Abdest Alırken Bir Organı Yıkamayı Unutmak
Abdestli Kişinin Kadına Dokunması
Alkol Kabına Abdest Suyu Konur Mu?
Cuma Hutbesi Ve Cumadan Önce Kur'ân Okumak
İmam Ve Hatip Ayrı Kimselerden Olabilir Mi?
İmam Ve Hatip Ayrı Kimseler Olabilir Mi?
Güneş Tutulması Esnasında Namaz Kılmak
Namaz Kılarken Tehlikeli Bîr Şey Görmek
Namazda Zihin Karışması Ve Şüphe Etmek
Kocanın Hanımını Namaz Kılmaya Zorlaması
İçerisinde Kabir Olan Camide Namaz Kılmak
Camide Yüksek Sesle Okumak Veya İbadet Etmek
Kur'ân Okunurken Namaz Kılmak (I)
Kur'an Okunurken Namaz Kılmak (II)
Namazlarda Sesli Ve Gizli Okumak
Sureleri Birbirine Karıştırarak Okumak
Sabah Ve İkindi Namazlarından Sonra Nafile Namaz Kılmak
Oruç Tutan, Fakat Namaz Kılmayan Kimsenin Durumu
Arabçadan Başka Bir Dil Île Namaz
Radyoya Uyarak Namaz Kılınır Mı?
Namazı Müteakip Tesbihat Yapılması
Namazı Uzun Mu Yoksa Kısa Mı Kılmalı?
Namazda Aynı Sure Veya Ayetleri Okumak
B. Hz. Peygamber'in Kuşluk Namazı Hususundaki Uygulaması
C. Kuşluk Namazının Rekat Sayası
E. Kuşluk Namazında Okunacak Şeyler
Namaz Kılanın Önünden Köpek Geçse Ne Olur?
Hutbe Okunurken Selama Cevap Vermek Soru:
Müslüman Olmayanların Parası İle Cami Yapmak
Bir Anne Çocuğuna Namazı Nasıl Öğretir?
3. Mekruh Olmaksızın Caiz Olma Vakti.
8. Mekruh Olmakla Beraber Namaz Kılmanın Caiz Olduğu Vakit.
Duyu Organları Sağlam Olmayanın Namazı
Namazı Kasıtlı Olarak Geçirmek
Cuma Hutbesi Sırasında Dua Etmek Veya Teşbih Söylemek
Salgın Hastalık Ve Cuma Namazı
Sesli Ve Sessiz Kılınan Namazlar
Tahiyyet'ül Mescid Namazı (II)
Namaz Esnasında Geçmiş Namazı Olduğunu Hatırlamak
Namazın Farzlarından Birini Yapmamak
Arabça Olmayan Bir Lisan İle Namaz Kılınır Mı?
İki Namazı Birleştirerek Kılmak
Birden Fazla Camide Cuma Namazı Kılmak
Cuma Hutbesi Sırasında Namaz Kılmak
Kadınla Erkeğin Yanyana Namaz Kılması
Müslüman Olmayan Kimse Camiye Girebilir Mi?
Namazda Kadının Kanama Görmesi
Namazda Geçmîş Namazı Kılmadığını Hatırlamak
Günah İşlemek İmam Olmaya Engel Midir?
Namaza Devam Etmek Ve Namazı Korumak
Zekât Ve Sosyal Hizmet Kurumları
Dinî Görevini Tam Yapmayanın Zekâtı
Fitre Ve Oruç Arasındaki İlişki
Günümüzde Altın Ve Gümüşün Zekâtı
Geçmişlerin Ruhuna Kurban Hediye Etmek
İnsanın kendi halini bilip idrak etmesi, nerde durduğunu işaretlemesi bakımından önemlidir. Yolun ve yönün tayini için bulunulan konumun bilinmesi esas olduğundan müslümanın da bulunduğu halin ilmini bilmesi zorunludur.
Elinizdeki bu eser temel fıkhî soru ve sorunlara karşılıklar bulmanın ötesinde güncel fıkhî sorunlara da temas ediyor. Üstelik kolay anlaşılır bir dil ve üslûpla.
Müellifinden mütercimine, redaktöründen dizgicisine kadar yoğun ve özverili bir çabanın ürünü olan bu eserle, yayınevi olarak, "ümmeti gözetme" adına, hayırlı bir iş yaptığımız kanaatindeyiz. Yeri gelmişken, burada, Temizlik, Namaz, Zekat, Oruç, Hac, Cenaze, Meşhur Şahsiyetler, Kutsal Yerler, Din-Devlet İlişkisi, Mezhepler-Fırkalar, Filistin, Yahudiler ve Diğerleri, Tasavvuf, İslam Fıkhı Ansiklopedisi denemesi, Malikî Mezhebi ve Siyonizm Düşmanlığı başlıklı bölümlerin Mustafa Özcan'a, Kur'an ve Tefsir, Peygamberimiz ve Hadis-i Şerifler, Çeşitli Meseleler (5. 6. 7. Cilt), Ramazanda Meşhur Olaylar, İslâmiyet ve Üretim, İslâm Şairi Hocalanm ve Ekim ve Tekbir Nidaları adlı bölümlerin mütercimi Dr. Ahmet İyibildiren'e, Aile (evlilik), Boşanma, Muamelat, Yiyecekler-İçecekler, Cihad ve Kuvvet, Çeşitli Meseleler (1. 2. 3. 4. Ciltler), Peygamberimizin Hayatında Sosyal Yönler ve Had Cezalan bölümlerinin mütercimi Bekir Ağlamaz'a redaktörümüz Ertuğrul Özalp'e dizgicilerimiz Ali ve Zübeyir Çiftçi'ye eserin oluşmasında gösterdikleri gayretten ötürü teşekkür ederiz.
Yepyeni kitaplarla karşınıza çıkmada ve taze umutları yeşertmede bir adım olması ümidiyle.
Gayret bizden tevfik Allah'tan.
Özgü Yayınları
Bu kitapta cevaplandırılan sorular yaşanan hayatın problemlerine ve dünya işlerine ait sorulardır. Verilen cevaplar soru sahiplerini ve diğer insanları dinî hükümlerle irtibatlandırmakta ve onlara İslâm fıkhı ve şeriat hükümleri hususunda bir nebze bilgi vermektedir.
Çeşitli meselelerde dinin hükmünü arayıp öğrenmek insanlara gerekli ve lüzumludur. Bu hükümleri ortaya koymak ve insanlara anlatmak da âlimlerin, insanları aydınlatacak olanların görevidir.
Hz. Peygamber (s.a) bu gerekliliği şu sözleriyle anlatmıştır:
Kim bilgi edinmek üzere bir yola girerse Allah (c.c) ona pennetin yolunu kolaylaştırır. (Buharı)
Allah'ın (c.c) senin aracılığınla bir kimseyi hidayete erdirmesi dünyanın en güzel nimetlerinden daha hayırlıdır. (Buharî)
Dinin asıl kaynağı olan Kur'an'da -ki, kendisinde hiç bir yönden eksiklik yoktur- şöyle buyuruluyor:
Mü'minlerin hepsinin toptan sefere (savaşa) çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve (savaşa giden) kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki, sakınırlar. (Tevbe/122)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:
Allah (c.c) hayrını murad ettiği kişiyi dinde fakih (dini iyi bilen ve anlayan) kılar. (Buharı)
Fıkıh kelimesi anlayış ve uyanıklık demektir. İslâmî bir terim Allah'ın hükümlerini bilmek demektir.
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe fıkhı şöyle tarif etmiştir; "Fıkıh kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir". İşte bu bilgi yaşanır hâle gelince dünya ve âhiret hayatı düzgün bir hâl almış olur.
Hz. Peygamber (s.a) Kur'an'ın tercümanı lakabı ile anılan Abdullah b. Abbas için şöyle dua etmiştir:
Allahım! Onu dinde fakih yap ve ona te'vîli öğret (Buharı).
Kur'an'ın pek çok âyetinde fıkha ve onun yararlarına işaret edilmiştir. (Fıkıh kökünden türetilmiş kelimeler, Kur'an'da yirmi âyette geçer). Bu cümleden olmak üzere "Anlayan bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık" (Duyurulmaktadır.)
Öte yandan anlayış sahibi olmayanlar da Kur'an'da kınanıp kötü-lenmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar anlamazlar. (Mü-nâfıkûn/3)
Andolsun biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için ya-ratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla duymazlar. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. (A'raf/179)
Menar tefsirinde Kur'an'da konusuna şöyle temas edilmiştir:
Fıkıh kelimesi Kur'an'da yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan ondokuzu fıkıh kelimesinden kastedilenin dikkatli bir anlayış ve kendisinden faydalanılan derinlemesine bir bilgi olduğunu göstermektedir. Bu âyetlerin en açığı kâfirlerin ve münafıkların anlayış sahibi olmadığını ifade eden âyettir. Çünkü onlar asıl maksadın kendilerinden anlamanın nefyedilmiş olduğunu kavramadılar ve ince bir anlayışın, fayda verecek derin bir bilginin yararından mahrum oldular. Hz. Şuayb'ın kavminin sözünü anlatan: "Dediler ki: "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz" (Hud/91) âyetindeki ifade de bu kabildendir.
Her ne kadar yüzeysel bir bakışa göre bu âyet, yukardakilerin dışında gibi görünüyorsa da öyle değildir. Zira Hz. Şuayb'ın söylediklerini kavmi anlıyordu. Çünkü onların dili ile konuşuyordu. Şu kadar ki onlar Hz. Şuayb'a inanmadıkları ve ona gereken saygıyı göstermedikleri için, onun sözlerindeki incelikleri ve gösterdiği hedefleri kavrayamıyorlardı. Zira onun söyledikleri kendilerinin nevalarına, heveslerine ve geleneklerine uymuyordu. Bu yüzden Hz. Şuayb'ın söyledikleri hakkında gereği gibi düşünemiyor ve ibret alacak bir kavrayış gösteremiyorlardı.
Fıkıh kelimesinden türeyen kelimelerin Kur'an'da yirmi yerde geçtiğini belirtmiştik. İşte onların birinde şöyle buyuruluyor:
Allahım! Dilimdeki bağı çöz ki onlar sözümü anlasınlar. (Tâhâ/27-28)
Bu âyetteki ifade daha önceki manaya ters düşmez. Zira dine davet eden, uyaran ve öğüt veren kişinin düzgün konuşması onun söylediğini iyice düşünmeye ve iyi bir şekilde anlamaya yardımcı olur.
Bu kitaptaki sorulara cevap olarak zikredilen fetvalar Yes'elüneke adı altında toplanmak suretiyle bu kitabı meydana getirmiş bulunuyor. Kur'an'dan alınan bu kelime, bizim kitabımızı da zinetlendirmiştir. Kur'an'da tekrar tekrar zikredilen bu kelime, gerek hayat, gerekse dinle ilgili konularda vârid olmuştur.
"Sana soruyorlar" anlamına gelen bu isim altındaki sorular topluluğu cevaplarıyla birlikte pek geniş ve çeşitli bir durum ortaya koymaktadır. Dolayısıyla hem dini, hem yaşanan hayatı ilgilendiren pek çok konuyu içine almaktadır.
Kur'an'm indiği dönemdeki insanların sorduğu sorulardan anlıyoruz ki, soru sahipleri pek çok alanlarla ilgilidir. Bu sorulara Kur'an'ın verdiği cevaplar hakîkaten çok güzeldir.
Kur'an'ın indirildiği çağda sorulan sorular ve bunlara Kur'an tarafından verilen cevaplar şunlardır:
Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: "Onun ilmi ancak rabbimin katındadır". (A'raf/187)
Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Onu sen nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi (o konudaki en son bilgi) rabbine aittir. (Nâziât/42-44)
Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh rabbimin emrindedir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (İsra/85)
Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: "Rabbim onları ufalayıp sa-vuracak." (Tâhâ/105)
Sana hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: "Onlar, insanlar ve (özellikle) hac için vakit ölçüleridir." (Bakara/189)
Kendileri için nelerin helâl kılındığını senden soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır." (Maide/4)
Sana (Allah uğrunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "Maldan harcadığınız şey, ana-baba, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular içindir". (Bakara/215)
Sana (iyilik yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaç fazlasını". (Bakara/219)
Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: "Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır". (Bakara/220)
Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük günahtır". (Bakara/217)
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: "Ganimetler Allah ve Peygambere aittir". (Enfâl/1)
Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak günahları faydasından daha büyüktür". (Bakara/219)
Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlarınızdan uzak durun". (Bakara/222)
Sana Zülkameyn hakkında soru sorarlar. De ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım". (Kehf/83)
Hz. Peygamber'e sorulan sorular Kur'an'ın bildirdiğine göre şu konulardadır: Gayb âlemi yani âhiret, ruh, tabiat olayları, yiyecekler, hayır için harcama yollan ve şekli, yetimlere nasıl muamele edileceği, savaş ve ganimetler, haram kılınanlar, evlilik hayatı ve tarihte geçen kimseler.
Görüldüğü üzere sorular çok çeşitli, cevapları da Kur'an'a yaraşır bir üsluptadır. İşte bu sebeple biz de kitabımıza "sana soruyorlar" anlamına gelen Yes'elûneke adını verdik.
Kur'an inanan kimseler için en büyük örnektir. Kur'an'da bu kadar çeşitli konularda sorular ve cevapları bulunduğuna göre bizim kitabımızda da akaid, ibadet, mumamelât, ahlâk, kişinin ferdî, ailevî, sosyal meseleleri, peygamberler, tarih gibi çeşitli konularda soruların bulunmasında bir gariplik yoktur.
Kitabımızda bulunan çeşitli konulardaki sorular pek çok yerden mektuplarla sorulmuştu. Bana iletilen bu sorulara gücüm yettiğince cevap verdim. Bu cevaplar soruyu soranlarla birlikte yayını izleyen dinleyicilere radyo yoluyla duyruldu. Ancak bilginin yazıya geçirilmesi ve yayınlanması daha iyi sonuçlar verir. Bu noktadan hareketle bana gelen sorulara verdiğim cevapların kitap haline gelmesini arzu ettim. Böylece kitabı okuyanların faydalanmasını ve bana da faydalı tenkitlerin gelmesini istedim.
Sorulara verdiğim cevaplarda her şeyden önce Kur'an'dan yararlandım. Çünkü o sözlerin en hayırlısıdır. Cevaplarımda Kur'an'dan sonra sahih hadislerden yararlandım. Zira Hz. Peygamber (s.a) "Sünnetimden ayrılmayın" (Tirmizî) buyurmuşlardır. Bu iki ana kaynaktan sonra sahabe ve tabiînin sözlerinden ve meşhur dört mezhepten yararlandım. Cevaplarımda genellikle insanlara kolaylaştırıcı olmaya çalıştım. Çünkü Peygamberimiz (s.a) "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmuşlardır. (Buharî)
Soru sahibi belirli bir mezhebin hükmünü sormuş ise cevabı ona göre verdim ve mezhebin hükmünü kesin bir şekilde belirttikten sonra, sorunun ilgisi nisbetinde çeşitli yönlerden konuyu aydınlatıcı bilgiler ekledim.
Cevap verirken çok uzatmamaya, ancak kısa da cevap vermemeye çalıştım. Bu hususta orta bir yol tuttum. Fıkıh ilmi ile ilgili ıstılahları (terim) da mümkün olduğunca az kullanmaya çalıştım. Şayet durum bir fıkhî terim kullanmamı gerektirdiyse okuyucunun kolay anlayacağı ifadelerle terimi açıkladım.
Cevapları hazırlarken başvurduğum kaynaklara gelince; bunların pek çok olduğunu söyleyebilirim. Bunlar arasında İslâm âlimleri tarafından miras bırakılan çok geniş fıkıh kitapları var. Ayrıca tefsir, hadis tarih ve lügat kitapları da kaynaklarımız arasında yer alıyor.
Burada şunu ifade etmeliyim: Herhangi bir soruya kısaca cevap vermek isteyen kimse pek zorluk çekmez. Ancak uzun mütâlalardan sonra özlü bir cevap vermek kolay değildir.
Kitabımızın adının Yes'elüneke olması İslâm'ın bir özelliğini yansıtmaktadır. Bu Özellik İslâm dininin insanın yaşadığı hayat ile dini birbirine bağlamasıdır. İslâm dünya ve âhiret işlerini birlikte düzenleyen bir dindir. İslâm ruh ile maddeyi aynı paralelde geliştirir. Bu meziyeti uzun bir süredir dile getirmeye ve sık sık hatırlatmaya aşırı bir özen gösterdim. 1959'da çıkan Müslümanların İlerleme Yolları isimli kitabımda şöyle demiştim: "İslâm'da güç, medeniyet, mutluluk ve güzel muameleyi elde edecek sebepler vardır. Bunlar müslümanları İslâmiyet'i anlamakta başarılı olan müslümanları, onun prensiplerine samimiyetle sarılıp uygulayan idarecileri- yüceltmeye yeterlidir.
İşte bu müslümanlar izzet ve saadetin zirvesini hedeflemişlerdir. Zira İslâmiyet, din ve hayatı, ibadet ve çalışmayı, beden ve ruhu, akıl ve gönülü, ilim ve ahlâkı, güzellik ve hikmeti, birlikte isteyen ve gerçekleştiren bir dindir.
İslâmiyet kişilik ve karakter temizliğini, ruh yüksekliğini hedeflemiş, toplum içinde ferdi güçlü kılmış, aileyi düzene kavuşturmuş, halkın yönetimini huzurla gerçekleştirmiş ve dünyanın acılarını hafifletmiştir.
1965'de çıkan islâm ve Ekonomi isimli kitabımda şöyle demiştim: "Allah'ın biz müslümanlara lütuf ve ihsanıdır ki, bizleri dosdoğru yola ve hakka yönelten mükemmel bir din gönderdi. Hz. Allah şöyle buyuruyor:
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum/30)
İslâm öyle bir dindir ki, maddeye lâyık olduğu ilgiyi göstermiş, hakkını vermiştir. İslâm maddeye gereken önemi vermiş, mü'minleri çalışmaya, sa'y u gayrete ve kazanmaya yöneltmiştir. Onları üretime, ekonomik (tutumlu) davranmaya, kazandıklarını biriktirip gerekli olacağı günler için saklamaya teşvik etmiştir. İslâm, müslümanları güçlü olmanın sebeplerini elde etmeye teşvik ederken onlan taşkınlık yapmaktan ve düşmanca davranmaktan men etmiştir. İnsanlar arasında dayanışma ve paylaşmayı teşvik ederek, birbirlerini küçük düşürme ve iftira yoluna sapmayı yasaklıyor.
İslâm ruha da hakkını vererek gereken ilgiyi gösteriyor; mü'minleri temizliğe, ibadete, faziletli olmaya, güzel ahlâka, Allah korkusuna çağırıyor.
İşte İslâm böylece dünya hayatının istekleri ile âhiret hayatının gereklerini uyum halinde karşılamayı gerçekleştiriyor. Bunu en güzel şekilde tasvir eden hikmet dolu ifadeye bakalım: "Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecekmişcesine ahiret için çalış.[1]
Zikrettiğimiz rivayet kaynakları için bakınız Mutar'ul Ehâdis en-Nebeviyye, Ahmed Haşimi, s. 25; Levâmi'ul Ukûl, Giimüşhânevî 1/488)
1968 yılında çıkan Din Hayat İçindir isimli kitabımın girişinde şunları yazmıştım: "Din hayat içindir. Bu benim uzun bir süreden beri haykırarak tekrarladığım bir şeydir. Çünkü ben inanıyorum ki, yüce Allah dini sadece ibadet edilsin diye göndermemiştir. İbadetten başka hiç bir şeyle ilgilenmemek suretiyle dindarların olumsuz bir yaşayış içinde olmalarını, her şeyden el etek çekmelerini veya ezik, zayıf bir hayat yaşamalarını yahut insanların ruh hastası olmuş gibi hayâl ve rüya âleminde yaşamasını istememiştir.
Bilakis İslâmiyet, müslümanların hayat yolunu aydınlatan, gönüllerini uyandıran, anlayış ufuklarını genişleten, bedenî yapılarını sağlıklı ve güçlü kılan, ahlâkî değerlerini yücelten, maddî ve manevî yönden hayatlarını yükselten bir dindir. Gönderiliş amacı budur. Bu özellikleriyle İslâmiyet evrenseldir. "(Rasûlüm) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiyâ 107). Ve "Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Çünkü o size çok düşkün, mü'minlere karşı pek şefkatli (ve) merhametlidir" (Tevbe/128) âyetlerinde işaret edildiği gibi.
Bunları söyledim, şimdi de söylüyorum, Allah dilediği sürece ilerde de söylemeye devam edeceğim.
Prof. Dr. Ahmet Şerbâsî
Her müslüman, ebedi saadete ve Allah'ın rızasına erişebilmek için İslâmi hükümleri öğrfenip yaşamak zorundadır. Bu hükümlerin bir kısmı muhkem olup kitap ve sünnette yer almıştır; zaman, mekan ve örfün değişmesiyle, değişmesi mümkün değildir. Bir kısmı da zaman, mekan ve örf gibi etkenlere göre değişime kabil olduğundan içtihada bırakılmıştır. Zaman, mekan ve örf gibi etkenlere göre ayarlanır. "Şartların değişmesiyle hükümler de değişir" usûl kaidesi buna matuftur. Bunun için İslâm tarihinde kitap ve sünnetin ışığı altında İslâm hukukçuları zamanın ihtiyacını karşılamak için fıkıh alanında binlerce eser verip evrensel hukuka ışık tutmuşlardır. Ancak her asrın, hatta her asır diliminin ayrı ayrı özellik ve vakaları vardır. Bin yıl önce İslâm hukuku alanında içtihada dayalı yazılmış eserler sonraki asırlarda özellikle medeniyet ve değişimin çağı olan 19 ve 20. asırların ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Mesela asrımızda kan nakli, organ nakli, tüp bebek, teminat mektubu, kredi-kartı ve borsa gibi binlerce mesele vardır. Daha önceki asırlarda olmadıklarından hiçbir İslâm hukukçusu bunlardan söz etmemiştir ve fıkıh kitaplarında bunların hükümlerine rastlamak mümkün değildir. Binaenaleyh Kur'an ve sünnetin ışığı altında bunların hükmünü belirtmek lazımdır ve nitekim asrımızın fakihleri bunların hükmünü açıklamışlardır.
Şunu ifade etmek isterim, bugün her devletin normal yasama organı vardır ve ortaya çıkan problemleri çözmek için kanun çıkarmak zorundadır. İslâm dini de bunu emretmektedir. Peygamber (s.a) Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak tayin etttiğinde "Sen Yemen'e gidiyorsun, herhangi bir mesele sana intikal edince nasıl davranacaksın" diye sordu. Muaz b. Cebel şöyle cevap verdi: "Ben önce Kitaba müracaat ederim, onda hükmünü bulursam ne âla, bulamazsam sünnete müracaat ederim onda da bulamazsam içtihad ederim."
Bunun üzerine Hz. Peygamber "Allah'ın Rasûlü'nün elçisini, Allah'ı ve Rasûlü'nü memnun eden yola muvaffak eden Allah'a hamdede-rim" buyurmuştur.
Asnmızdaki müctehidlerin İmam-ı Azam ve İmam Şafii gibi müç-tehidi-mutlak olmaları şart değildir. Buna hacet de yoktur. Ortaya çıkan meselelerin hükmünü belirtecek kadar içtihad yeteneğine sahip olmaları yeterlidir. Allah'a şükür asamızda bu tip fakih ve müçtehidleri-miz vardır. Bunun için her İslâm ülkesinde Din İşleri Yüksek Kurulu ve Fıkıh Konseyi gibi isimlerle isimlenen kurullar mevcuttur. Bir çok İslâm ülkesinde bulundum ve bir çok toplantıya katıldım ve gerçekten asrımızın ihtiyacını çözebilecek büyük İslâm hukukçuları gördüm. Vakaları vuzuha kavuşturabilecek kabiliyeti haizdirler. Ve bunlardan biri de El-Ezher ulemasından Prof. Dr. Ahmet El-Şarbasi'dir. Bu zat bu alanda çok eser vermiştir. Bunlardan bir de Yeseluneke ani'd-Din ve'l-Hayat isimli kitabıdır. Bu kitab binlerce meselenin hükmünü belirtmiştir. Allah ondan razı olsun. Meselelerde tartışma olabilir, bu tabiidir. Mezhep ve fakihler arasında sayılmayacak kadar ihtilaf vardır. Hüsnü niyetle yazıldıktan sonra yanlış da olsa sevabı vardır. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Müçtehid isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap alır.
Türkçesi güzel olduğu gibi Arabçası da güzel olan Mustafa Öz-can, Dr. Ahmet İyibildiren, Bekir Ağlamaz beylere bu eseri Türkçe'ye kazandırdıkları için tebrik ederim. İnşaallah müslümanlar ondan istifade edeceklerdir. İleride nice güzel eserler vermelerini Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim.
Halil Günenç
Değerli âlim Ahmed eş-Şerbâsî'nin Yes'elûnek adlı hacimli eseri, müellifin bir âlim vefüniversite hocası olarak, kendisine sorulan yüzlerce sorunun pratik cevaplarından oluşmaktadır. Bu haliyle eser elbette, ele aldığı konulan derinlemesine incelemekten çok, halkın günlük ihtiyaçlarına çözüm bulmayı hedeflemiştir. Bu itibarla onun fıkhı araştırmalara kaynak teşkil etmesini beklememek gerekir. Ancak tercümesine güzel bir indeks de yapılması halinde pek çok konu hakkında ilk bakışta bilgi edinmeye yetecek bir elaltı kitabı olmaya layıktır. Bu yönüyle o aynı zamanda, sadece fıkhın değil, diğer bütün İslâmî ilimlerin de bir özeti ve ilk başvuru kitabı halindedir. Bu özellikleriyle tercümesinin faydalı hizmetlere vesile olabileceği kanaatindeyim.
Doç. Dr. Faruk Beşer
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
ÖĞRETİM ÜYESİ
Sorulu-Ccvaplı İslâm Fıkhı-C.l. F.2
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla
Âlemlerin rabbi Allah'a hamd ü senalar, elçisi Hz. Muhammed'e ve onun âl ü ashabına salat ü selamlar olsun.
Okuyucularımızın bu eserden yeterince yararlanabilmesi için bazı hususların bilinmesine ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
1. Eserin orijinali 7 cilttir. Birinci cildin ilk baskısının ne zaman yapıldığını bilmiyoruz. Zira elimizde bulunan birinci cilt, üçüncü baskıdır, üzerindeki tarih ise 1972'dir. Ancak 3. cildin önsözünde yazar, birinci cildin 1970 yılında çıktığına işaret etmektedir. 3. 4. ve 5. ciltler 1977, 6. ve 7. ciltler ise 1981 yılında basılmıştır.
Demek oluyor ki, kitabın orijinalinin 11 yıllık bir basım süreci vardır.
2. 7 ciltlik bir eserin bir defada basılmamasının doğal bir sonucu olarak namaz, oruç, hac, nikah ve diğer konular, soru ve cevaplar farklı olmakla beraber her ciltte tekrarlanmıştır. Pratikte eserden yararlanmayı güçleştirecek bu düzenlemeyi çeviriden sonra değiştirdik. Her ciltte bulunan aynı ana başlık altındaki konulan bir araya getirdik.
3. Yaklaşık çeyrek asırlık bir zamandan fazla bir süreden beri ülkemizde tefsir, fıkıh, hadis gibi ilim dallarında pek çok telif ve çeviri değerli eserler yayımlanmış bulunuyor.
"Böyle bir ortamda elimizdeki bu eserin çevirisine niçin ihtiyaç duyuldu?" gibi bir soru hatıra gelebilir. Kanaatimizce eserin özelliklerini tanıtmak bu sorunun cevabı olacaktır. Bu eseri alışılmış klasik ilmihal ve fıkıh kitaplarından ayıran bir takım özellikler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a. Fıkhi konuları ele alan pek çok ilmihal kitabında sadece helal, haram, mekruh gibi ifadeler kullanılarak meselenin hükmü bildirilmekle yetimimi ştir. Aslında bu özellik o eserler için bir eksiklik değildir. Zaten bizim amacımız da bu hususu belirtmek değildir. Ancak pek çok ilmihal kitabı ile bu kitap karşılaştırılınca ve okuyucularımız eseri okumakta ilerledikçe şunu farkedeceklerdir: Genellikle bir fıkhi hüküm bildirildiğinde bu hükmün hangi ayet veya hadisten alındığına işaret edilmiş ve aynca hükmün mantıki gerekçeleri de söylenmiştir.
b. Bu kitap, sadece fıkhî konulan ele almamış, fıkhın yanında tefsir, hadis, akaid, tarih, siyer, biyografi ile ilgili konuları açıklığa kavuşturduğu gibi, belli bir ilim dalına girmeyen çeşitli meselelere de değinmiştir.
c. İslâm dünyasında meşhur olan dört mezhebin hepsinin de yaşandığı bir ortam olan Mısır gibi bir ülkede bu eserin kaleme alınması ve yer yer bu mezheplerden her birine değinilmiş olması, eseri bir kültür mozayiği durumuna getirmiştir.
Eserin dilimize çevrilmesi hem bu hem de kardeş bir ülkenin dini hayatına ait özellikleri zaman zaman ortaya koyan yönüyle ayn bir kültür zenginliği olacaktır.
d.Yazar 5. cildin önsözünde bu kitabın bir ansiklopedi gibi olduğunu söylüyorsa da, eser teknik anlamda bir ansiklopedi değildir.
Ancak 5. ciltte İsraf, A'ma, İhmal ve itkan maddeleri çok detaylı bir şekilde ansiklopedi tarzında kaleme alınmıştır.
4. Bazı bilimsel terimlerin çevrilen dilde tam karşılığı bulunmadığından, bulunsa bile terimlerin çevrilmesi bazen anlaşılmaz sonuçlara sebep olduğundan, deyim ve ıstılahlar (terimler) olduğu gibi bırakılmıştır. Bundan dolayı kitabın sonuna bir sözlük eklenmesi uygun görülmüştür.
5. Eserin aslında geçen şiirler çeviri sırasında mümkün oldukça şiir formunda tercüme edilmiştir. Ancak zaruret nedeniyle ister istemez bazı ekleme ve çıkarmalar kaçınılmaz olmuştur.
Tercümede mota mot çeviri yerine manayı ifade edecek tarzda bir yol tutulmuştur.
6. Yazarın bazı, fıkhi meselelerde Hanefi mezhebine uymayan ifadeleri ile ilgili olarak, dipnotlarda bilgi verilmiştir.
7. Yazar, Mısırlı oluşu sebebiyle ülkesini ilgilendiren konularda milliyetçi fikirler ifade etmiştir. Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi alimlere sempati duyması, Ezher üniversitesi ile ilgili ifadeleri, Mısır-İsrail savaşının Ekim ayında olması sebebiyle Ekim zaferini ele alışı bu kabildendir.
Yazarın bu türden ifadelerinin hepsine katılmak söz konusu olmasa da, daha önce ifade ettiğimiz gibi bunu bir kültür mozayiği ve hoş görü anlayışı içinde değerlendirmek yerinde olur düşüncesindeyiz.
8. İfadelerde bütünlüğü sağlamak amacı ile, orijinalde karşılığı olmadığı halde zaman zaman ilave kelime ve cümleler kullanmak gereği ortaya çıkmış, bu durumda tarafımızdan kullanılan ifadeler parentez içinde gösterilmiştir.
9. Kitapta geçen ayetlerin ait olduğu sûre ve ayet numaraları, ayetin mealinden sonra parantez içerisinde gösterilmiştir. Hadislerde ise yazarın kitapta yaptığı gibi hadisin hangi kaynakta olduğunu ifade etmek için kitap adı zikredilmekle yetinilmiştir.
10. Eserin orijinalinin her cilti için yazar tarafından bir önsöz yazılmış, bazı ciltlerin birden fazla basılması durumunda her baskı için bir önsöz yazıldığı olmuştur. Bu önsözlerin hepsini çevirmek yerine, daha detaylı bilgiler içerdiği âçin yazarın birinci ciltteki ilk baskıya yazdığı önsöz çevirilmekle yetinilmiştir.
Bir yıldan fazla mesai verdiğimiz bu çeviri çalışması ile ortaya çıkan bu eserin dini bilgiler ve genel kültür alanında yararlı katkıları olması, hem ümidimiz, hem temennimizdir.
1980 yılında Allah'ın rahmetine kavuşan yazar'a Cenab-ı Hakkın cennet ve cemali ile ikramda bulunması, hem onun için, hem kendimiz için hem de okuyucularımız için ilâhi rızaya nailiyet niyazımızdır.
Başarı Allah'tandır.
Çevirmenler:
Mustafa ÖZCAN
Dr. Ahmet İyibildiren
Bekir Ağlamaz
SORU: Hocalarınızın kimler olduğu hakkında bize bilgi verirsiniz?
CEVAP: İlk ve en büyük üstadım Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'an benim bu dünyada dilimi açan ilk kitaptır. Bana harfleri doğru bir şekilde nasıl çıkaracağımı, kelimeleri açık ve anlaşılır bir şekilde nasıl telaffuz edeceğimi ve Arab edebiyatının en güzel Örneğini Kur'an öğretti. Ben başlangıçta Kur'an'ı düz beyaz ahşap bir levha üzerine yazarak öğreniyordum. Bu aynı zamanda benim yazımı güzelleştiriyor ve düzeltiyordu.
Kur'an, bana ezber yapmanın yolunu da öğretti. Benden tahtaya yazdığım kısmı ezberlemem, sonra da kamıştan yapılmış bir kalemle ve mürekkeple yazdığım bu yazıyı silmem, sonra aynı şekilde ikinci bölümü yazmam ve ezberlemem isteniyordu. Bu kalemi el-Gâb diye isimlendirmiştik. Bundan sonra da hayatım boyunca Kur'an'la meşguliyetim devam etti. Her sabah ve her akşam Kur'an'ı devamlı okudum.
Ben Kur'an'ı bir delikanlı iken ezberlemiştim. Sonra onu zihnimde muhafaza etmek için hep uğraştım. Kur'an'ın nuru, sarf, nahiv, belagat ve edebiyat kaidelerinin deliUendirilmesinde, fıkıh konulannda ve Ezher'in enstitülerinde ve fakültelerinde öğrendiğim diğer ilimlerde hep benim yolumu aydınlattı. Tefsir ilmine yöneldiğim zaman önümde onun anlam ve ibretleri konusunda Kur'an'la irtibatlı geniş kapılar açıldı. Kur'an ile arkadaşlığım hep devam etti veya Kur'an1 in benimle olan arkadaşlığı hayatın yollarından geçerken benim önümü aydınlattı.
Hastalanıp yatağa bağlandığım vakitler oldu. Uzun veya kısa süreler yatakta hasta yattığım zamanlar oldu. Tertil üzere okunan Kur'an'a üç beş saat kulak vermek beni teselli ediyor ve huzur buluyordum. Yüce Kur'an'ın ibarelerini dinlerken hoş bir zevk hissediyordum. Daha önce Kur'an'ı defalarca okumuştum ve imaları üzerinde bol bol düşünmüştüm. Kur'an'ı tegannisiz ve makamsız sadece tertil üzere okumayı, diğer her hangi bir yolla okumaya denk görmüyorum.
Okunuşlarında şüpheye düşülen kelimelerin harekelenmesinde Kur'an'ın insana çok yararlı zengin bir sözlük mesabesinde olduğuna dair pek çok defa öğrencilerimin dikkatlerini çekmişimdir. Hep hatırlarım, öğrenci iken amile fiilinin mim harfinin üstün mü, esre mi olduğunu karıştırmıştım. Sonra "men amile sâlihan feli nefsin" ayetini hatırladım ve bu mim'in ezberlediğim gibi esreli olduğuna kanaat getirdim. Daha böyle pek çok örnek vardır.
Sen de herhangi bir kelimenin harekelenmesinde tereddüt edebilirsin. O kelimenin geçtiği bir Kur'an ibaresini okuduğun zaman tereddüdün gider ve onu doğru bir şekilde telaffuz edersin.
Diyebilirim ki üstatlarımın en zirvesinde Kur'an'dan sonra Rasû-lullah (s.a) vardır. O, insanlık için en yüce örnektir Allah'ın alemlere bir rahmetidir. Bütün insanlık için bir hidayet kandilidir.
Şüphesiz Hz. Peygamber'in (s.a) kişiliğinin etkileri Kur'an-ı Ke-rim'in etkilerinden sonra gelir. Hz. Peygamber, Allah'ın bir lütf u ihsanıdır. Onun şahsiyeti gençliğimden itibaren gönlümde taht kurmuştur. Onun şahsında İslâm'ın pratik bir uygulamasını ve Kur'an'ın yaşayan bir tefsirini gördüm. Onun sireti/hal ve hareketleri, aydınlığı, ahlakı, sünneti ve rehberliği beni hep meşgul etti. Onun ashabı üzerinde bıraktığı etki de beni meşgul etti. Yazdığım, telif ettiğim ve söylediğim şeylerin pek çoğunda bunun semereleri ortaya çıktı. Bu apaçık Muhammedi nurun ziyasını önümde görmediğim hiçbir gün geçirmedim.
Bu büyük şahsiyetin önünde şaşkınlık hissetmeme rağmen aynı zamanda izlediğim yolu, özellikle, güvenilir tarihi kaynaklarca bütün yönleriyle tesbit edilen yegane şahıs olan Hz. Peygamberin izlediği yollarla irti bati andırdığımda büyük bir memnuniyet ve gurur duyuyorum. Gerçekten de tarih, onun hayatındaki büyük küçük bütün olayları, onun her türlü hal ve hareketini, muhtelif sözlerini, hayatı ve kişiliğiyle ilgili her şeyi tesbit edip muhafaza etmiştir. Alemlerin rabbinin de buyurduğu gibi bütün bunlarda (bizler için) en güzel örnekler ve modeller vardır:
Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için Rasulullah en güzel örnektir. (Ahzab/21)
Bana Kur'an ezberleten kalfamı da hocalarımın başında zikredebilirim. Aslında bu işi yapan iki şahıs vardı. Bunlardan birisi -ismi lâzım değil- sert bir adamdı. Benim ayaklarım onun sert deyneğinin daha doğrusu sert hurma lifinin darbeleriyle ne kadar da çok karşı karşıya geldi!.. Bir defasında babam beni bu darbelerle karşı karşıya kalmışken görmüştü de kalfama sadece şöyle demişti: "Vur, kır, ben onu tedavi ederim." Şüphesiz babam görünürde bu sözleri tebessüm ederek söylüyordu. Fakat içinde sert bir öfke gizliyordu. Çünkü bu elem verici darbeleri yiyen oğlunu görüyordu. Bu kalfamın babamdan aldığı bu cesareti istismar etmesi benim için bir talihsizlik olmuştu ve daha fazla dayak yemiştim.
Bu sebeple ben bu kalfanın yanındayken korka korka ve titreyerek yaşadım. Özellikle elindeki hurma daimi hareket ettirdiği zaman vücudumun bu azgın yılana bir av olacağından korkardım. Pazuları kuvvetli dev bir adamdı, kendi çocukları bile karşısında titrerdi.
Diğer kalfaya gelince ismi Şeyh Desukî Dürre olup gözleri görmeyen, zayıf bünyeli ve yumuşak tabiatlı bir adamdı. Sadece yanında ölümden söz edildiği zaman kızardı. Çünkü ölümden çok korkardı ve ölüm tehlikesi olan yerlerden imkan buldukça kaçardı. Bana Kur'an'ı bu adam sevdirdi ve ezber yapmanın zorluklarını kolaylaştırdı. Her zaman hatırlarım, bizden birimiz ezberini vermek için önüne oturduğu zaman onun sırtını sıvazlar, babasını ve ailesini över, gülümseyerek ona cesaret verici sözler söyler ve kendisine ısındırmak için ona bir üzüm tanesi verirdi. Zaman zaman sigara içer, fakat bizden birimizin onun ağzından çıkacak sigara dumanından rahatsız olacağından korktuğu için dumanı üflemek istediği zaman yüzünü sağa veya sola çevirir ve diğer elinin ayasını ağzının önüne koyar, karşısındaki gencin rahatsız olmaması için dumanı yan tarafa üflerdi.
Bununla beraber âmâ kalfa, önündeki delikanlının rahatsız olmadığından emin olmak ister, bu sebeple dumanın ona ulaşıp ulaşmadığını sorardı. Genç, dumandan rahatsız olmadığını kesin olarak bildirmesine rağmen o bir başka sefer aynı soruyu yine sorardı.
Bu kalfa çok sabırlı bir adamdı. Geçimini sağlamada yardımcı olması için durmadan dinlenmeden yeşil hurma yapraklarından büyüklü küçüklü sepetler örerdi.
Aramızda bazı bozguncular vardı. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen şimdi bile onları gözümün önünde canlandırabiliyorum. Onlar bu âmâ hocanın zayıf bir noktasını buldukları zaman onu istismar ederlerdi. Onun zayıf noktası da yılan korkusu idi.
Biz tam kendimizi okumaya ve ezbere vermişken bu bozgunculardan birisi aniden bağırdı: "Hocam yılan var... Cidden büyük bir yılan efendim."
Âmâ hoca gayr-i iradi bir hareketle ve bütün kararlılığıyla yerinden fırlar ve mescide bitişik okulun odasından aniden dışarı çıkardı. Sonra babacan tavrını tekrar takınır, korku ve ürperti içinde odaya geri dönerdi. Yaşça büyük gençlere seslenerek öncelikle küçükleri toplamalarını ve süratle hepsini dışarı çıkartmalarını isterdi. Odayı iyice süpürüp temizlemek, durumunu düzeltmek ve yakın bir kanaldan getirdiğimiz çamurla etrafını tamir etmek için bir günümüz boşa giderdi.
Tâbir yerindeyse hocalarımdan birisi de Hz. Ali (r.a) idi. Onun pek çok konuda benim gözlerimi kamaştıran ve beni büyüleyen yüce şahsiyetinin yanında, yine hocalarımdan birisi olarak kabul ettiğim
Nehcül-Belâğa isimli bir de kitabı vardır. Gerçi bu kitapla ilişkim başlangıçta çok sıkıcı ve bıkkınlık verici bir ilişki idi. Otuzlu yılların başlarında bu kitap bana bir mütalaa/etüt konusu olarak verilmişti. Ben bu esnada Dimyat Din Enstitüsünde ilk okul ikinci sınıfta on üç yaşlarında bir genç idim.
Bizim o esnada yaşımız küçük, anlayış kapasitemiz dar, lügat bilgimiz az olduğu için bu kitabın ibarelerinden pek bir şey kavrayamı-yorduk. Bununla beraber bu kitap imam Muhammed Abduh'un yaptığı talikıyle tahsil yıllarım esnasında hep gözümün önünde durdu. Her ne kadar ben aynı zamanda kitaptaki Hz. Ali'ye nisbetinden şüphe duyduğum ve onun söylemesini imkansız gördüğüm şeyler sebebiyle büyük bir tedirginlik taşısam da vaiz ve dini hitabette, ondan yararlanacağım alıntılar yapmaktan kendimi alamadım.
Kitabın büyüklüğünü ve mükemmelliğini yavaş yavaş anlamaya başladım. Zaman geçtikçe kitabın önemi ve ciddiyeti benim için açıkça ortaya çıktı. Düşünmek, yazmak hitabet ve telif gibi işlerle meşguliyetim arttığı zaman İbn Ebil-Hadid'in Nehcül-Belâğa şerhine kendimi daha fazla verdim. Onun vasıtasıyla görüş alanım genişledi. Kapalı kilitlerin pek çoğu benim için açıldı. Bu sebeple ondan gittikçe daha fazla yararlanmaya başladım. Günahıyle sevabıyla onun nefis şarabından daha çok içtim. Bu kitap, benim peşpeşe çıkarmaya başladığım ve bundan sonra da devam edecek olan Mevsüatü'l-Fedâ isimli seri eserimi hazırlarken başvurduğum kaynaklar arasında yer alır. Bu serinin içinde yer alan kitaplardan bazıları şunlardır; el-Fedâufı'l-lslâm, Fidâ-iyyünefi Târihi'l-İslâm Ebtâkı Akidetin ve Cihâdın, Beyne'l-Vefai ve'l-Fedâ ve Ricâlun Sadeküs .. .vs.
Muhammed Abduh'un Nehcu'l-Belâğa'nm değerini terennüm eden sözlerinin kıymetini de anlamış bulunuyorum. Onun bu konudaki sözlerinin içinde şu ifadeler yer almaktadır:
Ben (bu kitapta) zaman zaman nûranî bir aklın varlığını müşahede ediyordum. Bu akıl cismani bir yaratığa benzemiyordu. İlahi bir konvoydan ayrılmış da insani bir ruhla birleşmiş gibiydi. Bu akıl onu fizik aleminin örtülerinden sıyırmış ve melekût âlemine yükseltmişti. Zihnini karıştıran şüphelerden onu kurtardıktan sonra parlak bir nurun müşahede edildiği yere kadar ulaştırmış ve takdis (saygı ve hürmet) esintilerini hissedinceye kadar orada iskan etmiştir.
Zaman zaman sanki hikmet sahibi ve her sözü yerli yerince söyleyen bir hatibi dinliyordum. Bu hatip en seçkin kelirnelerle ve ümmetin işlerine yön verecek sözlerle insanlara sesleniyordu. Onlara doğrunun nerelerde olduğunu öğretiyor ve şüpheli yerleri gösteriyordu. Kargaşanın kaygan zeminlerine karşı onları uyarıyor, siyasetin inceliklerini onlara öğretiyor, akıllı ve zeki olmaları için rehberlik ediyordu. Onları liderlik makamına yükseltiyor, tertip ve düzenin zirvesine çıkartıyor ve güzel bir akıbetle onları onurlandırıyordu.
Şayet kendilerinden ilim öğrendiğim, ders aldığım veya yanlarında oturduğum hocalarımı saymak isteseydim, onları tek tek saymaktan yorgun düşerdim. Bunlardan örnek olmak üzere şunları hatırlıyorum; Şeyh Ahmed Ali, Şeyh Mahmud Halife, Şeyh Mahmud el-Mahmûdî, Şeyh Ahmed Nasır, Üstad Abdülaziz Abdülhak, Şeyh Ahmed Şefi es-Seyyid, Şeyh Ahmed Ammara, Şeyh Kâmil Hasen, Şeyh Hâmid Mustafa, Üstad Ahmed Yusuf Necati vs...
