihâi Velayeti'l-Hükkam Fi'ş-Şeriati'l-İslâmiyye ve'n-Nuzumu'd-Dusturiyye, Müessesetu'r-Risâle, Beyrut 1987, s. 108-111; Abdülkadir Şeybe, Hukuku'l-Mer'efi'l-İslâm, (m.y.), Cidde 1371, s. 41-47,- Hükmü'ş-Şeria, s. 10.
[301] Ebu Bekr b. Ali er-Râzi, el-Cessâs Ahkamu'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Evkâfi'l-îslâmiye, (b.y.) 1325, c. II, s. 188; Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Camiu'l-Beyan an Te'vıh'l-Kur'an, Matbuatu Mustafa el-Bâbî, Mısır 1954, c. V, s. 57-58; Ali b Muhammed b. İbrahim el-Hâzin, Lübabü't-Te'vilfi Meani't-Tenzil), (m.y.), (b.y.) c. I, s. 37; Abdurrahman ebu'l-Ferre b. el-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fi Îlmi't-Tefsir, el-Mektebetü'1-İslâmî, Beyrut 1965, c. II, s. 73-74; Ebu'1-Fadl Şihabuddin Mahmud Âlûsî, Ruhu'l-Meânî fi Tef sin'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Sebi'l-Mesânî, Matbaatu'l-Kübra, Mısır 1301, c. II, s. 83.
[302] Seyyid Kutub, FîZilâli'l-Kur'ân, Daru'l-arabiyye, Beyrut (t.y.), c. V, s. 52-53.
[303] Ah b. Yusuf b. Hayyân, Bahru'l-Muhît, Matbatu's-Saâde, Mısır 1328, c. III, s. 239; Muhammed Cemalüddin el-Kasımî, Mehasinü't-Te'vil, Daru Îhyât'l-Kütübi'l-Arabiyye, Mısır 1957, c. V, s. 1218-1219; el-Hâzin, c. I, s. 37; İbnü'l-Cevzî, c. II, s. 73-74.
[304] Muhammed Hamdi Yazır; Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Neşriyat (b.y.) 1979, c. III, s. 1348-1349.
[305] Taberî, c. V, s. 57-58.
[306] Taberî, c. V, s. 57-58; Kurtubî, c. V, s. 168-169; el-Cessâs, c. II, s. 188 Âlusî, c. II, s. 83; Seyyid Kutub, c. II, s. 209-210.
[307] Kâsımî, c. V, s. 1218-1219; Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî el-Beydâvî En-varu't-tenzü fi Esrari't-Te'vil, Daru't-Tıbaâti'l-Âmira, İstanbul 1303, c. I s 273- el-Hâzın, c. I, s. 37; İbn Hayyan, c. III, s. 239; Yazır, c. II, s 1348-1349
[308] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiye fı'd-Devle, s. 232; Mahmasânî, Erkânu Hukukıl-İnsan, s. 297, es-Sibâî, s. 101.
[309] ed-Demîcî s 243-247; Kâyıd Yusuf, s. 108-111; Abdüllkadir Şeybe, s. 41-47 Mevdudı, s. 650-652; Hükmü'ş-Şerîa, s. 10; Topaloğlu s. 276-277.
[310] Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâîl Buhârî, Sahihu'l-Buhârî, Daru Ihyaıt Türasi’1-Arabı, Beyrut (t.y.), c. VI, s. 10, c. IX, s. 70.
[311] Muhammed Kâmil, Mecelletü'l-Kânun ve'l-İktisâd, Matbaatu Nurî, Mısır 1936, c. VI, s. 18-20; Fuâd Muhammed en-Nâdî, Turuku İhtiyari'l-Halîfe, Daru Neşru's-Sekâfe, Kahire 1980, c. II, s. 22-27. Muhammed Mübarek, Nizamü'l-İslâm el-Hükm ve'd-Devle, D-ru'1-Fikr, Kahire 1974, s. 66.
[312] Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyü'l-Muhammedî, Matbaatu Menâr, Mısır 1935, s. 284-285; Behiy el-Hûlî, "Haule Müberrerati Ameli'l-Mer'e" el-Va'yul-İslâmî, Kuveyt 1968, S. 34, s. 30; Derveze, c. I, s. 117-118; es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 237-238; Âbdülhamid Mütevelli, Mebâdîu'n-Nizami'l-Hükm fi'l-İslâm, Matbaatu Maarif, Kahire 1978, s. 431.
[313] Derveze, c. I, s. 118.
[314] Fazlu'r-Rahmân, Ana Konularıyla Kur'ân, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara, 1987, s. 127.
[315] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi Ü-Ahkâmi'l-Kur'an, Daru'l-Kütübı'l-Mısriyye, Mısır (t.y), c. V, s. 168-169; Taberî, c. V, s. 57-58; Abdülfettah el-Kâdî, Esbabu'n-Nuzûl ani's-Sahabe ve'l-Müfesşirin, Matbaatu Abdurrabman Muhammed, Kahire (t.y), s. 67; el-Cessâs, c. II, s. 188; İbnü'l-Cevzî, c. II, s. 73-74.
[316] Taberi, c. XXII, s. 3; Kâsımî, c. XIII, s. 4848-4849; Kurtubî, c. XIV, s. 178-179; H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nuzûl, Ülke Basımevi, Konya 1976, c. IX, s. 201.
[317] Kurtubî c XIV, s. 179; Taberî, c. XXII, s. 3; Kâsımî, c. XIII, s. 4848-4849; Abdülfettah el-Kâdî, s. 180; Yazır, c. VI, s. 3890-3891, Kııtub, c. XXII, s. 14-15; Emiroğlu, c. IX, s. 202-203.
[318] ed-Demîcî, s. 243-247; Muhammed Kail, c. VI, s. 18-20; Mevdûdî, s. 650-652
[319] Mevdûdî, s. 650-652.
[320] Âlusî, c. VII, s. 37-39, es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fı'd-Devle, s. 238-239; Mutevellî, s. 431-433.
[321] es-Saîdî, en-Nazariyyetul-hlâmiyyefi'd-Devle, s. 238-239; Mütevelli s. 432-433.
[322] Ahzâb: 33/53.
[323] Ahzâb: 33/30.
[324] Mütevellî, s. 432.
[325] Kayıd Yusuf, s. 108-111; en-Nâdî, c. II, s. 25-27; Abdülkadir Şeybe, s. 41-47; Hühnü's-Şena,$, 15-16.
[326] ed-Demîcî, s. 243-244; Abdülkadir Şeybe, s. 41-47
[327] Bakara: 2/282.
[328] Seyyid Kutub, c. III, s. 89-90; Yazır, c. I, s. 985-987; H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, Ülkü Basımevi Konya 1976, c. I, s. 291.
[329] Seyyid Kutub, islâm'ın Etrafındaki Şüpheler, çev. Ali Özek, er-Tu Matbaası, istanbul 1982, s. 171-172; Muhammed ei-Behiy, Kur'an ve Toplum, çev. Beşir Eryarsoy, Bayrak Matbaacılık, İstanbul 1986, s. 293-294.
[330] Derveze, c. I, s. 123.
[331] Hüseyin Hatemî, Kadının Çıkış Yolu, Fecr Yayınevi, Ankara 1988, s. 57-61.
[332] Ebû Zehra, s. 189.
[333] ez-Zebîdî, c. II, s. 282-284; Atar, s. 126; el-Hulî, Ailede ve Toplumda Kadın, s. 162-164; es-Saîdî, en-Nazariyetü'l-İslâmiyye fı'd-Devle, s. 233-234; Hammâd, c. I, s. 60-64; es-Sibaî, s. 151-153; Mahmasanî, Erkânu Hukuki'l-İnsan, s. 297-299.
[334] Bakara: 2/228.
