Kadının İslâmiyet'teki Değeri Ve Yeri
Kadınlar İle Çocukları Öldürme Yasağı
Evlenmeleri Teşvik Ve Kolaylaştırma Hakkında
Hangi Tip Kadınlarla Evlenmelidir?
Çocuğun Ebeveynine Ve Bilhassa Anasına Karşı Vazifeleri
Ebeveynin Ve Bilhassa Ananın Çocuğuna Karşı Olan Vazifesi
Hz. Peygamber'in Çocuk Sevgisi
İslâmiyette Okuma-Yazma Mükellefiyeti
Sonraki Devirlerin Müslüman Alim Kadınları
Hz. Peygamber'in Kadınlara Tahsis Ettiği Dersler
İslâmiyette Din Adamları Ve Ruhbâniyyet Meselesi
Din Bilgisinin Yayılması Ve Misyonerlik (İrşâd)
Müslüman Kadın Din Adamlarına Ve Dahilî Misyonerliğe Duyulan İhtiyaç
Türkiye'de Dinî Tahsil Gören Kız Öğrenci Sayısı
I. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1975/1976 Öğretim Yılı Kız Öğrenci Sayısı:
II. Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi - Erzurum 1976/ 1977 Öğretim Yılı:
III. 1975/1976 Öğretim Yılı İmam-Hatip Liseleri Kız Öğrencileri Sayısı:
İlim Ve Sanat Sahasında Yetişen İslâm Kadınları
Sâhibâtü'l-Hayrât (Hayırsever İslâm Kadınları)
Pislikler Ve Temizlenme Yolları
Abdesti Olmayan Kadının Yapmasının Haram Olduğu İşler
Hayız (Aybaşı Hali-Adet Görme)
İki Hayız Arasındaki En Kısa Temizlik Süresi
Hayız Halinde Yapılması Yasak Olan İşler
Kanın Kesilmesinden Sonra Cima' (Cinsel İlişki)
Görülen İki Kan Arasındaki Temizlik
Erkek, Hayız Ya da Lohusalık Halinde Eşi İle İlişkide Bulunacak Olursa Ne Olur?
Ay Hali Olan Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmanın Keffâreti:
Ay Hali Olan Kadının Namaz Ve Orucu
Ay Hali Olan Kadınla Birlikte Yemek Yemek
Ay Halinde Mubah Olan Hususlar
İstihâza Kanı Gören Kadınla İlişki Kurmak
Cünüp Kimsenin Yapması Haram Olan İşler
A) Necis Oldukları Üzerinde İttifak Bulunanlar:
B) Necis Olduğunda İhtilâf Bulunanlar:
Elbisenin, Yerin Ve Bedenin Pisliklerden Temizlenmesi
Fıtrî Sünnetler Açısından Kadının Durumu
İBADETLERDE KADININ ERKEKTEN AYRILDIĞI NOKTALAR
Namazların Farzları, Şartları, Rükünleri
1. Hadesten Ve Necasetten Taharet
2. Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek)
2) Mekruh ya da Haram Vakitler:
NAMAZDA KADINA AİT ÖZEL HALLER
Ay Hali Ve Lohusa Olan Kadının Namazı
Istihâza (Özür Kanı) Gören Kadının Namazı
Namaz Esnasında Ne Yapması Gerekir?
Kadınların Mescitlerde Namaz Kılmaları
Konu İle İlgili Mezhep İmamlarının Görüşleri
Kadının İmameti Konusunda Fukahâ Şunları Söyler:
Namaz Sırasında Kadının Küçük Çocuğu Taşıması
Cemaatle Namaz Kılmak Halinde Erkeklere Göre Kadınların Duracakları Yer
Eşlerden Birinin Diğerini Yıkaması
Kadınların Cenaze Namazına Katılmaları
Kadınların Cenaze İle Birlikte Yürümeleri
Ağıt Yakmak, Mersiye Okumak Ve Benzeri Hususların Yasaklığı
Ay Hali Ve Lohusa Olan Kadının Oruç Tutması
Evli Kadının Nafile Oruç Tutması
1. Hamile Ve Süt Emziren Kadının Oruç Açması
6. Gusletmek, Ağzı Çalkalamak Ve Burna Su Çekmek:
7. Oruçlu Olan Kimsenin Öpmesi
1. Yalnızca Kazayı Gerektiren Haller
2. Hem Kaza Hem de Keffâreti Gerektiren Durumlar
Keffâret Yalnız Erkek Üzerine mi Vaciptir?
Keffâretin Birden Fazla Olması
ORUÇ İLE İLGİLİ KADINLARIN BAZI MESELELERİ
1. Kadın Parmağını Fercine Sokarsa
2. Uyuyan Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmak
3. Ramazan Gününde İhtilâm Olmak
4. Uyandığında İhlilam Olduğunu Anlarsa
Değerli Taşların Takıların Zekâtı
Kadın Kocasına Zekât Verebilir mi?
Kocaya Ve Yakın Akrabalara Sadaka Vermenin Fazileti
Kadının Kocasının Malından Sadaka Vermesi
Kadının Mahremi İle Birlikte Hacca Gitmesi
Hacc İçin Kadının Eşinden İzin Alması Ve Kocasının Kendisine İzin Vermemesi
Boşanma Ya da Kocasının Vefatı Dolayısı İle İddet Bekleyen Kadının Haccı
Yolda Kadının Mahremi Ölecek Olursa
İhramda Kadının Giyimi İle İlgili Özet
Ay Hali Ve Lohusa Kadının Hacc Etmesi
İhram Halinde Olanın Yapabileceği Şeyler
1. Yıkanmak ve Elbiseleri Değiştirmek
5. Para Kesesi Bağlamak Ve Yüzük Takmak
8. Sinek, Kene, Karınca Ve Benzeri Haşereleri Öldürmek
9. Fevâsık-ı Hams Ve Rahatsızlık Veren Herşeyin Öldürülmesi
İhram Halinde Yapılması Yasak Olan Şeyler
Kurban Kesmeyi Gerektiren Suçlar
Sadaka Vermeyi Gerektiren Cinayetler
Bedelini Ödemeyi Gerektiren Cinayetler
İSLÂM'DA EVLİLİK, NİKAH VE MAHREMİYETLERİ
Çok Kadınla Evlenmek Ve Boşanmak
Nikâhta Vekâlet Ve Fuzûlî (Yetkisiz) Sözleşme
NİKÂHLARI HARAM OLAN KADINLAR (MUHARREMAT)
Nesep Sebebiyle Haram Olan Kadınlar
Sıhriyet Sebebiyle Nikâhı Haram Olan Kadınlar
Süt (Radâ’) Sebebiyle Haram Olan Kadınlar
Birden Fazla Kadını Nikâhı Altına Almakla Haram Olan Kadınlar
Önceki Kısımdan Farklı Olarak Birden Fazla Kadını Nikâhlamakla Haram Olan Kadınlar
Başkasının Karısı İle Evlenmeden Dolayı Haram Olan Kadınlar
Allah (c.c.)'a Ortak Koşma Sebebiyle Haram Olan Kadınlar
Cariye Veya Köle İle Nikâh Akdi Yapmakla Haram Olan Kadınlar
Üç Veya İki Boşanma Sebebiyle Haram Olan Kadınlar
Erginliğe Ve Hür Olmaya Bağlı Muhayyerlikler (Hıyâr-I Bulûğ Ve Hıyâr-I Itk)
Mehr-i Misil (Akranlarınınkine Benzer Mehir) Mehr-i Müsemmâ (Sözleşmede Belirlenen Mehir)
Mehr-i Muaccel (Peşin Mehir) Mehr-i Müeccel (Tecilli Mehir)
Cinsî Münasebet Ve Eşlerin Yalnızca Bir Arada Bulunması (Halvet)
Mehirde Muvaza'a, Tasarruf Ve Tekrar
FASİT NİKÂH YAHUT FASİT AKİT VE BUNUN HÜKÜMLERİ
Kölenin Nikâhı (Nikâh-ı Rakîk)
Kadınlar Arasında Eşitlik (Kasm)
Hukuk-ı Zevceyn (Eşlerin Hakları)
"Boşama Hakkı Bacağı Tutanın Elindedir"
Ric'î Talâk, Bâin Talâk Ya da Sarih Talâk, Kinaye Talâk
Büyük Ve Küçük Ayrılık (Beynûnet)
Boşama Hakkının Kadına Verilmesi, (Talâkın Tefvizi)
Şartlı Boşama (Ta'liku't-talâk)
(Muhâlea) Nikâhı Kadının İsteğiyle Ortadan Kaldırma
Yetkisiz Boşama (Talâk-ı Fuzûlî)
Hastanın Boşaması (Talâk-ı Merîz)
"İnşaallah" Ve Diğer İstisnalarla Yapılan Boşamalar (İstisna)
Cinsel İlişkide Bulunmamaya Yemin (İlâ)
Eşler Arasında İktidarsızlık, Cinsel Organın Kesik Olması Sebebiyle Ayrılık
İki Sürenin En Uzunu İle İddet
İki İddetin Birbiri İçine Girmesi
KİTABUR-RADÂ' (SÜT EMME KİTABI)
FETVA KİTAPLARINDAN ALINAN BAZI MESELELER
İslâmiyet'ten evvelki Arabistan kadınlarının hiç bir hak ve değere sahip olmadıkları malûmdur. Hazreti Ömer bunu açıkça tasrih etmiştir:[1]
Kadın ancak İslâmiyette insana yakışır muamele görmüş, değer kazanmış ve haklarına sahip olmuştur. Kadınların durumundaki bu mühim değişikliği bizzat Kur'ân'i Kerîm getirmiş, hazreti Peygamber bunu tamamlamıştır.[2]
Bu geniş haklara karşılık, ilk müslüman kadınları, yeni kurulmuş İslâm camiasına ve İslâm devletine ağır ve büyük hizmetlerde bulunmaktan kaçınmamışlar, askerî ve siyasî işlerde erkeklere yardımcı olmuşlar, hastabakıcı lığı ilk defa olarak kurmak suretiyle, yaralı mücahitleri tedavi etmek, su taşıyıp içirmek, yaralarını sarmak ve hatta yaralıları Medine'ye kadar taşımak külfetine katlanmışlardır. Cephe arkası bütün işleri üzerlerine alan bu mübarek kadınlar, mücahitleri savaşa teşvik edip onların cesaret ve kahramanlıklarının artmasını temin etmişlerdir. Bütün bu hizmetlerine dair misaller ve malûmat, Hadisi Şeriflerde vardır.[3]
Unutmayalım ki, Hazreti Muhammed'e peygamberlik ihsan buyurulduğu zaman O'na ilk inanan, diğer tabirle, İslâm Dini Tarihinde ilk Müslüman olan Hazreti Hatice validemizdir. Hazreti Peygamber ile ilk namaz kılanlardan biri de odur.[4]
Kadınlara karşı iyi davranmak, yumuşak ve tatlı dille onlara hitap etmek, haksızlık ve kabalıkta bulunmamak Hazreti Peygamberin büyük ehemmiyet verdiği bir husustur. Hazreti Muhammed'in
"Aranızda en hayırlı kimseler, kadınlarına, zevcelerine karşı huyu en iyi olanlarınızdır."[5] Sözü meşhurdur.
Keza, "Kadınlara iyi (hayırlı) olmanızı tavsiye ederim"
“Kadınlarınız üzerinde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de kadınlarınızın hakkı vardır...”
"Kadınların, üzerinizde olan hakkı, onlara iyi yiyecek ve giyecek vermenizdi".[6]
Kadınlara karşı iyi davranmanın ehemmiyet ve nezaketine işaret buyuran Hazreti Peygamber şu ciddî ikazda bulunmuştur:
"Kadınlar hususunda Allah'tan sakınınız, zira siz onları Allah'tan emanet olarak almışsınızdır."[7]
Hazreti Peygamberin kadınlara karşı daima nezaket çerçevesi içinde davrandığı malûmdur. Bu cümleden olmak üzere, kadınlara tesadüf ettiği zaman kendilerini selâmlaması misal olarak gösterilebilir. Bu selamlamayı sözle veya işaret şeklinde ifade etmek suretiyle yaptığına dair burada iki hadis kaydedeceğiz. Hazreti Esma bint Yezid'in rivayetine göre, Hazreti Peygamber bir grup kadının önünden geçerken kendilerini sözle selâmlamıştır.[8]
Yine Esma bint Yezîd'in başka bir rivayetinde, Hazreti Peygamber, camide oturan bir grup kadının yanından geçerken elini, kaldırmak suretiyle, yani temenna ederek, kendilerini selâmlamıştır.[9]
Kocanın karısını dövmesinden[10] karının da kocasına eziyet etmesinden[11] Hazreti Peygamber hoşlanmadığını açıkça bildirmiş ve bunları yasak etmiştir.[12]
Karısının bazı kusurlarını hoş görüp, sabretmeyi (müdâra'a) de Hazreti Peygamber kocalara tavsiye buyurmuştur. Zira kadınlar yaradılış itibariyle, yani fizik bakımından, erkeklere nisbeten daha zayıf ve daha narindirler. Kaburga kemiğinden yaratılmış olduklarından, onları doğrultmağa kalkışmamalıdır, aksi takdirde kırılırlar. Diğer tabirle onlara karşı kaba muamelede bulunmamalıdır.[13]
Savaş esnasında kadınları, çocukları öldürmek, Hazreti Peygamber tarafından takhîh ve yasak edilmiştir.[14]
Hazreti Peygamber'in bu yasağı, İslâm Harb Hukukunun mühim bir maddesini teşkil etmektedir.[15]
Evlenmeleri teşvik ve evlenme şartlarım kolaylaştırma hususunda, Hz. Peygamber'in büyük gayreti olmuştur. Buna dair burada tek bir misal vereceğiz. Evlenmek isteyen bir genç, Hz. Peygamber'e:
"Şu kızla beni evlendir." diye ricada bulunur. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine sorar:
"Kıza ne verebilirsin?"
"Hiçbir şeyim yoktur." cevabını alınca, Hz. Peygamber:
"Git, akrabandan belki bir şey bulursun" tarzında emir buyurur. Fakat genç evlenme namzeti orada da bir şey bulamaz. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine:
"Hiç olmazsa, demirden bir yüzük bul" tavsiyesinde bulunur. Fakat fakir genç bunu da bulamayınca, Hz. Peygamber kendisine şöyle bir soru sorar:
"Kur'ân-ı Kerim'den ne biliyorsun". Evlenme namzedi fakirin cevabı:
"Şu ve şu sûreleri ezber biliyorum." olur. Bunun üzerine Hz. Muhammed:
"Öyle ise, şu bildiğin sûrelerle seni evlendirdim." diye kararını bildirmiş[16] ve bu şekilde, bîçare gencin evlenmesini mümkün kılmıştır. Bu hususta Hz. Peygamber ümmetine güzel bir yol göstermiş olmaktadır. Başlıklar, drahomalar ve bunlara benzer sonradan zuhur eden ve evlenme işlerini güçleştiren, hatta imkânsız hale sokan bir sürü muzır âdetler, Hz. Peygamber tarafından böylece peşinen takbîh edilmiş olmaktadır.[17]
Evlenme açısından İslâm'ın kadında aradığı vasıflar arasında Hz. Peygamber evlenebilecek dört tip kız bildirerek: "Bir kadınla dört meziyeti yüzünden yani; zenginliği, soyu, güzelliği ve dindarlığı dolayısıyla evlenilir." buyurmakta ve dindar olan kızın tercih edilmesini tavsiye etmektedir.[18]
Umumiyetle ebeveyne itaat etmek, onlara iyilik (birr) yapmak, kendilerine şefkat ve merhamet göstermek ve onlara "öf"[19] dahi dememek suretiyle tatlı ve yumuşak dille hitap etmek gibi hususlar, hem Kur'ân-ı Kerîm'de, hem de hadis-i şeriflerde emir buyurulmuştur. Hz. Peygamber, en çok kime hürmet, şefkat ve bağlılık göstermek icab ettiğini soran bir sahabiye
"Anana" diye cevap vermiştir.
"Ondan sonra kime?" diye tekrar soran bu sahabiyi, Hz. Peygamber tekrar
"Anana" şeklinde cevaplandırmıştır. Aynı soru üçüncü defa tekrar edilince, Hz. Peygamber'in cevabı bu sefer de aynı olmuştur, yani
"Anana". Ancak:
"Ondan sonra kime?" şeklindeki dördüncü defa tevcih edilen sualidir ki, Hz. Peygamber
"Babana" demişlerdir.[20]
Evlâdı üzerine ananın hakkı o kadar büyüktür ki, ana müslüman olmasa dahi, İslâmiyette tayin edilen ana hakkını kaybetmiyor. Burada misal olarak bu husustaki şu hâdiseyi hatırlatalım: Hz. Ebû Bekir'in kızı, Hz. Esma'nm (babasından boşanmış bir müşrike olarak kalmış) anası, bir gün kızını görmeye gelmişti. Hz. Esma nasıl bir hatt-u hareket takınacağını öğrenmek maksadiyle Hz. Peygamber'e şöyle bir soru tevcih etmişti:
"Anam müşrike olduğu halde, bana geldi. Onunla görüşeyim mi?" Hz. Peygamber de tereddütsüz olarak: "Ananla görüş" cevabını vermişti.[21]
Câhime İbnü'l-Abbas es-Selemî (bazı rivayetlere göre Câhime'nin oğlu Muâviye) Hz. Peygamber'e gelip, kendisi ile birlikte -Allah ve âhiret günü hürmetine- gazveye iştirak etmek arzusunda olduğunu beyan etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine:
"Anan var mı?" diye sordu.
"Evet, var" şeklinde cevap verince, Hz. Peygamber
"Öyle ise dön git, ona hizmet et, zira cennet onun ayakları dibindedir." buyurdu.[22]
İsnat bakımından bu hadis kadar kuvvetli olmayan, fakat ondan daha yaygın olan bir rivayete göre, Hz. Peygamber: "Cennet, annelerin ayakları altındadır."[23] buyurmuştur. Yani annelere itaat, iyi muamele etmek ve -şer-î bir sebep olmadan- onlara muhalefet etmemek, cennete girmeye liyakat ve vesile teşkil etmektedir.
Görüldüğü gibi, analığın mevkii İslâmiyette çok yüksektir. Anaya-baba-ya itaatsizlik etmek (Ukûku' 1- Vali dey n) şirkten sonra en büyük günah (kebairden) sayılmaktadır.[24] Fakat annelere itaatsizlik, Hz. Peygamber'in ayrıca tasrih buyurduğu gibi, Allah tarafından da yasak edilmiştir.[25] Zira anaların evlâdına karşı olan şefkat duygusu hudutsuzdur. Anaların çocuklarına karşı olan şefkatinin ne derece büyük olduğunu göstermek üzere, Hz. Peygamber, Hz. Süleyman devrinde cereyan eden bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"İki kadının birer oğlu vardı. Kurt gelip birisinin oğlunu götürdü. Bunun üzerine her iki kadın birbirine: Seninkini götürdü, dedi; neticede her ikisi -meselenin halli için- Hz. Davud'a başvurdular. Hz. Dâvud büyük kadının lehine hüküm verince, küçük kadın memnun olmadı ve bu ihtilaflı meseleyi bir kere de Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman'a arz etmek üzere huzura çıktılar. Hz. Süleyman:
"Bana bir bıçak getirin ki çocuğu ikiye bölüp aralarında taksim edeyim" deyince, küçük kadın dehşete kapılıp: "Aman yapma -Allah sana merhamet etsin- çocuk onundur" dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman sağ kalan çocuğu küçük kadına verdi.[26]
Gayet tabiîdir ki çocukların ebeveynlerine ve bilhassa annelerine karşı olan vazifeleri olduğu gibi, ebeveynin de çocuklarına karşı mühim vazifeleri vardır. Ezcümle, çocukların bakımı, terbiyesi, iyi yetiştirilmesi ve ana-babaya hürmet vecibesinin kendilerine aşılanması gibi vazifeler.
Sahabîlerden el-Akra' ibn Habis et-Temîmi’nin yanında, Hz. Peygamber, küçük torunu Hz. Ali ve Hz. Fâtıma'nın oğlu Hz. Hasan'ı öptüğü zaman, el-Akra':
"Benim on çocuğum vardır, hiçbirini öpmedim." deyince Hz. Peygamber yüzüne bakmış ve şöylece mukabele etmiştir:
“Yani merhamet etmeyene merhamet edilmez.”[27]
Bir gün bir köylünün Hz. Peygamber'e gelip:
"Siz çocukları öpüyorsunuz, biz ise öpmüyoruz." demesi üzerine Hz. Peygamber
"Allah senin kalbinden merhameti çıkarmış ise, ben ne yapayım?"[28] Diye mukabelede bulunmuştur.[29]
Hz. Peygamber'in çocuklara karşı beslediği sevgi ve şefkat çok büyüktür. Bunu gösteren pek çok misal vardır. Biz burada ancak birkaçına işaret edeceğiz. Hz. Üsame İbn Zeyd'in rivayetine göre, kendisi küçük iken, Hz. Peygamber onu bir dizine, Hz. Hasan'ı da öbür dizine oturtur, sonra onları kucaklayıp şu duada bulunurdu: "Allah’ım, onlara merhamet et, ben de onlara merhamet ediyorum. "[30]
Hz. Peygamber namaz kılarken bazen yanında bulunan bir küçük çocuk arkasına asılır, Hz. Peygamber buna mani olmazdı (Rükûa varınca onu bırakır, kalkarken de birlikte kalkarlardı).
Hz. Peygamber'in torunu, Hz. Zeyneb ve Ebû'l-Âs'ın küçük kızı, Ümame ile böyle yaptığını misal olarak zikredebiliriz.[31]
Hatta bir defasında yeni doğan bir çocuğu kucağında tutarken, elbisesinin üzerine çocuk küçük abdestini edince, hiçbir şekilde memnuniyetsizlik göstermemiş su istemiş ve yalnız o ıslanan yeri su ile temizlemiştir.[32]
Hz. Enes İbn Mâlik bir defa çocukların yanından geçerken onları selâmlıyor ve şöyle diyor:
"Hz. Peygamber böyle yapardı."[33]
Kadınları olduğu gibi, çocukları da öldürmeyi, Hz. Peygamber'in yasakladığını, bu yazımızın başka bir yerinde zikrettik.[34]
Gayet tabiîdir ki, Hz. Peygamber'in çocuklara karşı gösterdiği sevgi, ihtimam ve şefkat, bütün ümmetine güzel bir örnek teşkil etmektedir.[35]
Kur'ân-ı Kerim'in ilme verdiği değer herkesçe malûmdur. Ezcümle:
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? "[36]
"Allah'ın kulları arasında O'ndan korkanlar ancak âlim olanlardır."[37]
"Biz bu misalleri insanlar için îrâd ederiz. Onları ancak âlimler anlarlar, akıl ederler"[38] ayetleri bu kabildendir.
Hz. Peygamber'in hadislerinde de, ilme, bilhassa din ilimlerine büyük ehemmiyet atfedilmektedir:
"Allah bir kimseye hayır istediği zaman, ona din öğretir."[39]
Hz. Muhammed (s.a.s.), İbn Abbas için şöyle dua etmiştir:
"Allah’ım, ona kitab (Kur'ân-ı Kerîm)'i öğret"[40]
“Zi'ra gıbtaya değer iki şeyden biri, kendisine hikmet (Kur'ân-ı Kerîm bilgisi) verilmiş olan kimsedir ki, "o da bu hikmeti öğretir ve ona göre hüküm verir."[41]
Mühim olan nokta, ilim öğrenen kimsenin, bununla hiçbir maddî menfaati gözetmemesi, kendisine "âlim" densin için ilim öğrenmemesidir.[42]
Esasen bilgi ancak öğrenmekle elde edilebilir.[43]
Hayırlı bilgileri öğretenin sevabı ile öğrenenin sevabı, mükâfatı, eşittir.[44]
Halkın hayır üzerinde oluşu (hayır yolunda bulunuşu), tâ ki evvel sonuncuya öğretince veya sonuncu öğreninceye kadar devam eder. Fakat evvel, sonuncuya öğretmeden veya sonuncu ondan öğrenmeden evvel helak olursa, halk da helak olmuş sayılır.[45]
Şunu belirtmek lâzımdır ki, öğrenmenin muayyen bir yaş hududu yoktur. Zira sahabîlerin birçoğu yaşlı oldukları halde bilgi öğrenmişlerdir.[46]
Hatta geçimlerini temin etmek için, gündüz çalışıp, geceleri Kur'ân-ı Kerîm ile din bilgisi öğrenmek gayesiyle birlikte ders çalışan sahabîler vardı.[47]
Böylece gece tedrisatının daha o zamandan kurulduğu anlaşılmaktadır.[48]
İslâmiyet'in zuhuru sırasında -ve hatta uzun asırlar sonra dahi- dünyada okuma-yazma bilenlerin sayısı çok azdı.[49] Bu hususta Arabistan'ın durumu da aynı idi. Oralarda da okuma-yazma bilenlerin sayısı mahdut idi. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'in ilk emri üzerine başlayan ilim ve kültür faaliyeti hızla ilerlemeye başladı. Hz. Peygamberin vahiy sekreterleri (kâtibü'1-vahy) gün geçtikçe çoğalıyor, diğer müminler de okuma-yazmayı öğrenmeye hevesleniyordu.
Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra bilhassa okuma-yazma bilenlerin sayısı artmıştı.
Bedir savaşında müslümanların eline esir düşen yetmiş kadar müşrik arasında, fidye verecek parası olmayan, fakat okuma-yazma bilenler vardı. On müslümana yazıyı öğreten bu esirlerden her biri -karşılık olarak- serbest bırakılıyordu. Böylece yazı bilgisi, Medîne müslümanları arasında birden çoğalıvermiştir. İslâm Devletinin hudutları genişleyince, bu sahabîler yeni fethedilen ülkelerde, İslâm dinini kabul edenler arasına, din bilgisi ile birlikte yazı sanatını da yaymışlardır.
Yazı sanatının yayılmasının, vahiy kâtiplerinin sayısının artmasına vesile olduğunu biraz evvel kaydetmiştik. Bu sayıyı kırk ikiye kadar çıkaranlar vardır.[50] Bunların arasında büyük şöhret kazanan vahiy kâtiplerinden Zeyd İbn Sabit de yazıyı böylece öğrenmiştir.[51] Bu ünlü sahabi, diğer birkaç sahabi gibi, Hz. Peygamber'in diplomatik vesikalarını da yazardı. Bu arada yabancı alfabeleri de (meselâ İbranî)[52], Hz. Peygamber'in emri üzerine öğrenmişti. Yazı öğrenmeye aslında, en büyük teşvikçi Kur'ân-ı Kerîm olmuştur.[53]
Bilindiği gibi İslâm âleminde ilk tedris yerleri cami ve mescidler, ilk hoca da bizzat Hz. Peygamber'dir. Ona uyan sahabîler, bu ananeyi devam ettirip pek çok mü'mini, dinî ve diğer bilgilerle mücehhez kılmaya muvaffak olmuşlardır. Sonraları ayn okullar (küttâb-ketâtîb), medreseler ve çeşitli enstitüler (dâr, meselâ "Dâru'l-Kurrâ", "Dâru'l-Hadîs", "Dâru'ş-Şifâ" vs.) kuruldu. Misâl olarak Türkiye'de en eski Hadîs Enstitüsü Konya'da Selçukî vezirlerinden Sahib Atâ adiyle tanınan Fahrüddin Ali tarafından, VIII./XIV. asırda tesis edilmiştir. "İnce Minare Dâru'l-Hadisi" olarak tanınan bu ilim ve kültür müessesesinin binası halen restore edilmiş olup, müze olarak kullanılmaktadır.[54]
Yeni kurulan îslâm camiası ve devletinde yazı yazan ve okuyan kadınlar da eksik olmamıştır. Meşhur sahabiyye eş-Şifâ' bint Abdillâh el-Adeviyye, İslâmiyet'ten evvel dahi okuma-yazmayı biliyordu. Bunu sonraları birçok sahabiyyelere öğretmişti (mesela Hafsa bint Ömer el-Fârûk). Kendisi böylece İslâmiyette ilk kadın yazı öğretmeni olmuştur. El-Belâzürî, eş-Şifâ'dan başka okuma veya yazma veyahut her ikisini bilen sahabiyyelerden: Hz. Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Kerîme bintu'l-Mikdâl, Ümmü Külsüm bint Ukbe ve Âişe bint Sa'd'ı zikretmektedir.[55]
Bilgin sahabiyyeler arasında, bilhassa Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fâtıma ez-Zehra'yı katmak lâzımdır. Kendisi aynı zamanda duygulu bir şâire olduğu gibi, Hz. Peygamber'den bazı hadisler de rivayet etmiştir.[56]
Hadis rivayet edenler arasında da kadınların sayısı büyüktür. Râvî sahabiyyelerden burada ancak bir kaçına işaret etmekle iktifa edeceğiz: Ümmü Habibe bint Ebî Süfyân, Ümmü Abd, Esma bint Ebî Bekir, Şevde bint Zem'a, Fâtıma bint Kays, Dürre bint Ebî Leheb, Safiyye bint Abdilmüttalib, Zeyneb bint Cahş, Meymune bint Haris, Ümmü Haram bint Milhân[57] Ümmü Ferve ve diğerleri.[58]
Hz. Peygamber'in muasırları arasında, zevceleri Hz. Âişe anamız, yalnız en büyük kadın âlim değil, aynı zamanda umumiyetle sahâbî âlimlerin en büyüklerinden sayılır. En meşhur sahabîler dahi, bazı dinî meselelerde O'nun bilgisine müracaat edip, tatminkâr cevaplar alırlardı. O'nun fetvaları meşhurdur. Aynı zamanda en çok hadis rivayet edenlerden biridir. Hz. Âişe'nin bilgisi yalnız dinî ve hukukî mevzulara inhisar etmiyordu, edebiyat -bilhassa şiir- tarih ve hatta o zamanki tıp mevzularında da bilgisi yüksek idi. O'nun kuvvetli natıkası, dindarlığı ve ibadete düşkünlüğü (bilhassa oruç hususunda) esasen mevcut faziletlerine değer katmaktadır.[59]
Âlim sahabiyyeler yanında şâir sahabiyyeler de vardı. Eski Mostar (Hersek) müftüsü, bilahare İstanbul Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı profesörü olan Ali Fehmi Cabiç, "Hüsnü's-Sihâbe fî Şerhi Eş'ari's-Sahâbe" adlı Arapça eserinde, sahabiyyelerden meşhur şâirelere yeteri kadar yer ayırmıştır. Kafiyeleri "dal" harfine kadar olan şiirlerinden örnek verdiği şerhler ile hal tercemelerini de ilâve ettiği şair sahabiyyeler şunlardır:
Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma ez-Zehrâ;[60] Hz. Peygamber'in süt kardeşi eş-Şeymâ' bintu'l-Hâris es-Sa'diyye;[61] el-Hansâ1 Tumandır bint Amr îbni'ş-Şerîd;[62] Âtike bint Zeyd[63] ve Naciye bint Cündüb el-Eslemî.[64]
Tarih boyunca, İslâm âleminde, bilgi sahibi meşhur kadınlara, Mısır'da, İspanya'da ve tâ Afrika sahralarına varıncaya kadar bir çok memleketlerde tesadüf edilmektedir. Malik İbn Enes'ten rivayet eden Âbide el-Medeniyye, el-Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahihini Mekke'de rivayet eden Kerîme el-Merveziyye meşhurdur.[65] Tasavvuf sahasında dünyaca tanınan Râbia el-Adeviyye ve birçok diğer kadın âlimelerin isimleri İslâm tefekkür tarihini süslemektedir. Afrika sahralarından enteresan bir misali burada nakletmeden geçemiyeceğiz. Büyük âlim Ebû Abdillah Muhammed İbnu'ş-Şeyh el-Muhtâr'ın, ebeveynine tahsis edilmiş bir eseri vardır. (Kitâbü't-Tarîfe ve't-Tâlidefî Menâkıbi'ş-Şeyhi'l-Vâlidi ve'ş-Şeyati'l-Vâlide). Babası, meşhur âlim eş-Şeyh el-Muhtâr, Mâliki mezhebinin esas fıkıh kitaplarından, çok tanınan Seyyidî Halil'in "el-Muhtasar"ını, erkek talebesine okutup bitirdiği gün, validesi de aynı kitabı kadınlara okutup bitirmiştir.[66] Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyen kadınların (Hafıza) İslâm alemindeki sayısı o kadar çoktur ki, adeta erkeklerle rekabet halindedirler.[67] Bu hal her asır için vâriddir. Ve bu yazımızda muhtelif ilim dallarında şöhret kazanmış bazı âlirn kadınlara ayrıca temas edeceğiz.[68]
Hz. Peygamber verdiği derslerden kadınların da istifadesini sağlamak üzere, onlara ayrı ders yerinde ve ayrı günlerde lâzım gelen dinî bilgiyi bizzat vermiştir. Kadınlara mahsus bu kursun mahiyetini Ebû Saîd el-Hudrî, şöylece anlatmaktadır:
"Bir kadın Hz. Peygamber'e gelip dedi ki:
“Sözlerini dinlemeye bize fırsat düşmüyor (sölerini erkekler götürüyor). Bizzat bize bir gün tayın et de o gün sana gelelim, sen de Allah'ın sana öğrettiğini bize öğret." Hz. Peygamber bu müracaatı müsait karşıladı ve kadınlara ayrı ders vermeyi kabul ederek buyurdu ki:
"Filan gün filan yerde toplanınız" Onlar da toplandılar. Hz. Peygamber de onlara gelip Allah'ın kendisine öğrettiğinden öğretti..."[69]
İslâmiyette kız ve kadınlara mahsus ilk dinî okul, fiilen, böylece kurulmuş oldu.
Zikri geçen ders esnasında, Hz. Peygamber, kadınlara bir müjde olmak üzere, diğer mevzular yanında, şu haberi de vermiştir:
"İçinizden tek bir kadın yoktur ki, evlâdından üç tanesini (kendinden evvel, âhirete) göndermiş olsun da, (bu evlâtları) cehenneme karşı onun için bir siper, bir mâni, teşkil etmemiş olsun."
Hz. Peygamber'in bu sözleri üzerine hazır bulunan kadınlardan biri:
"Ey Allah'ın Resulü, ya iki (evlât) olursa (hükmü ne olacak?)", diye sordu. Kadın bu soruyu iki defa daha tekrarlayınca, Hz. Peygamber:
"İki de, iki de, iki de"[70] şeklinde kadına teselli edici bir cevapla mukabele etti.
Başka bir sefer bayram münasebetiyle, erkeklerden sonra, kadınlara da hitab eden, Hz. Muhammed, sadaka (fıtr) verilmesi hususunda onlara emir ve telkinde bulunmuştur.[71]
Hz. Peygamber'in kadınlara mahsus verdiği dersler toplu haldeki kadınlar için olurdu. Yoksa münferit olarak kadınlar Hz. Peygamber'e her an gelip bilgi istemekte tereddüt etmezlerdi. Kadınların hususî ahvaline dair bir meseleyi Hz. Peygamber'e gelip soran Ümmü Süleym'i misal olarak alan, Hz. Âişe:
"Ensâr kadınları ne iyi kadınlardır, dini öğrenmek hususunda onlara hayaları mani olmadı." demiştir.[72]
İslâmiyet ne tamamen dünya, ne de tamamen âhiret dinidir. İslâm hem dünya, hem âhiret dinidir. Yani ne tamamen dünyaya bağlanıp, âhiret realitesi ihmal edilecek, ne de tamamen âhirete bağlanıp dünya terkedîlecektir. Kur'ân-ı Kerîm, mü'minleri İkaz buyuruyor:
"Dünyadaki payını unutma"[73]
Demek, terk-i dünya, rahbâniyyet, İslâm'ın benimsemediği bir hayat tarzıdır.[74] Ruhbâniyyet (ki bu kökten râhib ve cim'i ruhban gelmektedir) aslında kadınlardan kaçınmak, aile birliği kurmamak veya vezaif-i zevciyyeden uzak durmak, dünyadan bütün alâkasını kesmek demektir ki, bu tabir Yunanca monachos, Fransızca moine (râhib) tabirinden gelme monaschisme'e tekabül etmektedir. Bu yolda en ileri giden Hıristiyanlar bilhassa Katolik dinine mensup din adamları olmuştur. Bunlar ekseriye manastırlara (Arapçası: Deyr) çekilip kendilerini tamamen dine, ibadete ve dinin yayılmasına adamış kimselerdir. Yani evlenme, mülkiyet ve diğer dünyevî müesseselerden uzaklaşmış bir zümredir. Katoliklerde, meslek itibariyle -az istisnasiyle- bütün papazlar ruhbandır. Ortodoks kilisesinde ise rahipler yanında rahib olmayan din adamı, papaz zümresi de vardır. Bunlar evlenirler, mal ve mülk sahibi olurlar ve her nevi dünya nimetlerinden yararlanırlar.[75] Ruhbâniyyete, Yahudilikte, bilhassa Budizm dininde de tesadüf edilmektedir.
Tanınmış sahâbî Osman İbn Maz'ûn, bir ara, vezaif-i zevciyyeden uzak kalmış, bir nevi ruhbaniyyet yolunu takip etmeye başlamıştı. Karısı Havle bint Hakim, Hz. Âişe anamıza bunu şikâyet edince, Hz. Peygamber, Osman’la görüşüp:
"Ya Osman, ruhbaniyyet bize yazılmamıştır."[76] şeklinde ihtarda bulunmuştur.
Aynı hâdiseye dair "Sünen" de diğer bir varyant vardır: Hz. Peygamber hâdiseyi duyunca, kendisine haber gönderip:
"Ya Osman, bana ruhbaniyyet emrolunmamıştır." diye ikazda bulunmuş;
"Namaz kılmak, oruç tutmak, yemek içmek, evlenmek, boşanmak gibi haller benim sünnetimdendir", buyurmuştur.[77] Bu hadîs-i şerifin sonunda Osman'a mühim bir hususu hatırlatan Hz. Peygamber:
"Senin üzerine de ehlinin ailenin (zevce, çocuklar, kardeşler, ebeveyn vesairenin) hakkı vardır. Hattâ kendi nefsinin de üzerinde hakkı vardır." buyurmuşlardır.
Buna benzer bir hatırlatmayı Hz. Muhammed, Abdullah İbn Amr ibni'l-Âs'a da yapmıştır:
"Haber aldığıma göre sen geceleri ibadetle (nafile namazla) geçirir, gündüzleri oruç tutarmışsın, öyle mi?" sorusuna, Abdullah müsbet cevap verince ona da yukarıdaki hadiste zikri geçen hakları hatırlatıp:
"Sen ibadet yap, fakat uyumayı da unutma; oruç tut, fakat orucunu da boz"[78] buyurmuştur.
Bu yolu ihtiyar etmiş diğer birkaç sahâbî, keyfiyeti haber alınca bu davranışlarından vazgeçmişlerdir. Bunlardan biri olan Sa'd İbn Ebî Vakkas:
"Hz. Peygamber (s.a.s.) Osman ibn Maz'ûnun "tebettülünü (dünyadan el etek çekmesini) reddetti. İzin buyursa idi, biz de hadım olurduk." demiştir.[79] Bundan sonraki hadîs-i şerifte bir gazve esnasında
“kendimizi hadımlaştıralım mı?” diye soran sahabeye Hz. Peygamber'in ret cevabı verip, şu âyet-i kerîmeyi okuduğu bildirilmektedir.[80]
"Ey iman edenler, Allah size helâl ettiği iyi şeyleri kendinize haram kılmayınız, haddi aşmayınız, zira Allah haddi aşanları sevmez. "[81]
İşte ruhbaniyyetin manası budur. Ve bu yüzden:
Yani, İslâmiyette ruhbaniyyet, monaschisme yoktur, denmiştir. Yoksa bu ibare bazı gafil ve cahillerin anladıkları gibi, "İslâmiyette din adamı diye bir şey yoktur." manasında asla değildir. Her dinde din adamı vardır ve olacaktır. Tabiatıyle İslâmiyette de vardır. Bu gibilerin İslâm camiasında hiçbir zaman eksik olmayacaklarına dair Hz. Peygamber'in el-Muğîre İbn Şu'be'den mervî bir hadîs-i şerifleri bulunmaktadır.[82] Bunları Hz. Muhammed,
"Hayatları boyunca, hakaretten ve muhalefetten çekinmeden ve korkmadan, Allah'ın emirlerini ikame eden bir zümre" olarak vasıflandırmıştır.[83] Bu zümreyi, İmam, vaiz, hatîb, müftî ve diğer meslek erbabı din adamları teşkil etmektedir. Ayn bir meslek teşkil eden bu zümrenin fertleri din veya devlet teşkilâtında memuriyet ve ihtisasları ile ilgili vazifeler alır ve kendilerine has cemiyet ve teşkilât kurarlar. Ancak diğer dinlerden -bilhassa Hıristiyanlıktan- İslâmiyet'in farklı olan mühim bir tarafı vardır ki, o da İslâm din adamlarının Allah ile kul arasında vasıta olmayışı, Allah namına kulun günahlarım affetmeye salâhiyetleri bulunmayışı, hele dinde yeni akîde ve ibadet gibi şeyleri ihdas veya ilga edemeyişleri,[84] bazı kimseleri aziz ilân edip, bazılarım da sonradan azizlikten çıkaramayışları, gibi hususlardır. (Meselâ papa Jean XXIII, aziz Georges ile azize Philomere'in azizliklerini iptal etmiştir).
Fakat müminlere dinî hükümleri ve dinî vecibeleri öğretmek, izah etmek, camilerde imamlık yapmak, vaaz, irşâd ve nasîhatta bulunmak gibi vazifeler din adamlarına düşer ve tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Esasen İslâmiyet'te ilk imam, hatîb, vaiz, mürşid, kadî ve müftî bizzat Hz. Muhammed olmuştur. Ondan sonra gelen din âlimleri Hz. Peygamber'in eserini devam ettirmişlerdir ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir... İnşaallah. Bu yüzden Hz. Peygamber din âlimlerini peygamberlerin vârisleri olarak almışlardır.[85] Esasen peygamberlerin maddî mirası bahis mevzuu değildir ve Hz. Muhammed'in mirası ailesi efradına intikal etmemiştir. Peygamberlerden kalan miras din bilgisidir ki, mirasçıları da din adamlarıdır.[86]
Mâlik İbnu'l-Huveyris, İslâm dini hakkında lâzım gelen malûmatı almak için kabilesinden bir heyet ile birlikte- Hz. Peygamber'i ziyaret ettiğini, yanında yirmi gün kadar misafir kaldığını anlatır. İslâmiyet hakkında, lüzumlu bilgiyi aldıktan sonra ailelerinin yanına dönmek arzusu gösteren heyete Hz. Peygamber müsaadede bulunup şu talimatı vermiştir:
"Pekâlâ, dönünüz ve ailelerinizin yanında kalınız. Siz de onlara dini öğrettiniz ve namaz kıldırınız. Namaz vakti gelince, biriniz size ezan okusun, en büyüğünüz de size imamlık yapsın."[87]
İslâm dinini öğrenmek ve başkalarına öğretmek hususunda Hz. Peygamberin emri sarihtir. Bu öğrenme ve öğretme işinde mümkün olan her vasıtayı kullanmak icabeder. Okul, kurs, vaaz, hutbe, konferans, radyo, televizyon, plâk, teyp, tiyatro, sinema gibi;[88]
Hz. Peygamber:
"Şahit yani, hazır olan hazır olmayana, gaibe, (sözlerimi) nakletsin, tebliğ etsin."[89] Diyerek din bilgisini yaymayı emir buyurmuştur. Bu emirle, hem din öğreniminin, hem de din yayıcılığınin, yani dahilî ve haricî misyonerliğin, temeli atılmış bulunmaktadır. Diğer tabirle, bu sözlerle Hz. Peygamber müminlere dinî bilgi verecek öğretmenlerle, umumiyetle herkese bunun anlatılmasını üzerine alacak din mübeşşirlerini yani misyonerler zümresini ihdas buyurmuşlardır.[90]
Bu mevzu ile alâkalı bir misal daha vermemiz uygun olacaktır. Hz. Peygamber, kendi talimatının ve verdiği bilginin başkalarına nakledilip onlara da öğretilmesini, bir münasebetle, diğer bir heyete de emir buyurmuştur. Uzaklardan, Abdü'1-Kays kabilesinden gelen bir heyete, arzuları üzerine, dinin ve ibadetlerin esaslarını anlattıktan sonra, Hz. Muhammed onlara şu mühim ikazda bulundular:
"Söylediklerimi iyice belleyiniz ve gerinizde kalmış olanlara anlatınız."[91]
Gayet tabiidir ki dinî ilimleri öğrenme ve öğretme mükellefiyeti erkekleri olduğu kadar kadınları da içine almaktadır. Bu ise, bilhassa mümine kadınlara dini öğretecek kadın din muallimleri yetiştirmekle mümkün olur. Bu işte geç bile kalmış bulunmaktayız. Zira Hıristiyan misyoner teşkilatı faaliyetlerini o dereceye kadar ileri götürmüştür ki, artık memlekette kandırdıkları kızlarımıza dahi bu vazifeyi tevdi etmekten çekinmemektedirler. "Yeni İstanbul" gazetesinde (24/8/1969) meselâ şöyle bir haberle karşılaşıyoruz:
"Hıristiyanlık propogandası yapan iki Türk kızı yakalandı". Bu başlık altında verilen haberle, isimleri de tasrih edilen biri Balıkesir’li, öteki Biga’lı, iki kızın, Yakub köyünde fazla miktarda Hristiyan misyoner broşürleri dağıttıkları bildirilmektedir. Farz edelim ki, bu haber şimdilik pek doğru değildir, fakat ileride, -gafletimiz sayesinde- şüphesiz hakikat olması mümkündür.
Halbuki Hz. Peygamber devrindeki İslâm misyonerliğinin, mühim sayıda kurban verecek derecede, büyük bir hâdise teşkil ettiği, İslâm dini tarihinde yazılıdır. Bir heyet Hz. Peygamber'e gelip, kabilelerine İslâm dinini öğretecek salahiyetli kimseler gönderilmesini rica etti. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Ensardan "kurrâ" adı ile tanınan yetmiş kadar misyoneri oraya gönderdi. Fakat bu ilk mübeşşirler kafilesi daha faaliyete başlamadan, hatta gidecekleri yere de varmadan, Ri'l, Zekvan ve Usayye kabileleri tarafından pusuya düşürülüp katledildiler. Bu acı haber üzerine, lanet etmekten hoşlanmayan ve ender ahvalde buna tevessül eden Hz. Peygamber, sabah namazlarında şu bedduada bulunmaktan bir müddet kendilerini alamamışlardır.[92]
Yani, "Allah’ın, Rı'l, Zekvan ve Usayyeye lanet et."[93]
Her memleketin ve bu arada, İslâm dünyasının, diğer tabirle beşeriyetin, en az yarı nüfusunu kadınların teşkil ediyor olması büyük ehemmiyeti haizdir.
Kadınların en mühim tabiî vazifesi analık olduğuna göre, çocukların bakımı, terbiyesi, dil ve din öğrenimi, ananın idaresi altındadır. Bilgili ve şuurlu bir ana, çocuğunun ilk ve en mühim, hatta hayatının sonuna kadar silinemeyecek olan, din bilgisini verebilecek durumdadır. Fakat din bilgisinden mahrum bir kadın, çocuğuna tabiatiyle hiçbir dinî bilgi veremez, ileride de meselâ mekteplerde bu ders hafif geçtiği takdirde, çocuğu tamamen dinî bilgi ve şuurdan yoksun kalmaya mahkumdur ki, hiçbir müslüman ana, çocuğunun böyle hazin bir akıbete uğramasını asla arzu etmez. İşte milyonlarca anayı vaaz, irşad ve nasihatler yolu ile tenvir etmek kuvvetli din bilgisi ile mücehhez kızlarımızın üzerine düşen mukaddes bir vazife olmaktadır.
Hıristiyan dünyasının bu sahadaki durumu, mukayese edilemeyecek derecede bizimkinden üstündür. Onlar yalnız kendi dinî muhitleri içinde hizmet görmekle, dinî bilgilerine şefkat ve merhamet katmak suretiyle, başka dinlere mensup olanlar arasında dahi dinlerini yaymak, sevdirmek ve bazan ısrarla empozeetmek suretiyle, şuurlu birer din propogandacısı haline gelmişlerdir. Dünyanın birçok hastahanelerinde gönüllü hemşirelik ve aynı zamanda Hıristiyan propogandası yapan bu gibi kızlar (rahibeler), düşkün kimselere şefkatle yardım elini uzatan bu mübeşşireler, erkeklerden daha çok iş yapabilmektedir. Hele mensup oldukları dinî teşekküllerin kalabalık maddî destek ve yardımı buna inzimam edince, iş daha da kolaylaşmakta, hıristiyan âleminin manevî desteğine güvenen bu mübeşşireler, hudutlarını aşacak derecede cüret göstermektedirler. Avrupa müslümanlarımn dinî bir liderine dahi -hastahanede yattığı müddetçe- böyle bir hemşirenin Hıristiyan telkinatın-da bulunacak derecede ileri gittiğini bizzat müşahade etmişimdir. Keza müslüman kadınlarını Hristiyan dinine çekmek veya hiç olmazsa bu dine karşı sempatilerini temin etmek maksadı ile Tunus köylerini dolaşan ve dikiş, nakış ve diğer malzemeleri bu müslüman kadınlara "hediye" eden büyük sayıda "beyaz hemşire'nin (Soeures Blanches) faaliyetini keza oralarda bizzat müşahade ettim. Sistemli ve uzun vadeli olarak tasarlanan bu gibi faaliyetler garb âleminin kuvvetli desteğine mazhar olup, tek elden idare edilmektedir.
Böyle yüzlerce Hristiyan kızının faaliyetlerini müşahade etmem[94] benim için çok öğretici ve ibret verici olmuştur. İslâm âlemi, bu günkü durumu ile garba rekabet edecek seviyeden çok uzaktır. Fakat hiç olmazsa, her İslâm ülkesi, kendi hudutları içinde ve en azından kendi unsurları arasında, imkânları nisbetinde, dinî hissiyatı takviye edip şuurlandırabilirse, yine iyidir. Bilhassa İslâm dinine sayısız cihetlerden yapılan saldırıların hızlandınldığı bu devrede!
Geçen asrın sonlarından bu güne kadar, İslâm âleminde kızların tahsil görmesi gittikçe yaygınlaşmaktadır. Yüksek tahsil görenlerin sayısı bir hayli artmıştır. Ne var ki bu arada çeşitli Hristiyan misyoner mektebleri türemiş, çoğalmış ve müslüman çocuklarım ve -bilhassa son zamanlarda- müslüman kız çocuklarını kendi içlerine çekmeye başlamışlardır. Çocukların farkına varamayacakları bir şekilde kendilerine Hristiyan dini aşılanmakta ve onları İslâm dininden soğutmak ve uzaklaştırmak yolunda büyük gayretler sarfedil-mektedir. Bütün bu şiddetli manevî tasallutlara rağmen, tanassur edenler nadirdir. Yani bu çocukları Hristiyan yapmaktaki gayretler ekseriye neticesiz kalmakta, ancak bunları İslâmiyet'ten uzaklaştırma ve soğutma faaliyeti, bazı ahvalde muvaffak olmakta ve çocuklar başka sapık inançlara, dinsizliğe ve hatta din düşmanlığına kadar götürülmektedir.
Müslüman kadınlar arasında dinî hissiyatı kuvvetlendirecek lüzumlu elemanlarımız yok denecek kadar azdır. Din hususunda kadınları tenvir etmek, kendilerine dinî bilgiyi sunmak için, iyi yetiştirilmiş kadın hocalara şiddetle ihtiyaç vardır.
1945 senesinde, Saraybosna'da kolej ayarındaki modern kız medresesi (Zenska Medresa)'nin ilgası üzerine, mezunlarının birçoğu tıp, hukuk ve edebiyat fakültelerini bitirip başka mesleklere dağılmışlardır. Bunlardan ancak bir grup hâlâ -bütün güçlüklere rağmen- dinî faaliyetlerine devam etmektedir. Son senelerde Kahire'deki el-Ezher İslâm Üniversitesinde açılmış olan Kız Fakültesinden bazı müsbet neticeler beklenebilir. Fakat ihtiyacın azameti karşısında bütün bu cüz'î faaliyetler, tabiî ki yetersizdir.[95]
1. I. Sınıf 3
2. II. Sınıf 24
3. III. Sınıf 12
4. IV. Sınıf 7
5. Mezun olan 1
6. 1975/1976 Öğretim yılına kadar mezun olan Kız Öğrenci Sayısı: 125.[96]
1. I. Sınıf
2. II. Sınıf
3. III. Smıf
4. IV. Sınıf
5. Mezun olan
6. Henüz mezun olan kız öğrenci yoktur.[97]
Orta Kısım
1) Afyon 1.Sınıf: 29
2) Ankara 1.Sınıf: 31
3) Antalya 1.Sınıf: 18; 3.Sınıf: 5= 23
4) Balıkesir 1.Sınıf: 48
5) Çankırı 1.Sınıf: 26
6) Çorum 1.Sınıf: 84
7) Denizli 1.Sınıf: 53
8) Develi 2.Sınıf: 1; 3.Sınıf: 3= 4
9) G.Antep 1.Sınıf: 22
10) İsparta 1.Sınıf: 207
11) Kayseri 1.Sınıf: 110
12) Kırşehir 1.Sınıf: 9; 3.Sınıf: 6= 15
13) Samsun 1.Sınıf: 36
1. Sınıf Toplam: 673
2. Sınıf Toplam: 1
3. Sınıf Toplam: 14
Orta Kısım Toplam: 688
Lise
1) Afyon 4.Sınıf: 9
2) Ankara 3.Sınıf: 11
3) Antalya 3.Sınıf: 7; 4.Sınıf: 3= 10
4) Balıkesir
5) Çankırı
6) Çorum 3.Sınıf: 23; 4.Sınıf: 9= 32
7) Denizli 3.Sınıf: 8; 4.Sınıf: 5= 13
8) Develi
9) G.Antep 3.Sınıf: 8
10) İsparta 3.Sınıf: 33; 4.Sınıf: 19= 52
11) Kayseri 1.Sınıf: 110
12) Kırşehir 1.Sınıf: 9; 3.Sınıf: 6= 15
13) Samsun 3.Sınıf: 13; 4.Sınıf: 11= 24
Lise 3. Sınıf: 103
Lise 4.Sınıf: 60
Lise Toplam: 163
Orta ve Lise Genel Toplamı:851
1974/1975 Öğretim yılına kadar mezun olan kız öğrenci sayısı:
I. Devre: 436
II. Devre: 82
Toplam: 518
Türkiye'de, son iki asırda, kadınların eğitimine dair, Londra'da 16-22 Temmuz 1973 arasında- toplanan Müsteşrikler Kongresinde Prof. Dr. Emel Sönmez bir tebliğ sunmuştur. (Womens education in Turkey in the last two centuries).
1949/1950 ders yılında Ankara'da kurulan İlahiyat Fakültesi, yirmialtı sene içinde ancak 125 kadar kız mezun verebilmiştir. Bunlann ekserisi orta dereceli okullarda din dersi hocalığı yapmaktadır ve pek azı vaizlik işine atılmıştır. Ancak bazı Îmam-Hatip Okullarında da kız talebeye tesadüf etmek mümkündür. Bu hususta İsparta İmam-Hatip Okulu mesut bir istisna teşkil etmekte ve 1967/68 senesinden beri okul sınıflarında birer kız şubeleri mevcut bulunmaktadır. İsparta İmam-Hatip Okulundaki bu ilk kız şubesinin açılış merasiminde hazır bulunmak, dine ve din ilimlerine susamış bu masum küçük kızların tahsillerine başlamalarını görmek, benim için sonsuz bir saadet teşkil etmiştir. 1969/70 ders yılında Çorum İmam-Hatip Okulunda seksen kızdan ibaret birinci sınıfın bir şubesi açılmış olması, keza sevindirici bir hadisedir. Tıpkı kız öğretmen okulları gibi, bu şubeleri ayrı birer İlahiyat Koleji haline getirme temayülü yine İsparta'da doğmuştur. Bu temayül tatbik mevkiine konulduğu takdirde, muhtelif yabancı okullarda Hıristiyan dinini, belki farkına varmadan, öğrenen kızlarımızın hiç olmazsa bir kısmı, böylece kendi İslâm Dinlerini öğrenme imkânı bulmuş olacaklardır. Bunların sayesinde ileride, cehalette bırakılmış milyonlarca köy ve kent anneleri, dinî bilgiler ile mücehhez hale gelecek, böylece kendi masum yavrularına din bilgisi, ahlâk ve âdâb bilgisi yanında, anlayabilecekleri şekilde, en ibtidâî din bilgisini de, verebileceklerdir.
Bu hayırlı teşebbüslerinden dolayı aziz Ispartalı ve Çorumlu din kardeşlerimizi tebrik eder, bu temiz düşünce ve projelerinin başarıya ulaşması hususunda, Cenab-ı Hakk'ın yardımını niyaz ederim.[98]
Tarih boyunca ilim ve sanat sahalarında şöhrete ulaşan çok büyük sayıda İslâm kadınının yetiştiği bir gerçektir. Bütün bunlara burada temas etmemize imkân yoktur. Fakat bir fikir edinmek için muhtelif ilim dallarında yetişmiş İslâm kadınlarından bahsetmemizin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu gibi kadın şöhretlere İslâm âleminde ayrıca eserler tahsis edilmiştir. Elimizde, Arapça ve Türkçe olarak yazılmış eserlerin en meşhurlarına müracaat edilerek, bütün halinde, meydana getirilen beş ciltlik mühim bir eser vardır.
"Â'lâmü'n-Nisâ' fi Âlemeyil'-Arabî ve'l-îslâm" admı taşıyan bu eserin yazan Ömer Rıza Kehhâle'dir. Dimaşkta neşredilmiştir. (İkinci tab'ı 1377/1958 -1378/1959 tarihini taşıyor). Bu mühim eseri taramak suretiyle tesbit ettiğimiz tarih boyunca İslâm âleminde yetişmiş mühim ilim erbabı kadınlara burada kısaca işaret edilecektir.[99]
Kur'ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin tefsiri ile ilgilenen kadınlar arasında vaiza Yasemine bint Sa'd İbn Muhammed es-Sîrâvendiyye (502/1108) -ki aynı zamanda hüsnü hat ve edebiyatla meşgul idi- alâka çekicidir.[100] Keza Fatıma bin-Katbay el-Umerî (892/1487) Kur'ân-ı Kerîm'i okur ve tefsire bakardı.[101]
Yemen'deki Zetnîâ'den olan Esma' bint Musa ed-Dıcâî (904/1498), tefsir ve hadis kitaplarını okur, kadınlara vaaz edip onlara âdap öğretirdi.[102]
Fıkha gelince, Şafiî fıklı ile meşgul olan kadınlardan Zeliha bint İsmail Yusuf,[103] Emetü'l-Vâhid binti'l-Hüseyin. el-Mehamilî (377/987)[104] ve Uhtü'l-Müzenî (İmam eş-Şâfi'înin talebesi)[105] zikre değer.
Hatice bint Muhammed el-Cûzcânî (372/982)[106] Sittü'l-Vüzera1 bint Muhammed (736/1333)[107] Hanefî fakîhelerindendir. Mekke fakîhelerinden Zeyneb, 1220/1805 tarihinde dört mezhebe göre hac menâsikine dair mufassal bir eser dahi meydana getirmiştir.[108]
Şî'a kadınları arasında da fıkıh ile meşgul olanlara rastlanır. Bu gibilerden:
Bint Ali el-Minşâr el-Âmilî (1031/1622)[109] ve Fatıma bint Muhammed el-Âmilî el-Cüzînî, "Sittü'l-Meşayih"[110] zikre değer 786/1384 da vefat eden babası, bilgisini takdir edip, fıkhî meselelerde ona müracaat edilmesini kadınlara tavsiye ederdi.
Fıkhî meselelerde hüküm çıkarmak hususunda Fatıma bint Ahmed ibn Yahya (840/1436) o kadar kuvvetli idi ki, babası Ahmet ibn Yahya ve kocası el-İmâm el-Mutahher bilgisini teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Hatta kocası talebeye ders takrir ederken, bir müşküle karşılaştığı zaman, kendisine müracaat eder, o da meseleyi halledince, talebeye döner ve müşkil meseleyi ancak o zaman izah ederdi. Talebesi de
"Bu müşkilin halli senden değil, perdenin arkasındandır" diye latîfe ederdi.[111]
Vaaz ve irşad ile meşgul olan kadınlara en çok Bağdat'ta rastlanmaktadır. Fıkıh ve hadis âlimlerinden biri olan Hamde bint Vâsık (Doğumu 466/1073)[112], Hatice bint Muhammed eş-Şâhcaniyye (460/1068)[113], "İbnetu'l-Bakkal" ve "Ümmü Seleme" diye tanınan Hatice bint Musa (437/1045)[114], Zeyneb bint Ebî'l-Berekât ki, fıkıh ve edebiyat sahasında geniş bilgiye sahip idi[115], "Sittü'l-Ulema"(712/1312), ki Derbü'l-Mihrânî ribâtının şeyhası idi[116], Âişe bint Muhammed ibn Alî (641/1243)[117], fıkıh âlimlerinden Bağdat'lı, fakat Mısır'da vefat eden Fatıma bint Abbâs el-Bağdâdiyye (714/ 1314), Dımaşk ve Mısır'daki va'zlariyle şöhret kazanmış[118] bir hanımdır.
Zühd ve ibadetlere kendini vermiş erkekler olduğu gibi, bir hayli kadın da vardır. Namaz, oruç, Kur'ân-ı Kerim tilâveti ile va'z ve irşadla bütün hayatını geçirenler de eksik değildi. Ya kendi evine çekilip veya toplu olarak ayrı yerlerde (Ribât) müştereken zühd, ibadet, dua ve takvaya kendilerini adayan bu gibi kadınlar da vaktiyle yaşamıştır. Âbide, zâhidelere yine de en çok Bağdat, Basra ve Musul'da tesadüf edilir. Fakat diğer taraflarda (Mekke, Yemen, Nîsâbûr, hatta Afrika'da) da bunlar eksik olmamıştır. Meselâ Bağdat ribâtı şeyhası olan Hicâb bint Abdillah (725/1325)[119], Basralı Habîbe el-Adeviyye[120] ve Hasene el-Âbide[121], Yemenli Hansa bint Ruhidâm (110/ 728)[122], Râbia el-Bağdâdiyye (518/1124)[123], Basralı Rahibe Ümmü Osman ibn Şevde[124], Rahibe el-Mevsıliyye'[125], Basralı Râbia el-Kaysiyye[126], kirâat-ı Kur'ân-ı Kerîm ve hadis ile meşgul olan Zeyneb bint Ahmed er-Rifâî (630/ 1233)[127], meşhur Şâ'vâne[128]; Zünnûn el-Mısrî ve Ebû Yezîd el-Bistâmî'nin takdir ettikleri Fâtıma en-Neysâbûriyye[129], keza Muhyiddîn ibn i'1-Arabi'nin takdirini kazanan Fâtıma bint-ül-Müsennâ[130]; yine de Muhyiddîn İbni'l-Arabî'nin görüştüğü Şems Ümmü'l-Fukarâ[131] gibi kadınlar. Fakat bütün bu âbide ve zâhideler arasında en mühim yeri dünyaca tanınmış mutasavvife meşhur Râbia bint İsmâ'il el-Adeviyye (135/752)[132] işgal etmektedir. Velilik üzerinde çalışanlar Râbia'yı en büyük veliyye olarak telakki etmektedir. Louis Massignon Râbia'dan sitâyişkârâne bahsetmektedir. Bu arada ikinci asrın ortalarında yaşayan ve Hz. Ali'nin torunu olan Nefîse bintü'l-Hasan da (762/ 823) bu hususta son derece büyük bir mevki işgal etmekte olup, ibadet, zühd ve takva yanında, Kur'ân-ı Kerim ve tefsir sahasında geniş bilgiye sahipti.[133]
Kur'ân-ı Kerîm'in tilâveti ve hıfzı ile meşhur islâm kadınları çok büyük sayıdadır. Bu hal sahabiyyelerden başlayarak bugüne kadar bütün İslâm âleminde devam edegelmiştir. Daha evvel zikrettiğimiz gibi meşhur Türk seyyahı Evliya Çelebi'nin Seyahatname 'sinde kaydettiğine göre yalnız İstanbul'da mevcut dokuz bin hafızın üçte birini, yani üç binini kadınlar teşkil ediyordu. Zamanımızda bile Kur'ân-ı Kerim'i okuyup ezberleyen kız yavrularımız, bilhassa Türkiye'dekiler mühim sayıdadır ve bazılarının resimlerini dahi gazetelerde görmekteyiz. Çin gibi, dinî hürriyeti olmayan memleketlerde bile, gizlice Kur'ân-ı Kerim'i okuyup ezberleyen müslüman kız ve kadınlar vardır ve kendilerini, ne pahasına olursa olsun, bu eşsiz manevî zevkten mahrum etmek istemiyorlar.
Ancak çok ağır bir ilim olan "Kıraatler ilmi" (İlmü'l-Kırâat) ile meşgul olan kimseler az olduğundan dolayı, bu ilme kendini veren kadınlar da tabiatiyle azdır. Buna rağmen, bu sahada da muvaffak olan kadınlar eksik olmamıştır.
Beyrût'lu bir ana-kız olan Meyrem bint Ahmet[134] ile Fâtıma bint Muhammed[135] çok ciddî şekilde kıraatler tahsili yapmış, Kahire ve Kudüs'te bu sahadaki otoritelerden feyz almışlardır. Fakat kıraatler ilminden başka bilhassa hadis ilmine vukufları büyüktür ve bu bilgilerinden kadınlara va'z ve ders yolu ile faydalı olmuşlardır. Sicistanlı Celîle bint Alî eş-Şecerî (D. 485/ 1092)[136], çocuklara Kur'ân-ı Kerim öğretirdi. Hadis tahsili için Irak ve Horasan'a kadar uzanmıştı. Haricîlerin (H. 68/687) senesinde şehid ettikleri Bünâne bint Ebî Yezîd el-Ezmî hem kıraatler ilmi ile hem de güzelliği ile meşhur idi.[137] (698/1299) tarihinde dünyaya gelen Hakîme bint Mahmûd ibn Muhammed[138], Dımaşk'lı Hatice Bintü'l-Hasan el-Kureşiyye ed-Dımaşkıyye (641/1243)[139]; seksen yaşını aşmış halde iken 590/1194 tarihinde ölen Endülüslü, Mürsiye'li Hadîce bint Hasan, Kur'ân-ı Kerîm'i ezbere bildikleri gibi, hadis bilgisi ve zühd ile de tanınmışlardır[140]; Hadîce bintü'l-Kayyim el-Bağdâdiyye (699/1300)[141] kıraat ilminde, hadiste ve fıkıhta bilgisi geniş olan bir Kur'ân-ı Kerîm ve tecvid Öğretmeni ve vâıza idi. 849/1445 tarihinde vefat eden Ümmülhayır bint Ahmed[142] hafıza ve karie olarak tanınmıştır. Yedi kıraat üzerine Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan Mağribli Hatice bint Hârûn (695/1296)[143], on beş defa hacca gitmiştir. 831/1428 tarihinde daha sağ olan Selmâ bint Muhammed[144], Kur'ân-ı Kerim'i ezbere bilip on kıraat üzerinde okuyan, tecvîdi iye bilen, Arapça ve Farsça şiir söyleyen bir âlime idi. Sey-yide bint Abdilğanî el-Abderî 647/1249 aslen Gırnatalı ve Tunus'a hicret etmiş bir âileninin kızı olup Kur'ân-ı Kerîm'i ezbere bilen, yazısı güzel olan ve Gazâlî'nin İhyâ'u Ulûmi'd-Dîn adlı meşhur eseri ile diğer bazı edebî ve ahlâkî eserlerini kendi eli ile yazan, ilmî toplantılarda söz alan ve öğretmenlik yapan âlim bir kadın idi. Rahatsızlığı dolayisiyle derslerini yapamadığı zaman, kızı ona vekâlet ederdi. Hükümdardan ve başkalarından aldığı hediyeleri fakir müslümanlara tahsis ederdi.[145] On iki yaşında iken Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyen Şerefü'l-Eşrâf bint Âlî et-Tâvûsiyye[146], aynı zamanda güzel yazı ile de meşhurdur. 644/1246 tarihinde vefat eden babasından rivayette bulunmuştur.
Kıraat sahasında isim yapmış ve aynı asırda (VII/XIII) yaşamış üç Endülüs'lü kadın vardır ki şunlardır:
1. Ümmü'1-Izz bint Ahmed (636/1238) ki Emîr Muhammed Saîd'in karısı Ümmü Cü'fer'den Nâfı'in kıraatini öğrenmiş, birçok şiir ezberlemiş ve Belensiye (Valenci)'den çıktıktan sonra Şâtıbe'de (Setiva) vefat etmiştir.[147]
2. 610/1313 tarihinde vefat eden Ümmü'1-Izz bint Muhammed el-Abderî ed-Dânî, yedi kıraatte kuvvetli bilgisi olup, babasından kıraatten başka Buhârî Sahîh'ini de okumuştur. Hocaları arasında diğer alimler de vardır.[148]
3. Kurtubalı Fâtıma bint Abdirrahman (613/1216) Nâfi'nin kıraatini babasından tamamlayıp Müslim'in Sahîh'ini, îbnü İshâk'ın es-Sîre'sini ve el-Müberrid'in "el-Kâmil"ini onunla birlikte mukabele etmiştir. Oğlu Ebû'I-Kasım ondan rivayet edip Nâfi'in kıraatini "Verş"in rivayeti ile tilâvet etmesini öğrenmiştir.[149]
Fâtıma bint Ali et-Tâvûsiyye dokuz yaşında iken Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş, 464/1071 tarihinde vefat eden babasından rivayet etmiştir.[150] Keza 868/1463 tarihinde Mekke'de vefat eden Fâtıma bint Ali el-Hâşimiyye Kur'ân-ı Kerîm'in kıraatini kuvvetle bilen bir kadın idi.[151] Nihayet muhtelif kıraatler mevzuunda bilgi sahibesi ve bu ilimden icazet veren muahhar bir âlime olan Faslı Hatice bint Ahmed'i (1323/1905'den sonra) zikretmekle iktifa edeceğiz.[152]
Tarih boyunca İslâm kadınlarının ilmî faaliyeti en çok hadis-i şerif sahasında görülür. Yüzlerce kadın hadis-i şerif rivayeti, hıfzı ve tedrisi ile meşgul olmuş, icazet vermiştir. Bu faaliyet, görüldüğü gibi, Hz. Peygamber devrinde başlamış, asırlar boyunca devam edegelmiştir. Bazı kadınlar sırf hadis üzerinde durmuş, bazıları ise, diğer ilim dalları yanında hadis ile meşgul olmuştur. Bu büyük sayıdaki hadîs âlimlerinden ancak birkaç tanesine burada işaret edilecektir.
Sahabiyyelerin en mühimlerinden bir kaçına evvelce temas edilmiştir. Sahabiyyelerden sonrakiler burada bahis mevzuudur.
Meselâ Cesre bint Decâce el-Âmiriyye el-Kûfiyye tâbî'îlerden "sika" bir raviyedir. Hz. Ali, Hz. Âişe ve Ebû Zer gibi ünlü sahâbîlerden hadîs rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd, en-Nesâî ve İbn-i Mâce, onun rivayet ettiği hadislerden es-Sünerf\ex'me, dercetmişlerdir.[153] İbn-i Ömer'den rivayet eden Kerîme bint Şîrîn[154], Hümân[155], etbâü't-tâbünden meşhur hadisçi Hayre bint Muhammed[156], Habîbe bint Meysere ki ondan Atâ ibn Ebî Rebâh hadis rivayet etmiştir.[157] Hz. Ali'nin torunu Fâtıma bintü'l-Huseyn (110)[158], Ömer ibn Abdil-Azîz'den rivayet eden Ümmülhıyâr er-Rubey' bintü'n-Nasr el-Ensâriyye ki Enes ibn Mâlik ondan hadis rivayet etmiştir.[159] Mâlik ibn Enes'ten rivayet eden Âbide el-Medeniyye ki onbin hadis rivayet ettiği söylenmektedir.[160] Bunlar İslâmiyet'in ilk asırlarındaki kadın hadisçileri arasındadır. Fakat sonraki asırlarda da bu faaliyet devam etmiştir. Ebu'l-Heysem'den Buhârî sahihini rivayet eden Kerîme bint Ahmed el-Merveziyye el-Kuşmeyheniyye tanınmış hadiscidir. Mekke'de 463 tarihinde vefat etmiştir.[161] Keza meşhur "Sahîfetü Hemmâm ibn Münebbîh"i, Abdürrezzâk ibn Hemmâm'ın "Kitâbü'l-Câmi"ini rivayet eden Kerîme bint Abdilvehhâd el-Kureşiyye (641)[162]. 380'de vefat eden Fâtıma bint Alî el-Kebûdencekşî[163] den es-Sem'ânî hadis yazmıştır. Ünlü âlim es-Sülemî ve Ebû Nuaym el-İsferâînî'den rivayet eden Fâtıma bintü'l-Hasen ibn Alî ed-Dekkak (480)[164] Keza hadisci Setîte el-Becelî (447)'den hadis dinleyenlerden ünlü İbn Me'kûlâ vardır. El-Hatîb el-Bağdâdî ondan hadis yazmıştır.[165] Şiîlerce Hz. Ali'ye nisbet edilen "Nehcü'l-Belâğa"yı, müellifi (camii) olan eş-Şerîf er-Radi’den rivayet eden âlim yeğeni Bintü'ş-Şerîf el-Mürtadâ'yı bilhassa zikretmek icab eder[166]. Huceste bint Ebi'1-Vefâ (571), Şücâ' es-Sıkıllî'den rivayet ettiği hadisleri ondan İbn Asâkir dinlemiştir.[167] Habîbe bint Muhammed el-Makdisî (656-713) tanınmış hadis şeyhlerindendir.[168] Meşhur İbn-i Mende'nin torunu, 407 tarihleri civarında dünyaya gelen Huceste bint İbrâhîm'den es-Sem'ânî ve İbn-i Asâkir hadis dinlemişlerdir.[169] "Ribâtü'l-Harameyn" şeyhasi Zeynü'l-Arab değerli bir hadisci idi.[170] Zeyneb bint Ahmed ünlü es-Süyûtî'nin şeyhlerindendir.[171] Zeyneb bint Ahmed el-Makdisiyye'den hadis dinleyenler arasında meşhur arab seyyahı İbn Batûta da vardır.[172] Keza değerli bir hadisci olan Şehde bint Ömer ibn el-Adîm (709) ez-Zehebî'nin hadis hocalarındandır.[173] Hâtûn bint Bahâddîn (771)[174] ve Şia hadiscilerinden Hamîde er-Ruveydeştiyye (1087) hadis ve ricâlü'l-hadîs dallarında bilgisi geniş olup, kadınlara muallimlik etmiş ve bilhassa meşhur Şia hadis kitaplarından et-Tûsî'nin "el-îstibsâr"ına haşiyeler yazmıştır.[175]
Faslı hadiscilerden Rahme Bintü'l-Cinân el-Miknâsiyye pek çok sahih hadis ezberlemiş kadınlardandır.[176] Rukayye bint Abdisselâm (815) Mısır ve Suriye şeyhlerinden icazet alıp hadis rivayet etmiştir.[177] Basralı Rukayye bint Yahya'dan (809) ise, bazı hadis otoriteleri pek çok hadis rivayet etmişlerdir.[178] 797 tarihinde dünyaya gelen Hatice bint Ahmed, İbn-i Mâce'nin es-Süneriim rivayet etmiş, es-Süyûtî'ye icazet vermiştir.[179] Kâfiye bint Ebi'l-Ferece, hadis hakkında konferans veren şâir ve tarihçi bir hanım idi.[180] Fâtıma bintü'l-Kâsım el-Berzâlî (731/1330) ünlü hadisci olup birçok hadis cüzleri yazmıştır.[181] Fîrûze bintü'l-Muzaffer (740/1339) birçok icazet sahibesi olup "Kitâbü'l-Erbaîn, Rivâyetü's-Sâlihât ani's-Sâlihîn" adlı eserin müellifidir.[182] Âişe bint Seyfiddîn (793/1390) el-Medresetü'1-Hâtûniyye'de hadis okutmuştur.[183] Âişe bint Muhammed el-Makdisiyye (816/1413) senedi kuvvetli, ünlü bir hadiscidir.[184] Âişe bint Muhammed el-Harrâniyye (736/ 1335)'den İbn Batûta hadis dinlemiştir. Kendisi terzilik ile geçinirdi.[185] Fâtıma bint Hasan (698/1299), Buhârî Sahih'ini rivayet etmiş, ez-Zehebî kendisinden hadis dinlemiştir.[186] Isfahanlı Fâtıma el-Cüzdâniyye (524/1130) es-Sem'ânî'ye icazet vermiş hadiscidir.[187] Fâtıma bint Ubeydullah e-Makdisiyye (732/1331)[188], Bahreyn'de (veya İsfahan'da) dünyaya gelen Fâtıma bint Sa'd el-Ensâriyye (522/1128)[189] kadınlara hadis ve fıkhı okutan Bint Atî el-Minşâr el-Âmilî (1031/1621'den sonra)[190] ve Mekkeli Kureyş bint Abdülkadir et-Taberiyye (1107/1695) kendi evinde hadis okuturdu[191] ve Ümmü Nasr el-Muharibiyye ki, Kûfeliler ondan hadis okumuşlardır.[192]
104 yaşında, 507/1113 tarihinde vefat eden, keza ünlü mutasavvife Melike bint Dâvûd el-Kurtubî aynı zamanda hadis sahasında şöhretli bir kadındır. Meşhur İbn Asâkir'e bütün hadisleri için icazet dahi vermiştir.[193]
Kaligrafya (hüsnü hat) san'atı dahi İslâm kadınları tarafından ihmal edilmemiştir. Bu branşın büyük ve mühim mümessillerinden biri olan Fâtıma bintü'l-Hasan (480/1087) güzel hattı ile şöhret kazanmış, bazı mühim diplomatik yazıları kendi eliyle yazmış, birçokları onu taklit etmeğe çalışmışlardır.[194]
Fâtıma bint Zekeriyyâ, güzel hattı ile büyük kitaplar yatmıştır. 94 yaşında olduğu halde (427/1035) tarihinde vefat etmiştir.[195] 669/1270 tarihinde vefat eden Hatîce bint Mahmûd'un güzel yazısı yanında nahiv bilgisi de vardı.[196] Güzel nesih ve sülüs yazısı ile Kur'ân-ı Kerim ayetleri ihtiva eden bazı levhalar yazmış bulunan muahhar hattat kadınlardan olan Hafıza bint Muhammed Sa'îd Bağdat'ta 1346/1927 tarihinde vefat edip, İmâm-ı A'zam kabristanında defnedilmiştir.[197]
Burada İstanbullu iki şöhretli hattat kadını zikretmekle haz duymaktayız. Birincisi, hattat Muhammed Râsim'den (1169/1755) tarihinde hattatlık icazeti almış bulunan Muhammed Sâdık kızı Halime[198]; ikincisi, güzel yazısı ile ün yapmış olan Ahmed Ağa kızı Esma İbret'dir,[199]
Birden fazla ilimle aynı zamanda meşgul olan kadınlar da vardır. Endülüs ile Şimalî Afrika'da bilhassa bu gibilere tesadüf edilir. Meselâ Kurtubah İbnetü Faiz (446/1054) Kur'ân-ı Kerîm kıraati ve tefsiri, fıkıh, şiir ve dilbilgisi geniş olan bir hanım idi.[200] Fas'ta yerleşmiş, keza Endülüslü Tuleytulah (Toledo) Verkâ bint-i Yentâb Kur'ân-ı Kerîm kıraati, hüsnü hattı bildiği gibi aynı zamanda şâire idi.[201] Diğer bir Endülüslü, Belensiye (Valencia)lı el-Arûziyye dilbilgisi, nahiv, aruz, edebiyat ile meşhurdur. El-Müberrid'in "el-Kâmiri ve el-Kâlî'nin "en-Nevâdir"i üzerine şerhleri vardır. (450/1058) tarihinde Dâniye (Denia) da vefat etmiştir.[202] Tunus'taki Kayravan'da yetişen ve (250/864) tarihine doğru vefat eden Esma Bint Esed, hadis ve hanefî fıkhında kuvvetli bir âlimedir.[203]
Şarkta ise, Hafsa Bint Şîrîn, Kur'ân-ı Kerîm ve fıkıh ile şöhret kazanmış bir âbide idi.[204] Ümmühânî Bint Alî el-Herevînî Kur'ân-ı Kerîm'i ezber bilen, hadiste "sika" sayılan, fıkıh ve nahivde de bilgisi geniş olan bir âlime idi.[205] Dehmâ' bint Yahya (837/1433), nahiv, mantık, astronomi ve kimya (simya) sahasında bilgili olduğu gibi, aynı zamanda şâire idi.[206] Hem hadisçi hem tarihçi olan Âişe bint Abdullah et-Taberî (776/1374) den sonra, dedesi Muhyiddîn et-Taberî ve amcasından ve diğer âlimlerden icazet almış ve Ebû Hâmid ibn Zahîre gibi bazı zevata icazet vermiş ve Tarİhu İbn-i Taberî hakkında bir eser yazmıştır.[207]
Hz. Peygamber'in gazvelerine iştirak eden bazı sahabiyyelerin nasıl hastalara baktıklarını yaralıların yaralarını sardıklarını, yemek hazırladıklarını, susamışlara su verdiklerini, hatta silahları temizlediklerini ve gazileri mücâdeleye teşvik ettiklerini zikrettik. Bunlara ilâveten Rufeyde el-Eslemiyye[208] ve Leylâ vel Gifâriyye[209] yi analım. Hz. Peygamber ile Hayber savaşına iştirak eden altı kadından biri Ümmü Ziyâd el-Eşcaiyye idi ve diğer kadınlar ile birlikte Hayber'in fethinden sonraki ganimet taksiminde Hz. Peygamber kendilerine hisse ayırmıştır.[210] Fakat savaşçı olarak harbe iştirak eden ve büyük kahramanlıklar gösteren sahabiyyeler de az değildir. Bunlardan, Yermûk savaşında düşmanla kahramanca dövüşen Cüvevriye bint Ebî Süfyan[211] ile Ümmü Habîb bintü'-Âs el-Kureşiyye[212] ve bilhassa Esma bintü Yezîd ibn Seken el-Ensâriyye ki, bu savaşta büyük kahramanlıklar gösterip dokuz Bizanslıyı öldürmüştür. Kendisi büyük bir hatîbe olarak da tanınmış ve kadınların delegesi sıfatiyle Hz. Peygamber ile mühim görüşmelerde bulunmuştur. Dört hadis Süneninde Hz. Peygamber'den rivayet ettiği, seksen bir hadisi şerif dercedilmiştir. Kendisi Mekke fethine de iştirak etmiştir.[213] Kıbrıs seferine (27 veya 29 tarihinde) iştirak eden kadınlardan Muâviye ibn Ebî Süfyân'ın karısı Künûd bintü Karza el-Kureşiyye[214] (ki orada vefat etmiştir), bilhassa Ubâde ibni's-Sâmit'in karısı Ümmü Haram bint Milhân zikre değer. O da Kıbrıs'ta vefat etmiştir. Ve türbesi, bu yazımızın başka yerinde zikrettiğimiz gibi, hâlâ Kıbrıslı Türkler tarafından büyük hürmetle ziyaret edilmektedir. "Hala Sultan Türbesi"[215]
Asr-ı Saadetten bugüne kadar bütün İslâm âleminde din, vatan ve millet uğrunda hayatını feda eden müstevli düşmanlara karşı kahramanca savaşan binlerce yiğit İslâm kadınları, gerek cephelerde şehîd düşmek, gerek gazi olarak muzafferâne bir şekilde yuvalarına dönmek mazhariyyetine nail olan örnek mücâhidelerin isimleri İslâm tarihinin sayfalarını süslemektedir. Endülüs'te düşmanla savaşan binlerce kahraman müslüman kadınlar, bu misallerden biridir. Keza Şimalî Afrika'da müstevlilere karşı çıkanların sayısı kabarıktır. Cezayir kabile reîsesi olan Berberi Rukayye bint Hadîd[216], Fransız Cezayir valisi generalin kumandası altında bir Fransız askerî birliğine kahramanca hücum etmekle ün kazanmıştır. Türkistan ve Kafkasya'daki kahraman Türk mücahideleri ile Anadolu (İstiklal Savaşında) ve Balkanlardaki mücahideler onlardan geri kalmamışlar. Avusturyalılar ile Sırp ve Karadağlılarla savaşan Bosna-Hersek mücahideleri tarihte iz bırakan kadın kahramanlardır. Son senelerde, istiklâl savaşına giren Cezayirliler arasında Cemile Bûhîred gibi kahraman müslüman mücâhideleri de anmak icabeder. Görülüyor ki, erkeklere mahsus bir sahada dahi, zaruret olunca, İslâm kadınları hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadan İslâm düşmanlarına kahramanca karşı koymayı bilmişlerdir.[217]
Hayır müesseseleri kurmak, vakfetmek, mazhar oldukları nimetlerden başkalarını da hissedar etmek gibi her türlü hayır işlerine girişmekten çekinmeyen ömek İslâm kadınları bu sahada da erkeklerle rekabet halindedirler. Asırlar boyunca İslâm âleminde bu nevi zengin hayırsever kadınlar eksik olmamıştır. Biz burada ancak bir kaç misal vermekle yetineceğiz.
Dımaşk'da 630/1233 tarihinde Hanbelîler için bir medrese ve bir dârü'l-hadîs vakfeden kimse, Emetü'l-Latîf biııtü'n-Nâsilı el-Hanbelî adlı hayırsever bir kadındır.[218] Keza Dımaşk'da 656/1258 tarihinde "el-Medresetü'l-Âdiliyye es-Suğra"yı inşâ ettirip, bazı köylerdeki gayr-ı menkullerini bu medresenin yaşaması maksadiyle vakfeden Zühre bint Ebî Bekir'dir. Bu medrese bir yangın sonunda yanmıştır.[219] Bağdatlı Ağıl Hâtûn bint Muhammed el-Kâzâniyye, Kudüs'te, Harem civarında "el-Medresetü'l-Hâtunniye"yi vakfetmiştir. Bunu 782/1380 tarihinde tamamlayıp vakfeden Isfahanşah bintü'l-Emîr Kazân'dır. Ağıl Hâtûn'un kabri de oradadır.[220] Sonraları "el-Medresetü'I-Eşrefîyye" olan "Ribâtü"l-Merâğî"yi inşa ettiren ve 882 tarihinde Mekke'de vefat eden Şenısiyye bint-ü Hasan ibn Aclân hayırsever İslâm-Türk kadınlarındandır.[221] Burada Timurlenk'in karısı Bibî Hanım 801/1398 tarihleri civarında Semerkant'de bir mescit yaptırmıştır. Halen mevcut olan bu mescide "Bibî Hanım Mescidi" derler.[222] Bağdat'ta Kur'ân-ı Kerîm öğretimine tahsis ettiği bir binayı 1306/1889 tarihinde vakfeden Aişe bint Safer'dir.[223] Bu nevi hayır ve kültür müesseseleri kuran ve vakfeden İslâm âleminde ve bilhassa Türkiye'de (meselâ Mihrimâh Sultan'ın İstanbul'da iki camii vardır) yüzlerce hayırsever kadın olmuş ve sonraki nesillere birer güzel örnek teşkil etmişlerdir.[224]
1- "Abdu'l-Vahhâb, Hasan Husnî, Şahîrâtu't-Tûnissiyât", Tûnis, 1353 (Les Femmes Tunisiennes Celebres, Tunus, 1934.
2- "Aclûnî, İsmâ'il ibn Muhammed, Keşfu'l-Hafâ ve Muztîu'l-İlbâs'amma'ştahara mina'l-Ahâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs", El-Kâhire 1351/1932(1,11).
3- Akşam Gazetesi, İstanbul, 28/11/1969.
4- Arnold, T. İntişâr-i İslâm Tarihi (mütercimi: M. Halîl Hâlid), İstanbul, 1343.
5- Askalânî, İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyizi's-Sahîh, İstanbul, 1315 (I, VIII). Cumhuriyet gazetesi, İstanbul, 9/11/1969.
6- ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Es-Sünen, Dimaşk, 1349 (I, II).
7- Dozy, R., Histoire d'Espagne jusgu'a la conquete de l'Andalousie par les Al-moravides - (711/1110), nouvelle edition revue et mise âjourpar E. Levy - Provençal, Leiden, 1932 (I, II, III).
8- Ebû Dâvûd, Es-Sünen (Muhammed Muhyiddîn Abdu'l-Hamîd neşri), El-Kâhire, 1354/1935 (II, IV).
9- Evliya Çelebi, Mehmed Zıllîoğlu, Seyahatname, İstanbul, 1314/1896 (I) (Lâtin harfli tab'ı, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, 1969) (II).
10- El-Huşenî, Muhammed ibnu'l-Hâris, Kudâtıt Kurtuba ve Ulemâ'u İfrîkıya, El-Kâhire, 1372.
11- En-Nemerî, İbn Abdi'1-Berr, El-istı'âb ft Ma'rifeti'l-Ashâb, El-Kâhire, 1380/ 1960,(11,111).
12- İbnu'1-Esîr, Usdu'l-Gâbefi Ma'rifeti's-Sahabe, El-Kâhire, 1280/1863 (II, III).
13- İbn Hanbel, Ahmed, El-Müsned, El-Kâhire, 1313 (II, III, IV, VI).
14- İbn Hayyât Halîfe, Kitâbu't-Tabakât, Dimaşk, 1968 (I, II).
15- İbn Mâce, El-Kazvinî, Es-Sünen, neşr Muhammed Fu'âd Abdul-Bâkî, El-Kahire, 1372/1952 (I, 1373. (II).
16- İbn Sa'd, Muhammed, Et-Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut, 1376/1957. (I, II), 1377/1957. (IV), 1377/1958. (VIII).
17- Kehhâle, Umar Rıdâ, A'lâmu'n-Nisâ' fi Âlemeyi'l-Arabiyyi ve'l-İslâm, Et-tab'atu's-Sâniye, Dimaşk, 1379/1959 (I), 1377/1958 (II), 1378/1959 (III, IV, V).
18- El-Kettânî, Abdu'1-Hayy, Nizâmu'l-Hukûmeü'n-Nebeviyye elmusemmâ bi't-Terâtîbi'l-îdâriyye, Er-Ribât, 1347/1929,1.
19- Kitâb-i Mukaddes, Eski ve Yeni Ahid, İstanbul, 1932.
20- Livre de prieres pour jours de semaine, sabbat et jete s â l'usage des Israelites du Rite Sephardi, traduit en Français par A. Le Monde, Paris, 10-12. 1. 1970; 12. 3. 1970; 24. 3. 1970.
21- Müslim İbnu'l-Haccâc El-Kuşayrî, El-Câmiu's-Sahîh Neşr Muhammed Fu'âd Abdu'1-Bâkî - El-Kâhire, 1374/1955 (II), 1375/1955 (III, IV).
22- En-Nesâ'î, EsSünen (bi Şerhi Celâliddîn Es-Suyûtî ve Hâşiyeti'1-îmâm Es-Sindî), El-Kâhire 1348/1935 (VI).
23- Okiç, M. Tayyib, Sarı Saltuk'a Ait Bir Fetva" (A. Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul, 1952, VI, s. 48-58).
24- Okiç, M. Tayyib, "Bir Tenkidin Tenkidi" (Aynı Dergi, Ankara, 1953, II/2-3, .219-290).
25- Okiç, M. Tayyib, Bazı Hadis Mes'eleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul, 1959. (Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Yayınları, XXVIII).
26- Okiç, M. Tayyib, Les Kristians (Bogomiles Parfaits) de Bosnie, d'apres des documents Turcs inedits (Südost - Forschungen, München, 1960, XIX,
27-47).
27- Les Regestes des Actes du Patriarcat de Constantinople, de 1043 â 1206, Paris 1947, Tome I, Fasc. III, p. 62, No: 981, puplie par I'Institut d'Etudes Byzantines des Augustins, de I'Assomption de Kadıköy, Serie I.
28- Tercüman Gazetesi, İstanbul, 28/11/1969.
29- Et-Tirmizî, Ebû İsâ, EsSünen, neşr Muhammed Fu'âd Abdu'1-Bâkî, El-Kâhire, 1356/1937, III.
30- Et-Tirmizî, Ebû İsâ, EsSünen, Sahîhu't-Tirmizi, bi Şerhi İbni'l-Arabi El-Mekkî, El-Kâhire, 1350/1931, 1353/1934 (V, X, XII).
31- AJ. Wensinck, Ruhbâniyet, Rahbâniya (İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1964, IX, 670).
32- Yâkût, Şihâbu'd-Dîn, El-Hamevî, Er-Rûmî, Mu'cemu'l-Buldân, Beyrut, 1375/1956(11).
33- Yeni İstanbul Gazetesi, İstanbul, 24/8/1969.[225]
A) Taharet (Temizlik) ve Kadın
B) Hayız (Aybaşı) Hali
C) İstihaza (Özür) Kanı)
D) Gusül (Boy) Abdesti
Taharet sözlükte temizlik demektir.
İslâmî bir terim olarak ise, namaz kılanın bedeninin, elbisesinin ve namaz kıldığı yerin pisliklerden uzak olması demektir. Bunlar da abdest bozan yellenmek türünden ve yemek posası ve benzeri elbise üzerindeki lekeler türünden olabilir.
Allahu Teâlâ Hazretleri, mü'minlerden temiz olmalarını istemiş ve şöyle buyurmuştur:
"Elbiseni de tertemiz yap. "[226]
Başka bir yerde de:
"Şayet cünüp olursanız temizleniniz”[227] diye buyurmuştur.
Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır:
"Allah sizin üzerinizde herhangi bir zorluk bırakmak istemez, fakat sizi tertemiz yapmak ister. "[228]
Resûlullah da (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Temizlik (abdest vs.) imânın yarısıdır. "[229]
1. Birincisi ister büyük, ister küçük hadesten taharettir. Söz konusu bu temizlik abdest, gusül abdesti ve teyemmüm gibi beden ile ilgilidir.
2. Pislik (necâset)ten temizlenmek. Bu ise, insanın bedeninde, elbisesinde ve bulunacağı yerde olabilir. Bu tür pislikleri gidermek suretiyle necasetten taharet yapılmış olur.[230]
Taharetin geniş bir anlamı olup, aşağıdaki şekilde kısımlara ayrılmaktadır:
1. İnsanın dışını hadesten, necasetlerden ve benzeri pisliklerden temizlemesi.
2. İnsanın organlarını, büyük günahlar işlemekten alıkoyarak temiz tutması.
3. İnsanın nefsini düşüklüklerden ve kötü ahlâktan uzak tutarak temizlemesi.
4. Peygamberlerin temizliği... Bu ise insanın içini Şanı Yüce Hakk'ın dışında herşeyden uzak tutması, temizlemesidir.[231]
Taharetin uyulması gereken bir takım âdabı vardır ki, bunların bir kısmı şöyledir:
1. İstincâ yapılacağı zaman Kıble'ye dönmemek ve Kıble'yi arkaya almak.
2. İhtiyaç görülecek yere sol ayakla girmek, sağ ayakla çıkmak.
3. İhtiyaç görüldüğü anda konuşmamak.
4. İhtiyacın karşılanmasının akabinde:
"Bu eziyeti benden giderip esenliğe kavuşturan Allah'a hamd olsun." demek.
5. Misvak kullanmak. Hattâ abdest esnasında misvak kullanmak müekked bir sünnettir.
6. Yıkama veya organları mesh etmeye sağ taraflardan başlamak.
7. Suyu iktisatlı kullanmak.
8. Abdest almayı bitirdikten sonra Resûlullah'm (s.a.s.) yaptığı dualardan birisini yapmak.
"Sizden kim abdest alır da organlarını iyice yıkar, sonra da:
"Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, O bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür." diyecek olursa, Cennet'in sekiz kapısı da ona açılır ve dilediğinden içeri girer.[232]
9. Abdest aldıktan sonra iki rekât namaz kılmak.
10. Abdest aldıktan ve guslettikten sonra kurulanmak. [233]
Taharet esnasında mekruh olan bazı hususlar vardır. İstincâ esnasında mekruh olan hususlar:
1. Sağ elle istincâ yapmak.
2. Yolda def-i hacet yapmak.
3. Kemik ya da hayvan pisliği ile istincâ yapmak.
Biliyoruz ki günümüzün toplumsal şartlan istincâda mekruh olan bazı hususlara düşmekten bizleri uzak tutmaktadır. Ancak yolculuk, ya da tarla, hayvan ağılı gibi yerlerde bulunan bazı câhil kadınlar bu gibi durumlara düşebilmektedir.
Abdest almanın da bazı mekruhları vardır. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
1. Pislik (necaset) bulunan bir yerde abdest almak.
2. Abdest alırken konuşmak.
3. Yüzünü yıkarken suyu yüze çarparak yıkamak...[234]
Temizliği ve temizlenmeyi kanunlaştIran, İslâm'dan başka bir sistem tanımıyoruz. İslâm, temizliği bütün ibadetlerin şartı saymış ve temzliğin imandan olduğunu söylemiştir. Bugün sadece teknikte gelişen Avrupa bile, daha çok yakın zamana kadar, ne hela, ne de hamam tanıyordu. Avrupa'nın bazı şehirlerinde, kenarlarında evler bulunan yolların üzerine konan trafik işaretlerinden biri de, ters çevrilmiş kova idi. Bu: "Dikkat! Camdan pislik boşaltabilirler" anlamını veriyordu. Onlar birçok şey gibi, hamamı da müslümanlardan öğrendiler. O aralarda bize rehavet çöktü. Bildiğimizi de unuttuk. Sonra geri kalışımızın, İslâm'dan olduğunu zannettik. İslâm'ın önce bizi, bütün dünyadan öne geçirdiğini düşünmedik. Nankörlük de ettik.
İslâm'da pislikler hakîkî ve hükmî, yani gerçekten ve hükmen olmak üzere ikiye ayrılır. Hakîkîlerin neler olduğunu ileride göreceğiz. Hükmen olan ise, abdestsizlik ve cünüplük halidir. Yani ibadet yapmak isteyen insanın, yıkanmak ve abdest almak suretiyle, sanki manevî pisliklerden de temizlenmesi istenmiştir.
Gerçek pislikler de kaba ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır.
Kaba pislikler: Kan, çocuk da olsa insanın dışkısı ve idrarı, eti yenmeyen hayvanların dışkısı, idrarı ve salyası, insan bedeninden çıkmakla, abdesti bozan irin ve benzerleri, şarap, kaz, ördek ve tavuk dışkısı, eşek, katır ve fare idrarı, kendiliğinden ölen (murdar) hayvanın leşi ve derisi... gibi şeylerdir.
Hafif pislikler ise: Atın ve eti yenen hayvanların idrarı ve eti yenmeyen kuşların dışkısıdır.
Kaba ve hafif pislik arasındaki fark, namaza engel olmaları söz konusu olduğunda anlaşılır. Namazın şartlarından biri de, namaz kılanın üstbaşının temiz olmasıdır. Ancak pisliklerden en ince zerresine kadar sakınmak güç olduğundan, çok az miktarları bağışlanmış ve namaza engel sayılmamıştır. İşte bu ölçü, kaba pisliklerde daha az, hafif pisliklerde daha fazladır. Mesel-i bir dirhem (yaklaşık 3 gram) ya da bir el ayasını ıslatacak kadar az kaba pislik, her nasılsa insan üzerinde bulunmuşsa, bu onun namazına engel olmaz. Hafif pislikte ise bu ölçü, elbiseden her organa düşen kısmın dörtte biri kadardır. Yani hafif pislik dediklerimizden mesela kolumuzdaki elbisemize bulaşmadıkça namaza engel olmaz.
Pislikler ayrıca görülen ve görülmeyen diye ikiye ayrılır. Kan ya da dışkılar gibi görülen pislikler, pisliğin kendisinin giderilmesiyle, idrar gibi görülmeyen pislikler ise bulaştığı yerin su ile üç defa yıkanıp her seferinde iyice sıkılmasiyla, sıkılan cinsten değilse, her seferinde kuruyana kadar bekletilmesiyle yok edilmiş olur.
Dört şey, pis sanıldığı halde temizdir. Balık kanı, eti yenen kuşların dışkısı, eşek ve katır tükrüğü, eti yenen hayvanların ölmüşlerinin sütü ve peynir mayalıkları.
Yaş ve pis elbisenin üzerine temiz ve kuru bir elbise konsa, ya da ters: yapılsa, kuru olana, sıkılınca damlayacak kadar yaşlık geçmişse, temiz olan da pislenmiş olur. Az bir nemlilik geçmişse birşey gerekmez.
Pisliğin yıkanılmasmda ince araştırmaya gerek yoktur. Meselâ kilotuna birkaç damla idrar düşen ve kuruyan kimse, düştüğü yeri bilmese bile, kuvvetle zannettiği bir yerini yıkamasıyla temiz olur.
Pislikleri, ya da pislenen şeyleri temizleme yollan bazı fıkıh kitaplarında yirmi bire kadar çıkartılır. Bunların en önemlisi su ile yıkamaktır. Gül suyu ve sirke de bu konuda su gibidir. Ancak et suyu, zeytinyağı ve süt gibi sıvılar temizleyici değildir. Su ile yapılan temizlemeye, yıkamakla temizleme adı verilir.
Su ile yıkamakla temizleme dışındaki temizleme yolları şunlardır:
Silmekle temizleme; ayna, cam, porselen vb. gibi pürüzsüz, parlak ve pislik çekmez yüzeyler için kullanılır. Kurumakla temiz olma; yeryüzü ve ona bitişik şeyler için bir temizleme, ya da temizlenme yoludur. Tahta gibilerden yontmakla temizleme; başkalaşım ile temiz olma, tuzlaya düşen leşin tuzlaşması gibi. Toprak gibileri kazmakla temizleme, deriyi tabaklamakla temizleme, şarap için, sirkeleşme ile temiz olma, derisi tabaklanabilen hayvanların derisini, o hayvanları şer'î usule göre boğazlamakla temizleme, yine şarap için sirkeleştirme ile temizleme, elbisede kurumuş menî için ovalayarak temizleme, ayakkabı ve mest gibi şeyleri yere sürtmekle temizleme, içinde pis su bulunan küçük bir havuza suyun bir taraftan girmesi ve öbür yandan çıkmasıyla temiz olma, pis kuyunun suyunun çekilmesiyle temiz olması.
Neresi pis olduğu bilinmeyen bir şeyi kısmen tasarrufla temizleme, yarısından azı pis olan pamuğun hepsini aletle atmakla temizleme, kuyunun suyunu boşaltmakla temizleme, yakmakla temizleme, içerisine pislik damlayan pekmez, süt ve bal gibi şeyleri su ilâve edip kendi ölçüsüne ininceye kadar üç defa kaynatmakla temizleme, yağ yumağı gibi katı ve yumuşak şeylere bulaşan pisliği oyarak temizleme.
Bir şeyin temz olması demek ille de o şeyin yenebilir ya da içilebilir olması demek değildir. Aksine temiz olan birşey yenen ve içilen bir madde ise, yenilebilir ve içilebilir, böyle bir madde değilse, yani toprak ve gazyağı gibi yenilip içilemeyen bir madde ise, elbiseye bulaşırsa namaza mani olmaz, yenecek maddelere bulaşırsa onu pisletmez, yenmesini engellemez demektir.
Pisliğin izini gidermede; sabun, deterjan ve benzeri temizleyicilere ihtiyaç duyuracak kadar azı bağışlanmıştır, böyle bir temizleyici bulamadığı takdirde su ile çıkan kadarını temizlemesi yeterlidir.
Pis olan bir madde ile üç özelliğinden; yani renginden, kokusundan ve tadından biri değişen akarsu ve akar olmayan çok su, kaplarda ve depolarda bulunan ve üç özelliğinden birini değiştirmese bile, içine pislik düşen az su, hem pis olur hem de temizlemede kullanılmaz. Meselâ şehirlerde evlerdeki musluklardan akan su, rengi ve tadı değişmemekle beraber lağım koksa, ya da kokusu ve tadı değişmemekle beraber kan rengine bulansa, o su pis olur. Onunla abdest alınıp yıkanılmayacağı gibi, onunla yıkanan elbise ile de namaz kılınamaz. Onunla pişirilen yemek yenmez. Büyükçe havuzların ve göllerin sularıyla, akan nehirlerin ve çayların suları da böyledir.
Suyun üç özelliğinden biri temiz bir maddeyle değişse, meselâ suya toprak karışıp suyu bulandırsa su pis olmaz. Temizlemede ve içmede kullanılabilir.
Pis olmadığı halde temizlikte kullanılamayan sular da vardır. Bunlar abdest ve gusulde kullanılan sulardır. Yani İnsanın organları ve bedeni ne kadar temiz olursa olsun, gusulde ve abdestte kullandığı su, meselâ biriktirilse, onunla artık ne abdest alınabilir ne de içmede kullanılabilir. Ancak, yıkadığı organlarda başka pislikler yok idiyse, o su pis olmayacağı için meselâ, insanın elbisesine sıçrasa namaza, yiyeceklere sıçrasa yemeye engel olmaz. Böyle sulara, "temiz olan fakat temizlemeyen sular" denir.
Şer'an pis sayılan bir şey bulaştığı için yenmesi haram olan yiyecek ya da içecekler hayvanlara da yedirilip içirilemez.[235]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Veya kadınlara dokunmuş da su bulamazsanız, o zaman teyemmüm ediniz."[236]
Muâz b. Cebel'den (r.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Peygamber'in (s.a.s.) huzuruna bir adam gelerek şöyle dedi:
'Ey Allah'ın Resulü, bir adam tanıdığı bir kadın ile karşılaşır, sonra da karısı ile neyi yapıyorsa cima dışında herşeyi yaparsa, bu adam hakkında ne dersin?' Muâz dedi ki: Bunun üzerine Allah:
"Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl... "[237] âyetini indirdi. Peygamber de (s.a.s.). ona şöyle dedi:
“Abdest al, sonra da namaz kıl.”[238]
Hz. Aişe'den (r. anhâ) yapılan rivayette şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) namaz kılar ve ben onun önünde cenaze gibi boylu boyunca uzanıyor idim. Vitr kılmak isteyince bana ayağı ile dokunurdu.”[239]
Hz. Aişe'nin (r. anhâ) bu hadîsi kadının erkeğe dokunmasının abdesti bozmadığının delilidir.
Bu konu hakkında mezhep imamlarının farklı görüşleri vardır:
Mâlikîler: Dokunma ile abdestin bozulması konusunda şu şartları öngörmüşlerdir: Dokunan kimse baliğ olacak. Dokunması ile lezzet duymak maksadını güdecek veyahut da maksat olmaksızın lezzet duyacak. Kendisine dokunulanın teni çıplak veya ince bir örtü ile örtülü olacak. Eğer örtü veya elbise kalın ise abdest, belirli bir organı elle kavramak ve lezzet duymak kastı güdülerek ya da lezzet hissedilecek şekilde olmadığı sürece dokunma ile bozulmaz. Ayrıca kendisine dokunulan kimsenin normal olarak arzulanan kimselerden olması gerekir. Ağızdan öpmek de dokunmadan sayılır. Mutlak olarak abdesti bozar. İsterse ağızdan öpmek ile lezzet maksadı güdülmesin veyahut da lezzet alınmasın. Öpmenin zorla olması halinde de durum aynıdır. Veda etmek maksadıyla veyahut da şefkat duygusu ile öpmek abdesti bozmaz. Kendisine dokunulana gelince; eğer baliğ ise ve kendisine dokunulmaktan dolayı lezzet duyacak olursa abdesti bozulur. Dokunma olmaksızın düşünce ya da bakmak ile isterse lezzet maksadı güdülsün veyahut da lezzet alınmış olsun abdest bozulmaz. Eğer kadın dokunmanın etkisi ile husule gelen düşüncesi dolayısıyla herhangi birşey çıkaracak olursa, abdesti bozulur.
Hanefiler: Hanefîler dokunmanın fahiş mübaşeret olmadığı sürece abdesti bozmayacağını söylemişlerdir. Fahiş mübaşeret ise, şehvet duyacak çağa gelmiş iki kişinin cinsiyet organlarının, bedenlerinin sıcaklığı duymayı engelleyecek herhangi bir engel olmaksızın birbirine yapışmasıdır. Eğer böyle bir yapışma bir erkek ve bir kadın arasında husule gelecek olursa, kadının abdesti kayıtsız şartsız bozulur. Bu durum iki kadın arasında meydana gelirse her ikisinin de abdesti bozulur.
Şâfiîler: Derler ki: Yabancı bir kadına dokunmak, lezzet duymak söz konusu olmasa bile abdesti bozulur. İsterse erkek ve kadın alabildiğine yaşlı olsun. Ancak dokunanlar arasında herhangi bir engelin olmaması şarttır. Engelin ince olması bile onlarca engel olarak kabul edilir. Şayet bu engel birikmiş tozların meydana getirdiği bir kir olur da terden oluşmuş bir engel değil ise, o takdirde kadının kadına dokunması yahut da hünsânm hünsâya dokunması dolayısıyla abdest bozulmaz. Dokunan kimse ile kendisine dokunulanın, -selim tabiat sahiplerine göre- şehvet haddine ulaşmadığı sürece abdest bozulmaz. Şâfiîler, kadının bedeninden saçlarını, dişlerini ve tırnaklarını istisna etmiş ve bunlara dokunmanın lezzet verse bile abdest bozmayacağını söylemişlerdir. Çünkü genelde bu kısımlara dokunmaktan dolayı lezzet alınmaz.
Hanbelîler: Onlara göre herhangi bir engel olmaksızın kadına dokunulması dolayısıyla abdest bozulur. Kadının yabancı ya da muharremâttan olması arasında bir fark bulunmadığı gibi, ölü veya diri, genç yahut yaşlı, büyük ya da normalde şehvet duyulan kişi olması arasında herhangi bir fark yoktur.[240]
Ben, dokunan kadının lezzet duyması veyahut da lezzet duymayı kast etmesi hali müstesna abdesti bozmadığı görüşüne meylediyorum. Kadın eğer lezzet duymayı kastedecek veyahut da lezzet duyacak olursa onun abdesti bozulur. Lezzet duymayı kastetmemekle birlikte lezzet duyacak olursa abdesti yine bozulur... Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
İmam Şevkânî, şöyle demiştir:
"Konu ile ilgili hadîslere değinerek bütün bu hadîslerin hükmünü en mutedil şekilde toparlayıp ifade eden görüş, şehvet olmadıkça abdestin bozulmadığını kabul eden görüştür."[241]
Tokalaşmak da dokunmanın bir çeşididir. Dokunma ile ilgili hükümler ise az önce sözünü ettiğimiz şekildedir. Hanefîlere göre abdesti bozmaz...
Şunu bil ki; kadınların erkeklerle tokalaşmasının abdesti bozup bozmaması ayrı bir şeydir, tokalaşmanın İslâm'daki hükmü ayrı bir şeydir. Meselâ azıcık bir şarap içmek haram olmakla birlikte abdesti bozmaz. Ulemânın icmâına göre yabancı erkek ve kadınların birbirleriyle tokalaşmaları haramdır... O halde âhirette işledikleri nimetlere kavuşmak isteyen müslüman erkek ve kadınların, bu gibi geleneklerden uzak kalmaları ve İslâm'ın özüne dönmeleri gerekir. Durum bundan ibarettir, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[242]
Günümüzde bazı kadınlar "peruk" denilen takma bir saç kullanmakta, abdest aldıkları zaman da onun üzerine mesh etmektedirler. Böylelikle onların abdestleri de olmamış olur. Çünkü bunlar gerçekte başlarına mesh etmedikleri için şanı Yüce Allah'ın şu buyruğuyla abdestin rükünlerinden biri olarak belirlemiş olduğu başa mesh etmeyi yerine getirmemiş olurlar:
"Ey iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız, başlarınıza mesh ediniz, topuklara kadar da ayaklarınızı (yıkayınız)."[243]
İmâm Şafiî'nin görüşünü alarak, âyette geçen "başlarınıza (bî ruûsikum)" ifadesinde yer alan "b"nin başın bir kısmını ifade ettiğini söyleyenler ve buna dayanarak başın cüz'i bir kısmına mesh etmenin caiz olduğunu belirtenlere şunu soruyoruz: Peki, peruk başın kendi saçından mıdır?
Diğer taraftan İslâm dini kadının saçını açmasını mubah kılmamıştır. Eğer peruk takan kadınlar bu saçın iğreti bir saç olduğunu gerekçe olarak gösterecek olurlarsa, onlara şöyle deriz: Saçın gösterilmesinin haram kılınmasının hikmeti, kadının çekici yanlarını açığa çıkarmamak ve bunları erkeklere göstermemektir. Böylelikle toplumda denge ve güvenlik gerçekleşmiş olsun. Kadının peruk takmasının ve onu dışa göstermesinin kadının çekiciliğini arttırdığında hiç şüphe yoktur. Zaten böyle olmasa onu giyecek değildi. O halde peruk takmak, kadının açılmasını daha bir arttırmakta ve onların Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın emrinin dışına çıkmalarını daha bir ileri boyutlara götürmektedir. Acaba müslüman kadınların Rablerine, özbeöz temizliğin kendisine dönmelerinin zamanı gelmedi mi? Böylelikle İslâm'ın, Resûîullah'm (s.a.s.) döneminde kadınları yüceltmiş olduğu gibi, onları da yüceltmesinin zamanı gelmedi mi?[244]
Günümüz toplumunda gördüğümüz hususlardan bir tanesi de kadınların tırnaklarını boyamalarıdır. Hayret edilecek bir husus ise, onların bu halleri ile abdest alıp, namaz kılmalarıdır... Oysa bununla onların namazları bâtıldır. Çünkü su tırnaklara değmediği için abdest olmaz.
Buna itiraz eden erkek ve kadınlar karşı delil olarak kınayı gösterirler... Bunlara ben şunu söylüyorum: Kına ile manikür ve benzeri hallerde kullanılan boyalar arasında fark vardır. Kına sadece bir boyadır ve tabaka oluşturmaz. Halbuki diğeri tabaka oluşturan bir boyadır.
Kınanın boyası ile tabaka oluşturan boyalar arasındaki fark şudur: Kına boyası, derinin mesamatına da yayılır. Bu bakımdan kınanın tırnaklardan ancak tırnakların uzayan kısımlarının kesilmesi ile gider. Böylelikle gittikçe azalan kınalı kısım arkasından tırnağın beyaz kısımları ortaya çıkar. Kınanın deriden ise, ancak derinin başka birisi ile değişebileceği bir zaman süresi içerisinde gittiğini görüyoruz. Böyle bir durum ise, insanın ellerini sürekli olarak kullanmasıyla ve meydana gelen sürtünmelerle ortaya çıkar. Tabaka oluşturan boyalar ise, herhangi bir şeyin sathı üzerinde ince bir kabuk meydana getirmektedir.
Şu örneğe de bir bakalım: Meselâ, tabii pamuk ve yünden olan elbiselerin iplikçikleri bir çeşit boruya benzemektedir. Bu bakımdan bu elbiseler kirlendiği zaman adeta boyanırlar. O bakımdan bu kiri çıkartmak kolay birşey olmaz. Onları temizleyebilmek büyük bir emeği gerektirir. Halbuki sınaî elyaflar böyle değildir. Onlara kir adeta yapışıp kalır. Bu bakımdan bunları temizlemek kolay birşeydir. İşte birinci örneğimiz kınaya benzerken, ikinci örnek ise öbür boyaları andırmaktadır.
Diğer taraftan kadınlar bu gibi maddeleri kullanmakla daha bir çekici olduklarını ve güzelliklerini daha bir ortaya koyacaklarını sanırlar. Gerçekte ise bu maddeler ancak onların değerlerini düşürür ve kıymetsizliklerini artırırlar. Çünkü insan, insan olarak yaratılmıştır. Eğer o tabiatının dışına çıkmaya kalkışacak olursa alçalmaya doğru yol alır, asıl hayatiyetinden ve tabiatından uzaklaşır. Eğer isyan ettikleri zaman nefisler, insana yükseldiği fikrini verecek olsa bile, zamanla bu nefisler -rüşdüne erdiklerinde- gerçekte o yerin alçak ve seviyesiz olduğunu idrak ederler. O bakımdan kadın güzellik ve çekiciliğini ortaya koymak suretiyle "Tatlı bebek"e dönüşecek olursa gerçek şu ki, geri zekâlılar da dahil olmak üzere herkes onun belirgin özelliklerinin kaybolup gittiğini ve düşünüşünün seviyesizliğini kabul eder, bu görünüşünün oldukça çirkin olduğunu söyler. Hatta bizzat kendisi bile doğru düşünmek noktasına varıp, kafasını çalıştırarak duygularını bir kenara ittiği zaman; an duru, tertemiz ve güzel tabiatından uzaklaşıp, basit ve seviyesiz bir görünüme sahip hakir bir şey mesabesine indiğini görür.[245]
Muğîre b. Şu'be'den rivayet edilmiştir:
"Resâlullah (s.a.v.) abdesî aldı ve (çorap varsa) çoraplarının üzerine, (ayakkabı varsa) ayakkabılarının üzerine mesh etti. "[246]
Hz. Bilâl şöyle demiştir:
"Ben Resûlullah'ın (s.a.s.) mûk (o zamanların bir çeşit ayakkabısı) ve başındaki örtüsü üzerine mesh verdiğini gördüm. "[247]
Buna göre Şârî'i Hakîm, ayakkabı ve günümüzde çorap diye bilinen benzeri şeyler üzerinde veyahut da yün ya da pamuktan yapılmış ayakkabıları üzerinde mesh edilmesini bir takım şartlarla caiz görmüş oluyor:
1. Kalın olması, çünkü ince olduğu takdirde suyun altına varmasına engel olamaz.
2. İnce veya kaim olsun, altındakini gösterecek şekilde şeffaf olmaması.
3. Ayağı topukları ile birlikte örtecek şekilde olması.
4. Su ile alınmış tam bir taharet (yani abdest veya gusül)den sonra giyilmesi. Teyemmümden sonra veya su ile alınan taharetin tamamlanmasından önce giyilecek olursa mesh caiz olmaz.
5. Ayakta bulunan bu giyilen şeylerin üzerinde, hamur ve benzeri gibi suyun onlara varmasını engelleyecek bir engelin bulunmaması.
Ebû Dâvûd der ki: "Ali b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ûd, Berâ' b. Âzib, Enes b. Mâlik, Ebû Ümâme, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys çorap üzerine mesh etmişlerdir."[248]
Şevkânî der ki: "Mest diye bilinen ayakkabılar üzerinde mesh etmenin Sahabe arasında icmâ' edilen bir husus olduğunu zikretmiş bulunuyoruz. Ayırca ayakkabılar üzerine mesh edilmesine gelince, denildiğine göre eğer bunlar çorap üzerine giyilmiş ise üzerlerine mesh etmek caiz olur."[249]
Bu bilgilerden anlaşılıyor ki çoraplar ya da mestler veyahut da örtü üzerine mesh etmek caizdir. Nitekim bizim az önce zikrettiğimiz ikinci hadîs, belirtmiş olduğumuz şartlar dahilinde başörtü üzerine de mesh edilebileceğinin delilidir.
Hattâ ben diyorum ki: Bu durum bazan çağımızın zaruretlerinden bile olabilir. Çalışma yerlerinde, üniversitelerde ve okullarda ve başka yerlerde erkek ve kadının bazan bir arada olmaları, belki bir takım çalışan kadın veya öğrencilerin erkekler önünde avretlerini açmamaları söz konusu olabilir. O zaman bu durumda onlar başörtülerinin üzerine, çoraplarının ve mestlerinin üzerine mesh etmeleri gerekir.
Bununla birlikte organın bizzat kendisi üzerinde rnesh etmek, şartlar elverişli olduğu takdirde elbette ki çok daha faziletlidir. Fakat İslâm, kapsayıcı bir dindir. Onun kapsamadığı bir konu yoktur. Tâ ki insanlar Rablerinin üzerlerine farz kılmış olduğu hususları yerine getirsinler ve bu konuda Allah'a karşı gösterecekleri herhangi bir mazeretleri bulunmasın. İslâm yolcu olan kimseye şu anda üzerinde durmamızı gerektirmeyen şartlar çerçevesinde meshe müsaade etmiştir. Bundan maksat, onların işlerini kolaylaştırmaktır. Nitekim sadece bu maksatla dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılmalarına müsaade etmiştir.[250]
1. Farz ya da nafile namaz kılması haramdır.
2. Kabe'yi tavaf etmesi haramdır.
3. Mushafa el sürmesi haramdır. Bu konuda dört mezhepte etraflı görüşler vardır. Fakat bizler öğrenmek kasdı ya da zaruretler olmadığı sürece Mushafa el sürmesinin haram olduğu kanaatine daha çok meylediyoruz. Herhangi bir maksat olmaksızın boş yere taşıyacak olursa, o zaman Allahu a'lem bu, -sözünü ettiğimiz şekilde- haram olur.[251]
Hayız, kadının özelliklerinden ve onu erkekden ayıran temel farklılıklardan biridir.
Hayız, sağlıklı olduğu halde ve doğum ya da bekâretinin ortadan kalkması sözkonusu olmaksızın kadının rahminden çıkan bir kandır.[252]
İlim adamlarının çoğuna göre bu kan, dişinin dokuz yaşına basmasından önce gelmeye başlamaz. O bakımdan dişi bu yaşa gelmeden önce kan görecek olursa bu, hayız kanı olmayıp bir hastalık veya bir rahatsızlıktan dolayı olduğu kabul edilir. Hayız görme hali, bazan ömrün sonuna kadar devam edebilir. Hayız kanının görülebileceği son yaş ile ilgili herhangi bir delil bize gelmiş değildir. O bakımdan yaşlı bir kadın ne zaman bir kan görecek olursa, bu bir hayız kanı olarak kabul edilir... Konu ile ilgili mezheplerin farklı görüşleri vardır:
Mâliki Mezhebi: Dokuz ilâ on üç yaşları arasında bulunan kız (murahika)dan kan gelecek olursa onun hakkında kadınlara sorulur. Bu kanın hayız olduğuna kesin kanaat belirtecek olur, ya da tereddüt ederlerse o zaman bu, hayız kanı kabul edilir. Onun hayız kanı olmadığına dair kesin kanaatlerini bildirirlerse, o zaman da hayız kanı olarak kabul edilmez. Bilâkis o, bir rahatsızlık ve bozukluk kanı olarak kabul edilir. Konuyu iyice bilen güvenilir bir doktor da kadınların durumundadır. Eğer bu kan on üç yaşından sonra elli yaşına kadar olan bir kadından çıkacak olursa, o zaman bu kesin olarak hayız kanı kabul edilir. Elliden yetmiş yaşına kadar olan bir kadından görülecek olursa, bu konuda kadınların görüşü alınır ve onların görüşlerine göre amel edilir. Yetmiş yaşındaki bir kadından görülecek olursa, kesin olarak hayız kanı olmadığına hüküm verilir. Aksine bu, istihâza (hastalık dolayısıyla gelen kan) olarak kabul edilir. Henüz dokuz yaşına varmamış olan küçük kızların gördüğü kan da bu türdendir.
Hanefiler: Eğer dokuz yaşındaki bir kız, kan görecek olursa tercih edilen görüşe göre bu, hayız kanıdır. O bakımdan bu yaştaki bir kız böyle bir kan görecek olursa oruç tutmayı ve namaz kılmayı bırakır. Âdet görme iyâs (menopoz) yaşına kadar devam eder. Bu yaş ise, -tercih edilen görüşe göre-elli beştir. Kadın bu yaştan sonra kan görecek olursa, hayız kanı olmaz. Ancak kadının bu yaştan sonra siyahımtırak yahut da koyu kırmızı bir kan görecek olursa o takdirde bu, hayız kanı olarak kabul edilir.
Hanbelî Mezhebi âlimleri, kadının iyâs yaşını, elli olarak kabul etmişlerdir. Eğer bu yaştan sonra kan görecek olursa, -çok bile olsa- bunu hayız olarak kabul etmezler.
Şafiî Mezhebi'ne bağlı âlimler ise, hayız görmenin son yaşı olmadığı görüşündedirler. Onlara göre kadının hayatta olduğu sürece ay hali olması mümkündür. Fakat çoğu zaman bu kan altmiş iki yaşında kesilir. Çoğunlukla âdet görmeme yaşı, bu yaştır.[253]
Hayız kanının ayırıcı nitelikleri arasında onun siyaha yakın, kokusu hoş olmayan bir kan oluşu da vardır.[254]
Çoğunlukla ayırıcı özellikleri olan bu niteliklerin dışında, hayız kanının diğer bir takım renkleri de vardır. Bu diğer renkler kadının hayız süresince görmüş olduğu kanın değişik renkleri olup bunlar altı renktir: Kırmızılık, siyahlık, sarılık, bulanıklık, yeşilimtraklık ve toprak rengi. Siyahlık ve kırmızılık ittifakla hayız kanıdır. Çünkü hadîste şöyle rivayet edilmiştir:
Urve, Ebû Cahş kızı Fâtıma'dan rivayet ediyor:
"Fâtıma istihâza kanı görüyor idi. Peygamber (s.a.s.) ona şöyle buyurdu:
"Eğer hayız kanı ise bu, belli ve siyah renkte olur, böyle olursa namaz kılma, başka türlü olursa abdest al namaz kıl, çünkü o (çatlak) bir damardan gelmektedir.” [255]
Şevkânî der ki: "Hadîste hayız kanını, niteliğinden ayırdetmeye dair bir delil vardır. Eğer kanda siyahlık niteliği bulunuyor ise bu hayız kanıdır, değilse istihâza kanıdır."[256]
"Sarılık"a gelince: Bu kadının sarı rengin galebe çaldığı ve irini andıran bir su görmesi demektir. "Bulanıklık", kirli su renginde görülen kan demektir, "toprak rengi", rengi toprağa benzeyen kan demektir. Mezhep imamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Hanefiler ve Şâfıîler, hayız süresi içerisinde olduğu takdirde bunların hayız kanı olduğunu söylemişlerdir. Bu süre ise Hanefflere göre on gün, Şâfiîlere göre ise, on beş gündür. Mâlikîlere göre de kadının âdeti ve bundan sonraki üç gün içerisinde olursa hayızdır. Bu üç günlük süre ise konuyu açıklığa kavuşturmak için konmuştur. Hanbelîlere göre ise bu renkteki kanlar, âdet günleri içerisinde hayızdır. Âdetin dışında ise bunlara aldırış edilmez.
Ebû Yûsuf, bulanıklığın ancak hayız kanından sonra görülmesi halinde hayız olacağı görüşündedir. İbn Hazm, Sevrî ve Evzâi'ye göre ise bulanıklık ve sarılık kesinlikle hayız kanı değildir.[257]
Yeşilimtrak renkli kana gelince, doğru olan görüşe göre eğer kadın hayız gören türden ise, yeşilimtrak kan da hayız olarak kabul edilir. Ve bunun beslenme bozukluğu sonucu olduğu varsayılır. Fakat şayet hep yeşilimtrak görüyor ise, o takdirde bu hayız kanı değil demektir.[258]
Hayızın en kısa süresi geceli gündüzlü üç gündür. Ortalama süresi beş, azamî süresi de on gündür. Kanın bütün bu süre boyunca gelmesi şart değildir. Kanın bu sürenin başında olması, arada zaman zaman temizlikler bulunsa bile yeterlidir ve bütün bu sürenin hayız hali olmasına sebeptir. Sözünü ettiğimiz şekilde hayzın süresinin belirlenmesi konu ile ilgili pek çok hadis dolayısıyladır. Bunlardan bazısı şöyledir:
Rabî1 b. Sabîh'den: Enes'i şöyle derken işitmiş:
"Hayız on günden fazla olmaz."[259] Mahmûd es-Subkî der ki:
"Kesintisiz olarak kan gelmesinin, üç ya da on gün sürmesinin şart olmayacağı açıktır. Bilâkis kanın sürenin dışında ve sonunda gelmesi yeterlidir. Şayet ay hali gören, meselâ cumartesi günü tan yeri ağarırken kan görecek olursa ve bu pazartesi günü güneş batarken kesilecek olursa hayız olmaz."[260]
Osman b. Ebi'l-Âs'dan (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir.
"Hayız gören kadın on günden sonra istihâza gören kadın durumundadır, gusleder ve namaz kılar"[261]
Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, iki hayız arasındaki en az temizlik süresi onbeş gündür. Bir grup âlim bunun onüç gün olacağı görüşünü de belirtmiş bulunuyor. Fakat aradaki temizlik süresinin azamîsinin bir sınırı yoktur. Çünkü istihâza gören bir kişi olarak ergenlik çağına girmiş kadının dışında, aradaki temizlik süresi bir seneden fazla bile uzayabilir. Eğer kız is-tihâzalı olarak ergenlik çağına varacak olursa, o takdirde onun hayız süresi on gün, temizlik süresi onbeş gün ve lohusalık (nifâs) süresi de ileride geleceği gibi kırk gün olarak takdir edilir. Bu süreler belirli bir âdeti olmayanlar için söz konusudur. Şayet belirli bir âdeti olmuş ve âdetini de hayzın azamî süresini ve nifâs süresini de aşacak olursa, o zaman âdeti üzere kalır; bundan sonraki sürelerde gelen kan ise, istihâza kanı olarak kabul edilir.[262]
Hayız, ergenlik yaşına gelmenin alâmeti olarak kabul edildiği gibi; hayız halinde namaz kılınmaz, oruç tutulmaz, mescide girilmez, Kur'ân okunmaz ve ona el sürülmez, Kabe tavaf edilmez ve eşi ile cinsel ilişkide bulunulmaz.[263]
Bunun sebebi; Yüce Allah'ın Hz. Âdem'in kızlarını bu konuda iptilâ etmiş olmasıdır. Nitekim Hz. Âişe (r. anhâ), Peygamber'in (s.a.s.) hayız hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bu, Yüce Allah'ın, Âdem'in kızları üzerine takdir buyurmuş olduğu bir emridir."[264]
Gerçek şu ki; bazı kadınlar dünyanın güzelliklerine aldanıp, bu konuda gözleri görmez olur ve Allah'ın emirlerine boyun eğmemek noktasına gelir... Halbuki onlar Allah'ın bu takdirini hatırlarına getirecek olursa, O'na mutlaka dönerler. Hatta bizzat insanın kendisi başlangıcını ve sonunu düşünür, başının basit bir nutfe, sonunun ise pis bir leş olduğunu, kendisinin ise bu ikisinin arasında bir takım mazeretler taşıdığını düşünecek olursa... Evet şayet bunları düşünecek oiursa Yüce Allah'a isyanı düşünmez... Kadının, tabiatı gereği dünyayı ve dünyanın ziynetini sevdiğinden dolayı, Yüce Allah bu konuda ona bir imtihan vesilesi vermiş bulunuyor ki; böylece bunun bedelini ona vermiş olsun ve kadın da bunu görerek öğüt alsın.[265]
eş-Şeyh es-Subkî der ki: "Fakihlerin çoğunluğu kanın kesilmesi ile birlikte yıkanmadan önce isterse azamî süresinde olsun kadın ile cinsel ilişkide bulunmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah:
"Onlara temizleninceye kadar yaklaşmayınız"[266] diye buyurmuştur.