Kendi köyüm olan Becelât'daki Kur'an Kursundan başlayarak zorunlu olarak gittiğim medreseye, Dimyat Din Enstitüsüne, Liseye ve Arab Dili Fakültesine kadar çeşitli öğrenim kademelerinde onlarca hocadan ilim aldım.
Bir insanın ders aldığı hocaları çok olmasına rağmen bunlardan kalıcı tesiri olanlar sınırlı olur. Gerçi ben bana ilim öğreten herkese karşı vefa duygularımı içimde saklıyorum. Köy evimde öğrendiğim şu ibareyi hep zihnimde muhafaza ederim: Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.
En çok hayırla andığım hocalarımdan birisi Şeriat Fakültesinde hoca iken rabbine kavuşan Şeyh Mahmud Halife'dir. Onu otuzlu yılların sonlarında Zekâkik Din Enstitüsünde öğrenci iken tanıdım. Onu güleryüzlü, zarif görünümlü ve tatlı sözlü bir adam olarak gördüm. Ondan dinlediğim ilk derste beni kendisine bağlamıştı. Bizim edebi metinler ve kompozisyon dersimize giriyordu. İki hafta sonra benim edebiyata ve dergilerde yazı yazmaya olan meylimin farkına vardı. Benden yayınlamadığım bazı makalelerim hakkında bilgi istedi. Kendisine bazı makalelerimi verdim. Bir hafta sonra bu makalelerimden birisinin, Üstadın çocuklarının idare ettiği haftalık el-İslâm dergisinde yayınlandığını gördüm. Söz konusu dergiyi Abdurrahman Halife, Abdul-fettah Halife ve Mahmud Halife çıkartıyordu.
Benim makalem dört sahife kadar bir yeri kaplamıştı. Bu beni çok sevindirdi. Teşekkürlerimi sunmak için üstada koştum. Üstad, büyük bir alçakgönüllülük gösterdi. Dini yazılar konusunda Allah'ın izniyle istikbalimin parlak olduğunu söyledi. Bundan sonra da benim makalelerimi yayınlamaya ve bana yön vermeye devam etti. Aradan günler geçti. Şeyh, Şeriat Fakültesine hoca olarak gitti. Ben de Arab Dili Fakültesine öğrenci olarak kaydolmuştum. Üstad Kahire'deki İç İşleri Bakanlığının önündeki Şâmiyye Camiinde sürekli olarak Cuma hutbesi okuyordu. Ben de onu dinlemeye koşardım. Onun hutbeleri haftalık İslâm mecmuasında yayınlanırdı. Onun hutbeleri uzun soluklu hutbeler idi. Üstad bu hutbelerinde kıyamet konularını ve toplumsal olayları ele alırdı. Onlan dinledikten sonra ayrıca yayınlanmış şeklini de okur ve incelerdim. Bir Cuma hatibinin neleri gözetmesi gerektiğini bu yolla Öğrenmiştim. Aralıksız süren bu gayretlerden sonra el-Münira Mescidindeki, Ezher Camiindeki, Rufai Mescidindeki hatipliğim esnasında bunlardan yararlandım.
Üstad, Sudan veya Somali'ye gittiği zaman yerine hatib olarak beni bırakırdı. Şâmiye Mescidinde minbere çıktığım bu cumaları hep hayırla yad ederim. O benim hem şeyhim hem üstadımdı.
Dimyat'taki ilk öğrenim aşamasındaki hocalarımdan birisi Allah rahmet eylesin Şeyh Ceber idi. Bize tecvid öğretir ve Kur'an ezberlerimizi dinlerdi. Bol elbiseli ve gür sakallı bir adamdı. Onda korkutucu bir heybet vardı. Elinde uzun ve kalın bir sopa bulunurdu.
Önünde oturmamız ve ezberlerimizi dinletmemiz için bizi sırayla çağırırdı. Sıra bana gelmişti. Bize rub başlarını sorması âdetten idi. Her bir rub'un başladığı ayet bizim zihnimizde gayet açık bir şekilde mev-cuttu. Bunu daima teklemeden söylerdik. Al-i Imran süresindeki benim başlayacağım yerde ıstılâhi taksime göre rub başlangıcındaki âyet "Ley-su sevaen min ehli'l-kitabi ümmetün kaametün..." diye başlıyordu.
Fakat şeyh bana sert bir şekilde: "Oku bakalım: min ehli'l-kitabi" dedi. Zihnimde "min ehli'l kitabi" diye başlayan bir rub'u aramaya başladım. Fakat bulamadım. Çünkü ben "leysü sevaen min ehli'l-kitabi..." ibaresiyle başlayan rub'u ezberlemiştim.
Bir anlık bir süre uzun bir zaman gibi geldi bana. Şeyh sert bakışlarla dik dik bakıyordu. Benden sel gibi ter akıyordu. O anda sadece şeyhin koluma inen kalın sopasını hessedebildim. O şöyle diyordu: Oku ey cahil: "Leysü sevğen min ehli'l- kitabi..." Bana başlayacağım rub'un sadece anahtarını vermesiyle hemen süratle, korku ve elem içinde okumaya başladım.
Bu olayın üzerinden kırkbeş seneden fazla geçtiği halde bu satırları yazıyorum. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen hala unutamadım. Şeyh bu davranışıyle bende Kur'an'ı ezberden okumaya ve imtihana karşı bir korku meydana getirdi. Ey Kur'an hocaları! Böyle bir metoda başvurmaktan kesinlikle sakının. Yeni yetişen gençleri Kur'an-ı Kerim'in bahçesinden nefret ettirmeyin
Yine bu aşamadaki hocalarımdan birisi Dinyat'tan Şeyh Mutavi isimli hoca idi. Bize Hanefi fıkhını okuturdu. Bize takrir ettiği kitabın ismi hatırladığıma göre Merak'il-Felah idi. Şeyh, kitaptan kendi yaptığı özeti bize yazdırmayı çok severdi. Her gün sabahleyin özet notlardan iki sahifeyi kendisine dinletmemizi bize zorunlu tutardı. Ben bu işten usanmıştım ve yapamıyordum. Kitapları ve dergileri okumak beni fazlasıyle meşgul ediyordu. Ezberlememiş olmanın cezası şeyhten yiyeceğim yumruklardı. Şeyh ceza olarak sertçe kollarımı büker ve kaba yerlerime yumruklarını indirirdi. Allah rahmet eylesin kasları çok güçlü idi. Benim dışımda pek çok kişi de aynı ceza ile karşılaşmıştı. Ben şimdi Şeyhin bu yönteminin beni pek çok defa dersten kaçmaya mecbur ettiğini derin bir üzüntüyle anlatıyorum. Dersten kaçtığım zaman Enstitünün yakınında bulunan Dimyat Mahkemesindeki mahkeme oturumlarını izleyerek vakit geçiriyordum. Doğal olarak bu, şeyhin sırtımıza indirdiği acı verici yumruklardan korkup kaçtığım dersimin de aleyhine oluyordu.
Bilmeden bana faydalı olduğuna inandığım hocalarımdan birisi, fakültedeyken bize mantık dersine giren hocaydı. Onun ders anlatma yöntemi hiçbirimizin? hoşuna gitmez ve bir şey de anlamazdık. Fakat öğrenciler anlamadıklarını açıkça söylemekten çekinirlerdi. O zamanlar Ezher'de geçerli bir adet vardı; hoca dersin herhangi bir ünitesini bitirdiği zaman öğrencilere: "Anladınız mı?" diye sorardı. Öğrenciler susarlar, fakat ben bir tereddüt ve utanma duygusu içerisinde: "Anlamadım" derdim.
Şeyhin yüzünde bir memnuniyetsizlik ifadesi belirir ve diliyle bana bazı olumsuz sıfatlan yakıştırırdı. Fakat ben sabrederdim. O, bağıra bağıra tekrar anlatmaya başlar, fakat ben de dahil, öğrenciler yine anlamazlardı. Şeyh "Anladınız mı?" diye tekrar sorardı. Sanki o, anladığımıza dair kuvvetli bir "evet" cevabını bizden zorla almak istiyordu. Fakat kalın kafalı genç -ki o ben idim- yine tereddüt ve utanma duygusu içinde "anlamadım" derdi. Şeyh, tekrar bütün kötü vasıfları Öğrencisine sayıp döker, sonra yine aynı yöntemle dersi üçüncü defa tekrarlardı. Sanki bunun son tekrar olduğunu ve bundan sonrasının cehennem olduğunu ve cehennemin ne kötü bir yer olduğunu ifade eder gibiydi.
Öğrenciler yine anlamazlardı. Fakat ben şeyhin bu sefer kaba kuvvete başvuracağından veya önündeki bazı aletleri kullanacağından korkardım. Üçüncü defa: "Anladınız mı?" diye sorar sormaz sadece dilimle: "Evet, anladık" derdim.
Şeyh bunu duyunca hemen bir kelime-yi şehadet getirir. Rabbine hamdeder ve derin derin nefes alarak "Elhamdülillah... Nihayet aptal çocuk da anladı" derdi.
Halbuki aptal çocuk da diğer öğrenciler de anlamamışlardı. Fakat onlar selameti tercih etmişlerdi. Benim durumum onlar için bir ibret idi...
Şeyhin bu yöntemi beni önce Allah'a güvenmeye sonra dersin kitabını ve konularını okurken kendime güvenmeye şevketti. Dersi öğrenirken takındığım bu bağfmsız tavırdan sonra konuları hazmedebilir hale geldim ve imtihanda da en yüksek dereceyi aldım. Şeyh benim bu başarımı öğrenince şöyle demeye başladı: "Tabii o benim öğrencimdir ve benim terbiyemden geçmiştir."
Böylece şeyh farkında olmadan bana yararlı oldu. Allah rahmet eylesin.
Farkında olmadan bana yararlı olan bir hoca daha vardı ki ilim sahibi bir zattı ve adeta kendisinden bilgi fışkırırdı. Fakat onun kusuru da bildiklerini Öğrencilerine tertipsiz ve düzensiz olarak rastgele anlatma-sıydı. Fakültenin son senesinde bize İmam Abdülkadir'in Delâilul I'caz ve Esrar'ul-Belâğa isimli iki kitabını okutmuştu. Tuhaf bir süratle konuşurken öfkeyle ağzından köpükler saçardı. Kendisini iyi dinlemek için kasden Önüne otururdum. Fakat umduğum faydayı bulamazdım. Sonunda üstadın açıklayacağı konuyu sabahleyin derse girmeden önce okumaya karar verdim. Konunun bölümlerini kendi kendime anlıyordum.
Hocanın önüne oturduğum zaman bu bölümler biraraya gelmeyecek şekilde paramparça oldu. Onun yöntemi beni bir tufanın içine bırakmıştı. Bunun üzerine ben kend' denediğim yönteme döndüm. Bu, Önce Allah'a sonra kendime güvenmekti. Derste dinlediklerimin hepsini unutmuştum. Kitabı geceleyin tekrar okudum. Yavaş yavaş istediğim konuyu tekrar öğrendim. Övünmek için söylemiyorum, o sene belagat dersinden en yüksek dereceyi almıştım.
Bir de bazı yönlerden benim hoşuma giden, diğer bazı yönlerden de beni kızdıran hocalarım vardı. Onlardan bir örnek hatırlıyorum.
Rahmetli büyük âlim Şeyh İbrahim el-Cibâli. Kalemini ve tefsir konusundaki yazdıklarını çok beğenirdim. Sonradan Nur'ul-İslâm ismini alan Ezher mecmuasındaki makalelerini tutkuyla izlerdim... İlimde bir derya idi.
Fakat onun bir de beni öfkelendiren yönü vardı... Zaten kimin sadece iyi yönü olur ki?...
Yıl 1945.. O sene Ezher'den mezun olup diplomaya ve uzmanlığa hak kazananların ilki ben idim. Sabık Mısır meliki Kral Faruk'un ilk mezunlar için düzenlediği törene davet edilmiştim. Tören, İskenderiye'deki Rasut-Tin Sarayında yapılacaktı.
Törene ilk beş dereceye giren mezunlar çağrılmıştı... bunların birincisi de ben idim. Bizi krala takdim görevini Şeyh Cibali üstlenmişti. Çünkü o esnada kendisi benim mezun olduğum Arab Dili Fakültesinin dekanı idi. Üniversitelerin en kıdemlisi Ezher olduğu için onun ilk beş dereceye giren mezunları da ilklerin başında yer alıyordu. Bunun anlamı şu idi: Ben, kralla musafaha edenlerin ilki olacaktım.
Uzun bir kuyruğun içerisinde ilk sırada biz duruyorduk. Yanımda da takdimle görevli Şeyh el-Cibali bulunuyordu.
Şeyh bana sordu: "Kralı selamlama yöntemini biliyor musun?"
Şaşkınlıkla cevap verdim: "Selamlama yöntemi mi? Özel bir selamlama yöntemi mi bulunuyor? Tabii ki elimle onu selamlayacağım."
Şeyh şaşırdı ve öfkesini bastıran bir sesle bağırdı: "Ey kara molla. .. Onun elini öpmen gerekir..." Bu ifadeyi bir kaç defa tekrarladı.
Ben ona dedim ki: "Fakat nasıl olur, ben artık fazilet sahibi âlimlerden birisi oldum. Ben bir insanın elini nasıl öperim?"
Şeyh öfkesine hakim olamiyarak dedi ki: "Felsefe yapmaya gerek yok?..."
Anladım ki münakaşa uzadıkça uzayacak. Ona dedim ki: "Korkma hocam! (Problem çıkarmam)." Hoca memnuniyetini ifade etti.
Biraz sessizce bekledi, fakat daha sonra tekrar şöyle dedi: "Efendimizin elini öpmeyi unutma ha! Tamam mı?"
Ben tekrar: "Gönlün rahat olsun hocam!" dedim.
Benim arkamda hocanın yakın arkadaşı Üstad Muhammed Seyyid Bekr duruyordu. Hocanın dalgınlığını fırsat bilerek arkamdan bana fısıldadı: ne yapacaksın?
Ben de yavaşça ona şöyle dedim: "Ben asla hiç kimsenin elini Öpmem. Sen de benim yaptığım gibi yap!"
Hoca bana tekrar "Efendimizin elini öpmeyi unutma ha!" diye tenbih etti.
Kral ile musafaha yapmak üzere ilerlememiz için bir işaret geldi. Kral, ahşaptan yapılmış yüksekçe bir yerde duruyordu. Yanında da Şeyh el-Meraği vardı. Bol ve geniş elbisesiyle Şeyh Cibali ilerledi ve benim ismimi ve ilmî derecemi söyledi.
Ben gayet basit bir şekilde ve başım dik olarak ilerledim, krala selamımı verdim ve musafaha ettim.
Şeyh dehşet ve şaşkınlık içinde kalmıştı...
Tören sonunda Şeyh Meraği ile karşılaştım. O, güzel musafaha yöntemini övmeyi ihmal etmedi ve bana şöyle dedi: "Tıpkı başarılı bir öğrenci olduğun gibi onurlu bir âlim olacağını da umuyorum."
Allah, Şeyh Meraği'ye rahmet eylesin. Allah'ın rahmeti Şeyh Ci-bali'nin de üzerine olsun.
Düşmanlarım da benim hocalanmdandır. Çünkü onlar da farkında olmadan bana yararlı olmuşlardır. Onlar, düşmanlıklarıyla, kinleriyle, gerçekçi veya ayıplayıcı tenkitleriyle beni izleyen kişilerdir. Onlar bununla farkında olmadan bana hatalarımı ve zayıf noktalarımı gösteriyorlardı. Ben de gücüm yettiğince bunlardan sakınıyordum.
Hiç unutmam, beni küçümseyen bir meslektaşımın bana karşı kullandığı alaycı bir kelime bile benim güçlenmeme, onu geçmek için ısrarla çalışmama sebep olmuştur. Öyle zannediyorum ki o bunun sonucunu bilmiş olsaydı o kelimeyi söylemezdi. Bana düşmanlıkta ısrarcı olur ve önümü kesmeye çalışırdı...
Hocalarımdan birisi de etrafında durmadan akıp giden ve uzayan hayattır. Eskiden beri söylenilen şöyle bir söz vardır: "Annesinin babasının terbiye etmediği kimseyi gece ve gündüz terbiye eder." Ben de hep söylerim: Hayat, yaşayanlardan daha güçlüdür. Hayat, verdiği derslerle ve tecrübelerle, tadı ve renkleriyle, öğüt ve ibretleriyle büyük bir medresedir.
Uzun zamandan beri şunu söylerim: Zaman, problemleri en iyi çözümleyendir. Çok iyi hatırlıyorum; önümdeki çözüm yollarının tamamen kapandığı pek çok durumla karşı karşıya kaldım fakat hayat, tecrübeleriyle, dersleriyle ve yaratıcının tasarrufuyle imdadıma geldi ve Allah'ın izniyle çıkış yolları bulundu ve problemler çözümlendi.
Hayat bana sadece iyilikleri ve semereleriyle öğretmenlik yapmadı ve yararlı olmadı. Zorlukları ve meşekkatleriyle de yararlı oldu. Bir filozofun şu sözünü daima hatırlarım: "Ben kötülük yapmak için değil, fakat ondan sakınmak için kötülüğü öğrendim. Kötülüğün insanlardan nasıl geleceğini bilmeyen kimse onun içine düşer."
Ben hayatı kuvvetli bir şekilde hissediyorum. Uzun bir süre hayatla dini veya din ile hayatı birbirine bağlamak beni meşgul etti. Belki de bu duygunun etkisiyle bu konuda pek çok kitap yazdım. Mesela ed-Di-nu ve'i-Hayat, Beyne'd- Dini ve'd-Diinya, Yes'elüneke fid-Dini ve'l Hayat ve Tevcihatu'r, Rasûlü lil-Hayati ve'l-Ahya.. .vs.
Hayat...Hayat...Hayat... Şüphesiz o, fazlasıyle önem ve ihtimama layıktır.
Hocalarımın arasında önemli ve etkili bir hoca daha vardır ki onu da unutamıyorum. Bu hoca Cuma minberidir.
Abdulmelik İbn Mervan'ın şu sözleri beni devamlı etkilemiştir: "Minberlere çıkma ve hata yapma korkusu beni ihtiyarlattı."
Minber beni de ihtiyarlattı, bana çok şeyler öğretti ve beni eğitti.
Minber konuşmalarına 1930 yılında kendi köyüm olan el-Bece-lât'ın küçük camiinde başladım. Mısır'ın çeşitli bölgelerinde, Filistin'de, Lübnan'da, Suriye'de, Libya'da, Cezayir'de, Kuveyt'te ve daha başka ülkelerde minbere çıkıp insanlara hitabettim. El-Becelât, el-Mü-nira, el-Ezher, er-Rufaî, el-Kahya, es-Sabah ve diğer mescıdlerde hitabettim ve hala da hitabetmeye devam ediyorum.
Cuma minberi bana kendi aklımı, düşüncemi insanlara nasıl arze-deceğimi öğretti. Yarım asra yakın bir süredir hitabettiğim halde hala minberin korkusunu ve haşmetini hissediyorum.
Minber, dini bilgilerimi ve lügat kültürümü geliştirmede ve kalabalıklarla birlikte namaz kılmamda en büyük yardımcım oldu. Bir üs-tad olarak minber pek çok günde düşünme fırsatını hazırladı. Düşünme fırsatım başlangıçta sınırlı idi, sonra günler geçtikçe bu genişledi ve gelişti.
Hocalarım hakkında söylemek istediğim şeyleri söyleyebildim mi?...
Heyhat...
SORU: Dinde gusletmenin hükmü nedir? Gusletme ne zaman sünnet olur?
CEVAP: Gusül, yıkanmak ve banyo yapmak manâlarını ifade eder. Fıkıhta gusül vücudun tamamı üzerine temiz olan suyu dökmek, bir başka deyişle gusül abdesti almak niyetiyle bedenin tamamını yıkamaktır. Bedeni böyle yıkamak, vücutta suyun ulaşmasına engel olacak bir necaset (pislik) varsa onun giderilmesinden sonra olmalıdır.
Kur'an'da şu ayetlerde gusülden söz edilmektedir: Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın. (Maide/6)
Sana kadınların ay hâlini sorarlar. De ki: "O bir (çeşit) ezâ (hastalıktır. Ay hâlinde olan kadınlardan uzak durun (onlarla cinsel ilişkide bulunmayın). Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın." (Bakara/222)
Ey iman edenler ...cünüb iken -yolculuk hali müstesna- guslet-medikçe namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)
Gusül abdestinin birtakım hikmetleri vardır ki bunları şöyle sıralayabiliriz:
a. Bedendeki birtakım pislik ve kirleri temizlemek.
b. Vücuda zindelik kazandırmak.
c. Bedeni periyodik aralıklarla yıkamak suretiyle hastalıklara engel olmak.
d. Toplum içinde vücutta bulunması muhtemel olan kokuyu gidererek başkalarına sıkıntı vermemek.
Aşağıdaki hallerde gusletmek farzdır:
1. Kadın için hayz'dan kesildiğinde ve doğumdan sonraki lohusa döneminin sona ermesinde,
2. Cinsel ilişkiden sonra,
3. İhtilâm (uykuda rüya yoluyla boşalma) halinde,
4. Hangi şekilde ve hangi yol ile olursa olsun kadın veya erkeğin cinsel organından şehvetle, zevk duyarak akıntı gelmesi halinde,
5. Vücuda bulaşan pisliğin nereye bulaştığının kesin bilinmemesi halinde,
6. Bir müslümanın ölmesi durumunda,
7. Bir kimsenin müslüman olması halinde.
Ancak bazı fıkıh bilginlerince müslümanlığa giren kimsenin gusletmesi farz olmayıp sünnettir.
Aşağıdaki hallerde gusletmek sünnettir:
a. Cuma ve bayram namazları için. Çünkü bu günlerde kalabalık topluluklar meydana gelmektedir. Bayram gününde müslümana temiz olmak yaraşır. Cuma günü de bir çeşit bayramdır. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Cuma günü abdest almak ne güzel, ama gusül abdesti ile Cuma'ya gelmek daha faziletlidir. (Tirmizî)
b. Hac için ihram sırasında,
c. Mekke'ye girerken,
d. Arafat vakfesinde,
e. Cenaze yıkadıktan sonra.
Bir hadiste: "Kim cenaze yıkarsa gusül abdesti alsın" buyurulmuştur. (Ebu Dâvud)
Ayrıca tavaf esnasında, Safâ-Merve arasında sa'y yaparken ve benzeri kalabalık yerlerde bulunacak kimse için yıkanmak da müste-habtır.
SORU: Şafiî mezhebinde abdesti bozan şeyler nelerdir?
CEVAP: Soru sadece Şafiî mezhebindeki durumu dikkate alıyorsa da bu münasebetle ifâde edelim ki, fıkıh âlimlerinin çoğunluğu insanın ön ve arkasındaki doğal çıkış yerlerinden su, kan, dışkı, hava gibi şeylerin çıkması halinde abdesti bozduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kişinin delirmesi, bayılması, uyuması halinde abdesti bozulur. Bu saydığımız hususlar her mezhepte bir takım tafsilata tâbidir.
Şafiî mezhebinde abdesti bozan şeylere gelince:
l.Uyku,
Abdestli olan kişi, oturma hâlinde oturduğu yere tam olarak yer-leşmeyip sırt üstü, yanı üzerine uyursa veya uyurken oturduğu mekân ile yer arasında boşluk varsa abdesti bozulur.
Ancak uyuklama abdesti bozmaz. Uyuklama kafada meydana gelen bir ağırlıktır. Bu hal insana gelince kişi çevresinde konuşulanları duyar, fakat söylenenleri anlamaz halde olur.
2. Yabancı -mahremi olmayan- bir kadına dokunmak.
Bu dokunmada şehvet olsa da olmasa da, tat verici bir duygu his-sedilse de edilmese de abdest bozulur. Şu kadar ki, dokunan ile dokunulanın cildi arasında -giysi, eldiven gibi- bir engel olursa kadına dokunmak abdesti bozmaz. Bu durumdaki kimseler şehvet sınırına ulaşmadıkça abdest bozulmaz. Kadının saçma, dişi ve tırnağına dokunmakla abdest bozulmaz. Çünkü bunlara dokunmak erkeğe zevk vermez.
3. Kişinin üreme organına dokunması.
Şafiî mezhebinde abdesti bozan bir diğer husus insanın üreme organına dokunmasıdır. Bu hüküm kadın ve erkek için aynıdır. Üreme organına dokunmanın abdesti bozması için, dokunmanın el ayasıyla veya parmaklarla olması şarttır ve ayrıca el ile organ arasında dokunmayı önleyen bir engel olmamalıdır.
Dışkının çıktığı yere dokunmak da abdesti bozar. Bağırsaklarda bulunan bir problemden dolayı normal yol tıkanmış olur ve dışkı midenin altından çıkarsa bununla da abdest bozulur.
SORU: Hangi çeşit uyku abdesti bozar? Bazen insana gelen dalı-verme hâli abdesti bozar mı?
CEVAP: İslâm fıkıh âlimleri "uyku" dendiği zaman anlaşılması mutad olan ağır uykunun namazı bozduğu hususunda görüş birliği halindedir. Çünkü insan döşeğinde bu şekilde uyuduğu zaman şuuru (bilinci) yoktur. Kişi, bu halde iken abdesti bozan bir yellenme olursa bunun farkında olmaz.
Bundan dolayıdır ki, abdestli iken uyuyan kimse abdest almayı gerektiren ibâdet, Kur'an okumak gibi bir durumda yeniden abdest almalıdır.
Bununla beraber bir grup fakih hafif uykunun, uyuklamanın abdesti bozmadığı görüşündedir. Bu uykudan maksat, insanın otururken ya da ayakta iken aniden bastıran uykudur. Hz. Peygamber'in ashabı yatsı namazını beklerlerken başları önlerine düşer hafifçe uyuklarlardı. Vakit gelince namazlarını mevcut abdestleri ile kılarlar, yeniden abdest almazlardı (Bu durumla ilgili hadisler için bkz. Ebu Dâvud).
Fıkıhta abdesti bozan uyku, bir yere dayanarak uyumaktır. Çünkü insan, vücudunu bir yanı yere gelmek üzere yere koyunca bedendeki eklemler gevşer. Bir hadiste "Otururken uyuyana (yeniden) abdest gerekmez. Bir yere yaslanarak uyuyan ise abdest alsın" buyurulmuştur. Bundan dolayıdır ki, fıkıh âlimlerinin benimsediği görüş şudur: İnsan oturağını (mak'adım) kontrol edecek halde uyursa abdesti bozulmaz. Velev ki, uyku hâli bir süre (aynı hal üzere) devam etmiş olsun.
Abdullah b. Ömer'in bazen oturur vaziyette iken uyuyup, uyanınca abdest almadan namaz kıldığı rivayet edilmektedir.
Bazı fıkıhcılar ise bu konuda daha katı düşünmüşler ne şekilde ve ne kadar olursa olsun en hafif uykunun/uyuklamanın dahi abdesti bozacağını söylemişlerdir. Bu hususta bu kadar katı düşünmeye gerek yoktur.
SORU: Deve eti yemek abdesti bozar mı?
CEVAP: Fıkıh âlimleri yenmesi helâl olan etten bir şey yemekle ab-destin bozulmayacağını ifade etmişlerdir. Bununla beraber bazıları deve eti yemenin abdesti bozacağını söylemişlerdir. Fakat bu meşhur bir görüş değildir.
Abdestin böyle bir durumda bozulmayacağı, Hz. Câbir'den gelen şu rivayete dayanmaktadır. "Hz. Peygamber'in son yaptığı iki şeyden biri, ateşte pişen herhangi bir şeyi yemekten dolayı abdest almamaktır."
Alimlerin çoğunluğu, bu rivayetteki "Peygamber'in son yaptığı..." ifadesinden cinsi ne olursa olsun et yemenin abdesti bozmayacağı sonucunu çıkarmışlardır.
Bunun yanında İmam Nevevi bu mes'elede üç görüş zikrediyor:
1. Pişmiş olsun olmasın et yemekle abdest bozulmaz. İster deve eti olsun ister başka hayvanın eti olsun hüküm aynıdır. Bu Ebu Hanife ve İmam Mâlik'in görüşüdür.
2. Ateşte pişen eti yemekten dolayı abdest almak gerekir.
Bu, Ömer b. Abdülaziz'in görüşüdür. Bu görüşün delili ise Sahih-i Müslim'de, rivayet edilen "Ateşte pişen şey(i yemek)den dolayı abdest alındığı"(m bildiren hadistir.)
3. Özellikle deve eti yemekten dolayı abdest almak gerekir. Bu da Hanbelî mezhebinin görüşüdür.
Nevevi, deve eti dışında yenen maddelerden dolayı abdestin bozulmayacağını, bunun Şafiî mezhebinin görüşü olduğunu ifade ettikten sonra aynı mezhepte deve eti yemenin de abdesti bozmayacağı kavli bulunduğunu söylemektedir. Bununla beraber Nevevi deve eti yemenin abdesti bozacağı kavlini tercih etmiştir. Etin pişirilmiş, kızartılmış ve çiğ olmasında durum aynıdır. Bu hüküm, Sahih-i Müslim'deki Hz. Peygamber'e deve eti yemekten dolayı abdest alınıp alınmayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber'in, abdest alınmasını emrettiğini bildiren rivayetten alınmıştır.
Deve eti yemekten dolayı abdest alınması gerektiği hususunda hadisler rivayet edilmiştir. Fakat fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bu meselede abdestin bozulmayacağını tercih etmişlerdir. Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. Bu konuda abdest alınmasının gerektiğini ifade eden hadis rivayetleri ile, abdest alınması gerektiğini söyleyen fıkıh âlimlerinin sözleri arasında çelişki yok mudur? Eğer varsa bu çelişki nasıl çözümlenir?
Zahiren çelişki gibi görünen bu durumu aşağıdaki şekillerde çözebiliriz:
1. Deve eti yemekten dolayı abdest alma emri ve uygulaması İslâm'ın ilk yıllarında idi. Daha sonra bu uygulama kaldırıldı.
2. Et yenilmesi durumunda abdest almayı emreden hadis metinleri abdest almanın farz-vacib olduğunu değil mendub veya müstehab olduğunu bildirmektedir.
3. Bu konudaki abdest alma emri temizlik maksadı ile söylenmiş olup, deve eti yemenin abdesti bozduğunu ifade etmemektedir.
4. Bu durumda abdest almaktan maksat fıkhı anlamdaki abdest olmayıp el ve ağzın yıkanıp temizlenmesidir. Hz. Peygamber yağlı olan deve etinin el ve ağızdaki bulaşığının giderilmesi için et yedikten sonra temizlenmeyi emretmiştir. Zira, yağlı etin ellerde ve ağızlarda kalan bulaşığının yıkanmadan bekletilmesi hoş değildir.
SORU: İdrar yaptıktan sonra en güzel şekilde temizleniyorum. Fakat bir süre sonra damla halinde sıvı geliyor. Bunun üzerine yeniden abdest alıyorum. Daha sonra gene sıvı geldiğini farkediyorum. Kesik kesik akıntı gelmeye devam ediyor. Tedavi için gerekli girişimlerde bulundum. Fakat bir çözüme ulaşamadım. Bu durumda abdest ve namazlarımda ne yapmalıyım?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin pek çoğu, kendisinde idrar tutmazlığı olan kimsenin bu halin sürekli olması durumunda "özür sahibi'' sayılacağını belirtmişlerdir.
Birer örnek vermek gerekirse âdet kanamasının süresi dolmasına rağmen kanama devam ederse veya burun kanaması devamlılık gösterirse veya bir rahatsızlıktan dolayı sürekli gaz çıkarıp yellenirse, böyle durumlarda kişi özürlü sayılır.
Örnekte zikredildiği gibi sürekli abdesti bozulan kişilere din kolaylık göstermiştir. Bu durumdaki kimselerin abdesti, kendilerinden çıkan abdesti bozucu şeyler nedeniyle bozulmaz.
Soru soran özür sahibi bu kişi abdest ve namazda şu yolu izlemelidir: Namaz vakti gelince önce bevl etmek için tuvalete gidip güzelce temizlenmeli, ardından vakti giren namaz için abdest almalıdır. Bu ab-destle giren vaktin namazını ve o vaktin içinde olduğu sürece -kaza namazı gibi- başka farz ve nafile namazları -ikinci bir vakit girene kadar kılabilir. Müteakip vaktin girmesiyle özürlü kimse, abdestini yenilemek zorundadır. Böyle özürlü kimse özrü dışında abdesti bozan başka bir şey olmamak şartıyla- her vakit için abdest alır. Vaktin içinde, özürün dışında bir sebeple abdestin bozulması halinde, ayrıca abdest almanın gerekli olacağı tabiîdir.
Özürlünün durumu ile ilgili bu hüküm, Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadisten alınmıştır:
Fatma b. Hubeyş Hz.Peygamber'e gelerek "Ey Allah'ın Rasûlü! Bende bir kanama oluyor, bir türlü temizlenemiyorum. (Yani akıntı hiç kesilmiyor). Namazı hiç kılmayayım mı?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Hayır. Bu âdet kanaması değil, bir damar (rahatsızlığı) dır. Adetin üzere kanama gelince namazlarını kılma. Âdetin üzere (hastalıktan önce) kanamanın kesildiği gün gelince yıkan", temizlen ve namazını kıl. Bundan sonra da her vakit için abdest al" buyurdular. (Buharı ve Ebu Dâvud).
Özür sahibinin yukarda belirtilen özelliklere riayet ederek ibadetini düzenlemesi için şu şartların oluşması gerekir:
a- Ozrun sürekli olması şarttır.
b- Sürekli olmayıp kesintiye uğraması halinde kesintinin bir namaz vaktinden -vaktin girişinden çıkışına kadarlık bir süreden- az olması şarttır.
Özrün kesilmesi bir namaz vaktinin -başından sonuna kadar- tamamından fazlasını kaplarsa özür sahibi normal duruma döner.
Özür sahibi yukarıda söylenilenlere ilâveten elinden geldiğince idrarını tutmaya gayret etmelidir.
Abdest |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
SORU: Abdestli bir insan yabancı bir kadına dokunsa ne olur? Bu kimsenin abdesti bozulur mu?
CEVAP: Bu mes'elede İslâm fikıhcıları arasında görüş ayrılığı vardır. Önce görüş ayrılığının nasıl olduğunu görelim, ardından da bu görüşlerin arasının nasıl buluacağını gösterelim.
Evvelâ mes'elemizdeki "yabancı kadın" sözünden, kişinin "mahremi" olmayan bir kadın olduğunu anlamalıyız. Buna göre "yabancı kadın" ifadesi kişinin eşini de içine alır.
Şimdi mesele hakkındaki görüşlere bakalım:
Bazı fıkıhçılar, abdestli kimse yabancı bir kadının herhangi bir yerine dokunsa, o kimsenin abdestinin bozulacağı görüşündedir. Bu durumda böyle bir kimse abdest almayı gerektiren -namaz gibi- bir ibadet için yeniden abdest almalıdır.
Bir grup fıkıhcı ise kadın-erkek arasında vuku bulacak dokunmanın abdesti bozmadığı görüşündedir. Bu grubun görüşü tercih edilen görüştür. Çünkü bu görüşü destekleyen deliller daha çoktur.
Buharî'nin rivayet ettiği sahih bir hadiste Hz. Aişe şunları anlatıyor:
Hz. Peygamber namaz kılarken, ben de ön tarafında uyuyordum. Ayaklarım Peygamber'in kıblesi yönünde idi. Hz. Peygamber secde edeceği sırada beni (ayaklarımı) dürttü, ben ayaklarımı topladım.
Bir başka rivayette aynı olay şöyle ifade ediliyor:
Ben Peygamber'in ön tarafında -o namaz kılarken- uyur vaziyette idim. Peygamber secde etmek istediğinde ayağıma vurur, ben ayaklarımı toplardım o da secde ederdi. (Ebu Dâvud)
Bu hadis gösteriyor ki, Hz. Peygamber'in namaz kıldığı yer dar bir mekân idi. Yer darlığından aynı yerde uyuyan eşi Hz. Aişe'nin ayaklarının secde yerinde oluşu sebebiyle, Hz. Peygamber eşinin ayağına dokunuyor, o da ayaklarını toplayarak Peygamber'e secde edecek yer açıyor.
Müslim'in rivayet ettiği bir diğer hadiste de benzer bir durum vardır. Hz Aişe şöyle anlatıyor:
Hz. Peygamber'in (s.a) bir gece yataka olmadığını farkedince, elimle sağı-solu yokladım Bu sırada elimi Rasûlullah'ın ayağının altına koymuşum. Resülullah'ın, secdeye kapanmış ayakları dikili vaziyette şöyle dua ettiğini gördüm: Allahım! Gazabından nzana, azabından afiyetine, senden yine sana sığınırım. Seni gereği gibi övemem. Sen kendini övdüğün gibisin. (Müslim)
Bu hadis de gösteriyor ki, Peygamber'le eşi arasında dokunma meydana gelmiştir. Gerçi dokunan Hz. Âişe'dir. Fakat Hz. Âişe olayı anlatırken Peygamber'in namazı, dokunmaktan dolayı kestiğini bildirmiyor. Şayet eşinin dokunmasından dolayı abdesti bozulsaydı namazı bırakır, abdest alarak tekrar namaza dönerdi.
Bir başka hadiste Hz. Peygamber'in eşlerinden bazısını Öptüğü halde abdest almadan namaz kıldığı bildirilmektedir.
Kadına dokunmakla abdestin bozulacağı görüşünü ileri sürenler İbn Ömer'in "Bir kadını (eşini veya mahremi olmayan kadını) öpen veya ona eli ile dokunan kimseye abdest alması gerekir" sözü ile, İbn Mes'ûd'un "Öpmek dokunmaktır. Bu durumda abdest gerekir. Dokunmak cinsel ilişkiden daha hafif olan şeylerdir" sözüne dayanıp, bunları delil olarak ileri sürmektedirler.
Bu konudaki birbirine zıt iki görüşün şu şekilde bağdaştırılması mümkündür: "Kadına dokunmak şehvetli, lezzet alacak şekilde olursa abdesti bozar. Dokunma şehvetli olmazsa bozmaz" denildiğinde, dokunma sebebiyle abdestin bozulacağını söyleyenlerin de, bozulmayacağını söyleyenlerin de gerekçesi anlaşılmış olur.
Bu meselede şunu da bilmek yerinde olur ki, Şafiî mezhebine göre, erkeğin mahremi olmayan bir kadına -arada derinin deriye dokunmasına- engel olan birşey olmadan dokunması abdesti bozar.
Mahremi olmayan ifadesi erkeğin karısını da içine alır. Çünkü insanın hanımı mahremi (yakın akrabası) değildir. Abdest bozulma hükmü dokunana aittir.
Şafiî'nin bu meseledeki delili, abdestle ilgili ayette su bulunmadığı zaman teyemmüm edilmesini bildiren hükümde hangi hallerde abdest ve teyemmümün gerektiği anlatılırken "...yahut kadınlara dokunmuş iseniz..." şeklindeki ifadedir. Şâfiîlere göre bu ayetteki dokunmaktan maksat cildin cilde dokunmasıdır.
Bununla beraber aynı meselede Şafii mezhebinde detayda farklılık gösteren iki görüş daha vardır:
a- Abdestin bozulması hem dokunan hem de dokunulan içindir.
b- Erkeğin dokunduğu kadın yaşlı veya küçük kız çocuğu olursa, veya kadının cildine değil de saçma yahut tırnağına dokunursa veya kendi saçı yahut tırnağı ile kadına dokunmuş ise abdesti bozulmaz.
Yukarıda ifade edildiği üzere kadına dokunmanın abdesti bozmadığı görüşünde olanlar vardır. İbn Abbas ve Ebu Hanife bunlardandır.
Dâvud-u Zâhiri'ye göre dokunmak, abdesti bozan kasıt olmaksızın abdesti bozmaz.
Mâliki ve Hanbelî mezheplerine ve Süfyan-ı Sevrî'ye göre dokunmak şehvetli olursa abdest bozulur. Şehvetli olmazsa bozulmaz.
SORU: Hutbe okurken abdesti bozulan hatip hutbe okumaya devam edebilir mi? Abdestin bozulması hutbenin bitişinden sonra fakat namazdan önce olursa hatip Cuma'yı kıldırmak üzere yerine bir başkasını geçirebilir mi? Soruma Mâlikî mezhebine göre cevap vermenizi rica ederim.
CEVAP: Mâlikî mezhebinde hutbe için abdestli olmanın şart olduğunu bildiren rivayetler varsa da bu mezhepte meşhur olan görüş hutbe için abdestli olmanın şart olmadığı şeklindedir. Buna göre Cuma günü imam olan kişinin hutbeyi abdestsiz olarak okuması caizdir. Hutbe esnasında abdestin bozulması halindeki durum bundan anlaşılacaktır. Bu durumda imam hutbeyi bitirince yeniden abdest almalıdır ki. Cuma namazını kıldırabilsin.
Mâliki mezhebinde hutbe ile Cuma namazının ara vermeden peş peşe olması şarttır. Bir zaruret durumunda ara verilmesi gerektiğinde ise hafif bir şekilde uzatmadan iki rekat namaz kılınacak kadar bir süreden fazla ara vermemek esastır. Bununla beraber hutbeyi okuyan kimse ile Cuma namazını kıldıran kişinin aynı kimse olması şarttır.
Buraya kadar söylediklerimize ilâveten Mâlikî mezhebi fıkıh kitaplarında şunu görüyoruz:
Cuma namazını kıldıracak imamda iki şart aranır: Birincisi hutbe okuyacak kimsenin, kendisine Cuma kılmanın farz olduğu bir kimse olmasıdır.
Bir örnek verecek olursak, seferi (yolcu) olan bir kimsenin -ki, bu durumda olan kimseye Cuma kılmak farz değildir- Cuma hutbesi okumak kasdı ile imam olması geçerli değildir.
İkincisi hutbe okuyan ile namaz kıldıranın aynı kişi olması şarttır. Buna göre hutbeyi okuyan ve namazı kıldıran kimseler başka başka olursa namaz sahih olmaz. Ancak hatibin bir özürden dolayı namazı kıldırmak üzere yerine bir başkasını geçirmesi halinde ise namaz sahih olur. Meselâ hatibin burnu kanasa, yellense veya bir başka sebeple ab-desti bozulsa, namaz kıldırmak üzere yerine bir başkasını geçirebilir.
Özür sebebiyle hatibin, namaz için bir başkasını geçirmesi, özü-rün çok sürmesi şartına bağlıdır. Özür kısa sürede ortadan kalkacaksa, beklenir ve namazı gene hatip kıldırır.
Soruyu dikkate alarak cevap sırasında Mâlikî mezhebindeki hususları söyledik. Meselede diğer mezheplerin farklı görüşleri vardır .
SORU: Bebeklik döneminde olan çocuğun idrarının necis (pis) olmadığı söyleniyor. Bebeğin, üzerine bevlettiği giysiyi tamamen yıkamak gerekir mi? Yoksa idrarlı yere su serpmek temizlik için yeterli midir?
CEVAP: Bilindiği üzere pis olan herşey necis-necasettir. Bunlardan biri de idrardır.
İslâm fıkhında insanın dışkısının ve idrarının necis olduğunda hemen hemen görüş birliği vardır.
Çocuk emziren kadının bedenine veya giysisine bebeğin idrar yahut dışkısından, -emzirenin titizlikle kaçınmasına rağmen- sıçrayan şeyler affedümiştir. Bununla beraber emziren kadının namaz için ayrı bir giysi bulundurması mendubtur.
Şafiî mezhebinde çocuğun idrarı necis sayılmıştır. Temizlenme şekli ise şöyledir: Akacak şekilde bol olmasa da idrar isabet eden yere su serpilmesi gerekir. Çocuk iki yaşın altında ise ve sütten başka bir gıda almıyorsa -bu anne sütü olabileceği gibi hayvan sütü de olabilir-böyle bir çocuğun idrarı hafif necasettir. Bir hadiste "Kız çocuğun idrarı yıkanır. Erkek çocuğun idrarı su serperek temizlenir" buyurulmuş-tur. (Buharî)
Çocuk iki yaşından fazla ise, sütten başka bir gıda almıyor da olsa idrarı yıkanarak temizlenir. Yıkama işinde önce pisliğin kendisi giderilir. Elbisenin yıkanan yeri sıkılır veya kurutulur. Yanhzca idrann bulaştığı yer temizlenir. İdrar bulaşmayan yeri yıkamak gerekmez.
Ed-Dîn'ul Hâlis isimli kitapta özetle şöyle denmektedir:
Şâfîî, Ahmed b. Hanbel, İshak, Sevrî ve Dâvud-u Zâhirî'ye göre süt dışında bir gıda almayan erkek bebeğin idrannı temizlemek için su serpmek yeterlidir. Kız bebeğin idrannı temizlenmesi için ise mutlaka su ile yıkamak gerekir. İsterse bu bebek sadece süt ile besleniyor olsun. Bu hükmün delili şudur:
Muhsan kızı Ümmü Kays'ın anlattığına göre, kendisi daha yemek yemeye başlamamış oğlunu Hz. Peygamber'e götürmüştü. Rasû-lullah çocuğu kucağına oturttu. Çocuk Hz. Peygamber'in elbisesine bevletti. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir miktar su istedi ve çocuğun idrar yaptığı yere suyu serpti, orayı yıkamadı. (Ebu Dâvud)
Hz. Ali'nin "Süt emen oğlan çocuğunun idrarı su serperek, kız ço-cuğununki yıkayarak temizlenir" dediği rivayet edilmiştir.
Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göre çocuğun kız veya oğlan olması arasında bir fark yoktur. Çocuğun idrarı mutlaka yıkamak suretiyle temizlenir.
Süt emme çağındaki oğlan çocuğunun idrarının su serpmekle temizlenmesi bir ruhsattır. İnsan ihtiyaç duyunca buna başvurur. Zira bu hususta en faziletlisi necaset gidene kadar yıkamaktır.