[335] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 232; Mütevellî, s. 422 Muhammed Sellam Medkur, Tarihu't-Teşrii'l-İslâmî ve Mesadiruh, (m.y), (b.y) 1958, s. 38 (es-Saîdî'den naklen, s. 233); Mustafa Abdülvâhid, el-Müctemeu'l-lslâml Mektebetü'l-Mütenebbî, Kahire 1974, s. 244; Reşid Rıza s. 284.
[336] Enâyat, s. 132.
[337] Hammad, c. 1, s. 60-64; Mustafa Abdülvâhid, s. 244; Reşid Rıza, s. 284; Âl-i Îmran: 3/195; Nisa: 4/124; Nahl: 16/97, Şûra: 26/49-50.
[338] Mütevellî, s. 422-428; es-Saîdî, s. 233; Reşid Rızâ, s. 283; Derveze, c. I, s. 115.
[339] Reşid Rızâ, s. 283.
[340] Mütevelli, s. 422.
[341] Mustafa Abdülvâhid, s. 260-261.
[342] Topaloğlu, s. 273-274.
[343] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiye ve htılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, istanbul Matbaacılık, İstanbul 1950, c. III s.9 - 23; Türk Hukuk Lügati, s. 301.
[344] es-Saîdî, Fî Meydani'l-İctihad, Matbaatu Ataya, Mısır (t.y) s. 96-99; Muhammed Hamıdullah, "İslâm Hukukunun Kaynakları Açısından Kitab-ı Mukaddes" çev. ibrahim Canan, Atatürk Üniversitesi, İslâm'ı İlimler Fakültesi Dergisi; Sevinç Matbaası, Ankara 1979, c. III, s. 387; Topaloğlu, s. 273-274.
[345] Neml: 27/44.
[346] es-Saîdî, Fî Meydani'l-İctihad, s. 96-99.
[347] Hamîdullah, "İslâm Hukukunun Kaynakları Açısından Kitâb-ı Mukaddes", a.g.d s. 387.
[348] Topaloğlu, s. 273-274.
[349] es-Saîdî, FîMeydani'l-îctihad, s. 96-99.
[350] Muhammed b. Ahmed b. Ebû Sehl es-Serahsî, Usûlü's-Serahsî, Metabiu Dari'l-Kitabi'l-Arabî, Kahire 1372, c. II, s. 100; Haraidullah, "İslâm Hukukunun Kaynakları Açısından Kitâb-ı Mukaddes", a.g.d. s. 383.
[351] Serahsî, c. II, s. 100; es-Saîdî, Fî Meydani'l-İctihâd, s. 96-99; Hamîdullah, "İslâm Hukukunun Kaynakları Açısından Kitâb-ı Mukaddes", a.g.d. s. 383.
[352] Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/188-196
[353] Buhâri, c. VI, s, 10, c. IX, s. 70; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Çağrı Yayınları, istanbul 1982, c. V, s. 38, Ahmed b. Şuayb Ali b. Sinan en-Nesâî, Sünen, Matbaatu Mısnyye Mısır (t.y) c. III, s. 227; İsâ Muhammed b. İsâ b. Seve, Tirmizî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, c. IV, s. 527-528.
[354] Buhâri, c. VI, s. 10, c. IX, s. 70; Nesâî, c. III, s. 227; Tirmizî, c. IV, s. 527-528; Ahmed b. Hanbel, c. V, s. 38.
[355] Kisrâ, aslında Sâsânİlerden iki Hüsrev'in isimlerinin Arapça şekli olup, sonradan bütün İran şahlarını ifade eden bir cins isim olmuştur. (CL-Huart, "Kisrâ" Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, Maarif Basımevi, İstanbul 1954, c. VI/2, s. 285).
[356] Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bâri bi Şerhi Sahihi'l-Bııharî, Matbaatu's-Selefıyye, Kahire (t.y), c. VIII, s. 128; Şemsüddin Muhammed b. Yusuf b. Ali Kirmânî, Buhâri bi Şerhi Kirmânî, Matbaatu'l-Behiymeti'l-Mısrıyye, Mısır 1938, c. XVI, s. 232-233.
[357] Mahmud b. Ahmed el-Aynî, Umdetü'l-Kâri fî Şerhi Sahihi'l-Buhâri, Daru't-Tıbaati’l-Âmira, İstanbul 1313, c. VIII, s. 436-437; Kirmânî, c. XVI, s. 232-233, c. XIV, s. 173; Askalânî, Fethû'l-Bâri, VXIII, s. 128, c. XIII, s. 53-56; Ahmed b. Muhammed b. Ebi Bekr el-Kastallânî, İrşâdu's-Sâri lı-Şerhi Sahihi'l-Buhâri, Matbaatü'l-Kübra'l-Emmye, (b.y) 1304, c. VI, s. 460, c. X, s. 193.
[358] Aynî, c. XI, s. 357-358; Kirmânî, c. XVI, s. 232-233; Askalânî, Fethü't-Bun, c. Vlll, s. 128; Kastallânî, c. VI, s. 460, c. X, s. 193.
[359] İbnü'l-Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah, Ahkâmu'l-Kur'ân (m.y), Mısır 1928, c. III s 1445-1446, Mevdûdî, s. 650-652; Kâyıd Yusuf, s. 108-111 ed-Demîcî, s. 243-247, Hühnü'ş-Şerîa, s. 7-8; Abdülkadir Şeybe, s. 41-47, en-Nâdî, c. II, s. 25-27; N.M. Shaikh, S.M. Madni Abbasi, İslâm Toplumunda Kadın, Çev. Ali Zengin, Fatih Matbaacılık, İstanbul 1983, s. 74-75; Topaloğlu s. 274-275.
[360] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-Islâmıyyefi'd-Devle, s. 234-236.
[361] Zafir el-Kasımî, c. I, s. 341-343.
[362] Tevbe: 9/71.
[363] Derveze, c. I, s. 115.
[364] Hamîdullah, "İslâm Hukukunun Kaynakları Açısından Kitâb-ı Mukaddes", a.g.d. s. 383.
[365] Askalânî, Fethu'l-Bârî, c. XIII, s. 56.
[366] Muhammed b. Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ (m.y) Leiden 1904, c. VIII, s. 56, Mustafa Hilmi, Nizamü'l-Hilâfe fi't-Fikri'l-İslâmî, Daru'l-Ensar, Kahire 1977, s. 132-133; Mevdûdî, s. 653-656; es-Sibâî, s. 151-153; Hükmü'ş-Şerîa, s. 10-12.
[367] Mustafa Hilmi, s. 132-133; Mevciûdî, s. 653-656; es-Sibâî, s. 151-153; Hükmü'ş-Şerîa, s. 10-12.
[368] es-Sâdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 233; Mütevelli, s. 428.
[369] el-Hûlî, Ailede ve Toplumda Kadın, s. 162-164.
[370] Tirmizî, c. II, s. 43.
[371] Garib hadisler râvinin rivayetinde tek kaldığı veya hadisin metninde veya senedinde olan bir fazlalığı ancak tek kişinin zikrettiği hadislerdir. Suyûtî, garîb hadisin sahih ve sahih olmayan şeklinde ikiye ayrıldığını, garib hadislerin çoğunun sahih olmadığını söylemektedir. (Celalüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî, Tedribu'r-Râvî Şerhu Takribu'n-Nevevî, Matbaatu'l-Hayriyye, Mısır 1307, s. 192; Koçyiğİt, s. 125.
[372] Tirmizî, c. II, s. 43.
[373] ed-Demîcî, s. 243-247; Muhammed Kâmil, c. VI, s. 18-20; en-Nâdî, c. II, s. 25-27; Hükmü'ş-Şerîa, s. 6-12; Muhammed Mübarek, s. 66.
[374] Mevdûdî, s. 650-652; Kâyıd Yusuf, s. 108-111; Abdülkadir Şeybe, s. 41-47. Dr. Nejla Akaya, İslam’da Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 1/196-199
[375] Buhârî, c. I, s. 83; Süleyman b. Esas es Sicistânî Ebû Dâvud, Sünen, Daru'l-Hadis, Suriye 1974, c. V, s. 59.