Hanefiler de şöyle demişlerdir: Ay hali olan kadının hayız süresinin azamîsi olan on gün geçecek olursa, kanın kesilmesinden ve kadının gusletmesinden önce bile cinsel ilişkide bulunmak helâl olur, ancak ilişkiden önce kadının gusletmesi müstehabdır.
"Şayet kan azamî süresi geçmeden ve fakat âdetinin dolması dolayısıyla kesilecek olursa, yıkanmadan yahut da su bulunmayacak olursa teyemmüm etmeden ve sahih olan görüşe göre de hatta namaz kılmadan, ya da namaz onun üzerine borç hale dönüşmeden, onunla ilişkide bulunmak helâl olmaz. Namazın kadın üzerine borç hale dönüşmeden, onunla ilişkide bulunmak helâl olmaz. Namazın kadın üzerine borç haline gelmesi ise ilk namaz vaktinin son süresinin de geçmesi ile olur. Söz konusu bu süre gusledebilecek, giyinip iftitah tekbirini alabilecek kadar olan süredir. Kanın namaz vaktinin girmesinden önce kesilmesi arasında herhangi bir fark yoktur. Meselâ kan öğlen namazından önce veya vaktinin baş taraflarında veyahut son taraflarında kesilecek ve geriye bu kadarcık bir zaman kalacak olursa, ikindi namazının vakti girmediği sürece gusletmeden ilişkide bulunmak helâl olmaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Temizleninceye kadar, onlara yaklaşmayınız. Temizlenecek olurlarsa, onlara Allah'ın size emrettiği yerden gidiniz."[267]
Yüce Allah'ın: "Temizleninceye kadar" buyruğundan maksat, kanın kesilmesidir. "Temizlendikleri zaman" buyruğundaki temizlikten maksat ise gusletmektir. İşte burada yer alan her iki emirle de amel etmek maksadıyla birinci temizlenmeyi ay halinin azamî süresi dolayısıyla kanının kesilmesine hamletmiş ve yıkanmayacak olursa cinsel ilişkide bulunmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. İkincisini ise azamî süreden daha az bir süre ve âdetin dolması nedeni ile kan kesilecek olursa, gusledinceye kadar, veyahut da namaz kılmak ile sorumlu oluncaya kadar onunla ilişkide bulunmanın caiz olmadığına hamletişlerdir. Şayet kan adetinden daha kısa bir süre içerisinde kesilecek olursa, gusletse bile âdeti dolmadan onunla ilişkide bulunulmaz. Çünkü büyük bir ihtimalle kan tekrar gelebilir.
Evzâî ve îbn Hazm, su ile avret mahallini yıkayacak olursa, İlişkide bulunmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Ancak ihtiyata en uygun olan yasak olanı işlememek maksadı İle kadının kam hayızın azamî süresi dolayısı ile kesilmiş bile olsa, gusletmeden ona yaklaşmamaktır.[268]
Doğum veya - bazı azaları şekillenmiş düşük bile olsa - çocuğun çoğunluk kısmının çıkması akabinde rahimden dışarı çıkan kandır.[269]
Nifâsın en fazla süresi kırk gündür. En az süresi için ise, belirli bir müddet yoktur. Çünkü onun sübûtunu bilebilmek için doğumdan fazla herhangi bir ek işarete gerek yoktur. Nifâsın müddeti ile ilgili olarak mezhep imamlarının çeşitli görüşleri vardır:
Şâfiîler nifâsın azamî süresinin altmış gün, çoğunluğunun ise kırk gün olduğunu söyler.
Mâliki mezhebi âlimleri de nifâsın azamî süresinin altmış gün olduğunu söylemişlerdir.[270]
Kadın ikiz doğuracak olursa, lohusalık süresi ilk çocuğun doğumundan itibaren kabul edilir, ikincisinden değil. Eğer birinci çocuk ile ikinci çocuk arasında bir süre geçecek olursa, lohusalık süresi birinci çocuğun doğumundan itibaren hesaplanır. İsterse bu süre lohusalık süresinin azamisinden sonra olsun. Böyle birşeyin vukuu varsayılacak olursa ve ikinci çocuk birincisinden kırk gün sonra gelecek olursa, ikincisinin doğumundan sonra gelecek kan lohusalık kanı değil, bir rahatsızlıktan ya da bir bozukluktan dolayı gelen kan olarak kabul edilir. Konu ile ilgili olarak mezhep imamlarının değişik görüşleri vardır:
Şâfiîler: Eğer anne ikiz doğuracak olursa, onun lohusalığı ikincisinden itibaren kabul edilir. Birincisinden sonra gelen kan ise lohusalık kanı olarak kabul edilmez. Eğer bu kan onun âdet süresine rastlayacak olursa hayız kanı demektir. Şayet âdetine rastlamayacak olursa bu bir hastalık ve bir bozukluğun sonucudur.
Mâlikîlem Kadın ikiz doğuracak olur ve ikisinin doğumları arasında -onlarca nifâsın azamî süresi olan- altmış günlük süre bulunduğu taktirde, o zaman her bir doğumun nifâs süresi ayrı hesaplanır. Şayet iki çocuğun nifâsı bir olur ve başlangıcı da ilk çocuğun doğumu kabul edilir.[271]
Lohusalık sırasında iki kan arasındaki temizlik süreleri ile ilgili olarak, yani kadının meselâ bir gün kan görüp bir gün görmemesi konularında mezhepler arasında farklı görüşler vardır.
Hanefîler: Lohusalık kanı arasındaki temizlik süreleri yine nifâs olarak kabul edilir. İsterse bu süre onbeş, ya da daha fazla güne kadar varsın.
Şâfiîler: Lohusalık kanı arasındaki temizlik şayet on beş günü bulursa, tercih edilen görüşe göre hepsi de nifâstan kabul edilir. Şayet doğumun akabinde kesinlikle kan gelmez ve on beş gün süre ile hiçbir şekilde kan gelmeyecek olursa, o takdirde bu sürenin tümü temizlik olarak kabul edilir. Bundan sonra kan gelecek olursa bu ay hali kanı olup, bu durumda kadının lohusalığı bulunmamış olur.
Mâlikîler: Lohusalık sırasındaki kan görmeler esnasında görülebilecek temizlik süresi eğer on beş günü bulacak olursa bu temizliktir. Onbeş günden sonra gelen kan ay hali kanıdır. Şayet temizlik süresi daha kısa olur ve bundan sonra kan gelecek olursa, o zaman gelen bu kan lohusalık kanı olarak kabul edilir. Böylelikle lohusalık süresine eklemek suretiyle azamîsine kadar tamamlanır. Yani kan görülen günler birbirine eklenir, kanın kesildiği günler hesaba katılmaz ve böylelikle bu hesap altmış kan görülen güne varılana kadar tamamlanır. Bu sayı tamamlandıktan sonra böylelikle kadının lohusalığı da son bulmuş olur. Kanın kesildiği günlerde de böyle bir kadının temiz olan kadınların yaptığı gibi, namaz kılması, gerekiyorsa oruç ve benzeri ibadetleri yapması gerekir.
Hanbelîler: Lohusalık kanı arasındaki temizlik süreleri aynı şekilde temizlik olarak kabul edilir. O bakımdan bu durumda olan kadının temiz olan kadınların yapabileceği herşeyi yapması gerekir.[272]
Hayız halinde olan kadın nasıl oruç tutamıyor ve benzeri işleri yapamıyorsa lohusa da aynı şekilde bütün bunları yapamaz.[273]
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Sana aybaşı halinden sorarlar. De ki: O bir rahatsızlıktır. O halde ay halinde kadınlardan ayrı durunuz ve temizleninceye kadar da onlara yaklaşmayınız. Temizlendikleri takdirde Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşınız. Muhakkak Allah tevbe edenleri de sever, tertemiz olanları da sever.”[274]
İslâm Hukuku insanların hayatına egemen olmak amacıyla gelmiştir. Böylelikle hastalıklar onlara bulaşmasın, helakleri ile sonuçlanacak tehlikelere düşmesinler, zorluklarla karşılaşmasınlar, problemler onların gayretlerini engellemesin. Tabii bu durum onların Allah'ın indirdiğine uymaları halinde söz konusudur... Fakat insanlar Allah'ın indirdiklerinden uzak kaldıklarından dolayı, hayatları oldukça daraldı, sıkıntılarla dolup taştı, kâbuslar üzerlerine çöreklendi, hayatın problemleri onları acılara gark etti.
Gerçek şu ki, İslâm hayatımızı ayakta tutacak, ya da buna yardımcı olacak ne varsa, bizlere emretmiş bulunuyor. Şu âyet-i kerimenin maksadına ve anlamına bakacak olursanız, belagat sahiplerinin akıllarını hayrete düşüren, eşsiz hatiplere küçük dillerini yutturan, muazzam yazar ve şairleri âciz bırakan bu âyet-i kerimenin mucizevî anlamı önünde saygı ile boyun eğersiniz. Ben burada "el-Fıkhû'l-Vâdıh" adlı eserin müellifinin bu âyet ile ilgili olarak bir doktorun yazdığından yapmış olduğu iktibası aynen aktarıyorum:[275]
"Ay hali dönemi tabii olmakla birlikte kadının çeşitli acılar çekmesine neden olur. Kadınlar normalde ay hali oldukları sürede mizaçlarının değiştiğini fark ederler. Genelde bedenlerinde bir yorgunluk hissederler. Bazı durumlarda göğüslerinde bile şiddetli acılar duyabilirler. Aslında aybaşı halinin normal acı ve ağrıları olarak kabul edilebilecek bir çeşit rahatsızlıklarla karşı karşıya kalırlar.
"Ay haline bilimsel ve terminolojik anlamı ile bir hastalık diyemezsek bile, tehlikeleri itibarıyla hastalıktan hiç de geri kalmaz. Çünkü onun sebep olduğu acılar ve bedenî zayıflık, kadını çeşitli hastalıklarla karşı karşıya bırakabilir. (...) Bazan hayzın, sözü geçen rahatsızlıkları birkaç kat artarak etkisi şiddetlenebilir. O kadar ki ay hali gören kadın büyük acılar ve oldukça fazla yorgunluklar hisseder. Bilhassa ilk günlerinde bunlar daha da artış gösterebilir.
"Ay hali gören kadın bazan oldukça şiddetli ağrılar da hissedebilir. Bunlarla birlikte baygınlıkla son bulan histerik rahatsızlıklar da görülebilir. Ben buna işaret ediyorum ki, kadın bütün bu zorluklarla karşı karşıya kalan biricik yaratıktır ve bu yükün altında kalan tek başına odur. Belki de ay halinin zorluklan Havva annemizin kızları arasında en çok yaygınlığı olan bir hastalıktır. Böyle bir durumda karşı karşıya kaldıkları zorlukların, gizledikleri ya da rahatsızlıklarının az veya çok olanını açıklamış oldukları dolayısıyla, onlardan mümkün olduğunca uzak kalmak gerekir."
İşte bu durum "ezâ (rahatsızlık)" kelimesinin taşıdığı pekçok anlamların sadece birkaç tanesidir. Hatta burada kanın kirliliğinden ve yerin süflîliğinden de söz etmemiz gerekir. İşte bu durum terbiyeli ve eğitilmiş bir erkeği, iffetini koruyarak nefsî arzusunun kölesi olmayarak zillete düşmemesini gerektirir.
Sözü geçen doktor şunları da söylemektedir:
"Hayız ve hayız döneminde cinsel ilişki kurmak, rahmin teaffününü hazırlayan en önemli sebepler arasındadır. Üstelik kısırlığın nedenidir de. Bu teaffün kadına en fazla ızdırap veren hastalıklardan olup, kadının tahammül edemeyeceği şekilde acılar çekmesinin sebebidir. Üstelik diğer pek çok tehlikelerin yanında ateşi de oldukça yükseltir ve bütün bunlar böyle bir teaffü-nün sonucudur. Bu teaffünün neden olduğu rahatsızlıkların en önemlileri belki de rahimin diğer kısımlarında ortaya çıkan rahatsızlıklardır.
"Ay halinde cinsel ilişkide bulunmanın erkeğe verdiği zararlara gelince, bunların en önemlileri arasında onun üreme organlarına isabet eden keskin iltihapları sayabiliriz. Çünkü mikroplar idrar kanalının içine doğru uzanır, hatta bazan mesaneye ve kasıklara bile isabet edebilir. Hatta bu iltihaplar kopper guddelerine ve prostata kadar ulaşır, meni haznelerine ve yumurtalıklara kadar varabilir."
Sözü geçen doktor şöyle devam ediyor:
"Ay halinde cinsel ilişkide bulunmak erkek için büyük bir tehlikenin habercisidir. O böyle birşeye kalkışmayacak olursa, Rabb'inin emrini anlarsa bu gibi tehlikelerden uzak kalabilir. İdrar kanalının rahatsızlanması basit bir olay değildir. Aksine böyle bir rahatsızlık tahammül edemeyeceği acıların sebebi olabilir. Bu rahatsızlıklar bu kanala yerleşecek olursa, bazan kesinlikle takat getirelemeyecek ağrıların doğmasına sebep olacak idrar yapma zorluğunu doğuran iltihaplara; Bu halde yapılacak idrar ile birlikte oldukça şiddetli bir "mezi" ifrazına neden olur. Bu hastalığın şiddetlenmesi halinde ise onunla birlikte kan dahi gelebilir. Bütün vücutta sıtma ve titreme gibi çeşitli ve genel bir takım arazlarla birlikte olacağı da açıktır. Üstelik genel bir zayıflık ve bütün organlarda bir çöküş de görülebilir.
"Hele iltihap arka tarafa uzanacak olursa, işte o zaman en büyük musibet ile karşılaşılmış olur. Kanla karışık irin oldukça artar, idrar yapmak zorlaşır ve bununla birlikte acılar kat kat yükselirken zayıflık da artar. İştah azalır. Bu durum sıtma ile birlikte varlığını sürdürür. Kalp çarpıntıları hızlanır ve yorgunluğu da artar... Çeşitli nedenler dolayısıyla hastalık müzminleşebilir, bununla birlikte son derece keskin ve tehlikeli genel bir takım rahatsızlıklar da görülebilir. Bunlar arasında haşefe iltihabı da vardır ki, gargarina rahatsızlığının ortaya çıkmasına neden olur. Bu ise erkeklik organının gevşemesi halinde görülür. Çoğu zaman böyle bir durum vücudun geri kalan kısımlarının da zehirlenmesini önlemek amacıyla organın kesilmesi operasyonunu gerektirebilir."
Şunları da ekler: "Gerçek şu ki; idrar kanalındaki basit iltihap sözünü etmiş olduğum bütün bu büyük rahatsızlıkların sebebidir... Bu iltihabın kasıklara ve böbreklerine kaidelerine kadar uzanması uzak değildir. O takdirde birinci halde idrar yapılamaz ve kan zehirlenir.
"İkinci durumda ise bu tür rahatsızlığın ilk akla gelen sonucu ölümdür."
Arkasından şunları da söylemektedir: "Yüce Allah'ın hayız nifâs hallerinde erkeğin hanımına yaklaşmasını yasaklaması bir takım rahatsızlıklara sebep olmasının da ötesinde erkeği belirli bir süre hanımından uzak kalmak konusunda sabırlı olmaya da alıştırmaktadır. Çünkü erkek çoğu zaman özel işleri dolayısıyla yolculuk yapmak ve çeşitli sürelerde ailesinden ayrı kalmak durumunda olabilir. O bakımdan bu halde ilişkinin haram kılınması ona bir merhametin sonucu ve onun azmini güçlendirmek hikmetini taşımaktadır. Belki de bu, kişiyi orucun sabıra, açlığa, az yemeye yahut da gidip gelmelerinde yemeği bulamaması hallerine tahammül gösterebilmesi için bir eğitim de olabilir. Kişinin hayatında karşılaşabileceği çeşitli zorluklara karşı direncini artırabilir. Her iki durumda da ilişkinin yasak kılınmış olması, insan vücudunu ani olaylara tahammül edebilmeye alıştırmak hedefini de gütmektedir. Tâ ki vücut alışkın olmadığı şeylerle aniden karşı karşıya kalmış olmasın ve bu konuda nefis gafil avlanmış olmasın."[276]
Bu husus erkeğin bilmesi gereken fıkhî bilgilerden olmakla birlikte kadınlar tarafından da bilinsin diye söz ediyoruz:
İbn Abbâs, Peygamber (s.a.s.) ay halinde olan hanımı ile cinsel ilişkide bulunan kişinin bir ya da yarım dinar sadaka vereceğine dair rivayette bulunmuştur.[277]
Hadîs ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri olduğu gibi keffâret konusunda da farklı görüşleri vardır. Şevkânî şöyle demektedir:
"Hadîs, ile halinde olan hanımına yaklaşan erkeğin keffâret ödemesi gerektiğine delildir. Nitekim, İbn Abbâs, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cubeyr, Katâde, Evzâî, İshâk ve Ahmed de bu görüştedir."
Sözü geçen bu zatlar keffâret konusunda farklı görüşlere sahiptir. Hasan ve Saîd, bunun keffâretlerinin köle azad etmek olduğunu söyler. Geriye kalanlar ise keffâretin gerektiğini söylemekle birlikte, hangi halde bir dinar,hangi halde yarım dinar verileceği konusunda rivayetlerin farklılığına göre farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Şevkânî bundan sonra şunu ekler:
"Bu görüş Şafiî'den ve Ahmed'e ait iki rivayetten birisinin arasında en sahih olan görüştür. Selefin çoğunluğuna göre onun için keffâret yoktur, yapması gereken, tevbe ve istiğfarda bulunmaktır."[278]
Sözün özü, bu iş gerçekten de çirkin bir davranış olduğundan dolayı kefâret ödemek gerekir. Eğer bana bu konuda bir görüş belirtmek düşerse, sunan söylerim: Gücü yeten ve ay halindeki hanımına yaklaştığı için keffâret idemek maksadıyla sadaka verebilen, sadakayı versin ve ayrıca Allah'a da tevbe etsin. Şayet sadaka vermeye gücü yetmiyorsa tevbe etmesi ve istiğfara devam etmesi gerekir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[279]
Ebû Saîd'in rivayet ettiği bir hadiste, Peygamber (s.a.s.) kadınlara şöyle buyurmuştur:
"Kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı gibi değil midir?" Kadınlar:
"Evet" dediler. Bu sefer:
"Bunun sebebi onun aklının eksikliğinden dolayıdır. Peki, kadın ay hali olduğunda namaz kılmaz ve oruç tutmaz, değil mi?" deyince, kadınlar:
"Evet," dediler. (Resûlüllah) bu sefer şöyle buyurdu:
"İşte bu durumu da dininin eksikliğindendir. "[280]
Şevkânî bu konuda şu açıklamaları yapar: "Resûlüllah'm "namaz kılmaz ve oruç tutmaz" şeklindeki buyruğundan, ay hali olan kadının oruç tutmaktan ve namaz kılmaktan alıkonulmasının, Şeriatın hükmü ile bu hadîsin söylendiği meclisten daha önce sabit olduğunu belirtmektedir. Hadîs aynı zamanda ay ali olan kadının ay hali esnasında namaz ve oruç ile mükellef almadığının delilidir, bu konuda icmâ' da vardır. Aynı şekilde hadîs, aklın artıp eksilebileceğine delildir. İman da böyledir. Burada kadınların akıllarının eksikliğinden söz edilmekten maksat, onları bundan dolayı kınamak değildir. Çünkü böyle birşeyin tercihinde onların herhangi bir dahilleri yoktur, aksine burada maksat, kadınların fitnesine düşülmesinden sakındırmaktır. Diğer taraftan dinin eksik olması bizzat günaha sebep olan konular çerçevesinde olmayıp, daha genel bir çerçeve içerisindedir."
Başka bir yerde şunu söylemiştim: Bizler bir bardak suyun eksik, bir başkanının ise dolu olduğunu söyleyecek olursak, eksik bardağı ayıplamış olur muyuz? Kesinlikle hayır, fakat onun durumu böyledir.
Muâze derki:
"Ben, Âişe'ye (r. anhâ) sordum:
“Ay hali olan kadın neden orucun kazasını yapar da namazın kazasını yapmıyor?” Bana şöyle dedi:
“Bu durumla biz Resûlüllah (s.a.s.) ile birlikte iken karşı karşıya kalırdık da orucun kazasını yapmakla emredildiğimiz halde namazın kazasını yapmak emri bize verilmezdi."[281]
Fukahâ, kadının namazı kaza etmesinin gerekmediği fakat orucu kaza etmesinin gerektiği üzerinde icmâ’ etmişlerdir. Nevevî, Müslim şerhinde şöyle der:
“İlim adamları der ki, her ikisi arasındaki fark (yani bu konuda namaz ile oruç arasındaki fark) şudur: Namaz sayıca çoktur ve tekrarlanan bir haldir. O bakımdan onu kaza etmek zordur. Fakat oruç böyle değildir. Senede bir defa farzdır. Belki de bu, ay içerisinde tutulamayan ve ay hali olunan günler bir veya iki gün olabilir.”
İbn Abbâs (r.a.) şöyle der:
“Eğer ay halinde bulunan kadın ikindi namazından sonra temizlenecek olursa öğlen ve ikindi namazlarını kılar. Şayet yatsı namazından sonra temizlenecek olursa akşam ve yatsıyı kılar.”
Abdurrahmân b. Avf da (r.a.) şunları söylemiştir:
"Ay hali olan kadın güneş batmadan önce temizlenecek olursa öğlen ve ikindi namazlarını kılar. Şayet fecirden önce temizlenirse akşam ve yatsı namazlarını kılar."[282]
Bazı kimseler şanı Yüce Rabbimizin:
"Ay halinde kadınlardan uzak durunuz."[283] buyruğundan maksadın, kadınlardan uzak durup, onlarla birlikte sofraya oturulmaması olduğunu sanabilir.
Ancak Sünnette bunun böyle olmadığını ortaya koyan haberler yer almıştır. Ayetteki bu ifadeden asıl maksat, onlarla cinsel ilişkide bulunmaktan uzak kalmaktır. Hattâ Resûlüllah'ın (s.a.s.) ağzını Hz. Âişe'nin ağzını koyduğu yere koyduğu bile rivayet edilmiştir.
Bununla ilgili olarak Hz. Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir:
"Ben ay hali iken kaptan su içer, sonra onu Peygamber'e (s.a.s.) uzatır, o da onu alarak ağzımı koyduğum yere ağzını koyar ve içerdi. Yİne ben ay hali iken kemiği alır, üzerindeki eti sıyırır, ondan sonra onu Peygamber'e (s.a.s.) uzatır, o da ağzını ağzımı koyduğum yere koyarak (geri kalanını) yerdi"[284]
Abdullah b. Sa'd (r.a.) şöyle demiştir:
"Peygamber'e (s.a.s.) ay hali olan kadınla birlikte yemek yemenin durumunu sorunca, bana onunla birlikte ye, diye emretti."[285]
Hadîs ay hali olan kadın ile birlikte yemek yenilebileceğinin delilidir. Tirmizî şunu ekler:
"İlim ehlinin genelde söylediği budur. Onlann hiçbirisi ay hali olan kadınla birlikte yemek yemekte sakınca görmemiştir." İbn Seyyidi'n-Nâs şerhinde:
"Bu insanların üzerinde icmâ1 ettiği bir konudur" der.[286]
1- Enes b. Mâlik'ten: Kadın ay hali olduğunda Yahudiler onlarla ne yemek yer, ne de odalarında birlikte kalırlardı. Peygamber'in (s.a.s.) Sahâbileri ona bunu sorunca Yüce Allah:
"Sana ay halinden sorarlar, de ki, o bir rahatsızlıktır, o bakımdan ay halinde kadınlardan uzak durunuz" âyetini sonuna kadar inzal buyurdu. Resûlüllah da (s.a.s.) şöyle dedi:
"Cinsel ilişki dışında herşeyi yapabilirsiniz."[287]
2- İkrime, Peygamber'in (s.a.v.) zevcelerinden birisinden şu rivayeti yapar:
"Peygamber (s.a.s.) ay hali olan bir kadından birşey isteyecek olursa, onun kadınlık organını örterdi."[288]
3- Mervân b. Ecda' der ki: Ben Âişe'ye (r. anhâ) sordum:
“Ay hali olduğunda erkek hanımından hangi ölçülerde faydalanabilir?” Bana dedi ki:
"Kadınlık organı dışında herşeyde."[289]
4- Hizam b. Hakîm, amcasından rivayet ediyor: Amcası, Resûlüllah'a (s.a.s.):
“Ay hali iken bana karımdan helâl olan nedir?” diye sordu, Resûlüllah:
"İzârın üst kısmı senindir buyurdu"[290]
Bu hadîslerden şunu görüyoruz: Birinci hadîs erkeğin yararlanması için kadının belirli bir tarafının istisna edilmediğine delâlet etmektedir, Burada sadece kadınlık organından uzak durulması emredilmiştir. Ancak bu halde bile arada bir engelin kadınlık organı üzerine konulması gerekir. İkinci hadîs ise, kadınlık organı dışında, her tarafından yararlanmanın caiz olduğunu gösteriyor. Üçüncü hadîs de aynı anlamdadır. Dördüncü hadîste ise ay hali olan kadının izârın üzerinde kalan kısmından yararlanılabileceği ve bunun caiz olduğu, bunun dışında kalan kısımdan yararlanmanın ise caiz olmadığı belirtilmektedir.[291]
Herhangi bir şekilde kadına arkasından yaklaşmak, kesinlikle caiz değildir. Bu haramdır. Kadın bu işe razı olacak olursa, o da günaha iştirak etmiş olur. Bunun haram olduğunun delili Yüce Allah'ın, kitâbı'ndaki şu buyruktur:
"Onlara Allah'ın size emrettiği yerden yaklaşınız"[292]
Sünnetten delili ise Resûlüllah'ın (s.a.s.) buyurduğu rivayet edilen şu hadistir:
"Kadınlara arkalarından varmayınız"[293]
Diğer bir delil, Ebû Hüreyre'den (r.a.) Resûlüllah'ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kadına arkasından yaklaşana lanet edilmiştir."[294]
Erkeğin haşefesinin arka tarafından halkasına sokulması ile bu haram işlenmiş olur. Ancak sadece haşefenin dışarıdan halkaya dokunması ve sokulmaması halinde haram olmak, söz konusu değildir. Ancak şu da vardır ki, tehlikeli bölge çevresinde dolaşanın tehlikeye düşmesi muhtemeldir.
İlişki ön taraftan olduğu sürece erkeğin karısına arkadan gelmesinde bir mahzur yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza istediğiniz şekilde varınız"[295]
Yani ilişki, çocuğun çıktığı yerden olduğu sürece, isterse yüzleri size dönük olsun, isterse arkaları dönük olsun, değişen birşey olmaz.
Sünnette şu rivayet sabit olmuştur: Ömer b. Hattâb (r.a.), Resûlüllah'a (s.a.s.) hanımına, arkasını dönmüş olarak önünden yaklaştığını bildirmek üzere şöyle demişti:
"Ben dün yolumu değiştirdim." Resûlüllah (s.a.s.) ona şu cevabı verdi:
"İster yüzyüze, karşılıklı, ister arkadan farketmez, ancak ay halinde ve arkadan yaklaşmaktan sakın."[296]
Şüphe bulunmayan konulardan bir tanesi de, erkeğin hanımına arkasından yaklaşmasının tehlikesi, onun ay hali ve lohusa halindeki yaklaşmasında bulunan tehlikelerden hiç de aşağı olmadığıdır.
O bakımdan erkekler bu gibi durumlardan sakınmalıdırlar ki, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a karşı gelmesinler. Kadınların da ne olursa olsun, ne kadar ısrar edilirse edilsin, bu gibi yaklaşmadan kendilerini korumaları, direnmeleri gerekir. Çünkü erkek olsun, kadın olsun bu gibi durumları arzu edenler, insanlıktan çıkmış ve insanlığın temel ilkelerinden, özelliklerinden uzaklaşmış, ruhları hayvanîliğe yaklaşmış demektir. İnsana düşen şehvetini sınırlandırmasını ve ruhu arınıp, duygulan güçlenerek düşüncesi parlayana kadar nefsine meydan vermemesidir...
Çünkü herhangi bir şeyden fazla lezzet alma arzusu, kalbi katılaştınr, insanı Allah'tan uzaklaştırır, farzları edâ konusunda bir takım ağırlıklar verir. Akıllı kimse tabiatını bilerek dünyadan nasibini alan ve âhiretin musibetlerini her halükârda unutmayan kimsedir. Herşeyi kuşatan ve doğru yola ileten Yüce Allah'tır.[297]
İstihâza, ay hali ve lohusalık zamanlan dışında rahmin iç taraflarından kanın akması halidir. Hayız süresi dışında ya da nifâs müddeti bittikten sonra gelen bütün kanlar veya bunların en az sürelerinden daha kısa süre gelen ya da ay hali yaşı olan dokuz yaşından önce akan bütün kanlar istihâza kanıdır.
İstihâza kanı gören bir kadın, sürekli burnundan kan akan, sidiğini tutamayan ve benzeri diğer özür sahipleri gibidir.[298]
İstihâza altı çeşittir
1) En az ay hali süresinden daha az olan,
2) Azamî ay hali süresinden daha çok olan,
3) Azamî lohusalık süresinden daha uzun süren,
4) Ay hali ya da lohusalık halindeki âdeti (belirli süreyi) aşan ve bunların ikisinden de daha uzun süre devam eden,
5) Şayet böyle olmazsa, o zaman bu kan ay hali kanı veya nifâs kanıdır,
6) Hanefîlere ve İmâm Ahmed'e göre rahmin ağzının tıkanması sebebiyle hamile kadının gördüğü kan. Allah'ın bunlarla ilgili açıklamaları biraz sonra gelecektir.[299]
İstihâza sürekli bu durum olduğundan dolayı namazdan, oruçtan veya ay hali ve lohusalık hallerinde yapılamayan diğer konulardan alıkoymaz. Yapılmasını engellemez. Bunun delili ise aşağıdaki şu hadîstir:
Hz. Âişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ebû Hubeyş Kızı Fâtıma, Peygamber'in (s.a.s.) huzuruna gelerek şöyle dedi:
“Ben istihâza kanı gören bir kadınım, hiç temiz olamıyorum, namazı bırakayım mı?” Hz. Peygamber ona şöyle dedi:
"Hayır, sadece ay hali olduğun günlerde namazını terket, sonra gusledip her bir namaz vakti için ayrıca abdest al, ondan sonra da namazını kıl. İsterse de kan hasır üzerine damlasın."[300]
Şevkânî der ki:
"Hadîs her bir namaz için abdest almanın gerektiğine delildir. Aynı zamanda gusletmenin yalnızca bir defa olmak üzere ve o da ay halinin bitmesi sırasında gerektiğine delildir."[301]
İkrime'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ümmü Habibe, istihâza kanı görür ve kocası da onunla ilişki kurardı."[302]
Hadîs, kan akma halinde bile olsa istihâza kanı gören kadın ile kocasının caiz olduğuna delildir. Cumhurun görüşü de budur. İbn el-Münzir, İbn Abbâs'ın, îbn Müseyyeb'in, Hasan el-Basri'nin, Atâ'nın, Said b. Cübeyr'in ve diğerlerinin bu görüşte olduklarını da bildirmiştir.
Ancak burada başka görüşe sahip olup da caiz olmadığını söyleyenler de vardır. Onlar bu konuda el-Hallâl'in, isnadını vererek, Hz. Âişe'den yaptığı rivayeti delil olarak göstermişlerdir. Söz konusu rivayette Hz. Âişe şöyle demiştir:
"İstihâza kanı gören kadına kocası yaklaşmaz." Bu görüşü savunanlar şunu der:
Çünkü kadın bu halde bir rahatsızlık ile karşı karşıyadır. Onunla ilişki kurmak ay halinde olan kadınla ilişki kurmanın haram olması gibi haramdır. İşte Yüce Allah ay hali olan kadına onun rahatsız olduğunu sebep göstererek yaklaşmayı yasaklamıştır. İstihâza kanı gören kadın da da bu rahatsızlık mevcut olduğundan, ona da yaklaşmanın haram olduğu sabit olur.
Benim görüşlerime göre; istihâza kanı gören kadın ile kocasının ilişki kurmasında zikrettiğimiz hadîs dolayısıyla herhangi birşey yoktur. Fakat kocanın gücü yettiğince bundan uzak durması elbette ki daha faziletlidir. Çünkü ay hali olan kadının rahatsızlığı istihâza kam gören kadında da söz konusudur. Fakat bu rahatsızlık ancak kısa bir süre kalmakta, bilâhare geçmektedir. O halde faziletli olan bu kısa sürede ilişki kurmaktan sakınmak ve rahatsızlığın geçmesinden sonra hanımıyla ilişki kurmaktır. Yüce Allah en iyi bilendir.[303]
İstihâza kanı gören kadının genel olarak üç durumu söz konusudur: Ya âdeti belli ve süresini hatırlar veya süresini hatırlamaz ya da henüz yeni âdet görmeye başlamaktadır.
a) Şayet âdeti belli ve âdetini hatırlıyor ise; âdet günlerinin sayısı ay hali kabul edilir. Bu d1 rumda âdet kanı olan ile olmayanı ayırsa da ayırmasa da namazı, orucu bırakır ve ay hali olan kadının yapamayacağı şeyleri yapmaz. Adet günleri dolduktan sonra gusleder, namazını kılar ve temizlenmiş kadının hükmüne geçer. Ancak Hanelilere ve İmâm Ahmed'e göre, her bir namaz vakti için abdest alır ve vaktin girişi ile çıkışı arasında istediği kadar farz ve nafile namaz kılar. Vaktin çıkması ile de abdesti bâtıl olur.
İmam Şafiî de şöyle demiştir: İstihâza kanı gören kadın ve onun durumunda olan diğer özür sahipleri, her bir farz namaz için başlı başına bir abdest alır ve onun peşinden de nafileleri kılar. Çünkü az önce geçen hadîste: "Namazdan uzak dur ve her bir namaz için abdest al." buyrulmuştur. İmâm Mâlik de şöyle der:
“Onlar için her bir namaz için abdest almak farz olmayıp, müstehaptır.” Çünkü Ümmü Seleme'nin hadisinde şöyle buyurulmuştur:
"Kendisine isabet eden bir durumdan önce, ay hali olduğu zamanlarda âdetinin kaç gül ve kaç gece olduğuna dikkat etsin ve her ay bv kadarlık bir sure namaz kılmayı terketsin. Bu süreyi aştıktan sonra gusletsin, sonradan temiz bir elbise giyinsin, arkasından namaz kılsın."[304]
Bu hadîse göre, belirli bir âdeti olan ve istihâza kanı gören kadın istihâza ve âdet kanlarını birbirinden ayırdetsin ya da etmesin, âdetine bağlı kabul edilir... Onun ayırdettiği kan ister âdet kanma uygun gelsin, isterse de gelmesin değişen birşey olmaz. Hanefîler bu görüşte oldukları gibi Şafiî'den gelen rivayet ile İmâm Ahmed'den yapılan meşhur rivayet de böyledir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) kadına kanı ayırdedip edemediğini sormamış bulunuyor. Bu teferruata dalınmaması, durumun genel halinde bırakılması demektir.
Mâlikîler ise şu görüştedir: Eğer kadın ay hali kanı ile istihâza kanını ayırt edemeyecek olursa, âdet esas alınır. Aksi takdirde bunları biribirinden ayırt edebilirse, hangisi olduğuna hükmederse o kabul edilir. Aynı zamanda bu Şafiî'den gelen iki görüşün sahih olanıdır. Ancak Şafiî'nin bu konuda bir şartı vardır ki, o da; görülen bu kanın onbeş günden fazla olmaması, bir gün bir geceden az olmamasıdır.
b) Kadının belirli bir âdeti var da ne zaman olduğunu ve sayısını unutmuş ise; Hanefiler bununla ilgili olarak şunu söyler: "Gereken araştırmasını yapar. Şayet ay hali kanı mıdır, temiz midir diye tereddüt edecek olursa, her bir namaz vakti için abdes alır. Gördüğü kan âdet kam mıdır, yoksa istihâza kanı mıdır ve buna göre temiz midir değil midir diye tereddüt edecek olursa bu sefer her bir namaz vakti için gusleder. Müekked sünnetlerin dışında kalan diğer sünnetleri kılmaz, mescide girmez ve eşi ile ilişkide bulunmaz. Eğer herhangi bir görüşe sahip değilse o zaman o "neye karar vereceğini bilemeyen şaşkın (mütehayyire)" kimsedir. Kesin olarak ay hali midir, yoksa temiz midir, şeklinde hüküm verilmez. Aksine en ihtiyatlı ne ise, o hükmü alır ve uygular. Bu bakımdan ay hali olan kadının sakındığı şeylerden sakınır, namazın dışında Kur'ân okumaz, Mushafa el sürmez, kocasına yaklaşmaz, her bir namaz vakti için gusleder, bu gusül ile sadece vitr ve farzı kılar, yalnızca namazın caiz olacağı miktarı okur. Okuyacağı miktarın vacip olmaları dolayısıyla Fatiha ve onunla birlikte bir kısa sûre olduğu da söylenmiştir.
Bu durumda olan bir kadın, Hacc edecek olursa İfâda Tavafını yapar, çünkü İfâda Tavafı rükündür. Daha sonra bunu on gün sonra tekrar iade eder. Arkasından vacip olduğu için Veda Tavafını da yapar. Ramazan ayının orucunu tutar, arkasından yirmi beş gün oruç kazası yapar. Çünkü onbeş gün ay hali olma ihtimali vardır. Geriye onun oruç tutabildiği gün süresi onbeş gün olur. Fetva onun iddet arası temizliğinin iki ay olarak takdir edileceği şeklindedir".
Şafiî şöyle der: “İddetini ve zamanım unutan, âdet sahibi bir kadın, niyet gerektirmeyen bütün konularda -boşanma müstesna- ay hali olan kadın hükmündedir. Göbek ile diz kapağı arasındaki bölgeye dokunmak, namazın dışında Kur'ân okumak, Kur'ân'a el sürmek, mescitte yapılacak bir ibâdet söz konusu olmaksızın mescidi kirletmekten korktuğu takdirde mescitte durmak ve oradan geçmek gibi. Boşanma konusunda ise onun hükmü temiz olan kadının hükmü gibidir. Namaz, oruç ve itikâf gibi niyeti gerektiren bütün ibâdetlerde de durum böyledir. Kanının kesildiği zamanı eğer bilmiyor ise, her bir namaz vakti içerisinde gusletmesi gerekir. Şayet kesildiği zamanı, sözgelimi akşam vakti olarak bilecek olursa o zaman her gün o vakitte guslederek akşam namazını kılması gerekir, geri kalan namazlar için de abdest almakla yetinir.”
c) İstihâza halinde olarak ergenlik yaşına gelirse; Hanefîlere göre onun hayız süresi her aydan on gün olarak kabul edilir. Ondan sonra yıkanır ve ayın geri kalan kısımlarında herbir namaz vakti için bir abdest alarak namaz kılar. Şâfıî ise şöyle der: îstihâza halinde başlayan bir kimse eğer âdet kanı ile istihâza kanını birbirinden ayırt edemezse namazı ve âdet görene haram olan işleri yapmayı terkeder. Ve bu terke kanı gördüğü vakitten itibaren başlar. Eğer gördüğü kan on beş gün ya da daha kısa bir süre içerisinde kesilecek olursa, hepsi ay hali kanı olarak kabul edilir. Şayet onbeş günden fazla devam edecek olursa onun âdeti bir gece ve bir gündüz kabul edilerek, ayın geri kalan kısmı temizlik olarak hesap edilir. Böylelikle de bir tam gün dışında kalan sürenin namazlarını kaza eder. Bu ilk ayından sonra gelen aylarda da onun âdet hali bir tam gün, temizliği ise yirmi dokuz gün olarak kabul edilir. Adet kanı ile istihâza kanını birbirinden ayırt edip, kuvvetli gelen kan bir gün ve geceden daha az bir süre devam ederse veya onbeş günden fazla sürerse yahut da zayıf gelen kan onbeş günden az devam edecek olursa o da aynı durumdadır.
İmâm Ahmed şöyle der: İstihâzalı olarak ergenlik yaşına giren ve belirli âdeti olmakla birlikte âdetini unutan kimse, şayet istihâza kanı mı, âdet kanı mı ayirdedemeyecek olursa (meselâ siyah veya kırmızı halinde olduğu gibi) veyahut da bunları biribirinden ayırdeder durumda olursa; (meselâ bazan siyah, katı ve kötü kokulu, bazan ince veya sarı ya da kokusuz olarak görmesi gibi ki siyah kanın ay hali kanı olması söz konusu değildir) fakat gelen bu kan, bir tam günden daha kısa süre veya onbeş günlük süreyi aşarak devam ederse; o takdirde namazı ve ay halinde yapılmaması gereken diğer bütün işleri her ayın altı veya yedi günlük süresi içerisinde terk eder. Çünkü bu süre çoğunlukla ay halinin devam ettiği süresidir. O bu iki süreden herhangi bir tanesini kendi galip zannına göre ictihâd ederek hangisini âdetine veya akrabası olan diğer kadınların âdetine yahut da hayız olma ihtimaline en yakın olan süreye göre belirler; arkasından gusleder, namaz kılar ve ondan sonra da her bir namaz vakti için ayrıca abdest alır.”
İmam Mâlik de şöyle der:
“İstihâzalı olarak ergenlik yaşına giren ve âdetini unutan ve bu iki kanı birbirinden ayırdedemeyen kimsenin ay hali onbeş gün olarak kabul edilir, ondan sonra yıkanır ve ayın geri kalan kısımlarında namazını kılar. Bu kanları birbirinden ayırarak ergenlik yaşına giren veyahut âdet gören kadın ise, ayırdetme esasına göre hareket eder. Böylece kuvvetli olan kan ay hali kanı, zayıf olan kan da istihâza kanı olarak kabul edilir”[305]
Fukahâ bunun ay hali kanı mı yoksa istihâza kanı mı olduğunda ihtilâf etmişlerdir:
Hanefiler hamile kadın asla ay hali olmaz ve onun göreceği kan doğum yapıncaya kadar bir rahatsızlık sonucu gelen kandır, derler. Ancak doğumdan sonra görülen kan lohusalık kanıdır.
İmam Mâlik de der ki:
“Hamile kadının gördüğü kan ay hali kanıdır. Çoğunlukla bu iki aydan sonra, altıncı aya kadar yirmi gün olarak devam edebilir. Altıncı ay ve sonrasında ise, otuz gün olabilir. Şayet bundan fazla devam edecek olursa, o takdirde gördüğü kan istihâza kanıdır. Namaz kılar, oruç tutar ve onunla cinsel ilişkide bulunulur. Bu husular ibadet ile ilgilidir. İddet ile ilgili konularda ise, esas oan doğumun yapılmasıdır.”
Şâfîîler de şöyle demektedir: Hamile kadın eğer bir gün ve bir geceden daha az olmayacak, onbeş günden fazla da sürmeyecek olursa gördüğü kan ay hali kanıdır. Çünkü çocuk emzirme bu kanın gelmesini alıkoymadığı gibi; hamilelik de bu kanın gelmesini önlemez. Tabii bu durum iddet dışında olan hallerle ilgilidir. İddette ise, doğumun yapılmasına itibar edilir.[306]
Kadının guslü tümüyle erkeğin guslü gibidir. Gusül vücudun tümünü su ile ıslatmak demektir. Ancak hayız ya da lohusalıktan gusletmek halinde kadının kanın etkisini, onu temizleyecek ve kanın kokusunu bastıracak kokusu olan bir temizleyici ile bu kanı izâle etmesi lâzımdır. Guslün rükünleri, niyyet ile sözünü ettiğimiz şekilde su ile vücudun ve saçın tümünü yıkamaktır.
Ümmü Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ey Allah'ın Resulü dedim, ben saçımı sıkı sıkıya örgü yapan birisiyim, boy abdesti almam gerektiğinde onu çözeyim mi? O: Hayır, dedi. Başına üç defa su dökmen, sonra da üzerine bol bol su dökmen senin için yeterlidir. Böylelikle temizlenmiş olursun."[307]
Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Âişe, Abdullah b. Amr'ın, kadınların gusletmek istediklerinde saçlarını çözmelerini emrettiği haberini alınca, şöyle dedi:
“İbn Amr'ın bu sözlerine doğrusu şaşıyorum. O, ha guslettikleri zaman kadınlara saçlarını çözmelerini emretmiş, ha saçlarını traş etmelerini emretmiş (fark etmez). Gerçekten ben Resûlüllah (s.a.s.) ile birlikte aynı kaptan gusleder, sadece başıma üç defa boşaltmakla yetinir idim”[308]
Urve, Hz. Âişe'den şu rivayeti yapar:
"Peygamber (s.a.s.), ay hali iken ona şöyle demiş:
“Saçını çöz ve yıka."[309]
Yine Hz. Âişe'den gelen bir rivayet: Ensârdan bir kadın, Peygamber'e (s.a.s.) ay halinden gusletmeyi sordu, Hz. Peygamber ona nasıl gusledeceğini emrettikten sonra şöyle dedi:
"Miskle kokulandırılmış bir kumaş parçası al ve onunla temizlen.” Kadın:
“Onunla nasıl temizleneyim?” Diye sorunca, Hz. Peygamber:
“Sübhanallah, temizlen işte,” dedi. Bunun üzerine ben o kadını yanıma çekerek şöyle dedim:
“Bu parçayı kan gelen yerlerde gezdir."[310]
Bu hadîslerden kadınların saçlarını çözmelerinin vacip olmadığını görüyoruz. Misk ile kokulandırılmış bir bez parçası ile temizlenmek emrinden maksat ise, hoş olmayan kokunun giderilmesidir. Bu ise fakihler tarafından sünnet kabul edilmiştir.
Kadının gusül sırasında saçının örüklerini çözmesi meselesi de söz konusu edilmiştir. Zorluğu önlemek ve gidermek için onun kafasının derisine varıncaya ve bundan emin oluncaya kadar başına bol bol su dökmekle yetinmesi -mümkündür. Şayet büyük bir ihtimalle suyun henüz varmadığına kanaat getiriyor ise bir daha su döker. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.s.) haber verdiği gibi her bir saçın altında cünüplük vardır.[311]
Çeşitli durumlar dolayısıyla gusletmek gerekir ki bunlar şöyledir:
1- Uyurken veya uyanık iken meninin şehvetle çıkması. Çünkü bu konuda Ümmü Seleme'den şu hadîs rivayet edilmiştir.
"Ümmü Süleyman şöyle dedi:
“Ey Allah'ın Resulü, muhakkak ki Allah haktan çekinmez- Acaba kadın rüyasında ihtilâm olursa gusletmesi gerekir mi?” (Hz. Peygamber):
“Evet, su görecek olursa yıkanması gerekir” dedi. Bu sefer Ümmü Seleme şöyle dedi:
“Kadın da ihtilam olur mu ki?” (Hz. Peygamber) şu cevabı verdi:
“Allah iyiliğini versin, peki çocuğu ona nasıl benzer?"[312]
Hadîs-i şerifte, kadının da suyun inmesiyle ihtilâm olduğunun delili, vardır. Su görecek olursa gusletmesi gerekir. Şayet meni şehvetsiz olarak hastalık, soğuk ya da benzeri bir sebep dolayısıyla çıkacak olursa bundan dolayı gusletmek gerekmez. Fukahânın bu konu üzerinde icmâı vardır. Erkek veya kadın ihtilâm olup da su görmeyecek olursa, gusletmeleri gerekmez. Fakat kadın uyandıktan sonra su çıkacak olursa, o zaman gusletmesi gerekir.
Avele'den şu rivayet gelmiştir: Peygamber'e (s.a.s.) erkeğin gördüğü şekilde rüya gören kadının durumunu sordu. Ona şöyle dedi:
"Nasıl erkeğe inzal olmadıkça gusletmek söz konusu değilse, kadın için de inzal olmadıkça gusletmek söz konusu değildir"[313]
Hz. Âişe'den (r. anhâ) şöyle rivayet edilmektedir:
"Resâlullah'a (s.a.s.), ıslaklık görüp de ihtilâm olduğunu hatırlamayan erkeğin durumu soruldu. O:
“Yıkanır.” dedi. Bu sefer ihtilâm olduğunu gördüğü halde ıslaklık görmeyen erkeğin dorumu sorulunca da: "Yıkanması gerekmez.” cevabını verdi. Ümmü Süleym şöyle dedi:
“Kadın da aynı şeyi görürse yıkanması gerekir mi?” (Resûlullah):
“Evet kadınlar da erkeğin öbür yarısıdır.” cevabını verdi."[314]
2- Erkeğin haşefesinin kadının fercine girmesi. İsterse inzal vâki olmasın. Çünkü bu konuda Hz. Âişe'nin (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur.
“Onun dört uzvu arasına oturur, sonra da haşefesi içeriye girerse gusletmesi vacip olur."[315]
Hadîste geçen "dört uzvu" ifadesinden maksadın, iki el ve iki ayağı olduğu söylendiği gibi, ayakları ve baldırları olduğu da söylenmiştir, ilim adamları erkeğin organını kadının organı üzerine koymakla birlikte içeriye sokmaması halinde onlardan herhangi birisine gusletmek gerekmeyeceği üzerinde icmâ' etmişlerdir. Gusül için bundan daha fazla bir kavuşmanın olması kaçınılmazdır. İşte az Önce geçen hadîsin diğer bir rivayetinde şu fazlalık vardır:
"İki organ birbirine kavuşur ve haşefe kaybolursa gusletmek vacip olur." Bu fazlalık ile birlikte hadîsi İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivâyet etmiştir.
3- Ay hali ve lohusalığın bitmesi. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.s.), Hz. Aişe tarafından rivayet edilen hadîsinde şu ifadeler yer almaktadır:
“Ay hali geldiği zaman namazı bırak, bittiği zaman ise guslet ve namaz kıl."
Bu hadîste sadece, ay halinden söz edilmekle birlikte lohusalık halinin de onun gibi olduğu konusunda sahabenin icmâı vardır.
4- Ölüm: müslüman vefat edecek olursa, Müslümanların onu yıkamaları vaciptir.
5- Kâfir olan kimse İslâm'a girerse: Onun da gusletmesi ve gelen rivayete uygan olarak iki rekât namaz kılması gerekir.[316]
1- Namaz kılmak.
2- Tavaf yapmak.
3- Mushaf a dokunmak ve onu taşımak.
4- Kur'ân okumak.
5- Mescitte durmak.[317]
İki kısma ayrılır:
A) Necis (pis) oldukları üzerinde ittifak bulunanlar.
B) Necis oldukları üzerinde ihtilâf bulunanlar.[318]
1- Bütün kara hayvanlarının leşleri. Deniz hayvanlarının ölmüşleri ise temiz ve helâldir.
2- Akıtılmış kan: Boğazlandığı zaman kara hayvanlarından akan kan demektir. Şer'an boğazlanmış olan hayvanın damarlarında bulunan kan ise temizdir.
3- Domuz eti.
4- İnsan sidiği.
5- İnsan gaitası.
6- Mezî. Cinsel zevk duymaya başlanıldığı sırada çıkan ince sudur. Kadınlardan gelene "kazi" adı verilir.
7- Vedî: Küçük abdest ya da yorgunluk akabinde çıkan nisbeten katı, beyaz sudur.
8- Eti yenen hayvanların sidiği.
9- Eti yenen hayvanların dışkısı.
10-Yenmesi helâl olmayan hayvanların eti.
11- Canlı olduğu halde hayvandan kopartılan her bir şey. Çünkü bu durumda o kısım meyte (leş) olarak kabul edilir. Canlı olduğu halde koyunun bacağının kesilmesi, buna Örnektir.
12- Hayız kam.
13- Nifâs kanı.
14- İstihâza kanı.[319]
1- Eti yenen hayvanların sidiği.
2- Eti yenen hayvanların pisliği.
3- Meni.
4- Köpek salyası.
5- Kusmuk.
6- Sinek, arı, hamam böceği ve benzeri kanı bulunmayan hayvanların ölüsü.[320]
Bir takım şeyler vardır ki, insanın onlardan kendini sakınması oldukça zordur. Bunları izâle etmesinde de zorluk ve sıkıntı söz konusudur. İşte bu bakımdan Şârî'i Hakîm, zorluğu kaldırmak ve meşakkati gidermek maksadı ile bunları muaf kılmıştır. Bunlardan bir kısmı:
1-Yolun çamuru: Özellikle kadınlar Allah'ın emrettiği şekilde, cilbâblarının (dış elbiselerinin) uzun olması dolayısıyla ondan kendilerini koruyamazlar.
2- Kanın az bir kısmı da muaf kabul edilmiştir. Ancak kadınlık organından çıkan kan ne kadar az olursa olsun muaf değildir.
3- İnsanın bir organından ya da eti yenen hayvanlardan akan irin ve cerahatin giderilmesinde zorluk var ise.[321]
Necaset olduğunu bilerek ve onu izâle etmek gücüne sahip olan bir kadın bu şekilde namaz kılacak olursa, namazı bâtıldır. Bunun Rabbimizin kitabından delili şanı Yüce'nin:
"Ve elbiseni tertemiz yap"[322] şeklindeki buyruğu, sünnetten ise, Resûlullah'ın (s.a.s.) şu buyruğudur:
"Sidikten kendinizi koruyunuz. Çünkü kabir azabının tümü ondan dolayıdır."[323]
Fakat erkek eşi ile ilişkide bulunduğunda kullandığı örtü ile örtünerek namaz kılarsa ya da bunun aksini kadın yaparsa, sahih olur mu?
Cevap, evettir. Ancak bunda herhangi bir necaset görmeleri hali müstesna; Çünkü Hz. Muâviye, Resülullah'dan (s.a.s.) şöyle bir hadîs rivayet etmiştir. Muâviye (r.a.) der ki:
"Ümmü Habibe'ye (r. anhâ):
“Peygamber (s.a.s.) hanımı ile ilişkide bulunduğu örtüye bürünüp namaz kılar mıydı?” diye sordum. O bana: “Evet, eğer onda herhangi bir pislik yoksa.” cevabını verdi."[324]
Hz. Câbir b. Semure'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir adam Peygamber'e (s.a.s.):
“Kendisi ile aileme yaklaştığım elbiseye bürünüp namaz kılayım mı?” diye sormuş, (Hz. Peygamber):
“Evet, onda herhangi birşey görmen müstesna. O zaman onu yıkarsın.” diye cevap verdi."[325]
Yerin temizlenmesi ile ilgili olarak da pek çok hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan bir tanesi de mescitte küçük abdest bozan bedevî ile ilgili hadîstir:
Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Biz mescitte Peygamber (s.a.s.) ile birlikte bulunurken bir bedevî gelerek mescit içerisinde küçük abdest bozmaya kalkıştı. Resûlullah'ın (s.a.s.) ashabı:
“Dur, dur,” demeye koyulunca, Resıılullah da (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Onun abdest bozmasını kesmeyiniz, bırakınız." Bunun üzerine küçük abdestini bozmasını bitirinceye kadar ona ilişmediler. Daha sonra Peygamber onu yanına çağırarak şöyle dedi:
"Şu gördüğün mescitlerde bu şekilde küçük abdest veya pislik olmamalıdır. Çünkü bunlar Şanı Yüce Allah'ı zikretmek, namaz kılmak, Kur'ân okumak içindir." Arkasından orada bulunanlardan birisine emir vererek, bir kova su getirtti ve üzerine boşalttı."[326]
Bedenin temizlenmesine gelince, bu konuda Resûlullah'ın (s.a.s.) şu hadîsi vârid olmuştur:
"Şu bedenlerinizi tertemiz yapınız. Allah sizleri temizleyecesice. Çünkü temiz, olarak geceleyen bir kimse yatağında olduğu sürece onun yanında bir melek de kalır. Gecenin her bir saatinde: Allah'ım, kuluna mağfiret buyur. Çünkü o temiz olarak gecelemiş bulunuyor diye dua eder." [327]
Elbisenin temizlenmesi: Elbiseye pislik isabet edecek ve bunun kan ve dışkı gibi bir cisim hali söz konusu ise önce kazınır, parmaklarla birbirine sürtülür ve su ile yıkanır.
Küçüğün sidiği: Henüz yemek yemeye başlamamış küçüğün sidiğinden elbiseyi temizlemek için onun üzerine su serpmek yeterli gelir. Ancak bu küçük, kız ise diğer pislikler gibi temizlenmesi gerekir.
Yerin temizlenmesi: Yer üzerine pek çok miktarda su dökmek suretiyle temizlenmiş olur. Nitekim az önce mescitte küçük abdestini bozan bedevî ile ilgili hadiste de durum böyle olmuştur.[328]
Fıtrat, eskiden beri rivayet edilen sünnet (yol, kanun), ilk başlanan hilkat; insanın hayatında üzerinde olması gereken şey demektir. Benim görüşüme göre İslâm'ın "fıtrat dini" olması şu demektir. İslâm insanlığın ancak kendileriyle düzelebileceği bir takım emirler, işler getirmiştir. Eğer insan eşya üzerinde kendi düşüncesini çalıptırıp o şekilde yön vermek isteyecek, bu konuda çalışacak ve gittikçe güzele basamak basamak varacak ve bunun için çalışacak olursa, son tahlilde İslâm'a varır... Dünyanın dört bir tarafında bulunan düşünür ve ıslahatçılar, insanlara hayatın istikamet alacağı hususları vermeye çalışıyorlar. Bunlardan doğru olan şeylere baktığınız takdirde İslâm'a uygun düştüklerini görürsünüz.
İşte bu bakımdan sizler, "insanlık" kelimesinin bazı kimseler tarafından kullanılıp durduğunu görürsünüz. Çünkü İnsanlar fiilen meyletmezlerse bile, hayatın karar bulabileceği, rahat verebileceği bir takım şeylere tabiatları ile meylederler. Bu gibi şeyleri doğruluğu, insanın ruhunu düzeltmekte sebat bulacak olursa, İslâm'a varılmış olacaktır... O bakımdan, bu gibi hususlara en uygun düşen yine: "İslâm" adını vermek olur.
İslâm bütün alanlarda kendi yolunu en muhkem ve sağlam bir şekilde ortaya koymuş, emretmedik hiçbir fazilet bırakmamış, sakındırmadık hiç bir düşüklük de terketmemiştir. İslâm her şeyin güzeline âşıktır. Tahareti ve iffeti kutsallaştırır, temizliği sever.
İslâm'ın izlediği yolu iyice düşünecek olursak, açıkça şunu görürüz:
"Muhakkak Allah çokça tevbe edenleri de sever, çokça temizlenenleri de sever."[329]
"Ey Adem Oğulları, her secde edilen yerde zinetinizi takınınız"[330]
İnsanların alışageldikleri etek traşı yapmak, sünnet olmak ve inşâallah ileride gelecek diğer bir takım alışkanlıklar da bunlar arasındadır.
Fıtrattan gelen sünnetleri bazı ilim adamları beş, diğer bazıları ise on tane olarak saymışlardır. Birinci görüşü savunanlar bu konuda Ebû Hürey-re'nin rivayet ettiği şu hadise dayanırlar:
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: Resûlullah (s.a.s.) söyle buyurdu:
"Bes şey vardır ki fıtrattandır: Etek traşı yapmak, sünnet olmak, bıyıkları kesmek, koltuk altlarını yolmak ve tırnakları kesmek."[331]
İkinci görüşün sahipleri ise Hz. Âişe'den rivayet edilen aşağıdaki hadîse dayanırlar:
Hz. Âişe'den (r. anhâ) gelen rivayette şöyle denilmiştir: Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
"On şey vardır ki fıtrattandır: Bıyıklan kesmek, sakal bırakmak, misvak kullanmak, buruna su çekmek, tırnakları kesmek, el ve ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altlarını yolmak, etek traşı yapmak, istincâda bulunmak.” (Hadîs râvîlerinden bir tanesi olan) Mus'ab b. Şeybe:
“Onuncusunu unutmakla beraber, herhalde mazmaza yapmak olmalıdır."[332]
Bu iki görüş de doğrudur. Ancak bunlar arasında kadın ile ilgili olanlar aşağıdaki fıtrî sünnetlerdir:
Etek traşı yapmak, misvak kullanmak, tırnakları kesmek, el ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altlarını yolmak ve sünnet olmak.[333]
Arapçada buna "istihdât" adı verilir. Çünkü bu amaçla demirden yapılmış ustura ve bıçak gibi şeyler kullanılır. İttifakla sünnettir. Ve temizliktir. İnsini pek çok hastalık ve iltihaplardan koruyucu özelliği vardır. Çünkü etekte biten kıllar cinsel organa oldukça yakındır. Burada pek âlâ pislik birikebilir ve altlarında da mikroplar yuvalanabilir.
Kadının 'ânesinden maksat: Onun cinsel organı çevresinde biten kıllardır. Makadın halkasının etrafında biten kıllar olduğu da söylenmiştir. Buna göre her iki tayftaki kılların da izâlesi gerekir. îstenen, 'ânedeki kılların giderilmesi olmakla birlikte, bunun keyfiyeti konusunda âlimler arasında ihtilâf vardır: Traş yapılarak mı yoksa yolunarak mı diye? Onların bazıları: Kadın için yolmak daha iyidir. Çünkü böylesi daha bir temizdir. Diğer taraftan erkeğin uzvu, traş sonucu kalan sertliklerden rahatsız olur. Ayrıca kadının şehveti erkeğin şehvetinin birkaç kat fazlası oluğundan ve yolmak bu şehveti azaltıcı traş etmek ise güçlendirdi olduğundan yolmasını tercih etmişlerdir.
Traş edilmesi görüşünü benimseyenler arasında İbn Dakîkî'1-İd de vardır. O şöyle der:
"Bazıları kadının traş olmasını tercih eder gibi olmuştur. Çünkü yolmak gevşeklik yapar. Nevevî'nin söylediği bu görüşü teyid etmektedir: Sünnet, erkek hakkında da kadın hakkında oa bıçak ile traş edilmesidir."
Ben ise yolmayı öngören görüşü tercih eder gibiyim, Çünkü bu hem daha faziletli, hem daha temiz ve erkekler tarafından daha çok sevilen birşeydir. Diğer taraftan kadının tabiatına da daha uygundur. Çünkü traş olmak kadının tabiatı ile uyuşmamaktadır. Diğer taraftan traş kılları güçlendirir ve arttırır. O bakımdan yine kadın tabiatına aykırı bir şekilde hızla biter. Kadınlarda ise kıl fazlalığı bir ayıptır. Çünkü onun yaratılışında bunlar yoktur. Yolmanın avret mahallini gevşettiğini söyleyenlere ise, önceki âlimler şu şekilde karşılık vermişlerdir: Kadının şehveti erkeğin şehvetinden birkaç kat fazladır. Diğer taraftan bu gevşeklik kısa bir süre için söz konusudur. Ayrıca traş etmenin kadının şehvetini artırıcı bir özelliğe sahip olması güzel değildir. Çünkü kadın bir an için bu gibi şeyleri düşünüp de nevalarına boyun eğebilir. Böyle bir durum ise, kesinlikle müslüman kadınlar için razı olamayacağımız birşeydir. O halde bu gibi durumlarda yapılması gereken şey, bizim hayamızı korumamıza ve Yüce Allah'a isyan etmekten uzak durmamıza yardımcı olacak hükümleri seçip uygulamaktır. O bakımdan ben yolmayı daha faziletli ve daha temiz bir davranış olarak görüyorum... Diğer taraftan yeni çıkmış bir çeşit pudra vardır ki, kadın bunu eteğine koyar ve birkaç dakika sonra rahatlıkla kılları yolar ve bu konuda da herhangi bir zorluk çekmez.
Etek kıllarını yolmanın belirli müstehap olan bir vakti yoktur. Ancak kırk günden fazla bırakılmaması gerekir. Koltuk altlarının yolunması ve tırnaklarının kesilmesi için de aynı süre söz konusudur.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir:
"(Resûlullah) bıyıkları kesmek, tırnakları kesmek, koltuk altlarımızı yolmak, eteklerimizi traş etmek için vakit belirleyerek kırk günden fazla bırakmamamızı (emretmiştir)."[334]
Kadının etek kıllarını başka bir kadının önünde yolması ya da başka bir kadının kendisinin önünde aynı işi yapmasına fırsat vermesi haramdır. Fakat özellikle câhil kesimlerin yaşadıkları bölgelerde, köylerde ve şehirden uzak kesimlerde câhil kadınlar bunu yapmakta; İslâm'da kadının avretini başka bir kadına, erkeğin de başka bir erkeğe açmasının haram olduğunu bilmemektedir. Ancak eşlerin avretlerini birbirlerine göstermeleri mubahtır, işte Resûlullah'a (s.a.s.):
"Biz avretlerimizin nesini alalım, nesini bırakalım (yani bunların hangisine bakmamız caizdir, hangisine bakmamız caiz değildir?)" sorusu sorulduğu zaman şu cevabı vermişti:
"Eşinin ya da sağ elinin mâlik olduğu dışında kalan kimselere karşı avretini koru".[335]
Burada "sağ elinin mâlik olduğu" ifadesiyle kastedilen cariyelerdir:
Uzun bir süreden beri ise cariyelerin varlığı söz konusu değildir.
Ebû Saîd el-Hudrînin (r.a.) rivayetine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Erkek erkeğin avretine bakmasın. Kadın da kadının avretine; Erkek başka bir erkekle aynı örtü altında bulunmasın, kadın da başka bir kadın ile birlikte aynı örtü altında bulunmasın."[336]
Buradaki "bulunmamak"dan kasıt, erkeğin erkek ile kadının da başka kadın ile aynı yorgan altında yatmamasıdır.
Fakat şu anda günümüz toplumunda olduğu şekilde eğer mesken bunalımı söz konusu ise, gereken tedbirlerin alınması şartı ile bir sakınca yoktur, ancak en güzel olan herkesin ayrı bir örtü ile örtünmesidir.[337]
Dişinin sünnet edilmesi, erkek organının girdiği yerin üst tarafında bulunan deriden bir parça kesilmesi şeklinde olur. Söz konusu bu parça hurma çekirdeğine ya da horozibiğine benzer. Doktorlar ve sünnet ile uğraşanlar bunu bilirler.
Şafiî gibi pek çok ilim ve fıkıh adamı sünnet olmayı hem erkekler, hem de kadınlar için vacip görmüştür. İmâm Mâlik ise bunun kadınlar için mendup olduğunu belirtmiş ve Şeddâd b. Evs'in Peygamber'den (s.a.s.) yaptığı şu rivayeti delil olarak göstermiştir:
"Sünnet olmak erkekler için sünnet, kadınlar için ise tekrîm edici bir husustur."[338]
ed-Dînu'l'Hâlis adlı eserin müellifi şöyle der:[339] "Doğrusu şu ki (kadınların sünnet olmasının) vacip olduğuna dair sahih hiçbir delil yoktur. Ancak sünnet olduğuna dair delil vardır. Nitekim: "Beş şey fıtrattandır" hadisinde olduğu gibi; yapılması gereken ise, onun aksini ortaya koyacak delil bulununcaya kadar, kesin olarak bilinen husus üzerine kalmaktır."
Yine aynı eserde şöyle denilmektedir:
"Sünnet vakti konusunda ihtilâf edilmiştir. îbn Habib, Mâlik'ten yaptığı rivayete göre, yedi ile on arasıdır. Doğum günü yapılması mekruhtur. Eğer ergenlik yaşına gelinceye kadar sünnet edilmeyecek olursa kendi kendisini sünnet yapabilirse bunu yapar, aksi takdirde bu yükümlülük sakıt olur (düşer). Kadın üzerinde bu durumda sakıt olması ise öncelikle söz konusudur.
"Hanbelîler de şöyle der: Yedi yaşından temyiz (iyinin kötüden ayırdedi-lebildiği) yaşına kadar yapılması müstehaptır. Yedi yaşından önce ise mekruhtur. Ergenlik yaşına geldiği takdirde kendisi için hayatî bir tehlikeden korkmazsa, yapması vacip olur."
"Ebû Hanîfe der ki: “Sünnetin vakti ile ilgili bildiğim birşey yoktur.” Bu bakımdan zamanı ile ilgili olarak Hanefîler arasında farklı görüşler vardır. Yedi ilâ dokuz arası veya on-oniki arası denildiği gibi ergenlik yaşı da denilmiştir."
"Şafiî mezhebinde doğru olan onun küçük kızın velisinin ergenlik yaşına gelmeden önce sünnet ettirmesi gerekir. Sahih olan görüşe, göre, küçüğün doğumunun yedinci gününde sünnet edilmesidir. Çünkü bu konuda Hz. Câ-bir'in (r.a.) rivayetine göre Peygamber (s.a.s.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i yedi günlük iken sünnet ettirmiştir. Bunu Ebu'ş-Şeyh ile Beyhakî rivayet etmişlerdir."
Geçen bu bilgilerden açıkça ortaya çıkıyor ki; dişinin sünnet edilmesi en azından güzel bir husustur. Aynı zamanda o bir taharet, bir temizliktir. Pek çok faziletleri vardır. O halde baba ve annelere düşen, erkekleri sünnet ettirdikleri gibi kızlarını da sünnet ettirmeleri ve bazı kimselerin: "Sünnette böyle birşey yoktur." demelerine kulak aşmamalarıdır. Burada bizim: Çağdaş Müslüman kadının gereklerinden bir tanesi de onun sünnet edilmiş olmasıdır, dememiz yeterlidir.
Bu sünnetin yapılacağı vakte gelince; benim görüşüme göre rivayetlerde de vârid olduğu şekilde küçük yaşta sünnet olmak daha faziletlidir. Fakat bu sünnet edilenin durumuna göre değişik olabilir. Sünnet sebebiyle zayıf olduğu için ölme ihtimali bulunan kimseyi sünnet etmenin gereği yoktur. O bakımdan kızın bünyesi güçlenip, bu konuda gerekli kudrete sahip olunca onu sünnet etmemiz gerekir. Her halükârda kızın durumu ayrı, erkeğin durumu ayrıdır. O bakımdan kızın meselâ iki yaşından daha küçükken sünnet edilmemesi gerekir. Çünkü küçük yaştaki kızın sünnet edilmesinde maslahat vardır. Bunun nedeni ise ergenlik yaşma yaklaşıldığı sırada derinin kalınlaşması dolayısıyla kesilmesinin ıstırabım artacağıdır.
Kız çocuğun sünnet edilmesi halinde erkeğin aksine yemek ziyafeti verilmemeye çalışılmalıdır. Kızın sünnet edilmesi dolayısıyla davet edilen kimselerin ise böyle bir davete icabet etmemesi gerekir.
Ibn el-Hâc, el-Medhal adlı eserinde şöyle der:
"Sünnet olan; erkeğin sünnet edilmesinin açıklanması, buna karşılık kızın sünnet edilişinin de gizli yapılmasıdır."[340]
İlim adamları koltuk altlarını yolmanın sünnet olduğu ve (traştan) daha faziletli olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bundan önce de sözünü ettiğimiz şekilde erkekler için aynı durum traş olmakla da gerçekleşir. Nitekim Yûnus b. Abdi'1-A'lâ şöyle demektedir:
"Şafiî'nin huzuruna girdim. Yanında koltuk altını traş etmekte olan berber de vardı. Şafiî bunun üzerine şöyle dedi:
"Ben sünnetin koltuk altını yolmak olduğunu biliyorum, fakat onun vereceği ağrıya tahammülüm yok."
Ancak biz bundan önce yolmayı kolaylaştıran pudra kullanmaktan söz etmiş idik. Bu durumda traş etmek yerine erkek için de kadın için de yolmak daha faziletlidir. Çünkü traş etmek kılların gücünü artırıyor, çoğalmasını sağlıyor. Böylelikle koltuk altının hoş olmayan kokusu daha bir ağırlaşıyor. Çünkü onu almanın hikmeti bu kokunun gitmesinin sağlanmasıdır.
Sağ koltuk altından başlamak müstehaptır. Çünkü sağdan başlamakla ilgili hadiste şu ifade de yer almaktadır: "Resûlullah (s.a.s.) abdest alışında, ayakkabısını giyişinde, saçını taramasında ve bütün işlerinde gücü yettiği kadar sağdan başlamayı severdi. "[341]
İlim adamlarının ittifakıyla tırnaklan kesmek sünnettir. Belirli bir vakti yoktur. Ne zaman kesilmeleri gerekirse o zaman kesilirler. Bununla birlikte efdâl olan Cuma günü namazdan önce kesmektir. Çünkü Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
"Peygamber (s.a.s.) Cuma günü namaza gitmeden önce bıyıklarını ve tırnaklarını keserdi."[342]
Evlâ olan tırnak ve saç gibi şeyleri toprağa gömmek yahut bunlara hakaret anlamına gelmeyecek herhangi bir şekilde onlardan kurtulmaktır. Meselâ onların yere atılması onlara bir hakaret kabul edilir. Bu hakaretlerden uzak kalmak ise, Âdemoğlunun bir parçası olan şeye gereken tekrimi göstermektir.
Tırnak kesmeye ayaklardan önce ellerden başlamak müstehaptır. Nitekim İmâm Nevevî (r. aleyh) şöyle demektedir:
"Ayaklardan önce ellerden başlaması müstehaptır. Önce sağ elin şehâdet parmağından başlanır, sonra orta parmak, sonra yüzük parmağı, daha sonra da serçe parmağının tırnağı kesilir. En sonra da başparmağın tırnağı kesilir. Daha sonra sol eline geçerek onun da serçe parmağından, daha sonra yüzük parmağına geçilir. Sonuna kadar elinin tırnaklarını kesmeyi tamamlar. Arkasından sağ ayağa geçilerek, onun da serçe parmağından başlanır. Daha sonra da sol ayağa geçilir."[343]
Parmak aralarını yıkamak başlı başına bir sünnet olup, vacip yani abdeste has bir şey değildir. Kulak etrafında ve içinde toplanan kirleri temizlemek de buna dahildir. Bu gibi yerlerdeki kirleri ıslattığı elini sürerek izâle eder. Çünkü kulağı yıkamak işitmeye zararlı olabilir. Burnun içini temizlemek de böyledir. Ter, toz ve başka sebeplerle ellerin herhangi bir yerinde gelip toplanan kirleri temizlemek de aynı hükme tâbidir.[344]
Misvak kullanmak fıtrattandır. Çünkü ağızın temizleyicisidir. Bundan maksat, dişleri temizlemek için çubuk ya da benzeri şeylerin kullanılmasıdır. Ancak en faziletlisi olanı Erâk ağacından olan çubukların kullanılmasıdır.
Misvak kullanmak abdest alırken mutlak olarak müstehap olduğu gibi mescitte kullanmak, başka yerde kullanmak, uykudan uyanırken, ağzın tadı ve kokusunun değişmesi halinde kullanmak, eve girerken kullanmak da aynı şekilde müstehaptır. Çünkü Ebû Hûreyre'den şu hadîs rivayet edilmiştir:
"Şayet ümmetime zorluk vermeyecek olsaydım, her namaz ile birlikte misvak kullanmalarını mutlaka emrederdim"[345]
Diğer bir rivayette ise "her abdest alışlarında"[346] ifadesi kullanılmıştır. Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Misvak ağızın temizlenmesi ve Rabbin razı edilmesinin sebebidir."[347]
Sünnette vârid olduğu gibi kullanıldıktan sonra misvakın yıkanması da sünnettir. Oruçlu olanın misvak kullanması müstehaptır. Ancak bazı ilim adamları günün son kısmında oruçlunun misvak kullanmasını hoş karşılamamışlardır. Fakat İmâm Şâfi'i'nin (r. aleyh) dediği gibi, bunda da sakınca yoktur.[348]
Yıkanmayı (guslü) gerektiren durumlarda kadının erkekten ayrıldığı noktalar vardır. Âdetin ve lohusalığın sona ermesi bunlardandır. İhtilam (rüyada şehvetle boşalma)dan dolayı kadına da erkeğe de yıkanma gerekir. Çünkü Allah Resulü (s.a.v.):
"Kim rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu görür de uyandığında yaşlık bulmazsa yıkanması gerekmez; ama kim uyandığında yaşlık bulursa, rüya görmemiş olsa bile yıkanması gerekir."[349] buyurur. Ancak bu noktada kadın erkekten biraz farklıdır, şöyle ki: Kadın rüyada cima ettiğini görür de uyandığında yaşlık bulamazsa; uyandığı andaki durumunu bakar, uyandığında sırtüstü yatıyor idiyse yıkanması gerekir. Çünkü kadından gelen akıntı bu tür yatışlarda geri kaçabilir ve rüyadaki cimalarda genellikle akma olayı olur. Kadın uyandığında eğer sırtüstü yatmıyor idiyse yıkanması gerekmez. Çünkü akma olayı olmamıştır. Bu sebeple yıkanmanın kadına farz olması için menisinin fercinin dışına çıkması şarttır, çıkmazsa yıkanması gerekmez, diyenler de vardır.
İster elle, isterse herhangi bir aletle olsun, uyanıkken şehvetle boşalma, erkeğin kamışının sünnet yerine kadar olan kısmının, kadının fercine ya da dübürüne girmesi, ölüm ve kâfirin müslüman olması gibi durumlarda yıkanmanın gerekmesinde ise kadın ve erkek eşittir.
Kadının fercine, erkeğin kamışından başka bir şey sokulması halinde, seçkin görüşe göre kadın şehvet duymuş ya da bundan şehveti kastetmiş ise yıkanması gerekir.
Kadının menisi sarı ve berraktır, erkeğin menisi ise beyaz ve koyudur. Buna göre kadın cima edip yıkandıktan sonra fercinden meni gelirse, kesinlikle kendi menisi olduğu takdirde tekrar yıkanır, ama kıldığı namazı iade etmez, şüpheli olduğu ya da erkeğin menisi geldiği takdirde ise bir şey gerekmez, sadece abdest alır.
Erkek, kamışına bir bez sararak organlar birbirinin sıcaklığını duymayacak şekilde kamışın ferce sokulması halinde yıkanmak, şehvet duymalarına bağlıdır. Duyuluyorsa yıkanmaları gerekir, duymuyorlarsa gerekmez. Fakat ihtiyat olarak yıkanmalıdırlar. Ancak günümüzde korunma aracı olarak kullanılan kılıf ya da prezervatiflerle sokulması durumunda ise, şehvet duysun ya da duymasınlar, yıkanmaları gerekir. Çünkü o sıcaklığı olduğu gibi ileten ince ve hassas bir zardan ibarettir.
Kadın yıkanmada iç fercini değil, dış fercini yıkamakla mükelleftir. Buna göre parmağını fercine sokmaz.
Yıkanırken kadın, erkeğin zıddına, örük halindeki saçını çözmek ve içine kadar suyu ulaştırmak zorunda değildir. Saçının dibini ıslatması yeterlidir. Ancak saçı dağınık olur, ya da tomar halde bağlı bulunursa tamamını ıslatmak zorundadır. Diplerini ıslattıktan sonra kadın sarkan saçlarını yıkamak zorunda değildir, diyenler de vardır.
Kadın yıkanırken, kullanılmakta olan küpe deliğine veya küpe atılmışsa suyun kolaylıkla gireceği küpe deliğine suyu ulaştırmak zorundadır. Ulaşmada kalbin kanaatine itibar edilir. Ancak delik kapanmış ve suyun girmesi sivri birşey sokmadan mümkün olmaz hale gelmişse bunu yapmakla mükellef değildir.
Kadının başını yıkaması kendine zarar veriyorsa yıkanmada başını sadece meshetmekle yetinir. Yoksa bunu bahane ederek kocasının arzusunu geri çeviremez.
Tırnağında ya da dudağındaki oje, ruj vs. boyalar, suyu altlarına geçirmeyen bir tabaka oluşturduklarından ötürü yıkanmaya engeldirler. Kına ve saç boyası ise böyle değildir. Ancak dudak boyası da altına su geçirmeyen bir tabaka oluşturmuyorsa o da yıkanmaya engel değildir. Zeytinyağı gibi yağlı olması zarar vermez.
Bakire olsun olmasın, bir kadına fercinin üzerinde cima yapılsa ve fercin üzerine akan meni rahmine ulaşsa bu kadının yıkanması gerekmez. Çünkü fercine birşey girmiş değildir. (Ama bu durumda kadın da tahrik olur ve orgazma ulaşırsa yıkanması gerekir mi? Allahu a'lem gerekir, çünkü bu durumda kadının menisi de akar. Menisi aktıktan sonra yıkanmasının gereği ise kesindir.)
Kadınların organlarının kendileri ya da bir başkası tarafından tahrik edilmesiyle doyuma ulaşmaları hali de aynıdır. Onda da boşalma olacağından bu yolla boşanan kadının da yıkanması gerekir.
Ancak iki önceki paragrafda anlatılan ilişki sonucunda kadın hamile kalırsa o ilişkiden dolayı yıkanması gerektiği anlaşılmış olur, yaptığı ibadetleri iade eder. Çünkü hamile kalmakla kadında da boşalma olduğu anlaşılmış olur.
Kadın on yaşlarındaki bir çocukla cima ederse kadının yıkanması gerekir. Çocuğun yıkanması da tavsiye edilir.
Cin geliyor cima ediyoruz ve kocamla cima ederken duyduğum tadı onunla cima ederken de duyuyorum, diyen kadının yıkanması gerekmez. Çünkü yıkanmayı gerektiren şey idhal (girdirme) ya da ihtilamdır. Bunlar onda yoktur. (Cinin yaptığı olsa olsa beynin cinsel ilişkiler merkezini uyarmak suretiyle ona cima ediyor izlenimini vermektir.) Ancak boşalma (orgazm) olur ve menisi akarsa yıkanması gerekir.
Husyelerle (çekirdekler) cima yapılsa yapanın da yapılanın da yıkanması gerekir.
Yıkanmayı gerektiren iki sebepten ötürü bir yıkanma yeterlidir. Meselâ âdeti sona erdikten sonra yıkanmadan kocasıyla cima eden kadının bir defa yıkanması yeterlidir.
İhtilam olma (rüyada boşalma) ya da eşiyle cima etme sebebiyle cünüp olan ve yakanması gereken kadının, yıkanmadan âdet görmesi halinde yıkanmaması ve yıkanmayı âdetin sonuna bırakması caizdir.
Yıkanma ile ilgili olarak burada söylediklerimiz çoğunlukla sadece kadını ilgilendiren konulardır. Yoksa yıkanma için söylenecekler bunlardan ibaret değildir.[350]
Abdestin niteliği (keyfiyeti) aslında kadın için de erkek için de aynıdır, ancak abdest için gerekli olan şeyleri de abdestten sayarsak, bir noktada erkeklerin kadınlardan ayrıldığını söyleyebiliriz. Bu nokta îslâm Fıkhında "İstibra" denen eylemdir. Kelime anlamı, beratı, yani kurtulmuş olmayı istemektir. Bununla, idrarını yaptıktan sonra damlama ihtimalini ortadan kaldırmak için alınacak tedbirler kastolunur ve erkekler için kuvvetli bir vaciptir. Kadınların istibra yapmalarına gerek yoktr. Çünkü onların organı kısa ve yayvan olduğu için idrardan sonra damlama ihtimali olmaz.
Abdestte kadınla erkek arasında fark gibi görünen bir nokta da avreti örtme meselesidir. Kadının kolları, bacakları ve saçı da avret olduğu için o abdestte avretini mahremi olmayanlara göstermeyeceği bir tarz ve bir yer seçmek zorundadır.[351]
Kadınlar ezan okumazlar. Okurlarsa mekruh olur. Çünkü kadının sesi avret değilse de fitneye sebep olabilir. Yani aslında Allah için kıyama çağrı olan ezan, kadının okuması halinde bazıları için duyguların bozulmasına ve gıcıklanmaya çağrı olabilir. Kadının okuduğu ezanı tekrarlamak bir görüşe göre güzel (müstehap), diğer bir görüşe göre ise vaciptir.
Kadınlar adetli ve lohusa iken okunan ezana icabet etmezler. Yani, ezan okunurken, söylenecek sözleri söylemezler. Halbuki, cünüp, ezana icabet eder.
Kamet getirmek de kadınlar için ezan gibi mekruhtur.
Kadının avreti erkeğinkinden değişik olduğu ve avreti örtmek namaz için gerekli (farz) olduğu için bu noktada da kadınlar erkeklerden ayrılırlar.
Kadınlar adetli ve lohusa oldukları zaman namaz kılmazlar ve bu sebeple kılmadıkları namazları sonradan kaza da etmezler. Halbuki erkekler için imkân bulunduğu sürece namaz kılmamak diye bir şey düşünülemez.
Namaza başlarken alınan tekbirde elleri kaldırma sünnetini erkekler kulaklara kadar kaldırmakla yaparken kadınlar omuzlarına kadar kaldırmakla yaparlar. Çünkü kadınların kollan da avrettir, fazla kaldırmakla bu emir yerine getirilmemiş olabilir. Ayrıca kadınlar tekbirde ellerini yenlerinden de çıkarmazlar.
Namazın kıyamında (ayakta) erkekler ellerini göbek altında tutarlarken kadınların göğüsleri üzerinde el bağlamaları ve sağ ellerini sol elleri üzerine, tutmaksızın koymaları sünnettir. Bunun sebebi de avretin böylece daha iyi bir tarzda kapatılmasıdır.
Namazın rukû'unda, erkekler dizlerini gergin tutar ve parmakları açık şekilde elleriyle kavrarken kadınların, dizlerini bükük bulundurup, ellerini, parmaklar aralıksız şekilde sadece dizlerinin üzerine koymaları ve sırtlarını erkeklerin tersine meyilli olarak bulundurmaları ve dirseklerini yanlarına yapıştırmaları da sünnettir. Bunlar da bunun örtünmeye daha elverişli olmasındandır.
Secdede kadınlar karınlarını uyluklarına yapıştırırlar, erkekler ise ayrı tutarlar.
Namazdaki oturuşta kadınlar erkeklerin tersine, "teverrük" tarzında; sol kalçası üzerine oturup, iki ayağını birden sağ tarafından çıkararak, uylukları biraz birbiri üzerine, sağ bacak da sol bacak üzerine gelecek şekilde otururlar.
Kadın erkeğe imam olamaz. Kadının kadına imam olması da mekruh
(nahoş)tur. Buna rağmen kadın kadına imam olursa önde değil, orta yerde olmak üzere aynı safta bulunur.
Namazların sesli okunması gereken ya da caiz olan yerlerinde kadınların sesli, yanı açıktan okumaları da caiz değildir.
Sabah namazını ortalığın iyice seçileceği aydınlığa kadar geciktirme demek olan "isfâr", erkekler için müstehap (hoş) olmakla beraber, kadınlar için müstehap değildir.
Kadınların namazı cemaatle kılmak için camilere gitmeleri de hoş bir davranış değildir. Halbuki bu, erkekler için kuvvetli bir sünnettir. Kadınların camiye gitmelerinde iki sakınca vardır:
a) Fitneye sebep olmaları yani, kem göz ve kem düşüncelere konu olmaları,
b) Allah'ın "evlerinizde oturun!"[352] emirine ters düşmeleri.
Allah Rasûlü: "Kadının odasında kıldığı namazı, evinde kıldığı namazından daha iyidir. Odasının gizli bir köşesinde kıldığı namazı da odasında kıldığı namazından daha iyidir."[353] buyurmuştur. Yani ne kadar çok sakınırsa o kadar iyi olur demektir. Bu konuda farzlarla nafileler arasında fark yoktur. Yani teravihe gitmeleri de hoş değildir. Yalnız bazı İslâm âlimleri, giriş çıkış kapıları ayrı olduktan sonra özellikle yaşlı kadınların camiye gitmelerinde sakınca olmamalıdır, demişlerdir. Ancak gitmeleri halinde onların da edeplerine son derece dikkat etmeleri, "cilbab" denen koyu ve süssüz dış elbiselerini mutlaka üzerlerine almaları gerekir. Cenaze namazı için evlerinden çıkmaları ise mekruh değildir. Çünkü cemaatle kılınmayınca onun yerini alacak bir namaz yoktur.
Namaz kıldırmakta olan birisine, imamlığa niyet etmiş olsun ya da olmasın, bir erkeğin uyması ve namazı cemaatle kılmaları caizdir. Halbuki, kadına da kıldırmayı niyet etmemiş olması halinde kadın ona uyup namazı beraber kılamazlar.
Kadınların cuma ve bayram namazlarını kılmaları farz değildir, ama kılarlarsa olur.
Cemaatle namaz kılınması halinde kadınlar erkeklerin ve varsa çocukların arkasında saf tutarlar. Eğer aynı namazı beraberce kılmak şartıyla kadın erkeklerin bulunduğu safta namaza durursa, sağındaki, solundaki ve arkasındaki erkeklerin namazı boşa gider (fasit olur).[354]
Oruç, sabahtan akşama kadar, yememek, içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamak demek olduğundan, kadınla erkeğin oruçları arasında bir fark yoktur. Bu yüzden farkı sadece kadınların özel halleri ile ilgili konularda görebiliriz. Meselâ kadın, adetli ya da lohusa olduğu günlere rastlayan farz oruçlarını, sonradan kaza etmek üzere bırakır.
Kadının tutacağı nafile oruç kocasının iznine bağlıdır. Çünkü o, kocasını haramdan koruyan bir kalkandır. Bazan kocasının istekleri gündüze rastlayabilir. Bu yüzden onun müsaadesi gerekir. (Aynı şey karşı taraf için de geçerli değil midir? Bu konuda bir açıklama görmedim. Bakara Sûresi 228. âyetinde:
"Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." buyurulur. Bu âyetin ifadesine göre, kadınların da kocalarına nafile oruç için izin verme, ya da vermeme hakkı vardır, denilebilir. Fakat bu tür ani istekler ve böyle bir ihtiyaç konusunda kadınların erkekler gibi olmaması, onlara böyle bir hak verilmemesine sebep olmuştur da denilebilir. Mesele araştırmaya muhtaçtır.)
Ramazanda kuvvetli ve kifâye bir sünnet olan "itikâf' konusunda da kadınlar erkeklerden ayrılır. İtikâf, Allah'ın rızasını kazanmak niyyetiyle cuma kılınan bir camide kalmak demektir. Kadınların evlerinde namaz kılmak için ayırdıkları bir yerleri varsa ancak orada itikâfa girebilirler. Böyle bir yer ayırmış değillerse onların itikatları sahih olmaz. Evlerinde itîkâfa girmeleri halinde de zarurî ihtiyaçları dışında dışarı çıkamazlar.[355]
Hac için en az bir yolculuk (sefer) mesafesi kadar yol gitmek zorunda olan kadının yanında kocası, ya da, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan bir mahremi bulunmalıdır. Mahreminin de güvenilir, ergin, akıllı olması, mecusî ve fâsık olmaması, kadın ihtiyar bile olsa mahreminin kadın düşkünü birisi olmaması gerekir. Kendisine hac farz olan ve böyle bir mahrem bulan kadını, kocası hacca gitmekten alıkoyamaz. Çünkü Allah'a itaat, kocasının hakkından önce gelir.
Kocasından boşanmış ya da kocası ölmüş olan kadının hacca gidebilmesi için iddetinin bitmiş olması gerekir. Bunun için kendi memleketinden hacca gidenlerin ayrılış tarihleri geçerlidir. O anda iddeti sona ermeyen kadın hacca gidemez.
Kadının, bir mahremiyle hacca gitmesi halinde mahreminin masraflarını karşılaması şarttır.
Kadınlar ihrama kendi elbiseleri içerisinde ve sadece niyyetle girerler, erkekler gibi iki parça bez kullanmaları ve dikişsiz elbiseleri giymeleri şart değildir.
İhrama girdikten sonra söylenecek "telbiye" cümlesini erkekler yüksek sesle söylerken kadınlar içlerinden okurlar.
Hac eylemleri sırasında kadınlar, erkeklerin tersine, başlarını örtmek zorundadırlar.
Mina'dan Mekke-i Mükerreme'ye inildiğinde yapılan ve "veda tavafı" da denen, taşralı için vacip tavafta, kadınlar adetli bulunurlarsa bu tavaf onların üzerinden düşer.
Haccın asıl unsurlarından (rükünlerinden) olan "ifâda tavafı" da denilen ziyaret tavafınd kanrerler gibi, "iztiba" denilen eylemi yapmazlar. "İztiba", erkeklerin tavafa başlamadan önce omuzlarına almış oldukları örtülerin birer ucunu sağ koltuklarının altından alarak sol omuzlarının üzerine atmalarıdır.
Kadınlar yine ziyaret tavafının ilk üç dönüşünde (şavt), erkekler gibi "remel" de yapmazlar. Remel; adımları kısaltıp, omuzları siikerek çalımlı bir sürat gösterisi yapmaktır.
Safa ve Merve tepeleri arasında sa'y yaparken erkekler için gerekli olan iki yeşil direk arasında koşmak, kadınlar için gerekli değildir.[356]
Cihadın kelime anlamı yorucu gayret ve çaba demektir. Bir yorum yapılmadan ve bir nitelik belirtilmeden tek başına cihad dendiğinde, Allah'ın dinini yüceltmek amacıyla dine karşı olanlarla yapılan sıcak savaş anlaşılır. Fıkıh kitaplarımızın hepsi, bu anlamdaki cihadın, çok kuvvetli bir farz olduğunu söylerler. Farz oluşu en güçlü delillerle sabit olduğu için cihadı kabullenmeyenlerin kâfir olacaklarında söz birliği ederler.
Yine îslâmî kaynakların ittifakına göre cihad toptan savaş emri verildiğinde herkese farz olur. Böyle bir seferberlik bulunmadığı zamanlarda ise sadece savunmaya yetecek kadar kişiye farz olur.
Bu açıklamalarla cihadın bir güç ve kuvvet işi olduğu anlaşıldığına göre o öncelikle erkekler üzerine bir farz olmuş olur. Ancak sözü edilen seferberlik durumunda kadınlar da cihada çıkmakla yükümlüdürler. Bizim İstiklâl (kurtuluş) Harbimizde kadınların çok büyük rolü olmuştur. Bu savaşta tırpa-nıyla, baltasıyla savaşan, cephelere omuzunda mermi taşıyan Nene Hatun'lar, Kara Fatmalar dünyaca meşhur olmuşlardır. İnançlarının ve namuslarının simgesi olan örtülerini Moskova, Yunan'a çiğnetmemek için çoğu erkeklerden daha erkek olmuşlardır. İşte bu genel durumda, kadın da cihada çıkar ve bunun için kocasının iznine gerek duymaz. Ama böyle genel durumlar söz konusu olmadığında kadın evinin kraliçesi olarak kalır. Savaşa çıkmaz.
Ancak her savaşta kadınların da bulunması ve özellikle geri hizmetlerinde, tedavi ve pansuman işlerinde görev almaları caizdir. Peygamber Efendimiz'in savaşlarında kadınlar da bulunmuştur.
Düşman tarafta bulunan deli, çocuk, âma, kötürüm, kesik kollu ve ihtiyar öldürülmediği gibi kadın da öldürülmez, hakaret edilmez. Ama bunlar da fiilen savaşa katılır veya komutan olarak bulunursa müstesna.
Kadınların cihada çıkmaları müslümanların kamu yararına zarar getirecekse çıkmalarına izin verilmez.
Süngü harbi gibi yakın savaşta kadınların vurucu güç olarak çıkmaları uygun değildir. Düşman eline geçme ihtimali olabilir, ya da mahremiyetlerine zarar gelebilir. Aynı sebeple genç kadınların ve kızların savaşa katılmaları da uygun görülmemiştir.
Kadının bu konumundan ötürü,
"Kadınlara da cihad var mıdır?" diye soran Aişe annemize, Peygamber Efendimiz:
"Kadınların cihadı öyle bir cihaddır ki, onda vuruşma ve çatışma yoktur. Evet, kadınların cihadı, şartlarına uygun olarak yapılmış hacdır." buyurmuştur.[357]
Bir başka hadislerinde de Efendimiz:
"Erkekler cihad yapıp fazla sevap alıyor, bize cihad yok mu?” Diye soran bir kadına,
“Kadınların cihadının, kocalarının hakkına riayet etmek, bu arada, bir zorunluluktan ötürü, birden fazla kadınla evlenirlerse buna tahammül etmek olduğunu bildirmiştir.”[358]
Gerçekten de erkeklere farz olan cihadla, kadınların üzerine evlenmek arasında büyük benzerlikler vardır. Öncelikle her ikisi de katlanılması çok zor olaylardır. Cihadda erkek, canını pazara sürmüş durumdadır. Çok evlilikte de kadm buna yakın durumlar yaşar. Cihadla evlilik arasındaki bir yakınlık da, çok evliliğin genellikle erkeklerin şehit olduğu ve azaldığı cihad dönemlerinde gündeme gelmesidir.[359]
Bilindiği gibi, Yüce Allah'ı tevhid (birkabul etmek), O'nun eşsiz varlığını bilip tasdik etmek, farz olan en büyük bir görevdir. Bundan sonra farzların en büyüğü ve en önemlisi namazdır. Namaz, imanın alâmetidir, kalbin nurudur, ruhun kuvvetidir, müminin miracıdır. Mümin bu namaz sayesinde Yüce Allah'ın manevî huzuruna yükselir, yüce Allah'a yalvararak manevî yakınlığa erer. Mürriin için ne yüksek bir şeref!..
Bütün hak dinler, insanlara namaz kılmalarını emretmişlerdir. Bizim sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)de, peygamber olarak gönderilişlerinden itibaren namaz kılmakla yükümlü olmuştur. Ancak o zaman, güneşin doğuşundan ve batışından sonra olmak üzere günde iki defa namaz kılınıyordu. Sonra Miraç gecesinde beş vakit namaz farz olmuştur. Hazreti Peygamber'in miracı ise, sahih kabul edilen rivayete göre, Medine'ye hicretlerinden on sekiz ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesinde olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i şeriflerde namaza dair birçok emirler ve öğütler vardır. Bütün bunlar, İslâm dininde namaza ne kadar büyük önem verildiğini gösterir. Bir ayet-i kerimenin anlamı şöyledir:
"Ey Resulüm! Sana vahy olunan Kur'an ayetlerini güzelce oku ve namazı gereği üzere kıl. Gerçekten namaz, edeb ve namusa uygun olmayan şeylerden, çirkin görülen işlerden alıkor. Her halde Yüce Allah'ı zikretmek, her ibadetten daha büyüktür. Yüce A ilah bütün yaptıklarınızı bilir."[360]
Namaz ibadeti ise, en büyük zikirdir. Diğer bir ayet-i kerimenin anlamı şöyledir:
"Namazı gereği üzere yerine getiriniz, zekâtı veriniz. Nefisleriniz için hayır olarak önceden ne gönderirseniz, onu Yüce Allah yanında (sevab olarak) bulursunuz; aslı kaybolmaz. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızı görür."[361]
Bir hadis-i şerifde:
"Namaz dinin direğidir." Buyurulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifin anlamı şöyle: "Namaz, kişinin kalbinde bir nurdur; artık sizden içini aydınlatmak dileyen, kalbindeki nurunu artırmaya çalışsın. "
İşte bütün bu mübarek ayetlerle hadis-i şerifler, namazın Yüce Allah yanında ne kadar büyük ve makbul bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir.
Gerçek şu ki, namaz çok mukaddes bir ibadetin Namazın faziletlerine nihayet yoktur. Namaz, aklı yerinde olan ve buluğ çağına ermiş bulunan her müslüman için belli vakitlerde yapılması gereken şerefi yüksek, farz bir görevdir. Bu önemli farzı yerine getirenler, Yüce Allah'ın pek büyük ikram ve ihsanlarına kavuşacaklardır. Bunu kasden terk edenler de, azabı çok şiddetli olan Allah'ın acıklı cezasını çekeceklerdir.
Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur.
İnsan bir düşünmeli, her an Yüce Allah'ın sayısız nimet ve ihsanlarına kavuşmaktadır. Öyle ikramı bol, merhameti geniş olan yaratıcımızın tükenmeyen lûtuflarına karşı teşekkürde bulunmak gerekmez mi?
İşte insan, namaz yolu ile şükür borcunu ödemeye, yaratıcısının lütuf ve nimetlerini tatlı bir dil ile anarak kulluk görevini yerine getirmeye çalışmış olur. Bu bakımdan: "Namaz, şükrün bütün çeşitlerini bir araya toplar." denilmiştir.
Bununla beraber namaz ruhu temizleyen, kalbi aydınlatan, imanı yüksek duygulardan haberdar eden, insanı kötülüklerden alıkoyan, insanı hayırlara, düşünceye, tevazu ve intizama götüren en güzel bir ibadettir.
İnsan namaz sayesinde nice günahlardan kurtulur ve Yüce Allah'ın nice ihsan ve ikramlarına kavuşur.
Namaz, manevî hayattan başka maddî hayata da canlılık verir. İnsanın temizliğine, sağlığına ve intizamla hareket etmesine sebep olur.
Namazın meşru kılınmasindaki hikmetler ve yararlar her türlü düşüncenin üstündedir. Fakat bir müslüman namazını yalnız Yüce Allah'ın rızası için kılar, yalnız yaratıcısına şükür ve saygı için kılar. Namazın insana yararı olmadığı düşünülse dahi, yine bunu bir kul görevi bilerek sadece Allah'ın emrine uymak için yerine getirmeye çalışır. Bu kutsal görevin yerini hiç bir şeyin tutamayacağını kesinlikle bilir. Namaza harcayacağı yerini hiç bir şeyin tutamayacağını kesinlikle bilir. Namaza harcayacağı dakikaları, hayatının en mutlu ve neş'eli zamanı olarak kabul eder.
Doğrusu, geçici hayatın son bulmayacak birçok kazançları ancak namaz sayesinde elde edilir. Namaza ayrılan saatler, sonsuzluk aleminin tükenmez mutluluk günlerini hazırlamış olur.
Bu çok mübarek ve pek feyizli ibadete gereği üzere devam edenlere müjdeler olsun!..
Sonuç olarak şunu diyebiliriz:
Eğer İslâm'ı tek kelime ile anlatmamız istense, "Namaz" diyebiliriz. Bu yüzden Allah Rasülü namazı, "dînin direği" diye nitelemiştir.[362]
İnsanlar Allah'ı tanımak için yaratılmışlardır.[363]
Allah'ı iyi tanımışlığın en güzel göstergesi namazdır.
Namazın toplayıcılık niteliği vardır. Onda her türlü ibadetten bir parça bulunur.[364]
Namazı Yaratıcımız (c.c.) imana denk tutmuş ve kıble değiştiğinde,
"geçmiş namazlarımız boşa mı gitti?" diye soranlara,
"Allah sizin imanınızı zayi etmez" buyurarak, namazdan
"iman" diye söz etmiştir.[365]
Bu yüzden sevgili Peygemberimiz (s.a.s.)'in arkadaşları da:
"Biz namazdan başka hiçbir ibadeti terketmeyi küfre yani, kâfir olmaya denk saymazdık" demişlerdir.
Dünyada en üst makamdan en aşağı görülenine kadar herkesi aynı safta toplayıp, Allah'ın karşısında hepsinin insan olarak eşit olduklarını namaz kadar vurgulayan bir başka eylem yoktur.
İnsanın bedeninin gıdaya ve çeşitli vitaminlere ihtiyacı olduğu gibi ruhunun da gıdaya ve vitaminlere ihtiyacı vardır. Ruhun temel gıdası namazdır. Ve insanın bedeni çeşitli kirlerle kirlendiği gibi ruhu da kirlenir. Namaz bu her iki kiri de temizler.
Namaz insanı yalnızlık duygusundan kurtarır. Günde en az beş defa tekbir alırken dünyayı ve içinde bulunanları arkasına atan, bu hareketiyle en azından şunları demek ister:
“Bütün dünya bir yana olsa bana Allah'ım yeter. Ben Ondan başka boyun eğecek kimse tanımıyorum.”
“Allah-u Ekber = En büyük Allah'tır, diyorum ve benim namazıma O'nun ihtiyacı olmadığını da böylelikle itiraf ediyorum.”
Namaz sevgili Peygamberimiz aracılığıyla bizzat Yüce Allah'ımızın bize gönderdiği bir hediyedir; onu nasıl reddederiz?
Namaz Miraç hediyesi olmakla mü'minlerin Miracı sayılmıştır. Yani namaz insanı manâ âleminde alabildiğine yükselten bir asansördür. Ona tutunmayanlar aşağıların aşağısında kalacaklardır.
Namaza belki de en az muhtaç olan insan, Allah'ın Rasûlü Muhammed'dir. Ama o, aynı zamanda namazı en iyi anlayan insandır. Bu yüzden onun, ayaklan şişecek kadar namaz kıldığı olurdu. Aişe anemiz ona bir seferinde acıyarak:
"Ey Allah'ın Rasûlü, Allah senin geçmiş-gelecek bütün günahlarını bağışladığını söylüyor, öyleyse kendini bunca yormak niçin?" diye sormuş. O da:
"Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurmuştu"[366]. Demek ki namaz, Allah'ımızın verdiği sayısız nimetlere karşı da bir şükür, yani teşekkürdür.
Artık kalp temizliğinin nasıl olduğunu daha iyi anlıyor olmalıyız. Demek ki, kalp temizliği namaz kılmamayı değil, daha çok kılmayı gerektirir.
Ancak namazın bütün bu iyi etkileri için bir şart vardır: Onu Allah'la yüz yüzeymiş gibi kılmak. Yani "huşu" ya da "ihsan". Kendisini Allah'la konuşuyor sayarak o şekilde namaz kılanın önünden geçilmez. Konuşanlar arasından geçmek terbiyesizliktir.
Bu yüzden Allah, kurtuluşa erecekler içerisinde öncelikle namazlarını "huşu" içinde kılanları sayar.[367]
Bu yüzden Allah (c.c.)
"Beni anmak için namaz kıl.”[368] buyurur. Demek ki namaz Allah'ı anmak yani zikretmek ve hatırlamak için kılınır.
Bu yüzden Allah (c.c): "dosdoğru kılınan namaz insanları her kötülükten alıkoyar."[369] buyurur. Bunu herkes, kırk gün değil, sadece bir hafta, hattâ bir gün huşû'lu namaz kılmakla açık seçik görür. Ama olabildiğince düşünerek, olabildiğince kontaktta...
Bu yüzden Allah Rasûlü dünya meşgaleleriyle yorulduğu ve sıkıltığı zamanlarda:
"Ey Bilal, kalk da bizi ferahlat”[370] yani, ezan oku da namaz kılalım, buyururlardı.
Onun arkadaşlarından bazıları da namaza durduklarında Allah'tan başka her şeyi unuturlardı. Hattâ birisinin sırtına ok saplanmıştı. Acısına dayanamadığı için çıkaramıyorlardı. Bu yüzden o namaza durduğunda çıkardılar. Duymamıştı bile.[371]
Bir başkası, namazda hatırına gelip kendisini Allah'ı anmaktan alıkoydukları için, çok değerli hurma bahçesini Allah Rasûlü'ne bağışladı.[372]
Artık nasıl namaz kılmayız? Nasıl Allah'a kulluğu kabullenmeyiz? Nasıl çocuğumuza namaz kıldırmamakla ona acıdığımızı zannederiz? Namazın yaşını da, onu emreden belirliyor ve elçisine:
"Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namaz kılmayı öğretin ve onları namaza başlatın, on yaşına geldiklerinde de, eğer namaz kılmadıkları olursa, dövün, yataklarını da ayırın" buyuruyor.[373]
1. Salât: Namaz demektir. Çoğulu "Salâvat'dır. Salât, sözlükte dua manasına da gelir:
"Allahümme salli ve sellim alâ seyyidina Muhammedin ve alâ ali seyyidina Muhammet = Allah'ım! Efendimiz Muhammed'e ve onun ailesine selâmet ve rahmet ihsan buyur." Bu salât ve selâmdan maksat, Peygamber efendimizin hem dünyada, hem de ahirette her türlü ikrama kavuşmasını istemekten ve bu vesile ile kendisine olan bağlılığımızı ve saygımızı göstermekten ibarettir.
2. Tekbir: "Allahü Ekber" demektir.
3. Kıyam: Ayakta durmaktır.
4. Kıraat: Kur'an-ı kerimden bir miktar okumak demektir.
5. Rükû: Sözlükte eğilmek demektir. Din deyiminde, namazdaki okuyuştan sonra eğilerek baş ve sırtı düz bir şekle getirmektir.
6. Kaveme: Rükû halinden doğrulup da bir defa "Sübhane Rabbbi-yel'azim" diyecek kadar ayakta durmaktır.
7. Secde: Namaz kılarken yere eğilerek yüzün bir kısmını, Yüce Allah'a saygı için yere koymaktır. Arka arkaya yapılan iki secdeye "Secdeteyn" denir. "Sücûd" sözü de, secde etmek ve secdeler manasına gelir.
8. Celse: İki secde arasında bir defa "Sübhane Rabbiyel'azim" diyecek kadar oturmaktır.
9. Ka'de: Namazda teşehhüd için, "Ettahiyyatülillâhi" yi okumak için oturmaktır. Bir namazda iki defa oturulursa, birinci oturuşa "kade-i Ûlâ = ilk oturuş", ikincisine de: "Kade-i Ahire = son oturuş" denir.
10. Rek'at: Namazın bölüklerinden her biri demektir. Şöyle ki: Bir namazda kıyam, rükû ve iki secdenin toplamı bir rekâttır. Bir namazda iki kıyam, iki rükû ve dört secde bulunursa, o namaz iki rekâtlı olur. Üç veya dört kıyam bulunursa, o namaz üç veya dört rekâtlı olur.
11. Tadili Erkan: Namazın huşu içerisinde ve erkan'a riayet edilerek kılınmasıdır.
12. Şef: Çift manasında olup namazların her iki rekâtına denir. Dört rekâtlı bir namazın önceki iki rekâtına "birinci şef son iki rekâtına da "ikinci şef" denir. Üç rekâtlı bir namazın üçüncü rekâtı da, "ikinci şef demektir.[374]
Namazlar, farz, vacib, sünnet ve müstahab nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Aklı yerinde olan ve buluğ çağına eren her müslümanın günde beş defa belli vakitlerde belli rekâtlarla kılacağı namazlar, birer farzı ayndır. Cuma namazı da bu kısımdandır. Vitir ve bayram namazları birer vacibdir. Farz namazlardan önce veya sonra yahut hem önce, hem de sonra kılınan bir kısım namazlar birer sünnettir. Teravih namazı da böyledir. Diğer vakitlerde sadece Allah'ın rızası için kılınan ve nafile (tatavvu) denilen bir kısım namazlar da, ya birer sünnet veya müstahabdır. Kuşluk namazı gibi;
Bütün bu namazların sahih olması için birtakım şartları ve rükünleri vardır. Bunların yerine getirilmesi de birer farzdır. Bunlar namazların farzlarını teşkil eder. Bunlardan başka, namazların birtakım vacibleri, sünnetleri ve edebleri de vardır.
Namazların birtakım mekruhları ve müfsitleri de vardır. Her namazın bunlardan beri olması lâzımdır. Bunun için her müslümanın bunları bilip ona göre din görevini yerine getirmesi gerekir.[375]
Namazların rekâtlarına gelince:
Sabah namazının iki rekât sünneti ve iki rekât farzı vardır.
Öğle namazının dört rekât önce kılınan sünneti, dört rekât farzı ve iki rekât son sünneti vardır.
İkindi namazının dört rekat sünneti dört rekat farzı vardır
Akşam namazının üç rekât farzı ve sonra kılınan iki rekât sünneti vardır.
Yatsı namazının dört rekât ilk sünneti, dört rekât farzı ve iki rekât son sünneti vardır.
Cuma namazının dört rekât ilk sünneti, iki rekât farzı, dört rekât son sünneti, iki rekât da "vaktin sünneti" adıyla diğer bir sünneti vardır.
Vitir namazı ise, üç rekâttan ibarettir. Bayram namazları ikişer rekâttır.
Teravih namazı yirmi rekâttır. Diğer nafile namazlar da, en az ikişer rekâttır. Bütün bunlar sırası ile açıklanacaktır.[376]
Namazların farzları on ikidir. Bunlardan altısı, daha namaza başlamadan önce yapılması gereken farzlardır ki, şunlardır:
1. Hadesten taharet
2. Necasetten taharet,
3. Setr-i avret,
4. Kıbleye yönelmek
5. Vakit,
6. Niyet
Diğer altısı da, namazın başlangıcından itibaren bulunması gereken farzlardır ve şunlardır:
1. îftitatı (namaza girme) tekbiri,
2. Kıyam
3. Kıraat,
4. Rükû,
5. Sücûd,
6. Kaide-i ahire (son oturuş).
Bunlara da "Namazın rükünleri" denir. Bunlar namazın aslını ve temelini teşkil ederler.
Yukarıda sayılan on iki farzdan başka, namazda "Tadil-i Erkân-a riayet edilmesi, İmam Ebu Yusuf ile üç İmama göre, farz olduğu gibi, namazlardan kendi iradesi ile çıkmak da İmam Azam'a göre bir farzdır. Buna "Huruç bisun'ihi = kendi isteği ile çıkmak." denir. Bunlarla namazın rükünleri sekiz olmuş olur. Bunlar da sırası ile açıklanacaktır.[377]
Namazdan önce hadesten ve necasetten taharet birer şarttır. Bunlar bulunmadıkça namaz sahih olmaz. Hükmî necaset denilen hadesten, abdesti veya guslü gerektiren hallerden temiz bulunmak gerektiği gibi, hakikî necaset denilip maddeten pis bulunan şeylerden temiz bulunmak da gerekir. Öyle ki, namaz kılacak kimsenin bedeni ile elbisesi ve namaz kılacağı yer temiz olacaktır.[378]
Namazda avret yerini örtmek bir şarttır. Şöyle ki: Namazda örtülmesi farz olan ve başkalarının bakmaları caiz bulunmayan organlara "Avret yeri" denir. Erkeklerin avret sayılan yerleri, göbekleri altından dizleri altına kadar olan yerdir. Diz kapakları da bu avret sayılan yere girer.
Kadınlara gelince: Hür olan kadınların yüzleri ile ellerinden başka, bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri, namazda ve namaz dışında, fitne korkusu olmadıkça avret değildir. Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre, kadınların ayakları da avret değildir. Çünkü bunlarla yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu bakımdan bunları örtmek, hele fakirler için, zordur.
Diğer bir görüşe göre, hür olan bir kadının namazı, ayağının dörtte biri açık bulunması ile bozulur. Diğer bir görüşe göre de, namazda kadının ayaklan avret sayılmazsa da, namaz dışında avret yeri sayılır. Bu ihtilâftan kurtulmak için ayaklarını örtmeleri iyi olur. Sahih olan görüşe göre, hür kadınların kollan, kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.
Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.
Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebu Yusuf a göre, avret sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz.
Örnek: Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır. Yalnız diz kapağının açık bulunması ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır.
Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir durum olsa namaz bozulur.
Bir kimse namaz kılarken, elinde olmayarak açılan bir avret yerini hemen kapayacak olsa, namazı bozulmuş olmaz. Fakat kıyam veya rükû gibi bir rüknü yerine getirecek kadar bir zaman örtmezse, sahih olan görüşe göre namaz bozulur. Namaz içinde elbiseye sıçrayan bir pisliği hemen atmak veya bekletmekte de aynen bu hüküm uygulanır. Fakat bu gibi namaza engel işler, insanın kendi iradesi ile yapılırsa, namaz hemen bozulur.
Muhtelif avret yerlerinin birer parçası açılıp da bunlann toplamı, en küçük avret organının en az dörtte birine eşit olursa ve açıklık müddeti de bir rüknü yerine getirecek bir zaman devam ederse, namaz bozulur; değilse bozulmaz.
Bir kimsenin temiz elbisesi olup da, onu giymeye gece bulunduğu halde onu giymeyerek gece karanlığında çıplak olarak namaz kılmış olsa, ittifakla namazı caiz olmaz.
Derinin rengini gösterecek şekilde ince olan bir elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bunun için böyle bir elbise ile namaz sahih olmaz. Elbisenin darlığından dolayı avret yerinin belli olması, kötü bir hal ise de, namazın sıhhatine engel olmaz.
Elbise bulacağını ümit eden çıplak bir kimse, vaktin çıkmasından korkmadıkça, bekler. Temiz yer bulacağını ümit eden kimse de, böyle yapar.
Avret yerini örtecek birşey bulamayan kimse, oturarak ve ayaklarını kıbleye doğru uzatarak imâ (işaret) ile namaz kılar. Onun için en iyi kılış şekli budur; çünkü bu vaziyette örtünme haline daha çok bürünmüş olur. Avret yerinin bir kısmını örtecek bir şey bulununca, onu kullanma vacib olur. Bu durumda önce avret-i galize denilen ön ve arka taraflar örtülür. Sonra erkeklerde butlar, daha sonra dizler örtülür. Kadınlarda butlardan sonra kannlar, sonra sırtlar ve dizler, daha sonra da geri kalan kısımlar örtülür.
Bütün bunlar, namazın her halde yerine getirilmesini ve dinde çok önemli bir farz olduğunu göstermektedir.[379]
Namazda Kabe'ye doğru yönelmek de bir şarttır. Bilindiği gibi Kabe, Mekke şehrindeki bir binadan ibaret değil, asıl olan bu binanın yeridir. Bu mübarek yerin göklere doğru üst tarafı ve derinliklerine doğru alt tarafı hep kıble yönüdür. Bunun için Kabe'nin yanında veya içinde bulunanlar, Kabe'nin herhangi bir tarafına yönelerek namaz kılabilirler. Cemaatle namaz kıldıkları zaman da, imam ile cemaatin bir tarafta bulunması gerekmez. İmam Kabe'nin bir yönüne, cemaat da diğer yönlerine yönelerek namaz kılabilirler. Yeter ki imamın bulunduğu tarafta duran cemaat, imamdan daha ileride bulunmuş olmasın. Diğer yönlerdeki cemaatin, imamdan Kabe'ye daha yakın bulunmaları, imama uymalanna engel olmaz. İmam ile yüz yüze gelmemeleri kâfidir.
Kabe dışında uzakta bulunanların tam kıbleye yönelik olarak namaz kılmaları farz değildir; Kabe tarafına yönelmeleri yeterlidir. Bu kadarı farzdır.
Kabe yönü, pusula aleti ile tayin edilir. Mescidlerin ve camilerin mihrabları Kabe yönünü gösterir. Öncekilerden kalma eski bir mihrab varsa, Kabe yönünü araştırmaya gerek kalmaz; çünkü bu mihrablar usulüne uygun olarak yapılmıştır.
Doğu ülkelerinde bulunanların kıblesi, batı yönü olur.
Namaz için kıbleye yönelince, "döndüm kıbleye" denilmesi gerekmez. Yeter ki kıblenin Kabe olduğu bilinsin. Zayıf bir görüşe göre de, döndüm kıbleye, denmesi gerekir.
Bir kimse namazda iken bir özür bulunmaksızın göğsünü kıbleden çevirse, namazı ittifakla bozulur. Sadece yüzünü çevirse, hemen kıbleye dönmesi gerekir; bulunla namazı bozulmaz. Fakat harama yakın bir kerahet işlemiş olur.
Bir kimse hasta olup da kıble tarafına dönemediği ve kendisini kıble tarafına çevirecek kimse bulunmadığı zaman gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar. Yine hasta olmadığı halde, bir düşman veya bir yırtıcı hayvan korkusundan dolayı kıbleye yönelemeyen kimse, gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar; çünkü yükümlülük güce göre olur.
Yerin çamurundan dolayı hayvan üzerinde namaz kılan kimse, arkadaşlarından ayrılmak korkusu bulunmayınca, hayvanını durdurup kıbleye dönerek namazını kılar. Fakat yer çamurlu olmayıp da yalnız ıslanmış bulunsa, hayvan üzerinde farz namaz kılınamaz, yere inilmesi gerekir. Ancak arkadaşlarından uzak kalmak gibi bir tehlike bulunursa, hayvan üzerinde farz namazı kılabilir.
Bir kimse, bir özür sebebiyle farz olan bir namazı yere inmeden hayvan üzerinde kıldığı zaman, gücü yettiği tarafa yönelerek namaz kılabilir. Fakat kıbleye doğru yürümekte olan bir hayvan üzerindeki insanın namazı, o hayvanın kıble yönünden bir rükün yerine getirilecek kadar dönmesi ile bozulur.
Kıble yönünü bilmeyen ve yanında soracak bir adam bulamayan kimse, araştırma yapar. Bazı işaretlere, güneşe ve yıldızlara bakarak kıble yönünü araştırır da kanaat getirdiği tarafa doğru namazını kılar. Namazını tamamladıktan sonra kıble yönünü belirlemede hata ettiğini anlarsa, artık o namazı iade etmez. Fakat namaz içinde iken kıble yönünü bilecek olsa, o tarafa dönerek namazını tamamlar; yeniden kılması gerekmez. Kıble yönü üzerindeki şüphe, ister şehir içinde, ister kırda, ister karanlık gecede ve gündüz vaktinde olsun, durum aynıdır. Böyle bir kimsemi kapıları çalıp kıbleyi sorması gerekmez.
Bir kimse kıble yönünden şüphelense ve yanında kıbleyi bilen bir adam olduğu halde ondan sormayarak kendi araştırmasına göre bir tarafa yönelerek namaz kılsa, eğer gerçekten isabet etmişse namazı sahih olur; fakat isabet etmemişse namazı sahih olmaz. Gözleri görmeyenin durumu da böyledir. Kıble konusunda güvenilir bir kimsenin sözü, insanın kendi kanaatine uymasa bile, onu tummak gerekir. Çünkü haber verme, araştırmadan daha kuvvetlidir.
Kıble yönünden şüphe eden kimse, araştırma yapmaksızın bir tarafa doğru namaz kılmaya başladıktan sonra namaz içinde kıbleye isabet ettiğini anlarsa, namazını iade eder. Tam bir inançla kılacağı geri kalmış rekâtları, şüphe ile kılmaya başladığı rekâtlar üzerine bina edemez; çünkü kuvvetli, zayıf üzerine bina edilmez. Fakat namazını bitirdikten sonra isabetini anlarsa, namazı iade gerekmez; çünkü rekâtların hepsi aynı bir halde kılınmış olur.
İmam Ebu Yusuf a göre, her iki halde de iade gerekmez.
Kıble yönünde şüpheye düşen kimse, araştırma yaptığı halde "kanaatına aykırı" bir tarafa yönelerek namazını kılsa sahih olmaz. Bu durumda kıbleye isabet etmiş bile olsa, namazını İade etmesi gerekir.
İmam Ebu Yusuf a göre, kıbleye isabet etmişse, namazı iade etmek gerekmez.
Kıble yönü üzerinde ihtilafa düşen kimseler, yalnız başına olarak namazlarını kılarlar. İmama uydukları takdirde, imamın kanaatına aykırı bulunanların namazı sahih olmaz.
Bir gemi içinde namaz kılan kimse gücü yetiyorsa kıbleye doğru kılar; istediği tarafa doğru kılamaz. Gemi her döndükçe, onun da kıbleye doğru dönmesi gerekir.
Bir kimse abdestsiz olduğunu sanarak kılmakta olduğu namazdan ayrıldıktan sonra, mescitten çıkmamış olsa bie, abdestli olduğunu hatırlamış olsa, namazı bozulmuş olur. Fakat bir kimse mescitte namaz kılarken, kendisinde abdestsizlik hali olduğunu sanarak kıbleden ayrılsa da, mescidden çıkmadan önce kendisinde abdestsizlik hali olmadığını anlasa, İmam Azam'a göre namazı bozulmuş olmaz; mescidden çıktıktan sonra anlarsa, ittifakla namazı bozulur. Çünkü bir özür bulunmaksızın yerin değişmesi namazı hükümsüz kılar.
Nafile namazlara gelince: Bir kimse, nafile bir namazı şehir dışında, bir özür olmaksızın hayvan üzerinde istediği yöne doğru kılabilir. İmam Ebu Yusuf a göre, şehir içinde de bu şekilde nafile namaz kerahetsiz kılınabilir. İmam Muhammed'e göre ise, şehir dahilinde böyle nafile namaz kılmak kerahetle caizdir.
Şehir dışından maksat, sefer hükmünün başlamasıyla namazın iki rekât olarak kılınabileceği yer demektir.
Bir kimse, kıbleden başka bir tarafa yönelik olarak, bir rekât namaz kılmış olan bir körü, kıble yönüne çevirip de ona uyacak olsa, bakılır: Eğer kör, kıbleyi soracak bir kimse bulunduğu halde sormadan namaza başlamış ise, ikisinin de namazı sahih olmaz. Eğer soracak adam yoktu ise, körün namazı sahih olur, onu uyan adamınki sahih olmaz.
Müslümanların, namazlarını kılarlarken en eski ve en mukaddes mabet olan Kabe'ye yönelmeleri aralarındaki birliği canlandırmak, düzeni sağlamak ve gönüllerini müşterek bir ibadet duygusu ile ferahlandırmak, ibadet nuru ile aydınlatmak gibi hikmetlere dayanmaktadır[380].
Her namazı kendi vaktinde kılmak şarttır. Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan süre, öğlenin vakti; zevalden, yani gölgenin en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zeval gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. İmam-ı Azam dışındaki imamlara göre ise, herşeyin gölgesi, zeval gölgesi dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. İkindinin vakti; öğle vaktinin bitiminden, güneşin batışına kadarki süre, Akşamın vakti; güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süre; Yatsının ve vitrin vakti; Akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna kadarki süredir. Ancak vitir yatsıdan önce kılınmaz. Bu vakitler güneşe göre hesaplandığı, güneşin hareketleri de astronomi ilmince bilinebildiği için, bunların takvime göre tesbiti daha kolaydır.[381]
Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehaptır; Meselâ:
1. Sabah namazını; selâm verdiğinde abdest alıp Fâtiha'dan başka kırk âyet okunacak bir namaz daha kılacak zaman kalacak şekilde geciktirmek.
2. Öğleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar ertelemek.
3. İkindiyi, güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.
4. Yatsıyı gecenin son üçte birine kadar geciktirmek.
5. Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar geciktirmek.
6. Kışın öğleyi acele kılmak.
7. Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.
8. Bulutlu günlerde ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.
9. Bulutlu günlerde ikindi ve yatsının dışındaki namazları geciktirmek müstehaptır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz hesaplanmasına göredir.)[382]
Bazı vakitlerde namaz kılınmaz. Bunlar:
1. Güneşin doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika).
2. Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (öğleden yaklaşık onbeş dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)
3. Güneş sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık kırkbeş dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.
4. Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır).
5. İkinci fecirin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın sünnetinden başka nafile namaz kılmak.
6. Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.
7. Hutbe okunurken nafile kılmak.
8. Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.
9. Arafat ve Müzdelife'den başka bir yerde, bir özürlü de olsa iki vakti birleştirerek kılmak.
Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur[383].
Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu ve hangi namazı kılacağını bilmekten ibarettir. Meselâ ikindi namazım kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden karar vermesi niyettir ve bu bir anlık meseledir. Dilden söylemesine gerek olmadığı gibi bu güzel de değildir. Çünkü niyyet kalbin işidir. İnsanın dili birşey söylerken kalbi başka şey söylerse niyyet, dilinin dediği değil, kalbinin dediğidir. Bu yüzden niyyeti kalbinden yapan, mutlaka isabet etmeyebilir. Onun için eski âlimler dil ile niyyeti bid'at saymışlar ve bunu, ne peygamber, ne onun arkadaşları, ne onları izleyen tabiîn yapmıştır.[384] Öyleyse biz de yapmamalıyız, demişlerdir. Gerçekten de niyyetin dil ile yapılması, sadece son devir kitaplarında ve ilmihallerinde görülen bir şeydir. Oruç ve diğer ibadetler için de durum aynıdır.[385]
1. Başlangıç Tekbiri (İftitah Tekbiri)
Namaza, Allah'ın yüceliğini bildiren bir kelime ile başlamak namazın şartlarındandır. Buna iftitah (başlangıç) tekbiri ya da "tahrîme" denir. Niyyetin hemen arkasından elleri kaldırırken "Allahü Ekber" diyerek yapılır. Daha namaza başlarken, namaz kılana Alah'ın en büyük olduğu söylettiril irken sanki; namazının faydasını Allah'a yönelik sanma, O en büyüktür, buna ihtiyacı yoktur, namaz yine senin içindir, dedirtilmiş olur.
2. Ayakta Durmak (Kıyam)
Bir özrü olmayan mükellefin farz ve vacip olan namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir, oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur.
3. Kur'ân Okumak (Kıraat)
Farz namazların ilk iki rekatlarında Kur'ân-ı Kerîm'den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine yetecek kadar Kur'ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur'ân'm neresinden olursa olsun, üç âyet kadar okumakla yerine gelmiş olur. Meselâ her rekatte okunan "fatiha" ile bu farz da yerine getirilmiş olur. Bizzat fatihanın okunması ise ayrıca vaciptir.
4. Ruku' (Eğilmek)
"Rükû" eğilmek demektir. Namazların her rekatında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar eğilir.
5. Secde
Namazın ana bölümlerinden biri de secdeir. Secde, Allah'ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vaciptir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidir.
Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir. Pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira'dan, yani 20-30 cm.'den yüksek olmamalıdır.
6. Son Oturuş (Kade-i Ahira)
Kıldığı namaza göre son rekatın bitiminde "Tahiyyat" okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyatı okumak ise vaciptir.
Buraya kadar sayılan altı temel, namazın ana iskeletini oluşturur. Bunlardan biri dahi olmasa namaz batıl, yani asılsız olur. Vacipler ise namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vacipleri bulunmasa namaz sayılır, ancak eksik ve yaralı-bereli bir namaz olur. Vacipleri bilerek terkederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır. Vaciplerden sonra da sünnetler ve müstehaplar gelir.[386]
1. Fatihayı okumak.
2. Farzların ilk iki rekatında, sünnetlerin her rekatında fâtiha'ya en kısalarından üç âyet, ya da en kısa üç âyet kadar bir uzun âyet eklemek.
3. Fâtiha'yı bu eklediği ayetlerden önce okumak.
4. Sırayı gözetmek.
5. "Ta'dili erkânı" yerine getirmek.
6. İkiden çok rekatlı namazların birinci oturuşu.
7. Her iki oturuşta da "tahiyyat" okumak.
8. "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek selâm vermek.
9. Vitir namazında "kunut duası"nı okumak.
10. Bayram namazlarında ilâve tekbirleri söylemek.
11. Namazdan kendi fiili ile çıkmak.
12. İmamın açık okunacak yerde açık, gizli okunacak yerde de gizli okuması.
13. Namazda nelerin farz, nelerin vacip olduğunu bilmek.
Bu sayılan vaciplerden biri kasten terkedilirse günah işlemiş olunur, ama namaz yine tamamdır. Unutarak terkedilirse "yanılma secdesi" yapılır.
"Ta'dil-i erkân"; namaz kılarken rukû'a gidişte, rukû'dan kalkışta, secdeye gidişte, secdeden kalkışta ve tekrar secdeye gidişte organlar yerleşecek şekilde hareket etmek ve meselâ, daha tam doğrulmadan öbür harekete geçmemektir.
Yanılma secdesi (secde-i sehiv) oturuşta sadece "tahiyyat"ı okuduktan sonra, sağa sola selâm verip, iki secde daha yaparak "tahiyyat"ı tekrar okuyup, "salli", "barik" dualarını da okuduktan sonra tekrar selâm vermekle yapılır. Genel kural olarak:
"Farzların geciktirilmesi, vaciplerin ise hem geciktirilmesi hem de terkedilmesi yanılma secdesini gerektirir." Bu yüzden farzların da vaciplerin de iyi bilinmesi gerekir.