SORU: Soğuk bir bölgede yaşayan müslümanın, tuvaletlerde su bulamazsa, tuvalette kullanmak üzere imal edilmiş kağıtlarla temizlenmesi caiz midir?
CEVAP: Fıkıhta bu konuda yerleşmiş bir esas vardır ki, insan idrar veya dışkıdan dolayı temizlenme ihtiyacında olduğu zaman, bu ihtiyacını, temiz olan ve pisliği temizleyecek durumda olan katı bir cisimle gidermelidir. Taş veya üzerinde yazı olmayan ve tuvalet temizliği için hazırlanan kağıt gibi. Pisliği gidermekte kullanılan bu cisim yeter ki, saygı değer birşey olmasın.
Pislik yanlız su ile de temizlenebileceği gibi hem katı şey ile, hem de su ile temizlenebilir. Temizleme işinde katı cisim veya kağıt kullanmak söz konusu ise üç parça kullanılmalıdır.
Bu anlattıklarımız gösteriyor ki, özellikle soru sahibinin ifade ettiği durumda tuvaletlerde temizlenmek için kağıt kullanılabilir. Bu yol ile pisliğin çıktığı yer tamamen temizlenmiş olur. Kağıt su yerine geçer. Kolaylaştırıcı olmak İslâm'ın temel prensiplerindendir. Cenab-ı Hak "Allah her şahsı gücü yettiği ölçüde mükellef kılar" (Bakara/285) ve "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) ayetlerinde buna işaret etmiştir.
Buraya kadar söylediklerimizden şunu anlıyoruz. Dinimizde tuvaletlerde kullanılmak üzere hazırlanan kağıtlarla temizlenmenin ve silinmenin dinî yönden bir mahzuru yoktur. Güzelce temizlenmek için hem suyu, hem kağıdı (veya bir başka nesneyi) kullanmak daha iyidir. Fakat suyun bulunmaması veya kullanıldığında bir zarardan korkulması halinde sadece tuvalet kağıdı veya benzeri bir nesne ile temizlenile: bilir. Her ikisini de kullandığımız takdirde hem tıbbî yönden hem temizlik yönünden isabetli birşey yapmış oluruz.
SORU: Abdestli iken diş fırçası kullandım. Bu sırada fırçada kanama belirtileri gördüm. Macunda ve fırçada görülen bu belirti abdesti bozar mı?
CEVAP: Soruyu cevaplamazdan önce bir hususu ifade edelim: Ağız ve diş sağlığı için fırça veya misvak kullanmak, tüm İslâm dünyasında abdesten önce yapılan bir işlemdir. Örf, âdet böyledir.
Kanın abdesti bozup bozmaması konusunda mezheplerdeki hükümlere bakalım:
Hanefî mezhebinde bedenden çıkan kan, çıktığı yerden akıp dağılınca abdesti bozar.
Şâfıi ve Mâlikî mezheplerinde ise bedenden kan çıkması abdesti bozmaz. Bu mezhepler meselede şu hadisi delil göstermektedir:
Hz. Peygamber kan aldırdı. Abdest almadan namaz kıldı. Sadece kan almada kullanılan araçları ve kan aldırdığı yeri yıkadı. (Dâre-kutnî ve Beyhakî)
Ayrıca Abdullah b. Abbas'ın burnu kanadığı zaman sadece kanı yıkayıp, abdest almadan namazını kıldığı rivayet edilmiştir.
Ayrıca Ensar'dan Abbad t}. Bişr isimli bir sahabînin (bkz. Azim Abâdi, Avn'ul Ma'bûd, 1/333) namaz kılarken ok yarası aldığı tabiîdir ki yarasından kan akmıştır buna rağmen namazına devam ettiği rivayet edilmiştir. (Ebu Dâvud).
Hz. Peygamber bundan haberdar edildiği halde, bu davranışın yersiz olduğunu ifade etmemiş, o sahabînin ne abdestinin bozulduğunu, ne de namazının bâtıl olduğunu söylemiştir.
Konumuz itibariyle buraya kadar anlattıklarımızdan şunu anlıya-biliriz: Diş temizliği sırasında kanın çıktığı yerde durmayıp akması sözkonusu olmadıkça Hanefî mezhebine göre de abdest bozulmaz. Çünkü bu mezhepte kanın abdesti bozması için çıktığı yerden akması gerekir.
Soru sahibinin ifadesinden anlaşılan odur ki, burada akan bir kan yoktur. Ancak fırça diş etine kuvvetli sürtülmüş olmalı ki, fırçaya ve macuna karışmış kandan söz ediyor.
Şafiî ve Mâlikî mezheplerince de anlatılan durumda abdest bozulmaz. Zira bunlarca zaten akan kan dahi abdesti bozmaz.
SORU: Abdestli iken şehvetle bir kadına bakan erkek hakkındaki dînî hüküm nedir? Bu kimsenin abdesti bozulur mu?
CEVAP: Herkesçe bilinen bir husustur ki, abdest alan kimse bunu, -namaz kılmak, Kur'an okumak gibi- ibadet maksadı ile yapmaktadır. Bu kimseyi içinde olduğu bu durum, haram birşeye veya haram şeylere bakmaktan alıkoymaktadır. Çünkü böyle bir kimse bilir -veya bilmesi gerekir- ki, harama bakmak, iblisin, insanı günah ve fuhşa götürmek üzere kullandığı zehirli oklarından bir oktur.
Hz. Peygamber bir hadisinde haram olan şeylere dikkatli bir şekilde ve tekrar tekrar bakmanın yasak olduğunu şöyle ifade buyurmuştur:
İlk bakış lehine (fakat aynı şeye tekrar dönüp bakarsan) ikincisi aleyhinedir. (Ebu Dâvud ve Tirmizî)
Fıkıh âlimlerinin pek çoğu mahrem olmayan bir kadına şehvetle dokunmanın abdesti bozduğu görüşündedirler. Bu hususta kadının kendisine şehvet duyulabilecek durumda olması esastır.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, bir erkek kendisine şehvet duyulabilecek bir kadına baksa veya böyle bir kadın hakkında düşünceye dalsa, bu sırada kendisinde mezi denilen bir akıntı olsa abdesti bozulur. Nitekim hadisi şerifte "Meziden dolayı abdest, meniden dolayı ise gusül gerekir" Duyurulmuştur. Abdullah b. Abbas, "Mezi gelmesi durumunda üreme organının yıkanması, sonra abdest alınması gerekir" demiştir.
Burada abdestli olsun-olmasın, din kardeşlerime Nûr suresinin 30. ayetini hatırlatırım: İbn Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
Burada Yüce Allah, kullarına emrediyor ki, onlar kendilerine haram kılman şeye bakmaktan gözlerini engellesinler. Sadece kendilerine bakılması mubah kılınanlara baksınlar. Şayet gözü kasıtlı olmaksızın bir harama rastlarsa kendisim ona bakmaktan alıkoysun. Tirmzî'de rivayet edildiğine göre Cerîr b. Abdullah şöyle diyor: "Allah'ın Rasûlü'ne âni bir şekilde karşılaşılan harama bakmayı sordum. Bana gözümü başka yere çevirmemi emretti".
Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
Bir müslüman herhangi bir kadının güzelliğine bakar da gözünü bu bakmadan alıkoyarsa Allah Teâlâ gözünü sakındığı her haram yerine, tadını alacağı, haz duyacağı bir ibadet nasİb eder. (Ahmed b. Hanbel)
SORU: Bazı doktorlar idrar ve dışkı ihtiyacını giderdikten sonra eli kullanarak su ile temizlenmenin dizanteri hastalığına sebep olduğunu ve bu hastalığın bulaşıcı olduğunu söylemekte, bir önlem olarak da suya başvurmaksızın tuvaletlerde bulunan, özellikle bu iş için yapılmış olan kağıtlarla temizlenmeyi öğütlemektedirler. İslâmiyet böyle bir anlayışı kabul eder mi? Hem suyu, hem tuvalet kağıdını kullanarak temizlenebilir miyiz?
CEVAP: İslâm dini zahiri ve sadece bir takım nasslara bağlı olmayı esas alan bir din değildir. İslâmiyet birtakım hedef ve maksatları olan bir dindir.
İslâm'ın ruhunu oluşturan genel esaslara baktığımızda, tuvaletlerde bulunan Özel kağıtların temizlenmek için kullanılmasında bir engelin olmadığını anlarız. Yeter ki bu kağıt pisliği bulaştığı yerden temizleyip arıtsın. Çünkü fıkıhta bu temizleme işine verilen istincâmn anlamı, pisliğin çıktığı yeri ve çevresindeki pisliğin bulaşıklarını temizlemek ve pisliği gidermektir.
Arabça'da istincâ kelimesinin türetildiği kök, kesmek anlamını ifade eder. Demek ki istincâ eden kimse vücudundan çıkan idrar ve dışkıdan geriye kalan pisliği söküp atmakta, vücudundaki pisliği kesip yok etmektedir.
Tuvalet ihtiyacından sonra temizlenmek demek olan istincâ sünnettir. Öyle bir sünnettir ki, terk edilmesi, yapılmaması mekruhtur. Fıkıh kitaplarında uzun uzadıya anlatıldığı üzere bazen istincâ farz olur.
Bu konuda esas olan temizlenmek için su veya taş kullanmaktır. Taş kullanma işine fıkıhta isticmâr denmektedir. Nitekim bu tâbir hadiste şöyle kullanılıyor:
Taş ile temizlenen tek sayıda taş kullansın. Böyle yapan temizlenme işini güzelce yerine getirmiş olur. Tek sayıda temizlenemeyen için ise bir sakınca yoktur. (Buharî)
Fıkıhçılar bu esastan hareketle şöyle demişlerdir: Taş gibi ve onun yaptığı işi yapacak durumda olan toprak, bez, yün, pamuk gibi her şey hükümde aynıdır. Bunda şu hususlar önemlidir. Temizlenmede kullanılan madde çok değerli olmamalı, temizleyici özelliği bulunmalıdır.
Şu nefis ifade bu konunun fıkıhçılarca nasıl değerlendirildiğini gösteriyor: İstincâ'dan maksat temizlenmektir. Bundan dolayıdır ki, taharetlenirken en çok temizleyici ve bedeni ve eli bulaştırmayacak en sağlıklı yol seçilmelidir.
Değerli okuyucu!
Temizlenmede kullanılması sözkonusu olan maddelerin caiz olup olmadığını bildirmek için fıkıh âlimlerinin çok ince bir şekilde konuya eğildiğini göreceksiniz.
Fıkıhçılar kemik, yiyecek maddesi, kurumuş hayvan dışkısı veya insan dışkısı, üzerinde yazı bulunan ve değerli olan kağıt, daha önce başkası tarafından temizlenmek için kullanılmış taş, kireç, kiremit, cam ve kendisinden jararlanılabilen, değer ifade eden her şeyi tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra temizlenmek için kullanmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bu sayılanlar temizlenme işinde kullanılsa ve temizlenme gerçekleşirse yeterli ve geçerlidir.
Öte yandan İslâm fıkhının tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra titiz bir şekilde temizlenmeyi, pislikten ve bulaşıcı hastalıktan, malın yersiz-boş yere harcanmasından kaçınılmasını emrettiğini görüyoruz.
Ayrıca fıkıhcıların temizlenme işinde ellerin de temizlenmesini, kokunun tamamiyle giderilmesini şart koştuklarını okuyunca, onların din ile tıp arasındaki sıkı bağı iyi bir şekilde anladıklarına inanmak gerekiyor.
Niçin o kadar uzağa gidiyoruz? Selef -ilk dönemlerdeki ilim adamları- bu meselede daha açık bir biçimde fetva vermişlerdir. Şöyle ki: Temizlenmek için kullanılacak taş'tan maksat katı, temiz ve pisliği giderip temizleyeci olan ve muhterem olmayan her şeydir. Fukaha tarafından bildirilen maddeler arasında bugün temizlenmede kullanılması öngörülen kağıt da vardır. Kağıtla pisliğin temizlenmesi hususunda kağıdın fiyat yönünden çok değerli olmaması, kağıdın tüketimiyle büyük bir zararın meydana gelmemesi şart koşulmuştur. Dikkat edilirse bu husus, fıkıhçılarca dikkate alınan ekonomik bir noktadır. Ote yandan temizlenmekte kullanılan kağıtta yazı olmamalıdır. Çünkü islâmiyet ilme, müslümanlar yazıya değer vermektedir. Şu kadar ki kağıtta yazılı olanlar saygı duyulmayacak şeyler ise bazı âlimlerce böyle bir kağıdı kullanmakta bir sakınca görülmemiştir.
Hanefî mezhebinde bu konuda şu kayıtlara rastlıyoruz: İslâm'a göre saygı gösterilmesi gereken şeylerle idrar ve dışkı ihtiyacı giderildikten sonra silinip temizlenmek mekruhtur. Zira müslümanın sahip olduğu "malım" diye bildiği şeyleri zayi edip yabana atmasının yasak olduğu hadislerde bildirilmiştir. (Buharı)
Saygı gösterilmesi gereken şeyler arasında insan bedenine ait parçalar ve üzerinde yazı bulunan kağıt da vardır. İnsan kâfir de olsa, ölmüş de olsa insan olmak yönüyle saygıya değerdir. Kağıt üzerine yazılan yazı, cümle ifade edecek şekilde olmayıp, tek tek harfler şeklinde dâhi olsa bu yazı kağıdı saygı değer kılar. Üzerine yazı yazılmaya elverişli olan kağıt da saygıdeğerdir. Üzerine yazı yazmaya elverişli olmayan kağıdı ise temizlenmekte kullanmak mekruh olmaksızın caizdir.
Bunlarla temizlenmenin mekruh olması temizlenmede kullanılan şeyin ekonomik değeri olan birşey olmasına bağlıdır. Böyle bir maddenin temizlenmekte kullanılması onu telef ederse veya değerini düşü-rürse mekruhluk sözkonusudur. Fakat temizlenme işinden sonra yıkanıp kurutulursa ve madde eski haline dönerse mekruh olmaz.
Şafiî mezhebinde de şu bilgileri görüyoruz: Temizlenmede kullanılan şeyin İslâm'a göre saygı gösterilecek birşey olmaması şarttır. Ekmek, kemik gibi şeylerle silinip temizlenmek caiz değildir. İslâm dinine göre saygı gösterilen şeylerden biri de fıkıh, hadis veya bunlara ulaşmaya yarayan gramer bilgileri, matematik, tıp, edebiyat gibi (insanlara yararlı) bilimlerin yazıldığı kağıttır. Fakat üzerine bu söylenilenler kabilinden olmayan değersiz şeylerin yazıldığı kağıt saygıdeğer değildir.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan dînî yönden tuvalet kağıdını kullanmakta bir sakınca olmadığını anlıyoruz. Özellikle bir rahatsızlık korkusu, bulaşıcı bir hastalık endişesi bulunduğu zaman suyu hiç kullanmaksızın sadece kağıtla temizlenme gerçekleştirilebilir.
Burada, şöyle bir yol izlemek daha güzel olur görüşündeyim: Şayet az önce ifade edildiği gibi hastalık endişesi varsa önce kağıt ile pislik temizlenmeli sonra tuvaletlerde su fışkırtılmak için bulunan özel aletle pisliğin çıktığı yeri ayrıca su ile temizlemelidir.
Belki bazı kimseler bu çözümden hoşnut olmayabilirler. Zira insanlar arasında değer yargılan katı olanlar vardır. Fakat yaşanan hayatın kuralları daha katı ve keskindir. İnsanların problemlerine çözüm bulmamak uygun bir davranış değildir. Üstelik dinimiz hayat dinidir. Problemlere, âdetlere, örfe, genel yararlara, insanların içinde olduğu zaruretlere bakarak çözüm aramak daha isabetli olur. Kaldı ki, üzerinde konuştuğumuz mesele İslâm'uı-etfasrna ve itikada ilişkin bir mesele olmayıp, fer'î bir meseledir.
SORU: İslâmiyet su bulunmadığı zaman teyemmüm etmemizi emrediyor. Bilindiği üzere teyemmüm abdest yerine geçmek üzere toprakla yapılıyor. Toz toprak -ki içeresinde mikrop da vardır- nasıl temizlenme aracı olur. Teyemmümün hikmeti nedir?
CEVAP: Önce şunu bilmemiz gerekiyor: Teyemmüm, her şeyi hak-kıyle bilen ve yapığı hikmetli olan Allah'ın emrettiği bir husustur.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Eğer, hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve su da bulamamışsanız temiz bir toprak bulup yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır. (Nisa/43)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Yeryüzü benim ve ümmetim için mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden bir kimse nerede namaza (vakti) yetişirse temizlenme (imkânı) yanındadır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) Pek çok kimsenin sandığı gibi toprakla teyemmüm etmek insana eziyet verici ve abdest organlarım kirletici değildir. Zira bilindiği üzere teyemüm, eli temizleme özelliği olan toprağa vurup, eli silkeledikten sonra yüzü ve kollan meshetmekten ibarettir.
Nitekim Hz. Peygamber'in Ammar'a teyemmüm ile ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet ediliyor:
Ellerinin iç kısmını toprağa vurman sana yeter. Sonra ellerini silkeler ve ellerinle yüzünü ve dirseklere kadar kollarını mesheder-sin. (İbn Mâce ve Neseî)
Demek ki bu girişten şunu anlıyoruz: Teyemmüm elleri temiz toprağa vurmakla yapılıyor. Hadiste ifade edildiği üzere eller ayrıca silkelenerek elde toprak kalıntısı varsa temizleniyor. Daha sanra da yüz ve kollar meshediliyor. Teyemmümde kirlenme diye bir durum olmadığı acıkır. Ayrıca teyyemmüm yapmakla bir ibadet yapılmaktadır. İhtiyaç halinde toprağın bu iş için kullanılmasını Allah emretmiştir.
Öte yandan toprak insanın aslı olan maddeden bir parçadır. İnsan sudan yaratılmış, toprak da suyun kaymağıdır. Bunlar teyemmümle ilgili olarak eskilerin söylediği hikmetlerdir.
Şöyle de diyebiliriz: Teyemmüm yukarda söylenilen sembolik şekliyle bir çeşit eşyanın aslı üzere kalması gibidir. Temizlenmede asıl olan, su'dur. Kullanılması halinde suyun zarar vereceği durumlarda, toprağın kullanılmasına için verilmesi Allah'ın bir lütfudur.
Çağdaş bilim adamlarından toprağın tıbbî ve koruyucu yararlarını belgeleyenler vardır.
Kur'an'ın Işığında ilmin Tanıklığı isimli eserin yazarı teyemmüm ayetini yorumlarken şunları söylüyor:
Bilindiği üzere mikroplar her yerde yaygındır. Hemen hemen her-şeyde mikroplar bulunur. Küçüklüğü sebebiyle mikrobun gözle görülmesi mümkün değildir. Bakterilerin türleri ve şekilleri çeşitlidir. Kimisi küresel, kimisi helezoni, kimisi değneğimsidir. Bunlardan bazıları zararlı bazıları yararlıdır. Bakterilerden yararlı olanlar, şekerli maddelerin mayalanmasını sağlar. Faydalı bakteriler bazı bitkilerin köklerinde halkalar oluşturur ve toprağın verimli ve üretken olmasını sağlar. Nitekim yoncanın köküne takılan azot içeren bakteriler böyledir. Bu bakteriler toprağı besler ve verimini artırır. Bunun içindir ki yonca ekiminin tarımda önemli bir yeri vardır.
Zararlı bakterilere gelince, bunlardan kimisi hastalıklara sebep olur. Tifo, dizanteri, kolera ve benzeri hastalıklar bakteriler yoluyla oluşur. Bazı bakteriler ise diğerlerini yok eder.
Nitekim şair Şevki şöyle der:
Bazı mikroplar feaşka bir mikroba olur panzehir.
Çaresiz bir dert bazen bir başka derde şifa verir.
Tıp ve diğer bilimler dün Kur'an ile alay ediyorlardı. Bugün süratle dönüş yapıp sözünü geri alıyorlar. Bilgilerinden son derece emin olanlar bugün biliyorlar ki mikrop denilen, nesne toprakta yaşama imkanı bulamıyor. Toprak mikrobun amansız düşmanıdır. Ancak mikroplardan pek nadiri düşmanı olan toprağa yaklaştığında, bunun farkına varıp balıksı yüzeyi ile kendisine koruyucu bir ortam oluşturarak toprakta yaşamayı sürdürüyor. Tatanoz mikrobu böyledir.
İşte gerçekler ışınlarını saçıyor, bilim Kur'an'ın 1400 yıl öncesinden ortaya koyduğu gerçeği bugün itiraf ediyor.
Yazar daha sonra tıp adamlarının topraktan elde ettikleri yararlı ilaçlardan söz ediyor. Bunların adlarını ve yararlarını, kullanma tarzlarını anlatıyor.
Bu açıklamalardan öğreniyoruz ki tifo, kolera, boğmaca, tifos, Malta humması, akciğer iltihabı gibi rahatsızlıkların en başarılı tedavi ilacı topraktan elde edilmektedir. Bu konudaki rapor şöyle bitiyor: Direnç gösterilmesi zor olan hastalıkları temizleyen ve koruyucu fonksiyonu olan şey topraktır. Toprak şu ana kadar keşfedilen tüm ilaçlardan ve penisilinden daha üstün bir ilaçtır.
Teyemmüm için bir de mistik hikmetten söz edebiliriz. Şa'râni Mizan isimli eserinde şöyle der:
Toprak ruhani manada suya yakın bir maddedir. Zira toprak, Allah'ın her şeyi kendisinden yarattığı suyun tortusudur. Bu nedenle de suya en yakın madde topraktır.
Özetle şunu söyleyebiliriz: Teyemmüm bir kirlenme değildir. Temizliğin aslını gerçekleştirmek üzere eli toprağa vurup sonra yüzü ve kollan meshetmekten ibarettir. Nihayet suyu kullanmakla, onu kullanmaktan aciz olmayı karşılaştırarak, bir nimetin değerini hatırlamaktır. Sonuç itibariyle Allah'ın emrine boyun eğmenin sembolüdür. Yok olması halinde suyun yerine; kendisine en yakın maddeyi kullanmaktır.
Her bilenin üstünde bir bilen vardır.
SORU: Günümüzde bazı gençlerin bıyıklarına özen gösterdikleri, çeşitli şekillerde bıyık bıraktıkları görülmektedir. Bıyık erkeklik nişanı sayılmaktadır. Bunu Allah'ın yarattığı şekli bozmak, dine aykırı bir davranış olarak görmek mümkün müdür?
CEVAP: Mezhep imamlarının bıyık hususunda değişik görüşleri vardır.
Kimisi bu hususta rivayet edilen haberlere itimat etmişlerdir. Bu rivayetler bıyığın aşırı derecede kırpılmasını bildirmektedir.
Kimileri başka rivayetleri dikkate almaktadır. Bu rivayetler bıyık kırpmanın sadece üst dudağın üzerine sarkan kısma ait olduğunu bildirmektedir.
Ibn'ul Kayyım Zâd'ul Meâd isimli eserinde bu konuyu uzun bir şekilde ele almıştır. Konuyu işlerken "Bıyığından almayan bizden değildir" (Suyûtî, Câmi'us-Sagir) hadisine ve "Bıyıkları kısaltınız. Saka--lı bırakınız, Mecusilere aykırı davranınız" (Ahmed b. Hanbel, Müsned) hadisine yer vermiştir. Bu iki hadis ikinci gruptaki görüşü desteklemekte, bu görüşe meylediyor görünmektedir. İbn'ul Kayyım daha sonra şunları söylemektedir.
Müslim'in Sahihinde Hz.Enes'ten rivayetle şöyle denmektedir: Hz. Peygamber bıyık ve tırnak kesmek gibi konularda zaman belirlemiş, bu tür temizlikleri kırk günden sonraya bırakmamamızı emretmiştir. Bizden öncekiler, bıyığı kökünden kazımanın mı, kırparak kısaltmanın mı daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Mâlik Muvatta isimli eserinde şöyle diyor: Bıyık üst dudağı belirleyen çizgi açıkta kalacak şekilde kırpılır, kökünden kazınmaz. Böyle yapan kimse kendisine müsle yapmış olur.*
İbn Abdil Hakem İmâm Mâlik'ten şunu naklediyor: Bıyık kısaltılır, sakal uzatılır. Bıyığın kısaltılması onu dipten traş etmek demek değildir.
O aynı zamanda bıyığını bu şekilde kesenlere ceza verilmesi görüşündedir. İbn'ul Kasım da İmam Mâlik'ten şunu naklediyor: Bıyığı aşırı kısaltmak, dipten tıraş etmek, müsledir.
İmam Mâlik şöyle diyor: Bıyık kesmek hususundaki Hz. Peygam-ber'in hadisi dudağı, çevreleyen yerdeki bıyıkları kesmeyi ifade eder. İmam Mâlik bıyığın üst tarafından almayı mekruh görür ve şöyle der: Şahitlik ederim ki bıyıkları kökünden traş etmek bid'at-tir. Bunu yapanın canını yakacak şekilde döverek cezalandırılması görüşündeyim. Hz. Ömer kendisine sıkıntı veren bir iş başına geldiğinde öf. der ayağı ile abasını kurcalar, bıyıklarını çekiştirir-di. Ömer b. Abdil-Aziz de şöyle der: Bıyıkta sünnet olan dudak çizgisi ile beraber bıyığı kesmektir.
îbn'ul Kayyım yukardaki birinci görüşe ait birtakım görüşler zikrettikten sonra şunları söylüyor:
(Müsle bir kimsenin bazı organlarını kesmek gibi bir yol ile, başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılmasıdır. (Çeviren) Ahmed b. Hanbel der ki: Ebu Abdullah'a şöyle sordular: Bir kimse bıyıklarından bir parça kırparak alsa mı yoksa kökünde kazısa mı güzel olur? Bıyık kısaltmak nasıl olacaktır?
Ebû Abdillah bu soruya şu cevabı vermiştir: Kökten kazısa da, kırparak kısaltsa da bir sakınca yoktur. Ebû Muhammed Muğnî isimli kitabında şöyle der: Mugîre b. Şube'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) uzayan bıyığını (dudak hizasına) misvak koyarak kesmiştir. Bu tür bir kesişte kökünden kazımak mümkün değildir.
Aktardığımız bu ifadeler gösteriyor ki bıyığını düzeltip çeki düzen verenler bıyığı kırpıp onun bir kısmını bırakmakta, tamamını kökten kazımamaktadırlar. Bunu yaparken dinin bu konuda söylediğini veya caiz olup olmadığını yok saymamaktadırlar. Burada bir noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır: Bıyık düzeltmek gibi konular dinin temeli sayılan şeyler olmayıp teferruat sayılacak şeylerdendir. Bu kabil meseleler dinin temeli ile ilgili olmaktan çok çevreyi, gelenek ve âdetleri ilgilendirmektedir.
SORU: Bir camide vaaz eden bir hoca efendiyi dinliyorduk. İmam sakalsız idi. Dinleyenlerden sakallı bir zât imama şöyle bir soru yöneltti: Sakalsız hocanın arkasında kılınan namaz sahih (geçerli) midir? Hoca efendi "evet" diyerek soruyu cevapladı. Bunun üzerine soru sahibi sert bir ifade ile "Hayır sakalsız kimsenin arkasında kılınan namaz geçersizdir, bâtıldır" dedi. Orada şiddetli bir tartışma meydana geldi. Bu konuda hüküm nedir?
CEVAP: Müslümanlar arasında yaygın bir halde olan aşırılık, çâresi bulunmaz bir hastalıktır. Müslümanlar olarak görevimiz orta yolu izlemek ve hikmetli davranmaktır. Aşırı davranmaktan, ölçüsüz olmaktan kaçınmaktır. Allah'ın dinine insanları çağırmamız sözkonusu olunca üzerinde konuşmamız gereken bahsi iyice anlamalı, tartışma ve konuşma edebine uymalı ve konuyu en güzel biçimde sunmalıyız. Bununla beraber dinin temelini teşkil etmeyen konular sebebiyle birbirimizle olan ilişkilerimizi kesmemeli, birliğimizi parçalamaman ve küçük meselelerle uğraşırken daha büyük görevlerimizi ihmal etmemeliyiz. Aksi halde Hz. Hüseyin'i öldürerek ellerini onun kanına bulaştırmaktan çekinmeyen, fakat pirenin kanının necis olup olmadığını araştıranların durumuna benzer bir duruma düşeriz.
Sözkonusu imam efendiye karşı çıkan kimse, bir çok yönden kötü davranan bir kimse durumuna düşmüştür. Şöyle ki:
Çünkü imam efendiye karşı katı ve büyüklük taslayan bir tarzda çıkış yapmıştır. Oysa soru soran kimseden beklenen, fetva sorduğu kimseye güven duymasıdır. Zira kendisine başvurup soru sorduğu konuda ona sığınmıştır.
Çünkü o soruyu bilgi edinmek için değil, onu sıkıntıya sokmak maksadı ile sormuştur.
Çünkü soru sahibi daha sonra sakalsız kimsenin arkasında kılınan namazın bâtıl olduğunu söylemekle açık bir şekilde hataya düşmüştür. Zira böyle bir hüküm şunu gerektirir: Eğer sakalsız imamın arkasında kılman namaz bâtıl ise tek başına namaz kılan sakalsız kimsenin namazı da bâtıl olur. Bu demektir ki milyonlarca sakalsız kimsenin namazı bâtıl olmaktadır. Bu kimselere namaz kılmayan kimseye uygulanması gereken hükümleri uygulamak gerekir. Zira bâtıl olan namaz hiç yok gibidir. Fıkıh âlimleri sakal bırakmak hususunda ihtilaf etmişlerdir:
B azılan sakal bırakmak hususunu titiz bir şekilde desteklemişlerdir.
Bazıları sakal bırakmayı teşvik etmişlerdir. Bunlara göre en kötü varsayımla sakalı traş etmek büyük günah derecesine varan bir davranış değildir.
İmamlık yapacak kimsede bir takım özelliklerin bulunması iyidir. Bunlar hür olmak, reşit olmak,' adalet sıfatına sahip olmak, faziletli olmak, iyi bir hâl üzere olmak, takva sahibi olmak, ilim sahibi olmak gibi hususlardır.
İmam'da bulunması gereken özellikler arasında sakallı olmak gibi bir özellik zikredilmemektedir.
Buharı dışında beş hadis kaynağında Abdullah b. Me'ud'dan rivayet edilen bir hadisinde Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu görmekteyiz:
Cemaate onların Kur'an'ı en iyi okuyanı imam olur. Okuma hususunda eşit olanlar bulunursa bunlardan sünneti en iyi bilen imam olur. Bu konuda da eşit olurlarsa hicret etmekte ilk olan imam olur. Bunda da eşit olurlarsa en yaşlısı imam olur. Bir kimsenin yetkili olduğu yerde başkası imam olmasın. Bir kimsenin evinde ev sahibinin izni olmadan döşeğine oturulmasın. (Müslim ve Tirmizî)
Dikkat edilirse Hz. Peygamber bu hadisinde imam olacak kişinin özelliklerini saymış, bu özellikler arasında "sakalı en uzun olan imam olur" gibi bir hususa yer vermemiştir.
Ebu Dâvud ve Dârekutnî'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslüman olan her insanın arkasında namaz kılınız. O kişi ister iyi ahlâklı olsun ister günahkâr olsun. Hatta büyük günahlardan birini işleyen biri de olsa arkasında namaz kılınız. (Ebu Dâvud)
Bu esastan hareketle ilim adamları, günahkâr da olsa her müslümanın arkasında kılınan namazın sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bu hususu sahabe ve tabiinden gelen icma (görüş birliği) da desteklemektedir. Onlar yönetici ve valilerin günahkâr oldukları halde arkalarında namaz kılarlardı. Buharî'deki rivayete göre Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Haccac b. Yusuf es-Sekâfi'nin (meşhur Haccac-ı Zâlim) arkasında namaz kılmıştır. Buhâri, Müslim ve diğer Sünen sahiplerinin rivayetlerine göre Ebû Said; Mervan bayram hutbesini namazdan önce okuduğu halde arkrasında namaz kılmış, fakat "Sizden biriniz bir kotülüğü görünce (gücü yetiyorsa) eliyle düzeltsin..." (Müslim ve Tirmizî) hadisine göre Mervan'a itiraz etmiştir.
İşte bundan dolayı -özellikle bilgili ve iyi ahlâklı olan- sakalsız kimsenin arkasında kılınan namazın batıl olduğunu söylemek sapık bir söz ve yalan bir kavildir.
Burada bu konuda Nur'ul İslâm dergisinde (ki bu dergi Ezher Üniversitesinin Vaaz ve İrşad bölümünün resmî dergisidir) yayınlanan bir fetvayı zikretmemiz yerinde olacaktır:
Dört mezhepte de itimat edilen görüş, sakalı traş etmenin tedavi gibi bir özür olmadıkça haram olduğu istikametindedir. Mâlikîler-den bazılarına ve Şâfi mezhebinin son devir âlimlerine göre sakalı traş etmek tenzihen mekruhtur. Bilindiği üzere tenzihen mekruh olan şey helâle yakındır. Böyle bir mehruhu işleyene ceza gerekmez. Şu kadar ki mekruhu işlemekten kaçınana sevap vardır.
Şenkiti'nin Feîh'aî Mun'im isimli kitabında Hz. Peygamber'in sakal bırakmakla ilgili -yukarda geçen- hadisi izah edilirken şöyle denmektedir:
Sakalı traş etmek doğu ülkelerinde yaygın hale gelmiştir. O kadar ki pek çok dindar kimse kendisine alaycı gülüşlerle bakılacağından korkarak, başkalarını taklitle sakalını kesmiştir. Çünkü onların geleneklerinde sakal traşı alışkanlık halindedir.
Bu durumda sakalı traş etmenin caizliğine esas olacak bir ana kuralın tesbiti için ciddi bir çalışma yaptım. Tâ ki bu durumda olan pek çok değerli kişi için bir genişlik ve haramdan kurtuluş yolu ortaya çıksın.
Bu konudaki hükümde bir usûl kaidesini uyguladım. Şöyle ki: Ulemâdan pek çoğuna göre emir sığası (kipi) vucûb (gereklilik) ifade eder. "Mendubluk (yapılması teşvik edilen bir keyfiyet) ifade eder" diyen de olmuştur. Bir başka görüşe göre meselede tafsilata ihtiyaç vardır; eğer emir Allah'tan ise vücub, konumuzdaki hadiste olduğu gibi Hz. Peygamber'den ise mendubluk ifade eder.
Bu görüşler Meraki's-Suûd isimli usûl kitabında şu mısralarla ifade edilmiştir:
Emir kipi çoğunluğa göre ifade eder vücûb Bazısınca matlup bir iştir veya mendûb.
"Bazısınca vücûbtur" ifadesi, Allah'tan gelmesi halinde emrin vü-cub ifade edeceğini, Hz. Peygamber'den gelmesi halinde ise men-dub anlamına geldiğini bildirmektedir. İşte pek çok kimsenin traş olmasını bu görüş ışığında değerlendirmek yerinde olur.
Buna göre sakalı traş etmeyip bırakmak mendub bir iş olup, bunu yapan sevaba nail olur, yapmayana ise ceza gerekmez.
Allahım! Bizi sözde, işde ve düşüncede doğruya yönelt. Sen kendinden ümid beslenilenlerin en hayırlısı ve istekte bulunulanların en çok ikram edenisin.
SORU: Bir kimse köpeğe (veya köpek o kimseye) dokunsa bu kişi sadece köpeğin dokunduğu yeri mi, yoksa vücudunun tamamını mı temizlemelidir?
CEVAP: Köpeğin temiz olup olmadığı konusundaki fıkıhçıların görüşlerinin özeti şudur:
Fıkıh bilginleri bu konuda üç kısma ayrılmıştır:
a- Katı davranıp köpeğin bedeninin ve salyasının necis olduğunu söyleyenler. Bunlar Hanbelî ve Şafiî fıkıhçılarıdır.
b- Meseleyi gevşek tutup .köpeğin bedeninin ve salyasının temiz olduğunu söyleyenler. Bunlar Mâliki fıkıhçılarıdır.
c- Meselede orta yolu tutup bedeninin temiz, salyasının necis olduğunu söyleyenler. Bunlar ise Hanefî fıkıhçılardır.
Hanbelî mezhebinde köpeğin salyası gibi teri de necistir. Köpek bir sudan içince o sudan kalan artık da Hanefî mezhebindeki "artık" meselesindeki hükümde ifade edildiği gibi necistir. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Sizden birinizin kabını köpek yalarsa o kaptaki (kalan) suyu döksün. Sonra o kabı yedi kere yıkasın" (Buharı) buyuruluyor. Hadisteki yalamaktan maksat, köpeğin dilinin bir yanıyla suyu yalayarak iç-mesidir. Köpek suyu böyle içer veya dilini kaba sokarak içer. Hadisde-ki dökmekten maksat, suyu uzak bir yere atıp artık onu başka birşey için kullanmamaktır.
Bu konudaki bir diğer hadis de şöyledir:
Köpeğin yaladığı kabın temizlenmesi; ilk'i toprakla olmak üzere onun yedi defa yıkanmasıdır. (Müslim ve Ebu Dâvud)
Toprakla yıkamak, su ile toprağı karıştırarak çamur hale gelmiş toprakla yıkamaktır. Çağdaş bilim adanılan köpeğin salyası ile geçiş imkanı olan mikroplardan söz ediyorlar ki toprakla yıkama bu mikropları yok etmektedir.
Mâlikî mezhebine göre hadisteki suyu dökme emri ibadet ifade eden bir keyfiyettir. Bu emri yerine getirir, niçinini, nedenini sormayız. Allah'a ve (Rasülüne) itaat olmak üzere yerine getiririz. Köpeğin yaladığı sudan artan, bu su necis değildir. Köpeğin dokunduğu başka şey de Mâlikî mezhebine göre necis olmaz.
Mâlikîler bu sonucu şu ayetten çıkarıyorlar:
Kendilerine nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanlarınızın avladıklarından da yeyin ve Allah'ın adını üzerine anın (besmele çekin) Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur." (Maide/4)
Bu âyette av köpeklerinden söz edilmektedir. Buna dayanarak Mâlikîler şöyle diyorar: Köpek necis olsaydı dokunduğu avı necis 'ederdi. Oysa ayette avcı hayvanların tututuğunu yemenin helâl olduğu bildirilmektedir.
Bazı fıkıh âlimleri şunları ifade etmektedir: Köpek içinde katı bir yiyeceğin buunduğu kaptan birşeyler yese, köpeğin dokunduğu kısım ve çevresi atılır. Geri kalanından yemek caizdir. Çünkü bu kısma köpek dokunmamıştır. Bazı fıkıhçüara göre köpeğin tüyü ıslak olduğu takdirde necistir.
Buraya kadar söylediklerimizden soru sahibi kendine uygun bir sonuç çıkarabilir. Köpek ağzı, salyası veya teri ile bir yerine, mesela ayağına dokunmuş ise Hanefî mezhebine göre sadece köpeğin dokunduğu yer necis olur. Orasını yıkamak gerekir. Burası yıkamakla temiz olunca vücudun tamamını yıkamak gerekmez.
Fakat köpeğin ağzı, teri veya salyası insan vücudununun belirsiz yerlerine dokunursa, bedenin tamanını yıkamamak lazım gelir.
Mâlikî mezebine göre köpekte necislik sözkonusu olmadığından yukarda sözü edilen durumda ayrıca temizlenmeye gerek yoktur.
SORU: Abdesten sonra fota (veya havlu) ile kurulanırken beni gören bazı kimseler, "Bu bid'attir, kurulamamak daha iyidir" diyerek beni kurulamaktan menettiler. Oysa ben buna alışmış bir kimseyim. Sağlık açısından da buna ihtiyacım var. Bu konuda ne dersiniz?
CEVAP: Din ile ilgisi olmadığı halde dine mal edilen, ona yamanan ne çok şey vardır! Bu kabil hükümlerimizle dine ne kadar zulmettiğimizin farkındamıyız? Böyle şeylerle dini konulan karıştırıyoruz. Din abdest aldıktan sonra kurulanmak için fota (veya havlu kabilinden bir şeyi) kullanmaya engel değildir. (Hz. Peygamber zamanında bu gibi şeylerin olmaması onun bid'at olmasını gerektirmez.) İsterse sonradan çıkmış olsun.
Kurulanmak için bir kumaş (veya bez) parçasını kullanmak bid'at değildir. Aksine bu konuda Hz. Peygamber'den rivayet edilmiştir ki kızı Hz. Zeyneb kendisine su ve mendil getirmiş, Rasûlullah yü-
zünü yıkayıp mendil ile silinmiştir. Ardından da "Yavrucuğum! Gönlünü rahat tut. Babanın mağlup ve perişan olacağına dair korkma!" buyurmuştur.
Bu münasebetle bir hususu anmak istiyorum: (Mısır'da) pekçok genç: genç ilimadamlannın, resmî giysi olarak dar yenli elbiseler giymeleri ile alay edip gülüyorlar. Bir de "Böyle giyinmek, ağırbaşlılığa sakin görüntüye ters düşer" diyorlar.
Bunlar Urve b. Muğîre b. Şu'be'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadis karşısında acaba ne yapacaklar?
Hz. Peygamber tuvalet ihtiyacı için çıkmıştı. Onu izledim ve su götürdüm. Kendisine su döktüm, abdest aldılar. Üzerinde dar yenli bir cübbe vardı. Ellerini (darlığı yüzünden yeninden çıkaramadığı için) cübbenin altından çıkararak abdestini tamamladı ve mestlerine meshetti. (Müslim)
Bu adamlar bu kadar açık hadis karşısında ne diyecekler?
Dünyayı rahmetiyle kaplayan, ahirette de mü'minlere rahmetini lütfedecek olan Yüce Allah dinini kolaylık dini olarak göndermiştir. Ey insanlar! Allah'ın dinini zorlaştırmayın!
SORU: Yürürken yerlerde sürünecek kadar uzun elbiseler giymek müslüman için haram mıdır?
CEVAP: İslâmiyet temizlik ve düzen dinidir. Bağlılarından giysilerinin ve vücutlarının temiz olmasını, işlerinin düzenli planlı olmasını ister. İnsanın görüntüsünün güzel, giysilerinin pırıl pırıl olmasını asla yasaklamaz. Bu konuda aşağıda zikredeceğimiz olay kâfidir:
Hz. Peygamber birgün saçları perişan halde birini gördü ve o kimseyi ayıpladı. Daha sonra onu kasdederek "Kimilerine ne oluyor ki ortalıkta şeytan gibi saçı-başı darmadağınık dolaşıyor!" (Mâlik b. Enes, Muvatta) buyurdu. Daha sonra orada bulunanlara saçlarına bakım yapmalarını öğütledi.
Saçın bakımı yıkamak, taramak ve güzel koku kullanmakla olur. Çünkü onu yıkamak kirleri, teri ve salgılanan artıkları temizler. Taramak da ona düzen verir. Koku sürmek ise saçı, hem güzelleştirir, hem de herkes için sevimli, hoş kokulu olmasını sağlar. Güzel koku Hz. Peygamberin hoşlandığı şeylerdendir. Onun hoşlandığı şeyler, bizce de hoşlanılan şeyler olarak benimsenmelidir.
Bunun yanında İslâm dini her tür aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu benimsemeyi tavsiye eden bir dindir. Ayrıca kendini beğenmek, kibirlenmek İslâmiyet'te hoş karşılanmaz. İslâm, övünmeye ve şaşaalı yaşamaya, aşırı davranmaya savaş açar. Bundan dolayıdır ki İslâm, bağlılarına her şeyde haddi aşmayı yasaklamış; yeme, içme, giyim, uyku, çalışma ve ibadette orta yolu izlemeyi öğütlemiştir.
Uzun elbiseler giyenleri, insanlar arasında meşhur olmak ve kibirlenmek için göze batan giysiler giyenleri yeren pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarını aşağıda zikredeceğiz. Hz. Peygamber'in bu aşırılığı nasıl yasakladığı görülecektir. Bu hadislerdeki yasağın gerekçesi, çoğu kere aşırılık ve böbürlenmektir. İman askeri müslüman evlatlarının böyle davranışlar içinde olması uygun değildir.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Dünyada şöhret giysisi giyene Allah ahirette perişanlık elbisesi giydirecektir. (Ebu Dâvud ve İbn Mâce)
Özetle ifade edersek, başkalarının ilgisini çekmek ve meşhur olmak için herkesin giyim tarzına aykırı bir kıyafet giymek şöhret elbisesi giymek demektir. Herkesin gözü böyle giyinen kimsenin üzerinde olur. Sonuçta bu kimseye bir gurur gelir. Bu kimseye ahirette rüsvay ve perişan olacağı bir giysi giydirilir. Bu, dünyada büyüklük taslamak için giyilen elbisenin karşılığıdır. Ahiretteki giysi gerçekten giyeni perişan edecek bir giysi olabileceği gibi, Allah'ın o kimseyi alçaltıp zelil kılacağını bildirmek için söylenmiş mecazî bir ifade de olabilir.
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulur:
Kibirlenerek elbisesini (yürürken) yerde sürüyene, ahiret gününde Allah (rahmet nazariyle) bakmaz. (Buharı)
Hz. Ebubekir "Elbisemin bir kısmı yere kadar iniyor, fakat ben onu yere doğru her sarkışında toparlayıp düzeltiyorum" deyince Hz. Peygamber; "Sen bunu kibirlenerek yapanlardan değilsin" buyurdu.
Bu gösteriyor ki giysinin, kadının ayaklanna kadar Örtünmesi gibi bir ihtiyaçtan dolayı uzun olması bir zarar vermez. Hatta böylesi teşvik edilmiştir.
Ebu Davud'un rivayetinde yukardaki hadis "bir şeyi..." ifadesi ile rivayet edilmiştir. Buna göre kibirlenmek için giyilmesi sakıncalı olan sadece elbise değildir. Zira "şey" ifadesi elbise, gömlek, sarık, tayla-san, pardesü gibi her çeşit giyeceği içine alır.
Buharî'deki rivayet şöyledir:
Belden aşağıya giyilen şeylerin topuktan aşağıya ineni ateştedir.
Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir diğer hadiste ise şöyle Duyurulmaktadır:
Belden aşağıya giyilen giysisini taşkınlık ve kibirle yerde sürüyene Allah (rahmet nazarı ile) bakmaz.