[376] Buharı, c. I, s. 83; Ebu Dâvud, c. V, s. 59 ("Sizden aklı ve dini eksiklerden birinin akıllı bir kimseye üstün geldiğini görmedim." cümlesinden önceki kısım Ebû Dâvud'da yer almamaktadır.)
[377] İbn Hazm, el-Fast, c. IV, s. 206-207.
[378] ed-Demîcî, s. 243-247.
[379] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 239-243.
[380] Mütevellî, s. 437-439.
[381] Muhammed Kâmil, c. VI, s. 18-20; Kasım Emin, el-Mer'etü'l-Cedîde, Matbaası Atlas,. Kahire 1937, s. 65-67.
[382] Muhammed Kâmil, c. VI, s. 18-20.
[383] Kasım Emin, el-Mer'etü'l-Cedide, s. 65-67; Kasım Emin, Tahrirü’l-Mer'e, Matbaatu Ayni'ş-Şems, Mısır 1336, s. 27
[384] Nisa: 4/1; Şûra: 26/49-50.
[385] Hammâd, c. I, s. 60-64.
[386] Abdulhayy Kettânî, et-Temtîbü'l-İdariyye, Daru'l-Mektebeti'l-Arabî. Lübnan (t.y), c. II, s. 432-433; Mahmâsanî, Erkânu Hukuki'l-İnsan, s. 297-299
[387] Mustafa Abdülvahid, s. 246.
[388] Mehmet S. Hatiboğlu, (Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatibü'l-Bağdadî, Serefu Ashabı l-Hadis) "Takdim" A.U. Basımevi, Ankara 1972.
[389] Abdülmüteal es-Saîdî, es-Siyâsetü'l-îslâmiyye fi Ahdi'n-Nübûvve, Daru'l-Fikri'l-Arabî, s. 214-215 (es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle’den naklen, s. 243).
[390] Muhammed Abdülvahid, s. 245; es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 245
[391] İbn Hacer bu hadisi hadis kitaplarında görmediklerini ve kimlerin rivayet ettiğini bilmediklerini söylemektedir. İbn Kesir hadisin garîb olduğunu söylemektedir. Aliyyü'1-Kârî ise hadisin manasının sahih olduğunu belirtmektedir. (Muhammed Abdurrahman es-Sehâvî, el-Mekâsidü'l-Hasene, Mektebetü'l-Hanef Mısır 1956, s. 198, el-Aclûnî, c. I, s.374-375.
[392] Süleyman Muhammet et-Tamavî, Ömer Îbnü'l-Hattab ve Usûlü's-Siyâse ve'l-İdâretü'l-Hâdise, (m.y), (b.,), (t.y), s. 455-456 (es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye'den naklen s. 234-235) Reşjd Rıza, s. 283; Hükmü'ş-Şerîa, s. 12; en-Nebhân, s. 190-196.
[393] et-Tamâvî, s. 455-456.
[394] Nahl: 16/97; Maide: 5/38; Nûr: 24/2.
[395] Dr. Nejla Akaya, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/200-204
[396] ed-Demîcî, s. 243-247.
[397] Muhammed Kâmil, c. VI, s. 18-20.
[398] en-Nâdî, c. II, s. 25-27; Mevdûdî, s. 658-662; Shaikh, s. 74-75.
[399] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'1-İslâmiyye fî'd-Devle, s.247.
[400] İslâm devletlerinde siyasi görevler üstlenmiş kadınlar hakkında geniş bilgi için bkz. Üçok ss.80-172., Dr. Nejla Akaya, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/204
[401] Muhammed Kâmile. VI, s. 18-20-Hükmü'ş-Şeria s 7
[402] Ahmed Şelebî, el-Müctemeu’l-İslâmi, (m.y), (b.y) 1963, s. 188 (es-Saidi), en Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle'den naklen,s249); Ahmed Emin, Fecrü'l-İslâm, Matbaatu Lecne Kahire 1945, s 232
[403] Behiy el-Hûlî, el-Mer'e beyne'l-beytî ve'l-Müctema (m.y), (b.y), (t.y) s. 140 (es-Saidi, en-Nazariyyetü't-İslâmiyye fi'd-Devle'den naklen, s. 234.
[404] es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye ft'd-Devle, s. 234.
[405] Mustafa Abdülvahid, s. 261; Mütevelli, s 433 446
[406] Ebu Ömer Yusuf b. Abdillah b Abdüberr, el-İstiâb fi Ma'rifeti't-Ashâb, Matbaatu Meclis-i Daireti’l-Maarif, Rabat 1318, c. II, s. 761-762.
[407] Hamidullah İslâm Peygamberi, c. II, s. 989-990; Atar, s. 97-99
[408] İbn Abdılberr, c- II, s. 761; Hamîdullah, İslâm peygamberi, c. II, s. 989-990; Atar, s. 97-99
[409] Hamıdüllah, İslâm peygamberi, c. II, s 989-990
[410] İbnü’l-Arabî, c. III, s. 1445-1446
[411] Es-Sıhabi. s. 151-153; Kayıd Yusuf, s. 108-111; Hükmü’ş-Şeria, s. 14; Üçok, s. 43.
[412] Ömer Rıza Kehhale, A’lamü’n-Nisa, Müessesetü’r-Risale,Beyrut 1977, c.II, s. 17.
[413] Emir Ali el-Hindi, Merkezü’l-Mer’e fi’l-İslam, çev. A. Fehmi Muhammed, Matbaatu İlyas Zehura, Kahire 1912, s. 110
[414] Enayat. S. 132.
[415] Dr. Nejla Akaya, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/204-206
[416] İbn Hazm, el-Muhallâ, Matbaatu'n-Nehda, Mısır 1347, c. VI, s. 429-430; es-Saîdî, en-Nazariyyetü'l-İslâmiyye fi'd-Devle, s. 240.
[417] Dr. Nejla Akaya, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/207
[418] Ali b. Muhammed b. Habîb Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye ve'l-Vilâyati'd-Dinİyye, Matbaatu Mustafa el-Bâbi el-Halebî, Mısır 1966, s. 65; Süleyman b. Hacer b. Sa'd b. Eyyûb el-Bacî, el-Müctehid ve Nihayet'ül-Muktesid, Matbaatu Cemaliyye, Mısır 1329, c. II, s. 384; Ebû Muhammed Abdillah b. Ahmed b. Mabmud b. Kadâme, el-Muğnî, Mektebetü's-Selefiyye, medine 1342, c. XI, s. 380-386; Abdulvehhâb eş-Şa'rânî, Kitabu'l-Mizân, Matbaatu'l-Misrıyye, Kahire 1297, c. VIII, s. 508-510.
[419] Kemalüddin Muhammed b. Abdİlvahid b. Hümâm, Şerhu Fethu'l-Kadîr, Malbaatu'l-Meymeniyye, Mısır 1306, c. VI, s. 357; Alâuddin; Ebu Bekir b. Mes'ûd, Bedâiu's-Sanâi fi Tertibi'ş-Şerâi', Matbaatu îcmaliyye, Mısır 1910, c. VII, s. 3; İbn Kudame, c. XI, s. 380; el-Bâcî, c. V, s. 182; Şa'rânî, c. I, s. 176; İbn Rüşd, c. VIII, s. 384; Şevkânî, c. VIII, s. 508-510; Maverdi, s. 65.
[420] Zeynüddin b. Nüceym, el-Bahru'r-Râik Şerhu Kenzi'd-Dekâik, Matbaatu'l-İlmiyye, Kahire 1311, c. VIII, s. 5-6; Muhammed b. Süleyman Dâmâd, Mecmeu'l-Enhur fi Şerhi Mülteka'l-Ebhur, Hüseyin Efendi Matbaası, (b.y), 1322, c. II, s. 168.