Örnek olarak: Namazda ayakta durmak farzdır. Birinci oturuşta, tahiyyatı okuyup kalkmak gerekirken, "salli" ve "barik" dualarından unutarak en az üç kelime ya da daha fazla okuyan, ayakta durma farzını geciktirmiş olur, bu yüzden namazın sonunda "yanılma secdesi" yapması gerekir.[387]
Namazın sünnetleri; önem bakımından vaciplerden sonra gelen, kasten ya da unutarak terkedilmeleri halinde namaz bozulmayan ya da yanılma secdesi gerekmeyen, ama kasten terkedilmeleri, alınacak sevabı azaltan davranışlardır. Namazın mükemmel olmasını sağlarlar. Namazın en güçlü sünneti farz namazları cemaatle kılmaktır. Bunun farz olduğunu söyleyenler de vardır. Diğer sünnetler şunlardır:
1. Başlangıç tekbirinde parmakları açarak elleri kaldırmak.
2. Tekbirleri imamın açıktan söylemesi.
3. Tekbirin arkasından "sübhaneke" okumak.
4. "Sübhaneke"den sonra "e'ûzü" okumak.
5. Her "fâtiha"dan önce "besmele" çekmek.
6. "Fâtiha"dan sonra gizlice "âmin" demek.
7. Elini göbeğinin altından bağlamak. (Kadınlar göğüslerinin üzerinden bağlarlar).
8. Sağ elini sol elinin üzerine bağlamak.
9. Rukû'a giderken tekbir almak, yani "Allahü ekber" demek.
10. Rukû'da üç kere "tesbih" okumak (sübhane Rabbiye'1-azîm" demek).
11. Rukû'dan kalkarken tekbir almak.
12. Rukû'da diz kapaklarım elleriyle kavramak. (Kadınlar dizlerini tutmayıp ellerini dizlerinin üzerine koymakla yetinirler).
13. Rukû'da ellerinin parmaklarını aralıklı bırakmak.
14. Secdeler için tekbir almak.
15. Secdelerde üç kere "teşbih" okumak (Sübhane Rabbiye'1-A'lâ demek).
16. Secdelerde ellerini ve dizlerini yere koymak.
17. Oturuşlarda erkeklerin sol ayağı yatırıp sağ ayağı dikmesi, (kadınlar sol kalça üzerine oturarak iki ayaklarını birden sağa doğru çıkartırlar).
18. Rukû'dan sonraki kalkışta dosdoğru oluncaya kadar dikilmek (Kavame).
19. İki secde arasında birazcık oturmak (celse).
20. Son oturuşta "tahiyyât'tan sonra Peygamberimize "salât ve selâm" (salli ve barik) okumak.
21. "Salat ve selâmdan sonra, kendine, ana-babasına ve bütün mü'minlere dua etmek. (Rabbena âtina... okumak).[388]
Namazın edepleri önem bakımından sünnetten de sonra gelen meselelerdir. Bunlara "müstehab" da denilir. Yapılan bir işin en sonunda tastamam yapılması, ufacık pürüzlere vanncaya kadar giderilip cilasının eksiksiz ve lekesiz yapılması gibidirler. Bulunmamaları insana günah kazandırmaz ama, bulunmaları sevabı artırır ve deyim yerinde ise insanın, sonunda "aferin" ve "yıldızlı pekiyi" almasını sağlarlar. Böyle olan davranışların önemlileri şunlardır:
1. Namazda gözünü secde yerinden ayırmamak. (Rukû'da ayaklarının üstüne, oturuşta da ellerinin doğrultusuna bakar).
2. Namazda esnerse, elinden geldiği kadar ağzını açmamak.
3. Başlangıç tekbirinde erkekler ellerini yenlerinden çıkarmak.
4. Elden geldiği kadar öksürmemek.
5. Cemaatle namazda "hayye'ale's-salâh' dendiğinde ayağa kalkmak.
6. "Kad kameti"s-salâh" dendiğinde imam namaza başlamak, (kamet bittikten sonra başlamasının daha güzel olacağını söyleyenler de vardır.)[389]
Cenaze ve Bayram Namazları dışındaki bütün namazların kılınışı aynıdır. Bu yüzden biz sadece sabah namazının sünnetinin kılınış şeklini anlatmakla yetinecek, böylece bütün namazların kılınışını anlatmış olacağız:
Önceden gerekli şartlar yerine getirildikten sonra, Kıbleye dönük olarak, niyyet eder (Yani yaptığı hareketi, sabah namazının sünnetini kılmakta olduğunu bilerek yapar.) "Allahü Ekber" diyerek ellerini, içleri açık ve kıbleye dönük olarak, erkekler kulaklarına kadar, kadınlar göğüslerinin üstünden, sağ el sol el üzerine gelecek şekilde bağlar. "Sübhaneke"yi okur. "Eûzü, Besmele" çekerek "fatiha"yı okur. Fâtiha'nın arkasından, besmele çekmeden, Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir yerinden, küçük bir sûre, üç kısa âyet, ya da bunlar kadar bir uzun âyet okur. Ellerini salıvererek "Allahü Ekber" derken rukû'a eğilir. Rukû'da erkekler elleriyle dizlerini kavrarken, kadınlar, ellerini dizlerinin üzerine koymakla yetinirler ve orada en az üç defa "Sübhâne Rabbiye'1-Azîm" der. "Semiallahü limen hamiden" derken kalkıp doğrulur. Doğrulduktan sonra ayakta durması gereken azıcık zamanda "Rabbena ve leke'l-hamd" derse güzel olur. "Allahu Ekber" diyerek secdeye iner. Secdede alnı İle beraber burnu, elleri arasında yere değmekte ve ayakları parmakları üzerinde dikilmektedir. En az üç defa "Sübhâne Rabbiye'1-A'lâ" der ve "Allahu Ekber" diyerek oturuş biçimine geçer. "Allahu Ekber" diyerek tekrar secdeye gider ve aynı şeyleri yapar. "Allahu Ekber" derken ayağa kalkar, ellerini aynı şekilde bağlar, "sübhâneke" ve "eûzü" dışında, secdeler tamamlanıncaya kadar aynı şeyleri yapar. Yalnız Fâtiha'dan sonra okuyacağı sûre ya da âyetlerin, bildiği varsa değişik olması güzeldir. Secdeler tamamlanınca, yerinde anlatıldığı şekliyle oturur. "Tahiyyât", "salli" ve "bârik"i, arkasından da biliyorsa "Rabbena âtinâ" duasını okur ve "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek önce sağ yanına, aynı selâmı tekrarlayarak sonra da sol yanına selâm verir ve iki rekatlı bir namaz bitmiş olur.
Bu yazdığımız genel şekle ek olarak şunları da söylemeliyiz:
1. Sonunda selâm verilecek oturuşların tümünde "tahiyyâf'dan sonraki "salât ve selâm"larla, "Rabbena âtinâ" duası okunur.
2. Sonunda selam verilmeyecek olan birinci oturuşta sadece "tahiyyât" okunup kalkılır. Bundan sadece ikindinin ve yatsının dörtlü sünnetleri ile Teravih namazı müstesnadır. Onların selâm verilmeden kalkılacak oturuşlarında da "salli" ve '"bârik" duaları okunur.
3. Sadece "tahiyyât" okunup kalkılan oturuşlardan sonra "sübhâneke" okunmadan "besmele" ile "Fâtiha"ya geçilir.
4. "Tahiyyaf'tan sonra "salli" ve "barik" okunan bütün oturuşlardan sonra, ayağa kalkıldığında, namaz yeniden başlıyormuş gibi "sübhâneke" okunur.
5. Akşam namazının ve vitrin üçüncü rekatları tek olarak kılınır.
6. Vitrin üçüncü rekatında "fatiha" ve sûreden sonra eller salıverilip tekrar başta olduğu gibi tekbir alındıktan sonra "kunût" duası okunur. Cemaatle namazda imamın dışındakilar sadece "fatiha" ve "sûre"yi okumazlar. Diğer tekbir ve duaları okurlar.[390]
Namazı bozmamakla beraber, mükemmelliğine zarar veren ve namazda yapılmaları, çok güzel bir sanattaki lekeleri andıran şeylerdir. Namazın sevabını eksiltirler, çokça yapılmaları, namazı yaralı bereli hale sokar.
Namazda mekruh olan davranışlar:
1. Elbisesiyle oynamak,
2. Bedeniyle oynamak,
3. Secde yerindeki çakıl gibi şeyleri iki defa düzeltmek (bir defa düzeltmek zarar vermez),
4. Parmak çıtlatmak,
5. Elini böğrüne koymak,
6. Yüzünü sağa sola çevirmek,
7. Erkek, kollarını secdede yere koymak ve böğrüne yapıştırmak, (Bu, kadınların ayrıcalıklı bir davranışıdır),
8. El ile selâm almak,
9. Baş ile selâm almak,
10. Özürsüz bağdaş kurmak,
11. Secde yaparken elbiselerini toplamak,
12. Elbisesini kollarından giymeyip omuzlarına atmak,
13. Esnemek,
14. Gerinmek,
15. Gözlerini sürekli yumuk tutmak,
16. Saçları başa toplayıp bağlamak,
17. Erkek baş açık kılmak,
18. Kirli ve adi elbiselerle namaz kılmak,
19. Alnındaki tozu-toprağı namazda iken silmek,
20. Gökyüzüne bakmak,
21. Âyetleri saymak, tesbihleri saymak,
22. İmam bir arşın kadar yüksek yerde bulunmak,
23. İmam alçakta, cemaat yüksek yerde bulunmak. (Bu son iki maddede imamla beraber cemaattan bir kısmı da bulunursa mekruh olmaz),
24. Ön safta boş yer varkan arka safta durmak,
25.Resimli elbiselerle namaz kılmak,
26. Yukarısında, yanlarında ya da önünde canlı resmi varken namaz kılmak, (Resimler ilk bakışta sezilemeyecek kadar küçük ise, ya da cansız varlıkların resmi ise zarar vermez.)
27. Zararından korkmayacağı yılan ve akrebi namazda iken öldürmek,
28. İnsanın yüzüne doğru namaz kılmak,
29. Ateşe doğru namaz kılmak.[391]
Namazı bozan şunlardır:
1. Unutarak da olsa konuşmak,
2. Peygamberimiz'den nakledilmeyen ve insanların sözlerine benzeyen dualarla duâ etmek,
3. Ah! Oh! Üf! gibi ünlemler kullanmak,
4. Cennet ve Cehennemi düşünmek gibi şeyler dışında, meselâ bir yerinin acımasından ağlamak,
5. Özürsüz yere boğazını temizlemek,
6. Aksıran kimseye karşılık olarak "Yerhamükellah" ya da benzeri bir-şey demek,
7. Şaşırtıcı bir habere "Sübhanellah" gibi bir ünlemle karşılık vermek,
8. Birisinin ölüm haberine "istirca"da bulunmak, yani "innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn" demek,
9. Sevinçli bir habere "elhamdülillah" demek,
10. Allah'tan başka ilah var mıdır? Sorusuna "Lâ ilahe illallah" demek,
11. Canını sıkan bir söze "lahavle velâ kuvvete..." demek,(Bu altı maddedeki cümleleri namazda olduğunu duyurmak için söylerse namazı bozulmaz),
12. İmamından başkasının yanlışını düzeltmek,
13. Selâm vermek, selâm almak,
14. Mushafı yüzünden okumak, (yazıya bakıp da anlamını kavramak bozmaz),
15. Yemek, içmek (ağzında kalan nohuttan küçük şeyi yutmak bozmaz),
16. Pis yere secde etmek,
17. Dışarıdaki kimseyi namazda olup olmadığı konusunda şüpheye düşürecek ölçüde hareket ve davranışta bulunmak (Amel-i kesîr),
18. Bir namazda iken diğerine başlamak.[392]
Taharet bölümünde ay hali ve lohusa olan kadının namazına değinip geçmiştik. Burada bu konuyu biraz daha etraflı bir şekilde ele alacağız.
Ebû Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği ve daha önce geçmiş olan bir hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın ay hali olduğunda namaz kılmaz ve oruç tutmaz değil mi?"[393]
Hz. Muâz'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Âişe'ye şöyle sordum: Ay hali olan neden orucun kazasını yapıyor da namazın kazasını yapmıyor? Bana şöyle dedi:
"Resûlullah (s.a.s.) hayatta iken bu durum ile karşılaşır, biz orucu kaza etmekle emrolunduğumuz halde, namazı kaza etmekle emrolunmazdık”. "[394]
Ümmü Seleme'nin (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Peygamber (s.a.s.) hanımlarından birisi lohusa olarak kırk gün kalır. Peygamber (s.a.s.) lohusalık döneminde geçen namazlarının kazasını kılmayı emretmezdi.[395]
Ay hali ile lohusa olan kadın namaz konusunda aynı hükme tabidirler. Ay hali olan kimse bu durum boyunca namaz kılmayacağı gibi, lohusa olan kadın da böyledir ve aynı şekilde namazının kazalarını da yapmakla emrolunmamışlardır. Ancak temizlendikten sonra tutmadıkları orucun kazasını yapmakla emredilmişlerdir.
Birinci ve ikinci hadîs ay hali olanın orucunu kaza etmekle birlikte, namazını kaza etmeyeceğinin delilidir.
Üçüncü hadîs ile ilgili olarak Şevkânî şunları söyler:
"Bu hadîs kadının lohusalık sırasında namazı terkedeceğine delildir. Bu konuda ilim adamlarının icmâı vardır. Nitekim el-Bahr adlı eserde, helâl, haram, mekruh ve mendup bütün hükümlerde lohusalığın ay hali gibi olduğu belirtilmiş ve ay hali olan kadının namaz kılmayacağı üzerinde icmâ' edilmiştir, denilmektedir."[396]
Bundan önce ise İbn Abbâs'ın şu sözünü nakletmiş idik:
"Ay hali olan kimse ikindiden sonra temizlenecek olursa, öğlen ve ikindi namazlarını kılar. Yatsıdan sonra temizlenecek olursa, akşam ve yatsı namazlarını kılar."
Bizim de meylettiğimiz görüş budur.[397]
îstihâza olan kadın ile ilgili olarak şu hadîs vârid olmuştur:
Adiy b. Sabit babasından, o dedesinden rivayetle Peygamber'in (s.a.s.) istihâza kanı gören kadın hakkında şöyle dediğini belirtir:
"Böyle birisi ay haline tesadüf eden günlerde namazı bırakır, ondan sonra gusleder, her bir namaz için abdest alır ve böylece oruç tutar, namaz kılar.”[398]
Hz. Âişe'den şu rivayet gelmiştir:
"Abdurrahman b. Avfın hanımı olan Cahş kızı Ümmü Habîbe, Resûlullah'a (s.a.s.) kan görmekten şekvada bulundu. Ona şöyle dedi
"Eskiden ay hali olduğun süre kadar bekle, sonra guslet." Böylece kadın her bir namaz için ayrıca gusleder dururdu."[399]
Bir başka rivayette şu ifadeler yer alır:
"Daha önce ay hali olduğu süre kadar bekler ve bu süre içerisinde (namazı) terkeder. Ondan sonrasını gözetler. Ve her bir namaz için gusleder."
Her bir namaz için gusletmenin gereğini söyleyenler delil olarak bu hadîsi gösterirler.
Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edimiştir:
"Ebû Cahş kızı Fâtıma, Peygamber'in (s.a.s.) yanına gelerek dedi ki: Ben istihâza kanı gören bir kadınım. Hiç temizlenemiyorum. Namazı terk edeyim mi? Peygamber (s.a.s.) ona şöyle dedi:
"Ay hali süren boyunca namazdan uzak dur. Sonra guslet ve her bir namaz için abdest al, ondan sonra da kan isterse yere damlasın, sen namazını kıl!”[400]
Şevkânî bu hadîs ile ilgili olarak şunları söyler:
"Hadîs her namaz için abdest almanın gereğine delâlet etmekte ve fakat guslün ancak ay halinin bitmesi sırasında yalnızca bir defa olmak üzere gerektiğini ortaya koymaktadır."
Doğrusu bu konuda ilim adamları çokça ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan kimisi bundan önce zikrettiğimiz hadîsi delil göstererek, her bir namaz için gusletmenin gerektiğini söylerken, kimisi de her namaz için yalnızca abdestin gerektiğini söylemekte, guslün ise sadece ay halinin bitmesi sırasında sadece bir defa gerektiğini kabul etmektedir. Öyle ki Şevkânî şöyle der:
"Fıkıh eseri yazanlar istihâza ile ilgili sözü alabildiğine uzatmış ve sözleri arasında öyle zıt ifadeler yer almış ki, zeki talebelerin dışında kalanların bunu anlamaları oldukça zordur."
Fakat bizim tercih etmek istediğimiz görüş yine Şevkânî'nin başka bir yerde zikrettiği şu görüştür:
"Şunu öğrenmiş bulunuyoruz ki, eğer kadın ay hali kanı ile istihâza kanını birbirinden ayırdedebüirse, ay hali kanını gözönünde bulundurur ve onun başlamasını ve bitmesini esas alarak amel eder. Ay halinin müddeti bitince, ay hali dolayısıyla gusleder. Ondan sonra da istihâzamn hükmü diğer özürlerin hükmü gibi olur; her bir namaz için abdest alır ve bu abdestle sadece o vaktin farzını kılar."
Başka yerde de şöyle demektedir:
"Bundan önce; her bir namaz vakti veya iki namaz vakti için istihâza kanı gören kadının gusletmesi gerektiğini veya temizlikten temizliğe gusletmesi gerektiğini belirten hadislerin delil olamayacağını belirtmiş ve sana doğru olanın bu durumdaki kimsenin ancak ay halinin bitmesi sırasında gusletmekle yükümlü olduğunu açıklamıştık."
Derim ki: Şevkânî'nin görüşü mantığa en yakın ve en güçlü olandır. Çünkü bu görüş sahîh hadîslere ve sağlam eserlere dayanmaktadır. Ve diğer taraftan biz Şevkânî'nin oldukça ince tahliller yaptığını, parlak bir düşünceye, harika bir zekâya sahip olduğunu iyi biliyoruz. Allah ona gani gani rahmet eylesin.[401]
İstihâza halinde olan bir kadın, namaz esnasında Resûlullah'ın (s.a.s.) Ümmü Seleme'nin, benzeri bir durum ile ilgili olarak soru sorduğunda verdiği cevaptakine uygun davranması gerekir.
Söz konusu rivayette şu ifadeler yer alır: "Ümmü Seleme, Resûlullah (s.a.s.)'a, kanı akıp duran ve kesilmeyen kadının durumunu sordu. Şöyle buyurdu:
"Her ay hayız gördüğü gün ve gece sayısınca beklesin, bu süre namazı bıraksın. Ondan sonra gusletsin ve bez tutunup sonra namaz kılsın. "[402]
Hadîsten şunu anlıyoruz: Istihâza durumunda olan kadın namaz kılacağı sırada, namaz kılarken kanın akmasını önlemek için gereken şekilde bez tutunmalıdır. Bunun şekli gelen kadının durumuna göre değişir. Eğer akan miktar az ise, o zaman necaseti önlemek maksadıyla kan gelen yere bir parça pamuk koyar. Şayet fazla şiddetli gelmekte ise önünden arkasına doğru bir bez geçirip onu bir kuşak ile bağlar.
Meselenin özü şudur: Kadın necasetten kurtulmak maksadıyla namazı edâ ettiği sırada kanın akmasını önlemelidir. Bazılarına göre ise bu sadece müstehaptır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[403]
Ay hali, lohusa ya da cünüp olduğu sırada kadının ezana cevap vermesinde sakınca yoktur. Bu konuda imamların farklı görüşleri olmakla birlikte, cevap vermesi menduptur ve inşâallah bundan dolayı günah işlemesi söz konusu değildir. Çünkü ay hali, lohusalık, cünüplük ve her ne olursa olsun, tuvalete girmesi dışında Allah'ı zikretmeyi men eden bir hal yoktur... Allah en iyi bilendir.[404]
İbn Ömer, Peygamber'in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Geceleyin kadınlarınız mescide gitmek üzere sizden izin isterlerse, onlara izin veriniz. "[405]
Başka bir rivayette şöyle denilmiştir:
"Kadınları mescitlere çıkmaktan alıkoymayınız, bununa birlikte evleri onlar için daha hayırlıdır."
Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Allah'ın kadın kullarını, Allah'ın mescitlerine gitmekten alıkoymayınız. Onlar da koku sürünmeksizin çıksınlar. "[406]
Şevkânî; "Tefilât (koku) sürünmeksizin)" ifadesinin İbn Abdi'1-Berr ve başkalarınca da böyle anlaşıldığını belirtmiş, onların koku sürünmemekle emredilip, sürünmekten nehyedildiklerini söylemiştir.
Şevkânî şunları da ekler:
"Güzel elbise, dışardan görülecek şekilde süslenmek ve kıymetli süs eşyası takınmak gibi şehvet uyandıracak ve haram kabul edilen benzeri şeylerde koku sürünmek anlamına geleceğinden, koku sürünmenin hükmünü taşırlar."[407]
el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı) adlı eserde şöyle denilmektedir:
Mâlikîlere Göre:
Kadınların evlerinde namaz kılmaları mescitlerde namaz kılmalarından efdaldir. İmamlarının erkek olması şartı ile cemaate iştirak etmeleri menduptur.
Hanbelîlere Göre:
Erkeklerden ayrı olmaları halinde kadınların cemaatle namaz kılmaları sünnet olur. İmamlarının erkek veya kadın olması birdir. Erkeklerle birlikte olması halinde güzel bir kadının cemaate katılması mekruhtur. Güzel olmayan için ise, mubahtır.
Şâfiîlere Göre:
Kadının evde cemaatle namaz kılması, mescitte kılmasından hayırlıdır. Kadınların cemaatle namaz kılmaları mendup yani müekked bir sünnettir.
Hanefilere Göre:
Cemaatle namaz kılmak kadınlar için meşru değildir. Şayet onlara kadın imâm olup namaz kıldıracak olursa, bu tahrimen mekruhtur. Onun imâm olması ve ona uyan kadınların namazları sahîh olmakla birlikte böyledir.
"Şayet onlara namaz kıldıran erkek ise, mescitte olması halinde cemaat olunmasında kerâhat yoktur. Bununla birlikte fitne korkusu dolayısıyla onların mescide gitmeleri mekruhtur. İmâm olan kimse koca veya mahrem bir kimse değilse ya da evde imâmın dışında başka bir erkek bulunmuyor ise, kadınların erkek arkasında cemaatle namaz kılmaları mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir."
Geçen ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki; kadının mescide çıkmasında herhangi bir sakınca yoktur. Bununla birlikte onun evinde namaz kılması mescitte namaz kılmasından çok daha hayırlıdır. Fakat şu var ki, mescitler Allah'ın evleridir. Bu mescitlerde mü'minler, imanın şuuruna daha bir varırlar. Bu bakımdan erkeklerin zevcelerini zaman zaman -hiç olmazsa haftada bir veya iki defa- mescide gitmekten men etmemeleri gerekir. Fakat bu takdirde fitneden korkulacak olursa, mescide gitmekten men edilmelidirler. Bunun delili Hz. Âişe'nin (r. anhâ) söylediği şu sözlerdir:
"Eğer Resûiullah (s.a.s.) bizim gördüğümüz kadınların şu durumunu görmüş olsaydı, İsrail oğullarının kendi kadınlarını mescitlere gitmekten men etmeleri gibi elbette o da kadınları mescide gitmekten men ederdi."[408]
Yine rivayet edildiğine göre Ümmü Humeyd es-Sâidiyye, Resûlullah'ın (s.a.s.) yanına gelerek şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, ben seninle birlikte namaz kılmayı seviyorum. Bunun üzerine Resûiullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Evet, biliyorum. Fakat senin kendi odanda namaz kılman kavminin mescidinde namaz kılmandan daha hayırlıdır. Kavminin mescidinde namaz kılman ise cemaat mescidi (Cami)nde namaz kılmandan daha hayırlıdır. "[409]
Kadının erkeklere imamlık yapması kayıtsız şartsız sahih olmaz. Fakat kadının kadınlara imamet yapması sahihtir. Hz. Âişe'nin (r. anhâ) kadınlara imamet yapıp, onlarla birlikte safta durduğu daha önceden geçtiği gibi, Um Seleme de aynı şeyi yapardı. Resûiullah (s.a.s.), Ümmü Varaka adındaki bir kadın için bir müezzin görevlendirmiş ve ona farz namazlarda (kadından olan) ev halkına imamlık yapmasını emretmiştir.[410]
Eğer genişçe bir ev var ve orada pek çok kadın bulunuyor ise, cemaatla namaz kılmak istedikleri takdirde onlara imâm olacak kadının önlerine geçmemesi ve safın içerisinde durması şartı ile caizdir.[411]
Mâlikîler:
Kadın farz olsun, nafile olsun, cemaat erkek veya kadın olsun imamet yapamaz. Herhangi bir kimse ona uyarak namaz kılacak olursa, onun gibi kadın olsun veya olmasın mezhebin dışında bir iş yapmış olur. Onun kıldığı namaz ise, imamet için niyet etmiş olsa dahi sahihtir. Fakat İbn Eymen, kendisi gibi kadınlara imâm olabileceğini rivayet etmiştir.
Hanefîler:
Kadının imametinin ve arkasında namaz kılan kadınların namazlarının sahîh olduğu görüşünde olmakla birlikte bunun tahrimen mekruh olduğunu söylerler.
İlim adamlarının konu ile ilgili ihtilâflarından açıkça anlaşılıyor ki, kadının kendisi gibi kadın olanlara imâm olması caiz olmakla birlikte erkeklere imameti caiz değildir.[412]
Erkeğin yalnızca kadınlara imâm olup, cemaat arasında kendisinden başka hiçbir erkeğin namaz kılmaması caiz midir?
Doğrusu, fitneden yana emin olunması şartı ile bunun caiz olduğudur. Namaz kıldıracak bu erkeğin, bu kadınların bir yakını olması ise güzel görülmüştür. Meselâ bir erkek kendi evinde kadınlara imamlık yapacak olursa bu caizdir. Çünkü Resûlullah'dan (s.a.s.) şu hadis gelmiş bulunuyor:
Übey b. Kâ'b, yanına gelerek:
“Ey Allah'ın Resulü, ben bu gece bir iş işledim” dedi. Resûlullah:
"Nedir o?" diye sorunca, Übey şöyle dedi:
“Evde benimle birlikte bulunan kadınlar dediler ki, sen Kur'ân'ı iyi biliyorsun, biz ise bilmiyoruz, onun için bize namaz kıldır. Ben de sekiz rekât, bir de vitr kıldım.” Peygamber (s.a.v.) sesini çıkarmadı. Übey dedi ki:
"Biz onun bu susuşunu razı olduğuna yorduk. "[413]
Bazı anneler küçük çocuklarının ağlaması, kucağına alıp taşımadıkça susmaması dolayısı ile namazını geciktirmek zorunda kalabilir. Peki, çocuğunu taşıyarak namaz kılması caiz midir?
Doğrusu, bunun caiz olduğudur. Nitekim Peygamber (s.a.s.), önünde kendi kızı Zeyneb'in küçük kızı olduğu halde namaz kıldığı rivayet edilmiştir. Küçük kız boynunda olduğu için rükûa eğildiği zaman onu indirir, sücuddan kalktığı zaman da tekrar alıp boynuna yerleştirirdi.[414]
Abdullah b. Şeddâd, babasından rivayetle şöyle der:
"Resûlullah (s.a.s.) öğle veya ikindi namazlarından birisinde (Hasan ya da Hüseyin'i) taşımış olarak çıka geldi. Peygamber öne geçti, çocuğu bıraktı, daha sonra namaz için iftitâh tekbirini aldı. Namaza durdu, namaz esnasında oldukça uzun bir secde yaptı. (Abdullah'ın babası) der ki: Ben başımı kaldırınca çocuğun secdede bulunan Resûlullah'ın (s.a.s.) sırtında olduğunu gördüm. Bunun üzerine secdeme devam ettim.” Resûlullah (s.a.s.) namazı bitirince, hazır bulunanlar ona dedi ki:
“Ey Allah'ın Resulü, sen namaz esnasında o kadar uzunca bir secde yaptın ki birşey oldu ya da sana vahiy geliyor sandık.” Resûlullah şöyle buyurdu:
"Bunların hiçbirisi olmadı, fakat benim yavrum benim sırtıma bindi de binmek arzusunu bitirmeden acele edip kalkmak hoşuma gitmedi. "[415]
Fıkhu's-Sünne yazarı der ki:
"Kabul etmek durumunda olduğumuz doğru şu ki; bu hadîs, bu gibi hususların caiz olduğu ve bunlara dikkat çekmek için beyan edilmiş olduklarıdır. Bu gibi şeyler bizim için de caizdir ve kıyamet gününe kadar Müslümanlar için sürekli bir şer'î hükümdür. Doğrusunu bilen Allah'tır."[416]
İslâm dini cemaat ile namaz kılındığı takdirde mescitte kadınların yerini de sınırlandırmış bulunuyor. O bakımdan kadının, erkeklerin arka tarafına geçerek veya onlara yakın bir yerde durarak namaz kılması gerekir.
Bununla birlikte günümüzde bazı mescitlerde kadınlar için özel bir yer ayrılmış bulunuyor. Tabiî bu durumda olan mescitler hakkında söyleyecek birşey yoktur. Ancak bazılarında bu özel yerler bulunmamaktadır. O takdirde durum Sünnet-i Nebeviyye'de belirtilen şekilde olmalıdır:
Abdurrahban b. Guneym, Ebû Mâlik el-Eş'arî'den, o Resûlullah'dan (s.a.s.) rivayet ediyor:
" O (Hz. Peygamber) dört rek'ati, kıraatta da kıyamda da birbirine eşit tutar ve birinci rek'âatı hepsinden uzunca tutardı, erkekleri çocukların önünde dizer, çocukların arkasında da kadınlar yer alırdı."[417]
Ebû Hûreyre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Erkeklerin saflarının en hayırlısı ilki, en an az hayırlısı ise sonuncularıdır. Kadınların saflarının en hayırlıları ise sonuncusu, en az hayırlıları ise ilkidir. "[418]
"Erkeklerin saflarının en hayırlıları ilkidir." buyruğunda erkekler için birinci safın efdal olduğu açıkça ifade edilmekte, fazilet elde edileceği için de en hayırlı olarak kendisinden söz edilmektedir. "En az hayırlı olanları" ifadesi ise birinci safta bulunan faziletten mahrum olmak dolayisı iledir. "Kadınların saflarının en hayırlıları ise sonuculandır." Çünkü sonuncu safta durmak erkeklerle karışmaktan uzak olmak demektir. Halbuki onların birinci safları böyle değildir. Birinci safta erkeklerle karışma ihtimalleri vardı. Onları görmek, sözlerini İşitmek dolayısıyla onlarla ilgilenilme ihtimali söz konusudur. Bu bakımdan ilk safları en az hayırlı saf olur. Hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre; kadınların ister erkeklerle birlikte aynı yerde bulunsunlar, isterse erkekler bulunmasın saf halinde dizilip namaz kılmaları caizdir.
Benim kendi görüşüm, kadınların kendileri için özel yer ayrılmamış mescitlerde namaz kılmamaları dir. Çünkü çağımız gizli, açık fitnelerle dolup taşmakta. Her müslüman erkek ve kadının ise kendisini korumaya çalışması, mümkün olduğunca kendisini hayra atması, hayra götürecek her yola dört elle sarılması, ateşe ulaştıracak her yoldan da uzak durması gerekir.
Kendimizi aldatmayalım; mescitlere gelen bütün erkekler ruhen ve ahlaken sağlıklı ve müstakim kimseler değildir. Onların kiminin kalplerinde hastalık vardır. Kendi nefislerine hâkim olamayanlar da vardır. O bakımdan bu tür mescitlerden (yani kadınlar için özel yeri bulunmayan mescitlerden) kadınların uzak kalmaları gerekir. Fitneden korunmak için bunu yapmalıdırlar. Allah'a hamd olsun ki, zaten bu tür mescitler de sayıca çok azdır. Diğer taraftan kadının kendi evinde namaz kılmasının daha faziletli olduğundan bahsedilmiş bulunuyor. Ancak mescide gitmeyi arzu edecek olursa, o zaman kadınlar için özel yeri bulunan mescitleri tercih etmelidir...[419]
Ümmü Atiye'nin (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) bize Ramazan ve Kurban Bayramları için ergenlik yaşına yaklaşmış kızlar ve henüz evlenmemiş bakire kızlar ile birlikte çıkmayı emretti. Ay hali olanlar namaz kılmazlardı."
Bir başka lâfızda: "Musalla (namazgah)” ifadesi de vardır. (O takdirde mânâ: Ay hali olanlar namazgahtan uzak dururlardı, olur.) Böylelikle onlar hayrı da görsünler (ya da onlar da hayra ve müslümanların duasına iştirak etsinler). Ben dedim ki:
“Ey Allah'ın Resulü, birimizin eğer cilbâbı (dış örtüsü) yoksa?” Bana şu cevabı verdi:
"Ona da kız kardeşi (fazla) cilbâbını giymek üzere versin."
Bir başka rivayette şu fazlalık yer alır:
“Ay hali olanlar, cemaatin arkasında bulunur ve cemaatle birlikte tekbir alırlar."
Buhârî'de şu ifadeler de vardır:
Ümmü Atiye dedi ki:
“Biz ay hali olan kadınları da (namazgaha) çıkartmakla emrolunur idik. Onlar da cemaatin tekbiri ile birlikte tekbir alırlardı."[420]
Gerçek şu ki, kadınların bayram namazları için dışarıya çıkmaları ilim adamlarının üzerinde ihtilâf ettikleri bir konudur. Hanefî mezhebine mensup ilim adamları bayramlar dolayısı ile Müslümanların koku sürünmek, süslenmek, bayram için çıkmak, tekbir getirmek ve benzeri uymaları gereken hususlar hakkında şunları söylemektedirler:
"Bütün bunlar erkekler için sünnet olup, kadınlar için değildir. Çünkü kadınların bayram namazı kılmaları vacip değildir; bu gibi hususlar ise namaz kılan kimse için sünnettir."[421]
Şevkânîde şöyle demektedir:
"Bu hadis-i şerif ve onun anlamına gelen dğer bir takım hadîs-i şerifler bayram namazları için kadınların bakire ile evli arasında, genç ile yaşlı arasında, ay hali olan ile olmayan arasında -iddet bekleyen veya çıkmasında fitne bulunup, ya da çıkamayacak halde olmayanların dışında- bayram maksadı ile dışarı çıkmalarının meşru olduğunu ortaya koymaktadır."[422]
İlim adamları bu konuda değişik görüşler ortaya koymuşlardır.
Birinci görüş: Böyle bir şey müstehaptir. Hadislerde geçen emir ifadesi teşvik içindir. Bu görüşün sahipleri genç ile yaşlı arasında fark görmezler. Hanbelî mezhebine mensup Ebû Hâmid'in ve Şâfiî mezhebine mensup Cürcânî'nin görüşleri budur. Şafiî'nin mutlak olarak kullanmış olduğu ifadenin ahirinden de bu anlaşılır.
İkinci görüş: Bu görüşte olanlar, genç ile yaşlı arasında fark görürler. Irâkî der ki: Şafiî'nin "el-Muhtasar"ında kullandığı ifadesine bağlı olarak Şâfî ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur.
Üçüncü görüş: Müstehaphk söz konusu olmaksızın caiz görenler. İmâm Ahmed'den îbn Kudâme'nin yapmış olduğu naklin zahirinden bu anlaşılır.
Dördüncü görüş: Onların namaz için dışarıya çıkmalarının mekruh olduğu görüşüdür. Bunu İmâm Tirmizî; Sevrî ve İbn el-Mübârek'den nakletmiştir. İmâm Mâlik ve Ebû Yûsuf da bu görüştedir. Yine İbn Kudâme: en-Nehâî ve Yahya b. Saîd el-Ensârî'den aynı görüşü aktarır.
ibn Şeybe; Nehâî'nin genç kadının bayram namazı kılmak üzere dışarıya çıkmasını mekruh gördüğünü rivayet eder.
Beşinci görüş: Kadınlar bayram namazı için dışarı çıkmakla yükümlüdürler. Bu görüşü Kadı İyâd, Ebû Bekir, Ali ve İbn Ömer hazretlerinden nakleder. İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr ve Hz. AM'nin şöyle dediklerini rivayet etmiştir:
"Her örtünenin bayram namazları için çıkması görevidir.”[423]
Hadîsin açıkça belirttiğine göre onların namaz için dışarıya çıkmalarını mekruh görenlerin sözleri reddedilmektedir.
Bayrama has olaylar arasında, kalpleri iman ile doldurup taşıran tekbir ile müslümanların göz yaşartan ve kalpleri haşyetle dolduran toplanmalarıdır. Bu toplanmalarında İslâm'ın azametini ortaya koymak gibi bir durum da söz konusudur. Müslüman böyle bir manzarayı ortaya koymakla iman yolunda ilerlemeye devam etmek için Rabbı'na olan ahdini tekrarlamaktaki, hayatını kirleten herşeyi tevbe ve amel-i sâlih ile silip temizlemekteki kararlılığını ortaya koyar.
Bayram bu olduğuna göre; erkeklerden uzak durmaları şartı ile kadınların bayram namazı için çıkabilecekleri görüşünü kabul ediyorum. Nitekim bu görüşü sahîh hadîsler ve asırlar boyunca gelen büyük ilim adamlarının sözleri de desteklemektedir. Fıkhu's-Sünne'dt şu ifadeler yer almaktadır:
"Çocukların ve kadınların bayram günü namaz kılınacak yere çıkmaları meşrudur. Bu konuda bakire ile evli, genç ile yaşlı, ay hali olan ile olmayan arasında fark yoktur." Daha sonra da bundan önce geçen Um Atiye'nin rivayet ettiği hadîsi zikreder.[424]
Hz. Âişe, şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) bir cenazeden döndükten sonra yanıma geldi. Bende bir başağrısı olduğundan:
"Ah başım!" diyordum. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle dedi:
"Hayır, asıl ben ah başım demeliyim. Sen benden önce vefat etsen, seni yıkasam ve kefenlesem, daha sonra da senin namazını kılıp, seni defnetsem; Senin ne zararın olur ki?"[425]
Bu hadîste kadının ölmesi halinde kocasının onu yıkayabileceğine dair delil vardır. Buna kıyasen kadın da onu yıkar. Nitekim Hz. Ebû Bekir'i hanımı Esmâ'nın yıkadığı, Hz. Ali'nin (k.v.) de Hz. Fâtıma'yı yıkadığı sabit olmuştur.
Diğer sahabeler ise ne Hz. Ali'nin, ne de Esmâ'nın bu davranışını reddetmedikleri için sahabe arasında icmâ' bulunmuş oluyor.[426]
Ölen bir kadını çoğunlukla yine kadınlar yıkadığından, kefeni erkeğin kefeninden farklı olan kadın kefeninin niteliklerini zikretmeyi uygun ve yerinde buluyorum.
Sakîfli Kânif kızı Leylâ'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah'ın (s.a.s.) kızı Ümmü Külsûm vefat ettiğinde onu yıkayanlar arasında idim. ResÛlullah'm (s.a.s.) bize ilk verdiği izâr (belden aşağısını örten parça) oldu. Bunun arkasından bize göğüs kısmını Örten parçayı (dir1), daha sonra baş Örtüsünü (himâr), daha sonra bunların üstüne gelen örtüyü verdi. Bundan sonra ise son örtü ile (bütün bedeni) örtüldü. (Leylâ) dedi ki:
“Resûlullah (s.a.s.) kapının yanında Ümmü Külsûm'un kefeni ile duruyor ve bize onu parça parça uzatıyordu."[427]
Buhârî der ki:
"Hasen şöyle demiştir: Beşinci bez ile göğüs örtüsünün altından olmak üzere baldırlar, bacaklar ve bütün kaba etler örtülür."
Hadîs-i şerif kadının kefeninde şer'an öngörülen izâr, dir1, himâr, milhafe ve dürc (bütün bedeni örten son parça) olmak üzere beş parça olduğunu ortaya koymaktadır.
Yine Ümmü Atiye'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Biz onu beş parça ile kefenledik ve hayatta olan birisine nasıl başörtü bağlıyorsak, öylece başörtü bağladık."
Bu ifadeler Hârizmi’nin rivayetinde fazla olarak yer alır. Hafız der ki: Söz konusu bu ziyâdenin isnadı sahihtir. Bir kesim de şöyle demiştir: Kefenlerini bir araya getirmesi için bu parça göğsünün üzerine bağlanır. Kamîs, Şâfiîler ile Hanbelîler'in tercih edilen görüşüne göre kadın için mekruh değildir.[428]
Cünüp kimse ile ay hali olan kimsenin ölüyü yıkamaları caiz olur mu?
Evet caizdir, çünkü ikisi de temizdir. Buna delil, Resulullah'ın (s.a.s.): "Mü'min asla necîs olmaz." şeklindeki buyruğudur.[429]
İpeğin kefen olarak kullanılması caiz olur mu?
Erkeğin ipek ile kefenlenmesi caiz olmaz. Ancak kadının ipekle kefen-lenmesi caizdir. Çünkü kadının (hayatta iken) ipek kullanması haram değildir. Fakat böyle birşey kerahatten de uzak değildir. Çünkü bu bir çeşit gereksiz harcama, yani israftır.[430]
Kadının da erkek gibi cenaze namazına katılması caizdir. Fıkhu's-Sünne'de şu ifadeler yer alır:
"Hz. Ömer, (oğlu) Abdullah'ın annesini (yani kendi hanımını) Utbe'nin namazını kılıncaya kadar beklediği gibi, Hz. Âişe de üzerine namaz kılmak için Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın getirilmesini istemiştir. Nevevî der ki:
"Başka hususlarda olduğu gibi cenaze namazında da kadının cemaatle kılması sünnet olur. Nitekim Hasan b. Salih, Süfyân es-Sevrî, Ahmed ve Hanefî âlimleri de bu görüştedir. İmâm Mâlik, onların tek başlarına namaz kılmaları gerektiği görüşündedir."[431]
Tabii onların cenaze namazına çıkmaları, açılıp saçılmayarak, erkeklerin dikkatini çekmeyecek şekilde, koku sürülmemiş ve tesettüre riâyet etmeleri şartı ile söz konusudur.[432]
tlim adamlarının çoğunluğu, kadınların herhangi bir şekilde cenazenin peşinden gitmelerinin caiz olmadığını söylemişlerdir. Pekçok görüşe göre kadınların cenazenin arkasından yürümeleri mekruhtur. Böyle birşeye de gerek yoktur. Çünkü cenazelerin arkasından giden bir kadın tabiatı ve duyguları dolayısıyla kendis'.ıe hâkim olamayarak feryad u figana başlayabilir, ağıt yakabilir. Bütün bunlar ise, Şer'an yasaklanmış hususlardır.[433]
İbn Mes'ûd, Peygamber'in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"(Ölen birisi için) yanaklarına vuran, yakalarını yırtan ve câhiliyet dâvası güden bizden değildir.”[434]
Ebû Bürde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ebû Mûsâ bir ağrıya yakalanmış ve bu esnada baygın düşmüştü. Başı, kendisine yakın hanımlardan birisinin kucağında idi. Yine onun yakını olan bir hanım feryadı basınca, Ebû Mûsâ ona herhangi bir şekle cevap veremedi. Kendisine gelince şöyle dedi:
“Resûlullah'ın (s.a.s.) uzak durduğu kimseden ben de uzağım. Çünkü Resulullah (s.a.s.), yüksek sesle ağlayan kadından, musibet dolayısıyla saçını kesen ve elbisesini yırtan kadından uzak olduğunu belirtmiştir.”[435]
Ebû Mâlik el-Eş'arî, Peygamber'in (s.a.s.) şu buyruğunu rivayet eder:
"Ümmetimde dört nitelik vardır ki, bunlar câhiliye niteliğidir ve onları terk etmeyeceklerdir: Makam ve mevkilerle övünmek, soy ve sopları yermek, yıldızlarla yağmur istemek ve ölünün peşinden ah-u figan etmek." Ayrıca şöyle buyurmuştur:
"Ah-u figan eden kadın şayet ölmeden önce tevbe etmezse kıyamet günü üzerinde katrandan bir elbise ve uyuz gibi kaşındıran bir gömlek bulunacaktır."[436]
Geçen bu ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki, İslâm dini kadının:
"Vah aslanıma, vah evimin direğine, vah koluma kanadıma, vah benim kazancıma" gibi sözler söyleyerek ağıt yakmayı yasaklamıştır. Yine aynı şekilde bu din, yanaklara vurmayı, elbiseleri yırtmayı da yasak kılmıştır... Çünkü bütün bu tür işler câhiliyeye ait hareketlerdir.
O halde müslüman kadınlara düşen, bu musibetlerin ecirlerini Allah'tan beklemek ve: "Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn" demek, bu tür âdetleri bir kenara itmektir. Çünkü Allah'tan ecir bekleyip sabırla hareket etmek, İslâm'a bağlı olmak demektir. Akim dengeli olduğunun delilidir. Allah'ın emrini rıza ile karşılamanın ifadesidir. İşgal ettiği yer ne olursa olsun bu fâni dünyada kalacak bir insan var mıdır?[437]
Ölen birisine yas tutmak maksadıyla kadınların siyah giymeleri de helâl olmadığı gibi, kocaları için üç günden fazla yas tutmaları da caiz değildir.[438]
Kadınlar, taziyede bulunmak amacıyla ölenin kadın akrabalarının yanına gidebilirler. Bu caizdir, ancak taziyede fazla eğlenmemeleri şarttır. Çünkü taziyede bulunurken fazla durmak fakıhler tarafından mekruh görülmüştür.[439]
Ebû Hureyre, Resûlullah'ın (s.a.s.) çokça kabir ziyaret eden kadınlara lanet buyurduğunu rivayet eder.[440]
Abdullah b. Ebî Müleyke'den şu rivayet gelmiştir:
"Birgün Hz. Âişe kabristandan geliyordu. Ben ona:
“Ey mü'minlerin annesi, nereden geliyorsun?” diye sordum. O da bana:
“Kardeşim Abdurrahman'ın kabrinden geliyorum,” deyince şöyle sordum:
“Resulullah (s.a.v.) kabir ziyaretinden nehy buyurmadı mı?” Bana şu cevabı verdi:
"Evet. Kabir ziyaretinden nehyetmiş idi. Daha sonra kabir ziyareti yapmayı emretti. "[441]
İlim adamları kadınların kabir ziyaretinde bulunmaları konusunda farklı görüşlere sahiptir. Onlardan kimisi bunun tahrimen mekruh olduğunu belirtmiş, kimisi de tenzihen mekruh olduğunu söylemiş, çoğunluk ise fitneden emin olunması halinde caiz olduğu görüşünü belirtmişlerdir. Kurtubî şöyle der:
"Bütün bunlardan -yani açılıp saçılmaktan, ağlayıp sızlanmaktan ve benzeri durumlardan- emin olunması halinde onların kabristana ziyaret için gitmelerine izin vermekte bir sakınca yoktur. Çünkü ölümü hatırlamak hem erkek için, hem de kadın için bir ihtiyaçtır."
Şevkânî bununla ilgili olarak şöyle der:
"Konu ile ilgili gelmiş hadîsleri birlikte mütalâa ederken göz önünde bulundurulması gereken husus işte budur... Allah'ın izni ile doğru olan görüş de bu görüştür."[442]
Oruç, İslâm'ın üzerinde yükselmiş olduğu beş temel esastan bir tanesidir. Hicret'in ikinci yılı Şaban ayında farz kılınmıştır.
(Orucun Arapçası olan) Savm kelimesi sözlükte, "imtina' etmek" anlamına gelir. Bu manâsıyla bu kelime, herhangi bir şeyten imtina1 etmek anlamını kapsar. Nitekim Yüce Allah'ın Hz. Meryem (üzerine selâm olsun) ile ilgili buyruğunda geçen "savm" kelimesi bundan alınmıştır:
"Muhakkak ben Rahman olan Allah'a bir oruç adadım. Bugün hiçbir insanla asla konuşmayacağım."[443]
Şer'î bir terim olarak oruç; tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar güzel bir niyet ile midenin ve cinsel organların oruca aykırı arzularından uzak durmaktır.
Peygamberimiz, "Orucun sevabı Allah'tan başka kimsenin takdir edemeyeceği kadar büyüktür." buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'den orucun farz olduğunun delili, Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Ey iman edenler, oruç sizden öncekilere (farz) yazıldığı gibi, sizin üzerinize de (kötülüklerden) sakınasınız diye (farz olarak) yazıldı. "[444]
Sünnetten delili ise ünlü "İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir." hadisindeki "Ramazan ayında oruç tutunuz." emridir.[445]
Oruç dört kısımdır;
1. Farz oruç: Bu büyük Ramazan ayındadır. Keffâret oruçları ve adağı yapılan oruçlar da böyledir.
2. Sünnet ve müstehap oruç: Ramazan, keffâret, nezir ve oruç tutmanın haram olduğu günler dışında tutulan oruçtur.
3. Mekruh olan oruç: Şek gününde tutulan oruçtur. Şek günü Şa-ban'm otuzu mu, yoksa Ramazanın biri mi bilinemeyen gündür. Yalnızca cuma veya yalnızca cumartesi günü oruç tutmak da böyledir. Müslüman olmayanların bayramlarında oruç tutmak da aynı şekilde mekruhtur.
4. Haram olan oruç: Ramazan bayramının ilk, kurban bayramının da ilk üç gününde tutulan oruçtur ki, Kurban bayramının bu ilk üç gününe Teşrik Günleri adı verilir.[446]
Bundan önce namaz bölümünde ay hali veya lohusa olduğunda kadının oruç tutamayacağını, namaz kılamayacağtm belirtmiş, namazı değil de orucu kaza edeceğini söylemiştik. Namaz çokça tekrarlanan bir ibâdet olduğundan onu kaza etmek kadın için zordur. Oruç ise belirli bir süredir ve bu da her yılın sadece bir ayıdır.
Kadın güneş batışından bir an önce dahi ay hali olacak veya doğum yapacak olursa, o günkü orucu fasit olur ve o günün kazasını yapması gerekir. İleride bununla ilgili açıklamalar gelecektir.
Kadının ay hali veya lohusalığı devam ettiği sürece orucunu sürdürmesi haramdır.
Onun ay hali ya da lohusalığı güneş batınımdan bir an önce bile bitecek olursa, gusletmeyi bir parça geciktirse bile oruca niyet etmesi gerekir.
Bir müslümanın orucu herhangi bir şekilde bozulursa, onun Ramazan'a hürmeten açıktan açığa yemek yememesi ve bu günü kaza etmesi gerekir. Bu şekilde ay hali veya lohusa olan kadının ise, bu hükme tâbi olması söz konusu değildir. Ancak Şâfıîlerin söylediği gibi, herkesin gözü önünde açıktan yiyip içmemesi sünnet, hatta vaciptir.
Büyük âlim Şevkânî, ay hali veya lohusa olan kadının orucunu kaza etmesi ile ilgili olarak şunları söyler:
"Bu, başından beri müslümanların üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Peygamber döneminde ve ondan sonra bugüne kadar uygulama bu şekildedir. Buna muhalif hareket eden tek bir müslümanın varlığından bile söz edilmemiştir. Yalnızca bu konuda Haricîlerin uygulamaları ile ilgili rivayetler vardır. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Âişe:
"Ay hali olan kadın neden orucunun kazasını yapar da namazının kazasını yapmaz?" diyen kadına;
"Yoksa sen Harurâlılardan mısın?" demiştir.
"Bu sözleriyle: "Sen Haricî misin?" demek istemiştir. Çünkü onlar Haricîlere Harurâlılar adını veriyorlardı.
"Bu gibi çürük şüphelere tutunarak Müslümanlara muhalefet eden bu tür bâtıl sözlere meyleden kişilere şaşmamak mümkün değildir."[447]
Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayetine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kocası hazır bulunduğu takdirde, kadın Ramazan'ın dışında izin almaksızın bir gün bile oruç tutmasın. "[448]
Bu hadîs-i şerifte, kocası hazır bulunduğu takdirde izin almadığı sürece kadının nafile oruç tutması açıkça yasaklanmış bulunuyor. Çünkü o takdirde bazan kocanın haklarına riâyet edilmemiş olur. Ramazan orucu ise, farz olduğundan dolayı aynca izin almak gerekmez.
Benim görüşüme göre; erkeğin hanımına oruç tutmak konusunda tam bir izin vermesi gerekir. Özellikle sâliha kadınların oldukça az olduğu bu dönemimizde böyle olmalıdır. Koca hanımını bu şekilde aynca oruca teşvik etmekle, son tahlilde güzel ahlâkı ve davranışları ile faydalanacağı sâliha bir şahsiyetin oluşumuna yardımcı da olacaktır. Oruç tutmadığı günler ve upuzun geceler ona yeter.
Fakat kadının kocası başka yerde bulunuyor, hasta veya ona yaklaşmaktan âciz ise, ondan izin almaksızın oruç tutabilir.[449]
Orucu bozmayan birtakım hususlar vardır. AHahu Teala kendisinden bir rahmet ve bir şefkat olmak üzere bunlara müsaade etmiş bulunuyor. Nitekim hamile kadınlara oruç açmak ruhsatını da vermiştir. Müslüman hanımlar için İslâm'da müsade verilmiş bu tür kolaylıklardan bahsedelim.[450]
Enes b. Mâlik'den (r.a.) şöyle rivayet edilir: Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
"Şüphesiz Allah yolcunun üzerinden orucu ve namazın yarısını kaldırmıştır. Hamile ve süt emziren kadından da orucu (kaldırmıştır)."[451]
İkrime de İbn Abbâs'ın (r.a.) şöyle dediğini nakleder:
"(Fidye) hamile ve emzikli kadın için öngörülmüştür.”[452]
Bu iki rivayette, hamile ve emzikli kadının oruç açabileceğine dair delil vardır. Fukahâ emzikli kadın emzirdiği çocuk için, hamile kadın da cenin için korkacak olursa, kadının oruç açabileceği görüşündedirler. Ebû Tâlib, bunun caiz olduğunda ihtilâf olmadığını nakleder. İmâm Tirmizî de; ilim ehline göre bu esasa göre amel edilir, der.
Bazı âlimler, hamile ve emzikli kadının oruç açıp kazasını yapmaları veya fidye verip kaza yapmayacakları görüşündedirler. Dileyecek olurlarsa da sadece kaza yaparlar ve fidye yedirmeleri gerekmez. İshâk bu görüştedir.
Ancak Evzâî, Zührî ve Şâfıî, keffâret söz konusu olmaksızın sadece kaza gerektiği görüşündedirler. Konu ile ilgili fıkıh mezheplerinin görüşleri şu şekildedir:
Mâlikîler der ki: Hamile ve süt emziren kadın, süt emzirdiği ister kendisinin neseben çocuğu, isterse de başkasına süt annelik yaptığı çocuğu için olsun, oruç tutmaları halinde hastalanmaktan veya hastalığın artmasından korksalar -ve söz konusu bu korku ister kendileri, İsterse de çocukları için olsun, ister yalnız kendileri veya yalnız çocukları için olsun- oruç açmaları caizdir. Her ikisinin de kaza yapmak mükellefiyetleri olmakla birlikte, hamile kadının ayrıca fidye vermesi gerekmez, fakat emzikli kadının fidye vermesi gerekir.
Oruç tutmaları halinde ölümden veya kendileri ya da çocukları için oldukça büyük bir zarardan korkacak olurlarsa, o takdirde oruç açmasının mubah olması için kendisinin süt emzirmesinin, süt emzirecek başka bir kimse bulunmaması veya bulunduğu halde çocuğun ondan başkasını kabul etmemesi halinde kendisinin süt vermesi kesinleşmiş olacak olursa, süt emzirenin oruç açması mubah olur. Şayet süt emzirecek başka birisi bulunur da çocuk da ondan süt emmeyi kabul edecek olursa, o zaman süt emziren kadının oruç tutması gerekir ve herhangi bir şekilde oruç açması caiz olmaz. Çocuğun memesini kabul ettiği yeni sütanne eğer ücrete muhtaç olarak olursa, çocuğun malı varsa o zaman ücret onun malından ödenir. Malı olmazsa o takdirde ücreti babanın ödemesi gerekir. Çünkü süt emzirme ücreti, çocuğa nafakanın bir parçasıdır. Nafaka ise eğer çocuğun belirli bir malı yoksa babası üzerinde bir görevdir.
Hanefîler: Hamile veya emzikli kadın oruç tuttukları takdirde zarar görmekten korkarlarsa oruç açmalan caiz olur. Burada ister kendileri ve çocukları için birlikte olsun, isterse de yalnız kendileri ya da sadece çocukları için korksunlar değişen bir durum yoktur.
Güçleri yettiği zaman da kaza yapmaları gerekir. Fidye vermeleri ve kaza günlerini peşpeşe getirmeleri ise gerekmez. Süt emziren kadının anne olması ya da ücretle emziren sütanne olması arasında fark olmadığı gibi, bizzat kendisinin süt verme gereği ortaya çıkması ile çıkmaması arasında da fark yoktur. Çünkü eğer anne olursa, diyaneten onun çocuğunu emzirmesi gerekir. Eğer ücretli tutulmuş sütanne olursa da bu sefer akid ile süt vermesi gerekir ve bundan kurtulmak söz konusu olmaz.
Hanbelîler: Hamile ve emzikli kadın, hem kendileri hem de çocukları ya da sadece kendileri için zarar görmekten korkacak olurlarsa oruç açmaları caizdir. Bu iki durumda fidye söz konusu olmaksızın oruçlarını kaza etmeleri gerekir.
Şayet kadın yalnızca çocuğu için korkacak olursa, o zaman hem kaza yapar hem de fidye öder. Süt vermek durumunda olan kadının çocuğu başkasının memesini kabul edecek olur ve kendisi de onu ücretle tutabilecek güce sahip bulunursa veya çocuğun sütanneye ücret verebilecek malı olursa, o zaman çocuğa süt vermek üzere ücretle sütanne tutulur ve oruç açmaz. Ücretli süt nnenin hükmü az önce aile ile ilgili hükümlerin aynıdır.
Şâfiîler: Hamile ve süt emziren kadın şayet oruç tutacak olursa tahammül edilemeyecek kadar ağır bir zarardan korkarsa, -bu zarar ister hem kendisinin hem de çocuğunun birlikte göreceği, ister yalnız kendisinin, isterse de sadece çocuğunun görebileceği bir zarar olsun- hamile kadının da süt emziren kadının da oruç açmaları vacip olur. İlk üç durumda kaza yapmaları gerekir. Son durumda ise kaza ile birlikte bir de fidye ödemeleri gerekir. Söz konusu son durum ise tehlike korkusunun yalnızca çocukları için olması durumudur. Süt emziren kadının bizzat kendi çocuğunu emzirmesi ile ücretle tutulmuş sütanne veya bedelsiz sütanne olması arasında hiçbir fark yoktur.
Oruç tutmayan veya tuttuğu halde oruçtan zarar görmeyen sütannelik edecek başka bir kimse bulunmadığmdan dolayı kendisi süt vermek zorunda kalacak olursa, sözü geçen bütün durumlarda süt veren annenin oruç açması vacip olur. Sütannelik edecek başka bir kimse bulunduğu takdirde ise, süt emzirmesi halinde oruç açması, emzirmemesi halinde de oruç tutması caiz olur. Fakat oruç açması da vacip olmaz.
Ücretle tutulmuş sütanne ile ilgili bu etraflı hükümler, ücret akdinden önce böyle bir korku olunca söz konusudur. Ancak ücret akdinden sonra kadın büyük bir ihtimal ile oruç açmak ihtiyacını duyacak olursa, oruçtan dolayı zarar görmekten ne vakit korkarsa oruç açması gerekir. İsterse süt emzirecek başka bir kimse bulunsun, değişen birşey olmaz.[453]
Verilen bu açıklamalardan hamile veya emzikli kadının kendileri veya çocukları için korkmaları halinde oruç açmalarının mubah olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda olan bir kadının, orucun kazasını yapması veya fidye vermesi ile ilgili olarak mezheplerin görüşlerini aktarmış bulunuyoruz. Allah'ın izniyle bunların hepsi sahih olduğundan hangisiyle olursa olsun amel edilebilir. Bununla birlikte ben, belirli bir süre sonra oruç tutabilecek olduğu müddetçe, kaza yapmasını daha efdal görüyorum. İnşaallah biraz sonra kaza ve fidye vermenin anlamlarını da açıklamaya çalışacağız.[454]
Seleme b. el-Ekva'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ona güç yetirenler üzerinde bir fakir doyumluğu fidye vardır,"[455] âyeti nazil olunca, isteyen oruç açıp fidye verebilirdi. Bu durum ondan sonraki âyet nazil oluncaya kadar böylece devam etti."[456]
.Atâ'dan:
"Ona güç yetirenlerin üzerinde bir fakir doyumu fidye vardır."[457] âyetini okuyunca, îbn Abbâs'ın şöyle dediğini işittiği rivayet edilmiştir:
"Bu hüküm kaldırılmamıştır, söz konusu bu hüküm yaşlı ve koca-mış ve oruç tutmaya gücü yetmeyen erkek ve kadın içindir. Bunlar fidye verip yedirirler."[458]
Fukahâ, yaşlı kimsenin fidye yedirmesi konusunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Ebû Sevr ve Dâvûd bütün yedirmelerle ilgili hükümlerin kaldırılmış olduğunu söyler ve gücü yetmediği takdirde yaşlının fidye yedirmeyeceğini belirtirler. Fakat İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Yaşlı, kocamış bir kimsenin oruç açıp her gün için bir fakiri yedirmesi ve bununla birlikte kaza yapmaması ruhsatı verilmiştir."[459]
Ben Mâlikîlerin: "Bu durumda olan bir kimsenin yalnızca fidye vermesi müstehap olur." şeklindeki görüşüne meylediyorum.
Buna göre oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlı kadın ve aynı şekilde iyileşme ümidi bulunmayan hasta kadın oruçlarım açar, güçleri yetmeyeceği için üzerlerinde kaza yapmak yükümlülüğü olmaz, fakat fidye vermeleri müstehap olur.
Ramazan ayında oruç tutamayıp da başka bir zamanda kazısını yapabilecek kadının durumuna gelince; böyle bir kadın gücü yeteceği zaman kazasını yapar ve fidye vermesi de gerekmez.[460]
Kadın bazan yemeğin tadına bakmak zorunda kalabilir. Bazı şeyleri satın almak istediği zaman da aynı mecburiyeti hissedebilir. İlim adamlarından bir grup bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında İbn Abbâs da (r.a.) vardır. O şöyle demiştir:
"Kadının yemeğin, sirkenin ve satın almak istediği şeyin tadına bakmasında bir sakınca yoktur."
Diğer başkaları ise bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Benim görüşüme göre, içine bir şeyin inmesinden sakınmak şartıyla bunun sakıncası yoktur. Böyle bir durumda buna göre, acaba sakız çiğnemek caiz midir, değil midir diye hanım kardeşlerimizin hatırına bir soru gelebilir. Çünkü sakız, ağızdan aşağıya inmektedir. Böyle bir soruya cevabım şudur:
“Sakızın her zaman için ağızdan aşağıya inen çok küçük parçacıkları olur. Böyle olması halinde ilim adamları bunun (tahrimen) mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şa'bî, Nehaî, Hanefiler, Şafiî ve Hanbelîler bunlar arasındadır.”[461]
İlim adamları bu mesele ile ilgili çokça ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunun nedeni ise sünnette bu konu ile ilgili Abdurrahmân b. en-Nû'mân ile Hz. Âişe'nin rivayet ettikleri ki hadîsten başka bir şeyin gelmemiş olmasıdır.
Abdurrahmân b. en-Nû'mân b. Ma'bed b. Hevze, babasından, o dedesinden, o da Peygamber'den (s.a.s.) şu rivayeti yapar:
"O (Peygamber s.a.s..-) uykudan önce kokulandırılmış ismid kullanılmasını emretmiş, oruçlu da bundan sakınsın demiştir. "[462]
İsmid: Kâmûs'ta da belirtildiği gibi, sürme taşının adıdır. Hz. Aişe'nin de (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir.
"Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayında oruçlu olduğu halde sürme kullanmıştır."[463]
Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bu hadîsi, fukahânın çoğunluğu sürmenin orucu bozmadığına dair delil olarak göstermişlerdir. Göründüğü kadarıyla her iki hadîs de, -ilgili noktalarında belirttiğimiz gibi- zayıftır.
Büyük âlim Şevkânî şöyle der:
"Zahire göre cumhurun kabul ettiği görüş, doğru olan görüştür. Çünkü aslî berâet (yani mübahlık)ten ancak bir delil olması halinde intikal edilir. Konu ile ilgili ise bu intikali gerektirecek elverişliliğe sahip delil yoktur. Özellikle de bu hadîs cumhurun bu görüşünü de güçlendirmektedir. Şayet oruç bozduğuna dair olan -"Giren şeylerden dolayı oruç bozulur, çıkan şeylerden dolayı da abdest bozulur" hadîsine işaret ediyor- hadîsin delil olmaya elverişli olduğunu düşünecek olursak, şunu hatırlatalım ki, bu hadîsi rivayet edenler arasında İbn Abbâs'ın mevlâsı Şu'be vardır. Şu'be ise zayıftır, İbn Adiyy der ki:
“Bu hadîs aslında mevkûfdur. Diğer taraftan Peygamber'in (s.a.s.) sürme kullanmış olması, kullanılacak sürmenin özelliğini de belirleyicidir,” İbn Ömer'in:
"Resûlullah (s.a.s.) gözlen ismid ile dolu olduğu halde evinden dışarıya ve Ramazan ayına çıktı." şeklindeki hadîsin rivayeti ile Tirmizî'nin Enes'den (r.a.) rivayet edip de:
"İsnadı pek o kadar güçlü değildir ve bu konuda Peygamber'den (s.a.s.) sahîh bir rivayet yoktur?" demesi bir tarafa; konu ile ilgili hadîsin delil olmaya elverişli olduğunu varsaysak bile, kokulu sürme kullanmaktan çekinmeyi emrettiği şekilde yorumlanır.
"Çünkü (hadîsde geçen) muravvah "kokulandırılmış" demektir. O halde kokusu bulunmayanı kapsamaz. Şöyle denilebilir: "Sürme ile ilgili hadîs, emri hakikatından (vücûbu kastediyorum) başka bir anlama getirmektedir. O takdirde sürme kullanmak mekruh olur. Fakat Resûlullah (s.a.s.) ise mekruh bir şeyi işlemekten çok uzaktır."[464]
Oruç esnasında mubah olan işler konusunda Fıkhu's-Sünne'de şu ifadeler yer almaktadır: "Sürme çekmek, göz damlası ve benzeri göze giren şeyler kullanmak, ister bunların tadı ağızda duyulsun, isterse de duyulmasın (mubahtır). Çünkü göz, karın boşluğuna giden bir menfeze sahip değildir."
Bundan sonra da şöyle der:
"Şâfiîler bu görüştedir. İbn el-Münzîr bu görüşü Atâ'dan, Hasan'dan, Nehaî, Evzâî, Ebû Hanîfe ve Ebû Sevr'den nakletmektedir."[465]
ei-Fıkhu'l-Vâdıh'ta da şöyle denilmektedir:
"Ramazan gününde sürme kullanmak orucu bozmaz. Hanefî ve Şâfiılere göre bundan boğaza herhangi bir şey ulaşsa bile böyledir. Bilinen çeşitli göz damlalarından damlatmak da bu şekildedir. Çünkü göz aslında karın boşluğuna giden bir enfeze sahip değildir. Ondan herhangi bir şeyin boğaza varması ise, oldukça nadirdir."
Daha sonra şöyle der:
"İmâm Mâlik'e göre, eğer boğazına bir şey kaçtığı gerçekleşecek olursa oruçlunun sürme kullanması haram olur ve kazasını yapması gerekir. Şayet şüphelenecek olursa yalnızca mekruhtur."[466]
Benim görüşüme göre Ramazan gününde sürme kullanmak caizdir. Fakat efdâl olan sürme çekmeyi geceye bırakmaktır. Çünkü oruç tutan bir kimsenin dünya hayatının süslerinden uzak zâhidâne bir şekilde orucunu sürdürmesi gerekir. Hiç olmazsa bunu şu oruç tuttuğu kısa zamanda böyle yapmalıdır. Ancak sürme çekilecek veya damla kullanılacak olursa da Allah'ın izniyle onun için günah olmaz.[467]
İğne, ister gıdâlanmak, ister tedavi olmak için olsun, ister adaleye yapılsın, ister damara olsun, inşâallah mubahtır. Çünkü yapılan iğne karın boşluğuna ulaşacak olsa alışılmış bir menfezden karın boşluğuna ulaşmıyor. Ancak iğnenin tadının boğaza ulaştığı bilinecek olursa gündüzün iğne yapmamak ihtiyata daha uygundur. Yapmak mekruh olur.[468]
Hz. Ömer'in (ra.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir gün kendimi bayağı rahat hissettim. Oruçlu olduğum halde (hanımımı) öptüm. Peygamber'in (s.a.s.) yanına giderek şöyle dedim:
“Bugün çok büyük bir iş yaptım. Oruçlu olduğu halde hanımımı öptüm.” Resûlulla (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Oruçlu olduğun halde ağzını su ile çalkalasan ne olur?" Ben:
"Bunun bir sakıncası yoktur." dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.):
"Peki bunda ne var?" diye buyurdu."[469]
Ebû Bekr b. Abdurrahmân, Peygamber'in (s.a.s.) sahâbîlerinden bir tanesinden şu rivayeti yapar:
"Ben Peygamber'in (s.a.s.) oruçlu olduğu halde sıcaktan dolayı başının üzerine su döktüğünü gördüm. "[470]
Hz. Peygamber'in: "Oruçlu iken ağzını su ile çalkalasan ne olur?" buyruğunda su ile ağzı çalkalamanın orucu bozmadığına işaret vardır. Bu, su içmenin birinci basamağı ve anahtarıdır. Buna göre aynı şekilde öpmek de cimâın başlangıcı ve onu davet eden hususlardandır. Su içmek orucu bozduğu gibi cima etmek de orucu bozur. Hadîste sabit olduğu üzere, nasıl içmenin başlangıcı olan çalkalamak orucu bozmuyorsa, cimâın başlangıcı olan öpmek de orucu bozmaz.
İkinci hadîste ise, oruçlu bir kimsenin sıcağın etkisini azaltmak maksadı ile bedeninin tümüne veya bir kısmına su dökebileceğine dair delil vardır. Cumhur bu görüştedir. Onlar farz olan gusletmek ile sünnet veya mübâh olan gusül arasında da bu konuda fark gözetmezler.
Hanefîler ise, oruçlu kimsenin gusletmesinin mekruh olduğunu söylemişlerdir.[471]
Geçen bu açıklamalardan anlaşıldığına göre sıcağın etkisini azaltmak maksadıyla yıkanmak caiz olduğu gibi, ağızı çalkalamak ve buna bağlı olarak burna su çekmek de caizdir. Ancak ağız çalkalamak ve burna su çekmekte ileri gitmek mekruhtur. Büyük âlim Şevkânî şöyle der:
"Şunu bil ki, oruçlu olan kimsenin ağzını çalkalamakta ve burnuna su almakta aşırıya gitmesi mekruhtur. Çünkü oruçlu olunmadığı takdirde burna su çekmek ve ağzı çalkalamakta mübalâğa etmeyi emreden hadîs vardır.
Ağız çalkalar ve burna su alırken oruçlunun içerisine yanlışlıkla su kaçacak olursa bunun hükmünün ne olduğunda farklı görüşler vardır.
Hanefîler, Kâsımiyye, Mâlik, iki kavlinden birisinde Şâfıî ve Medenî, bunun orucu bozduğunu söylemişlerdir.
"Ahmet b. Hanbel, İshâk, Evzâî, Nasır, İmâm Yahya ve Şafiî mezhebine bağlı âlimler, bunun unutarak aynı işi yapanda olduğu gibi orucu bozmadığını söylemişlerdir. Zeyd b. Ali ise, üç defadan sonra orucu bozar demiştir, es-Sâdık, eğer ağız çalkalamak abdest ve benzeri bir ibadet maksadı ile yapılmamışsa oruç bozulur, demiştir. Hasan-ı Basrî ve Nehâî ise, farz yerine getirmek maksadı ile olmayacak olursa oruç bozulur demiştir."[472]
Ümmü Seleme'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.s.) oruçlu olduğu halde (hanımlarını) öperdi.[473]
Hz. Âişe'nin de (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) oruçlu iken öper, oruçlu iken elini tene değdirirdi. Fakat o hepinizden daha çok kendisine hâkimdi. "[474]
Bu her iki hadîs de oruçlu olan kimsenin (eşini) öpmesinin caiz olduğuna ve orucunu bozmadığına delildir.
İmâm Nevevî şöyle der:
"Öpmenin inzale sebep olmadığı sürece, orucu bozmadığında ihtilâf yoktur. Ancak şunu bilmek gerekir ki İbn Şubrume, önceleri orucu bozduğuna dair fetva vermiş bulunuyor."
Tahavî de bunu adlarım vermediği bir grup kişiden nakletmektedir.
Öpmenin ve elleri tene dokundurmanın oruçlu için mekruh olduğu görüşünü bir grup kişi ortaya koymuştur. Mâlikî mezhebinde de meşhur olan görüş budur. îbn Ebî Şeybe'den sahîh bir isnâd ile İbn Ömer'in öpmeyi ve tenlerin dokunmasını mekruh gördüğü rivayet edilmiştir. Hattâ i-İbn el-Münzir ve başkaları bazı kimselerden, bu ikisinin oruçlu için haram olduğu görüşünü de naklediyorlar.
Bazı kimseler öpmenin mutlak olarak mübâh olduğunu söylemiştir. Fethu'l-Barî’de (İbn Hacer el-Askalâni) şöyle demektedir:
Ebû Hureyre'den sahîh olarak nakledilen budur. Saîd ve Sa'd b. Ebî Vakkâs ile bir grup kimse ve Zahiriye mezhebine mensup bazı kimseler ileri giderek müstehap olduğunu bile söylemişlerdir.
Ancak Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiş bir hadîs vardır:
"Adamın biri Peygamber'e (s.a.s.) oruçlu bir kimsenin teninin dokunmasının hükmünü sorunca ona müsaade etti. Bir başka kişi gelip aynı şeyi sorunca ona yasakladı. Bir de baktık ki müsaade verdiği kişi yaşlı, yasakladığı kişi ise genç idi."[475]
Bu son mesele ile ilgili olarak ulemâ arasında ihtilâf vardır. Onlardan bazısı yaşlıya değil de gence mübâh görürken, başka kimseler kendisine hâkim olan ile olmayan arasında fark gözetmişlerdir. Bazıları şehveti uyanan kimsenin (oruçlu iken) öpmesini haram kabul etmişlerdir. Ebû Hureyre'nin bu hadîsi ile Nesâî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği şu hadîs çelişmektedir. Hz. Âişe der ki:
"Peygamber (s.a.s.), beni öpmek için yaklaştı. Ben kendisine oruçluyum deyince,” o da:
“Ben de oruçluyum diyerek beni öptü."
Hz. Âişe, o sıralarda genç bir hanım idi. Ancak Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadîs yalnızca erkeklere ait kabul edilirse bu çelişki ortadan kalkar. Fakat bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü kadın olsun, erkek olsun hükümlerde değişiklik olmaz.
Şevkânî der ki:
"Öpmenin ve tenlerin değmesinin kayıtsız şartsız haram olduğunu söyleyen kimseler Yüce Allah'ın:
"(Artık oruç bittikten sonra) şimdi onlara yaklaşınız.”[476] Anlamındaki buyruğunu delil olarak göstererek şöyle demişlerdir: Bu âyet gündüzün onlara yaklaşmayı men etmiş bulunuyor.
Ancak bu iddiaya şöyle cevap verilmiştir: Allah'ın indirmiş olduğu hükümleri bize açıklayan Peygamber'dir (s.a.s.). O da gündüzün tenlerin birbirine değmesini mübâh kılmıştır. O halde bu âyette geçen "tenlerin birbirine değmesi" (anlamına gelen: mübaşeret) den maksat cinsel ilişkidir. Onun dışında kalan ve ondan daha hafif olan öpme ve benzeri şeyler değildir.
"Âyetin ifade edebileceği en geniş mânâ, onun her türlü yaklaşmayı kapsayan umumî bir ifade taşıyıp, Peygamber'in (s.a.s.) bizzat yaptıkları ve izin verdikleri ile bunun genelliğinin tahsis edilmesi olabilir. Hadîste sözü geçen mübaşeret (tenlerin birbirine değmesinden maksat, cinsel ilişki noktasına varmadığı sürece öpmenin dışında kalan daha genel dokunmalardır. Buna göre "(Resûlullah) öper ve teni dokunurdu." şeklindeki râvînin ifadeleri, özel durumdan sonra genel bir durumun zikredilmesi türünden değerlendirilmelidir. Çünkü aslında mübaşeret tenlerin birbirine değmesinden ibarettir."
"Oruçlu olan kimsenin tenini değdirmek, öpmek veya bakmak suretiyle inzal olup, ya da mezisi gelirse, bu konuda ihtilâf vardır. Küfe âlimleri ile Şafiî, bakmanın dışındaki hallerde inzal olduğu takdirde orucunu kaza eder; mezisinin gelmesi halinde ise kaza gerekmez demiştir. İmâm Mâlik ve İshâk da şöyle der:
“Her halükârda o orucunun kazasını yapar ve keffâret öder.” Onun bu şekildeki görüşüne delil olarak, inzalin cinsel ilişkiden arzu edilen en ileri nokta olması gösterilmiştir. İbnü'l-Kâsim, İmâm Mâlik'ten öpecek olursa inzal olsun, olmasın mezî gelsin gelmesin kaza etmesi gerekir, şeklinde bir rivayette bulunmuştur. Ancak başkaları İmâm Mâlik'ten böyle bir rivayetin geldiğini kabul etmez."
"Abdürrezzak, Huzeyfe'den şu rivayeti yapar:
"Oruçlu bir kimse bir kadının şeklini düşünecek olursa orucu bozulur." Ancak Fethu'l-Bârî de bunun isnadının zayıf olduğunu söyler. İbn Kudâme ise şöyle diyor:
"Eğer öpecek ve bunun akabinde inzal vâki olacak olursa, ihtilafsız olarak orucu bozulur." Ancak bu iddia biraz su götürür. İbn Hazm inzal olsa bile orucunun bozulmayacağını anlatır ve bu görüşünü pekiştirici deliller ekleyerek bunu tercih eder."[477]
Bunun özet sonucu şudur: Oruç tutanın hanımını öpmesi mubahtır. Genç ya da yaşlı olması arasında fark yoktur. Yanaktan ya da ağızdan öpmekle elle dokunmak veya kucaklaşmak arasında da fark yoktur. Tabii bu kendisine hâkim olabilen kimse için söz konusudur.
Buna bağlı olarak şehvetinin harekete geleceğini bilen veya inzal yapmaktan çekinen bir kimsenin, bu gibi durumlara girmesi mekruhtur. Hanefîlerin ve Şâfiîlerin görüşü de budur.[478]
Genelde orucu bozan haller iki kısma ayrılabilir:
1. Orucu bozup yalnızca kaza etmeyi gerektiren haller,
2. Orucu bozup, hem kaza hem de keffâreti gerektiren haller.[479]
a. Kasden yeyip içmek:
Ebû Hureyre'nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Oruçlu iken unutarak yiyen veya içen orucunu tamamlasın, çünkü Allah ona yedirmiş ve içirmiş bulunuyor."[480]
Başka bir rivayette:
"O, Allah'ın kendisine sunduğu bir rızıktır ve onun üzerinde kaza yoktur."
Diğer bir rivayette ise:
"Unutarak oruç açan üzerinde kaza da yoktur, keffâret de yoktur." denilmektedir.
Tirmizî:
"İlim adamlarının büyük çoğunluğu bu esasa göre uygulama yapmaktadırlar." der.
Şafiî'nin, Süfyân-ı Sevrî'nin, Ahmed ve İshâk'ın da görüşü budur.
İbn Abbâs'dan (r. a.) gelen rivayete göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah benim ümmetimden, hatâyı, unutmayı ve zorlanıldıkları şeyi kaldırmıştır.”[481]
Buna göre kim unutarak, yanılarak yiyecek olursa onun kaza etmesi de gerekmez, keffârette bulunması da gerekmez. Kasdî olarak oruç yiyecek olursa onun üzerinde yalnızca kaza etmek yükümlülüğü vardır. Kastî olarak yiyip içmek ile ilgili ayrı bir görüşüm vardır ki ileride gelecektir.
b. Ay hâli ve lohusalık:
İsterse güneş batmadan bir an önce olsun, ay hâli ya da lohusa olunursa o günün kazasının yapılması gerekir.
c. Gıda olmayan şeyi yemek:
Çakıl, bir parça deri, hamur veya çok miktarda tuz gibi şeyler, orucu bozar ve kazayı gerektirir.
d. Yanılarak yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak:
Meselâ, güneşin battığını veya tan yerinin henüz ağarmadığmı sanarak bunları yapmak, ilim adamlarının çoğuna göre (cumhur) kazayı gerektirir.
e. Kasden kusmak:
Eğer elinden gelmeyerek kusacak olursa kaza da gerekmez, keffâret de gerekmez.
Hadîste şöyle buyurulmuştur:
"İstemiyerek kusan bir kimse üzerine kaza yoktur. Ancak kastî olarak kendisini kusturan kaza yapsın."[482]
Seyyid Sabık, Hattâbî'den şunu nakleder: “İstemeyerek kusan bir kimseye kaza gerekmediği konusunda, ilim adamları arasında bir ihtilâf bilmediğim gibi, kasten kendisini kusturanın kaza etmesi gerektiği konusunda da bir ihtilâf bilmiyorum.”
f. Meni'nin gelmesi:
Öpmek, kucaklamak ve benzeri sebeplerle inzal olacak olursa, oruç bozulur. Sadece düşünmek ve bakmak dolayısı ile gelen meni ise, orucu bozmaz ve onun üzerine de birşey yapmak gerekmez. Mezide de durum aynıdır.[483]
Cumhura (fukahânın çoğunluğuna) göre hem kaza hem de keffâreti gerektiren durum yalnızca cimâdır.
Ebû Hüreyre'nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir adam Peygamber'in (s.a.s.) huzuruna gelerek şöyle dedi:
“Ey Allah'ın Resulü, helak oldum.”(Hz. Peygamber):
"Seni helak eden nedir?" diye sorunca adam
“Ramazan'da hanımımla ilişki kurdum.” dedi. Hz. Peygamber:
"Peki, bir köle azad etmek imkânın var mıdır?" diye sordu, adam:
“Hayır” dedi. Hz. Peygamber:
"Peşpeşe iki ay oruç tutabilir misin?" diye sordu. Adam yine:
“Hayır” dedi. Hz. Peygamber:
“Altmış fakir doyurabilmek imkânın var mıdır?” dedi. Adam:
“Hayı” cevabını verdi. Daha sonra oturdu. Peygamber'e (s.a.s.) bir zenbil hurma getirildi. (Hz. Peygamber) ona: “Bunu al, sadaka olarak dağıt.” dedi. Adam:
“Benden daha fakirini bulup da mı? Şu Medine'nin bir ucundan öbür ucuna kadar bizden daha muhtaç bir kimse yoktur.” Peygamber (s.a.s.) dişleri görününceye kadar gülüp, şöyle buyurdu:
“Haydi git ve bunu ailene yedir.”[484]
Fıkhu 's-Sünne'de şöyle denilmektedir:
"Cumhurun görüşüne göre her ikisi de oruca niyet ettikten sonra Ramazanın gündüzünde kendi istekleriyle ve kastî olarak ilişkide bulunurlarsa, keffâret gereği açısından erkek ile kadın arasında fark yoktur.
"Unutarak cima yapılır ya da meselâ ikrah altında bulunduruldukları için istemeyerek ilişkide bulunurlarsa veya oruç tutmak için niyet etmemişlerse onların her ikisine de keffâret düşmez.
Kadın cima' için ikrah edilir veya özürü sebebiyle oruçsuz bulunuyor ise o takdirde keffâret yalnız erkek üzerine gerekir.
Şafiî, isteğiyle olsun, ikrah altında bulunsun kadına hiçbir şekilde keffâret düşmediği görüşündedir. Ona göre kadının yalnızca kaza yapması gerekir. Nevevî şöyle demiştir:
“Özet olarak sahîh olan, keffâretin yalnızca bir ve sadece kendisi için olduğu ve kadının üzerinde hiçbir yükümlülük bulunmadığı, onun böyle bir mükellefiyete tâbi olmadığı görüşüdür. Çünkü bu (keffâret) cima ile ilgili özel mal üzerindeki bir haktır. O bakımdan bu yükümlülük, mehir gibi kadın bir tarafa erkek üzerindeki bir haktır.” Ebû Dâvûd der ki:
Ahmed'e de Ramazan ayında hanımına yaklaşan kimsenin hanımı için keffâret gerekip gerekmediği soruldu, o:
“Biz kadının keffâret ödediğini işitmedik,” cevabını verdi.
"Muğnîde şöyle denilmiştir: Bunun izahı şöyledir: Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayında ilişkide bulunan erkeğe bir köle azad etmek emrini verdiği halde ve ayrıca bu durumun kadından da sâdır olduğunu bilmesine rağmen kadına herhangi birşey yapmasını emretmemiştir."[485]
Kendisiyle ilişki kurulmasına razı olur ve bunu arzu edecek olursa kadına keffâret düştüğünde tartışılacak bir konu yoktur. Elbette ki onun da bu konuda erkekle birlikte kaza ve keffâreti yerine getirmesi gerekir. Fakat hadîste geçtiği üzere unutacak, yanılacak veya zorlanacak olursa yahut kocasının gazaba gelmesinden ve buna bağlı olarak ortaya çıkacak sonuçlardan çekinecek olursa (cumhurun görüşüne göre) kaza etmesi bile gerekmez.
Kadının yalnızca kaza etmesi gereğini söyleyen kimselerin, isteyerek ilişkide bulunan kadını kasdettiklerini sanmıyorum. Onlar olsa olsa zorlama, yanılma ya da unutma sonucu ilişkide bulunan kadını kasdetmiş olabilirler.[486]
İnsan Ramazan gününde nasıl yemeyi, içmeyi helâl kabul edip de Ramazan'ın saygınlığını ayaklar altına alır ve sonra da onun üzerinde sadece kaza yapmak mükellefiyeti vardır, diyebiliriz? Böyle birşey herhangi bir şekilde mantıkla uyum halinde değildir. O bakımdan ben önce kalbin fetvasını isteyerek bu şekilde yeyip içen kimsenin üzerinde kesinlikle kaza ve keffâret gerektiğine kaniyim. İkinci olarak da Hanefî ve Mâlikîlerin bu konudaki görüşlerinin yerinde olduğunu görüyorum. Bununla birlikte unutarak veya yanılarak yeyip içmesi halinde, onun üzerinde keffâret olmadığı ileride de gelecektir.
Hanefîler gıda, ilâç, vücuda faydası olan, insan tabiatının arzuladığı ve midenin arzusunu karşılayan herşeyi, unutmayarak ve zorlama altında kalmayarak kasden almanın hem kazayı hem de keffâreti gerektirdiği görüşündedirler.
Mâlikiler de şöyle demektedir: Bundan önce sözü geçen oruç bozucu herhangi birşey ile kasten orucunu açan herkesin üzerinde keffâret gerekir. Keffâretin gereği için bir takım şartları öngörmüş bulunuyorlar:
1. Oruç bozmanın Ramazan orucunun edası sırasında yani bizzat Ramazan ayında olması gerekir. Meselâ Ramazan ayının kazasını yaparken, adak orucu, keffâret orucu tutarken veya nafile oruç tutarken oruç bozacak olursa, onun üzerine keffâret düşmez, sadece kazasını yapması gerekir.
2. Kastı olarak oruç açması. Unutarak, yanılarak yahut hastalık veya yolculuk gibi bir sebep dolayısıyla orucunu açacak olursa yalnız kazası gerekir.
3. Oruç bozan birşeyi kendi isteğiyle alması. Zorlama altında alacak olursa üzerine keffâret düşmez, sadece kaza gerekir.
4. Oruç açmanın haram olduğunu bilmesi. Eğer meselâ, yeni İslâm'a girdiği için oruç açmanın haram olduğunu bilmeyecek olursa, onun üzerine keffâret yoktur, yalnızca kaza gerekir. Oruç açmanın haram olduğunu bildiği takdirde keffâret gerektiğini bilmemesinin ise faydası olmaz.
Aşağıdaki hususlar da onların öngördükleri şartlar arasındadır:
Oruç bozanın ağız yoluyla alınması. Şayet kulak, göz veya başka yollarla vücudun içerisine varacak olursa keffâret gerekmez, sadece kaza gerekir.
Alınan şeyin mideye ulaşması; Oruç tutanın boğazına bir gül yaprağı ulaşacak olursa üzerine keffâret düşmez. Mayi birşeyin boğaza varması ile onun üzerine sadece kaza gerekir.
el-Fıkhu'1-Câdıh'da şöyle denilmektedir:
"En sahîh olan Mâlikîlerin görüşüdür. Hanefîlerin görüşü de ona çokça yakındır, çünkü delilleri kuvvetlidir. Ebû Hüreyre'den (r.a.) şu rivayet gelmiştir: Adamın biri Ramazan ayında oruç bozmuş, Resûlullah da (s.a.s.) ona bir köle azad etmeyi veya iki ay peşpeşe oruç tutmayı ya da (altmış) fakir doyurmasını emretti." Bu hadîsi îmâm Mâlik ve Müslim rivayet etmişlerdir.
"Söz konusu bu hadîs Ramazan gününde kasden oruç bozan bir kimsenin keffâret ile yükümlü olduğuna delildir. Oruç açmak (iftar) ise genel bir lâfız olup, bütün oruç bozucu konulan kapsamaktadır. Çünkü aslında cinsel ilişkide bulunmak ile diğer oruç bozan şeyler arasında hiçbir fark yoktur ve çünkü bunlardan herhangi birisini yapmakla bu ayın saygınlığı ayaklar altına alınmış olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır."[487]
Kaza, Ramazan ayında orucunun bâtıl olduğu gün yerine Ramazan'ın dışında başka bir gün oruç tutmak demektir.[488]
Keffâret, Şanı Yüce Allah tarafından takdir edilmiş Şer'î bir cezadır. Söz konusu bu cezayı bazı suçları işleyen kimseler üzerine vacip kılmıştır. Katilin, yemin edip de yemininde durmayanın, kasden orucunu -meselâ cinsel ilişkiyle- bozan oruçlunun üzerine keffâretin gerekmesi, bu tür davranışlara örnektir.
Keffâretin az önce sözünü ettiğimiz hadîs-i şerifte belirtilen sıraya uygun olarak yerine getirilmesi gerekir. Önce bir köle azat etmeye çalışmalıdır.
Eğer bundan acze düşecek olursa peşpeşe iki ay oruç tutar. Yine bunu yapamayacak olursa, kendi ailesine yedirdiği yemeklerden altmış kişiyi yedirir. Birinden öbürüne ancak onu yerine getirmekten âciz olması halinde geçebilir. Cumhurun görüşü bu şekildedir.
Şevkânî şöyle der:
"İlgili rivayetlerde kullanılan ifâdeler, istediğini tercih etmek veya belirli bir sırayı takip etmek gereğine dair delil olabilecek şekildedir. Ancak sırayı belirtilen şekilde tâkib etmek şeklindeki rivayeti yapanlar, sayıca daha çoktur."
Mâlikîler şöyle der:
Ramazan ayı için keffâret vermek, köle azat etmek, yemek yedirmek ya da peşpeşe iki ay oruç tutmak konusunda serbestlik vardır. Bunların efdal olma sıralan, önce yemek yedirmek, sonra köle azat etmek, daha sonra da oruç tutmak şeklindedir. Böyle bir tercih serbestliği, reşîd ve hür olan kimse içindir.
Kölenin başka bir köle azat etmesi sahih olmaz, çünkü kendisinin zaten bir velâsı (bu konuda yetkisi) yoktur. O halde efendisi bu konuda izin verecek olursa yemek yedirmekle keffâret öder. Oruç tutmakla da keffâreti yerine getirmek hakkına sahiptir. Şayet efendisi ona yemek yedirmesi için izin vermeyecek olursa, bu sefer oruç tutmakla keffâret ödemesinden başka yolu kalmaz.
Sefih (akılsız, bunak ve bu gibi) kişiye gelince, onun velisi evvelâ oruç tutmakla keffâret ödemesini emreder. Bunu yapmayacak veya yapamayacak olursa, o takdirde onun velisi yemek yedirmek veya köle azat etmekten hangisi kıymet itibariyle daha az ise, onun yerine onunla keffâreti öder.[489]
Bazı kimseler belirli sırayı takip etmeyi evlâ, istediğini tercih etmekte serbest bırakmayı da caiz olarak görmüş, diğer bazısı bunun aksini söylemişlerdir.[490]
Çağımızda köle azat etmek diye birşey kalmamıştır. O halde faziletli olan, bundan sonraki sıraya riâyet etmektir. Yani önce iki ay oruç tutmak; eğer buna gücü yetmiyorsa, o zaman altmış yoksulu doyurmaya çalışmak gerekir.[491]
Oruçlu iken Ramazan ayında cinsel ilişkide bulunduktan sonra tekrar bir daha aynı şeyi yaptığı takdirde, keffâreti konusunda ilim adamları arasında ihtilâf vardır.
Hanefîler der ki: Keffâreti gerektiren sebeplerin birden fazla olması dolayısıyla keffâret de kesinlikle birden fazla olmaz. Gerektiren hususların birden fazla olması, aynı günde olması ile değişik günlerde olması da durumu değiştirmez. Hattâ aynı Ramazan'da veya çeşitli yılların ramazanlarında olmasında bile durum değişmez. Şu kadar var ki kişi keffâreti gerektiren bir iş yapıp, arkasından keffâretini öderse, daha sonra ikinci bir defa keffâret gerektiren bir işi yapacak olursa; bu tekrarlama aynı günde gerçekleşecek olursa tek bir keffâret yeter, fakat çeşitli günlerde tekrarlandığı takdirde keffâreti yerine getirdikten sonraki keffâreti gerektiren kişi yeniden keffâretini yerine getirir. Rivayetin zahirinden anlaşıldığına göre, cinsel ilişki dolayısıyla keffâret vacip olacak olursa, keffâret birden fazla olabilir, başka sebepten dolayı da olmaz.[492]
Keffâreti gerektiren husus aynı günde tekrarlanacak olursa gerektirici diğer hususlar isterse keffâretin yerine getirilmesinden sonra olsun, keffâretin tekrarlanması söz konusu değildir.
Hanbelîler bu konuda şunu söylerler:
Keffâret gerektiren husus aynı günde tekrarlanacak olursa ve birincisinin keffâretini yerine getirdiği takdirde ikinci defa keffâret gerekir. Çünkü ikinci husus keffâretin yerine getirilmesinden sonra vâkî olmuştur. Şayet henüz birincinin keffâretini yerine getirmemiş ise hepsinin yerine tek bir keffâret yeterlidir.[493]
Ben de ilim ehlinin çoğunluğunun sözünü tercih ediyorum. Yani keffâreti gerektiren hususlar, değişik günlerde yapılacak olursa keffâret de onlar sayısınca olur. Ancak aynı günde tekerrür ederse keffâretin birden fazla olmasına gerek yoktur.
Keffâreti gerektiren bir husus yapar, ondan sonra keffâreti yerine getirir sonra da yine aynı günde keffâreti gerektiren bir başka iş yapacak olursa, onun için yalnızca bir keffâret söz konusudur. Ayrıca onun üzerinde büyük bir vebal de vardır. Allah en iyi bilendir.[494]
Peşpeşe iki ay oruç tutmaktan veya yemek yedirmek suretiyle keffârette bulunmaktan acze düşen kimsenin üzerinden keffâretin kalkması konusunda, ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Onların bu konudaki görüşlerini iki noktada toplamak mümkündür:
Onlardan birincisi, keffâretin böyle bir kimsenin üzerinden kalkacağı, ikincisi ise keffâretin onun üzerinde borç olarak kalıp, gücü yettiğinde onu yerine getireceği şeklindedir.[495]
Kaza ve keffâretten söz ederken, oruç keffâretinde efdal olanın oruç tutmak olduğunu, gücü yetmeyecek olursa yemek yedireceğini söylemiştik. Buradaki yemek yedirmek "fidye" demektr. Fidye her bir gün için bir yoksul yedirmektir. Buna göre keffâret ödeyen kişi, altmış yoksul yedirmelidir. İlim adamları bu fidyenin miktarı konusunda farklı görüşlere sahiptir. Mezhep imamlarının bu konuda değişik ve farklı görüşleri vardır.[496]
et-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a adlı eserde şu ifadeler yer alır:
"Aynı şekilde kadın parmağını su ile ıslattıktan ya da yağa batırdıktan sonra fercine sokacak olursa yahut bir tahta parçası ve benzeri birşeyi sokup, tümüyle fercinde kaybolacak olursa, bütün bu benzeri durumlarda yalnızca kaza yapması gerekir." Söz konusu bu görüş Hanefîlere aittir.[497]
Fakat Hanbelîlerin görüşüne göre parmağını veya başka birşeyi fercine sokacak olursa, soktuğu bu şey ıslak bile olsa orucu bozulmaz. Bu iki görüş de doğru ve yerindedir. Herhangi birisini kabul edebiliriz. Fakat oruç gibi bir ibadette efdal olan ihtiyata uymaktır. Tâ ki şüphelerden uzak kalmış olabilelim. Başarı Allah'tandır.[498]
Hanefîler şöyle der:
"Cinsel arzusunu tam olmayarak yerine getirirse, ölmüş birisi ile veya hayvanla veya kendisine karşı cinsel arzu duyulmayan bir küçükle ilişkide bulunarak menisini akıtırsa yahut bacağa sürterek, karına sürterek, eliyle oynayarak menisini akıtırsa, uyumakta olan kadın ile ilişkide bulunursa ya da kadın kendi fercine yağ ve benzeri şey damlatacak olursa, bütün bu hallerde yalnızca kaza etmek gerekir."[499]
Bizim de taraftar olduğumuz görüş budur. Bundan önce de onu kaydetmiş bulunuyoruz. Çünkü kadının bu konuda bir dahli yoktur. Ve ayrıca, orucun bozulması ile kendisi isteyerek müsaade etmemiştir. O bakımdan onun üzerinde yalnızca kaza söz konusudur.[500]
Ramazan günü uykusunda ihtilâm olan yahut isteği dışında suyu akan kadının orucu bozulmaz. Şayet öpmek, tenlerin dokunması yahut fazla düşünmenin sonucu su dışarı çıkacak olursa, kadının orucu bozulur ve kaza etmesi gerekir.[501]
Böyle bir durumda da orucu bozulmaz. Oruçtan önce kendisi ile ilişkide bulunulup gusletmeyen kadının durumu da böyledir. Çünkü gusül ilişki sonucu yapılması gereken birşeydir. Oruçlu ise bazan gündüzün ihtilâm olur ve üzerinde gusletmek gerektiği halde orucu bozulmaz. Buna göre geceden ihtilâm olup ancak tan yerinin ağarmasından sonra uyanacak olursa orucuna devam eder ve Allah'ın izniyle orucunun sıhhatine hiçbir etki yapmaz.[502]
Oruçlu kimsenin orucunu birkaç hurma ile açması müstehaptir. Bunları bulmayacak olursa az bir su ile orucunu açar. Tâ ki midesini yemek yemeğe hazırlasın. Hurmaları, suyu yahut başka şeyleri yiyerek orucunu açtıktan sonra akşam namazını kılar ve ondan sonra yemeğini yer. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi biriniz orucunu açacağı zaman hurma ile açsın. Bulamayacak olursa su ile orucunu açsın, çünkü o tertemizdir. "[503]
Efdal olan oruç açmakta acele etmek ve sahur yemeyi de geciktirmektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim sahur yemeyi geciktirdikçe, oruç açmakta da acele davrandıkça hayır içinde bulunmaya devam edip gidecektir. "[504]
Oruçlu olan kimsenin kötü ahlâkı terkedip, güzel olan her bir huyu ahlâk edinmesi, gıybetten kendisini koruması, boş ve benzeri şeylerle uğraşmaktan uzak durmaya çalışması gerekir ki, Allah onun orucunu kabul etsin. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.s.) aşağıdaki hadîsi bunu gerektirmektedir.
Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Sizden herhangi birinizin oruçlu gününe rastlarsa kötü söz söylemesin, (kavga maksadıyla) sesini yükseltmesin. Birisi onunla sövüşür veya dövüşürse: Ben oruçlu bir kimseyim, desin. Muhammed'in nefsim elinde tutana yemin ederim ki oruç tutanın ağzının değişen kokusu, Allah katında misk kokusundan bile daha hoştur. Oruç tutanın iki sevinci vardır. Orucunu açınca orucunu açmakla sevinir, Rabb'ına kavuşunca da orucuyla sevinir."[505]
"Namaz dinin direği ise, zekat da onun köprüsüdür."[506]
Zekat: Özel bir takım şartlara haiz, belirli miktara (nisaba) ulaşmış olan maldan hak sahiplerine verilmek üzere ayrılması gereken miktardır. Zekât, kul için bir temizlik ve onun nefsi için bir arınmak demektir? Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sen onların mallarından, onları temizleyen ve onları kendisi ile arındıracağın bir sadaka al”[507]
Zekât, İslâm'ın beş rüknünden bir tanesidir. Allah'in Kitabı'nın pek çok yerinde namaz ile birlikte kendisinden söz edilmiştir.
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir. Resûlüllah (s.a.s.), Hz. Muâz (b. Cebel)i Yemen'e gönderdiğinde şöyle buyurdu:
"Sen Kitab Ehli'nden olan bir topluluğun yanına gidiyorsun. Onları Allah'tan başka hiçbir ilah bulunmadığına, benim Allah'ın Resulü olduğumaşe-hâdetetmeye davet et. Bu konuda sana itaat edecek olurlarsa, Allah'ın onlann üzerine bir günde beş vakit namaz farz kılmış olduğunu bildir. Bu konuda da sana itaat ederlerse, Yüce Allah'ın onlara zenginlerinden alınıp, fakirlerine verilmek üzere mallarında zekât farz kıldığını bildir. Bu konuda da sana itaat ederlerse, sakın onların mallarının en kıymetlisini almayasın. Mazlumun bedduasından çokça sakın. Çünkü onun duası ile Allah arasında perde yoktur," [508]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve pınarların başlanndadır. Kabillerinin kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce iyilik yapanlardı. Geceleri pek az uyurlardı. Seherlerde istiğfar ederlerdi ve onların mallarında isteyen ve yoksul için bir hak vardır. "[509]
Ebû Hüreyre'den (r.a): Resûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Aziz ve Celil olan Allah sadakaları kabul eder ve onları sağı ile alarak sizden herhangi birinizin atının tayını büyütüp beslemesi gibi büyütüp besler. Öyle ki bir lokma Uhud dağı kadar olur."[510]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Altını ve gümüşü yığıp biriktirerek, onu Allah yolunda infâk etmeyenleri acıklı bir azap ile müjdele. O gün onlar Cehennem Ateşi'nde kızdırılacakve onlarla alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak; “işte bu kendiniz için biriktirip durduğunuz şeydir, artık biriktirmekte olduğunuzu(n azabını) tadınız”(denilecektir). "[511]
Ebu Hüreyre (r.a), Peygamber'in (s.a.s.) şu buyruğunu rivayet eder:
"Allah kime mal veripte onun zekâtını ödemeyecek olursa bu malı kıyamet gününde gözünün üstünde iki siyah noktası bulunan aşırı zehirli bir erkek yılan suretinde ona gösterilir. Kıyamet gününde bu yılan onun boynuna dolanır. Daha sonra alt ve üst çeneleriyle onu yakalar, sonra şöyle der: ben senin biriktirdiğin hazinenim, ben senin malınım.” Resûlüllah daha sonra şu ayeti okudu:
“Allah'ın kendi kereminden kendilerine vermiş olduğundan cimrilik edenler onu kendileri için hayırlı sanmasınlar”[512]
Bu konu ile ilgili ftikahâ uzun açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamaları aşağıdaki şekilde özetliyoruz:
1- Farz olduğuna itikâd etmekle birlikte onu edâ etmekten imtina eden kimse, bu imtinaı dolayısıyla günahkârdır, fakat bundan dolayı İslâm'dan çıkmaz. Yönetici böyle bir kimseden zekâtı zorla almakla görevlidir. Ancak zekât miktarından fazlasını alamaz.
2- Farz olduğuna inanmakla birlikte zekâü edâ etmeyen ve kendisini koruyacak güç ve kuvvete sahip olan kimse ile zekât ödeyinceye kadar savaşılır.
3- Zekât vermeyen, farz olduğunu da inkâr eden kimse İslâm'dan çıkar ve kâfir olduğu için öldürülür.[513]
Kadının kullandığı süsler: Mübâh olan ve olmayan olmak üzere iki kısma ayrılır.[514]
İlim adamları eğer bu tür süs eşyası nisaba ulaşacak ve üzerinden bir sene geçecek olursa, zekâtının verilmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mübâh olmayan süslenme ise meselâ, kadının altından yahut altın ile süslenmiş bir kılıç kuşanması, altın veya gümüşten kap kaçağının bulunması gibi. Çünkü bu tür süs eşyalarını kadının edinmesi caiz değildir.[515]
İlim adamları, mübâh olan süs eşyasının zekâtının verilmesi konusunda farklı görüşlere sahiptir.
Bunun zekâtının verilmesi gerektiğini söyleyenler aşağıdaki hadîsi delil gösterirler:
Amr b. Şuayb, babasından, o da dedesinden rivayet ediyor:
"Resûlüllah'in (s.a.s.) huzuruna bileklerine iki tane altın bilezik takınmış iki kadın geldi. Onlara:
“Bunların zekâtını veriyormusunuz?” diye sorunca kadınlar:
“Hayır” dediler. Resûlüllah şöyle buyurdu:
“Yüce Allah'ın Kıyamet Günü'nde bu iki bileziğe karşılık size ateşden iki bilezik giydirmesi sizi memnun eder mi?”[516]
Dârekutni’nin Amr b. Şuayb'ın babasından, o da dedesinden rivayet etmiş olduğu önceki hadisin lâfzı şöyledir:
"Yaşları iki ilâ dokuz (veya üç ilâ on) arasında bulunan beş dişi deveden daha aşağısında zekât olmadığı gibi yirmi mıskal (altın)dan ve iki yüz dirhem (gümüş)den daha aşağısında da zekât yoktur."[517]
Hz. Âişe'den: Resûlüllah'ın (s.a.s.) huzuruna girdiği bir seferinde elinde gümüşten yapılmış büyükçe bir yüzük olduğunu görünce, ona dedi ki:
"Bunlar ne oluyor ey Âişe?" Hz. Âişe şöyle dedi:
"Onları kuyumcuya yaptırttım. Onları takınarak sana karşı süsleniyorum, ey Allah 'in Resulü! Bunun üzerine Resûlüllah şöyle sordu:
"Sen bunların zekâtını ödüyor musun?" (Hz, Âişe):
"Hayır" dedi. (Resûlüllah) şöyle buyurdu:
"Ateşe girmen için bu kadarı sana yeter."[518]
Ümmü Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Altından bazı süs eşyaları takınırdım. Ey Allah'ın resulü, acaba bunlar (âyette yasaklanan) Kenz midir?” diye sordum. Bana şöyle dedi:
"Zekât verilmesi gereken miktara ulaşanın zekâtını ver, o takdirde kenz olmaz,"[519]
Yezid kızı Esmâ'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Teyzemle birlikte Resûlüllah'ın (s.a.s.) huzuruna girdik. Altın bilezikler takınmıştık.” Bize:
“Bunların zekâtını veriyor musunuz?” diye sordu. Biz:
“Hayır” dedik. Şöyle buyurdu:
"Allah'ın size ateşden bilezik giydirmesinden korkmaz mısınız? Bunun zekâtını ödeyiniz."[520]
Büyük âlim Şevkâni bu hadisler ile ilgili olarak şunları söyler:
"Hadîs-i şeriflerde geçen Verik ile Verikâ'dan yapılmış süs eşyalarının zekatının verilmesi gerektiğini belirten hadîsleri delil olarak kullanmak sahîh değildir. Çünkü Sihâh ve Kâmûs gibi sözlüklerde belirtildiğine göre Verik ile Verikâ sikke haline getirilmiş gümüşün adıdır.[521] O halde bu iki lâfzın geçtiği hadîsleri süs eşyasında zekâtın gereği için delil olarak kullanmak doğru olmaz. Aksine hadîsler bu ifadeleri ile süs eşyalarında zekâtın gerekmediğine delildir. Çünkü Buhârî, Müslim ve diğer kitaplarda rivayet edilen Ebû Saîd'den gelen merfû hadîsle[522] kullanılan ifadeler şöyledir: "Verik (sikke gümüş)den olup, beş ukıyyeden daha aşağı olan miktarlarda zekât yoktur." Yine Müslim bu hadîsi Hz. Câbir'den de rivayet etmiştir. Bunun delil olarak kullanılmayacağını açıklayan, "Verik" lâfzının kullanılmış olmasıdır. Verik ise bilindiği gibi, sikke haline getirilmiş gümüş demektir. O halde süs eşyalarının bunun kapsamına girmesi söz konusu değildir. Aksine bu iki hadîsten anlaşıldığına göre, verik ile verika süs kapsamına girmez."[523]
Bileziklerle ilgili hadîs hakkında da Tirmizî şunları söylemiştir:
"Bu konu ile ilgili sahih hiç bir hadis yoktur. Ondan sonra zikrettiğimiz hadîsde zayıftır. O halde az önce sözü geçen Muâz b. Cebel hadîsi dışında delil olarak kullanabilecek bir şey kalmıyor. Bunun hakkında da Şevkâni şöyle der:
"Sahabenin ve onların ailelerinin bilinen şekilde süs eşyaları vardı. Resûlüllah'ın (s.a.v.) onlara bu konuda zekât vermelerini emrettiği sabit olmamıştır."
Aksine Muâz, kadınlara öğüt veriyor ve nafile olarak sadaka vermeye çağırıyordu. Bunlar üzerine sahih rivayetlerde sabit olduğu şekilde süs eşyalarının bir kısmını alıp onun serdiği örtüye bırakırlardı. Eğer bu konuda (yani süs eşyasının zekâtı konusunda) onların üzerinde zekât olmuş olsaydı, elbette ki onlara bildirirdi. Çünkü o yaptığını Peygamber'in (s.a.s.) emriyle yapmıştı. Onlar üzerine farz olan bir şeyi onlara emretmek, elbette ki farz olmayan bir şeyi emretmekten önce gelir. Resûlüllah da (s.a.s.) şöyle derdi:
"Ey kadınlar, sadaka veriniz. Çünkü ben (Mirâc'da) ateş halkının çoğunluğunun sizden olduğunu gördüm."[524]
Geçen bu açıklamalardan öğreniyoruz ki, süs eşyasının zekâtının verilmesi gerektiğini söyleyenlerin delili oldukça zayıftır. Gerekmediğini söyleyenler ise aşağıdaki delilleri göstermişlerdir:
İbn Ebî Şeybe, Hasan'ın şu sözünü nakleder:
"Biz süs eşyasından zekât olduğunu söyleyen bir kimse bilmiyoruz."
İmâm Mâlik, Muvatta' adlı eserinde İbn Ömer'den şu rivayeti yapar:
"İbn Ömer kızlarına ve cariyelerine altın süs eşyaları takar, bunların da zekatını vermezdi."[525]
Yine İmâm Mâlik, Muvatta' adlı eserinde ve İmâm Şafiî, Hz. Âişe'den şunu rivayet ederler:
"Hz. Âişe, kardeşinin yetim kalmış kızlarına bakardı. Onların süs eşyaları olduğu halde bunların zekatını vermezdi."
Beyhaki ve Dârakutni, Hz. Câbir'in şöyle dediğini rivayet ederler:
"Süs eşyasında zekât yoktur."[526]
Yine Dârakutni ve Beyhaki, Hz. Enes'den ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan benzeri rivayet kaydederler.
İbn Abbâs'dan süs eşyasında zekâtın gereği ile ilgili yapılan rivayet hakkında da İmâm Şâfıî:
“Bu sözü söylediği sabit midir, değil midir bilemiyorum,” demiştir.[527]
Konu ile ilgili mezhep imamlarının görüşlerine gelince, el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a adlı eserde şu ifadeler yer alır:
Mâliki Mezhebi: Kadının Bilezik gibi mübâh süs eşyası, cihad için yapılmış kılıcın kabzası, erkeğin diş ve takma burnunun ancak aşağıdaki durumlarda zekâta tâbi olması söz konusudur:
1- Yeniden dökülmesi hali müstesna, bir daha eski haline dönmesi umulmayacak şekilde kırılıp dökülmesi.
2- İkinci defa dökülmesine gerek kalmayacak şekilde eski haline dönmesi mümkün olacak şekilde kırılması; fakat ona sahip olan kimsenin onu eski haiine getirmeyi düşünmemesi.
3- Kullanmak için değil de zamanla karşı karşıya kalınacak musibet ve çeşitli olaylarda kullanmak için hazırlanmış olması.
4- Ona sahip olan tarafından meselâ evleneceği eşi veya doğacak kızı için hazırlanmış olması.
5- Kendisinin evlenmek ya da çocuğunu evlendirmek istediği hanımına mehir olarak vermek üzere hazırlanmış olması.
6- Onunla ticaret yapmaya niyet etmiş olması. İşte bütün bu durumlarda süs eşyasımn zekâtının verilmesi gerekir.
Kap kaçak, sürme mili, sürmedanlık gibi (yapıldıkları maden dolayısıyla) haram olan süs eşyasına gelince, bunlarda zekât söz konusudur. Süs eşyasının zekâtında esas olan onların tartışıdır, kıymetleri değildir.
Hanefiler: Süs eşyasının zekâtının verilmesi gerekliğini söylerler. Bu eşyanın erkeklere ya da kadınlara ait olması, dökülmüş veya külçe halinde olması, kap kaçak veya başka birşey olması arasında bir fark yoktur. Bunlarda esas olan tartıdır, kıymet değildir.
Hanbeliler: Kullanılması caiz olan kimselerin kullanmak üzere hazırlanmış veyahut iğreti alınmış süs eşyasına zekât düşmez. Şayet bu eşya kullanılmak amacıyla hazırlanmışsa, ağırlık bakımından nisaba ulaştığı takdirde zekâtının verilmesi gerekir. Ağırlık itibariyle değil de kıymet itibarıyla nisaba varacak olursa, zekâtını vermek gerekmez. Haram olan süs eşyalarında ise ağırlık itibarıyla nisaba ulaşmış ve altın ile gümüşten olan kapkacağın zekâtının verilmesi nasıl gerekiyorsa, bunların da zekatı gerekir. Süs eşyası kırıldığı takdirde eğer bu haliyle onu takınmak mümkün ise, sağlam olan süs eşyası gibidir ve onun için zekât gerekmez. Kullanmak mümkün olmazsa, eğer bunu yeniden yapmak gerekirse o takdirde yine zekâtının verilmesi gerekir. Yeniden işlenmesi gerekmez ve onu düzeltmeye niyet ederse zekât düşmez.
Şâfiîler: Üzerinden bir sene geçmiş olan mubah süs eşyasının zekâtını vermek gerekmez. Ancak bununla birlikte bu süs eşyasına sahip olan kimsenin bunu bilmesi gerekir. Eğer buna sahip olduğunu bilmeyecek olursa, nisaba varan bir süs eşyasının kendisine miras kalması ve bunun üzerinden bir sene geçmesi ile birlikte bu süs eşyasının mülkiyetinin kendisine geçtiğini bilmeyecek olursa, o zaman bunun zekâtını ödemesi gerekir. Erkeğin -altın gibi- haram olan süs eşyasına gelince, bu durumda zekâtının verilmesi gerekir. Kadının aşırılığa ve israfa varan süs eşyasımn durumu da böyledir. Meselâ kadının kullandığı halhal ikiyüz miskal ağırlığında olursa bunun zekâtının ödenmesi gerektiği gibi, altın ve gümüş kap kaçağın da zekâtının verilmesi gerekir. Altın veya bakırdan her hangi bir kulpu olmadığı takdirde, altından yapılmış kadın gerdanlığının zekâtının da verilmesi gerekir. Şayet kendinden bir kulpu var ise, o zaman zekât düşmez. Süs eşyalarının zekâtında kıymete değil de tartıya itibar edilir. Süs eşyası kırılacak olursa düzeltilmesi düşünülüyor ve yeniden işlenmesine gerek kalmaksızın düzeltilmesi mümkün olacaksa zekât düşmez. Aksi takdirde zekâtımn verilmesi gerekir.[528]
Her iki tarafın görüşlerinin sunulmasından ve dört mezhebin de görüşlerinden açıkça anlaşıldığına göre, süs eşyasının zekâtı -Hanefiler dışındakilere göre- gerekmez. Ancak ihtiyat olmak üzere onların zekâtım vermek daha faziletlidir. Böyle bir iyiliğin karşılığı, bütün gizlilikleri en iyi bilen ve hesaba çeken Allah'ın yamnda mahfuz kalır.
Ben ise el-Fıkhu'l-Vadıh adlı eserin müellifinin belirttiklerine meylediyorum:
"Süs eşyasının zekâtının verilmesi gerekir hükmünü belirten hadisler ile ilgili şu cevap verilmiştir: Altın ve gümüşten yapılmış süs eşyası kullanmak, İslâm'ın ilk dönemlerinde haram idi. O bakımdan bunların zekâtının verilmesi gerekirdi. Ancak daha sonra bu, mübâh kılınınca, zekât vermek mükellefiyeti de kalktı. Veya zekât aşırıya varan ve israf noktasına ulaşan süs eşyaları için söz konusudur, denilmiştir."
Sözü geçen eserde daha sonra şu hususlar sıralanır:
1. Zekâta tâbi olan süs eşyası, altın ve gümüşten olanlardır. Bunların dışında kalan mücevherattan yapılmış diğer süs eşyaları, değeri ne kadar yüksek olur, kıymeti ne kadar çok olursa olsun zekât düşmez.
2. Süs eşyalarının nisabında onların ağırlıkları göz önünde bulundurulur. Fakîhlerin sözlerinden anlaşıldığına göre bu eşyanın kıymetinin esas alınması, tercih edilmemiştir. Şayet süs eşyası yirmi miskal ağırlığını bulursa zekâü ödenir, değilse ödenmez.
3. Süs eşyasının kadının kendi mülkü olması ile kocasının mülkü olması arasında fark yoktur.
4. Şayet süs eşyası kadın tarafından kullanılmasını engellemeyecek şekilde kırılacak olur ve miktarı nisap miktarına ulaşacak olursa, kırılmamış sağlam eşya gibidir. Şayet bu kınk kullanılmasına imkân vermiyorsa artık bu süs eşyası olmaktan çıkar, saklanmak üzere bulundurulan parçalar hükmüne dönüşür. O takdirde nisaba ulaşacak olursa icmâ' ile ona zekât düşer."[529]
Süs eşyalarının zekâtım vermenin ihtiyata daha uygun olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Peki, zekâta tâbi olan en düşük miktar (nisâb) ne kadardır?
Nisâb, yirmi miskal altındır. Bir miskal ise, bir dinara eşittir. Gram olarak da bir takım ilim adamlarının söyledikleri üzere 4,44 gramdır.
Nasır Bank, bir mıskalın 4,46 grama eşit olduğunu belirtmiştir. İrakî tartıya göre 5 grama eşittir. Hangisiyle alırsak alalım, aradaki fark Allah'a hamd olsun ki gayet basittir.
Zekât olarak verilmesi gereken miktar ise onda birin çeğreğidir. Yani yirmi dinarda yarım dinar zekât gerekir.[530]
Elmas, inci yahut mercan, zeberced, mermer ve benzeri değerli taşların zekâta tâbi olmadığı konusunda ulemâ ittifak halindedir.
Ancak bu taşlarla ticaret yapılacak olursa, o zaman zekâta tâbi olurlar,
Altının Nisabı
Altından mamul süs eşyalarının nisabı altın nisabıdır. Yani yirmi miskâldir.
Gümüşün Nisabı
Gümüşün nisabı ikiyüz dirhemdir.[531] İki yüz dirhem 2,9 riyale ve ayrıca 555,5 Mısır Kuruşu'na eşittir.[532]
Altın ve gümüşün zekâtının delil ve miktarı sünnette belirlenmiş bulunuyor.
Hz. Ali'nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Ben sizleri at ve köle zekâtından muaf tutuyorum. O bakımdan sizler her bir kırk dirhem için bir dirhem olmak üzere sikke gümüşün zekâtını bana veriniz. 190 (dirhem) de birşey yok, ancak 200'e varacak olursa onda 5 dirhem (zekât) vardır.”[533]
Bir başka rivayette ifade şöyledir:
"Ben sizleri at ve kölelerden muaf tuttum. 200 (dirhem)den aşağısında ise zekât düşmez."
Hadîs aynı zamanda gümüşün de zekâtının verilmesi gerektiğine delildir. Zaten bu konuda icmâ' vardır.
Yina Ali b. Ebî Tâlib'den (r.a.) Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"İkiyüz dirhemin olup, onun üzerinden bir sene geçtiği takdirde onda beş dirhem (zekât) vardır. 20 dinar olmadığı sürece (kastedilen altındır) senin üzerine birşey yoktur. (Altının) yirmi dinar olacak olur ve üzerinden de bir sene geçerse onda yarım dinar (zekât) vardır.” [534]
Hadîs-i şerif altının zekâtının verilmesi gerektiğinin delilidir. Zaten bunun üzerinde de icmâ' edilmiştir. Hadîs aynı zamanda altın ve gümüşün nisabı ile onlardan verilecek zekât miktarım da belirlemektedir.[535]
Zekâtın belirli bir takım harcama yerleri vardır ki bunlara: "Mesârifu'z-Zekât" adı verilir. Şanı Yüce Allah bu yerleri aşağıdaki buyruğunda şu şekilde sınırlandırmış bulunuyor:
"Sadaka (zekât)lar Allah'tan bir farz olmak üzere yalnızca fakirlerindir, miskinlerindir; onun üzerinde (çalışan) âmillerin (zekât toplayıcılarının), müellife-i kulübün, kölelerin, borca batmış (gârimîn)ların, Allah yolunda (cihâd eden)lerin ve yolcunundur. Allah herşeyi bilendir, tam hâkimiyet ve sonsuz hikmet sahibidir. "[536]
el-Fıkhu'l-Vâdıh'öü. şu ifadeler yer alır:
"İlim adamları bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ebû Hanife'den (r. aleyh), kadının kocasına zekâtından hiçbir şey veremeyeceği rivayet edilmiştir. Kadın kocasından "ric'î-bâin" (ancak kendisinden başka bir koca ile nikahlandıktan sonra dönüş yapılabilen) boşanmadan dolayı iddet içerisinde olduğu sürece ona zekât veremez. Çünkü iddet içerisinde bulunan boşanmış kadının nafakasını sağlamak, iddeti bitene kadar kocasının görevidir. Dolayısıyla zekâtından bir kısmını ona verecek olursa aynı miktarın kendisine giyecek, yiyecek ya da benzeri bir şekilde tekrar dönme ihtimali vardır."
"Hanefî mezhebine mensup İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed ile Şâfıî ve bir rivayetinde Ahmed, Mâlikî mezhebine mensup Eşheb, kadının fakir olan kocasına zekât vermesinin caiz olduğu görüşündedirler."
"Bu konuda gerekçe olarak Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) rivayet ettiği hadîsi gösterirler. Buna göre İbn Mes'ûd'un (r.a.) hanımı Zeyneb (r. anhâ) şöyle dedi:
“Ey Allah'ın Peygamberi, sen bugün sadaka verilmesini emrettin. Benim yanı da bir ziynet eşyam vardı. Onu sadaka olarak vermek istedim. İbn Mes'ûd kendisinin ve çocuğunun kendilerine sadaka vermeme en lâyık kimseler olduklarını ileri sürdü.” Peygamber (s.a.s.):
"İbn Mes'ûd doğru söylemiş. Senin kocan ve çocuğun sadaka vermene en lâyık olan kimselerdir." diye cevap verdi. Bu hadîsi Buhârî muhtasar olarak rivayet etmiştir."
"Bunlar der ki: Kocanın ihtiyacını karşılamak, onun hanımının görevi değildir. O bakımdan bu kimse muhtaç olduğu sürece, ona zekât verilmesine bir mâni yoktur. Bu durumda o kendisine zekât verilecek sekiz grup kişi arasındadır."
"Kocasına zekât vermesinin caiz olmadığını söyleyenler, az önce geçen hadis hakkında, sadakanın nafile sadaka ile ilgili olduğunu, farz olan zekât ile ilgili bulunmadığını söylerler. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) ona şöyle demiştir: “Senin eşin ve çocuğun verdiğin sadakaya daha lâyıktır." Çocuğa ise bütün fukahânın ittifakı ile zekât verilmez."
"Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüşe göre kocaya zekât vermek, mekruhtur. Çünkü kadının vermiş olduğu bu zekât, kendisine herhangi bir menfaat suretinde geri dönebilir. Meselâ o zekâttan kocası hanımına bir elbise ve yiyecek alabilir; böylelikle bu zekât ona geri dönmüş olur. O zaman gerçekte kadın kendi kendisine zekât vermiş demektir.
O halde bu konuda üç görüş vardır:
1. Ebû Hanîfe'den rivayet edilen haram olduğu görüşü.
2. Caiz olduğu görüşü. Ebû Yûsuf, Muhammed, Şâfıî ve İmâm Ahmed'den gelen bir rivayet ile Mâlikî mezhebine mensup Eşheb'den rivayet edilen görüş budur.
3. Mekruh olduğu görüşü ki, Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüş budur."
"Bence en sahîh görüş, kocası fakir ya da borçlu olduğu takdirde hanımının ona zekât vermesinin caiz olduğunu söyleyen görüştür. Ancak bu zekâtın tümünün veya bir kısmının yiyecek, içicek ve benzeri başka bir şekil ile kendisine geri dönmemesinin garantili olması gerekir."[537]
Doğrusu bu konuda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Fakat bizler dört mezhebin imamlarının da görüşlerini ortaya koyacağız. Hangisini alırsak alalım, hepsi Resûlullah'dan (s.a.s.) kaynaklanır. Mehir İslâm'da olan birşeydir. Kadın onu alır ve kendisi için muhafaza eder. Şunu biliniz ki, çağımızın müslümanları çoğunlukla bunu ihmal ediyorlar. Belki de geçim darlığından ve evliliğin zorluklarından dolayı bunu hatırîayamıyorlar. Fakat İslâm dinini gereği gibi inceleyen, onun hayatı düzenlemek için izlediği yolu derinliğine düşünen, bu dinin kadının hakkını korumak İçin çalıştığını, boşandıktan sonra bile ona şerefli bir hayat sağlamayı garantilediğini görürse; insanlar tarafından uydurulmuş kanunların ne kadar gevşek, ruhen zayıf anlamsız olduğunu görecektir. Öyle ki ruhen zayıf bu kadın ve erkekler, bu beşerî kanunların uygulanmasını yüksek sesle istemişler, onu savunmak için kollarını sıvamışlardır. Bu gibi kimselere; bir de İslâm'a bakınız, demek isteriz.
Kadının aldığı mehirin zekâtı konusunda Fıkhu's-Sünne adlı eserde şöyle denilmektedir:
Ebû Hanîfe; kadın, mehrini fiilen almadıkça ona zekât düşmediği görüşündedir. Çünkü bu mehir, mal olmayan birşeyin bedelidir. O bakımdan bunu fiilen almadıkça ona zekât düşmez. Nitekim efendisi ile belirli bir mal karşılığı kölelikten kurtulmak için anlaşma yapmış olanın borcunda da zekât düşmez. Mehrin fiilen alınmasından sonra, onun nisâb miktarını bulması üzerinden de bir sene geçmesi şartı vardır. Ancak kadının yanında mehirin dışında başka bir nisâb varsa mehrinin bir kısmını bile almış olsa, onu öbür nisâbına katar ve önceki nisabının üzerinden bir sene geçmiş olması dolayısıyla onun da zekâtını öder.
İmâm Şafiî ise mehrin üzerinden bir sene geçtiği takdirde mehrinin zekâtını vermesi gerektiği görüşündedir. Ayrıca sene sonunda bütün malının da zekâtını vermesi gerekir. Gerdeğe girilip girilmemiş olması, durumu değiştirmez. Yine bu nikâhın fesh ile irtidâd ile başka birşey ile veya boşanma dolayısıyla mehrin yarısının sakıt olma ihtimalinin bulunması da bu konuda herhangi bir etki yapmaz.
Hanbelî mezhebine gelince, mehir kadın için bir alacaktır. Hanbelîlere göre bu durumdaki bir mehrin hükmü diğer alacakların hükmünün aynısıdır. Eğer bu alacak onu ödeyebilecek bir kimsenin yanında bulunuyor ise, onda zekât vaciptir. Bu durumda onu kabzettiği zaman geçen sürenin zekâtım da öder. Şayet bu borç, ödeyemeyecek kimsenin yanında ise veya bunu kabul etmiyorsa el-Harki’nin tercihine göre buna zekât düşer. Bu mehirin gerdeğe girilmesinden sonra alınması ile önce alınması arasında da fark yoktur.
Şayet, gerdeğe girilmeden önce kadının kocası tarafından boşanması dolayısıyla mehrin yarısı düşecek olur ve kadın geri kalan yarısını alacak olursa, almadığı kısmın değil de aldığı kısmın zekâtını ödemesi gerekir. Kendisinin bir durumu dolayisı ile nikâhın fesh edilmiş olması nedeni ile bütün mehir düşecek olursa ve bundan dolayı kadın mehrini eline geçiremeyecek olursa, zekâtını ödemesi gerekmez." [538]
İbn Ömer'in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah (s.a.s.) Ramazan orucunu bitirmek dolayısıyla verilen sadaka (fitre)yi, bir sa’[539] hurma veya bir sa' arpa olarak köle olsun, hür olsun, erkek olsun dişi olsun, küçük olsun, büyük olsun bütün müslümanlara emretti”[540]
Ebû Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Biz fitreyi bir sa' arpa veya bir sa' hurma yahut bir sa'yağı alınmamış kurutulmuş süt veya bir sa' kuru üzüm olarak veriyorduk.”[541] Diğer bir rivayet ise şöyledir:
"Resûlullah (s.as.) aramızda bulunduğu sırada fitır sadakasını yiyecek türünden bir sa' hurmadan bir sa', arpadan bir sa', üzümden bir sa' yahut kurutulmuş sütten bir sa' olarak veriyorduk. Bizim bu durumumuz Muâviye, Medine'ye gelip de: Ben Şam'ın iki müd[542] buğdayının bir sa' hurmaya denk geldiği görüşündeyim deyinceye kadar ve insanlar da bunu uygulaytncaya kadar böylece devam etti. Ebû Saîd der ki: Ben ise şu ana kadar fitremi eskiden nasıl veriyor idiysem, öylece vermeye devam ediyorum. "[543]
Fıtır sadakası her müslüman üzerine vaciptir. Onun değeri ise hadîs-i şerifte geçtiği gibi bir sa' buğday, arpa veya hurmadır. Bazı mezhep imamları bunun para olarak değerinin verilmesini caiz görmüşlerdir. Aslında doğrusu olan da budur. Çünkü şu anda insanların durumu değişmiş ve artık hurma ve benzeri şeylere mâlik olmaları geride kalmış bulunuyor. Bu fitrenin maksadı, fakirin menfaatini gözetmek, onun ihtiyacım karşılamaktır. Doğrusu günümüzde fakirin maslahatı -günün şartlarının da gerektirdiği şekilde- bu sadakanın nakit olarak verilmesindedir. Şayet kadının belirli bir malı var veya boşanmış ise ya da kocası vefat etmiş bulunuyorsa onun fıtir sadakası vermesi gerekir mi?