Buraya kadar söylediklerimiz gösteriyor ki İslâmiyet'te yerde sürünecek kadar uzun giysi giymek haramdır. Zira bu, israf olmasının yanısıra kibirlenme ve böbürlenme sebebidir.
Allah doğruyu söyleyen ve yolun doğrusuna iletendir.
SORU: Bazı kimselerden ispirtonun (kolonyanın) necis olduğunu duydum. Bu doğru mudur? Şarap (aynen domuz gibi) necis'ulayn mıdır?
CEVAP: Ezher Fetva Komisyonuna benzeri bir soru sorulmuştu. Komisyonun cevabı —pek çok ilim adamının da söylediği üzere- şöyledir:
İspirto necis değildir. Buna göre ispirtonun alkolünden kendisine ilave edilen eşya da necis olmaz.
Hem delilinin kuvvetinden hem de necis olduğu söylendiği takdirde ortaya çıkacak güçlüğü ortadan kaldırmak için Ezher Fetva Komisyonunun görüşünü terpih ediyoruz.
Günümüzde birçok alanda kullanılan ispirto ve ondan elde edilen kolonya, pek çok kimse ve çevre tarafından üzerinde konuşulan, helâlliği, haramlığı, temizliği, necisliği tartışılan bir meseledir. Merhum Abd'ul Fettâh Ebu Gudde Feth'u Bâb'il İnâye Şerh'u Kitâb'ın-Nukâye isimli eseri neşre hazırlarken bu mesele hakkında şu bilgiyi veriyor: (Bakınız: adı geçen eser İ/258)
Dürr'ul Muhtar'da, ifade edildiğine göre şarap dışında kalan sarhoş edici maddeler hakkında üç rivayet vardır:
a: Galiz necaset olanlar,
b: Hafif necaset olanlar,
c: Temiz olanlar.
Bahr isimli eserde bu tür maddelerin 'galiz neceset' olduğu, Nehr isimli eserde bu tür maddelerin 'hafif necaset' olduğu görüşü tercih edilmiştir. Halep'te bütün âlimlerin hocası olarak bildiğimiz hocamız Ahmed Zerkâ ise bu tür maddelerin temiz olduğu görüşünü tercih eder ve böyle fetva verirdi.[2]
Osmanlı devrinin son Şey'ul-İslâm vekili Muhammed Zâhid'ul Kevserî de: "İspirto gibi şarap dışında kalan alkol içeren maddelerin içilmesi haram fakat kullanılması caizdir" der ve bunun Imam-ı Azam'ın mezhebi olduğunu söylerdi.
Şaraba gelince: şarap Hanefî mezhebinde necis'ul-ayn'dır. Çünkü Kur'an (bkz. Mâide/90) onun "rics" olduğunu beyan ediyor. Rics haram liaynihî'dir. Hadiste de şarabın bizzat necis olduğu için haram kılındığı bildirilmiştir. Bunun içindir ki şarap özelliğini taşıdığı sürece ondan faydalanmak haramdır.
Şarap dönüşüme uğrayıp başka bir maddeye dönüşürse kendisi temiz olduğu gibi içinde bulunduğu kap da temiz olur. Nitekim şarabın sirkeye dönüşmesinde durum böyledir. Bu durumda şarabın ekşilik ve sarhoş edicilik özellikleri ortadan kalkar. Şarabın sirkeye dönüştürülmesi caizdir. Bu velevki içine tuz ve su atmakla olsun. Şarap sirke ile karıştırılınca da ekşileşir ve oksitlenir. Karışımda şarap fazla da olsa temiz olur.
SORU: Sünnet olmak kadın erkek her müslümana farz mıdır?
CEVAP: Müslüman iüm adamları pek çok kereler sünnet konusunda fetva vermişlerdir. Bu fetvalarda farklı görüşleriyle fıkıh mezheplerinin hükümlerini bildirmişlerdir ki söylenenlerin özeti şudur:
Şafiî mezhebinde hem kadının, hem erkeğin sünnet olması vacibtir.
Hanbelîlere göre erkeğin sünnet olması vacib, kadının sünnet olması sünnet ve bir güzellikten ibarettir.
Hanefî ve Mâlikîlere göre ise hem erkeğin, hem kadının sünnet olması sünnettir.
Sünnet olmak, asırlardan beri insanlığa miras olarak gelmiş, fıtrata uygun yaratılış gereği şeylerdendir. Bazılarına göre sünnet olmak, fıtrata uygun özelliklerden olup, peygamberlerin babası İbrahim'in (a.s) yaptığı bir uygulamadır. Fıtrata uygun sünnetleri bildiren hadislerde de sünnet olmaktan söz edilmiştir.
Şu görüşte olanlar da vardır: Sünnet olmak hakkında söylenen en iyi şey, onun İslâmî bir gelenek ve müslümanların asırlardır terketme-den üzerinde yürüdükleri bir yol olduğudur. Sünnet olmak, sünnet olana yararı olan bir uygulamadır. Özellikle erkekler hakkında böyledir. Zira sünnet olmayan erkeklerde kesilmeyen kabuğun altında toplanan salgılanmış artıklar sağlığa zararlıdır. Hatta bazı hallerde en kötü hastalıklara sebep olmaktadır.
Kız çocuğunun sünneti, üreme organının üst kısmında bulunan deriden bir parçanın kesilmesi ile olur. Bu kısım, bir çekirdek veya horoz ibiğinin ucu gibidir. Kız çocuk için sünnet işlemi yapıldığı takdirde bu deri tamamen kesilmeyip, üstünden bir küçük parçanın kesilmesi ile gerçekleşir.
Rivayet olunur ki Medine'de kız çocuklarını sünnet eden bir kadın var idi. Hz. Peygamber, ona "(Sünnet işlemini yaparken) kökünden kesme! Zira böylesi kadın için daha çok haz vericidir" buyurmuştur. (Ebû Dâvud)
Ancak kız çocuğun sünnet edilmesinde kendisi için bir fayda yok ise bazı fıkıh bilginlerinin ifade ettikleri gibi sünnetin terk edilmesinde bir sakınca ve günah yoktur.
İslam'da Temizlik
SORU: Bir yazar şunları yazıyor: "Avrupa başkentlerinden birinde toplu taşıma araçlarına soğan, sarımsak yiyenlerin aradan beş saat geçmedikçe binmeleri yasaklanmıştır." Yazar bunu sanki çağdaş bir medeniyet olgusu ve modernleşmenin bir meyvesi imiş gibi gösteriyor. İslâm'ın bu kabil durumlarda bir görüşü var mıdır?
CEVAP: Bunu ben de okumuştum. Hemen zihnim İslâm'ın aydınlığında Hz. Peygamber'in sünnetine yöneldi. Rasûlullah'ın sünneti asırlardan beri topluma edep ve davranış tarzı öğretmiş bulunuyor. Hemen hatıra geliyor ki bin yıldan fazla bir zaman önce İslâm Peygamberi, Avrupa'da yeni yapılan birşeyi söylemiş, hatta ondan daha ileri derecede bir edep kuralı ortaya koymuştur.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Soğan, sarımsak veya pırasa yiyen bir kimse bizden ayrı dursun, evinde otursun. (Buharı)
Bir diğer mübarek sözü de şöyledir:
Şu kötü bitkiyi (kokusu kötü olan herhangi bir bitkiyi) yiyen camiye gelmesin. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Cami bir toplanma yeridir. Herkese açık toplanma yerleri de cami gibidir.
Hz. Peygamber -ki o üstün zevk ve estetik konusunda da önderdir- soğan, sarımsak gibi yiyecekleri kendisine yasaklamıştır. Bunun sebebinin de, Cebrail ile sohbet etmesi olduğunu söylemiştir. Meleklerle görüşmesi sırasında kendisinde kokusu hoş olmayan bir iz bulunmasının uygun olmayacağını bildirmiştir.
Hz. Peygamber bu kabil şeylerden yiyen birinin camiye gelmesi halinde geğirmesini yasaklamıştır. Sebebi ise insanlara kötü koku ile eziyet vermemektir. Bu kabil şeyleri yemeyi, insanlann arasına karışacak kimseler için İslâmiyet mehruh görmüş, hoş karşılamamıştır.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Bir kısım kimseler yukarda sözü edilen bitkilerden başka yiyecek bulamazsa ne yapsın? Veya bunları sağlığa yararlı olduğu için yiyorsa ne olacak?
Bu soruya şöyle cevap verilir:
Öncelikle şunu belirtelim ki Allah (c.c) bu maddeleri haram kıl-mamıştır. Ancak kokusunun rahatsızlık vermesi sebebiyle yenmesi durumunda insanlarla bir arada olunmaması istenmiştir. Nitekim hadiste bunlardan yendiği vakit, kokusu gidene kadar insanlar arasına karışılmaması bildirilmiştir.
Ebû Eyyub el-Ensâri'nin rivayetinden öğreniyoruz ki: Ebû Eyyub Rasûlullah'a içinde soğan bulunan bir yemek göndermiş, efendimiz onu yememiştir. Bunun üzerine Ebu Eyyub, "Haram mı?" diye sormuş, Hz. Peygamber "Hayır, haram değil. Fakat ben kokusu sebebiyle hoşlanmıyorum" cevabını vermiştir. (Müslim)
İşte bundan dolayıdır ki Peygamberimiz bu bitkilerin pişirilerek veya bilinen usullerle kokusunu giderdikten sonra yenmesini öğütlemiştir. Nitekim bir hadiste: "(Soğan, sarımsak gibi şeyleri) mutlaka yiyecekseniz, hiç olmazsa (pişirmek suretiyle) öldürüp öyle yiyiniz" buyurulmuştur. (Ebu Dâvud)
İnsan bunları yemekten çekinse de bununla beraber, dişinde, ağzında veya iç organlarında bir problem sebebiyle ağzı kötü bir şekilde kokabilir. Bunun içindir ki İslâm her fırsatta ağız temizliğini teşvik etmiş, misvak veya onun yerine geçecek fırça, macun gibi araçlarla ağız temizliğini tavsiye etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Misvak (kullanmak) ağızı temiz tutar, Allah'ın hoşnutluğuna sebep olur. (Ebu Dâvud)
Bir diğer hadisleri de şöyledir:
Ümmetime zor gelmeyecek olsaydı, onlara her abdest alışlarında misvak kullanmalarını emrederdim. (Müslim)
Hz. Peygamber yemek artıkları sebebiyle veya bakımsızlıktan dişleri sararmış bir kimse ile karşılaşmaktan hoşlanmazdı. Dişleri temizlerken ovalamayı tavsiye ederdi. Bu tavsiye, temizlenmemiş dişlerin görüntüsünden veya kokusundan başkalarının sıkıntıya düşmemesi içindir.
Fıkıh âlimleri, ağız kokusu rahatsızlığı olan kimseden namazı cemaatle kılma sünnetinin düştüğünü söylemektedirler. Hatta bazıları böyle bir kimseye -cemaatin rahatsız olmaması için— Cuma'nın bile farz olmayacağını söylemişlerdir.
Tedavi edilemeyen ter kokusu veya sürekli olan ağız kokusu evli eşler için ayrılık sebebidir. Tabiîdir ki bu hüküm, kokunun dayanılmaz derecede olması halindedir. Çünkü evlilik uyum ve anlaşma ile ayakta durur.
İnsan başkalarından gelen bir takım eziyetlere bir dereceye kadar sabreder. Fakat ağızdan gelen kötü kokuya veya ter kokusuna dayanmak zordur. Dinî kaynaklarımızın çoğunda müslümanın güzel kokulu olması gerektiğine, bu güzelliğin de devamlı olması gerektiğine dair ifadeler vardır.
Bunun ötesinde İslâmiyet duygu, beden ve ruh temizliği konusunda titiz davranmak|adır. Bakınız aşağıdaki ayetlerde Cenab-ı Hakk ne buyuruyor:
Allah (c.c.) temiz olanları sever. (Bakara/222)
.. .Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor. Fakat sizi tertemiz kılmak istiyor... (Mâide/6)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor: Temizlik imanın yarısıdır. (Müslim)
Öte yandan İslâmiyet her gün abdest almayı, çeşitli vesilelerle boy abdestini müslümanlara bir görev olarak yüklemiştir. Abdestli iken tekrar abdest almak "nur üzerine nur"dur.
Hz. Peygamber insanların saç bakımına Özen göstermelerini, saçlarını yıkamalarını, yağlayıp taramalarını tavsiye etmiş, sünnetiyle de fiilen örnek olmuştur.
Hz. Peygamber saçı başı dağınık birini görünce "Şu adam saçını düzeltecek bir şey bulamıyor mu"? buyurmuştur. (Ebu Dâvud ve Neseî)
Kirli elbise giymiş birini görünce de "Şu adam giysisini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?" (Ebu Dâvud) buyurmuştur.
Hali vakti yerinde olduğu halde durumuna uygun düşmeyen elbise giyen bir adamı "Allah kuluna verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever" buyurarak azarlamıştır. (Ahmed b. Han-bel, Müsned)
Yukarda söylediğimiz gibi İslâmiyet, müntesiplerine, bağlılarına nasıl sevimli bir görüntüde olacaklarım, insanları nasıl memnun edeceklerini, nasıl rahatsız etmemeleri gerektiğini öğretmiştir. Bundan dolayıdır ki giysi, beden, ağız, el-ayak temizliğini teşvik etmiştir. Özellikle toplantı halinde oldukları ve insan içine çıkacakları zaman.
Hz. Peygamber, tüm peygamberlerin çağrıda bulunduğu fıtrata (yaratılışa) uygun olan sünnetleri bildirmiştir. Yani bu sünnetler tabiî ve insanın yapısına uygun şeylerdir. Bunlar; diş temizliği, burun temizliği, altında kir kalmayacak şekilde tırnak kesimi ve bakımı, ayak parmaklarının aralarını temizlemek, koltuk altında ve kasıkta bulunan kılları yolarak veya traş ederek temizlemek, pisliğin çıkış yerlerini temizlemektir. Görülüyor ki İslâm dini kötü kokuyu engelleyecek önlemleri almış, temizlik için gerekli araç ve yollan göstermiştir.
İslâmiyet bunun yanında güzel alışkanlıkların müslümanlar arasında yaygınlaşmasını istemiş, başkalarına kötü ve çirkin görünen şeylerden uzak olunmasını tavsiye etmiştir.
Aşağıda sayacağımız davranışlar İslâmiyetin edep anlayışı ile bağdaşmayan hallerdir:
* Bir kimsenin yüzüne karşı esnemek veya geğirmek,
* Başkalarının gözü önünde diş karıştırıp diş arasında kalan artıkları çıkarmak,
* İnsanlar arasına kirli giysi veya kirli el-yüz ile, ter kokusu ile çıkmak,
* Soğan veya benzeri bitkileri yedikten sonra toplu taşıma araçlarına binerek ulu orta geğirip, kokuyu gizleyecek tedbir almamak,
* İnsanlar arasında bulunuyorken çirkin bir ses veya görüntü ile burun temizleyip, ulu orta tükürmek,
* Üstü başı kir, pas, yağ içinde fabrikadan çıkıp toplu taşıma araçlarına binen veya camiye giden bir fabrika işçisini düşünün. Kendisine durumu ile ilgili bir uyanda bulunulması halinde eşitlikten, işçi olduğu için kişiliğinden ve onurundan birşey kaybetmediğinden söz etmeye başlar. Böyle bir insan, başkasına saygı göstermenin eşitlikle bağlantısını unutuyor. Kendisine yapılmasından hoşlanacağı şeyi başkasına yapması gerektiğini düşünmüyor.
Gerçek müslüman kendisi ile uyuşulan, başkası ile uyuşan kimsedir. Yumuşakdır, herkesin sevdiği ve bulunduğu yere koştuğu ince esen meltem rüzgârı gibidir. Müslüman sağhk-âfiyet gibidir. Geldiği yerde ferah ve sevinç bulunur. Bulunmadığında iştiyakla aranır, arzu edilir. Allah güzeldir, güzeli sever.
SORU: Cünüp kimsenin abdest alması caiz midir?
CEVAP: İnsan cünüp olduğu zaman, sadece abdest alması, temizlenmek için yeterli olmaz. Fakat gusül (boy abdesti) alınca abdest de almış sayılır. Bir başka ifade ile gusül, abdest yerine geçer. Ama abdest gusül yerine geçmez.
Fıkıh kitaplarında yazıldığına göre önce elleri yıkamak sünnettir. Ayrıca abdest organlarının yıkanması guslün faziletlerindendir.
Sünnetlerine uyarak yapılacak gusül bu kitaplarda şöyle anlatılmaktadır: Önce bileklere kadar eller yıkanır. Gusle niyet edilir. Vücuduna bulaşmış herhangi bir pislik varsa temizlenir. Uyluklar, cinsiyet organı yıkanır. Daha sonra ağza ve buruna kuvvetlice su çekilir. Ardından da yüz ve diğer abdest organları yıkanıp ovulur. Daha sonra saçların arasına suyu ulaştırarak üç kere baş yıkanır. Daha sonra önce sağ, sonra sol tarafa su dökerek vücudun tamamı yıkanır.
Tarif edildiği üzere gusül abdesti almak, abdest almak da demektir.
SORU: Abdest alırken niçin önce sağdan başlayarak organlarımızı yıkıyoruz?
CEVAP: Gerek abdeste gerek başka işlere sağdan başlanır. Muh-temelki bunun hikmeti sağın sol'a göre daha hayiriı olduğu yolundaki âdettir. Sol hoş kaşılanmayan, sevimsiz tellaki edilen bir konumdadır. Bunun için olsa gerek, eskiden beri "Sağ el sol ele yetişmez" denmiştir.
Arapça'da sağ Yemin şeklinde söylenir. Yemin, hayır ve bereket anlamına gelen Yümriden türetilmiştir. Arabça'da Yemin hayırlı şeyi gösteren şey anlamındadır. Herkes katında övülecek bir noktada olan kimseye "O, yemin ehlindendir" denir. Bir deyişe göre Allah insanın sağ tarfına, sol tarafında bulunmayan bir güç ve kuvvet vermiştir. İşte sağ kavramı böyle bir konumdadır.
Kur'an'da sağ ile ilgili olarak şöyle buyuruluyor: Sağdakiler, ne mutlu(dur) o sağdakiler? Düzgün kiraz ağacı, meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları, uzanmış gölgeler ve çağlayarak akan sular, tükenmeyen ve yasaklanmayan sayısız meyve içindedirler. (Vâkıa/27-33) Sol ifadesi için de Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Soldakiler, ne yazık o soldakilere! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde(dirler). Serin ve hoş olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar. (Vâkıa/41-44)
Ahirette kurtuluşa erenleri de Kur'an şöyle anlatıyor:
Kitabı sağdan verilen kimse "Alın kitabımı okuyun; doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) "Geçmiş günlerde işlediklerinize karşılık, afiyetle yeyin için." (Hakka/19-24
Cehennem ehlinden olup azap görenlerden şöyle söz ediliyor:
Kitabı sol tarafından verilene gelince, o "Keşke" der, "bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümle) her şey olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da yok olup gitti". (Böyle kimseler hakkında cehennem bekçilerine şu ilahi buyrukla hitap edilir:) "Onu yakalayın da (ellerini boynuna) bağlayın; sora alevli ateşe atın onu!" (Hakka/25-31)
Gene Kur'an'da "sağ taraftan bir nur geleceği" şu ayetle bildiriliyor:
Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağ taraflarından nurları aydınlatıp gider de, "Ey rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Sen her şeye kadirsin" derler." (Tahrim/8)
Hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber'in (tuvalete ve banyoya girme gibi işler dışında) tüm işlerine sağdan başlamayı sevdiği bildirilmektedir. (Bkz. Buharı)
İşte abdeste de kollar ve ayaklar yıkanırken önce sağdan başlamanın hikmeti bu söylediklerimizle bağlantılıdır.
SORU: Ne zaman teyemmüm yapılır? Abdestte olduğu gibi bir teyemmümle birden çok farz ibadet yapılabilir mi?
CEVAP: Teyemmüm suyun olmadığı veya kullanmanın imkânsız olduğu hallerde temiz bir toprağı yüzü ve eli meshetmek üzere kullanmaktan ibarettir. Teyemmüm Kur'an ile meşru kılınmıştır. Allah şöyle buyuruyor:
Hasta yahut yolculuk halinde olursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkide bulun-muşsanız) ve su da bulamamış iseniz temiz bir toprağa yönelin, onunla yüzünüzü ve (dirseklerinize kadar) ellerinizi meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz. (Mâide/6)
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
Yeryüzü bana temizleyici ve mescit kılındı. Namaz vakti nerede girerse, orada namazınızı kılın. (Buharı)
Görülüyor ki teyemmüm, duruma göre abdest ve gusül yerine geçmektedir. Teyemmüm eden bir kimse asdestli gibidir.
Aşağıdaki hallerde teyemmüm etmek mubahtır:
1. Hiç su bulunmaması veya bulunan suyun abdest veya gusle yetmemesi halinde,
2. Hastalık sebebiyle suyu kullanmaktan aciz olmak da böylSdir. Suyu kullanmak durumunda hastalığın artmasından veya iyileşmenin gecikmesinden korkmak da teyemmüm için ruhsattır. Ancak bu durum ya bir tecrübeye veya uzman doktor tavsiyesine göre olmalıdır.
3. Suyun içmek veya yemek yapmak gibi bir ihtiyaç için kullanılacak miktarda bulunması durumunda,
Bu ihtiyaç teyemmüm yapıldığı sırada olabileceği gibi, bir süre sonra da olabilir.
4. Suyun kullanılması halinde hasta olacağı zanmnın ağır basması halinde,
5. Kullanılacak su ile kullanacak kimse arasında insan veya yırtıcı hayvan gibi zarar verecek bir tehlikenin bulunması halinde,
6. Su kullanacak kimsenin yanında at, köpek gibi sulayacak hayvanı bulunması halinde,
7. Ekmek yapmak, hamur hazırlamak ve yemek pişirme gibi bir ihtiyaç bulunması halinde,
8. İbadete engel olacak derecede temizlenilmesi gereken pislik bulunması durumunda,
9. Normalden fazla soğuk olması sebebiyle suyun hastalığa sebep olmasından korkulması halinde.
Teyemmüm yapmış olan kişi (teyemmümü bozulmadıkça) bu teyemmüm ile farz namazları, Cuma namazı, bayram namazı, cenaze namazı, nafile namaz kılabilir, Kabe'yi tavaf edebilir.
SORU: Ellerini kaybeden kimseye abdest almak farz olur mu? Böyle bir kimse nasıl namaz kılar?
CEVAP: Abdest almaya gücü yettiği müddetçe, bir kimse abdestsiz namaz kılamaz. Bilindiği üzere dirseklere kadar ellerin (kolların) yıkanması abdestin farzlanndandır. Kur'an'da açık bir şekilde böyle olduğu bildirilmiştir. (Bkz. Mâide/6)
Dârekutnî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "Geliniz size Hz. Peygamber'in abdesti gibi bir abdest alayım". Hz. Osman böyle dedikten sonra yüzünü ve ellerini dirseklerine kadar yıkadı. Hatta kollarını yıkarken eliyle pazulanna dokunuyordu. Sonra başını meshetti. Elleriyle kulaklarını ve sakalını mesnetti. Daha sonra ayaklarını yıkadı.
Ebu Hüreyre de (r.a) böyle bir abdest aldıktan sonra: "Hz. Peygamber'in bu şekilde abdest aldığığnı gördüm" dedi. (Müslim)
Abdest alan kimsenin eli veya kolunda bir eksiklik var ise, dirseğe kadar kalan kısmı yıkar. Eğer dirseğe kadar olan kısım tamamen yok ise yıkama farzı düşer. (Ellerinin yokluğu sebebiyle diğer organlarını yıkama imkânı ortadan kalkmış ise durum gene aynıdır.)
Namazda da gücü yetiyorsa el veya koldan olan kısmın yardımı ile secde eder. Allah (c.c) kullarına zorluk değil, kolaylık diler.
SORU: Kuzey kutbundaki veya kar ile kaplı bir yerdeki insan nasıl abdest alır?
CEVAP: Bilindiği üzere asdestten maksat, Allah Teâlâ'nın namaza bir giriş olarak emrettiği bir çeşit temizliktir. Teyemmüm bahsinde geçtiği üzere insan su bulamaz veya bulur da kullanmaya gücü yetmezse namazını teyemmümle kılar. Gene biliyoruz ki, suyun şiddetli soğuk olması sebebiyle; kullandığı takdirde hasta olacağı zannı kişide ağır basarsa, bu, teyemmüm etmek için geçerli bir sebeptir.
Demek oluyor ki, abdest almak için kar (veya buz)dan başka bir şey bulamayan kimse, bununla abdest alması halinde kendisine bir zarar geleceğinden korkarsa, önce karı veya donmuş suyu ısıtır. Buna gücü yetmezse teyemmüm eder.
SORU: Yellenmek abdesti niçin bozar?
CEVAP: İslâmiyet abdestin bozulmasını, insanda zaman zaman meydana gelen bir takım hallere bağlamıştır.
Abdesti bozulan kimse, abdestle yerine getirilen bir ibadeti yapabilmek için abdestini yenilemek zorundadır. İslâm bozulan abdestin yerine, tekrar abdest alınmasını gerekli kılmakla temizliğin sürekliliğini garanti altına almıştır.
Bunun içindir ki, insan kendisinden idrar, dışkı ve yellenme gibi bir şeyin çıkması halinde abdestini tazeler. Aslında hava olan yelin/yellenmenin abdesti bozmadığı düşünülebilir. Fakat bağırsaktan çıkan bu hava necaset olan pisliğe temas ederek vücuttan çıkmaktadır. Nitekim çoğu kere pis bir koku ile çıkar. Bunun için yellenme abdesti bozmaktadır. Bu sebeple yellenen kimse abdestini yeniler.
SORU: Hayız süresi dolduğu halde kanaması durmayan kadın namaz kılar mı?
CEVAP: Hanefî mezhebine göre, hayız müddetinin en az süresi üç gün üç gece, en çok süresi on gün on gecedir. Kadının bu süreler arasında hep aynı (mesela altı gün) müddetle kanama gördüğünü varsayalım. Altıncı günden sonra gelen kanama da hayızdan sayılır. Ancak 10 günden sonra devam eden kanama hayız değil, başka bir sebepten meydana gelen kanamadır.
Buna göre bir kadın hayız görmekte olduğu günlerde namaz kılmaz. Bu günlerde kılmadığı namazı daha sonra kaza da etmez.
SORU: Abdest için elverişli olan suyun özelliği nedir? İçine birşey kanştığı takdirde suyun kokusunun bozulup bozulmama durumu onunla abdest almayı engeller mi?
CEVAP: İslâmiyet abdest olsun gusül olsun temizlenme ile ilgili görevin yağmur suyu gibi "mutlak su" ile yerine getirilebileceğini bildirmiştir.
Kur'an'da: "...Allah sizi temizlemek için gökten bir su (yağmur) indiriyordu" (Enfal/11) buyuruluyor.
Bir diğer ayette: ".. .Biz gökten tertemiz su indirdik" (Furkan/48) buyurulmaktadır.
Uzun süre durmaktan bozulan su ile abdest alınacağı gibi kendisinden ayırılması mümkün olmayacak derecede temiz bir şey ile kansan suyla da abdest alınabilir. İçine yaprak ve yosun karışmış su gibi.
Fıkıh âlimlerinden bazıları şöyle demişlerdir: "Abdestte kullanılmış su da temizdir, mutlak su gibidir."
Suya sabun, za'feran, un gibi temiz olan bir madde karışmış ise bu su da temizdir.
İçine necis olduğu bilinen birşey karışan suyun iki durumu vardır:
a. Suyun tadı, kokusu veya rengi bu kansan madde ile değişmiş ise, bu durumdaki su temizliğe, abdest almaya elverişli değildir.
b. Suyun içine kansan madde sonucunda az önce söylenen üç özelliğinden biri değişmemişse böyle bir su temizdir, temizlikte kullanmaya elverişlidir. Fıkıh âlimlerinin pek çoğu bu görüştedir. Delilleri Hz. Peygamber'in "Temiz suyu hiç birşey necis kılmaz" hadisidir. (Ebu Dâvud)
SORU: Avrupa'da gece su kara dönüşüyor. Kar ile abdest alınabilir mi?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre deniz suyu gibi pek çok suyla abdest alınabilir. Kar ve dolu da abdest alınabilecek sulardandır. Kur'an'da bu hükümlere işaret vardır. (Bkz. Enfal/11 ve Fur-kan/48)
Hz. Peygamber'in uzunca bir duasında, şu cümle de bulunuyor:
Allahım! Benim hatalarımı su, dolu ve kar ile temizleyip yıka! (Buharî)
Bu itibarla deriz ki soru soran kardeşimiz abdest almak için kardan başka birşey bulamıyorsa (bunu kullanmak sağlığına zarar da vermiyorsa) onunla abdest alabilir. "Hz. Allah bizim için kolaylık diler,
zorluk dilemez." (bkz. Bakara/185)
SORU: Abdest alan kimse, abdest alırken konuşabilir mi? Abdesti aldıktan sonra, abdestle namaz arasında konuşmakta bir sakınca var-mıdır?
CEVAP: Fıkıh âlimleri abdest alırken (bir ihtiyaçtan dolayı) konuşmanın mubah (serfoest) olduğunu bildirmişlerdir. Bu konuda yasaklayıcı sahih bir rivayet yoktur. Özellikle konuşma bir ihtiyaç sebebiyle ise bir sakınca yoktur.
Fıkıh âlimleri abdest almaya başlarken "Besmele" çekmenin müs-tehab olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta zayıf hadisler rivayet edilmiştir. Bu hadisler zayıf ise de hepsi birleşince abdestin başında Besmele çekmenin bir temele dayandığı anlaşılır. Zira bu iyi bir iş ve meşru bir davranıştır. Abdest sırasında insanların her bir organı yıkarken okuduğu dualar, sahih hadis olarak rivayet edilmemiştir. Şu kadar ki, Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayet ettiği şu olayda Hz. Peygamber'in abdest alırken dua ettiğini öğreniyoruz:
Ebu Musa diyor ki: "Peygamber'e (s.a) abdest suyu getirmiştim. Abdest aldıktan sonra Rasûlullah'ın şöyle dua ettiğini duydum: 'Allahım! Günahımı affet. Evimi genişlet, nzkımı bereketlendir.' Bunun üzerine Peygamber'e şöyle dedim: "Ey Allah'ın Peygamberi! Şöyle şöyle dua ettiğini duydum". Buyurdu ki: "Bir şey bıraktık mı?" (Nevevî, Ezkâr)
Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
Sizden biriniz organlarını bol bol yıkayarak abdestini aldıktan sonra 'Eşhedu en lâ ilahe illellâhu vahdehû lâ şerike leh. Ve enne Muhammeden abduhû ve resulün' derse, o kişiye cennetin sekiz kapısı açılır. Hangisinden isterse girer. (Münzirî, Terğib) Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Abdestini alıp da 'Siibhâneke Allahümme ve bihamdik. Eşhedu en lâ ilahe illâ ente. Esteğfuruke ve etûbü ileyk' derse bu kimsenin söylediğinin cevabı bir belgeye yazılır. Sonra mühürlenir. Bu mühürlü belge kıyamete kadar açılmaz. (Münzirî, Tergib)
Abdest aldıktan sonra konuşmaya gelince: Mubah olan (haram olmayan) birşey konuşulduğu müddetçe caizdir. Abdest alan kişi tek bir kimse ile de, kalabalık kimselerle de, namazdan önce de, sonra da konuşabilir. Bunda bir sakınca yoktur.
SORU: Abdest alan kimse farkında olmadan abdest organlarından birini yıkamayı umutursa abdest sahih olur mu?
CEVAP: Namazın sahih olması için abdestli olmak gerekir. Hz. Peygamber "Abdesti olmayanın namazı yoktur. Abdest alırken1'Bismillah' demeyenin de abdesti yoktur" buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Abdest alan kişi abdestini güzelce almalı organlarını tam manasıyla yıkamalıdır.
Rivayet edildiğine göre bir bedevi Hz. Peygamber'e gelerek abdesti sormuş, Peygamberimiz ona abdestin nasıl alınacağını hem sözle, hem fiilen göstermiş -her organın üçer kere yıkanacağını bildirmiş- ve "İşte abdest böyle alınır. Kim bundan fazlasını yaparsa kötü bir şey yapmış ve zulmetmiş olur" buyurmuştur. (Neseî)
Kötü birşey yapmış olur sözünden kasıt, edebe aykırı davranmaktır. Zulmetmiş olur sözünden maksat ise, fazla su kullamrak israf etmektir.
Hz. Peygamber bir diğer hadislerinde abdestin farzlanyla, sünnet-leriyle tastamam alınmasını emretmiş, iyice yıkanmayan ayaklarda kuru kalan topuklar için "Ateşte yanacak topuklara yazık!" buyurmuştur. (Buharî)
Hz. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, birisi abdest alırken ayağındaki tırnaklardan birini kuru bırakmıştı. Hz. Peygamber onu görünce "Dön, yeniden abdestini güzelce al" buyurdu. (Ebu Dâvud)
Adam dönüp ayağını iyice yıkadıktan sonra namazını kıldı. Demek oluyor ki abdest sırasında bir organını yıkamayı unutan kimse, bunun farkına vardığında, kuru kalan yeri yıkamakla abdestini tamamlamış olur.
SORU: Abdestli kimse hanımına dokunsa abdesti bozulur mu?
CEVAP: Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber oruçlu iken eşi Hz. Aişe'yi öpmüş ve "Öpmek abdesti bozmaz, oruçluya iftar ettirmez" buyurmuştur. (Zeylâî, Nasbu'r-Râye)
Hz. Aişe şöyle rivayet ediyor:
Bir gece Hz. Peygamber'in yatakta olmadığım farkettim, elimle sağı-solu yoklarken, Hz. Peygamber'in ayağına dokundum. O sırada secde halindeydi ve şöyle dua ediyordu: "Allahım! Cezalandırmandan vereceğin afiyete sığınırım. Senden sana sığınırım. Seni layıkıyle medh u sena edemem. Sen kendini medhettiğin gibisin". (Müslim)
Gene Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber eşlerinden birini (Hz. Aişe'yi) öpmüş, abdestini yenilemeden namaz kılmaya çıkmıştır. (Bkz. Ebu Dâvud)
Hz. Aişe şöyle anlatıyor:
Peygamber namaz kılarken (bazen) ben uyuyor olurdum. Ayaklarım kıble tarafına uzanmış olursa secde ederken, ayağıma dürterdi. Ben de ayaklarımı toplardım. (Buharî) bozmadığını gösteriyor. Nitekim Hanefî mezhebinde hüküm böyledir.)
Şafii mezhebinde ise kadına dokunmak abdesti bozar. Dokunma şehvetli de olsa, şehvetsiz de olsa; dokunmaktan zevk alınsa da alınmasa da hüküm böyledir. Şu kadar ki dokunma çıplak el ile deri deriye değecek şekilde olmayıp arada giysi veya eldiven gibi bir şey bulunursa abdest bozulmaz. Ancak arada birşey olmasına rağmen dokunmak şehvet ve zevk duyacak şekilde olursa abdest bozulur. Konu hakkında daha önce detaylı bilgi verilmişti.
SORU: Daha önce içine şarap konmuş bir kap içindeki alkollü madde boşaltıp yıkandıktan sonra buna konulan su ile abdest alınır mı?
CEVAP: Müslüman mümkün oldukça pis şeylerden kaçınır. Müslüman bir kimsenin olduğu yerde içki kabı bulundurması âdetten değildir. İçki haram olduğundan, müslümanın ondan uzak durması lâzımdır. Öte yandan İslâm âlimlerinin çoğunluğu alkolün necis (pis) olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Kur'an'da "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi, pisliktir" (Mâ-ide/90) buyuruluyor. Ayette 'rics' kelimesi, dinî bir terim olarak "necis" anlamına gelir. Her ne kadar bazıları bu pisliğin manevî pislik olduğunu, aslında şarabın madde olarak pis olmadığını söylüyorlarsa da şarap madde olarak pistir.
Müslüman kullanacağı veya abdest alacağı su için kap edinecek-se, bunun için şarap kabı kullanmaz. Bundan kaçınır. Zira o kap tüm kötülüklerin anası olan bir madde ile kirlenmiştir.
Fakat başka kap bulamaz, içine alkol konmuş bir kabı kullanmak zorunda kalırsa, onu güzelce temizledikten sonra kullanmasında bir sakınca yoktur.
SORU: Gusül abdesti aldıktan sonra ayrıca abdest almak gerekir mi?
CEVAP: Bilindiği üzere gusül vücudun tamamını yıkamaktır. Böyle bir yıkanma ile pislikten temizlenilmiş olur. Böylece temiz bir bedenle ibadet yapmaya elverişli hale gelinir.
Gusül Kur'an'da emredilmiş bir husustur. Allah "Cünüp iseniz gusledin" (Mâide/6) buyuruyor. Bir diğer ayet de şöyledir:
(Ey Muhammedi) Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki:
"O bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halindeki kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın." (Bakara/222)
Bir kimse gusül abdesti aldığı zaman, ayrıca abdest almaya gerek kalmaksızın namaz kılabilir. Çünkü gusül abdesti almak, ayrıca abdest almaya ihtiyaç bırakmaz. Hz. Aişe anamız Peygamberimizin gusül abdesti aldıktan sonra ayrıca abdest almadığını bildirmiştir.
Ayrıca rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a (r.a) "Ben gusülden sonra ayrıca abdest alıyorum" deyince, Hz. Abdullah o adama "Pek derinlere iniyorsun!" demiştir. Yani demek istemiştir ki: Sen gereksiz yere kendi kendine işi zorlaştırmışsın.
Bazı âlimler der ki: Fıkıh âlimleri gusül'ün abdesti de içine aldığı hususunda görüş birliğindedir. Cünüplükten temizlenmeye niyet etmek, aynı zamanda abdest almaya niyet etmek gibidir. Artık gusülden sonra ayrıca abdest almaya gerek yoktur. Çünkü cünüp olan kimseye yasak olan şeyler, abdestsiz kimseye yasak olanlardan daha çoktur. Bir şeyin büyüğüne niyet etmek, küçüğüne de niyet etmeyi kapsar.
SORU: Cuma namazı için gusleden kimsenin ayrıca bir de abdest alması gerekir mi? Alırsa bu abdesti gusülden önce mi almalı, sonra mı?
CEVAP: Cuma namazı için gusül abdesti almak sünnet-i müekke-dedir. Zira cuma insanların biraraya geldiği haftalık bayramdır. Aslında namaz için abdest almak şarttır.
Cuma günü tam manasiyle temizlenerek cuma namazına hazırlanmak isteyen kimse gusül abdesti alarak cuma hazırlığını gerçekleştirir. Şöyle ki: Önce normal bir abdest alır. Su küvet gibi bir yerde birikiyorsa ayaklarım yıkamayı sona bırakır. Sonra tüm vücudunu yıkayarak gusleder. Ayağını yıkamayı sona bırakmış ise bulunduğu yerden çıkarken ayağını yıkar. Böylece banyodan hem abdest almış, hem gusletmiş olarak çıkar.
Bundan anlaşılıyor ki önce abdest alınır, ardından da tüm vücut yıkanır. Nitekim İslâmî kurallara göre gusülde de böyledir. Şu kadar ki yıkandıktan sonra abdest almaya da bir engel yoktur. Ne var ki böylesi müstehab (dinen güzel) olmayan bir davranıştır.
SORU: Sabah uyanınca ihtilam (hamamcı) olduğunu gören kimsenin, namaz kılmak istediğinde abdest alması yeterli midir?
CEVAP: Uykusunda ihtilam olan kimseye gusletmek farz olur. Kur'an'da "Cünüp olduğunuz zaman gusledin" (Mâide/6) emri verilmiştir.
İlim adamları bildiriyor ki gusletmeyi farz kılan sebeplerden birisi meninin şehvetle, zevk duyarak çıkmış olmasıdır. Bunun uykuda veya uyanık iken olması arasında fark yoktur. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste "Su sudandır" buyurulmuştur. Yani su ile vücudun yıkanması, vücuttan bir çeşit su olan meninin çıkmasından dolayıdır, demektir.
Ümmü Seleme'den (r.a) rivayet olunduğuna göre, kendisi Rasûlullah'a "Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Kadın rüyasında ihtilam olsa kendisine gusül gerekir mi?" diye sorduğunda Hz. Peygamber "Evet, kadın (böyle bir durumda) su (yani ıslaklık) görürse gusletmesi gerekir" buyurdular. (Buharî ve Müslim)
Buradan anlıyoruz ki sorudaki durumda olan kimse sadece abdest alarak namaz kılamaz. Ancak cünüplükten temizlenmek niyeti ile guslettikten sonra namaz kılmaya elverişli duruma gelebilir.
SORU: İnsanın; rüyasında bir kadınla cinsel ilişkiye girmesi durumunda hüküm nedir? Uyandığı vakit sadece gelen akıntıyı, meniyi yıkaması yeterli midir? Yoksa mutlaka gusül abdesti alması gerekir mi?
CEVAP: Bir önceki soruya verilen cevap bu soru için de geçerlidir. Bir önceki cevapta söylenilenlere şunları da ekleyeceğiz: İhtilam olan kimse -rüyada ne görürse görsün- giysisinde (veya yatağında) meni izi görmezse gusül gerekmez. Uyanınca bir ıslaklık görür, fakat rüyayı hatırlamazsa; ancak ıslaklığın meni olduğu kesinleşirse gene gusül gerekir. Islaklığın meni olup olmadığında şüphe varsa ihtiyaten gusül abdesti alınması yerinde bir davranış olur.
SORU: Teyemmümün yapılış şekli hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: İslâmî bir terim olarak teyemmüm, namaz ve benzeri bir ibadeti yapabilmek niyetiyle temiz bir toprak ile (dirseğe kadar) kolları ve yüzü meshetmektir
Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Eğer hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve su bulama-mışsanız, temiz bir toprağa yönelin, onunla yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır. (Nisa/43)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:
Yeryüzü benim ve ümmetim için mescid ve temiz kılındı. Bu bakımdan, nerede namaz vakti girerse, müslüman namazını orada kılabilir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Abdest için yeterli su bulunmazsa teyemmüm mubah olur. Su bulunur fakat hastalık, yara, suyun şiddetli soğuk olması, suyun başka bir ihtiyaç için lazım olması, suyun kullanılması halinde bir zarardan korkulması gibi sebepler yüzünden de teyemmmüm yapılır.
Temiz toprak; kum, taş, çakıl gibi yeryüzü cinsinden herşey ile teyemmüm yapılır.
Teyemmüm yapmaya niyetle başlanır. Niyeti dil ile söylemek şart değildir. Niyetin yeri kalptir. Besmele çektikten sonra eller bir kere toprağa vurulur. Sonra yüz ve dirseğe kadar kollar meshedilmek suretiyle teyemmüm edilmiş olur.
Sahabeden biri şöyle anlatıyor:
İhtilam olmuştum. (Seferde olduğumuz, için de) yıkanmak için su bulamadım. Temiz bir toprakta (yatıp) yuvarlandım ve namazımı) kıldım. Olanları Hz. Peygamber'e anlattım. Bana "Şöyle yapman yeterdi" buyurarark iki elinin içini toprağa vurup ellerini üfledikten sonra1 yüzünü ve kollarını meshetti. (İbn Mâce ve Neseî)
Hz. Peygamber1 den elleri toprağa bir kere vurmanın yeterli olduğu rivayet edilmiştir.
Eller (kollar) sadece el içi ile meshedilir. Sünnete uygun yapılan teyemmümde eller silkelenerek ve üflenerek temizlenir. Eller topraklı vaziyette yüze sürülmez.
SORU: Lohusalık hâli nedir? Süresi ne kadardır? Lohusalık ile ilgili hükümler nelerdir?
CEVAP: Lohusalık hâli doğumda ve doğum sonrasında kadından kan gelmesidir. Düşük yapma gibi gebelik süresi tamamlanmadan olan kanamalar da lohusalık hâlidir.
Lohusalık hâlinin en az süresi için kesin bir vakit yoktur. Kadın doğum yaptıktan kısa bir süre sonra kanama kesin olarak sonra ererse -isterse bir iki saat sonra olsun- lohusalık hâli sona erer. Temiz kadına farz olduğu gibi artık ona da namaz ve oruç farz olur.
Lohusalık hâlinin en çok süresi kırk gündür. Hz. Peygamber'in eşi Ümmü Seleme (r.a) "Peygamber zamanında lohusa kadınlar kırk gün (namaz kılmayıp) otururlardı" diyor.
Tirmizî bu rivayeti yorumlarken şunları söylüyor: "Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen tüm ilim adamları lohusa kadının kırk gün namaz kılmayacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak bu süreden önce kan kesilir ve temizlenirse, gusleder ve namazını kılar. Kırk gün geçtiği halde hâlâ kan gelmeye devam ederse namazını bırakmaz.
Lohusa hâlinde olan kadına namaz kılmak, -bir zorunluluk yoksa- camiye girmek ve Kur'an okumak, itikaf yapmak haramdır.
Lohusalık dönemi ramazana gelmiş ise oruç tutmak da haramdır. Oruç tutsa dahi orucu sahih olmaz. Lohusalık hâli sona erince ramazanda tutamadığı günleri kaza eder.
Bu durumda olan kadın kılmadığı namazlarını kaza etmez. Bu, güçlüğü ortadan kaldırmak içindir. Zira bu sürede geçen namaz çok olduğu için miktarı fazladır. Mesele oruç gibi değildir.
Hz. Peygamber Fatıma b. Ebî Cahş (r.a) için:
"Hayız gördüğün günlerde namazı bırak. (Hayız kanı kesildikten) sonra yıkan ve namazını kıl" buyurmuştur. (İbn Mâce)
Her ne kadar bu hadis hayız gören kadın hakkında ise de sahabenin görüş birliği ile lohusa da hayızh gibidir.
Lohusalık döneminde kadına cinsel ilişki de haramdır. Süresi bitip yıkandıktan sonra bu yasak kalkar.
Kırk günden sonra lohusa kadında hâlâ kanama devam ederse bu lohusalık döneminden sayılmaz. Bu kanama bir iç problem veya hastalıktandır.