[421] İbn Rüşd, c. II, s. 384; el-Bâci, c. V, s. 182; İbn Kudame, c. XI, s. 380; Maverdî, s. 65; Şevkânî.c. VIII, s. 508-510.
[422] ibn Hazm, el-Muballâ, c. VI, s. 429-430. Abdülhâlık en-Nevavi, el-Alâkatü'd-Devliyye ve'n-Nuzumu'l-Kadaiyyefı'ş-Şerîati'l-lslâmiyye, Dau'I-Kitabı bi'i-Arabi Lübnan 1974, s. 239-241.
[423] Yayıncının Notu: Bu makale İslâmî Araştırmalar Dergisi Kadın Özel Sayısı'ndan alınmıştır. Dr. Nejla Akaya, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/207-208
[424] Ebû Davud'un "Sünen" adlı kitabında Cuma bahsine bakınız.
[425] Buharı.
[426] Tirmizî ve Ebû Dâvııd.
[427] "Vekar ile evlerinizde oturun.
[428] Buharî.
[429] Fâtır: 35/43.
[430] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/211-214
[431] Bu izin mes'elesi, bayram namazı ile mubah oyunlar bahsinde, hem Buhârî ve hem Müslim tarafından rivayet edilmektedir.
[432] Ebû Dâvud.
[433] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/214-215
[434] Nur: 24/31.
[435] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/215
[436] Yani elbiseleri şeffaftır, içindekini gösterir.
[437] Müslim.
[438] Buhari, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî.
[439] El-Helâlû vel Haram Fil İslâm, Yusuf-i Kardavî El-Hicab, Mevdûdî. Dâiret ül-Maarif, Ferid Vecdi. Rûh üd-din el'İslâmî, Abdülfettah Tebbare. Şubuhâtün Havi el-İslâm, Muhammed Kutub. Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/216-217
[440] Bu İbni Zübeyr'e has bir ictihaddır; yoksa zayıf bir şüphe ile de had düşer.
[441] (Mebsut, c. 5, s. 152).
[442] Nisa: 4/24
[443] Âyetin, malum nikâh akdi siyakında gelmesi de bu te'viii açıkça teyid etmektedir. "Ücret" kelimesine gelince, o da mehir manasınadır. Şu aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi. "...Onları sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın: Mehirlerini de güzellikle verin..." Nisa: 4/25. "Ey Peygamber (mehirlerini verdiğin zevceleri... Senin için helâl kıldık. " Ahzab: 33/50
[444] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/218-221
[445] Boşanma babında yazı ile dizilsin işaretleri lafız gibi kabul edilmektedir.
[446] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/222
[447] Bakara: 2/229.
[448] Bakara: 2/236.
[449] Talak: 65/1.
[450] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/222
[451] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/222-223
[452] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/223
[453] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/223-224
[454] İddet: Boşanmış veyahut kocası ölmüş bir kadının tekrar kocaya varabilmesi için bekleyeceği muayyen süre demektir.
[455] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/224
[456] Nisa: 4/34.
[457] Taberani
[458] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/224-225
[459] Kitab-ül fıkh âlâl-mezahib İl-Erbaatı.
[460] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/225-226
[461] Bu tip ceza ruhî ve vicdanî bir cezadır. Şöyle ki; kadın, erkeğin karşısında kendini zait" bilir. Fakat buna pek ehemmiyet vermez. Çünkü, içinden, "erkek istediği kadar benden güçlü olsun, kıymeti yok. Ben kadınlık sıfatımla onu büyüler ve tesir altına alabilirim." diye gayet müteselli olur.
Şimdi, o, kocasıyla bir yatakta yan yana yattığı halde kocası ona sırt çevirip tesirine kapılmazsa kadın için tekrar kocasına itaat etmekten başka bir çare kalmaz. Zira, artık en güvendiği silâhının da tesirsiz kaldığını anlar. Kadına çektirilen ruhî ve vicdanî ceza böylece kadının kocasına karşı olan isyanını bastırmış olur. (Ruhu'ddin).
[462] Nisa: 4/34-35.
[463] Ebu Davud.
[464] Nisa: 4/128.
[465] İslâm'daki boşanma prensibinin teşrii hikmeti açık olmasına rağmen bazı aşırı görüş ve düşünceliler tüm boşanma yetkisinin hâkimde toplanma tezini savunur dururlar. Oysaki bu görüşte maslahat değil zarar vardır. Zira boşanma, çoğu zaman yalnız kalb ve ruh içinde gizli bulunan nedenlere dayanır. Bu nedenleri gözle görmek veyahut şahit ve emarelerle tespit etmek mümkün değildir. O halde hâkim bu derece gizli bir şeyde nasıl karar verebilir? Bir de kan ile koca arasındaki niza her zaman bir zulüm edenle bir zulme uğrayanın nizaı değildir ki, bütün boşanma yetkisi hâkimde olsun, Niza, çoğu kez, evvelce mevcut olan sevgi ve muhabbetin bozulma ve dağılmasından ileri gelir. O derece bozulur ki, artık aralarındaki evlilik hayatının devamı imkânsız bir hal alır. Halbuki kalpler hâkimin değil, Allah'ın tasarrufundadır. Madem hâkim, kalpleri değiştiremez, o haîde boşanma yetkisini de erkekten alamaz. Sonra bazen boşanmanın öyle sebepleri olur ki, eğer mahkeme huzurunda ortaya serilerek, mahkeme dosyalarına yazılsa, avukat tarafından müdafaası yapılsa, ister istemez ailelerin sır ve mahrem tarafları açığa vurulmuş olur. Ve böylece erkeğin veyahut kadının ismi lekelenir. Halbuki halkın sırlarını saklamamız, şereflerine karşı saygı duymamız ve sırlarının perdelerini yırtmamamız İslâm'ın bize öğrettiği edeb ve terbiyedendir. El-ahval-ül-şahsiyye.
[466] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/226-230
[467] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/230
[468] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/230
[469] Malikîler ile Hanefi'lerde vaki olur. Fakat kuvvetli tenkitlere hedef olmuşlardır.
[470] İmam-i Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi.
[471] Hanbelîlere göre, talakın ve talak üzerine terettüp eden hükmün ne demek olduğunu bilen çocuk on yaşını doldurmamışsa bile karısını boşayabilir ve boşamakta vekil tutması da, vekil olması da sahihdîr.
[472] Racih olan görüş, üç imamın üzerinde ittifak ettikleri görüştür. Zira, evvelâ, sahabe-i kiramın çokları bu görüşteler. Bir de, küfrü mucib bir kelimeyi söylemeye zorlanan şahıs ittifakla kâfir addedilmez. Ve hakeza.. Boşanmaya zorlanan erkek de karısını boşamış sayılmaz. (Ahval-i şahsiyye).
[473] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/231-233
[474] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/233
[475] Cemel, c. 4, s. 329., Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/233-234
[476] Kitabü'l-Fıkhı ale'l-Mezahibi'l-Erbaa.
[477] Şerhu't-Tahavî.
[478] Mecmaü'l-Enhur, s. 206.
[479] Ed-Dürrü'l-Muhtar, c. 2, s. 837.
[480] Feteva-yı Ali Efendi, c. I, s. 97.
[481] Mecmaü'l-Enhur, c. 1, s. 186.
[482] Minhac, s. 337.
[483] Zihar: Kocasının karısına, senin sırtın anamın sırtı gibi otsun demesidir.
[484] Mecmaü'l-Enhur, c. 1, s. 219., Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/234-237
[485] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/237-239
[486] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/239
[487] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/239-240
[488] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/240
[489] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/240
[490] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/240-241
[491] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241
[492] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241
[493] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241
[494] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241
[495] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241
[496] Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/241-242
[497] Bu parça "Hidaye"den alınmıştır. Yayıncının Notu: Bu yazı Sadreddin Yüksel'in Islâmî Araştırmalar, Tuba Yayıncılık adlı eserinden alınmıştır. Sadreddin Yüksel, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/242
[498] Nûr: 24/30.