Hadîste geçen "erkek ve dişi olsun" ifadesiyle ilgili olarak Şevkânî şunları söylemektedir:
"Bunun zahirinden anlaşıldığına göre kocası olsun veya olmasın kadının fitre vermesi vaciptir. Süfyân-ı Sevrî, Ebû Hanîfe, İbnü'l-Münzir bu görüştedir. Mâlik, Şafiî, Leys, Ahmed ve îshâk da verilmesi gerekir, demişlerdir."[544]
Bize göre gücü yeten kadının fitreyi vermesi gerekir. Çünkü Allah ona gerekli kolaylığı vermişse, neden o da vermesin. Zaten gücü yetmiyorsa Allah'ın izniyle onun üzerinde bir sorumluluk da yoktur.[545]
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Her müslümanın üzerine sadaka vermek görevdir." Ashab:
“Ey Allah'ın Peygamberi, ya bulamayan ne yapsın?” Diye sorunca, şöyle buyurdu:
“Eliyle çalışır, hem kendisi faydalanır, hem de sadaka verir." Ashab:
“Buna da imkânı olmayan ne yapsın?” diye sorunca, şöyle buyurdu:
“İhtiyaç sahibi üzgün kimseye yardım eder." Yine Ashâb:
“Ya buna da imkânı olmazsa?' diye sorunca, bu sefer şöyle buyurdu:
“Ma'ruf işlesin, kötülükten uzak dursun, bu da onun için bir sadakadır.”[546]
Yine şöyle buyurmuştur:
"Güneşin doğduğu her bir gün her nefis üzerine sadaka vermek (farz) yazılmıştır, iki kişi arasında adaletle hükmetmek sadakadır. Adama bineğine binmesi için yardımcı olması sadakadır. Yükünü kaldırıp bineğine koyması sadakadır. Yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırması sadakadır, güzel söz sadakadır. Namaza gitmek üzere attığı her bir adım sadakadır. "[547]
Kadın için sadaka vermeye herkesten önce lâyık olan, -fakir oldukları takdirde- kocası ve akrabalarıdır. Gerçek şu ki, günümüzün malî durumu, kadın ve kocanın gelirinin bir arada olmasını gerektiriyor. Yani onların malları bir arada bulunuyor, biri diğerine bu şekilde yardımcı oluyor, koca ile kadının malı arasında herhangi bir fark kalmamış bulunuyor. Aslında aranan da budur. Şayet, meselâ kadının zengin olmakla birlikte kocanın fakir olması gibi aralarında bir farklılık bulunuyorsa ya ekonomik seviyelerinin farklılığı dolayısıyla aralarında boşanma meydana gelecektir ki, toplumumuzda çoğunlukla gördüğümüz budur. Veya kocasına bağlı kalacak, durumu daha iyi düzelsin diye de ona kendi malından gereken miktarda verecektir.
İslâm hayata cüz'î değil, kapsayıcı bir gözle bakan bir dindir. Bu bakımdan bu din koca ile karısı arasındaki bağların güçlenmesini ister. Böyle bir durumda (yani hanımının zengin, kocanın fakir olması halinde) bu din hanımı kendi özel malından harcamaya teşvik eder. Onun bu şekildeki sadakasını, başkalarına sadaka vermekten daha faziletli olarak değerlendirir. Fakir olan akrabalarına sadaka vermesi de uzak olan kimselere sadaka vermesinden daha faziletlidir.
Burada zekât ile sadaka arasındaki bir farka açıklık getirmemiz gerekiyor. Zekât insanın malında farz olarak yerine getirilmesi gereken bir mükellefiyettir. Terkettiği takdirde bundan dolayı hesaba çekilir. Daha önce de sözü geçtiği gibi miktarı da bellidir. Sadakanın ise, insanın herhangi bir hayır işi nafile olarak yapması gibi geniş bir anlamı vardır.
Abdullah b. Mes'ûd'un hanımı Zeyneb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Ey kadınlar, süs eşyalarınızdan dahi olsa sadaka veriniz.” Zeyneb der ki:
Bunun üzerine Abdullah'ın yanına döndüm ve şöyle dedim:
“Sen malı az olan bir kimsesin. Resûlullah da (s.a.s.) bize sadaka vermemizi emretti. Ona git sor, eğer (sana vermek) benim için yeterli ise (vereyim). Değilse, sizden başkasına vereceğim.” Zeyneb der ki:
“Abdullah bana, hayır sen git” dedi. Ben de kalkıp gittim. Resûlullah'ın (s.a.s.) kapısında aynı sebeple gelmiş ensârdan bir kadın daha gördüm. Resûlullah'ın (s.a.s.) üzerinde heybetli bir hâl vardı. Zeyneb devamla:
“Bilâl yanımıza çıkageldi. Ona Allah'ın Resûlü'nün yanına git ve ona kapıda bulunan iki kadın sana:
“Bunlar kendi eşlerine ve himayelerindeki yetimlere vermeleri halinde sadaka vermelerinin yeterli gelip gelmeyeceğini soruyor” de ve bizim kim olduğumuzdan ona söz etme. Bunun üzerine Bilâl (r.a.), Resûlullah'ın (s.a.s.) huzuruna girip sordu. Resûlullah (s.a.s.):
“Bunlar kimdir?” diye sorunca, Bilâl:
“Ensâr'dan bir kadın ile Zeyneb” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“Hangi Zeyneb?” diye sorunca, Bilâl:
“Abdullah'ın hanımı Zeyneb” dedi. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.) ona şunu söyledi:
“O kadınların bu durumda iki ecirleri olur, akrabayı gözetmek ecri ve sadaka vermek ecri."[548]
Selmân b. Âmir, Peygamber'in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Yoksul kimseye verilen sadaka bir sadakadır, fakat akrabaya verilen sadaka iki sadakadır, hem sadaka (ecri) hem de akrabayı gözetmek (ecri). "[549]
Kadın izinsiz olarak kocasının malından sadaka verebilir mi? Hz. Âişe (r. anhâ) buyurdu ki: Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Eğer kadın evinin yiyeceğinden -ziyan etmeksizin- infâk edecek olursa infâk ettiği için onun ecri vardır. Bir kimsenin malının bekçiliğini yapanın durumu da böyledir. Ve birinin ecri öbürününkini eksiltmez. "[550]
Ebû Ümâme'den (r.a.), dedi ki: Resûlullah'ın (s.a.s.) Veda Haccı'ndaki hutbesinde şöyle dediğini işittim:
"Kadın kocasının izni olmaksızın kocasının evinden hiçbir şey infâk etmesin."
“Ey Allah'ın Resulü, yiyecek bile olsa da mı?” denilince şöyle buyurdu:
"Yiyecek bizim mallarımızın en değerlisidir.”[551] Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) kızı Hz. Esmâ'nın (r. anhâ) Peygamber'e (s.a.s.) şöyle sorduğu rivayet edilmiştir:
“Zübeyr, eli sıkı birisidir. Bazan yoksul gelir ve ben ona izni olmaksızın evinden sadaka veririm.” Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Az birşey verebilirsin. Kaplarda da (mal) yığıp biriktirme, o takdirde Allah senin bu yaptığını fark ettirir. "[552]
Geçen bu hadîslerden açıkça anlaşılıyor ki; kadının kocasının izni ile veya razı olduğunu bilmesi halinde sadaka vermesi caizdir. Onun razı olup olmadığım bilmek kişiden kişiye değişir. Hiç şüphesiz ki kadın kocasının yapısını çok iyi anlar, tabiatından ve eğilimlerinden haberdar olur. Onun razı olacağını bildiği takdirde sadaka vermesi caizdir.
Razı olmadığını biliyor ise, o zaman infâkta bulunması onun için haram olur. Ancak normal olarak verilen az şeyler ve genelde insanların vermemezlik etmeyeceği miktar sadakalar, bundan müstesnadır. Bunun delili ise Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Esmâ'nın (Allah ikisinden de razı olsun) rivayet ettiği hadîs-i şeriftir.[553]
İslâm'ın beş ana temelinden biri de Hac'dir. Hac; ihram ile birlikte belirli zamanda Arafat denen yerde bir süre durmak ve Kabe'yi yedi kez dönerek tavaf etmekten ibarettir.
"Kabul edilmiş bir haccın mükâfatı ancak Cennettir. "[554]
"Kim hacda kötü sayılan şeyleri yapmadan hac yaparsa, anasından doğmuş gibi günahsız hale gelir."[555]
"Kadınların cihadı vuruşma olmayan bir cihaddır: Hac ve umre "[556]
Müslüman, akıllı, ergin, hür ve sağlıklı olana, yol emniyeti ve kadın ise mahremi de varsa, ömründe bir kez hac yapmak farzdır. Kadının mahreminin akıllı ve ergin olması, dinsiz ve hıristiyan olmaması şarttır.
Kadın bu şartlarla farz olan haceını kocasının izni olmadan da yapabilir. Haccın üçü farz üçü de vacip olmak üzere altı rüknü vardır.
Farzları:
1. Kalpten niyyet, dil ile telbiye demek olan ihram.
2. Arefe günü zevalinden, bayram gününün şafağına kadar, Arafat'ta bir an bile olsa bulunmak, (Vakfe).
3. Tavaf-ı sader, yani veda tavafı.
Vacipleri:
1. Bayram günleri şeytan taşlamak.
2. İhramdan çıkılınca traş olmak ya da saç kestirmek (kadınlar için dörtte birini kısaltmak),
3. İhrama, "mikat" denen sınırlardan girmek.
Umre de güçlü bir sünnettir. Umre, ihram, tavaf, sa'y ve traştan ibarettir.[557]
İbn Abbas'dan (r.a.) gelen rivayete göre Peygamber'in (s.a.v.) hutbe okurken şu sözleri söylediğini işitmiştir: "Hiçbir erkek bir kadınla yanında mahremi bulunmadığı sürece başbaşa kalmasın. Hiçbir kadın mahremi ile birlikte olmadığı sürece yola çıkmasın." Bunun üzerine bir adam kalkıp şöyle sordu:
"Ey Allah'ın Resulü benim hanımın Hac etmek üzere çıkıp gitti, ben de filân gazaya katılmak üzere yazıldım." Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Çık git ve hanımınla beraber hac et. "[558] Ebû Saîd el-Hudrî'den şu rivayet yapılmıştır:
"Peygamber (s.a.v.) kadının, kendisiyle birlikte kocası veya bir mahremi bulunmadığı sürece iki gecelik mesafede yolculuğa çıkmasını yasakladı."[559]
Hadîsin başka bir lafzında şöyle buyurulmuştur:
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadının üç ve daha fazla günlük bir süre beraberinde babası, kocası, oğlu, kardeşi veya kendisine mahrem olan kimsesi bulunmadıkça yolculuğa çıkması helâl olmaz."
İmâm Ahmed der ki: "Kendisiyle birlikte hac edecek bir mahremi bulunmayan kadın üzerine haccetmek gerekmez."
Yukarıda aktardığımız iki hadîs, kendisiyle birlikte mahremi olmadığı takdirde kadının hac etmesinin farz olmadığına delildir. Fakat İbn Dakiki'l-Id şöyle der:
"Bu mes'ele birbirleriyle tearuz (çelişki) halinde oldukları takdirde, umumî iki lâfız ile ilgili bir mes'eledir. Çünkü Şanı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İnsanların üzerinde Allah için Beyt(ullah)'ı Hacc etmeleri görevi görevdir. "[560] âyeti erkek, kadın herkes için umumîdir. Bu âyet gereğince yolculuk için gerekli güç ve imkân bulunduğu takdirde hac herkes üzerine farz olur.
"Resûllullah'ın (s.a.v.): "Kadın ancak mahremi ile birlikte yolculuğa çıkabilir." hadîsi ise, hacc da dahil olmak üzere bütün yolculukları kapsayan umumî bir ifadedir. Haccı bu yolculuktan istisna eden hadîsi, âyetin umumî ifadesi ile tahsis etmiş olur. Fakat haccı da yolculukların içerisinde mütalâa eden kimse de âyeti hadîsin umumî ifadesiyle tahsis etmiş olur. Bu takdirde bunun dışında başka bir delil ile tercihte bulunmak gereği ortaya çıkar." (İbn Dakiki'l-Id'in sözleri burada bitti.)
Şevkânî der ki:
"Konu ile ilgili hadîsler, âyet ile çelişmemektedir, demek imkânı vardır. Çünkü kadın için mahremin bulunması, Kur'ân-ı Kerîm'in mutlak olarak zikretmiş olduğu "Yolculuğa güç yetirmek" genel ifadesinin kapsamına dahildir. Bu âyette şart olarak görülen "güç yetirme"nin dışında öngörülen başka birşey yoktur ki, iki umumî nassın birbiri ile çelişmesi söz konusu olsun. Çünkü sözü geçen "güç yetirme"nin yalnızca azık ve binek ile açıklandığı söylenemez."
Hanefîler haccın şartları ile ilgili olarak şunları söylemişlerdir:
"Kadın ile ilgili olarak, onunla birlikte kocasının, mahremlerinden birisinin yahut güvenilir yol arkadaşlarının bulunması hususu fazladan aranır. Eğer bunlardan hiçbirisi yoksa hacc kadının üzerine farz olmaz. Ayrıca mesafe eğer fazla ise, binmek onun için kolay olmalıdır. Uzaklığın sınırı ise, namazı kasretmek mesafesi ile ilgili değildir. Bunun sının, kadın için yayan yürümekte zorluk çekilecek mesafedir. Bu ise kadından kadına değişebilen bir durumdur. O bakımdan herbir kadın için kendisini zorlamayan uzaklık göz önünde bulundurulur. Eğer kadın yürümekte zorluk çekecek ve binmek imkânım da bulamayacak olursa, o takdirde üzerinde hacc vâcib olmaz. Nitekim kadının doğru dürüst örtünemeyeceği ve kendisini koruyamayacağı küçük gemilerde yolculuk yapmasından başka bir imkân bulunmayacak olursa da, hacc üzerine vacip olmaz.
"Kadının korunmasının mümkün olabileceği yerler ihtiva eden büyük gemilerde ise, belirli bir rota takip edecek olduğu takdirde onda yolculuğa çıkmak gerekir ve böyle bir durumda da hacc kadının üzerinden sâkıl olmaz. Şayet kadın boşanma yahut kocasının vefatı sebebiyle iddet bekiemekteyse o zaman beklediği evde kalması gerekir. Hacc için ihrama girmesi de caiz olmaz. Çünkü bu durum iddet beklediği evi terk etmesini gerektirecektir. Halbuki o evde kalması, onun için vaciptir. Fakat kadın ihrama girecek olursa günahkâr olmakla birlikte, ihramı sahih olur ve devam etmesi lâzımdır. İddet beklediği evde kalmaya son verir."[561]
Şâfiîler: İstitâa ile ilgili olarak şunları söylemişlerdir: İstitâa ancak bir takım hususlarla gerçekleşebilir ki bunların bazıları şöyledir:
"Kadın ile birlikte kocası veya mahremi yahut kendilerine güvenilecek hanım arkadaşları bulunmalıdır. Bu hanım arkadaşları iki ve daha çok olmak zorundadır. Şayet tek bir hanım arkadaş bulacak olursa onunla birlikte farz olan haccı edâ etmesi caiz olmakla birlikte, üzerine hacc vacip olmaz. Hattâ güvenlik bulunması halinde farz olan haccı edâ etmesi için tek başına çıkması bile caizdir.
"Nafile haccda ise, çok olsalar bile kadınlarla birlikte hacca gitmek üzere çıkmak caiz olmaz. Şayet mahrem bir erkek veya kocası ancak belirli bir ücret karşılığında kendisi ile gelmeyi kabul ediyor ise bu ücieti ödeyebilecek durumu varsa, kadının bu ücreti ödemesi gerekir."[562]
Hanefîler haccın vücûbunun şartları konusunda şunları söylerler:
"Kadın beraberinde kocasının yahut mahremlerinden birisinin bulunması gerekir. Şayet bulundukları yer ile Mekke arasında üç günlük süre[563] var ise hacca gidecek olan kadımn genç veya yaşlı olması durumu değiştirmez. Ancak aralarındaki mesafa daha az ise, o zaman haccı edâ etmesi üzerine vacip olur. İsterse onunla birlikte mahremi veya kocası bulunmasın. Mahreminin güvenilir, âkil ve baliğ olması şart olmakla birlikte Müslüman olması şart olarak görülmemiştir."[564]
Hacc etmenin vacip olması konusunda kadın ile birlikte kocanın ve mahrem birisinin bulunmasını Hanbelîler de aynı şekilde şart görmüşlerdir.
Özet olarak; dört mezhebin imâmı ve pek çok ilim ehli, hacc için kadın ile birlikte mahrem birisinin bulunmasının gereği üzerinde icmâ' etmişlerdir. İlim adamlarından kimisi de[565]: "Mahremsiz olarak kadımn haccetmesi ile gücü yetmeyen kimsenin hacc etmesi sahihtir." demişlerdir.
Buna göre şayet kadın mahremi veya kocası olmaz, yolun da emniyetli olduğunu bilecek olur ve hacc ederse, Allah'ın izniyle haccı sahihtir.
İbn Kudâme der ki: "Gücü yetmeyen bir kimse hacca kalkışarak, azıksız ve bineksiz olarak yola koyulup hacc ederse, onun haccı sahih ve farz olarak yeterli olur."
Görüşüme göre -Allah-u alem- bu şekilde kocası veya mahremi olmayan bir kadın da İbn Kudâme'nin sözünü ettiği gücü yetmeyen kimsenin hükmüne tâbi olur.[566]
Fıkhu's-Sünne adlı eserde şöyle denilmektedir:
"Kadının farz olan haccı edâ etmek üzere giderken kocasından izin alması müstehap değildir. Ona izin verecek olursa kadın gider, vermeyecek olursa vermemesine rağmen yine hacca gider. Çünkü kocasının karısını farz olan haccı-edâ etmekten alıkoymak hakkı yoktur. Böyle bir hacc kadın üzerinde edası gerekli bir ibâdet haline gelmiştir. Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda ise yaratılmışa itaat olmaz.[567] Ayrıca kadın namazı nasıl vaktin başlangıcında kılmak durumunda ise, böyle bir borçtan bir an önce kendisini kurtarmak için de acele etmek imkânına sahiptir. Kocanın ise onu önlemek imkânı yoktur. Adanmış olan haccın durumu da böyledir. Çünkü adak haccı da İslâm'ın farz gördüğü hacc gibi vaciptir. Nafile hacca gelince, kocamn hanımını bundan alıkoymak hakkı vardır.
"Dârakutnî, İbn Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadise göre, Resûlullah (s.a.v.), kocası ve malı bulunduğu halde hacca gitmek için kocası kendisine izin vermeyen bir kadın ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Kocasının izni olmaksızın gitmek hakkı yoktur. "[568]
Zahirinden anlaşıldığına göre bu seferki haccı nafile hacc idi. Yani farzını edâ etmiş bulunuyordu.
Müellifin: "Kocası hanımını farz olan birşeyden men edemez." sözleriyle ilgili olarak şunları eklemek istiyorum:
"Şam Yüce Allah hem kendisine karşı yerine getirilmesi gereken bir takım görevleri, hem de kocaya karşı yerine getirilmesi gereken bir takım görevleri öngörmüştür. Kadın bütün bunları yerine getirmekle yükümlüdür. Fakat kocamn hanımını Allah'ın emretmiş olduğu şeylerden alıkoymak hakkı yoktur. Kadının kendisinin de kocasına karşı görevlerini yerine getireyim diyerek, Allah'ın onun üzerine görev kıldığı şeylerle uğraşmaktan uzak durmak imkânı yoktur. Diğer taraftan kadın adak ve benzeri şeylerle kendisini bir takım yükümlülükler altına sokarak kocasına karşı yerine getirmesi gereken görevlerden kendisini uzak tutamaz. Böyle birşey yapacak olursa, kocası onu bundan men edebilir. Çünkü Yüce Allah'ın kadımn üzerine ve kocanın lehine görev kılmış olduğu hususlar, kadımn kendi kendisine vacip kıldığı hususlardan daha önce gelir ve onun böyle bir yetkisi yoktur."[569]
Hz. Âişe'nin (r.anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ey Allah'ın Resulü, bizler cihâdı en faziletli bir amel olarak görüyoruz. Biz de cihâd etmeyelim mi? Şöyle buyurdu:
"Fakat en faziletli cihâd hacc-ı mebrûrdur. (Gereği gibi edâ edilmiş kabule şayan haccdır.)"[570]
Ebû Hüreyre (r.a.), Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Yaşlının, güçsüzün ve kadının cihâdı haccdır."[571]
Kadın ile birlirte hacca gidecek olan kişi eğer mahrem bir şahıs ise, ulemânın çoğunluğu bunun harcamalarının kadının tarafından karşılanması gereği üzerinde ittifak etmişlerdir. Buna göre mahrem kişi ihtiyacının kadın tarafından karşılanmasına rağmen onunla hacca gitmeyi kabul etmeyecek olursa, kadın mahremi bulunmayan kişi durumuna düşer.[572]
Bundan önce mezhep imamlarının görüşlerini sunmuş bulunuyoruz. Şimdi de bunları biraz daha etraflı bir şekilde ele alalım.
Hanefîler der ki: Hacca gidebilmesi için kadının iddet içerisinde olmaması gerekir. O bakımdan kadın boşanma veya kocasının ölümü dolayısı le iddet beklemekte ise, hacc etmek üzere çıkmaz.[573]
Hanefîler bunu haccın şartları sadedinde ele almışlardır.
Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:
"Sizden vefat edip de geriye eşler bırakan kimseler (in eşleri) kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler. "[574]
Meselenin özeti şudur: Boşanmış olan kadın üç ay hali yahut üç temizlik hali ya da hamile ise doğum yapıncaya kadar bekler. Ve bu süre içerisinde iddet beklediği yerden çıkmaz.
Kocası vefat etmiş olduğu için iddet beklemek durumunda olan kadının iddeti ise, dört ay on gündür. Bu ise hanımın kocası için yas tuttuğu süredir.
Yine bu süre içerisinde dışarı çıkmaz.
Boşanma dolayısı ile kadının iddet beklediği yerden dışarı çıkmasına gelince, bu talâkın türünün farklılığına göre değişir. Talâk iki türlüdür:
1. Talâk-ı Ric'î
2. Talâk-ı Bâin.
1. Talâk-ı Ricî'de kocanın iddet süresi içerisinde hanımına dönmesi caizdir.
İlim adamları talâk-ı ric'î ile boşanmış olan bir kadının iddet beklediği yerden çıkmasının hükmü konusunda farklı görüşlere sahiptir.
Ebû Hanîfe, çıkmayıp evinde kalır derken, İmâm Şafiî gece ve gündüz çıkmaz demiştir. Yine İmam Ahmed'in sözü de budur. İmâm Mâlik ise gündüzün ihtiyaçları karşılamak için dışarı çıkar, fakat geceleyin çıkmaz, der.
Talâk-i Bâin ile boşanmış olan kadının dışarı çıkmasına gelince;
İmâm Şafiî, İmâm Ahmed ve İmâm Mâlik, gündüzün çıkar, fakat geceleyin çıkmaz demişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe ise, gece olsun gündüz olsun çıkmaz diye söylemiştir.
Vefat dolayısıyla iddet bekleyen kadına gelince, cumhur ve Ebû Hanîfe onun çıkmayacağını söylemişlerdir.[575]
Ben bu konuda Şafîlerin zikrettiğine meyleder gibiyim. Onlar şöyle der:
"Eğer kadın ihrama girdikten sonra mahremi ve onun durumunda olan kimseler vefat edecek olursa, kendisini güvenlik içerisinde gördüğü takdirde haccını tamamlaması gerekir. Böyle bir güvenlik hissetmesine rağmen ihramdan çıkması, onun için haram olur. Şayet kendisini güvenlik içerisinde hissetmeyecek olur yahut ihrama girmeden önce mahremi veya onun durumundaki kişi ölürse, geri dönmesi gerekir."[576]
İhrama giren kimsenin uyması gereken bir takım âdâb vardır ki, kadınlar için aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
1. Temizlik: Bu temizlik tırnakların kesilmesi, koltuk altlarının kıllarının alınması, etek traşı yapılması, abdest veya ondan daha faziletli olan gusül yapılması, saçların taranması gibi işlerdir.
İbn Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
"İhramı giymek ve Mekke'ye girmek istediği zaman gusletmek sünnettendir.[577]
İbn Abbâs (r.a.), Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Lohusa ve ay hali olan kadın gusleder ve böylece ihram giyer, bütün hacc menâsikini eda eder, ancak temizleninceye kadar Kabe'yi tavaf etmez."[578]
2. Koku Sürünmek: Guslettikten sonra ve ihrama girecekken koku sürünmek müstehaptır. Ancak ihramdan sonra koku sürünmek caiz olmaz.
Hz. Âişe'nin (r.anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"İhrama girdikten birkaç gün sonra bile Resülullah'ın (s.a.v.) saçlarını ayırdığı yerdeki kokuların parlaklığını hâlâ şu anda bile görür gibiyim. "[579]
Yine Hz. Âişe'nin (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Mekke'ye çıkar ve ihrama girerken alnımızı misk ile bulardık. Herhangi birimizin yüzü terleyecek olursa Peygamber (s.a.v.) onu görür ve bize bunu yasaklamazdı."[580]
Burada onun "bize bunu yasaklamazdı" ifadesinden anlaşıldığına göre; Resûlullah'm (s.a.v.) susuşu bu işin caiz olduğunun delili oluyor. Çünkü o, bâtıla karşı susmazdı.
Doğrusu koku kullanmak meselesi, ilim adamları arasında ihtilaflı bir konudur. Onlardan bir kısmı ihramlı olunduğu süre içerisinde kokusu kalacak bile olsa ihrama girileceği zaman koku sürünmek müstehaptır der, kokusunun ve renginin kalmasından zarar olmayacağını söyler; ancak haram olanın ihramdan sonra koku sürünmek olduğunu belirtirler. Fethu'l-Bâri'de bunun çoğunluğun görüşü olduğu belirtilir.
İbn Ömer, Mâlik, Zührî, Nasır, el-Müeyyed Billâh ve diğer başkalarının ise, bunun caiz olmadığım söylemekle birlikte, haram mıdır, mekruh mudur, fidye gerekir mi, gerekmez mi konusunda farklı görüşleri vardır. Caiz olmadığına dair bir takım deliller ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birisi de Buhârî ve başkalarının şu lâfızla rivâyet ettiği hadîstir:
"Sonra hanımlarını dolaştı ve ihram giyinmiş olarak sabahladı." Buradaki dolaşmaktan kasıt ilişkide bulunmak ve onun arkasından gusletmektir. Bu ise Resülullah'ın (s.a.v.) koku süründükten sonra guslettiğine delâlet etmektedir. Ancak bu delile yine Buhârî'de yer alan şu lâfızdaki ifadelerle cevap verilmiştir:
"Sonra kokunun damlacıkları görünerek ihramlı olarak sabahladı." Bu ifadelerde onun ihrâmlı halde iken kokunun damlacıklarının görüldüğünü ve kokusunun alındığını açıkça ortaya koymaktadır. Burada takdim ve tehîr bulunduğu ve asıl anlatılmak istenenin:
"Hanımlarını üzerinde koku damlacıkları olduğu halde dolaştı, daha sonra ihramlı olarak sabahladı." şeklindeki iddia zahirin hilâfınadır, ona aykırı düşmektedir. Diğer taraftan Hz. Âişe'nin sözü geçen:
"Onun başında ve sakalında (sürülen kokunun) yağının parlaklığını görüyorum. " şeklindeki ifadeleri de bu görüşü reddetmektedir.
Bedene koku sürülmesi konusunda da ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Kaydetmiş bulunduğumuz ikinci hadîs, kokunun maddesinin kalıcılığında ve bunun Peygamber'e (s.a.v.) has olan birşey olmadığı konusunda gayet açık ifadeler taşır. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri'de şöyle demektedir:
"Bunun kadınlara has birşey olduğu söylenemez, çünkü ihramda bulundukları takdirde koku kullanmanın haram olduğu açısından kadınlarla erkekler arasında fark bulunmadığı noktasında ilim adamları icmâ' etmiş bulunuyorlar."
Şevkânî şöyle demektedir:
"Doğrusu şu ki, haram olan koku ihrama girdikten sonra kullanılan kokudur. İhrama girileceği zaman sürülen, koku ve renk olarak etkisi kalan değildir. Elbise giymeye devam etmenin caiz olmadığına kıyasla kokunun etkisinin kalmasının caiz olmadığını söylemek ve buna gerekçe olarak elbise giymeye devam etmenin kokunun etkisinin devam etmesinden farklı olmadığını göstermek, doğru birşey olamaz. Çünkü biz bunların ikisinin aynı şekilde olduğunu kabul edemeyiz. Böyle bir kıyasın tam karşısında nas vardır. Nas olunca da bu tür kıyaslara itibar edilemez."[581]
Şevkânî, es-Seylu'l-Cerrar'ûa şöyle demektedir:
"Şunu bil ki ihrama girmiş bulunan kimsenin koku kullanmasının haram olduğu üzerinde icmâ' vardır. Bunun haram olduğunu belirten hadîsler pek çoktur. Bu hadîsler Buhârî ve Müslim'in Sahîhlerinde ve başka hadîs kitaplarında sabittir. İhtilâf sadece ihrama girmeden önce süründüğü kokunun devamı halinde ihrama girerken onu yıkayıp yıkamamasındadır. Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadîsin zahirinden, -bu hadîsi de zikrediyor- ihramdan önce kullanılmış kokunun devamının caiz olduğu ve yıkamasının vacip olmadığı anlaşılmaktadır. Cumhur da bu görüştedir."
Daha sonra şöyle der:
"Hülâsa, yasak olan koku, kokusunun devam edeceği mülâhazası ile ihramdan sonra alınan kokudur,"[582]
İmâm Nevevî de şöyle demektedir:
"İhrama girecek diye vücuduna koku sürünmesi, sahih olan görüşe göre elbisesine koku sürünmesi gibidir. Bu kokunun ihramdan sonra devam etmesinde bir mahzur yoktur. Aynı şekilde görünür ve yer kaplayan bir koku kullanmakta da mahzur yoktur. Fakat koku sürülmüş elbisesini çıkartıp, sonra da giyecek olursa sahih olan görüşe göre fidye vermesi gerekir."
Bu nedenle benim görüşüm; efdâl olan şüphelerden uzak kalmak ve yasaklara düşmemek gayesiyle ihram elbiselerine koku sürmekten uzak durması şeklindedir. Bununla birlikte abdest almakla etkisi gideceğinden ihramdan önce yüze koku sürüleblir.
3. İhramın üçüncü sünneti ise, "İhram Sünneti" diye niyet edeceği iki rekât namaz kılmaktır. Bu iki rekâtın birincisinde Fâtiha'dan sonra Kâfîrûn, ikincisinde ise İhlâs Sûreleri okunur.[583]
Bundan önce ihramın âdabından söz etmiştik. Söz konusu bu âdaba hacc veya umre için yahut her ikisine niyet edildiği zaman riâyet edilmelidir. Niyetin asıl yeri de kalptir.
İbn Öber (r.a.), Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İhrama girmiş olan kadın yüzünü örtmez ve ellerine de eldiven giyinmez.”
Bir başka rivayet şu şekildedir:
"Peygamber'in (s.a.v.) ihramdaki kadınlara eldiven giymeyi, yüzü örtmeyi vers ve zâferân ile boyanmış elbiseler giymeyi yasakladığını işittim." Ebû Dâvûd'da ise şu fazlalık da yer alır:
"Bunun dışında istediği renkten usfur ile boyanmış, ipek veya süs eşyası, şalvak veya entari giyinebilir.”[584]
Vers, boyamak maksadıyla kullanılan sarı bir bitkidir. İbnu'l-Arabî der ki:
“Vers koku değildir, fakat kokusu insana hoş geldiğinden koku ve benzeri şeylerden uzak durmak için ona dikkati çekmiştir. "Bunun dışında istediğini giyinebilir..." ifâdelerinin zahirinden anlaşıldığına göre, hadîs-i şerifin istisnâ ettiği elbiselerin dışında her türlüsünü giyinebilir. Bu konuda dikili olması ile olmaması, boyanmış ile boyanmamış arasında bir fark yoktur. Mâlik, usfur ile boyanmış elbise konusunda muhalefet ederek, bunun mekruh olduğunu söylemiş, Ebû Hanîfe ve Muhammed bunu vers ve zâferan ile boyanmış olana benzetmişlerdir. Ancak hadîs bu görüşü reddetmektedir.
Yüzün peçe ile örtülmesi konusunda da ihtilâf vardır. Cumhur bunu men etmekle birlikte, Hanefîler caiz görmüşlerdir. Şâfî mezhebinde ve mâlikîler-de de böyle bir rivayet vardır. Ancak hadîsin nassı bunu reddetmektedir. Fethu'l Bâri'de şöyle denilmektedir:
"Yüzünü ve ellerini peçe ve eldivenlerin dışında kalan şeylerle örtülmekten men edileceği konusunda ftıkahâ arasında ihtilâf yoktur."
"Süs eşyası" ifadelerinden maksat, altın, gümüş veya başka madenlerden yapılmış bilezik gibi süs eşyalarıdır.[585]
Geçen bu açıklamalardan kadının ihram halindeki giyiminde efdâl olanın normal giyiminde, -ihtiyatlı olana da riayet ederek- devam etmesidir. Yani genel hayatında giyinmesi caiz olan şeylerde bir değişiklik yapmamasıdır. Bundan önce kadının elbisesinin niteliklerinden ayrıca söz etmiş bulunuyoruz. Ancak ihrâmlı iken aşağıdaki niteliklere sahip elbiseleri giyinmesi caiz değildir.
1. Kokunun temas ettiği elbise,
2. Eldiven,
3. Yüz örtüsü veya peçe,
4. Usfûr ile boyanmış elbise. Çünkü İmâm Mâlik, az önce de geçtiği şekilde bunun mekruh olduğunu söylemiştir.[586]
Büyük ilim adamı Şevkânî şöyle der:
"Haccın ay hali olan kimse için meşru olduğu ile ilgili olarak Ebû Dâvûd ve Tirmizî, İbn Abbâs'ın rivayeti ile Peygamber'in (s.a.v.) şu buyruğunu rivayet etmişlerdir:
"Lohusa ve ay hali olan kadın gusleder, ondan sonra ihramına girer. Hocan bütün menâsikini eda eder, ancak Beytullah'ı tavaf etmez. "
Bu hadîsin senedinde Hasîf b. Abdurrahman el-Harrânî vardır. Doğru sözlü olmakla birlikte bazı kimseler onun hıfzının zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ancak Sahih-i Müslim'de yer alan şu rivayet bunu desteklemektedir:
"Resûlullah (s.a.v.), Esma bint Umeys, Ebû Bekir'in oğlu Muhammed'i doğurup lohusa olunca Zu'1-Huleyfe'de gusletmesini emretmiş idi."[587]
İlk hadîsi ihramın sünnetleri üzerinde dururken ele almıştık. Bunu ayrıca Bezzârda rivayet etmiş bulunuyor. Hadîs-i şerifte: "Temizleninceye kadar" ifadesi de yar almaktadır. O halde temizlendikten sonra Beytullah'ı tavaf eder.[588]
Telbiye, Peygamber'in (s.a.v.) söylemiş olduğu şu sözleri yüksek sesle söylemektir:
"Buyur, Allah'ım buyur. Buyur, ortağın yok Senin, buyur. Hamd, nimet ve hâkimiyet Senindir. Ortağın yoktur, Senin. "[589] Nâfi’de şöyle der:
"Abdullah b. Ömer (r.a.) şunları da eklerdi: "Lebbeyk, lebbeyk. Lebbeyke ve sa'deyke ve'1-hayru biyedeyke. Lebbeyke verrağbâu lebbeyke ileyke vel amel."
Ancak ilim adamları yalnızca Resülullah'ın (s.a.v.) telbiyesi ile yetinmeyi müstehap görmüş ve buna birşeyler eklemek konusunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Cumhur, İbn Ömer'in ve Peygamber'in (s.a.v.) huzurunda sa-hâbelerin bir takım ilâveler yapıp da sesini çıkarmadığı ilâvelere benzer şeyler eklemekte mahzur görmemişlerdir. Bu rivayet Ebû Dâvûd ve Beyhakfde yer alır. Mâlik ve Ebû Yûsuf ise, Resülullah'ın (s.a.v.) telbiyesine birşeyler eklemeyi mekruh görmüşlerdir."[590]
Ancak kadının telbiyede bulunurken sesini yükseltmemesi gerekir. Şâfiîler şöyle diyor:
"Nitekim sünnet olan, her halükârda kadının telbiyeyi gizliden gizliye yapmasıdır. Yabancı kimselerin huzurunda sesini yükseltmek mekruhtur. Hünsâ'nın hükmü de böyledir."[591]
Abdullah b. Huneyn'den rivayet edilmiştir: İbn Abbâs ile Misver b. Mahreme, Ebvâ'da iken ihtilâfa düştüler. İbn Abbâs, ihramda bulunan kimse başım yıkayabilir derken, Misver,
“Hayır, ihramda bulunan kimse başını yıkayamaz." dedi. Abdullah b. Huneyn dedi ki: İbn Abbâs beni Ebû Eyyûb el-Ensârfnin yanına gönderdi. Onu kuyu başında yıkanırken ve kendisini bir kumaş parçasını perde yaparak örtünürken gördüm. Ona selâm verince:
“Kim o?” diye sordu. Ben ona:
“Ben Abdullah b. Huneyn'im, İbn Abbâs sana; Resûlullah (s.a.v.) ihrâmh iken nasıl yıkanırdı? Diye sormak üzere beni gönderdi.” Abdullah b. Huneyn şöyle devam eder:
Ebû Eyyûb, elini kumaş parçasının üzerine koyup, başım görünceye kadar onu bir kenara itti. Sonra da üzerine su döken birisine:
“Su dök,” dedi. Bu şahıs başının üzerine su döktü. Sonra da başını iki eliyle iyice oğuşturdu. Onları ileri, geri götürdükten sonra şöyle dedi:
“İşte ben Resülullah'ın (s.a.v.) aynen bu şekilde yaptığını gördüm."[592]
Şevkânî bununla ilgili olarak şöyle der:
“Hadîs ihram halinde olan bir kimsenin gusletmesinin caiz olduğuna ve gusül halinde de başım eliyle örtebileceğine delildir.”[593]
Hz. Âişe'den (r. anhâ):
"Resûlullah (s.a.v.) kadınların ayakkabı giymelerine müsaade etmiştir." şeklindeki rivayet dolayısıyla[594] mubahtır.[595]
İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.v.) ihrâmli olduğu halde hacamat yaptırmıştır.34
Nevevî şöyle der:
"İhramda bulunan bir kimse ihtiyacı olmadığı halde hacamat yaptıracak olurse, eğer bu hacamat saçların kesilmesini gerektirirse haram olur. Şayet saçların kesilmesini gerektirmeyecek olursa cumhura göre caizdir. İmâm Mâlik bunu mekruh görür. Hasen'e göre ise saç kestirmemiş bile olsa fidye vermesi gerekir. Eğer zaruret olursa saç kesmesi caiz olur ve bu durumda da fidye vermesi gerekir. Zahirî mezhebine mensup olanlar ise yalnızca başın saçının kesilmesi ile ilgili olarak fidyeyi öngörürler."
Şevkânî de şöyle demektedir:
"Bu hadîs-i şerifi kan aldırmanın yarayı ve iltihaplanmış bölgeyi bağlamanın, damar kesmenin, diş çekmenin ve benzeri tedavi şekillerinin caiz olduğuna dair delil olarak kullanmışlardır. Ancak bu durumda koku sürünmek, saç kesmek gibi ihrâmlı için yasak olan işlerin yapılmaması gerekir. Bu durumların hiçbirisinde de onun için fidye vermesi gerekmez."[596]
Âişe'den (r. anhâ) şu rivayet yapılmıştır:
"Kendisine vücudu kaşıyan ihrâmlı bir kimse hakkında soru sorulmuş, o da: Evet, kaşısın, hem de çokça kaşısın."[597]
İbn-i Abbâs bunun bir sakıncasının olmadığını söylemiştir.[598]
İbn-i Abbâs (r.a.) der ki:
İhrâmlı olan kimse gözleri çapaklanmış ise, herhangi bir sürmeyi kullanabilir. Yeter ki kokulu bir sürme veya çapak olmaksızın kullanmamış olsun."
İlim adamları süslenmek maksadı ile değil de tedavi maksadı ile sürme çekmenin caiz olduğu üzerinde icmâ' etmişlerdir.[599]
Şâfiîler, kadının ihram halinde kına kullanmasını mekruh görmüşler; Ha-nefîler ve Mâlikîler ise caiz değildir, demişlerdir. Çünkü kına bir çeşit kokudur, ihrâmlı olan kimsenin koku kullanması ise yasaktır. Hakîm kızı Havle, annesinden rivayetle şöyle der: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"ihrâmlı olduğun takdirde koku kullanma, kınaya elin değmesin. Çünkü kına da bir çeşit kokudur. "[600]
İhramda bulunan bir kimsenin sokan ve yerüstünde yürüyen haşereler ile sivrisinek, sinek ve benzeri uçan haşereleri öldürmesinde sakınca yoktur.[601]
Âişe'nin (r. anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Beş hayvan vardır ki bunların hepsi kötüdür. Bunlar harem sınırlarında dahi öldürülürler: Karga, çaylak, akrep, fare ve uyuz köpek."[602]
İbn Teymiye şöyle der: “İhram halinde bulunan bir kimse normalde insanlara rahatsızlık veren yılan, akrep, fare, karga ve uyuz köpek gibi hayvanları öldürebilir.”[603]
Bu tür yasakları işlemeye "cinâyetü'1-hacc" (Hacının cinayet işlemesi) adı verilir. Bundan maksat ise, ihrama aykırı herhangi bir iş yapmaktır. Şair aşağıdaki beyitlerde bunları şöyle toparlamaya çalışmıştır:
"İhramın cinayeti, vacibi terketmek ile
Dikişli giymek, ilişkide bulunmak ve buna götüreni işlemek,
Saç izâle etmek ve tırnak kesmek,
Koku sürünmek, yağ sürünmek ve kara avı avlamaktır."
Bu tür cinayetler üçe ayrılır:
1. Bir koyun veya inek yahut devenin yedide birini kesmeyi gerektirenler.
2. Güç yetirilecek kadarıyla sadaka vermeyi gerektirenler.
3. Harem hudutları dahilinde ağaç kesmenin bedelini ödemek gibi kıymetini ödemeyi gerektirenler.[604]
1. Kucaklaşmak, öpmek, şehvetle dokunmak gibi cinsel ilişkilerin öncülleri olan davranışlarda bulunmak, hayvan ile ilişkide bulunarak inzal yapmak. Şayet bakmak veya düşünmek yolu ile inzal olacak olursa üzerine bir-şey gerekmez. Arafe'de vakfeye durmadan önce cinsel ilişkide bulunacak olursa o zaman haccı da bozulur. Erkeğin de kadının da haclarını kaza etmeleri ve bir koyun kurban kesmeleri icab eder.
2. Özürsüz olarak başın saçını veya eteğin yahut koltuk altlarının saçlarını izâle etmek. Taranmak da saçın bir kısmını izâle ettiğinden, bazı fukahâ bunu mekruh görmüşlerdir. Evlâ olan terketmektir.
3. El ya da ayakların tırnaklarını kesmek.
4. Kadının peçe, eldiven ve koku temas etmiş elbise giyinmesi.
5. Aynı mecliste ve özürsüz olarak iki ele koku sürmek yahut bir organı başından sonuna kadar kokulandırmak.
Çeşitli organları ise kısım kısım, fakat toplam olarak bir organ kadar koku sürünmek.
6. Kudüm Tavafının çoğunluğunu terketmek yahut Ziyaret Tavafını abdestsiz olarak yapmak.[605]
1. Bir tırnak ya da beş tırnaktan az tırnak kesmek, başın veya erkek için sakalın dörtte birini kesmek.
2. Kadının giymemesi gereken eldiven, peçe ve usfûr ile boyanmış elbise gibi şeyleri bir günden daha az bir süre giyinmek.
3. Kudüm ya da Veda Tavaflarının üçten aşağı şavtını terk etmek.
4. Bir organın bir kısmını kokulandırmak.
5. Atılması gereken cemre taşlarından bir tanesini terketmek.[606]
Sadakanın miktarı yarım sa'dır. Bu yarım sa'ın hurma veya kuru üzüm olduğunu söyleyenler olduğu gibi, buğdaydır diyenler de vardır. Şevkânî, rivayet olarak hıfzedilen bunun hurma olduğudur, der. Bazı ilim adamları günümüzde bunu bir Suudî Arabistan Riyali olarak kabul etmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[607]
İhrâmda bulunan bir kimse, harem çevresinin kara hayvanını avlayacak yahut bilerek öldürülmesine sebep olacak olursa, bu cinayetin bedelini ödemesi gerekir. Aynı şekilde harem çevresinin ağaçlarını yahut da bitkilerini koparacak olursa yine onun bedelini ödemesi gerekir.[608]
Bu bölüm Türkiye'de ve İslâm Dünyasında evlilik, nikah, boşanma, kadının nafakası, evlat ve süt hakkı üzerine yayınlanmış olan en ciddi ve en ilmî bir çalışmadan oluşmaktadır. Bu ilmi risale meşhur alim "Nimeti İslâm" sahibi Mehmed Zihnî Efendiye aittir.
Mehmed Zihni Efendi'nin "el-Vâcuhul Milâh Fî Fusuli'n Nikâh" adlı risalesinin sadeleştirilmiş şeklini burada bütün okurların istifadesine sunmuş oluyoruz.[609]
İnsan da dahil olmak üzere hayvan cinsinde doğuştan gerekli olan yemek ve içmek gibi çiftleşmek, evlenmek de yaratılışın bir gereğidir. Bunun için hayvan türünün en üstünü olan insanın yeme ve içmesi gibi, evlenmesi de farklı olarak mukaddes şeriatlar sayesinde doğru ve düzgün bir kanun üzere buluna gelmiştir. Bu da bir takım kadınların bir takım erkeklere verilmesinden ibaret olan nikâh yoludur. Bu yoldan vazgeçmek, insanlık durumundan çıkıp hayvanlığın yabanıl dünyasına girmektir. "Gerçekten o (zina) bir hayasızlıktır ve ne kötü bir yoldur".[610]
Nikâh, vahiy diliyle övülmüştür.
"Sizin için helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın"[611] ayet-i kerimesi, ayrıca; "Evlenip çoğalın. Zira ben kıyamet gününde diğer lanetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[612]
"Benim yaratılış ve tabiatımı seven, benim sünnetimi uygulasın. Şüphesiz nikâh da benim sünnetimdendir"[613] hadisiyle teşvik edilmiştir.
"Nikâh benim sünnetimdendir. Sünnetimi işlemeyen benden değildir"[614] hadis-i şerifi de aynı konuda rivayet edilmiştir.
Keşfu'l-Gumme'de[615] naklolunan hadis-i şeriflerin birisinde "Kötüleriniz bekarlarınızdır"[616] buyrulmuştur. Aynı şekilde, Efendimiz (s.a.s.)'in çok kere "Evli olanın iki rekat namazı bekârın seksen iki rekatından daha hayırlıdır." mealindeki hadisi de aynı eserde naklolunan hadislerdendir.
Yine Keşfu'l-Gumme'do, anlatıldığına göre: Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) diyor ki:
"Resul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Osman b. Ma'zun[617] hakkında bekarlığı reddetmiştir. Eğer ona izin vermiş olsaydı biz kendimizi hadım ederdik."
Buharı ve Müslim'de Hz. Enes (r.a.)'den rivayet olunuyor:
"Üç kişi, Efendimiz (s.a.s.)'in nafile ibadetlerini sorup öğrenmek için evine gelmişlerdi. Bunların biri, bütün gece namaz kılmaya, diğer birisi bütün gün oruç tutmaya, diğeri de kadından uzaklaşıp, hiç evlenmemek üzere devamlı ibadette bulunmaya kesin karar vermişti. Efendimiz (s.a.s.) onlara şöyle hitabetti:
"Bendeki Allah (c.c.) korkusu, sizinkinden daha fazladır. Bununla birlikte gece namaz kıldığım gibi, uyurum da; gündüzleri oruç tuttuğum gibi, tutmadığım da olur. Kadınlarla da evlenirim. Benim yolumdan yüz çevirenler benden olamaz."
Evlenmekten maksat, cinsel ihtiyacı tatmin etmekten ibaret olmayıp bilâkis insanın kendisine bir hayat arkadaşı hazırlamak suretiyle yuvasını idare etmek ve böylece din ve namusunu korumaya çalışmaktır.
Hadis-i Şerifte:
"Dünya tamamen faydalanılan şeylerdir (yani kendisiyle bir müddet faydalanmak üzere yaratılmıştır.). Bunların en hayırlısı da dinin emir ve yasaklarına dikkat eden kadındır. Öyleki, kocası ona bakacak olsa, kocasını bahtiyar eder, emrini yerine getirir, o bulunmadığı zaman hem kendisini ve hem de kocasının malını muhafaza eder"[618] buyurulduğu gibi, diğer bir hadis-i şerifte de:
"Kişi evlendiği zaman dinin yansım tamamlamış olur. Geri kalan yarısında da devamlı Allah (c.c.)'tan korksun.”[619]
Kadından maksat nesil sahibi olmak olduğundan hadisi şerifte:
"Kadının, kocasına sevgili olanını ve çok çocuk doğuranını nikahlayın. Zira ben kıyamette peygamberlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim"[620] buyurulmuştur.
Hal ve tavırları (ahlâkı) bir değer ifade etmeyen kadının güzelliğinin bir anlamı olmadığına işaret etmek için Efendimiz:
"Çöplükte yetişen yeşil ottan sakının" hadisi ile sakınma tavsiye ederken, diğer taraftan da:
"Tohumunuz için (iyi bir tarla) araştırınız"[621] buyurarak, nesil tohumlarını ekmek için uygun toprak ve temiz rahimler tercih olunmasını emredip, dikkat çekmişlerdir.[622]
Şiir:
"Suyun pisliğinin başlangıcı, toprağının pis oluşudur.
Milletin pisliğinin başlangıcı da, evlenilenlerin pis oluşudur."
Evlenen kimse kendini haramdan korumakla beraber ailesinin nafakasını temin ve çoluk-çocuğunun terbiyesiyle meşgul olur. Bu ise, ibadet cinsinden sayılan kazanç ne ise, insanlarla güzel geçinmek için de olgun ahlaka dayalı şeylerdir,
İmam Âzam'ın görüşüne göre, çoluk çocuğun işleriyle meşgul olmak, nafile ibadet için bir köşeye çekilip yaşamaktan daha faziletlidir. Fıkıh kitaplarında bile nikâh konuları farz-ı ayn olan ibadetleri takip etmekte, aynı zamanda muamelat hatta vakıf, cihad, köle azat etme konularından önce anlatılmıştır.
Nikâh konusunda başlıca kaynaklarımız: "Fetâvây-ı Alemgîriyye" diye tanınan "Fetâvây-ı Hindiyye" ile "Dürrü'l-Muhtâr" ve dört fetva kitabıdır.[623] Başarılı kılan ancak Allah'tır.
Evleneceğin zaman uyanık ol. Dalı ve bittiği yeri araştır.[624]
İslâm şeriatında gerek boşanma, gerekse birden fazla kadınla evlenmek konulan hafifletici sebepler cümlesinden olan (zorluk ve toplumsal darlık) hükümlerindendir. Eshab'ın "Kaideler Fenni" bölümünde "Zorluk kolaylığı getirir." temel kuralından hareketle denilmiştir ki: "Birden fazla evlilik erkekler için bir kolaylaştırma olduğu gibi, kadınlar için de çok oluşları nedeniyle bir kolaylaştırmadır. Dörtten fazla olmaması taksimde[625] güçlük doğurmaması içindir. Boşanmanın meşru kılınması da kolaylıktır. Çünkü eşlerin birbirinden nefret etmesi durumunda, kari-koca olarak devam etmekte zorluk vardır."
Evlilik, yaratılış gereği olduğu gibi bu kanunda birden fazla evlenmeye meyletmek de insan yaratılışının gereğidir.[626] İnsanların hayvani duygularını devamlı sınırlayan ve takip eden İlâhî kanunlar, insanoğluna bir lütuf ve rahmet olmak üzere hem çok evliliği ve hem de boşanmayı caiz kılmışlardır. Böylece öteden beri gelip geçen peygamberlerin ümmetleri şer'î öğretileri açısından biri lütuf ve ihsan, diğeri rahmet olan bu iki nimetten istifade etmişlerdir.
İslâmdan önce gerek birden fazla evlilik, gerekse boşama konuları belli bir esasa tabi tutulmayarak yürütülürken, İslâm şeriatı bu her iki konuyu da sınırlamış, boşanmada üç boşanmayı, birden fazla evlilikte de dört kadınla evliliği caiz kılmıştır. Üç boşanmadan sonra karı-kocalığın tekrarı hakkı kişilerin kabul edemeyeceği bir durum ile şarta bağlanmış olduğu gibi, dörtten fazla hanımı olanlara da, peygamber devrinde onlardan yalnız dördünü tercih etmeleri hakkında emir verilmiştir.
Boşanmadan kaynaklanan pişmanlığın telafisi faydasına binaen boşanma konusunda sayının meşru görülmesi mantıkî olduğu gibi, neslin çoğalması menfaati açısından hanımların birden fazla olması da mantıkîdir. Büyük ekmeğin, büyük hamurdan olması ne kadar normalse, uluslar arası nüfus artışı da o kadar kesinlik kazanmış bir hedeftir.
Bununla beraber boşama olsun, birden fazla evlilik olsun İslâm dininde ne vacip, ne de mendubdur. Bilakis, ihtiyaç görüldüğü zaman izin verilmiş bir konudur.
Boşama -ileride anlatılacağı üzere- İslâm şeriatında kesin bir mubah değildir. Zira hadis-i şerifte:
"Allah (c.c.) katında en sevimsiz helâl olan şey kadın boşamaktır"[627] Birden fazla hanımla evlenmeye Cenab-ı Hak:
"Sizin için helâl olan kadınlardan, ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın"[628] ayet-i kerimesi ile izin vermekle beraber:
"Şayet (bu durumda) adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile yahut sahibi olduğunuz cariye ile yetinin"[629] buyurarak, birden fazla hanımı olanların nafaka ve kadınlar hakkında adaletli bir nöbeti temin ile mükellef olduklarını işaret etmiş, bir tane ile yetinmenin en iyi olacağını tavsiye buyurmuştur.
İş, gerekli görülmeye, ilaç da hastalığa göre olacağından, insana gerçek ihtiyaç duyduğu şey hususunda serbestlik tanımak, engel koymaktan daha doğrudur. "İş daraldığı zaman genişler" esası, şer'î olduğu kadar da olağandır. Birden fazla evliliğe sözlü itiraz edenler, gerçek uygulamada bir kadınla yetinmeyenlerdir. Boşanmaya karşı çıkanlar dahi bunu kalben temenni eden kimselerdir. Onlara göre yatağın birkaç tane olması olağan şeylerdendir. Fakat nesil ve zürriyet yok olmuştur. Nesil, yok edilmediğine göre zina neslidir.[630]
İşte, Müslümanların bu konuda onlardan farkı, birden fazla yatağın dahi meşruluk dairesi içinde olması, nesil ve zürriyetin meşru olarak artmış bulunmasıdır.
İslâm dininde erkekler birden fazla hanım edinmekle emrolunmadikları gibi kadınlar da evli bir erkeğin hanımına ortak olmaya[631] mecbur değillerdir. Bundan dolayı eşler arasında bir ayrılma meydana geldiği de olur. Buradan da kadınların İslâm şeriatında sanıldığı gibi esir olmadıkları anlaşılır Öyle ki, kadınlar kocalarından boşanma isteyebilme hakkını da haizdirler, demektir. Nitekim Cenab-ı Hak:
"Eğer karı koca birbirinden ayrılacak olursa Allah (c.c.) her birini kendi lütuf ve ihsaniyle ihtiyaçtan vareste kılar".[632]
Keşke birden fazla hanım idare edebilen yiğitler olsa da nesil tarlaları olan birçok kadın evlerde kalıp kocamasalar! Kız çocuğun, erkek çocuğundan fazla dünyaya gelmesi ile beraber, kadınların aybaşı ve hamilelik gibi hadiselere maruz kalmaları, doğumdan kesilme yaşına[633] vararak çocuktan kesilmeleri de ayrıca bu konular için erkeklere hak vermektedir.
Nice doğru hükümleri kınayanlar vardır ki onun (bu) belâsı, hasta anlayışındandır.[634]
İslâm dininde evlenmenin iki yolu vardır:
1.Teserrî,
2. İstinkâh.
Bunlara üçüncü olmak üzere, bir diğer yol yoktur. Bu da hür olan Müslüman içindir. Teserrî, mülke dayalı olduğundan, mal sahibi olmayan kölelerin (hür olmayanların) evlenmeleri ikinci yola bağlı kalır.[635]
Teserrî: Odalık cariye[636] edinmektir. Hür olan Müslüman kendinin müstakil mülkü olan cariyeye sahip olmakla, ondan istifade ve menfaatlanmaya da hak kazanır.
Cariyenin kendi zatına "rakabe" onun hususi menfaatına "müt'a" denir. "Müstakil" kaydı, cariye doğum organının ortak kabul etmediğine işarettir.
Gücü bulunan hür kişi, dilediği kadar odalık cariye edinebildiği gibi, dört hanımla da evlenebilir.
Odalık cariye edinmek için nikâha gerek yoktur[637] ve bu erkeğe mahsustur. Kadın, (erkek) kölesine kendisini teslim edemez, onu hürriyetine kavuşturmadıkça onunla evlenemez.
Nikâh: Kasden kadının özel menfaatına sahip olmayı ifade eden bir sözleşmedir. "Kasden" kaydı, odalık cariye için cariye satın almayı ifade etmemek içindir. Cariyede asıl gaye onun kendisine (mal gibi) sahip olmaktır. Nikâhta ise kadının özel menfaatına sahip olmaktır.
Kadının zatına sahip olmaya "mülk-i rakabe", özel menfaatına sahip olmaya ise "mülk-i müt'a" denir ki nikâhı yasak olmayan kadından erkeğin istifadesinin helâl olmasıdır.[638] Bu istifadeye "istimta" denir.
Bu konuda sözleşme (akit), iki tarafın evlilik hususunu gerekli görüp söz vermeleridir. Bu da "îcab" ve "kabul" ile olur.
İcab: Bahsedilen gerekli görmeye dair ilk başlanılan sözdür. Kabul: Buna dair ikinci olarak söylenen sözdür.
İki taraf: Karı ile koca veya onların veli veya vekillerinden ibaret olan muhatap kişilerdir ki, bunlara "akitler" denir.
Nikâhın sebebi, rüknü, şartı, hükmü, sıfatı vardır.
Nikâhın sebebi: İnsan sınıfının en mükemmel şekilde devamının onunla ilgili olmasıdır.
Dünyanın refah ve saadetinin sebebi olan âdemoğlunun nesil yetiştirme disiplini, evlenme disiplini oranındadır.[639]
Şeriat dışında var olan her şey dert ve hastalıktır. Âlemin sıhhatini koruma kanunu şeriattir.
Rüknü: îcab ve kabuldür. İki taraftan birinin: "Kendimi veya beni vekil kılanı veya kızımı sana kan olarak verdim." demesine karşılık, diğerinin de: "Ben de kan olarak aldım veya kendim veya beni vekil kılan veya oğlum için kabul ettim." demesidir.
Evlendirme veya nikâh akdi sadece îcab ve kabul sözleriyle sınırlı olmayıp, hibe ve temlik (mülkiyeti devir ve teslim etme), sadaka vermek gibi şimdiki zamanda belli ve görülebilen bir şeyi mülk olarak vermeye konulmuş her lâfız ile nikâh gerçekleşmiş olur.[640]
Nikâh akdinin bir zamana mensup ve (Allah dilerse) şeklinde Allah (c.c.)'in iradesine veya henüz mevcut olmamış bir şarta bağlı kılınmış olmaması,[641] kullanılan fiil kipinin de gelecek zaman ifade etmemesi gerekir.[642]
Nikâhta (kıyıldıktan sonra), kabul edip etmeme serbestliği yoktur.
Rehin, emanet gibi mülkiyeti ifade etmeyen, kiraya verme, ödünç olarak verme veya vasiyet gibi aslında veya şimdiki durumunda dışarıda mevcut ve muayyen olan bir şeyi mülk olarak vermeye konu olmayan lâfız ve ifadelerle nikâh gerçekleşmiş olmaz.[643]
îcab ve kabul kelimeleri bulunmaksızın mehr-i misil[644] vermek veya almak gibi karşılıklı bir iş ile nikâh gerçekleşmiş olmaz.
Nikâh akdinde hazır bulunanın yazısı ile nikâh geçerli olmaz. Ancak nikâh toplantısında bulunamayanın yazısı ve yazdığı konuda şahitlerin bilgi sahibi olması ile nikâh gerçekleşmiş olur.
İcab ve kabul esnasında mehrin belirlenmesi nikâhın rüknü veyahut sahih olmasının şartı değildir.[645] Mahalle imamının "Akdettim..." demesine de ihtiyaç yoktur.[646] Eğer mehrin belirlenmesi icaba ilâve edilirse, kabulün de ona göre olması gerekir.[647]
Şartı: Karı-kocanın şer'î engellerinin bulunmaması, akid sahibi olanların yekdiğerinin icap ve kabulünü işitir olması,[648] sözleşme anında onların icap ve kabule dair olan sözlerini işiten hür, mükellef iki Müslüman şahit veya anlatılan tarzda bir Müslüman erkek ile iki Müslüman kadın bulunmaktır. Şahitlerin her iki tarafın usûl ve fürûundan olmasının bir sakıncası yoktur.[649]
Yahudi ve Hıristiyan dininde bulunan kadını, Müslüman bir erkeğin nikahlamasında şahitlerin Müslüman olması şart değildir. Yahudi ve Hıristiyan iki kişinin bulunması bile yeterlidir. İsterse bunlar kadının kendi milletinden olmasınlar.
(Allah'ın, Peygamberinin veya meleklerin şahitliği ile nikâh yapmak caiz değildir.)
Erkek için konu olan şer'î engel; eğer hür ise dört, hür değilse iki nikâhlı karısının bulunması, kendisinin Müslüman olmaması, dinden çıkmış olması ve dinsiz olması gibi konulardır.
(Erkeklere ait şer'î bekleme müddeti içinde bulunmak da koca için şer'î bir engeldir. İddet konusuna bakınız.)
Kadın için konu olan şer'î engel; başkasının nikâhlısı olması, henüz iddet süresi içinde bulunması[650] veya Allah (c.c.)'ın birliğine inanmayan (putperest veya ateşperest) olmasıdır.
Başkasının cariyesi olmak, Yahudi ve Hıristiyan dininde bulunmak engel değildir. İslâm dininden dönmek dinsiz olmak kadın için nikâh akdine engeldir.
Aralarında neseb veya süt yakınlığı ya da evlenmeden ileri gelen akrabalık bulunmak, kendi kocası hakkında kadın üç boşama ile boşanmış olmak da iki taraf için şer'î bir engeldir.[651]
Kadın hür, âkil ve baliğ olursa onun ve erginlik çağına girmemiş kızların ye bu hükümde olanların, belirtilen özellikler üzere olan Müslüman velisinin rızası nikâhın sahih ve doğru olmasında ve kocanın denk olması[652] nikâhın gerekliliğinde[653] şarttır.[654]
Ancak bu konuda rızanın şart olmasının manası, birinci şekilde[655] velinin, hür, âkil-baliğ olmuş kız üzerine zorlama tarzında veliliği olmamak demektir. Yoksa rızayı ortadan kaldıran baskı nikâhın sahih olmasına engel değildir.[656]
Küçük kız ve oğlanın velilik yoluyla nikâh 1 anmaları sahihtir. Evlenecek kan-koca için, iyiyi kötüden ayırabilen çocuğun vekaleti de sahihdir, geçerlidir. Nikâh akdini icra edip, hükmedecek kimsenin erginlik yaşına girmiş olması şart değildir.
Asıl olsun veya olmasın akdi gerçekleştiren kişide iyiyi kötüden doğruyu eğriden ayırabilme kabiliyeti şarttır. Delinin veya yukarıdaki özellikte olmayan çocuğun girişmesiyle nikâh gerçekleşmiş olmaz.
Erginlik ve hürriyet başkası için değil de[657] kendisi için akde girişen kimsede, nikâhın geçerliliği[658] için şarttır. İyiyi kötüden ayırabilme çağma gelmiş çocuğun akdi velisinin iznine, köleninkisi ise efendisinin iznine bağlıdır.[659]
Hükmü: Halaliyet, hürmet-i müsaheret ve verasettir.
"Halâliyet"ten maksat, karı koca arasında evlilik devam ettikçe[660] şer'i bakımdan izin verilen şekil üzere birbirinden istifade etmeleridir. Buna “Hill” de denir.
"Hürmet-i müsâhereften maksat, kocanın baba, dede, anne ve ninelerinin, karısına, karısının da bu kişilerinin kocasına haram olup onların nikâh edilememesidir.[661]
Bir kimse yetişmiş üvey kızına veya kayın validesine şehvetle dokunsa veya öpse karısı kendisine haram olur. Aynı şekilde bir kadın yetişmiş üvey oğlu veya kayın pederi ile böyle ilişkide bulunsa kocası kendisine haram olur. İşte bu hürmet-i musaherenin neticesidir.[662]
"Veraset'ten maksat, kan kocadan birisinin vefatı halinde diğerinin ona şeriat tarafından takdir edilen pay oranında mirasçı olmasıdır.
Bunlar tamamen gerçek ve sahih olan nikâh akdine göredir. Gerçekleşen nikah, şartlarının bir araya gelmesiyle sahih olduğu zaman ortaya çıkan,
a) Kadın hakkında başkasıyla nikâh akdine engel olmak,
b) Kadın kocasına faydalı olmak için kendisini (başkasından) muhafaza etmek, bundan dolayı evden dışarıya sadece kocasının izniyle çıkabilmek,
c) Mehir ve nafakanın kocaya ait olması, konulan nikâhın hükümlerinden olur. Bunlar ileride anlatılacaktır.
Sıfatı: Şiddetli arzu ve istek halinde evlenmek vacip ve belki farz[663], arzu ve istek duyulmayan, itidal halinde sünnet-i müekkede, kadına zulmetme korkusu halinde mekruh, kesinlikle zulmetme anında da haramdır.
Vacip olan evlenmede mehre,[664] nafakaya,[665] gücü olmak ve zulmedici olmamak şarttır.
İtidal hali: Zinaya düşecek şekilde istekli olmamakla birlikte, mehir ve nafakaya gücü olmaktır. Bu durumda da zulmetmemek için kendinden emin olma şartı dikkate alınır.
Nikâh akdinin cuma günü ve mescid içinde yapılması mendubdur. Zira Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki:
"Şu nikâhı ilân ediniz ve onu mescidde kıyınız."[666] Cuma gününde mendup olması da, cuma gününün haftanın en şerefli günü olmasındandır.[667]
Divan-ı Ali'de söylenir:
"Cuma günleri evlilik ve zifaf olur,
Erkeklerin ağız tadı (da) kadınlarla olur."
İki bayram arasında nikâh ve zifaf (gerdeğe girmek) kerahetsiz caizdir.[668]
Nikâhın rüknünde de belirtildiği üzere nikâhta serbestlik anlamında muhayyerlikler konu olamıyacağından görme muhayyerliği,[669] ayıp ve kusur muhayyerliği,[670] şart muhayerliği[671], vasıf muhayyerliği[672] geçerli olamaz.
Taraflardan biri veya ikisi nikâh akdinde bunlardan birisini ileri sürseler nikâh caiz olmakla beraber, bu şart boş ve hükümsüz olur.[673] Bundan dolayı, karı kocadan biri diğerinin körlükten, çolaklıktan, kötürümlükten salim olmasını veya şu şekilde güzel veya hünerli olmasını ve koca evleneceği kızın bakire olmasını şart koşsa, fakat aksi ortaya çıksa muhayyerlik kalmaz.[674]
Evlenecek hür-ergin erkek ile hür-ergin kız nikâh sözleşmesini şahitler huzurunda bizzat kendileri yapabilecekleri gibi, vekil tayiniyle de yapabilirler. Öyle ki, birinin bizzat kendisi, diğerinin vekili veya ikisinin de vekili sözleşmeyi yapmış olur.
Kölenin ve ergin olmayanın sözleşmesi efendinin ve velisinin iznine bağlıdır. Onların bu durumda vekil tayin etmeleri sahih olmadığı gibi, faydalı da olmaz. Vekilin, ancak akıllı, iyiyi kötüden doğruyu yanlıştan ayırabilen olması şart olduğundan bu özellikteki çocuğun, köle ve bunağın vekil olması geçerlidir.
Vekil tayin etmek şahit tutmaya muhtaç değildir. İnkâr etme endişesi konu olursa şahit tutmak uygun olur. Bir kimsenin kendi işini -konumuza göre nikâh sözleşmesini- başkasına havale edip onu o hususta kendi yerine görevlendirmesine "tevkil" denir.
Vekil tutmayı şahitlendirmek şart olmadığı için karı kocasına hitaben:
"Sen beni her ne zaman boşarsan yine kendi şahsına beni evlendirmeye seni vekil ettim." der, koca dahi kabul ederse vekâlet gerçekleşmiş olur. Böylece koca karısını bir bâin boşama[675] ile boşadıktan sonra şahitler huzurunda:
"Ben boşadığım falan karıyı kendime karı olarak aldım" demekle karısını yine nikahlamış ve ona karıkoca muamelesi yapmak kendisine caiz ve helâl olmuş olur.
Vekilde şart olan, akıllı ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilmiş olmasıdır. Erginlik, hürriyet ve erkek olmak şart değildir. Vekil, henüz erginlik çağına girmemiş bir köle veya kadın olsa bile onun şahitler huzurundaki sözüyle nikâh gerçekleştiği gibi, izinsiz üçüncü bir kişinin sözüyle de gerçekleşir.
Kişinin kendi işine şahitliği makbul olmadığından, vekil, hem akit yapan, hem de şahit olamaz ise de vekil tayin edenin huzurunda vekil, mükellef şahit demektir. Bundan dolayı o, sözleşme yaparken vekil tayin eden mükellef kişi de hazır bulunur ise, bir şahidin daha bulunması yeterlidir.[676]
Fuzûlî: Ne asıl, ne vekil ve ne de veli olmayandır. Şer'î bir izin olmaksızın tasarrufta bulunduğu (kendini yetkili gördüğü) için onun sözleşmesi ya aslın, ya da vekilin izin vermesine bağlıdır.[677]
Asıl veya veli izin vermeden önce karı-kocalık ve helallik gerçekleşmediği gibi vefat olayında mirastan mehir veya miras istemeye hak da olmaz.
İzin verildikten sonra sözleşme geçerli olup, iptal muhtemel olamaz. Bununla birlikte, bir hür ergin kız kendini, şahitler huzurunda falan zatın gıyabında onu evlendirip, şer'î açıdan izinli olmayan birisi de o zat için kabul eder, sonra da gaib olan kişi durumu öğrenir de yapılan bu sözleşmeye izin verse nikâh gerçekleşmiş ve gerekli olmuş olur. Bunun için kadın pişmanlık duyup cayamadığı gibi, koca da verdiği izine pişman olup bu sözleşmesi iptal edemez, ettiremez.
Bunun gibi hür fakat ergin olmayan bir kızı izinli olmayan üçüncü bir şahıs velisine danışmadan mehr-i misliyle dengi ve münasibi olan bir kişiye şahitler huzurunda evlendirir, velisi de duruma vakıf olur, izin verirse nikâh gerçekleşmiş ve geçerli olmuş olur.[678]
Küçük olan hür kızın hükmü de böyledir.
Efendinin izin vermesine göre, hür olmayanın nikâh ettirilmesi, velinin izin vermesine göre küçük kız ve erkeğin nikâh ettirilmesi gibidir.[679]
Hür bir kimse, ergin kızını kendisine danışmayarak şahitler huzurunda istekli olan münasibiyle evlendirir de mehirini belirtmeyecek olur, daha sonra mehir belirtilmeksizin falan kişiye karı olarak verdiğini kıza söyler o da ret etmeyerek susarsa, bu nikâh geçerli olup, o kız da o zatın nikâhlısı olur[680] ve mehr-i misil gerekir.
Yetkisiz olan kişi (fuzûlî)'nin akdettiği nikâhın geçerli olması izin sahibinin izin vermesine bağlı olduğundan, bir kimse birinin cariyesini ona danışmayarak şu kadar kuruş mehir belirterek şahitler huzurunda nikahlayıp, cariyenin sahibi durumu öğrenince, kabul etmese nikâh gerçekleşmiş olmaz.[681]
Aynı şekilde bir kimse fuzulî dilsiz kişinin küçük kızını şahitler huzurunda mehr-i misil ile birine nikâhlar da, kızın dilsiz olan babası akdi anlar, kabul etmez ve belli olan işaretiyle ret eylerse nikâh geçerli olmaz.
Şartlı izin, tam izin olmadığından bir kimse hür, ergin olan kız kardeşini ona danışmadan şahitler huzurunda istekli olan münasibine nikâhlar sonra da kız kardeşine söylediğinde, o da: "Eğer annem razı olursa, ben de izin verdim" derse, izin vermiş sayılmaz. Bundan dolayı ondan sonra reddedecek olsa bu sözleşme ret ve iptal olunmuş olur.
İzinsiz kişi (fuzulî) bir taraftan olduğu gibi, iki taraftan da olabilir ve o halde sözleşme her iki tarafın izin vermesine bağlı kalmış olur.
Bir kimse iki tarafın da velisi veya vekili olarak yahut bir taraftan asil, diğer taraftan veli veya bir taraftan veli, bir taraftan vekil veya hem vekil, hem de asil bulunarak nikâhın iki tarafını da üstlenmiş olabilir.
Meselâ: Baba kendi küçük oğlu için, kendi himayesinde bulunan kardeşinin küçük kızına, şahitlerin huzurunda nikâh akdi yapabilir. Bunun gibi efendi yahut hanım dahi kendi cariyesini, kendi kölesine şahitler huzurunda karı olarak verebilir ki, bu iki durumda nikâh akdine girişimde bulunan her iki tarafın velisi olmuş olur.
Erkeğin evlendirmeye vekil ettiği kimseyi kadın da evlendirmeye vekil etmiş olursa, bir kişi iki tarafın da vekili olmuş olur.
Vekillik kendisinde karar kılmış olan amcaoğlu amcasının ergin olmayan kızını kendisine nikahlarsa kendi tarafından asil, kız tarafından veli olmuş olur.
Amcaoğlu himayesinde bulunan küçük kızı, kendisini vekil tayin ederek nikahlarsa bir taraftan veli, diğer taraftan da vekil olmuş olur.
Bir kimse kendisine nikahlamak için vekili olduğu kadını kendisine nikahlayacak olursa, kendi tarafından asil, kadın tarafından vekil kılınmış olur.
Vekil tutanın vekâlet olunan işi bizzat yapabilmeye gücü olması vekil tutmanın sahih olma şartı olduğundan iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayı-ramıyan çocuk ile delinin vekil tayin etmeleri sahih değildir. Bunun gibi, doğruyu eğriden iyiyi kötüden ayırabilen çocuk da[682] fayda ile zarar arasında kararsız tasarruflarından olan bu konudaki vekil tayini velinin görüşü alınmadıkça geçerli olamaz.
Bir kimse vekil olduğu konuda kendisini vekil tutan kişinin izni olmadıkça başkasını vekil tayin edemediğinden evlendirmeye vekil olan kimsenin başkasını vekil tutması söz konusu olamaz. Eğer onu vekil tayin eden "Bildiğin gibi yap" diye ona kapalı da olsa izin vermiş olursa o zaman vekil tutabilir.
İzinli olmayarak başkasını vekil tayin etmiş ise ikinci vekil evlendirme işini birinci vekilin huzurunda yerine getirmiş olursa bu da caiz olur.[683]
Bir kadın veya erkek evlendirmeye iki kişiyi tayin etmiş ise onlardan yalnız biri vekâlet ederse caiz olmaz. (Hindiyye).
Bir kadın kendini evlendirmek için birini vekil tayin ettikten sonra, kadının bizzat kendisi evlenecek olsa, vekil bunu bilsin veya bilmesin vekâletten çıkmış olur. Ama kadın onu vekil tuttuktan sonra vekâletten çıkaracak olsa vekil kendinin bu görevden alınıp çıkarıldığını bilmedikçe vekâletten çıkmış olmaz. Kendisini vekil tayin edeni evlendirirse bu nikâh caiz olur.[684]
Nikâh edilmeleri haram olan kadınlar demektir ki; geçici olarak haram olanları da içine alır. Bunlar, haram kılınış sebeplerinin çeşitlerine göre aşağıda olduğu gibi sayılır:
Nikâh edeimelerinin haram kılınmasının sebepleri:
1. Neseb(soy),
2. Evlenmek sebebiyle meydana gelen yakınlık (sıhriyet),
3. Süt(radâ')
4. Birden fazla kadını nikâh altına almak,
5. Önceki kısımdan farklı olarak birden fazla kadını nikâh altına almak,
6. Başkasının hanımıyla evlenmek,
7. Allah'a ortak koşmak (şirk),
8. Cariye veya köle ile nikâh akdinde bulunmak (mülk),
9. Üç veya iki boşamanın meydana gelmiş olması.[686]
Bu haram kılan sebeplerin bir kısmı devamlı, bir kısmı da geçicidir. Neseb, evlenme sebebiyle meydana gelen yakınlık ve süt sebebiyle olan haramlık devamlıdır. Bunların dışındakilerden meydana gelen haramlık onların devamı süresincedir, yani geçicidir. Nitekim açıklamalarından anlaşılacaktır.[687]
1. Anneler,
2. Kızlar,
3. Kız kardeşler,
4. Halalar,
5. Teyzeler,
6. Erkek kardeşin kızları,
7. Kız kardeşin kızları.
1. Anneler: Kişiye kendi anası haram olduğu gibi, anasının anası ve babasının anası da haramdır.[688]
2. Kızlar: Kişiye kendi kızı, kızının kızı ve oğlunun kızı haramdır.[689]
3. Kız kardeşler: Ana baba bir olan kız kardeşler haram olduğu gibi, baba veya ana bir kız kardeşler de haramdır.[690]
4. Halalar: Kişiye ana baba bir olan halası, yani; babasının ana ve baba bir kız kardeşi haram olduğu gibi, baba bir veya ana bir halası da haramdır. Babasının ve dedelerinin halaları böyle olduğu gibi, annesinin ve ninelerinin halaları da böyledir.[691]
5. Teyzeler: Kişiye ana baba bir olan teyzesi, yani anasının ana baba bir kız kardeşi haram olduğu gibi, baba bir ve ana bir teyzesi de haramdır. Babaların ve annelerin teyzeleri de aynen böyledir.[692]
6. Erkek kardeşinin kızları: Kişiye ana baba bir olan erkek kardeşinin kızları haram olduğu gibi baba veyahut ana bir olan erkek kardeşin kızları da haramdır.
7. Kız kardeşinin kızları: Kişiye ana baba bir olan kız kardeşinin kızları haram olduğu gibi baba veya ana bir olan kız kardeşinin kızları da haramdır.[693]
Sıhriyet (evlenmeden dolayı meydana gelen akrabalık) sebebiyle nikâh1 haram olan kadınlar dört kısma ayrılır:
1. Kayın valideler: Kişiye karısının[694] anası haram olduğu gibi, anasının anası, babasının anası da haramdır.[695]
2. Üvey kızlar: Kişiye cinsî ilişkide bulunduğu kadının veya cariyesinin başka kocasından olan kızları ve oğullarının kızları haramdır.[696]
3. Gelinler: Kişiye kendi oğlunun karısı haram olduğu gibi, oğlunun oğlunun ve kızının oğlunun karısı da haramdır.[697] Oğulluğunun[698] karısı ise haram olmaz.[699]
4. Üvey analar: Kişiye babasının karısı -ki kendinin üvey anasıdır- haram olduğu gibi, dedesinin yani gerek babasının, gerek ana babasının karısı da haramdır. Babasının zina ettiği kadın[700] bile haramdır.
Hürmet-i musahere[701] -ki nikâhın hükmünde anlatılan dört haramlıktır- sahih ve geçerli bir nikâhın neticesi [702]olmakla beraber süt ve zina ile dahi gerçekleşebilir. Kişiye karısının kızı ve anası haram olduğu gibi karısının süt kızı ve sütanası da haramdır.[703] Zina ettiği kadının kızı, anası, süt kızı ve sütanası da haramdır.[704]
Bunlar neseb ve evlilikten doğan yakınlık sebebiyle nikâhı haram olan kadınlardır. Kişinin neseb yoluyla anaları, kızları ve kız kardeşleri de haram olduğu gibi, süt yoluyla anaları, kızları ve kız kardeşleri de haramdır.[705] Aynı
şekilde evlilik sebebiyle kayın valideler haram olduğu gibi süt kayın valide, süt üvey kızı, süt evlâd karıları ve süt baba karılan da haramdır.[706]
Bunlar ikiye ayrılır:
1. Yabancı kadınların bir nikâhta toplanması,
2. Aralarında akrabalık bulunan kadınların bir nikâhta toplanması.
1. Birbirine yabancı olan kadınların tek nikâh altında bulundurulması sebebiyle kişiye dört kadından fazlasını, eğer köle ise (ister mükateb, ister müdebber gibi satılamıyacak köle olsun),[707] iki kadından fazlasını toplayıp nikahlamak caiz olmaz.
Birden fazla kadınla evlenmek caiz olmakla beraber kadınların sayısı belirtilen şekilde sınırlıdır. Cariyeler için kesin bir smır yoktur.[708]
Müslüman ve hür olanlar dörtten, hür olmayanlar ikiden fazla kadını bir arada burunduramıyacaklarından[709] bir hür kimse peşpeşe beş kadm nikahlayacak olsa ilk dördünün nikâhı caiz ve sahih, beşincininki ise caiz ve sahih değildir. Eğer bu beş kadını tek bir nikâh akdiyle nikâhlasa, hiç birinin nikâhı sahih ve geçerli olmaz.
Hür olmayan kimsenin üç kadını nikahlaması da aynı hükümdedir. (Bunlar, sayı bakımından bir arada bulundurmanın haramlılığıdır. Bundan sonrakiler ise nevi ve sınıf açısından bir arada bulundurmanın haramlılığıdır.)
2. Aralarında akrabalık bulunan kadınların bir arada bulundurulması sebebiyle, kişiye iki kız kardeşi nikahlayıp bir araya getirmek caiz olmaz. Bunları kendi cariyeleri ile beraber, cinsî münasebette bulunmak suretiyle bir araya getirmek de caiz olmaz. Kız kardeşler gerek neseb ve gerekse süt bakımından kardeş olsunlar, farketmez.
Bu konuda esas şudur: Hangi iki kadının birisi erkek kabul edildiğinde aralarında nikâh caiz olmuyorsa, onları bir araya getirip nikahlamak veya odalık cariye olarak almak caiz olmaz.[710]
Bundan dolayı neseb veya süt yoluyla kardeş olan iki kız kardeşi nikâhta veya cariye ile cinsî ilişkide bir araya getirme caiz değildir. Aynı şekilde bir kadını neseb veya süt bakımından olan hala veya teyzesi ile de aynı tarzda bir araya getirmek caiz değildir.[711]
Nikâh akdinde bunların ikisi birden nikahlanmış ise ikisinin de nikâhları geçersizdir. Eğer birer birer nikahlanmış iseler evvelkinin nikâhı sahih, ikin-cininki ise, sahih değildir. Bunların birinci durumunda koca onların her ikisinden, ikinci durumunda da yalnız ikincisinden ayrılır.[712]
İki kız kardeş olan cariyeye sahip olan kimse, onların hangisini isterse yatağına alabilir. Fakat birini yatağına aldıktan sonra diğerini artık alamaz.
Bunun gibi yatağına aldığı cariyenin kız kardeşini veya teyze veya halasını kendi mülküne geçiren kimse evvelkini kocaya vererek veya hürriyete kavuşturarak[713] veya satarak veya hibe[714] ile mülkünden çıkarıp[715] kendisine haram kılmadıkça[716], ikinciyi yatağına alamaz.
Eğer onların ikisini de yatağına almış olursa hiç birinin yatağa alınması kendisine helâl olmaz. Ama bunlardan birisini yukarıda geçen yollardan birisiyle kendisine haram kılmış olursa birini yatağına alabilir.
Birinin mülkünde bulunan cariyesini nikahlayan kimse o cariyenin kız kardeşini satın alıncaya kadar onunla cinsî münasebette bulunmamış olsa bile aldığı cariyeden istifade edemez. Çünkü nikâhlı olanının yatağı bizzat nikâhla onun için var olduğundan, onun kız kardeşini de yatağa alacak olursa onları yatakta bir araya getirmiş olur.
Yatağına aldığı cariyenin kız kardeşini nikahlarsa nikâh sahih olur, nikâhlı olanla cinsî nünasebette bulunmamış olsa bile, yatağına aldığı cariyeyi artık yatağa alamaz. Onu yukarıda geçen yollardan birisiyle kendine haram kılmadıkça, nikahladığı ikinci cariyeyle cinsî münasebette bulunamaz. Eğer birinci cariyeyi kendisine yatak için almamışsa onu hizmette kullanır, nikâhlı olan ikinciyle cinsî ilişkide bulunabilir.[717]
Nikâhı haram olan kadınla beraber başka bir kadını nikahlamak caiz olur. Meselâ: Nikâhı haram olan veya kocası olan veya Allah (c.c.)'a ortak koşan bir kadın gibi nikâhı helâl olmayan bir kadınla beraber, bir kadını nikahlamak caizdir. Helâl olan kadının nikâhı sahih, helâl olmayanmki ise hükümsüzdür. Belirtilen mehrin tamamı, nikâhı sahih olanındır.[718]
Hür bir kadın ile beraber birisinin mülkünde bulunan cariyeyi nikahlamak[719] veyahut bir kadın üzerine cariye nikahlamak caiz değildir.[720]
Bunlar tek bir akidde bir araya getirildiği zaman hür olan kadınnın nikâhı sahih, cariyeninki ise geçersizdir. Bunun gibi hür kadın üzerine nikahlanan cariyenin nikâhı da geçersizdir.[721] Fakat önce cariyeyi sonra da hür olan kadını nikahlarsa ikisinin de nikâhı sahih ve geçerli olur.
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan fakat hür olmayan cariye ile evlenmesi caiz, ancak hür bir kadınla evlenme gücü bulduğu zaman onunla evlenmesi mekruhtur.[722]
Başkasına nikâhlı bulunanlar veyahut kocasının vefatı veya boşamasından dolayı henüz iddet süresi içinde bulunanlardır.[723] Bunları nikâhlayanların nikâhı hükümsüzdür.
Bir kadın başka bir ülkede bulunan kocasının öldüğü veya kendisini boşadığı haberinin güvenilir ölçüde kendisine ulaşması üzerine, kendisi iddetinin bitiminden sonra bir başka kocayla evlenebilirse de birinci kocasının hayatta olduğu ortaya çıkar ve adam onu boşamadığını iddia ederse, ikinci nikâhı hükümsüz olur. Ve kadın ikinci kocasından ayrılır, nikâh akdinin yenilenmesine gerek kalmadan birinci kocasına verilir.[724]
Ateşperest, putperest olan kadınlardır. Bunların hür olanı da, cariye olanı da Müslüman erkeğe helâl değildir.
Güneşe, yıldıza, beğendikleri şekil ve cisimlere tapanlar, dinsiz, zındık, Allah (c.c.)in sıfatlarında şüphe sahibi olanlar[725] günahlardan kaçmaya, emirleri yerine getirmeye inanan (İbahiyye mezhebi) kimseler ve (Müslüman olduğunu iddia ettiği halde) inancı kendisini küfre sokan her görüş sahibi putperest dahildir.[726]
Allah (c.c.)ra ortak koşan kadın cariye bile olsa, Müslümanın onunla cinsî münasebette bulunması helâl değildir. Yahudi ve Hıristiyan (ehl-i kitab) olan kadın[727] ister savaş ülkesinde bulunsun (harbiyye), ister İslâm ülkesinde bulunsun (zimmiyye)[728], isterse hür veya cariye olsun Müslüman için onunla evlenmek veya cariye olarak onunla cinsî münasebette bulunması caizdir.[729]
Şu kadar var ki, dinlerin farklı olması -kölelik gibi- mirasa engel sebeplerden birisidir.[730] Müslüman erkeğin dölünden dünyaya gelen çocuk Müslümandır.
Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla evlenen Müslüman onun kiliseye veya sinagoga gitmesine veya evde içki bulundurmasına engel olabilir. Fakat aybaşı veya lohusalık veya cünüplükten dolayı gusletmesi için ona baskı yapamaz.[731]
Onu örtünme altına almasından yani kapatmasından konu açmaya gerek yoktur. Çünkü onların İslâm topraklarında örtülü olmaları gerekir.
Ana babasından biri Yahudi veya Hıristiyan diğeri ateşe tapar olanın hükmü ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanın hükmü gibidir.[732]
Müslümanın evlenmiş olduğu kadın ateşe tapar yani mecûsî olacak olsa nikâh kalkar ve onunla cinsî münasebette bulunmak da haram olur.
Müslümanın evlenmiş olduğu kadın ehl-i kitaptan Yahudi iken Hıristiyan, Hıristiyan iken Yahudi olacak olsa nikâh kalkar ve geçersiz olur.
Müslüman üzerine Yahudi veya Hıristiyan veya aksi, Yahudi veya Hıristiyan üzerin Müslüman hanımla evlenmek caizdir.[733]
Müslüman kadının hiçbir Müslüman olmayan ile hatta inancı kendisini kâfir kılan görünüşte Müslüman ile de evlendirilmesi caiz değildir.[734] Bunun gibi; İslâm dininden dönmüş olan kimseye de ne dinden dönmüş, ne Müslüman ve ne de aslında kâfir olan bir kadın verilir yani evlendirilemez. Aynı şekilde dinden dönmüş olan kadın da hiç bir kimseyle evlendirilemez.
Puta tapan ve ateşe tapan kadının, dinden dönmüş adamdan başka her kâfirle evlendirilmesi caizdir. îslâm ülkesinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar değişik mezheplerde de olsalar, onların birbirine nikâhı caizdir.[735]
Bunlar kölelere göre onların efendileri olan hanımlardır ki, hür bir kadının kendi mülkü olan köleye nikâhsız olarak kendini teslimi caiz olmadığı gibi, onu hürriyete kavuşturmadıkça onunla evlenmesi de caiz değildir.
Sadece kendisine ait köleye varamıyacağı gibi, başkasıyle ortak olan köleye de varamaz.
Karı kocadan biri diğerinin tamamına veya onun yarısı veya dörtte birine miras veya bağış yoluyle sahip oluverse bile nikâh hükümsüz olur.[736]
Bir kimse mülkünde bulunan cariyesi[737] ni hürriyete kavuşturmadan nikahlayacak olursa bu nikâh sahih değildir.[738] Yani, mehrin gerekmesi, boşanmanın gerçekleşmesi ve miras gibi nikâhın neticeleri olan şeyler bu nikâhla meydana gelmez. Onu hürriyete kavuşturduktan sonra da o nikâh devam etmiş olmaz.[739]
Kişi kendi cariyesini hürriyete kavuşturmuş olmadıkça nikâhsız olarak onu yatağına alabilir ki bu odalık cariyenin yoludur.
Nikâhın gerekmesi, hürriyete kavuşturulmuşa göredir. Ancak günümüzde odalık cariye alacak kimseye en uygun olan[740] hürriyete kavuşturmadan önce de nikâh yapmaktır. Böylece cariye aslında hür olmuş veya hürriyete kavuşturulmuş olması[741] ihtimalinden dolayı haram şüphesinden sakınılmış olur.[742]
Bunlar kocaları tarafından nikâh hakları kesilmiş olmakla onlara kesin haramlıkla haram olmuş olan kadınlardır. Kocasından üç talakla boşanmış olan hür kadın hülle görmedikçe, yani diğer bir koca kendisiyle cinsî münasebette bulunmadıkça birinci kocasına helâl olmaz
Hür olmayan kadın hakkında iki boşama, hür olan kadın hakkındaki üç boşama gibidir.[743]
Hür olmayan nikâhlı kadının iki boşamadan sonra kocasına hüllesiz nikâh edilmesi helâl olmadığı gibi kocasının eli altında bir mülk olması sebebiyle de kocası onunla cinsî münasebette bulunamaz.
Hür kadın hakkında boşamanın en son haddi üç, cariye hakkında iki olduğundan, bir kimse hür olan karısını ya bir kerede veya bir kaç defada üç kere boşadıktan sonra o kadın iddetinin bitiminden sonra sahih bir nikâhla başka kocaya varıp, cinsî münasebette bulunsa, sonra da ya boşayarak veya adam vefat ederek ondan ayrılıp iddeti bitmedikçe o kimseye -ki birinci kocasıdır- nikâhlanamaz.
Başkasının mülkü olan kadınla evlenmiş olan kimse de onu bir kerede iki boşama ile veya iki kere boşadıktan sonra alabilmesi -velevki o cariyeyi bir müddet sonra kendisi satın almış veya hürriyete kavuşturmuş da olsa- ancak onun az evvel belirtilen şekilde başka bir kocaya varıp ayrılmasıyle olur.[744]
Geçici (muvakkat) nikâh hükümsüz olup sahih değildir. Müddetin uzun veya kısa olmasında, belirli veya belirsiz olmasında bir fark da yoktur"[745]
Mut'a nikâhı da boş ve hükümsüz olan geçici nikâhlardandır. Şekli şöyledir: Nikâhı haram olmayan kadın ile şahitler huzurunda:
"Şu kadar müddet şu mal karşılığında, senden faydalanayım" diye ya doğrudan kendisi veya vekil ile îcab ve kabulde bulunmaktır.
Batıl (hükümsüz) nikâh helâllik ifade etmez. Böyle bir nikâhta, boşama, cinsel ilişkide bulunmamaya yemin (îlâ), kocanın, karısını nikâhı kendisine ebediyen haram olan bir kadının bakılması caiz olmayan bir uzvunun benzetmesi (zıhar)[746] gibi konular ve neticeler ortaya çıkmaz. Onunla evli olanlar birbirine mirasçı olamazlar.[747]
Gündüzlük kadın olmakta bir sakınca yoktur. "Nehariyat" Gündüzlük kadın manasında olan "Nehariye"'nin çoğuludur. Yalnız gündüzleri beraber bulunmak üzere onunla evlenmek caizdir.[748]
Hac ve umrede ihramlı olmak nikâh için engel değildir. Bundan dolayı; bir kimse ihramlı iken cinsî ilişkide bulunmamak şartıyle evlenebilir. İhramda bulunan kadını dahi alabilir.
İhramlı olan veli dahi vekili bulunduğu kızı birisiyle evlendirebilir.[749]
Başkası üzerinde onun rızası olsun veya olmasın söz hakkı olmaya veya geçirmeye velayet denir.
Velayet sahibine "veli" denir, çoğulu da "evliya" gelir. Kadın için "veliyye" ifadesi kullanılır. Bunun da çoğulu "veliyyat'tir.
Çocuklar ve delilerin başkaları üzerinde velayetleri olmadığından, veli olan kimsenin; ergin, akıllı ve mirasa ehil birisi olması gerekir.[750]
Velilik yakın akrabalık ile olduğu gibi mülk, velâ ve imamet ile de olacağından veliliğin sebepleri dörttür:
1. Yakın akrabalık (karabet),
2. Efendinin köle veya cariye sahibi olması (mülk),
3. Hükmen yakınlak (velâ),
4. İdareci olmak (imamet).
Bunlardan ilk üçünü meydana getiren velâyet-i hassa[751] dördüncüyü meydana getiren de velâyet-i amme[752]'dir. Hassa yani özel niteliği olan yakınlık daha kuvvetlidir.[753]
Vasiyet bu konuda velilik sebebi olamaz. Ancak kişinin mal ve çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tayin edilen kişi (vasıy) aynı zamanda veli olursa o zaman velilik sebebi olabilir.[754]
Erkek ve kadını dahil olmak üzere küçük yaştaki kimse, bunak ve delinin malla alâkalı işleri velilere havale edildiği gibi, bunların ve ilgili konusunda açıklanan kölenin evlendirilmesi de bunların yetkileri dahilindedir.
Veliler aşağıda anlatılacağı üzere üç kısımdır.
1. Akraba,
2. Köle ve cariye efendileri (mevali),
3. Hakim (kadı) veya validir.
Günah olan şeyleri işlemek veliliğe engel değildir.[755]
Bu konudaki "söz hakkı veya geçirmek"ten maksat, velinin velayeti altında bulunanı dilediği ile evlendirebilmesi ayrıca özel nitelikte velilik sahibi olanların mirastaki faiz hissedarlardan sonra gelenler kısmından olduğuna göre, rızası olmayan akdi de iptal edebilmesidir. Velayet altında bulunan erkeğe "mevlî", kadına da "mevliyye" denilir.
Yakın akrabalık (karabet) sebebiyle olan veli; mirasdaki sıra üzere asaba[756] dır. Gerek nesebiyye,[757] gerekse sebebiyye[758] olsun.[759]
Velilerin en yakını oğul,[760] sonra oğlun oğlu... sonra baba,[761] sonra babanın babası., sonra ana bir kardeşin dışındaki erkek kardeşler, sonra onların oğulları, sonra ana bir amcanın dışındaki amcalar, sonra onların oğulları sonra sırayla baba amcaları, onların oğulları, dede amcaları ve onların oğullarıdır.
Kul cinsi hakkında neseb bakımından yakınlar (asabe-i nesebiyye) önce olduğu için onlar hakkında bundan sonra, sebep bakımından yakınlar (asebe-i sebebiyye) yani köle ve cariyeyi hürriyete kavuşturan efendiler (mevlâ'l-ataka) gelir. Şöyleki köle veya cariyeyi hürriyete kavuşturan erkek veya kadın kim ise velisi odur.[762] Ondan sonra velilik hakkı onun yakınlarınındır.
Asabe bulunmadığı zaman velilik annenindir.[763] Sonra ana-baba bir kız kardeşin sonra baba bir kız kardeşin, sonra ana bir kardeşin ki erkek veya kız olması farketmez, sonra onların çocuklarının sonra diğer yakınların[764] yani teyzelerin, sonra dayıların, sonra amcakızlarınındır.[765]
Bundan sonra nikâh ettirme velîliğe mevlâl-muvalat'ın[766] (anlaşmalı efendinin)'dir. Daha sonra da küçükleri evlendirmeye izinli olan[767] hakimlerindir.
Köle ve cariye sahibi (mâlik) sebebiyle olan veli: Köle ve cariyenin efendisi veya hanımıdır. Bunlar köle ve cariyelerini hürriyete kavuşturmadan önce diledikleriyle evlendirebilirler.[768]
Hükmen yakınlık (velâ) sebebiyle olan veli; Mevlâ'l-muvâlât[769] ile Mevlâ'l-ataka'dır.[770]
İdareci olmak (imamet) sebebiyle olan veli; velâyet-i amme[771] sahipleridir. Hakim yetkili olduğuna göre velîliğe muhtaç nikâhta veli olarak kişiyi evlendirebilir.[772]
Hakim (kadı) kendisi hakkında da idare edilen halktan olduğu için küçük kızı kendine nikahlayacak olursa velisiz nikâh etmiş olur ki, sahih değildir. Hak onun üstünde bulunan valinindir. O da kendisi hakkında idare edilen halktandır.[773]
Vasiyet bu konuda velilik sebebi olmadığı gibi küçük erkek ve kız kendilerini sadece yedirip içiren, idare eden bir kimsenin kucağında, himayesinde bulunmuş olmakla da o kimse onları evlendirmeye sahip değildir. Meselâ: Yolda çocuk bulan kimse, bu buluntunun velisi değildir.[774]
Veli; akıllı, ergin ve mirasa ehliyetli bir kişi olması gerektiğinden deli, bunak, çocuk ve kölelerin herhangi bir kimse üzerinde velilikleri yoktur. Aynı şekilde kâfirlerin Müslümanlar üzerinde, yine Müslümanların bu konuda kâfirler üzerinde velilikleri yoktur.[775] Fakat bir Müslüman, şahitler huzurunda bir Yahudi veya Hıristiyan kadını yine Yahudi veya Hıristiyan velisinin girişimiyle nikahlayabilir.
Küçük kız ve erkeğin, köle olan erkek ve kadının, deli olan erkek ve kadının, bunak olan erkek ve kadının nikâhlarında veli şarttır.[776] Velinin izni olmadıkça bunların nikâhından boşanma ve miras gibi ciddî hükümler meydana gelmez.
Velilerin bunlar üzerinde olanları diledikleriyle evlendirme veya nikâh ettirme hakları vardır.
Veli, baba veya babanın babası olur da kendilerinde, kötü niyet, bulunmadığı zaman, velisi bulunduğu erkek ve kız çocuğunu büyük parayla[777] ve dengi olmayanla dahi evlendirebilirler. Bu nikâh sahihdir. Küçük kız ve erkek için, ergenlik çağma geldikleri zaman nikâhı iptal etme tercihleri de yoktur. Oğlunu evlendirirken, şifa bulduktan sonra deli ve bunak olan kızın da nikâhı iptal etme serbestliği yoktur.[778]
Eğer baba veya büyük baba açgöz, ahlâksız ve vurdumduymaz olduğu için kötü niyet sahibi oldukları biliniyorsu büyük para karşılığında ve dengi olmayan birine verdiği küçük kızının nikâhı sahih olmaz. Bunun gibi sarhoş olup da kızını sarhoş veya şirret bir adama veya çoluk çocuğuna bakmaktan âciz olan fakir bir kimseye verecek olur, kendisinin kötü niyeti de ortaya çıkarsa şefkata muhtaç kız karşı koyamadığından nikâh sahih olmaz.
Veli baba veya büyük baba (dede) olmadığı zaman anne veya hakim veli olsa bile bu nikâh esasen sahih değildir. Eğer akit mehr-i misil ile olur ve dengine nikâh sağlanmışsa o zaman sahih olur. Şu kadar var ki, küçük kız ve erkek için, erginlik yaşma geldikleri zaman nikâhı iptal ettirme tercihleri mevcuttur.
Köle olan küçük erkek ve kız için erkek veya kadın efendi, hür olan küçük erkek ve kadın hakkında baba ve büyük baba gibidir. Bunlar hürriyete kavuşturulduktan sonra ergin oldukları zaman kendileri için tercih hakkı mevcut olmaz. Deli olanın oğlu dahi ona göre öyledir ki, delilik yok olduktan sonra kendisi için herhangi bir tercih hakkı konu olmaz.
Köle hakkında hür olmaktan kaynaklanan tercih selahiyeti erginlikten kaynaklanan tercih selahiyetine gerek bırakmadığı gibi deli hakkında da oğul babadan önce olduğundan babanın evlendirmesinde gerçekleşemeyen tercih selahiyeti, oğul ondan önce olduğu zaman da haydi haydi gerçekleşemez.
Kız ve oğlanın küçükken velisinin nikâha zorunlu veliliği olduğu gibi büyüdüklerinde de deli veya bunak oldukları zaman nikâhına velilik zorunlu veya ister istemez olur.
Yakın velinin yolcu sayılacak kadar müddet yok olduğu zaman uzak olan veii için, uygun olan kişiyi kaçırmamak üzere evlendirme hakkı vardır. Yakın velinin dönüşüyle o akit hükümsüz olmaz.
Yakın veli, uygun bir istekli çıktığında kızı mehr-i misliyle onunla evlendirmekten kaçınması durumunda velilik uzak veliye hatta hakime veya vekiline intikal eder.
Küçük kızın velilikle evlendirilmesi halinde fayda adam için elverişli olmadığı müddetçe kocasına hemen teslimi gerekmez. Bu konuda dikkate alınan yaş değil, güç ve kuvvettir.[779]
Velinin evlendirme hakkı olduğu gibi, baba ve büyük babadan başka olan velinin[780] evlendirmesinde küçük erkek ve kız için ergin oldukları zaman, sahibinin evlendirmesi durumunda da köle hür olduğu zaman tercih selâhi-yetleri vardır.
Kadınlar erkeklerin veliliği altında olduğu, başka bir deyişle nikâh bir çeşit mülk[781] olduğu için ergin kızın nikâhı kendi rızasına bağlı kılınmış, ergin olmayan için de -aşağıda anlatıldığı şekilde- tercih selahiyeti verilmiştir ki, ergin olmayan çocuk da bu hükme dahildir. Cariyenin hür olmakla elde ettiği tercih hakkı, erginliğin sağladığı tercih hakkına gerek bırakmamıştır.
Erginliğe bağlı muhayyerlik (hıyâr-ı bulûğ): Erginlik sebebiyle nikâhı iptal ettirmekte serbest olmak demektir. Küçük erkek ve kız, baba veya büyük babasından başka birisi tarafından vekillikle edilen nikâh akdini öğrendiklerinde ergin oldukları zaman, öğrenmedikleri zaman ise ergin olduktan sonra Öğrendiklerinde nikahlanmış karılarını istemezler ise iki tarafın huzurunda hakimin kararı ile nikâh akdini iptal ettirebilirler.[782] Bu muhayyerliğe, erginlik muhayyerliği anlamında "hıyâr-ı bulûğ" denildiği gibi "hıyâr-ı idrâk" da denilir. Yukarıda belirtilmiş olan nikâhı iptal, boşama değildir.[783]
Konu olan muhayyerliğe ehil olan küçükler, belirtilen hakkın kendilerine yönetilmesinde kendilerini tercih edip nikâhı iptal isteğinde bulundukları zaman hemen şahitlendirmeleri gerekir. Ondan sonra, razı olduklarına delil olmadıkça hakime müracaat geciktirilebilir.
Kızın, ergin olduğu zaman[784] nikâhı bilip muhayyer olarak susmasıyle muhayyerliği diğer bir meclise uzamayarak hükümsüz olur.[785] Konunun hükmünü bilmemesi onun için bir özür değildir. Eğer nikâhı bilmiyor idiyse, bilip susuncaya kadar muhayyerliği devam eder.
Erkeğin[786] erginlik çağına girip susmasıyle ve meclisten kalkmasıyle muhayyerliği hükümsüz olmayıp, bütün ömrü onun için muhayyerlik vaktidir, îmah da olsa onun rızasına bakılır. Eğer rızasını söyler veya cinsî münasebette bulunma, mehr-i muaccel (peşin mehir)'i teslim, nafakasını kendine gerekli görmek gibi rızasını gösterecek bir şey işlerse, muhayyerliği kalmamış olur. Nikâhın dışındaki şeylere dair bilgisizliği onun hakkında dahi bir özür değildir.[787]
Nikâh iptal edilmeden önce aralarında birbirine mirasçı olma cereyan eder. İptal edildikten sonra ise miras sebebi kalkmış olur.
Küçük erkek veya kızı evlendiren veli baba, veya büyük baba olduğu zaman, kötü niyetli olduğu bilinmemek ve akit esnasında sarhoş bulunmamak şartıyla nikâh geçerli ve gerekli olur, erginlik muhayyerliği de olmaz.[788]
Eğer açgözlüğünden ve edepsizliğinden dolayı kötü niyetli olduğu bilinir veya akit yaparken sarhoş bulunursa, küçük kızı dengi olmayana veya mehr-i mislinden aza, küçük erkeği mehr-i mislinden çoğa evlendirmesi ve nikahlaması sahih değildir.
Hür olmaya bağlı muhayyerlik ("hıyâr-ı Itk" veya "hıyâr-ı ataka"):
Hürriyete kavuşması sebebiyle cariyenin nikâhı iptal etme muhayyerliğidir. Efendisi veya hanımı tarafından birine nikâh ettirilen cariye hür kılındığında kocasını istemez ise ondan ayrılabilir. İşte hür olmanın sağladığı muhayyerlik (hıyar-ı ataka) budur.
Bundan hakimin hükmüne ihtiyaç kalmayarak cariye kendinin hür olduğunu bilmesi ardından:
"Ben nefsimi tercih ettim" demesi kâfidir.[789]
Bu konuda cariyenin, hür kılındığı ve evlendirildiğine dair bilgisizliği özür olduğu gibi meselenin hükmünü bilmemesi de özürdür.[790]
Köle için, hür olmanın sağladığı bir muhayyerlik durumu yoktur.
Velilik, akılla beraber erginliğe ulaşmakla, cariyeye göre ise hürriyete kavuşmakla sona ereceğinden, akıllı olan hür, ergin kadm ve ergin olan cariye bakire dahi olsa nikâha zorlanamaz.[791] Kendisinin rızası olması lâzımdır. Bu da dul olanın söylemesiyle, bakirenin ise söylemekte sıkıldığı en yakın velisine karşı reddetmeyip susmasıyle belli olur.
Alaylı olmayan gülmek, sessiz ağlamak da rıza kabul edilir. Hürriyete kavuşmuş cariyeyi de içine almak üzere[792] teklif çağında olan hür kadının velisi olmadığı takdirde ister dengine ve isterse dengi olmayana varsın, nikâhı âlimlerin ortak görüşüne göre, velisi olup da hazır veya razı olmadığı zaman ise zahir[793] olan görüşe göre sahih ve geçerlidir.[794]
Hür ve mükellef kadın kendisini velisinin izni olmaksızın başkasıyle evlendirirse yakın akraba (asaba)'dan olan veli için itiraz etme hakkı vardır. Bu veli hakime nikâhı iptal ettirebilir.[795]
Bu nikâhın temelden caiz olmadığı -zahir olan görüşe aykin olarak- daha sonra tercih olunan fetva olmuştur.[796] Ancak, uygulanan önce belirtilen zahir olan görüştür.[797]
Denklik kadının erkekte arayacağı bir şey olup nikâhın gerekliliği için dikkate alınır.[798] Erkek dilediği kadını kendine nikahlayabilir ve kadının onun dengi olmaması onun şerefini zedelemez. Halbuki şerefli bir kadının kendinin değer ve seviyesine uygun olmayan bir erkekle evlenmesi onu soy bakımından utandırabilir.
Bu bakımdan kan ile koca arasında aşağıdaki beyitten de anlaşılacağı üzere altı konuda eşitlik aranır[799] veya kadın o konularda kocadan daha aşağıda bulunur. Nikâhta denklik altı hususta olur ki çok güzel bir beyit onları toparlamıştır:
"Soy, İslâm, yine böylece sanat, hürriyet ve dindarlık, mal sadece."
Bunlardan soy; Arapların soylu olanlarında olur. Kureyş kabileleri[800] birbirinin dengi olduğu gibi, diğer Arap kabileleri de birbirlerinin dengidir.[801] Arap olmayan Araba denk olamadığı gibi diğer Araplar da Kureyş'e denk olamazlar.[802]
İslâm ve hürriyet bakımından denklik Arap olmayanlarda aranır. Çünkü bunlar, onlara göre gerekli hallerdir. Bu iki hususta denklik asıl bakımından dikkate alındığı için, kendisi Müslüman veya azatlı olan, babası dahi Müslüman veya azatlı olana denk olamaz. Yalnız babası Müslüman veya hür olan da ana babası Müslüman veya hür olan kimseye denk olamaz.
Soy, büyük baba ile tam olduğundan baba ve dedesi Müslüman veya hür olan soy be soy Müslüman ve hür gibidir.
Sanat, dindarlık ve mal hususlarında denklik Arap ve Arap olmayanlarda aranabilir.
Değersiz, sanatkârlar, değerli sanatkârlara denk olamaz. Görevli olan kişiler de sanatkârlardan sayılırlar.[803]
Fâsik[804] olan kimse gerek günahkârlığını ilân edici olsun -ki ona "fâsık-ı mücâhir" denir- gerekse olmasın, dindar bir kıza ve hatta iyi insanlardan birinin kızına denk olamaz.
Mal bakımından denklik konusunda kocanın mehr-i muaccel (peşin mehir)'i verebilecek durumunda olması, sanatkâr değilse üstelik kadının bir aylık nafakasını, sanatkâr ise her günün nafakasını verebilmesi yeterlidir.[805]
Bunlara sahip ve gücü olan erkek, büyük mal ve servet sahibi olan kadına denktir. Bunlara sahip olmıyan erkek hiç bir kadına denk değildir.[806]
Denklik akit yapılırken dikkate alınır. Mal gibi sonradan yok olabilen şeyin elden gitmesi zarar vermez.
Zengin iken fakir düşen kimsenin, sonradan başına gelen bu fakirliğinden dolayı karısı kendinden ayrılmadığı gibi evlendiği zaman denk olup da, sonradan ahlâksızlığa düşenin de nikâhı ortadan kalkmaz.[807]
Belirtilen altı husus dışında denklik aranmayacağından beldeye, gençliğe, güzelliğe itibar edilmez. Köylü erkek şehirli kıza, ihtiyar kimse genç kıza, çirkin koca güzel kadına denktir.
Denklik davası ve nikâha itiraz hakkı yakınlar (asaba)'dan olan valilerindir.[808]
Mükellef olan hür kadın kendisini velisinin izni olmaksızın dengi olmayanla evlendirdiğinde nikâha -sahih olduğu takdirde-[809] veli karşı çıkarak-çocuk olmadıkça-[810] onu hakime iptal ettirebilir. Nikâhın yenilenmesi ile itiraz hakkı da yenilenmiş olur.
İtiraz hakkı ilk önce razı olmamaya dayalıdır. Hür ve mükellef olan kadını veliler kendi nzası ve azalan ile dengi olmayan bir kimseye bilmeyerek nikahlamış olurlar da, o kimsenin denk olmadığı ortaya çıkarsa onların dikkatsiz davranıp, işin iç yüzünü araştırmadıkları için itiraz hakları kalmaz. Eğer akit esnasında denkliği şart koşmuşlarsa veya koca, kendinin onlara denk olduğunu söylemiş olması üzerine, nikâh kıyılmış olur, fakat sonradan denk olmadığı anlaşılırsa o zaman velilerin itiraz hakkı vardır.
Velilerin rızası ya açıkça veya ima yollu olur. Gelen ağırlığı kabul etmek, ziyafet ve zifaf tertibinde bulunmak imâ yollu rızadır. Susmak rıza değildir.
Velilik parçalanmayan bir sebeple var olan bölünmez bir haktır. Her veli için tam olarak var olduğundan, bir kısım velilerin rızası hepsinin rızası gibidir. Daha yakın ve güçlüsü olmadıkça biri diğerinin rızasını bozamaz.
Kendini mehr-i misil (akranların mehri)inden daha aza nikahlayan hür ve ergin kadının da velisi itiraz edebilir. Bu durumda ya koca noksan kalan mehri tamamlar veya utanç verecek bu durumu gidermek için hakim onların aralarını ayırır. Hakimin ayırımı velinin isteği üzerine kocanın huzurunda olur.[811]
Cinsî münasebet yapılmamış ise mehir dahi yoktur. Eğer velinin onları ayırmasından önce koca cinsî münasebette bulunmadan önce kadını boşarsa burada mehir hükmü cereyan eder ki, mehr-i müsemma (akitte belirlenen mehr)'nın yarısı gerekir.
Aralan ayrılmadan önce karı kocadan birinin vefat etmesi de böyledir ki mehr-i müsemma'nın tamamı gerekli olur. Bunlarda velinin noksan mehrin tamamlanmasını isteme hakkı yoktur.
Bu ayırım boşama değil, nikâhı geçersiz kılmaktır.[812]
Kadının sahih bir sözleşmeyle hakk ettiği maldan ibarettir. Kadın hür olursa mehri kendisine, başkasının cariyesi olursa efendisine veya efendisinin hanımına ait olur.
Mehir nikâhın şartı veya rüknü değil, bilâkis netice olarak gerektirdiği bir husustur. Sözleşme esnasında mehir belirtilmemiş ve hatta "mehir olmamak üzere" şart ileri sürülmüş bile olsa, sözleşme yine sahihtir. Sözleşmenin bu sıhhatine şer'î hak olan mehir gerekli olur ki, o mehir de mehr-i misil (akranların mehri)'dir. Eğer, mehir akit esnasında belirtilmiş olursa ona "mehr-i müsemmâ" denir.[813]
Mehr-i misil: Kadının -sözleşmede belirtmeksizin- uygun olarak bilinen miktara hak kazandığı mehirdir ki, sözleşmeyle vacip olduğu için asıl olan odur.[814]
Mehr-i müsemmâ: Karşılıklı anlaşmaya dayalı olup mehr-i mislin yerine geçendir ki iki tarafın karar ve rızalarıyle belirttikleri mehir demektir.
Mehr-i misilde dikkate alınan kadının baba tarafı yakınlarından bakirelik, yaş, güzelik ve cazibe, olgunluk, akıl, ilim, edeb ve mal gibi hoşa giden özellikler açısından kendine akran olanların mehiridir.[815] Eğer baba tarafından
akranı yoksa, beldesi, çağı ve zamanındaki yabancı akranın mehrine bakılır.[816] Anne tarafından akran dikkate alınmaz. Eğer anne de -amca kızı gibi olup- babasının soyundan olursa o zaman dikkate alınır.
Mehr-i müsemmâ, sözleşme esnasında veya daha önce veya daha sonra belirlenen miktar her ne ise odur.
Mehirde şart olan on dirhem (34,5 gram) gümüş veya onun kıymetinden az olmamaktır. Bundan daha az olanın, mehir belirlenirken tamamlanması emredilir.[817]
Mehir; nakit paralardan olduğu gibi ticaret malı ve diğer mallardan da olur.
Mehir olacak malın yararlanılması mubah olması gerekir. Köle, cariye, at ve elbise gibi her yararlı malın mehir olması sahihdir.[818]
Belirlenen köle, belli olduğuna göre onun aynını vermek gerekli olur. Aynen vermek imkânsız olmadıkça kıymetiyle kaza edilemez, ödenemez.[819]
Bir köle veya cariye veya bir at diye belirsiz fakat muayyen bir cins ifade edilirse koca onun orta hallisiyle kıymeti arasında serbesttir. Belirtilen şeyin cinsi belli olursa onun aynı, özelliği belirsiz olursa kıymeti gerekli olduğundan akitle vacip olan, iki şeyin birisi olduğu için kocanın bunlardan birisini vermesinde muhayyerliği ortaya çıkar.[820]
Belirtilen malın cinsi belirlenmiş olursa, özelliğinin belli olmaması bu konuda zarar vermez. Fakat bir hayvan veya bir kat elbise denilir de hayvanın ne cins olduğu, elbisenin ne çeşit bulunduğu belirlenmez ise, bu belirleme shh oldı için mehr-i misil gerekir. Bunun gibi şer'an alınıp, faydalanılması mubah olmayan bir malı (gayr-i mütekavvim mal) belirtmek ve şu pekmez diye gösterilen şeyin şarap çıkması, şu köle diye gösterilen şahsın hür olması durumlarında da mehr-i misil gerekir.[821]
Müslüman bir erkek, Müslüman bir kadınla evlenir de nikâh akdinde helâl olan ve olmayan malı belirtir. Meselâ; kadının mehri, şer'an elde edilmesi ve faydalanılması mubah olan malın (mütekavvim mal) gerçek miktarı ile bir kaç rıtıl[822] şarap olmak üzere söylenilirse, haram olan mal iptal edilir. Mehr-i misli tamamlamak gerekmez. Çünkü şarapta Müslüman için menfaat yoktur. Âma menfaati olan bir şeye ilâve olarak söyler de, sözünü yerine getirmez ise kadının mehr-i misli daha fazla olduğundan, daha azına da rızası olmadığı için belirtilen miktarı ona ulaştırmak gerekli olur.[823]
Karşılığında ücret almak caiz olan her menfaatin mehir olarak belirlenmesi caizdir.[824]
Ancak; koca, hür olan kadına hizmet etmek üzere evlenirse mehr-i misil gerekir.[825]
Nikâh-ı şigâr'da da mehr-i misil gerekir.
Şigâr: İki kimsenin birbirlerine kızlarını veya kız kardeşlerini, her biri diğerinin mehri olmak üzere karşılıksız verip evlenmelerine denir.[826]
"İslâmda şigâr yoktur"[827] hadis-i şerifiyle sigarın yasaklanması şer'î bir iş olan nikâhın hükümsüz olmasını gerektirmez. Bu yasak, mehirsiz evlenmeye aittir.[828]
Akit esnasında belirlenen mehir, halk örfünde ikiye ayrılıp, âdet, bir kısmı peşin ve bir kısmı da boşanma ile bitecek evlilik hayatının son anında verilmek üzere uygulanagelmiştir. Peşin verilen nıehire "mehr-i mu'accel" denir ki acele edilip önce verilmiş olan mehirdir.[829] Son zamanda verilecek olana da "mehr-i müccel" denilir ki, boşanma vakti olan son an ile tecil edilmiş bulunan mehirdir.[830] Bunların hepsine birden "mehr-i müsemmâ" denilir. Genel olarak ilk akla gelen "mehr-i müeccel"dir.
Mehr-i müsemma iki kısma ayrıldığından karı koca arasında nikâh mevcut iken kadın mehr-i müeccelini kocasından alamaz ki, bu ertelenmiş olan borcu süresinden önce İstemek kabilinden olur. Koca dilerse verir. (Onu vermekle karısını boşamış olmaz). Kadın mehr-i muaccelini almaya yetkilidir.[831] Onu tastamam almadıkça kendini kocasına teslim etmeyebilir.[832]
Ölüm veya boşanma halinde mehr-i müeccelin verilmesi gereklidir. Ondan sonraya da ertelenemez.[833]
Mehrin tamamını müeccel kılmak da sahih olmakla beraber, şu kadar mehr-i müeccel belirlenmesiyle gerçekleşen evlilik de mehr-i müeccel belirlenmese boşanma veya ölüm zamanında onu örf ve âdete bağlı olarak istemeye hakkı olmaz.[834]
Mehr-i muaccel ve müeccel akdin içinde bulunduğuna göre tamamen kadının hakkıdır. Buna karşılık erkeğin bir şey istemeye hakkı yoktur. Evlenmekten erkek için maksat, yuva kurmaktır, mala tevessül etmek değildir. Ancak örf ve âdette dikkate alınarak mehr-i muaccel akidde ertelenmeyerek ağırlık adiyle koca tarafından evvelce verilip kadın tarafından tastamam alındığında, buna mukabil kızın çeyizi arasında kocaya ait bir takım şeyler de bulunmak âdet olduğundan karısı kendisine çeyizsiz gönderilen kimse zifafdan sonra razı olup susmadıkça, onu istemeye hakkı vardır, denilmiştir.[835]
"Ayrılık için ya ölüm ya da boşanma gereklidir" esasından anlaşıldığına göre; karı kocanın boşanması kaçınılmaz olduğundan vefatla ayrılmada mutlaka yani cinsî münasebet ve kadınla başbaşa, yalnız kalma gerek meydana gelmiş olsun, gerekse gelmemiş olsun mehr-i misil veya mehr-i müsemmâ'nın tamamı gerekli olur. Koca vefat etmişse bıraktığı maldan karısı onu alır.[836] Kadın vefat etmiş ise kocanın, onu, kadının mirasçılarına vermesi gerekli olur.
Boşanma yollu ayrılmada cinsî münasebet ve kadınla başbaşa, yalnız kalmanın var olup olmadığına bakılır. Bunlardan birisi gerçekleşmiş ise mehr-i müsemmâ'nın tamamı, gerçekleşmemiş ise onun yarısı gerekli olur.[837] Mehr-i müsemma olmadığı takdirde cinsî münasebet veya kadınla başbaşa, yalnız kalma durumuna göre mehr-i misil verilir. Bunlardan biri gerçekleşmemiş ise boşanmış olan kadına mut'a verilir.
Bu konuda mut'a: Kadın kisvesinden bir çarşaf, bir gömlek (yani entari), bir başörtüsünden ibaret olan üç parça şeydir.
Onların kıymet olarak verilmesi de eşi kabule mecbur bırakır.
Mut'a; fetva verilen görüşe göre nafaka gibi her iki tarafın durumuna göre olur. Her iki taraf zengin olursa mut'anın en üstünü, fakir ise en düşüğü, değişik durumlu ise orta yollusu verilir. Fakir kocanın vereceği kıymet beş dirhem gümüş değerinden az, zengin kocanın vereceği kıymet ise, mehr-i misli'n yansından fazla olmaz.[838]
Kendini, erginliğe bağlı muhayyerlikle, cinsî münasebet veya erkekle başbaşa kalmaktan tercih etmiş olan yeni erginliğe varmış kızın mehri olmaz.[839]
Mehr-i misil veya mehr-i müsemma olan bizce her birini gerektiren sahih bir akiddir. Cinsî münasebet de bunu kuvvetlendirir.
Mehir üç mananın birisiyle kesinlik kazanır: Cinsî münasebet halvet-i sahiha [840]ve ölüm.
Bu manalardan biri gerçekleşmeden önce mehirin gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Şu kadar var ki, düşmesi muhtemel olup akit sahih olduğu zaman cinsî münasebetten önce vefat dahi olsa tamamen, akit sahih olur da cinsî münasebetten önce boşanma olursa, yansı düşer.
Belirtilen bu üç mananın biri gerçekleştikten sonra kadın ve onun vefatı durumunda hak sahibi mehirde birmiktar indirim veya bağışta bulunmadıkça mehirden bir şey düşmez.
Kocanın kansıyle cinsî münasebette bulunmasına "duhul" denir Kadını kocasına teslim etmeye de “zifaf” denir. İslâm ülkesinde cariye dışında cinsel ilişki yani bir erkeğin bir kadınla cinsel ilişkide bulunması iki şeyden uzak kalamaz: Eğer bu ilişki bir bakımdan bile caiz olsa mehri, eğer caiz değilse cezayı gerektirir.[841]
Meşru çerçevede nikâh, şartlanın kendinde bulundurmadığından meşruluktan çıkar veya bir hüküm ifade etmesi bir başkasının iznine ihtiyaç gösterecek şekilde durdurulur ise ceza düşer. Mehrin de misil ve müsemma'dan az olanı gerekir. Nitekim konusunda anlatılacaktır.
Sahih bir nikâh ile olan halvet-i sahiha da cinsî münasebet hükmündedir.
Halvet: Karı ile kocanın izinleri olmadıkça üçüncü bir şahsın kendilerinden haberi olmayacak emin bir yerde yalnız bulunmalarıdır.
Halvetin sıhhati: Karı kocanın birisinde cinsî münasebete dair bir engelin bulunmamasıdır. Engel, gerek hissi yani gözle görülür olsun; hastalık, küçüklük, güçsüzlük gibi[842], gerekse şer'î olsun; farz olan namaz, farz olan oruç,[843] genel olarak ihram, aybaşı, lohusalık gibi.[844]
Yanlarında erkek ve kadın bir kimsenin bulunması, isterse bu kör veya uykuda olsun veya çocuk olsun,[845] halvete engel olur. Buun gibi, hiç kimsenin bulunmaması halinde karı kocanın birinde belirtilen engellerden birinin bulunması da halvetin sıhhatine engeldir.
Cinsel iktidarsızlık halvetin sıhhatine engel değildir.[846]
Sadece sahih[847] halvet, guslü, ihsanı,[848] kadının kızlarının haramiyetini, üç boşanma ile boşanan[849] hakkında birinci kocaya helâliyeti ve dönüşü[850] aynı zamanda mirası gerektirmez ise de, nesebin sabit olmasını, iddet ve nafakanın gerekli olmasını ve mehrin tam kesinleşmesini gerektirir.[851]
Vefat; gerek normal ölüm, gerek öldürme veya intihar[852] şeklinde olsun, cinsî münasebet veya halvet gerek gerçekleşmiş olsun, gerekse olmasın mehr-i misil veya mehr-i müsemma'dan hiç bir şey düşmemek üzere onu kocanın zimmet ve sorumluluğuna yüklemiş olur[853].
Kadını, kendi mirasçısının öldürmesi de böyledir.
İntihar durumunda kadın başkasının cariyesi bile olsa hüküm böyledir ki cariyenin sahibi ona ait olan mehilden mahrum olmaz. Sahih olan budur.
Eğer cariyeyi, kocası onunla cinsî münasebette bulunmadan mükellef[854] olan sahibi öldürecek olursa mehir düşer. Bu durumda cariyenin sahibi, malı teslim etmeden helak eden satıcı gibi malı engellediği için, bedelin kendisine verilmemesiyle cezalandırılır.[855]
Bir kız birisine sadece namzet ve nişanlı olmakla ona karşı olmayacağından nişan veya ağırlık (mehr-i muaccel) adiyle verilen şey kızın akitten önce vefatında mevcut ise aynen, yok olmuş ise benzeri veya kıymeti geri alınabilir.[856] Akitten önce kocanın vefatı durumunda, geri isteme hakkı mirasçılarındır.[857]
Hediyye adiyle verilmiş olma durumunda bağışlanılan şey mevcut ise, geri alınabilir. Yok olmuş veya harcanmış ise geri alınmaz. Zira, bağışlanılan şeyin hükmü budur.
Nişandan sonra caymanın hükmü de böyledir.[858]
Kimsenin vekilliği altında bulunmayan hür ve mükellef[859] kadın hakkında, gerek velinin, gerekse yabancı bir şahsın: "Kendim için şu kadar şey verilmedikçe nikâh ettirmem" demeğe hakkı yoktur. Bu yolda alınan şey rüşvettir, geri alınır.[860]
Ama kocanın, evliliğin bir an önce gerçekleşmesi için vasıta olan şahsa söz verdiği şey onun gayreti karşılığında mükâfatı olduğundan, bu konuda o vasıtaya verdiği alışılmış benzer ücreti geri isteyemez. (Verilen sözler bağlı olduğu şekille gerekli olur veya yerine getirilir).[861]
Akdi gerçekleştirenler gizlice bir miktar veya mehirin cinsi üzerine ve açıkça ondan fazla bir miktar veya başka bir cins mehir üzerine nikâh akdi yapacak olurlarsa her iki taraf muvazaada yani görünenin gösteriş olduğunda ittifak etmedikçe görünen şekliyle akit muteber olur. Eğer aksi ispat edilirse o zaman muteber olmaz.
Mehir belirlendikten sonra, mülkiyete geçirme kabilinden olmak üzere mehr-i müsemma kadının mülkü olduğu için, onda tasarruf etme hakkı da kadına aittir.
Koca kendisiyle cinsî münasebette bulunsun veya bulunmasın, mükellef olan kadın kendi mehrini kocasına isteyerek bağışlayabilir. Bu konuda velilerden hiç birinin; ne babasının ne de başkasının itiraza hakkı yoktur. Ölmüş olan kocasına bağışlayabildiği gibi, mehrini kocasının mirasçılarına dahi bağışlayabilir.
Mehir hakkı kadına aittir. Cariye olursa efendisine aittir. Bundan dolayı efendi dahi mükateb olmayan cariyesinin mehrini kocasına bağışlayabilir.[862] Baba veliliği dolayısıyle evlendirdiği küçük kızının mehrini kimseye bağışlayamaz.
Kadın mehrini kocasına bir şartla bağışlamış ve o şart mecvcut olursa, mehir bağışlanmış olur, mevcut olmazsa mehir olduğu gibi kadına kalır.[863]
Kadın mehrinin bir miktarında indirim yapabilir. Bunlar kocanın kabulüne de dayalı değildir. Şu kadar var ki, onun reddetmesiyle, kadının bu bağışı da reddedilmiş olur.