SORU: Köpeğin yaladığı kabın, kullanılması için kabın su ve toprakla yedi kere yıkanması gerekir. Böyle bir kabın sadece sabun veya sabundan daha güçlü bir temizleyici ile yıkanması caiz midir?
CEVAP: Fıkıh bilginleri köpeğin pis olup-olmadığı konusunda farklı hükümler vermişlerdir.
B azılan köpeğin bedeninin ve salyasının necis (pîs) olduğuna hükmetmiştir.
Bazıları meseleyi iyice kolaylaştırmış, köpeğin hem bedeninin, hem salyasının temiz olduğuna hükmetmiştir.
Bir diğer grup ise orta bir yol izlemiş, köpeğin bedeninin temiz, salyasının necis olduğuna hükmetmiştir. Konu hakkında daha önce sorulan bir soruya cevap verirken detaylı bilgi verilmiştir.
Bir hadiste "Köpek, sizden birinizin kabını yalarsa onun temizliği; biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkamaktır" Duyurulmuştur. (Ebû Dâvud ve Müslim)
Bir yoruma göre "toprakla yıkama"nm manası, toprağı su ile karıştırarak, kabı bu karışım ile yıkamaktır.
Günümüz bilim adamları, köpeğin salyası ile geçen mikropların, toprakla yok edildiğini kanıtlamışlardır.
Mâliki mezhebine göre köpeğin dokunması veya yalaması ile kap pislenmez. Mâlikîler bu görüşlerine Mâide/4 ayetini delil olarak göstermektedirler.
Bu ayet-i kerime, av için eğitilmiş köpeğin avladığı kuş ve benzeri hayvanların yenmesinin helâl olduğunu göstermektedir.
Eğer köpek necjs (pis) olsaydı, köpeğin dişileriyle ısırıp getirdiği avın da necis olması gerekirdi.
Mâlikîlerin bu görüşlerini dikkate alırsak soruda söz edilen şekildeki gibi bir kabı yedi kez yıkamak şart değildir.
Şu kadar ki mikroplardan temizlemesi, tiksinecek bir iz kalmaması için böyle bir kabı tertemiz olacak şekilde yıkamak gerekir.
SORU: Namaza veya abdest almaya nasıl niyet edileceğini bilmediği halde abdest alıp namaz kılan kimsenin abdesti ve namazı geçerli midir?
CEVAP: Efendimiz Hz. Muhammed şöyle buyurmuşlardır:
Ameller ancak niyetlere göredir. Her bir insana ancak niyet ettiği vardır. (Buharî)
Bu hadisten hareketle fıkıh âlimleri ibadetleri yerine getirirken niyet edilmesini istemişlerdir.
Sorudan anlaşılan odur ki soru sahibi abdestte olsun, namazda olsun niyeti dil ile ve açıktan söyleyip söylememe hususunu sormaktadır.
Fıkıh âlimleri niyetin gerçek yerinin kalp olduğunu bildirmişlerdir. Dil ile söylenen kelimeler ancak kalpden geçenlerin bir göstergesidir. Bir ibadeti yaparken niyetin dil ile söylenmesi gerekli değildir.
Mesela insan abdest alacağı zaman "niyet ettim abdest almaya'" namaz kılacağı sırada da "niyet ettim filan vaktin farzını veya sünnetini kılmaya" demek zorunda değildir.
Hatta bazı âlimler, dil ile niyeti söylememenin daha güzel olduğunu bildirmişlerdir. Yani kişi yapacağı ibadeti gönlünden, kalbinden geçirir, kalbi ile niyetini gerçekleştirerek ibadetini yapar.
Bundan anlaşılıyor ki, bir kimse kalbinden niyet ettikten sonra dili ile birşey söylemeden abdest alıp, namaz kılsa abdesti ve namazı geçerlidir.
SORU: İnsanın ön ve arkasınan çıkan idrar, meni ve dışkı necis midir?
CEVAP: İlim adamları idrar ve dışkının necis olduğunda görüş birliği etmişlerdir.
Ebu Hüreyre (r.a) şöyle rivayet ediyor:
Bir gün mescide çölden bir adam gelmişti. Adam mescidin bir yerine idrarını yaptı. Mescidde bulunanlar ona çıkışıp cezalandırmak istediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onu bırakınız. İdrar yaptığı yere kova ile su dökerek temizleyiniz. Siz zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için gönderildiniz." (Tirmizî)
Bir başka rivayette anlatıldığına göre Hz. Peygamber tuvalete gittiğinde sahabeden birine, silinip temizlenmek üzere üç tane taş getirmesini emretmiştir. (Tirmizî)
Bu rivayetler dışkı ve idrarın necis olduğunu açıkça göstermektedir. Meniye gelince: Onun necis olduğunda farklı görüşler vardır.
Fıkıh âlimlerinden bazıları meninin necis olduğunu söylemiştir. Delil olarak Hz. Aişe'den rivayet edilen şu ifadeyi gösteriyorlar:
Hz. Peygamber'in giysisine bulaşan meniyi yıkardım. Giysiden yıkadığım yer kurumadan Peygamber namaz kılmaya giderdi. (Buharı) - .
Hz. Aişe'nin bu sözü ve uygulaması meninin necis olduğunu gösteriyor. Şayet meni necis olmasaydı, Hz. Aişe onu yıkamazdı. Mâlikî ve Hanefî mezhebi bu görüştedir.
Şu kadar var ki Mâlikîlere göre meni de diğer necis şeyler gibi su ile yıkanıp temizlenip. Ebu Hanife'ye göre kurumuş meni ovalamak suretiyle, kuramamış meni su ile yıkanarak temizlenir.
Hz. Aişe diyor ki:
Ben Peygamber'in giysisindeki (kurumuş) meniyi ovalayarak temizlerdim. Rasûlullah bu giysi ile namaz kılardı. (Neseî)
Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber'in giysisindeki meni bulaşığını yıkamadan ovalamak suretiyle gidermesinden sonra o giysi ile namaz kılması insanın menisinin temiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde böyledir. Bu mezheplere göre bazı hadislerde meninin su ile temizlendiği ifadesi, temizliğin daha iyi olmasını bildirmek içindir.
SORU: Parmakları kısmen veya tamamen kesik bir kimse nasıl abdest alır? Bu hususta İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: Abdest Mâide/6 ayeti ile emredilmiş bir farzdır.
Hz. Peygamber de bir hadislerinde "Birinizin abdesti bozulduğunda yeniden abdest almadıkça namazı kabul olmaz" bu vurmuşlardır. (Buharî)
Bir veya daha çok, azı veya çoğu kesilmiş parmağın veya diğer abdest organının kesilen kısmından yıkama farzı düşer. Ancak var olan organın yıkanması gerekir. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemez.
SORU: Müezzin ezan okurken "Eşhedû enne Muhammeden Rasû-lullâh" cümlesine geldiğinde bu cümleyi ikinci defa söyleyeceği zaman durarak "Radîtu billahi rabben ve bi'1-İslâmi dînen ve bi Muham-medin resûlen" duasını okuyor. Böyle bir davranış caiz midir?
CEVAP: Ezanda söylenilecek kelimeler bellidir, meşhurdur. Ezan'ı okurken ezan cümleleri arasına başka şey sokulmaması, peşpeşe söylenmesi şarttır. Tekrarlanan cümlelerin birincisi ile ikincisi arasında çok hafif bir duraklama yapılması, bu aranın çok uzatılmaması ve ezan cümleleri dışında başka şey söylenmemesi gerekir.
Müezzin ezan cümlesini söylemeden önce içinden tekrarlayabilir.' Buna fıkıhtaki meşhur tabiri ile "tercî" denir. Bununla beraber müezzin tercî'i yapmazsa sakıncalı birşey yapmış olmaz.
Hz. Peygamber'den rivayet edilen ezan cümlelerinde eksiklik veya ilave yapmak hiçbir insan için caiz değildir.
Zira Hz. Peygamber "Bizim şu (din) işimizde sonradan kim katma yaparsa, o yapılan katma reddedilmiştir" buyurmuştur. (Buharî)
Böyle bir ekleme bâtıldır, asla caiz değildir. Gene Rasûlullah "Dine yeni yeni eklemeler yapmaktan sakınınız. Çünkü bu şekilde dinde yapılan şeyler bid'attir" buyurmuştur. (Ebu Dâvud, İbn Mâce ve Ah-med b. Hanbel)
Evet ezanı işiten kimselerin, müezzinle beraber ezan cümlelerini söylemesi —ve ezan bittikten sonra dua okuması sünnettir.
Bu uygulama Hz. Peygamber'in şu hadisine dayanmaktadır:
Müezzini işittiğinizde onun söylediklerim siz de tekrar edin. (Ezan bittikten) sonra bana salavat okuyunuz. Çünkü bana bir sa-lavat okuyana Allah on rahmet verir. Daha sonra benim için vesile isteğinde bulununuz. Bu vesile cennette Öyle bir makamdır ki Allah'ın kullarından sadece bir tanesi buna lâyıktır. Umarım ki o, ben olayım. Benim için bu vesileyi isteyene şefaatim vacib olur. (Neseî ve Tirmizî)
İlim adamları kesin olarak bildirmişlerdir ki soruda ifade edildiği üzere ezan arasında müezzinin söylediği gibi, ezana birtakım ilaveler yapmak bid'attir. Bu konuda Hz. Peygamber'e nisbet edilen hadisler sahih değildir.
Ezanla ilgili olarak ilim adamları bir takım bid'atler bildirmişlerdir. "Eşhedu enne Muhammeden resûlullâh" cümlesi işitildiği zaman bâzı kimseler tırnaklarını Öperek, tırnakları gözlerine sürerler. Güya böyle yapan göz ağrısına tutulmazmış.
Bazıları da Peygamber'in adı geçince "Merhaba sevgili Peygambe-rım, gözümün nuru Muhammed" anlamına gelen şeyler söylerler. Alimler Hz. Peygamber'den bu kabil rivayetlerin olmadığını bildirmişlerdir.
İşte bu sebeplerden dolayı dinî bir uygulama olarak ezan okurken ezan cümleleri dışında birşey söylememelidir.
SORU: Namaza başlarken tekbir aldıktan sonra "Sübhâneke" duası okumanın hükmü nedir? Bu duanın farklı okunduğunu gösteren rivayetler var mıdır?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu, namaz kılan kimsenin tekbir-
den sonra namaza içinden okuyarak bir dua ile başlamasının sünnet olduğunu bildirmişlerdir. Bu duanın Hz. Peygamber1 den rivayet edilen çeşitli lafızları vardır. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyorum:
(Sübhâneke Allâhûmme ve bi-hamdike ve tebârekesmüke ve teâlâ ceddük. Ve lâ ilahe ğayruk.) (Bkz. Ebu Dâvud)
(Veccehtü vechiye lillezî fetaras-semâ-vâti ve'1-arza hanîfen ve mâ ene mine'l-müşrikîn.
İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbîl âlemî-ne lâ şerike leh. Ve bizâlike ümirtü ve ene evvel'ul-müslimîn.
Allahümme innehû lâ yâğfiruz-zunûbe illâ ente. Vehdinî li ahse-ni'1-ahlâki lâ yehdî li âhsenihâ illâ ente. Vasrif annî seyyietihâ lâ yasrifu seyyiehâ illâ ente. Lebbeyke ve saideyke velhayru kullühû fî yedeyke veşşerru leyse ileyke ene bike ve ileyke tebârekte ve te-âleyte estağfiruke ve etûbü ileyke) (Bkz. Müslim) [3]
(Allâhümme bâıd beynî ve beyne hatâyâye kemâ bâadte beyne'l-mağribi ve'1-meşnk. Allâlümme nakkmî min hatâyâye kessev-bi'1-ebyazi mined-denes. Allâhümme ağsilnî bisselci velmâi vel bered.) [4]
Verdiğimiz örnekler gösteriyor ki namaza başlarken tekbirden sonra okunan birden çok dua çeşidi vardır. Namaz kılan kimse bunlardan birisini okumakla sünneti yerine getirmiş olur. Hz. Peygamber'den rivayet edilen bu duaların hepsinin okunması gerekmez.
Burada bir hususa işaret etmek yerinde olacaktır: Bu dualardan herhangi birinin okunması ancak namazların birinci rekatı için sözko-nu sudur.
SORU: Sabah namazına "fecr namazı" da denir mi? Bunlar ayrı ayrı birer namaz mıdır?
CEVAP: Önce şunu belirleyelim: Hz. Allah kullarına günde beş vakit namaz kılmalarım farz kılmıştır. Bu namazların kaçar rekat olduğu, hangi vakitlerde kılınacağı açık bir şekilde bellidir.
Bunlar farzları itibariyle sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört rekattır.
Sabah namazının kılınma zamanı fecrin doğuşundan itibaren başlar, güneşin doğması ile biter. Bu namaza "sabah namazı" adının verilmesi, güneşten önce sabah vaktinde kılanmasındandır. Bu namaza fecrin doğuşundan (şafağın atmasından) itibaren kılınışı sebebiyle fecr namazı da denir.
Sanırım sorunun sebebi, sabah namazının farzından önce kılınan iki rekâtlık sünnet-i müekkededir. Zira bu sünnete de "fecr namazı" dendiği olmuştur. Bu namazın kılınması hakkında kuvvetli teşvikler vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fecr'in (doğuşunda) iki rekathk namaz dünyadan ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır. (Müslim ve Tirmizî)
Bir diğer hadislerinde ise şöyle buyurmuştur:
Fecr'in iki rekat (sünnetini) asla bırakmayınız. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Hz. Peygamber'in ısrarla kılınmasını istediği bu iki rekât, Allah'ın farz kaldığı bir namaz olmayıp sünnet-i müekkededir. Sabah kılınan farz namaz ise, bu sünnetten sonra kılman iki rekathk namazdır.
SORU: Bakara/238 ayetinde "salâtu'l-vusta" (orta namazdan) söz edilmektedir. Bir arkadaş grubu aramızda bu hususta konuştuk. Fakat herbirimiz ayrı şeyler söyledi. Bu konudaki kesin sözü bilmek istiyoruz.
CEVAP: Evet Cenab-ı Hakk bu konuda şöyle buyuruyor:
Namazlara ve salâtu'l-vusta'ya devam ediniz. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namazınızı kılınız. (Bakara/238)
Kur'an'da Vusta olarak söz edilen bu namazın belirlenmesi hususunda tefsir ve fıkıh âlimleri farklı şeyler söylemişlerdir. Şimdi bunlardan kısaca söz edecek ve sonunda doğru olanını Allah'ın izni ile söyleyeceğiz:
1. Farz namazlardan her biri vustadır.
2. Bir günde farz olan namazların toplu halde hepsi birden vusta namazıdır.
3. Salât-ı vusta cuma namazıdır.
Çünkü cumada daha kabalalık cemaat vardır. Ayrıca bu namazda hutbe okunmaktadır. Üstelik cuma, müsiümanların haftalık bayramıdır.
4. Salât-ı vusta, vitir namazıdır.
5. Ramazan bayramı namazıdır.
6. Kurban bayramı namazıdır.
7. Kuşluk namazıdır.
8. Korku namazıdır.
9. Salâtu'l-vusta, emredilmiş namazlardan birisidir, ancak hangisi olduğu belli değildir.
Gizli tutulmasının sebebi, salâtu'l-vusta'nın kaçırılmaması için tüm namazların sürekli kılınmasına teşvik içindir. Böylece insan her namazını "vusta" olduğu düşüncesi ile özel fazileti olan bu namazı kılıyor-muş gibi kılar. Nitekim kadir gecesi ramazan geceleri içinde gizli tutulmuştur. Cuma günü ve her gece içinde bulunan dualann kabul saati gizli tutulmuştur. Allah'ın isimleri arasında "ism-i a'zam" da gizlidir.
Müfessirler ve âlimler arasında meşhur olan ve bu konuda söylenilenlerin en doğrusu 'salâtu'l-vusta'nın ikindi namazı olduğudur. Çünkü Hz. Ali'den Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah (şu kâfirlerin) evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun. Bizi salâtu'l-vusta'dan alıkoydular. Güneş battı gitti!
Aynı konudaki bir diğer rivayette "...bizi salâtu'l-vusta'dan; ikindi namazından alıkoydular" buyurulmuştur. (Buharı ve Müslim)
Hz. Ali diyor ki: Biz salâtu'l-vusta'yı sabah namazı diye bilirdik. Hz. Peygamber, onun ikindi namazı olduğunu söyledi. Hz. Peygam-ber'den gelen şu rivayet de ikindi namazının çok önemli olduğunu bildiriyor:
Havanın bulutlu olduğu gün(lerde) namazı vakti girer girmez kılınız. Zira ikindi namazını geçirenin yaptıkları boşa gider. (Buharı ve Neseî)
Şevkânî salât-ı vustâ'nın ikindi namazı olduğunu bildiren rivayeti kaydettikten sonra şunları söylüyor:
Kavillerin dönüp dolaşıp sonunda varacağı hak olan görüş budur. Delilleri iyi inceleyen, inatçılığı bırakıp kör taklide aldırmayan ve insaflı olan kimse bunun doğruluğunda şüpheye düşmez.
Muhammed Abduh salâtu'l-vusta' ile ilgili sözlerinin sonunda şunları söyler:
'Salât-ı vusta'yı, beş vakit namazdan biriyle sınırlayan rivayet olmasaydı, şöyle derdim:
Salâî ifadesinden namaz kılma işini vustâ ifadesinden de faziletli olan namazı anlardım.
Faziletli namaz insanın tüm benliği ile rabbine yönelip, Allah'ın adını andıkça huşu duyan, okuduğu Allah kelamını düşünen gönül huzuru ile kılman namazdır. Gösteriş için veya ne yaptığını bilmeksizin kılınan namaz böyle değildir.
Nitekim salâtu'l-vusta'dan söz eden âyetin sonundaki "Allah'a saygı ve bağlılık içinde namazınızı kılınız" ifadesiyle, faziletli bir namazın nasıl olacağı gösterilmiş ve pekiştirilerek söylenmiştir. Gerçekten Allah'ı anmaktan kaynaklanan faydalı bir sonuca ulaşan mükemmel bir namaz, ancak böyle kılınan namazdır.
Bu ise, gönlü güç yettiğince namaz sırasında kalbi oyalayan her düşünce ve işten arıtmakla olabilir.
Menâr Tefsin sahibi (Reşid Rıza), Abduh'un bu sözüne şu yorumu ekliyor:
Hz. Peygamber'i ve arkadaşlarını düşmanların kılmaktan alıkoyduğu namazın ikindi namazı olduğu hadiste açıkça söylenmemiştir. İkindi namazı ifadesi Peygamber'in değil, hadisi rivayet eden râvinin sözüdür.
Buna göre ayetteki salâtu'l-vusta'yı anlamakta önümüz açıktır. Birisi "Bu namaz orta ölçülerde; ne insanı bıktıracak kadar uzun, ne de eksikliğe sebep olacak kadar acele olmayan, tüm şartları tam manasiy-le yerine getirilerek huşu içinde kılanan namazdır" diyebilir.
Şimdi başa dönerek deriz ki: Hadis kitaplarında açık bir şekilde salâtu'l-vusta'nın hangi namaz olduğu bildirildikten, bunun ikindi namazı olduğu net bir şekilde söylendikten sonra fikir üretip görüş belirtmenin doğru olmayacağını anlarız.
SORU: Bazı kimselerin "akşam namazı kimsesiz garip kişi gibidir" dediğini duyuyoruz. Bu sözün manası nedir? Böyle söylenmesinin sebebi nedir? Akşam namazının farzından Önce kılının bir sünnet namaz var mıdır?
CEVAP: Bilindi 5i üzere akşam namazının vakti güneş batınca girer. Bu zaman günün Suna erip gecenin başladığı vakittir. Bu vakit, çeşitli meşguliyetlerin olduğu bir vakittir. İnsan bu işler arasında namaza bir vakit ayıramaz ise namaz kaybolur, geçer gider. Çünkü bu namazın vakti geniş değildir. Zira güneş batınca başlayan akşam namazı vakti, batı ufkunda insan gözü ile görülebilen kızıllığın kaybolması ile sona erer.
Demek oluyor ki akşam namazının vakti, yaklaşık birbuçuk saatlik süresiyle farz namazlar arasında süresi en az olandır.
Herhalde insanların "akşam namazı kimsesiz garip kişi gibidir" sözünün sebebi bu olsa gerektir. Zira gurbetteki adam oradan oraya dolaşır. Asıl yurduna dönmek için bir telaş içinde olur. Akşam namazının vakti uzun olmadığı için "birazdan kılarım" gibi erteleme imkanı yoktur. Böyle olması akşam namazını vakti girer girmez kılmaya bir çeşit teşviktir. Tâ ki unutulup, namaz geçip gitmesin.
Bundan dolayıdır ki fıkıh âlimleri akşam namazını geciktirmeden kılmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca kitaplarında Hz. Peygamber'in güneş batıp, gece ile perdelendiğinde namazını kıldığı rivayetine yer vermişler ve şu hadis-i şerifi zikretmişlerdir:
Yıldızlar doğmadan akşam namazını kılmakta acele ediniz. (Ah-med b. Hanbel, Müsned)
Aynı zamanda akşam namazında Fâtiha'dan sonra okunan sure veya ayetlerin kısa olması da müstehabtır. Çünkü akşam namazının vakti ancak kısa sureleri okumaya elverişlidir.
Akşam namazının farzından önce sünnet kılma meselesine gelince: Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre böyle bir namaz yoktur. Meşru olan, akşam ezanının okunmasından sonra kamet getirilip farzın kılınmasıdır. Akşamın farzından önce sünnet kılınması gerektiğini Şafiî mezhebinden başka söyleyen yoktur. Bununla beraber bu mezhepte dahi bu namaz sünnet-i^,gayri müekkededir. Akşam namazının müekked sünneti farzdan sonra kılınan iki rekât namazdır.
SORU: Bazı kimseler yatsı namazını gece yarısından sonraya ertelemektedir. Ramazan olduğu vakit, teravihi de bu vakitten sonra kılmaktadırlar. Bu namaz geçerli midir?
CEVAP: Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
Namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/102)
Bu itibarla namazları vakitlerine riayet ederek kılmalıdır. Kur'an'da bu vakitlere işaretler vardır. Hz. Allah buyuruyor ki:
Akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde (namaz kılarak) Allah'ı teşbih ediniz. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. (Rum/17-18)
Demek oluyor ki akşama doğru ikindi, sabahleyin sabah, öğlen vakti öğle, akşama kavuştuktan sonra da akşam ve ondan sonra da yatsı namazının kılınması bu ayetle bildirilmektedir.
Yatsı namazının vakti, güneşin batmasından sonra ufukta oluşan kızıllığın kaybolması ile girer fecr-i sâdık'ın doğmasına (tan yerinin ağarmasına) kadar devam eder.
Namaz vakitlerini ve namazın kılınışını öğretmek üzere Cebrail her namaz vakti Peygamberimize gelmiştir. Cebrail yatsı namazını Ra-sûlullâh ile birlikte batı ufkundaki kızıllık kaybolduktan sonra kılmıştır. Sabah namazını da şafak attıktan, oruçluya yemek yemenin yasak olduğu vakitten sonra kılmıştır. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu yatsı vaktinin bu iki zaman arası olduğu görüşündedir. Ancak Ebû Hanîfe yatsı namazının vaktinin, batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasından itibaren değil, bu kızıllıktan sonra peyda olan alaca karanlığın kaybolup gece karanlığının çökmesinden itibaren başladığını söylemektedir.
Bu Ölçüye göre kızıllık veya alaca karanlığın kaybolmasından itibaren başlayan, tan yeri ağarana kadar devam eden vakit, yatsı namazı vaktidir. Bu süre içerisinde kılınan yatsı namazı eda olur. Bu hüküm şu hadise dayanmaktadır. Hz. Peygamber "Bir namazın bir rekâtına yetişen kimse o namaza yetişmiş olur" buyuruyor. (Müslim)
Bunun manası şudur. Bir kimse vakti içinde o vaktin namazından bir rekâttan az kılabilmişse o namaz eda değil, kaza olur.
Burada şunu söylememiz yerinde olacaktır: Her namazı ilk vaktinde kılmak çok iyi bir şeydir ve çok faziletlidir.
Bunu dile getiren hadisler vardır. Hz. Peygamber Hz. Ali'ye (r.a) şunları söylemiştir:
Ey AH! Şu üç şeyi geciktirme; vakti gelen namazı, hazırlanan cenazeyi ve evlenme çağında olup da dengi bulunan genç kızı.(Tirmizî)
Bir diğer hadis de şöyledir:
Namazı ilk vaktinde kılmak Allah'ın rızasını kazanmak, son vaktinde kılmak ise (kusur olur. Ama) Allah'ın af sınırlan içindedir. (Tirmizî)
Sahabenin büyüklerinden olan Câbir'e (r.a), Hz. Peygamber'in namazları hangi vakitlerde kıldığı sorulduğu vakit şöyle cevap vermiştir:
Hz. Peygamber (s.a) Sabah namazını, daha hava karanlık iken, öğleyi gündüzün tam ortasında, yani hava sıcak iken, ikindiyi, daha güneş diri; etkisi kaybolmamış iken, akşamı, güneş batar batmaz, yatsıyı da cemaat fazla ise hemen vakti girince, cemaat az ise biraz geciktirerek kılardı.
Hz. Enes şöyle rivayet ediyor:
Hz. Peygamber (s.a) yatsı namazını gece yansına kadar geçikirmiş ve öyle kılmıştı. Hz. Peygamber daha sonra "İnsanlar (çoktan) namazı kılıp uyudular. Fakat siz (beklediniz.) Beklediğiniz sürece namaz kılıyor gibiydiniz" buyurdular. (Ebu Dâvud)
Bir başka rivayette: "Ümmetime zor gelmeyecek olsaydı onlara (yatsı) namazını böyle (geciktirerek) kılmalarını emrederdim" buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Tirmizî'nin rivayetinde bu hadis şöyledir:
Ümmetime zor gelmeyecek olsaydı, onlara yatsı namazını gecenin üçte birine veya yansına kadar geciktirmelerini emrederdim.
Bu hadisten hareketle pek çok fıkıh âlimi, yatsı namazını geciktirmenin faziletli olduğunu söylemiştir.
Buraya kadar aktardıklanmızdan ortaya açıkça çıkıyor ki yatsı namazını ve Ramazanda teravih namazını gece yarısına veya daha sonraya ertelemek caizdir. Yeter ki namaz, vakti içinde, vakit sona ermeden kılınmış olsun.
SORU: Namaz kılarken konuşmak haram mıdır? Bazı imamlar, namaz esnasında ayet sonlarında ayetlerin manalanna uygun dua ediyorlar. Bu namaz içinde konuşmak değil midir?
CEVAP: Namaz, birtakım özel hareket ve bu hareketler içinde söylenen sözlerden ibarettir. Bu hareket ve sözlerin başlangıcı tekbir, sonu selâmdır. Bu hareket ve sözleri İslâmiyet belirlemiş, sınırlamıştır. Bir dinî delile dayanmadıkça bunlarda bir eksiklik, bir fazlalık yapmak veya bunlardan bazısını terketmek sözkonusu olamaz.
Fıkıh âlimleri namaz kılan kimsenin, namaz sırasında insanlara karşı söylenen herhangi bir sözü konuşmasının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu söz, isterse aksıran birine "Allah sana rahmetliyle muamele etsin" anlamına gelen, Yerhamukellah demek olsun. Zira Hz. Peygamber "Bu namazda insanların konuştuğu sözlerden söylemek doğru olmaz. Namaz teşbih, tekbir ve Kur'an okumaktan ibarettir" buyurmuştur. (Neseî ve Ahmed b. Hanbel)
Evet namazın son rekatında tahiyyattan sonra Allah'tan kendimiz, ana-babamız ve tüm müslümanlar için hayır isteyen dualar okumak sünnettir.
Nitekim bu şekilde dua okumamızı tavsiye eden rivayetler bulunmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Tahiyyattan sonra hoşlandığınız bir duayı seçip onunla rabbinize dua edin. (Müslim ve Ebu Dâvud)
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmuştur:
Sizden biriniz son tahiyyatı okumayı bitirince şu dört şeyden Allah'a sığınsın: cehennem azabından, kabir azabından, hayat ve ölümün fitnesinden ve bir de Hz. İsa zamanında (çıkacak) dec-câl'in fitnesinden. (Ebu Dâvud)
Bazı mezheplerde imam Fâtiha'yı okuyunca zammı sureye başlamadan bir süre susar. Bunun sebebi cemaatin de Fâtiha'yı okumasına fırsat vermektir. Bu susma sırasında imam içinden okumak suretiyle zikir ve dua ile meşgul olur.
Nafile, yani farz olmayan namazlarda, namaz kılarken dua okumak caizdir.
Nafile namaz kılan kimse okuma esnasında rahmet ve dua ayetleri geçerse dua edebilir. Cehennem veya azaptan bahseden bir ayet okurken bunlardan koruması için Allah'a yalvarabilir. Teşbih edilmesini emreden ayetler okursa, ardından teşbihi ifade eden dualar okuyabilir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, farz olmayan bir namaz kılarken okuduğu âyetler içinde cennet-cehennemin adı geçtiğinde hemen şöyle dua etti: "Cehennemden Allah'a sığınırım. Cehennemliklere yazıklar olsun." (Ebu Dâvud)
Hz. Peygamber bazen nafile namaz kılardı. Bu namaz sırasında okurken korkutucu bir ayet geçerse dua eder ve Allah'a sığınırdı. Müjde ifade eden bir ayet geçerse dua eder ve rabbinden hayır ümid eder ve bunu isterdi.
Hz. Peygamber'in namazda neyi ve nasıl okuduğunu bildiren pek çok rivayet bulunmaktadır. Buna rağmen hiç bir farz namazda -Kur'an okumanın dışında- dua ettiğini aktaran olmamıştır. Bu itibarla farz namazlarda dua dahi olsa dünya kelamı söylemek yaraşmaz.
Şu kadar ki imam okurken unutur -veya yanılırsa- "sübhanellah" diyerek imamı uyarmanın caiz olacağını fıkıh âlimleri bildirmişlerdir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Namazımda, şeytan bana birşey unutturursa (arkamda namaz kılanlardan) erkekler "sübhanallah" desin. Kadınlar el çırpsın. (Ahmed b. Hanbel)
SORU: Namazda secde nasıl yapılır? Secde ederken önce dizler mi yoksa eller mi yere konulur?
CEVAP: Secde; fıkhı bir terim olarak dizleri, elleri, alnı, yüzü ve ayak parmaklarını namaz kılarken yere koymaktır. Secde, rükûdan doğrulduktan sonra insanın bedenini yere doğru eğmesi ile gerçekleşir. Secdede organların aşağıdaki 'sıraya göre yere konması müstehabtır:
Dizler, eller, alın ve burun. Rivayet olunduğuna göre "Peygamber (s.a) secde ettiğinde dizlerini ellerinden önce yere koyardı. Secdeden kalkerken de ellerini dizlerinden önce kaldırırdı." (bkz. Tirmizî ve Neseî)
Âlimlerin çoğunluğu bu uygulamayı benimsemiş, bu şekil bakımından güzel, görünüşü estetik ve namaz kılan kimseye kolaylıktır. Bu uygulamayı bir başka hadis desteklemektedir. Efendimiz, şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz secde ettiği zaman (organların yere konmasına) ellerinden önce dizlerini koymakla, başlasın. Devenin çöküşü gibi (önce dizlerini koyarak) çökmesin. (Ebu Dâvud)
Sa'd b. Ebî Vakkas şöyle diyor: Biz (secde ederken) dizlerimizi ellerden önce (yere) koyardık.
İmam Şafiî el~Ümm isimli kitabında şunları söylüyor:
Hoşuma giden secde şekli şudur: Ayakta iken tekbir alınır. Yere kapanmak üzere eğilir. Arkasından ilk Önce dizler yere konur. Sonra ellerini, sonra da alnını koyar. Şayet (tersine) önce alnını, dizlerinden önce de ellerini koysa bundan hoşlanmanı, mekruh görürüm. Fakat bundan dolayı namazı yenilemek veya sehv secdesi gerekmez.
Bazı mezhep imamları, ellerin dizlerden önce yere konarak secde edileceğini söylemişlerdir. Bazıları kolaylaştırma cihetine giderek "Namaz kılan kimse hangi organım isterse önce onu yere koyar" demişlerdir.
Buradan anlıyoruz ki secde ederken dizleri ellerden önce yere koymak farz veya vacib değildir. Organları yere koyarken sıraya dikkat etmemek namazı bozan birşey değildir. Ancak müstehab bir davranış olup hakkında ihtilaf edilmiştir. Bu konuda uzunca tartışmalar yapılması doğru değildir. Bir kimse bu sıralamaya uymasa namazı bozulmaz. Çünkü bu bir şekil meselesi olup namazın farzlarından, rükünlerinden değildir.
Sağlık yönünden problemi olan veya yorgun olan kimsenin bu sıralamaya uyması şart değildir. Bu durumdaki kişi, kolayına ve rahatına geldiği gibi secdesini yapar. Allah'ın dini kolaylıktır. Allah (c.c) çok merhametlidir.
SORU: Kazaya kalan namaz aynı namazın ertesi günkü vaktinde mi kılınmalıdır? Bir örnek verirsek, bu günün ikindi namazı kazaya kalsa, bu namazı akşam namazından sonra kılabilir miyim? Yoksa yarınki günün ikindi namazını beklemem mi gerekir?
CEVAP: Namazın edası, o namazın belirlenen vakti içinde kılınması demektir. Kur'an'da: "Namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır" (Nisa/103) buyuruluyor.
Kaza ise, farz bir namazın belirlenen vaktinde kılınamaması halinde o vaktin dışında bir vakitte kılınmasıdır. Vaktinde kılınamayan farz namazların kaza edilmesi farzdır.
Uyuyarak, unutarak veya bir mazeret sebebiyle namazını kılama-yan kimseye, uyanıp hatırlayınca veya mazereti geçince namazını geciktirmeden kılmak farz olur.
Sahabeden biri uzun süren uykusu yüzünden namazını kılamadığım Hz. Peygamber'e söyleyince Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Uyumak kusur değil, uyanık iken namazı kılmamak kusurdur. Sizden biriniz uyur veya unutur da namazı geçerse, hatırlar hatırlamaz namazını kılsın. (İmam Mâlik, Muvatta)
Bir diğer hadis de şöyledir:
Sizden biriniz uyur veya gaflete düşer namazı geçerse, hatırlayınca namazını kılsın. Zira Allah (c.c.) "Beni anmak için namaz kıl" (Taha/14) buyurmuştur." (Müslim)
Bu bilgiler ışığında soruda verilen örneği şöyle cevaplayabiliriz: ikindi namazını geçirip sonra onu hatırlayarak kılmak isteyen kimse ertesi günün ikindi vaktini beklemez. Çünkü kazaya kalmış namaz bir kimsenin ödenmesi gereken para borcuna benzer. Ödemeye ne zaman gücü yeterse onu öder. Ertelemek, geciktirmek doğru olmaz.
SORU: Farz namazlarla birlikte kılman sünnet namazlar hangileridir? Bunlardan hangileri müekked, hangileri gayr-i müekkeddir? Bunlar ne vakit kılınır?
CEVAP: Sünnet namazlar, Allah'ın farz kılmadığı fakat Hz. Pey-gamber'in Allah'a daha ziyade yakın olmak için yaptığı ibadetlerdir. Bir müslüman bu sünnetleri yerine getirir, kılarsa Allah'ın lütuf ve kereminden kendisine sevap vardır. Bir mazeret veya geçerli sebep yüzünden sünneti kılamayan kimseye, bir ceza yoktur. Çünkü farz ölçüsünde değildir. Fakat özürsüz, kasıtlı olarak sünneti kılmayan kimse bunu sürekli yaparsa, Allah'a ve Peygamber'e karşı edebli davranmamış olur.
Müekked sünnet, Hz. Peygamber'in genellikle kılmaya devam ettiği, ara-sıra terkettiği sünnetlerdir.
Gayr-i müekked sünnet ise Peygamber'in zaman zaman kılıp genellikle kılmadığı sünnetlerdir.
Beş vakit farz namazla birlikte kılınması gereken müekked sünnetler; öğle, akşam ve yatsının farzlarından sonra iki, sabah'ın farzından önce iki, öğlenin farzından önce dört rekat kılman sünnetlerdir. Bazı mezheplerde yatsının sonunda kılınan vitir de müekked sünnettir.
Gayr-i müekked sünnetlere gelince: Bunlar, ikindi ve yatsı namazlarının farzından önce dörter rekattır. Bazı mezheplerde öğle, akşam ve yatsı namazlarının müekked olarak kılınan son iki rekatından sonra ikişer rekat daha kılmak da sünneti gayr-i müekkededir.
Bir farz namazın, farzdan önce kılman sünneti varsa, namazın vakti girince bu sünnet kılınır. Meselâ öğle namazının vakti girince bu vaktin ilk sünnetini kılmak, vaktin girmesiyle birlikte mümkündür.
Fakat vaktin farzına başlanırsa, o vaktin ilk sünnetinin zamanı geçmiş olur. Şu kadar ki o vaktin son sünneti varsa geçen ilk sünneti farzdan sonra kılmak mümkündür.
SORU: İkindi namazının sünneti var mıdır?
CEVAP: İkindi namazının, farzından önce iki oturuşla kılman dört rekatlık gayr-i müekked ilk sünneti vardır.
Bilindiği üzere sünnet namazlar müekked ve gayr-i müekked olmak üzere iki kısımdır. Müekked sünnet, Hz. Peygamber'in sürekli kılıp ara-sıra terkettiği sünnetlerdir. Gayr-i müekked sünnetler gene Peygamberimizin kıldığı fakat zaman zaman terkettiği sünnetlerdir.
Fıkıh âlimleri ikindi namazının bu ilk sünnetini Abdullah b. Ömer'in Peygamberimizden rivayet ettiği şu hadise dayandırmaktadır:
İkindi namazından önce dört rekat nafile kılana Allah rahmetiyle muamele etsin.
Bu hadisi Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiş ve hadîs hasen olduğunu söylemiştir.
Taberanî de "İkindiden önce dört rekat nafile kılana cehennem ateşi dokumaz" hadisini rivayet ediyor. (Münzirî, Tergib)
Bu müjdeler tabiî ki farzları yerine getiren ve sünnetleri bırakmayan ve büyük günahları işlemeyenler içindir. Ebû Ya'lâ ise şu hadisi rivayet ediyor:
İkindiden önce dört rekat namaz kılmayı bırakmayan kimseye Allah cennette bir ev bina eder. (Münzirî, Tergib)
Bazı fıkıh âlimlerine göre ikindinin bu dört rekatlik ilk sünneti ikişer rekat halinde iki selam ile kılınır. Hz. Ali'den Peygamberimizin bu namazı böyle kıldığı rivayet edilmiştir. Diğer sahabeden de böyle rivayetler vardır. Bazı fıkıh bilginlerine göre ikindi namazının farzından önce kılınan sünnet iki rekattır.
Fakat müslümanlar arasında meşhur olan, bu namazın dört rekat ve iki oturuş, bir selamla kılman sünnet-i gayr-i müekkede olmasıdır.
SORU: Akşam namazının farzından önce ve sonra sünnet namaz var madır?
CEVAP: Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:
Peygamber (s.a) hiç terketmeksizin şu namazları kılardı: Öğlenin farzından evvel ve farzından sonra iki, sabahın farzından önce iki, akşam ve yatsının farzından sonra iki rekat.
Rivayette geçen on rekatın, Hz. Peygamber'in devamlı kıldığı sünnet-i müekkede olduğu anlaşılıyor. Zira Abdullah b. Ömer "Peygamber hiç terketmeksizin kılardı" diyor. Bunun anlamı "sürekli kılardı" demektir.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre akşam namazının müekked sünneti, farzdan sonra iki rekattır. Hanbelî, Hanefî ve Şafiî mezhebinde böyledir. Bu sünnet namazın birinci rekatmda Fâtihâ'dan sonra Kâ-firûn suresini, ikinci rekatında İhlas suresini okumak sünnettir.
Şâfiîlere göre akşam namazının farzından Önce, gayr-i müekked olarak iki rekat sünnet vardır. Delilleri "İki ezan arasında namaz vardır" hadisidir. (Buharı).
İki ezandan biri normal ezan, diğeri kâmetdir.
Mâlikî mezhebinde akşamın farzından önce namaz kılmak, vaktin darlığı sebebiyle mekruhtur. Farzından sonra ise nafile olarak altı rekat namaz kılınır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki: Şâfıî mezhebi dışında "akşam namazının farzından önce sünnet kılınır" diyen yoktur. Onlara göre de bu sünnet, gayr-i müekkeddir. Gayr-i müekked sünnet, müekked sünnetten aşağı bir mertebededir.
SORU: Camiye gittiğimde -bir keresinde- cemaatin bir rekat kılmış olduğunu gördüm. Bu durumda namazımı cemaatle nasıl kılabilirim?
CEVAP: Bir kimse namazını cemaatle kılmış olmak için namazını -baştan sona- imamla birlikte kılmalıdır. Bu, namazın başladığı andan itibaren cemaate katılmakla gerçekleştiği gibi, imama birinci rekatin rükûunda (rükûu beraber yapmak şartıyla) yetişmekle de olur.
Camiye gelen kimse imamın birinci rekatı bitirdiğini görürse, safta yerini alır ve tekbir alarak namaza başlar. İmam selam verdikten sonra kalkar. Yetişemediği rekatı kılar. Oturduktan sonra tahiyyat, sal-li-bârik, rabbenâ dualarım okuyarak selam verir. Bu durumdaki kimseye mesbuk denir.
İki veya üç rekata yetişemeyen kimse de namazını aynı şekilde tamamlar.
Cemaate gelen kimse imamı -ilk rekatte- Fatiha veya zammı sûre okurken bulursa bu rekata yetişmiş sayılır. Rükûda iken imama yetişerek onunla birlikte rükûunu yapan da o rekata yetişmiş sayılır. Rü-kûdan sonra, birinci secdede veya ikinci secdede cemate katılan kimse o rekata yetişmiş sayılmaz.
Cemaate geç katılan bazı kimseler imamın rükû etmekte olduğunu görünce acele edip, yüksek sesle "İnnellâhe mea's-sâbirîn" diye bağırır. Bununla imama "rükûu uzat da namaza yetişeyim" demek istemektedir.
Bazı kimseler de imama yetişmek için sür'atle koşarlar. Fakat telaştan neye niyet ettiklerini, ne dediklerini anlamayacak duruma düşerler. Hatta tam olarak imama yetişemezler.
Bu kabil davranışlar hatadır. Cemaatle namaz kılmak üzere camiye gelen kimse sükûnetle davranmalıdır. İmama birinci rekatta yetişirse ne âlâ. Yetişemezse yetişemediği rekatları tamamlar. İnsanın cami ve namaza uygun bir heybet ve ağırbaşlılık içinde olması gerekir.
SORU: Uçak, tren veya gemide yolculuk yapan kimse namazını nasıl kılar?
CEVAP: Denizde seyrederken veya demir attığı zaman gemide namaz kılmak caizdir. Gemi durmuş vaziyette iken namaz, karada kılınan namaz gibi kılınır. Rükû, secde, kıbleye yönelmek ve diğer şartlar yerine getirilir. Zira durmuş vaziyetteki gemi yeryüzü gibidir.
Gemi hareket halinde iken, mümkün ise ayakta durarak, ayakta durmak zor ise oturarak ve kıbleye yönelmiş vaziyette namaza başlanır. Namaz esnasında geminin yönü değişirse, namaz kılan kimse de mümkün olduğunca -kıbleden ayrılmamak için olduğu yerde döner. Bu zor olur veya imkânsızlaşırsa ilk durduğu haliyle namazını kılmaya devam eder. Sonra namazını yeniden kılmaz.
Trende namaz kılmak da, gemide namaz kılmak gibidir.
Uçakta mümkün ise ayakta, değilse oturarak namaz kılınır. Uçakta kıbleye dönme şartı -zorluk sebebiyle aranmaz.
SORU: Dansedilen kulüplere giden ve dansedenleri alkışlayan bir imamın arkasında namaz kılmak caiz olur mu?
CEVAP: Mezhep imamları günah işleyen bir kimsenin arkasında kılınan namazın mekruh olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Böyle bir kimsenin arkasında kılınan namazın sahih olduğunda ise ihtilaf vardır. Bazıları sahih olduğunu, bazıları da sahih olmadığını söylemişlerdir.
Hanefi mezhebine göre fâcir (günah işleyen) bir kimsenin arkasında kılınan namaz mekruh olmakla beraber sahih (geçerli) olur. Hanefî mezhebine göre, imam olmaya elverişli kimsenin başkalarından daha çok vera sahibi olması gerekir. Vera sahibi olmak, şüpheli şeylerden kaçınmak, düzgün bir yaşantıya sahip olmak demektir. Şüpheli şeyler helâlliği haramhğı kesin olarak belli olmayan şeylerdir.
İnsanlar arasında hadis diye meşhur olmuş bir söz var. Bu sözde "Güzel ahlâklı veya günah işleyen her kimsenin arkasında namaz kılınız" buyurulmuştur.^Ebu Dâvud)
Bu ifadenin hadis olduğunda bir kesinlik yoktur. Buna karşılık İbn Mâce Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Günahkâr bir kimse müslümanlara imam olmasın.
Soruda sözü geçen "dans" vücûdun hareketi ve dengeli bir şekilde aşağı-yukan dalgalanmasıdır. Dans işini genellikle kadınlar yapar. Dansçı kadın, genellikle açık-saçık olur. Seyretmeye gelen yabancı erkeklerin gözü önünde gösterilmesi haram olan yerleri meydandadır. Bu hareketler seyircileri kışkırtır, şehvetli tepkilere yol açar.
Ibn Abidîn'in de kaydettiği gibi âlimler bu işin haram olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Çünkü fesada götüren bir iştir.
Nûr'ul Ayn isimli kitapta şöyle denmektedir:
Dans işini helâl sayan, haram olmadığını söyleyen kişi fâsıktır.
Bu meselede daha katı şeyler söyleyenler de vardır. İmam Kirmâ-nî gibi. Ona göre bu işi helâl sayan kimse kâfir olur.