[499] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/245-246
[500] Rûhu'l-Meânî: 18/124, ed-Dürru'l-Mansûr. 5/40.
[501] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/246-248
[502] İbn-i Kesîr Tefsiri: 3/283 B.T. 1969.
[503] Taberâni İbn-i Mes'ûd'dan. İbn-İ Kesîr: 3/282
[504] (Tecrîd-i Sarîh Ter.2132) ve Müslim (2657 numara ile)
[505] Ebu Nuaym Hilye'de ve İbn-i Ebî'd-Dünyâ Ebu Hüreyre (r.a.Vden. Câmî-i Sağır ve: tbn-i Kesîr. 3/282.
[506] 4112, Tirmizî: 2778 numara ile
[507] 2159 numara ile Müslim ve 2776 numara ile
[508] (2149), Tirmizî (2777 numara ile)
[509] İmam Ahmed Müsned'inde, İbn-i Kesîr Tefsin: 3/282.
[510] Zâriyât: 51/20-21.
[511] Mü'minûn: 23/5-7.
[512] Tefsîru Âyâti'l-Âhkâm (M. Ali Sâbûnî): 2/157-158.
[513] (4102 numara ile)
[514] (ve: 4100 rakamla)
[515] (4101 numara ile)
[516] "Bâbu Vakti'l-Fecr"de: -1/144-
[517] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/248-260
[518] Kurtubî Tefsiri: 12/233.
[519] Rûhu't-Meânî: 18/129, İbn-i Kesir Tefsiri: 3/284 ve Kurtubî Tefsiri: 12/233.
[520] Sûre-i Nâr tefsiri (Mevdûdî) s. 166.
[521] Ahkâmü'l-Kur'ân Cassâs: 28/3-393.
[522] (1/260)
[523] Ebu Dâvud ve İbn-i Mâce, İbn-i Kesîr: 3/286.
[524] (5272 numara ile)
[525] Ruhu'l-Meanî (Âlûsi): 18/132., Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/260-266
[526] Tecrîd-i Sarih Tercemesi: 6/330, Müslim ve Ebû Dâvud da rivayet etmiştir.
[527] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/266
[528] Rûhu'l-Meânî Tefsiri: 18/132. Ahmed, Buhârî, Edeb-i Müfred'de ve Müslim.
[529] İbn-i Kesîr: 3/263, Tefsîru âyâti'l-Ahkâm: 2/167.
[530] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/267-273
[531] Taberânî ve Ziyâ-i Makdîsî "el-Muhtâre" de, Huzeyme b. Sabit (r.a.)'den el-Câmiu's-Sağîr.
[532] İmam Ahmed ve Ziyâ-i Makdısî, Enes (r.a.)'den, el-Câmiu's-Sağîr "Ittekuu" kelimesi...
[533] -Tecrîd-i Sarih: 1708-, Müslim'in: 2583, Tirmizî'nin: 3110 ve İbn-i Mâce'nin: 4018 numara ile
[534] Hûd: 11/102.
[535] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/273-276
[536] Ahzâb: 33/36.
[537] Sîret-i İbn-i Hişâm: 3/51 (baskı T: 1971 Beyrut), "Muhammed Resûlullah". 181-183 (M. Rızâ).
[538] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/276-280
[539] En'âm: 6/93.
[540] Taberânî, Huzeyfe (r.a.)'den el-Câmiu's-Sağîr "Men" kelimesi.
[541] Hûd: 11/38-39.
[542] İmam Ahmed, Müslim: 1467 ve İbn-i Mâce, Câmi-i Sağır.
[543] Bu mealdeki Nûr: 24/26 bakınız.
[544] Nûr: 24/60.
[545] Tâc: 2/352.
[546] : 1912- ve Müslim: 2576 numara ile
[547] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/280-289
[548] Hûhu'l-Meânt,
[549] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/289-297
[550] Ceridetü’l-Cumhûriyye, el-Kaahire, 9 Yonyo 1962 M.
[551] Sübülü's-Selâm: 4/79. Yayıncının Notu: Bu yazı Ekrem Doğanay'm Kadın Tesettürü ve Zinanın Hükmü adlı eserinden alınmıştır.
[552] Ekrem Doğanay, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/297-299
[553] Bu yazı iki bölümden oluşacak, birinci bölümde dini hüküm ve kuralların değişmesi, ikinci bölümde değişmeye tâbi olup olmaması bakımından kadınla ilgili üç mesele ve hüküm incelenecektir.
[554] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/303-304
[555] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/304-305
[556] (İbn Hazm, el-lhkâm, C.I, s. 534 vd..; M. Mustafa Şelebî, Ta'lîlu'l-Ahkâm, s. 325 vd.)-
[557] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/305
[558] (Mecelle, md. 14).
[559] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/305-308
[560] Bakara: 2/282
[561] (Avnu'l-Ma'bûd, Medîne, 1969, C.X, s.10).
[562] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/308-310
[563] Nûr: 24/30-31.
[564] Ahzâb: 33/59
[565] Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/310-314
[566] (İbnu'l-Kayyim, Zâdu'l-me'âd, Beyrut, 1987, C.V, s. 186 vd.).
[567] (Tefsîru-îbn Kesîr, Nisa: 4/22 nin tefsiri).
[568] (îbn Hscer, el-hâbe, C.IV, s. 403).
[569] (M. Mustafâ ez-Zuhaylî, Tanzîmu'l-Kadâ, Dimaşk, 1982, s.56 vd.).
[570] (Prof. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, ist. 199U s. 935)
[571] (Buhârî, Meğâzî, 82).
[572] Bakara: 2/228; Nisa: 4/34
[573] Tevbe: 9/71
[574] Neml: 27/22-44.
[575] (Milliyet, 13-Mayıs-1990). Yayıncının Notu: Bu makale İslâmî Araştırmalar Dergisi Kadın özel Sayısı'ndan alınmıştır. Prof. Dr, Hayrettin Karaman, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/314-318
[576] Nahl: 16/58-59.
[577] Tekvîr: 81/8-9.
[579] Şûra: 26/49-50.
[580] Tekvin, bâb: 28, cümle: 8-9.
[581] I. Krallar, II. bâb.
[582] Abdulâziz Çavuş, Anglikan Kilisesine Cevap, Çeviren: Mehmet Akif, Sadeleştiren: Süleyman Ateş, Ankara, 1974, s.164-166.
[583] Hucurât: 49/13.
[584] A'râf: 7/189.
[585] Âl-i İmran: 3/95.
[586] Nahl: 16/97.
[587] Ahzâb: 33/35.
[588] Müslim, Hac, b.l9,h.l47.
[589] Tirmizî, Tefsir, Sure: 9.
[590] Taberî, Câmi'ul-beyâm Cilt 5, s.68
[591] Müslim, Cennet, b.13, h.49: Buhârî, Nikâh, 93; İbn Mâce, Nikâh, 51.
[592] Müslim, Talâk, b.5,h.31,34; Ahkâmu'l-Kur'ân, c,3, s.1507-1510.
[593] Feyzu'l-Kadîr, c.2, s. 97.
[594] Feyzu'l-Kadîr, c.3, s.496.
[595] Tirmizî, Tefsîr, Sure:9.
[596] Tabererani-Evsat, Kesfu'l-Hafâ, c.1 s.338.
[597] Tirmizî, Radâ, 10; lbn Mâce, Nikâh, 4; İbn Hanbel, Musned, c.4, s.381.
[598] Bakara: 2/282.
[599] Nisa: 4/2
[600] Müslim, Cihâd: b.22, h.64-67; Ahkâmu'l-Kur'ân: 3/1502.
[601] Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/321-333
[602] (Ebû Dâvûd, Salât: h.592)
[603] (1/23)
[604] Müdebber: Sahibi ölünce özgür olacak köle, demektir.