Kadının, mehrinde indirim yapma hakkı oduğu gibi kan kocalık devam etmek şartıyle kocanın da[864] artırma hakkı vardır.[865]
Karı koca arasında nikâh mevcut iken kocanın mehire yaptığı belli miktar[866] ilâve karısının ve karısı aklını kullanmıyacak kadar küçük olursa onun velisinin[867] derhal kabul etmesiyle muteber olur. Koca vefat edecek olursa kadının o ilâveyi de almaya hakkı vardır.[868]
Karı kocalık aradan kaktıktan sonra mehire yapılan ilâve muteber olmaz.[869]
Mehirde artırım bir şarta bağlı olduğuna göre, şart mevcut olmadıkça yapılan ilâve geçerli olmaz.[870]
Mehire yapılan ilâve de mehirin bizzat kendisi gibi cinsî münasebet, kadınla başbaşa yalnız kalmak (halvet) ve vefatdan ibaret bulunan üç mananın birisiyle kesinlik kazanır ve sağlamlaşır. Bu manalardan birisi gerçekleşmeyerek ayrılık meydana gelir yani kadın cinsel ilişki ve halvetten önce boşanır ise mehire ilâve edilen miktar geçersiz olur ve asıl belirlenen mehir yarıya bölünür ki, ancak belirli mehrin yarısı verilir. Fazlalık yarıya bölünmez. Yani, yapılan ilavenin de yansını vermek gerekmez. Çünkü yarıya bölme delille farz olmuş akde mahsustur.[871]
Ölüm hastalığı alacaklının ve mirasçının hakkını koruma miktarınca tasarruflara engel olmayı gerektirdiğinden gerek kadının yaptığı bağışın caiz olması ve gerekse kocanın mehri artırabilmesi sıhhat durumu ile kayıtlıdır. Mehr-i misil ile evlenmekte hastanın tarassuflarına engel olunmaz.[872]
Konusunda açıklandığı üzere dönüşlü (ric'î) boşamada kadına dönüş yeterli olmakla akdi yenilemeğe gerek olmadığı gibi yeni bir mehirin şart kılınmasına da gerek yoktur. Bundan dolayı dönüşlü boşama ile boşanmış kadına dönüldüğünde mehir tekrar etmez.[873]
Üç boşama (bain boşama) durumunda akdin yenilenmesi gerekeceğinden mehr-i müsemma'sını vermeden bir daha evlenme ve mehir belirleme gerçekleşecek olursa her ikisini boşanma veya ölüm anında almaya kadın hak kazanmış olur.[874] İkinci evlenmede karı koca birbirinden ayrılacak olsalar kocanın zimmet ve sorumluluğu ikinci mehirden kurtulmuş olabilir.
Boşama olmaksızın yapılan nikâh yenilemesinde ki tedbir düşüncesiyle yapılan yenileme gereksizdir,[875] ikinci mehir fazla da olsa dikkate alınmaz.[876] İkinci akitle artırılan mehir, kastedilmiş olmadıkça bir şey gerekli olmayıp, eğer mehiri artırma maksadıyle bir akit daha yapılmış olursa o halde ikinci mehir muteber olur.[877]
Vefatta, cinsî münasebetten ve o hükümdeki halvet-i sahihadan sonraki boşamada mehr-i mislin ve müsemma'nın tamamı; cinsî münasebetsiz ve halvetsiz boşamada ise mehr-i müsemma'nın yarısı veya mut'anın gerekmesi sahih akde göredir. Gayri meşru akit veya nikâh devam edemiyeceğinden onun ayrılmasında eğer cinsî münasebet gerçekleşmemiş ise sahih halvet gerçekleşmiş bile olsa, mehire dair hiç bir şey gerekli olmaz. Cinsel ilişki meydana gelmiş ise mehir (belirlenmemişse) tastamam mehr-i misil, eğer mehir belirlenmiş ise ondan daha fazla olmayan mehr-i misil verilir. Yani onlardan hangisi daha az ise o verilir. Verilen onun mehri değil kadının tenasül uzvunun diyetidir. (Buna "diyet-i bud'î" denir).[878]
Nikâhın fasit oluşu, şartlarının tamamen bulunmaması sebebiyledir. Meselâ, şahitsiz olan yahut tek şahit huzurunda yapılan veyahut yalnız nikâh akdine vekil olanların kendi fiilleri demek olan nikâh akdine şahitlikleri makbul olmamakla, huzurlarında kıyılan nikâh fasit olduğu gibi, "Muharremat" faslında, yani nikahlan muvakkaten veya müebbeden haram olan kadınlar, konusunda zikredilen haramlık sebeplerinin biri -ki şer'î bir mânidir- mevcut iken yapılan nikâh da fasiddir.[879]
Neseb veya süt yolu ile mahrem olan bir yakını almak, eşlerden biri diğerinin kölesi olmak, hür kadın üzerine başkasının cariyesini nikahlamak, nikâhlısı üzerine onun. kızkardeşi veya teyzesi gibi yakını ile evlenmek, başkasının iddet bekleyen hanımını almak ve dört hanımı olana göre, onlardan birisini boşayıp, iddet beklemekte iken beşinci bir kadını nikahlamak gibi.
Fasit Nikâhın Hükmü: Eşler, karı kocalık üzere bırakılmayıp, kendileri ayrılmazlar ise, aralarının ayrılması, [880]duhul vuku bulmadıkça, yani karı koca biraraya gelmedikçe mehir ve iddetin gerekmemesi. Zaten mehir ve iddet, karı kocanın bir araya gelmesiyle ancak mümkün olur.[881] Eğer duhul vaki olmuşsa ve mehir de müsemma olduğuna, yani belirlendiğine göre kadına ondan ve mehr-i misil'den, yani yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflarda kadının emsaline verilen mehirden, en azının verilmesi ve mehr-i müsemmâ olmadığına göre fazlası ile mehr-i misil gerekmesi duhul ve halvet, iddeti gerektirir.[882] Karı koca bir araya gelmeksizin, fasit nikâh ile hürmet-i musaheret, yani akrabalık dolayısı ile meydana gelen haramlık, sabit olmamak ve böyle bir akit, karı kocanın birbirine mirasçı olmalarını gerektirmediği gibi başka bir nikâh akdine de mâni olmamasıdır. Nitekim aşağıdaki misallerden açıkça anlaşılacaktır.
Fasit nikâhta gerek eşlerin kendi ayrılmaları, gerek hakim tarafından ayrılmaları talâk değildir. Eşlerin kendi ayrılmaları bir anlaşma yani birbirlerini terketmeleridir. Bu anlaşmayı onlar duhulden önce de, sonra da yapabilirler, her biri diğerinin gıyabında da ayrılıp, birbirlerini terkedebilirler. Birbirlerini terketmedikleri surette ikisi yüz yüze bulunduğu halde hakim ayırma hükmünü verir.
Gerek zikredilen ayırma ve gerekse ayrılmaları boşanma olmadığından, boşanma sayısına eklenmeyip nikâh mahal itibarı ile haram olmadığına göre, boşama sayısı, sahih bir nikâh akdinin icrasından sonra vuku bulacak boşamadan itibaren başlar.
Fasit akit ile birlikte duhul vuku bulmuşsa, bu duhulün helâl olmaması ve kınamayı gerektirmesi yanında, bu akdin zahirde nikâha benzemesi dolalyısı ile had cezası -ki, dünyaya ait serî bir cezadır- ondan düşer zikredilen şekilde mehir ve iddet gerekir ve kadının hâmile kalması halinde neseb sabit olur, duhul vuku bulmadığı takdirde bunların hiç birine gerek kalmaz. Akdin fasit oluşuna göre, bu konuda mehir yalnız akde bağlı olmayıp kadından tam faydalanmaya bağlıdır.
Fasit nikâhın halvet-i sahihası[883] yani karı kocanın birbirine yaklaşmaya bir mani olmadığı halde bir yerde yalnızca bulunmaları, sahih nikâhın halvet-i fâsidesi, yani kan kocanın birinde yaklaşmaya mâni bir sebep olduğu halde yalnızca bir arada bulunmaları gibidir ki, bu konuda halvet-i sahiha[884] mehir hususunda[885] duhul yerine geçemez.
Duhul vukuundan sonra karı kocanın ayrılmasında da kadın iddet halinde olsa da boşanamaz. Bu bakımdan, kocanın onu üç talakla boşamasının hükmü olmamakla bundan sonra nikâha uygun olanmı hüllesiz nikahlayabilir. Nitekim "Boşama" kitabında açıklanacaktır.
Fasit nikâhın zikredilen hükmü gereğince, sahih nikâh hükümleri onda bulunmadığından nikâh akidlerinin bozuk olduğu meydana çıkan karı kocadan birinin ya duhuldan önce veya duhulden sonra vefatı vuku bulursa, diğerinin karı kocalıktan dolayı miras talep etmeye hakkı olmadığı gibi[886] duhul ve duhul sebeplerinden önce ayrılma vuku bulması halinde hürmet-i musâhere de sabit olamayacağından koca fasit nikâh ile nikahladığı kadının anasını nikahlayabilir. Duhulden sonra olan ayrılmada nikâhlayamaz.
Sahih nikâh ile nikâhlısı bulunduğu kocası ile birarada bulunduktan sonra kocasının kendisini boşaması üzerine, iddeti İçinde başka bir kocaya fasit bir akidle varan kadının ikinci kocası kendisi ile bir araya gelmeden başka bir beldeye gitmiş olması halinde o kadın iddetin bitmesi ile sahih bir nikâh ile üçüncü kişiye varabilir. İkinci koca gelip, onu alamaz.
Yine, kocanın vefat haberinin yayılması üzerine kendisini, iddetinin bitmesinden sonra başka bir kocaya nikahlayan kadının eski kocası ortaya çıktığında ikinci kocanın nikâhının fasit olduğu belli olmakla kadın ondan ayrılır. Araları ayrılmadan önce kocanın vefatı vuku bulsa bile kadın ondan miras alamaz. Çünkü mirasçı olma sahih nikâh ile gerçekleşir. Duhul vaki olmuşsa kadın ayrıldıktan sonra iddet bekler, hamilelik varsa çocuğun nesebi babasından sabit olur. Birinci kocası boşamadığma göre kadın onun zevcesidir. Birinci koca hanımını, fasit nikâh ile nikahlanan ikinci kocanın kendisine duhulünden evvel bulmuş olursa iddetsiz, duhulden sonra bulmuş olursa hâkimin ayırmasından itibaren başlayan iddetinin bitmesinden sonra nikâhı yenilemeden ona karı koca muamelesi yapabilir.
Yine bir kimse başka bir beldede iken kendisine hanımının vefatı haber verilir, bunun üzerine bu koca, o kadının orada bulunan kız kardeşini, şu kadar miktar mehir zikrederek alır ve onunla biraraya geldikten sonra, daha önce öldüğü sanılan hanımı ortaya çıksa, kız kardeşin nikâhının fasid olduğu açıkça belli olduğundan birbirlerinden ayrılırlar. Ona mehr-i misil ve mehr-i müsemma'sından en zını vri, bu kadının iddeti bitinceye kadar sabredip, bundan sonra önceki hanımı ile karı koca mumelesi yapabilir.
Nikâhı kendisine helâl olan kızın velisi, bu kızı, baliğ olduktan sonra, kendisinin izni olmaksızın nikahlaması halinde nikâh sahih olmadığı gibi, mahcur, küçük, velisinin izni olmadan bir kadınla evlenip, veli onu reddetmesi durumunda, yine nikâh sahih değildir. Kadınla birleşmeden (duhulsüz) mehir gerekmez.
Aşağıda beyan edileceği üzere, izne bağlı olan nikâh da mehir hususunda fasit nikâh gibidir. Meselâ: Evlendirmeye vekil olan kimse müvekkilinin belirlediği miktar mehre kendiliğinden ekleme yaptığında, müvekkil ret ve kabul arasında muhayyer iken, meydana gelen fazlalığa duhulden sonra vakıf olsa muhayyerliği bakî olmakla akdi fesh etmesi durumunda hanıma kendi belirlediği mehir ile onun mehr-i mislinden hangisi daha az ise onu verir. Duhulden önce bu fazlalığı reddetmiş olduğuna göre karı ondan tam mehrine ilâve bir şey almağa hak kazanamaz.[887]
Rakîk'in, yani kölenin nikâhının geçerli olması efendisinin iznine bağlıdır. Ve mükâteb yani azat edilmesi bir bedel vermeye bağlı olan köle sınıfından başkaları hakkında efendinin nikâh üzerine zorlama yetkisi vardır.
Bu konunun meseleleri şu iki esasın açıklamaları ve ayrıntılarından ibarettir.
Rakîk -ki buna merkûk[888] da denir- köle olup sahiplenilendir. Köleye ve cariyeye şâmildir. Dişisine (müennesine) rakîka diyeceğiz.
Mevlâ: Rakîkin sahibidir ki, "velayet" faslında geçen efendi veya ham-mandan ibarettir. Arapçada dişisi "mevlât'dır.
Rakik'ih çoğulu "etıbba" vezninde erikkâ'dır. Çeşitleri vardır.
Azat olmakla hiç ilgisi olmayana kınn; azat olması efendisinin ölümüne bağlı olana müdebber, azat edilmesi bir bedel verilmesine bağlı olanına mükâteb, kısmen azat olup,[889] hürriyetini tamamlamak için çalıştırılanına müstes'â denir. Efendisinden çocuk meydana getirdiği sabit olan cariyeye ümm-ü veled tâbir olunur.
Bunlar, yani müdebberden itibaren zikredilen köle çeşitleri alınıp satılamaz ve hibe olunamazlar. Ancak kınn denilen köleler yukarıdaki hükümden istisna edilmişlerdir.
Kölelik, fıkıh usulünde ifade edildiği gibi, mal sahibi olmaya aykırıdır.[890]
Maldan başkasına sahip olmaya aykırı değildir: Köle, ele (yed), hayata ve kana sahip olduğu gibi,[891] nikâha da hakkı vardır.
Bu hususlarda köle hürriyetin aslı üzre ibkâ edilmiş demektir. Efendisinin izni olmadan kölenin nikâhı kıyılır.[892] Ancak kendisi ile ilgili olan mehrin vücubu sebebi ile mâlî imkânları eksik olduğundan nikâhının geçerli olması efendinin iznine muhtaçtır.[893]
Kölelik, dünya işlerine ehil olmakta kâmil hale aykırı olduğundan köle, ister hür ister cariye, iki kadından fazlasını bir arada bulundurup evlenemez.
Kölenin aldığı kadın, hür ise mehir ona, cariye ise cariyenin efendisine ait olur. Cariye sahibi cariyesini kendi kölesine nikahlamış ise bu durumda mehre de gerek kalmaz.[894]
Mehir, bilindiği gibi maldır. Köle ise mala sahip olmadığından onun evlenmesinde karısının mehri, nafakası gibi kendine gerekli bir borç olur.
Evlenen köle vefat ederse, evliliğe ister izinli bulunsun, ister izinsiz, hanımı ile ister biraraya gelmiş olsun, ister olmasın, hürlerde olduğu gibi zevcenin nafakası düşer ve kocanın ölümünde kadına iddet nafakası da yoktur. Elde edilecek makam ortadan kaybolduğundan mehir de düşer[895].
Evlenen kölenin vefat etmemesi halinde mehir ve karının nafakası düşmez. Efendisinin izni ile evlenme durumunda, nikâh geçerli olduğundan, duhul vuku bulmuş ise, mehir ve nafaka köleye borç olur.
En sonunda ve gerektiğinde mehir ve nafakayı efendinin vermesi veyahut köleyi satıp ödemesi, köle satılamayan sınıftan ise çalıştırıp ödetmesi gerekir.
Nafaka yenilendikçe kölenin satılışı da tekerrür eder. Köleyi o kusuruyla alan[896] zimmetinde nafaka toplandıkça, köleyi satmaya mecbur edilir.
Mehir için köle bir defadan fazla satılmayıp[897] kölenin değeri, yükümlü olduğu mehir borcuna; yetmediği takdirde, geri kalanı azat edildikten sonra kendisinden istenir.[898]
Köle efendisinin izni ile evlenmediğine göre, nikâh akdi efendinin iznine bağlı olduğundan, efendi o nikâha izin verirse geçerli, reddederse batıl olur.
Nikâh akdinin bozulması halinde, duhul vaki olmamış ise, ayrıldıklarında[899] ne karı için mehir sabit olur, ne de kocanın boynuna borç olur.[900] Duhul vaki olmuş ise köle azad olduktan sonra mehr-i misil veya mehr-i müsemma'yı vermekle yükümlü tutulur.
İzinsiz olarak evlenen cariye olur da efendisinin nikâh akdine izin vermemesi halinde, bu cariye kocası ile biraraya gelmişse, fasit nikâh hükmünce[901] ayrıldıklarından mehr-i misli veyahut onunla birlikte mehr-i müsemmadan en azı kendisine verilir.[902]
İstihza etmeksizin delâlet yolu ile izin vermek; güzel, doğru, ne iyi etmiş gibi bir şey söylemektir.
Fİili olarak izin, tamamen yahut kısmen mehri sevketmek ve çeyiz veya cihaz vermek gibi şeylerdir.
Sükût izin değildir.[903]
Köle veya cariyenin, efendinin izni olmadan, yapılan nikâhının geçerli olmaması, efendinin hakkı ile ilgili olup "Mâni kalkınca yasak (memnu), yani men'edilen döner," kuralınca nikâh akdine müsaade etmediği erkek veya kadın köle ve cariyeyi efendi azat etmekle nikâh geçerli olur.[904]
Azat olma olayı, efendinin azat etmesi ile olduğu gibi müdebber köle veya cariye hakkında efendinin ölümü ile de olur.
Mülkde sözü geçerli olması sebebi ile efendi kölesini nikâhlanmaya zorlayabilir ki, köle veya cariyenin rızaları olmasa bile (cariyede hıyâr-ı ıtk olmak üzere, yani azat edildikten sonra muhayyerlik olmak şartı ile) efendinin onlar hakkındaki nikâh akdi geçerli olur.[905]
Bu hükümden kölenin mükâteb sınıfı istisna edilmiştir ki onlar borçlu hür gibi olduklarından mükâteb olan kadın ve erkek kölenin ve cariyenin nikâh akdi kendi rızasına bağlı bulunur.[906]
Hıyar-ı ıtk, yani azat olduktan sonra muhayyerlik, bilindiği üzere cariye içindir. Kölede hıyar-ı ıtk olmaz. Cariyenin hıyar-ı itki sükût ile batıl olmayıp, nikâh tercih ettiğine dair olan söz yahut fiil ile batıl olur. Hıyar-ı itki bilerek bulunduğu meclisten ayrılıp, gitmekle de batıl olur. Cariyenin hıyar-ı ıtk konusundaki bilgisizliği kendisi için özür sayılır. Hatta kendisinin azat edildiğini bilse de muhayyerliğini bilmese, azat olduğuna dair bilgi edindiği meclisten kalkıp gitse bile muhayyerliği batıl olmaz. Hıyar-ı ıtk ile olan ayrılmada hakimin hükmüne de ihtiyaç yoktur.[907]
Gerek efendisinin zorlaması ile gerekse kendi rızası ile evlenmiş olan köle ve cariyenin rakabesi efendisine ve evlenen cariyenin mut'atı münhasıran kocasına ait olur.[908]
Köle ve onun hakkındaki tasarruf yine efendiye ait olmakla evli köle ve cariyesini efendi, hizmetinde kullandığı gibi, azat da edebilir ve satılıp hibe olunabilecekleri satıp hibe de edebilir.
Nikâh anında hür koca kendi sulbünden gelecek çocuğun hürriyetini şart kılmamış ise, cariyeden doğan çocuk da köle yahut cariye olmak üzere efendiye ait olur.[909]
Özel bir şekilde faydalanmak kocaya ait olduğundan, evli cariyeyi artık efendisi vat' edemez. Yani onunla biraraya gelemez ve onu kocasından başka kimse boşayamaz.
"Boşamak ancak baldıra sarılana aittir."
Müdebbereyi, yani azat olması efendisinin ölümüne bağlı olan cariyeyi ve ümmü veledi de kapsamak üzere, cariyesini başkası ile evlendiren kimse "tebvie"yi, yani onu boş ve müstakil bir evde oturtup hizmetçi olarak kullanmamayı vaadetmek şöyle dursun, akit esnasında şart bile koşsa tebvie vacip olmaz.
Bu bakımdan, yine cariyesini yanında bulundurup, istihdam edebilir. Koca imkân buldukça hanımı ile birleşir. Ancak koca üzerine nafakanın lüzumu, yani hanımını yedirmek, giydirmek ve barındırmak gereği, yalnız ona bir ev açmakla olur.
Cariye üzerinde efendisinin hakkı baki olduğu için, onu başka bir eve yerleştirdikten sonra da olsa bundan dönmesi caizdir. Bu durumda nafaka kocadan düşer.
Efendisi istihdam etmeyerek cariye gelip, efendisine hizmet etse veyahut efendisi onu gündüz istihdam edip, geceleri kocasının evine gönderse, kocası ile bir evde yaşadığından kocadan nafaka düşmez.[910]
"Emsile" "misâl"in çoğulu olduğu gibi "enkiha" da "nikâh"ın çoğuludur. "Enkiha-i kûffâr" terkibi kâfirlerin nikâhları demektir. Bu terkîb, müşrik olan kâfirlerin nikâhlarını kapsadığı gibi, ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristiyanların nikâhlarını da içine almaktadır.
Müslümanlar arasında caiz olan her nikâh, kâfirler arasında da caiz ve sahihdir.[911] Müslüman olsalar da yine o nikâh üzere bulunurlar.[912]
Müslümanlar arasında caiz olmayan nikâh iki çeşittir: Ya, kişi kendi mahremini nikahlamak gibi nikâh mahallinin haramlığı dolayısı ile caiz olmaz veya şahitler olmaksızın nikâh akdinin yapılması ile veyahut da nikahlanan kadın henüz iddet içinde olmakla bulunması gereken bir şartın bulunmaması sebebi ile caiz olmaz.
Kâfirler, kendi dinleri üzere kalıp, İslâm'ın hakimiyetini istemedikçe bunlara üişilmemesi konusunda, zikrolunan iki şekil eşittir.[913]
Dinleri üzere kalmayıp, Müslüman olmak yahut İslâm hükmünü istemeleri durumunda iki şekil arasında şu fark vardır ki, birinci şekilde karı koca arası ayrılır[914] ve ikinci şekilde ise onlar o nikâhla kabul edilirler.
İslâmî hükmü isteme hususunda kan kocanın beraberce isteyip hakime beraberce müracaatları, aralarının ayrılması için şarttır.[915] Müslüman olmak hususunda karı kocadan yalnız birinin Müslümanlığı yeterlidir.[916]
"Muharremât = Evlenilmesi Haram Olan Kadınlar" bölümünde de açıklandığı üzere İslama karşı tek bir millet sayılan kâfir toplulukları "nikâh" ve "zebâih" babından ehl-i kitab ve ehl-i şirkten ibaret olmak üzere ikiye ayrılıp, ehl-i kitab ile Müslümanlar arasında -erkek Müslüman olmak şartı ile- evlenmek caiz, şirk ehli ile Müslümanlar arasında evlenme hiç bir şekilde caiz olmadığı gibi, Müslüman bir kadının ne müşrik, ne kitabî bir gayr-i müslim veya bir dinsiz ile evlenmesi de ne başlangıçta ne de devamla caiz değildir.[917]
Bu bakımdan, şirk ehli olan karı kocadan biri Müslüman olduğunda diğerine Müslüman olması teklif edilir. Eğer o da Müslüman olursa ne âlâ! Aralarındaki nikâh -hanım, kocanın mahremi olmadığına göre- devam eder. Eğer İslâm'ı kabul etmekten kaçınırsa[918] araları ayrılır.
Müslümanlığı halk nazannda sahih olanın, teklif edildiğinde bundan çekinmesi de caiz olduğundan, iyiyi kötüden ayırabilir olmak şartı ile küçük erkek ve kızın da bu konuda hükmü aynıdır. Bunak da mümeyyiz küçük hükmündedir. Mümeyyiz olmayan küçük temyiz yaşına kadar beklenir. Mecnûnun ayılması beklenmeyerek, İslâm, ana babasına teklif edilir. Ondan biri İslâm'ı kabul ederse, mecnûn ona tâbi olarak Müslüman sayılıp, nikâh mahalli haram olmadıkça olduğu gibi kalır. Hiç biri İslâm'ı kabul etmezlerse araları ayrılır. Mecnûnun eğer ana babası yoksa kadı onun tarafından müslim veya gayr-i muslini bir vasi tayin ederek, ayrılmalarına bu vasi hüküm verir. Ehl-i kitabdan olan kocanın karısı Müslüman olmak durumunda da meselenin hükmü şudur: Zevcenin Müslümanlığı halinde, gayr-i müslim olan koca da Müslüman olursa, nikâhı yenilemeye hacet kalmaksızın, nikâhları üzere devam ederler. Koca Müslüman olmadığı ve kendisine hakim tarafından teklif edilen müslümanlığı da kabul etmediği takdirde araları ayrılır.[919]
Karı koca ayrılmadan kocanın vefatı vuku bulursa mehir vâcib olur, küfür engeli dolayısıyla birbirine mirasçı olmaları düşer.
Aralarının ayrılması hakimin yetkisinde olup, hükme muhtaç olan ayrılmada iki tarafın bulunması şart olduğundan, kocası başka beldede iken, İslâm şerefi ile şereflenmiş olan gayr-i müslim hanımın kocası hazır olup, kendisine müslümanlık teklif olunmadan aralan ayrılamaz.
Aralarının ayrılması bir tanesinin Müslüman olması ile değil, teklif edildiğinde İslâm'dan kaçınmakla olacağından gayri müslim olan kadının Müslüman olması üzerine, gayri müslim koca, Müslüman olmaktan kaçmmaksı-zm meselâ bir gün sonra Müslüman olmakla, aralarındaki karı kocalık ortadan kalkmaz.[920]
İslâm teklif edildiğinde kocanın Müslümanlıktan kaçınması talâk-ı bâin, yani dönüşü olmayan boşamadır. Hem talâk sayısı onunla eksilmiş olur, hem de koca ondan sonra Müslüman da olsa dönmeye imkân bulamayıp, kan kocalığın onlar arasına tekrar gelmesi yeni bir akde muhtaçtır.
Mümeyyiz küçük ve mecnûna göre ebeveynden birinin İslâm'dan kaçınması halinde hakimin ayırması da boşanma sayılır.
Ehl-i kitab olmayan zevcenin İslâm'dan kaçınması boşanma değildir. Çünkü kadın tarafından boşanma olmaz. Hakim nikâhı fesheder.
Ehl-i kitab olan kadının kocasının Müslüman olması halinde nikâh devam eder. Velevki kadın, mecûsi veya putatapar iken, kocasının Müslüman olması üzerine, Yahudi ve Hıristiyan olmak gibi neticede ehl-i kitabdan olsun.[921]
Müslüman olmayı teklif etme hususu İslâm ülkesinde mümkün olabileceğinden, karı koca müşrik olduklarına göre onlardan rasgele birinin; ehl-i kitaptan olduklarına göre karının Müslümanlığı, Müslümanların idaresi altında olmayan savaş ülkesinde vuku bulmuş ise, diğerine İslâm'ı teklif etmek -ikisi bir arada bulunmadıkları için-[922] mümkün olmadığından, onun küfür üzere kalması durumunda aralarının ayrılması; kadın hamile ise çocuğunu doğurmak, hamile olmayıp da hayız gören kadınlardan olmadığına göre aradan üç ay geçme zamanına kadar gecikir. Zikredilen müddet geçmiş olmadıkça onlar birbirinden ayrılmış olmayıp, geçtiği takdirde, diğeri İslâm teklif olunduktan sonra, İslâm'dan kaçınmış gibi sayılır, dolayısı ile ayrılma şartı olan müddetin geçmesi, ayrılma sebebi olan imtina, yani İslâm'dan kaçınma, makamına konmuş demektir.[923]
Yabancı kâfirlere göre kan koca arasındaki ülke ihtilâfının vukuu, yani birinin İslâm ülkesinde, diğerinin savaş ülkesinde bulunması, aralarının tamamen ayrılmasına sebeptir. Çünkü savaş ülkesi halkı bize göre ölüler hükmündedir. Diri ile ölü arasında ise karı kocalık kalmaz.
"Tebâyün-ı dâreyn" iki evin birbirinden ayrı bulunması demek ise de, harb ehlinden olan karı kocadan birinin orada ve diğerinin de burada bir daha dönmeyecek şekilde bulunmasıdır.
Gerek esir edilip, köle yapılmak[924] sureti ile İslâm ülkesine sokulmuş olsun veyahut Müslüman veya zımmî olarak kendisi gelsin ya da isteyerek ve eman dileyerek buraya geldikten sonra ihtida etmiş veya İslâm hakimiyetini kabul ederek kalıp, bir daha savaş ülkesine dönmemek üzere İslâm ülkesine yerleşmek sureti ile olsun farketmez.
Birinci şekilde, yani esir edilip köle yapılmak halinde, o kadını odalık olarak almak caiz olduğu gibi, azat ederek evlenmek de caizdir. Son şekillerde de hail olduğuna yani hamile bulunmadığına göre iddetsiz[925] boşanmış olduğundan derhal, hamile bulunduğuna göre -iddet için değil, rahmi başkasının hakkı ile meşgul olduğu için- çocuğunu doğurduktan sonra onunla evlenmek caiz ve helâl olur.
Fakat İslâm ülkesine emân ile gelen ve kendi din ve tabiiyetinde kalan evli kadın burada dönmek üzere bulunduğu için kocasından muvakkaten ayrı kaldığından, birbirinden ayrılmayacakları gibi, gerek isteyerek, gerek kerhen İslâm ülkesine beraberce gelmiş veya getirilmiş bir daha dönmemek üzere burada kalmış bulunan karı koca da birbirlerinden ayrı bulunmadıklarından, hanımı kocasından ayırıp, almak caiz olmaz.
Karı koca arasında ayrılmaya sebep, esirlik değil, belki gerçekten veya hükmen tebâyün-i dâreyn, yani birbirinden uzakta bulunmalarıdır.
Dâreynin hakikaten tebâyünü: Karı kocanın şahıslarının birbirinden uzak olması, yani biri diğerinden ayrı düşmesidir.
Hükmen tebâyünü ise, onlardan birinin geldiği İslâm ülkesinde dönecek şekilde bulunmayıp, bilâkis yerleşmiş vaziyette bulunmasıdır. Hatta memleketimize, yani İslâm beldesine emân ile giren bir harbi hükmen kendi memleketinde demek olduğundan onun hanımı ondan ayrılmış olmaz. Ancak kendisi zimmîliği kabul ederse o takdirde ayrılır.
Müslüman bir erkeğin ehl-i kitab olan bir kadın ile izdivacı caiz ise de, Müslüman bir hanımın mürted olarak, ehl-i kitap olması, ehl-i kitab olan bir hanımın müşrike veya dinsiz olması gibi caiz değildir. Binaenaleyh, bu durumda onların karı kocalıkları kalmaz.
irtidâd: İslâm dininden dönmektir. Hangi dine dönerse dönsün, isterse dinsiz olsun. Dönen erkek ise "merted" kadın ise "mürtedde" diye isimlendirilir. İrtidadın, yani dinden dönmenin şakası, ciddisi aynıdır. Kendinde olmayan, yani aklı gitmiş, sarhoşun mürtedliğine itibar olmadığı için hanımı ondan istihsânen ayrılmaz. Usulü fıkıhta nitekim beyan edilmiş ve "Hindiyye" de "Kasm" babından biraz önce zikredilmiştir.
Mürtedin hükmü öldürülmektir. Mürteddenin yani dinden dönen kadının hükmü, İslâm'a gelinceye kadar hapsedilmektir. Dininden dönen erkek ve kadın yani İslâm'dan ayrılan erkek ve kadın evli iseler nikâhları derhal bozulur.[926]
Allah korusun karı kocadan birinin dinden dönmesi hemen nikâhın feshedilmesini yani bozulmasını gerektirir ki, bu durumda boşama sayısı eksilmez ve hüküm hakimin hükmüne bağlı değildir.[927]
Karı kocası ile biraraya gelmiş (medhülün bihâ) olduğuna, göre, dinden dönen gerek kendisi, gerekse kocası olsun, mehr-i müsemmâ veya mehr-i mislin tamamı ve iddet nafakası gerekir.[928]
Hükmen de olsa bir araya gelmediğine göre, eğer dinden dönme kocada vaki olmuş ise, mehr-i müsemmâ'nm yarısı veya mut'a yani onu faydalandırmak gerekir. İrtidâd eğer karıda vaki olmuş ise, mehir hakkı düşüp, iddet olmadığı için nafaka da lâzım gelmez. Kan kocanın ikisi bir anda mürtet olup, sonra yine bir anda Müslüman olurlarsa aralarındaki nikâh devam eder. Eğer biri diğerinden evvel müslüman olmuş olursa nikâh fasit olup, kadın boş düşer.[929] İslâm'a geç giren kadın olduğuna göre, duhulden evvel ise[930] mehir gerekmez. Koca olduğuna göre mehrin yarısı veya mut'a yani kadım faydalandırmak gerekir.[931]
Mürtedin zikrolunan hükmü gereğince İslâm dininde nikâh, iman üzere kurulduğundan, imana zarar veren şeyler nikâha da zarar verir. Zarûrât-i diniyyeden olan yani dince sabit oluşu kesinlikle bilinen hususlardan birini, meselâ ahiret meselesini, namaz, oruç gibi. Allah'ın Farzlarını inkâr veya bunlardan birini hafife almak, Mushaf, Kabe şeriat ve mescid gibi dinen hürmete layık şeylerden birini küçümsemek küfür olduğu gibi, zaruret olmaksızın[932] şapka giymek ve kâfirlerle el tutuşup onların ayinleri üzere "Havra" demek ve sin kâf maddesi ile din ve imana sövmek ve fetva kitaplarında müslümandan meydana gelişi küfür, iman ve nikâhı yenilemeyi gerektiren şeylerden olmak üzere zikredilmiştir.
"Ben şeriate gitmem",
"Ben fetva bilmem",
"Benim şeriatle işim yoktur, ben işimi kanun ile görürüm",
"Sen Müslüman değil misin?" diyene cevap olarak -yanılmış olmayarak-:
"Değilim" demek Ali Efendi fetvalarında;
"Helâlinden ye" diyene: "Bana haram daha sevimlidir";
"Sen, Allah'tan korkmaz mısın?" diyene cevaben:
"Ben Müslüman değilim, Allah'tan da korkmam"; kendisine:
"Beş vakit namazı eda et, belki bu hastalıktan kurtulursun" denilen hasta:
"Ben böyle hasta iken ne namaz kılarım, ne tanrıya minnet ederim, bu günden sonra şeytanlara minnet ederim"; kocasından boşanmak isteyen kadın emeline nail olamaması üzerine:
"Allah Teâla sağlıkla boşamayı erkeklere has kılmayaydı! Ne fena etmiş!" demek "Behcetu'l-fetvâ"da küfrü icabettiren şeylerden olmak üzere açıklanmıştır.
Dinden dönen erkeğe hiç bir kadın nikâhlanamadığı gibi, dinden dönen kadın da hiç bir erkekle evlendirilemez. Nitekim "Haramlar (Muharremât)" bölümünde zikredilmiştir.
Çocuk, kölelik konusunda anneye,[933] din konusunda ana babasından en hayırlı olanına tabidir[934]. Ehl-i kitap ile evlenen Müslüman erkeğin sulbünden gelen erkek ve kız çocuklarının hepsi müslüman oldukları gibi karı kocadan birinin müslüman olması halinde de arada küçük çocuk var ise[935] veyahut diğerine müslümanlık teklif olunmadan veya teklif olunduktan sonra çocuk doğacak olursa hükmen olsun vatan birliği (ittihad-ı dâr) şartı ile bu çocuk Müslüman olana tâbi olur.[936]
Çocuğun, Müslüman olan ana babasından biri ile beraber İslâm ülkesinde yahut savaş ülkesinde, bulunması vatanın hakikaten birliğidir. Yalnızca İslâm ülkesinde bulunması vatanın hükmen birliği sayılır. Çünkü o çocuğun, Müslüman olarak savaş ülkesinde kalan babası yahut validesi hükmen İslâm ülkesi halkindandır. Ama çocuk savaş ülkesinde olup da burada kalan babası Müslüman olursa çocuk ona tâbi olamaz. Çünkü Müslüman olarak İslâm ülkesinde bulunan babayı savaş ülkesi halkından kılmak mümkün olmadığı gibi, savaş ülkesinin, Müslümanların idaresi altında olmaması hasebiyle oradaki çocuğu buradaki babaya tâbi kılmak da mümkün olamaz.[937]
Çocuk, din bakımından ana babasından en hayırlısına tabi olmak kaide-since, ehl-i kitap ehl-i şirk arasında doğan çocuk ehl-i kitab olur. Müslümamn, onun kestiğini yemesi ve kız olduğuna göre onunla evlenmesi caizdir.[938]
Yahudi ile Hıristiyan arasında doğan çocuk Yahudidir.[939]
Erkekler, evlenmiş oldukları kadınlarla iyi geçinmeğe görevli olmakla beraber, hür erkeklere göre dört, kölelere göre ikiyi geçmemek üzere birden fazla kadınla da evlenmelerine izin verilmiştir.
Birden fazla kadınla evlenenler,[940] onlar arasında adaletli davranmakla mükelleftirler.
İşte "Kaf’ın fethası, "Sin’in sükûnu ile olan "Kasm": Birbirine kuma olan kadınlar arasında adalet ve eşitlik gözetilmesinden ibarettir. Birden fazla karısı olanlar hakkında bu da başka bir vaciptir.[941] Koca onları sohbet ve can yoldaşlığı, hayat arkadaşlığı için beraberce gecelemekte[942] eşit tutar. Aralarında eşitlik yapmak üzere birer veya ikişer gün veya gece tayin ederek her biri ile dönüşümlü (münavebeli) bir şekilde beraber bulunup hayat arkadaşlığı yaparlar. Hiç birinin nöbetini diğerine geçirmez.
Hanımlar yanında ne kadar kalacağı ve bunun başlangıcını tayin kocaya atittir.
Hanımlardan biri kendi sırasını ortağına bırakabilir. Bıraktıktan sonra sırasını yine isteyebilir. Koca, onlardan birinin sırasında izni olmadıkça diğerine gidemez. Ancak hastalığı sebebi ile ziyaretine gitmiş olursa, iyileşinceye kadar onun yanında kalabilir.
Onlardan birinin nöbetinde koca hastalanıp kalır ise iyileştikten sonra diğerinin sırasında da o miktar kalmak lâzımdır. Koca, eğer onların bulunmadığı bir evde hastalanmış olursa her hanımını kendi sırasında yanına çağırır.
Eşitlik konusunda zevcenin bakiresi,[943] dulu, eskisi, yenisi; tazesi, yaşlısı, Müslümam, ehl-i kitabı, hayızlısı, nifaslısı, zindesi, hastalıklısı, eşittir.
Kocanın bu konuda hiç birşekilde özrü geçerli değildir.
Yolculuğa çıkmakta kasma, yani adalet ve eşitliğe riayet gerekmez. Koca dilediği hanımı ile yolculuğa çıkar. Kur'a atmak en iyisidir. Misafirlikten döndükten sonra koca yine sıra eşitliğine riayet eder. Diğerlerinin "Yolculuğa çıktığın hatun ile bulunduğun süre kadar şimdi de bizim ile bulunacaksın" demeğe hakları olmaz.
Yolculuğun dışında koca, nöbet sıraya konmadan önce hanımlarından birinin yanında uzun müddet bulunmuş olur da, diğeri dava ederse, hakim bundan böyle eşitliğe riayet etmesini kocaya emir ve tenbih eder. Buna riayet etmeyen koca, hapsin dışında bir yolla ceza görür.
Kasnı: Nikâhlılar arasında eşitlik sağlamaktan ibaret olmakla birlikte, "serâri", yani cariyeler, odalıklar arasında buna gerek yoktur.[944] Hanımlardan birisi, başkasının cariyesi bulunma durumunda hür kadın ile onun sırası da eşit şekilde değildir.
Kölenin nikâhı faslında zikredildiği ve usul-i fıkıhta da beyan buyurul-duğu üzere kölelik, helâl ve onun dalları gibi dünya nimetlerine ehil olmakta kâmil bir halde bulunmaya aykırıdır. Helâl hususunda köle kâmil bir halde bulunmadığından, ikiden fazla hanım alamadığı ve hür hanım üzerine cariye nikâhlayamadığı gibi, helâlin dallarında da köleler kâmil bir durumda bulunmadıklarından cariyenin iddeti iki hayız veya yarısı kadardır. Boşanması ikidir. Kasm'de, yani hanımlar arasında adalete riayette, cariyenin hakkı üçte bir; hür kadının hakkı ise üçte ikidir.
Nikâhlılar arasında eşitlik, zikrolunduğu üzere elde olan konularda vaciptir. Sevgi gibi irade dışı ve isteğe bağlı hususlarda eşitliğe riayet gerekli değildir.[945] Kocaya, yerine getirmesi gerekli olan evlilik müddetinde birkere hanımı ile biraraya gelmektir.[946]
Hanımına güzel muamele ve onunla iyi geçinmek koca üzerine ve kocanın şeriate uygun olan emrine itaat etmek de hanım üzerine gereklidir. "Onlarla iyi geçinin" [947]ayet-i kerimesi ile "Kadınlar hakkında hayır murad ediniz" [948]hadis-i şerifi kocalar üzerindeki vazifelere delil olduğu gibi, hanımlar üzerindeki vazifelere de aşağıdaki hadis delildir: "Bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde emrederdim"[949]
Koca, hanımını: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler"[950] ayet-i kerimesinin gösterdiği gibi, erkeklerin şanına yakışır bir şekilde korur ve onun nafakasını sağlar. Hanım da onun malına sahip olup, evine bağlı kalmalı, beyin izni olmadıkça rastgele davranmamalı, onun malından izinsiz kimseye bir şey vermemelidir.
"Müminlere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar"[951] emr-i celili ile her Müslüman erkek ve kadın gözünü ve namusunu haramdan korumakla emredilmiştir. İffeti korumak ve örtünmek farz-ı ayndır.
Şiir:
Bütün hadiselerin başlangıcı bakmaktır,
Büyük ateşler küçük kıvılcımlardan oluşur.
Nice bakışlar vardır ki, failinin kalbine,
Okların tesirinden daha fazla tesir eder.[952]
Kadınların örtünmeleri kendilerini korumak ve haklarında şeref ve siyâdet yani hanımlıktır.[953] Karşıtıysa mübtezellik ve haysiyetsizliktir. Çünkü kadınlar, erkeklerin dikkatlerini pek fazla çeken varlıklardır. Onların dikkatlerini üzerine çekmek kadar zillet olamaz. Kadının izzeti, şerefi iffetindedir. İffeti de, göreceği tecavüzden uzak olması nisbetindedir. Bu tecavüzden uzak kalmanın en sıhhatli yolu da örtünmektir.
Kapanıp, örtünme iki türlü olur: Biri ev içinde kapanmaktır ki, kadın ev içinde kocasının ve mahremlerinin dışında kimse ile bir arada bulunup, onlara görünmemektir.
Diğeri ev haricinde örtünmektir ki, kimseye görünmemek üzere, yüzünü ve baştan ayağa kadar bütün endamını ve hatta libasını örtüp, gizleyecek şekilde olmaktır. Bunun karşıtına "tekeşşüf" ve öncekinin karşıtına da "tebezzül" tabir olunur. Kadınlar, açılıp, saçılıp, erkeklerin iştihah bakışlarına, dar elbiselerle arz-ı endam etmekten yasaklanmışlardır. Yüzlerini, elerini ve hatta ayaklarını namazda açık bulundurabilirler. Fakat zaruret olmadıkça namahreme bunları da gösteremezler. Sokakta yüz açmak, elbisenin kolunu veya eteğini örtüden çıkarmak şeriatin emrine muhaliftir. Örtünmek Kur'an'ın emridir. Bu sebeple bu konuda dikkatsizliğin vebali büyüktür. "Yüz namahrem değildir" ifadesi namazın dışında yanlıştır.
Setr-i avret, yani örtülmesi gerekli yerleri örtmek, erkekler ve kadınlarda eskiden beri vardır. Arap kadınları İslâm dininden önce ve hatta İslâm döneminde bedenini örterek, erkekle birarada bulunup, başlarında bir örtü bulunur, fakat bir oğunda kayıtsızlıkla yaka açığı ve kol bileziği görünür ve örtü içinde olanlar bile yürüyüp, yere ayak vurdukça bacaklanndaki halhalların varlığı hissedilirdi.
Ahzab süresindeki örtü ayetinin[954] inmesi ile bunlar yasaklandı ve kadınlar erkeklerle birarada bulunmaktan yasaklanarak örtü altında korundular.
Süslerinden sayılan elbiselerini de erkekten gizlemekle emredilerek bürgü ve çarşaflar içinde bulundular ve yüzlerine nikab, yani peçe çekip, yalnız gözlerini açık bulundurdular.
Kılık kıyafetler zaman ve mekâna göre değişti ise de Müslüman kadınların örtünme elbiseleri, Allah'a hamdolsun, ortadan kalkmadı. Hatta Müslümanların yönetimi altında yaşayan gayri müslim kadınları bile bazı mahallelerde görülen kalıntıların delâleti ile örtülerinden soyunmadılar.[955]
Ancak kadınlar zümresince her vakit tabii hal olan erkeğe güzelliklerini göstermek durumu erkeklerin de hoşgörüleri ile onları açık saçık olma tehlikesine düşürdü. Sokaklarda paçalar kaldırılmakta, vücut hatları belirlenmekte, kulaklarla beraber yüzler, bileklerle beraber eller, dirseklerle beraber kolların elbise ve zînet uçları gösterilmektedir ki, bu durumdan onlar hesabına Müslüman erkekler haya etmektedirler.
Eylerin yiyecek içeceği gibi, giyim eşyası ve mücevherleri de getirip, kadınlara beğendirmek sureti ile hariçten temin edilmesi erkeklerin vazifelerinden olarak erkekler için hem çok önemli ve kolay iken; kadınların çarşıya çıkıp, başkaları ile ülfet etmesi ve en azından zaruret olmaksızın sohbet etmeleri hoş görülüyor. Erkeklerin geceliklerini de kadınların alıp getirmeleri âr olsa da ağır gelmiyor! Sübhânellâhirazîm.
"İyi kadınlar itaatkârdırlar"[956] ayet-i kerimesine göre kadının sâlihası itaat edenidir ki, kocasına boyun eğeni, âsi ve ihanet içinde olmayanıdır.
Nikâh kitabının mukaddimesinde geçen:
"Dünya tamamı ile bir meta', yani faydalanılacak eşyadır, en hayırlı eşyası da sâliha kadındır."[957] hadis-i şerifindeki sâliha kadın:
"Kocası baktığında onu mesrur eder, emrettiğinde itaat eder, kendiden uzakta bulunduğunda, namusunu ve kocasının malını korur."[958] diye açıklanmıştır. Başka bir hadiste de:
"Sâliha kadın, kullanışlı bir ev ve güzel bir binek" kişinin mutluluğu, "kötü kadın, kullanışsız ev ve kötü binek" [959] kişinin mutsuzluğu sayılmıştır.
Kocanın hanımına karşı yükümlülüğü onu yönetebilmesidir. Hanımının, uygun görmediği söz ve davranışlarını bıraktırabilir. Hanımının rızası olmadıkça malına müdahale edip, kullanamaz. Koca, karısını karı kocalık ilişkisinden başka bir şeye zorlayamaz.
Temizlik halinde onu mecbur edebildiği gibi kendi için süslenmeye ve Müslüman olduğuna göre,[960] hayız, nifas ve cünüblükten temizlenmeye de zorlayabilir.
Koca, karısını bunlar için ta'zir[961] edebildiği gibi, namazı terketmesinden dolayı da cezalandırabilir.[962]
Namazın dışındaki farzların terkedilmesi de namaz gibidir.
Sarmısak veya çiğ soğan yemek ve tütün içmek gibi kokusundan eza duyduğu şeyi yeme ve kullanmadan da karısını men'edebilir.[963]
Nikâh altında bulunan kadının nafakası, yani yemesi içmesi, elbisesi ve barınacak bir evin temini, kadın yaşlı ve gayri müslimse, kocası küçük ve fakir de olsa ona vaciptir. Ancak kadının bu nafakayı haketmesi için aşağıdaki şartlar gereklidir: Nikahlanan kadın, erkeğinin ihtiyacına uygun yaşta bulunmalı, hastalığı sebebi ile kocası ile biraraya gelmeyerek babası evinde kalmış olmamalı, mehr-i muaccelini aldığı halde, kocasından yüz çevirerek ona itaatsizlikte bulunmamalı[964] ve başkasının cariyesi olduğuna göre tebvie, yani kocası ile hususi bir meskende oturmasına müsaade edilmiş olmalıdır.[965]
Zikredilen şartları taşımayan kadın nafakaya hak kazanamaz. (Cariyenin nafakası ona sahib olma sebebi ile [966]vacip olduğundan burada ondan söz açmaya ve zikrolunan şartları almaya ihtiyaç yoktur).
Kadının nafakası, "ivaza", yani karşılığa benzer bir atiyye (sila)'dir ki kocanın menfaati için kadının nefsini hapsetmiş olmasına bedel gibi bir ata, bir ihsandır.[967] Nafaka bir atiyye olduğundandır ki, devam edilmeyerek, müddet geçince düşer.
Kadının kendi nefsini, kocanın menfaati için hapsetmesine karşılık olduğundandır ki, kocasına isyan etmekle düştüğü gibi gasbedilmiş veya hapsedilmiş olmakla dahi düşer.[968]
Üzerine farz olan hac için kadının mahremi ile yolculuğa çıkmasına kocası mânı olamayacağından, gittiğinde gidip gelinceye kadar nafakası kocasına ait olmaz. Kocasını beraber götürmesi halinde gittiği hac nafile de olsa, nafakasını yine kocası sağlar. Ancak yol masrafını karşılamaz.
Nafaka, kan kocanın haline göre olur: Zengin hanımın zengin kocası zengin nafakası ile[969] fakir hanımın fakir kocası ise fukara nafakası ile mükelleftir.
Karı kocanın fakirlik ve zenginlik bakımından farklı bulunmaları halinde koca normal nafaka ile mükellef olur. Zengin hanımın fakir kocası hanımını, fakir hanımın fevkinde, zengin hanımın altında bir nafaka ile bakmaya mecbur ise de fakir koca kendi imkânı ile mükellef olup, hanımın fazlasını istemesi üzerine, geri kalanı zenginlik vaktine ilişkin bir borç olur. Fakir hanımın zengin kocasına kendi yediğinden yedirmek vacip değil, mendubdur.
Koca karısına bakmaktan aczini izhar etmekle veya nafakasız bırakıp, dışarı gitmekle araları ayrılmaz. Hakim nafakayı takdir eder. Takdirden sonra hanıma borç istemesi için İzin de verir. Koca, hanımını bırakırp, dışarı gitmemiş, fakat dikkafalı ise hakim onun malına müracaat eder.
Takdir edilen nafaka, karı kocanın durumlarının farklılık göstermesine göre eksilip artabilir.
Zenginlerin konutu, yoksulların konutuna benzemeyeceğinden konut meselesi de karı kocanın durumlarına uygun olması gerekir.
Koca, hanımını, kendi istediği bir yerde, fakat çevresinde dürüst komşuların bulunduğu bir konutta oturtur.[970] Komşusuz konut şer'î değildir.
Hanım, kendi konutunda kocanın ana babası ile beraber bulunmak istemediği gibi, koca da hanımını ana babası ile beraber bulundurmayabilir.
Ancak haftadan haftaya onların -gece yatmamak üzere- gelmelerini ve onlar gelemedikleri takdirde her hafta ana babasını ziyaretten hanımım yasaklayamaz. Ana babadan başka akrabalarını yıldan yıla ziyarete kadının hakkı vardır.
Yabancıları ziyaret, düğün ve derneklere gitmekten koca hanımını yasaklamaya yetkilidir.[971]
Ziyaret gününün dışında hanımını ana babasının bile velimesine yollamayabiîir.
Hanımın çalışıp, kazanmaya ihtiyacı yoktur. Kendisi ebe veya gâsile, yani ölü yıkayıcı da olsa bu işe ondan başka bakacak olmadığı cihetle, para almaması bile gerekse[972] koca hakkı farz-ı kifayeden önce geldiğinden karısının gitmesine engel olabilir.[973]
Kendisi öğretemediği hallerde, dinî meselelerini öğrenmek için hanımının ilim meclislerine çıkmasına bazı zamanlar izin verir.[974]
Koku sürünme ve süslenmeyi terkederek, içerde kapanmak şartı ile kadınlar, özetle lohusa olanlar hamama gidebilirler.
Babası müzmin hasta olup da, bakacak kimsesi bulunmayan hanım gidip, babasına -kâfir de olsa- bakabilir. Kocanın engellemeye hakkı olamaz. Ancak babasının evinde bulundukça -hac müddeti gibi- nafakasını koca vermeyebilir.
Yiyecek maddelerinin dışardan sağlanması erkeğe, içerde hazırlanması kadına aittir. Evin içinde, taşra âdetince el değirmeninde un öğütmekten ve ekmek yapıp yemekten ve bizim usullerimize göre yemek pişirmekten çekinen kadın, eğer kendisi hizmet eder takımdan değil veya âciz ve hasta ise koca üzerine gerekli olan, hazır yemek tedariki veyahut yemeği hazırlayacak bir kimseyi getirip, bu işte kullanmasıdır.
Eğer kadın hizmet eden takımdan olup hizmet etmeye de kudreti varsa, hazır yemek temin etmek veya bunun için birisini çalıştırmak kocaya gerekli olmayıp, onun bu konuda yapacağı şey hanımı zorlamak değil, katik vermemektir.
İç hizmeti için hanımın kocadan ücret istemesi caiz değildir. Çünkü zikredilen hizmet, hanıma diyâneten, yani dinî bakımdan gereklidir.[975] Rasûlü Ekram (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri Hz. Ali ile Hz. Fatıma (r.a.) arasında dünya işlerini taksim edip, dış işlerini Hz. Ali'ye, iç işlerini Hz. Fatıma'ya ait kılmışlardır. Hz. Fatima dünya hanımlarının efendisi iken böyle olursa artık düşün.[976]
Öğütme aleti değirmenin ve mutfak aletlerinin temini ve döşemeden süpürgeye kadar ev malzemelerinin hazırlanması, elbise ve beden temizliği için su ve sabun gibi şeylerin satın alınması hep kocanın görevidir. Her altı ayda İhtiyaca göre ha uma yazlık ve kışlık elbise de alır.
Kına ve sürme gibi süs eşyası satın almak kocaya vacip olmadığı gibi, yemiş parası ve -müptelâsı olup, terketmesi halinde zarar görecek dahi olsa- kahve ve tütün parası da kocanın üzerine borç değildir.
Anne, çocuğunu emzirmeye zorlanamaz. Baba sütanne tutar. Anneye çocuğunu emzirmek, kazaen değil, yani mahkeme kararı ile değil, diyâneten, yani müftüye müracaatle gereklidir. Ancak çocuk kendi anasının memesinden başkasını almazsa bu durumda kazaen de vaciptir.
Çocuğu emzirmesine karşılık anne, babadan ücret talep edemez. Ancak kadın boşanmış ve iddeti de bitmiş ise nafakası kocasına ait olmaz. Bu durumda karşılıksız emziren olmaz ise annenin ücret istemeğe hakkı vardır. Nitekim koca hanımını, diğer hanımından olan çocuğunu emzirmek için tutup, ücret ödeyebilir.
Hür olan babanın, hür olan küçük, fakir çocuğunu oğlan ise çalışıp kazanacak zamana kadarı; kız ise kocaya gidinceye kadar bakması gerekir ve yine kazanmaktan âciz olan büyük evlâdına da baba bakar.
Baba hür olmayıp, çocuğun annesi hür veya mükâtebe ise çocuğun nafakası ona ve anne cariye ise köle olan çocuğun babası ister hür, ister köle olsun nafakası onun efendisine aittir.
Hür olan çocuk fakir değilse nafakası onun mevcut malından karşılanır. Eğer malı elde yoksa babası tarafından karşılanır.[977]
Hürlere göre müzmin hastalık yahut körlük veya çolaklık veyahut akılsızlık gibi güçsüzlük sebeplerine bağlı olarak çalışıp kazanamayan büyük evladın nafakası babasının yükümlülüğünde olduğu gibi, ya ilim tahsiliyle meşgul olmaktan veya değersiz kazanç ile iştigal etmekten utanan cinsten olması dolayısıyla kazançsız kalan büyük evladın ve mutlak olarak kocası olmayan kız evladın da nafakası babaya düşer.
Bu konuda babaya başkası ortak olmaz. Ancak baba dilemek sureti ile de olsa kazanmaya gücü yetmeyen bir fakir, anne de zengin olursa, bu durumda nafaka babaya borç olmak üzere, çocuğa annenin bakmasını hâkim emreder. Anne de çocuğu besleyecek zenginlikte değilse, ana baba ölüler gibi kabul edilerek, nafaka, bir daha geri dönülmeksizin, başkasına[978] ait olur.
Din farklılığı çocuk ve hanımların nafakasını düşünmez.[979] Çocuğa bakmakta babaya, hanıma bakmakta kocaya kimse ortak olamadığı gibi, ana babaya infak ve daha doğru bir tabirle -anasının babası da dahil olmak üzere- usûle infak hususunda da zengin olan evlâda hiç kimse ortak olmaz. Bu konuda kız ve erkek evlât miras paylarına göre değil,[980] eşit şekilde muhtaç olan usullerini yani ana babalarını bakacaklardır.
Usulden, yani ana baba, büyük anne dededen başka, fakir ve kazanmaktan âciz bulunan yakınlarını zengin olanlar miras hisseleri oranında bakarlar.
Neseb ve kan koca olmak nafaka sebeplerinden olduğu gibi, bir kimsenin köle veya cariyesi olması da infak sebeplerindendir: Kölenin nafakası efendisine aittir. Efendi yahut köle gerek büyük, gerek küçük olsun, erkek yahut dişi bulunsun aynıdır.[981]
Mâlik, eğer bakmaktan kaçınırsa kölenin nafakası, kazanabilecek güçte olmak, yani vücutça sağlam olmak ve satılabilir durumda bulunmak şartı ile kendi kazancından karşılanır. San'at bilmemesi mani değildir. Ücretle çalışabilir. Eğer çalışıp kazanmaya gücü yetmiyorsa -ki fitne korkusundan dolayı güzel cariye de böyle sayılır- efendisine onun satılması emredilir. Efendisi satmaktan kaçınırsa hakim onu satar. Köle, müdebber ve ümmü veled gibi satılacak durumda değilse, efendi onlara bakmakla yükümlü tutulur.
Efendisinin bakmadığı köle, kazanmaya gücü yetmez yahut çalışıp kazanmaya mezun değilse, efendisinin malından rızası olmaksızın yetecek miktar alıp yemesi caizdir. Kazanabilir ve kazanmaya izinli olması halinde yiyemez.
Efendisi onu idaresini sıkı tutmak halinde de efendinin rızası olmayarak malını alıp, yemek köleye caiz değildir.
Gasbedilmiş kölenin nafakası —sahibine geri verilinceye kadar- gasb edene aittir. Gasbeden, hakimden nafaka veya satılma emrini talep etse de hakim onu kabul etmez. Ancak hakim, kölenin helak olmasından korkarsa onu satar ve kıymetini sahibi adına koruma altına alır.[982]
Kölenin nafakasının beytülmâle gerekli oluşu, azat edilmesinden ve kendisine bakacak yakın birinin bulunmamasından sonradır.
Kölenin bakılmasına yahut satılmasına zorlamak hak sahiplerine has olmakla, değerini infak etmeye sahipleri ancak diyaneten memurdurlar ki, canlılara işkence etmek ve malı zayi etme konusunda şer'î yasak mevcuttur.[983]
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Evlenin, boşanmayın, çünkü Allah uçan erkekleri ve uçan kadınları sevmez."
"Boşandı gitti enîse
Nikâh bağı köleliğinden azat olarak;
Aştı gitti ama ne kalbim sızladı
Peşinden, ne de gözüm yaş döktü.
Canın istemediği şeyin ilacı
Bir an önce ayrılmaktır ondan
Ondan ayrılmakla rahat bulmadımsa da
Nefsim kaçmakla huzur buldu
Ve ben nefsimi burdum artık
Vuslata dek eş istemiyorum."[984]
Evlenmenin yolu iki olduğu gibi ayrılmanın yolu da ikidir. Bunların biri boşama diğeri ise fesihtir. İkisinin de sonucu karı kocanın birbirlerinden ayrı düşmeleri olmakla beraber boşama ve fesih başka başkadır.
Boşamanın sayısı vardır ve yapıldıkça bu sayı eksilir. Sayı ve iddet baki oldukça boşanan da tekrar boşanabilir. (Kendisiyle zifafa girilmemiş karının iddeti bulunmadığından bu söz onu kapsamına almaz.)
Feshin sayısı boşamanın sayılarını eksiltmede tesiri olmadığı gibi, sonuç olarak ortaya çıkardığı ayrılık karıyı kocasından büsbütün ayırdığından ona kocanın talâk vermesi ae mümkün olmaz.[985]
Talâkı kocanın vermesi ve karısını yetkili kılması halinde karısının boşanmayı tercih etmesi gibi hakimin vereceği hükme muhtaç olmayan, ayrıca erkeğin cinsiyet uzvunun kesik bulunması ya da iktidarsız olması gibi hakimin vereceği hükme muhtaç bulunan sebepler sonucundaki ayrılmalar talâk kısmındandır.
Karı koca arasında denkliğin (küfüv) bulunmayışı ve erginlik muhayyerliği gibi hakimin vereceği hükme muhtaç olan, ayrıca azatlık muhayyerliği ve nikahın fasit olmasında zifaftan önce karı kocanın birbirlerini terketmeleri gibi hakimin vereceği hükme muhtaç olmayan sebepler sonucundaki ayrılıklar fesih kısmındandır.[986]
Bu ifadeye göre, talâkı kocanın fiilinden, feshi de hâkimin fiilinden ibaret sayamayacağımız gibi, koca yönünden gelen her ayrılışın talâk ve kan yönünden gelen her ayrılışın fesîh olduğuna da mutlak olarak hükmedemeyeceğiz. Meselâ, kocanın ilası talâktır da, iıtidadı fesihtir.
Fesih çeşidinden olan ayırma ya da ayrılmalar nikâhla ilgili bölümlerde geçmiştir. Boşanma çeşidinden olan ayırma ya da ayrılmalar kalmıştır ki, bu kitabın tertip edilmesi işte onlar içindir.
Boşanma (Talâk): Nikâh akdini bozmaktır. Yani derhal ya da ileride olmak üzere özel ifade ile nikâh bağını ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Bu ortadan kaldırma işine boşama (tatlîk), bu işi yapan kocaya "mutallik", tatlîk edilen, yani boşanan karıya da "mutallaka" denir.
"Özel ifade ya da söz", boşanmayı ihtiva eden tabirdir. Bununla fesih tarif dışı bırakılmıştır. "Derhal" kaydı, bâin talâka göre olup, "ileride" kaydı da ric'î talâka göredir yani, iddet bittikten, ya da bir boşamaya iki boşama daha eklendikten sonra demektir. Nitekim bu, boşanmanın hükmünü ifadeden anlaşılmaktadır.
Boşanmanın kısımları olduğu gibi, sebebi, şartı, rüknü, hükmü, sıfatı ve güzel yönleri de vardır.
Boşanmanın sebebi: Mizaçların uyuşmaması halinde kurtuluşa ihtiyaç duymaktır.
Şartı: Kocanın müstekız olması, yani âkil, baliğ ve uyanık bulunması, karının ise sahih nikâhla nikâhlı ya da boşamaya konu olmaya elverişli olarak iddet bekliyor olmasıdır.[987]
Rüknü: Lâfzın kendisi, yani bağın ortadan kaldırılmasını gösteren ve istisna içermeyen özel tabirdir.[988]
Hükmü: Ric'î talâka göre iddetin bitmesiyle, müeccel ve bâin'e göre ileriye kalmaksızın ayrılışın gerçekleşmesidir. Sayısının tamamlanması halinde kaba haramliğm (hurmet-i ğalîza) hasıl olmasıdır. Bunun ne olduğu ileride öğrenilecektir.
Sıfatı: İhtiyaç olmadıkça haramlık ve yasaklıktır.[989] Ayet-i kerimede; "Eğer onlar size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın."[990] Hadis-î şerifte de: "Allah Tealâ'nın en sevmediği helâl talâktır"[991] buyurulmuştur.
"Eğer onlardan hoşlanmadınızsa, belki bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar"[992] şeklindeki ilâhî vaat gereği, insanın hoşlanmadığı karısına sabır yüzünden salih ve güzel sonuçlar elde etmek gibi birçok hayra mazhar olması da söz konusudur.
Güzel yönleri: Dine ve dünyaya ait nahoş şeylerden onunla kurtulma,[993] erkeklerin elinde olması ve birden çok bulunmasıdır.[994]
Boşamanın şahide ihtiyacı yoktur.[995] Boşamada kullanılan lafız, manayı ifade etmede açık oldukça boşamanın niyete de ihtiyacı olmaz. Biz dış görünüşe hüküm veririz, gizlileri bilen Allah'tır.
Kısımlarına gelince; boşamada şu kısımlar görülür: Sünnî, Bid'î, Ric'î, Bâin, Mifsah, Meknî.
Bunlar içice kısımlardır. Yani, boşama sıfatı itibariyle "sünnî ve bid'î", hükmü itibariyle "bâin ve ric'î" ve kullanılan lafız itibariyle de "mufsah ve meknî" ya da "sarîh ve kinaye" olur.[996]
"Sünnî" sünnete, "bid'î" ise bid'ata mensup demektir. Bu konuda sünnetin anlamı, ceza ve azarı gerektirmeyen demektir, yoksa sevap getiren demek değildir. Çünkü boşama bizzat ibadet değildir ki, ona sevap gereksin. Ama eğer, nefsi kendisini bid'at yollu talâk vermeye çağırırken insan, nefsini denetleyerek sünnet olan zamanına kadar ertelerse masiyyetten sakınma sevabı olur.[997]
Bid'at, sünnete aykırı olan şeydir ve günahı gerektiren bir masiyet demektir. Meselâ ihtiyaç halinde karışma bir talâk vermek yeterli iken fazlasını vermek bid'attir.
Boşamada bid'at, sayıca olduğu gibi zaman bakımından da olur. Çünkü boşama aslında istenen bir şey olmadığından, verilmesinin, rağbetin yenilenme zamanına kadar ertelenmesi güzel, yani müstahsendir. O da hiç cima yapılmamış olan temizlik zamanıdır. Hayız zamanı nefret zamanı olduğu için, cimada bulunulan temizlik zamanı da arzunun zayıfladığı zamandır. Bundan ötürü, kendisiyle zifafa girilmiş olan karıyı hayızlı zamanında veya cimada bulunulan temizlik zamanında boşamak da bid'attir.[998]
Sünnî olan boşama da karşıtı olan bid'î gibi ya sayı bakımından ya zaman bakımından, ya da hem sayı hem zaman bakımından sünnî olur. Bu itibarla birbirlerinden ayrılır ve boşanmanın sünnî ve bid'î diye ayrılmasından şu üç kısım ortaya çıkar: En güzel sünnî boşama, güzel sünnî boşama ve bid'î boşama.
En güzel sünnî boşama: Bir talâk-ı ric'îdir ki,[999] kendisiyle zifafa girilen karıya, içinde cima bulunmayan temizlik halinde, birden fazla olmamak üzere verilir ve iddet bitinceye kadar bir daha tekrar edilmemiş olur.[1000] (Sakıncası yoksa iddet içerisinde ric'at, yani karısına dönme daha iyidir.)
Güzel sünnî boşama: Bir ric'î talâktır ki, kendisiyle zifafa girilen karıya, içinde cima olmayan temizlik halinde bir kere verilir, sonra iddetinin bitimine dek temizlik sürelerine ve hayız gören olmadığına göre aylara taksim ederek, cima olmaksızın birer daha verilir ve böylece cariye hakkında iki, hür kadın hakkında üç olan talâk sayısı ayrı ayrı tamamlanmış olur.[1001]
Bid'î boşama: Bir boşamadır ki, sünnî boşamanın iki çeşidine de aykırı olarak karıya ve hayız halinde[1002] veya cimada bulunulan temizlik süresi içerisinde birden fazla olmamak üzere, ya da bir temizlik içerisinde ya ayrı ayrı veya bir defada birden fazla olarak verilmiş olur.[1003]
Sayı bakımından olan bid'at talâkın, verildikten sonra geri çevrilmesi ya da telafisi mümkün değildir. Zaman bakımından olan bid'î talâkın telafisi mümkün olduğu için, kendisiyle zifafa girilen karının[1004] zaman itibariyle bid'î ric'î olarak boşanmasında, bid'atı ortadan kaldırmak için kocanın ona müracaat etmesi vaciptir. (Sonra dilerse ikinci temizlikte cima olmaksızın onu boşar).
(Bid'î talâk yasaklanmış olmakla beraber geçerlidir. Şer'î bir fiil için gelen yasak onu iptal etmez ve meşru olmaktan çıkarmaz. Yeter ki, lanet edilmiş bir çirkinlik olduğuna delil bulunmuş olmasın).[1005]
Talâkın sayısı, karnım hür ya da köle olmasına göredir: Hür kadının talâkı üçtür. Kocası ister hür ister köle olsun. Cariyenin talâkı ise ikidir. Onun da kocası ister hür ister köle olsun.[1006]
Hür bir kadın kocasından, ister bir defada isterse ayrı ayrı olmak üzere üç talâkla, cariye de iki talâkla boşandıktan sonra başka bir koca ile zifafa girmeden birinci kocasına helâl olmaz[1007].
Hür olsun olmasın, her âkil baliğ kocanın, -tasarruftan menedilmiş (mahcur) ya da hasta da olsa-,[1008] uyanık olarak verdiği talâk, ister sünnî olsun, ister bid'î olsun geçerlidir. Karı kendisiyle girilmiş olsa da, olmasa da onunla boş düşer. Yeter ki, açıktan ve talâk sözüne bitişik olarak "inşallah" diye istisna etmiş olmasın. Bu durumda talâk gerçekleşmiş olmaz. Nitekim ileride açıklanacaktır.
Talâkın şakası ile ciddisi, sarhoş halde verilenle ayık halde verileni eşittir. Yani şaka ve latife tarzında verilen talâk ciddidir ve sarhoşun[1009] verdiği talâk da geçerlidir.
Yanılanın, yani maksadı talâk değil iken yanılarak karısına talâk veren kocanın ve baskı ve zorlanan kocanın verdiği talâk da geçerli ve muteberdir.
Çocuğun,[1010] bunağın,[1011] delinin,[1012] uyuyanın, baygının, hastalık ya da musibetle sersem ve şaşıranın,[1013] kölenin karısı hakkında efendinin ve çocuğun karısı hakkında velinin talâkı geçerli değildir.
Boşama şifahen olabileceği gibi yazıyla da olabilir.[1014] Ayrıca vekil ve elçi aracılığıyla da olabilir. Dilsizin bilinen işareti boşama için de muteberdir.
Talâk; mutlak olarak zikredildiğinde, ayrıca vekalet ve boşama hakkının karıya verilmesi (tefvîz) durumunda ric'î sayılır.[1015]
Bir kimse karısını sırf niyyet etmek ve kalbinden geçirmek ve mehrini vermekle onu boşamış olmaz, boşama, onun özel tabirini kullanmaya bağlı bulunmaktadır.[1016]
Boşamada kullanılan lafızlar o manada ya açık (sarih) veya kapalı (gayr-i sarih) olup, sarih olanına aynı anlamda olmak üzere, "mufsah" da dendiği gibi, kapalı olanına kinaye, ya da "meknî" de denir. İşte talâkın sarih veya kinaye olması tabiri, sarih ya da gayri sarih bulunmasından ibarettir. Hükmü bakımından da talâk "ric'i" ve "bâin" kısımlarına ayrılır.[1017]
"Talâk" kelimesinde bulunan harflerden oluşan ve Arapça'da karı boşamaktan başka bir anlamda kullanılmayan kelimeler talâkın sarih, yani açık lafızlarıdır.
Arapçada: "enti tâlikun", "enti mutallakatün"[1018] "taallaktüki", Türkçede de: "Sen benden boş ol", "Ben seni boşadım", "Sen benden boşsun" gibi ifadeler böyledir. Bu tabirler talâk anlamı için konmuş ve onu ifade etmede açık oldukları için, ayrıca niyete ve karineye muhtaç olmadan boşamanın yerine geçer; bu yüzden anlama değil, doğrudan doğruya lafzın ve ibarenin kendisine bakılır ve itibar edilir. Nitekim az çok meşakkate sebep olan sefer yani yolculuk, meşakkatin kendisi yerine geçerek meşakkate bağlanan hükümler, o olmasa dahi yolculuğun kendisine verilir.
Buna göre karısına hitaben[1019] onların birisini söyleyen[1020] kimsenin ağzından o söz hata ile de çıkmış bulunsa, anlamını ve gereğini bilmiş ve kastetmiş olsun olmasın, karısı mahkeme açısından (kazaen) boş olmuş olur.[1021]
Kocanın: "Ben onu korkutmak için söylemiştim" demesi, önceden şahit tutmuş olmadıkça mahkeme açısından tasdik olunmaz.[1022]
Talâk için konmuş, yani o anlam için belirlenmiş olmadığı halde talâk anlamında kullanılan ve diğer anlamlara da ihtimali bulunan kinaye talâk sözleridir.[1023]
İlhakı bi-ehlik = Ehline git, benden ayni da anan ve babanla ol, babanın evine git",
"Halbuki alâ ğâribik = Yuların boynundadır",
"Izhebî 'annî ve eflihî = Benden git muradına er",
"İstetiri = Örtün",
"Tahammerî = Başını Ört",
"Enti hurra = Sen azadsın",
"Kendine koca ara",
"Cehenneme git",
"Sen bana leş (ya da) domuz eti gibisin[1024]
"Senin kocan değilim",
"Sen benim karım değilsin",
"Sen benden uzaksın" ve
"Ben senden ayrıyım"... gibi. Bunlar talâk anlamını vermede açık (sarih) olmayıp, hem ona hem de başka anlama ihtimalli olduğundan, bunlarla talâkın gerçekleşmesi kocanın niyetine ya da talâk görüşmesi gibi. bir delilin işaretine bağlıdır.[1025]
Maksadın anlatılması bakımından sözde aslolan açıklıktır. Arapçada "talîk", talâk anlamında sarih, "itlak" ise bu anlamda kinaye olduğu gibi, Türkçemizde de "boşamak" sözü sarih ve "bırakmak" sözü kinayetir. Ne var ki, "itlâk" sözü bu anlamla bilinen bir söz olmadığı için niyete muhtaçtır, ama "bırakmak" ve "terk etmek" sözleri ise talâk anlamında tanınmış olduklarından niyet olmaksızın da bâin talâkı gerektirirler.
Bir kimse karısının babasına: "Ben senin kızını istemem, kime isterse varsın" demekle talâka niyet etmiş olmadıkça karısını boşamış olmaz.
Yine bir kimse karısının dolaşma isteği üzerine: "Ben seni iple bağlamadım, boşsun git" deyip, bununla talâk kastetmediğini söylese doğrulanır.
Aynı şekilde bir kimse karısına: "Yükünden boş ol" deyip, maksadı çocuğunu doğurup ileride kurtulması olmuş olsa, talâk gerçekleşmez.
Yine karısına: "İstediğin yere gidersin, sen bana kan olmazsın" demekten başka bir şey söylememiş olan kimse, sırf bu söz ile karısını boşamış olmaz. "Sana dört yol açıktır" demekle niyet de etse talâk olmaz. Eğer; "Hangi yolu istersen onu tut" cümlesini de ilave eder ve niyet eylerse bâin talâk gerçekleşmiş olur.
Bir kimse karısıyla çekişip ona: "Var, yıkıl git!" demek, talâkı kastetmedikçe onu boşamış olmaz. "Artık ben seni istemem, babanın evine git!" demek de böyledir. Yine; "Cehenneme git!" demek de böyledir.
Yine bir kimse karısıyla çekişip kansı ona:
"Senin maksadın nedir?" dediğinde.
"Maksadım seni boşamaktır" dese fakat talâk vermese, karısını o sözle boşamış olmaz.
"Emruki biyedik," yani "Senin işin kendi elindedir" tabiri, Arapçada "tefviz", yani boşama hakkını karıya bırakmaktır. Kocası tarafından bu tabire muhatap olan karı, o mecliste başka bir şeyle meşgul olmayarak talâkı seçer ve kendisini boşarsa kocasından boş olur. Aksi halde olmaz. Nitekim açıklanacaktır.
Anlamı ona yakın olan, "İraden elinde olsun" tabiri bizce talâk gerçekleştiren lafızlardandır.[1026] Buna göre, talâk meselesini görüşürken karısına: "İraden elinde olsun" diyen kimsenin kansı niyet olmaksızın bile bâin talâkla aynlır.[1027]
"Şart olsun" tabiri de talâkın düşmesinde böyledir. Yani Arapça'da şart talâkı gerçekleştirme değil, ta'lik (bir şeye bağlama) ise de Türkçe'de gerçekleştirme de olur. Behçe adlı kitapta: "Şart olsun" demek, "Karım boş olsun." manasında anlaşılan bölge halkından biri karısına böyle demekle onu boşamış olur" diye zikredilir.
Yine "Başına gün doğsun" demek, "Ben seni boşadım." anlamında bilinen bölge halkından biri kansına böyle söylemekle onu açıkça boşamış olur.
"Senden geçtim" tabiri, "Ayrıldım." anlamında bilinen bölge halkından bir kimse karısına talâk niyetiyle böyle söylese kansı ondan bâin olarak boşanır.
Nikâhı nefyetme, yani olmadığını söyleme de talâktır.[1028] Buna göre karısı için talâk niyetiyle, "Aramızda nikâh yoktur" diyen kimsenin karısı bâin talâkla boş olur.
Niyet olmaksızın nikâhı nefyetme talâk değildir. Meselâ; evli birisinin,
"Evli misin?" sorusuna,
"Değilim" diye cevap vermesi, niyet olmaksızın talâk olmadığı gibi, karısının,
"Ben sana karı olmam" demesi üzerine,
"Öyleyse benim karım yoktur." demesi de niyet olmadıkça talâk değildir.
Bir kimse karısına; anam, kızım veya kardeşim demekle talâk gerçekleşmez.[1029] Eğer talâk kastederek,
"Eşimden sonra anam ya da kız kardeşim ol" derse onu bâin olarak boşamış olur.[1030]
Sözde aslolan açıklık olduğu gibi, talâkda aslolan da ric'î olmasıdır. Kendisiyle zifafa girdiği karısına talâkın sarih sözlerinden biriyle hitap yönelten kimse, bir şey niyet etsin etmesin onu bir ric'î talâkla boşamış olur. Bâin talâkı ya da birden fazla talâkı niyet etmiş olsa da, dilden söylemedikçe bunun hükmü olmaz.
Ric'î talâk: Karının iddeti devam ettikçe kocanın ona dönme hakkı olan talâktır.
Sözlü ve Fiilî Ric'at:
Ric'at ya da rac'at: İddet devam ettikçe var olan nikâhı sürdürmekten ibarettir. Sözlü ya da fiilî olmak üzere iki çeşittir.
Sözlü ric'at: Boşanan karı, ister yanında, ister başka yerde bulunsun, isterse uyuyor olsun, kocanın; "Ben karıma döndüm" demesiyle olur.
Fiilî ric'at: Kocanın boşanan karısına dokunması, onu öpmesi, ya da onunla cimada bulunması gibi ona eş muamelesi yapılmasıdır.[1031]
Ric'î talâkla boşanan karının iddet beklemekte olduğu eve kocanın girebileceği yönüyle fiilî başvuru mümkün ise de,[1032] sözden önce fiilî müracaat mekruhtur.
Müracaatın sözlüsü de fiilîsi de karının, küçük olması halinde ise velisinin rızasına ve şahit tutmaya muhtaç değildir. Ric'at, şahitler olmaksızın yapılabileceği gibi, kadının rızası, hatta bilgisi olmadan da gerçekleşebilir. Fakat müracaat eden koca için mendup olan, sözlü müracaatını kadına bildirmek ve müracaat fiilen olsa bile onun bulunduğuna iki adil kimseyi şahit tutmaktır.
Ric'atın derhal geçerli (müncez) olması gerekir.[1033] Gelecek zamana bağlanması ve bir şarta ta'lik edilmesi sahih değildir.
Ric'at önceki talâkları yok edip düşürmez. Meselâ; önceden iki talâk vermiş olduğu karısına üçüncü bir ric'î talâk birtaneden ibaret ise, ric'attan sonra hür kadm için iki, hür olmayan için bir ise bir talâk hakkı olmak üzere karısının nikâh helâlliği baki bulunur.
Ric'î talâk boşama sayısını eksiltir. Ancak nikâhın hükmünü büsbütün alıp götürmez. Yani talâk sayısı son bulmuş,[1034] ya da iddet bitmiş olmadıkça koca, evliliği bedelsiz olarak iade edebilir.[1035] Nikâh akdini yenilemeye ve yeni bir mehir şartına gerek yoktur.[1036]
İddetin bitiminden önce kocanın ric'î talâkla boşanan karısına sahip olması ve ric'at hakkının yok olmuş olmamasıyla aralarında karı kocalık var sayılır ve o süre içerisinde eşlerden biri vefat ederse diğeri ona mirasçı olur. Kocanın boşaması kendisinin ister sıhhat, ister hastalık halinde olsun ve isterse karının rızası ya da nzasızlığı ile olmuş bulunsun.
Ric'î talâkla bâin talâk arasında on dört yönden fark vardır:
1. Ric'î talâk nikâh yenilemeye ihtiyaç duymaz.
2. İlave mehire ihtiyaç duymaz.
3. Şahit tutmaya ihtiyaç duymaz.
4. Kadının rızasına ihtiyaç duymaz.
5. Koca küçük ise velisinin rızasına ihtiyaç duymaz.
6. Koca ona zıhâr yaparsa müzahir olur.[1037]
7. İlâ ederse mûlî olur.[1038]
8. Karısına kazif yaparsa (zina isnadında bulunursa) Liân gerekir.[1039] Hadd gerekmez.
9. Karı iddet içerisinde bulundukça eşlerden birinin vefatında diğeri ona mirasçı olur.
10. Karının iddeti içerisinde kocası vefat etse iddeti, vefat iddetine dönüşür.[1040]
11. Karının ric'î talâk idde-tinde süslenmeyi terketmesi yoktur, yani gerekmez.[1041]
12. Adı edilen iddette koca ve karı aynı evde bırakılabilir. (Ric'at bulunmuş olmadıkça aralarında bir perde bulundurulur).
13. İddeti içerisinde azat edilen cariyenin talâkı ric'î ise, iddeti hür kadının iddeti gibi olur.[1042]
14. Ric'î talâk nikâhı yok etmez, fakat zayıflatır. Bâin talâk ise nikâhı yok eder ve saydığımız maddelerin hepsinde ric'î talâka aykın olur.[1043] İşte ric'î talâkın hükmü budur.
Talâkın ric'î olabilmesinin şartlan şunlardır:
1. Karının kendisiyle zifafa girilmiş bulunması.
2. Talâkın sarih lafızla olması.
3. Bedelle beraber olmaması.
4. Talâkta üç sayısının[1044] ne açık ne de işaret yollu sözü edilmemesi.
5. Talâkın sarih lafzının bâin olmayı anlatan bir sıfatla vasıflandırılmış olmaması.
Bu şartlardan ötürü, karıya zifafa girilmeden önce verilen talâk bâin olduğu gibi, girildikten sonra da niyetle beraber, "Sen benden bâinsin, yani ayrısın" gibi talâkın sarih lafzıyla olmayan, ya da mal karşılığında verilen veya "Üç talâkla boş ol" ya da "Sen şöylece boşsun" diye parmaklarıyla üçe işaret edilen veya "Sen benden bâin ve kesin talâkla en fena ve fahiş talâkla, geniş talâkla, uzun talâkla veya büyük talâkla boşsun" gibi sıfatlarla belirtilen talâk açık sözle ifade edildiği için bâin olarak gerçekleşir.[1045]
Kinaye sözlerle verilen talâk bâin olduğu gibi, zikredilen durumlarda açık sözlerle olan talâk da bâindir.[1046] İki durum arasındaki fark, birinde niyetin vb. gerekli olmasında, diğerinde olmamasındadır. Sarih bâinin niyete ve karineye ihtiyacı yoktur.
Bâin talâk: Karının iddeti baki olsa da kocanın dönmeye hakkı olmayan talâktır.[1047]
Bâin talâk vermeye "ibâne" ve bu karıya "mübâne" denir ki, ibâne "ayırmak", mübâne ise "ayrılmış" demektir.[1048]
"Beynûnet" ise bu kelimenin aslî masdarıdır ve "ayrılık" demektir. Bunun da aşağıdaki şekilde tanımlanmasında ve kısımlandırılmasından bâin talâkın hükmü ortaya çıkar.[1049]
Beynûnet: Eşler arasında kocanın pişmanlığı ve iddet içinde müracaatı ile kaybolmamak üzere oluşan aynlıktır.[1050]
Bâin olarak verilen talâk bir ya da iki[1051] ise, oluşan aynlık "Küçük Ayrılık (Beynûnet)"tir. Bu durumda karının rızası ve iki şahit getirmekle akit yenilenebilir. Ric'î talâkta olduğu gibi bunda yalnız kocanın rızası, pişmanlığı ve başvurusu yeterli olmaz.
Verilen talâk üç ya da üçüncü ise, ric'î de olsa, oluşan aynlık "Büyük Ayrılık (Beynûnet)"tir. Hem mülkü hem de helâlliği derhal götürür. Buna "muğallaza, yani kaba beynûnet" ve diğer bir deyişle "hürmet-i galîza" yani, kaba haramlık da denir. Bunda her iki tarafın rızası da bulunsa "Hülle" yapılmadıkça akdi yenilemek mümkün de olmaz.[1052]
Hülle: Hür kadına göre üç, hür olmayana göre iki talâk ile boşanan karı, kendisine verilen talâklann tamamı ric'î de olsa, iddetin bitiminden sonra, sahih ve meşru nikâhla[1053] diğer bir kocaya varıp onunla zifafa girdikten sonra,
ya ölümü veya boşaması ile ondan da ayrılıp iddet beklemiş olmasıdır.[1054]
Hülle'den sonra o boşanmış kadın yeni bir akit ile birinci kocasına yeniden kan olabilir. Bu işlemde ikinci kocanın yaptığı işe "tahlîl", kendisine ise "muhalül" tabir edilir ve o koca önceden oluşan hürmet-i galizayı, yani kaba haramlığı yıkmış ve düşürmüş olduğu gibi, hafif haramlığı yani son talâktan aşağısını da yıkmış olur. Kocasından bir veya iki talâkla boşanan kadın, id-detinin bitimiyle başka kocaya varıp zifafa girdikten sonra ondan da ayrılmış ve iddetini çıkarmış bulunursa birinci kocasının nikâhına, -onun kendisini üç talâkla boşama hakkı olmak üzere- dönebilir.
İkinci kocanın hülle yapmış, yani nikahladığı karıyı birinci kocasına helâl kılmış olabilmesi için karıyla fiilen zifafa girmiş, yani cima yapmış olması gerekir.[1055] Eşlerin boşama hakkını kötüye kullanmamaları için bu bir şer'î engeldir. Zifafa girmeden boşar ya da vefat ederse kadın birinci kocasına helâl olmaz.
Bu konuda sırf "halvet-i sahiha"nın yeterli olmadığı gibi, hürmet-i galiza, yani kaba haramlıkla boşanan karının başkasının mülkü olması durumunda diğer kocaya nikanlanmayarak efendisi tarafından cariyelik mülkiyetiyle cima edilmesi de yeterli değildir. Gayri müslim karıya göre iddeti bitmesi şartıyla hülle yapacak kocanın ehl-i kitaptan olması da caizdir.
Beynûnet (kesin ayrılık) küçük olsun büyük olsun, bâin talâkın hükmü: Kocanın karı üzerinde olan sahiplik ve helâlliği, büyük ayrılığa göre ikisi birden, küçüğe göre ise yalnız helâlliği yok olmak ve aralarındaki karı-kocalıktan, iddet ve ona dayalı nafakadan başka eser kalmamaktır. Bundan sonra kocaya karısının yanına varmak, karıya da kendisini kocaya sunmak caiz olmaz.
Bâin talâkın iddetinde bile karı, kocaya karşı örtünür ve ikisi bir yerde bulundurulmaz.[1056] Ayrılığın küçük olması durumunda akdi yenilemeden, büyük olması durumunda da hülle yapılmadan birleşmeleri caiz olmaz. İddet sürüyor da olsa kocanın başvurusu (ric'ati) fayda vermez. İddetin durup durmamasındaki fark, sayısı son bulmuş olmayan ric'î talâkta belirgin olur. Yani, o sayı ric'at yapılabilir bir sayı iken bitmesiyle ayrılık olmuş olur.
Bâin talâkın iddetinde eşlerden birinin ölmesi durumunda diğeri ona mirasçı olamaz. Yeter ki, firar ayrılığı olmasın. (Firar edenin talâkının hükmü hastanın talâkı bölümünde açıklanmıştır.)
Beynûnet, bâin talâkın hükmü olduğu gibi, iddetin bitiminde ric'î talâkın da hükmüdür, yani ric'î talâk iddetin sona ermesiyle bâin talâk olur. Kendisiyle zifafa girilmemiş kadının iddeti olmadığından o artık talâk konusu da olamaz. Bu yüzden ona üç talâk verilmesi ancak bir defada mümkün olur. Nitekim açıklanacaktır.
İleride zikredilecek olan "îlâ" ve "li'ân'"ın sebeb olduğu talâk da "muhala'a"nın sonucu gibi bâin talaktır.
Karının ya da başka birinin, Allah korusun, dinine ve imanına sövmek ve küfür sözlerden birini söylemek de ayrılış ve beynûneti doğurur, imanı ve nikâhı yenilemek gerekir.[1057]
Karıya talâk verme ancak kocanın hakkıdır.[1058] Nikâh akdi anında karının sunuş yani icab biçimi ve şart koşmasına dayanarak boşama hakkı ona da ait olmak üzere koca akdi kabul etmiş olmadıkça[1059] ya da karısına (bulundukları meclisi taşmayarak) talâk yetkisi vermedikçe karı talâk veremez.
Talâk sözünü karısına isnat eden ve bağlanan kimse[1060] onu kesinkes bir talâkla boşamış olur. Birden fazlasını söyler, parmaklarıyla işaret eder ya da sözün taşıyacağı anlamlara göre onu niyet ederse o da gerçekleşir, çünkü sözün gereğidir veya ihtimali içindedir.
Şer'an üçten çok talâk olmaması bakımından, karısına dört, beş veya bin talâk veren kimse de onu üç talâkla boşamış olur.[1061]
Koca üç talâkı, yerine[1062] birer birer verebileceği gibi, birden de verebilir. Kendisiyle zifafa girmiş olarak boşadığı kadma onu boşayan kocası, iddet ve sayı durdukça bir ya da iki talâk daha verebilir.[1063]
Büyük ayrılıkta iddet olsa da sayı kalmadığından ve kendisiyle zifafa girilmeden boşanan kadın iddete kalmadan ayrı düşüp talâk konusu bulunmadığından, birincisine bir talâk daha verilemeyeceği gibi ikincisine de bir defada olmadıkça birden fazla talâk verilemez. Nitekim bu daha önce de geçti.
Talâkın bölünme kabul etmeyeceği ve bölünmeyen şeyin bir kısmını zikretmenin hepsini zikretme gibi olacağı için, karısına yarım, çeyrek ya da üçte bir talâk veren kimse onu boşamış olur.
Birden çok karısı olup da onlardan birini belirlemeksizin boşayan kimseye "hiyâr-ı ta'yîh" yani belirleme muhayyerliği gerekir.[1064]
"Zeynep boş olsun" diyecekken "Nefise boş olsun" diyen kimsenin karılarından adını ettiği boş düşer.[1065]
Avuçta kıl bitmediği halde karısına: "Sen benim avucumun kılı kadar boş ol" diye talâk veren kimse, sayı anlamsız olduğundan karısına bir ric'î talâk vermiş olur.
"Vücudumdaki kıllar sayısınca boş ol" derse üç talâk vermiş olur.[1066] "Denizdeki balıklar ve gökteki yıldızlar kadar..." demek de böyledir.[1067]
Boşama hakkını koca bir vekile verebileceği, bir elçiye havale edebileceği gibi, karının kendisine ve küçük yaştaki karının velisine de verebilir. Buna "tefviz" denir.
"Tefviz", talâkı kadına mal etmektir. Boşama hakkını sana verdim, istersen benden boşan, demektir. Kadın o mecliste başka bir işe koyulmadan[1068] kendini boşarsa boşanmış olur. Kabul etmeyip boşamazsa boşanmış olmadığı gibi o meclisten kalkar ya da talâkı istemediğine delil olmak üzere başka bir işle meşgul olursa, seçme hakkı hükümsüz olur ve ondan sonra kendini de boşayamaz.
Tefviz, falan zamana kadar diye zamanlanmadıkça meclisle sınırlıdır ve meclis, kadının kocasının yanında olması durumunda bu hitabın sarfedildiği, olmaması durumunda da bunu öğrendiği yerden ibarettir.[1069]
Gerçekleşecek talâkın bâin veya ric'î olması, kocanın ifadesine bağlıdır: "Kendini seç" ya da, "Senin işin kendi elinde olsun" gibi kinaye tabirler niyetiyle beraber bâin talâkı ve "kendini boşa" diye açıkça tefviz, niyet bulunmaksızın ric'î talakı doğurur.
Vekil tayin etmede ve inşada olduğu gibi tefvîzde de talâktan mutlak olarak zikredildiğinde ric'î talâk anlaşılır.
Açık ifadeyle bâin ya da ric'î talâkı emir ve tefvîz eden kocanın karısı meseleyi ters çevirip bâin yerine ric'îyi, ric'î yerine de bâini seçip uygulasa, talâk kocanın emrettiği şekilde gerçekleşir ve karının eksiltme ve artırmadaki nitelemesine itibar trdilmez.
Karının kocaya ters düşmesinin talâk sayısında olması durumunda, eğer çoğunda ise cevabını anlamsız ve hükümsüz kılar, azında ise kılmaz. Meselâ kocası ona bir talâk tefviz ettiği halde o kendisini üç talâkla boşasa hiç biri gerçekleşmez. Ama kocası ona üç talâk tefviz ettiği halde o kendisini bir talâkla boşayabilir.
Tefvîz, temlik yani mülkiyetine geçirme demek olduğundan karısına talâkı tefviz eden koca ondan dönemez.[1070]
Karının kendinden başkasının (meselâ ortağının) boşanması kocası tarafından kendisine verilmiş olursa o temlik değil, başka birisine söyleme gibi vekil kılmadır[1071]. Ondan kocanın dönmesi sahih olduğu gibi,[1072] karının boşama hakkı da meclisle sınırlı olmaz.
Tefvîz, dileme de eklenerek, "ne zaman dilersen" şeklinde genel tutulursa o da meclisle sınırlı olmaz, karı ne zaman isterse kendisini boşayabilir.
Niekim kadın kendisini bir kimseye nikâhlarken: "Ne zaman istersem kendimi senden boşamak üzere..." diye icap yapıp, koca da bu şekilde kabulde bulunsa nikâh sahih olur ve boşama işi kadının da elinde bulunur.[1073]
"Enti ta'Iikun meta şi'ti, izâ: şi'ti = Sen ne zaman istersen, ya da istediğin zaman benden boşsun" demek de dileme eklemekle olan tefvîz gibidir. Bu durumda karı: "Ben talâk istemem" diye reddetse de boşama hakkı geri verilmiş olmaz ve meclisle kayıtlı olmayarak ne zaman dilerse kendini bir ric'î talâkla boşayabilir.
"Nerede istersen..." diye muhayyer bırakma durumunda, karı o mecliste talâkı dilemedikçe boşanmış olmaz ve o meclisten sonra onun dilemesi de kalmaz. Çünkü "nerede" kelimesi ve onun "haysü" ve "eyne" gibi Arapçası yer için konmuş olup, talâkın ise yere bağlanması, yani ta'liki olmadığından, onlar şart edatları anlamında mecaz kılınmıştır ki, eğer istersen, demektir.
Talâkı zamana bağlama sahihtir. Karısına; yarından itibaren boş ol, ya da, yarınki gün benden boşsun, diyen kimsenin karısı ertesi gün fecrin doğmasıyla boşanmış olur.[1074]
Bir seneye, ya da aybaşına kadar, ya da hasta olduğun veya doğurduğun zaman, Mekke'ye girdiğimiz gün... gibi ifadeler de zamana bağlamadır.
Talâkı yere bağlamak sahih olmadığından karısına; sen evde, ovada, gölgede, güneşte boş ol demek, talâkı derhal verme ve gerçekleştirme (tencîz) demektir.
"Tencîz", ta'likın zıddıdır, yani talâkı bir şeye ve bir zamana bağlamadan derhal gerçekleştirmektir. Tencîz edilerek verilen talâka "müneccez", ta'lik yapılarak verilen talâka da "muallak" denir.
"Ta'lîk", bilindiği gibi, bir cümlenin taşadığı anlamın oluşmasını, diğer cümlenin taşıdığı anlamın oluşmasına bağlamaktır ki, konumuz açısından karının boşanmış olmasını, onun ya da başkasının bir işine, sözüne ya da durumuna veya bir olaya bağlamak demektir.[1075]
Boşama; sözlü olsun, yazılı olsun derhal o anda yerine gelir. Boşama, bir şarta bağlı da olabilir ki ona "şart etmek" denir. Şarta bağlı olmayan boşama (talâk-ı müneccez) anında meydana geldiği halde, şartlı olan boşama (talâk-ı muallak) şartın gerçekleşmesiyle meydana gelir.
Ta'lika (bağlı kılmaya) şart denildiği gibi, yemin bi-t-talâk (boşamalı yemin) de[1076] denir.[1077]
Şart diye isim verilmesi açıkça veya îma yollu şart edatı kullanıldığındandır. Yemin diye isimlendirilmesi de kuvvet ifade ettiğinden dolayıdır.[1078]
Boşamayı şarta bağlı kılma (ta'lık)ın sahih olmasının şartı: Şart fiili manasının henüz mevcut olmadığı halde meydana gelmesi mümkün olmaktır ki olması da olmaması da mümkün olup, ne meydana gelmesi imkânsız ve ne de gerçekten meydana gelmemesidir. Çünkü imkânsız olan bir şeye ta'lik boş ve manasız, kesin olan bir şeye ta'lik ise boşamayı yerine getirmektir.[1079] "Balık kavağa çıkarsa..." diye şart etmek boşamayı imkânsız olan bir şeye bağlamak demek olduğundan boş ve hükümsüzdür. "Allah (c.c.)'ın kulu isem" diye şart etmek, boşamayı kesin ve muhakkak olan bir şeye bağlamak demek olduğu için boşamayı anında düşürme ve meydana getirmektir.
Şartlı boşamanın gerekli olmasının şartı: Malikiyet (kadına sahip olma) veya ona izafe ve onun hükmünde olmaktır. Kişi nikâhlı hanımını şartlı boşayabildiği gibi hükmen nikâhlı karısı olan iddet bekleyeni de bir daha boşayabilir. Çünkü kadına sahip olma henüz devam etmektedir. Fakat ne hakikaten ve ne hükmen nikâhlısı olmayan bir yabancı kadına şartlı boşamayı izafe edecek (bağlayacak) olsa, onunla daha sonra evlenip kadın kendisinin nikâhlısı olunca o şart gerçekleşecek olsa boşama meydana gelmiş olmaz.[1080]
Mülke (kadına sahip olmaya) izafe suretiyle gerçekleşen şartlı boşama da caiz ve kadına sahip olma ile boşama gerçekleşmiş olur. Gerek "Alacağım kadın boş olsun" demek gibi belirli olmayan bir kimse hakkında olsun ve gerek bir kadına hitaben veya ondan haber verme yoluyle
"Eğer seninle evlenirsem boş ol" veya
"Eğer falanca kadınla evlenirsem boş olsun" demek gibi belirli bir şahıs için söylemiş bulunsun, farketmez.
Belirli olmayan kadın hakkında şartın manası yeterli, belirli olan hakkında ise şart edatı gerekli olur: "Alacağım kadın boş olsun" sözüyle, evlenilince boşanma gerçekleşir.
"Evleneceğim her kadın boş olsun" diyen kimse için çare: Fuzûlî[1081] olarak evlendirilip, onun da kadının mehr-i mu'accel (peşin mehir)'ini göndermesiyle gerçekten izin vermesidir.[1082]
Şarta bağlı olan boşama şart meydana gelmedikçe gerçekleşmez. Şart meydana geldiği zaman gerçekleşecek boşama da bâin boşama'yı[1083] ifade etmedikçe ric'î (dönüşlü)[1084] boşamadır. Meselâ:
"Bundan böyle rakı içersem karım boş olsun"[1085] diyen kimse rakı içmedikçe onun hanımı boş olmadığı gibi, rakı içme durumunda da bir ric'î (dönüşlü) boşama ile kadın boş olur.
Boşamayı kastederek "İçersem helâlim haram olsun" yahut "Müslümanların helâli bana haram olsun" veya "Karım bâin olarak benden boş olsun." diyerek açıkça şartlı bâin boşama yapmış ise, şart yerine geldiği zaman bâin boşama gerçekleşmiş olur.
Sayı olmadıkça her iki durumda da birden fazla boşama gerçekleşmez.
Boşamasını iki şarta bağlamış olan kimsenin karısı, şartların ikincisi de gerçekleşince boş olur. Karısına meselâ: "Eğer senin üzerine evlenip de seni boşarsam aldığım kadın benden boş olsun" demiş olan kimsenin, boşaması ancak ikinci işde gerçekleşeceğinden karısının üzerine evlenip onu boşamaz ise aldığı kadın düşmez.[1086]
Şartlı boşama, şartının yerine gelmesiyle gerçekleşir. Şartın yerine gelmesi, gerek hakikaten nikâh sahibi iken mevcut olsun gerekse hükmen nikâha sahip iken mevcut olsun, farketmez.[1087]
Bir şarta bağlı bulunan boşama şartının bir defa meydana gelmesiyle gerçekleşmiş olmakla yemin çözülmüş olur.[1088] İsterse bu, nikâha sahip olanın büsbütün ortadan kalkmasından yani o kadın kocasının şartsız boşama iddetinden bile çıktıktan sonra meydana gelmiş olsun.
Nikâha mâlik olmanın devamı yeminin çözülmesi için değil, şartlı boşamanın gerçekleşmesi için şart kılınmıştır. Şart, nikâha mâlik olmakta iken gerçekleşirse[1089] yemin çözülür ve boşama meydana gelir. Fakat şart nikâha mâlik olmakta da gerçekleşmez ise yemin her ne kadar çözülürse de boşama meydana gelmez,
Boşamanın gerçekleşmesi için kocanın şart yapılırken boşanmaya ehil olması[1090] ve kadının da -şart meydana gelince- boşamaya konu olabilmesi gereklidir. Delinin boşaması ve şartı muteber olmadığı gibi şartsız boşanan ve iddeti bitmiş olan kadın da boşamaya konu değildir. Bundan dolayı karısına
"Falan işi işlersen veya işlersem benden üç defa boş ol" diyen kimse hem o işin işlenilmesi, hem de üç boşamanın gerçekleşmesini kastettiği zaman çare; karısını bir defa boşayıp, iddeti çıktıktan sonra o işin işlenilmesi, sonra da onunla evlenmektir. Yemin çözüldükten sonraki evlenmede onun hüküm ve tesiri kalmaz.[1091] Ancak tekrar veyahut "küllemâ-ne zaman ki" manasıyle şart edilmiş olursa[1092] o zaman hüküm ve tesiri devam eder.
Şart tekrar edilirse ona bağlı olan boşama da tekrar edeceği gibi "küllemâ = her ne zaman" kelimesi de " "genellik"i geriktirmekle karısına
"Sen her ne zaman falan işi istersen benden boş ol" demiş olan kimsenin yemini (şartı) ancak üç boşamadan sonra çözülür. Kadın diğer bir kocaya gittikten sonra birinci kocasına varacak olursa o işde bulunmakla artık boşama gerçekleşmez.
Ancak "küllemâ = her ne zaman" kelimesi evlenme fiilinin başına gelip meselâ:
"Her ne zaman seni nikahlarsam boş ol" demek gibi şart edilmiş olursa boşama her evlenmede gerçekleşir. O halde diğer bir kocaya varmanın da faydası olmaz.[1093]
Şart geri alınmaz ve onu nikâh sahibi olmanın yok olması iptal etmez.[1094] Bununla birlikte karısının boşamasını bir şarta bağlayan kimse ondan cayamaz. Bunun gibi şartsız boşama ile kendinin nikâha sahip olmasını yok ederse yemin (yani şart) yerine gelmeyip ikinci bir nikâh meydana gelirse onda da şartın hükmü devam eder ve gerçekleşmesinde ona bağlı olan boşama meydana gelmiş olur.
Boşamayı şarta bağlama ancak, helâliyetin ortadan kalkmasını hükümsüz kılar ki o da şarttan sonra kadını üç defa boşama (büyük ayrılık = beynûnet-i kübrâ) ile olur. Bundan dolayı kadının boşamasını meselâ; eve girmeye bağlamış olan kimse şartın meydana gelmesinden Önce onu üç boşama ile şartsız boşayacak olursa helâllik yok olmakla şartın da hükmü kalmayarak tahlilden yani kadın diğer bir kocaya varıp ayrıldıktan sonraki evlilikte o eve girmekle bir şey gerekmez.
Boşamayı nefret ve sevgi gibi gizli duygulara bağlamakta şart, ondan haber vermekle gerçekleşir. Meselâ: "Beni sevmiyorsan benden boş ol" diyen kimsenin hanımı onu sevmediğini söylemekle boş düşer.
Aybaşı gören bir kadının boşanmasını aybaşına bağlama konusunda kendi hakkında kendi sözü tasdik olunur. "Aybaşılıyım" dediğini koca tasdik etmese dahi boşanma gerçekleşir.
Aybaşından kesilmiş olan kadının "Aybaşılıyım" demesi dikkate alınmadığı gibi bu konuda bir kadının diğer bir kadın (meselâ, kadının kendi ortağı) hakkındaki haber vermesine de itibar edilmez ve dikkate alınmaz.
İki karısı olan kimse onları anmıyarak ve belirlemiyerek "Eğer falan işi işlersem karım boş olsun" demiş ve o işi yapmış olursa onun her iki eşi boş olmayıp, boşama onlardan yalnız birisi için gerçekleşmiş olmakla o kimseyi belirlemek gerekli olur. Hangisini dilerse boşamayı ona yöneltir ve çevirir.[1095]
Fakat onları anarak ve belirleyerek boşamayı bağlı kıldığı işi işlerse karılarının ikisi de boş düşer.[1096]
1. Karısıyle çekişip "Eğer bugün ben seni üç defa boşamazsam benden üç defa boş ol" diyen kimse için çare nedir?
Cevap: O gün o kimse karısına: "Bana şu kadar kuruş vermek üzere seni üç boşama ile boşadım" deyip kadının onu kabul etmemesidir".[1097]
2. "Falan işi işlemezsem karım boş olsun" diyen kimse zaman belerlemedikçe işi işlememekle umutsuzluk (yani ölüm durumuna gelmezden) zamanından önce onun karısı boş olmaz.[1098]
3. "İddia edilen borç benim borcum değildir. Eğer borcum ise karım boş olsun" diyen kimsenin aleyhinde iddia edilen borcu var olursa hanımı boş olur.
4. "Şart olsun" demek boşama manasında bilindiği için "Falan işi işlersem şart olsun" diyen kimse karısının boşanmasını o işi işlemeye bağlamış olur. Onu işlemedikçe karısı boş düşmez.[1099]
5. Şarta bağlı olan boşama, şartının yerine gelmesiyle gerçekleşmiş olup yemin çözülmüş olmakla sonraki evlenmeye onun tesiri olamıyacağından bir kimse karısına:
"Mademki nikâhım altındasın, üzerine evlenir veya odalık cariye alırsam benden boş ol" dedikten sonra evlenir veya odalık cariye alırsa karısı boş düşerek şart yerine gelmiş olmakla, kadınla ikinci evlenmesinde, üzerine tekrar evlense veya cariye alsa karısı bir daha boş düşmez.[1100]
6. "Tütün içersem şart olsun" diyen kimsenin hanımı vefat edip başka bir kadınla evlenmesi ve tütün içmesi durumunda bu şarta dayalı olarak o kadın boş düşmez.[1101]
Hakim olan Zeyd, Amr'a:
"Falan işi işlerse karısı Hind üç defa boş olmak üzere üç parmağıyla işaret edip Amr da o işi işlememeye o şekilde söz verip ancak boşanma ile ilgili söz söylemese o işi işlemekle karısı boş düşmez.[1102]
Orf ehlinden olan Zeyd falan işi işlememeye şart olmak üzere Amr'ın eline:
"At" diye üç taş verir, Amr da boşamaya dair söz söylemiyerek o taşlan alıp atsa sonra o işi işlese karısı boş olmaz.[1103]
Birkaç kimse bir yerde iken içlerinden birisi "Her kim şöyle söyler veya işlerse karısı boş olsun." deyip, sonra o sözü söyler veya o işi kendisi işlerse onun kansı boş olur. Çünkü "her kim" lâfzı onu da kapsamına aldığı halde o kimse kendisini istisna etmemiştir.[1104] Diğerleri o şartı söylemediği ve caiz görmediği için onlara bir şey gerekmez. Zeyd, Amr'a:
"Falan işi işlersen kann boş olsun mu? Dediği zaman, Amr susup bir şey söylemese sonra o işi işlese karısı boş olmaz.[1105]
"Dediğim olsun mu?" demek, "Karın boş olsun mu?" diye bilinen memleket halkından olan Zeyd Amr'a:
"Falan işi işlersen dediğim olsun mu?" dediği zaman Amr da: Olsun deyip sonra Amr o işi işlese boşama manasını kasdetmedikçe karısı boş olmaz.[1106]
Küllemâ, "her ne zaman manası üzerime olsun" demek "Karım boş olsun" manasında kullanılan bir memleket halkından olan Zeyd: "Eğer Amr ile bir daha konuşursam "her ne zaman" manası üzerine olsun" der ve Amr ile konuşursa karısı boş olur.[1107]
Ancak "küllemâ = her ne zaman" manası Arapça'da olduğu gibi ikinci nikâha ve diğer evliliğe tesir etmez.[1108]
Zina etmemeye şart edenin karısı, mut'a (geçici nikâh) ve cinsî münasebette bulunularak boş olur.[1109]
Zeyd Amr'ı dövmek istediği zaman Amr:
"Ben kendimi sana dövdürmem, eğer dövdürürsem karım boş olsun" dedikten sonra Zeyd'i dövme işinden sözle yasaklayıp gerçekten yasaklamaya gücü varken yasaklamamakla Zeyd Amr'ı dövecek olsa Amr'ın karısı boş olur. [1110]
Cinsî münasebette bulunmamaya dair yemin (îlâ) konusunda da şarta dair bazı meseleler anlatılmıştır.[1111]
Bu, şartlı boşamanın bir çeşididir ki nikâha sahip olmayı kadının kabulüne bağlı olarak yok etmektir.[1112]
Muhalea'nm rüknü, sebebi, şartı, sıfatı, hükmü vardır.
Rüknü: İcab [1113] ve kabul'dür.[1114] (Hükmünün açıklanmasından sonraki ifadeleri okuyunuz).
Sebebi: Karı-koca arasında olan anlaşmazlık ve geçimsizliktir. Muhalea, geçimsizliğin neticesidir.
Kan koca arasında arzulanan iyi geçinmenin zıddına "nüşûz" denir.
Kadının nüşûzu: Kocasına isyan etmesi ve onunla uyuşamamasıdır.
Erkeğin nüşûzu: Karısına bakmayıp ona eziyet ve cefa etmesidir.
Boşamasını mal almaya veyahut zimmet ve sorumluluğunu mehir borcundan temize çıkartmaya bağlamak mertlik ve insana yakışır bir hal değildir.
Geçimsizlik (nüşûz), kocada olduğu zaman kadından bir şey almak tahrimen mekruh olur, eğer kadında olursa kocanın aldığı kendi verdiğinden daha çok olmamak üzere mekruh değildir. Kendi verdiğinden daha fazlasını almak tenzihen mekruhdur. Geçimsizlik iki taraflı olursa mal almak mubahtır.[1115]
Şartı: Nikâhın sahih olmasıyle birlikte, kocanın boşamaya ehliyeti,[1116] kadının da ona konu olmasıdır.[1117] Ayrıca akıllı, muhalea'nm manasını bilen ve bedelini vermeye itaatkâr olması da gereklidir.
Sıfatı: Anlatılan şekil üzere ihtiyaç zamanında sakıncasız olması, koca tarafından yemin (yani boşamayı kadının kabulüne bağlama) ve kadın tarafından da bu muamelenin bir mübadele ve trampa olarak kabul edilmesidir.
Hükmü: Bâin boşamanın gerçekleşmesi ve o nikâhla ilgili hakların düşmesidir.
Şartlı boşama genel olarak ric'î (dönüşlü) boşama iken bundan meydana gelen boşama ise bâin boşamadır, üç defa boşamış gibi olur.
Muhalea, koca tarafından boşama ile yemin, diğer bir deyişle boşamayı kadının kabulüne bağlamak olduğundan icab sahibi kendisi olduğu zaman kadının kabulünden önce ondan dönemediği gibi, onu iptal edip kadının da kabulünü engelleyemez. Bu şart kocanın meclisine özel olmayıp kadının kabulünden önce kocanın o meclisten kalkmasıyle onun şartı hükümsüz ve boşa gitmiş olmaz.
Koca muhalea'sını bir şarta bağlayabildiği gibi bir vakitle de ilişkili kılabilir. Meselâ: "Falan yere gidersen yahut yarından veya aybaşından itibaren seninle muhalea yapacağım" diyebilir. Oraya gittikten ve belirlenen vakit geldikten sonra kabul kadına ait olur. Ondan önceki kabule itibar edilmez.
Muhalea, kadın tarafından mübadele ve trampa yani kendine bir bedel karşılığında, bir şeyi mülk verme demek olduğundan îcab onun tarafından gerçekleştiği zaman kocanın kabulünden önce, o mübadele ve trampadan vaz geçebilir. Kocanın icabı durumunda kadının kabulü meclise özel olup, kabulden önce meclisten kalkmasıyle muhalea boş ve hükümsüz olduğu gibi kadının icabında kocanın kabulden Önce meclisten kalkmasıyle de muhalea hükümsüz olur.[1118]
Muhalea işi; "muhalea" ve ondan türetilmiş lâfızlarla olduğu gibi, bu kelimenin kökü olan "ha"sı ötreli "hul" ile mübare (birbirinden aynlma) bey (satmak), şıra (satın alma) lafızlarıyle de olur.[1119]
Muhalea gerçi genel olarak bedel karşılığı olan boşanma manasındadır. Hatta muhalea'yı diğerine emir ve onun o konuda vekil tayin eden kimsenin memuru bedelsiz yerine getirirse sahih ve geçerli değildir.[1120] Fakat, mal üzerine olan boşanmadan da ibaret değildir. Muhalea'nm mal ile olanı olduğu gibi, olmayanı da vardır.
Her halükârda geçmişte takdir edilmiş mehir ve nafaka gibi karı kocalık haklarını düşürmesi dolayısıyle bedelsiz olması mümkün değildir.
Kocanın karısına "Benden bütünüyle aldığın mehr-i mu'acceli geri vermek veyahut düğün masrafını ödemek ve karı kocalık haklarından bir şey istememek şartıyla boş ol" demesi muhalea olduğu gibi "Birimizden bir şey istememek şartıyla benden boş ol" demesi de muhalea'dır. Kadının derhal kabul etmesiyle bir bâin boşama gerçekleşmiş olur ve karı kocalık hakları da düşer.
Aynı şekilde kadın
"Ben senden bir şey istemem, beni boşa" veya
"Kendimi senden mehrim ve nafakam mukabilinde satın aldım, beni boşa" deyip, koca da kabul edip boşasa muhalea meydana gelir ve karı kocalık hakları düşer.
Mal üzerine yapılan şart böyle değildir. Meselâ: Koca boşanmasını isteyen kadına:
"Bana binkuruş verirsen benden boş ol" dediği zaman boşamayı malı ödemeye bağlamış olmakla kadın parayı verdiği zaman bir bâin boşama meydana gelir. Burada kadının kabulüne bağlı kalınmadığı gibi kadının mehir ve nafaka istemek hakkı da düşmüş olmaz. Muhalea'da ise boşanmanın gerçekleşmesi kadının o anda kabul etmesine dayalıdır. .
Bir de muhalea karı koca haklarını düşürmeyi ihtiva ettiği için onda mehir istemeye ve takdir edilmiş geçmiş nafakası varsa, kadın için onu istemeye imkân yoktur. Birbirinden ayrılma durumunda mehir bakımından kocanın kadına geçmiş hakkı varsa o da onu isteyemez.
İddet ve çocuk nafakası muhalea zamanında açıklanmadığı müddetçe düşmüş olmaz. Hatta evde oturma hakkı açıklansa da, düşmüş olmaz. Çünkü bu bir şer'î haktır. Zira bu hususta Kur'an-ı Kerim'de: "Boşanan kadınları, gücünüzün yettiği kadar oturduğunuz evin bir kısmında oturtun. Evleri başlarına dar etmek için kendilerine zarar vermeyin"[1121] buyrulmuştur.[1122]
Ödenmeyen ve temize çıkarılmayan diğer haklar düşmediği gibi muhaleanın gerçekleştiği nikâhla ilgili olmayan kan koca haklan da düşmez.
Meselâ: Evvelce bâin boşama ile boşayıp daha sonra yeni bir mehirle nikahladığı kadını, ikinci nikâhta mehri üzerine kendisiyle muhalea ederse koca ilk mehirden değil, ancak ikinci mehirden beri olur, kurtulur.
Mehr-i müsemma'si (akidde belirlenen mehri) olmayan, cinsî münasebette bulunulmamış nikâhlı kadın hakkında mut'a[1123] dahi mehir gibidir ki muhaleamn gerçekleştiği nikâhta düşer, onun dışında ise düşmez.[1124]
Muhalea'da açıklandığı takdirde iddet nafakası da düşmüş olacağından kocasıyle kendi mehiri ve iddet nafakası üzerine muhalea'da bulunan hamile kadın doğum yapıncaya kadar bir şey isteyemez. Doğumdan sonra çocuğun bakılması müddetince[1125] çocuğun nafakası düşmeyeceği gibi, muhalea yapıldığında kadın hamile olmadığı zannedilerek iddetinin aybaşı haliyle takdir edilmesi inancına dayanılarak iddet nafakası üzerine muhalea yapılıp, hamilelik meydana çıktığı zaman, doğum yapıncaya kadar olan iddet nafakası da düşmez.
Müddet belirlenmek şartıyle çocuğun nafakası üzerine muhalea da sahihtir. Bundan dolayı hamile olan kadın kocasından kendi mehir ve nafakası ve bir de çocuğun nafakası üzerine muhalea yapıp doğuracağı çocuğu yedi senenin bitimine kadar kendi malından yedirip giydireceğini belirtse darda kalmadıkça o süre içinde çocuğun babasından bir şey istemeye haklı olamaz. Aynı zamanda muhalea kadın için bir mübadele ve trampa demek olduğundan, belirtilen süreden daha az bir zaman içinde çocuk ölürse onun geriye kalan nafakasından babası yani kendisiyle muhalea yaptığı kocası kendisine bile dönebilir. Nitekim kadının dardu kalıp çocuğu yedirip giydiremeyecek durumda olması, çocuğun da malı bulunmaması halinde babasına dönmeye haklı olur.[1126]
Muhalea ha, lam, ayn maddelerine özel olmadığından karısının boşanma istemesi üzerine:
"Beni ibra edersen boş ol" diyen kimsenin karısı
"Seni çocuğumdan ibra ettim" demekle bâin boşama ile boş olup kocanın zimmet ve sorumluluğunu karı kocalıkla ilgili haklardan ibra etmiş olur. Ancak bu ibra ve temize çıkarma kadının diğer haklarıyle ilgili davasına ve meselâ:
"Benim bir samur kürkümü gasbetmiştin onu isterim" demesine engel olmaz.[1127]
Muhalea baskı ve zorlama ile olduğu zaman: Baskı kadının mal vermesi veya kocasının sorumluluğunu mehirden ibra etmesi için gerçekleşmiş ise baskı, boşanmaya engel olmadığından boşanma meydana gelir ise de malın gerekmesi ve ibranın sahih olması rızaya dayalı olduğundan kadına mal vermek veya ibra etmek gerekmez.
Küçük kızın muhalea'sı da böyledir ki, boşanma malsız olarak gerçekleşir. Tasarruflarına engel olunan kız da böyledir.
Eğer baskı, kocanın muhalea yapması veya mal üzerine boşamayı gerçekleştirmesi için meydana gelmiş ise, hem boşanma gerçekleşir ve hem de mal verilmesi gerekir. Çünkü kadın onu kendisine ait olacak ayrılık karşılığında isteyerek gerekli görmüştür. İbra da böyledir.
Muhalea'da hükümsüz kılınma durumu olmadığından onun bedeli kadının elinde yok olur veya onun sahibi ortaya çıkarsa ya benzerini veya kıymetini kadının ödemesi gerekir.[1128]
Mehir olması caiz olan şeyin muhalea veya boşanma bedeli olması da caizdir.[1129]
Muhalea ve boşanma bedelinin acele verilmesi sahih olduğu gibi yakın veya uzak bir süreye ertelenmesi de sahihtir. Boşanma veya onun kinayeli lâfızlarından olan ha, lam, ayn hür kişi ve içki gibi mal veya kıymet ifade etmeyen şey karşılığında olursa bedelsiz (meccanen) bir ric'î veya bâin boşama meydana gelir.[1130]
Beyin'de olmayan hastalık tasarrufa engel olmadığından kadının ölüm hastalığında da muhalea'sı sahihdir. Ve ancak mal üzerine muhalea olunduğu zaman bağış demek olduğu için onun bedeli malının üçte birinden itibar edilir.
Kadın iddet içinde vefat edecek olsa, kocasının miras hissesinden ve muhalea bedelinden ve malının üçte birinden hangisi daha az ise, o verilir.[1131]
Kadın o hastalıktan kurtulursa kocasına belirlenen bedelin tamamı verilir. Çünkü her ikisi de onun üzerinde rızalaşmışlardır.[1132]
Fuzûlî (asil veya vekil yetkisi olmayan) kişinin hükmünde, sözlü ve yazılı izin vermelerde boşama da nikâh gibidir: Fuzûlî kişinin sözüyle gerçekleşen nikâh, izine bağlı olduğu gibi, yine onun sözüyle gerçekleştirilen boşama da izine dayalı olup koca izin verirse gerçekleşir, vermezse gerçekleşmez.[1133]
İzne dayalı olmak da şarta bağlı olmama gibidir. Fuzûlî kişinin şartsız boşamasında boşama, kocanın izin verdiği zaman gerçekleştiği gibi, şartlı boşamasında da izin vermesinden sonra şartın meydana geldiği zaman gerçekleşir.
"Boşama, bacağı tutanın elindedir" hükmünce boşama hakkı sadece mükellef olan kocanındır. Bir kadının kocası sahipli bir köle bile olsa onu o boşamadıkça ve efendisi Fuzûlî kişi olarak onu boşadığı zaman onun boşamasına köle izin vermedikçe kadın boş olmaz.[1134]
Bilindiği üzere, boşamada vekil tutmak da cereyan eder ve onun gerçekleştirdiği boşama da yerine gelmiş olur.
"Fuzûlî" nikâh bölümünde tanımı yapıldığı üzere vekil değildir. Kendi karısını boşayamıyan bunak, başkasının karısını boşamaya vekil olabilir.[1135]
Hastalık beyinde (dimağda) olmadıkça, sözlü tasarruflara engel olmadığından[1136] hastanın boşaması gerçekleşir.
Malında kendi hakkı olan yani her ikisi de hür ve aynı dinde bulunan, birbirine mirasçı olabilen karı kocadan hasta olan koca ölüm hastalığında[1137] bile karışma verdiği ric'î boşama, sıhhatli iken verdiği ric'î boşamaya eşit olur.[1138] Öldükten sonra iddet devam ettikçe mirasa engel olmadığı gibi[1139] kocanın ölüm hastalığında kadının istek ve rızası olmayarak düşürdüğü bâin boşama dahi iddet devam ettiği sürece[1140] mirasa engel değildir.
Gerçi bâin boşama -hükmünde açıklandığı gibi- karı kocanın mirasına engeldir. Ancak ölüm hastalığında verilen boşamanın ric'î olması yeterliyken, onun bâin olarak gerçekleştirilmesi kadını mirastan mahrum etmek maksadına dayandırılarak o koca "fârr = kaçak" diye isimlendirilir. Ayrıca iddeti devam eden yani henüz iddeti bitmemiş olan boşadığı hanım ona mirasçı kılınır. Koca bâin boşamayı gerçekleştirmekle, kendi hakkını kendisi düşürmüş olacağından o süre zarfında ondan önce karısının vefatı durumunda ona varis olamaz.
Eğer kadın, kendisinin emir ve isteği, bedelli veya bedelsiz nikâhın kalkmasını istemesi (muhalea'sı) yahut boşamanın bir başkasına havale edilmesi (tefvîz) durumunda kendi tercihi ile bâin olarak boşanmış ise iptal hakkına kendisi çalışmış olduğu için mirasçı kılammaz.
Kadın ölüm hastalığında erginlik ve azat olnia muhayyerliğiyle kendisini tercih etmek veya kocasının oğlunu öpmek veya onun meşru olmayan arzusuna itaat gibi günah işlemek suretiyle ayrılık sebebine teşebbüs etmiş olur ise o da ayrılmakla "fârre = kaçak kadın" kabul edilir. Ve iddetinin bitiminden önce vefat ettiği zaman kocası ona mirasçı olur.[1141]
İstisna kendi edatıyle kurulduğu gibi bir işi Allah (c.c.)'m iradesine bağlayarak örf ile de olur ki "İnşaalîah" söylemeye de îslâm hukukçuları (Fuka-ha)'nagöre "istisna" denir.[1142]
Bu istisna, kalbî yani niyetle ilgili işlerde başarıyı isteme manasında ise de, söz ile ilgili işlerde hükmü iptal gibi olur gerek ibadet olsun ve gerekse boşanma, nikâh ve ikrar gibi[1143] karşılıklı İlişki olsun.
Yeminine "inşaallah" kaydını bitiştirip ilâve eden kimse yemin etmiş olmadığı gîbi[1144] kansına: "Sen boşsun" yahut: "Ben seni boşadım" diyen kimse de açıktan ve birleştirerek: "İnşaallah" derse boşama gerçekleşmiş olmaz. Bunda kasıt ve manayı bilmek şart değildir.[1145]
"Açıktan" kaydı, kazaen duyulmuş olmak içindir.[1146]
"Birleştirerek" kaydı, hükmü ifade eden cümle söylendikten sonra istisna geri dönüş demek olup bunda ise geriye dönüş sahih olmadığını belirtmek içindir.[1147] Teneffüs ve öksürmek için olan inkıta' hükmen bitişme demek olduğundan engel sayılmız.[1148]
Eşek ve duvar gibi irade sahibi olmayan veyahut insan, cin, melek gibi iradelerinden haberdar olunamıyanlann iradelerine bağlı kalma da "inşaallah" demek gibidir.
İradeyi ortak yapmak yoluyle "inşaallah ve şâe fülânun = Allah (c.c.) ve falanca dilerse" demekle de filan dilese de bir şey gerçekleşmez.[1149]
"Baban olmasa veya güzelliğin olmasa veya ben seni sever olmasam sen boşsun" demekle de boşanma gerçekleşmez.
Karısını üç defa boşayıp birini istisna edip çıkardıkta meselâ: "Biri müstesna olmak üzere sen üç boşama İle boşsun" demekle iki, "ikisi müstesna oimak üzere..." demekle bir boşama gerçekleşmiş olur. "Üç boşama müstesna olmak üzere..." diyerek hepsi istisna edildiği takdirde tümden istisna hükümsüz olduğu için üç boşanma gerçekleşmiş olur.[1150]
Yemin etmek manasında kullanılan îlâ, fıkıh ilminde; kadına yaklaşmamak üzere yemin etmek demektir. Bunun da sebebi, şartı, rüknü, hükmü vardır. Aşağıdaki ifadelerden anlaşılacaktır.
Bu konuda asıl delil; "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır"[1151] ayet-i kerimesidir.[1152]
Cahiliyye devri Arapları, kadın haklarında reva gördükleri tahakküm cümlesinden olarak kızdıkları karılarına senelerce darılıp onlarla cinsel ilişkide bulunmazlar ve bulunmayacaklarına yemin ederlerdi.[1153]
Kadınlar bundan zarar gördükleri ve kalpleri kırıldıkları için İslâm şeriatı onları himaye etmek için bu yemine bir sınır belirlemiş ve o sınırın aşılmasını da boşama kabul etmiştir. Şöyle ki:
Karısına yaklaşmamak üzere yemin eden kimse karısı hür ise dört, hür değilse iki aydan fazla işi uzatmamak gereklidir. Bu süre zarfında yemininde sebat ederek bu süre cinsî münasebette bulunmaksızın geçerse bir bâin boşama meydana gelir.
İlâ yapan kocaya, müftî kalıbında "mûlî" denir ki karısına yaklaşmaktan kendini kesin yasaklamakla menetmiş kimse demektir[1154] ilâ olunan kadına da "mûlâ minha" denilir.
Bu menetme, Allah (c.c.)'ya yeminle olduğu gibi boşama veya azat etme ile yapılan yeminle adak, hac veya azat etme (ıtak) gibi kişi için külfet ve zahmet olan şeye cinsel yaklaşmayı bağlamak ile de olur.
İlâ yapan kocanın îlâ'da sebat etmesi mümkün olduğu gibi sebat ve ısrar etmeyip ondan dönmesi de mümkündür.
Bu konudaki dönüşe belirtilen ayet-i kerimedeki "fein fâû" sözünden alınarak "Fey’” denilir.[1155]
Sebat durumunda anlatılan şekil üzere bir bâin boşama gerçekleşerek orada karı kocalık kalmaz kabul edilir.
Fey’ (îlâdan dönüş) durumunda ya kefaret veya ceza lâzım gelerek[1156] karı kocalıkta bir boşluk meydana gelmemiş olur.
Sebat durumunda yemin, îlâ'dan dönüş (fey') durumunda da îlâ düşer[1157]. .
Kefaret: Yemin kefaretidir ki onu[1158] fakiri kefaret niyetiyle doyurmak[1159] veya giydirmek veya köle azat etmektir. Bunlardan âciz olanın[1160] üç gün peşpeşe oruç tutmasıdır.[1161]
Ceza: Şart kılınan şey her ne ise onun gerçekleşmesi ve gerekmesidir. Boşama, azat etme, yüz rekat namaz gibi[1162] İşte îlâ'nın hükmü budur.
İlâ'nın şartı: Kocanın boşamaya ehil[1163] ve kadının da ona konu (mahal) olabilmesidir.