Durum ne olursa olsun, insanlara imam olup namaz kıldıran kimse; sözünde, işinde, davranışlarında, görünümünde, her şeyiyle iyi bir örnek olmalıdır. Çünkü o namaz kıldırmak üzere ibadet edenlerin önüne, mihraba geçmektedir. Bu imamlık, Allah'ın huzurunda durmak ve amellerin en şereflisi olan namaz işinde olmaktadır.
Bu görevlere tayinler yapan yetkililer imamlık için iyi seçim yapmalı, bilgili, takva sahibi kimseleri bu görevlere getirmelidir.
Buraya kadar söylediklerimizden anlıyoruz ki danseden kadınları seyretmeyi alışkanlık haline getirip, onlara alkış tutan bir kimsenin, insanlara namaz kıldırmak üzere imam olması uygun değildir.
Yolun doğrusuna yönelten Allah'tır.
SORU: Cemaate imam olup hutbe okuyan bir kimse hutbe okurken ve namaz kıldırırken 'yevmi'd-dîn' yerine "yevmeddîn" 'iyyâke' yerine "iyâke", "fâ" yerine "za" dese, böyle bir kimsenin arkasında kılınan namaz sahih olur mu? Cemaatin içinde gerek gençler gerek yaşlılar arasında kendisinden daha iyi okuyan kimseler varken yanlış okuyanın imam olması caiz midir?
CEVAP: Cuma hutbesinin çok düzgün bir dil ile okunması şarttır. Tabiîdir ki cemaat arasında bunun üstesinden gelecek birinin bulunması kaydı ile bu şart geçerlidir. Hatip Özellikle hutbenin Arabça kısmını yanlışsız okumalıdır. Zira Arabça İslâm'ın, Kur'an'm ve Peygamber'in dilidir.
Mâlikîler bu konuda çok katıdırlar. Mâlikîlere göre halk Arab olmasa da hutbenin Arabça olması şarttır. Eğer Arabça olarak hutbe okuyacak biri bulunmazsa cuma namazının kılınması o cemaatten düşer.
İmam Nevevînin beyanına göre hutbenin düzgün bir Arabça ile okunması müstehabtır.
Nevevî ayrıca namaz kıldıracak kimsede bulunması gereken vasıflar hakkında şunları söylüyor:
İmamlık yapacak kimsenin Kur'an'ı kusursusuz okuyan biri olması, namazı sahih olacak kadar Kur'an'dan ezberlemesi şarttır. Okuma bilmeyen -ümmî- kimsenin okuma bilene imam olması sahih değildir. Çünkü "kıraat", yani usûlüne göre Kur'an okumak namazın rükünlerindendir. Okumaya gücü yeten kimsenin, usûlüne göre okuyamayana uyması sahih değildir.
İmam olacak kimsenin en azından şu vasıflara sahip olması gereklidir: Fâtiha'yı iyi bir şekilde ezberlemiş olmalıdır. Harfleri eksiksiz, her birini çıkış yerinden tam olarak teleffuz ederek çıkarmalı, bir harfin yerine başka bir harfin sesini teleffuz etmemelidir. Manayı bozacak düzeyde bir hata ile okumamalıdır.
Bir kimse imam olmak istiyorsa veya içinde bulunduğu şartlar imam olmasını gerektirmiş ise ilk yapacağı şey hatalarını düzeltmek olmalıdır. Aksi halde imamlığı, kendisinen daha iyi, hatasız okuyan birine bırakmalıdır. Yanlışlarını düzeltmeye gücü yeter de, boş verip düzeltmezse imamlığı sahih olmadığı gibi kendi kıldığı namaz da bozulur.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre imam olacak kimsede sırası ile şu özellikler aranır:
a- Mevcutlar içinde Kur'an'ı usûlüne uygun olarak en iyi okuyan kişi olmalıdır.
b- Namazın sahih olma veya bozulma ile ilgili hüküklerini en iyi bilen kimse olmalı,
c- Takva üzere yaşayıp, haramlardan ve şüpheli şeyleri yapmaktan en çok kaçınan kişi olmalıdır.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle Duyuruluyor:
Bir topluluğa imam olacak kimse, onların arasında Allah'ın kitabını en iyi okuyan kişi olmalıdır. Eğer hepsi de aynı düzeyde Kur'an okuyan birden çok kimse varsa bunların (namaz konusunda) sünneti en iyi bileni imam olmalıdır. Bu hususta da eşit olurlarsa daha önce hicret eden imam olur. Bunda da eşit olurlarsa en yaşlısı imam olmalıdır.
Hiç bir kimse başkasının yetkili olduğu yerde imam olmasın. İzni olmadıkça hiç kimse başkasının evinde döşeğine oturmasın. (Ebu Davud) İmam olacak kimsenin Kur'an'ın tamamını ezberlemiş olması şart değildir. Ezberi az da olsa mühim olan Kur'an'ı güzel ve kusursuz okum asıdır.
Tayin edilecek resmî imama gelince, bu görevlileri seçen ve atayanların, sayılan vasıflara sahip olan kişileri seçmelerinin gerekli olduğu meydandadır.
SORU: Afyon çiğneme alışkanlığı olan bir kişinin arkasında namaz kılınır mı? Bu konuda yapılan bir tartışmada taraflardan birisi böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmanın caiz olamayacağını söyledi. Bunu eleştiren diğer taraftan biriside "İyi ahlâklı veya günahkâr, her müslü-manın arkasında namaz kılmabilir" hadisine dayanarak kılman namazın geçerli olduğunu iddia etti. Bunlardan hangisi doğrudur? Görevli imamın yöneticisi olan âmirin afyon çiğneyen imamın görevine son vermesi caiz olur mu?
CEVAP:Önce şunu bilmemiz gerekiyor: Afyon kullanmak haramdır. Zira afyon uyuşturucudur. Hz. Peygamber'den uyuşturucu ve insanı gevşetici şeylerin yasaklandığı rivayet edilmiştir.
Ibn Teymiye sarhoşluk veren afyonun haram olduğunu söylemekte ve onu şiddetli bir dil ile kötülemektedir. Onun tercihine göre afyon kullanan kimseye sarhoşa verilen had cezası uygulanmalıdır. Zira afyon da sarhoşluk vericidir. Şaraba kıyasla şaraptaki hükjim aynen afyonda da uygulanır, Afyon sarhoş etmez zannında bulunan kimse afyonun ne olduğunu bilmeyen birisidir.
İnsanlara imam olacak kimse Kur'an'ı doğru bir şekilde okumalıdır. Aynı zamanda iyi ahlâklı olmalı; davranış, iş ve sözde Örnek kişi olmalıdır. Buna göre imam olan kimse asla afyon veya diğer uyuşturucu ve sarhoş edici bir maddeyi kullanmamalıdır.
Bununla beraber kâfir olup dinden çıkmadıkça günah işleyen, bidat veya fısk ehli olan kimsenin arkasında kılman namaz bâtıl (geçersiz) olmaz.
Zira Dârekutnî şöyle bir hadis rivayet ediyor: Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre H. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ üâhe illallah diyen kimsenin (imam olduğu takdirde) arkasında namaz kılınız. Lâilâhe illellâh diyen kimsenin (öldüğü zaman) üzerine (cenaze) namazı kılınız.
Hadisin derecesi üzerinde eleştiri varsa da fıkıh âlimleri bu konuda onu delil olarak göstermişlerdir. Bu hadisi rivayet eden Abdullah b. Ömer'in; fasık olduğuna hükmettikleri Haccac b. Yusuf es-Sekafî'nin arkasında namaz kılmasını da delil göstermişlerdir. Fakat bidatçı ve günah işleyen kimsenin arkasında kılınan namaz mekruh olur. İmam Mâlik bu konuda daha katı davanmış ve şöyle demiştir:
Günah işleyen kimse, bu günahı bir yorum getirmeden işliyorsa, zina etmek, içki içmek gibi şeyleri yapanın arkasında kılınan namaz sahih (geçerli) değildir.
Fakat cumhur'un (çoğunluğun) görüşü bu namazın sahih olduğu yolundadır. Buraya kadar imamın arkasında namaz kılan kimsenin namazı hakkında gerekenleri söyledik.
Afyon veya benzeri şeyleri kullanan kimsenin imam olması meselesine gelince: Böyle bir kimse her şeyden önce Allah'tan utanmalıdır. Bu tehlikeli maddeyi kullanmaya kesin olarak son vermelidir. Eğer vazgeçemiyorsa, yapacağı şey, Allah kendisini düzelmeye muvaffak edinceye kadar imam olmayı bırakmaktır. İnsanların afyon ve benzeri maddeleri kullananlardan hoşlanmadıklarını iyi bilmelidir. Yine bilmelidir ki Allah'ın Rasûlü bir topluluğa hoşlanmadıkları halde imamlık yapan kimseyi ayıplamış, kötülemiştir.
Camileri ve buraların görevlilerini yöneten kimse önce imam olacak kimsenin durumunu iyice incelemelidir. Onun afyon veya alkol aldığını tesbit ederse, onu değiştirmeli ve yerine insanların kendisinden hoşnut olacağı birini atamalıdır.
Soruda sözü edilen hadise gelince: Ebu Dâvud ve Dârekutnî aşağıdaki hadisi rivayet etmişlerdir:
Farz namazı her müslümanın arkasında kılmak vâcibtir, (imam ister) iyi ahlâklı (ister) günah işleyen biri olsun. (Hatta) büyük günah işlemiş bir kişi olsa bile.
Bu hadis, böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmanın mekruh da olsa sahih olduğunu göstermektedir.
Allah (c.c) müslümanlann imamlarım işlerinde ve sözlerinde örnek kimseler eylesin.
SORU: Çocuk namaz kılmakla ne zaman yükümlü olur? Çocuğu bu konuda yetiştirme görevi kimindir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri yedi yaşına gelen çocuğa namaz kıldmlma-sı gerektiğini bildirmişlerdir. Çocuk on yaşma geldiğinde, namaz görevini yerine getirmeme yoluna girerse, velîsi namazı terketmesi sebebiyle onu döver. Bu davranış çocuğun dinî görevinde ihmalkârlık yapan bir kimse olarak yetişmemesi içindir. Bir de (bu yaşta gerekli yönlendirme yapılmazsa) daha sonra çocuğu yönlendirmek zor olur.
Bu konuda Hz. Peygamber'in hadisleri vardır. Efendimiz şöyle buyurur:
Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara (namazı öğretip) namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına geldiğinde namaz kılmazlarsa onları dövün. Döşeklerini de ayırın! (Ebu Dâvud)
Küçük çocuğa namazı emretmek için çocuğun mümeyyiz (iyiyi kötüden ayıracak durumda) olması şarttır. Eğer kendisine söyeneni anlamaktan aciz ise namaz için emir verilmez.
Nitekim Nevevî el-Mecmu isimli eserinde şunları söyler:
Kız ve erkek çocuğa mümeyyiz olmak şartıyla yedi yaşında iken namaz kılmasını emretmek mendubtur. Çocuklar mümeyyiz değilse namaz kılmaları emredilmez. Zira mümeyyiz olmayan kimsenin namazı sahih olmaz. On yaşına geldiğinde de dövülerek cezalandırılır.
Burada sözü edilen dövmek çocuğa sert davranmak ve işkence etmek değildir. Bundan maksat çocuğun terbiyelendirilmesi ve öğretil-mesidir. Bunun içindir ki namaz konusundaki dövmenin, çocuğa namaz eğitimi verme ihtiyacı ölçüsünde olması gerekir. Şayet çocuk aşırı dövülür veya cezalandınlırsa bu onun yüzsüz, dik kafalı olmasına sebep olabilir.
Çocuğu namaza alıştırma, onu eğitme velinin görevidir. Bu baba olabileceği gibi, dede veya hakim tarafından tayin edilen bir vasî veya kayyum da olabilir. Namaz konusunda erkek çocuk için ne yapılacaksa, kız çocuk için de aynı şeyler yapılır.
Kur'an-ı Kerim çocuklarımıza terbiye verme hususunda bizi yönlendirmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurur:
(Rasûlüm!) Ailene namazı emret. Kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandınyoruz. Güzel sonuç takva iledir. (Taha/132)
Bir diğer ayette de şöyle buyurulur:
Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır. (Tahrîm/6)
Hz. Peygamber de bu yönlendirmeyi şu sözleri ile yapıyor:
(Ehlinin/ailenin ve) çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. (Buharı, Müslim ve Ebu Dâvud)
Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden sorumlusunuz. Erkek aile bireylerinin çobanıdır. Aile, bireylerinden sorumludur. (Buharî) Burada bir hususa dikkat çekmek yerinde olacaktır. Çocuklara namazı emreden kişinin, emrettiği namazı kendisi kılarak güzel örnek olması lazımdır. Çocuğa namazı emretmezden önce kendisi tam ma-nasiyle namazını kılmalıdır. Aksi halde aşağıdaki ayetteki azarlamayı hak der:
Sizler kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayor musunuz? (Bakara/44)
Muvaffakiyet Allah'tandır.
SORU: Bir kimse namazını evinde kılabilir mi?
CEVAP: Cemaatle namaz kılma hususunda İslâmiyet'te caminin çok büyük bir yeri vardır. Cemaatle namaz müslümanlann erkekleri için sünnet-i müekkededir. Bir diğer görüşe göre farz veya vacibtir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
İnsanların namaz hususunda mükâfatı en büyük olanı, camiye en uzak yoldan gelenidir. Namazını imamla birlikte kılmak için bekleyen, namazını (tek başına) kılıp uyuyandan daha büyük sevap alacaktır. (Buharı ve Müslim)
Bir diğer hadisleri de şöyledir:
Müezzini işittiği halde bir özrü olmaksızın camiye gitmeyen kimsenin, (kendi başına kılacağı) namazını Allah kabul etmez! Orada bulunanlar "Özür nedir?" diye sorunca Hz. Peygamber "Korku veya hastalık buyurdu. (Dârekutnî ve Ebu Dâvud)
Rasûlullah bir özrü olmaksızın camiye namaz kılmaya gelmeyenleri, evlerini yurtlarını yakmakla tehdit etmiştir. (Bkz. Ebu Dâvud) Bundan maksat namazı camide kılmayanın gerçekten evini yakmak değil, onları tehdit edip korkutmaktır.
Anlaşılan odur ki Hz. Peygamber'in haklarında böyle söylediği kimseler ya münafık idi veya henüz müslümanlıkları ileri derecede değildi. Bir diğer hadiste şöyle Duyuruluyor:
Hayye alâ'l-felâh sesini duyup da cemaate gelmeyen Muhammed'in (s.a) sünnetini bırakmış olur. (Heytemî, Zevâid)
Abdullah b. Mes'ud şöyle der:
Eğer namazlarınızı evde kılıp camilere gitmeyi bırakırsanız, Peygamberinizin sünnetini bırakmış olursunuz. Peygamberinizin yolunu, sünnetini bırakırsanız, kâfir olursunuz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bu da tehdit ve korkutma maksadı ile söylenmiş bir sözdür. Yoksa gerçekten dinden çıkmak demek değildir. Bundan kasdın şu olması mümkündür: "Siz bunu kasıtlı yaparsanız, bu sizi küfre görürür. Çünkü böyle yapmanız sizi yavaş yavaş İslâm'ın prensiplerini terketmeye götürür".
Cemaatle namaz meselesinde bazı fıkıh bilginleri daha katı bir tavırla "İnsan ezanı duyarsa mutlaka camiye gitmelidir. Bir mazereti olmaksızın, kasıtlı olarak camiye gitmezse cami dışında bir yerde kıldığı namazı bâtıl (geçersiz) olur" demişlerdir.
Özetle söylersek bir kimse camiye yakın bir yerde olur, ezanı işitir camiye gitmek de kendisi için kolay olursa camiye gitmesi gerekir. Fakat hastalık, korku, meşru bir iş veya görev yahut camiye gitmekte güçlük veya bir zarar varsa evinde namazını kılması caizdir. Zira zaruretler yasakları mubah kılar.
SORU: Kadının imam olup namaz kıldırması caiz midir?
CEVAP: Reytâtu'l-Hanefiyye isimli bir kadın şöyle diyor: Farz namazda Hz. Aişe bize imam oluf, aramızda durarak namaz kıldırırdı.
Bu rivayete göre kadının, kendisine uyanlar kadın olmak ve imamlık yapacak kadının da Öne geçmeyip safın içinde kendisine uyanlar arasında durması şartı ile imam olması caizdir.
Atâ diyor ki: Aişe (r.a) kadınlara imam olur fakat (Öne geçmeden) aralannda dururdu. Nehaî'den rivayet olunduğuna göre Hz. Aişe ramazanda safın ortasında durarak kadınlara imamlık ederdi.
Huceyre binti Husayn isimli hanım şöyle rivayet ediyor: "Hz. Peygamber'in hanımı Ümmü Seleme, aramızda durarak bize imam olup ikindi namazı kıldırdı."
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber Ümmü Varaka isimli hanıma ezan okutup, kamet getirtip yanında bulunan kadınlara namaz kıldırmasına izin vermiştir.
Fıkıh âlimlerinden bir kısmı, erkeklerden ayrı olmak üzere toplu halde bulunan kadınların cemaatle namaz kılmalarının müstehab olduğu görüşündedirler.
Fıkıh âlimlerinden bazısının görüşü -ki bu görüş şazdır- şöyledir: Kadın erkeklere de imam olabilir. Bu görüşü savunanlar Hz. Peygamber'in Ümmü Varaka'ya ezan okutup ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini delil olarak gösteriyorlar. "Ev halkı" deyiminin içinde erkekler de vardır. Bu meseleyi rivayet eden Abdurrahman b. Hallâd "Ben Ümmü Varaka'ya müezzinlik eden yaşlı bir kimseyi gördüm" diyor. Aynı rivayet Ahmed b. Hanbel'in Müsned'mde ve Ebû Davud'un Süneri'mde de vardır. Bu rivayetlerde Hz. Peygamber'in Kur'an'ın tamamını ezbere bilen Ümmü Varaka'ya, ev halkına farz namazları kıldırmasını emrettiği geçmektedir. (Bkz. Ebu Dâvud)
Fakat fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bu görüşü reddetmişlerdir. Zira müezzinin, Ümmü Varaka'nın arkasında namaz kıldığı hadiste açık bir ifade ile belirtilmiyor. Belki müezzin orada ezan okumuş, namaz kılmak üzere camiye gidip orada erkeklerle namaz kılmıştır. Nitekim Ummü Varaka ile ilgili rivayetteki: "Ümmü Varaka bizim kadınlarımıza imamlık ederdi" ifadesi bu görüşü desteklemektedir.
Aynı zamanda Hz. Peygamber'in bu izninin Ümmü Varaka'ya mahsus olma ihtimali de vardır. Çünkü o Kur'an'ı ezbere bilen yaşlı bir kadın idi. Ayrıca namaz kıldırma olayı sadece evinde olup, yabancıların bulunmadığı bir ortamda gerçekleşmiştir.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğunca tercih edilen görüş kadınların kendi cinslerine imam olmasının caiz olup, erkeklere imamlık etmesinin caiz olmadığıdır. (Daha geniş bilgi için bkz. Sübkî, Menhel)
SORU: Bir kimse giymeye alışık olduğu veya çalışırken giyme ih~ tiyaci duyduğu şapka ile namaz kılabilir mi?
CEVAP: İslâm evrensel ve tüm insanlığa yönelik bir dindir. Her insan, her zaman ve her yerde onu yaşayabilir.
Kur'an Rasûlullah hakkında şöyle der:
(Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Bir diğer ayette de şöyle buyurulur:
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. (Sebe/28)
Görülüyor ki Hz. Peygamber tüm insanlığa gönderilmiştir. Belki bu sebeptendir ki İslâmiyet müslümanların nasıl bir elbise giyeceklerini belirlememiştir. Zira bir müslümanm ülkesi, çevresi, meskeni, duru-mu ve yaşantısı değişikliğe uğrayabilir.
Giysi meselesinde şu kuralı göz önünde bulundurmalıyız: Avret mahallini örten, görüntüyü güzel gösterecek şekilde temiz giyinmeyi gerçekleştiren, insanı soğuk ve sıcağa karşı koruyan herşeyi giymek caizdir. Bu özellikleri taşıyan bir elbiseyi giymeyi haram kılan veya giyilmesine engel olan bir husus yoktur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber ısrarlı olarak özel bir kıyafet giymemiştir.
O, bazen Arab giysisi, bazen de başka bölgelerden gelen elbiseleri giymiştir.
İmam İbn'ul-Cevzî'nin el-Vefâ bi Ahvâl'il-Mustafa isimli eserinde bildirdiğine göre Hz. Peygamber uzunlu kısalı, yenleri kısa pamuklu gömlek, dar yenli Şam cübbesi, ilikleri ipekli cübbe, yün cübbe ve benzeri elbiseleri giymiştir. Onun (yasaklamadan evvel) ipekli giysi, siyahlı ve kırmızılı çizgileri olan aba, kırmızı elbise giydiği de olmuştur. Başına sarık da sarmış, beyaz Şam başlığı, Mısır başlığı da giymiştir. Yeşil aba, zaferanla boyanmış elbise, pantolon, keten giysi de giymiştir. Ayağına ayakkabı da mest de giymiştir.
Bu bilgilerden anlıyoruz ki sarık, takke veya şapka ile ya da başı açık olarak kılınan namaz sahihtir. Yeter ki başa giyilen şey secde sırasında alnın yere değmesine engel olmasın.
Evet, tüm müslümanların giydiği maruf bir giysi ve başa giyilen bir nesne varsa, onunla namazı kılmak daha evlâdır.
Günümüzde şapka sadece müslüman olmayanlara mahsus bir giysi olmaktan çıkmıştır. Bu sebeple onu giymenin kâfirlere benzemek olduğunu söyleyemeyiz. Pek çok İslâm ülkesinde tarım işlerinde çalışan köy ve kasabalarda yaşayan kimseler güneş ışınlarından ve yağmurdan korunmak için bunu giymektedir. Bu itibarla şapka ile kılınan namaz sahihtir.
SORU: Şapka ile namz'kılan kimseler secdeye engel olmaması için şapkanın önünü arkaya döndürüyor. Kimisi şapkayı çıkarıp takke giyiyor. Kimisi de başı açık namaz kılıyor. Bunlardan hangisi doğrudur?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinden bazıları erkeklerin gömlek, belden aşağısına sarılan peştemal gibi bir giysi ve sarıkla namaz kılması görüşündedirler. Gerekçe olarak Peygamberimizin çoğunlukla böyle yaptığnı ileri sürmüşlerdir. "Çoğu kere" ifadesi gösteriyor ki Hz. Peygamber bunu devamlı yapmamıştır.
Dürrü Muhtar ve İbn Abidin Haşiyesi'nde şunlar anlatılmaktadır: Bir kimse tembellikten dolayı başı açık namaz kılarsa mekruh olur. Yani, bu kimse başını örtmeyi kendine ağır gelen birşey sayar, baş örtmeyi namazda kıymeti olan bir husus olarak görmez ve kasıtlı olarak başını örtmeyi tembellikten ötürü terkederse namazı mekruh olur, demektir.
Fakat insan kendisini Allah'ın huzurunda zelil ve değersiz görmek ve huşu içerisinde namaz kılmak düşüncesi ile başı açık namaz kılmış ise bir sakınca yoktur. Hatta bazıları "Böyle bir maksatla namaz kılmak müstehabtır. Zira namaz huşu üzerine bina edilen bir eylem ve işlemdir" demişlerdir.
Fıkıh âlimlerinin söylediklerine göre insanın kendisini Allah'ın huzurunda bir hiç olarak görmesi, gözlerini kapatıp sesini kısması, azalarını hareketsiz hâle getirmesi ve sakin bir şekilde durması, huşunun gereklerindendir. Bu durumda başın açık olması güzeldir. Eğer namazda başı açık olmak kalpte gerçekleşecek huşûdan kaynaklanıyorsa güzeldir. Zira huşunun gerçekleştiği yer kalp, göstergesi ve belirtisi organlardaki sakinliktir.
Burada bir hususu daha hatırlayalım: Hacda başı açık vaziyette olmak İslâm dininin öngördüğü bir husustur. İhtimal ki hacda başın açık olması bundandır. Yani insanın kendisini Allah'ın huzurunda değersiz görmesi ve huşu duygusu içinde olması, hac dışındaki hayatta alışılmış süslü giysilerin çıkarılması, üstte başta ne varsa ondan sayunmak suretiyle gerçekleşmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki baş açık olarak veya kapalı olarak kılının namaz sahihtir. Başın açık veya kapalı olmasında muteber olan insanın niyetidir.
Giydiği şapkanın, -yi secde edebilmek için- önünü arkasına çeviren kimse gerekli olanı yapmıştır.
Şapkayı çıkarıp takke giyerek namaz kılan da sakıncası olmayan birşey yapmıştır.
Başı açık olarak namaz kılanın da -her ne kadar fıkıh âlimlerinin ifadesine göre müstehab olmayan birşey yapmış olsa da- namazı sahihtir. Kaldı ki huşu için başını açmış ise aynı zamanda müstehab bir iş de yapmıştır.
Burada bir hususu daha hatırlamamız gerekiyor: Allah Teâlâ insanı ve ibadetini değerlendirirken onun şekline değil, kalbine bakar.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah sizin şeklinize ve servetinize bakmaz. Fakat kalplerinize ve yaptıklarınıza bakar. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
SORU: Hz. Peygamber zamanında müslümanlar ilk defa cuma namazını nerede kıldılar? Cuma namazının farz kılınma, sebebi nedir? Hz. Peygamberin Mekke'de okuduğu ilk hutbe hangisidir?
CEVAP: Yüce Allah cuma namazını müslümanların biraraya gelip, birbirlerini daha iyi tanımaları ve kaynaşmaları için meşru kılmıştır. Ayrıca hutbe aracılığı ile Allah'ın hükümleri, dînin meseleleri hakkında bilgileri artar. Bu yönüyle cuma namazı sanki canlı bir kültür dergisi gibidir. Bunun yanında topluluk içine çıkacağını dikkate alan her bir müslüman cumaya giderken yıkanır, temizlenir, düzgünce giyinir. Bu yönüyle cuma müslümanların haftalık bayramıdır.
İmam Gazâlî cuma gününden söz ederken şöyle der:
Bil ki bu gün büyük bir gündür. Hz. Allah onunla İslâm'a yücelik kazandırmış, bu günü müslümanlara has olarak vermiştir.
Bir hadis-i şerifte cuma günü şöyle anlatılıyor: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Âdem'in (a.s) yaratılması, cennete konması, dünyaya inmesi, tevbesinin kabul edilmesi ve vefatı cuma günü olmuştur. Kıyamet de bu gün kopacaktır. Allah katında bu gün bolluk günüdür. Gökte melekler de onu böyle isimlendirirler. Cuma günü ahirette (seyretmek üzere) Allah'a
bakacakları gündür." (Ebu Davud'un rivayetinde hadisin son birkaç cümlesi yoktur. Hadisin tümü için bkz. Gazâlî, İhya)
Hz. Ka'b şöyle diyor: "Hz. Allah şehirler arasında Mekke'yi, aylar arasında ramazan'ı, günler içinde cumayı, geceler içerisinde kadir gecesini diğerlerine üstün kılmıştır."
Cuma günü içerisinde yapılan duanın mutlaka kabul edildiği bir saat bulunduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir.
Bu güne "cuma" adını ilk veren kimse Ka'b b. Lüey'dir. İslâm'da ilk cuma namazını hicretten az önce Medineliler kılmışlardır. O zaman müslümanlar aralarında yaptıkları fikir alış verişinde "Yahudilerin bir araya geldiği cumartesi günü, Hristiyanlarrn pazar günü var. Gelin, biz de Allah'a ibadet edeceğimiz toplancağımız bir gün belirleyelim" dediler. Bu maksatla Sa'd b. Zürare'ye gittiler. O da müslümanlara ilk cuma namazını kıldırdı.
Hz. Peygamber'in ilk cuma kıldırdığı yer ise Salim b. Avf in yurdunun bulunduğu vadidir. Oradaki müslümanların bir mescidi vardı. Rasûlullah ilk cuma namazını orada kıldırdı ve hutbe okudu.
Hz. Peygamber'in Mekke'deki ilk hutbesine gelince: Rasûlullah bu hutbeyi kavmini İslâm'a davet etmek üzere topladığında irad etmiştir. Efendimiz bu konuşmasında şunları söylemiştir:
Bir lider toplumuna yalan söylemez. Allah'a yemin ederim ki tüm insanlara yalan söylesem size yalan söylemem. Tüm insanları al-datsam sizi aldatmam. Kendisinden başka tapılacak mabud bulunmayan Allah'a yemin ederim ki ben özelde size genelde tüm insanlığa O'nun gönderdiği elçisiyim. Yemin olsun ki uykuya yatar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi ölümden sonra diriltileceksiniz. İyiliklerinize karşı iyilik, kötülüklerinize karşı kötülük olmak üzere yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Sonuç ya ebedî cennet veya ebedî cehennem ateşi olacaktır.
SORU: İslâm'da ilk cuma namazı ne zaman ve nerede kılınmıştır? Hz. Peygamber'in ilk cumada okuduğu hutbe hangisidir?
CEVAP: Siyerde geçtiği üzere Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman Kubâ denilen yerde konaklamıştır. Burası Medine'ye iki mil uzaklıkta Küba adıyla bilinen kuyunun ismi ile anılan bir köydür. Orada Kur'an'ın ifadesi ile Takva mescidi vardır, (bkz. Tevbe/108) Burası Ensârdan Amr b. Avfın meskenidir.
Hz. Peygamber Küba'ya indiğinde, burada dört gün kaldı. Bu sürenin son günü perşembe idi. Cuma günü Medine'ye hareket etti. Öğle vakti olduğunda Hazrec kabilesinden Salim b. Amr b. Avfın yurduna varılmıştı. Hz. Peygamber beraberindekilerle orada ilk cuma namazını kıldı. İlk cumanın kılındığı yer bir vadi olup adı "Ramına Vadisi" idi.
Hz. Peygamber'in burada ilk okuduğu hutbe şöyle idi:
Elhamdülillah! Allah'a hamd eder ve O'ndan yardım dilerim. O'ndan bağışlanmamı ve bana hidayet vermesini isterim. O'na iman ederim, küfretmem. O'na küfredeni düşman bilirim. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun ortağı yoktur. Ve Mu-hammed (s.a) O'nun kulu ve elçisidir. Allah (c.c.) kıyametin yaklaşmasına az kala, peygamberlerin gönderilmesine ara vermiş ve insanların sapıtmış olduğu bir zamanda, onu öğüt, nur, hidayet ve hak din ile göndermiştir. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden doğruyu bulur, karşı gelen ise derin bir sapıklığa düşer.
Size; Allah'a karşı takvâ(lı davranma)yı tavsiye ediyorum. Bir müslümanın, diğer bir müslümana yapabileceği en hayırlı vasiyet ahiret işlerine boyun eğmesi (vasiyeti) ve Allah'a karşı takva(h davranma) tavsiyesidir. Allah'ın kendisine karşı (gelmekten) sakındırdığı üzere sakının. Bundan daha üstün bir hatırlatma, daha faziletli bir nasihat yoktur. Böyle davranmak Allah korkusu ile hareket edebilen için bir takva, ahiret işi olarak istediklerinize en sadakatli bir yardımdır.
Her kim gizlisiyle-açığıyla, Allah ile kendi arasındaki hallerini düzeltirse, bu davranışı ile Allah'ın rızasından başka birşey gözetmez ise dünyası için bir zikir (anma, hatırlama), insanın kendisi için önceden yaptığı hazırlığa en ihtiyacı olduğu zamanda, ölümden sonraya bir hazırlık olur. Bunun dışındaki yapılanlar ise "insanın yaptığı ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu edeceği işler" kabilindendir. Allah Teâlâ sizi kendisine karşı (gelmekten) sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir. O'nun sözü doğrudur. O va'dini yerine getiren, vâ'dinden dönmeyendir. O sânı yüce Allah şöyle buyurur: "Benim katımda söz değiştirilmez. Ben kullara zulmedici değilim." (Kaf/29)
İş (ler)inizin başında da sonunda da; gizlisinde de, açığında da Allah'tan korkun. Zira kim Allah'tan korkarsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını artırır. Ve kim Allah'tan kokarsa büyük bir kurtuluşa ermiştir. Allah korkusu Allah'ın gazabından, kötü akıbetten ve mahvolmaktan korunmadır. Allah korkusu insanın yüzünü ağartır, rabbin rızasını kazandırır ve derecesini yükseltir. (Çalışarak Allah'ın kısmet ettiği) payınızı alınız. Allah'a karşı aşırı gitmekten sakınınız. Doğrularla yalancılar ortaya çıksın diye Allah size kitabını öğretmiş, yolunu size göstemiştir. Allah size nasıl iyilik yaptıysa, siz de (başkalarına) iyilik yapınız. O'nun düşmanlarını düşman bilin. Onun yolunda hakkiyle cihad edin. O sizi seçti ve size müslümanlar adını verdi. Böyle yapması helak olanın açık bir delil ile helâle olması, yaşayanın da açık bir delil ile yaşaması içindir. Allah'ın yardımı olmadıkça güç yoktur. Allah'ı çok zikredip ölümden sonrası için çalışınız. Kendisi ile Allah ara-sjndakileri düzgün ve doğru dürüst yapana, kendisi ile insanlar arasındaki (olan ve olacaklar için) Allah kâfidir. Çünkü Allah insanların işini bitirir (hayatını sona erdirir.) Ama insanlar Allah'ın işini bitiremez. İnsanlar Allah'ın hükümranlığı altındadır. Allah in: sanların hükümranlığı altında değildir. En büyük Allah'tır. Yüce ve büyük olan Allah vermedikçe kuvvet yortur.
SORU: Hz. Peygamberin Medine'de ilk okuduğu hutbe hangisidir?
CEVAP: İbn Kesir, Sfre'sinde şunları kaydediyor:
Beyhakî Hz. Peygamber'in Medine'ye geldiğinde okuduğu ilk hutbe hakkında şöyle der: Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf diyor ki: Hz. Peygamber'in Medine'ye geldiğinde okuduğu ilk hutbe şöyledir: Allah'a gerektiği gibi hamdü sena ettikten sonra şöyle devam etti:
Ey insanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız. Muhakkak bilmiş olun ki, yemin olsun kıyamet gününde sizden birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacaktır. Sonra Allah ona konuşacak. Ama nasıl? Arada tercüman yok, perde ve perdedâr yok! Bizzat buyurucak ki: "Sana Peygamberim gelip (emir ve yasaklarımı) tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim. Lütuf ve ihsanda bulundum. Sen kendin için ne hazırlık yaptın?" O kimse sağına bakacak, soluna bakacak, hiç birşey göremeyecek, önüne bakacak, cehennemden başka birşey göremeyecek. Öyle ise herkim, kendisini velev ki yarım hurma ile olsun ateşten kur-tarabilecekse, hemen onu yapsın. Onu da bulamazsa güzel söz ile kendini kurtarsın. Zira yapılan bir hayıra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi sizin ve elçisinin üzerine olsun.
Daha sonraki bir hutbede Hz. Peygamber bu hutbede söylediklerine şunları ekledi:
Allah'a hamd ve senalar olsun. O'na layık olacak şekilde hamd eder ve O'ndan yardım talep ederim. Nefislerimizin şerrinden ve kötü işlerimizden Allah'a sığnmz. Allah'ın hidayet ettiğini kimse sapıklığa düşüremez". Allah'ın sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete erdiremez. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun ortağı ve benzeri yoktur. Sözün en güzeli Allah'ın kitabıdır. Allah kimin kalbini Kur'an ile süslerse; (daha önçeleri) kâfir iken İslâm'a girip Kur'an'ı diğer sözlere tercih ederse, işte o kimse kurtuluşa erer. Doğrusu Allah'ın kitabı sözlerin en güzeli ve en belâgatlı olanıdır. Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı da can u gönülden seviniz. Allah'ın sözünden ve zikrinden usanmayınız. Allah kelamından kalbinize kasvet gelmesin. Zira Allah'ın kelamı her şeyin âlâsını ayırıp seçer. İşlerin en iyisini ve kulların en seçkinleri olan peygamberlerin ve kıssaların en güzelini zikreder. Helâl ve haramı açıklar. Artık Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. O'ndan hakkıyle sakınınız. İyi işler yapınız. Sözünüz ve özünüz Allah'a doğru olsun. Aranızda Allah kelamı ile sevişiniz. Muhakkak ki Allah ahdini bozanlara, sözünden dönenlere gazap eder. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
SORU: Acele ile cumaya koşan bir kimse "Acele etme yavaş yürü" diyerek uyarıldığında adam Kur'an'da, "Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okunduğu) vakit hemen Allah'ı zikretmeye koşun" buyuruyor diyerek cevap verdi. Bu ayetteki koşmanın anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ kullarına cuma namazını farz kılmış, cuma vakti olunca meşgul olduklan işi bırakmalannı emretmiştir. Cuma suresinde şöyle Duyurulmuştur:
Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:
Kim cuma günü güzelce abdestini alır, sonra cuma (namazını kılma)ya gider de (hutbeyi) dinler ve susarsa, Allah onun iki cuma arasındaki (hatalarını) bağışlayıp affeder. (Buharı, Müslim ve Neseî)
Nitekim Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Cumaya koşarak gidiniz. Zira Allah cennet halkına her cuma (en güzel kokulardan olan) kâfur yığını içinde zuhur eder (görünür.) Onlar cumaya süratli gidişleri oranında Allah'a yakın olurlar. Allah onlara daha önce görmedikleri kerametler verir. Sonra evlerine dönerler ve ev halkına Allah'ın onlara neler yaptığını anlatırlar.
Görülüyor ki Abdullah b. Mes'ud'un rivayeti, Allah'a itaat etmekte süratli davrananın, Allah'ın rahmetine yakınlığını tasvir etmektedir.
Abdullah b. Mes'ud bir gün cuma günü erken bir vakitte camiye gittiğinde kendisinden önce gelen iki kişi gördü. Kendi kendine "İki adam (gelmiş)! Ben üçüncüyüm. İnşâallah Allah Teâlâ üçüncü kişiyi de mübarek küar" dedi. Cumaya koşmanın ve erken gitmenin faziletini bildiren hadisler çoktur.
Cuma namazını emreden ayetteki Sa'y kelimesi Râğıb el-İsfeha-nî'nin Müfredatında ifade ettiğine göre koşmaktan biraz aşağı derecede olmak üzere süratli yürümektir. "Bir işte ciddi olmak" anlamında da kullanılan bir deyimdir.
Buna göre ayetteki koşmaktan maksat -Allahu a'lem- şudur: Müslümanın cuma namazına hırslı olduğunu göstermesi ve cumaya gitmek için çalışmasıdır.
Evden çıkıp cuma için camiye giderken eğer vakit varsa, namaza yetişecek şekilde yürümek yeterlidir, koşarak gitme zorunluluğu yoktur. Fakat vakit dar ise cuma namazına hırs göstererek (onu geçirmemek) için koşar gibi gitmek gerekir.
Soruda sözü edilen cumaya koşarak giden kimsenin vakti bu şekilde dar ise koşarak gitmesinden dolayı ayıplamak gerekmez. Eğer kişinin vakti var ise, giderken ağırbaşlılığı bozacak şekilde koşmak gerekmez. Cumaya erken vakitte varmayı dileyen, istediği kadar erken çıkarak camiye gider. Hz. Allah çalışkan kimselerin velîsidir.
SORU: Hutbesiz cuma namazı sahih olur mu? Cuma günü namazdan Önce camide Kur'an okunmasa namaz sahih olur mu? Hutbe ve Kur'an okunmasa ne olur?
CEVAP: Cuma namazından önce hutbe okunması fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre şarttır. Bu görüş Kur'an'ın şu ayetine dayanmaktadır:
Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Bu ayette geçen zikir hutbedir. Zira hutbede Allah'ı zikretmek vardır. Hz. Allah bu zikre koşmayı emretmiştir. Zira koşmanın farz olması, farz olan birşey içindir.
Hutbenin farz oluşunun bir delili de Hz. Peygamber'in sürekli olarak cuma namazında hutbe okumuş olmasıdır.
Bir diğer delil de şudur. Cuma namazı iki rekat olduğu halde, dört rekatlık öğle namazının yerine geçmektedir. Cuma namazındaki iki rekat eksiklik hutbe sebebiyledir. Sanki hutbe o iki rekatın yerine geçmiş gibidir.
Bazı kimselerin cuma günü hutbenin şart olmayıp sünnet olduğunu söylemeleri fetva bakımından güvenilmez bir şeydir. Buna göre cuma namazı, -öncesinde hutbe okunmamış ise- sahih olmaz.
Bazı İslâm ülkelerinde âdet olduğu üzere cuma namazından önce Kur'an okumak ise ne şart, ne vacib, ne de sünnettir. Bu uygulama âdetten ibarettir. Bazı kimseler çok katı davranarak, bid'at olduğu gerekçesiyle buna karşı koymaktadır. Kur'an okunduğu sırada camide namaz kılanlar için bir kargaşa olduğu da ileri sürülmektedir.
Bazılan ise camide hoş olmadığı için dünya kelamı konuşmak yerine, camide bulununlann Kur'an dinlemesine sebep olduğu için cuma namazından önce camide Kur'an okunmasında bir sakınca görmemektedir.
Cuma günü ve gecesi çokça Kur'an okumanın müstehab olduğu hususunda bir hayli hadis vardır. Özellikle Kehf ve Duhan surelerinin okunmasını bildiren hadisler. Bu hadisler şunlardır:
Kim ki cuma günü veya gecesi Duhan suresini okursa, onun için cennette bir ev bina edilir. (Münzirî, Tergib)
Cuma gecesi Duhân suresini okuyan(ın günahları) bağışlanır. (Münzirî, Tergib)
Kim cuma günü Kehf suresini okursa onun için iki cuma arasında bir nur parlar. (Münzirî, Tergib)
Kim cuma günü Kehf suresini okursa, ayağının altından gökteki bulutlara kadar bir nur yükselir. Bu nur onu kıyamette aydınlatır. (Münzirî, Tergib)
Fakat bu hadislerden bazısı hadis tenkitçilerince zayıf olduğu veya sağlıklı olmadığı gerekçesiyle eleştirilere uğramıştır. Bununla beraber Kur'an okumak dinin çağrıda bulunduğu ve teşvik ettiği bir husustur. Fakat ister camide, ister evde olsun cumadan önce Kur'an okunması ile namazın sahih olması arasında bir bağlantı yoktur.
SORU: Dinleyenlerin Arabça bilmediği bir ortamda Arabça'dan başka bir dil ile hutbe okunması din yönünden caiz midir?
CEVAP: Bilindiği üzere hutbe, cuma namazından önce müslüman-lara yapılan bir öğüttür. Allah Teâlâ hutbeyi yerine göre hatırlatma, yerine göre müjdeleme, yerine göre uyarma yapılması için meşru kılmıştır. Müslümanlar haftalık olarak toplanırlar, (adeta üniversitede verilen dersi dinler gibi) sessiz bir şekilde hutbe dinlerler ve ondan yararlanırlar.
Hutbede asıl olan Arabça okunmasıdır. Çünkü Arabça Allah'ın dini ve kitabı için seçtiği dildir.
Bunu açıkça bildiren ayetler aşağıdadır:
Ânlayasınız diye biz onu Arabça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf/2)
Bu (Kur'an) apaçık bi Arabça'dır. (Nahl/103)
Biz onu böylece Arabça bir Kur'an olarak indirdik ve onda uyanları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar. Yahut da o (Kur'an) kendileri için bir ibret ortaya koyar. (Taha/113)
Muhakkak ki o (Kur'an) alemlerin rabbinin indirmesidir. (Rasû-lüm!) Onu, uyarıcılardan olasın diye, Rûh'ul-Emîn (Cebrail) Arabça olarak senin kalbine indirmiştir. (Şuara/192-195)
Andolsun ki biz öğüt alsınlar diye bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz Arabça bir Kur'an indirdik. (Zümer/27-28)
(Bu Kur'an) bilen bir kavim için, ayetleri Arabça okunarak açıklanmış bir kitaptır. (Fussilet/3)
Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günü ile onlan korkutman için, sana böyle Arabça bir Kur'an vahyettik. (O gün ki hesaba çekilmenin sonunda) insanlann bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir. (Şuara/7)
Fıkıh âlimlerinden bazılan, cuma hutbesinin Arabça olmasının şart olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre hutbe Arabça dışında bir dil ile okunursa sahih olmaz. Görünen odur ki bu şart hatibin iyi Arabça bilmesi, dinleyenlerin de Arabça'yı anlamaları durumunda geçerlidir.
Dinleyenler Arabça biliniyorlarsa Allah'ın kullarına her konuda kolaylık yolunu göstermiş olmasından hareketle hutbenin Arabça olması şart olarak ileri sürülemez. Bu durumda cemaat hangi dili konuşuyorsa, hutbe onların anladığı dil ile okunur.
İhtimal ki İmam-ı Azam'ın "Hutbenin Arabça olması şart değildir" demesi buna dayanıyor.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Hacc/78)
Bir diğer âyette: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettiğince yükümlü kılar" (Bakara/286) buyurulur. Bir diğer ayet de şöyledir: Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Cuma hutbesinin Arabça'dan başka bir dille okunmasının caiz olmasının sebebi şudur: Hutbeden maksat öğretim, yönlendirme ve tebliğdir. Bu maksat, dinleyiciler okunan hutbeyi anlamıyorsa gerçekleşmez. Bu durumda hutbeyi cemaatin anlamadığı Arabça ile değil, anladıkları dil ile okumak yerinde olur.
İşte en güzel örnek olan Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
Biz peygamberler topluluğu insanların seviyesine göre davranmakla ve onların anlayacakları tarzda konuşmakla emrolunduk.
Hz. Peygamber farklı bir lehçe ile konuşan bir topluluk ile karşılaştığı zaman, onlara öğüt vermek, doğruyu göstermek ve tebliğ görevini yapmak için onların lehçesi ile konuşurdu.