[605] Ebû Dâvûd, Salât: b.62, h.591
[606] Hilyetu'l-Evliyâ? 163
[607] (Avnu'l-Ma'bûd Şerhu Süneni Ebt Dâvud, 2/301-302, 1338/1968; keza bakınız: Muhammed İbn İsmâîl es-San'ânî, Subulu's-selâm Şerhu Bulûği'l-merâm, çeviren: Ahmet Dâvûdoğlu, Sönmez, İstanbul, üçüncü baskı, 2/94).
[608] Ahzâb: 33/59.
[609] Ahkâmu'l-Kur'ân, c.3.s. 1574.
[610] Nur: 24/31. âyete bakınız.3
[611] Nur: 24/31. âyete bakınız.
[612] Prof. Dr. Süleyman Ateş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/333-336. Yayıncının Notu: Bu makale İslâmî Araştırmalar Dergisi Kadın Özel Sayısından alınmıştır.
[613] Statistical YearBook - 1965, United Nations.
[614] Yeni Gazete - 20. 9. 1966.
[615] Onger, Beria; Kadınların Kurtuluşu; İst. 1967, s. 62-63 -64-65.
[616] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/339-140
[617] Moiz Cohen (Tekin Alp) ve Aleksandr İsrail Hempland Parvus ilk Türkçülük hareketinin önderleridir. Her ikisi de Türk olmamasına rağmen, islâmiyet'in Türklüğü yok ettiği iddiasını savunmuşlardır.
[618] Velîdedeoğlu, Hıfzı V. (Or. Prof. Dr.); 4. 12. 1966 günü yaptığı konuşma. (Nakl: B. Onger; Kadının Kurtuluşu).
[619] Doğan, Mehmet; Batılılaşma İhaneti; Hareket Yayınları - Dergâh Kit. 1976.
[620] Afet inan, A. (Prof. Dr.); Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması; s. 29.
[621] A.g.e., s. 28.
[622] Ertop, Konur; Milliyet Sanat Dergisi; 10 Eylül 1976, sayı: 196, s. 21 (Türk Edebiyatında Seks: I).
[623] Atsız, Nihal; Ölüken Dergisi - Kasım 1970, sayfa: 3-7/14.
[624] Adı geçen dergi - aynı sayı.
[625] Osmanlı Devleti içerisinde, belli başlı olarak kitle Mü'min ve zimmîler olarak ikiye ayrılıyordu. Her ikisinin de kendi aralarında ayrı ayrı mezhepleri vardı.
[626] Okiç, M. Tayyip (Prof.); İslâmiyetle Kadın Öğretimi; Ank. 1978. sh. 27-33. (Ruhbanlık meselesi izah olunuyor).
[627] Sahih-i Müslim, c. IV, s. 1711 - Nevevî, c. XIV, s. 155. "Bugünden sonra, kocası yanında bulunmayan bir kadının huzuruna hiçbir erkek girmesin. Eğer girmek zarureti hâsıl olursa, yanında bir, iki erkek arkadaş bulundursun." (Hadîs-i Şerîf).
[628] "Kadın ve Cemiyet" bölümünde bu hususlar, ortaya konulmuştur.
[629] Afet İnan, A. (Prof. Dr.) A.g.e'., s. 73.
[630] İslâm Ansiklopedisi'nin ilgili maddelerine bakınız.
[631] Lady Montague – 1. Nisan 1717 - Mektup: XXVIII., Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/340-346
[632] Afet inan, A. (Prof. Dr.); A.g.e., s. 85.
[633] Levant Herald-15.8. 1881 - Cilt I, No: 63.
[634] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/346-348
[635] O sırada, Balkanlarda, büyük çapta isyanlar oluyordu. Nitekim, Bulgarlar, Karadağlılar Bosna-Hersekliler hep aynı yıllarda Avrupa'nın kışkırtması ile ayaklanmışlardı.
[636] Taşkıran, Tezer; Cumhuriyet'in Ellinci Yılında Kadın Hakları; Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay. - s. 24-39.
[637] A.g.e., s. 24-39.
[638] Büyük Doğu, 24 Mart 1971 - Sayı: 12, s. 12-13. Aynı sayıda, Edebiyal-ı Cedîde'nin çıkışı ve saks sahasında bu tip gizli faaliyetleri yürütmesi Siyonist Protokolün 14. maddesine bağlanmaktadır. Bkz. aynı sayı, sayfa: 16.
[639] Meriç, Cemil; Bu Ülke, s. 63.
[640] A.g.e., s. 23.
[641] Selek, Sabahaddin; Anadolu İhtilâli, İstanbul 1963, s. 17.
[642] Taşkıran, Tezer - A.g.e., s. 24-39.
[643] Ilgar, ihsan; Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın, Kervan Yayınları - 1973, s. 62-63.
[644] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/348-352
[645] Tahir, Kemal; Yol Ayırımı, Sander Yayınlan, "Yazar bu romanında, İttihat ve Terakki'nin oyunlarını ve ilk Meclis'in tutum ve davranışlarını konu almaktadır- Bazı çevrelerce tepki ile karşılanan bu eser, bazı tabuları yıkma gayreti göstermektedir."
[646] Mısırlıoğlu, Aynur; "Kuvayi Milliye'nin Kadın Kahramanları; Sebil Mecmuası - 2 Ocak 1976, sayı: 1-23.
[647] A.g.e. (İstiklâl Savaşı'nda Türk Kadınının durumunu en güzel biçimde dile getiren bu eser, Sebil Yayınları arasındadır.)
[648] Kısakürek, Necip Fazıl; Tohum, Akçağ Yayınları - 1969. (Maraşlı müslümanların direnişini konu alır.)
[649] Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Yaban, inkılâp ve Aka Kitabevi (Yazar bu romanında, Ahmet Cemil tipini ortaya koyarken, Aydınlara güvenmeyen Anadolu insanını realist bir şekilde dile getirmiştir. Fakat arada sırada kaybettiği ve Anadolu insanının Yunanlılarla, Aydınlarla eşit tuttuğu iddiasına yer vermesi şaşırtıcıdır. Yine romanındaki Anadolu kadınını tarifi ve tahlilini benimsemek mümkün değildir.)
[650] Adıvar, Halide Edip; Vurun Kahpeye, inkılâp ve Aka Kitabevi. (Yazar bu romanında, düşmana karşı savaşan bir kız öğretmenin köyde karşılaştığı güçlükleri dile getirmektedir. Dindar Anadolu köylüsünün yapısını kavrayamamış olan bu yazar, zaferi aydınlara mal edebilmenin hesaplarını yapmaktadır.)
[651] Mısırlıoğlu, Kadir; Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Miicâhidler, Sebil Yayınevi - İst. 1969., Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/352-354
[652] Belen, Fahri; Yirminci Yüzyılda Osmanlı Devleti, Remzi Kitabevi - 1973, s. 346.
[653] Adıvar, Halide Edip; Mor Salkımlı Ev, Yeni Matbaa- 1963, s. 107- 108.
[654] Steinaaus, Kury; Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander - 1973.
[655] Ilgar, ihsan; Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın, s. 28 - 29.
[656] Mardin, Şerif; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), TÎB Yayınları - Ankara 1964, sh. 173. (Nakl. H. Aktaş; Medenî Vahşet, îst. 1980, sh. 67.)
[657] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/354-356
[658] Mustafa Sabri Efendi; Kitab el İlm ve'l-akl ve'l-Makûl, Mısır 1369, sh. 1-8.
[659] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/356
[660] Doğan, D. Mehmed; Batılılaşma ihaneti, Ekim 1975 - sh. 22, (Bu kitapta, o dönemin gazetelerinden iktibaslar mevcut Mustafa Kemal'in bir gecede milletvekillerini nasıl seçiverdiğini ve bu hususta ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.)
[661] Tevbe: 9/71.