Çocuğun ve delinin îlâsı sahih değildir. Köleninki ise sahihtir. Çünkü köle, boşamaya ve mal olmayan şey ile kefarete ehildir.
Kadının boşamaya mahal olması nikâhlı veya o manâda olmasıyladır.
Yabancı olan kadına -evlenmesine bağlı kılınmadıkça-[1164] îlâ gerçekleşmediği gibi ocahk cariye hakkında[1165] da îlâ gerçekleşmez.
Süresinden eksik olmamak da îlâ'da şarttır[1166] îlâ'mn sebebi: Eşler arasında kavga ve geçimsizliğin olmasıdır.
İlâ'nın rüknü: Kadınla cinsel ilişkide bulunmamaya veyahut yaklaşmayı, zahmet ve meşakkati gerektirecek bir duruma bağlamaktır.
Yeminsiz îlâ olmadığı gibi, iki rekat namaz gibi zahmeti gerektirmeyen[1167] şeye cinsî münasebeti bağlamak da îlâ değildir.
Süresinden önce olan bir zaman için yapılan yemin veya şart da îlâ değildir.
îlâ'mn müddeti: Hür olan kadın hakkında peşpeşe dört, hür olmayan hakkında da iki kameri ay veya günüdür. Hava açık olursa hilâle, olmazsa güne itibar edilir.
Belirtilen süreden daha azı âdi bir yemindir ki bozulmasından dolayı kefaret gerekirse de müddetinin cinsel ilişki bulunmaksızın geçmesinden dolayı boşanma meydana gelmez.[1168]
Hür olan karısına
"Sana doksan gün yaklaşmayacağım" diye yemin eden kimse yemininde sebat etmekle karısı kendinden bâin olarak boş olduğu gibi:
"Bundan böyle sana yaklaşmayayım, melekler, yer ve gök şahit olsun, eğer edersem mahremim (yakınım) ile zina etmiş olayım" demekle îlâ gerçekleşmiş olmaz. Böylece yaklaşmayarak dört ay geçecek olursa kadın bâin olarak boş olmaz. Yaklaşmış ise kefaret de gerekmez. Çünkü yemin değildir.[1169]
İlâ'da kullanılan söz açık ve kapalı olabildiği gibi[1170] müddet de açık ve kapalı olabilir. Helâli haram kılmak yemin olduğuna göre karısına: "Sen bana haramsın" veya "Sen bana haram ol" diyen kimse haram kılmayı kastederse îlâ yapmış olur. îlâ yapmak istememiş olursa karısını bâin olarak boşamış olur.[1171]
Çocuğun sütten kesilmesine dört aydan eksik zaman olmayan kadına'ko-canm: "Çocuğu sütten kesinceye kadar yemin olsun ki sana yaklaşmam" demesi süresi kapalı olan bir îlâ'dır.
İlâ, sürekli de olabilir. "Vallahi ben sana ebediyyen yaklaşmam" demek gibi.[1172]
Bunda kadının kendisine hitab edilirken aybaşlı olmaması şarttır.[1173]
Geçici îlâ: Dönüş gerçekleşmediği zaman bir defa bâin boşama ile nihayet bulursa da "sürekli îlâ" onunla nihayet bulmayıp ikinci ve üçüncü nikâha dahi sirayet eder. Şöyle ki:
Karısına:
"Sana ebediyyen yaklaşmam" diyen kimse yemininde sebat ederek aradan cinsî münasebet bulunmaksızın dört ay geçmekle karısı kendisinden bâin olarak boş düştüğü gibi ikinci ve üçüncü nikâhlarda da evlenme vaktinden itibaren cinsel ilişki bulunmaksızın dörder ay geçerse birer bâin boşama daha meydana gelmiş olur.[1174]
Kadının diğer kocadan sonra dönüşü takdirinde îlâ kalmayıp ancak yemin bozulması hakkındaki devamından dolayı cinsî münasebette bulunmaya karşılık kefaret gerekir.[1175]
İlâ'dan dönmek cinsî ilişkide bulunmakla olur.[1176] Ancak kendinde veya kadında olan bir engelden dolayı cinsî münasebet meydana gelememiş olursa bu, dönmeye engel değildir. Bu durumda koca:
"Ben sana döndüm" veya
"Ben îlâ'mı iptal ettim, sözümü geri aldım" demek gibi sözlü dönüş yapar. Engelin ortadan kalkmasıyle de gerçekten dönmesi gerekir.[1177]
Gerek îlâ ve gerekse îlâ'dan dönüş rızaya dayalı olmayıp baskı ve zorlama ile de sahih olan işlerdendir.[1178]
Birden fazla hanımı olan kimsenin bütün hanımları hakkındaki yemini tek bir kefaret ile düşer. Çünkü kefaret, Allah (c.c.)'ın mübarek ismine olan hürmeti parçaladığı için gerekli olmuştur. Bu da birden fazla değildir.[1179]
Yeminin tanımından önce eş-anlamiı olanlarını bilmeliyiz ki, yeminin lâfzından türetim olmadığı için onlara ihtiyaç vardır: "Kasem" ve "halif" yeminle eş-anlamlıdır.
Yemin anlamında kullanılan "kasem" kelimesi ayet-i kerimede: "Lâ uksimu[1181]= yemin ederim ki..." şeklinde kullanılmıştır.
"Halif fiili de geçişli olduğu zaman" "tahlif, ihlâf ve istihlâf" şekillerinde kullanılır.
"Yemin" şarta bağlamayı da içine almak üzere[1182] şöyle tanımlanır: "Haberin iki tarafından birini yemin edilen şeyle kuvvetlendirmektir".[1183]
"Yemin edilen (Muksemum bih)" Cenab-ı Hakk'ın zat veya sıfatıdır. Allah ile yapılmayan yemine göre cezanın (neticenin) şarta bağlanmasıdır.
Yemin edene "hâlif' edilen hususa da "mahlûfun aleyh" denildiği gibi "muksemun bih" de denir.
Yemin Çeşitleri
Yemin üç çeşittir. Bunlar:
a) Gamûs yemin (Yemin-i gamûs).
b) Lağv yemin (Yemin-i lağv),
c) Mün'akid yemin (Yemin-i mün'akid).
a) Gamûs yemin: Buna "fâcir veya yalan, sapkınlık yemini" denildiği gibi "sabır gösterenin yemini" de denir. Gamûs kelime anlamı itibariyle batıran demektir. Çünkü bu yemini eden kimseyi günaha batırır. Sabır yemini denilmesi ise, bu yemini edenin yasaklan işlemede çok İsrar etmesi ve karşı-lığındaki çetin azaba bir bakıma sabır gösterir gibi olmasından dolayıdır. Yani ğamûs yemini, yalan yere edilen yemin olup kebair = büyük günahlardandır.
b) Lağv yemini: Bir zandan dolayı vakaya aykırı olarak edilen yemindir. Meselâ, falan kimseye olan borcumu verdim, onun benden alacağı yoktur, gerçeğe uygun ise doğru bir yemindir. Gerçeğe uymuyorsa, yemin eden bunu bilerek ediyorsa buna gamûs yemini, ama bilmeden ettiyse buna da lağv yemini denir.
Bu arada şunu da bilmek lazım ki, lağv yemini ancak Allah adına yapılır. Geçen bir işle ilgili olmak üzere, gerçeğe aykırı bir şekilde boşama veya köle azat etmekle yemin edilirse, boşanma ve azat etme durumları meydana gelir. Lağv yemin'inden dolayı dünyevî bir ceza olmak üzere kefaret gerekmediği gibi, ahirette de bir cezanın olmaması umulur.
c) Mün'akid yemin: Bir işi yapıp yapmama konusundaki kararı kuvvetlendirmek için edilen yemindir. Özellikle kadınlar hakkında edildiği görülür. Yemin kefareti de, yalnız bu çeşit yemine aittir. Diğer iki çeşit yeminin kefareti yoktur. Gamûs yemininde tevbe edilmeli ve Yüce Allah'tan af dilenmelidir. Nitekim bir ayette: "Yalan söz ve yeminleriyle, haksız bir şekilde dünyalık elde etmeye çalışanlar için ahirette hiç bir nasib yoktur" buyurulmuştur. Hadiste de: "Şu üç şey büyük günahlardandır: Gamûs yemini yani bile bile yalan yere yemin etmek, anne babaya asi olmak ve savaş alanından kaçmak" buyurulmuştur. Diğer bir hadiste ise sayılan kebair günahlara Allah'a şirk koşma ve bir kimseyi haksız olarak öldürme de ilave edilerek, büyük günahlar beş tane olarak zikredilmiştir. Yine bir ayette Yüce Allah: "Yeminlerinizi koruyunuz, yalan yere yemin etmeyiniz " buyurmuştur.
Mün'akid yeminden dolayı kefaretin gerekli olabilmesi için, üzerine yemin edilen işte bir iyilik bulunması, yemini bozmanın mümkün olması, yemin edenin akıllı, erginlik çağma ulaşmış ve Müslüman olması şarttır.
Yeminin gereğini yerine getirmeye "birr" ve yerine getirmeyip onu bozmaya da "hins" isimleri verilir. Yemininde durana "bârr" ve bozana da "hânis" denir.
Delinin ve mümeyyiz olsa bile çocuğun yemini sahih olmaz.
Müslüman olmayanın da yeminine itibar edilmez. Çünkü yemin, Allah adına yapılır. Müslüman olmayan bir kimseden ise O'nun adına bir şey yapmak beklenmez.
Daha sonra Müslüman olan bir kimsenin Müslüman olmadan önceki yemini Müslüman olduktan sonra bozmasıyle bir kefaret gerekmez.
Yemin, irtidat ile geçersiz olur. Daha sonra tekrar Müslüman olsa bile yemin hükmü ona geçerli olmaz.[1184]
Yeminin hükmü ise, ona uymamada yani onda yalancı olmada kefaretin gerekli olmasıdır.
Müslüman olamayanın kefaret ehliyeti de olmaz. Çünkü kefaret, bilindiği gibi aslında bir ibadettir. Onun bir ceza olmasından dolayı kefaret denmiştir. Nitekim kefaretler, usul kitaplarında ceza (ukubet) ile ibadet arasında bulunan hakkullahtan sayılmışlardır. Orucu bozmadan dolayı gerekli olan kefaret hariç, diğerlerinde ibadet olma yönleri daha ağırdır. Oruç kefareti, hatalı veya unutarak bozan kimselere gerekmediği, imsak henüz başlamamıştır veya güneş batmıştır kanaatıyla orucun açılmasında, had cezaları şüpheden dolayı düşer esasına göre, kefaret gerekmiyeceğinden dolayı onda ceza yönü üstün görülmüştür.[1185]
Müslüman olmayanların yeminlerine itibar yoktur. Bununla beraber bir ayette onlardan bahsedilerek "yeminlerini bozarlarsa" buyurulmuştur. Çünkü yeminlerinden maksat onların verdikleri sözleridir. Nitekim doğru söylemeleri ümidiyle hakim de onlara yemin ettirir.[1186]
Yemin etmede hür olma şart değildir, köle de yemin edebilir ve yemini de sahihtir. Ancak yeminini bozması durumunda ona hemen mal ile ilgili kefaretten değil oruç kefaretinden yükümlü olur.
Yemin etmede bir baskının bulunmaması da şart değildir; nitekim baskı niteliğinden olan zor altında kalarak yemin eden kimsenin de yemini geçerlidir.
Yeminin geçerli olmasında serbestlik ve zorlamanın eşitliği arandığı gibi bozulmasında da eşitlik aranır.
Yeminlerde ciddi olmamak veya şaka yapmak baskı altında kalıp kalmamak aynı tutulmuştur.
Yeminin geçerli olması istisnalarında, yani "Allah dilerse, şöyle olursa" gibi istisnai durumlardan uzak olunması, üzerine yemin edilen işin yapılabilir olması gibi şarttır. Meselâ "Ben ölmeyeceğim" veya "Yarın güneş doğmayacak" gibi yeminler birer gamûs yemini ve bunların geçerli olmasına "Allah dilerse" gibi bir istisnanın ilave edilmesi geçersiz olmalarına sebep olur.
Mün'akid yemin, mürsel, muvakkat ve fevr olmak üzere üç kısma ay-nhr.
Mürsel münakid yemine mutlak veya kayıtsız yemin de denir. Yani bir vakit ile sınırlı olmayan müsbet veya menfi yeminlerdir.
"Şunu alırım" diye edilen yeminler müsbet mürsel yemin ve "Şunu almam" diye edilen yeminler de menfi mürsel yemin'dir.
Birincisinde yemin eden ve üzerine yemin edilen şey mevcut olmadıkça yemin bozulmaz. Yeminin bozulması onların birinin yok olmasıyla gerçekleşir. Yemin eden vefat etse, ölüm esnasında kefareti vasiyet etmesi, üzerine
yemin edilen şeyin yok olması durumunda ise, yemin edene kefaret gerekli olur. Nitekim "Şu işi işlerim" diye yemin eden kimse, onu işlememek durumunda ancak hayatının sonunda yeminini bozmuş olur.
İkincisinde onu almadıkça yeminini bozmuş olmaz. Ama alırsa o zaman yemini bozmuş olur ve kefaret lazım gelir. Yemin ikinci defa olarak ortaya çıkmaz.
Muvakkat yemin: Bir vakit ile sınırlı olan yemindir. "Bugün veya bu hafta veya bu sene şu işi yaparım." diye edilen yeminin sınırlı bulunduğu vakit geçmedikçe o kimse yeminini bozmuş olmaz. Yapmam diye edilen yemin, o süre içinde bir defa olsa bile yapılmasıyla bozulmuş olur ve kefaret de gerekir.
Fevr yemini: Bir söze cevap olmak gibi bir sebepten dolayı edilen yemindir. O halin delaletiyle sınırlı olup ondan sonrasını içine almaz. Meselâ sokağa çıkmak üzere hazırlanan veya çocuğunu dövmek üzere bir çubuk hazırlayan kadına kocası: "Eğer sokağa çikarsan" veya "Çocuğu döversen sen benden boşsun" demesi, boşama ile ilgili bir fevr yeminidir. Söylediği o boşama işi, sadece dışarı çıkma veya dövme işiyle sınırlı oîup, ondan sonraki başka dövme ve dışarı çıkmaları içine almaz. Aynı şekilde bir kimse yemekte olduğu sabah veya akşam yemeğine, yanında bulunarak yemek için çağırdığı kişinin "Ben yemem" diye ettiği yemin, o durumun delaletiyle sadece o yemeğe ait olur. Onun sözü cevap olarak söylendiği için, yemek sahibinin sözünün o yemekle sınırlı olması gibi, ona cevap olan söz de onunla sınırlı olarak "Çağırmakta olduğun şu yemeği yemem", anlamında afınır. Daha sonra gidip o kimsede yemek yemesiyle yeminini bozmuş olmaz. Ancak kıyasa göre bozulur, diyenler de vardır.[1187]
Yeminin sebebi: Yemin maksadını gerçekleştirme ve kuvvetlendirme arzusudur.
Yeminin rüknü: Onda kullanılan sözlerdir. Bunlar ilâhî isim ve sıfatları ve onlara bağlı olarak söylenenleri içine alır.
Yemin etmede kullanılan edatlar şu harflerdir: Ba, ve, te.
Bunlar yeminde mukadder bile olabilirler, yani kullanılmadıkları halde kullanılmış gibi sayılabilirler. Bunlar başına geldikleri kelimenin son harfini kesre ile okuturlar, ama böyle okunması yemin için şart değildir.
"Vallahi güzel etmiş, billahi güzel etmiş, tallahi güzel etmiş;
Allah görelim netmiş, netmişse güzel etmiş."
Yemin: Vallahi, billahi, tallahi, ve'r-Rahman, ve'l-Hakk gibi Yüce Allah'ın esma-i hüsnasından biriyle olduğu gibi, izzeti, celâli, kibriyası, azameti, kudreti vb. zatî sıfat ve rıza, gazab gibi fiilî sıfat ile de olur. Bilindiği gibi, ilâhî sıfatlar: Yüce Allah onların zıtlarıyla da mevsuf ise, fiilî, değil ise zatî sıfattır.
Bir konuda "Vallahi, billahi, tallahi" gibi çok sayıda olan yeminin kefareti de çok olur.[1188]
Yüce Allah'tan başka herhangi bir şey adına yemin etmek yasaktır. Nitekim Efendimiz: "Yemin eden Allah adına yemin etsin veya hiç etmesin" buyurdu. Yüce Allah'ın kuşluk vakti, yıldız, gece gibi şeylere yemin etmesi, O'na ait bir durumdur; O dilediğini yüceltir ve alçaltır. Ama insanlar öyle değildir. Meselâ Kabe'ye bile yemin edilemez. "Birabbi'l-Ka'be = Kabe'nin Rabbı adına" diye edilebilir.
Kur'an'dan, Peygamberimizden veya daha önceki peygamberlerden uzak olayım, onları kabul etmeyeyim gibi, edilen yeminler; imandan, İslâm'dan uzak olayım, şeklinde yapılan yeminler gibidir. Bu gibi ifadelerden mümkün olduğu kadar uzak kalmak lazımdır.
Yine "Böyle yaparsam kâfir, mecûsî veya yahudi veya hıristiyan olayım" gibi ifadeler de yemindir. Ancak o işi yemin olup küfür olmadığını bilene göre o işi yapmak kâfir olmayı gerektirmez, kefareti gerektirir. Ama bu iş kendince küfür demek ise, yani kâfir olmak için bir sebep ise, onu söylemek küfre rıza olacağından, kâfir olur.
"Kasem ederim", "Yemin ederim" veya "Şehadet ederim" demek de yemindir. Bunlara "Allah'a kasem ederim." gibi "Allah" ismini ilave etmek bile gerekli değildir, çünkü yemin sayılırlar.
"Le-emrullahi" ve "Eymullah", "Ahdullah" ve "Mîsakullah" gibi tabirler de yemin ifade ederler. Yani: "Allah'a yemin olsun ki", "Allah ile ahdim olsun ki", "Allah ile mîsakım olsun ki" demektirler.
Kayıtsız bir şekilde "Nezrim olsun" demek, helâl olan bir şeyi kendine haram etmek, "Annem helâlim olsun" gibi ebedî bir şekilde haram olanı bir-şarta bağlıyarak helâl edinmek de yemin sayılmıştır.[1189]
Buna göre kadın kocasına: "Sen bana haram ol" diye kendisini haram kılması durumunda da yemin kefareti gerekli olur.
Muksem bih denilen kendisine yemin edilen şeyler altı tanedir. Bunlar:
a) İlâhî isimler,
b) İlâhî sıfatlar,
c) İslâm'dan başka bir dine girme şeklinde yemin,
d) Yüce Allah, bir nebisi, bir semavî kitap veya İslâm'dan teberri (uzaklaşma),
e) Allah, nebiler ve melekler hakkı için,
f) Yemin ederim, nezîrim olsun gibi ifadelerdir.
Bir kimse bir ibadeti nezretmiş, yani adamış ise onu işlemek ve bunu bir zamanla kayıtlamamış ise, onu bozması halinde yemin kefareti ödemekle yükümlü olur.
Bir yemin bozulmadan önce, kefareti olmaz.
Kefaretlerden malî olanının verileceği yer fakir Müslümanlardır.
Günah işlemek üzere edilen yeminlerin bozulup kefaretinin verilmesi gereklidir, yemin bozulmasın diye haram işleyemez.
Farz emirleri yapma ve günah olan işlerden uzak durma konusunda yapılan yeminde sebat gösterme gereklidir ve vaciptir.
Bir Müslümanla konuşmıyacağım şeklinde, yapılmaması daha iyi olan bir konuda edilen yeminin bozulup kefaretinin ödenmesi daha faziletlidir.
Bunların dışında, yani bozulması gerekli veya daha iyi olmayan yeminlerde sebat edip onları bozmamak daha faziletlidir.
"Yeminler, maksatlara göre değil, onlarda kullanılan sözlere göre işlem görürler" kuralı gereğince, yeminlerde sözlere ve o sözlerin insanlar arasında kullanıldıkları anlamlarına bakılır. Meselâ bir kimse "Şu ağaçtan yemem" diye ettiği yemini, gösterilen ağaç meyva veren bir ağaç olduğunda meyvadan ve meyva veren bir ağaç değil ise: "Onun satılmasmdaki bedelinden yemeyeceğim" şeklinde anlaşılır.
Şu asmayı yemeyeceğim, diye yemin eden kimse, onun ürününden yemekle yeminini bozmuş olur. Yoksa asmanın kendisinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Yine onun sirke veya pekmezinden yemekle de yeminini bozmuş olmaz.
"Şu koyundan ve şu sığırdan yemiyeceğim" şeklinde edilen yemin, ondan elde edilebilecek yiyecek maddeleri şeklinde anlaşılacağından onun sütünden içen, kuzu ve buzağının etinden yiyen yeminini bozmuş olur.
Et yememeye yemin eden kimse balık yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Hanımına:
"Benim iznim veya bilgim olmadıkça çıkma." diyen kimse, her çıkış için izin ve bilgiyi şart kılmıştır.
Aynı kimse:
"Benim iznim oluncaya kadar." demiş olsaydı durum aynı olmazdı; çünkü burada her çıkışı için izni şart kılmamıştır.
Çıkmaya hazırlanan hanımına, çıkmaması hususunda yemin eden kimsenin bu yemini fevr yemini olup, sadece o çıkışla ilgili olmuş olur.
Hanımıyla inatlaşıp:
"Sen benimle konuşmadıkça ben seninle konuşmayacağım." diye yemin veya şart eden kimsenin hanımı:
"Ben de sen söylemeden sana söz söylemiyeceğim." diye yemin etse, bu durumda kocanın yemini yerine gelmiş olacağından hanımıyla ondan sonra konuşması yeminine dokunmaz.
Cariyesini kimseye satmamak ve bağışlamamak üzere yemin eden kimse, onun yarısını satmak ve diğer yarısını da bağışlamakla yeminini bozmuş olmaz.
Bir kimse akan bir suda yıkanmakta olan hanımına:
"Sen bu sudan çıkarsan benden boş ol." demiş olsa ne yapmak gerekir? Cevap:
Kadın sudan çıkar ve bir şey de gerekmez. Çünkü kadının bulunduğu su ondan zail olduğundan üzerine yemin edilen su değildir.
Bazı fıkıh kitaplarında bu gibi meseleler için "Hiyel = Çareler" ismiyle özel bir başlık açılmıştır. Hiyel kelimesi hile kelimesinin çoğuludur. Fakat bu kelime bizim lisanımızda kullanıldığı anlamda değildir; çare anlamındadır. Bizim hile dediğimize Arapçada “hud’a” derler. "Ilile-i şer'îye" demek, "dinî çareler" demektir; yoksa yüce dinimiz her türlü hile ve samimiyetsizlikten uzaktır. Nitekim nesebin sabit olması konusunda "Nesebin sabit olması için hileye bile başvurulur", ifadesinin anlamı: "Mümkün olan dinî çareler aranır." demektir.
Mesele: Bir kimse hanımına: "Eğer sana bundan böyle yaklaşırsam sen üç talâk ile boş ol" demiç olsa, müebbed îlâ etmiş olacağından fey' ederse hanımıyla arasında büyük ayrılık meydana getirmiş olacaktır. Fey etmeyip aradan dört ay geçerse küçük ayrılık gerçekleşmiş olur.
Büyük ayrılık, küçük ayrılığın iki katının ilave edilmesiyle olabilir. Çünkü îlâ müddetsiz olmak yönünden müebbed olacağından ilk ayrılıktan sonra nikâhın yenilenmesini müteakip dört ay geçer, arada bir engel olmadığı halde hanımıyla cinsî ilişkide bulunmazsa hanımı yine bâin talâk ile (boş) olmuş olur. îkinci defa nikâh yenilenip de dört ay yine cinsî bir ilişki olmazsa, müebbed olan îlâ bu üçüncü nikâha da sirayet edeceğinden bir bâin talâk daha meydana geleceğinden aralarında büyük ayrılık meydana gelmiş olur.
Mesele: Bir kimsenin iki hanımı var iken üçüncü bir hanımla evlenmek isteyip ona:
"Eğer ben eski hanımlarıma yaklaşırsam sen benden üç talâk ile boş ol" dese, onlardan biriyle cinsi ilişkide bulunmakla, üçüncü hanımı üç talâkla boş olur. Eğer onlardan hiç biriyle cinsî ilişkide bulunmadan dört ay geçerse haklarında îlâ meydana geleceğinden eski hanım bâin olur. Üçüncü hanımı hakkında, şarta kayıtlı olan üç talâk meydana gelmez.[1190]
Zıhar, bir kimsenin hanımını annesine, kayın validesine ve sütannesi gibi kendine devamlı bir şekilde mahrem bulunan bir kadının bakılması caiz olmayan bir organına benzetmesi demektir. Mahremiyet annelik, kayınvalidelik ve kardeşlik gibi yakın akrabalık ile olur. Baldızın ve üç talâk ile boşanan kadının mahremiyeti süreli olduğundan, onların bakılması caiz olmayan her hangi bir organına, yine irtidat eden veya mecusî olan kadına benzetilmeleriyle zihar meydana gelmez. Aynı şekilde hanımını, erkek oğuna veya babasına benzetmesiyle de zıhar olmaz. Burada benzetme durumu da olmalıdır.
"Sen annemsin",
"Sen kız kardeşimsin" gibi ifadelerle zıhar sabit olmaz.
Zıhar, cahiliye döneminde boşanma sebebi sayılıyordu.
"Sen bana annmin sırtı gibisin" sözü yaygın bir şekilde kullanıldığından, bu sözdeki "zahr = sırt" kelimesinden dolayı zıhar ismiyle anılmıştır.
İslâmdan önce hem zıhar ve hem de îlâ boşanma sebebiydiler. İslâmiyet ise bu durumlan kaldırdı ve değiştirdi. Nitekim zıhar cahiliyye devrinde talâk = boşanma hükmündeydi; Müslümanlar batıl eski anlayışla ve zıharla kadın boşamaktan yasaklandılar. Zıhar edenler kefaret cezasıyla karşılaştılar.
Kuhistanî der ki: "Sen bana annemin sırtı gibisin" sözünün anlamı, sen bana annemin karnı gibi haramsın, demektir.
Meselâ bir Müslümanın, hanımını mahremi bulunan kadınlardan birinin bakılması haram olan bir organına benzeterek "Sen bana annemin arkası veya karnı gibisin" demek zıhardır.
Bu benzetmeyi yapan kocaya "müzahir" ve benzettiği hanımına da "müzaher minha" isimleri verilir.
Zıharın hükmü, şartı ve rüknü vardır.
Hükmü: Zıharla hanımının kendisine haram olmasının kefaretle ortadan kalkmasıdır.
Zihar konusunda asıl olan ayet Mücadele sûresinde olan şu ayettir: "İçinizden zıhar yaparak karılarından ayrılmaya kalkışan kimseler, bilsinler ki, o kadınlar onların anaları değillerdir; anaları ancak onları doğurmuş olanlardır. Bununla beraber onlar gerçekten çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Şüphesiz ki Allah, zıhar edeni kefaretle affeder, bağışlar." [1191]
Zıharın şartı rüknünde mündericdir, yani onun içindedir. Rüknü aşağıdaki açıklamalardan anlaşılmaktadır:
Söz konusu benzetmenin; benzetilen organ (müşebbehbih), benzeten (müşebbih), benzetilen (müşebbeh) ve teşbih edatı denilen benzetme harfi olmak üzere dört rüknü vardır.
Benzeten, kocadır. Hanımın kocasını, zıharda olduğu gibi teşbih' etmesi zıhar olmaz. Ancak bir helâli kendisine haram kıldığından yani: "Sen bana haram ol" demiş gibi olduğundan yemin kefareti gerekir, zıhar olmaz. - Zıhar eden kocanın bulûğa ermiş, akıllı ve Müslüman olması şarttır. Çocuğun, delinin, bunamışm, bayılanın ve uyuyanın talâkı itibara alındığı gibi zıhan da itibara alınır. Zimmi olan bir kimse karısını boşayabilir, ama zıhar edemez. Çünkü kefarete ehil değildir.
Sarhoşun, zorbanın, yamlarak zıhar edenin ve zıharı ifade için gerekli olan işaretleri yapan dilsizin zıharları geçerlidir.
Benzetilen hanımdır. Veya onun bütününü ifade için başı ve boynu gibi bir organıdır. Bizim dilimizde de "Başın sağ olsun" ifadesinde "Sen sağ ol" anlamı olmasına rağmen, bir kimse hanımına: "Senin başın anamın başına benzer" demesiyle zıhar etmiş olmaz. Ama: "Senin başın bana anamın başı gibidir" sözünde zıhar vardır.[1192]
Hanımın nikâhlı veya iddet bekler olması şartıyla, Hıristiyan veya Yahudi, küçük, deli veya kendisiyle henüz zifaf edilmemiş olabilir. Hatta: "Seninle evlenirsem sen bana anamın sırtı gibisin." ifadesi bile geçerlidir.
Satın alınan müdebber veya ümmü veled olsa bile, kendisiyle cinsî ilişkide bulunulan cariye hakkında zihar olmadığı gibi, yabancı bir kadın hakkında da zıhar olmaz.
Kendisine benzetilen organ vs. neseb, süt akrabalığı veya evlilik yoluyla olan yakınlık (müsaheret) sebebiyle kocanın mahremi olan bir kadının karnı, sırtı ve uyluğu gibi bakılması caiz olmayan bir organı veya bir yeridir.
Fakat saç, baş, yüz ve ayak zıhar yeri değildir. Buna göre hanımının yüzünü, annesinin veya kızının yüzüne veya yüzündeki bir ben'i annesinin veya kız kardeşinin ben'ine, elini onun eline benzetmesiyle zıhar meydana gelmez.
Bu konudaki bazı fetvalar şöyledir:
"Bir kimse hanımına:
"Senin memen annemin memesine benzer" dese, mücerret böyle demekle ona kefaret gerekli olur mu?” Cevap:
“Olmaz."[1193]
"Bir kimse hanımına:
"Başın annemin başına benzer", dese böyle demekle zıhar etmiş olur mu? “Cevap:
“Olmaz."[1194]
"Bir kimse hanımına:
"Senin elin anemin eline benzer", dese, böyle demesiyle hanımı olana haram olup kendisine zıhar kefareti gerekli olur mu?” Cevap:
“Olmaz.” [1195]
"Bir kimse küçük kızının bakılamıyacak her hangi bir organım kastederek hanımına: "Seninkine benzer", dese, böyle demesiyle ona zıhar kefareti gerekli olur mu?” Cevap:
“Olmaz.”
Benzetme edatı; benzetmeye işaret eden söz olup o da açık veya kinayeyle olur.
"Sen bana, benden, benimle beraber, bence anamın veya ananın arkası gibisin, ben sana zıhar ettim." ifadeleri açık zıhar sözleridir.
"Sen bana anam gibisin" "Sen bana anam gibi haramsın" ifadeleri ise kinayedir. Kinayeli ifadeler, talâk konusunda olduğu gibi niyete ihtiyaç duyar. Yani onlarla neyi kasdetmiştir zıhar mı, boşama mı? Bunlar maksatla belirlenen durumlardır. Ama açık ifadelerin niyete ihtiyaçları yoktur.
"Sen bana anam gibisin." demekle hanımına ikram, zıhar veya boşamayı niyet ederse niyeti sahih ve niyet ettiği şey de gerçekleşir. Bir şeye niyet etmez veya benzetme harfi (gibi) kullanmayarak:
"Sen annemsin", veya: "Sen bana annesin" derse bu ifadeler boş söz olup hürmet ve değer ifade edebilirler. Yani sen bana anam gibi muhteremsin, demiş olur. Ancak unutulmamalı ki, bir kimse hanımına, sen benim anamsın, kızım, kardeşim gibi sözlerle çağırması ve hitab etmesi zıhar olmasa bile tahrimen mekruhtur.
"Sen bana anam gibi haramsın." demekle zıhar veya talâka dair ettiği niyeti sahihtir, geçerlidir. Bu ifadede "haramsın" kaydının yer alması, onun gibi değerlisin şeklinde anlaşılmasına engeldir. Bu sözü söyleyen koca, hiç birşey niyet etmese bile, sözün kendi anlamıyla, daha sahih olan görüşe göre zıhar sabit olur. Bu İmam Muhammed'in görüşüdür; Ebû Yûsuf îlâ olur demektedir.
"Sen bana anamın sırtı gibisin." sözü bu konuda açık olduğu için onunla zıhardan başka bir şey meydana gelmez. Ama onunla zıhar, niyet olmazsa bile sabit olur.[1196]
Benzetme yoksa zıhar olamıyacağı gibi, zıhar olan benzetme de helâli harama olan benzetmedir. Onun zıttı zıhar değildir. O haîde bir kimse, kendi mahremlerinden birinin avret mahallini görüp hanımına: "Onunki seninkine benzer." demekle zihar etmiş olmaz.[1197]
Bu konuda, anlatıldığı şekilde muteber olan benzetmedir. Zıhar cahiliye anlayışında ayrılmayı gerektiren bir boşama şekli iken islâm onu, kefaret ile ortadan kalkan süreli bir hürmet sebebi olarak kabul etmiştir.
Nitekim Ahzap sûresinde: "Allah, kendilerinden zıhar yaptığınız yani annelerinize benzettiğiniz kanlarınızı analarınız kılmamıştır. Evlâtlıklarınızı da nesebden olan oğullarınız yerinde tutmamıştır."[1198] buyurularak evlâtlıkların öz oğullar gibi ve zıhar edilen kadınların da öz anneler gibi ola-mıyacağı açıklanmıştır.
Hanımına zıhar eden kimse kefaretle mükellef olup, kefareti yerine getirmedikçe, o hanımıyla cinsî ilişkide bulunması veya onu tutması, öpmesi gibi fiiller caiz olamaz. Eğer kefareti yerine getirmeden öper, tutar, cinsel ilişkide bulunursa tevbe istiğfar etmesi ve bir daha tekrarlamamak üzere kesin kararlı olması gerekir. Diğer bir kefaret gerekli olmaz.
Hanımı, kocasından zıhar kefaretini ödemesini istemede haklı olduğu gibi, kefaretini ödemeden kendisine yaklaşmasına izin vermemesinde de haklıdır. Nitekim hakim de zıhar eden kocayı gerektiğinde hapseder, cezalandırır ve kefaretini ödemesinde icbar eder.
Durum mahkemeye intikal ettirildiğinde hakim, kadının zararını gidermek için kocayı ya kefareti yerine getirmek veya onu boşamak üzere tazir edebilir. Eğer koca:
"Ben kefareti yerine getirdim" derse, bu durumda o, meşhur bir yalancı olarak bilinmiyorsa hakim onun sözünü doğru kabul eder.
Zıhar etme durumunda nikâh bozulmaz, devam eder. Zıhar sebebiyle zihar eden kişinin hanımına yaklaşmasının haramlığı, sadece kefaret yoluyle giderilebilir, başka bir yolla giderilemez. Hatta zıhar eden kimsenin hanımını kefaretten önce boşaması (bâin talâkla boşaması) zıharı ortadan kaldırmaz. Aynı kadın iddetten veya başka bir koca ile evlendikten sonra yine aynı kişi ile evlenmesi durumunda kefareti yerine getirmedikçe o kadınla cinsel ilişkide bulunması helâl olmaz, haramdır.[1199]
Koca zıharını bir vakitle sınırlandırmış ise o vaktin geçmesiyle zıhar da ortadan kalkar, yani düşer. Hanımına meselâ:
"Bir seneye kadar sen bana anamın arkası gibisin" demiş olan kimse, bir sene içinde kefareti yerine getirmeden onunla cinsel ilişkide bulunması kendisine haram olup, bir seneden sonra vaktin geçmiş olması sebebiyle kefaretin gerekli olması da ortadan kalktığından, artık hanımıyla kefaret ödemeden cima edebilir.[1200]
"Allah dilerse, sen bana anamın sırtı gibisin" gibi Allah'ın dilemesiyle kayıtlı olan zıharlar geçersizdir.
Birden çok hanımı olan bir kimse, onların hepsine birden zıhar etse, her biri için ayn ayrı kefaret gerekli olur.
Bir hanımına birden çok zıhare den kimse de, onların sayısı kadar kefaretle mükellef olur. Ancak birden sonraki zıhar ifadelerini ilk ifadeyi vurgulamak, kuvvetlendirmek için söylediğini iddia eder ve o ziharlar da aynı oturum esnasında olmuşlar ise, sözü doğru kabul edilerek bir kefaret yeterli olur.
Zıhar kefareti oruç kefareti gibidir. Kefaret niyetiyle bir köle azat etmek, onu yapamazsa iki ay peşpeşe oruç tutmak ve ona da gücü yetmezse altmış fakiri akşamlı sabahlı doyurmak veya onlardan her bir fakire bir fıtır sadakası veya onun bedeli olan parayı vermesidir. Nitekim oruç bahsinde açıklanmıştır.
Zıhar eden köle ise onun oruçtan başka bir yolla kefareti yerine getirmesi mümkün olmaz.
Köle azat etme ve oruç tutma hakkındaki ayet: "Ona, yani zıhar ettiğiniz karınıza cinsî temas vb. şeyler etmeden önce " kaydıyla sınırlı bulunduğundan ve yedirme konusundaki ayet, o kayıttan mutlak bulunduğundan, mutlak kayıtsız durumuyla ve kayıtlı olan da kayıtlı haliyle olacağından, oruç esnasında meydana gelecek cinsî ilişki veya benzeri durumlar kefaretin yeniden başlamasını gerektirir. Ama yedirme şeklinde kefaretin ödenmesi durumunda meydana gelecek cinsel ilişki, kefaretin yeniden yapılmasını gerektirmez.
Oruçlu kefaretini yerine getirmekte olan bir kimse, o esnada geceleri de hanımiyla cinsel ilişkide bulunamaz. Bulunsa veya cinsel ilişkiye götürecek söz ve davranışlarda bulunsa, hatta bunları kasten yapmasa bile oruç tutmaya yani kefarete yeniden başlar.[1201]
İslâm dininde zina, cezayı gerektiren bir haram olduğundan onun bir kimseye isnat edilmesi bile caiz değildir.
Zina isnat ve iftirasına "kazf" denir. Onun da dinî bir cezası vardır.
Zina cezasına "zina haddi" ve zina iftirası cezasına da "kazif haddi" denir.
"Zina etti" diye iftira edene "kâzif," iftira edilene "makzûf' ve isnat edilen fiile "makzûf bih" adları verilir.
Eşlerin dışındakiler hakkında zina iftirası yani kazif cezasını gerektiren isnatlar, eşler arasında Han'ı gerektirir.
Lian da ayrılış nedeni olduğundan fıkıh kitaplarında boşanma çeşitleri arasında yer alır.
Lian, "lanetleşmek" demektir. Aynı anlamda olmak üzere "telâun" ve "İlti'ân" kelimeleri de kullanılabilir. Beşincisi kocadan lanet ve kadından gazab olmak üzere lanet, yeminlerle tekid edilmiş dört şehadetten meydana gelir.
Lian'ın sebebi, rüknü ve şartı vardır.
Lian'ın sebebi: Kocanın hanımına zina iftirasında bulunmasıdır.
Lian'ın rüknü: Anlatıldığı üzere lanet etme ve yeminle kuvvetlendirilmiş şehadetlerdir.
Lian'ın ehli, şahitliğinin eda ehliyetine sahip olanlardır. Buna göre eşlerden ikisi veya birisi kazif cezasına çarptırılmış olsa veya köle, gayri müslim, dilsiz, çocuk veya deli bulunsa aralarında lian işlemi yapılmaz. Körlük, sağırlık ve fasıklık engel değildir.
Fasık, her ne kadar şahitliği kabul edilir değilse de bizce şahitlik ehliyeti vardır. Ancak itham edilmiş olduğundan dolayı çok yerde onun şahitliği kabul edilmez. Bu şahitlik ise, ithamla ilgili bir konuda olduğundan dolayı onun şahitliği reddedilmez. Buna göre fasık bir kimse ile hanımı arasında da lian cari olur. Aynı şekilde kör ile hanımı arasında, hanımı da kör olsa bile lian cari olabilir. Çünkü kör olan her ne kadar lehinde ve aleyinde şahitlik edilenleri ayıramadağından dolayı diğer konularda şahitliği kabul edilmez ise de, yine şahitlik ehliyetine sahiptir. Bu konu da, hanımını itham ettiği şahıs ile temyiz eder, ayırır, olduğu kabul edilir.
Hindiyye'de kaydedildiğine göre, şahitlikteki eksiklik sebebiyle lian işlemi düşer, yani yapılmaz. Eğer bu eksiklik koca tarafından meydana gelmiş ise ona had cezası uygulanır; hanım tarafından meydana gelir ise, ona ne had uygulanır, ne de lian muamelesi yapılır.
Lian'in şartı: Eşler arasında nikâhın sahih ve var olmasıdır. Bı konuda evliliğin hükmen varlığı da yeterlidir. Buna göre ric'î talâk ile boşanmış bir kadına ziha iftirasından dolayı Han yapılır. Fakat fasit bir nikâh ile evlenmiş olanın ve bâin talâk ile boşanmış olmanın kazfînden dolayı lian uygulanmaz. Bu şart, Han'ın eşlere ait olan şartlarındandır. Çünkü Han'ın vücub şartları bazen sadece kazfedene, bazen sadece kezfedilene ve bazen de her ikisine ait olmak üzere çeşitlidir. Sadece iftira eden yani kâzif olan kocaya ait olan şart; iddiasının doğruluğuna yeterli ispat edici delil getirememesidir. Sadece iftiraya uğrayan kadına ait olan şart; kadının iffetli olması ve kendisine isnat edilen durumu inkâr etmesidir. Her ikisine ait olan şart ise, aralarında evliliğin devamı, akıllı olmaları, bulûğa ermiş Müslüman ve hür olmaları, konuşabilir olup daha önce kazf cezasına çarptırılmamış olmalarıdır. Ayrıca kazfin İslâm ülkesinde meydana gelmiş olması da şarttır.
Lian'ın hükmü: Ayrılmadan önce de olsa lian işleminden sonra cinsel ilişki ve ona götürecek her çeşit söz ve davranışın kocaya haram olması ve eşlerin ayrılmasında hakimin hükmünün gerekli olmasıdır.
Bu konudaki dinî esas, Nûr süresindeki şu ayettir; "Karılarına zina isnad eden ve kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerin her biri, hakim huzurunda ifadede bulunarak dört defa şöyle şahitlik etmelidir: Kendisi hanımına isnat ettiği suç konusunda doğru olduğu hususunda Allah adına şahitlik etmektedir. Beşinci defa şöyle demelidir: Eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti üzerine olsun." [1202]
Müslüman, hür, akıllı, konuşabilir olan bir kimse, aynı vasıfları taşıyan zinadan ve zina ithamından iffetli ve uzak bulunan kendi hanımına İslâm ülkesinde açıktan zina isnat etmek veya: "Bu çocuk benden veya babasından değildir," diye ya kendinin veya kadının çocuktan nesebini inkar etmek durumunda, kadın hakim huzurunda hak talep eder. Bu durumda kocanın iftira ettiği sabit olur ve isnat ettiği suçu da ispat edemezse lian gerekli olur. Eşlerin her ikisine de hakim Han verdirir. Karı koca hakimin huzurunda lanetleştikten sonra hakim onların aralarını ayinr.
Dilsizin zinası sabit olamadığı gibi, kazfetmesinde de bir şey gerekmez. Çünkü hudutlar, yani had cezaları şüphenin bulunması durumunda uygulanmazlar.
Burada kadının zina ithamından uzak olmasından maksat, haram bir yolla cinsel ilişkide bulunmaması ve beraberinde babası bilinmeyen bir çocuğun olamaması demektir. Fasit bir nikâhtan sonra cinsel ilişkide bulunmak, bâin talâk ile boşandıktan sonra iddet beklerken boşayan kocasıyla cinsî münasebette bulunması gibi durumlar haram olan cinsel ilişkilerdendir. Bunlar zina ithamına vesile olan şeylerdir.
Kazfin sabit olması, ya kocanın ikrar etmesi veya iftiraya uğrayan kadının bu isnadın iftira olduğunu ispat etmesiyle olur. Bunlar olmazsa kocaya yemin verdirilmez.
Lian sebebiyle kan koca arasında meydana gelen ayrılık bir bâin talâktır. Lian işleminin yapılması da koca hakkında kazif haddi yani, cezası ve kadın hakkında da zina haddi yerine geçer.
İthama vesile olan bu gibi fiillerin yayılıp duyulması da, işlenmeleri gibi kötü olduğundan, kadın hakkında daha faziletli olan kocasının bu beyinsizliğini yaymayıp dava açmamasıdır. Kocanın bu konudaki beyinsizliği, hanımını kıskanmamasıdır. Çünkü onu boşayacaksa boşamalı ve işi mahkemeye düşürmemelidir.
Kadın mahkemeye başvurduğunda hakim ona, davasını örtmesini ve ifşa etmemesini emir ve tavsiye eder. Kadın davasında sebat edip kocanın iftirasını ikrar etmemesi ve kadının da davasını ispat edecek delili bulunmaması durumunda lian işlemi düşer, gerekmez.
Kocanın iftira ettiği, ya kendi ikrarı ile yani iftira ettiğini kabul etmesiyle veya kadının ispatiyle sabit olması duruunda Han işlemi yapılmalıdır. Fakat koca bu işlemin yapılmasından kaçınırsa lian edilinceye kadar hapsedilir. Ya Han'a razı olup kurtulur veya iftira ettiğini itiraf ederek kazif cezasını çeker.
Koca lian etmekten kaçınmaz ve lian uygulanırsa, kazif cezasından kurtulur. Bu sefer kadının lian etmesi istenir. Lian etmesine dair hakimin emrini yapmaktan kaçınırsa, hakim onu da, lian edinceye veya kocasının doğru söylediğini kabul edinceye kadar hapseder.
Kadın da lian ederse artık birbirlerine bakacak yüzleri olmadıklarından koca boşamasa bile hakim onların aralarını ayırır.
Kadının bu konuda kocasını doğrulaması durumunda lian kendisinden kalkıp, onun o tastiki ikrar etmesi demek olmadığından, doğruladığını dört defa ifade etse bile kendisine zina cezası uygulanmaz, yani recmedilmez.
Çocuğun nesebinin kabul edilmemesi yoluyla olan zina isnadını, kadının doğrulaması durumunda, neseb çocuğun hakkı olmasından dolayı kendisinden intifa etmez, son bulmaz. Nitekim nesebin iptal edilmesinde onlar tastik edilmezler.
Kocanın zina isnat etmesi kadın tarafından mahkemeye intikal ettirilip dava başladıktan sonra eşlerin her ikisi de Handan kaçınacak olsalar, dinin hükmüne boyun eğmediklerinden dolayı hakim her ikisini de hapseder.
Lian gerekli olduktan sonra bâin talâkla düşer.
"Sakıt olan geri gelmez, avdet etmez" kaidesine göre ondan sonraki evlenmelerinde lian hakkı artık geri gelmez.
Kadının zina etmesi veya irtidat etmesi veya cinsel ilişkide bulunmuş olduğunun şüpheli bulunması, kazif şahidinin ölmesi veya gaib olması sebebiyle de lian işlemi düşer, yani yapılmaz. Ama şahidin daha sonra kör olması, fasık ve mürtet olmasıyla lian işlemi durdurulmaz, uygulanır.[1203]
Lian'ın uygulanması, Kur'an ve hadislerde olan açıklamalara göre yapılır. Hakim karı kocayı mahkemeye çağırır karşı karşıya getirip ayakta durdurur. Önce kocaya lian etmesini emreder. Bunun üzerine koca dört defa:
"Allah'ı şahit tutarak söylerim ki, ben buna zina isnat etmemde doğrulardanım" der. Beşincisinde:
"Eğer ben yalancılardan isem" diye kendisine Allah'ın lanetini okur. Sonra kadı, kadına hitab ederek:
"Sen lian et, diye emredince kadın:
"Ben de Allah'ı şahit tutarak söylerim ki, bu bana zina isnat etmekte yalancılardandır", der ve bunu dört defa söyler. Beşincisinde:
"Eğer o doğrulardan ise..." diye kendisine Allah'ın gazabını okur.
Eşler bu şekilde lanetleştiklerinde hakim, kocaya ayrılmayı emreder. O da talâkla yani boşanmakla ondan ayrılır. Eğer koca aynlmaktan kaçınırsa hakim onları ayırır.
Eşler lian işlemi uygulandıktan sonra beraberce hakime başvurarak ayrılmamalarını isteseler, bu İstekleri mahkemece dinlenmez.
Kendileri ayrılmaya razı olmasalar bile hakim,
"Ben sizin aranızı ayırdım" diye ayrılmalarına hükmeder ve evlilikleri bâin talâk ile son bulmuş olur.
Koca, hanımın doğurduğu çocuğun kendisinden olmadığını dolayısıyla zina yoluyla olduğunu iddia ederse hakim, o çocuğunun nesebini babasından keserek annesine verdirir.
"Sizleri ayırdım ve doğan çocuğun nesebini senden kestim" diye kocaya söyler.
Kadı yanılarak lian kelimelerinin çoğunun söylenmesinden sonra eşlerin aralarını ayırma karannı verse geçerlidir. Ama lian kelimelerinin yarısından azı söylendikten sonra aralarında ayırma hükmünü verse bu geçersizdir.
Lian işlemi kendi nezdinde yapılan hakim, aralarında ayrılma hükmünü vermeden görevden alınır veya vefat ederse yerine gelecek hakim lian işlemini yeniden yaptırır.
Eşlerin aralarının ayrılması yalnız lian ile değil, hakimin hükmüyle olacağından, Handan sonra ve aynlmalarından önce aralarında evlilik durumu mevcut olduğundan, kocanın hanımını boşaması, îlâ ve zıhar temesi geçerlidir. Herhangi birinin vefatı sebebiyle veraset cari olur.
Ancak kocanın onunla cinsel ilişkide veya ona götürücü davranışlarda bulunması caiz olmaz. Nitekim hadis-i şerifte: "Lian edenler bir araya gelemezler" buyurulmuştur, imam Ebû Yûsufa göre, onlar lian'dan itibaren birbirlerine ebedî olarak haram olurlar. Ancak koca iddiasından vazgeçerek yalan söylediğini itiraf ederse o zaman nikâh tazelemeye de gerek kalmadan evliliklerini normal olarak sürdürebilirler.
"Bir kimse iyi, iffetli olan hanımına:
"Zina ettin." diye kazf ettiğinden kadın kocasından davacı olarak, lian için gerekli şartlar bulunduğundan lian edilse ve koca da iddiasında ısrar etse ve lian edilmesinden kaçmmasa dinin bildirdiği şekilde aralarında lian olsa, neticede hakim aralannı ayırsa kadın kocasından boş olur mu?” Cevap:
“Olur."
"Bu durumda kadının iddeti bitinceye kadar nafakası kocası üzerine gerekli olur mu?” Cevap:
“Olur."[1204]
Cinsel ilişkide erkeğin iktidarsızlığına 'anânet" denir. Çoğunlukla yaşın ilerlemesiyle ortaya çıkmakla birlikte nadir olmak üzere doğuştan da olabilir. Cinsel organın kesik olmasına "nıecbûb" adı verilir. Husyelerin çıkarılmış olmasına da "hası" ismi verilmektedir.
Birincisine akağalik, iki ve üçüncüsüne de, "cinsel organı alınmış olan" anlamında tavaşilik denir. Bu durumlar, kadına yaklaşmayı engelleyen erkek kusurlarındandır.
Kadının da cinsel organında, kendisine varmayı engelleyen bazı ur gibi durumlar olabilir ki, bunlar da kadınlar için kusur olan hallerdir. Bu gibi kadınlara ilgili kaynaklarda "karna", "retkâ" ve "afla" isimleri de verilir.
Evlilik konusunda kocaya kanunen gerekli olan hanımına bir defa olsun yaklaşmasıdır, yani cinsel ilişkide bulunmasıdır. Ondan sonra kadının bu husustan dolayı kocası hakkında dava etme ve açma hakkı yoktur. Bununla beraber kendinde bir engel bulunmayan, kocanın bu konudaki engel durumunu da nikâhtan önce bilmeyen ve nikâhtan sonra da o haline nzasi olmayan kadının muhayyerliği ve dava açma hakkı vardır. Dilerse dava ederek hakimin kararıyla kocasından ayrılabilir.
Kadının bu konudaki serbestliği zamanla sınırlı değildir. Kocasını razı olmadığı halde iktidarsız, cinsel organı kesik veya husyeleri alınmış bulup da belli bir süre dava etmeyen veya davacı olup da bir süre ara veren kadının dava etme hakkı devam eder, son bulmaz.
Kendisinde aynı şekilde kusur sayılan bir durum olan kadının bir şey demeye hakkı olmadığı gibi, her ikisi ayıpsız olarak evlenip evlilik hayatı bir süre yaşandıktan sonra kocada bir iktidarsızlık durumunun meydana gelmesiyle de, hanımının hukuken muhayyerliğe hakkı olamaz.
Kocanın iktidarsızlığını nikâhtan önce bilen veya nikâhtan sonra o durumuna razı olan kadının da muhayyerliği yani serbestliği bulunmaz.
Kendinde bir kusur bulunmayarak kocasının iktidarsızlığını da nikâh vaktinde öğrenen ve nikâhtan sonra onu işittiği zaman buna razı olmayan kadının, kocasının iktidarsız olması ve kadını kendi isteğiyle bırakmaması durumunda hür ve bulûğ çağına ulaşmış olan bu kadının hakime başvurarak boşanma davası açması mümkündür. Hür olmayan kadının muhayyerlik hakkı sahibine ait olur ve henüz bulûğ çağına ulaşmayan kızın da bulûğa kadar beklemesi istenir.
Hakim, hanımına yaklaşıp yaklaşmadığını sorar. Koca kendisinin yaklaşamadığını itiraf ederse hakim ona, davanın başladığı andan itibaren, kamerî sene hesabına göre bir yıl süre verir. Hakimden başkasının süre vermesine hatta seçtikleri hakem olsa bile itibar edilmez.
O süre içerisinde, dört mevsim boyunca o mevsim şartlarının erkeğin üzerinde yapacağı etkiler de bilfiil denenmiş olur. Bu bir yıllık müddet içerisinde bir defa olsa bile eğer hanımına yaklaşabilmiş, yani onunla cinsel ilişkide başarı sağlayabilmiş ise evlilikleri devam eder. Ama ona yaklaşamamış olup onu boşamaktan da kaçınır ve kadın da boşanma konusunda ısrar ederse hakim onları ayırır. Böylece o eşler arasında bir bâin talâkla boşanma meydana gelmiş olur.
Kadın, mehrini tam olarak alır ve iddet bekler. Aralarında miras söz konusu olmaz.
Eğer koca mahkemeye başvurulduğunda iktidarsızlığını kabul etmezse ve kadın da dul bulunursa, yemin etmek kaydıyla erkeğin sözü esas alınır.
Kocanın ona yaklaştığına dair iddiasına rağmen kadın bakire olduğunu savunursa muayene ettirilir.
Bakan veya muayene eden kadın veya iyi olmak üzere iki kadın onun dul olduğunu söylerlerse yine yemin etmesi şartıyla beraber söz erkeğindir.
Bu durumda koca yemin ederse kadının herhangi bir hakkı kalmaz. Yemin etmekten kaçınırsa, yukarda belirtildiği şekilde ona bir yıl mühlet verilir.
Bakan kadın, hanımın bakire olduğunu söylerse, yemine gerek kalmadan kadının sözüne itibar edilir.
Kadın dul bulunduğu halde bekaretinin başka bir sebeple meselâ parmağıyla izale edildiğini iddia etmesi durumunda da, yemin etmesiyle beraber kocanın sözü kabul edilir.
Davanın başlangıcındaki vazgeçmede kocaya mühlet verilir ve sonundaki vazgeçmede (nükûl) ise kadına muhayyerlik verilir, demektir.
Verilen mühlete, Ramazan ayı, kocanın hacca gittiği günler, orada bulunmadığı zamanlar ve kadının hayızlı olduğu günler mahsubdur.
Karının ve kocanın az bir süre hastalanması ve özellikle kadının hac ve orada bulunmadığı günler hesap edilmez.
Mahkeme esnasında koca küçük, hasta veya ihramlı ise, mühlet süresi onun bülûğa ulaşmasından, iyileşmesinden veya ihramlı süresinin sona ermesinden sonra başlar.
Hakimin mühlet vermesi, iktidarsız veya aynı hükümde olan husyeleri çıkarılmış kişi hakkındadır. Cinsel organı kesik olanın mühlet almasında fayda olmadığı için, kadının davacı olmasıyla hakim kocaya bir süre vermeden aralarını tek celsede ayırır.
Erkeğin yukarda geçen durumlardan herhangi birinde bulunması sebebiyle hanımından ayrılmasından yani hakimin kararıyla boşanmalarından sonra, ikinci evliliğinde onunla evlenen kadının artık muhayyerliği kalmaz.[1205]
İddet, sayı anlamında olup, kadının kocasından ayrılmasından sonra bir başkasıyla evlenmeyerek belirli bir süre beklemesidir. Büyük ayrılık olmadıkça talâktan dolayı iddet bekleyen kadının kocasına varmasına iddet engel değildir. Bu boşanma ister ric'î ve ister bâin talâkla olsun.
İddet süresini beklemeye "i'dâd" ve bekleyen kadına da "mu'tedde" denilir.
İddetin mucibi, çeşidi, rüknü ve yasağı vardır.
İddet, boşanan kadının hamile olmadığının kesin olarak bilinmesi ve kocaların itibarının gözetilmesi için konulmuştur. Bu durum özellikle kocası vefat eden kadınların uzun süre beklemelerine ait bir inceliktir.
İddetin mucibi, yani iddeti gerektiren şey cinsel ilişkinin olması, eşlerin nikâhtan sonra yalnız olarak bir arada (halvet) kalmaları veya kocanın vefat etmesidir.
Kocanın vefatında kadın, gerçekten ve hükmen kendisiyle zifaf edilmemiş olsa, vefat eden koca veya karısı veya her ikisi küçük yaşta bulunsalar bile nikâh akitlerinin sahih olması şartıyla ona iddet beklemek gerekli olduğu gibi, boşamak veya aralarının ayrılması durumunda da, kadın fasit bir nikâh ile bile nikâhlı olsa, zifafın olması veya aralarında halvetin bulunması şartıyla onun iddet beklemesi gerekli olur.
Kocanın ölümü sebebiyle doğan ayrılıktan dolayı iddetin gerekli olmasının şartı aralarındaki nikâhın sahih olmasıdır. Bununla beraber zina etmiş bir kadınla evlenmek caizdir; hatta hamile olsa bile, çocuğunu doğuruncaya kadar onunla cinsel ilişkide bulunmamak kaydıyla evlenmek yine mümkün olur.
Koca hayatta iken eşler arasındaki ayrılık ister talâk, nikâhın feshi, hakim tarafından ayırma şekillerinde olsun iddet için, kadınla zifaf veya halvet edilmiş olması şarttır.
O halde iddet şöyle tarif edilebilir: Ölüm, zifaf veya halvet ile tekit edilen nikâhın veya cariyenin dışındaki hanımın eş olmasının sona ermesi, bir de şüphe ile olan cinsel ilişki sebebiyle kadına gerekli olan bir beklemedir. Bu kadın küçük veya deli ise, onun iddetini gözetleme ve yerine getirmeyi velisi üzerine alır.
Kaynaklarda nikâh sözü nikahlanan kadınlar; fıraş (yatak) sözü sahibinden çocuğu olan cariyeler ve vat bi-şübhe = şüphe sebebiyle cinsel ilişki yanlışlıkla meydana gelen cinsel ilişkiler için kullanılır.
Mesela aynı evde evlenen iki kişiden birinin evlendiği kadın yanlışlıkla diğerinin odasına gitmiş olabilir. Bu durumda meydana gelecek cinsel ilişki yanlışlıkla ve şüphe ile meydana gelmiştir. Gerçi haramdır ve iffetli olmaya engeldir. Nitekim bundan dolayı bu durumda cinsî münasebette bulunan kimse için zina etti isnadında bulunana kazif cezası uygulanmaz. Fakat bu fiil şüphe üzerine meydana geldiğinden dolayı yapar ve yapılanlara zina cezası da tatbik etkilmez.
Ebû Hanife zamanında böyle bir olay olup ona gelinerek hükmü sorulmuştu. O şöyle cevap vermişti:
“Evlenen erkeklerden her biri nikahladığı karısını boşasın ve zifaf ettiğiyle evlensin.”[1206]
Tarabbus süresi: Kuru = hayz, aylar (eşhur), çocuk doğurma ve iki süresinin en uzun olmak üzere iddetin birçok çeşitleri vardır.
Kuru, hayız demektir. Eşhür, aylar demek olup maksat kamerî aylardır. Çocuk doğurmaya "vaz-i hami" denir. Talâk ve vefattan dolayı olaniddetle-rin en uzununa "eb'ad-i eceleyn" denir.
Kuru, yani hayız ile iddet; hayız görmekte olan, kocasından bâin veya ric'î talâk veya fesih yoluyla ayrılmış olan ve hamile bulunmayan zifafa girmiş kadın hakkında söz konusudur. Hamile kadının iddeti, ise çocuğunu doğuruncaya kadardır; zifafa girmeyen için ise iddet gerekli değildir. Bir Müslüman erkeğin nikâhında bulunan bir kadın, Hıristiyan veya Yahudi olsa bile hür ise tam üç hayız, hür değilse tam iki hayız görmedikçe bir başkasıyla evlenemez.
Bir Hıristiyan veya Yahudinin karısı hamile olmadıkça iddet beklemesi gerekli değildir.
Hür kadınların üç hayız beklemeleri; birinci hayız ile hamile olup olmadığının açıklık kazanması, ikincisiyle nikâh nimetinin üstünlüğünün ortaya çıkması ve üçüncüsüyle de hür olmanın fazileti sebebiyledir.
Boşanmanın meydana geldiği hayız, hesaplamada dahil edilmez.
Hür bir kadın anlatıldığı şekilde üçüncü ve hür olmayan bir kadın da ikinci hayzından temizlendikten sonra iddeti sona erer. Ondan sonra bir başkasıyla nikâh akdinde bulunması mümkündür.
Ricî talâk ile boşanan bir kadının, kocasının ricat hakkının bitmesi idde-tinin sona ermesi hükmündedir.
Ricî bir talâk ile iddet beklemede olan bir cariye azat edilse, iddeti artık hür kadmlannki gibi olur.
Bu konuda fıkıh kitaplarımızda yer alan bir mesele şöyledir:
“Hangi kadın kocası kendisini boşadıktan sonra dört iddet beklemek zorundadır?” Cevap:
“O küçük bir cariyedir. Hür bir kimse onu nikahladı, sonra onu boşadı. Küçük olduğundan ay hesabına göre iddet beklemesi gerekir. Cariye olduğu için de, normal iddetin yarısı olan bir buçuk ay iddet bekler. Ama iddeti sona ermek üzere iken âdet görmeye başlar. Bu durumda iddeti ay hesabına göre olur. İki hayız süresi beklemelidir. Bu arada iddet beklerken azat edilir; şimdi onun iddeti hür kadınların iddeti gibi olacaktır. Yani üç hayız süresi bekleyecektir. Bu iddetini de sona erdirirken kocası vefat ettiğinden artık ona dört ay on gün iddet beklemek gerekli olacaktır. İşte böylece dört çeşit iddet beklemiş olur.
İddet bekleyen ve bu esnada azat edilen cariye eğer kesin olarak boşanmış veya kocası vefat etmiş ise hür kadınlar gibi iddet bekler.
Hayız görmekte olan bir kadının hayzı bütünüyle kesildikten sonra iyas yaşı'na (kandan kesilme yaşına) ermedikçe, ay hesabına göre iddet bekleme-yip hayız ile iddet beklemelidir. Bu durumda onun iddeti çok uzun sürebilir.[1207]
İki çeşittir. Biri henüz bulûğ çağına ulaşmamış kız çocuğu veya hayızdan kesilen "âyîse" denilen kadınların hayza karşılık olan iddetleridir. Yaşının küçüklük veya büyüklüğünden dolayı hayız görmeyen ve yaş bakımından bulûğa ulaşmış olup da hayız görmemiş bulunan zifafa girmiş hamile olmayan kadınlar, boşandıklarında her ay bir hayız yerine geçmek üzere hür ise üç, değilse bir buçuk ay iddet bekler. İddet başlangıcı aybaşı ise ona göre, değil ise günleri tamamlamak üzere hesap edilir.
İddet esnasında hayız gören murahıka, iddetini hayızın başlangıcını esas alarak hayıza göre hesap etmeye başlar. Ancak ay hesabına göre iddeti sona erdikten sonra hayız gören kadın iddetini hayıza göre yeniden hesap etmeye başlamaz.
Hayza göre iddet beklemekte olan bir kadın, hayızlar arasındaki temizlik süresinin çok uzun sürmesi sebebiyle hayızdan kesilecek duruma yani yaşa gelse artık iddetini ay hesabıyla hesaplar.
Kocasının vefatından dolayı ayrılan hamile olmayan ve sahih nikâhlı bulunan bir kadın hür ise dört ay on gün, hür değilse iki ay beş gün iddet bekler. Fasit bir nikâhla nikâhlı bulunan bir kadının kocasının vefatından dolayı iddet beklemesi gerekli değildir.
Çocuğu olmayan cariyenin iddet beklemesi gerekli değildir. Yani, çocuğu kendinden sabit olmayan cariyesini azatlı veya azatsız olarak bir başkasına iddet beklemeden verebilir veya onu evlendirebilir.
Ümmü veled olan cariyeye, efendisinin ölümü veya azat edilmesi durumunda iddet beklemek gerekir.
Efendisi vefat veya kendisini azat etmiş olan hamile bulunmayan ümmü veledin iddeti ve şüphe ile kendisiyle cinsel ilişkide bulunulan veya fasit nikâh ile zifafa girmiş bulunan hamile olmayan kadının ölüm veya aynlma durumlarındaki iddeti de hayız gören bir kadın olduğuna göre hayız ile hayız görmüyorsa ay hesabına göre hesap edilir.
Bunlarda vefat ile talâkın eşit olması, nikâhlı hanım olmamalarındandır. Hamile olmamaları kaydı, hamile olanların çocuklarını doğurmaktan başka bir iddetlerinin bulunmamasından dolayıdır. Başkasına nikahlanmış veya iddet beklemekte olan veya sahibinin yetişmiş oğlunu şehvetle öpmesi gibi sebeplerle sahibine haram olan ümmü velede iddet yoktur.
Ümmü veledlerini, hür olan hizmetçileriyle evlendirmek isteyen birkimse bu görüşünü bazı kimseler uygun gördüğü halde Şemsü'l-Eimme hatalı bulmuştur. Çünkü o hizmetçilerden her birinin nikâhı altında birer hür kadın vardır. Onlar üzerine cariye nikâhlayamazlar. Ancak buna çare olmak üzere o kişi ben onları azat ettim, demiş ve fakihler tarafından da bu durumu uygun görüldüğü halde Şemsu'l-eimme; bu da şimdi olamaz. Çünkü ümmü veled olan cariyeler azat edildikten sonra iddet beklemeleri gereklidir, dolayısıyla iddet beklemekte olan kadınları evlendirmiş olursunuz, demiştir.[1208]
Hamile olan kadınlar için geçerlidir, Kocasından hamile olarak ayrılan kadın, bebeğini doğurmadıkça bir başkasıyla evlenemez. Kocası gerek vefat etmiş, gerek kendisini boşamış veya aralarında nikâhın feshi veya aynlma veya mütareke olmuş olsun, kendisi de ister hür, köle, müdebbere, mükatebe, ümmü veled, Müslüman veya kitap ehli bulunsun ve karnındaki çocuk ister nesebi sabit ve isterse sabit olmasın iddet bekleyen hamile kadınlar için çocuğunu doğurmadan başka bir iddet şekli yoktur. Bu durumdaki kadın, kocasının vefatından veya boşamasından bir gün veya bir saat sonra olsa bile doğurunca artık iddeti bitmiş olur. Eğer ikiz doğum yaparsa ikinci çocuğunun doğumuyla iddet bitmiş olur.
Ricî talâkla boşanmış olan bir kadın, çocuğunun çoğunun doğmasıyla yani doğum esnasında yarıdan fazlasının görünmesiyle kocasından bâin talâkla boş olur.
Organları teşekkül etmiş bir cenin düşmesi de doğum hükmündedir. Bununla kadın iddet bekliyorsa iddeti sona ermiş olur.[1209]
Ölüm hastalığında kaçarak bâin talâk ile boşayan ve iddet esnasında vefat etmiş bulunan kişinin zifafa girmiş bulunduğu hanımı hakkındaki iddettir. Boşanmış bulunan bu kadın boşanma veya ölüm iddetlerinden hangisi daha uzun ise ona göre iddetini bekler.
Buradaki iki sürenin yani iki iddetin en uzunu ile Hz. Ali'nin söylediği iki 'iddetin en uzunu aynı şey değildir. Çünkü Hz. Ali:
"Kocası vefat eden hamile bir kadının iddeti, vefat iddeti ile çocuğunu doğurma iddetlerinden hangisi daha uzun ise ona göre olur." demiştir. Burada ise talâk veya vefat iddetleri söz konusudur.
O halde talâk iddeti meselâ üç ay olup da sona eren bir kadının vefat iddeti sona erinceye kadar iddet beklemesi gereklidir. Vefat sebebiyle olan iddet sona erdiği halde, talâk iddet sona ermeyen bir kadın, talâk iddetinin sona ermesini beklemek zorundadır.
Ebû Hanife ve İmam Muhammed'e göre, o kadın dört ay on gün iddet beklemelidir. Böylece o süre içinde sünnî talâk vaktinden itibaren kadının başladığı talâk iddet tam üç hayız olarak bulunsun ve gerçekleşebilsin. Adetler (kan görme) arasındaki temizlik süresinin çok uzun sürmesiyle iyâs yani kandan kesilme yaşına kadar bu iddet sürebilir. Dört ay on gün geçtiği halde, temizlik halinin zanca devam etmesinden dolayı üç hayzını tamamlayamayan söz konusu boşanmış kadın, iddeti içinde sayıldığı gibi; dört ay on günün tamamlanmasından Önce üç hayzını tamamlasa bile iddeti içinde bulunarak henüz iddeti bitmiş olmaz.
İmam Ebû Yûsuf ise, ona gerekli olan üç hayızdan meydana gelen talâk iddetidir, demektedir. Kıyasa uygun düşen de budur. Çünkü nikâh, ölümle değil talâk ile ortadan kalkmış olur. Vefat iddeti, nikâhın ölüm sebebiyle son bulması durumunda söz konusudur. İrs konusunda nikâhın devam etmesi, sahabenin icma etmesinden dolayı ihtiyata dayalı olarak hükmendir. Ricî talâkta olduğu gibi nikâh devam etmemektedir ki, iddet değişebilsin.
Ebû Hanife ve İmam Muhammed'in görüşlerinin sebebi, kadın ona varis kabul edildiği için, nikâh vefat anına kadar var sayılmıştır. Çünkü irs yani veraset ancak nikâhla olur. Veraset hakkında var kabul edilen nikâh, iddet hakkında da var sayılmıştır. Çünkü şüphe ile veraset gerçekleşmez ise de şüphe ile iddet gerekli olur.
Verilen ricî talâk olduğuna göre ister kocanın sıhhatında, ister hastalığı esnasında verilmiş olsun, nikâhın hükmü devam etmekte olduğundan, kocanın iddet esnasında vefat etmesiyle talâk iddeti devreden çıkarak kadına vefat iddetini beklemek kesin olarak gerekli olmuştur. Vefat gününden itibaren dört ay on gün bekler. Çünkü nikâh, ancak Ölüm ile zail olmuştur.
İddet çeşitleri bunlardır. Durumların ve ilgili kişilerin değişmesine göre iddetler de farklı olmaktadır: Zifafa girmiş veya aynı hükmü taşıyan bir kadın, her ne şekilde olursa olsun kocasından sağ olarak ayrı düştüğünde hayız gören hür bir kadın ise üç, hayız gören cariye bir kadın ise iki hayız ile iddet bekler. Aynı kadın hayız görmeyen hür bir kadın ise üç ve hayız görmeyen cariye birisi ise bir buçuk ay iddet bekler. Zifafa girmiş olsun veya olmasın kocası ile sahih bir nikâhla evli bulunduğu bir durumda kocasının ölümü ile ondan ayrı düşen kadın, hür ise dört ay on gün ve hür değilse iki ay beş gün iddet beklemelidir. Bunlar hamile olmayanlar hakkındadır. Hamile olanın iddeti ancak çocuğunu doğurmasıyla olur. Fâr talâk ile boşayan kimsenin zifafa girmiş hanımı, iddet bekleme esnasında kocasının vefat etmesi durumunda iddetini iki sürenin en uzun olanına göre bekler.
Fasit bir nikâh ile nikâhlı veya şüphe ile kendisiyle zifafa girilmiş olan kocası vefat etmiş kadının veya efendisi vefat etmiş bulunan ümmü veledin iddeti üç hayız veya üç aydır.
İddetin başlangıcı ayrılığın meydana geldiği zamandır. Kocanın boşaması, vefatı, nikâhın feshi, mütareke sebebiyle ayrılığın peşinden iddet beklemesi gerekli olan kadın, o andan itibaren iddet beklemeye başlamış olur,
Burada mübhem talâk istisna edilmiştir. Yani bir kimse iki hanımına hitab ederek "sizin birinizi boşadım" dediğinde hangisinin boş olduğu onun Açıklamasına muhtaçtır. Dolayısıyla onun iddeti açıklama yapıldıktan sonra başlar. Şayet hangisini boşadığını açıklamadan vefat ederse onların her birine birer vefat iddeti gerekli olur. O da üç hayızdır.
İddetin sebebi olan boşama veya vefat etme durumunu kadının bilmesi gerekli değildir. Kadın kendisinin kocası tarafından boşandığını veya onun vefat ettiğini bilmese bile, süresinin tamamlanmasıyla iddeti bitmiş olur. Hatta boşanma veya ölüm haberi kendisine iddetinin sona ermesinden sonra ulaşan kadının bir başkasıyla evlenmesi câizdir. Boşanmanın meydana gelmesi kocanın ikrar veya inkâr etmesiyledir.
Hanımı boşadıktan sonra boşadığını inkâr eden kimsenin iddiasının aleyhine delil getirip eşlerin ayrılmalarına dair hakim karar verdikten sonra, meselâ bu iddia Şevval ayında ve hakimin hükmü de Muharrem ayında olsa, iddet hakimin hüküm verdiği andan değil, kocanın boşadığı andan itibaren başlar.
iddetin rüknü: Bazı haramların meydana gelmesidir. Şöyle ki, iddetini beklemekte olan kadının bir başka kocaya varması kendisine ve onunla evlenene, iddet beklediği evden çıkması ona haram olur. Bu süre içerisinde kız kardeşiyle, hala veya teyzesiyle evlenmek onun kocasına haramdır.
İddeti içinde kocasının dört kadınla evlenmesi, iddet beklemekte olan kadının hür olması durumunda onun üzerine kocasının bir cariye alması da ona haramdır.
İddet, boşayan kocanın dışındakiler için nikâhı engelleyen durumlardan ise de onun nikâhına engel değildir. Nitekim onun iddeti devam ettiği sürece boşaması mümkündür, yani sahihtir. Bu da nafaka gibi, iddetin hükümleri cümlesindendir.
Boşanmış bir kadın iddetinin sona ermesini söylediğinde, boşayan kocası onu inkâr etse, eğer müddet kadının iddiasına uygun düşüyorsa kadının sözü kabul edilir. Çünkü bu konuda kadın, emaneti geri verdiğini veya kendisinin bir kusuru olmadan zayi olduğunu iddia eden yanında emanet bulunan kimse gibidir. İddiada yemin etmesine bile gerek yoktur, çünkü o emin kabul edilir. Eğer o müddet, söz konusu kadın iddiasına uygun düşmüyorsa iddiası kabul edilmez. Çünkü emin, yani güvenilir kimse ancak vakıaya ters düşmeyen durumlarda doğrulanır, kabul edilir. İddet, ay hesabıyla olduğunda süresi üç ay olacaktır, hayız ile olduğunda hür kadın hakkında en azı altmış gündür. Cariye hakkında ise en azı kırk gündür.
İddetin yasağı: İddet bekleyen kadının iddet beklemekte olduğu evden çıkması bâin talâkla boşanmış olduğuna göre süslenmesi ve güzel kokular sürünmesi yasaktır. Nitekim ilerde gelecektir.
İddet evi: Eşlerin aralarında evlilik devam ederken oturdukları evdir.
İddet süresince kadın orada bulunur, zaruret olmadıkça dışarı çıkmıyacağı gibi, dinî bir hak olduğu için kendisi oradan çıkarılamaz da.
Hıristiyan ve Yahudiler de iddetin gerekli olduğuna inandıklarına göre, onlardan zimmet ehli olanlarının kendi boşadıkları kadınlar da iddet beklemelidirler.
Harbî olan bir kimsenin yine harbî olan boşadığı karısına iddet yoktur.
Kitap ehli denilen gayri müslimlerden iddetin gerekli olduğuna inanmayanların boşadıkları kanları için iddet gerekli değildir. Ancak hamile iseler beklerler.
Hamile olmayan bir gayri müslim kadın boşandığında bir Müslümanla hemen evlenebilir.
Ehl-i kitap gayri müslimler için de iddet gerekli olsaydı, bu durum ya dinin veya kocanın hakkıdır. Dinin bir hakkına riayetleri düşünülemez, çünkü onunla muhatap değillerdir. Kocanın hakkı olarak gerekli olması da düşünülemez, çünkü koca böyle bir hakkı olduğunu kabul etmemektedir. Bizler de Müslümanlar olarak onları kendi dinlerine göre bırakmakla emrolunduk. Fakat boşanmalarında hamile olmadıkları belli oluncaya kadar onlarla evlenen Müslüman, cinsel ilişki kuramaz. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed ise iddet beklemelidirler, derler.
Ehli kitap olan boşanmış kadın hamile ise çocuğunu doğuruncaya kadar beklemesi gereklidir. Bir Müslüman erkeğin nikâhı altında bulunan boşanmış zimmî bir kadın da, hamile olsun olmasın, iddetin gerekli olduğuna inansın veya inanmasın iddet beklemesi gereklidir. Çünkü Müslüman iddetin gerekli olduğuna inanmaktadır.
Tebayun-i dâreyn denilen ülkelerinin ayrılığı sebebiyle kocasından ayrılan "mesbiyye" vasfını taşıyan bir gayri müslim kadın hamile olmadıkça iddet beklemesi gerekli değildir. Çünkü iddet, kulların bir hakkı olarak vacip olarak gerekli olur. Oysa harbî olan bir gayri müslim ise cemad denilen cansız eşya hükmündedir.
İslâm dinini veya İslâm ülkesinde zimmî olmayı kabul ederek İslâm ülkesine gelen veya izinli olarak gelip burada Müslüman veya zimmî olan bir kadın da böyledir. Yani ona da iddet gerekli değildir. Ancak hamile ise o zaman çocuğunu doğuruncaya kadar bekler, ondan sonra onunla evlenilebilir[1210].
İddet beklemekte olan bir kadın, bir şüpheden dolayı cinsel ilişkide bulunduğunda, sebep yenilendiğinden bir iddet daha beklemesi gerekli olarak iki iddet birbirinin içine girmiş olur.
İmam Şafii'ye göre iddetler birbirinin içine girmez. Bu konudaki ihtilaf şu asıldan kaynaklanmaktadır: İddete rükün fiil midir, bir şey yapmamak mıdır? Ona göre fiildir. Çünkü o kadın, evden dışarı çıkmamak ve evlenmemekten meydana gelen beklemekle görevlendirilmiştir. Aynı anda da iki fiilin varlığı olamaz. Mesele aynı günde tutulan iki oruç gibi; Bize yani Hanîfilere göre ise iddetin rüknü fiilin terkedilmesidir. O da evlenmeyi ve evden dışarı çıkmayı terketmektir, yani çıkmamaktır. Aynı anda birden çok fiilin olmaması mümkündür. İşte bundan dolayı fiile mükellef olmayan kız çocuğu ve deli kadına da gereklidir.[1211]
Bir kimse kendisinin bâin talâkla boşadığı hanımını, ricî talâkla boşamış gibi iddet esnasında kendisine helâl sanarak onunla cinsel ilişkide bulunsa veya kesin olarak boşandığı iddet beklemede olan kadınla evlense ve onunla zifafa girdikten sonra nikâhın fasit olduğu ortaya çıkarak aralan ayrılsa, bir iddet bekleyen kadın yanlışlıkla bir kişi ile zifafa girse ve aynlsa, kocanın ölmesinden veya boşamasından dolayı henüz iddeti bitmeyen kadını bir kimse onu fasit bir nikâhla alıp zifaf ettikten sonra araları ayrılsa, bunlara şüphe ile cinsel ilişkide bulunma durumlan denir. Yine bir kimse kendi iddet bekleyen kansını sahih bir nikâhla alıp zifaftan sonra hatta zifaf ve halvetten önce yine boşasa; ikinci olarak gerekli olan iddet birincisiyle içice girip kadının gördüğü hayızlar, iddetlerin ikisine de mahsub olur.
İkinci iddet, kendi sebebinden başlıyarak birincisinin süresi bittikten sonra ikincisinin noksan olan kısmı tamamlanır. Meselâ şüpheyle olan ikinci cinsel ilişkisi üç hayız iddet bekleme durumunda olan kadın bir hayız gördükten sonra meydana gelse, ona ikinci defa olarak üç hayız daha görmesi gerekli olmayıp, gördüğü ilk hayız birinci iddetine ait olduğu gibi ondan sonra göreceği iki hayız da ona ait olarak birinci iddeti onlarla sona ermiş olmakla beraber, o iki hayız hem de ikinci iddetine mahsub olarak onun yalnız bir hayız ile tamamlanması gerekli olur.
Eğer ikinci cinsel ilişkisi hayız görmeden meydana gelmiş ise ona üç hayızdan başka bir şey lazım gelmez. O üç hayız altı hayız yerine geçmiş olur.
Ay ile haseplanan iddet de böyledir. Nitekim âdet görmekten kesilmiş olan boşanmış bir kadının iddeti esnasında şüphe ile cinsel ilişkide bulunsa, iddetler birbirinin içine gireceğinden ikinci iddetini yukarda geçen şekilde hesap ederek tamamlar.
Kocasının vefatından dolayı iddet bekleyen bir kadın, ay hesabıyla iddetini beklemekte olduğu sırada yine bir şüphe sebebiyle cinsel ilişkide bulunsa ve kendisi de hayız görme durumunda bulunsa, gördüğü hayzı üçe tamamlar. Eğer geçen aylarda hayız görmediyse tam olarak üç hayız görmesi gereklidir.
Talâk, fesih veya kocasının vefatı sebebiyle iddet beklemede olan bir kadın bu esnada bir şüpheden dolayı cinsel ilişkide bulunarak hamile kalsa, biri hayız veya ay ile ve diğeri de çocuğunu doğurmakla olmak üzere iki iddet beklemesi gerekli olacaktı. Fakat bunlar birbirlerinin içine gireceğinden bu kadının iddeti çocuğunu doğurmakla sona erecektir. Ama kocasının vefatından sonra meydana gelen hamileliğinin zinadan olduğu açıklık kazanırsa durum böyle değildir.
Bu durumda zina için iddet olmadığından o halde kadın yalnız vefat iddetini bekleyecektir.
Nitekim çocuk olan kocanın vefatından sonra hamile bir kadın, kocasının vefatında hamile olmadığı için icmayla vefat iddeti bekleyecektir.[1212]
Nafaka: Yemek, elbise ve ev ihtiyaçlarından meydana gelir, şeklinde tarif edilirse de, iddet nafakasında süre uzun olmadığından elbise ayrı tutulmuştur.
Kadının nafakası, kocasının yanında bulunmuş olmasının bir karşılığı olmak üzere kocası üzerine vacip olması yönünden karşılığa benzeyen bir sıla olduğu gibi iddet nafakasında da kadının beklemesi söz konusudur. Onun için nafaka iddetin gereği olmuştur.
İddeti gerektiren ve karı tarafından bir masiyetten kaynaklanmayan her ayrılık nafakayı gerektirir.
Bu ayrılık ister talâk, fesih neticesi olsun, talâk ister ricî ve ister bâin olsun, ayrılık ister küçük ve ister büyük olsun, boşanan kadın ister hamile olsun veya olmasın, fesih durumu da ister kocanın masiyetinden dolayı veya denk olmamasından veya mehrin noksan verildiği davasından dolayı olsun, isterse kadının bulûğa ulaşmakla kocasından ayrılmayı tercih etmesiyle olsun, kadının Müslüman olması durumunda kocanın İslâm'dan kaçınması veya iktidarsızlığı, îlâ ve lian sebebiyle olsun ayrılan zifafa girmiş kadına iddet ve nafaka gerekli olduğu gibi, hul'a sebebiyle ayrılan kadına da iddet gerekli ve hul'a esnasında nafaka vermemesi kabul edilmiş olmaması durumlarında da nafaka vermelidir.
Zifaftan önce boşanan kadına iddet gerekli olmadığı gibi nafaka da gerekli değildir.
İddetin nafakayı gerektirmesinden, vefat iddeti ile masiyyetten dolayı olan ayrılık iddeti istisna edilmiştir. Dince geçerli bir nikâhla nikâhlı bulunan bir kadının kocasının vefat etmesi durumunda, kendisi zifafa girmiş olsun veya olmasın, ona iddet gerekli ve nafaka gerekli değildir. Çünkü kocası ölen kadının beklemesi sırf dinin hakkıdır. Hatta bu durumda kadının zifafa girmiş olmasıyla olmaması eşitir.
Bir masiyet sebebiyle olan ayrılıkta da masiyetin kadın tarafından meydana gelmesi meselâ İslâm'dan çıkması veya kocasının oğlunu şehvetle öpmesi durumunda, onun zifafa girmiş olmasından dolayı iddet gerekli olmakla beraber kendisi İskata sebep olduğundan nafaka alma hakkı düşer.
Iddet beklediği evden çıkmaması şartıyla yalnız ev hakkı verilir. Çünkü dinin verdiği bir hak olduğundan hiç bir halde düşürülemez. Nafaka ise oun kendi hakkıdır, masiyet sebebiyle olan ayrılıkta düşer, gerekmez.
Vefat iddeti bekleyen kadın hamile olsa bile ona terekeden bir nafaka takdir olunmaz. Ama ümmü veledin terekeden payı olmaması sebebiyle efendisi vefat edip kendisi hamile bulunması durumunda ona tereke malından nafaka takdir olunur.
İddet nafakası, iddet sona erinceye kadar devam eder. Hatta iddetini ay ile hesap etme durumunda olan murahıka, iddet esnasında hayız kanı görmeye başlasa kendisine hayız iddeti gerekli olacağından, yeni iddeti sona erinceye kadar nafakası devam eder.
Adetler arasındaki temizlik süresinin çok uzun olması sebebiyle adetten kesilme yaşına ulaşan iddetli bir kadın da, bu duruma geldikten sonra ayla olan iddetini tamamlayıncaya kadar nafaka alır.
Nafaka, kadının hakkı olduğundan hakim tarafından takdir olunmayarak, bu konuda kadının bir talebi veya davası olmadan iddet süresi geçse bu hakkı düşmüş oiur.
İddet bekleyen kadının veya hakimin takdiriyle belirlenen nafaka, iddet süresinin geçmesiyle sakıt olmaz, yani düşmez.[1213]
Hidâd ve ihdâd kelimelerinin ifade ettiği anlam, süslenmekten ve güzel koku sürünmekten kaçınmaktır.
Kocası vefat eden yahut bâin talâkla yani geri dönüşü mümkün olmayan boşanma ile kocasından ayrılmış olan iddetli kadına, Müslüman ve mükellef olmak şartıyla "hidâd" vaciptir.
Hidâd'ın vacipliğinde nikâhın sahih olması da şart olup, Müslüman olmayan ve mükellef bulunmayan iddetli kadına hidâd gerekmediği gibi,[1214] fasit nikâhlı olan iddet sahibi kadına da hidâd gerekmez.
Başkasının cariyesi olup, sahih nikâh ile nikâhlı iken, anılan şekil üzere iddetli olan cariye de nikâh nimetinin kendisinden ayrılıp gitmesi sebebiyle vacip olarak ihdâd eder.
Süslenemez, siyah renkli de olsa ipekli elbise giyemez,[1215] sık tarak ile başını tarayamaz, elini kınalayamaz, özrü olmadıkça gözüne sürme çekemez.
Ayrıldığı kocası, kendisine hidâdı terketmesini emir ve tavsiye de etse, şerî bir hak olduğu için iddetli kadın onu terkedemez.
Henüz karı koca olmadan boşanmış kadına iddet bekleme olmadığı gibi hidâd da yoktur.
Ricî talâkla boşanmış kadın da iddet süresi içinde hidâd'la mükellef değildir. Kendisine kocanın dönmesi düşünülmedikçe, süslenmek ona mendub bile olur.
Kadın mükellef olmak şartıyla, hangi sebeple iddet beklerse beklesin,[1216] iddetini geçirdiği evde oturması gerektiğinden[1217] gece ve gündüz dışarı çıkamaz.
Boşanmış kadın ise, iddet süresince ihtiyaçlarını kocası görür. Kocası ölmüş olup da kimsesi yoksa ihtiyaçları için çıkar, gece başka yerde kalmayıp evine gelir.
İddetli olan kadın, hangi sebeple iddetli olursa olsun, başkasına nikâhla-namayacağı gibi, nişanlanmak veya nikahlanmak için kendisine teklif de yapılamaz. Başka birinin onunla evlenmeye talip olması haram olur.[1218]
Kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadına: "Ben evlenmek istiyorum" gibi açık olmayan bir İfade ile haber göndermek caiz olur.
"Hıristiyan olan Hind'in kocası Müslüman Zeyd ölse, Hind'e iddet gerekir mi?
Cevap: Gerekir." [1219]
"ölüm iddeti veya talâk iddeti, ölümün veya talâkın meydana geldiği andan mı, yoksa ölüm veya boşanma haberinin kendisine ulaştığı andan mı geçerli olur?
Cevap: Vefat veya talâk zamanından geçerli olur."[1220]
"Hind'in kocası Zeyd başka diyarda iken, Amr, her nasılsa bilmeyerek[1221] Hind'le evlenip onunla cinsî münasebette bulunduktan sonra, Zeyd gelip Hind'i Amr'dan ayırırsa, Hind'e Amr'dan ayrıldığı için iddet gerekir mi?
Cevap: Gerekir." [1222]
"Hind'in kocası Zeyd başka diyarda iken, Zeyd'in ölüm haberi yayılır, Hind gerekli olan iddeti bekledikten sonra kendisini Amr'a eş kılıp, Amr da onunla cinsî münasebette bulunduktan sonra, ilk kocası Zeyd diri olarak çıka gelip Hind'i Amr'dan ayırırsa, Hind'in iddeti bitmeden Zeyd onunla cinsî münasebette bulunabilir mi?
Cevap: Bulunamaz." [1223]
Bu meselede erkek de iddet beklemiş oluyor.[1224]
Aşağıda belirtileceği gibi, erkekler de bazı yerlerde iddet beklerler:[1225]
1. Dört karısı olan kimse, onlardan birini boşadığında, boşadığı karısının iddeti çıkmadıkça, başka bir kadınla evlenemez.
2. Boşadığı karısının kız kardeşini, teyzesini veya halasını almak isteyen kimse, boşadığı karının iddeti çıkmadıkça, onun kız kardeşini ve diğer sayılan yakınlarını alamaz. Ölüm müstesnadır.
3. Hür kadın üzerine cariye nikahlayacak olan kimse, hür kadını boşasa da, onun iddetİ sürdükçe başkasının mülkü olan cariyeyi kendisine nikâhlayamaz.[1226]
4. İddet beklemekte olan kadın, iddeti bitmedikçe başka bir kocaya varamayacağı gibi, onu karı edinmek isteyen diğer erkek de onun iddetinin sona ermesini beklemek zorundadır.
5. Karısını üç talâkla boşamiş olan kimse, onunla tekrar evlenmek isterse, iddetinin bitmesinden sonra o kadının başka bir kocayla evlenmesini, sonra da evlendiği kocasının kadını boşamasını veya o kocanın ölümünü beklemek zorundadır. (Buna hülle denir).
6. Cariye satın alan kimse, bir kere aybaşı hali olmasını veya bir aylık süreyi beklemedikçe onunla cinsî münasebette bulunamaz. (Buna "istibrâ" adı verilir).
7. Bir kimsenin kendinden gebe kalan cariyesiyle evlenen kimse, câriye doğum yapmadıkça onunla cinsî münasebette bulunamaz.[1227]
8. Harp halinde bulunulan bir ülkeden olan evli bir kadın Müslüman olup İslâm ülkesine hicret etse, gebe olmadığı takdirde beklemek gerekmezse de, gebe olduğu takdirde doğum yapmadıkça onunla evlenmek helâl olmaz. Alacak adam o müüddeti bekler.[1228]
9. Savaş ülkesinden esir alınmış olan kadına da bir hayız görmedikçe, hayız görücü değilse bir ay geçmedikçe cinsî yaklaşımda bulunulmaz.
10. Mukâteb olan cariye azat olmadıkça onun nikâhı, yazışma suretiyle anlaştıkları bedeli ödemekten âciz olduğunu açıklamadıkça onunla cinsî münasebette bulunması kendi efendisine helâl olmaz.
11. Dinden dönenin, puta tapanın ve mecûsî kadının nikâhlanabilmeleri için Müslüman olmaları beklenir.
12. Zinada iddet olmadığı için, gebe olan zina yapmış kadınla evlenmekte sakınca yoksa da, doğumunu yapıncaya kadar onunla cinsî münasebette bulunmak helâl olmaz. Gebeliği zinadan olmayan hamile kadın, iddet beklemekte olduğundan, onun doğumdan önce nikâhı sahih olmaz. Zina yapan kadının gebeliği evlenecek olandan ise, doğumu beklemeye gerek yoktur.
Hayız yahut nifas olan kadının nikâhına engel yoksa da, o haller cinsî münasebete engel olduğu için, temizlik halinin beklenmesi gerekir.[1229]
Hidâne veya hadâne kelimesi Arapça bir mastar olarak, kucağa almak ve kuluçka olmak[1230] demektir. Besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak anlamına gelmektedir. Sahibine "hâdine" denir ki, anayı ve diğer hidâne sahiplerini kapsamaktadır. Çocuğun nafakası, ana baba arasında karı kocalık gerek bulunsun gerek bulunmasın, babaya aittir. Hidanesi de anneye aittir.
Çocuklann malî yöndeki menfaatlerine, baba daha güç yetirici olduğu için, çocukların mallarıyla ilgili işler babaya, bedeniyle ilgili menfaatlerde anne daha güçlü olduğu için, bedenle ilgili işler de anneye has kılınmıştır.
Babalar infâka yani çocuklarını yedirip içirmeye ve meskenlerini hazırlamaya mecburdurlar; anneler ise hidâneye mecbur değildirler.
Hidâneye, çocuğa sahiplenmeye ehil olanlar sırasıyla şunlardır: Anne, anneanne, babaanne, ana baba bir kız kardeş, baba birkız kardeş, ana baba bir teyze, ana bir teyze, baba bir teyze, ana baba bir hala, baba bir hala.[1231]
Çocuğun, erkek ise yedi, kız ise dokuz yaşma kadar hidâne hakkı annesi varsa ona aittir.[1232] Yoksa veya hakkı düşmüşse, sırasıyla diğer hak sahipleri-nindir. Erkek çocuk, kadınların bakımına ihtiyacı kalmayıncaya kadarki, fetvanın kendisiyle verildiği görüşe göre yedi yaşla takdir olunmuştur[1233] ona kadınların hidânesi daha uygundur. Ondan sonra çocuk babasına verilir.[1234] Kız çocuk, zahir görüşe göre, bulûğ çağına ulaşıncaya kadar -ki daha geçerli olan fetvaya göre dokuz yaşıdır-[1235] anası veya büyük anası tarafından hidâneye daha layıktır.[1236] Bulûğ çağına ulaştıktan sonra kız da korunup gözetilmeye muhtaçtır ki, bu bakımdan baba daha kudretli ve dirayetlidir.
Gerek erkek gerek kız çocuk için, hidâne yaşından sonra ve bulûğ çağından önce[1237] ana babasından birine gitmek üzere seçme yetkisi yoktur. Anadan alınacak yaşa eriştiğinde, kendi tercihine bırakmaksızın çocuğu baba alır.
Çocuğun menfaati itibariyle, annenin hidâne hakkına sahip olabilmesi için hür, akıllı, emanete ehil, çocuğu koruyup gözetmeye gücü yeten ve yabancı koca ile evlenmemiş olan biri olması şarttır.
Anılan şartlan kendisinde taşıyan anne, Müslüman olmasa, hatta mecûsî bile olsa çocuğuna daha layıktır. Çünkü şefkat, dinin değişik olmasıyla değişen bir şey değildir. Şu kadar var ki, müslüman çocuk dine akıl erdirip de küfre alışmasından korkulursa, hidâne hakkı müddetinden önce de, Müslüman olmayan annesinden alınır.
Anlatılan şartlara göre cariye azat olunmadıkça çocuğa daha layık değildir.[1238]
Fakat çocuk köle ise, efendinin olduğu için annesi ona daha layıktır.
Ümmü veled de efendisinin vefatında çocuğuna daha layık olur.
Akıllı olmayan ennenin, hidâne hakkı da olmaz.
Ebe, ölü yıkayıcı, hamam ustası gibi daha çok evinin dışına çıkmaya ve meşgul olmaya mecbur olup da, çocuğa bakmasından emin olunmayan annenin hidâne hakkı da düşer.
Dinden çıkıp hapsolunmaktan, günahlara dalmış düşük ahlâklı olup kendi nefsinin istekleriyle ve hatta şuna buna türkü söylemekle meşgul olmaktan,[1239] çocuğu ona kızanlar ve sevmeyenler yanında bulundurmaktan dolayı çocuğunu güzellikle yanında tutmaya, koruyup gözetmeye güç yetiremeyen anne hidâne hakkından düşer.
Çocuğun mahremi olmayan yabancı bir kimseye varan anne de hidâne hahakkından düşer.[1240]
Ananın kendisine vardığı koca, çocuğa amca olma benzeri yabancı biri değilse, hakkında hidâneye engel olmadığı gibi, "mânı gidince memnu avdet eder" kaidesine göre, yabancı bir erkeğe varmış olması durumunda da ondan ayrılmasıyla düşmüş olan hidâne hakkı, kendisine dönmüş olur.
Baba geçim sıkıntısı çekerken, çocuğu karşılıksız olarak hidâneden çekinen anne de, karşılıksız bakan bulunması durumunda hidâne hakkından düşer. Fakat çocuk başkasının bakımında iken annesinden esirgenmez, annesi gelip onu görebilir.
Anneden sonra, yani onun ya vefatına, ya kabul etmemesine[1241] veya hakkının düşmesine[1242] dayalı olarak, hidâne hakkı anneannesinindir, ondan sonra babaannesinin vb.'dir.
Hâdine, gerek çocuğun kendi annesi olsun, gerek ondan başka hidâne hakkı sahiplerinin biri bulunsun, hidâne hakkının sabitliği veya düşmesiyle ilgili hükümlerle eşittirler. Birinde geçerli olan şartlar, diğerinde de geçerli ve muteberdir. Hidâne için hiçbiri zorlanamaz. Meğer ki, çocuğun başka meme almaması veya ne babada ne de çocuğun malında emzirme ücreti için güç bulunmaması durumunda hidâne'ye o kimse kendisi tayin edilmiş olsun. Bu durumda zorlanır.
Çocuk, annesi babasına nikâhlı yahut ric'î talâktan dolayı iddet beklemedikçe[1243] hidâne ücretine hak kazanır. Bu ücret, süt emzirme ücretinden ve çocuğun nafakasından başkadır.[1244] Baba onu bir konutta barındırır ve hizmetçi gerekiyorsa onu da tutar.
Süt emzirme kitabında anlatıldığı üzere, nikâha kadının ve hatta ric'î talâkın iddetini bekleyenin kendi çocuğunu hidâne ve emzirmek için ücret istemeye hakkı yoksa da, bir kimsenin karısı o kimsenin diğer kansından olan çocuğuna bakmak için nikâhlısı olduğu halde ücret almaya hak sahibidir.
Çocuklu olsun olmasın, muaccel mehrini almış olan nikâhlı kadın kocasının yanından, iddetli iddetini geçirdiği evden ayrılamadığı gibi, çocuklu olan iddetli kadın iddetinin bitiminden sonra da çocuğu alıp yolculuk mesafesi kadar bir yere götüremez.[1245]
Meğer ki, köyden şehre taşınmış veyahut kendinin nikâhlandığı vatanına dönmüş olsun.
Bu istisna dahi anneye has kılınmıştır. Annenin dışındaki hâdine, çocuğun babasının izni olmadıkça çocuğu bir yere götüremez.
Hidâne hakkı devam eden ananın rızası olmadıkça, babası da çocuğu annesinin bulunduğu beldeden çıkaramaz.[1246]
Anne başka kocaya varmak ve hidâne hakkı intikal edecek kimse bulunmamak hasebiyle çocuk babaya kaldığında, annenin hakkı kendisine dönünceye kadar babası onu sefer mesafesi kadar bir yere nakledebilir.
Hidâne'de olan çocuğu hâdine yani bakıcı kadın babasına; çocuk babaya kaldığı takdirde, babası annesine göndermek mecburiyetinde değildir. Gelip görmelerine ise engel olunamaz.[1247]
Neseb: Ana baba yönünden olan ortaklıktır.
Çocuğun nesebi, onu doğuran anadan şüphe olmaksızın sabittir.[1248] Baba tarafından sabit olmayabilir.[1249]
Nesebin sabitliği için üç mertebe vardır:[1250]
Birincisi, sahih nikâhtır. Fasit nikâh da doğum anında ona katılır.
Bunun hükmü, di'vet, yani neseb davası edilmeksizin[1251] sabit olmak ve sadece inkârlı ortadan kalkmayıp sahih nikâha göre Hân ile ortadan kalkmasıdır.[1252]
İkincisi, istîlâddır ki, cariyeyi aşağıda açıklanacağı üzere, ümmü veled (çocuk annesi) kılmaktır.
Bunun hükmü, neseb davası olmaksızın sabit, mücerret inkâr ile ortadan kalkar olmasıdır.[1253]
Üçüncüsü, istîlâdın olmamasıdır ki, odalık edinme durumunda cariyenin ümmü veled olmamasıdır.
Bunun hükmü, nesep davası olmaksızın sabit olmamasıdır.[1254]
Gebelik süresinin en azı altı aydır; çoğu dokuz aydır. Gebelik süresinin en çoğu iki senedir ki, cenin ana rahminde ondan çok kalamaz.[1255]
Bunlar, neseb tayini için sınırı çizilmiş sürelerdir.
Neseb bina ile sabit olamaz. Çocuk firaş sahibinindir, zina yapan mahrumdur.[1256]
"Firaş", kadının bir şahıs için doğurmaya belirlenmesidir. Onun sahibi kocası veya efendisidir.
Zevcenin firaşlığı, akit ile sabit olur. Ondan cinsî münasebet şart olmayıp, bir araya gelme imkânı yeterlidir.
Odalığın firaşlığı ancak onunla cinsî yaklaşma yapılmasıyla sabit olabilir ki, efendi onu ikrar edici bulunmuş olur.
Zina ile neseb sabit olmadığı gibi, firaştan altı aydan daha az bir sürede meydana gelen çocuğun da nesebi sabit olamaz. Kan koca olma hali hükmen de bulunmakta iken,[1257] gebeliğin gecikmesine de bir şey denilemez. Zayi olmasından kaçınarak, nesebin isbatı için şer'î hile yollarına bile başvurulur.[1258]
Bir kimse bir kadınla evlense ve evlendikten sonra altı aydan daha kısa bir sürede çocuk doğsa neseb sabit olmaz. Eğer altı ay tamamlandığında veya daha sonraki bir sürede çocuk doğarsa neseb sabit olur.[1259]
Kadın iki çocuk doğurduğu takdirde, çocuğun birini nikâh vaktinden itibaren altı aydan bir gün önce doğurup, diğerini de ondan bir gün sonra do-ğursa hiç birinin nesebi sabit olmaz.
Asıl şudur: Kocasından ayrıldığında kendisine iddet gerekmeyen kadının doğurduğu çocuğun nesebi kocadan sabit olmaz. Meğer ki doğum altı aydan daha az bir zamanda olup, çocuğun ondan olduğu kesinlikle bilinmiş ola.
Kendisine iddet gereken kadının doğurduğu çocuğun nesebi kocadan sabit olur. Meğer ki, doğum iki seneden daha uzun bir zamanda meydana gelerek, çocuğun ondan olmadığı kesinlikle bilinmiş ola.
O halde, kendisiyle cinsî münasebette bulunmadan karısını boşayan kimsenin boşadığı kadın, boşanma vaktinden itibaren altı aydan daha az bir sürede çocuk doğursa, çocuğun nesebi o kimseden sabit olur.[1260]
Cinsî münasebette bulunduktan sonra karısını boşamış olan kimsenin boşadığı karısı iki seneye kadar olan süre içinde de bir çocuk doğursa çocuğun nesebi o kocasından sabit olur.[1261]
Bunlar boşanma durumlarıdır.
Ölüm durumunda, koca gerek cinsî muameleden önce ve gerek sonra vefat etsin, iddet gerekli olduğundan, onun vefatı vaktinden itibaren iki seneye kadar hanımı çocuk doğurursa, neseb kocasından sabit olur. İki seneden daha sonraki bir sürede doğurursa neseb sabit olmaz.
Bunlar, iddetinin bittiğini kadının kendisinin ikrar etmediği durumlara göredir.[1262]
Kadın, gerek boşanma iddetinin, gerek vefat iddetinin sona erdiğini ikrar etmiş ve müddet de bunu kapsamına alacak ölçüde olursa, çocuk ikrar vaktinden itibaren altı aydan daha kısa sürede doğmuşsa neseb sabit olur, aksi takdirde olmaz.[1263]
Nikâhlı kadın, kendi zinasından gebe olarak evlenilmiş olsa bile, evlendikten altı ay geçtikten sonra doğurursa, neseb kocasından sabit olur.[1264] Koca o çocuğu kendinden reddedip uzaklaştıramaz. Meğer ki şartına uygun olarak liân gerçekleşmiş olsun.[1265]
Altı ay tamamlanmadan önce doğan çocuğun nesebi, koca tarafından ancak onun iddiasıyla sabit olur. Eğer koca: "Çocuk benden değil, zinadandır" derse, neseb ortadan kalkmış olur.
Fasit nikâh ile nikahlanmış olan kadının hükmü de, sahih nikâhla nikahlanmış kadın hükmü gibidir.[1266] Aralarında bu konudaki fark: Sahih nikâhta başlangıcın nikâhın akdedildiği vakit, fasit nikâhta başlangıcın cinsî muamelenin başladığı vakit olmasıdır.
Karı kocalık arada devam ederken,[1267] başlangıçtan itibaren altı ay tamamlanınca doğan çocuğun nesebi sabit olduğu gibi, ondan fazlada on sene bile olsa doğan çocuğun nesebi sabittir.
Başka diyarda iken ölüm haberi yayılan kimsenin karısı, iddetinin bitmesinden sonra başka kocaya varıp, biline gelen müddeti olan dokuz ayda doğurdurduktan ve her sene bir çocuk doğurarak bir kaç çocuk doğsa ve seneler sonra, esas kocası diri olarak ortaya çıkmakla ikinci kocanın nikâhının fasitliği belli olup aralarının ayrılması sağlanır. Ve kadın ilk kocanın olur. Çocukların nesebi hakkında ikinci kocaya hükmolunur.[1268]
İstîlâd: Cariyeye sahibi çocuk doğurtmak demektir. Bununla kastedilen, cariye ile cinsî münasebette bulunarak, doğan çocuğun kendi sulbünden olduğunu ikrar etmektir. Gerek doğrudan doğruya kendi sahip olduğu cariye olsun, gerek başkasının sahip olduğu ve kendi nikâhlısı iken onu satın almış bulunsun.
Çocuk doğurtulan cariyeye "ümmü veled = çocuk annesi" denir. Çocuk firaş sahibinin olmak kaidesine göre, neseb istîlâd ile de sabit olur. Çünkü firaş; kuvvetli, orta ve zayıf olmak üzere üçtür.
Kuvvetli firaş: Nikâhlı kadının firaşıdır. Onun hükmü, nesebin sabit olmasının birinci mertebesinde açıklandığı üzere,, nesebin dava edilmeksizin sabit olması ve mücerret ret ile ortadan kalkmamasıdır.[1269]
Orta firaş: Ümmü veledin firaşıdır. Onun hükmü, nesebin sabit olmasının ikinci mertebesinde anlatıldığı üzere, neseb dava edilmeksizin sabit, sadece reddetmekle ordatan kalkmasıdır. Bundan nesebin dava edilmeksizin sabitliği, kendisine cariye ile cinsî muamele helâl olmak kaydıyla sınırlıdır. Eğer cinsî muamele helâl olmazsa, neseb de dava edilmeksizin sabit olamaz. Kitabete bağlanan ümmü veled ve iki kişi arasında müştereken onların iki-since de istîlâd edilmiş olan cariye gibi.[1270]
Zayıf firaş: Henüz istilâd olunmamış olan cariyenin firaşı demektir. Bunun hükmü, nesebin sabit olmasının üçüncü mertebesinde belirtildiği üzere dava olunmadıkça nesebin sabit olmamasıdır.
Di'vet, neseb hususunda iddiada bulunmaktır. "Çocuk bendendir" diye gebelik halinde de olsa ikrar ve itirafta bulunmaktan ibarettir. Hasmın bulunması durumunda dava etmek anlamını taşır.
Zayıf firaş, di'vetten sonra orta firaş olmakla, ondan sonra nesebin sabit olması, zikredilen şekil üzere haramlık engeli olmadıkça di'vete muhtaç olmaz.
Müstevled, başka bir deyişle ümmü veled olan cariye, azatlı sayılarak satılamaz ve hibe olunamaz. Efendisinin vefatı halinde, müdebber gibi azat edilmiş olur.
Bunun müdebber ile farkı şudur: Müdebber, malın üçte birinden azat olduğu için, terekeye borç taalluk etmişse, efendisinin borcu için müdebber kendisinin kıymetinin tamamına çalışıcı olur. Yalnız, varisin hakkı taalluk etmişse, üçte iki kıymetine çalışıcı olur. Ümmü veled olan cariye ise, malın tamamından çalışıcı olmaksızın azat olur. Azat olmakla beraber, erkeğin nikâhlı karısı gibi miras alamaz.
Ümmü veledin kendi efendisinden meydana getirdiği çocuk hürdür. Efendisinin izni ile başkasına nikahlanmış bulunduğu takdirde, kocanın sulbünden doğan çocuk, Kölelerin Nikâhı bölümünde açıklaması geçtiği gibi, efendinin kölesidir. Şu kadar var ki, anası gibi azat edilmesine hükmolunduğundan efendi onu satamaz ve efendinin Ölümünden de anılan çocuk anasına tâbi olarak azat edilir.
Ümmü veledlik neseb itibariyle olup, neseb ise zina ile sabit olamayacağından, bir kimsenin zina ettiği cariye zina mahsulü çocuğu doğurduktan sonra, onun satın alınmış mülkü olmakla ümmü veledi olmaz.
Cariye, onun zina ettiği kadın olduktan sonra sahip olduğu cariyesi, olup daha sonra doğurmak buna muhaliftir ki, bu durumda onun di'vetiyle, cariye ümmü veledi olur.
Cariyesinin ümmü veled olduğunu ölüm hastalığında ikrar eden kimsenin cariyesi gebe veya kucağı çocuklu ise, efendisinin ölümünde malının tamamından, çocuksuz ise malının üçte birinden azat olur. O kimse birinci durumda istîlâdı, ikinci durumda tedbiri ikrar etmiş olur.[1271]
Çocuk firaş sahibinin olup, fıraş ise istîlâdı da kapsamına almak üzere, evlenmekle gerçekleşebileceğinden, evlâtlık denilen çocuk demek olan "daî" kişinin kendi çocuğu değildir.[1272] Yani bir kimse, nesebi başkasından sabit olan bir çocuğu kendisine evlât edinmekle, o çocuk, onun çocuğu olmuş olmaz. - Nafakası ve hidâne hidâne ücreti ona ait olmadığı gibi, çocuk erkek olduğu takdirde onun boşadığı karısını veya ölümü halinde dul kalan hanımın,[1273] kız olduğu takdirde ise[1274] kendisini karı edinmek dahi haram olmaz. Onlar, yani evlât edinilen çocuk ile evlât edinilen çocuğun babası, birbirlerine akraba olabilirler, ama varis olamazlar.
Nesebi bilinmeyen, yani nesebi bir kimseden sabit ve bilinir olmayan bir şahsı, yaşı onun babası olmaya müsait bulunan bir kimse "Bu benim oğlumdur" diye ikrar ederse, o şahıs onu gerek tasdik etsin gerek etmesin, nesebi ondan sabit ve aralarında miras hükümleri geçerli olur.[1275]
Bilindiği üzere "daî" süt evlâdından başkadır. Süt evlât da miras hususunda daî gibi, haramlık hususunda ise öz evlât gibidir. Nitekim süt emişmeyle ilgili kitapta anlatılmıştır.
Daî, kişinin çocuğu olmadığı gibi, lakît de çocuğu değildir.[1276]
Lakît, sokağa, mabed veya hamam kapısı gibi yerlere bırakılmış olup da, bir kimsenin sevap kazanmak için alıp baktığı çocuktur.
Çocuğun atılmasına sebep, ya fakirlik, ya zaruret veya töhmettir.
Böyle çocuğa esasında, "atılmış" anlamına "menbûz" denir. Alındıktan sonra ise "lakît" veya "melkût" denir ki, yerde bulunup alınmış çocuk demektir. Nitekim yerde bulunan şeye de "lukata" denilir. Lakîti ve lukatayi alana "lakît" yahut "mültekit" adı verilir.[1277]
Lakîti alan ganimet almış ve sevap kazanmış, onu zayi eden de günahkâr olmuş olur.
Zayi olma korkusu bulunduğunda lakîtin alınması, görmeyip de kuyuya düşecek olanı o tehlikeden kurtarmak gibi farz; zayi olma ve helaki korkusu yoksa mendubdur.
Lakît hürdür, meğer ki köle olduğu isbat oluna.
Lakîtin nafakası, aynı şekilde tedavisi, veliyy-i emrin evlendirmesinde mehri, veraset ve cinayeti beytü'1-mâle aittir.
Lakîti bulan, ona bakmakla teberruda bulunmuş olur. Meğer ki, sonra kendisine dönmek üzere, hakimin emriyle nafakasını karşılamış ola.
Bulunmuş çocuk, onu bulandan zorla alınamaz. Meğer ki, korumasına ehil olmamak gibi bir gerekçeye dayanılsın.
Eğer biri gelir nesebini iddia ederse, erkeğe kız demek gibi, yalanı apaçık ortada olmadıkça, mücerret bu iddiasıyla nesebi ondan sabit olur.
İddia sahibi köle de olsa çocuk hürdür. Hür olmayandan nesebinin sabit olması, o çocuğun hürriyetine engel olmaz. Meğer ki, onun köle olduğuna delil getirilmiş ola.
İddia sahibi davacı zımmî de olsa çocuk Müslümandır. Dinleri akıl edebilecek çağa gelince, elinden alınır. Gayrı müslimden nesebinin sabit olması, onun Müslümanlığına engel olmaz. Meğer ki, zımmîlerin yerleştikleri yerde bulunup alınmış ola.[1278]
Lakit ile beraber bulunan mal lakîtindir. Bulan (mültekit) o malı lakîte hakimin emriyle sarf ve infak eder.
Lakîte hediye olunan şeyi bulan (mültekit) alır.
Hakkında sırf fayda olmak hasebiyle mültekit, lakîti bir sanata verebilir. Evlendirme, nikahlama, malını satma ve kiraya verme gibi tasarruflar yapamaz; yani bu husustaki tasarrufları geçerli olamaz. Çocuk kendisi ücret karşılığı bir işte çalışabilir.[1279]
Radâ', radâa[1280] radi' ve rad' kelimeleri masdar olup, "meme emmek" anlamındadırlar. İrdâ’, emzirmektir: irtidâ', onun mütâvii, yani süt emmeye uymak ve onu kabul etmektir. Süt emzirene "mürdi" ve "mürdia" denir. Çoğulu "mürâdi" gelir.[1281] Radî’, süt emen çocuk demektir.[1282] Radî' bir de mürâdaa'dan isim olur ki, mürâdaa ve onun başka bir masdarı olan ridâ' iki çocuğun bir memeden emmesidir. Onların her biri diğerinin radî'idir. Bu anlamda olan radî'e, rıdî' de denir.
"Fatm" çocuğu sütten kesmektir. Sütten kesilmeye, "fitâm" denir. Çocuğu sütten kesen kadına da "fâtime" denir.[1283] "Fatîm" sütten kesilmiş olan çocuktur. "Muftim", sütten kesilme vaktine giren çocuk demektir. Ayırmak anlamına gelen "fasl" da [1284] "fatm" manasına geldiğinden, "fitâm'a "fisâl"de denir.[1285]
Zâtü leben, memesinde süt olan kadındır.
Sütanaya "zi'r" denilmektedir.[1286]
Şeriatta radâ’, kendisine harardık taaluk eden özelliği olan bir emmeden ibarettir "İnsanoğlunun memesini,[1287] emmeye has olan vakitte emmektir" diye tarif edilir.
Emmenin özelliği, emzirenin insan olmasından; vaktin özelliği, emenin emme müddeti içinde bulunmasından ibarettir.
Bir kimse kendi karısının memesini emmekle bir şey gerekmez. Meğer ki koca süt emme çağında bulunmuş ola.
Emmenin müddeti: Doğum anından itibaren, İmam Ebû Hanife'ye göre otuz ay, yani iki buçuk senedir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise iki senedir.[1288]
Hayvan sütüyle süt emme hükümleri sabit olmadığı gibi, çocuğun iki veya iki buçuk yaşından sonra emdiği insan sütüyle de süt emme hükmü sabit olmaz.
Süt emmenin hükmü: Bakmanın helâl, nikâhın haram olmasıdır. Süt emme, mirası gerektirici değildir.
Emme müddeti içinde bulunan bir çocuk, memesinde süt bulunan hangi kadından kendisine süt verilirse, hem o kadın ile hem onun mahremleriyle kendi arasında ve o memenin kaç olursa olsun emenleri arasında yukarıda anılan hüküm geçerli olur.
Süt emzirmenin azlığına, çokluğuna dair, hakkında olan ayet-i kerimede[1289] ve hadîs-i şerifte[1290] bir kayıt ve şart olmadığı için, azı dahi haram kılıcıdır.[1291]
Kalîl, yani az, mideye ulaştığı bilinendir. Memeden emmek şart değildir; emzikten de emilir.
Emmek bile şart olmayıp, sütü bir aletle çocuğun ağzından akıtmak veya burnundan salmak da bu hususta emmeye katılmış olup, süt emme neticesini doğurur. Aranılan şey, sülün memeye ulaşmış olmasıdır.
Memesinde süt olmayan kadının memesi çocuğun ağzına girmekle süt emme ortaya çıkmış olmaz.
Emme müddeti içinde bulunan çocuğun sütten kesilmiş ve yemekle yetinir olması, süt emme haramlığmın gerçekleşmesine engel olmaz.
Nitekim çocuk iki yaşından sonra sütten kesilmemiş bile olsa, onu emziren kadının süt çocuğu olmaz.[1292]
Hadis-i şerifte: "Neseb itibariyle haram olan, süt itibariyle de haram, olur" [1293]buyurulmuş olduğu için, neseb yönünden nikâhı haram olanın, süt yönünden de nikâhı haram olur.
Anlatılan haramlık, ana tarafından sabit olduğu gibi baba tarafından da sabit olup, süt emene, hem emmeden olan ana babası, hem de onların gerek neseb ve gerek radâ cihetinden olan usûl ve fürûu haram olur. Emzirenin kendisi emenin annesi olduğu gibi, süt hasıl ettiği kocası da emenin babasıdır. Onun babası dedesi, annesi ise ninesidir. Hatta emziren kadın o kocasından yahut diğer kocasından bu emzirmeden önce veya sonra çocuk doğurursa yahut bir süt emeni emzirse veyahut o sütbabanın bu kadından başkasından bu emzirmeden önce veya sonra bir çocuğu olsa veyahut bir kadın onun sütünden süt emen bir çocuğu emzirse, hepsi anılan süt emenin erkek veya kız kardeşleri olur.[1294] Onların çocukları da, süt emenin erkek veya kız kardeşinin çocuklarıdır. O babanın erkek kardeşi süt emenin amcası, kız kardeşi de halasıdır. Sütananın erkek kardeşi de süt emenin dayısı ve kız kardeşi teyzesidir.[1295]
Emmede sıhriyyet haramlığı da sabit olur. Kişiye, sütoğlunun boşadığı hanım veya ölüm sebebiyle dul kalan hanım, sütanaya süt kızının kocası haramdır.[1296]
Süt emmede, nesepten fazla olarak bazı istisnalar vardır. Şöyle ki: Bir kimseye, süt erkek kardeşin veya süt kız kardeşin anasıyla, sütoğlunun veya süt kızının bacısı helâldir. Halbuki, insana, neseb yönünden erkek kardeşinin veya kız kardeşinin anası ya kendi annesi veya üvey annesi olduğu için, haramdır. Bunun gibi, insana, neseb yönünden olan oğlunun ve kızının kız kardeşi, sulbü olduğuna göre kendi kızı ve sulbü olmadığına göre üvey kızı demek olduğu için, haramdır.[1297] Bu istisnaların her birini ele almak sözü haddinden fazla uzatmak olur.
Süt emme, zamanın değişmesiyle değişmediği gibi, mekânın değişmesiyle de değişmez. Savaş ülkesinde meydana gelen süt emme, İslâm ülkesinde meydana gelene eşittir.[1298]
Süt emmenin haram kılıcı olması, emzirenin belli olmasıyladır. Bir kızı, bir köy kadınlarının çoğu ernzirmiş olduğu halde bilinemese, bir emare olmadığına[1299] ve ispat edilmediğine göre, o köy ahalisinden olana o kızı alması caiz olur.
Rada ile ilgili hüccet yani deliller, mal ile ilgili hüccet ve delillerle aynıdır. Yani süt emme dahi mal gibi ikrar [1300]etmek veya kesin delil getirmekle sabit olur.
Bu hususta da şahitliğin nisab ve şartları geçerlidir.[1301] Yalnız kadınların veya yalnız bir erkeğin şahitliği süt emme haramlığının sabit olması için yeterli olmazsa da, ihtiyatlı davranmayı gerektiren bir yer olur. "Sana şüphe
veren şeyi bırak, şüpheli olmayana bak" [1302] buyurulmuştur.
Dokuz yaşında olmayan bakirenin memesinden gelen süt haram kılıcı olmaz.[1303]
Memesinde süt kocasından boşanıp, iddetten sonra başka bir kocaya varmış ve ondan çocuk doğurmuş olan kadının sütü ikinci kocasındandir. Eğer ikinci kocasından çocuk doğurmamışsa süt birinci kocadandır.
Haram kılma hususunda emme müddeti İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in görüşleri doğrultusunda iki sene olduğu fetva verilen bir görüş olduğu gibi,[1304] sütana ücreti için müddetin iki seneden ibaret olduğu da üzerinde icmâ olunan bir husustur.[1305]
Sütana ücreti babaya düşer.
Anneye çocuğu emzirmek kaza yoluyla yani hakimin hükmüyle değil, diyanet yani dinî yolla vaciptir. Meğer ki anne emzirme için kendi tayin edilmiş olsun.
Tayin edilmiş olsun olmasın karı kocalık devam ettiği sürece ve hatta ric'î talâkla boşanmış bulundukça anne çocuğunu emzirmek için babadan ücret isteyemez. Hidâne bahsine ve oruç tutmamayı mubah kılıcı özürlerin ilgili dipnotlarına bakınız.
İki seneden fazla emzirmek diyanet yoluyla dahi vacip değildir.
İki buçuk yaşından sonra çocuğu emzirmek mubah bile olmaz. Çünkü süt insanoğlunun bir parçasıdır. Zaruret olmaksızın ondan faydalanılmaz.[1306]
Süt emme çağındaki çocuk için emzirme üç derece itibar olunabilir ki, en aşağısı bir buçuk sene, ortası iki sene, en çoğu iki buçuk senedir. Bir buçuk yaşından az olmamak üzere, iki seneden az emziren haksızlık etmiş olmadığı gibi, iki seneden fazla emziren de yarım seneyi geçmedikçe hakkı tecavüz etimiş olmaz.[1307]
Baba için cariyesini emzirmeye zorlamak vardır ki, onun sütü ve diğer menfaatleri kendisinin malıdır. Çocuğa zarar verici olmadığı halde iki seneden önce sütten kesmek için cariyeyi zorlamak da vardır.
Hür olan kadın böyle değildir. Onu çocuğu emzirmeye zorlamaya kocanın hakkı olmadığı gibi, kendi rızasıyla çocuğunu emzirmek durumunda, iki senden önce sütten kesme üzerine zorlamaya da hakkı yoktur.[1308]
1. Zinadan çocuk doğurmuş olan kadını ücret karşılığı tutup[1310] çocuğa süt verdirmekte sakınca yoktur.[1311] Fakat sakıncası olmayanı terk daha iyidir.
Behcetü'l-Fetevâ'da zikredildiği üzere, Müslüman olmayan sütana tutmak da müslümana göre böyledir.
2. Bir hanım kocasının sütüyle onun sahibi bulunduğu süt eme yaşındaki çocuğu emzirmekle onu azat etmiş olmaz.[1312]
3. Ağlayan çocuğu susturmak ve oyalamak için sütü olmayan bir kadının memesini çocuğun ağzına sokması ve çocuğun onu emmesiyle süt gelmedikçe süt hükmü sabit olmaz.[1313]
4. Hayızdan kesilme yaşına varmış olan sütlü bir kadın memesini süt emme çağındaki küçük çocuğun ağzına soktuğunda süt gelirse, süt emme hükmü sabit olur. [1314]
5. Dokuz yaşında olan bakirenin memelerine süt gelse ve o süt ile süt emme çağındaki bir çocuk emzirilse, süt emme hükmü sabit olur.[1315]
6. Süt emme müddetini geçmiş bir kimse hanımının sütünü emmekle hanımı ona haram olmadığı gibi, hanım, kocasının kardeşini emzirmekle kocasından boş düşmez.[1316]
7. On iki yaşında olan erkek çocuk bir kadının sütünü emse, o kadının kızını alabilir.[1317]
8. Yedi yaşında olan kız çocuk bir kadının sütünü emse, o kadının kocası o kızla evlenebilir.[1318]
9. Memesinde süt olan bir kadın üç yaşında bulunan bir erkek çocuğu ve henüz emme müddeti içinde bulunan bir de kız çocuğu emzirse o erkek çocuk o kızı alabilir.[1319]
10. Bir kimse süt kız kardeşinin kızını alamadığı gibi, süt kız kardeşinin süt kızını da alamaz.[1320]
11. Süt kız kardeşinin anasını almak caizdir.[1321]
12. Anasının süt kız kardeşiyle evlenmek caiz değildir.[1322]
13. Oğlunun sütanasıyla evlenmek caiz olur.[1323]
14. Sütbabasının kendisiyle cinsî münasebette bulunduktan sonra boşamış olduğu karısıyla evlenmek caiz olmaz.[1324]
15. Ölmüş olan sütbabasının kendisiyle cinsî münasebette bulunarak boşamış olduğu karısıyla evlenemez.[1325]
16. Ümmü veledin süt kızı ile evlenmek caiz olmaz.[1326]
17. Kendisiyle zina yaptığı kadının kızıyla evlenmek caiz olmadığı gibi, o kadının süt kızıyla evlenmek de câiz olmaz.[1327]
18. Süt kayınvalide ile evlenilemez.[1328]
19. İki süt kız kardeşi, bir kimse nikâhı altında birleştiremez.[1329] Bunun gibi, cariye ile cimada da birleştiremez.
20. Cinsî münasebette bulunmazdan önce vefat eden küçük kadının kocası onun sütanasını alamaz.[1330]
21. Sütoğlunun boşadığı hanımını veya dul kalan hanımını eş edinmek caiz olmaz.[1331]
22. Amcazade ile evlenmek caiz ve sahih olduğu gibi, amcasının süt kızı ile evlenmek de caizdir.[1332]
23. Kız kardeşinin emzirdiği kızla evlenmek caiz olamaz.
24. Bir kadının birlikte süt emdiği kızın diğer kız kardeşleriyle evlenmek de haram olur.
25. Bir kimse, sütanasının oğlunun kızıyla evlenemez.
26. Bir kadın, kendi ortağının çocuğunu emzirmekle, ortağının diğer kocasından olan oğluna o kadının kızı haram olmaz.[1333]
27. Erkek kardeşinin sütanası ve süt kız kardeşiyle evlenmek caiz olur.[1334]
28. Sütbabasının yatağında yatan ve sonra azatettiği cariye ile evlenmek caiz olmaz.
29. Bir sütanneden süt etmiş bulunan oğlan ile kız birbirleriyle evlenemezler. Eğer süt emzirme birbirinden çok uzak olan değişik zamanlarda olsa bile.[1335]
30. Anasının anasını emzirmiş olan kadını almak caiz olmaz.
31. Sütanasının kız kardeşiyle evlenmek caiz olmaz.
33. Sütanasının kızıyla evlenmek caizdir.
34. Süt erkek kardeşinin kızını almak caiz değildir.[1336]
35. Süt cihetinden kardeşi olan kimsenin kızını almak caiz olmaz.[1337]
36. Erkek ve kız kardeşinin, süt kızını alamaz.
37. Sütoğlunun veya süt kızının kız kardeşini alabilir.
38. Süt kızının veya sütoğlunun kızını alamaz.
39. Birkadın sütbabasının başka bir karısından olan oğluyla evlenemez.
40. Bir kadını sütanasının süt kendinden olmayan diğer kocasının erkek kardeşi alabilir.
41. Bir kimse kendinin süt kızını alamadığı gibi, kendisiyle cinsî münasebette bulunduğu karısının kendinden önceki süt vermiş olduğu kızı da alamaz.
42. Anasının veya kız kardeşinin emzirmiş olduğu çocuğun kız kardeşini ve süt kız kardeşini alabilir.[1338]
[1] El-Buhârî, el-Câmi'u' s-Sahîh, İstanbul, 1315, (1987) (VII, 46). Müslim'in Sahilı'inde ise, bu ibare ile değişiktir. Müslim, el-Cami'u's-Sahih, Muhamed Fuâd Abdülbaki neşri, el-Kahire, 1347/1955, Cilt: 11, s. 1108, No: 31.
[2] Yahudilerin her sabahki dualarında meselâ şu cümle geçmektedir: "Ezelî ilâhımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun (öğülmüş ol)". Bakınız: Livre de prierez pour jours de semaine, Sabbat et fetes â l'usage des Israelites dıı Rite Sephardi, traduit en Français par A. Crehange, Edition "Sinai", Tel-Aviv, 1961, p. 15 (Les homes disent: Sois loué, Eternel, notre Dieu. Roi de l'Univers, qui ne m' a pas fait femme). Bu dua mecmuası, İbranicc metni ile Fransızca tercemelerini ihtiva eden, Sefard Mezhebine mahsus bir kitaptır. Hristiyan mukaddes kitabının bir bölümü olan Pavlos'un Korintoslulara birinci mektubunun on birinci babında, cümle 1-15, Hristiyan kadınlarının dua ederken başları örtülü olması icab ettiğine dair kısımda, kadınlar hakkında şu hüküm vardır: "Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir." (cümle: 8). "Çünkü erkek kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı" (cümle: 9). Bakınız: Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahid, İstanbul, 1932, s. 177.