İşte Kur'an bu gerçeği şöyle dile getiriyor:
(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. (İbrâhîm/4)
Allah'ın insanlara rahmetinin gereğidir ki gönderdiği her peygamberi gerekli açıklamaları ve tebliği yapabilmesi için, gönderildiği kavmin dilini konuşan biri olarak görevlendirmiştir. Daha sonra onlar gerekirse tercüme yoluyla bunları başkalarına aktarmışlardır.
Bundan anlıyoruz ki dinleyen Arabça'yı anlamıyorsa hutbeyi Arabça'dan başka bir dil ile okumak dinî yönden caizdir. Şöyle bir yol da izlenebilir: Hatip hutbeyi Arabça olarak okur. Sonra dinleyenlere kendi dilleri ile gereken açıklama ve yorumları yapar. Hem böylece Kur'an'ın, Peygamber'in, İslâm'ın ve ilk müslüman-ların diline bir çeşit saygı gösterilmiş olur.
Şu kadar var ki her müslümanın Arabça'yı öğrenmek için elinden gelen gayreti sarfetmesi gerekir, ki Kur'an'ı ve Peygamber'in sözlerini anlayabilsinler. İmam Şafii'ye göre Arab olmayan müslümana Arabça'yı öğrenmek farzdır. Müslümanın, dininin hükümlerini ve ibadetinin gereklerini yerine getirebilecek kadar Arabça'yı öğrenmesi lâzımdır. Bu husus dünyanın doğusunda-batısmda bulunan tüm yöneticilere önemli bir görevi hatırlatıyor. Bunlar müslümanlar arasında Arab-ça'nın yayılması için gayret göstermelidir. Böylece Allah'ın kitabından, Peygamber'in sünnetinden ve bu sünnetteki hüküm ve edeplerden faydalanmak kolaylaşır.
Ayrıca bu dil; farklı diller konuşan insanlar arasında güçlü bir bağ oluşturur. Allah'ın "Mü'minler ancak kardeştir" (Hucurat/10) buyurduğu insanların gönülleri birbiriyle kaynaşır.
SORU: Birtakım insanlar cuma namazında arka saflarda olan, hutbe sırasında konuşan kişinin namazının sahih olmayacağını, fakat bi-rinci-ikinci saflarda olupda hutbe sırasında konuşmanın bir zararı olmadığını söylüyorlar. Bu sebeple pek çok insan ilk saflarda oturmaya gayret gösteriyor. Bu doğru mu,dur? Bu hususta dinin görüşü nedir?
CEVAP: Peygamberimiz cuma namazı hakkında bir hadisinde şöyle buyurur:
Kim (Cuma günü) imama yakın olup susarak (hutbeyi) dinler ve bir söz söylemezse (birisi suslluğu, diğeri dinlediği için) ona iki sevap vardır. Kim imama uzak yerde olup (tam olarak konuşmayı duymadığı halde) susup dinler (her hangi bir) söz söylemezse ona bir sevap vardır. Kim imama yakın olup susmaz, dinlemez ve konuşursa ona iki günah vardır. İmama uzak olan, susup dinlemeyen, konuşan kimseye bir günah vardır. Kim ki (cuma hutbesi sırasında yanında bulunan kimseye) susl derse konuşmuş demektir. Konuşanın da cuması yoktur! (Ebu Dâvud)
Buradaki cuması yoktur ifadesinin manası, her ne kadar cuma farzını ödemiş olursa da cuma sevabından mahrum olur, demektir. Bir başka görüşe göre kılınan cuma, öğle namazına dönüşür demektir.
Bir başka hadiste ise şöyle Duyurulmuştur:
Arkadaşına hutbe sırasında susl diyen günaha girmiş olur. (Ebu Dâvud)
Buradaki günaha girmek ifadesi "sevabı olmayan birşey söylemiş" şeklinde de yorumlanmıştır.
Bir diğer hadis de şöyledir:
Cuma günü imam hutbe okurken konuşan kimse ciltlerce kitap taşıyan merkep gibidir. Ona susl diyenin de cuması yoktur. (Heyte-mî, Zevâid)
Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Cuma namazında üç (tip) kimse bulunur:
1. Namazda hazır olup (hutbe sırasında) konuşan kimse. Bunun cuma namazından nasibi budur.
2. Namazda hazır bulunup (hutbe sırasında) dua eden kişi. Allah (c.c) dilerse onun istediğini verir, dilerse vermez.
3. Namazda hazır olup susan ve hutbeyi dinleyen ve (camide bulunan) hiç kimseye eziyet edip, hiç bir müslümanın omzuna basmayan kimse. İşte bu cuma namazı, kendisini izleyen cumaya kadar, üç gün fazlası ile (işlenen hatalara) keffarettir. Çünkü Allah (c.c) "Kim bir iyilikle gelirse ona (iyiliğinin) on misli vardır" buyuruyor. (En'am/160) (Ebu Dâvud)
Fıkıh bilginleri açık bir şekilde bildirmiştir ki cuma hutbesi sırasında konuşmak haramdır. İsterse bu konuşma bir iyiliği emretmek için olsun. Susmak ve hutbeyi dinlemek farzdır. Bu tüm namaz kılanlar içindir. Cuma namazında ilk saflarda bulunanların, imam hutbe okurken konuşması daha?kötü, daha çok günahtır.
Bundan anlışılıyor ki imam hutbe okurken kendisini mecbur eden bir durum olmadıkça dünya kelâmı konuşmak uygun değildir. Cemaatin imama yakın olması ile uzak olması arasında fark yoktur.
Yolun doğrusuna yöneltecek olan Allah'tır.
SORU: Cuma hutbesi dinî mi, yoksa siyasî mi olmalıdır? Yoksa her iki özelliği beraber mi bulundurmalıdır? Hutbeyi bir ülkenin siyâsî hedeflerine yöneltmek sahih midir?
CEVAP: Hutbe cuma namazının bir parçasıdır. Cuma, müslüman-ların haftalık bayramıdır. Bugünün toplantısı tekrarlanan bir özelliğe sahiptir. Böylece müslümanlar daha ziyade tanışıp kaynaşırlar. Aynı zamanda dinî konularda bilgi ve anlayışları da artar. Bu din onlardan hem dünya, hem de âhiret ile ilgili istek ve ihtiyaçlarını birlikte karşılamalarını ister. Müslümanların parolası hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak, yarın ölecekmiş gibi ahiret için hazırlanmaktır.
Soruya verilecek cevabın daha açık bir şekilde ortaya çıkması için önce siyaset ifadesinden ne anladığımızın ortaya konması gerekir.
Eğer siyaset deyince, siyaset bezirganlarının, parti çığırtkanlarının yaptığı aldatmaca, kıvırma, döneklik, grup ve ekol kavgası veya körü körüne benim dediğimden başka gerçek yok iddiası anlaşılıyorsa din bunu kabul etmez. Kabul etmediği gibi bundan söz etmeye rıza da göstermez. Ne hutbe yoluyla ne de başka bir yol ile. İslâm dinin ruhundan ve prensiplerinden uzak olan böyle bir anlayış için hutbenin istismar edilmesi asla caiz değildir.
Eğer siyaset ifadesinden, -gerektiği ve olması lazım geldiği gibi topluma hizmet, halkın menfaatini gerçekleştirmek, milletin hakkını savunmak, vatana karşı görevleri yerine getirmek ve bunun yolunu göstermek, düşman tehlikesini açıklamak, dine aykırı davrananların tuzaklarını göstermek, müslüman olmayanların müslümanlara karşı entrikalarını açıklamak anlaşılıyorsa böyle bir anlayış dinin aslmdan-dır. Çünkü din iyilik, barış ve düzeltmek için vardır.
Din, inananlarına şunları söylemek için gelmiştir:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma hususunda yardımlasın. Günah ve düşmanlık için yardımlaşımayın (Mâide/2) Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsamz üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmrân/139)
Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad ediniz. (Tevbe/41)
Siyasetin ikinci anlamda değerlendirilmesine göre hutbe hem siyasi, hem de dinîdir. Dinîdir, çünkü dile getirilen görüşlerin dayanağı Allah'ın kitabı, Rasûlullah'ın hadisleri ve din âlimlerini sözleridir. (Allah onlardan razı olsun).
Siyasîdir; çünkü kişiyi ve toplumu en iyiye yönelten, hür ve eşi bulunmaz değerde bir vatan; çalışkan, üretken, hürriyeti ve üstün kişiliği savunan bir millet oluşturmak için yönlendirmeler yapılır bu hutbelerde.
Uzun bir süreden beri olduğu, yer yer de hâlâ eskisi gibi süren bir hutbe düşünelim: Hayatla ve yaşayanlarla ilgisi kesik; ferdin ve toplumun problemine çözüm getirmiyor; insanların kendilerine, milletine ve ülkesine karşı görevlerini anlatmıyor. Böyle bir hutbenin her hafta tek-rarlanmasındaki hedef ve maksat nasıl gerçekleşecek?
Cuma hutbesi bir çeşit canlı dergi gibi olmalı, toplumda çözüme ihtiyacı olan problemlerin çözümünü göstermeli, milleti önündeki tehlikelerden sakındırmalıdır.
Soru sahibi, Müslümanların İlerleme Yolları isimli kitaba başvurursa orada caminin toplumdaki fonksiyonunu, camilerdeki hutbe ve diğer konuşmaların insanları yetiştirmek ve aydınlatmak hususunda rolünü görecektir.
SORU: Cuma hutbesinin -hatibin yerine- banta kaydedilmiş olarak teypten okunması sahih midir? Sonuç itibariyle maksat gerçekleşmektedir.
CEVAP: Cuma hutbesinin banttan dinlenilmesi sahih olmaz. Nitekim radyo veya televizyondan naklen verilen hutbe ile de cuma hutbesi sahih olmaz. Bu hükmün birtakım gerekçeleri vardır. Şöyle ki:
a. Cuma namazının temel ve birinci hedefi, camide toplanmış bulunan müslümanları Allah sevgisi, Allah'a itaat, Allah adı ve İslâm kardeşliği etrafında birleştirmektir. Bu toplanmada düğüm noktası insanlara öğüt verip hutbe okuyacak, sonra onlara namaz kıldıracak olan imamdır. Bu önemli hedef ve olgu sağır, duygusuz ve akılsız, bizzat etki yapma özelliği olmayan bir cihazla nasıl gerçekleşir?
b. Hatibin cumada görevi sadece hutbe okumaktan ibaret değildir. Hutbe sırasında, Öncesinde veya sonrasında cemaatin durumu ile ilgilenir. Bir hata görürse düzeltir. Yanlış ve yersiz bir davranışın farkına varırsa doğruyu öğretir ve gösterir. Kendisine soru sorulursa cevap verir. Hatibi yok sayar, yerine bir bant koyarsanız, bunlardan hiçbiri gerçekleşmez.
c. Bazı mezhep imamlarına göre hutbe, öğle namazının dört rekatından ikisinin karışılığıdır. Bu sebepledir ki hatibin, arkasında cuma namazı kılınacak imamın şartlarını taşıması gerekir. Nitekim imamda aranan şart, cemaatle birlikte aynı mekanda hazır olması, imamla cemaatin birbirinden ayrı yerlerde olmamasıdır.
d. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre hatibin hutbeyi ayakta okuması şarttır. Hutbenin kasetten okunması halinde bu şart da yerine gelmez.
Müslümanların görevi dinlerini ve ibadetlerini birtakım şekil, görüntü ve merasimlere dönüştürmemektir. Cuma kılacak müslümanlar kendilerine hutbe okuyacak bir hatib bulmalıdır.
Allah dilediğini dosdoğru yola hidayet eder.
SORU: İmam-Hatip olan kişi cumada veya bayramda hutbe okurken yere tükürebilir mi? Bu caiz değilse hatip ağzını temizlemek zorunda kalmış ve mendili de yok ise ne yapacak?
CEVAP: Zevk sahibi kimseler görüş birliği ederler ki bir insanın başkalarının gözü önünde tükürmesi doğru birşey değildir. İmkânı oldukça insan böyle birşey yapmaz. Fakat mecbur kalırsa bunu mümkün olduğu kadar gizli yapar. Çünkü tükürmek nefret verici bir haldir. Tüküreni görenler tiksinirler. Bunun içindir ki böyle bir işi yapmak zorunda kalan kimse kendini tutmalı, başkalarının önünde yapmamalıdır. Özellikle sağlık durumu sık sık bu işi yapmak zorunda bıkakıyorsa, ihtiyatlı olmalı; ya yalnız bulunduğu yerlerde veya gizlice bunu yapmalıdır. Bunun için yanında bir mendil veya bez parçası bulundurmalıdır.
İmam Gazâlî İhyâu Ulûmi'd-Dîn isimli eserinde şunları söylüyor:
Namaz kılan kimse tükürürse namazı bozulmaz. Zira bu az (basit) bir iştir. Şu kadar ki tükürme esnasında söz sayılabilecek bir harf veya ses çıkmamış olmalıdır. Her şeye rağmen namazda tükürmek mekruhtur. Ondan sakınmak gerekir. Mecbur kalınırsa Hz. Pey-gamber'in izin verdiği gibi davranmak gerekir.
Sahabeden bazısmca rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber bir gün camide kıble tarafında bir balgam görüp çok öfkelendi. Elinde bulunan bir değnekle orasını kazıdı, Daha sonra 'Bana bir koku getirin' buyurdu. Sonra kazıdığı yere za'feran sürdü. Daha sonra bize dönerek "Hanginiz yüzüne tükürülmesinden hoşlanır?" buyurdu. Orada bulunanlar "Hiç birimiz" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Sizden biriniz namaza başlayınca kıblesi ile arasında Allah vardır -bir başka rivayette- Allah ile karşı karşıyadır. Bu itibarla hiçbiriniz önüne ve sağına tükürmesin. Fakat sol tarafına veya sol ayağının altına tükürsün. Zorunlu bir durumla karşılaşırsa giysisin(in uygun bir yerin)e tükrüğünü çıkarsın ve şöyle yapsın'^ buyurarak ovalama işareti yaptı. (Ebu Dâvud, Buharî ve îbn Mâce)
Bu hadisi araştıran Irâkî hadisi Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğini söylemiştir. Ancak aralarında uzunluk ve kısalık açısından fark vardır.
Hadis-i şeriften namazda tükürmenin yasaklanmış olduğunu anlıyoruz. Her ne kadar hadisin sonunda bunun serbest olduğunu ifade eden bir durum varsa da, bu insanın mecbur kalması halindedir. Bunu, "zorunlu bir durumda kalırsa" ifadesinden anlıyoruz.
Hz. Enes'ten rivayet olunan bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz namazda olduğu vakit Allah ile gizlice konuşuyor demektir. Sakın namaz kılan kimse önüne ve sağına tükürmesin. Fakat (mutlaka tükürmesi gerekiyorsa) sol tarafına veya ayağının altına tükürsün. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bu hadis hakkında ilim adamları diyor ki: Bilindiği üzere tükürük ağızdan çıkar. Namaz kılan kimsenin, şerefinden dolayı sağ tarafına tükürmemesi gerekir. Önüne de tükürmemesi gerekir. Zira bu yönden Hz. Allah namaz kılan kuluna tecelli etmektedir. Fakat sol tarafına tükürebilir. Bunu da cami toprak olup halı veya benzeri şeyler serili değil ise yapabilir. Eğer cami tabanı toprak değil ise mendil gibi birşeye tükürmesi gerekir.
Burada şunu hatırlamamız yerinde olur: Cuma hutbesi cuma namazının bir parçasıdır. Nitekim bazı fıkıh bilginleri hutbenin, iki rekat cuma namazına eklenmesiyle, dört rekat olan öğle namazı yerine geçtiğini söylemişlerdir. Zaten cuma namazı o günün öğle namazı yerine kılınmaktadır.
Bir hususu daha göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Namaz kılarken tüküreni pek çok kimse görmez. Ama hutbe okuyan kimse bu işi yaparsa kendini dinleyenlerin hepsi onu görür. Böylece tiksinmenin boyutu daha geniş olur.
Bu itibarla hutbe okuyan kimse hutbe sırasında gücü yettiğince böyle birşeye engel olmalıdır. Tükürmek veya burnunu temizlemek mecburiyetinde kalırsa mendil veya benzeri bir şeyden yararlanarak insanları rahatsız etmemelidir.
SORU: Hutbeyi okuduktan sonra hatip namazı kıldırmak üzere yerine başkasını geçirebilir mi?
CEVAP: Asıl olan cuma hutbesini okuyan kimsenin cuma namazını da kıldırmasıdır. Zira cuma namazı öğle namazı yerine kılman bir namazdır. Fukahanın bildirdiğine göre cuma namazı hutbe ve namazdan oluşan bir bütündür.
Bazı fıkıhçılara göre hutbe Öğle namazının ilk iki rekatının, cuma namazı da son iki rekatının yerine geçmektedir.
Fakat bir sebepten dolayı hutbeyi bir kimse okuyabilir, cuma namazını da bir başka kimse kıldırabilir. Böyle kılınan cuma namazı bir grup fakihe göre sahihtir. Zira Hanefî mezhebine göre ve Şafiî mezhebinin tercih edilen görüşüne göre namazı kıldıran kimsenin hutbeyi okuyan kimse olması şart değildir.
Mâliki mezhebinde ise bir mazeret sözkonusu olmadıkça hutbe okuyan ile cumayı kıldıranın aynı kişi olması şarttır. Şayet hatip, herhangi bir zorunluluk olmadan yerine bir başkasını geçirmiş ise o kimsenin kıldırdığı namaz bâtıl (geçersiz) olur.
Burnunun kanaması gibi abdesti bozan bir durumla karşılaşan hatibin bu özrü kısa zamanda giderilemiyecekse, namazı kıldırmak üzere yerine başkası geçebilir. Mâlikîlerce burada sözü edilen "kısa za-man"ın miktarı iki rekatlık bir namaz kılacak kadar vakittir. Eğer bu özür bu kadarlık kısa sürede giderilebilecek ise cemaatin hatibi beklemesi vacib olur.
Mâlikîlerin görüş açısından bakılınca görünen odur ki cuma namazında, imamla hutbe okuyan kimsenin ayrı kişiler olması kesinlikle doğru değildir. Asıl ola^ı hutbeyi okuyan ile cumayı kıldıranın aynı kişi olmasıdır.
Bunlann ayn kişiler olabileceğini ileri sürenler, hutbe ile namazın edâ ediliş bakımından birbirinden ayrı olması noktasından hareket ediyorlar. Her ne kadar hedef ve hikmeti aynı ise de bunlar ayn ayn birer ibadete benzemektedir. Bununla beraber görüş ayrılığından kurtulmak için hutbeyi okuyan ve namazı kıldıranın aynı kişi olması müstehabtır.
SORU: Cuma günü hatip hutbe okurken, hutbenin sonlanna doğru üst derecede bir âmiri camiye gelip ön safa otursa, hutbeden sonra da namazı kıldırsa, namaz sahih olur mu?
CEVAP: Fıkıh bilginleri hutbe ile cuma namazının ara vermeden, peşpeşe kılınmasının şart olduğunu, ikisi arasının uzun bir fasıla ile ayrılmaması gerektiğini bildirmişlerdir.
Müslümanlarca maruf olan uygulama ve asıl olan, hutbe okuyan ile cuma namazını kıldıran kişinin aynı kimse olmasıdır. Ancak ortada burun kanaması veya başka abdest bozucu bir durum varsa hatipten başkası cumayı kıldırabilir. Bir mezhebe göre hutbe okuyan zattan başkası -herhangi bir Özür olmadığı halde- namazı kıldırırsa, namaz bâtıl (geçersiz) olur. Özür bulunma halinde dahi, eğer özür kısa sürede ortadan kaldınlabilecekse, hatipten başkası gene namaz kıldıramaz. Bu kısa sürenin miktarı Fatiha ve bir sure okuyarak iki rekat namaz kılacak
zaman kadardır.
Bir kere daha tekrarlayalım: Bu, Mâlikî mezhebine göredir.
Şafiî, Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre cuma namazını hutbeyi okuyan kimsenin kıldırması şart değildir. Bu mezheplere göre ihtilaftan kurtulmak için hutbeyi de namazı da aynı kişinin gerçekleştirmesi müstehabtır. Ancak hutbeyi ve namazı aynı kişinin okuyup kıldırması şart değildir. Bunların her biri ayrı bir ibadettir.
Hanefî kaynaklarından Bahr isimli eserde şöyle denmektedir: Hulâsa isimli eserde açık bir şekilde ifade edilmiştir ki, devlet başkanının izni ile hutbeyi bir çocuğun okuması, namazı ergenlik çağında olan bir erkeğin kıldırması caizdir.
Bu mesele fıkıh âlimlerince bilmece şekline sokulup şöyle denmiştir: "Hangi bedenî ibadet iki kişi tarafından yerine getirilir?" Bunun cevabı "cuma namazı"dır. Çünkü cuma namazı ve hutbe birbirini tamamlayan tek bir ibadettir. Bununla beraber iki kişi tarafından yerine getirilmesi mümkündür. İki kişiden biri hutbeyi okur, diğeri namazı kıldırır.
Bundan anlaşılıyor ki soru sahibinin sözünü ettiği şekilde kılınan cuma namazı fıkıh bilginlerinin çoğunluğunca sahihtir. Mâlikî mezhebi dışında bu namazın batıl olduğunu söyleyen yoktur. Bir kere daha tekrar ediyoruz: İlim adamlarının çoğunluğuna göre, bir zorunluluk olmadıkça aynı kişinin hem hutbe okuması, hem de namaz kıldırması müstehabtır.
SORU: Kalabalık sebebiyle camideki safların, camiye yakın çevredeki dükkanlara kadar uzaması durumunda kılman namaz sahih midir?
CEVAP: Cuma namazı bayram namazına çok benzemektedir. Zira cuma namazında çok sayıda namaza gelen kimse olmaktadır. Bunun içindir ki çoğu kere namaz kılınan cami küçük gelmekte, namaza gelenleri almamaktadır. Bu sebeple saflar yan ve arka cephelere uzamakta, namaza gelenler cami dışında buldukları yerlere seccadelerini sererek namaz kılmaktadırlar. Fıkıh bilginleri namaz kılanların saflarının yan veya arka cihetlere doğru uzamasının caiz olduğunu bildirmişlerdir. Yeter ki imamın hareketini görsünler veya tekbir sesini işitsinler. Böylece rükû, secde ve diğer hareketlerde imamla birlikte olurlar. Zira cemaatin; ya imamı görerek veya işiterek yahut da imama uyanlardan birinin imamın tekbirini yüksek sesle tekrarlayarak arkadakilere duyurması ile imamın bir halden diğerine geçişini bilmesi şarttır.
Burada dikkatimizi çeken bir nokta var: Fıkıh âlimlerin bazısına göre caminin avlusu, camiye bitişik olan ve camiye gelen yollar da camiden sayılır. Şu kadar ki imama uyanların imam ile -veya imama uyanların safları ile daha arkadaki saf veya saflar arasında bir arabanın geçeceği genişlikte bir yol (veya açıklık), bir kayık geçeceği genişlikte bir nehir bulunmaması şarttır.
Bu meselede fıkıh âlimlerinin görüş ayrılıkları vardır.
Şâfıî ve Hanbelî mezheplerine göre, cemaat ve imam, (çevresi ile birlikte) camide iseler, aralarına binalar da girmiş olsa namaz sahih olur. Yeter ki cemaat, imamın bir halden diğer hâle geçişini bilsin. İsterse aralarındaki mesafe uzak olsun.
İmam ve cemaat caminin dışında veya imam camide cemaat dışar-da ise Hanbelîlere göre imama uyarak kılınan namaz sahih olur. Şu şartla ki cemaat imamı veya onun arkasındaki saflardan birini görsün. İsterse bu görme pencere gibi bir yerden olsun.
Burada esas olan husus şudur: Namazın sahih olup olmaması, cemaatin imamın durumunu tesbit edebilmesine ve imamın geçişlerini bilmesine bağlıdır.
Buna göre şöyle diyebiliriz: Saflar birbirine bitişik halde dükkanlara ulaşmış ise dükkanların yanındaki cemaat diğerleri ile zincirleme bitişik ise -yolda veya dükkanlarda- namaz kılınan yerler temiz ise buralarda kılınan namaz sahihtir. Zira buralarda söylediğimiz şartlarda namaza engel olacak bir durum yoktur. Allah (c.c) insanlar için kolaylık diler, zorluk dilemez.
SORU: Cuma namazını kılmak, o günün öğle namazını kılmaya ihtiyaç bırakmaz mı? Yoksa cuma kılınmasına rağmen öğle namazını mutlaka kılmak gerekir mi?
CEVAP: Önce şunu tesbit etmeliyiz: İslâm'da emredilen namaz günlük olarak beş vakit olup, bunlar: Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bu hususta fıkıh âlimlerinin ve müslümanlann görüş birliği vardır.
Cuma günü kılınan cuma namazı o günün öğle namazının yerine geçmektedir. Çünkü onun vaktinde kılınmaktadır. Çünkü cuma namazını şartlarıyla yerine getirmek üzere farz kılan Allah'tır. Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağınldınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun, alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz tamamlanınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cuma/9-10)
Ayet-i kerime cuma namazı için çağırıldığında buna cevap vermeyi emretmektedir. Bu çağırılmadan maksat, ezandır.
Ezanı duyunca uygun bir vakitte namaza koşmayı (gitmeyi) emretmektedir.
Alış veriş ve benzeri meşguliyetleri -ki bunlar namaza engel olan durumlardır- bırakmayı emretmektedir.
Daha sonra âyet müslümanlann namazı bitirdikleri zaman işlerine, görevlerine ve Allah'ın fazlından azıklarını aramaya çıkmaları gerektiğini bildirmektedir.
Cuma konusu burada iki âyetle işleniyor. İkinci âyette namaz kelimesi marife olarak (belirlilik edatı ile) tekrarlanmıştır. Demek oluyor ki sanki her iki âyette de adı geçen namaz bir namazdır.
Eğer cuma namazından sonra ayrıca öğle namazı olsaydı, yukarda söylediğimiz beş vakit namaza altıncı bir namaz eklenirdi. Bu durumda da Allah kitabında, Peygamber de sünnetinde bunu açıkça bildirirdi.
Buradan anlaşılıyor ki cuma namazından sonra ayrıca öğle namazı kılmak Allah'ın dinine bir ilâve yapmak olur. Dinden kabul edilmesi caiz olmayan bir bid'ate düşülmüş olur.
İhtimal ki bu sorunun sebebi bir şehirde birden çok caminin bulunması, tüm camilerde cumanın aynı anda kılınmasının garanti altında olmamasıdır. Bir şehirdeki camilerden kimisinde daha önce, kimisinde daha sonra namaz kılınmış olur. İşte bu sebeple bazı fıkıhçılar "Sahih olan cuma namazı bir şehirde ilk kılınan namazdır. Cumanın kılındığı diğer camilerin cemaati öğle namazının farzını da kılmalıdır" diyorlar.
Fakat fıkıh bilginlerinin muhakkikleri bu görüşü reddetmiştir. Gerekçeleri şudur: Cuma namazı ya geçerlidir; Öğle namazı kılmaya ihtiyaç bırakmaz. Veya geçerli değildir, sadece öğle namazı kılınır.
Hiç şüphe edilmeyecek kadar açık bir gerçek var: Cuma namazından sonra ayrıca Öğle namazı kılmak; ne Peygamber, ne hulefâ-i râ-şidîn ne de tabiîn döneminde hiç bir kimsenin yaptığı bir uygulama
değildir.
SORU: Bazı kimseler cuma namazından sonra niçin ayrıca öğle namazının farzım kılıyor. Bunun hikmeti nedir?
CEVAP: Bir şehirde birden fazla camide cuma namazı kılmaya başlanmasından sonra öğle namazı kılma âdeti başlamıştır. Fıkıh bilginleri bir şehirde birden çok caminin olabileceğini söyledikten sonra bazıları şöyle bir hüküm çıkarmıştır: Bir şehirdeki camilerden sadece bir tanesinde kılman cuma namazı ilk olma özelliğine sahiptir. O şehirdeki geçerli cuma namazı, bu ilk kılman namazdır. Diğer camilerde cuma kılanlar ayrıca öğle namazının farzım kılmaya mecburdur. Çünkü kıldıkları cuma namazı, ilk kılınan cuma olmadığından sahih değildir. Bu düşüncenin temeli İmam Şafiî'nin cuma namazının tek bir yerde kılınması vacibtir sözüdür.
Gerçek şudur ki İmam Şafiî bu sözü ile şunu kastetmiştir: Müslümanlar gücü yettiğince birlikleri hususunda hırslı davransınlar. Bu sebeple ayrı ayrı yerlerde cuma kılmasınlar. Tek camide cuma kılmak mümkün oldukça bunu yapsınlar.
Fakat, pek çok şehir ve ülkede tek camide cuma kılmak zorlaşmış veya imkânsızlaşmıştır. Zira şehirler büyümüş ve nüfus çoğalmıştır. Bunun içindir ki bu konuda İmam Şafiî'nin sözünün dikkate alınması mümkün değildir.
Öte yandan fıkıh bilginlerinin çoğunluğu bir şehirde birden çok yerde cuma namazının caiz olduğu görüşündedirler. Cuma namazı İslâmiyet'in öğle namazının yerine geçmek üzere farz kıldığı tek namazdır. Bu itibarla cuma namazından sonra aynca öğle namazı kılmak gerekmez. Çünkü Allah kulunu bir vakitte iki farz kılmakla yükümlü tutmaz.
Bazı kimselerin cumadan sonra aynca öğle namazı kılması, kılınan cumanın geçersiz olduğu gibi bir düşünceyi akla getirmektedir. Şayet durum böyle ise geçersiz olacak bir namazı niçin kılıyorlar? Madem ki inançlarına göre o vaktin farzı, öğlenin farzıdır, niçin onu kılmakla yetinmiyorlar?
Alimlerden bazıları şöyle söylemiştir: Şunda hiç şüphe yoktur ki cuma namazından sonra öğle namazı kılmak Hz. Peygamber zamanında yok idi. Râşit halifeler zamanında da yok idi. Müctehid imamlardan da böyle bir bilgi gelmemiştir. Hatta kendisine uyduklarına inandıkları. İmam Şafiî'den bile.
İmam Şafiî Bağdat'a geldiğinde halkın cumayı çeşitli camilerde kıldıklarını görmüştür. Cumadan sonra öğle namazı kılmaları şöyle dursun, halkın birden çok yerde cuma kılmalarına tepki göstermemiştir.
Şafiî mezhebi âlimlerinin çoğunluğu İmam Şafiî'nin Bağdat'taki durumu kötü görmediği gibi, bu durumu normal görmüşlerdir. Çünkü halk öyle çoğalmış ki onları bir camide toplamak mümkün değildir.
Buna göre şunu söyleyebiliriz: Halk kalabalık değilse, tek camide cuma namazını kılmaları vacib olur. Fakat bir şehirde halkı bir cami almıyorsa, cuma namazı kılman caminin sayısının artmasında bir sakınca yoktur.
Böyle bir durumda bu camilerde aynca öğle namazı kılmaya da gerek yoktur.
Allah doğruyu söyler. Yolun doğrusuna yönelten O'dur. Şüphe yok ki cuma namazının iki hedefi vardır:
a. Hutbedeki İslâmî öğütten yararlanmak üzere toplanmak.
b. Mümkün oldukça tek bir yerde toplanarak müslümanların birbiriyle buluşmasını, tanışıp kaynaşmasını pekiştirmek.
Böyle bir toplanmayı bir yerde gerçekleştirmek mümkün ise yapılması güzel olur. Mümkün değil ise her topluluk kolaylanna geldiği şekilde, bu toplanmayı ayrı ayn camilerde de olsa gerçekleştirirler.
SORU: Bazı köylerde cuma günü öğle ezanından önce vaktin geldiğini bildirmek üzere davul çalmak adettir. Bu yapılmazsa ezan duyulmuyor. Bunu yapmak caiz midir? Biliyoruz ki daha sonra ezan da okunmaktadır.
CEVAP: Hz. Peygamber zamanında cuma namazında bilinen uygulama şöyledir: Cuma namazı vakti girince Peygamber (s.a) hutbe okumak için minbere çıkar otururdu. Müezzin ezan okur, bundan sonra Hz. Peygamber hutbe okurdu. Hutbe bitince müezzin kamet getirir, Rasûlullah'ın imamlığında namazlarını kılarlardı. Hz. Peygamber zamanında müslümanlar çok kalabalık değildi. Hz. Ebubekir ve Ömer zamanında da durum böyle devam etti.
Hz. Osman devrinde müslümanlar sayıca çoğaldılar. Bu sebeple cuma namazını hatırlatmaya daha çok ihtiyaç duyulmaya başladı. Bu sebeple hatip minberde iken okunan ezandan önce bir ezan daha okunması uygulaması getirildi. Bu ezandan maksat cuma vaktinin girdiğini insanlara bildirmekti. Böylece müslümanlann cuma namazına vaktinde gelmeleri sağlanıyordu. Bu ezan Hz. Osman zamanında Medine çarşısında "Zevrâ" denilen yüksek bir yerde okunurdu. Hz.Osman insanlara vaktin girdiğini kolaylıkla duyurmak için böyle yapılmasını emretmiş idi.
En faziletlisi bu konuda sadece Peygamber'in yaptığını yapmaktır. Sahabenin hoşnutlukla karşıladığı ve kabul ettiği Hz. Osman'ın sonradan uygulamaya koyduğu gibi ikinci ezanı uygulamakta da bir sakınca yoktur.
Unutmamalıyız ki cuma vakti girmeden önce namaza hazırlanmak her müslümanın görevidir. Namaz öncesi hazırlık, insanın yerinin camiye uzaklığına ve yakınlığına göre değişir. Kur'an'ın cuma konusundaki emri şöyledir:
Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Ayetteki yasaklama sadece alış verişe ait değildir. Bu yasak cumaya gitmeye engel olacak her şeyi içine alır. Müslüman kendisini cumaya gitmekten olakoyacak her şeyi bırakmalıdır. Bu durum, cuma namazına erken gitmenin gerekli olduğunu gösteriyor.
Ayrıca hadislerde cuma namazına önceden gitmenin fazileti bildirilmiştir.
Bununla beraber eğer vaktinde cumaya yetişmeyi sağlamak uz,ere insanların uyarılması hususunda bir çözüm üretir, bunu yapmak zorunda kalırlarsa birtakım kurallara uyarak bunu v^bilirler. Bu kurallar şunlardır:
a. Cuma vaktinin geldiği hakkındaki uyan ihtiyaca cevap verecek ölçüde olmalı, aşırıya kaçmamalıdır.
b. Uyarıyı gerçekleştiren ses camiden uzak olmalıdır ki camide bulunanlar için bir karışıklık, namaz kılanlar için bir şaşırma olmasın.
c. İnsanlara bu davranışın dinden bir parça olmadığı iyice anlatılmalıdır. Bu sadece insanların üzerinde anlaştıkları namaz vaktinin geldiğini bildiren bir uygulama olmalıdır.
Mesela bu işi yapmak üzere çevrede (veya iş yerlerinde) bir kişi ücretsiz olarak, ecrini sadece Allah'tan bekleyerek namazdan önce yeteri kadar erken vakitte dolaşarak sözlü uyanda bulunabilir.
SORU: Bayramın cuma günü olması nedeniyle, "Cuma namazını kılmaya gerek yoktur, bayram namazını kılmak'yeterlidir" diyenle "İkisini de kılmamız gerekir" diyen kimsenin hangisinin dediği doğrudur?
CEVAP: Önce bu konudaki hükmü görelim:
Bayram cuma gününe rastgelince, o gün cuma namazını terket-mek caizdir. Bayram namazı ile yetinilebilir. Zira hem bayram, hem cuma halkın biraraya gelmesini sağlayan günlerdir. Bayram namazı bunu gerçekleştirmiştir. Tekrar toplanmaya gerek yoktur. Ancak cumayı bu durumda terketmek ne farzdır, ne de vacibtir. Bu ancak bir ruhsat, bir müsadedir. Bayram ve cuma aynı gün olduğu takdirde cumayı terk etmenin bir sakmcası yoktur. Kılmanın da bir sakıncası yoktur.
Bu konuda Hz. Peygamber'den rivayetler vardır. Şimdi bunları görelim:
Zeyd b. Erkâm'dan rivayet edildiğine göre bu hususta kendisine sual soran Muaviye ile aralarında şu konuşma geçmiştir;
Sen Peygamber zamanında bayram ye- cumanın aynı güne rastladığına şahit öldün mu?
Evet. Hz. Peygamber günün ilk saatlerinde bayram namazînı kıldırdı ve sonra cuma için (kılıp kılmama hususunda) ruhsat vererek şöyle buyurdu: "Cumayı kılmak isteyen bizimle birlikte kılsın." (İbn Mâce)
Ebu Hüreyre'nin (r.a) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber bayramın Cumaya denk geldiği bir günde-şöyle buyurdu: "Bu günüfnüz-de iki bayram bir araya geldi. İsteyene bayram cuma yerine kâfidir. (Fakat) biz cumayı kılacağız." (Ebu Dâvud)
Vehb b. Kîsan'ın rivayet ettiğine göre "Abdullah b. Zübeyt zamanında bayram cuma gününe rastlamıştı. Kendisi (namaz kıldırmak üzere) çıkmayı geciktirdi. Hatta güneş epey yükseldi. Sonra gelerek hutbe okudu, ardından minberden inip namazı kıldırdı. Ayrıca cuma namazı kıldırmadı. Bunu Abdullah b. Abbas'a anlattım. O şöyle dedi. "Sünnete uygun hareket etmiş." Yani onun bu uygulaması Peygamber'in sünneti ile uyum halindedir.
Tabiînden Atâ şöyle anlatıyor:
Abdullah b. Zübeyr zamanında ramazan bayramı, cuma gününe rastlamıştı. Bunların ikisini birleştirdi ve "iki bayram bir günde bir araya geldi" diyerek günün erken vaktinde iki rekat namaz kıldırdı. Artık o gün ikindi vaktine kadar başka namaz kılmadı. (Çünkü bayram namazı ile cumayı bir namazmış gibi birleştirerek kılmıştı.)
Aktarılan bu hadislerden ve uygulamalardan şunu anlıyoruz: Bayram cuma gününe tesadüf ettiğinde cuma namazını terketmek caizdir. Fakat en güzeli hem bayram namazını, hem de cuma namazını kılmaktır. Bunu yukarda geçen Hz. Peygamber'in "Biz cumayı kılacağız" sözünden anlıyoruz. Rasûlullah cumaya gelemiyeceklere müsaade etmekle beraber kendisi bayram namazım kılmasına rağmen cumayı kılacağını bildirmiştir. En faziletlisi İslâm'ın alametlerinden biri olan bir ibadeti bırakmak değil, ayakta tutmak, sürdürmektir.
Fıkıh bilginlerinden bazıları böyle bir günde cumayı bırakmaya izin vermemiştir. Ancak şehir dışında yaşayanların bırakmalarına ruhsat vermişlerdir. Fakat doğrusu öncekilerin sözleridir. Ve fıkıh bilginlerinin çoğunluğu da bu görüştedir.
SORU: Yağmur duası aynı zamanda namaz olarak yerine getirilebilir mi? Eğer böyle bir uygulama sözkonusu ise bu namaz nasıl kılınır?
CEVAP: Yağmur duası kuraklık halinde Allah'tan (c.c) yağmur yağdırmasını istemektir. Bu Allah'a dua etmek, tevbe etmek, yalvarmak ve namaz ile olur.
Pek çok hadiste bildirilmiştir ki günah işlemenin yaygmlaşması kuraklığa sebep, olmaktadır. Hz. Peygamber'in "Bir toplum zekatını vermezse Allah onlara yağmur vermez" hadisi bunlardan birisidir. (Münzirî, Tergib)
Fıkıh âlimleri yağmur duasının meşru olduğunu şu ayetten çıkarmışlardır:
De ki: "Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok bağışlayı-cadır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin." (Nuh/10-11)
Hz. Peygamber'in yağmur duasına çıktığı sahih olarak rivayet edilmiştir. Yağmur duası sünnettir.
(Yağmur duasına çıkıldığında namaz kılındığı takdirde) namaz şehir dışında kılınır. Bu uygulama Kabe, Ravza-i Mutahhara ve Mescid-i Aksa dışındaki yerlerde böyledir.
Üç gün süre ile insanlar oruç tutup, günahlarına tevbe edip Allah'a dualar ederler. Dördüncü gün (şehir dışına) çıkarak huşu içinde kendilerini Allah'ın karşısında bir hiç görerek Allah'a yalvarıp yakanrlar. Sonra bayram namazı kılar gibi namaz kılarlar. Hatipleri onlara hutbe okur.
Hz. Aişe şöyle anlatıyor: İnsanlar yağmur azlığından Hz. Peygam-ber'e şikayet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah minbere çıkıp şöyle buyurdu:
Siz yurdunuzun kuraklığından şikayet ediyorsunuz. Yağmurun geciktiğinden yakınıyorsunuz. Halbuki Allah (c.c) size dua etmenizi emretmiş, duanızı kabul edeceğini vaad etmiştir." Rasûlullah bundan sonra şu duayı yaptı: Hamd âlemlerin rabbi, rahman ve rahim Allah'a mahsustur. O, din gününün sahibidir. O'ndan başka ilah yoktur. O, dilediğini yapar.
Allahım! Senden başka ilah yok. Sen zenginsin bizler sana muhtacız. Üzerimize yağmur indir. İndirdiğin yağmuru bize güç kuvvet (kaynağı) kıl. O yağmuru bir vakte ulaşacak kadar yeterli kıl. Rasûlullah bu şekilde duasını etti. Sonra (minberden) inerek insanlara iki rek'at namaz kıldırdı. (Ebu Dâvud)
Yağmur duasına (veya namazına) herkesin çıkması müstehabtır. İmam onlara tüm günahlarından tevbe etmelerini emreder. Çünkü doğruluk ve Allah'ın emirlerine itaat hayır ve berekete sebep olur. Cenabı Hakk şöyle buyuruyor:
O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman edip (günahlardan) sakınsalardı elbette onlann üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat (onlar) yalanladılar. Biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik. (A'raf/97)
Yağmur istemek için kılınacak namazın belirli bir vakti yoktur. Gündüz ve gece kılınması mümkündür.
Bu namazın esası Allah'a tevbe etmek, huşu içinde dua etmektir. Bu konuda rivayet edilmiş dualar vardır. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
Allahım! Bize yağmur yağdır. Bizi ümidini yitirenlerden eyleme.
Allahım! Şehirlerde ve kullarında sıkıntı, darlık, zorluk içinde olanlar var. O derecedeki bundan ancak sana şikayet ederiz. Allahım! Bizim ekinimizi bitir, ürünlerimizi bollaştır. Bize göğün bereketinden ver, üzerimize bereketini yağdır. Allahım! Bizden zorluğu, açlığı çıplaklığı kaldır. Senden başka kimsenin kaldıramayacağı belâları üzerimizden kaldır. Biz sana tevbe-istiğfâr ediyoruz. Çünkü sen çok bağışlayacısm. Üzerimize semadan bol bol yağmur yağdır.
Bir diğer dua da şöyledir:
Bereketler indiren Allahım! Rahmet-i madeninden yayan Allahım! Yağmur (ver bize) yağmur. Günahları bağışlayan sensin. Günahlarımız için senden bağış lanmamazı diler, hatalarımız için sana tevbe ederiz. Üzerimize gökten bol bol yağmur yağdır Allahım!
Allahım! Kuvvetimize kuvvet katarak bizi artır. Bizi (buradan evlerimize) mahrum çevirme! Duaları işiten sensin. (Dileklerimizi) rahmetinle (yerine getir). Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
SORU: Güneş tutulması esnasında kılanan bir namaz var mıdır? Varsa bu namaz ne zaman ve nerede kılınır?
CEVAP: Güneş tutulması, ayın dünya ile güneş arasına girmesi sebebiyle güneş ışığının perdelenip kararmasıdır. Güneş tutulması halinde "Küsuf namazı" denen bir namazı Allah meşru kılmıştır.
Ay tutulmasında "da aynı şekilde namaz kılmak meşrudur.
Ay tutulması, güneş ile ayın arasına dünyanın girmesi ile ayın aşığının kaybolmasıdır.
Fıkıh bilginleri bu namazın meşru olduğunu Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadise dayanmışlardır: Hz. Peygamber güneş tutulduğunda namaz kılmış ve şunları söylemiştir:
Güneş ve ay hiç bir kimsenin ölmesi veya hayatta kalması sebebiyle tutulmaz. Bunlar Allah'ın ayetlerinden birer ayettir. Allah (birliğini ve kudretini gösteren bu ayetleri) kullarına göstermektedir. Ay veya güneşin tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılarak Allah'a sığınınız. (Buharı ve Müslim)
Bu namaz sünnettir. Diğer namazlardaki şartlar bu namazlar için de geçerlidir.
Bu namazın vakti, güneşin tutulduğu zamandır. Bu namaz iki rekat olup, ikinci rekatın sonunda selam verilir. Namazı kılan kimse, selamdan sonra güneş tutulması devam ettiği sürece dua etmeye devam eder.
Bu namaz ezansız ve kâmetsiz kılınır. Şu kadar ki bu namazı kıldıran kimse gizli olarak okuduğu kıraati uzun tutmalıdır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber güneş tutulduğunda insanlara namaz kıldırmış, uzun kıldırdığı namazlarda kıyamda durduğu kadar kıyamda durmuştur. Hz. Peygamber bu namazda rükû ve secdeleri de uzun tutmuştur.
Bu namazı cemaaatle kılmak meşru olduğu gibi, ferdî olarak da kılmak meşrudur. Sünnete uygun olan, bu namazın camide kılınmasıdır. Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'in sağlığında güneş tutulmuştu. Peygamber (s.a) (mescide) çıktı. İnsanlar onun arkasında saf olup namaz kıldılar.
Bu namaza, açık saçık olmakzsızın, usûlüne göre örtünmek ve fitneye sebep olmamak şartıyla kadınlar da katılabilir.