[662] Topaloğlu, Bekir; İslâm'da Kadın, İst. 1968 sh- 243
[663] 1973 seçimlerinde dört milletvekili, bir senatör olmak üzere beş kadın meclise girmiştir. Kadın seçmen sayısı ise: 7.858.209, erkek seçmen de ancak o kadardır.
[664] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/356-358
[665] Bulaç, Ali; Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, tst. 1977. sh 198, 2. Bsk.
[666] Çağatay, Neşet (Prof. Dr.); Türkiye'de Gerici Eylemler, Ank. 1972, sh. 62-66. (Dünyada ilk defa boykotu A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nin icad ettiğini iddia ediyor. Boykot ve Hatice Babacan kardeşimiz için kullandığı tâbirler de ilginç. Profesörler "Baba", erkek öğrenciler de "Kardeş" hükmündeymiş...)
[667] Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/358-360
[668] Ankebut: 29/52.
[669] Nisa: 60.
[670] Nisa: 4/76.
[671] Tevbe: 9/71.
[672] Yayıncının Notu: Bu yazı Melahat Aktaş'ın İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın adlı eserinden alınmıştır. Melahat Aktaş, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/360-362
[673] Vakit, No. 1158, 28. Şubat 1921'de naklen, İnci Enginün, "Millî Mücadele'de Türk Kadını", Türk Kültürü, Sayı 232, Ağustos 1982, s. 619-621., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/365
[674] A. Afet İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, İst. 1982, s. 108.
[675] İnci Enginün - Müzgan Cunbur - Cahide Özdemir, Millî Mücadele'de Türk Kadını, Ank. 1983, s. 14-15.
[676] A.g.e., s. 15; Kemal Anburnu, Millî Mücadele'de İstanbul Mitingleri, 2. bsk. Ank. 1975, s. 5-10; Aynur Mısırlıoğlu, Kuvayi Milliye'nin Kadın Kahramanları, ist. 1976, s, 48.
[677] Arıburnu, A.g.e., s. 12-16; Enver Behnan Şapolyo, İstiklâl Savaşı Edebiyatı Tarihi, İst 1967, s. 17; Enginün - Cunbur - Özdemir, A.g.e., s. 16-18; Tezer Taşkıran, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Kadın Hakları, 1973, s. 69; Mısıroğlu, A.g.e., s. 48-49.
[678] Arıburnu, A.g.e., s. 49.
[679] Enginün - Cunbur - Özdemir, A.g.e., s. 20.
[680] Afet inan, A.g.e., s. 108.
[681] Arıburnu, A.g.e., s. 21; Enginün- Cunbur - Özdemir, A.g.e., s. 20-21; Mısıroğlu, A.g.e., s. 50.
[682] A. Afet İnan, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti" VIII. Türk Tarih Kongresi, C. III, Ank. 1983, s. 1994; Afet İnan, A.g.e., s. 108-109.
[683] Engınün-Cunbur-Özdemir, A.g.e., s. 20-22
[684] Afet inan, A.g.e., s. 109.
[685] Şapolyo, A.g.e., s. 22-24.
[686] Münevver Sahne (Ölümü: 21 Mayıs 1951), Konya ve İstanbul'da edebiyat öğretmenliği yapmıştır. İstiklal Harbi'nde yaralanmış ve İstiklâl madalyası kazanmıştır. Öğretmenliği Harbten sonradır (Arıburnu, A.g.e , s. 75).
[687] Arıburnu, A.g.e., s. 34.
[688] Afet İnan, A.g.m, s. 1985; A.g.e., s. 109.
[689] Arıburnu, A.g.e., s. 69, Şapolyo, A.g.e., s. 25-26.
[690] Arıburnu, A.g.e., s. 69; İnan, A.g.e., s. 109, Mısıroğlu, A.g.e., s. 51.
[691] Arıburnu, A.g.e., s. 43-44; Şapolyo, A.g.e., s. 31-32; Enginün-B. Emil-N. Birinci-A. Uçman, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, c. I, Ank. 1981, s. 95-97.
[692] Şükûfe Nihâi Başar (1896-1973), İstanbul'da doğdu. Çocukluğu Anadolu'da geçti. Orta tahsilini İstanbul'da yaptıktan sonra İnas Darülfünunu'na "İlk talebe" olarak girdi. 1919'da Edebiyat Fakültesi Coğrafya bölümünden mezun oldu. Liselerde tarih, coğrafya ve edebiyat hocalığı yaptı. Eşiyle birlikte Müdâfaa-i Hukuk Cemiycü'nde çalıştı. Sonraki yıllarda Kadınlar Birliği'nin kurucuları arasında yer aldı (Nihad Sümi Banarlı. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c. II, İst. 1971, s. 1223). Bizde otoriter bir aile yapısı olduğunu belirten Şükûfe Nihâî, bu yüzden çocukların problemli olup şahsiyetini bulmakta güçlük çektiğini söyler. Bunu düzeltmek için Öğretmenlere büyük görevler düştüğünü savunur. (Şükûfe Nihâî, "Hâtıra Defteri". Türk Kadını, c. I. Sayı 10, 26 Eylül 1334, s. 149-150.
Eserleri: Şiir: Yıldıziar ve Gölgeler, Hazan Rüzgârları, Gayya. Su, Şile Yolları, Sabah Kuşları;
Hîkâye-Roman: Tevekkülün Cezası, Yakut Kayalar, Çölde Sabah Oluyor, Akdağ Kahramanları, Mavi Şeytan, Renksiz Iztırap, Çöl Güneşi, Yalnız Dönüyorum (Banarlı, A.g.e., s. 1223).
[693] Arıburnu, A.g.e., s. 55.
[694] Aynı e., s. 66-67.
[695] Enginün-Cunbur-Özdemir, A.g.e., s. 14.
[696] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/366-371
[697] Halide Edip, "İstanbul Gençlerine", Hâkimiyet-i Milliye, No: 285, 7. Eylül 1337/1921.
[698] Aynı Gazete, No: 296, 18 Eylül 1337.
[699] Aynı Gazete 3 Teşrinievvel 1921'den, Şapolyon, A.g.e., s. 138-139.
[700] Akşam, No: 1096, 12 Teşrinievvel 1337.
[701] Hakimiyet-i Milliye, 9, 1 Teşrin 1337.
[702] Hâkimiyet-i Milliye, No: 97, 15 Kânunusâni 1921.
[703] Hâkimiyetti Milliye, 7 Şubat 1921.
[704] Aynı Gazete 3 Mart 1921.
[705] Aynı Gazete 10 Mart 1921.
[706] Aynı Gazete 3 Nisan 1921.
[707] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/371-374
[708] Enginün-Cunbur-Özdemir, A.g.e., s. 33.
[709] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/374
[710] "Anadolu'nun Tuğyanı", Hadisât Sene;1, No: 148, 28 Mayıs 1335 (1919). Burada söz konusu edilen "Kasaba" Turgutlu'nun eski adıdır (Şemseddin Sami Kamusu'l-A'lâm. IV, İst. 1311, s. 3020). Bu isimle Konya Karaman ve Antalya Elmalı kazalarına bağlı birer küçük kasaba veya köy de mevcutsa da (Aynı e., c.V., İst. 1314, s. 3669) bunların olabileceğine ihtimal vermiyoruz.
[711] Cahit Çaka, Tarih Boyunca Harp ve Kadın, Ank. 1948, s. 41-42. Mısıroğlu, A.g.e., s.
[712] Çaka, A.g.e., s. 41-43; Emel Sönmez "Kadın Hakları ve Hürriyetlerinde Kemalizm", Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyumu Bildirileri (10-14. Aralık 1973), İst. 1975, s. 389., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/375-376
[713] Afet inan. "Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti", Büyük Zaferin 50. Yıldönümüne Armağan, İst. 1972, s. 196-199; Çaka, A.g.e., s. 43-53; Afet İnan, A.g.e., s. 127-130; Enginün-Cunbur-Özdemir, A.g.e., s. 35-38.