[3] Meselâ, el-Buharî, el-Câmi'u's-Sahih. III, 221-222.
[4] Bakınız: Muhammed ibn Sa'd, et-Tabakâtü'l - Kübrâ, Beyrut 1377/1958 (VIII 17). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/11-12
[5] Bakınız: Ebû İsa et-Tirmizî es-Sünen-Sahîhu't-Tirmizî (bi Şerh: İbni'l-Arabî el-Mâlikî), el-Kahire. 1350/1931-1353-1934, Cilt: 5, s. 110; Muhammed Fuâd Abdülbakî neşri (Kahire 1356-1937, Cilt III. s. 466 No: 1162). Ahmed İbn Hanbel, el- Müsned; el-Kahire, 1313/1895 Cilt, II, s.472.
[6] Et-Tirmizî, es-Sünen, V. 111: Muhammed Fuâd Abdülbakî neşri, (III, 467, No. 1163): Bu hadisin bu varyantı için bakınız: İbnu Mâce, es-Sünen, (Muhammed Fuâd Abdulbaki neşri), Mısır, 1372/1952, (I, 594, No. 1851); ed-Dârimî, Ebu Muhammed Abdullah es-Sünen, Dimaşk, 1349, (II. 48), Ed-Dârimi’nin metninde: "Normal yemek ve elbiseler kendilerine karşı olan borcunuzdur" denmektedir.
[7] Ebu Davud. es-Sünen (Muhammed Fuâd Abdulbaki neşri), el-Kahire, 1354/1935. c. II 185, No: 1905.
[8] Ebû Dâvûd, es-Sünen (IV, 352, No. 5204). İbnu Mâce, es-Sünen, (II, 1220, No. 3701).
[9] Et-Tirmizî, es-Sünen, (X, 171, 172). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/12-13
[10] El-Buharî, el-Câmiu's-Sahih, (VI, 83); Müslim, el-Câmiu's-Sahih, (IV. 2191, No. 49/ 2855); et-Tirmizî, es-Sünen, (XII, 244); ed-Dârimî, es-Sünen, (II, 147) Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned (IV, 17): "Ne oluyor kocalara, karılarına köle gibi doğuyorlar, halbuki aynı günün sonunda belki onlarla mülâkafe edecekler?"
Zikri geçen bu kaynaklarda bu hadis metninin ehemmiyetsiz bazı varyantları vardır. Malûm olduğu üzere, ancak İstisnaî olarak ve hiç yere hemen boşamağa tevessü! etmeden evvel bazı tedbirlerin alınması lâzım geldiği ve ancak başka hiçbir tedbir fayda etmediği takdirde, son tedbir olarak ve zararsız bir şekilde, karısını döğmeğe cevaz vardır. Nisa': 4/34. Bu husus, İslâm düşmanları tarafından alabildiğine istismar edilmiştir. Halbuki en ileri memleketlerde dahi, bugün bile, kocaların karılarını döğmelerinin önüne geçilememiştir. Fransız Kadınlar Birliği'nin bir bildirisinde, iki yüz bir kadın arasında yapılan anket neticesinde, bunların 43'ünün kocalarından dayak yediklerinin tespit edildiği belirtilmektedir. (Cumhuriyet Gazetesi. İstanbul, 9/IX/1969 tarihli nüsha).
[11] İbnu Mâce, es-Sünen (1, 649. N. 2014):
[12] Hazreti Peygamber1 in, savaş hariç, hayatında kimseyi, hizmetçisini dahi, dövmediği herkesçe malûm bir husustur. Hazreti Aişe bunu tasrih etmiştir: (ed-Dârimî. es-Sünen. II. 147). Bu yüzden bunu bütün müminlere de tavsiye buyurmuştur: " (ed-Dârimî, II, 147): Yani, "Allah'ın kadın kullarına vurmayınız."
[13] ed-Dârimî, es-Sünen, (II, 148). Bu hadis muhtelif varyantlarla el-Buharî ye Müslim'in es-Sahih'lerinde, Ebû Dâvud ve et-Tirmizî'nin es-Sünenlerinde ve Ahmed İbn Hanbel'in el-Müsned'inde geçmektedir. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/13-14
[14] el-Buharî, el-Câmiu's-Sâhih (IV, 21).
[15] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/14
[16] Bu hadis-i şerif, el-Buharî'nin el-Câmiu's-Sahih'indc geçmektedir (VI, 122). Sehl ibn Sa'd'ın rivayetindeki bu hadisin bir hulâsası, keza el-Buharî'nin el-Câmiu's-Sahihinde (III, 63) yer almaktadır.
[17] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/14-15
[18] Bkz. el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (VI, 123). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/15
[19] “Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana ve babaya iyilik etmeyi emir buyurmuştur (hüküm vermiştir). Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlarsa, onlara öf dahi deme, onları azarlama. Onlara tatlı, kerîm söz söyle. Onlara merhametinden, alçak gönüllülük kanatlarım ger (yerlere kadar indir) ve: Rabbiın, onlar beni küçük iken yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet et, de" İsra: 17/23-24.
[20] el-Buhari, el-Câmiu's-Sahih, VII. 69
[21] el-Buhari, el-Câmiu's-Sahîh, c. III. 142.
[22] Bkz. en-Nesâî, es-Sünen, el-Kahire (1358/1930). (VI, 11). Bu hadisin varyantları için bakınız: İbn-i Mâce el-Kazvinî, es-Sünen (Muhammed Fu'âd Abdülbâkî neşri) el-Kahire, 1373/1953 (II, 929-930, No: 2781); Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, el-Kahire, 1313/1895, (III, 429); îbn-u Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, el-Kahire, 1358/1939, (I, 220-221), Ibnu'1-Esîr, Üsdü'1-Ğabe fi Ma'rîfeti's-Sahabe, el-Kahire, 1280/ 1863 (I, 264): İbnu Abdilberr en-Nemerî, el-İsti'âb fi Ma'rifeti'l-Ashab, el-Kahire, 1380/ 1960, (III, 1413, No: 2431); Muhammed ibn Sa'd, et-Tabakatü'1-Kübrâ, Beyrut 1377/ 1957, (IV, 274).
[23] el-Hatib el-Bağdadî'nin el-Câmi'inde, el-Kudâi’nin el-Müsned'inde mezkûr hadis bu tabirlerle geçmektedir. Bakınız: İsmaîl ibn Muhammed el-Aclûnî, Keşfü'1-Hafa' ve Muzilü'1-İlbâs amme'eştehere mine'l-Ehadîsi alâ Elsineti'n-Nâs, el-Kahire 1351/1932, (I, 335, No: 1078) ve: Şemsüddin Muhammed es-Sehâvî, el-Makasidü'1-Hasene-i Beyani Kesîrin mine'l-Ehadîsi'l-Müştehire ale'l-Elsine (Abdullah Muhammed es-Sıddîk ve Abdülvahhab Abdüllâtif neşri), el-Kahire, 1375/1956 (s. 176, No: 773).
[24] el-Buharî el-Câmiu's-Sahih, (III, 151)
[25] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh, (111,67).
[26] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh, (IV, 136-137). Hadisin metni şöyledir:
Yuhanna înciline göre (XIX, 26-27): Ve îsa anasını ve yanında sevdiği şakirdi durmakta görünce, anasına dedi: "Kadın, işte oğlun". Ondan sonra şakirde dedi:
"İşte anan". Hıristiyanların tahayyülleri üzere, Hz. İsa çarmıha gerildiği zaman, Hz. Meryem'i yanında görünce böyle konuşmuş olmaktadır. Ulu Allah'ın büyük bir peygamberi olan Hz. İsa'nın öz anasına bu kadar kaba bir hitap kullanabileceğini bir müslüman tasavvur edemez ve böyle bir tabiri, tabiatiyle, kendisine yakıştıramaz. Diğer taraftan Hz. Muhammed'in, küçük yaşlarında valideleri Amine bint Vehb'i kaybettikleri malûmdur. Böyle olmakla beraber, süt annesi Halîme es-Sa'diyye'ye karşı, öz annesiymiş gibi, hürmet ve şefkat hisleriyle meşbû idi. Bîr vesileyle Halîme ziyaretine geldiğinde:
"Annem, annem" diye sevinç izhar etmiş, yere serdiği kendi rîdasına onu hürmetle oturtmuştur, (bkz. meselâ: ibn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kubrâ, I, 114). Kendi annesi olsa kim bilir davranışı nasıl olurdu. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/15-17
[27] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh, (VII, 75)
[28] el-Buharî, el-Cûmiu's-Sahîh (VII, 75):
[29] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/18
[30] el-Buharî, el-Cûmiu's-Sahîh (VII, 76):
[31] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (VII, 74-75):
[32] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (VII, 76): Buna dair diğer hadisler el-Kütübü's-Sitte'de Mâîik'in el-Muvatta'ında, ed-Darimî'nin es-Sünen'inde ve Ahmed İbn Hanbel'in el-Müsnedinde yer almaktadır.
[33] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (VII, 131).
[34] Kaynağı: el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (IV, 21).
[35] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/18-19
[36] Zümer: 39/9.
[37] Fâtır: 35/28.
[38] Ankebût: 29/43.
[39] el-Buharî, el-Câmius-Sahîh (I, 25; VIII, 149); ed-Dârimî, es-Sünen Dimaşk 1349, (I, 74).
[40] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 27).
[41] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 26).
[42] Müslim, el-Câmiu's-Sahîh (Muhammed Fuâd Abdülbakî neşri), el-Kahİre, 1375/1955, elli, s. 1513-1514, No: 152/1905.
[43] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 25).
[44] ed-Dârimî, es-Sünen (mukaddime: 1,79).
[45] ed-Dârimî, es-Sünen (1.78).
[46] el-Buharî, el- Câmiu's -Sahîh (I, 26).
[47] el-Buharî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 27).
[48] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/20-21
[49] Bugün bile, Güney Amerika'daki Bolivya'da, nüfusun % 67'sini okuma-yazma bilmeyenler teşkil etmektedir. (Le Monde, Paris, 6/V/1970, 5).
[50] Abdu'1-Hayy el-Keîtânî, Kitâbıı Nizâmi'l-Hükîmeti'n-Nebeviyye el-Müsemmâ bi't-Terâtîbi'l-İdâriyye, er-Ribât, 1347/1929, (I, 48-49).
[51] Zeyd ibn Sabit hakkındaki tafsilât için bakınız: Yûsuf ibn Abdi'1-Berr en-Nemerî, el-İstîâb fî Ma'rîfeti'l-Ashâb (Mısır, 1380/1960, II, 537-540); lbnu'1-Esîr, Üsdü'1-Gabe fî Ma'rifeti's-Sahabe, Mısır, 1280, (II, 221-223); İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Mısır, 1358/1939 (I, 543-544, no: 2880); Muhammed İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut, 1376/1957, (II, 358).
[52] Bu mevzu ile ilgili hadisin bütün varyantları için bakınız: M. Tayyib Okiç, Hadîste Tercüman (İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1967, C. 14, s. 39-40 ve No: 63-69).
[53] Alâk: 96/4-5 ve Nûr: 24/1.
[54] Buna dair malûmat için bakınız: M. Tayyib Okiç, Bazı Hadîs Meseleleri Üzerinde Tedkikler (Ankara İlahiyat Fakültesi yayınları: 28), İstanbul, 1959, s. 106., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/21-23
[55] el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân el-Kahire, 1350/1932, s. 458., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/23
[56] Hz. Fâtıma için bakınız: İbn-i Sa'd, et-Tabakâtü'1-Kübrâ (VIII, 19-30).
[57] Hz. Peygamber'in akrabalarından ve Ubâde ibnu's-Sâmit'in zevcesi olan Ümmü Haram bint Milhân, Kıbrıs'ta vefat edip, Larnaka civarında medfundur. Kıbrıs müslümanları tarafından O'nun türbesi büyük hürmetle halâ ziyaret edilmektedir "Hala Sultan".
[58] Halîfe ibn Hayyât, Kitâbü't-Tabakât, Dımaşk, 1968 (II, 859-884).
[59] Bakınız: İbn Sa'd et-Tabakâtü'1-Kübrâ (VIII, 58-81). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/23-24
[60] Hüsnü's-Sihâbe fî Şerhi Eş'âri's-Sahâbe, İstanbul, 1324 (s. 125-128).
[61] Aynı eser (s. 290-291).
[62] Aynı eser (s. 94-99).
[63] Aynı eser (s. 104-107).
[64] Aynı eser (s. 157-160). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/24
[65] Bu yazımızın başka faslında âlim kadınlara ayrıca temas etmekteyiz.
[66] Abdülhayy el-Kettânî, et-Terâtîbü'l-İdâriyye (I, 54).
[67] Meşhur Türk seyyahı ve değeri ölçülmez Seyahatnamenin müellifi Derviş Muhammed Zıllî oğlu Evlîya Çelebi'ye göre onun devrinde, yani 17. asırda -yalnız İstanbul'da, Kur'an-ı Kerîm'i ezber bilenlerin (Hafızların) sayısı dokuz bin olup, bunların üçte biri, yani üç binini kadınlar teşkil ediyordu (Bakınız: Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul, 1314/1896, c. I, s. 524.)
[68] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/24-25
[69] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh, (VIII, 149). Ebû Saîd el-Hudrî bu hadisi kısaltarak da rivayet etmiştir (Bakınız: ei-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh: I, 34).
[70] Hz. Peygamber'in bu sözleri, yukarıda zikri geçen hadisin bir devamı olarak rivayet edilmiştir (Bakınız: el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh: VIII, 149).
[71] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (II, 5)
[72] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (I 41). Hz. Âişe'nin bu sözünü, el-Buhârî, bâb başlığına koymuştur. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/25--26
[73] Kasas: 28/77.
[74] Ruhbâniyyet hakkında, İslâm Ansiklopedisinde (İstanbul, 1964, IX, 670) AJ. Wensinck'in yetersiz bir maddesi vardır.
[75] Ortodoks râhiblerle meskûn, bin senelik tarihi olan, meşhur "mukaddes" dağ, Atos (Athos), Aynaros'a, nazarî olarak kadın giremez. Gerçi patrik tarafından imparator Alexis Comne'ne'e, 1105 tarihi civarında verilen bir cevapta, Eflaklar'ın, erkek elbiseli kadınları Atos'a sokup, rahipler arasında teeddüben yazılamayacak rezaletler tevlid ettiklerini beyanla, Eflakları Atos'tan uzaklaştırıp bir daha sokmamaları hususunda talepte bulunmaktadır. (Bakınız: Les Regestes des Actes du Patriarcat de Constantinople, de 1043 â 1206, İstanbul, 1947, Tome, I, Fasc. III, p. 62, No: 981. -publîees par I'Institüt d'Etudes Byzantînes des Auguslins de I'Assomption de Kadıköy, Seriel - : "...Les Claques y ont introduit des femmes en habit masculin pour la conduite des troupeaux et le service des moines, d'oü aussî des horreurs que la plume se refuse a ecrire...". Bu gibi kepazelikler asırlar boyunca rahipler arasında görüldüğü gibi, rahibelerin de bu hususta rahiplerden geri kalmadıkları müşahade edilmiştir. XIII. asır Arap coğrafyacılarından meşhur Yakut'un Mu'cemü'l-Büldân" adlı eserinde "Bakireler manastırında" (Deyru'l-Azârâ) bulunan kırk rahibeden hiç birinin bakire olmadığını ve hepsinin manastır müdürü bir rahip tarafından iğfal edildiğini kaydetmektedir (Bakınız: Şihâbüddin Yâkût el-Hamavî er-Rûmî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut, 1375/1956, c. II, s. 522-523: "Deyru'l-Azârâ"). Bu hallere bu gün dahi rastlamak mümkündür. Böyle bir hadiseden birkaç yıl önce matbuatta bahsedilmekleydi. 28/11/1969 tarihli "Akşam" gazetesinde, Napoli'de 56 rahibenin, barındıkları Saintc Euphemİa manastırına bir halterciyi kaçırıp soktukları, bir ay müddetle onunla birlikte bulunup genci hastanelik ettikleri yazılı idi. Aynı haber, aynı tarihli "Tercüman" gazetesinde de yer almaktadır. Diğer taraftan, İtalya'da, Piemont'da, Santo-Stefano- di Montenagua'nın 39 yaşındaki katolik papazı Pio Ottegno, kilise kürsüsünden yaptığı vaazda İncil'den bir cümleyi izahtan sonra, cemaate nişanlısını göstermiş, onunla evleneceğini ilân etmiştir. Cemaat ilk anda bu sözü şaka sanmış, fakat papaz: "Evlenme ile şaka edilmez" ihtarında bulunmuştur. Her ne kadar Cacale Monteferrato piskoposu Don Pio Ottegno'yu derhal azledip yerine başka bir papaz tayin etmişse de, bizim için bu hadise, bu işin ne derece ehemmiyet kazandığını göstermekten hâli değildir. (Le Monde, Paris 12/3/1970).
Manastırları terk eden rahibelerin sayısı gittikçe anmakta ve bu hal Hıristiyan dinî makamlarını endişeye sürüklemektedir. Fransız yazarlarından Robert Sole, Paris'te İntişar eden "Le Monde" gazetesinde (10, 11, 12/1/1970), bu mevzuda bîr makale neşretmiştir (Ces Religieuses qui quittent le couvent) Bahis mevzuu makalede, 1969 senesinde yayınlanan bir kitaba dayanılarak (Madene Tuınınga, Les Religieuses) bazı mühim malûmat ve istatistik neticeleri verilmektedir. Meselâ Birleşik Amerika Devletlerinde 170.000; küçük bir devlet olan Belçika'da 40.000; Hollanda'da 30.000; ve Frasa'da 114.800 rahibe varmış (ki, bu Fransız rahibelerinden 9.500'ü Fransa'nın dışında faaliyette bulunmaktadırlar). Birleşik Amerika rahibelerinden 1966 senesinde 1.827; 1968 senesinde ise 6.000 rahibe manastırlarını terketmiştir. Keza Hollanda'da 1961 ile 1966 seneleri arasında 432, Belçika'da 1961 senesinde 250; Fransa'da 1963 ile 1968 yılları arasında 1.600 rahibe manastırlardan ayrılmıştır. Manastırları terkeden rahibelerin ileri sürdükleri sebepler çeşitlidir. Fakat birçokları evlenmek ve aile birliği kurmak istediklerini açıkça ifade etmişlerdir. Bildiğimiz kadariyle, birisi de İslâmiyet'i kabul etmiştir.
Yunanistan'daki 7 milyon Ortodoksun 7338 cemaat teşkilatı (Paroisse), 7007 papazı vardır (ki bu sayıya Girit ve On iki Ada dahil değildir); bu papazlann ancak 420'si yüksek ilahiyat mezunu, 2.500'ü de laik ilâhiyatçıdır. Saint-synode, ilkokul mezunu papazların dağlık ve nudud bölgelerine tayinini kararlaştırmıştır. Cemâat papazlarının ancak % 9'u bekârdır. Piskopos ve lâik bekârlarla birlikte evlenmeyen papazların nisbeti % 11.3'e yükselebilmektedir. Bu malûmat, Fener Patrikhanesinin Cenevre'de intişar eden Episkepsis bülteninin 3. sayısında verilmiştir (Bkz. Le Monde gazetesi, Paris 24 Mart 1970).
Rahiplerin sayı itibariyle azalması, mühim bir hâdise olarak telâkkî edilmektedir. Yeni girenlerin (novices) sayısı 1945 yılına nisbetle % 36'ya düşmüştür. Bütün bu belgeler, gayri tabî bir hayat tarzının ergeç iflâs etmeye mahkûm olduğunu ve Hz. Peygamber'in bu hayat tarzını benimsemeyip yasak edişinin ne kadar isabetli olduğunu açıkça göstermektedir.
Diğer taraftan, Fransa'nın yüksek din okullarına (Les Grands Seminaires) intisab edenlerin nisbeti de büyük bir düşüş kaydetmektedir. Lyon başpiskoposu Kardinal Renard'ın bir dînî kurulun (Conseil presbyteral diocesain) huzurunda verdiği beyanata göre, 1967 yılının 810 ve 1968 yılının 811 talebesine mukabil 1969 yılında ancak 475 talebenin kaydolunduğu ortaya çıkmıştır. (Le Monde, Paris, 22/9/1969). Bunun yanında Papa’nın "Iâ yuhtî"lik vasfının nerede ise unutulmuş olduğu, Papalık otoritesinin gittikçe zayıflamakta oluşu, papazların, evlenme yasağına karşı giriştikleri şiddetli ve azimli mukavemet ve kilise karşısına çıkan diğer birçok problemler, Hıristiyanlığın ve bilhassa Katolikliğin büyük bir buhran geçirmekte olduğunu vazıh bir şekilde göstermektedir.
[76] Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned (VI, 226).
[77] ed-Dârimî, es-Sünen (II, 133)
[78] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (II, 245). Bakınız: Keza el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (II, 49).
[79] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh, (VI, 118-119); Müslim, el-Câmiu's-Sahîh, (II, 1020-1021, No: 6, 7, 8).
[80] el-Buhârî, et-Câmiu's-Sahîh, (VI, 119).
[81] Mâide:5/87.
[82] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh, (VIII, 149): Müslim, el-Câmiu's-Sahîh, (III, 1523, No: 171/1921). El-Buhârî. bu babın başlığında, bunlarla din âlimleri kastedildiğine işaret etmektedir.
[83] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (IV, 187); Müslim, el-Câmiu’s--Sahih (III, 1523, 170/1920).
[84] Hz. İsa'nın dirilip semaya uçtuğu akîdesine ilâveten Hz. Meryem'in de aynı şekilde semaya uçtuğu akîdesi son senelerde ihdas edilmiştir ki, bu iki akideye göre, yeryüzünde ne Hz. isa'nın ne de Hz. Meryem'in kabri vardır. Hz. Meryem'in Efes'e gelip, bir müddet orada oturduğu hikayesi de mevsuk değildir. Ortodoks kilisesi, onun Kudüs'ten hiçbir yere çıkmadığı fikrindedir ve bunu Yunan Ortodoks kilisesi birkaç yıl evvel açıklamıştır. Hele selâbiyetli sıhhî makamlar tarafından tahlil edilip mikroplu ve sıhhate muzır olduğu tespit edilmiş bulunan suyu, bazı gafil müslümanlann -şifa niyyetiyle- içmeleri, hem tslâmî görüşe tamamen aykırı, hem de hurafeperestlikten öteye gitmeyen bir haldir. Halk arasında mevcut bazı eski hurafelere sarılınması kadar akıldan uzak hareket tasavvur edilemez. Maamafîh, Müslümanlar hariç, diğer zümreler, bu itikadda bulunmakta ve bu husustaki ayinlerini kendi aralarında yapmakta serbesttirler.
[85] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 25. bâb başlığında, tercemede):
[86] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/26-31
[87] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 154-155).
[88] Son zamanlarda, İslâm tarihinden mühim hadiseler ile umumî olarak dinî mevzularda temsiller veren bir seyyar tiyatro kurulmuş olduğunu burada kaydederiz. Keza dinî mev-zulardakİ bazı ilimler (meselâ hac) son zamanlarda sinemalarda gösterilmektedir.
[89] Hz. Peygamber'in bu sözü, muhtelif hutbelerinde, bilhassa son, Veda Haccı esnasında tekerrür etmektedir. el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 24, 35; II, 191) ve bütün "Kütüb-i Sille" ile ed-Dârimî'nin Sünen'i ve Ahmed İbn Hanbel'in el-Müsned'ine bakınız.
[90] Hıristiyan misyonerleri, misyonerlik vazifelerini, Hıristiyan ananesinin Markos'a nİsbet ettiği incil'deki şu cümleye (XVI) istinad ettirmektedirler: "Ve (Hz. İsa) onlara dedi:
"Bütün dünyaya gidin, İncil'i bütün halka vaaz edin." Keza havari Pavlos'a nisbet edilen -ve indilerden evvel yazılan- Korintoslulara İkinci mesajında (X, 16):
"Fakat imanınız, büyüdükçe, incil'i sizden öte yerlere vaaz etmek üzere..."
[91] el-Buhârî, el-Câmiu's-Sahîh (I, 30). Arapların asırlarca hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs (İspanya) daki İslâm misyonerliği ve misyonerlerinden tarih kitaplarında bahsedilmektedir. Ukbe ibnu'l-Haccâc es-Selûlî'nin bizzat 2.000 Hıristiyan! ihtida ettirmesi burada, misal olarak, zikredilebilir (bkz. meselâ: Muhammed ibnu'l-Hâris el-Huşenî, Kudâtu Kurtuba ve Ulemâu İfrîkıyya, Kahire, 1372, s. 21). Öyle ki, ihtida edenler arasında Hıristiyan baba isimlerini muhafaza edenler dahi görülmüştür. Meselâ: Muhammed İbn Martin, Muhammed ibn Lope, Umer ibn Gomez, Muhammed İbn Angelino ve Abd bint (Sancho) gibi (R. Dozy, Historie d'Espagne jusqu'a la conqete de l'Andalousie par les Almoravides - 711 - 1110-, nouvelle edition, revue et mise â jour par E. Levy -Provençal, Leide, 1932,1, 353, note 4; II, 16,44, 93,142, 281, note 2; III, 99-100). Keza Osmanlıların Balkanlarda asırlar boyu devam eden hakimiyetleri müddetince (ve hattâ Osmanlılarda çok daha evvel) vuku bulan İslâm misyonerliği ve ihtidalar hakkında -ekseriyetle bakir arşiv malzemesine istinaden hazırlayıp Türk Tarih Kongrelerinde okuduğumuz ve henüz neşredilmemiş iki Tebliğimiz vardır:
1) Cenûb-i Şarkî Avrupada islâmiyet'in zuhuru meselesi,
2) Osmanlılar devrinde Balkanlardaki ihtidalarla İlgili bazı vesikalar. Bu mevzua, dolayısiyle de olsa, diğer bazı yazılarımızda temas etmiş bulunuyoruz. (Meselâ: "San Saltuğa Ait Bir Fetva", İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952; "Bir Tenkidin Tenkidi", İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953; Les Kristiann (Bogomiles Parfaits) de Bosnie, d'aprfes des documents Turcs inedİts - Südost Forchungen, München 1960). Umumiyetle islâm misyonerliği hakkında Arnold'un "İntişar-ı İslâm Tarihi (İstanbul 1343)", isimli ve M. Halil Halid tarafından Türkçeye çevrilmiş olan eserinde oldukça bol malûmat vardır. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/31-32
[92] Müslim, el-Câmiu's-Safuh (III, 1511, No: 147/677). Bu haberi veren Enes îbn Mâlik, Haram adındaki dayısının da bu şehit edilen misyoner grubuna dahil olduğunu tasrih etmekte ve bunlar hakkında şu bilgiyi vermektedir: Bu "kurra" denen grup, gündüzleri odun taşıyıp satar ve bundan elde ettikleri para ile fakirlere, bilhassa "suffa ehli" fakirlerine yiyecek satın alıp tevzi eder, geceleri ise Kur'ân-ı Kerim okur ve diğer dinî dersleri takip ederlerdi.
[93] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/32-33
[94] Büyük ihtilâlden evvel dahi Fransa'da, kendini dine vermiş (reügieuse) otuz yedi bin kız vardı.
[95] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/33-35
[96] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/36
[97] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/36
[98] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/36-37
[99] İslâm'da kadının mevkii mevzuunda Bekir Topaloğlu'nun "İslâmda Kadın" (İstanbul 1965) adlı eserine burada işaret etmek yerinde olur. Keza Günseli Özkaya'nın (umumiyetle kadın ve kadın hakları üzerine yazılmış) "Tutsaklıktan Özgürlüğe Kadınların Savaşı" (İstanbul 1970) isimli kitabında: "İslam dini ve kadın" başlıklı bir bölüm bulunmaktadır (s. 160-181). Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/37-38
[100] Ömer Rıza Kehhâle, Â'lâmü'n-Nisâ'fi Âlemeyî'l-Arabi ve'l-İslâm, Dimaşk, 1378/1959 (ikinci baskı), V, 295; el-Hamevî Yakut, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut, 1376/1957 (III, 295).
[101] Aynı eser, c. IV, s. 90,91.
[102] Aynı eser, c. I, s. 65., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/38
[103] Aynı eser, c. II, s. 36.
[104] Aynı eser, c. I, s. 89.
[105] Aynı eser, c. V, s. 49.
[106] Aynı eser, c. I, s. 341.
[107] Aynı eser, c. II, s. 174.
[108] Aynı eser, c. II, s. 45.
[109] Aynı eser, c. III, 332-333.
[110] Aynı eser, c. IV, s. 139.
[111] Aynı eser, c. IV, s. 31-32., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/38-39
[112] Aynı eser, c. I, s. 294.
[113] Aynı eser, c. I, s. 343.
[114] Aynı eser, c. I, s. 344.
[115] Aynı eser, c. II, s. 57.
[116] Aynı eser, c. II, s. 160.
[117] Aynı eser, c. III, s. 188.
[118] Aynı eser, c. IV, s. 66-67.
[119] Ömer Rıza Kehhâle, A'lâmü'n-Nisâ', (I, 248)
[120] Aynı eser, c. I, s. 242.
[121] Aynı eser, c. I, s. 263
[122] Aynı eser, c. I, s. 359
[123] Aynı eser, c. I, s. 433.
[124] Aynı eser, c. I, s. 438.
[125] Aynı eser, c. I, s. 438.
[126] Aynı eser, c. I, s. 494.
[127] Aynı eser, c. I, s. 46.
[128] Aynı eser, c. I, s. 299-300.
[129] Aynı eser, c. I, s. 147-148
[130] Aynı eser, c. I, s. 93.
[131] Aynı eser, c. I, s. 304.
[132] Aynı eser, c. I, s. 430-432
[133] Aynı eser, c. I, s. 187-190., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/39-40
[134] Ömer Rızâ Kehhâle, A'lâmü'n-Nisâ', c, I, s. 161.
[135] Aynı eser, c. IV, s. 141.
[136] Aynı eser, c. I, s. 201.
[137] Aynı eser, c. I, s. 148.
[138] Aynı eser, c. I, s. 287.
[139] Aynı eser, c. I, s. 325.
[140] Aynı eser, c. I, s. 326.
[141] Aynı eser, c. i, s. 339.
[142] Aynı eser, c. I, s. 388-389.
[143] Aynı eser, c. I, s. 345.
[144] Aynı eser, c. II, s. 254.
[145] Aynı eser, c. II, s. 275.
[146] Aynı eser, c. II, s. 292.
[147] Aynı eser, c. III, s. 268-269.
[148] Aynı eser, c. III, s. 269.
[149] Ömer Rıza Kehhâle, A'lâmü'n-Nisa, c. IV, 72-73.
[150] Aynı eser, c. IV, s. 86.
[151] Aynı eser, c. IV, s. 86.
[152] Aynı eser, c. I, s. 322., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/40-42
[153] Aynı eser, c. I, s. 193.
[154] Aynı eser, c. I, s. 241
[155] Aynı eser, c. I, s. 244.
[156] Aynı eser, c. I, s.307.
[157] Aynı eser, c. I, s. 243.
[158] Aynı eser, c. I, s. 388
[159] Aynı eser, c. I, s. 443.
[160] Aynı eser, c. I, s. 199.
[161] Ömer Rıza Kehhâle, A'lâmü'n-Nisâ', c. IV, 240.
[162] Aynı eser, c. I, s. 242-243.
[163] Aynı eser, c. I, s. 84.
[164] Aynı eser, c. I, s. 42.
[165] Aynı eser, c. I, s. 175.
[166] Aynı eser, c. I, s. 295.
[167] Aynı eser, c. I, s. 318.
[168] Aynı eser, c. I, s. 243.
[169] Aynı eser, c. I, s. 317.
[170] Aynı eser, c. II, s. 44.
[171] Aynı eser, c. II, s. 53.
[172] Aynı eser, c. II, s. 46-51.
[173] Aynı eser, c. II, s. 313.
[174] Aynı eser, c. I, s. 309.
[175] Aynı eser, c. I, s. 298.
[176] Aynı eser, c. I, s. 445.
[177] Aynı eser, c. I, s. 454.
[178] Aynı eser, c. I, s. 459.
[179] Aynı eser, c. I, s. 320.
[180] Aynı eser, c. II, s. 364.
[181] Ömer Rıza Kenhâie, A'lâmü'n-Nisâ', c. IV, s. 91.
[182] Aynı eser, c. IV, s. 182. 171.
[183] Aynı eser, c. III, s. 136.
[184] Aynı eser, c. III, s. 188.
[185] Aynı eser, c. III, s. 189.
[186] Aynı eser, c. III, s. 43.
[187] Aynı eser, c. III, s. 68.
[188] Aynı eser, c. III, s. 78.
[189] Aynı eser, c. III, s. 59-60.
[190] Aynı eser, c. III, s. 175.
[191] Aynı eser, c. III, s. 206.
[192] Aynı eser, c. III, s. 175.
[193] Aynı eser, c. III, s. 103., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/42-45
[194] Aynı eser, c. III, s. 41-42.
[195] Aynı eser, c. III, s. 58.
[196] Aynı eser, c. III, s. 343.
[197] Aynı eser, c. III, s. 231.
[198] Aynı eser, c. I, s. 292.
[199] Ömer Rıza Kehhâle, A'lâmu'n-Nisâ, c. I, s. 57., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/45-46
[200] Aynı eser, c. IV, s, 156.
[201] Aynı eser, c. V, s. 284.
[202] Aynı eser, c. III, s. 261.
[203] Aynı eser, c. I, s. 45.
[204] Aynı eser, c. I, s. 272.
[205] Aynı eser, c. V, s. 203-240.
[206] Aynı eser, c. I, s. 420.
[207] Aynı eser, c. III, s. 155., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/46
[208] Aynı eser, c. I, s. 451.
[209] Aynı eser, c. IV, s. 336.
[210] Aynı eser, c. II, s. 43.
[211] Aynı eser, c. I, s. 228.
[212] Aynı eser, c. I, s. 238.
[213] Ömer Rıza Kehhâle, Alâmü’n-Nisa', c. I, s. 66-68.
[214] Aynı eser, c. IV, s. 265.
[215] Aynı eser, c. I, s. 253.
[216] Aynı eser, c. I, s. 454.
[217] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/46-48
[218] Aynı eser, c. I, s. 89.
[219] Aynı eser, c. II, s. 41.
[220] Ömer Rıza Kehhâle, A'lâmü'n-Nisâ', c. I, s. 72
[221] Aynı eser, c. II, s. 305.
[222] Aynı eser, c. I, s. 160.
[223] Aynı eser, c. HI, s. 137.
[224] Yayıncının Notu: Bu yazı, M. Tayyib Okiç'in, İslâmiyet'te Kadın Öğretimi, Diyanet İşleri Başkanlığı adlı eserinden alınmıştır. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/48
[225] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/49-50
[226] Müddessir: 74/4.
[227] Mâide: 5/6.
[228] Aynı âyet.
[229] Bu hadîsi Müslim ve Ahmed, İbn Mâlik el-Ensârî'den rivayet etmişlerdir. İ. Ahmed'in rivayetinde: "Temizlik imanın yarısıdır." denilmektedir. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/53
[230] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/53
[231] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/53-54
[232] Hadîsi Ahmed, Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş, Tirmizî ayrıca: "Rabbim, sen beni tevbe edenlerden kıl, sen beni çok çok temizlenenlerden kıl!" fazlalığını da rivayet etmiştir.
[233] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/54-55
[234] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/55
[235] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/55-58
[236] Nisa: 4/43.
[237] Hûd: 11/114.
[238] Hadisi; Tirmizî- Hâkim, Ahmed. Dârakutnî ve Beyhakî rivayet etmiştir. Bu olayın aslı Buhari ve Müslim'de rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Kayyim’in tahkikini yapmış olduğumuz “Fetava Rasulillah” adlı eserinde de zikredilmiştir.
[239] Hadisi Nesaî rivayet etmiş olup, Hafız İbn Hacer, Telhîs'fe: “İsnadı sahihtir.” demiştir.
[240] Kadınları ilgilendiren fıkhî bilgilere uygun düşmesi amacıyla "el-Fikhu 'Ale'l-Mezâhibi'l-Erba'a, 7. Baskıdan özetlenerek alınmıştır.
[241] Neylu'l-Evtâr, c. I, s. 296., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/58-60
[242] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/60
[243] Mâide: 5/6.
[244] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/60-61
[245] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/61-62
[246] Hadîsi, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiş, Tirmizî sahih olduğunu söylemiştir.
[247] Hadîsi, Ahmed, Taberânî ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.
[248] Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, c. I, s. 272.
[249] Aynı eser, c. I, s. 273.
[250] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/62-63
[251] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/63
[252] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/64
[253] el-Fıkhu 'Ale'l-Mezâhibi'l-Erba'a, 7. Baskı, 1,143-144. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/64-65
[254] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/65
[255] Bu hadîsi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Bu ifadeler de onundur. Nesâî de rivayet etmiş, İbn Hîbbân ve Hâkim, sahih olduğunu söylemiştir. Ayrıca, Dârakutnî, Beyhakî ve Hâkim şu fazlalığı da rivayet etmişlerdir: "O, arızî bir hastalık, veyahut da şeytandan bir tekme veya kesilen bir damardır."
[256] Neylu'l-Evtâr, I, 406.
[257] ed-Dînu'1-Hâlis, 3. Baskı, 1,438.
[258] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/65-66
[259] Hadîsi Dârakutnî rivayet etmiştir, İbn Maîn, Rabfin güvenilir olduğunu söylemiş, İmâm Ahmet ise; "Zararı yoktur, o sâlin bir adamdır." demiştir.
[260] ed-Dinu'1-Hâlis, 1,440.
[261] Hadîsi Dârakutnî rivayet etmiş, Beyhakî de: "İsnadında bir mahzur yoktur." Demiştir. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/66
[262] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/67
[263] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/67
[264] Hadîsi, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[265] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/67
[266] Bakara: 2/222.
[267] Aynı âyet.
[268] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/68-69
[269] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/69
[270] Hanefîlere göre nifâsın azamî süresi kırk gündür. -Çeviren-. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/69
[271] el-Fıkhu 'Ale'l-Mezâhibi'l-Erba'a,l, 148. Hanelilere göre ise, ikiz doğuran annenin nifâsı ilk çocuğun doğumundan itibaren hesap edilir. -Çeviren-. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/69-70
[272] Aynı eser, aynı yer.
[273] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/70
[274] Bakara: 2/222.
[275] Dr. Muhammed Bekr İsmail, Dr. Muhammed Vasfi'nin, el-Kur'ân ve't-Tıb adlı eserinden naklediyor.
[276] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/71-73
[277] Hadîsi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmiş olup, bu konuda Ebû Dâvûd şunları söylemiştir: "Sahih rivayet bu şekilde olup, bir dinar veya yarım dinar demiştir." Yine bu rivayeti aynı şekilde Dârakutnî ve İbn Cârûd da yapmışlardır.
[278] Neylu'l-Evtâr, I, 418.
[279] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/73-74
[280] Buhârî kısaltarak rivayet etmiştir. Müslim de aynı hadisi başka sözlerle, Hakîm de Müstedrek adlı eserinde Ebû Mes'ud'dan rivayet etmiştir.
[281] Hadîsi altı kitap sahipleri ve İ. Ahmet rivayet etmiştir.
[282] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/74-75
[283] Bakara: 2/222.
[284] Buhârî ve Tirmizî dışında Kütüb-ü Sitte'nin diğer müellifleri ve İ. Ahmed rivayet etmiştir.
[285] Ahmed, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiş, Tirmizî şunları söylemiştir: "Bu hadîs hasen garib bir hadîstir." Hadîsin bütün Râvîleri güvenilir olmakla birlikte Tirmizî'nin bu hadisi ganb kabul etmesinin nedeni Hakim b. Hizâm'dan ve amcasından rivayetle Hakimden şeklinde yalnızca Alâ b. Hâris'in rivayet etmiş olmasıdır.
[286] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/75-76
[287] Buhârî dışında diğer Kütüb-ü Sitte sahipleri ve 1. Ahmet rivayet etmiştir.
[288] Ebu Dâvûd rivayet etmiştir.
[289] Buhârî, Tarih'den rivayet etmiştir.
[290] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Burada şunu eklemekte yarar görüyoruz: "Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf izânn üstünden faydalanmak helâl değildir, İmâm Muhammed ise kan gelen yerden sakınması şartıyla her taraftan yararlanması helâldir demiştir. Mezheb'in âlimleri Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf un "izârın üstünden" şeklindeki ifadelerini yorumlarken farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bazıları bundan maksadın göbeğin üst kısmı olduğunu söylemiş ve göbeğin üst kısmından yararlanabileceğini kabul etmişler. Göbekten diz kapağına kadar olan kısımdan da yararlanamayacağım söylemişler. Diğer bazıları ise bundan maksadın, kan gelen yerin dışında göbeğin altında olan kısımlarından da faydalanabileceğini söylemişler, ancak bu takdirde kan gelen yerin örtülü olup, açık bırakılmaması gerekir, derler." el-Kâsanî, Bedaiu's-Sanâi’, Beyrut, 1394-1974, V, 119 - Çeviren-
[291] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/76-77
[292] Bakara: 2/222.
[293] Ahmed, İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmiştir. Râvileri sika (güvenilir) kimselerdir.
[294] Ahmed ve Sünen Sahipleri rivayet etmişlerdir.
[295] Bakara: 2/223.
[296] Hadîsi İmâm Ahmed, Müsned'inde rivayet etmiştir.
[297] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/77-78
[298] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/79
[299] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/79
[300] Hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî, îbn Mâce, Ahmed ve îbn Hibbân rivayet etmişlerdir.
[301] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/79-80
[302] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[303] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/80
[304] Hadîsi Mâlik, Ahmed, Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, Buhârî ve Müslim'in sıhhat şartlarına uygun senet ile rivayet etmişler, el-Münzirî hasen kabul etmiştir.
[305] ed-Dînu'l-Hâlis, I, 456-457., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/80-83
[306] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/83
[307] Hadîs Buhârî dışında Kütüb-ü Sitte ve İ. Ahmed tarafından rivayet edilmiştir. Tirmizî de hasen-sahîh olduğunu söylemiştir
[308] Hadîsi Ahmed ve Müslim rivayet etmiştir.
[309] Hadîsi Tirmizî dışında kalan Kütüb-ü Site müelliflire rivayet etmiştir. Buradaki lâfız ise İbn Mâce'ye ait olup isnadı sahîhtir.
[310] Hadîsi Tirmizî dışında Kütüb-ü Sitte sahipleri ve L Ahmed rivayet ettiği gibi, İ. Şafiî de rivayet etmiştir. Müslim soru soran kadının Şekel kızı Esma olduğunu söylemiştir.
[311] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/84-85
[312] Hadîsi Buhârî ve Müslim, Ümmü Seleme'den rivayet etmişlerdir. Müslim hadîsin diğer lâfızlarını da kaydeder. Ayrıca Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce de aynı hadîsi rivayet etmiş bulunuyorlar.
[313] Ahmed ve Nesâî -daha kısa olarak- rivayet ettikleri gibi; İbn Mâce ve İbn Ebî Şeybe de rivayet etmiş, Süyûtî sahih olduğunu söylemiştir.
[314] Hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.
[315] Hadîsi Ahmed ve Müslim rivâyet etmiş, Tirmizî ve İbn Hibbân sahhih olduğunu söylemişlerdir.
[316] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/85-86
[317] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/86
[318] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/86-87
[319] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/87
[320] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/87
[321] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/87-88
[322] Müddessir: 74/4
[323] Dârakutnî, Enes'den (r.a.)
[324] Ahmed, Ebû Dâvûd ve Nesâî rivayet etmişlerdir.
[325] Ahmed, ve İbn Mace rivayet etmişlerdir.
[326] Müslim rivayet etmiştir.
[327] Tabarânî, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/88-89
[328] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/89
[329] Bakara: 2/222
[330] A'râf: 7/31.
[331] Kütüb-ü Sitte ile İ. Ahmed tarafından nvâyet edilmiştir.
[332] Müslim, Tirmizi, Nesâî ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Ebû Dâvûd ise Ammar'ın rivayeti ile bu hadîsi kaydetmiş, İbnu's-Seken sahih olduğunu söylemiştir.
[333] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/90
[334] Ahmed, Müslim ve îbn Mâce rivayet etmişlerdir.
[335] Ahmed ve Ebû Dâvûd, Muâviye b. Hayde'den rivayet etmişlerdir.
[336] Ahmed ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[337] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/91-93
[338] Taberânî rivayet etmiştir. Hadîs'İn isnadında rivayeti delil olmayan kimseler de vardır. Ancak bunun başka bir delili de vardır. Fakat bunda ise tedlîs ve rivayetinin sahih olup olmadığı konusunda; hakkında ihtilâf bulunan kimse vardır.
[339] ed-Dînu'l'Hâlis, 2. Baskı, I, 184.
[340] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/93-95
[341] Müslim, Hz. Âişe'den rivayet etmiştir. Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/94-95
[342] Hadîsi Beyhakî ve Bezzâr rivayet etmiş olup, Taberânî de el-Evsafta kaydetmiştir.
[343] Neylu'l-Evtâr, l, 168., Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/95
[344] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/96
[345] Külüb-ü Sitte ve İ. Ahmed rivayet etmişlerdir.
[346] Mâlik, Beyhakî ve Hâkim rivayet etmiş olup, Hâkim sahîh olduğunu söylemiştir.
[347] Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbn Hibbân, Hâkim, Beyhakî ve Dârimî rivayet etmişlerdir.
[348] Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/96
[349] İbn Kutluboğa, Tahricu Ehadîsi'l-İhtiyar 14.
[350] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/99-101
[351] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/101
[352] Ahzâb: 33/33.
[353] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ III/131.
[354] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/102-103
[355] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/104
[356] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/104-105
[357] Buharî, cezâu's-sayd 28; Nesâî, menâsik4.
[358] Suyûtî, el-câmiu's-sağîr (Feyzu'l-Kadîrile) 1/71 (Taberânî'den)
[359] Yayıncının Notu: Bu yazı Dr. Faruk Beşer'in Hanımlara Özel ilmihal adlı eserinden alınmıştır. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/105-106
[360] Ankebût: 29/45.
[361] Bakara: 2/110.
[362] el-Hindî age. 1/278), Ebu Naîm'den.
[363] Zariyat: 51/56: Ayrıca bk. Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ 11/173
[364] İmam Rabbani, Mektubat'ında bunu güzel izah eder.
[365] Bakara; 2/143
[366] Buharî, tefsir 48. tebeccüd 6; Müslim, münafıkûn 79, 81
[367] "Mü'minler elbette kurtulacaktır, onlar ki, namazlarında huşuludurlar, boş şeylerden yüzçevirirler, zekâtlarını verirler, ırzlarını korurlar... " Müminûn: 23/1-9.
[368] Tâhâ: 20/14.
[369] Ankebût: 29/45.
[370] Ebû Dâvûd, edep 78; Müsned V/364, 371
[371] Benzer bir olay için bk. Kandehlevî, Hayâtu's-sahabe III/605.
[372] Bk. Kandehlevî age III544; İbnü'l-münzir, et-Terğib 1/316.
[373] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/109-113
[374] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/113-114
[375] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/114
[376] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/114
[377] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/115
[378] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/115
[379] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/115-117
[380] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/117-120
[381] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/120
[382] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/120
[383] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/121
[384] Bkz. İmam Rabbani, Mektubat.
[385] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/121
[386] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/122-123
[387] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/123-124
[388] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/124-125
[389] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/125
[390] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/125-126
[391] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/126-128
[392] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/128
[393] Hadîs Taharet bölümünde ay hali üzerinde dururken geçmiş idi.
[394] Kütüb-ü Sitte ile İ. Ahmed tarafından rivayet edilmiştir.
[395] Hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir.
[396] Neylu'l-Evtâr, c. I, s. 425.
[397] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/129-130
[398] Hadîsi Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmiş, bazi ilim adamiarı zayıf olduğunu söylemişlerdir. Eğer hadîs gerçekten zayıf ise, bundan sonra gelen hadîs ile takviye edilmiş oluyor.
[399] Müslim rivayet etmişir. İkinci rivayet İse Ahmed ve Nesâî'nin rivayetidir.
[400] Ahmed, İbn Mâce, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Hibbân rivayet etmişlerdir.
[401] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/130-131
[402] Hadîsi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî rivayet ettiği gibi, İmâm Şafiî de rivayet etmiştir. Nevevî hadîsin isnadının Buhârî ve Müslim'in şartına uygun olduğunu söylemiştir.
[403] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/131-132
[404] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/12
[405] Hadîs İbn Mâce dışında diğer Kütüb-ü Sitte ile 1. Ahmed tarafından rivayet dilmiştir.
Buradaki rivayet İ. Ahmed ve Ebû Davud'undur.
[406] Ahmed ve Ebû Dâvûd rivayet etmişlerdir.
[407] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/13133
[408] Buhârî ve Müslim, Yahya b. Saîd'den rivayet etmişlerdir.
[409] Ahmed ve Taberânî, Ümmü Humeyd'den rivayet etmişler. Hafız İbn Hacer isnadının hasen olduğunu söylemiştir. Müellifin kaydettiği şekliyle daha uzun olmakla birlikte biz aynı hadîsin Fıkhu's-Sünne, (Beyrut. T.Y.) c. I, s. 229'daki ifadelerini tercümemize esas aldık. (Çeviren.) Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/133-134
[410] Ümmü Varakanın bu durumu ile ilgili olarak iki hadîs Ebû Dâvûd, Sünen, K. es-Salât (2), B. İmâmeti'n-Nisâ (60)'da görülebilir. Çeviren.
[411] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/134
[412] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/134-135
[413] Hadîsi Ebû Ya'lâ ve Evsai'la Taberânî hasen senet ile rivayet etmiştir. Sekiz rekat ve ayrıca vitirden söz ettiğine göre kıldırdığı bu sekiz rekâtın en az dördünün teravih olma ihtimali vardır. (Çeviren) Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/135
[414] Hadîsi Ahmcd. Nesâî ve başkaları Ebû Katâde'den rivayet etmiş, İbn Cüreyc. isnadının iyi olduğunu söylemiştir.
[415] Ahmed, Nesâî ile Hâkim rivayet etmişlerdir.
[416] Mektebetu'l-Müslim baskısı, c. I, s. 222. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/135-136
[417] Ahmed rivayet ettiği gibi başka bir rivayet ite Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir.
[418] Buhari hariç diğer Kütüb-ü Sitte'de ve 1. Ahmed tarafından rivayet edilmiştir.
[419] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/136-137
[420] Hadisi Kütüb-ü Sitte sahipleri ile İ. Ahmet rivâyet etmiştir. Nesâi’nin rivayetinde cilbâb verilmesi emri yoktur. Öbür rivayet Müslim ve Ebû Dâvûd tarafından yapılmıştır.
[421] El-Fıkhu Ale’l-Mezahibi’l-Erba’a, c, I, s. 316.
[422] Neylu'l-Evtâr, c. IV. s. 238.
[423] Mektebetu'l-Müslim baskısı, c. I. s. 268.
[424] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/137-139
[425] Hadîsi İmâm Ahmed. İbn Mâce. Dârimî. İbn Hibbân, Dârakutnî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
[426] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/137-139-140
[427] Hadîsi İmâm Ahmed ve Ebû Dâvûd rivayet etmişlerdir.
[428] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/140
[429] Hadîs Kütiib-ü Sitte ile 1. Ahmed tarafından rivayet edilmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/140
[430] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/140-141
[431] Mektebetu'l-Müslim baskısı, c. I, s. 450.
[432] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/141
[433] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/141
[434] Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[435] Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[436] İmâm Ahmed, Müslim ve Hâkim rivayet etmiş, Hâkini sahih olduğunu, Tirmizî de hasen olduğunu belirtmiştir.
[437] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/141-142
[438] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/142
[439] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/142
[440] Hadîsi imâm Ahmed ve Tirmizî rivayet etmiş, İbn Hibbân sahih olduğunu belirtmiştir.
[441] Hadîsi Hâkim ve İbn Mâce, Hz. Âİşe'den muhtasar olarak rivayet etmiştir. el-Esrem de Sünnet adlı eserinde rivayet etmiştir.
[442] Kurtubî'nin bu sözleri ile Şevkânî'nin ilgili açıklaması, Fıkhu's-Sünne, c. I, s. 567’de geçer. Bakınız Beyrut, Dânı'l-Kitab el-Arabî baskısı, c. I, s. 567. (Çeviren). Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/142-143
[443] Meryem: 19/26.
[444] Bakara: 2/183.
[445] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/147
[446] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/147-148
[447] Şevkânî, es-Seylu'1-Cerrâr el-Mutedeffik, C. II, s. 126. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/148-149
[448] Hadîsi Ahmed, Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[449] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/149
[450] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/1150
[451] Hadîsi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmiş, Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.
[452] Hadîsi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. (Müellifin kaydettiği metin İkrime'nin rivayetidir. Bundan önceki rivayet ise Said b. Cübeyr'in İbn Abbas'tan yaptığı rivayettir. O da şöyledir: "Ona güç yetirenler üzerinde ise bir fakir doyumu fidye vardır." (âyeti hakkında) İbn Abbâs dedi ki; "Bu, oruç tutabildikleri halde yaşlı kadın ve erkek için bir ruhsattır. Onlar oruç açabilirler ve oruç açtıkları herbir gün için bir fakir doyururlardı. Hamile ve süt emziren kadınlar ise korktukları takdirde (bu ruhsattan faydalanabilirlerdi)" Ebû Dâvûd der ki: “Buradaki korkmaktan kasıt, onların çocukları için korkmalarıdır. Bu takdirde hamile ve emzikli kadınlar oruç açar ve fakir doyururlardı.” Bakınız, Ebû Dâvûd, Sünen, K. es-Sıyâm: 14, B. 3.) (Çeviren).
[453] el-FıkhuAle'l-Mezâhibi'l'Erbâ'a, c. I, s. 544.
[454] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/150-152
[455] Bakara: 2/184.
[456] Kütüb-ü Sitte'de rivayet edilmiştir,
[457] Bakara: 2/184.
[458] Buhârî rivayet etmiştir.
[459] Dârakutnî ve Hâkim rivayet etmiş, sahîh olduğunu söylemişlerdir.
[460] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/153
[461] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/153-154
[462] Hadîsi Ebû Dâvûd ve Tarih'İnâû Buhârî rivayet etmişlerdir. Onun isnadı hakkında söylenenler birbirine yakın şeylerdir. Ibn Ma'în sözü geçen bu Abdurrahmân zayıf bir râvîdir der. Ebû Hâlim er-Râzî ise:
“O çok doğru sözlü birisidir,” der. Ebn Ma'în ise;
“Onun münker olduğunu zikreder.” Zehebî der ki:
“O, Saîd b. İshâk'tan rivayet etmiş, daha sonra ismini ters çevirerek İshâk b. Saîd b. Kâ'b'dan demiş, bilâhare hadîste yanlışlık yaparak babasından, o da dedesinden diye rivayet etmiştir.”
[463] Hadîsi İbn Mâce rivayet etmiştir. Onun isnadında. Bakiyye, ez-Zübeydî'den, o Hi-şâm'dan, o Urve'den şeklinde râvîler vardır. Burada sözü geçen ez-Zübeydî'nin adı Saîd b. Ebî Saîd'dir. îbn Adiyy ondan söz etmiş ve bu hadîsi onun biyografisini anlatırken zikretmiştir. Beyhakî de bu hadîsin rivayetinde aynı şeyi söylemiş, ayrıca onun meçhul (tanınmayan) bir râvî olduğunu eklemiştir.
Nevevî, "el-Mecmu" adlı eserinde şöyle der: "Bu hadîsi İbn Mâce zayıf bir isnâd ile Bakiyye'den, o Saîd b. Ebî Saîd'den rivayet eder. Bu rivayet zayıftır. Hadîs hafızları, Bakiyye'nin meçhul kimselerden yaptığı rivayetin merdûd olduğunu söylemişlerdir. Hafız da şöyle der:
"Saîd b. Saîd meçhul değil, zayıftır. Onun babasının adı, doğru olan görüşe göre Abdülcebbâr'dır. İbn Adiyy ise Saîd b. Ebî Saîd ez-Zübeydî hakkında: O müçhûldür diyerek, Saîd b. Abdülcebbâr hakkında da o zayıftır, diyerek ayrı kimseler olarak göstermiştir. Halbuki ikisi aynı kişidirler."
Beyhakî, Muhammed b. Abdullah b. Ebî Râfî'den, o babasından, o dedesinden yoluyla bu şekilde rivayet etmiştir: "Resûlullah (s.a.s.) oruçlu olduğu halde sürme çekerdi." İbn Ebî Hâtim, babasından rivayetle şöyle der: “Bu münker bir hadîstir.” Muhammed hakkında da şunları der:
“Onun rivayet ettiği hadîs münkerdir. Buhârî de aynı şekilde söylemiştir. İbn Hİbbân, İbn Ömer'den rivayet yapmasını zayıf rivayetler arasında zikretmiştir.
[464] Neylu'l-Evlâr, c. I, s. 274.
[465] Seyyid Sâbık,i c. I, s. 388.
[466] Muhammed Bekr İsmail, el-FıkhuVâdıh, c. V,s. 125.
[467] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/154-156
[468] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/156
[469] Hadîsi Ebû Dâvûd, Ahmed ve Nesâî rivayet etmiş, İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Hâkim sahîh olduğunu söylemişlerdir.
[470] Hadîsi Ebû Dâvûd, Ahmed ve Nesâî rivayet etmiştir. Hadîste geçen râvîler sahîh senedin râvileridirler.
[471] Bunun mekruh olması İmam Ebû Hanîfe'ye göredir. İmâm Ebû Yûsufa göre ise bunda bir kerahet yoktur. Fetva da bu şekildedir. Bakınız: Ö. N. Bilmen. Büyük islâm ilmihali, İstanbul, 1970, s. 288. (Çeviren)
[472] Neylü'l-Evtar, c. V, s. 280. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/156-158
[473] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[474] Nesâî dışında Kütüb-ü Sitte ve imâm Ahmed rivayet etmişlerdir.
[475] Ebû Dâvûd rivayet etmiş, onun hakkında birşey söylememiştir. el-Munzirî ile Hafız da ed-Telhîs'de aynı şekilde söz etmemişlerdir. Bu hadîsin senedinde haklarında birşey söylenmeden geçilmiş râvîler vardır. Beyhakî bunu Hz. Âişe'den merfû' olarak rivayet etmiştir.
[476] Bakara: 2/187.
[477] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/158-160
[478] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/160
[479] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/161
[480] Hadîsi Nesâî dışında Kütüb-ü Sitte ve İmâm Âhmed rivayet etmiştir. Ondan sonra gelen lâfızlar Dârakutnî'nin olup isnadı sahihtir, demiştir. Daha sonraki lâfzı İse İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Hâkim rivayet etmiş olup, Hafız İbn Hacer Bulûğu'l-Merâm adlı eserinde sahîh olduğunu belirtmiştir.
[481] İbn Mâce, Taberânî ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
[482] Ahmed, Ebû Dâvûd, İbn Hibbân, Tirmizî, Dârakutnî ve Hâkim rivayet etmiş olup Dârakutni ile Hâkim sahîh olduğunu söylemişlerdir.
[483] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/161-162
[484] Kütüb-ü Sitte ile İmâm Ahmed rivayet etmişlerdir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/162-163
[485] Fıkhu's-Sünne, c. I, s. 394. (Bu ve orucu ilgilendiren diğer konularda Hanefî mezhebinde öngörülen farklı hükümleri öğrenmek için fıkıh kitaplarına bakılması tavsiye edilir. -Çeviren-). Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/163
[486] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/164
[487] Muhammed Bekr İsmail, el-Fıkhu'l-Vâdıh, c. V, s. 124. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/164-165
[488] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/165
[489] el-Fıkhu Ate'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, c. I, s. 541.
[490] Fıkhu's Süme, c. I, s. 396. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/165-166
[491] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/166
[492] el-FıkhuAle'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, c. I, s. 543.
[493] Aynı eser, aynı yer. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/166-167
[494] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/167
[495] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/167-168
[496] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/168
[497] el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, c. I, s. 526.
[498] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/169
[499] Aynı yer.
[500] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/169
[501] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/169-170
[502] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/170
[503] Hadîsi, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Hibbân ve Hâkim rivayet etmiş, İbn Hibbân ile Hâkim sahih olduğunu söylemişlerdir.
[504] Hadîsi Ahmed rivayet etmiştir. Nesâî aynı hadîsi başka sözlerle rivayet ettiği gibi Ebû Ulvan da ondan da ayrı lafızlarla rivayet etmiştir. Ebû Hâtim'in İlelu'l-Hadîs adlı eserinde buna örnek başka bir rivayet daha vardır. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/170
[505] Hadîsi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/170
[506] Aclunî; Keşfül Hafa, 1/530.
[507] Tevbe: 9/103.
[508] Kütüb-ü Sitte'de ve I. Ahmed tarafından rivayet edilmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/173
[509] Zâriyât: 51/15-19.
[510] Buhârî rivayet etmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/173-174
[511] Tevbe: 9/34-35.
[512] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Geçen ayet Al –i İmran: 3/180’dir. (Ayetin geri kalan kısmı şöyledir: “Bilakis o (mal) kendileri için kötülüktür. (Dünyada iken) cimrilik ettikleri o şey kıyamet gününde (boyunlarına) dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/174
[513] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/174
[514] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/175
[515] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/175
[516] Hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmiş, Tirmizî: "Bu konuda sahîh hiçbir şey yoktur." demiştir. Hafız, Buluğu'l-Merâm'da isnadının kavî olduğunu söylemiştir. (Subulu's-Selâm, c. I, s. 135).
[517] Şevkânî hadîsin senedinin zayıf olduğunu söylemiştir.
[518] Hadîsi Beyhakî ve Hâkim rivayet etmiş; Hâkim, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahîh olduğunu söylemiştir.
[519] Hadîsi, Ebû Dâvûd, Hâkim ve Dârakutnî rivayet etmiş, Hâkim ve Zehebî, Buhârî'nin şartlarına göre sahih olduğunu belirtmiştir. (Subulu's-Selâm, c. II, s. 135).
[520] Hadîsi imâm Ahmed rivayet etmiştir. Meanau'z-Zevâid'de: isnadı hasender, denilmiştir. c. III, s. 67.
[521] Sikke: Üzerinde devletin adı, paranın değeri ve benzeri şeylerin yazılı olduğu paraya verilen addır. Sikke haline getirilmemiş altın ve gümüş, genelde belirli şekilde bir takım parça benzeri hallerde bulunur.
[522] Merfû' Hadîs: Senedinde intika' olsun ya da olmasın, özellikle Hz. Peygamber'e açıktan açığa isnâd edilen söz, fiil ve takrirlere denilir. (Çeviren).
[523] Şevkânî, es-Seylu'l-Cerrâr, el-Meclisu'1-A'lâ baskısı, c. II, s. 20.
[524] Ebû Saîd el-Hudrînin rivayet etmiş olduğu hadîsten bir kısım. Bu hadîsi Müslim, Nesâî ve ibn Mâce rivayet etmişlerdir.
[525] Muvatta', el-Meclisu'1-A'lâ baskısı, s. 116; Şafiî, el-Umm, c. II, s. 34.
[526] el-Umm, c. II, s. 35.
[527] Aynı yer.
[528] el-FıkhuAle'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, Evkaf Bakanlığı baskısı, c. I, s. 574-575.
[529] Dr. Muhammed Bekr İsmail, el-Fdchu'l-Vâdıh, c. V, s. 18., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/175-180
[530] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/180
[531] Bir dirhem 3,28 gramdır. (Bak. Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuku hlâmiyye Kamusu, İstanbul, 1969, c. IV, s. 122-123). Buna göre gram olarak gümüşün nisabı, 200x3,28 = 656 gram demektir.
[532] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/180
[533] Hadîsi Ahmed, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiştir. Yukanya aldığımız rivayet ise Ahmed ve Nesât'nin rivayet ettiği şekildir.
[534] Hadîsi Ebû Dâvûd rivayet etmiş, Hafız (İbn Hacer) hadîsin hasen olduğunu söylemiştir.
[535] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/181
[536] Tevbe: 9/60., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/181
[537] el-Fıkhu'l-Vâdıh, c. C, s. 69., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/182-183
[538] Fıkhu's-Sünne, Mektebetu'l-Müslim baskısı, c. I, s. 290. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/183-184
[539] Bir sa’: 693,3 dirhemdir. Bir dirhem: 3,28 gramdır. Buna göre bir sa': 693,3 x 3,28 = 2274,024 gramdır.
[540] Hadîsi Kütüb-ü Sitte müellifleri ve İ. Ahmed rivayet etmiştir.
[541] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[542] Bir müd iki rıtıl, bir rıtıl 130 dirhemdir. Buna göre bir müd 260 x 3,28 = 828 gram olur. İki müd ise 1705,6 gram olur. Bakınız Ö. N. Bilmen, a.g.e., c. IV, s. 126-127. (Çeviren).
[543] Hadîsi Kütüb-ü Sitte müellifleri ve İ. Ahmed rivayet etmişlerdir.
[544] Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, c. I, s. 238.
[545] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/184-185
[546] Buhârî rivayet etmiştir.
[547] Ahmed rivayet etmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/185-186
[548] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[549] Ahmed, İbn Mâce, Tirmizî, Nesâî, Ibn Hayyârt, Dârakutnî ve Hâkim rivayet etmiş. Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/186-187
[550] Buhârî rivayet etmiştir.
[551] Tirmizî rivayet etmiş, hasen olduğunu söylemiştir.
[552] Buhârî. Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir.
[553] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/187-188
[554] Buharı, umre 1; Tirmizî, hac 2.
[555] Buharı, muhsar (27) 9, 10; Nesâî, menâsik; Tirmizî, hac 2.
[556] Buharı, cezâu's-sayd 28; Nesâî, Menâsik 4.
[557] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/191
[558] Hadîsi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[559] Hadîsi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Yukarıdaki lâfız Buhârî ile Nesâî dışında Kütüb-ü Sitte sahiplerinin ve İmâm Ahmed'in rivayet ettiği lâfızdır.
[560] Al-i İmrân: 3/197.
[561] el-Fıkhu Ale't-Mezâhibi'l-Erbâ'a, I, 614.
[562] el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, I, 615.
[563] Mezhep imamlarınca öngörülen husus, mesafenin kilometrelerle takdir edilmesidir. Yoksa gemi veya uçağın gittiği süre değildir.
[564] Fakat ben kendi kendime şunu soruyorum: Nasıl hem gayr-i müslim olacak hem de girmesi yasak olduğu halde Mekke ve Medine'ye girebilecek?.. Şahsen bu görüşü paylaşamıyorum. el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, I, 616.
[565] İbn Teymiyye gibi.
[566] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/191-194
[567] "Yaratana isyan hususunda yaratılmışa itaat yoktur." hadîsini Hâkim ve Ahmed, Hakem b. Amr el-Ğifârî'den rivayet etmişlerdir. Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr'de sahîh olduğunu söylemiştir. (Dâru'l-Kalem Baskısı, 338)
[568] Fıkhu's-Sünne, I, 536.
[569] Şevkânî, es-Seylü'l-Cerrâr, II, 162'den özetle. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/195
[570] Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[571] Nesâî, hasen bir senet ile rivayet etmiştir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/196
[572] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/196
[573] el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'İ-Erbâ'a, I, 616.
[574] Talak: 65/234.
[575] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/196-197
[576] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/197
[577] Hadîsi Ebû Dâvûd. Tirmizî. Bezzâr. Dârakutnî ve Hâkim rivayet etmişler. Hâkim sahîh olduğunu söylemiştir.
[578] Hadîsi Ahmed, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiş, Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.
[579] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[580] Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[581] Neylü'l-Evtâr, VI, 39., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/197-199
[582] es-Seylu 7- Cerrar, II, 181 'den özetle.
[583] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/199-200
[584] Hadîsi Ahmed, Buhârî. Nesâî ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî sahîh olduğunu söylemiştir. Yukarıdaki rivayet Ahmed İle Ebû Davud'undur. Ebû Dâvûd'da yer alan fazla kısım ise, Hâkim ve Beyhakî tarafından da rivayet edilmiştir.
[585] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/200-201
[586] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/201
[587] es-Seylu'l-Cerrâr, II, 167.
[588] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/202
[589] Hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Senedi Nâfi’; İbn Ömer'den şeklindedir.
[590] Fıkhu's-Sünne, I, 559.
[591] el-Fıkhu Ale'l-Mezâhibi'l-Erbâ'a, I, 625., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/202-203
[592] Hadîsi Tirmizî dışında Kütüb-ü Sitte ile imâm Ahmed rivayet etmişlerdir.
[593] Neylu’l-Evtâr, VI, 93., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/203
[594] Ebu Dâvûd rivayet etmiştir.
[595] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/203
[596] Neylu’l-Evtâr, VI, 93., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/204
[597] Hadîsi Müslim, Buhari ve Malik rivayet etmişlerdir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/204
[598] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/204
[599] Fıkhu’s-Sünne, I, 564., Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/204
[600] Hadîsi Taberânî, Beyhakî ve ibn Abdil Berr rivayet etmişlerdir. Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/205
[601] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/205
[602] Hadîsi Müslim ve Buharı rivayet etmişler, Buhârî ayrıca “yılan”ı eklemiştir.
[603] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/205
[604] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/205
[605] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/206
[606] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/206
[607] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/206
[608] Dr. Faruk Beşer, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/206
[609] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/209
[610] Nisa: 4/3.
[611] İsra: 17/132.
[612] Feyzu'l-Kadîr, 3366.
[613] Feyzu'l-Kadîr, 8316.
[614] "Nikâh benim sünnetimdendir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir." ifadesi sadece Ihyâ'da ve Tebyîn'de, "Kim ondan yüz çevirirse... " tarzı da Keşfu'l-Gumme'de mevcuttur. "Fakirlik korkusuyla evlenmeyi terk ederse bizden değildir." hadisi de ihya ve daha önce Kûtu'l-Kulûb'da bulunan hadislerdendir. "Evlenmeyi" yerinde "evlendirmeyi" şekli de vardır. Hidaye Şerhi Aynî'de: "Evlenmeye gücü yetip de evlenmeyen bizden değildir." lafzıyla da bir hadis mevcuttur. Bu manâ Keşfu'l-Gumme'de: "Evlenmek için malî gücü kuvvetli olup da evlenmeyen benden değildir. " şeklinde nakl olunmuştur. Tebyîn'de de: "Kim benim dinim ve Dâvud, Süleyman, İbrahim (Aleyhi-mu'sselâm)'in dinleri üzere ise evlensin. Buna yol bulamazsa Allah (c.c.) yolunda cihad etsin." rivayetinde bir hadis mevcuttur.
[615] "Keşfu'l-Gumme an Cemt'i'l-Umme" 973 tarihinde vefat eden Abdülvehhab Şa'rânî Hazretleri'nin hadise dair fıkıh bâblarına göre tanzim edilmiş eseridir.
[616] Feyzu'l-Kadîr, 4866.
[617] Osman b. Ma'zun (r.a.) Allah (c.c.)'tan en çok korkan sahabilerdendir. İslâm'da ruhbanlık olmadığından, evlenmeye malî güçleri olmayan genç bekârlara Efendimiz (s.a.s.) orucu tavsiye buyururlardı. Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Dedim ki: "Yâ Rasûlallah! "Ben genç bir adamım, zinaya düşmekten korkuyorum, evlenecek imkânım da yok. Hadım olabilir miyim?" Resûli Ekrem (s.a.s.) sustu, sonra tekrar sordum, gene sustu, bir daha sordum, bu sefer yüzünü çevirdi ve dedi ki:
“Ya Ebâ Hureyre! Karşı karşıya kaldığın meselede kalem sustu; ister faydasız yere hadım ol, istersen vazgeç." (Keşfu'l-Gumme ve diğer kitaplar). Efendimizin bu ifadesi, azarlama tarzında olup Ebû Hüreyre'ye muhayyerlik tanımak için değildir. (Neseî Bâbu'n-nehyi am't-tebettû).
[618] Benzer hadis için bkz. Müslim, Kitabu'r-Radâ'. Bâbu hayri metai'd-dünya 1467.
[619] Fethu'l-Kebîr, c. 1, s. 93.
[620] Ebû Dâvud, Kitabu'n-Nikâh, 2050.
[621] Feyzu'l-Kadîr, c. 3, No. 3268, 3269, 2270.
[622] Mecmau'l-Emsal'âe anlatılıyor ki: "Asalet ve şeref sahibi kadınlarla evlenmek, şeref yoludur." Atvaku'z-zeheb'in 97. makalesinde de: Kadını güzelliğinden dolayı değil, iffet ve namusundan dolayı iste. Eğer iffet ve güzellik kadında bir araya gelirse işte bu mükemmeldir. "
[623] Netice, Ali Efendi, Behce ve Feyziyye'dir. (Bazan da Ibn Nüceym, Ankaravî; kısmen de Abdürrahîm fetvalarından istifade ettik.)
[624] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/209-211
[625] Kadınlar hakkındaki taksim konusu ileride anlatılacaktır.
[626] Buradan kadınlar kendilerine hüküm çıkarmasınlar. Çünkü erkeklere yartılıştan verilen kabiliyet ve kuvvet onlara vrilmemiştir. Kadın erkekle beraber olmadıkça bilemez.
[627] Ebû Dâvud, Kitabu't-Talâk, Bâb fî Kerahiyeti't-Talâk, 2178. 18,19.
[628] Nisa: 4/3.
[629] Nisa: 4/3.
[630] Buna haramzade, veled-i zina da denir. Karşıtı helâlzade veya veled-i reşdedir.
[631] Birden fazla hanımı olan kimsenin hanımlarının her birisi diğerinin "darre"sidir. Buna "cârre" de denir. Bizde buna "ortak" denir.
[632] Nisa: 4/130.
[633] Doğumdan kesilme yaşına "sinn-i iyâs" denir. Fazla bilgi için "Kadının Halleri" konusuna bakınız.
[634] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/212-214
[635] Efendi, köleye cariye vererek onunla cinsel ilişkide bulunmaya izin verse biie, köleye onunla ilişkide bulunmak helâl olmaz. İbn Âbidîn bunu "Nikâh-ı Rakîk" konusunda açıklamıştır. Aynı fetva "Behacetü'l-Fetâvâ"nın "Mesâilü'ş-şettâm" bölümünde de vardır. Usûl ilminde anlatıldığına göre, kölelik mala sahip olmaya aykırıdır. Efendisi ona mal dahi verse ona sahip olamaz.
[636] Bir kimsenin mülkü olan genç veya ihtiyar kadındır.
[637] "Nikâh-ı Tenezzühî" için "Muharremat (Haram Kılınanlar)" bölümündeki haram olma sebeplerinden olan mülke başvurunuz.
[638] Belirtilen helâllığa mahal olan kadına "halîle" denir ki, kan ve cariyeyi de kapsar. Çoğulu "halail" gelir. "Zevç" eş anlamında olduğu için kan ve kocanın her birisi hakkında kullanılır. "Tev'eman" gibi ikili olur ("zevcan" şeklinde). Fıkıh kitaplarında kan ve kocayı farklı ifade etmek için erkeğe "zevç", kadına da "zevce" denir. Özellikle "zevce" lâfzının çoğulu "zevcat" geidiği gibi, her iki anlamda olan "zevc"in de çoğulu "evzac" gelir. "Ve ezvacuhu ümmüfıatuhum." ile "Vetehum fihâ ezvacun mulahhara." ayetlerindeki "ezvac"dan maksat "zevcat”tır.
[639] Doğum istatastikleri buna şahittir. Zina birçok pislikleri kapsayan bir ahlâksızlıktır. İsrâ Sûresi'ndeki zina çirkinliğinden bahseden ayet için Fahru'r-Râzi'nin tefsirine bakılsın.
[640] Türkçe'deki "aldım, verdim" kelimeleri nikâh durumunda açıklık ifade etmedikleri için, bu kelimelerin kız isteme ve mehir tayin etme gibi birtakım işaretlere muhtaç olduğu "Fetavây-ı Ali Efendi"de anlatılmaktadır. "Nikâhla aldım", "nikâhla verdim" sözlerine diyecek yoktur.
[641] Çünkü, mevcut bir şarla bağlı kılma, işi bitirmedir. Bu konular ehli olanların malûmudur. "Şarta Bağlı Boşama" konusunda anlatılırlar.
[642] Bize göre muzarî fiil hem şimdiki zamanı, hem de gelecek zamanı ifade eder. Kelime-i şehadette ve şahitlikteki "şehadet ederim ki..." sözü "gerçek olanı bildirmek" içindir, yoksa vaat etmek için değildir.
[643] Vasiyet, ölümden sonraya şart kılınmış bir mülkiyeti geçirmedir. Şimdiki zamanla kayıtlı olan akid sahih olur: "Bin dirhem karşılığında kızımla evlenmeyi şu anda sana vasiyet ettim." gibi (Reddü'l-Muhtâr).
[644] Kadının babası tarafından ve bu olmadığı takdirde belde halkından akid tarihinde yaş, güzellik, bekârlık gibi özelliklerde akran olan kadınların mehridir.
[645] Mehri anmaksızın, hattâ mehri inkârla nikâh sahih olur. Sahih olan akde mehr-i misil gerekir.
[646] Gerçekleşen akdin bir belgeye bağlanması müstehak olmakla imamın o toplantıda görevi bunu yazıp, belgelendirmektir. Nikâh akdi kızın bulunduğu mahalle imamına da yaptırılması şart değildir.
[647] Meselâ baba: "Kızımı sana şu kadar mehir karşılığında kan olarak verdim." diye icapta bulunduğu zaman, koca olacak akid sahibinin de öylece kabul etmesi gerekliyken: "Nikâhı kabul ettim, ama mehri kabul etmedim." demesi akdi iptal eder. Akdİn öteki tarafa İcap ve kabul uyumuyla tamamlanmasından sonra mehirde indirim, hibe veya artırım yollu tasarruf caizdir. Nitekim anlatılacaktır.
[648] Uzakta bulunan kadına yazı yazmak suretiyle hükmen işitme bile geçerlidir. Dilsizin belli bir işareti olursa, onun da nikâhı gerçekleşmiş olur (Reddü'l-Muhtâr).
[649] Nikâhın iddia veya inkârı dâvalarında her ne kadar bunlarla nikâh ispat edilemese bile şahitlikleri geçerlidir. Dürrü'l-Muhtâr'a yazdığı haşiyede Tahtâvt diyor ki: "Nikâhın yazılı olarak belgelendirilmesi gereklidir. Tıpkı köle azat etmek gibi; çünkü, kölenin hürriyete kavuştuğunu yazı ve şahitle belgeleyip ileride doğacak bir inkâra karşı onu koruyarak güvenlikli olması müstehaptır." "Zeyd, Amr'a:
"Küçük kızım Hind'i oğlun küçük Bekir'e nikâhla verdim." diyerek, Amr da:
"Bekir için aldım, kabul ettim." dese, ancak o toplantıda Amr'ın büyük oğulları Beşir ve Hâlid bulunur da, başkası bulunmazsa anlatılan bu nikâh gerçekleşmiş olarak bu Hind, bu Bekir'in nikâhlısı olur mu? Cevap: Olur." (Netice)
[650] İddet beklemekte olan kadına "mu'tedde" denir ki, kocanın ölümü veya cinsel ilişkide bulunduktan sonra boşanması üzerine belli bir süre bekler. Bu bekleme süresine de iddet süresi denir.
[651] Haram Kılınanlar bölümüne bakınız.
[652] Denklik konusu özel-bölümünde açıklanmıştır. Mehr ve nafakaya gücü olmak da bu cümleden olmak üzere onları Fetâvây-ı Netice'den nakiller yapmakla anlatmaya gerek yoktur.
[653] Gereklilik İfadesi, sıhhatin bir üstü manâsındadır. 44. dip nota bakınız.
[654] Fetâvây-ı Netice.
[655] İkinci durumda, konu olan bu şartın faydası açık değildir.
[656] Bu, şairin şiirinde bir araya getirdiği şu on esastan birisidir:
"Boşama, köle azadı, nikâh, nikâha dönülebilen boşama, kısas isteme, yemin ve bir de adak."
Hanımını nikâhı haram bir kadının haram olan bir uzvuna benzetme, cinsel ilişkide bulunmamaya yemin, ganimet. İşte bunlar baskıyla da sahih olur ki, sayılan ondur. Mirât ve Dürrü’l-Muhtar'da bunlar yirmiye kadar ulaştırılmıştır.
[657] Çünkü vekâlette erginlik şart olmadığı gibi hürriyet dahi şart değildir. Behcetü'l-Fetâvâ'nm "Vekilin Nikâhı" bölümünde şöyle anlatılmaktadır:
"Hind kendini Amr'a kan olarak vermek istediğinde Amr'ın sözü Bekir'i evlendirmeye vekil kılıp, Bekir de şahitlerin huzurunda Hind'i Amr'a karı olarak verse bu akid sahih olur mu? Cevap:
Olur."
[658] Geçerlilik de gereklilik gibi sıhhatin üstünde bir manâdır. Tasarruf etmeyi oluşturan parçaların, bir diğerine bağlantısından meydana gelen akdin neticesidir. Başkasının hakkında bir şer'î izine dayanmaksızın tasarrufta bulunan kimsenin alış verişi gerçekleşmiş olsa da geçerli değildir.
[659] Fayda ve zarar arasında dolaşan her tasarrufun geçerli olması için erginlik ehliyeti veya velinin görüşünün alınıp ilâve edilmesi şarttır, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilme çağındaki çocuğun ve kölenin bu konuda vekil tayin etmesi de böyledir. Nitekim, gelecek konunun sonlarına doğru bu anlatılmaktadır.
[660] İddet süresi içinde nikâha dönülebilen boşanmada olduğu gibi hükmen devam etse bile...
[661] Sahih olan nikâhın semeresi olan bu haramlık zina veya süt emmeyle de gerçekleşir. ("Nikâhı Haram Kılınanlar" bölümünde anlatılacaktır.)
[662] Nikâhı haram kılınanlar konusuna bakınız.
[663] Zira evlenmediği takdirde zinaya düşme korkusu vardır. Öyle ki, zinaya düşmemek sadece evlenmeyle mümkün olmaktadır. Bundan dolayı, sadece kendisiyle haramı terk etmek mümkün olan şeyi işlemek farzdır (Bahr). Ebû Talib Mekki'nin Kûtu'l-Kulub'unda şunlar anlatılmaktadır:
"Cenâb-ı Hak: "içinizden bekârları... evlendirin." Nur: 24/33 ayetinde evlenmeyi ihtiyaçlı olanlara emretmiş, masum olanları da teşvik etmiştir. Nikâh, İhtiyaç zamanında farzdır. Aynı şekilde kifâye tarzında bir sünnettir. Sonra Cenâb-ı Hak evlenenlere fakirliğe karşılık zenginliği vaat etmiştir."
[664] Mehir: Kadının nikâh akdiyle kocasından almaya hak ettiği bir maldır.
[665] Nafaka: Bir kimsenin çoluk çocuğu için harcamada bulunduğu yemek, giydirmek, evde sakin olma gibi ihtiyaçların karşılanmasıdır.
[666] Tirmizî, Kitabu'n-nikâh, Bâbu ma cae fi i'lâni'n-nikâh, 1088.
[667] Tahtâvî.
[668] Reddü 'l-muhtâr.
[669] Görünceye kadar muhayyer olmaktır.
[670] Ayıp ve kusurdan salim olmak üzere olan muhayyerliktir.
[671] Taraflardan biri veya ikisi belli bir süre içinde nikâhı iptal etmek veya izin vermek veya geçerli saymak muhayyerliğinde bulunmak.
[672] Hoşa giden bir özellik ile bilinme muhayyerliği ileri sürmek.
[673] Ancak tenasül uzvunun kesik olması, hadım olmak, cinsel yetersizlik gibi kusurlarbunun dışındadır. Bu durumda kadın -nikâhın devamı veya iptalinde- muhayyerdir. Bu İmam Azam ve İmam Ebû Yûsuf a göredir (Hindiyye).
[674] Hoşa giden bir özelliğinden dolayı mehr-i mislinden fazlasını belirtmişse, o özelliğin yokluğu bu fazlalığa tesir eder. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/214-220
[675] Bâin Boşama: Nikâhın kalkmasına sebep olan ve her iki tarafın rızasıyla tekrar nikâh akdetmekle evlenmeyi mümkün kılan boşamadır.
[676] Hür ergin kadının huzurunda velî de böyledir. Meselâ: Babanın sözleşme yapması durumunda mükellef olan hür kızın orada hazır bulunması, onu bizzat sözleşmeye girişimde bulundurarak, babasının şahit olmasıyla, diğer bir şahidin de bulunması yeterlidir. Ancak, efendinin evlendirmesi hâlinde kızın mükellef ve hür olmaması bunun aksinedir.
[677] Bu konuda veli, efendiyi de kapsar. Velilik ve kölenin nikâhı konularına bakınız.
[678] "Küçük kız Hind'i, yabancılardan Zeyd, onun en yakın velisi olan Zeynep'ten izin almadan mehr-i misliyle dengi olan Amr'a kan olarak verir de, sonra Zeynep bunu öğrenip yapılan bu sözleşmeye izin verirse, bu geçerli olur mu?
Cevap: Olur." (Ali Efendi)
[679] Kölenin Nikâhı konusuna bakınız.
[680] Cariye nikâhlarının çoğu vekâletle olur, vekil tutan ise birçok kadınlar içinde bulunup belirli omazsa, vekil fuzulî kabilinden olur ki, yapılan nikâh vekil tayin edenin ona rızası ve gerçek izniyle tamam oluyor demektir.
[681] Bu durumda o kimse bu nikâhtan dolayı bu cariyeyle cinsel ilişkide bulunsa cariyenin sahibi o kimseden cariyenin mehr-i misil ve belirtilen mehrin en azını alabilir. Henüz geçerlilik kazanmamış nikâhtaki cinsel ilişki, sıhhat şartlan m taşımayan nikâhtaki cinsel ilişki gibidir. Ceza düşer, nesep sabit, mehr-i misil ve bilirlenen mehrin en azı gerekli olur (Bekçe).
[682] Bunak olan da bu hükme dahildir.
[683] Hindiyye.
[684] Hindiyye. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/220-223
[685] Bu konuda esas "Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın." Nisâ: 4/22 ayetinden itibaren: "Analarınız (...) size haram kılındı." Nisa: 4/23 ayet-i kerimesiyle aynı konuda rivayet edilen birtakım hadis-i şeriflerdir.
[686] Fetavây-ı Hindiyye'de bu, dokuz tane alarak sıralanmıştır. Reddü'l-Muhtâr'da ise manzum şekilde on iki tane olarak sıralanmıştır.
[687] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/224
[688] "Zeyd, ahiret analığı edindiği Hind ile evlenebilir mi? Cevap:
“Olur." (Ali Efendi)
[689] Evlât edindiği kız ve ahiret nikâhı haram değildir. Nitekim "Evlâtlık" konusunda anlatılacaktır.
[690] Süt kız kardeş de haramdır. Nitekim "Süt Bakımından Olan Haramlık"ta anlatılacaktır. Kardeşlik kadın haram değiidir. Nesep ve sütün dışında bir yolla erkeğin kadına kardeşliği olamaz.
[691] Halanın halası hakkında şöyle düşünülür: Eğer yakm olan hala ana-baba bir veya baba bir halaysa, o haramdır. Eğer yakın olan hala ana bir halaysa, o zaman halanın halası haram değildir (Hindiyye).
[692] Teyzenin teyzesi hakkında şöyle düşünülür: Eğer yakın olan teyze ana-baba bir veya ana bîr teyzeyse, onun teyzesi adama haram olur. Eğer yakın teyze, baba bir teyzeyse, onun teyzesi adama haram olmaz (Hindiyye)
[693] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/224-225
[694] Karıya da, odalığa da "halîle" denir.
"Zeyd, hanımı Hind'in anasının anası Zeynep'e şehvetle dokunacak veya öpecek olursa Hind, Zeyd'e ebediyen haram olur." (Netice)
"Zeyd, cariyesi Hind'in anası Zeynep'le cinsî ilişkide bulunsa, Zeyd'in Hind'ie cinsî münasebette bulunması haram olur." (Feyziyye)
[695] Zeyd Hind'i sahih nikâhla nikahladıktan sonra Hind'i boşasa, Zeyd'in Hind'in anası Zeynep'le evlenmesi câİz olmaz." (Netice)
[696] Kız gerek kendi himayesinde terbiye görmüş olsun, gerek olmasın. Konu olan haramlıkta, annenin cinsî ilişkide bulunulmuş olması şarttır. Bu konuda, onunla tenhada beraberce yalnız bulunma, onunla cinsî münasebette bulunma yerine geçmez (Hinddiyye).
[697] Oğlunun hanımının, başka kocadan olan kızıyla evlenmek caiz olur (Feyziyye).
[698] Oğulluk ifadesi, üvey oğulla evlâtlık ediîeni içine alır. Ayet-i kerimede karıları haram kılınan oğullar "Sulbünüzden gelen oğullar..." ile kayıtlanmıştır.
[699] “Zeyd, hanımı Hind'in başka kocadan olan oğlu ölmüş Amr'ın hanımı Zeynep'i nikahlayıp Hind ile onu nikâhı altına alsa caiz olur mu?
Cevap: Olur." (Ali Efendi)
[700] Babasının zina etmiş olduğu kadını almak oğula helâl olmaz.
[701] Evlilik sebebiyle ortaya çıkan haramlıktır ki, nikâhın sahih olmasına engeldir.
[702] Sıhhat şartlarını bulundurmayan nikâhta cinsî münasebet veya ona yol açan sebepler olmadıkça hürmet-i musahere gerçekleşmez. Nitekim konusunda anlatılmaktadır. Cinsî münasebet ister helâl, ister şüpheli, isterse doğrudan kesin bir haram olsun, onunla ve ona yol açan sebeplerle hürmet-i musahere gerçekleşmiş olur.
[703] Bunları nikâhla almak haram olduğu gibi, bunlarla şehvetli oynaşmak dahi kişiye kendi karısını ebediyen haram kılar.
"Zeyd, hanımı Hind'in süt kızı Zeynep'le cinsî münasebette bulunsa, Hind Zeyd'e haram olur." (Ali Efendi)
[704] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/225-226
[705] Neseb açısından nikâhı haram olan yedi sınıfa ve ileride gelecek olan "Süt" konusuna bakınız. Hiiccetüllahi'l-Baliga'da deniliyor ki:
"Süt emziren dahi çocuğun gelişmesi, büyümesine sebep olmakta öz anneye benzer. Şu kadar var ki, öz anne yaratılmış çocuğu karnında bulundurmuş, emziren anne de doğduktan sonra onu besleyip, büyümüştür. Çocuğun öz anasından sonra, diğer bir anası da odur. Onun çocukları da o çocuğun kardeşlerinden başka ona kardeştirler. Çocuğun beslenip terbiye edilmesinde o kadın çektiğini çekmiş ve böylece analık hakkı her ne ise çocuğun zimmet ve sorumluluğunda ona karşı gerçekleşmiştir." Devamla diyor ki: "Bu çocuğun o kadına sahip olup onun üzerine çıkmış bulunması düzgün ve doğru bir yaratılışın tükürdüğü bir şeydir. Nice vahşî hayvanlar var ki, annesine veya onu emzirene böyle dönüp de bakmaz. Ya adamlar hakkında ne düşünürsün,"
[706] Daha önce anlatıldı, "Süt" konusunda da temas edilecektir. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/226-227
[707] Mükâteb ve müdebber ifadeleri için "Zekât" ve ileride gelecek olan "Kölenin Nikâhı" bölümüne bakınız. Fetavây-ı Hindiyye'de bu iki köleye bir de ümmü veledin oğlu ilave edilmiştir. Ümmü veled de "Nesebin Belirlenmesi" bölümünde anlatılacaktır.
[708] Dört karısı ve bin cariyesi varken bir cariye daha satın almak İsteyen kimseyi kınayanın küfründen korkulur. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Onlar kınanmazlar," Müminûn: 23/6 ayet-i kerimesiyle bu kişilerin kınanmasını kaldırmıştır. Karısının üzerine evlenmek isteyeni kaniayanm da hükmü budur. Evliyken tekrar evlenmek veya cariye almak isteyen kişinin karısı: "Kendimi öldürürüm." dese bile koca yine de evlenebilir. Çünkü Kur'ân buna: “Hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın." Nisa: 4/4 ayetiyle izin vermiştir. Ancak karısını üzmemek için başka kadın ve cariyelerle evlenmeyi terk ederse sevaba nail olur. Çünkü hadis-i şerifte: "Benim ümmetime acıyana, Allah (c.c.) da acır." buyurulmuştur. Birden fazla kadınla evlenme konusu için ilerideki "Eşler Arasında Taksim" konusunu da okumak gerekir.
[709] Aralarında nikâh varken bir araya getirilemedikleri gibi, onlardan birisi boşanmış olup iddet beklerken de bir araya getirilip nikâhlanamazlar. "İddet" konusuna bakınız.
[710] Bir kadını onun üvey kızıyla veya bir kadını kendi cariyesiyle birlikte nikahlamak caiz değildir. Bunların birincisinde haramlık sadece bîr bakımdandır. İkinci durumda ise, düşünülen şekle göre nikâhın haram olması yakınlığa veyasüte dayalı değildir (Hindiyye).
[711] Karısının kardeşinin kızını da karısıyla beraber nikahlaması caiz değildir. (Abdürrahim).
[712] İki hala veya iki teyzenin bir arada nikâhlanması caiz değildir. Meselâ: İki kimse birbirlerinin analarını veya kızlarını nikahlayıp, bunlardan birer kızları olsa birinci durumda kızlar birbirinin halası, ikinci durumdaysa teyzesi olmakla onları bir erkek nikâhında bir araya getiremez (Hindiyye).
[713] Kölenin bir bölümünü hürriyete kavuşturmak, bütününü hürriyete kavuşturmak gibidir. Yine, bir bölümüne sahip olma, bütününe sahip olma gibidir (Hindiyye).
[714] Veya sadaka olarak verir veya yazılı bir akid yaparsa (Hindiyye).
[715] Onlardan birisi satıldığı zaman eski bir kusuru sebebiyle ret, evlendirme durumunda boşama, hibe durumunda hibeden vaz geçildiği durumlarda dahi, onlardan biriyle - diğerini kendine haram kılmadıkça- cinsî münasebette bulunamaz.
[716] Bana haram olsun demekle diğeri ona helâl olamaz. (Hindiyye).
[717] Bunlar sahih nikâha göredir. Eğer cariyesinin kız kardeşini meşru ve câîz olmayan bir nikâhla nikahlamış olsa onunla cinsî ilişkide bulunmadıkça, yatağına aldığı cariye kendisine haram olmaz, fakat onunla ilişkide bulunmuş olursa haram olur .(Hindiyye).
[718] Bu İmam Âzam'a göredir. Eğer kendisine helâl olmayanla cinshi münasebette bulunmuşsa, ona mehr-i misil düşerse de, tayin edilip belirlenen mehir öbür kadının olur. (Hindiyye). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/227-229
[719] Eğer aldığı hanımın kendi cariyesi olursa bunda bir sakınca yoktur.
[720] "İddet" konusunda "Ümmühat-ı Evlâd" bölümünü okuyunuz.
[721] Boşanmış hür kadının iddet süresi içinde cariye nikahlamak da böyledir. Dönülmesi mümkün olan boşama olursa meselinin hükmü âlimlerin görüş birliğiyledir. Fakat boşama üç kere olmuşsa (bain boşama), İmam Ebû; Yûsuf ve İmam Muhammed değişik görüştedirler ki, onlara göre nikâh caizdir (Hindiyye).
[722] Çünkü doğan çocuk-hür olacağı şart kılınmadığı sürece- annesine tâbi olarak köle sayılır. "Kölenin Nikâhı"na bakınız. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/229
[723] Müslümanın eli altındaki gayr-i müslim (zımmîyse) da böyledir. Bunda bütün âlimler görüş birliğindedir. Gayr-ı müslimin eli altındaki gayr-ı müslim kadının durumu ise, bunlar iddcte inanmadıklarından dolayı İmam Âzam'a göre yukarıdaki hükmün dışındadırlar. Bu kadının gayr-ı müslim kocası öldüğü zaman -hamile değilse- Müslüman veya gayr-ı müslim bir erkeğe varabilir.
[724] Fasit Nikâh bölümüne bakınız. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/230
[725] Bunlara Batınıyye denildiği gibi Ta'limiyye, İsma'iliyye, İbahiyye de denir. İmam Gazalî'nin eserlerinden olup fakirin açıklamalarıyla tercüme edilip, iki defa basılmış bulunan "el-Munkızu mine'â Dalâl" tercümesinde ve "Sefine-i Ragıb "da bu grup hakkında bilgi verilmiştir. Son çağlarda bu grubun mensupları "Vehhabiye" adını almışlar, din kisvesi altında öteden beri dinsiz ve alçak olarak tanına gelmişlerdir.
[726] Hindiyye.
[727] Kaffal kitabiyye olan ile olmayanı şöyle ayırmıştır: Kitabî olmayanın aslında dîn bozukluğu olup, son durumunda küfür açısından bir noksanlık vardır. Kitabî olandaysa sadece bir noksanlık vardır, o da son durumundaki küfrüdür... (Kastalanî).
[728] İslâm Dini üzere olmayan milletler putperest ateşperest... ise "Müşrik" ve "Ehl-i Şirk", Yahudi ve Hıristiyan ise "Ehl-i Kitab" diye isimlendirirler. Daha sonra, Müslüman halkın mesuliyetinde yaşamayı kabulle Müslüman tebâ altına girmişse "Ehl-i Zimmet" girmemişse "Ehl-i Harp" ismini alırlar. Demek oluyor kitabi kelimesi "Ehl-i Kitab”ın zımmi kelimesiyse "Ehl-i Zimmet"in tekili olmuş oluyor. Bu ifadeler erkek için kullanılır, kadın içinde "kitabiyye", "zımmîyye", "ehl-i harp"in kadın için kullanılanı da "harbiyye"dir. Ehl-i harp (savaş halkı)în bulunduğu diyara da "savaş ülkesi" (dârü'l-harp) denir. Ehl'i harbin geçici olarak İslâm diyarında emniyet altında bulunanlarına "Müste'min (eman verilmiş, güvence altına alınmış)" denir.
("Kâfirlerin Nikâhı" bölümüne bakınız.)
[729] Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyan'ın boğazladığı hayvanların eti yendiği gibi kızlarıyla da evlenmek caizdir. Müslüman olarak nikâhlanılan kadının Yahudi veya Hıristiyan olduğu ortaya çıkacak olsa koca nikâhı iptal edemez (Tenkîh-i Hamidiyye). Fetavây-ı Hindiyye'nin ifadesine göre, en iyisi onların ne kızlarını nikahlamak, ne de kestiklerini yemektir. Eğer bir mecburiyet konu olursa o zaman bir sakınca yoktur. Dürrü'l-Muhtâr'âa, onlarla bu türlü ilişkilerin tenzîhen mekruh (helâla yakın mekruh) olduğu belirtilmiştir. Tahtâvî diyor ki: "Ashâb-ı Kirâm'dan Huzeyfe b. el-Yemânî İle Ka'b b. Mâlik (r.a.) Hazretleri'nin birer Yahudi kadını nikahladıkları doğrudur. Harbiye olan kadını savaş ülkesinde (dârü'1-Harp) de nikahlamak mekruhtur."
[730] Mehrini almasına dair bir engel yoktur. Fetâvây-ı Feyziyye'de anlatılıyor ki: "Vefat eden Müslüman Zeyd'in karısı Hıristiyan Hind, miktarı belirli olan mehrini Zeyd'in miras bıraktığı maldan alabilir."
[731] Konuyla alâlakalı olarak "Temizlik" bölümünün sonlarına bakabilirsiniz.
[732] Çünkü çocuk dinen anne ve babasının en hayırlı olanına tâbidir. Nitekim, "Kâfirlerle Evlenme" bölümünde anlatılmıştır.
[733] Çünkü onlar nikâha mahal olma konusunda Müslümanlara eşit olduğu için, eşler arasında taksim konusunda da eşittirler.
[734] "Müslüman Zeyd, Ebû Bekir es-Sıddîk ve Ömer el-Farûk (Radiyallahu anhüma) Hazretleri'ne söverek lanet etse, Zeyd'e ne lâzım gelir?
Cevap: Geciktirilmeden öldürülür."
Fetavây-ı Ali Efendi’nin "Mürted" konusundan biraz evvelki satırlarda ve el-Eşbah'ta deniliyor ki:
"Ebû Bekir es-Sıddîk ve Ömer el-Farûk (r.a.)'a sövmek küfürdür. Müslüman adına Zeyd, birtakım çirkin işler işlemekle Amr da Zeyd'e:
"Böyle iş işleme, ahiret vardır." dese, Zeyd:
"Ahiretin aslı yoktur, İnsan ot gibi biter ve yine ot gibi yok olur, bu dünyada rahatın varsa sen de yaşamaya bak." deyip bu inançta ısrarlı olsa, Zeyd'e ne gerekir?
Cevap: Öldürülür (Aynı kitapların ilgili bölümleri).
[735] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/230-232
[736] Me'zun ve müdebber türündeki köleler nikahlılarını satın alacak olurlarsa nikâh hükümsüz olmaz. Mükâteb yollu köle de nikâhlısını satın alacak olsa yine nikâh hükümsüz olmaz (Hindiyye).
[737] Yahut mükâtebe veya müdebbere, yahut ümmü veledini veya bir kısmına sahip olduğu cariyeyi.
[738] Hindiyye.
[739] Netice.
[740] Konu hakkında Fetavây-ı Hindiyye'nin ifadesi şöyledir. "Dediler ki, umanımızda en uygun olan kendi cariyesini nikâhlamaktır. Öyle ki, eğer cariye hur olursa nikahlı hükmünde olacağından onunla cinsî münasebette bulunmak helâl olur.”
[741] Bu da ya başkasının hürriyete kavuştu rmasıyla veya hürriyete kavuşturulmasına yemin edilmekle olur ki, yeminli olan yeminini bozmuş olur. Bu, çoğu zaman olmaktadır. Özellikle hürriyete kavuşturulan cariye elden ele dolaştırıldığı zaman çok olur. Netice.
[742] Buna "Nikâh-ı Tenezzühî" diyoruz. Cariye bununla hürriyete kavuşmuş olmaz. Efendinin vefatında cariye, o nikâhtan dolayı efendinin malından miras alamaz (Netice ve Fetavây-ı Ali Efendinin ilgili konuları). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/232-233
[743] Boşanma konusuna bakınız.
[744] Hindiyye.
[745] Eğer akit esnasında her iki taraf kendilerinin yaşayamayacakları bir müddeti belirtmiş olursa, bu yukarıdaki hükme dahil olmaz. O zaman nikâh sahih, şart boş ve hükümsüz olur: Bin sene veya kıyamet vaktine veya Deccal çıkıncaya ya da îsâ (Aleyhisselâm) ininceye kadar demek gibi (Hindiyye).
Hiç bir vakit belirtmeden evlenip de niyetinde kendince karar vermiş olduğu bir zaman beraber buunmak olursa nikâh yine sahihtir (Hindiyye).
[746] İlâ, zıhar konuları "Boşanma" bölümünde anlatılmıştır.
[747] Abbasî halifelerinden Me'mun devrinin en büyük hakimi (Kadı'1-Kuzat) olan Yahya b. Ekrem'in Vefayatü'l-A'yan'daki biyografisinden anlaşıldığına göre, Me'mun Şâm yolunda mut'a nikâhı (geçici nikâh) nın helâl olduğunu ilân ettirmişti. Bunun üzerine Yahya b. Ekrem (Rahimehullah) ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden deliller göstererek: "Sen zinanın helâl olduğunu ilân ettiriyorsun." demesi üzerine, Me'mun tevbe ve istiğfar ederek mut'a nikâhının haram olduğunun açıkça bildirilmesini emretti.
Adı geçen hakim Yahya b. Ekrem (Rahimehullah) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de: ''Gerçekten müminler (korktuklarından emin, umduklarına nail olarak) kurtuluşa ermiştir..." Müminûn: 23/1 ayetiyle devam eden ayetlerde evlenme için caiz ve geçerli olan iki yolu açıklamıştır: Bunlar da hür bir kadını nikahlamak ve odalık cariye edinmektir. Bu iki yolun dışındakilere başvuranların Allah (c.c.)'ın belirttiği sınırları tecavüz etmiş olacağını bildirmiştir." Mut'a nikahıyla alınan kadın el altında bir mülk olmadığı gibi kocasına mirasçı veya miras bırakan, çocuğu babasına ait kılan kadın da değildir.
İmam Zührî, Muhammed b. Hanefiyye'nin oğulları Abdullah ve Hasan'dan, onlar da babalarından, o da babası Hz. Ali (Kerremellahu vechehu)'den rivayet ettiğine göre, Hz. Ali (Kerremellahu vechehu) şöyle buyurmuştur:
"Rasûlüllah (Sallallahü aleyhi ve sellem) mut'ayı emrettikten sonra, onun yasak ve haram olduğunu ilân etmemi bana emretti."
Mut'a zinadır. Hattâ zina etmemeye şart eden kimsenin hanimi, mût'a (geçici nikâh) ile evlendiği kadınla cinsî ilişkide bulunduğu an boş olur. (Nitekim kitabımızın Behcetü'l-Fetavâ'dan naklen "Boşanma" bölümünün "Şartı Boşanma" kısmında anlatılmıştır.)
[748] Meşguliyet sahibi olanların kadınları hep geceli (leyliyat) olduklarından onlan anlatmaya gerek yoktur.
[749] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/233-234
[750] Köleler de velî olamazlar. Mirasa ehil olan birisi olma kaydı bunu konunun dışına çıkarmıştır İbn Âbidîn'in ifadesine göre, hakim ve kölenin efendisi de varis, yanı mirasa ehil olmayan velî olmakla yukarıdaki tanım yakın akraba olan velîye aittir.
[751] Velâyet-i hassa: Özel mahiyeti ve niteliği haiz olan veliliktir. Babanın çocukları ve mütevelli heyetin vakıf malları üzerinde veliliği gibi;
[752] Velâyet-i amme: Umum mal ve kişileri kapsayan veliliktir. Vah ve yargıç gibi devlet organlarının veliliği
[753] Ancak borçlarda durum değişiktir. Bu noktada hakim daha güçlüdür. Çünkü, hakkı almakta o daha yetkilidir.
[754] Kimsesiz çocuk bulanın çocuğu almaklığı da velilik sebeplerinden değildir.
[755] Kötü niyet sebebiyle insanlar için faydalı olan şeyi zedelemediği müddetçe. (Hindiyye).
[756] Asaba: Lügatte, baba tarafından yakın olan kimseler demektir; şeriatteyse, mirasta farz hisse sahipleriyle beraber bulundukları hâlde onların hisselerinden geriye kalana hak kazanan ve farz hissedarlar bulunmadığı zaman mirasın tamamını elde eden yakınlar demektir. Ancak bunlarda hürriyet, yükümlülük, İslâm şarttır. Bu Müslüman kadın ve çocuk hakkındadır. Müslümanırfkâfire hiç bir şekilde veliliği konu olmaz. Ancak kâfir bir cariyenin efendisi ve devlet başkanı olması bunun dışındadır. Kâfir kâfire velî olabilir (Tenvîm'l-Ebsâr).
[757] Asabe-i nesebiyye (nesep bakımından yakınlar): Ölüye nesep bakımından yakın olan kimselerdir.
[758] Asebe-i sebebiyye (sebep bakımından yakınlar): Köle veya cariyeyi azat eden efendilerin (mevlâ'l-ataka) bizzat kendi yakınlarından olan erkeklerdir.
[759] Oğul, baba, ana-baba veya yalnız baba bir kardeş gibi arada kadın olmaksızın erkek yakınlara "asebe binefsihi" diyoruz ki, asebe-i nesebiyye'nin bir kısmıdır. Asebe-i sebebiyye ise yukarıda tanımı yapıldığı gibi efendiler ve onların nesep bakımından yakın olan erkekleridir.
[760] Küçükler hakkında oğlun veliliği düşünülemeyeceğine göre, onun veliliği sadece bunak olan erkek ve kadına aittir.
[761] Delinin babası ve oğlu yahut dedesi ve oğlu bulunduğu takdirde velilik İmam Muhammed'e göreyse babanındır. Nikâhın tartışmasız caiz olması için en i^bîan babanın ogula emretmesidir. (Hindiyye)
[762] Bu hususta kadın ve erkeğin eşit olacağım söylemişlerdir.
[763] Sonra babaannenindir. Künye'de bunun aksi aniatılmaktadır. Sonra kızın, sonra oğlun kızının, sonra kızın kızının, sonra oğlunun oğlunun kızı, sonra da kızının kızının kızı-nındır ve böylece gider. Sonra da fasit olan dedenindir (Dürr). (Kişiyle dedesi arasında anne bulunan dedesidir. Annenin babası, annenin babasının babası gibi.)
[764] "Diğer" kaydı, kız kardeş çocuklarının da yakınlardan olduğuna işaret etmek içindir. Diğer yakınlar (zevi'l-erham): Hisse sahibi ve asabe oîmayan yakınlardır.
[765] Onların çocukları da bu sıraya göredir. Önce halakızları, sonra dayıkızları, sonra teyze kızları, sonra da amcakızlarının çocukları gelir (Dürr).
[766] Mirasçıları olmayan iki kişi (velevki kadın olsun) hayatlarında biri diğerinin cinayet diyetlerini üzerine almak ve öldüklerinde mirasım yemek üzere anlaşma yaparlarsa, onların her biri diğerinin anlaşmalı yardım efendisi anlamında "mevlâ'I-muvalaf'ı olur.
[767] Üzerinde bulunduğunun nikâh veliliği konuşana göre, küçük kızın babası nesebi meçhul olarak bir kimsenin elinde Müslüman olmuş olmakla o kimse onun mevlâ'l-muvalatı sayılır Bundan dolayı kendinin ölümünden sonra küçük kızım velilik yetkisiyle dilediğiyle evlendirir.
[768] Kölenin Nikâhı bölümüne bakınız.
[769] Tanımı için 136 no.'lu dip nota bakınız.
[770] Mevlâ'l-ataka: Kul (köle) cinsi hakkında, kendisini hürriyete kavuşturmuş olan erkek veya kadın efendidir. Gerek mevlâ'l-muvalatta ve gerekse mevlâ'l-atakada konu olan velâ (hükmî yakınlık) mirasa sebep de olabilir. Bundan dolayı velâ, hak edilen mirasta kullanılır. "Velâ, azat edenindir."
[771] Tanımı için 121 no.'lu dip nota bakınız.
[772] Özel nitelikli velîsi bulunmayan küçük erkek ve kız gibi.
[773] Nitekim Fetavây-ı Hindiyye'ye de böyledir. Hakimin baba-dede, anne-nine, oğlu-kızı ve onların çocukları bizzat kendisi hükmündedir (Dürr).
[774] Atılmış olup, bir kimsenin sevabına alıp baktığı çocuğa "lakît", alanaysa "mültekît" denir, ileride hükmü gelecektir.
[775] "Hıristiyan kadın Hind, Müslüman küçük kızı Zeynep'i velîsi olarak evlendiremez." (Behcelü'l-Fetavâ).
Müslüman ülkesinde yaşayan (zımî) Zeyd İslâm'a girdikten sonra ergin olan kızı Hıristiyan Hind'e: "Sen de İslâm'a gel." diye baskı yapamaz. Bu durumda Hind kendini zımmî olan Amr'a evlendirmek istediğinde Zeyd ona engel olamaz (Behce).
[776] Onların nikâhları velînin iznine bağlı olduğundan "Küçüklerle Alâkalı Hükümler" ve "Köle Nikâhı" bölümlerinde yazılır olduğu gibi velî ve efendinin izniyle geçerli olur, reddetmeleriyle hükümsüz olur. Bu bakımdan, velînin; nikâhın geçerli olmasının şartı olması gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Usul-i fıkıh ilminde de böyle denildiği hâlde Dürrü'l-Muhtâr'da sıhhatinin şartı diye belirtilmiştir. Reddü'l-Muhtâr'ın bu manâ, desteklenmiş olduğu gibi, "Nikâhın Şartı"nda da böyle kaydedilmiştir.
[777] "Gabin" aldanma manasındadır. Küçük kız hakkında mehr-i mislinden az, küçük erkek hakkında ondan çok olmakla olur. Gabinde insanların aldanır oldukları, yani aldanmaya zorlandıkları miktara "gabn-i yesir", tahammül edemedikleri miktara gabn-i fahiş" denir. Gabn-i fahiş'in en düşük sınırı bir görüşe göre onda beş, bir görüşe göre de onda birdir (Reddü'l-Muhtâr).
[778] Mülteka şerhi.
[779] Hindiye. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/235-239
[780] İsterse anne veya hakim olsun.( Dürrü'l-Muhtâr).
[781] Hz. Aişe (r.a.)'den gelen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Nikâh bir çeşit kölelik demektir: Kişi kendi kızım kime nikahlıyorsa, ona iyi baksın." Bundan dolayı Arap dilinde: "Biz falanın mülkünde butunduk." denilir (el-Kâmil). Hz. Aişe (r.a.)'nin hadisinde şu da belirtilmiştir:
"Kadınlar kelepçelere benzerler. Her biriniz boynuna taktığı kelepçeye dikkat etsin." , Bu hadis de eziyet eden kadınlara karşı ihtiyatlı olmayı tavsiye etmektedir. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
"Kadın tutsağının boynunda kitlenmiş olan tüylü kayış boyun kelepçesine benzer ki, ondan boynu kurtarmak çok zordur."
[782] "Baba ve dedenin dışındaki velinin akdettiği nikahı koca ortalıkta yokken, kan onu erginlik muhayyerliği (hıyar-ı bulûğ) ile iptal edemez." (Ali Efendi)
Hakimden başka velîsi olmayan küçük Hind'i hakim mehr-i misliyle dengi olan Zeyd ile evlendirdikten sonra Hind ergin olduğu anda kendini tercih edip, durumu şahitlendirerek erginlik muhayyerliğiyle bu nikâh akdini Zeyd'in huzurunda hakime iptal ettirebilir. (Netice).
[783] "Boşanma" bölümüne bakınız. "Ergin olan Hind'e nikâh haberi ulaştığında onu reddedip daha sonra razı olsa, yeni bir akde muhtaç olur." (Netice)
[784] Kız aybaşını gördüğü zaman kanı görmekle kendini tercih etmesinde bir sakınca yoktur. Kanı geceleyin görecek olursa: "Nikâhı iptal ettim." der ve sabahlayınca bunu şahitlendirir ve şöyle der: "Ben kam şimdi gördüm." Çünkü: "Kanı gece göMüm, nikâhı iptal ettim." demesi doğru kabul edilmez. Bu yalan da olsa böyledir. Ancak bazı konularda yalan mubahtır (Hindiyye).
[785] Bu kız bakire olduğu zamandır ve muhayyerlik bir diğer meclise uzamaz. Öyle ki, ergin olduğu zaman susar ve kendisi de bakireyse muhayyerlik hükümsüzdür. Eğer aslında dul olur veya kocasının cinsel ilişkide bulunduğu bir bakire olup, kocasının yanında ergin olduysa, o zaman susmakla veya meclisten kalkıp gitmekle muhayyerlik hükümsüz veya geçersiz olmaz. Onun muhayyerliği ancak açıkça nikâha razı olur veya cinsî münasebette bulunmaya imkân vermesi, nafaka istemesi veya benzeri bir davranışta bulunma gibi açıkça nikâha razı olduğunu gösteren bir iş kendisinden meydana geldiği zaman kalkar (Hindiyye).
[786] Fıkıh âlimleri diyor ki: Küçük erkek ve dulun muhayyerliği, ergin oldukları zaman öpmek, dokunmak, mehir verme meclisten kalkma gibi dolaylı veya dolaysız olarak işlenen bir işle hükümsüz olmaz. Dulun hür, cariye, kocasının yanında veya ergin olduğu zaman dul olmasında bir fark yoktur. Tıpkı ergin olmadan önce kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunduğu durumlardaki gibi... Dürrü'l-Muhtâr sahibi, nikâhın başlangıcına kıyaslandığından dolayı kadının susmasıyla yetinmezdi. Zira o insanın ruhundaki şeyleri dışarıya yansıtır.
[787] Dürrü'l-Muhtâr.
[788] Çocuğu denginden başkasına nikâhtan meselâ oğluna bir köle, kızma bir köle nikahlayan veya oğlunun hanımı mehrıni daha fazla, kızının mehrini daha noksan kılarak açıkça bir aldatmaca bulunduğundan, babanın o evlendirmesi sahihtir. Baba ve dedenin dışındaki kimseler için bu caiz değildir.
[789] "Zeyd, cariyesi Hind'i Amr ile evlendirdikten sonra Hind'i hür kılıp, sonra Hind hür olduğunu bildiği mecliste nefsini tercih etmeyip Amr'a kendisini teslim etmekle Amr’da Hind'le cinsî münasebette bulunsa, o anda Hind pişmanlık duyup bu nikâh akdini hükümsüz kılabilir mi? Cevap:
“Kılamaz." (Netice)
[790] Hür olmaya bağlı muhayyerliğin, ergin oimaya bağlı muhayyerlikten farklı olduğu beş şeklin birisi budur. İkincisi, bundan sonra anlatılandır: O da, hürriyetle alâkalı muhayyerlik sadece cariye için gerçekleşir; erginlikle alâkalı muhayyerlik ise, hem kız ve hem de erkek için gerçekleşir. Üçüncüsü, azat olanın muhayyerliği, boşanma hususunda muhayyer olan kadında olduğu gibi, diğer meclise kadar uzar. Dördüncüsü, hür olmaya bağlı olan muhayyerlik, muhayyer olan kimsede olduğu gibi meclisler! kalkmakla hükmüsüz olur. Erginliğe bağlı olan muhayyerlik ise dul ve çocuk hakkında meclisten kalkmayla hükümsüz olmaz. Beşincisi, erginliğe bağlı muhayyerlikte kaza (hüküm) şarttır. Fakat, hürriyetle alâkalı muhayyerlikte şart değildir.
[791] Bu zorlama velîlerin zorlamasıdır. Baskı yapmak nikâha engel değildir.
[792] Bu ifadeyle; hür olmamış cariye, müdebbere, mükâtebe, ümmü velcd statüsünde olanlar bu hükmün dışında kalmış oluyor. Bunların nikâhları velîlerinin izni olmadıkça caiz değildir.
[793] İmam Muhammed'in altı kitabında geçen fetvalara, zahir olan görüş fetvaları denildiğini daha önce belirtmiştik.
[794] Temel düstur şudur: Malında tasarruf edebilenin, kendi hakkında da tasarruf yetkisi vardır. Böyle olmayanın tasarruf yetkisi yoktur (Dürr). Bu İmam Âzam'a göredir. Ona göre, hür olan insanın tasarruflarına engel olunamaz. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, durum böyle değildir. Çünkü, onlara göre kadının maldaki tasurruflarına engel olunsa bile yine o malına sahiptir.
[795] Nitekim açıklaması ileride gelecekdir.
[796] Temel düstur şudur: Malında tasarruf edebilenin, kendi hakkında da tasarruf yetkisi vardır. Böyle olmayanın tasarruf yetkisi yoktur (Dürr). Bu İmam Azam'a göredir. Ona göre, hür olan insanın tasarruflarına engel olunamaz. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, durum böyle değildir. Çünkü, onlara göre kadının maldaki tasarruflarına engel olunsa bile yine o malına sahiptir. Tenvîru'l-Ebsâr, Dürrü'l-Muhtâr
[797] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/240-243
[798] Dürrü'l-Muhtâr'daki ifade şöyledir: "Zaman bozulduğu için velîsinin iznini almaksızın dengi olmayan biriyle evlenen kadının velîsi durumu öğrenince üç boşamayla boşandırılması helâl olmaz."
[799] Gerekliliğin manâsı daha önce birçok faydalı işler ancak denk olanlar arasında bir düzene girer. Belirtilen altı şeyle insanlar birbirlerine karşı böbürlenirler. Bunun için bunları dikkate almak kaçınılmazdır (Bahr).
[800] Kureyş, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Hazretteri'nin on ikinci dedeleri olan Nadr b. Kinâne'nin çocuklarıdır. Temîmoğulları, Adiyoğulları, Ümeyyeoğulları, Haşimoğulları... Kureyş kabilelerindendir. Dört büyük halife efedilerimiz (r.a.)'den Hz. Ebû Bekir (r.a.) Kureyş'in Temîmî kolundan, Hz. Ömer (r.a.) Adevî kolundan, Hz. Osman (r.a.) Emevî kolundan, Hz. Ali (r.a.) de Haşimî kulundandır. Denilmiştir ki: "Kureyş denizde yaşayan bir balıktır. Onun adıyla Kureyş kabilesi adlandırılmıştır."
[801] Bu hususta Medîneliler (Ensar) üe Medine'ye gelenler (Muhacirler) eşittirler (Hindiy-ye). Bazı kitaplarda, çok âdî oldukları için Bahileoğullan bunun dışında bırakılmıştır. Bunlar hakkında şöyle denilmiştir:
"Soy Haşim'den de olsa fayda vermez. Eğer kişi Bahile'den olursa... "
"Köpeğe: "Ya Bahilî!" denilecek olsa, bu sülâlenin uğursuzluğundan köpek havlamaya başlar."
"Doğru olan, bu hükmün genel olmasıdır. Çünkü delil açık değildir. Her Bahilî ayrık otu değildir, içlerinde iyiler ve cömertler de vardır (Dürr ve Redd).
Okçuzade de birinci mısraya şu güzel beytini ilâve etmiştir:
"Dindir o kim iffeti terk edip tefahür ider kesret-i bah ile
Soy Haşim'den de olsa fayda vermez, eğer kişi Bahile'den olursa."
Meşahîru'n-Nisâ adlı eserimizin 381. sahifesinde de şöyle bir beyit vardır:
"Bahilî adamın karısı çocuk doğurunca, alçakların sayısında artma olur."
[802] Şöyle deniliyor:
"Şerefli soylunun dengidir. Âlim de Arap'a denktir." (Hindiyye)
"Üstünlük, ilim sahiplerinindir. Onlar hidayeti arayanlara doğru yolu gösterirler."
[803] Dürrü'l-Muhtâr.
[804] Fısk: Çıkmak demektir. İslâm hukukçularına göre fâsık; günah işlemekle Hakk'ın çizgisinden dışarıya çıkandır. Namaz kılmayan veya içki içen Müslüman fâsıktır.
[805] Ancak, nafakaya gücü olmak, kadının erkeğe kadınlık yapabilecek yaşta bulunmasına göredir. Daha küçükse nafakası gerekli olmadığından kocanın mehr-i muacceli (peşin mehri) verebilmesiyle yetinilir (Hindiyye). Kadının ihtiyar olması cinsî münasebete engel değildir.
[806] Hakimlerden olup zenginlerden olanın kızı, ileri gelenlerden olup nafakaya gücü olmayan fakire denk olamaz (Abdürrahim). Haskefî diyor ki: "Çocuk mehr-i muaccel için baba veya annesinin ve babası tarafından olan dede ninesinin zenginliğiyle denk olur."
[807] Fetavây-ı Hindiyye.
[808] "Ergin olan Hind kendisini, dengi olmayan Zeyd'e nikâh eder. Hind'in mirastan belli hissesi olmayan yakınlar (zîrahm)'ından velîsi Amr'dan başka kimsesi olmasa, Amr için itiraz hakb var mıdır?
Cevap: Yoktur." (Netice)
"Velilik" konusunda geçtiği ve fetva kitaplarında açıklandığı üzere; baba ve büyükbabadan başka olan velînin küçük kızı, dengi olmayanla evlendirmesi sahih olmadığından karı-kocadan birisinin vefatıyla diğeri ona mirasçı olamaz.
[809] "Velilik" konusunun sonunda belirtildiği üzere, fetva için tercih olunmayan zahiru'r-rivaye görüşe göre.
[810] Belirgin hamilelik de çocuğun doğmuş olmasına dahildir.
[811] Hükme muhtaç olan her ayırma, kocanın yokluğunda olamaz: İçinde bulunduğumuz konu erginliğe bağlı muhayyerlik, karı ve kocanın karşılıklı lânetleşmesi, islâm'dan yüz çevirmek, tenasül uzvunun kesik olması, cinsel iktidarsızlık dolayısıyla ayırma gibi. Hükme muhtaç olmayan ayırma kocanın yokluğunda da olur: Muhayyer kimsenin sahip olduğu muhayyerlik, hür olmaya bağlı muhayyerlik... gibidir. (Feyziyyefi nikâhı 'l-kâfir).
[812] Boşama bölümüne bakınız. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/244-247
[813] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/247
[814] Zeyd, Hind'i şahitler huzunuda nikâhlar, ancak mehir belirtilmezse, sonra Zeyd Hind ile cinsî münasebette bulunduktan sonra bir şey üzerine rızalaşma olmadan Hind'i boşayacak olsa, Hind Zeyd'den ne miktar mehir alır?
Cevap: Mehr-i misil alır." (Ali Efendi)
Vefat durumu da böyledir ve onda cinsî münasebette bulunmak şart değildir. Nitekim açıklanacaktır.
[815] Bu mehrin gerçekleştiği hususunda iki adamın veya bir adam, iki kadının haberleriyle şahitlik şarttır. Eğer âdil şahitler bulunmazsa söz yeminle birlikte kocanındır.
[816] Bunlar hür olan kadınlara göredir. Cariyeler hakkında mehr-i misil cariyenin cazibesi oranındadır.
[817] Mehrin en azı sikkeli veya sikkesiz on dirhem (35,4 gr.) gümüştür. Hattâ on dirhem ağırlığında külçe gümüş kıymet bakımından daha az da olsa caiz olur. Gümüş dirhemlerin dışındaki şeyler, akit esnasındaki kıymetleriyle onun yerine geçer. Akit anında on dirhem gümüş kıymetinde bir elbise veya bir ölçek veya tartı üzerine evlenen kimsenin verdiği mehir, alındığı gün daha aşağı düşse, kadın onu geri çevirmez. Bunun tersi hâlinde geri çevirebilir. Eğer elbisenin noksanlığı alınmadan önce bir parçasının yokluğuna dayanıyorsa, kadın onu veya aynen on dirhem gümüşü almakta muhayyerdir (Hindiyye).
[818] Mala mal olmayan şey ilâve edilebilir. Meselâ: bin kuruş ve bir de falanca ortağının boşanması olmak üzere yapılan evlenmede akdin yapılmasıyla falanca boşanmış olur ye nikahlanan kadına mehr-i müsenımâsı olan bin kuruş verilir. Falancayı boşamak üzere, yani o şartla yapılan akidde onu boşamadıkça boşama gerçekleşmiş olmaz (Hindiyye). Bizim "Meşahîru'n-Nisâ"daki "Katamî'yi okuyunuz.
[819] Belirli bir mal üzerine evlenip, malın teslimden önce helak olsa veya o malın gerçek sahibi ortaya çıksa, eğer benzeri bulunabilen mallardan ise benzeri, benzeri bulunmayanlardan ise kıymetinin verilmesi gerekli olur.
[820] Menar Şerhi.
[821] "Haniye", "Fetavay-ı Kadthan"dır. "Tatarhaniye" başka bir eserdir. Fetavây-ı Hindiyye'de şöyle geçer: "Mehirde bir şey belirlemede sahih ve kabul edilir olduğu zaman belirlenen ne ise, o vacip olur; Sonra da bakılır. Belirlenen şey on dirhem gümüş veya daha fazlaysa ancak onu vermek gerekli olur. Eğer on dirhemden aşağı ise on'a tamamlanır. Belirleme sakat olursa mehr-i misil gerekir. Kadını memleketinden çıkarmamak veya üzerine evlenmemek üzere evlenilmişse bu türlü belirleme sahih olmaz. Çünkü, konu olan şey mal değildir. Aynı şekilde, Müslüman erkek, Müslüman kadını ölü eti, kan, içki, domuz eti üzerine nikahlayacak olsa, bu belirlemeler sahih olmaz. Haniye.
[822] Bir rıtıl, on iki rukıyyedir. Bir rukıyye on iki dirhem. Bir dirhem de 3,54 gramdır.
[823] (Hindiyye).
[824] Kur'ân-ı Kerîm öğretmek de buraya girer. Çünkü bugün, ücret karşılığında Kurbân öğretmeye cevaz verilmiştir. Peygamber (s.a.s.)imizin: "Kızı, sana sendeki Kur'ân karşılığında nikahladım." hadisinde geçen "ba" harf-i cerrinin "sebep" veya "illet" manâsında olması muhtemel olduğu için, "karşılık" manâsında olması kesin değildir. Bu durumda hadisin manâsı: "Sendeki Kur'ân sebebiyle" veya "sen Kur'ân ehlinden olduğun için" olur. "Sendeki Kur'ân bereketiyle" anlamı da kasdedilebilir. Bu yüzden hadis delil olmaya elverişli değildir (Bahr).
[825] Bu noktada koca, azat edilmesi için ticaret etmesine izin verilmiş bir köle olsa, kadın ona hizmet eder. Nitekim kadının velîsine hizmet etmek şartıyla onunla evlenmek sahihtir. Hz. Şu'ayb ve Mûsâ (Aleyhimüsselâm) hadisesinde olduğu gibi.
[826] Bahru'r-Râik'te daha kapsamlı olarak: "İki akidden biri diğerinin karşılığı olmak üzere kişi kendi vekilliğinde olanı, diğerinin vekilliğinde olana karşılık onunla evlendirmesidir." şeklinde tarif edilmiştir. Nikâh-ı şıgar'da, iki âkidden birisi diğerine iki tarafça dahi karşılıklı nikahlarsa buna "tecabb" denir.
[827] Tirmizî, Kitabu'n-Nikâh, Bâb ma cae fi'n-nehyı an nıkâhı'ş-şıgâr, 1123.
[828] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/247-249
[829] Bizim örfümüzde buna "ağırlık" ismi verilir. Bazan peşin verilmeyerek hepsi deftere yazılmakla peşin olanı "müstevfa" adını alır ki, defterde tastamam alınmış diye gösterilmiş oluyor. İbn Âbidîn, ağırlığa Acemlerde "destiman" denildiğini "Köle Nikâhı" bölümünün öncesinde söyler.
[830] "Son an" ölüm veya boşanmadan ibarettir. Bu da lııddizâtında bellidir (Behcetü'l-Fetavâ).
[831] Erkeklere faydalı olmaya elverişli olmayan küçük kızı, babası kocasına teslim etmeden önce mehr-i muaccelini ister ve alabilir.
[832] İsteyerek kadınla baş başa kalmak ve hattâ cinsî münasebet gerçekleşmiş olmakla kadının bu hakkı yok olmadığı gibi kendini bu sebeple kocasına teslim etmemesinden dolayı kendisi nafakadan dahi düşmez. Evden çıkması da kocasının iznine bağlı kalmaz (Dürr).
[833] Yani boşanma ve ölümle ödenmesi gereken mehirde erteleme caiz olmaz. "Zeyd, karısı Hind'i üç boşama (talâk-ı bâin) ile boşadıktan sonra Zeyd vermekle mesul olduğu mehr-i müeccelini belfi bir süreyle ertelese, Hind süre dolmadan mehrini Zeyd'den alabilir mi?
Cevap: Alır."
Dönüşlü boşama (talâk-ı ric'î)da dahi iddetin bitimiyle mehr-i müeccel, muaccel olur.
[834] Fetâvây-ı Ali Efendi.
[835] Dürrü'lMuhtâr ve Reddü'l-Muhtâr.
[836] "Zeyd, Hind'i belli bir mülk, ev ile bahçesi veya şu kadar belli eşyası mehr-i muaccel olmak üzere nikahladıktan sonra vefat etse, Hind o evi veya bahçeyi veya belli eşyayı alabilir mi?
Cevap: Alır." (Ali Efendi)
[837] Mehir kadına teslim edilmemişse kocanın sadece boşamasıyla onun yarısı kocanın mülküne döner. Eğer teslim edilmişse kadının onda mülk sebeplerinden birisi olan alması hükümsüz olmamakla beraber yarısının kocanın mülküne dönmesi kazaya veya rızaya bağlıdır (Dürr).
Hakikaten veya hükmen cinsî münasebetten önce meydana gelmesi dolayısıyla yarım mehri gerektiren ayrılık, koca tarafından gelen ayrılıktır. Gerek boşama, gerekse nikâhı ortadan kaldırmakla olsun. Cinsî münasebette bulunmamaya yemin, kan ve kocanın lânetleşmesi, cinsel iktidarsızlık, dinden dönme, karısının Müslüman olması takdirinde kendinin İslâm'dan yüz çevirmesi kadının baba-dede, anne-nine veya oğlu-kızı. bunların çocuklarına hürmet-i müsahere (akrabalıktan ileri gelen haramltk)yi gerektirecek işte bulunması gibi. Ayrıhk eğer kadın tarafından gelmişse ona yarım mehir dahi gerekli olmayıp, düşer. Kadının dinden dönmesi, Yahudi Hristiyan olmadığı halde kocasının Müslüman olmasında kendisine arz olunan İslâm'ı kabul etmemesi, kocanın baba-dede, anne-nine, çocukları ve onların çocuklarına hürmeti müsahereyi gerektirecek bir işte bulunması gibi, bunlara "günahları ayırma" denilir.
[838] Her ne kadar bu konular mütalaa eden bazı kişiler tarafından anlaşılamamışsa da, Haskefi’nin ifadesiyle “Tenviru’l-Ebsar”da anlatılmak istenen gaye budur.
[839] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/250-252
[840] Halvet-i sahiha: Karıyla kocanın hiç birisinde cinsî münasebete dair bir engelin bulunmadığı halde bir arada bulunmalarıdır. Doğrudan birleşme
[841] Dürr’de bu kaideden iki mesele hariç bırakılmıştır. Redd’deyse buna altı mesele daha ilave edilmiştir.
[842] "Zeyd Hind'i şu kadar mehir akçe belirterek nikahladıktan sonra zifaf gerçekleşip, ancak Zeyd hastalanır, cinsî münasebet gerçekleşmeyip Hind'i boşasa, Zeyd mehr-i müsemma'nın yansını Hind'e verirken Hind razı olmayıp tamamını alabilir mi? Cevap:
“Alamaz." (Netice)
"Zeyd sekiz yaşında olan kızı küçük Hind'i şu kadar akçe mehir belirterek Amr ile evlendirdikten sonra zifaf gerçekleşip, ancak Hind gelişmemiş olmakla cinsî münasebet olmaksızın Amr Hind'i boşasa, mehr-i müsemma'nın yarısı mı, yoksa tamamı mı gerekli olur? Cevap:
“Yarısı.” (Behcetü'l-Fetâvâ)
[843] Yani yerine getirilmesi farz olan orucu kasdediyorum. Çünkü nafile, adak, kefaret ve kaza oruçlan halvetin sahih olmasına engel değildir. Çünkü, bunlarda orucu bozmakla kefaret gerekmez. Namazdaki engel sadece farz namazlara aittir (Dürr).
[844] Son ikisinin dışındakiler iki taraftan da olabilir.
[845] Maksat iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilecek çağda olan çocuktur. Bulunan şahıs böyle mümeyyiz olmayan çocuk, deli veya baygın kişi olursa halvete engel sayılmaz (Dürr). Karı-kocadan birinin cariyesi de engel sayılmaz. Köpek saldırgan veya kadının olursa engel sayılır. Aksi halde engel değildir. Cami, yol, boş saha, tavan üstü gibi halvet için elverişü olmayan yerler halvete engeldir.
[846] Alimlerin ittifakıyla hadım olmak da böyledir. İmam Âzam Efendimiz'e göre tenasül uzvu kesik olan hanımıyla baş başa kalır, sonra onu boşarsa, onun hükmü de böyledir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, kadın yarım mehir alır ve âlimlerin ittifakıyla iddet bekler. Ancak âlimler diyor ki: “Kadının tenasül uzvu bitişik olursa, halvetin sıhhatine engel olur. Erkek böyle bir kadınla halvette bulunursa, kadın yanm mehir alır ve kendisine iddet de gerekmez” (Cevhere ve Dürrü'l-Muhtâr).
[847] "Sıhhat" kaydı mehrin gerekmesine göredir. İddetin gerekmesindeyse bu kayıt dikkate alınmaz.
[848] İhsan: Hakkında zina iddia edene ceza, zina ettiği takdirde kendisine recim (taşlama) gerektirecek namus ve iffetli olma durumudur.
[849] "Üç Boşamayla Boşanan Kadın", "Nikâhı Haram Kılınanlar" ve "Boşama" konularına bakınız.
[850] "Boşama" bölümüne bakınız.
[851] Yani nikâh meşruluktan çıkmamış ve hükmü hakkında belli bir süre beklenilmemiş olursa.
[852] Çünkü kişinin kendisine karşı cinayet işlemesi dünyevî hükümler hakkında dikkate alınmadığından kadının intihar etmesi yatağında normal olarak ölmesi gibi olur. Üstelik kadın İntihar etmekle kendi mirasçılarının hukukunu düşürmeye sahip olamaz.
[853] "Sürekli çıidirarak deli olan Zeyd'in yakın velîsi olan ana-baba bir amcası Amr, Hind'i mehr-i misli olan şu kadar akçe mehir belirlemekle Zeyd'le evlendirdikten sonra Zeyd ölse; Hind, Zeyd'in bıraktığı mallardan mehr-i müsemma'yı ve geriye kalandan hissesini alabilir mi?
Cevap: Alabilir. Küçüklerin, delilerin ve kölelerin nikâhında velî şarttır." (Âli Efendi)
[854] Cariyenin katili olan sahibi çocuk veya deli olmak gibi mükellef değilse mehir düşmez. Ağır basan görüş budur (Dürr).
[855] Dürrü'l-Muhtâr'ın "Köle Nikâhı" bölümünde böyle anlatılmış olup, Fetavây-ı Hindiyye'te ise mehrin düşeceği İmam Âzam'ın, düşmeyeceğinin de İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşü olduğu belirtilmiştir.
[856] Çünkü henüz tamamlanmamış bir mübadeledir.
[857] "Zeyd, namzeti olan Hind'e mehr-i muaccel adıyla bir inek verip, fakat nikâh akdedilmeden Zeyd ölse mirasçıları ineği Hind'den alabilirler mi?
Cevap: Alırlar." (Fetavây-ı Feyzîyye)
[858] "Zeyd Hind'e namzet olduğu aman mehr-i muaccel adı altında şu kadar eşya gönderip, sonra Hind'le evlenmekten vazgeçerse, Zeyd bu eşyayı Hind'den geriye alabilir mi? Cevap:
“Alabilir." (Fetavây-ı Ali Efendi).
[859] Velîlik altında olmamak onu belirleyen bir özelliktir.
[860] "Fetavây-ı Feyziyye"nin "Mesail-ü Şetta" bölümüne bakınız.
[861] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/252-255
[862] Müdebbere ümmü veled tarzındaki köleler de bu hükme dahildir. Mükâtebedeyse mehir onundur, efendisi o mehıi bağışmayamaz (Hindiyye)
[863] "Zeyd'in cinsî münasebette bulunduğu Hind, Zeyd'e:
"Bana bir cariye alıverirsen mehrimi sana bağışlarım." dese, ancak Zeyd cariye almayıp sonra Zeyd, Hind'i boşasa, Hind mehrini Zeyd'den istediği zaman, Zeyd sadece:
"Hibe edeyim demiştin." diyerek mehri vermeme yetkisi var mıdır? (Hindiyye)
[864] Aynı husus velî için de geçerlidir (Hindiyye). Mehrin cinsinden yapılan ilâve ister koca, isterse velî tarafından yapılsın, fark etmez.
[865] İmam Âzam, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre böyledir (Hindiyye). İmam Züfer farklı görüş beyan etmiştir (Ali Efendi).
[866] Koca: "Mehrini arttırdım." deyip miktar belirtmezse miktar bilinmediği için bu ilâve sahih değildir (Ali Efendi).
[867] Hindiyye'nin sözüne Fetavây-ı Ali Efendi'nin şu sözünü ilâve eVvyoruz: "Mecliste ikisinin de kabul etmesi şartıyla..."(Dürrü'l-Muhtâr)
[868] Kadının vefatından sonra mehrine ilâvede bulunmak İmam Azam'a göre caiz, İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göreyse caiz değildir (Hindiyye).
[869] Cinsî münasebetten önce boşanmış veya münasebetten sonra üç boşama (bain boşama) ile boşanmış kadının mehrine ilâve etmek sahih olmadığı gibi, dönüşlü (ric'î) boşama ile boşanmış kadının iddetinin bitiminde yapılan ilâve de sahih olmaz. (Hindiyye).
[870] "Erkek, bakire olmak şartıyla mehr-i mislinden daha fazlasıyla nikahladığı kadın dul Çıksa, fazlalığı vermesi gerekli değildir." (Feyziyye)
[871] (Haskefi).
[872] "Zeyd, ölüm hastalığında Hind'i şu kadar akçe mehir belirleyerek nikâladıktan sonra vefat etse, bu mehir Hind'in mehr-i misli'ne denk olacak olsa Hind bu haktan Zeyd'in miras bıraktığı maldan alabilir mi?
Cevap: Alabilir.(Fevziyye)
[873] Eğer koca: "Sana bin kuruş ile döndüm." der ve kadın kabul ederse caiz olur. kabul etmezse olmaz. Çünkü, bu mehire ilâve demek olup kadının kabulüne bağlıdır (Hindiyye).
[874] İkinci nikâh iddet esnasında meydana geldiğine göre, koca onu ikinci olarak cinsel ilişkiden önce boşayacak olsa, kadın her iki nikâhtaki mehirlerin tamamını hakk etmiş olur. İkinci boşamadan sonraki üçüncü akit de böyledir. (Konu Fetavây-ı Feyziyye'de yeterince açıklanmıştır.)
[875] Eğer adam Allah (c.c.)'tan korkan ve kendisini ilgilendirmeyen işlerden yüz çeviren bir kişi olursa.
[876] Erkek ihtiyaten nikâhı yenileyecek olsa, tartışmasız ona fazlalık gerekmez. Çünkü gaye, birinciyi devam ettirmektir. Üstelik ikinci akit gerçekleşmemişken, onun içindeki şey nasıl gerçekleşecektir (Behce ve Feyziyye).
[877] (Hindiyye).
[878] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/255-257
[879] İbadetlerde, bir yönüyle ibadet olan nikâhlanmada, fasit ile bâtıl aynı manâya gelir, "iddet" bölümünde "Dürrü'l-Muhtâr" sahibi: "Bâtıl nikâhta iddet yoktur." diyerek onu fasit nikâh mukabili tutmuş ve Tahtâvî de buna misâl olarak: "Başkasının nikâhlısını bilerek nikahlamak veyahut nikâhı, akdolunmayacak sözlerle yapmak" gösterilmiştir. Ibn Abİdîn bu konuda verdiği açıklamadan sonra: "Fâsid ile bâtıl, iddetin haricinde farksızdır. İddet hususunda onlann farkı sabittir." demiştir.
[880] Meselâ: Eşler arasında radâ', yani birbirlerinin annelerinden süt emmeleri sabit olsa ayrılır. Duhûlden, yani eşler bir araya gelmeden önceyse, mehir lâzım olmayıp, duhûlden sonraysa mehr-i misil ve mehr-i müsemmâ'dan en azı verilir ki, bu mehr-i müsemmâ, yani belirlenmiş olduğuna göredir. Olmadığında tam mehr-i misil verilir.
[881] Dokunmakla, şehvetle öpmekle, hattâ tenasül mahallinin haricinde vat' etmekle mehir gerekmez. Bunu İbn Abidîn açıklamıştır.
[882] Çünkü mehrin gerekliliği sahih akiddir. Akit sahih olmayınca duhûlsüz halvet mehri gerektirmez. Nitekim aşağıda gelecek "Dürer"ın mehir bahsinde açıklanan da budur. Iddetı gerektiren şey -sahih olsun, sahih olmasın- halvettir.
[883] Bu ifadede açık bir dikkatsizlik vardır. Çünkü sahih halvetten maksat, halvete manı olacak veya onu bozacak şeyden kadının uzak kalmasıdır.
[884] Hattâ, şehveüe dokunmak ve öpmekle de olsa, İbn Abidîn'den naklen geçtiği gibi
[885] İddet hususunda değil. Zira iddetin gerektiricisi halvettir. Bu halvet ister halvet-ı sahiha olsun, ister halvet-i faside. Tahtâvî mehir babında bunu açıklamıştır. "Hindıyye'de denmiştir ki: İddet, üç âlimimize göre, karı-kocanın arası ayrıldıktan itibaren hesap edilir.”
[886] Zeyd, hanımı Hind'in kardeşi, kızı Zeynep'i nikahlayıp, Hind ile aralarını birleştirdikten sonra Zeynep, Zeyd'den ayrılmadan o ölse, Zeynep Zeyd'e varis olabilir mi? Cevap:
“Olmaz." (Netice)
[887] (Fuzûl-i Feyziyye). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/258-261
[888] Merkûk" deyimini fukahâ kullanmıştır. Dilcilerden bu kelimenin kullanıldığı duyulmamıştır. "Memlûk" deyimi de ayrıı manâyı ifade eder.
[889] "Kısmen azat olmak" sözü imam Âzam'ın sözüdür. Böyle bir köle kendisini kurtarması için geri kalan kıymetini ödemek için çalıştırılır. İmam Ebû Yûsuf ve imam Muhammed'e göre, bu köle borçlu bir hürdür. Alacaklısı yahut vârisi olan hastanm ölüm hastalığında azat ettiği köle de -azat etme, bozulması kabil olmayan tasarruf olduğu için- müdebber hükmünde olarak borç suretinde bütün kıymetine ve vâris hakkı suretinde üçte iki kıymetine çalıştırılır.
[890] Çünkü kendisi sahiplenilmiş maldır. Mala sahip de olsa bir taraftan âciz, diğer taraftan güçlü olması gerekir. Köle herhangi bir mala -efendisi ona temlik etse bile- sahip olamaz. Kölenin odalık edinememesi ve efendisi ona kendi cariyesini serbest etse ve bu konuda onu izinli de kılsa cariyeyi vat' etmenin ona helâl olmaması buna bağlıdır. Nitekim yukarıda geçti.
[891] Yed: Yerinde hak ve doğru olarak tasarrufa kendisiyle kudret sabit olan şeydir. Alım-sattma izinli olan köle mal konusunda tasarrufa sahip olur. Köle hayata da sahiptir. Hayatım yok etmeye efendisi de yetkili değildir. Onu öldüren -seyyidden başka- hür dahî olsa öldürülür. Köle kana da sahiptir ki, onun hadleri ispat edip, kısas yapması caizdir.
[892] "Mir'ât" ve diğer fıkıh usûlü kitaplarında zikredilen budur. "Dürrü'l-Muhtâr"ın "Velî" bâbındaysa gerek köleler ve gerekse küçükler hakkında velî, nikâhın sıhhat şartı olarak gösterilmiştir. İbn Âbidîn nikâhın geçerli olmasını sahih olmasıyla tefsir ederek, tezadı bertaraf etmeye işaret etmiştir.
[893] Tahtâvî'ye göre; durdurulan nikâh (mevkuf nikâh) durdurulan satım sözleşmesi gibi durdurulduğunda, sözleşme anından itibaren hâl sebebi olup, şöyle ki vat' ve onun çözümü gibi hükmü icazet (izin) vaktinin sonuna bırakılır.
[894] Mehre lüzum kalmaması kendi üzerine bir şeyi gerekli kılacağı içindir ki; bu da düşünülemez. Bu durum, cariye ticarete mezun, borçlu kabul edilmezse geçerlidir. Eğer böyle olursa, alacaklının hakkı için köle satılır.
[895] Bu da, kölenin kazancı terk etmiş olmasına göredir. Eğer kazandığı şeyler ortadaysa, yani mevcutsa, mehri elde edecek mahal ortadan kaybolmuş olmaz.
[896] Almak: Bilerek almayı ve aldıktan sonra bilip razı olmayı kapsar. Eğer bilgisi veya rızası yok idiyse, farkına vardığı kusurundan dolayı redde hakkı vardır. Nitekim "Kitabu'n-Nafaka"da da böyledir.
[897] Çünkü o, mehrin tamamına karşılık satılmıştır (Hindiyye)
[898] Ancak köleyi nafaka sebebiyle satmışsa o takdirde köleden istenmez (Dürrü'l-Muhtâr).
Meseleyi Tahtâvî tasvir ederek anlatmıştır. Gerektiğinde istersen oraya bakılabilir.
[899] Bu ayrılış bir anlaşma (mütareke)dır, boşanma değildir. Nitekim "Fasit Nikâh" bahsinde zikredildi. "Hindiyye"de zikredildi ki: Kınn yahut mükâteb yahut müdebber veyahut ümmü veledin oğlu, efendisinin izni olmadan evlenip, daha sonra bu evliliğe efendisinin müsadesinden evvel hanımına üç boşama hakkı verse, o boşama bir anlaşmadır; gerçek boşama değildir. Bununla boşama sayısı eksilmez. Bundan sonra köle o kadını vat’ etse had cezası görür. Efendi o nikâha bundan sonra izin verse bile bu sonucu etkilemez.
[900] Bunların biri, izinsiz evlenen cariyeye, diğeri köleye aittir ki, izinsiz evlenen cariye olduğuna göre, nihaî efendisinin kabul etmemesiyle bâtıl olduğundan mehre hak kazanmaz. Köle olduğuna göre, mehir vermekle yükümlü olmaz demektir.
[901] Çünkü nikâh-ı mevkuf, yani izin verilmeyip, durdurulan nikâh da, "Mehir" konusunda fasit nikâh hükmündedir. Nitekim geçti.
[902] Yani eğer mehir zikredilmemişse yüksek seviyede mehr-i misil verilir. Eğer mehir zikredilmişse, mehr-i misilden fazla olmamak üzere verilir. Nitekim "Fasit Nikâh" konusundan biraz önce geçti.
[903] Zeyd'in cariyesi Hind, Zeyd'in huzurunda, kendisini Zeyd'den izinsiz Amr'a nikahladığında Zeyd, o mecliste sükût edip, daha sonra yapılan bu nikâh akdine izin vermeyip Amr'dan ayrılmasını istese, Amr:
"Yalnız senin sükûtunla nikâh akdi geçerli olmuştur." deyip, Zeyd'i men edebilir mi?
Cevap: “Edemez.” (Feyziyye)
[904] Ve bu durumda cariye için hıyâr-ı ıtk da olamaz. Köle onu azat edilmeden önce vat' etmişse mehri efendisine, azat edilmeden önce vat' etmemişse kendisine ait olur. Kölenin efendisi yenilendiği takdirde ikinci efendinin müsadesi de nikâhın geçerli olmasını gerektirir (Dürrü'l-Muhtâr).
[905] "Velâyet-i mülk" ve "hıyâr-ı ıtk" tâbirleri için "Velayet" bahsine bakınız.
[906] Onlar küçük de olsalar nikâha zorlanamazlar. Küçük erkek ve küçük ktzın evlenme işlerinde kendi reyleri nazar-ı itibara alındığına göre, bu en zor meselelerdendir.
[907] (Hindiyye).
[908] Rakabe" ve "Mut'a" tâbirleri için Nikâh Kitabı'nın başına bakınız.
[909] Koca, zikredilen şartı iddia edip, delili bulunmaması ve efendi de inkâr edici olma durumunda efendiye yemin verdirilir (Dürrü'l-muhtâr). Bu gibi mahzurlarından dolayı cariyeyi nikahlamak, hür kadını nikâhiamaktan âciz oian ve kadını da çok arzu edeniere göredir. Hür kadını nikahlamak elbette daha faziletlidir. "Cariyeyi nikahlamak kötülüğe düşmekten korkanlar içindir." Nisa: 4/25 ayeti de bunu açıklamaktadır.
"Evinde yiğit, hür kadın olmayanların evi viran olmuş bir evdir." Bu manâda bîr başkasının sözü:
"Kişinin evinde evini düzenleyecek hür bîr kadın yoksa, o evin işleri alt üst olmuştur." Bu iki sözün kaynağı Allah Rasûlü'nün şu sözüdür: "Hür kadınlar evin düzeni, cariyeler ise bozulmasıdır."
Kocanın hakk-ı istimlâ'ı, yani hanımından özel bir şekilde faydalanması, efendinin onu hizmette kullanmasıyla bâtıl olmadığı gibi, efendinin hakkı kölenin zâtına taallûk etmesi sebebiyle koca hakkından daha kuvvetli olduğundan kocam nikâhlısı olan cariyeyi efendisine hizmet etmekten men edemez.
"Zeyd, cariyesi Hind'i Amr'a nikahladıktan sonra Zeyd, Amr'a:
"Fırsat buldukça Hind ile karı-koca ilişkisinde bulun." derken, Amr razı olmayarak:
"Hind ile benim için evinde bir oda boşaltıp, bu günden sonra onu hizmetinde kullanma." demeye kadir olamadığı gibi, ben Hind'i kendi evime götürüp, iskân ederim." diye Zeyd'i, Hind'i hizmetçi olarak kullanmaktan men edemez (Netice ve Feyziyye).
[910] (Cariyenin mihrinin ne zaman gerekip gerekmediği meseleleri "Duhul" ve "Halvet" meselelerinin sonunda geçmiştir. Bilgi için oraya bakınız). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/261-265
[911] "Caiz değildir." diyen İmam Mâlik Hazretleri'nin görüşünü "Ebû Leheb'in odun taşıyan hanımı" Tebbet: 111/4 ayet-i celîlesi reddeder ki, müşrik olan Ebû Leheb'in müşrike olan nikâhlısına "hanımı" buyurulmuştur (Dürrü'l-Muhtâr).
[912] Ehl-i küfrün nikâhlarının caiz olması hususunda şöyle bir mesele de anlatılır: Müslü-manın nikâhı altında bulunan Hristiyan bir kadını kocası üç boşamayla boşayıp, bundan sonra bu kadın, kendi gibi bir Hristiyan ile evlenip, onunla tam karı-koca olup, boşama veya vefatla ondan ayrıldıktan ve iddetini de bitirdikten sonra, Müslüman olan birinci kocasına nikâhla tekrar dönebilir. Ali Efendi Fetvâlarinda da böyledir.
[913] Yahudi Dini'nde kardeşinin kızım nikahlamanın caiz olması sebebiyle Yahudi Zeyd kardeşinin kızı Hind'i nikâhlasa, Zeyd ve Hind hâkime müracaat etmedikçe Hind Zeyd'den ayrılır mı?
Cevap: Ayrılmaz." (Ali Efendi)
[914] Yahudi Zeyd, zevcesi Hind'in kız kardeşinin kızı Zeynep'i Hind üzerine nikahlayıp, Hind ile birleştikten sonra Zeyd, İslâm şerefiyle şereflense, yani Müslüman olsa, Zeynep Zeyd'den ayrılır mı?
Cevap: Ayrılır." (Behce)
[915] Diğerinin hakkı kaldığı için beraberce müracaatları gerekir (Dürrü'l-Muhtâr).
[916] Çünkü İslâm yücedir. Onun üzerinde başka bir yücelik olamaz (Dürrü'l-Muhtâr).
[917] Zımmî olan Zeyd, Müslüman olan Hind'le evlense, Zeyd'e ne lâzım gelir?
Cevap: Şiddetli ta'zîr ile aralan ayrılır. Kadın bilerek varmışsa, o da ceza görür Arada vasıta olan erkek veya kadın da cezalandırılır. Zımmî bununla ahdi bozmuş olmadığından öldürülmez, imam Mâlik bu hükme muhalefet etmiştir." ("İbrahim Saib" baskısı, Nukûl-i hudûd-ı Ali Efendi, s. 158'de böyledir.)
[918] İslâm'ı açıkça kabul etmeme durumunda, İslâm'ı teklif etme hususu tekrar edilmeyerek aralan ayrılır. Eğer Müslümanlık teklif edildiğinde bir şey söylemeyip, sükût ederse, kadı ona islâm'ı teklif etme hususunu üç kereye kadar tekrar eder. Tahtavî, "Yalnızca susmak islâm'ı kabul etmeme sayılmaz." der.
[919] Dokuz yaşında olup dini düşünüp anlayan küçük Hristiyan Zeyd'in hanımı Hristiyan Hind İslâm ile şereflenirse, daha sonra Zeyd'e islâm teklif edilip, Zeyd kabul etmezse, Hind Zeyd'den ayrılır. Zeyd'in bulûğ çağına yetişmesi beklenmez." (Behce) "Zımmî Zeyd'in, hanımı Hristiyan Hind'den doğma oğlu mecnun Amr'ın hanımı Hristiyan Zeynep İslâm ile şereflense; hâkim, Zeyd ve Hind'e İslâm'ı teklif ettiğinde, Zeyd Müslüman olsa Zeynep Amr'dan ayrılmaz ve Amr'ın Zeyd'e tâbi olarak Müslümanlığına hükmolunur. Müslüman olmayıp, çekinirse hâkim Zeynep'i Amr'dan ayırır." (Behce)
[920] "Hristiyan Zeyd'in hanımı Hristiyan Hind, İslâm ile şereflendikten sonra, hâkim tarafından Zeyd'e Müslümanlık arzolunmayıp, Zeyd küfür üzereyken Hind üç hayız görse, aralarında ayrılık vukua gelir mi? Cevap: Gelmez."
Bu durumda Zeyd ile Hind arasını, İslâm'dan kaçınmakla birlikte, hakim ayırmış değilken Hind kendisini Müslüman Amr'a nikâhlasa bu sözleşme caiz olur mu?
Cevap: “Olmaz.”
Bu durumda Hind, Amr'la evlendikten sonra Zeyd İslâm ile şereflense; hâlâ Zeyd, Hind'i hâkime ayırttırıp, Hind ile karı-koca muamelesine kadir olur mu?
Cevap: Olur." (Behce)
"Zımmî olan Zeyd, islâm ile şereflendikten sonra karısı Hrisîİyan Hind islâm'a gelmese, nikâhı yenilemeden Hind ile karı-koca ilişkisine yetkisi olur mu?
Cevap: Olur." (Feyziyye)
Hind, Zeyd'in mahremlerinden olmamak şartıyla. Fetavây-ı ibn Nüceym'de böyle açıklanmıştır. (Feyziyye).
[921] (Dürrü'l-Muhtâr).
[922] İkisinin de orada olmasını veya birinin orada, birinin burada bulunmasını kapsar.
[923] (Dürrü'l-Muhtâr). Müslümanlığı teklif etmek mümkünken bu olmaz. Dip not 38'e bakınız. Haskefî der ki: "Meselenin hükmü kocasıyla bir araya gelmemiş zevce hakkında da geçerli olmakla zikredilen müddet iddet değildir. Eğer iddet olsaydı, kocasıyla bir araya gelen kadınlara ait olması gerekirdi." (Tahtâvî)
[924] Zemahşerî'nin Keşşaf adlı tefsirinde zikredilmiştir ki: Bu mesele ve bir de yemîn-i lağv" Hasen-i Basrî (r.a.) Hazretleri'nden sorulduğu vakit, meşhur şair Ferezdak Hasen-i Basrî'nin yanındaymış. Ferezdak, esir edilen cariyeyi nikahlamanın helâl olduğunu bir beyitle ifade ettiği gibi, yemîn-i lağvdan dolayı da kişinin muahazc edilmeyeceğini yine bir beyitle anlatmıştır. Bunun üzerine Hasen-i Basrî Hazretleri: Sen yalnız büyük bir şair değil, aynı zamanda büyük bir fakihsin de." diyerek ona takdirlerini bildirmiştir.
[925] İddetsiz olması imam Âzam'a göredir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göreyse iddet gerekir.
[926] Hanefî fukahâsı, dinden dönmenin nikâhı bozacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şafiî'ye göre, ancak hâkimin hükmüyle karı-koca arası ayrılır. Fetavây-ı Ali Efendi "Mürted" babında da böyle zikredilmiştir.
[927] Hamevî, Egbâh Şerhİ'nde fesih ile boşanma arasındaki farkın kaidesini zikrederken şöyle demiştir: "Koca sebep olmaksızın kadın tarafından meydana gelen her ayrılığa fesih derler. Meselâ: Hıyâr-ı ıtk ve hıyâr-ı bulûğ gibi. Koca tarafından meydana gelen her ayrılığa da boşama derler. Meselâ îlâ gibi, yani hanıma yaklaşmamak üzere yemin etmek gibi. Ayrıca erkeğin kendini hadımlaştırması ve hanımıyla bir araya gelmekten âciz kalması gibi.
[928] Hayız gören kadınlar, hür kadınlardan ise üç hayz, değilse yahut küçükse üç ay, hami-leyseler çocuklarını doğurmakla iddetleri bitmiş olur (Tahtâvî). Kadın hür olmadığına göre hamileliğin dışında iki hayız veyahut bir buçuk ay bekler. Eğer hanım irtidât ettikten sonra iddeti içinde vefat ederse koca ona istihsân yoluyla vâris olur (Dürrü'l-Muhtâr)
[929] Birinin Müslüman omasından sonra, diğerinin İslâm'dan kaçınması gibi.
[930] Çünkü duhûlden sonra olursa mutlaka bir şey düşmüş olmaz (Tahtâvî).
[931] (Dürrü'l-Muhtar). Mehrin yarısının gerekli olması mehr-i müsemmâ, yani mehir zikredilmiş olduğuna göredir. Mût'anın, yani kadını faydalandırmanın gereğiyse mehir zikredilmemiş olduğuna göredir (Tahtâvî).
[932] Soğuktan korunmak gibi veya sığır süt vermemesi sebebiyle şapka giyilir ki, eski sahibi zannederek süt versin. Bu durum, inek bir Hristiyan'dan alındığına göredir.
[933] "Kölenin Nikâhı" bölümüne bakınız.
[934] Çocuk dedeye tâbi olmaz ve onun müslümanlığıyla müslüman olmuş sayılmaz. İsterse babası vefat etmiş bulunsun (Reddü'l-Muhtâr).
[935] Büyük çocuğun Müslüman olması kendi isteğine bağlı olduğu için "veled" küçüklük sıfatıyla sıfatlanmışlar.
[936] Çocuğun, ana-babasından Müslüman olana tâbi olması gerek akıllı ve mümeyyiz olsun ve gerek olmasın çocukluğu müddetincedir. Akıl ve baliğ veya bizzat kendisi Müslüman olmadıkça ana-babaya tâbi olması kesilmez. Eğer mecnûn oiarak baliğ olursa tâbi olması devam eder (Reddü'l-Muhtâr).
[937] Zikredilen surette ne hakikaten ve ne de hükmen vatan birliği olmadığı için çocuk, Müslüman babasına tâbi olmayarak, onun memleketin istilâsı anında esir edilmesi caizdir.
[938] (Hindiyye).
[939] Aksi de söylenmiştir. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/266-272
[940] Zemahşerî "Nevabıgu'l-Kelîm" adlı eserinde: "Dalgalar içinde yüzenler mi, yoksa çeşitli karıya koca olmuş bulunanlar mı bahtsızdır, bilemem." demiştir.
[941] Mahkemeye müracaat edildiğinde hâkim kasım, yani nikâhlı kadınlar arasında eşitlik icrasını kocaya emreder. Hâkimin hükmünden sonra buna riayet etmeyen koca zalim olduğu için ta'zir cezasıyla cezalandırılır. Yani hapsin dışında bir ceza görür.
[942] Burada yiyecek, giyecek ve barınağın fazla olması, "Nafaka" bölümündeki ifadeye muhalliftir ki, orada fetva, nafakanın kan-kocanın hâline göre muteber olmasıdır. Fakır hanımın nafakasının zengin hanımın nafakasına eşit olması gerekmez. Hayreddin er-Ramli Fetâvâ'smda buna dikkat çekmiştir. Tahtâvî de "Bahr"den naklen zikretmiştir.
[943] Bakir ve bakire tâbirleri yanlıştır.
[944] Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O kadınlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, bir tane alın yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin." Nisâ: 4/3. Ayet cariyeler arasında adaletin gerekli olmadığını ifade etmektedir (Reddü'l-Muhtâr). Birkaç tane nikâhlı hanımı olan kimse onları kendi rızaları olmadıkça aynı evde oturtamaz. Bu konuda da cariyelerin rızaları aranmaz. Cariyeyle bir araya geldiğinde karının da rızasına bakılmaz. Çünkü cariye ev eşyası menzil i ildedir. Ali Efendi Fetvâsı'nâz böyle zikredilmiştir.
[945] Hadis-i şerifle bile: "Allah'ım! Bu benim kudretim dahilindeki adâletimdir, senin dahilindeki olup da, kudretimde olmayan şeylerle beni muahâze etme." (Ebû Dâvud, Nikâh 38; Marimî, Nikâh 25) buyurulmuştur. Kadınlardan özel şekilde faydalanmalarda eşitliği gözeltmek müstehaptır.
[946] Bir defa ile kadının hakkı düşer. Bazı zamanlarda bu hak dince vacip olur. Tahtâvi’nin zikrettiğine göre, bir kadın Hz. Ömer (r.a.)'e gelir. Hz. Ömer'in yanında Ka'b b. Misver de vardır. Bu kadın, kocasının yatağı terk etmesi sebebiyle şikâyette bulunur. Müminlerin emîri Hz. Ömer'in buyruğuyla kadın Ka'b'a şöyle hitap eder:
"Ey hâkim! Onu irşâd et. O, benim döşeğimi bırakıp mescide bağlandı. Gündüz ibadeti, gece uykusu benim döşeğimden uzak kalmasına sebep oldu. Kadınlarla ilişki konusunda onu beğenmiyorum." Bunun üzerine Ka'b, kadının kocasına:
"Sen ne diyorsun?" dedi. O da cevaben şöyle dedi:
"Benim, onun döşeğinden uzak kalmama ve yorgun düşmeme sebep, "Neml" sûresinde ve yedi uzun sûrede inen ayetlerdir. Bunlar, bana hanımın döşeğini unutturdu." Ka'b dedi ki: "Ey kişi! O kadının sende hakkı vardır. Dört gecede bir onunla beraber olacaksın. Bu, düşünenler içindir. Kadına bu hakkını ver, sebep göstermeye kalkma " Hz Ömer (r.a.):
"Bu dört geceyi nereden biliyorsun?" dedi. Ka'b da:
"Allah, hür erkeklere dört hatunu helâl kıldı. Demek ki, her birine bir gece düşecektir." Hz. Ömer (r.a.) Ka'b'i bu açıklamasından dolayı beğendi ve onu Basra hâkimi olarak tayin etti. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/23-247
[947] Nisa: 4/19
[948] ('Feyzu'l-Kadir î/503)
[949] Camiu's-Sağir’de de "sahihtir" işaretiyle böyledir. Ancak bazı kelimeler değişiktir. Ama manâ aynıdır. (Feyzu'l-Kadir, 5/329).
[950] Nisa: 4/34
[951] Nûr: 24/30
[952] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/275
[953] Siyâdet: Erkekler için efendilik demek olduğu gibi, kadınlar için de hanımlık demektir ki, hayır ve fazileti kapsayan bir anlamdadır.
[954] Ahzab: 33/59.
[955] Biz İstanbul Hristiyan kadınlarının da örtülü oldukları zamana yetiştik.
[956] en-Nisâ: 4/34
[957] (Müslim, Radâ' 59)
[958] (Ebû Davud, Zekât 33; Ibn-i Mâce, Nikâh 5)
[959] (Ahmed b. Hancel, 1/168)
[960] "Muharremât" bölümünde ehl-ı kitap olan kadını nikahlamanın ve odalık olarak almanın caiz oluşu bahsine bakınız.
[961] Ta'zir: "Tekdirden ibaret olmayıp, haddin altında bir tedbîr (ceza)dir. Dereceleri fıkhın "Kitabu’1-hudud"unda beyan edilmiştir.
[962] Bir görüşe göre kocanın hanımı ta'zîri, ziynet gibi menfaati kendine ait olan hususlardadır. Menfaati hanımın kendisine ait şeylerde onu ta'zîr etmek yoktur (Hindiyye). Zikredilmiştir ki, hanımı namaz kılmayan kimse, mehrini vermeye gücü yetmese bile onu boşayabilir. Dili kötü, ezâ veren yahut namazı terk eden hanımın boşanması vacip değil, müstehaptır. İbn Mes'ûd (r.a.)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Mehri, zimmetinde olarak Cenâb-ı Hakk'a mülâkî olmam, namaz kılmayan bir kadınla hayatımı bir arada geçirmektendaha hayırlıdır." demiştir (Reddü'l-Muhtâr).
[963] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/276-278
[964] Kocasına itaat etmeyen kadına "nâşize" tâbir olunur. "Nüşûz"un manâsı için Boşanma Kitabı'nda "Muhâlaa" faslını okuyunuz.
[965] Tebvie için, "Kölenin Nikâhı" bölümüne bakınız.
[966] Bir kimsenin nafakasının başka bir kimseye vacip olması: Karısı olma, nesep kölesi oima gibi sebeplerin biriyledir. Başkasının menfaati yahut kamu yararı İçin birinin nefsini hapsetmesi de bu cümledendir. Zevciyyet: Nesebin aslı ve neseb-i mülkten daha kuvvetli sebep olduğu için, biz, burada zevciyyet, yani bir kimsenin hanımı olmakla ve evlâdı olma dolayısıyla meydana gelen nafakayı yazdık. Kölenin nafakası ve akrabalardan da bahsettik. İddet halinde bulunan kadının nafakasını Talâk Kitabı'nın "İddet" bahsine bıraktık.
[967] Muvazaa sözleşmesi, yani bir bedele karşılık yapılan sözleşme diye isimlendiremediği için sırf ivaz, yani bedel kılınmamış, bedele benzer ifadesi kullanılmıştır.
[968] Ancak kocanın borcundan dolayı hapsedilmiş olursa, bu durumda nafakası kocasına yüklenir.
[969] Hanımın hizmetçisi olan kölenin nafakası da zengin kocayadır. Hanımın rızası olmadıkça hizmetçisini, koca ondan mutazarrır olmadıkça değiştiremez (Dürrü'l-Muhtâr).
[970] Ve bir müstakil oda içinde bulundurmaya mecbur olur ki, bu odaya ne kendi ve ne de kocası ehlinden hiç kimsenin girip, geceleme hakkı olamaz. Kilidi bulunur; hela, mutfak gibi lüzumlu bölümler olur. Ona akradaş veya can yoldaşı bir kadın bulmaya koca mecbur değildir (Dürrü'l-Muhtâr).
[971] Kötülüklerin işlenmiş olduğu düğün ve yerlere izin verirse ikisi de günahkâr olur (Dürrü'l-Muhtar).
[972] Namaz Kitabımızın "Cenazenin Hükümleri" bölümünde beyan ettik ki, ölü yıkamak meccânen, yani karşılıksız olur. Bu konuda ücret talebi kendisinden başka yıkayıcı bulunması takdirinde olabilir. Başka yıkayıcı bulunmaması takdirinde yıkamak kendisine farz-ı ayn olduğu için ücret istemek caiz değildir. Ebelik de böyledir.
[973] Farz-ı ayn böyle değildir. Nitekim Hacc Kitabı'nda açıklanması geçmiştir.
[974] Bir olay meydana geldiğinde kocanın fetva sorup, öğrenmekten çekinmesi şartıyla, hanımın ihtiyacından dolayı ilim meclisine izinsiz çıkması caizdir.
[975] Diyâneten: Hukukçuların dilinde kaza karşılığıdır ki, müftüye müracaat hâlinde demektir. Kazaen. Mahkemeye başvurma demektir.
[976] (Dürrü'l-Muhtâr).
[977] Ancak zengin anneye müracaat edilebilir.
[978] Akrabalardan ve hazine (beytülmal)den karşılanır.
[979] Gayr-ı müslim kadının bile nafakası Müslüman kocaya vacip olduğu gibi, mürted çocuğun nafakası da Müslüman baba yükümlülüğündedir ve fakir bir Müslüman'ın zengin fakat gayr-ı müslim bir oğlu ve bir de Müslüman bir kardeşi olması hâlinde mirası kardeşine, nafakası oğluna ait olur.
[980] Şafiî Mezhebi böyledir.
[981] Nafaka gerekli olmasında efendisinin, hizmet kendisine vasiyet olunan şahıs olması gibi menffata malik bulunması bile kâfidir. Mükâteb denilen köle, kendi menfaatlerine sahip olduğu için nafakadan düşse de müdebber ve ümmü veled düşmez.
[982] Emanet edilen köle hakkındaki hüküm de böyledir. Emanet eden kimse hakimden o köleye infak etmesini istese, hâkim buna müsbet karşılık vermez. Çünkü köle böylece kendi kendini bitirmiş olur. Hâkim onu kiraya verir, nafakasını bundan karşılar veyahut onu satıp parasını efendisi için korur, iki kişi arasında müşterek bir hayvana bakmaktan bir tanesi kaçarsa hâkim onu da zorlar ki, ortaği zarara uğramasın.
[983] Binâenaleyh hayvanın yemini gerektiğinden az vermek mekruh olduğu gibi, sütunu çok sağmak ve zararlı olması hâlinde hiç sağmayıp, bırakmak da mekruhtur. Sut sağana müstehap olan tırmaklarını uzatmamak ve hayvanın yavrusundan artanı sağmaktır. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/278-283
[984] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/283
[985] İrtidat durumu hariç. Çünkü irtidat eden karının iddeti içerisinde de kocasının vereceği talâk geçerlidir.
[986] Nütef adlı kitabın yazarının ifadesine göre, talâk olmayan on dört türlü ayrılma vardır:
1- Bilerek ya da bilmeyerek kayınvalidesini nikahlayıp onunla cimâda bulunanın karısı kendisine haram olur.
2- Kayınvalidesiyle mülkündeki cariyesi şüphesiyle cimâda bulunan kimsenin karısı kendisine haram olur.
3- Kayınvalidesini şehvetle, nikâhlısı şüphesiyle öpmesi, boynuna sarılması, ciltlerinin birbirine temas etmesi ya da cinsiyet uzvuna bakması durumunda karısı kendisine haram olur.
4- Kayınvalidesine bunlardan birini mülkünde olması şüphesiyle yapması hâlinde karısı kendisine haram olur.
5- Bunlardan birini üvey kızına, mülkü ya da nikâhlısı şüphesiyle üvey anasına yapsa, o kadın babasına haram olur.
6- Bunlardan birini mülkü ya da nikâhlası şüphesiyle oğlunun karısına yapsa, oğlunun karısı oğluna haram olur.
7- Nikahlanan cariye -ister safî memlüke, ister müdebbire, ister mükâtebe, isterse ümmü veled olsun- azat edildiğinde kendisini, yani nikâhın sürmemesini tercih ederse ayrılış vâki olur.
8- Ergin olmayan kızçocuğunu babasının dışındaki velîsinin evlendirmiş olması durumunda, bu kız çocuğu erginlik muhayyerliğiyle kendisini tercih eder, yani nikâhı kabul etmezse, hâkimin ayırmasıyla ayrılış gerçekleşir.
9- Kadın islâm Dini'nden dönerse nikeli bâtıl olur.
10- Koca ihtida edip Müslüman olur ve müşrik olan karı buna yanaşmazsa aralarında ayrılış gerçekleşir.
11- Müslüman bir erkeğin nikâhında bulunan ehl-i kitap kadın Mecûsî olsa ayrılış gerçekleşir.
12- Karı-kocadan biri diğerine, hattâ onun bir hissesine sahip olsa nikâh fasit olur.
13- Bir kimsenin büyük karısı, çocuk olan karısını, emme süresi içerisinde emzirse, ikisi de ona haram olur.
14- Süt emme yaşında dört karısı olan bir kimsenin karılarını bir kadın emzirse, hepsi ona talâk olmaksızın haram olurlar. Bu on dört ayrılış çeşidinin hiç birisi talâk değildir. Fakat; li'ân, îlâ', muhâle'a ve iktidarsızlıktan doğan ayrılık fakihlerde hep talâktır. On birinci maddede irtidadm hükmünün karıya has kılınması, erkeği bu hükümden ayırıcı bir anlamda değildir. Kocanın irtidadı da fesihtir.
[987] Hattâ hürmet-i musaharayia helâlliğin ortadan kalkmasında ve fesih türünden olan ayrılışta zifafın bulunduğundan ötürü iddet gerekse de, o iddette verilen boşama gerçekleşmiş olmaz (Hindiyye). Behce'de zikredildiği üzere; ergin olan Hind, en yakın velisi olan Amr'in izni olmaksızın kendi kendine dengi olmayan Bekir'e varsa ve Bekir Hind ile zifafa girmenin arkasından, Amr razı olmayıp Hind'i Bekir'den ayırttıktan sonra, Bekir Hind'i iddeti içinde üç talâkla boşasa, boşanma gerçekleşmiş olmaz. Bu durumda Bekir Amr'ın izniyle Hind'i, rızasıyla hüllesiz olarak nikâhına alabilir.
Zifafa girmeden önceki boşamada da karı iddete kalmaksızın bâin olarak ayrıldığı için ona ondan sonra verilecek iki talâkın da hükmü olmaz ve boşayan kocanın onu hüllesiz olarak nikahlaması caiz olur (Feyziyye, s. 73).
[988] İstisna "İnşallah" demektir. Lâfız, dediğini anlatabilecek olanın yazısını ve dilsizin işaretini de içine alır.
[989] Şürunbilâlî de el-Fetih'ten naklen böyle der.
[990] Nisa: 4/34.
[991] Sadece çok çiçekten bal almak maksadıyla, zevk için çok karı alıp boşayanların Allah katında mel'un (gayr-ı makbul) oldukları da başka bir hadisin mealidir. Dürrü'l Muhtâr'da değinildiği gibi bazı ayat-i kerimelerin mutlak olarak dış anlamına göre, talakın ihtiyaç olmaksızın da helâl olduğu anlaşılırsa da, ihtiyaç onda zikredilen töhmet ve ileri yaş gibi şeylerden ibaret değildir. Aşağıda misaller de buna delildir: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Buhâri’de zikredildiği üzere, Hz. Hafsa'yı ric'î talâkla boşadılar, sonra tekrar döndüler. Hz. Ömer Ümmü Âsım'ı, Hz. Abdurrahman b. Avf karısı Temâdur'u ve Hz. Muğîra dört karı boşadılar. Hz. Hasan birçok evlenme ve boşanma yaptılar.
[992] Nisa: 4/19
[993] Çünkü nefretin olduğu yerde karı-kocalık hayatının devamında, zorluklar vardır. Zorluk kolaylığı getirir. Nitekim bu, kitabın başında anlatılmıştır. Haskefî der ki: Söz konusu kurtuluşun, talâkın güzelliklerinden olmasından anlaşılıyor ki, "Eğer seni boşarsam, sen ondan önce üç talâkla boşsun." şeklinde olan talâk-ı devr ittifakla geçerlidir. Eğer olmuş olmasa bu hikmet kaybolmuş olur. Buna "talâk- devr" denmesi, işin iki zıt arasında dolanmasındandır. Çünkü talâk-ı müncezin gerçekleşmesinden önce üç talâk-ı muallakın gerçekleşmesi gerekir. Onun bulunmasından ise müncezin bulunmaması gerekiyor. Burada sözü edilen devr; iki şeyden her biri diğerine bağlı olmakla bu şeyler aynı zamanda kendilerine bağlı olur, anlamındaki ilm-i kelâm ıstılahı olan devr değildir.
[994] Pişmanlık hâlinde kaybı karşılamak ve zararı gidermenin mümkün olabilmesi İçin talâk birden fazladır; oyuncak hâline getirilmemesi için de sayı üçle sınırlandırılmıştır. Yalnız bu hürler içindir. Cariyenin boşaması ikidir. Nitekim ileride anlatılacaktır.
[995] Fıkıh Usûlü İlmi'nde anlatıldığı üzere, kadının cinsiyet uzvu (bud1), zifaf, yani duhûl anında mütekavvimdir. Bu yüzden bir bedele ve şahitlere muhtaçtır. Buna ilâveten hazan velînin görüşünce de ihtiyaç duyar. Bunlar bölgenin önem ve değerini göstermek içindir. Çünkü bedava sahip olduğu şeyin o kadar önem ve değeri olmaz ve orta malı olmaktan korunamaz. Bud', nesil olması itibariyle canlar gibi değerli olmaya lâyıktır. Varlığında söz konusu olan manâların yokluğunda söz konusu olmaması yönüyle bud'un elden çıkması hâlinde mütekavvim olması ve buna göre de şahide, velîye ve bedele ihtiyacı olmaz (Keşf). Bu konuda vasıtaya ihtiyacın olmaması da makûldür. Böylece karı-koca arasında buğz ve ayniığı gerektiren sırları kendi aralarında saklı kalır ve herkese yayılmamış olur. Bu da aklı olanlarca matlup olsa gerektir. Kadınların sırlarını yaymanın şer'î tehdidi çok büyüktür. Karısını boşamak isteyen salih bir kimseye: "Karının nesinden şüphe ediyorsun?" diye sorduklarında: "Aklı olan kendi karısının gizlisini açmaz." cevabını vermiştir. Karı-koca arasında hoşnutsuzluk olması hâlinde aralarını bulmak için özel hakem gönderilmesi, Kur'ân'ın emri gereği, öncelikle alınacak tedbirlerdendir: "Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir hakem gönderin..." Nisâ: 4/35 buyurulmuştur.
[996] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/284-287
[997] Kuhistanî, Sünnî talâkın en güzel olanını zikrederken der ki: Bu, sünnetin ıkı çeşit olduğunu gösterir: İbadet olan sünnet, zikredilen şekilde olan talâk gibi, Hz. Peygamber'e uymuş olmak için yapılan sünnet, en-Nütefade kitapta, sünnî olan talâkın beş şartı vardır, denir:
1- Talâkın bir defa olması,
2- Kadının kendisiyle zifafa girilmiş bulunması,
3- Hayız ve nifastan temizlenmiş olması,
4- Yine kadının erkeğin suyunu taşımıyor olması,
5- Gebe bulunmaması. İşte bu beş şartı taşıyan her talâk sünnîdir, aksi halde bid'îdir.' Kuhistanî bunları dört tane saymış, dördüncüyü çıkarmıştır. Belki de onu temizlik şartına sokuvermiştir.
[998] Bekleme" ayetındeki "kuru'un, "hayızlar" ile yorumlanması konusundaki deliller cümlesinden olan "Ey peygamber! Kadınları boyadığınız zaman, iddetleri süresinde boşayın."Talâk, 65/1 ayet-i kerimesinin tefsirinde, "lâm"ın zaman İçin olmasmdansa, sebep (ta'lil) için olması asıl olduğundan ötürü denilmiştir ki; talâk hayız hâlinde verilmiş olursa, iddetîn üç hayzı geçerek uzamış olma mahzuru olduğu gibi, cima yapılmış olan temizlik zamanında verilmiş olması durumunda da o cimâdan eşler arasında bir bağ kurulmuş olması mahzuru olur ki, bu da koca için pişmanlık sebebi olabilir. Fakat kadın temiz ve cima edilmemiş olarak boşanmış bulunursa bu sakıncalar olmaz. Talâka bid'at ve sünnet denmesinin yönü işte bununla ortaya çıkmış olur. Buna göre mezkûr ayetin anlamını; "iddetleri süresinde" değil de, "iddetleri için, yani iddeti saymak mümkün olacak tarzda..." şekünde vermelidir. Bu da içinde cima bulunmayan temizlik süresinde talâk vermekle olur. Çünkü kadının hamile olmadığı anlaşılarak, şüphe olmaksızın üç hayızla iddet beklemesi belirlenmiş olur. İçinde cima bulunmuş olan temizlik döneminde boşamamalıdır. Çünkü o anda kadının hamile olup çocuğunu doğurmakla mı, yoksa hamile olmayıp hayızla mı iddet bekleyeceği bilinemez. Yine hayız hâlinde de boşamamahdır. Çünkü ne bu hayız, ne de onu takip eden temizlik süresi muteber olmayıp, üç lam hayız daha beklemek gerekir ve iddet süresi uzamış olur. (Menâr'ın Nuru'l-Envâr isimii şerhinde bu ayet böyle tefsir edilmektedir.)
[999] Bir tek bâin talâkın sünnî olmasında ittifak edilmediğinden "ric'î" kaydı eklenmiştir. Hindîyye'de; bâin talâk zahir rivayette sünnî değildir, denir. Muhale'a hayız hâlinde de olsa siinnîdir. Kuhistani’de, bâin talâkın sünnî oluşu İmam Ebû Hanîfe'ye göre olup, İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf’un bu konuda aynı fikirde olmadığı zikredilir. Bahru'r-Râik'te ise, bir olan bâin talâk ise bid'îdir, denmiştir.
[1000] Daha güzel oluşu diğe ine göredir, yoksa kendi içinde en güzel demek değildir. Artık "helâllerin en hoşa gitmeyeni" nasıl olur? Denemez.
[1001] Kendisiyle zifafa girilmemiş olan karıya göre, hayız hâlinde verilen bir talâk da, eldeki kitaplarda bu kısmın örnekleri arasında zikredilir.
[1002] Karıya zamanında verilen bid'î talâka Muğnî'de "talâk-ı mahzur", Mir'at taysa "talâk-ı fasit" adı verilmiştir (Bkz. "Nehiy" bahsi). Burada ondan, kendisiyle zifafa girilmeyeni istisna etmişlerdir.
[1003] Üç tarifte de bulunan cimâyla kasdedilen, zina olmayan cimâdır. Zira zina, kendisiyle zina edilen karıyı boşamanın sünnî olmasına zıt değildir. Sünnî talâkların tariflerindeki temizliğin öncesinde geçen hayızda da söz konusu cîmânın olmaması gerekir. Yine söz konusu hayızda boşama olmaması da gereklidir. Çünkü cima ve sözü edilen boşamalar, temizlik süresi içerisinde verilen boşamanın sünnî olmasına aykırıdır.
[1004] Çünkü kendisiyle zifafa girilmemiş olana verilen talâk ric'î olamaz. İleride gelecektir.
[1005] Nitekim usûldeki ilgili yerde anlatılmıştır. Sünnî olmayan talâk gerçekleşmez, diyenlere karşı cevap olarak imam Muhammed: Hz. Peygamber bize Kurban (Nahr) Günü oruç tutmayı yasakladı. Buna göre, acaba bizi olacak şeyden mi, olmayacak şeyden mi yasaklamış oldu. Olmayacak şeyden yasaklama anlamsızdır. Köre: "Görme!", insana "Uçma!" denilemez, demiştir (Bkz. Keşf).
[1006] (Bk. Kasım bahsi).
[1007] (Bk. Nikâh Kitabının Muharremat bahsi ve ileride gelecek olan Beynûnet bahsi.)
[1008] Sözle olacak tasarruflarından alıkonana "mahcur" ve bu işleme de "hacr" denilir. Akıllı ve baliğ olanı ancak hâkim hacredebilir. Talâk gibi feshedilebilir ve nzaya bağlanabilir olmayan sözlü tasarruf hacr altına alınamaz.
[1009] Maksat haram yolla sarhoş olan, yani sarhoş edicilerden birini isteyerek ve kendi iradesiyle içmiş bulunandır. Afyon gibi uyuşturucular da sarhoş edici hükmündedir. Esrarkeşin talâkı da geçerlidir. Dürrü'l-Muhtâr'da da böyle denir. Bu; muhalif görüş de bulunmakla beraber, mubah yolla engel olmak İçindir. Çünkü ma'siyet kasdedilmemektedir. Nitekim usûlde, ilgili yerlerde anlatılır.
[1010] İsterse mürâhîk olsun.
[1011] Bunama halinde olduğu zaman böyledir. Kendinde olma halindeyse sahih olan, geçerli olmasıdır (Cevhere, Hindiyye).
[1012] Delinin talâkı ancak akıllıyken karısının talâkını bir şarta bağlamış (ta'lik etmiş) olup, o şartın delilik hâlinde gerçekleşmiş olmasıyla sahih olur. Sahih olmayan (deli talâkı), onun delilik hâlinde verdiği talâktır. Sürekli deli olmayanın kendinde olduğu zaman verdiği talâk geçerlidir. Delinin uzvu kesik ya da iktidarsız olma durumunda, karısının talebi üzerine hâkimin onları derhal ya da belli bir süre tanıdıktan sonra ayırması talâk olduğu gibi, zımmî olan delinin karısının Müslüman olması durumunda, ebeveynin, teklif edildiği hâlde Müslüman olmamaları üzerine hâkimin aralarını ayırması da talâktır.
[1013] "Zeyd hasta olup aklı tamamen gitmişken karısı Hind'i üç talâkla boşasa talâk geçerli olur mu? Cevap: Olmaz." (Ali Efendi)
[1014] Zeyd memleketinden ayrıldıktan sonra karısı Hind'e adresli ve mühürlü mektup yazıp, mektubunda: "Mektup ulaştığında benden boş ol." diye yazsa ve Hind'e gönderse, Hind mektup kendisine ulaştığında Zeyd'den boş olur (Ali Efendi ve Behce sahibi).
[1015] (Bk. Tahtâvî, Hastanın Talâkı bahsi). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/287-290
[1016] Hattâ dilsiz olmayan kocanın talâk talebine ve boşama sorusuna cevaben baş eğmesi talâk değildir. Behcetü'l-Fetâvâ'da şu bilgi vardır: "Zeyd, dilsiz olmayan Amr'a: "Karın Hind'i boşa." dediğinde, Amr hiç bir söz söylemeyip sadece başını eğse, sırf böyle yapmakla Hind Amr'dan boş olur mu? Cevap Olmaz." "Karını boşadın mı?" sorusuna sadece başını eğmek de böyledir. Fakat dilsizin vereceği talâk işaretle yerine gelmiş olur.
[1017] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/290-291
[1018] Arapça'nın bir özelliği olmak üzere bu kelime "tefîl" kalıbından değil de, "ifâ’" kalıbından kullanırsa kinaye lâfızlardan olur ve talâk ifade edebilmesi için karine ve niyete ihtiyaç duyar.
[1019] Karısına talâkla hitap etmeyerek: "Eğer çıkarsan talâk olur. Benden izinsiz çıkmamalısın, çünkü talâkı ona yönelmemiştir. Koca talâkı kendisine yönelterek: Ene minke tâlikun, berîun. (Ben senden boşum veya beriyim." demek de talâk değildir. Mir'ât'ta zikredildiğine göre, sarih, yani açık lâfızların nida, haber ve sıfat çeşitleri de hitap gibidir, kocadan boşanmış olmayan karısını: "Hey! Mutallaka." diye çağıran ve ya o sıfatla sıfatlandıran kimsenin karısı boş olur.
[1020] "Kalem iki dilden biridir." ifadesince, yazmak da konuşmak gibidir.
[1021] "Kazaen" sözü, din noktasından oianı, yani "diyaneten"i ayırmak İçindir. Sarih talâk sözünü söyleyen, söylediğini kendi niyetine göre, aslında gerektirdiği anlamdan muhtemel olduğu anlama çevirmek isterse, mahkemeye başvurulması durumunda dinlenmez ve itibar edilmezse de, din açısından, yani müftüye müracaatı hâlinde, Allah'la kendi arasında olmak üzere tasdik olunur. Meselâ: "Enti tâlikun." ifadesinden azat etmenin kasdedilmesi gibi. Nitekim dilimizde de "Sen boşsun." ifadesinden, "Boş beyinlisin." anlamı kasdedilmiş olabilir. Fakat âdetle beraber olmaması şarttır. Koca eğer onu ikrah (zorlama) altında söylemişse, hüküm olarak (kazaen) da tasdik olunur. Karısına "Enti tâlikun" deyip de bu sözün anlamını bilmeyen kimsenin karısı kendisiyle Allah arasında boş olmaz, ancak mahkemeye baş vurulsa boş hükmü verilir.
[1022] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/291-292
[1023] "Talâkın kinayeleri" tamlaması, açık talâktan kinaye olan sözler demek değil, aksine talâk yoluyla oluşan ayrılıktan kinaye demektir.
[1024] "Sen bana haramsın." ifadesi, son devir Akıncılarının fetvasına göre, niyete ihtiyaç duymayan talâk sözlerindendir.
[1025] Kinaye sözlerin bu hükmü, îlâ ve zıhârın kinaye tâbirlerinde de geçerlidir. Nitekim ileride gelecektir.
[1026] Bu konuda Ali Efendi Fetvası yerine Behcetü'l-Fetâvâ'nın görüşüyle amel edilir.
[1027] "İraden elinde olsun." demek, "Emruki biyedik." anlamında olmayıp, karı boşamakta tanınmış olan bölge halkından Zeyd, talâk müzakeresi esnasında kansı Hind'e
"İraden elinde olsun." dese, Hind Zeyd'den bâin talâkla boş olur mu? Cevap:
“Olur.” Bu durumda Zeyd'in talâka niyet etmiş olması ya da Hind'in o mecliste kendini boşaması lâzım mıdır? Cevap:
“Değildir."
[1028] Bu, İmam Ebû Hanîfe'ye göre böyledir. İmam Muhammcd ve Ebû Yûsuf ayrı görüştedirler. Onlara göre bu nikâh değil, bir çeşit yalandır.
[1029] Karısına: "Sen benim anamsın." demek ya da onu "kızım", "kardeşim" gibi ifadelerle çağırmak zıhar değilse de, haramlık (tahrîmen) mekruhtur.
[1030] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/292-294
[1031] Fiili ric'at yedi türlü olabilir: Cima, karnını karnına değdirme, uyluğunu uyluğuna değdirme, boynuna sarılma, cildini cildine değdirme, dokunma, öpme ve cinsiyet uzvuna bakma.
[1032] Nesebin sabit olması konusundaki uzatma cevazı bu imkândan ötürüdür. Nitekim konusunda anlatılacaktır.
[1033] Ta'lik, tencîz, muallak ve müncez terimleri için "Talâkın Ta'liki" konusundan biraz öncesine bakınız.
[1034] Bilindiği gibi talâkın sayısı hür kadında üç ve hür olmayanda ikiyle son bulur.
[1035] "Zeyd, kendisiyle zifafa girdiği karısı Hind'e: "Benden boş ol." diyerek onu boşadıktan sonra, iddeti içerisinde ona müracaat edip nikâh yenilemeden onunla karı-koca ilişkisinde bulunabilir mi?” Cevap:
“Bulunabilir."
[1036] Yeni bir akde ve yeni bir mehire iddet bittikten sonra ihtiyaç duyulur. Kadının iddeti bittiğinde müeccel mehri de mu'accel olur. Yani kadın onu derhal isteyebelir. Yeter ki, mehir taksitlere bağlanmış olmasın.
[1037] Zıhâr ve müzahir terimleri için ilgili konuya bakınız.
[1038] İlâ ve mûlî terimleri ilgili konuda açıklanmıştır.
[1039] Bkz. "Liân" konusu.
[1040] Bkz. "İddet" konusu.
[1041] Bkz. "Hidad" konusu.
[1042] Bkz. "İddet" konusu.
[1043] Bundan ötürü ric'î kesme, bâin ise öldürme gibidir, denir.
[1044] Hür olmayan için iki de son sayıdır.
[1045] Bundan dolayı bazı kitaplarda sarih: Ric'î sarih ve bâin sarih diye ikiye ayrılarak gösterilmiştir. Karısına:
"Sen benden buradan Bağdat'a kadar boşsun." diyen kimse ona bir talâk vermiş olur. Uzun ya da büyük sıfatlarıyla belirtilmedikçe talâk bâin olmaz. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/294-296
[1046] Onlarda niyet de gerekmediğinden burada "olan", kinaye lâfızlarda niyetin ya da hâlin delaletinin şart olduğuna işaret etmek için de orada "verilen" denmiştir. Arapça kinaye sözlerden şu üçünü istisna etmişlerdir: "İ'teddî (iddet bekle), istebri'î rahmet (rahmin için ıstibrada bulun), enti vahidetün (sen bir teksin)". Bunların sebep olduğu talâk ne ıdır. Sükûnet ve rıza hâlinde bunlardan birini karısına söyleyenin talâkı niyete bağlı olup, eğer niyet ettiği şey talâk ise bir ric'î talâk gerçekleşir, değilse bir şey olmaz. Yeter ki durum onu gösterir olmasın.
[1047] "Vekâlet" konusunda, vekil etmekte şahit getirmenin şart olmadığına ömek olarak geçen mesele unutulmamalıdır.
[1048] "Mübâne"ye "mebtûte" de demişlerse de, biz onu talâkın sonuyla boşanan kadın anlamında kullanacağız.
[1049] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/296-297
[1050] Karı-kocalık, yeni bir akit ve yeni bir mehirle geri gelebilir. Bu konuda iddetin bitmiş olup olmamasında fark yoktur. Hattâ üzerine evlenmem diye yemin ve şart etmişse onun bâin olan talâkı arkasından evlenebilir. Sözü edilen fark kadının talâk mahalli olmasında belirgindir, talâk ric'î olsun bâin olsun, son olmadıkça boşanan kadın iddeti içerisinde nikâh mahallidir, iddetin bitimiyle bu nitelik kaybolur.
[1051] Talâkın sonunun ikiden fazla olması hür kadın içindir. Hür olmayan için iki, nikâhın son sayısıdır.
[1052] Üç talâkın büyük ayrılığı gerektirmesi sahih nikâha göredir. Fasit nikâhta onun hükmü yoktur.
[1053] İkinci kocaya fasit bir akidle nikahlanan kadın onunla zifafa girse de birinci kocasına helâl olmaz. Meselâ, iddeti dolmadan ya da şahitsiz olarak nikahlamak, akdi belirli bir süre için yapmak, ikinci koca ona denk olmayıp velîleri için yüz karası olmak, dört nikâhlısı bulunmak ya da birinin kölesi olup da efendisinden izinsiz olarak onu evlendirmiş olmak gibi.
[1054] Hülle yapmsş olmak için evlenmek harama yakın derecede (tahrîmen) mekruhtur. Fakat bunu kalbinde tutup açıklamazsa mekruh olmaz, sevap kazanmasına neden olur. Kadının, hülle yapan kocanın kendisini boşamamasmdan korkması hâlinde baş vurulacak çarelerden biri kocaya:
"Eğer seni nikâhlar ve seninle cimâda bulunursam sen bâin talâkla boşsun." dedirtmesi veya kendisinin:
"Kendi işim kendi elimde olmak üzere sana vardım." demesidir.
[1055] Bunun için döl yatağından cima yapmak şarttır. Döl cidarının yırtılıp, iki deliğin birleşmesi şeklindeki cima, hamile bırakmadıkça bu iş için şüphelidir. Bu mesele, "Hülle" bahsinde İbn Abidîn'in de zikrettiği gibi şürleştirilmiştir:
"İki delik arası yırtılıp birleşen (mufdât) için ilginç ve de garip bir mesele vardır: Bir kocaya haram olup ikinciye helâl olsa ve o ikinci cimâdan nasibini alıp onu hamile kalmadan boşasa o, ilk kocaya helâl değildir, onunla evliliğe talip de olamaz. Cimânın ferçten mi, yoksa benzeri olan diğer delikten mi olduğu şüpheli olduğu için. Eğer hamile kalırsa demek ki, ferçten yapılmıştır ve artık şüphe doğuran bir durum kalmamıştır."
[1056] Eğer ev ikisi için darsa ya da koca fâsık birisiyse kocanın çıkması daha uygundur. Çünkü evde kocanın değil, karının beklemesi gerekir. Bunun varacağı sonuç evden çıkmasının vacip oiduğu hükmüdür. Bu iş için hâkimin güvenilir ve aralarında engel oluşturabilecek bir kadın tayin etmesi güzeldir. Maaşı beytülmalden verilir.
[1057] "Zeyd Müslüman karısı Hind'e:
"Bre dinini ve imanını şöyle yaptığım!" diye cima sözüyle sövse, Hind Zeyd'den bâin olarak boş olur mu? Cevap:
“Olur.” "Müslüman Zeyd'den küfrü gerektiren bir iş çıkmakla zevcesi Hind bâin olarak ayrıldıktan sonra Zeyd İmanını yenileyip, fakat nikâhını yenilemeden Hind'in iddeti bitse, sonra Zeyd Hind'e:
"Üç talâk boş ol." dese, Zeyd'in Hind'i rızasıyla ve hüllesiz olarak nikâhına alması caiz olur mu?” Cevap:
“Olur.” Kocasından küfür söz çıkmakla bâin olarak boş olan Hind'i koca, imanını yeniledikten sonra rızası olmadan, zorla nikâhına alamaz.
Karı küfür söz kendisinden çıkmakla bâin olarak ayrıldığında, kendisine iman yenilettirilir ve nikâha da zorlanır. Karıdan küfür söz çıkıp, imanını yenileyip, nikâhını yenilemeden kocası ölse karı ona mirasçı olamaz. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/297-299
[1058] Birinin karısı hakkında başka birinin nikâh gerçekleştirmesi veya nikâhını bir şeye bağlaması (ta'lik), kocanın müsadasiyle geçerli olur. Nitekim "Ta'lik-ı Talâk" bölümünde Tahtâvî'den naklen dip not olarak gelecek ve "Fuzûlînin Talâk"ında anlatılacaktır.
[1059] “Talakın Tefvizi” bölümüne bakınız. Daha önce zikrettiğimiz hülle çaresi bundandır.
[1060] “Bütün dünya halkının karıları boş olsun.” Diyen kimse, kendi karısını, niyet etmiş olmadıkça boşamış olmaz.
[1061] Şer’an üçten çok talak olmadığından iki karısından birine:
“Benden dört kere ya da beş kere boş ol.” Diyen kimsenin o sözüne muhatap olan karısı, üç talakla boşanmış olmakla beraber:
“Bana üç talak yeter.” Demesi ve onun üzerine kocasının:
“Artan da ortağınındır.” Sözünü söylemesiyle öbür karısını boşamış olmaz. Bı bir usul meselesidir.
[1062] Bkz. “Talakın Şartı”, “Beynunet” bölümü ve ilerideki ifadeler.
[1063] Burada fıkıhçıların: “Sarih, sarihte ve bainde etkilidir; bain ise sarihte etkilidir; ama bainde etkili değildir sözleri söz konusudur.
[1064] Hangisini isterse, boşamış olan o olmak üzere, göstermesi ve belirlemesi istenir. Onlara, aralarında paylaşmak üzere bir talak veren kimse de talak bölünemeyeceğinden, onların belirli birini boşamış olması itibariyle kendisine belirleme muhayyerliği gerekir.
[1065] Bu, mahkeme kararına göredir. Allah'la kendi arasında ise hiç biri boş düşmez.
[1066] Eğer kıllarını tamamen yok etmişse hiç bir şey olmaz.
[1067] Karısına: "Sen yıldızlar gibi benden boşsun." diyen kimse eğer açıklıkta yıldız gibi demek istemişse bir ric'î talâk gerçekleşir, sayı kasdetmişse üç talâk gerçekleşir. Karısına:
"Sen benden kar gibi (buz gibi) boşsun." diyen kimse eğer soğukluk anlamını kasdetmişse karısına bir bâin talâk ve eğer beyaz ve aydınlığı kasdetmişse bir ric'î talâk vermiş olur. Nitekim karısına "gibi" sözüyle:
"Sen bana annem gibisin." diyen kimse, kullandığı sözün haramlığa ve değerliliğe ihtimali olması bakımından mutlak zıhâr yapan olmuş olmaz. Hâlin delâleti veya söyleyenin niyeti olmadıkça o söz anlamsız olur. Nitekim "Usûl"ün "Müşterek" bölümünde de anlatılmaktadır. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/299-301
[1068] Çünkü meclis, orada oturanın başka bir yere geçmesiyle ve hatta kalkmasıyla gerçekten değişmiş olduğu gibi, başka bir işe başlamasıyla da hükmen değişmiş olur.
[1069] Bir ya da daha çok gün uzasa da, koca onu zamanla sınırlamadıkça ve vazgeçtiğini gösteren bir şey yapmadıkça ya da onu kesen bir şey olmadıkça böyledir.
[1070] Tefvizden sonra karısını boşamayacağına yemin eden kocanın karısı kendini boşasa, koca yeminini yerine getirmemiş olmaz. Çünkü temlikinin, yani nikâhı onun mülkiyetine geçirmesinin gereği olarak boşayan koca değil, kadındır.
[1071] Temlik, ilk el olarak (iptidâen) tasarrufa gücü yeter olmaktır. Tevkil, yani vekil kılmaysa tasarrufa ilk el olmayan bir güç yetirmedir. Kadına: "Kendini ve ortağını boşa." şeklinde yapılan tefvîz, kadının kendi hakkında temlik, ortağı hakkında ise tevkil, yani vekil kılmadır. Koca birinciden cayamazsa da ikinciden cayabilir. Bunda bir söz kalıbı hem temlik, hem de tevkil anlamında kullanıldığı için iki anlama gelen bir kelimeyi her iki anlamında da kullanmak cinsinden gelen mecaz denen ifade tarzı vardır. Temlikle tevkilin aralarında beş yönden fark vardır: Temlikte; rücû, yani cayma; azletme, yani görevden alma ve kocanın tefvîz yaptıktan sonra deürmesiyle tefvîzin bâtıl olması yoktur; bulunulan meclîs ile sınırlı olma var, akıl ile kayıtlı olma yoktur. Bundan ötürü deli ve mümeyyiz olmayan çocuğa da tefvîz sahihtir. Yani koca karısının talâkını mümeyyiz olmayan bir çocuğun ve bir delinin eline verebilir. Çünkü bu temlik, ta'lik anlamı da taşıdığından, iki benzerle amel etmek için, meclisle kayıtlı olmak üzere sanki koca karısına:
"Deli sana, sen boş ol derse, sen benden boşsun." demiş olur.
[1072] Yeter ki, dilemeye bağlamış olmasın. O takdirde tefvîz tevkili değil, temliki gerçekleştirmiş olur; cayamaz, çünkü işi onun görüşüne tefvîz etmiştir. Mâlik, dilemesiyle tasarrufta bulunandır. Vekil ise kendisinden ister istemez iş talep edilendir.
[1073] Bu mesele "Talâk Verme"de ve ondan önce "Hülle" dip notunda geçmiştir.
[1074] Nikâhın ikindiye kadar devam ettiğini iddia etmek, din açısından her iki durumda, mahkeme açısından da yalnız ikinci durumda doğrulanabilir.
[1075] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/301-303
[1076] Azat etmeye dair yapılan (yemin bi'1-itak) da böyledir.
[1077] Ta'lik (şarta bağlı kılma), kuruluş itibariyle yemin değilse de, kendisinde bir işi yasaklama veya ona sevk teşvikten ibaret olan yemin manâsı mevcut olduğu için şer'î bakımdan yemindir. Hattâ yemin etmeye yemin eden kimse ta'lik yapmakla yemini bozmuş olur. ("Yemin" bölümlerinde açıklanan bazı istisnaî meseleler bunun dışında.
[1078] İnsan için, hoşa gitmeyen bir şeyin meydana gelmesini, şer'î bakımdan meydana geleceği bir işe bağlı kılmasının o işten vazgeçişinin-kuvvetini ifade edeceğinde şüphe yoktur. Yemin de kuvvet manâsındadır. Kendisiyle takviye edildiğinden "kasem"e yemin denilmiştir. Yeminin lügat açısından "kuvvet" anlamına geldiğini Aynî şu şiirle dile getirmiştir:
"Takdir edilen bütün şeyler vakitlere göre meydana gelir,
Takdir edilmişleri geri çevirecek bir yemin (kuvvet) de yoktur."
Yemin etmiş olan kimse boşamayla mı, Allah (c.c.) ile mi yemin ettiğini bilemeyecek olursa yemini hükümsüz olur. Nitekim karısını boşayıp boşamadığında şüpheye düşen kimse boşamayı gerçekleştirmiş olmaz. Bir mi, yoksa daha fazla mı boşamış olduğunda şüphe eden kimse kanaatini daha az olana bina eder. Eğer daha fazla olan kesin veya ona yakın zannedilirse, o zaman gerçekleşmiş olur.
[1079] Kadına ceza olsun diye yapılan şartın da manâsı, boşamayı şartlı kılmak değil, bizzat uygulamaktır. Meselâ: Karısının kendisine söylediği fena bir söz üzerine kocanın ona ceza vermek, eziyet etmek kasdıyla: "Eğer ben senin dediğin gibıysem sen boş ol." demiş olması durumunda onun dediği gibi olmasına bakılmaksızın kadın derhal boşanmış olur (Dürrü'l-Muhîâr ve Reddü'l-Muhtâr).
[1080] “Boşamanın Düşürülmesi” konusunun dip notunda belirtildiği üzere birinin karısı hakkında başka bir kimsenin şartlı olmayan boşaması kocanın iznine dayalı olarak sahih olduğu gibi şartlı boşaması da kocanın iznine bağlantılı olarak sahihtir. Birinci durumda, koca boşamaya izin verici olduğuna göre izin zamanına has olarak, İkinci durumda da izinden sonra şartın meydana gelmesiyle boşama gerçekleşmiş olur. (Fuzûlî Boşama" bölümüne bakınız.)
[1081] Fuzûlî: Asil, velî, vekil veya elçi olmayan üçüncü kişidir.
[1082] Konuyu bilen bir kimseye gidip kendi yeminini, şartını ve fuzûlî kişinin nikâhına olan ihtiyacım söyler; fakat onun isteklisi olmaz. O kimse de fuzûlî (yani üçüncü bir kişi) olarak cna bir kadın nikâhlar, kendisi de akde gerçekten izin verir (Betice). Ancak dilimizde "her" lâfzı Arapça'daki "kül!" kelimesi gibi bütün isimler için kullanılıp, bütün fiiller için kullanılmadığından her evlendiği kadın birer kere boş olursa da kadının ikinci nikâhına boşanma sirayet etmez (Bahr, Feyziyye). Burada belirtilen çare, üç boşamanın şartlı kılınması veya "her ne zaman" ifadesi için geçerlidir. (İleride açıklanacaktır.) Bazan da boşamanın meydana gelmemesi kasdedilir; İşte o zaman yukarıda anlatılan çareye ihtiyaç duyulur. Ama adam: "Eğer evlenirsem veya gerçek bile olsa fuzûlî bir kişinin nikâhına izin verirsem." diyerek fuzûlî kapısını kapayacak olursa, bu bağlantılı yeminin geçersiz olması için durumun Şâfîi Mezhebi'ne aktarılması gerekir (Reddü'l-Muhtâr).
[1083] "Bâin Boşama için" bölümüne bakınız.
[1084] "Ric'î Boşama" bölümüne bakınız.
[1085] "Şart olsun." demek de "Karım boş olsun." demektir (Behce).
[1086] (Bekçe).
[1087] Nikâh sahibi olma hakiki olduğu gibi, hükmî de olur. Şartlı boşama yapmış olan koca şartın yerine gelmesinden önce karışana şartsız, anında gerçekleşen bir boşama vermiş oisa, iddeti esnasında şartı gerçekleştirmekle, hakkındaki şartlı boşama da gerçekleşmiş olur. Abdürrahim der ki: "Boşamanın bağlı kılındığı şart baskı yaparak ve zorlayarak meydana gelse boşama gerçekleşmez."
[1088] Yani şart yerine gelmiş olur.
[1089] Şartın tamamının, nikâha sahipken gerçekleşmesi gerekli olmayıp onun nikâha mâlikken tamamlanması yeterlidir. Hattâ karısına: "Eğer sen iki hayız görürsen benden boş ol." demiş olup, kadın birinci hayzı onun nikâha sahip olmadığı zaman görüp ikincisini sahipken görse kadın boşanmış olur.
[1090] Bilesin ki, şartlı boşamada kocanın şart esnasında boşamaya ehil olması dikkate alınır. Şartın meydana gelmesinde bu aranmaz. Öyle ki, şart koştuğu zaman akil başında olup şart meydana geldiği zaman deii olsa boşama gerçekleşir. Bunun aksi durumunday sa bu hüküm uygulanmaz (Tahtâvî).
[1091] "Tütün içersem karım boş olsun." demiş oian kimse tütün içip hanımı boş olduktan sonra onu veya diğer bir kadım nikâhlamakta bu şarttan dolayı boşama gerçekleşmiş olmaz (Behce).
[1092] "Her ne zaman tütün içersem karım boş olsun." demiş olursa, her evlenmesinde (tütün içerse) boşanma gerçekleşmiş olur (Behce).
[1093] Bu konuda şer'î çare, fuzûlî (üçüncü bir şahsın) akdine fiilen izin vermektir (Feyziyye).
[1094] Gerçekleşen şart nikâha sahip olmanın yok olmasıyla ortadan kalkmayacağındandır ki, şart üç boşama üzerine olur da, şartın meydana gelmesine rağmen onların gerçekleşmemesine çare: Bir defa boşayıp, İddet bitimine kadar durup iddetin bitimiyle helâl olma ortadan kalktıktan sonra o şartı uygulamaktır. Yemin o surette yerine gelmiş olup daha sonraki evlenmede artık tesiri olmaz.
[1095] (Feyziyye - Behce).
[1096] (Behce). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/303-307
[1097] (Netice). İmam Azam'dan naklolunan görüş budur ki, fetva da böyledir (Feyziyye).
[1098] (Netice).
[1099] (Feyziyye).
[1100] (Behce).
[1101] Kadın vefat etmeyip bu şarta dayanarak boş düştükten sonra onunla olan ikinci evliliğe de şartın tesiri olmaz.
[1102] (Netice-Feyziyye).
[1103] (Netice).
[1104] (Behce).
[1105] (Ali Efendi). Bu soruya cevaben baş eğmek bile dilsiz olmayan için boşama ve şartlı boşama olarak kabul edilmez. ("Ric'î Boşama" ve "Bâin Boşama" bölümlerine bakınız.)
[1106] (Ali Efendi). Murat etmenin şart kılınması belirtilen ifadenin kinaye lâfızlarından olmasına dayalıdır. İşaret dahi niyet yerine geçer. Bu mesele de bundan sonraki meselede olduğu gibi örfe dayalı olarak düşünülür. "Kinayeli Sözler" bölümünde "İraden elinde olsun." sözü hakkındaki dip nota bakınız.
[1107] (Ali Efendi).
[1108] (Feyziyye).
[1109] (Behce). "Nikâhı Haram Kılınanlar" konusunun sonuna bakınız.
[1110] (Behcetü 'l-Feteva).
[1111] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/308-309
[1112] Bunun malî kısmına halk deyimiyle "Kadın dalağını (talâkını) satın almak." denir.
[1113] Buradaki anlamı: Muhaleayı meydana getirmek için ilk önce söylenilen sözdür.
[1114] Kabul de muhaleanın meydana gelmesi için söylenen ikinci sözdür.
[1115] (Dürrü'l-Muhtâr). İbn Abidîn diyor ki: "Kadının fidye vermesinde her ikisi üzerine bir vebal yoktur." Bakara: 2/229 ayet-i kerimesi geçimsizlik iki taraftan olduğu zaman malı almanın mubah olduğuna bizzat açık kendi ifadesiyle veya yalnız kadın tarafından olduğu zaman haydi haydi alınabileceğini işareten göstermektedir. Ayetin inmesine sebep olan Cemile binti Abdullah, kocası olan Sabit b. Kays'a buğzeder; kocası ise ona sevgi beslerdi. Mehir olarak verdiği bahçenin geri verilmesiyle karı-koca, Efendimiz (s.a.s.)'in huzurunda mahkûm oldular (Ma'alimu't-Tenzil).
[1116] Muhalea, baskı altında bulunan ve sarhoştan meydana gelse sahih olur. Çocuk ve bunaktan ise sahih olmaz.
[1117] Muhalea sahih nikâhla evlenmiş veya böyle bir nikâhla iddet bekleyen kadında sahih olur.
[1118] (Reddü'l-Muhtâr). Kadın için şart muhayyerliği sahih olursa da, erkek için değildir.
[1119] Bu konuda "mufa'ale" kalıbında olanla Arapçası üç harfli olan arasındaki fark şudur: Üç harfli olan (hulu’ gibi) kabule dayalı olmamak üzere kinaye lâfızlarından olup, kadını boşamaya niyetle yöneltildikte onun kabulü dikkate alınmaksızın bir bâin boşama gerçekleşir ve karı-kocalık haklan da düşmez. Ancak "Seninle muhalea yaptım" ifadesi bu manâyı ifade etmez. (Dürr)
[1120] (Reddü'l-Muhtâr).
[1121] Talâk: 65/6.
[1122] Ancak, kadının kendi kocasını evde oturma külfetinden kurtarması bunun dışındadır. Bu da kadının kendi evinde oturması veya kirasını malından vermesiyle olur ki, bunu benimsemesi sahihtir.
[1123] Mut'a: Lügatta genel olarak istifade edilecek şey, yeterli miktar azık, faydalandırmak anlamlarına gelir Fıkıh ilmindeyşe; koca tarafından, boşadığı karısına verilecek üç veya beş parça kisveden ibarettir. Üç parça olursa bunlar bir başörtüsü, bir gömlek, bir de çarşaftır. Beş olduğuna göreyse bir entariyle diğer bir elbise daha ilâve edilir. Bununla birlikte koca bunların bizzat kendilerini veya kıymetlerini vermekle serbesttir.
[1124] (Dürrü'l-Muhtâr ve Reddü'l-Muhtâr).
[1125] "Hidane (Çocuğun Bakımı)" bölümüne bakınız.
[1126] (Ali Efendi).
[1127] (Feyziyye).
[1128] (Dürrü'l-Muhtâr).
[1129] (Hindiyye).
[1130] (Hindiyye). Boşanmanın ric'î olması birinci duruma, bâin olması da ikinci duruma göredir. Her iki durumda da bedel mal olmadığı ve kıymet ifade etmediği için boşanma bedelsiz olmuş
[1131] ("Hastanın Boşaması" konusuna bakınız).
[1132] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/309-314
[1133] "Zeyd, Amr'ın karısı Hind'i fuzûlî kişi olarak boşasa, Amr izin vermedikçe Hind boş olur mu? Cevap: Olmaz." (Ali Efendi)
[1134] "Zeyd'in müdebber kölesi Amr, Zeyd'in izniyle Hind'i nikahladıktan sonra, Zeyd Amr dan izinsiz olarak Hind'i boşasa, Amr izin vermedikçe Hind boş olur mu? Cevap:. Olmaz." (Ali Efendi).
[1135] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/31315
[1136] Hastalık ehil olmaya zıt değildir. Gerek namaz ve zekât gibi Allah (c.c.)'ın hakları hakkında olan hüküm ehliyeti olsun, gerekse nikâh, boşama ve İslâm gibi söz ehliyeti olsun, hastalık bunlardan hiç birisinin sıhhatine engel ve vacip olmasına zıt olmaz. (Usûl-i fıkıh ilminde böyle belirtilmiştir.)
[1137] Ölüm hastalığı: Çoğu zaman onda ölüm korkusu olduğu halde, hasta; erkekse evi içinde olan ihyaçlarını görmekten âciz olup, bu hâl üzere -ister yatalak olsun, isterse olmasın- bir sene geçmeden vefat edilen hastalıktır. İnsana kargı insan öldürme (kısas), taşlanarak öldürme (recm), karşılıklı dövüşme (mübareze) gibi ölüm ve tehlike zamanlaRI da ölüm hastalığı gibidir. Dinden çıkmak da böyledir. (Dürr).
[1138] Bu konuda kadının rızasının olması veya olmaması ve ric'î boşamayı istemesi, hattâ genel olarak boşanmayı istemesi de aynıdır (Dürr). Boşanma genel olduğu zaman ric'î olan boşama akla gelir.
[1139] Boşanma anında Yahudi veya Hristiyan veya cariye olan kadın iddet içinde Müslüman veya hürriyete kavuşmuş olmakla da böyledir ki, kocasına o dahi mirasçı olur (Hindiyye).
[1140] Onun iddeti, İmam Âzamve İmam Muhammed'e göre iki sürenin en uzun olanıdır. (Bu, kendi konusunda anlatılacaktır.)
[1141] Ancak aralarındaki ayrılık tenasül uzvunun kesikliği, cinsel yetersizlik ve karşılıklı lânetleşmeyle olursa, o zaman Hanefî Mezhebi'ne göre erkek kadına mirasçı olamaz (Tenviru 'l-Ebsâr). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/315-316
[1142] Belirtilen iki şekilden birincisi; lâfzın genelliğini gerektirenin kaldırılmasını, icap ettiren şeyi söylemekle olan istisna, değişikliği açıklamadır ki, cümlenin başlangıcından maksadın ne olduğu gösterilerek gerektireni değiştirilmiş ve çelişki gerekmemesi için baş tarafı son tarafa dayanarak tümü tek cümle olmuş demektir. Nitekim konusunda açıklanmıştır. İstisnanın birinci şekline örnek:
“De ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti - ki bu, şüphesiz bir murdardır-, yahut Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir fısk olmak müstesnadır." En'am: 6/145 ayetidir. İkinciye örnek de:
"Hiç bir şey hakkında; "Ben bunu herhalde yarın yapıcıyım." deme. Ancak sözünü "inşallah'a (Allah'ın dilemesine) bağlaman müstesna." Kehf: 18/23-24 ayetidir.
[1143] Ancak emir ve yasak ölçüsünde ola: "Ölümümden sonra inşallah kölemi azal edin." ve "Benim şu kölemi inşallah sat." demek. Vekil veya ortağına: "Falan adama satma." ve "Şu yere gitme inşallah." diye söylemek gibi ki, bunlarda istisna sahih değildir. Birincide köle azat edilmesi vasiyet edilmiş; ikincideyse, muhatap satışa vekil kılınmıştır (Dürr). Eşbâh Haşiyesİ'nden naklen Tahtâvî'de deniliyor ki: "Sahih olmama iki görüşten birisidir.
[1144] Yani İmam Âzam ve İmam Mubammed'e göre o yemin yerine gelmemiş olur. İmam Ebû Yûsufa göre ise yemin yerine gelmişse de Allah (c.c.)'in iradesinin bilinmesi mümkün olmadığından ondan asla yemini bozmak gerekmez (Tahtâvî).
[1145] "Zeyd Amr'a:
"Falan işi işlersen karın boş olsun mu?" der, Amr da:
"Olsun." dediği zaman açıktan ve bitiştirerek:
"İnşallah." dese, sonra işi işlese karısı boş olur mu?” Cevap:
Olmaz." (Ali Efendi). İstisnayı ister kasdetsin, ister kaşdetmesin; hükmü ister bilsin, isterse bilmesin (Şürunbilâlî).
[1146] (Fetâvây-ı Ankarî) H. 1098'de vefat etmiş olan Şeyhu'l-İslâm Muhammed b. el-Hasan el-Ankarî merhumun "Fetâvâ"sıdır ki, basılmıştır. Ankara'nın ism-i mensubu böyle olur. Ankaravî ise yaygın bir yanlıştır. Ankara aslında; Engüıf dir, Amûriye de Anamur'dur.
[1147] Dürer sahibi özetle diyor ki: "İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, o altı aya kadar munfasıl istisnaya cevaz vermiştir. Bu husustaki delil: "Unuttğun zaman Rabb'ini tesbih et." ayeti olup, yani: "Bitişik istisnayı unuttuğun zaman ayrı olarak istisna yap." demektir. Hanefî Mezhebi âlimleri ayrı olarak yapılan istisnanın sahih oması için: Akitlerin hükmü gerektirici olmaktan çıkartılmasının uygun olacağını, böylece kadın için ikinci kocaya da ihtiyaç kalmayacağını bildirmişlerdir. Çünkü, pişmanlık duyulduğu zaman genel o!an ifadeden istisna yapılabilir. "Unuttuğun zaman Rabb'ini teşbih et" ayetinin manâsı ise: "Konuşmanın başında "inşallah" demeyi unutursan, sonunda onu ilk sözüne ilâve ederek söyle." demektir. (Dürer).
[1148] (Şürrunbilâlî).
[1149] (Dürrü'l-Muhtâr).
[1150] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/316-317
[1151] Bakara: 2/226.
[1152] Hz. Ömer (r.a.) geceleyin bir kadının şöyle dediğini duyar;
"Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, sen onun (yaratacağı) neticelerden korkmamış olsaydın, elbette onun yanlarını bu divandan uzaklaştırırdın."
Hz. Ömer (r.a.) bunun sebebini sordu. Bir de öğrendi ki, kadının kocası savaştaymış.
Derhal kızı Hafsa'ya sordu ki:
"Kadın ne kadar kocasından ayrılığa sabredebilir?" Hafsa (r.a.) buyurdu ki:
"Dört ay."
Bunun üzerine, Hz. Ömer (r.a.) ordu komutanlarına evli olanların bu süreden daha fazla gecikmemelerini emretti. Eğer bu süre içerisinde fazla zarar çekme konu olmasaydı
Allah (c.c.) o süre içinde îlâ ayrılmayı meşru kılmazdı (Reddü'l-Muhtâr).
[1153] Cahiliye Devri îlâsı bir veya iki seneydi. Cenâb-ı Hak bunu dört ayla belirledi. Dört aydan az süreli îlâ sahibi, ilâh değildir. Ata/de deniliyor ki: îlâ Cahiliye Dönemi boşanmalarındandı. Cenâb-ı Hak ise İslâm'da görülen şeklini hükmetmiştir.
[1154] İlâ: Kişinin kendisini hür hakkında dört, cariye hakkında iki ay vakitli veya vakitsiz olarak Allah'a yemin, boşama, azat etme, oruç, hacc ve bunlar gibi şeylerden birisiyle kuvvetli yasaklayarak nikâhlısına yaklaşmaktan men etmesidir (Hindiyye).
[1155] "Namaz" bölümünde "şey" ölçüsünde belirtilen "fey-i zeval" de dönmek anlamındadır.
[1156] Kefaret, Allah'a yemine, ceza boşamayla olan yemine bakmaktadır.
[1157] Ya gerçekten, ya da takdiren düşer. Hattâ bir tek yoksula on gün devamla, her gün için yarım sa' (1667 gr.) sadaka verilecek olsa caizdir. Fakat o sadakayı bir gün içinde on değişik saatte birkaç defada verecek olsa, sahih olan görüşe göre bu yeterli olmaz (Tahtâvî).
[1158] Yeminin de düşmesi geçici olmasına göredir. "Ebediyyen seninle cinsel ilişkide bulunmayacağım." gibi devamlı bulunan yeminler dört ay sebatla düşmez.
[1159] Nitekim "Oruç" konusunda geçmiştir.
[1160] Hattâ iki gün oruç tutup üçüncü gün miras veya başka yolla İmkân sahibi olsa malla kefaret vermek lâzımdır.
[1161] Hastalık gibi şer'î bir özürle ve hattâ kadınlar aybaşı mazeretlerinden dolayı peş peşe tutamasaiar, yeniden başlarlar.
[1162] Cezanın gerekmesi, imkân dahilinde olmakla kayıtlıdır. İmkânsız olduğu zaman îlâ da düşer: Kölesinin hür olmasını, karısıyla cinsî münasebette bulunmaya bağlama durumunda, kölenin vefat etmesiyle îlâ düşer. Kölenin satılması da vefat etmesi gibidir. Ancak, kadına yaklaşmazdan önce efendinin mülküne dönmesi durumunda îlâ gerçekleşmiş, yaklaştıktan sonra dönmesi durumundaysa gerçekleşmemiş olur. (Tahtavi)
[1163] Bu İmam Azam'a göredir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göreyse şartı kefarete chii olmasıdır. Bundan dolayı, İmam Âzam'a göre, zımmî olan şahsın ilâ'sı sahihtir. Çünkü o, boşamaya ehil olanlardandır. Fakat İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göreyse sahih değildir. Çünkü onlara göre şart, kefarete ehil olması gereklidir. Zımmî ise kefarete ehil olanlardan değildir. İmam Âzam'a göre zımmînin îlâ'sımn sahih olması Allah (c.c.)'a yakınlık manâsı ifade etmeyen bir şeyle olur (Dürr).
Tahtâvî diyor ki: Zımmînin îlâsı üç çeşittir:
1- Bütün âlimlerin görüş birliğiyle sahih olan îlâ: Köleyi azat etme gibi Allah (c.c.)'a yakınlık manâsı ifade etmeyen bir şeye yemin etmek gibi.
2- Yine âlimlerin görüş birliğiyle bâtıl, yani hükümsüz olan îlâ: Hacca, oruca ve sadakaya yapılan yemin gibi.
3- Tartışmalı olan îlâ: Allah (c.c.)'a yemin etmek gibi.
[1164] Fakat, erkeğin yabancı bir kadına: "Seninle evlenirsem, Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, sana yaklaşmayacağım." demesi yukarıdaki durum gibi değildir. Çünkü bu bir îlâ'dır (Dürr).
[1165] Kuhistanî diyor ki: Erkek, cariye olan karısına îlâ yapar, sonra satın alır ve süresi de biterse îlâ gerçekleşmez.
[1166] (Dürrü'l-Muhtar). Erkeğin kadına yaklaşmamayı bir zamana ve mekâna bağiamaması da îlâ'nın şartlarındandır. Çünkü onun için başka bir yer ve mekânda kadına yaklaşmak mümkündür. Bir başka şart da, erkeğin îlâ konusunda kansı ve cariye gibi bir başkasını bir araya getirmemesidir. Hattâ kansı ve cariyesine yaklaşmamaya yemin eden bir adam cariyeye yaklaşmadığı müddetçe îlâ sahibi olmaz. Çünkü, karısına yaklaşmasını gerekii kılacak birşey olmaksızın, adamın ona yaklaşması mümkündür (Tahtâvî).
[1167] Kişinin tembellik gibi geçici kötü huylarından kaynaklanan meşakkat ve zahmete itibar edilmez.
[1168] İlâ müddetinde kocanın cinsel ilişkide bulunması diyaneten gerekli ve bu konuda kendisi şeriat açısından hesaba çekilir. Cinsî münasebette bulunmazsa günahkâr olur. Aynı zamanda hâkim onu zorlayabilir. îlâ müddetinden daha az olan yemin böyle değildir (Kuhistanî).
[1169] (Behçe).
[1170] Açık söze örnekler:
"Vallahi, sana yaklaşmayacağım.",
"Vallahi, seninle cinsî münasebette bulunmayacağım.",
"Vallahi, senden dolayı yıkanmam." gibi.
Açık olmayanlara Örnekler:
"Sana dokunmam.",
“Sana gelmem.”,
"Seni gelmeye teşvik etmem.",
"Seninle yatmam.",
"Yatağına yaklaşmam." gibi. Bütün bunlar kinayeli lâfızlar olduğu için, bunları söylerken niyete ihtiyaç vardır (Fetva Kitapları).
[1171] (Dürrü'l-Muhtâr). Daha sonraki âlimlerin fetvasına göre, bunlar hükmen niyete ihtiyaç göstermeyen lâfızlardandır.
[1172] İlâ belirli vaktiyle "muvakkat", ebed (sürekli) kaydıyla "müebbed" olduğu gibi, süresiz dahi olur ki, buna en~Netf sahibi "meçhul îlâ" demiştir: Ne müddet ve ne de ebed kaydı olmayarak: "Yemin olsun ki, sana yakınlık etmem." demek gibi olmuş olur. Bunun da hükmü "ebed" kayıtlı olan îlâ gibidir.[1172] Fetâvây-ı Ankarîde deniliyor ki: Kişi:
"Vallahi güneş batıdan doğuncaya veya deccal çıkıncaya kadar sana yaklaşmayacağım." dese kıyasa göre, îlâ sahibi olmaz. Çünkü, bunların her birisinin yavaş yavaş meydana geleceği tahmin olunmaktadır. Istihsanen ise îlâ sahibi olur. Çünkü, örfte bu İfade ebedilik için kullanılır. Aynı şekilde kişi:
"Vallahi, kıyamet kopuncaya veya deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar sana yaklaşmayacağım." dese yine îlâ sahibi olmuş olur (Şerhu't-Tahtâvî).
[1173] (Dürrü'l-Muhtâr).
[1174] (Tenviru'l-Ebsar).
[1175] (Tenvir).
[1176] "Zeyd kansı Hind'e:
"Vallahi döşeğine girmeyeceğim." deyip îlâya niyet ederek bilâhare dört ay geçtikten sonra gücü olduğu halde cinsel ilişkide bulunmayacak olsa Hind bâİn olarak boş olur mu? Cevap:
“Olur.” (Ali Efendi)
[1177] Engelin, hastalık, koca hakkında yaşlılık, kadın hakkında küçüklük ve geçimsizlik gibi gerçek bir acizlik olması gereklidir, ihram ve itikâf gibi hükmî acizlik bu konuda muteber değildir. Gerçek acizliğin, îlâ vaktinden, sürenin geçmesine kadar devam etmesi şarttır. Sıhhatliyken îlâ edip de sonra hasta olan kimsenin dönüşü, cinsel ilişkisiz olmaz. Sözlü olan dönüş zamanında nikâhın devamı da şarttır. Koca, kanyı bâin olarak boşadıktan sonra ona sözlü dönüş yapmış olsa îlâ düşmez (Dürr).
[1178] "Nikâhın Şartı"ndaki ilgili dip notu okuyunuz.
[1179] (Dürrü'l-Muhtâr ve Tahtâvî). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/317-322
[1180] İlâ münasebetiyle "Yeminler" bölümünü burada özetlemeyi uygun gördük.
[1181] Beled, 1.
[1182] "Şartlı Boşama" bölümüne bakınız.
[1183] İki taraf gelecekteki duruma bakılarak yapmak ve yapmamaktan ibarettir. Geçmişe veya şu andaki duruma bakılarak ise kuvvetlendirilecek mevcut tarafa uygunluktur.
[1184] (Hindiyye).
[1185] (Mir'ât).
[1186] (Dürrü'l-Muhtâr).
[1187] (Cevhere).
[1188] (Behce).
[1189] (Behce).
[1190] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/323-330
[1191] Mücadele: 58/2.
[1192] (Feyziyye).
[1193] (Netice).
[1194] (Netice).
[1195] (Behce).
[1196] (Tahtâvî).
[1197] (Behce).
[1198] Ahzab: 33/4
[1199] (Kuhistanî).
[1200] (Kuhistanî).
[1201] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/330-334
[1202] Nûr. 23/6-7
[1203] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/335-338
[1204] (Behce). El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/338-339
[1205] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/340-342
[1206] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/343-344
[1207] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/344-345
[1208] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/345-346
[1209] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/346
[1210] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/347-350
[1211] (Cevhere).
[1212] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/350-351
[1213] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/352-353
[1214] İddet beklemekte olan küçük yaştaki kadın, bu müddet içinde bulûğa ererse, geri kalan günlerde hidâd yapar.[1214] İyileşen deli de böyledir.
[1215] Bazıları siyah rengi istisna etmişlerdir.
[1216] Gerek ricî, gerek bâin talâkla boşanmış olsun; ya da ölüm veya fasit nikâh iddetlisi bulunsun; hür kadın veya nikahlanmış cariye olsun, hüküm değişmez. Müdebbere, ümmü veled, mükâtebe ve müsteât, yani azat edilmesinin bedelini ödemesi için çalışmalarına izin verilmiş olan cariyelerin ölüm ve boşanma İddetinde dışarı çıkmaları caiz görülmüştür.
[1217] İki iddetin birbirine katışması konusunun başlarına bakınız.
[1218] Ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "Müddet sona erene kadar onlarla nikâh akdine kalkışmayın. " Bakara: 2/235. Bir şeyi nehiy, onun zıddının vacip olmasını gerektirir. Eğer o zıddın yokluğu, nehiyle kasdedilen geçmiş şey olursa.
[1219] (Ali Efendi).
[1220] (Ali Efendi).
[1221] Başkasının nikâhlı karısını bilerek eş edinmede iddet olmaz, demişlerdir. Bunun niçin böyle olduğunun sebepleri gizli olmasa gerektir.
[1222] (Ali Efendi).
[1223] (Ali Efendi).
[1224] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/354-355
[1225] Onların birtakımı, koca hakkında nikâh için şer'î engel demektir.
[1226] Nikâh Kitabı'nın, "Evlenilmesi Haram Olan Kadınlar" kısmına bakınız.
[1227] Ummü velet olmayan cariyeye azat veya vefat iddeti olmadığı gibi, ümmü velet olan cariyeye de azat edilmiş veya efendisinden dul kalmış olmadıkça iddet olmadığı önce geçmişti.
[1228] "Kâfirlerin Nikahları" kısmında, "İki Ülkenin Birbirine Zıt Olması" bahsine bakınız.
[1229] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/355-357
[1230] "Kişi yakınlarına iyilik etmez, oysa uzak olanlara karşı iyilikseverdir. Deve kuşu kendi yumurtalarını bırakır da, başkasının yumurtalarına kuluçkaya yatar." (Nevâbiğu'l-Kelini'den)
[1231] "Küçük Zeyd'in hidâne hakkı babaannesi Zeynep ile baba ana bir kız kardeşi Hadice'den hangisinindir? Cevap: “Zeynep'indir."
"Küçük Zeyd'in hidâne hakkı ana-baba bir dayısı Amr ile amcası Bekir'den hangisinindir? Cevap:
“Bekir'indir."
"Küçük Zeyd'in hidâne hakkı Zeyd'in anasının Hind ile Zeyd'in babasının erkek kardeşinin kızı Hatice'den hangi sinindir? Cevap:
“Hind'indir."
"Küçük Zeyd'in kadınlardan kimsesi olmayıp erkeklerden anasının babası Amr ile babasının babası Bekir'den başka kimsesi olmasa, küçüğü Amr ve Bekir'den hangisi hidâne eder? Cevap:
“Bekir."
"Küçük Hind'in hidâne hakkı anasının anasının anası Zeynep ile babasının anası Hatice'den hangisinindir? Cevap:
“Zeynep'indir."
[1232] Sütananın hidâne hakkı olamaz. Süt kız kardeş, teyze, hala da böyledir.
[1233] Çünkü yeme, içme, giyinme ve temizlemekten ibaret olan dört çeşit işin gerçekleşmesinden galip olan anılan yaştır. Eğer çocuğun yaşında ana-baba görüş ayrılığına düşerlerse, yalnız başına yeme, içme, giyinme ve temizlenmesini yapabilmesine bakılır. Bunlara gücü yeten çocuk babasına zorla verilir. Çünkü onun nafakası gibi korunmasının da babasına ait olduğunda icmâ vardır. Baba bu hususta zorlanır. Aynı şekilde baba tarafından akraba olanlar da zorlanır. Çocuk, zikredilen dört çeşit işin tamamına veya bir kısmına güç yetiremiyorsa verilmez. Temizlenmeden kasdedilen, ihtiyaç anında donunu çözüp bağlamaya ve temizlenmeye güç yetirmesidir.
[1234] Çünkü erkek çocuk, kadınlara ihtiyaç duymaktan kurtulduğunda, erkeklerin edep ve ahlâkı ile edeplenip ahlâklandırılmaya muhtaçtır. Bu hususta baba daha kudretlidir.
[1235] Fetâvây-ı Velvâliciyye'de: "iştİha yaşı İçin takdir edilmiş bir sınır yoktur. Çünkü bu, kadının hâlinin değişmesiyle değişir." demiştir.
[1236] Gerek anneannesi, gerek babaannesi vb. olsun. Çünkü kız çocuk, başkasının yardımına ihtiyaç kalmadıktan sonra da kadınların edeplerini öğrenmeye muhtaçtır ki, buna kadınlar daha yetkilidirler. Onlardan başka kadınlar da onlar gibidir.
[1237] Bulûğ çağından sonra anne babasından birini seçme hakkına sahiptir. Ancak korkulacak bir durum olursa, baba, anneden daha önceliklidir. Çünkü baba kendisini alacak olursa, onu korumaya daha güç yetiricidir. Eğer lek basma kalmak isterse yine böyledir. Yani onun hakkında eminlik gerekir.
[1238] Gerek cariye ve ümmü veled, gerek müdebbere veya kilâbetten önce o çocuğu doğurmuş mükâtebe olsun. Çünkü onlar efendilerinin hizmetiyle meşguldürler. Aynı zamanda hidâne velayetin bir çeşiddir. Cariyelerin ise kendilerine velayetleri yoktur. Başkalarına velayetlerinin olmaması öncelikledir. Azat olunduklarında onlarda hür kadınlar gibi olurlar.
[1239] Kunye'nin: Anne, kötü huylu ve alenî günahkârlığıyla bilinen biri de olsa çocuğuna daha lâyıktır." sözü, hidâne hakkını kaybettiren fücurdan başkasına hamlolunur.
[1240] "Üvey baba çocuğa az verir ve yan bakar." Peygamberimizin huzurunda bir dul kadın:
"Ey Allah'ın Rasâlü! Bu çocuğa karnım kap, kucağım sığmak, göğsüm çeşmeydi. Şimdi onu babası benden almak istiyor." diye arz ettiğinde, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) "Sen kocaya gitmedikçe ona daha çok hak sahibisin." buyurdular.
[1241] Çünkü hidâne, tayin etmedikçe zorla olmaz.
[1242] Hakkın düşmesi, hidâne şartlarını koruyamamaktadır.
[1243] Bilinmelidir ki, ric'î talâktan iddet bekleyen kadına çocuğu emzirmesi için ücret isteme hakkının olmadığında âlimlerin İttifakı vardır. Dönüşü olmayan talakla boşanmış olan hakkında iki rivayet vardır. Fetva, onun bu isteğe hakkı olduğu yönündedir.
[1244] Bu durumda babaya üç şey gereklidir: Emzirme ücreti, hidâne ücreti, çocuğun nafakası.
[1245] Baba, gündüzün gidip çocuğu görerek, gece kalmadan gelebileceği derecede kısa mesafeli bir yere nakledebilir. Meğerki, çocuğun kötü ahlâk sahibi kişilerin ahlakıyla ardaklanıp zarar göreceği bir yer ola. Bu takdirde götüremez.
[1246] Bu hüküm zahir olduğuna göre, anneye has olmayıp, her bakıcıyı kapsamaktadır.
[1247] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/357-360
[1248] Bundan dolayı, erkek yönünden zorlama hâlinde dahi düşmeyen ve ruhsat ihtimali olmayan zinanın haramlığı, kadın yönünden zorlama özrü ile ruhsata ihtimalli olur. Çünkü ruhsatın engelleyicisi olan katlin anlamı -ki neslin zayi olmasıdır- onda yoktur.
[1249] Buna dayalı olarak dahilerden olan Ziyâd, İbn Ebîh (babasının oğlu) diye kendi babasına izafetle anılagelmistir. Meşâhîru'n-Nisâ "Sümeyye" ismine bakınız.
[1250] Bu mertebeler, ileride "Firaşın Kısımları" olarak zikredilmiştir.
[1251] "Di'vet (Nesep Dâvası)" İleride tanımlanmıştır.
[1252] (Liân bölümüne bakınız).
[1253] Nesebin reddine sahiplik, hâkimin hükmü veya uzun zaman geçmiş olmamakla sınırlanmıştır. Nesebin dâva olmaksızın sabitliği de helâllik kaydıyla sınırlanmıştır.
[1254] Hindiyye'de der ki: "Cariyeyi azil yapmaksızın, yani menisini dışa akıtmaksızın yatağına almakta olan kimseye çocuğu reddetmek dinî açıdan helâl olamaz, itiraf gerekir. Eğer azil ediyorduysa çocuğu ret caiz olur.
[1255] Rahimde ceninin kalma süresinin, büyük çoğunluğuyla dokuz ay olduğu bilinen bir gerçektir. En az altı ay, en çok da iki sene olduğu vardır. Diğer mezheplerde, kendileriyle hüküm sâbit olmayacak birtakım hikâyelere dayanarak, gebeliğin en çok süresi dört senedir. Hz. Âişe (r.a.):
"Çocuk anasının karnında iki seneden bir iğ aşağı kadar da fazla kalmaz." buyurmuştur ki, bu gibi şeyler ancak Peygamber Efendimiz'den duyularak bilinir. "İğ gölgesi kadar" da denilmiştir ki, zıll-i miğzel (iğ gölgesi) azlıkta atasözü olarak kullanılır. Çünkü iğin dönüş hâlinde gölgesi, diğer gölgelerden -yok olma bakımından- daha süratlidir.
[1256] "Çocuk firaşa aittir, zina yapana da taş vardır. "(Müslim, Rıda 36) hadisinden alınmış bir kaidedir.
[1257] İddet bekleyen kadın hakkında olduğu gibi.
[1258] İhtiyâl (şer'î hile yolları), çare aramaktır ("Yeminler" konusunun sonuna bakınız). Meselâ: Bir kimsenin, talâkını nikâhına bağladığı kadın kendisine nikahlanmış olmayı müteakip boşanmış olduğu hâlde nikâh vaktinden itibaren altı ay tamamlandığında doğursa çocuğun nesebi o kimseden sabit olur. Kadının mehrinİ de o kimsenin tam olarak vermesi gerekir (Mültekâ vb.). Altı aydan daha az bir sürede doğarsa nesep sabit olmaz (Hindiyye).
[1259] Koca gerek itiraf, gerek sükût etsin. Doğumu inkâr ederse bir kadının şahitliğiyle doğum sabit olur.
[1260] Altı ay tamamlandığında veya daha uzun sürede doğarsa neseb sabit olmaz (Hindiyye).
[1261] İki seneden daha sonraki bir sürede doğarsa, ric'î talâk olduğu takdirde yine sabit olur. O kimse, o sebeple karısına dönmüş sayılır. Bâin talâk olduğu takdirde, kocası iddia etmedikçe sâbît olmaz (Hindiyye).
[1262] Zeyd, kendisiyle gerdeğe girdiği karısı Hind'i bâin talâkla boşadıktan sonra, Hind, İddetin bittiğini ikrar etmeden iki seneden daha az bir sürede çocuk doğurursa, anılan çocuğun nesebi Zeyd'den sabit olur." (Ali Efendi)
"Ölmüş olan Zeyd'in karısı Hind, iddetin bitimini ikrar etmeden, Zeyd'in ölümünden on atlı ay geçtikten sonra bir çocuk doğursa, anılan çocuğun nesebi sabit olur." (Ali Efendi).
[1263] Hindiyye'ût böyle zikredilmiştir. Taharet kitabı'mızın "Kadınların Hâlleri" kısmının dip notunda da anlatılmıştır ki, kadın boşanır, üç hayizla iddet çıkardıktan sonra çocuk doğurursa, iddetinin bitmesinden itibaren altı ay tamamlandığında doğurursa neseb sabit olmaz. Kadın eğer kan görmemişse İki seneye kadar neseb sabit olur.
[1264] "Zeyd, zina yaptığı Hind ile evlendikten sonra, Hind evlenme vaktinden itibaren altı aydan daha önce bir çocuk doğurursa, o çocuğun nesebi Zeyd'den sabit olmaz." (Ali Efendi). Zinadan gebe bulunan kadının nikâhı caizdir. Nikâhtan sonra altı ayda ve daha fazla sürede doğurursa neseb sabit olup, çocuk ona varis olur. zira, sahih nikâhtan sonra çocuk gebelik müddeti içinde doğmuştur. Altı aydan daha erken bir sürede doğurursa nesep sabit olmaz. Çünkü çocuğu hamilelik müddetin tamamlanmasında doğurmamıştır.
[1265] Liân yoluyla kabul edilmeyecek olan çocuğun nesebini kocanın lİânsız reddetmesiyle neseb ortadan kalkmadığı gibi, onun o kabul etmeyişini karısı tasdik etse dahi ortadan kalkmaz. Çünkü nesep çocuğun hakkıdır. Kan koca onun hakkını ortadan kaldırmada tasdik olunamaz.
[1266] Zeyd karısı Hind’i üç talakla boşadıktan sonra hüllesiz evlenip cinsî münasebette bulunsa sonra Hind cinsi münasebette bulunsa sonra Hind cinsi münasebetten altı ay geçtikten sonra bir çocuk doğursa, bu çocuğun nesebi Zeyd'den sabit olur.
Zeyd zevcesi Hind’in üstüne onun-kız kardeşi Zeynep'le evlenip cinsî münasebette bulunsa Zeynep’in doğurduğu çocuğun nesebi Zeyd'den sabittir.
[1267] Bu söz ric’i talâkla boşanmış olanı da kapsamaktadır. Tenvîr'de denilmiştir ki: Ric'î talaktan dolayı iddet bekleyen kadının doğurduğu çocuğun nesebi iki seneden sonra da doğursa sabittir. İddetin geçtiğini ikrar etmediği sürece iddet süresi içinde alâkanın devam etmesi ve temizlenmenin uzaması ihtımali söz konusu oldukça yirmi sene bile geçse neseb sabit olur.
[1268] Fetva bunun üzerinedir. İmam Ebu Hanife, buna muhalif olan görüşünden dönmüştür. (Ali Efendi).
[1269] Sahih nikâh olduğuna göre Hân ile ortadan kalkmış olur. Fasit olan nikâhta ise hân yoktur.
[1270] Mükâtebe olan cariyenin satışı ve hibe edilmesi caiz olmadığı gibi, cinsi munasebette bulunulması dahi efendisine helâl değildir. Kadının uzvu ortaklık kabul etmediği için, kendisinde ortaklık bulunan cariyenin de ortak olan sahiplerinden hiç birine ıstılraşı helâl değildir.
[1271] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/360-366
[1272] Nitekim ayette: "Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır." Ahzâb: 33/4 buyurulmuştur.
[1273] "Kendileriyle Evlenilmesi Haram Olanlar" kısmmda, "Sıhriyet Sebebiyle Nikâhı Haram Olan Kadınlar"a bakınız.
[1274] "Daî" kelimesinin kıza şümulü yoksa da, bu durum genişletilerek zikrolunmuştur.
[1275] Nesebi bilinmeyen köle olduğu takdirde, neseple birlikte azat olması da sabit olduğu gibi, bir kimse, nesebi bilinen kölesi için: "Bu benim oğlumdur." demekle de köje kendinden küçük olduğu takdirde bütün imamların görüş birliğiyle; büyük olduğu takdirde Ebû Hanîfe'ye göre azat edilmiş olduğu sabit olur ki, o kimse onunhakkında azat edildiğini ikrar etmiş olur. Eğer ikrarında doğru sözlü, yani azat edildiği vâkıyse köle hem hüküm açısından, eğer yalan söylemişse yalnız hüküm açısından azat olmuş olur.
[1276] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/367
[1277] Lebîb Efendi'nin "Cevâhir-i Mültekaîa"sı Türkçe'de okunacak kitaplardandır. "Hayatta her düşenin bir bulanı vardır. Satılmayan her mal da bir gün bir pazar bulur." Lakît b. Zürara bir şairdir. Ben onun sarhoşlukla ilgili şiirini "et-Hakâ" isimli kitabımda, sahabe Abdullah b. Abdulmeddan'ın hayat hikâyesinin dipnotunda zikrettim.
[1278] Mesele dört türlüdür: Ya bir Müslüman onu Müslümanların yaşadığı bir yerde bulur, o durumda Müslüman'dır. Ya bir gayr-ı müsüm, gayr-i müslimlerin yaşadığı bir yerde bulur, o durumda gayr-ı müslimdİr. Ya da bir gayr-ı müslim, müslumanların yaşadığı yerde bulur veya bir Müslüman gayr-ı müslimlerin yaşadığı yerde bulur. Bunlarda rivayetin zahiri, bulunan mekâna itibar olunmasıdır.
[1279] El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/367-368
[1280] Her iki tâbir hadiste kullanılmıştır. "Memeden ayrıldıktan sonra süt emmek yoktur." (İbn Mâce. Nikâh 37). Bir başka hadiste: "Doğumun haram kıldığını süt emzirme de haram kılar." (el-Fethu'l-Kebîr, lf, 141). Ve: "Nesep sebebiyle haram olan, sut emme sebebiyle de haram olur. " (el-Fethu'l-Kebîr, III, 415). "Süt emzirme, açlıktan dolayıdır." (Buhârî, Nikâh 21) buyurulmuşlur.
[1281] Mûsâ (a.s.) kıssasında: "Biz daha önce ona süt verenlerin sütünü haram etmiştik." Kasas: 28/12 buyurulmuştur.
[1282] Süt kuzusuna “hamelu radî'” denir. Nitekim Zemahşerî, litvâku'z-Zeheb'in doksan dokuzuncu makalesinde: "Nice süt kuzusu yiyenler vardır ki, onlara darî adı verilen çirkin cehennem yemeği hazırlanmıştır." Der.
[1283] Meşâhiru'n-Nisâ kitabımızın "Fâtımalar" kısmını okuyunuz.
[1284] Husûmet dâvalarının faslı da aynı kelimeden olup, onların ayrılmasına hükmetmek demektir. Konuşurken sözün ayrılması da bunun gibidir.
[1285] Buna "zamânu ilsâlihi" dendiği gibi, "zamûnu lüâmihi" de denir. Hadıs-i şerifte: “Memeden ayrıldıktan sonra süt emmek yoktur." buyurulmuştu.
[1286] "Çocuğa iyi bakan sütana, usangan olan öz anadan hayırlıdır." darb-ı meseli daha önce de geçti.
[1287] Bedrin babası olan Hz. Âdem (a.s.)'e nisbetle "ademî" insanın erkeği, "âdemıye" dizisidir. "Sedy" kadın memesidir. Erkek memesine "sendûe" denir. Hayvan memesine “dar” veya "hılf denir ki, bunlar elleri ycniîen hayvanlara mahsustur. Elleri yenmeyen hayvanların memesine "tuby" denir. Çoğulları “duru’” “ahlâf” ve “atbâ”dır.
[1288] Doğum eğer aybaşında olmuşsa ehille, yani hilâlin ilk olarak görüldüğü her aynı ilk günlerine itibar olunur. Eğer ayın başlangıcında olmamışsa, her ay otuz gün itibar olunur (Meemau'l-Enhur).
[1289] Ben şu ayet-i kerimeyi kastediyorum: "...Sizi emziren sut anneleriniz... size haram kılındı." Nisâ: 4/23. Bu hüküm tahsis edilmeksizin geneldir. Ammdır. Herhangi bir haberle de tahsis olunmamıştır.
[1290] Biraz önce geçen "Doğum ile haram olan, süt emme bakımından da haram olur." hadisi gibi.
[1291] Şafiî Mezhebi'nde bir det'a emme haram kılıcı olmadığından, birkadının bir defa em-zirrniş olduğu kızı, o kadının erkek kardeşinin eş olarak alması ve evlendikten sonra Şafiî hâkime dâvayı götürerek, nikâhın sahih olduğuna hüküm verilmesi durumunda. Hanefî hâkim için o hükmü bozmak yoktur (Hayriye).
[1292] Üç yaşındayken kadının sütünü emmiş olan erkek, bir yaşındayken ondan süt emmiş bulunan kızı kendisine nikahlayıp eş edinebilir, İbn Abidîn, Tenkİhu'l-Hâmidiyye'de tasrih etmiştir.
Hind, üç yaşında olan Zeynep'i emzirse, süt emme hükmü sabit olmaz. "İki buçuk yaşından sonra vd." tâbiri haram kılma huşunda emzirme müddetinin İmam Ebû Hanîfe'ye göre iki buçuk sene olması fetva verilen görüş olduğu hakkındaki gelecek görüşe dayanmaktadır. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşü olan iki sene üzerinden de fetva verildiği, Tahtâvî ve ondan alarak İbn Âbidîn'de zikredilmiş olduğuna dayanarak mesele: "İki yaşından sonra vd." diye de nitelenebilir. "İki yaşını geçmiş olarak yirmi altı aylık olan küçük Hind'i Zeyd'in anası Zeynep emzirse, Zeyd'in Hind'le evlenmesi caiz olur mu? Cevap:
“Olur." (Mecmua-i Cedide).
[1293] (el-Fethu'1-Kebîr, III- 415)
[1294] Bir kimsenin iki karısı olup ikisi de o kocadan çocuk doğursalar ve birer çocuğu da emzirseler, emzirdikleri çocuklar baba bir kardeş olurlar. Onlardan biri kız olsa. aralarında nikâh caiz olmadığı gibi, her ikisi de kız oldukları takdirde, bir kimsenin onları bir nikâh altında toplaması, yani İkisiyle birlikte evlenmesi câiz olmaz (Hindiyye).
[1295] (Hindiyye).
[1296] Bir kadın, kendi küçük ortağını, yani kumasını emzirirse, kocası için onların ikisi de haram olur. Bunlardan büyük kadının haram oluşu ebedîdir. Çünkü adı geçen kadın kocasının kaynanası olmuştur. Küçük kadın da eğer büyük kadının kocasının gerdeğe girmiş karısı ise, o da ebedî haram olup, büyük kadın eğer o erkeğin gerdeğe girmiş karısı değilse, o kimse küçük karıyı ikinci bir nikâhta alabilir. Tahtâvî der ki: "Nikâha sonradan katılmış olan emzirme de önceki gibidir. Meselâ, bir sabiyyeyİ, süt emme çağındaki küçük kızı nikahlayıp boşayan kimse, başka bîr kadın daha alıp o kadın o sabiyyeyi emzirse, kocasına kayınvalide olmuş olduğu için haram olur. Aynı şekilde süt emen bir kızla evlenip, onu kendi annesi veya kızı yahut kız kardeşi emzirmiş olduğu takdirde anılan süt emmiş kız kocasına haram olur.
[1297] Kendi kızı kayıtsız şartsız, üvey kızı, annesiyle cinsî münasebette bulunmuş olma kaydıyla sınırlı olarak haramdır. Bu manâ süt emmede tahakkuk etmez. Nesepte dahi bu iki manânın biri bulunmasa, meselâ iki kişi arasında ortak olan bir cariye bir erkek çocuk doğurup onların her ikisi iddia etmekle çocuğun nesebi ikisinden de sabit olmak durumunda her birinin diğer kadından birer kızı olsa, her biri için ortağının kızını eş edinmek caiz olur ki, onlardan her biri neseb yönünden olan oğlunun kız kardeşini eş edinmiş olur. (Hindiyye). Bizim Elgâz-ı Fıkhiyyede de yardır.
[1298] Dâr-ı harpte vuku bulup Müslüman olmak yahut dâr-ı İslâm'a çıkmak durumunda süt emme hükümleri sabit olur (Hindiyye).
[1299] Emare ve alâmet" kelimesini tefsir edeni görmedim. Süt emen çocukların içinde bulundukları yere gidip gelmesi eksik olmayan memesi sütlü kadınların misal olması mümkündür veya o kadının çocukların bulunduğu yerde yerleşmiş olması da, süt emzirmesine kuvvetli bir delildir.
[1300] Bir erkek karısına:
"Bu benim sütkardeşimdir." der de sonra bu sözünden dönerse, tasdik edilir. Çünkü süt emme gizli kalabilen şeylerdendir. Dolayısıyla çelişkiye düşmeye engel olunamaz. Kocası, sütkardeşi olduğuna dair olan sözünden ısrar ederse, ikisinin arası ayrılır. Bundan sonra inkâr da etse onun faydası yoktur. İkrarını inkâr etse, ikrarına iki şahit varsa ayrılmaları sağlanır. Kadının ikrar etmesi hesaba katılmaz. Zira haramhk ona ait değildir.
Bu ikrardan dönmek sahihtir. Ali Efendi Fetvâlarinda zikredilmiştir ki; "Zeyd. Hind için:
"Sütkız kardeşimdir." diye ikrar ettikten sonra, Zeyd kendini yalanlayıp, Hind de Zeyd'i tasdik etse. Zeyd'in Hind'le evlenmesi caiz olur mu?” Cevap:
“Olur.”
Karı koca hakkında bir kadının mücerret:
"Ben bunları süt emme müddeti içinde emzirmiştim." demesiyle araları ayrılmaz.
[1301] İki kadının şahilliklcriyle, hâkim ayrılmalarına hükmetse hüküm geçerli olmaz.
[1302] (el-Fethu'l-Kebîr, II, 1 lî)
[1303] Dokuz ve daha yukarı yaşta olandan gelen süt rahimde döllenme ihtimaline dayanılarak haram kılıcıdır. Kuhistanî der ki: "Fakat bunun haramlığı kocaya geçmez. Hattâ onu alan kimse cinsî yaklaşmadan önce boşasa onun süt kızıyla evlenebilir."
[1304] İmam Ebû Hanife'nin görüşü oian iki buçuk sene de fetvaya esas olmuştur.
[1305] İmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed arasında süt emme müddetinin iki veya iki buçuk sene olması hakkındaki görüş farkı haram kılma hususundadır. Her iki görüşe göre fetva verilmiştir. Ama boşanmış kadına süt ücreti verilmesi gerektiği ve aynı şekilde emzirmenin anneye dinî yönden gerekliliği icmâ ile iki sene olarak takdir edilmiştir.
[1306] "Emme müddetinden sonra küçük çocuğu emzirmek veya zaruret olmaksızın karının sütünden faydalanmak caiz olur mu? Cevap:
“Olmaz." (Behcetü'l-Fetâvâ)
Bazdan onunla tedaviyi caiz görmüşlerdir. Bu da göz hastalığının onunla ideceği bilindiği takdirdedir.
[1307] (Cevhere).
[1308] Çünkü kadın, kendisine dinî olarak verilen hakkı alabilir. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/369-374
[1309] Bunların birçoğu talebelere alıştırma olarak verilebilir.
[1310] Cariyeyi satın alma (Behce).
[1311] (Netice).
[1312] (Netice).
[1313] (Behce).
[1314] (Behce).
[1315] (Behce).
[1316] (Behce).
[1317] (Behce).
[1318] (Behce).
[1319] (Behce).
[1320] (Netice).
[1321] (İbn Nüceym).
[1322] (Netice).
[1323] (Netice).
[1324] (İbn Nüceym). Feyziye'de cinsî münasebette bulunmuş olmak kaydı da bulunmayarak: "Zeyd'in, emme yoluyla babası olan Amr'ın boşadığı karısı Hind'le evlenmesi caiz olmaz." denilip Bezzaziye'den: "Babanın nikahladığı kadın ve oğlun nikahladığı kadın haramdır. O ikisinde akdin bizzat kendisiyle haramlık sabittir. Oğlun oğlu ve kızın oğiunun nikâhlı karısı da geçen gibidir. Süt emme cihetinden de hüküm böyledir." ibaresi naklolunmuştur. Netice'de de: "Süt yönünden babasının boşadığı karısını almak caiz olmaz." denilmişiir.
[1325] (Feyziye).
[1326] (Netice).
[1327] (Ali Efendi).
[1328] (Netice).
[1329] (Netice).
[1330] (Netice).
[1331] Behce ve Feyziye'de geçtiği gibi. Önce de geçtiği gibi, evlât edinileninki buna aykırıdır.
[1332] (Feyziye)
[1333] (Feyziye).
[1334] (Behce).
[1335] (Netice).
[1336] (Behce).
[1337] (Netice).
[1338] (Behce ve Feyziye). Yayıncının Notu: Bu yazı Mehmed Zihni Efendi'nin Nimet-i islâm İslâm Mecmuası Yayınları adlı eserinden alınmıştır. El-Hac Mehmed Zihni Efendi, İslamda Kadın Hakları, Rehber Yayınevi, Ankara, Eylül 1993: 2/374-376