[714] Bkz. Önceki notta gösterilen eserler. Melek Reşit Hanım bu demeğin ilk başkanıdır. İkinci başkan Samiye Tevfik, mesul sekreter Şefıka Kemal, veznedar Emine Rauf dur. Üyeler Neyyire, Tâcürricâl, Şerife, Ayşe, Behire, Ferruh, Nuriye, Memduha, Safiye, Makbule, Kamer, Ayşe Şuhude (Bekir Sıtkı Baykal, Millî Mücadele'de Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, Ank. 1986, s. 3-4.
[715] Bkz. 38. notta gösterilen eserler.
[716] Baykal. A.g.e., s. 39-80.
[717] Hâkimiyet-i Milliye, 28 Kânunusâni 1336, No: 5, s. 1; Baykal A.g.e., s. 23; Afet İnan. A.g.e, s. 138.
[718] Hâkimiyet-i Milliye, No: 6, 2 Şubat 1336; Baykal, A.g.e, s. 26-28. Cemiyet'a ait bütün yazışmalar toplu halde yayınlanmıştır. Afet İnan, "Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti1', s. 3-4; Baykal, A.g.e., s. 1-80.
[719] Hatta Mustafa Kemal, Denizli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığın yazdığı bir yazıda, Sivas'la kurulan bu cemiyeti memnunlukla karşıladığını belirterek, bunun Denizli için örnek olması gerektiğini, yani şube açılmasını temenni ettiğini ifade ediyordu. (Afet İnan, A.g.e., s. 134; A.g.m., s. 199-201; Enginün-Cunbur-Özdemir, A.g.e., s. 8-9, 38).
[720] Baykal, A.g.e., s. 6-7.
[721] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/376-379
[722] Cemiyetin kuruluşunda Kastamonu valisi Cemâl Bey ye Mevlevi şeyhi Amil Çelebi'nin büyük yardımları olmuştur (Mustafa Baydar, "Kurtuluş Savaşı'nda Türk Kadını", Cumhuriyet, 29 Haziran 1972; Nurettin Peker, istiklâl Savaşı-Resim ve Vesikalarla. İst. 1955, s. 102; Mısıroğlu, A.g.e., s. 57-58.
[723] Baydar, A.g.e., 28 Haziran 1972; Peker, A.g.e., s. 103.
[724] Peker. A.g.e.. s. 102: Mısıroğlu. A.g.e., s. 58
[725] Baydar, A.g.m., 30 Haziran 1972; Peker, A.g.e, s. 125.
[726] Baydar, A.g.m., 29 Haziran 1972.
[727] Bu telgrafta 24 imza vardı (Hakimiyet-i Milliye, 10 K. Sâni 1336).
[728] Bununla birlikte (tahminen 1920'de) Kastamonu'da, bilgisi az kimsesiz hanımları eğitmek için "Kadınları Çalıştırma Derneği" adıyla bir cemiyet kurulduğunu da söylemeliyiz (Peker, A.g.e., s. 175; Mısıroğlu, A.g.e., s. 60)
[729] Nezihe Muhiddin (Tepedelenligil)'in biyografisi hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak, Türk Kadını (ist. 1931) isimli eserinden öğrendiğimize göre İstanbul'da yetişmiştir. Özel dersler aldıktan sonra, Dârülmuallimât'ın 4. sınıfına kabul edilmişse de altı ay sonra ayrılmıştır. Meşrutiyetle birlikte gazetelerde yazıları yayınlanmıştır. İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi'nc müdür, kız idadisine ulûm-ı Tabiiye hocası olur. Burada Halide Edip, Şükufe Nihal ve Nakiye (Elgün) ile tanışır. Yine bu dönemde Sadıye ve Hatice Hanımlarla birlikte kız mekteblerini teftişle görevlendirilir (Türk Kadını, s. 29-34, 56).
[730] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/379-381
[731] Mısıroğlu, A.g.e., s. 33-38.
[732] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/381
[733] Kemal Atatürk, Nutuk, c. I, 12. bsk. İst. 1972, s. 95-98.
[734] Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, İst. 1962, s. 214.
[735] A.g.e., 235 vd. Ancak Halide Edip kendisi bahsetmemekle birlikte Cahit Çaka O'nun çavuş ve başçavuşluğa da yükseldiğini söylüyor. (A.g.e., s. 78).
[736] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/381-382
[737] Zehra Celasın Tarih Boyunca Kadm İst. 1946. s. 158-159; Çaka. A.g.e., s. 109-110., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/382
[738] Taha Toros, "Kurtuluş Savaşı'nda Toroslarda Esir Düşen Fransız Kumandanı Mesnil'in Türkiye Anıları” Milliyet, 12 Ocak 1972; Çaka, A.g.e., s. 58-59; Mısıroğlu, A.g.e., s.
[739] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/382
[740] Rahmiye, savaşta şehit düşen ve ateş altında kalan iki şehit arkadaşını askerlerin tereddütü üzerine hızla ileri atılarak yanmaktan kurtarmıştır. Bunun üzerine kendine "Kuş gibi çevik, hızlı" anlamına "Tayyar" denmiştir. (Çaka, A.g.e., s. 59-62). Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/382-383
[741] Hâkimiyet-i Milliye, 6 Şubat 1336, No: 7, s. 14; Açıksöz, No: 33, 8 Şubat 1336, s. 2; Yalçın Özalp, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele 'nin İlk Zaferi, Ank. 1984, s. 180; Çaka, A.g.e., s. 63-64; Mısıroğlu, A.g.e., s. 106-109., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/383
[742] Çaka, A.g.e., s. 67; Mısıroğlu, A.g.e., s. 84-87.
[743] Bize bu kanaati veren yazı için bkz. HM, "Kahraman Fauna", Tevhid-i Efkâr, No: 367-8395, 17 Haziran 1338'den naklen, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemah c. II, s. 863-865.
[744] Çaka, A.g.e., s. 73-75; Mısırlıoğlu, A.g.e., s. 88 Celasın, A.g.e., s. 156., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/383-384
[745] Çaka, A.g.e., s. 57; Mısırlıoğlu, A.g.e., s. 96-97., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/384
[746] Çaka, A.g.e., s. 72-73., Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/384
[747] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, İçtima 1, C. VII (30- 1. 1337); Taşkıran A.g.e., s. 80-81; Caporal, A.g.e., s. 176; Mısıroğlu, A.g.e., s. 111-115.
[748] Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/384-385
[749] Mısırlıoğlu, A.g.e., 79-80.
[750] Ali Kızı Alime, Hacı Osman kızı Fatma, Besim kızı Şükriye, Musa kızı Ayşe, Mehmet Ali kızı Hâfİze, Kara Bektaş kızı Fatma, Mehmet kızı Ümmühan, Hacı Mustafa kızı Fatma, Veli Onbaşı kızı Ayşe, Molla İbrahim kızı Fatma, Ali kızı Ayşe, Molla Hasan kızı Fatma (Peker A.g.e., s. 379; Baydar, A.g.m., 27 Haziran 1972; Afet İnan, "Kadın Hakları", Bursa İ T.î. Akademisi İktisat Fak. Dergi., c. II, Sayı 2, Ağustos 1981, s. 47.
[751] Kastamonulu hanımlar için bkz. Peker, A.g.e., s. 396-397. Aydınlı hanımlar için bkz. Mısıroğlu, A.g.e., s. 83; Çaka, A.g.e., s. 69-71.
[752] Yayıncının Notu: Bu yazı, Şefıka Kurnaz'ın Cumhuriyet ve Millî Mücadele Döneminde Kadın adlı eserinden alınmıştır. Dr. Şefika Kurnaz, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/385
[753] Yayıncının Notu: Bu yazı Prof. Dr. Orhan Karmış'ın Birinci Aile Şurasında sunduğu Türk Ailesinin Temel Karakteristiği adlı bildiridir. Prof. Dr. Orhan Karmış, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınları, Ankara, Eylül 1993: 1/388-392