Ebubekir'in kızı Esma (r.a) şöyle rivayet ediyor:
(Güneş tutulduğunda) Hz. Peygamber telâşa kapıldı. O derecede ki kendi giysisi yerine (telaşından) kadınlardan birinin örtüsünü alarak dışarıya çıktı. Kendisine (arkasından) giysisini yetiştirip verdiler. Peygamber (s.a) insanlara uzun bir namaz kıldırdı. Kıyamdan sonra rükû ediyordu. (Bunları o kadar uzun tutuyordu ki) eğer Peygamber rükû ettikten sonra doğrulduğunda bir kimse camiye gelse, ayakta uzun durduğundan dolayı Peygamber'in rükû ettiğini bilemez, kendi kendine "Peygamber (daha) rükû etmemiş" derdi. Ben kendimden büyük bir kadına, bir de benden daha sağlıksız bir diğer kadına bakıyordum. Ben uzun süre ayakta durmaya dayanıkh olan biriydim. (Müslim)
Namazdan sonra imamın insanlara hutbe okuması sünnettir. Hutbede insanlar iyilik yapmaya, itaata ve doğruluktan ayrılmamaya teşvik edilir. Allah'a isyan etmekten ve günahtan sakındırılır. İmamlardan bazıları Küsuf namazı için hutbe olmadığını söylemişlerdir.
Ay tutulması esnasında kılınacak namaz, güneş tutulduğunda kılınan namaz gibidir. Ancak ay tutulduğunda kılman namazda okuma sesli olur. Bunda da hutbe okunur.[5]
Abdullah b. Abbas ay tutulduğu zaman namaz kılıp hutbe okudu ve şöyle dedi: Ey~inşanlar! Ben bu namazda yeni bir şey yapıyor değilim. Ancak Peygamber'i nasıl.gördüysem, öyle yaptım.
SORU: Ayakkabıyı çıkarmadan namaz kılınabilr mi? Bu caiz ise delili nedir?
CEVAP: Ayağa giyilmiş birşey ile namaz kılmak caizdir. (Bu ayakkabı olabiliceği gibi, mest, çizme, bot, potin de olabilir.) Eskiden ayağa giyilen şeye nalın denirdi.
Bu konuda bir hayli hadis rivayet edilmiştir. Bu konudaki hadisleri son devrin hadis hafızları mütevâtir derecesine ulaştırmışlardır. Zira bu hadisler hasen ve sahih olmakla beraber sayıca çoktur.
Ayakkabı ile namazın caiz olduğuna delil olarak aşağıdaki hadisler yeterlidir:
Ebû Mesleme diyor ki: Enes b. Mâlik'e "Peygamber ayağında nalını varken namaz kılarmıydı?" diye sordum. "Evet" diye cevap verdi. (Tirmizî)
Şeddâd b. Evs'in rivayet ettiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Yahudiler ayağında mest veya nalın varken namaz kılmazlar. Siz onlara muhalefet ediniz. (Ebu Dâvud)
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz camiye geldiğinde ayağına giydiği şeylerde rçama-za mâni olacak herhangi bir pislik varsa onu silsin ve onunla namazını kılsın. (Ebu Dâvud)
İbn Habbâb'dan gelen rivayette bu hadis şöyledir:
Sizden biriniz camiye geldiğinde ayakkabılarında bir pislik görürse onu yere sürt(erek temizle)sin ve onlarla namazını kılsın. (Ah-med b. Hanbel, Müsned)
Tahâvî ve Taberânî Evs b. Evs'ten şöyle rivayet ediyor:
Hz. Peygamber'in yanında yarım ay kaldım. Peygamber'i ayaklarında ayakkabılar olduğu halde namaz kılarken gördüm. (Heyte-mî, Zevâid)
Tahâvî şöyle rivayet ediyor:
Abdullah b. Mes'ud Ebu Musa el-Eş'ârî'yi ziyarete gelmiş. Namaz vakti geldiğinde Ebu Musa, misafirine "Geç namazı kıldır. Sen hem yaşça büyük, hem de daha bilgilisin" demiş. Abdullah b. Mes'ud ise şöyle cevap vermiş: "Sen geç biz senin evinde misafiriniz. Namazı kıldırmaya sen daha lâyıksın."
Bunun üzerine Ebu Musa namaz kıldırmaya geçti ve ayakkabısını çıkardı. Selam verdiğinde İbn Mes'ud şöyle dedi: "Ayakkabılarını niçin çıkardın? Sen Mukaddes vadide misin? Biz Peygamber (s.a) efendimizi ayağında mest ve nalın varken namaz kılarken gördük!" (Ebu Dâvud)
Abdullah b. Mes'ud'un misafiri olduğu zatın künyesi "Ebû Musa" olduğundan olsa gerek, Hz. Allah'ın Musa Peygamber'e: "Hemen pa-puçlannı çıkar! Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ'dasın" (Taha/12) dediği ayete işaret etmiştir.
Hz. Aişe diyor ki:
Ben Peygamberi ayağında papuç varken de yalın ayak olarak da namaz kılarken gördüm. O'nu ayakta ve oturarak su içerken gördüm. Gene o namazı bitince sağ tarafına da dönerdi, sol tarafına da dönerdi. Burîlarm birine diğerinden fazla önem vermezdi. (Heytemı, Zevaıa)
Alimlerden bazısı ayakkabı ile namaz kılmanın caiz olduğunu söylemekle yetinmemiş, bu konudaki hadislerin çokluğu sebebiyle bunun müstehab ve sünnet olduğunu söylemiştir. Bu ilim adamlarına göre bu hükmün bir takım gerekçeleri vardır. Şöyle ki:
* Hz. Peygamber'in (s.a) papuç ve mest ile namaz kılışı bir-iki kere değil tekrar tekrar olmuş bir uygulamadır
* Ayağı böcek ve zararlı haşereden koruma imkânı vardır.
* Ayakkabının çalınma ve kaybolması önlenir.
* Namaz sırasında ayakkabıma ne oldu gibi kalbi meşgul eden şeylerden kurtulmak sözkonusudur.
* Soğuk havada ayağı sağuktan, sert yerlerde ayağa eziyet verecek şeylerden koruması sözkonusudur.
Namazda ayakkabıyı çıkarmanın daha faziletli olduğunu söyleyenler, Allah'ın Hz. Musa'ya "papuçlarını çıkar..." emrine dayanıyorlar. Ayakkabıyı çıkarmadan namaz kılmanın caiz olduğunu söyleyenler buna iki türlü cevap veriyorlar:
a. Bazı rivayetlerde ifade edildiğine göre Hz. Musa'nın o sırada giydiği ayakkabı ölmüş bir eşeğin derisinden yapılmış idi. Hz. Allah mukaddes vadiyi böylesine hoş olmayan bir şeyden korumak için Hz. Musa'ya onları çıkarmasını emretmiştir.
b. Hz. Allah Musa Peygamber'e çıplak ayaklarla mübarek yere basması için ayakkabısını çıkarmasını emretmiştir.
İkinci ifade daha yerinde ve uygundur.
Burada önemle üzerinde durmamız gereken hususlar vardır. Şöyle ki:
1. Şayet ayakkabıda pislik varsa onun mutlaka temizlenmesi gerekir. Daha önce geçtiği üzere bu temizlik yere veya toprağa sürtmekle kolayca gerçekleşir.
2. Ayakkabı ile namaz kılmanın caiz olması bir çeşit kolaylıktır. Bu itibarla burada bu konunun ele alınmasından tüm namazlar ayakkabı ile kılınmalı gibi bir sonuca gitmemelidir. Bu bir kolaylık olduğuna göre, onu yerinde kullanmak gerekir. Namaz kılınan yerin elverişli olmaması, sert olması, zamanın dar olması, insanın acelesi olması gibi hallerde başvurulması yerinde olur.
3. Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Buraya kadar söylenilenlerden camilere ayakkabı ile girip cami içinde ayakkabı ile namaz kılınabilir sonucunu çıkarabilir miyiz?
Bu soruya verilecek cevap; Asla! Hayır! olacaktır. Çünkü günümüzdeki camiler, İslâm'ın ilk devirlerindeki camilerden çok farklıdır. Günümüzde camiler namaz kılmaya mahsus özel seccade, halı ve diğer yaygılarla döşenmiştir. Bu sergiler üzerinde ayakkabı ile yürümek onları kirletir. Bu da insana tiksinti verir. Bu itibarla camiye ayakkabı ile girmek ne selim zevke ne de din edebine sığar. Bu bakımdan, camilerimizin temizliğine özen göstermeli, gücümüz yettiğince, camilerin pırıl pırıl olmasına çalışmalıyız.
İslâm'ın ilk yıllarında camilerde sergi yoktu. Bu sebeple o zaman camiye papuçla girmek orayı kirletmezdi. O zamanın camileri ile günümüzdeki camiler arasındaki fark açık bir şekilde ortadadır.
SORU: Başı açık namaz kılmaya dinî yönden bir engel var mıdır? Denize girmek için giyilen mayo ile namaz kılınabilir mi?
CEVAP: Namaz kıyafetinde esas olan insanın normal yaşantısında giymeyi âdet edindiği elbiseyi giymesidir. Yeter ki avret mahallini örten bir giysi olsun. Avret mahalli erkeğe göre diz kapağı ile göbeği arasında kalan yerdir. Namazda giyilen giysilerin en güzeli, temiz ve namaza layık olanıdır. Çünkü namaz, insanın yaratıcısı ile buluşmasıdır. Eğer bir kimse normal yaşantısında başını örtmeye alışık olup, namazda başı açık olursa, b\ı bir çeşit inatlaşmaktır. Ancak alçak gönüllülükten dolayı başı açık namaz kılıyorsa bunda bir sakınca yoktur. Hatta bu güzel bir davranış olur. Başı açık olmayı âdet edinen kimsenin, başı açık olarak namaz kılmasında da bir sakınca yoktur. Başı örtecek bir-şey bulanmaması veya böyle birşeyi bulmanın zor olması halinde de durum aynıdır. Hele bazı kimselerde görülen, namaz kılarken başa bir mendil bağlamanın din ile uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur.
Mayo ile namaz kılmaya gelince; diz ile göbek arasını örtmeyen mayo ile namaz kılmak caiz değildir. Bu fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göredir. Bazıları ise bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bir kimsenin dübür (anüs) ve üreme organından bir kısmının açık olması halinde namaz kılması caiz olmaz.
Şayet mayo ince olup altını gösteriyorsa veya dar olup avret mahallini belli ediyorsa bununla namaz kılmak haram olur. Fakat bu kusurların bulunmadığı mayo ile namaz kılmaya bir engel yoktur.
SORU: Hasta olan kimse nasıl namaz kılar?
CEVAP: Namaz dinin direğidir. Onu kılan dinini ayakta tutar. Onu kılmayan dinini yıkar. Namaz her gün tekrarlanan tek farzdır. O zekâta benzemez. Çünkü zekât yılda bir kere farz olur. Oruca da benzemez. Çünkü oruç yılda bir ay; ramazanda farz olur. Hacca da benzemez. Çünkü hac, ömürde bir kere farz olur.
Namaz erteleme, geciktirme kabul etmeyen tek ibadettir. Yeter ki onu kılmaya insanın gücü yetsin.
Sıhhati yerinde olan müslüman ikamet ettiği yerde namazını tam olarak bilindiği şekilde kılar. Yolculuğa çıkar (seferî olursa) yolcuya kolaylık olmak üzere dört rekatlı farzlar iki rekat olarak kılınır. Nitekim "yolculuk ateşten bir parçadır" denmiştir.
Hasta olduğu zaman ayakta durarak namaz kılmaya gücü yetmeyen kimse namazını oturarak kılar. Oturarak gücü yetmiyorsa yan üstü (veya kendisine kolay gelecek şekilde) yatarak namazını kılar.
Müslümanın her hâlinde Allah'ı anabileceği şu ayette bildirilmiştir.
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (yani her vakit) Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (derin, derin) düşünürler (ve şöyle derler:) "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (Âl-iİmrân/190-191)
Abdullah b. Mes'ud diyor ki: Bu ayet namaz hakkında inmiştir. Yani demek oluyor ki, güçleri yeterse ayakta namazlarını kılarlar. Ayakta kılamazlarsa, oturarak; oturmaya güçleri yetmezse yan üstü yatarak namazını kılarlar. Ayetin bu anlama geldiğini Abdullah b. Mes'ud'dan başka da söyleyen olmuştur.
Hasta kimse oturarak namazını şöyle kılar: Niyet edip tekbir alarak namaza başlar. Sonra Fatiha ve bir sure, yahut Kur'an'dan bazı ayetler okur. Sonra başını ve vücudunu bir parça öne eğer. Bu eğilme rükû yerinedir. Ardından başını kaldırır. Bununla rtikû tamamlanmış olur. Daha sonra başını ve gövdesini, bir öncesinden daha fazla eğer. Bu da birinci secde yerinedir. Bundan sonra doğrulur. Aynısını bir kere daha yaparak ikinci secdeyi de yapar. Böylece bir rekat kılınmış olur. Bu şekilde oturarak diğer rekatları kılmaya devam eder.
Yatarak namaz kılan kimse, başını kımıldatarak namazını kılar. Rükû için bir, secde için iki kere başını kımıldatır. Secde için başını kımıldatıp eğmesi rükû için eğdiğinden daha çok olur. Böylece namazını yatarak kılar.
Allah (c.c) her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde yükümlü kılar. (Bakara/286)
Şayet hem dinî hem meslekî yönden güvenilir bir doktor, hastanın kesinlikle hiçbir* suretle kımıldamamasını söylerse veya namaz kılmak için yapacağı hareketlerin hastaya zarar vereceğini söylerse, hastalığın tehlikeli durumu geçene kadar namaz ertelenir. Daha sonra hasta iyileşince bu namazları kaza eder. Allah insanlara şefkatli ve merhametlidir.
SORU: Namaz kılarken, secde ederken zafiyetten dolayı sallanıyorum. Namazları oturarak kılabilir miyim?
CEVAP: "Onlar, ayakta dururken, otururken, yanlan üzere yatarken (yani her vakit) Allah'ı anarlar" (Âl-i İmrân/190) ayeti hakkında Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: Bu ayet namaz hakkındadır. Yani güçleri yeterse ayakta; ayakta duramazlarsa otururken; oturarak güçleri yetmezse yan üstü yatarak namazlarını kılsınlar, demektir.
İmran b. Husayn hasta olmuştu. Hz. Peygamber'e namazı (nasıl kılacağını) sordu. Hz. Peygamber "Ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak kıl. Ona da gücün yetmezse yan üstü (yatarken) kıl!" buyurdu. (Buharî)
Başka bir rivayette "Oturarak kılmaya gücün yetmezse sırt üstü (yatarken) kıl" buyurulmuştur. (İbn'ul Hümam, Feth'ul-Kadir)
Duvar veya baston gibi bir şeye dayanarak ayakta namaz kılmaya gücü yeten kimse (bunların yardımıyla) namazını ayakta kılar.
Hastalığı sebebiyle, bir zarar gelmesi söz konusu ise, hastalığın artmasından veya baş dönmesinden korkuluyorsa, ayakta durmak acı veriyorsa, namaz oturarak kılınır. Hz. Peygamber de hastalandığı zaman oturarak namaz kılmıştır.
Bir hastalık veya güç yetmezliği yüzünden oturarak namaz kılan kimse başı ile îmâ (işaret) ederek namazını kılar. Bu hareket rükû yerine geçer. Bundan sonra secde edebiliyorsa eder. Secde edemiyorsa, rükû için yaptığı îmâ'dan biraz daha fazla eğilerek iki defa başı ile îmâ eder.
Soru sahibi namazda iken yorgunluktan dolayı bir acı veya rahatsızlık hissediyorsa ve gözlerinin su ile dolması kendisini rahatsız ediyorsa namazını oturarak kılabilir. Oturarak namaz kıldığı için sevabının az olacağından korkmasın.
Allah'ın bol rahmetinin doğal sonucudur ki ibadetlerini aksatmadan yapan kimse, bir engel veya hastalık yüzünden ibadetini mükemmel olarak yapamazsa, Allah Teâlâ sevabını gene tam olarak verir.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Bedeninde bir dert peyda olan kulu hakkında Allah hafaza meleklerine şu emri verir: Kulumda bu dert olduğu müddetçe ona her gece ve gündüz (sağlıklıyken) yaptığı hayırların sevabını yazmız. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
SORU: Namaz kılmakta olan kimsenin, kör olduğu için kuyuya doğru yürüyen birini görse, onu kurtarmak için namazını bozması caiz midir?
CEVAP: Namaz İslâm'ın farz kıldığı, Allah'a ibadet etmeyi gerçekleştiren bir farizadır. Böyle bir ibadette ağırbaşlı, huşu ve sükûnet içinde olmak lâzımdır. Bunun içindir ki bırakmayı gerektirecek bir mazeret olmadıkça, kılınmakta olan namazı bırakmak haramdır.
Fıkıh âlimleri ne gibi durumlarda namazın bozulmasının caiz olacağını belirtmişlerdir.
Namaz kılan bir insanın, ölüm tehlikesi içinde olan birisini gördüğünde namazını derhal kesmesi farz olur. Bu kimsenin namazı kesmesi, bir hayatı kurtarmaktadır.
Bir kimse namaz kılmakta iken deniz veya nehire düşmüş -yüzme bilmeyen- bir kimse kendisinden imdat istese, namazını bırakır.
Üzerine düşman saldırmış bir kimse yardım istese, namazını bırakır.
Yırtıcı bir hayvanın hücumuna uğrayan bir kimse yardım istese, tehlikede olan canı kurtarmak için namazı kesmek lâzım gelir.
Kuyuya düşmek üzere olan gözleri görmez bir kimse, bir çocuk veya hayvan görse kuyuya düşecek olanı kurtarmak üzere namazını bırakır, kurtarma işlemine girişir.
Bazı fıkıh bilginleri sadece hayat tehlikesi için değil, zayi olması halinde sahibinin hayatının tehlikeye düşmesinden veya bir sıkıntıya düşmesinden korkulan şeyden dolayı da namazın kesileceğini söylemişlerdir.
Bir grup fıkıh bilginine göre kendisinin veya bir başkasının malının ziyan olmasından korkma durumunda namazı bozmanın mubah olacağını söylemişlerdir. Ziyan olacak mal az olsa da hüküm böyledir. Hayvanı kaçan, ocakta tenceresi taşan, ağlamaktan çocuğunun zarar görmesinden korkan anne için de aynı hüküm sözkonusudur.
Bu söylenenlerden anlaşılan şu ki, namaz kılan kişinin soru sahibinin belirttiği üzere görmeyen ve bu nedenle de ölüm tehlikesi içinde adamı kurtarması için namazı bırakıp gerekeni yapması icabeder. Bundan dolayı günaha girmiş olmaz.
SORU: Namazda zihni dağılan, aklı karışan kimse ne yapmalı, kıldığı namazın rekat sayısında şüphe eden kimse nasıl hareket etmelidir?
CEVAP: Hz. Peygamber'in diliyle ifade edildiği üzere namaz dinin direğidir Onu dosdoğru kılan dinini ayakta tutmuş olur. Onu yıkan da dinini yıkmış olur." (Gazâlî, İhya; Aclûnî, Keşful-Hafa)
Namaz, kulun kendisini yoktan var edip yaratan rabbinin huzurunda bulunmasıdır. Namazda insan Allah'a yakın olur. Ona yalvarır ve kutsiyet kazanır. Bunun içindir ki namaz, diğer dinî görevler arasında en çok huşu ve gönül huzuru; kalbi, aklı duygusu ve tüm varlığı ile yönelerek yapılmaya en çok lâyık olan ibadettir.
Eğer insan gerektiği gibi kendini vererek ibadet edebilirse, hulusu kalb ile Allah'a yönelirse, zihni namazdan başka bir şey düşünmez.
Bütün gayretlere rağmen şeytan üstün gelir ve zihni dağılarak aklı uzak-yakın başka şeylere gider gelirse insan ne yapacak?
Bunun ilacı şudur: Sesi biraz yükselterek okuduğu dua ve ayetleri net bir şekilde okumaya çalışmalıdır. Bir yandan şu ayetin anlamını düşünmelidir:
Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut. (İsra/110)
Ayrıca okuduğu her cümlenin anlamını düşünmek gerekir. Bir cümleyi böylece okuduktan sonra ikinci cümleyi okumalıdır. Bu suretle namazın tamamını kapsayacak şekilde zihin namaz için toplanır.
Namazda şüpheye düşüp, kaç rekat kıldığında tereddüt edene gelince: Burada yapılması gereken şey aklına gelen en az rekat sayısını esas alarak namazı tamamlamaktır.
Meselâ iki rekatmı, üç rekatmı kıldığından şüphe eden kişi, iki rekat kıldığını varsayarak namazını tamamlar.
Rekatları üçmü, dörtmü kıldığında şüphe eden, üçe göre namazını tamamlar.
İşte fakihlerin "Rekat sayısında şüphe eden en aza göre namazı tamamlar" sözünün anlamı budur. Bazıları ise namazda şüphe eden kişi rekatların kaç olduğu hususunda üstün gelen zannına göre namazı tamamlar demiştir. Fakat birincisi daha kuvvetli ve bunu söyleyenler daha çoktur. Bu kimse namazının sonunda sehiv (yanılma) secdesi yapar.
Bu konuda söylediklerimizin delili aşağıdaki hadislerdir:
Abdurrahman b. Avf şöyle diyor: Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini işittim:
Sizden biriniz namazda şüphe eder de bir rekatmı, iki rekatmı kıldığını bilemezse onu bir saysın. İkimi üçmü olduğunu bilemezse onu iki saysın. Üçmü dörtmü olduğunu bilemezse onu üç saysın. Namazın sonunda (sehv) secde(si) yapsın. (Tirmizî)
Bir diğer rivayet şöyledir: Hz. Peygamber'in şöyle söylediğim duydum:
Kim namazında eksik olduğu hususunda şüphe ederse, (buna aldırış etmesin) fazla olduğundan şüphe edinceye kadar namazını kılsın! (Şevkanî, Neylu'l-Evtar)
Çünkü noksanlıktan şüphe etmektense, fazlalıktan şüphe etmek daha iyidir.
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz namazında şüphe edip ne kadar kıldığım; rekatların üçmü yoksa dörtmü olduğunu bilemezse şüpheyi atsın. Kesin kana-atma göre namazını tamamlasın. Sonra selamdan evvel iki defa secde etsin. Eğer beş kılmışsa (secdeler o tek rekatı) çift yapar. Fakat dört kılmış ise (o vakit secdeler) şeytana perişanlık olur. (Müslim)
Namazın sonunda yapılan bu iki secde, eğer namaz beş rekat olarak kılınmış ise, o altıncı rekat gibi olur. Böylece namaz çift sayıda rekatla kılınmış olur. Eğer namaz beş değil de dört rekat olarak kılınmış ise yapılan secdeler şeytanı zelil ve perişan eder.
Namazda unutma durumunda sehv secdesi yapılması gerekmektedir. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Şeytan (namazda) insanla nefsi arasına girer. (İnsan şaşırır da) ne kadar kıldığını bilemez. Sizden birinize böyle bir hal olunca selamdan önce iki defa secde etsin. (İbn Mâce)
Namaz kılan kimse dört rekatlı namazlarda ilk oturuşu unutmuş ise namazın sonunda selam vermeden iki defa secde eder.
Muğîre b. Şu'beden rivayet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz ikinci rekat(ın secdelerinden sonra oturmadan) doğrulduğunda tam olarak ayağa kalkmamış ise otursun. Tam olarak kalkmış ise oturmasın. (Fakat namazın sonunda) iki defa unuttuğu için secde etsin. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
SORU: Namaz kılarken zihni dağılıp aklına çeşitli konular gelen kimse, namazdan sonra onbir kere "Sübhânellah" diyerek bu hatasını affettirmelidir, diyenler var. Bu doğru mudur?
CEVAP: Namaz kılarken imsanın Allah rızası için namaz kılması, huşu içinde olması gerekir. Huşu, organlarını kımıldatmadan, tüm duygusu ile kendini vererek, gözünü secde yerine çevirerek, namaza aklını ve kalbini vererek ulaşılan bir durumdur. Böyle bir duygu ile namaz kılan kimse ne dediğini ve ne yaptığını bilir. Namaz sırasında okuduğu yerin anlamını düşünür; ruhu; secde ve diğer yerlerde söylenen teşbih ve duaların anlamlarını hatırına getirir.
Hz. Peygamber namazda iken sakalı ile oynayan birini görünce şöyle buyurdu:
Eğer kalbi huşu içinde olsaydı, organlan da huşu içinde olur (sakin durur)du. (Suyûtî, Câmiu's-Sagîr)
Âlimler görüş birliği ile bildirmişlerdir ki namaz kılan kimsenin huşu içinde, Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü hatırda tutması gerekir. Çünkü namaz kılan kimse tüm sebepleri elinde tutan, âlemlerin rabbine yönelmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de: "Namazlarını huşu içinde kılan mü'minler kesinlikle kurtulmuştur" (Mu'minûn/1-2) buyurulmaktadır.
Ayetteki "huşu içinde" ifadesi, namaza tüm duygusu, benliği, aklı ve kalbi ile Allah'tan korkarak yönelmek demektir.
Hz. Peygamber bizleri, insanı kışkırtan, unutkanlığa sevk eden şeytanın vesvesesine karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber (s.a) bize Allah'ı zikrederek ve O'na sığınarak, insanların kalbine vesvese veren ve pusuya yatan şeytanın vesvesesine nasıl karşı koyacağımızı öğretmiştir.
Rivayet edilen bazı hadislerde vesvesenin tedavisinin Felak ve Nâs surelerinin okunması olduğu bildirilmiştir.
Hz. Peygamber namazda insana gelen unutkanlık hallerinin çözümünü göstermiştir. O şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz namaz kılarken şeytan ona gelip (zihnini) karıştırır. Kendisinde böyle bir hal gören kimse (namazın sonunda) otururken secde etsin. (Ebu Dâvud)
Nitekim bu noktadan hareketle âlimler, namazında unutarak yanlışlık yapan kimsenin, namazın sonunda sehiv secdesi yapması gerektiğini söylemişlerdir. Bu sehv secdesi namazda meydana gelen unutma, şüphe ve eksikliği telafi etmektedir.
Bizim yapacağımız (sorudaki gibi onbir kere sübhânellah diyerek değil), Hz. Peygamber'in ve bilginlerin görüş birliği ile bildirdiklerinden başkasını yapmamaktır.
SORU: Bir kimse namazında unut(arak eksiklik yap)sa namazın sonunda selam verirken hatırlasa, kalkıp eksikliği tamamlayabilir mi? Yoksa namazını yeniden kılması mı gerekir?
CEVAP: Bir kimse dört rekatlı namazda yanılıp üç rekat kılarak otursa, selam verirken, bir rekat eksik kıldığını hatırlasa, bu kimse ayağa kalkıp namazını tamamlar. Son oturuşunu yaparak, tahiyyatı okur ve sehiv secdesi yaparak selam verip namazını bitirir.
Hatırlama selam verdikten sonra olsa da durum aynıdır. Fakat selamı verdikten sonra uzun bir zaman geçip, örfen çok sayılacak birşey yaptıktan sonra hatırlasa namazını yeniden kılması gerekir.
Fıkıh bilginlerinden bazılarına göre selamdan sonra yürüse ve konuşsa dahi, bu davranışları çok olsa bile, namazının eksik olduğunu hatırlarsa namazına dönüp tamamlar. Aradan uzun zaman geçse de durum aynıdır.
Hz. Peygamber namazda şüphe, unutma veya eksiklik olunca nasıl davranılacağını bildirmiştir.
Ebu Hüreyre şöyle bir olay anlatıyor:
Hz. Peygamber bize (bir gün) ikindi namazı kıldırmıştı. İkinci rekatın sonun)da selam verdi. (Sahabeden birisi) -ki adı Zülyedeyn idi- ayağa kalkarak "Namaz kısaltıldı mı yoksa unuttun mu?" diyerek Hz. Peygamber'e sordu. Rasûlullah "Bunların hiç birisi olmadı!" buyurdu. Zülyedeyn ise "Bunlardan biri oldu" dedi. Peygamber (s.a) cemaate "Zülyedeyn doğru mu söylüyor" diye sordu. Onlar "Evet" deyince Hz. Peygamber namazın kalanını kıldırdı ve selam verdikten sonra sehv secdesi yaptı. (Buharı ve Müslim)
Fıkıh bilginlerinden sehv secdesinin selamdan önce olacağını söyleyenler varsa da, bu hadisi delil gösterenler sehv secdesinin selam verdikten sonra olacağı hükmünü benimsemişlerdir.
SORU: Namaz kılmayan müslümanın şahitliği kabul edilir mi, vefat ettiği takdirde cenaze namazı kılınır mı?
CEVAP: Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ayakta tutmuş olur. Onu zayi eden dinini zayi etmiş olur. Namaz müslüman ile kâfir arasındaki farktır.
Hz. Peygamberin bazı hadislerinde böyle olduğu bildirilmiştir. (Aclûnî, Keşful-Hafa)
Kur'an kesin bir ifade ile müslümanlardan namaz kılmalarını istemiştir. İşte bunu ifade eden ayetler:
Muhakkak namaz, mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/103)
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın. (Bakara/238)
(Rasûlüm!) Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir. (Ankebut/45)
İşte bunlara dayanarak fıkıh bilginleri şu tesbitleri yapmışlardır:
* Namazın farz olmadığına inanan ve bunu açık bir şekilde (söz veya davranışla) ortaya koyan kâfirdir.
* Namazın farz olmadığına inanan fakat bunu gizleyen münafıktır.
* Namaz kılmayı terk eden kişiden bu ihmalinden vazgeçip, namazı kılması ve tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse Allah çok merhametlidir, bağışlayıcıdır. Tevbe etmesi istendikten sonra da kılmazsa artık onun durumu İslâm devletini yönetene kalmıştır. Onu bundan vazgeçirmek, gerekirse cezalandırmak için gerekeni yapar.
Bilerek ve bir zorunluluk olmaksızın namaz kılmayan kimse günahkâr (fâsık)dır. (İslâm hukukuna göre) fâsık'ın şahitliği kabul edilmez. Çünkü o kimse İslâm'ın en önemli esasından birini zayî etmiştir. Namazdan başka şeyleri haydi haydi zayî eder. Bu itibarla verdiği habere ve şahitliğine güven duyulmaz.
Namazı terk edenin öldükten sonra cenaze namazını kılmaya gelince: Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu, hayatında kelime-i şehadeti söyleyen biri olması şartıyla böyle bir kimsenin ölünce namazının kılınacağını söylemişlerdir.
Atâ diyor ki: "Lâilâhe illellah" diyenin cenaze namazını kılma-mazlık etmem.
Katâde de şöyle diyor: Bilginler Kabe'yi kıble bilen kimseyi cenaze namazından mahrum etmezlerdi. İntihar edenin de cenaze namazı kılınır.
Yine Kâta'de şöyle diyor: "Lâ ilahe illellah" diyen birinin namazını kılmaktan âlimlerin hiçbirinin kaçındığını bilmiyorum.
İbn Sîrin ise şunları söylüyor: Kabe'yi kıble olarak bilen kimsenin cenaze namazını kılmanın günah olacağını söyleyen kimse görmedim.
Evet, Hz. Peygamber'in, taksim edilmezden önce ganimet malından çalan bir kimse ile intihar eden birinin namazını kıldırmadığı rivayet edilmiştir. Âlimler, Peygamber'in böyle davranışının sebebinin bu iki büyük günahtan insanları vazgeçirmek olduğunu söylemişlerdir. Rasûlullah, borcunu Ödemeden ölen bir kimsenin de namazını kıldırmamıştır. Fakat ashabına onun namazını kılmalarını emretmiştir.
Bilmemiz gerekir ki vefat eden kimseye cenaze namazı kılmak Allah'ın rahmetini isteyerek dua etmektir. Bu duayı kabul edip etmemek Allah'a aittir.
"Namaz kılmayanın dahi cenaze namazını kılmak gerekir" sözünden, müslümanın namaz kılmayı ihmal etmesine yol verildiği anlamı çıkarılmasın. Zira namaz İslâm'ın temel farzlarından biridir. Onu terk eden kimse azabı şiddetli olan Allah'ın cezalandırması ile karşı karşıya kalacaktır. -İyi kimselerin velîsi Allah'tır-
SORU: Uzun süre namaz kılmayan sonra kılmaya başlayıp namazı terketmeyen kişiyi Allah affeder mi?
CEVAP: Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Muhakkak ki namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/103)
Hz. Peygamber de namazın kişinin dinini ayakta tutacağını, onu kılmayanın ise dinini yıkmış olacağını bildirmiştir. (Aclûnî, Keşful-Hafa)
Bunun içindir ki müslümana namazlarını vaktinde kılması ve onları geçirmemesi vacibtir. Fakat bu farzlardan birini unutur veya uyur da namaz vakti geçtikten sonra uyanırsa veya namaz kılmak için bir çıkış yolu bulamadığı bir zorunlulukla karşılaşırsa bu engellerden sonra ilk fırsatta geçen namazı kaza eder.
Gene bir kimse bilerek, bir mazereti de olmadığı halde farz namazlarını kılmayı ihmal etmiş ise bu davranışı ile günahkâr olmuştur. Geçen namazlarını kaza etmesi farz olur. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğu bu görüştedir.
İbn Teymiye, İbn Hazm ve bunlara uyanlar farklı bir görüştedirler. Bunlara göre bilerek namazını geçiren kimseye kaza gerekmez. Ancak pişman olması, tevbe istiğfar etmesi ve çokça hayırlar işlemesi gerekir, Allah'ın bağışlamasına ancak böyle ulaşabilir.
Bu görüşte olanlar şu ayeti delil gösteriyorlar:
Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzusuna uydular. Bu yüzden ilerde sapıklıklarının cezasını çekecekler. Tevbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar böyle değil. Çünkü bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğnatılmayadaklardır. (Meryem/60-61)
İslâm'da İbadet isimli eserde ikinci görüş zikredilmiş ve şu yorumda bulunulmuştur:
Bu ikinci görüşün İslâm'ın ruhu ile uyum içinde olduğunda şüphe yoktur. Namaz bir eğitimdir. İnsanlar namaz hususunda ciddi olmalıdır. Namazı bilerek kılmamak ihmalin ve sorumsuzluğun göstergesidir. Allah'ın haklarına karşı önemsemez davranmaktır. Geçen namaz kaza edilir demek, bu önemsemezliğin ve ihmalin teşvik edilmesi demektir.
İslâm dini gerçekten hoşgörülü ve toleranslı bir dindir. Fakat (namaz konusunda) tolerans, mazereti olanlar içindir.
Namazın bir eğitim olduğunu söylemiştik. Biliyoruz ki eğitimde çalışmanın belirli saatlere dağıtılması başarıyı elde etmenin sebepleri arasındadır. Programın dağılımı o şekilde olmalı ki ne vakitlerden biri bomboş kalmalı, ne de bir başka vakitte çalışma yo-ğunlaşmalıdır. Değerli okuyucu sen de benimle birlikte eğitimin maddî yönünü düşünür, incelersen yukarda söylediğimiz Özelliğin başarı faktörlerinden biri olduğunu göreceksin.
Beslenme de öyledir. İnsan gıdasını düzenli zamanlarda almazsa sağlıklı sonuç alamaz.
Sportif çalışmalar da belli bir programa göre yapılmazsa faydası görülmez.
Tedavi maksadı ile alınan ilaçlar saatlerine riayet edilerek alınmazsa şifa elde edilemez. Mesela hasta doktoruna uymaz ve iyi olacağım diye ilaçların hepsini bir defada yutarsa hayatı sona erer.
Bu özellik bedeni ilgilendiren eğitimlerde kesindir. Bedeni ilgilendiren eğitim büyük çapta belirttiğimiz çerçevede gerçekleşir. Genellikle insanın etkisi ve deneyimlerine boyun eğer. Çerçevesini insanın kavrayamadığı, insan aklının çaresiz kaldığı ruh terbiyesinde nasıl davranacağını hikmetli ve her şeyi bilen Allah'tan almamanın rolü nedir sanırsın?
Bu görüşün ışığında soruda sözü edilen kimsenin halis bir niyetle tevbe istiğfar etmesi, geçmişte kılamadığı namazlar için pişman olması, artık Allah'ın emirlerine uyarak Allah'a yakın olmaya çalışması ve namazlarını kılmaya gayret göstermesi gerekir.
Allah merhametli ve bağışlaması çok olandır.
SORU: Kocanın karısını namaz kılması için zorlaması günah mıdır?
CEVAP: Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ayakta tutar. Namazını zayi eden dinini yıkar. Hz. Allah Kur'an'da pek çok yerde namaz kılınmasını emretmiştir. Aşağıdaki ayetler bunlardan bazılarıdır:
Namazı kılın, zekâtı verin. (Bakara/43)
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde ibadet edin. (Bakara/238)
Muhakkak namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/103)
İman eden kullarıma söyle: Namazlarını kılsınlar. (îbrâhîm/31)
Gündüzün, güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belirli vakitlerde) namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir. (İsra/78)
Ailene namazı emret. Kendin de sabırla ona devam et. (Taha/132)
Hz. Peygamber müslüman ile kâfır'in arasındaki farkın namaz olduğunu bildirmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Hanefî mezhebine göre namazın farz olup kılınması gerektiğine inandığı halde bilerek ve tembellik ederek namaz kılmayan kimse fâsık olur. Nasihat dinlemez ve namaz kılmaya yönelmez ise devlet yetkilisi °nu cezalandırır. Gerekli görürse dövülmesini emreder. Hapsedilerek tekrar öğüt verilir. Namazı kılıncaya kadar dövülmeye devam edilir.
Namaz kılmayan kimse, bu günahından tevbe etmeden ölürse, sevaptan mahrum olacağı gibi Allah'ın gazabı ile karşı karşıya kalacatır. Bir hadiste: "Bir namaz terkeden kimse Allah Teâlâ'ya O çok gazaplı bir halde iken kavuşur" (Münzirî, Tergib) Duyuruluyor. Hayatında uzun süre namaz kılmayanın hâli nice olur?
Bu söylenenlerden anlıyoruz ki koca, eşini namaz kılması için zorlasa bundan dolayı günaha girmiş olmaz. Fakat bunu farz namazlar için ve faydalı, meşru bir usûl dairesinde yapmalıdır. Önce namazın hükmünü bildirmeli, güzel bir öğütle namazın farz olduğunu anlatmalıdır. Çünkü namaz o hanıma farzdır. Ve bu konuda kendisine zorlama da yapılışa, yapılanlar onun faydasınadır. Eğer kocası onun namaz kıl-mayışına aldırış etmezse o zaman günahkâr olur.
Allah Teâlâ Peygamberine namazı farz kıldığı gibi aile bireylerini namaza teşvik etmesini ve bunda devamlı olmasını da emretmiştir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Ailene namazı emret. Kendin de sabırla ona devam et. Senden rı-zık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandınyoruz. Güzel sonuç, takva iledir. (Taha/132)
Fahreddin Râzi bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
Ailene namazı emret ifadesinden maksat, yakınlarına emret, demektir. Bazıları dininden olanlara namazı emret anlamında olduğunu söylemiştir. Bu (doğruya) daha yakındır. Bu ayet, Hz. İsmail hakkındaki Ehline namazı ve zekatı emrederdi (Meryem/55) ayeti gibidir. Her ne kadar ayetteki ehilden maksat ev halkı ise de "halka namazı emret" anlamında olması daha isabetlidir. Çünkü ev halkına namazı emretmek ve onları bu konuda uyarmak, namaz vakitlerinde halkı uyarmaktan daha çok imkân dahilindedir. O zaman mana şöyle olur. "Biz sana namazı emrettiğimiz gibi sen de halkına emret."
Kendin de sabırla ona devam et cümlesinin anlamı ise: "Onlara namazı emrettiğin gibi bizzat kendin de uygulayarak namazını devamlı kıl demektir. Çünkü uygulayarak öğüt vermek, sözlü öğüt vermekten daha faydalıdır.
Hz. Peygamber bu ayetin gelişinden sonra kızı Hz. Fatıma ve damadı Hz. Ali'ye her sabah gider Namaz! diye seslenirdi. Hz. Peygamber buna aylarca devam etmiştir.
Ayetin sonunda Allah Teâlâ kullarına namazı, onların faydası için emrettiğini bildirmiştir. Çünkü Allah (c.c) fayda beklemekten münezzehtir. O'nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hak bunu şu sözü ile bildirmiştir: "Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni nzıklandırıy oruz.''
SORU: İçerisinde ölü defnedilmiş camide namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Fıkıh bilginlerinden çoğu kabirlerin bulunduğu yerde namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali'nin rivayetine göre "Peygamberimiz kabir bulunan yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır." (Bkz. Ebu Dâvud)
İşte buna dayanarak fıkıh âlimleri kabir bulunan yerde namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Kabilin namaz kılanın önünde, arkasında veya durduğu yerin altında olması durumu değiştirmez.
Bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
Kabir üzerinde veya kabre yönelerek namaz kılmayınız. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bir diğer hadis de şöyledir:
Allah (c.c) yahudilere lanet etsin; onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid haline getirmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Hanbelî ve Zahirî mezheplerinden olan âlimler kabir olan yerde namaz kılmayı haram saymışlardır. Onlar şöyle diyor: "Kabir olan yerde kılınan namaz sahih (geçerli) değildir."
Bir başka görüşe göre kabir bulunan camide namaz kılmak için müstakil bir yer hazırlanmış, necaset ve pislikten arıtılmış ise burada namaz kılmak mekruh olmadığı gibi haram da değildir. Nitekim Mâli-kî mezhebinde kabir olan yerde namaz kılmanın mekruh olmaması bu yoruma göredir. Bunların delili şu hadistir:
Yeryüzü bana temizleyici ve mescid kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimse namaz vakti geldiğinde (vaktin geldiği yerde) namazını kılsın. (Buharı)
Fıkıh bilginleri kabir olan yerde namaz kılmanın yasaklanmasının sebebini, namaz kılan kimseye herhangi bir necasetin bulaşma tehlikesi şeklinde açıklamışlardır. Bir başka yoruma göre bu sebep, ölüye saygı göstermedir.
Burada bir hususu hatırlamamız yerinde olacaktır. Şöyle ki: Cami içine cenaze defnedilmesi daha sonraki bir uygulamadır. Böyle bir şey ne Peygamber, ne halifeler, ne de sahabe döneminde bilinmeyen bir-şeydir. Müslümanlara yaraşan camileri sadece ibadet edecek bir halde bulundurmaktır. Kur'an bunu emrediyor. Allah Teâlâ "Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde Alah ile birlikte kimseye yalvarmayın" (Cin/18) buyuruyor.
Müslüman içinde kabir bulunan bir camide namaz kılma ihtiyacı içinde olursa ona yaraşan şudur: Kabri önüne alarak namaza durmamalıdır. Kabrin arkasında kalmasına dikkat etmelidir. Tâ ki kabre veya içindekine namaz kılıyormuş durumuna düşmesin. Zira Allah bundan yücedir ve uzaktır.
Bir kimse önünde kabir bulunacak şekilde namaz kılmak zorunda kalırsa kendisi ile kabir arasına bir eşya koymalıdır. Böylece kabri namaz kıldığı yerden ayırmış olur.
Ibn Teymiye kabirlerin üzerine cami yapmanın icma ile haram olduğunu söylemiştir.
Mevcut olan bir caminin içinde kabir bulunuyorsa böyle bir camide namaz kılmanın hükmü yukarda geçmiştir. Yolun doğrusuna ulaştıran ancak Allah'tır.
SORU: İmam Gazâlî'nin ihya isimli kitabında ramazanın 27. gecesinde kılınan 12 rekathk bir namaz olduğuna dair bir hadis var mıdır? Böyle bir namaz var ise, bu namazda okunacak özel bir sure var mıdır? Böyle bir şey doğru ise bunun faydası nedir?
CEVAP: Gazâlî'nin Ihyâ'sım çok okumama rağmen soruda sözü edilen namaza dair bir hadis görmedim. Gerçi İmamı Gazâlî nafile namaz meselesini oldukça geniş tutmuş, farz ve vacib olmayan ve kesin bir delil ile isbat edilmemiş çeşitli namazlardan söz etmiştir.
İhtimal ki Gazâlî ibadete düşkün kimselere çokça ibadet etme kapısını açmak istemiştir. Bununla beraber bu konuda gerekli olan şudur: İslâm kaynaklarında farz ve sünnet olarak bildirilen ibadetlerden başka şeylerle ibadet olarak ilgilenmemelidir. Tâ ki dinde ilave edici veya dinin aslını bozucu bir kapı açılmasın. Allah (her şeyi) bilir. Fakat siz bilmezsiniz.
Bu konuda bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: "Sahih yollarla sabit olan meşru ibadetler çok olmasına rağmen şeytan bir takım cahilleri dosdoğru yoldan saptırıyor. Onlara İslâm'da var olan ibadetlerle yetinmemeyi güzel bir şeymiş gibi gösteriyor. Onlar da Allah'ın bir delil indirerek desteklemediği namazlar icad ediyorlar. Aslı astarı olmayan bu icadlannı gözde bir ibadetmiş gibi göstermek için de Hz. Pey-gamber'in -Allah ona ve ashabına salât ve selam etsin- ağzından yalan hadisler uydurmuşlardır.
Bu fazlalıklar bazen bilerek uyduruluyor. Nitekim aslında inkarcı °lan birtakım kimseler dine leke getirmek, onun şeklini bozmak ve akıllı kimseleri ondan nefret ettirmek için böyle şeyler uydurmuşlardır.
Bazen de bu kabil uydurmaları aşın derecede tutucular da yapmıştır. Her ne olursa olsun müslüman için böyle birşey asla uygun değildir.
İslâm'da yeri olmayan, makbul bir delil ile isbat edilmemiş namazlardan -ki bunları bazı gecelere mahsustur diyerek ortaya çıkarmışlardır- bazıları şunlardır: Evvâbîn namazı, gaflet namazı, âşûre namazı, recep namazı, şaban namazı, Peygamberi rüyada görme namazı. Bunların kılınması gerektiğini söyleyenler bir takım hadisler ileri sürmüşlerdir ki bu hadislerin doğruluğunu hadis tenkitçileri kabul etmemişlerdir.
Dîn'ul-Hâlis isimli eserde bu konuda geniş izahat vardır, ona başvurulabilir.
SORU: İmamlık ve müezzinlik görevlerinden hangisi daha üstündür?
CEVAP: Öncelikle şunu hatırlamamız gerekiyor: Allah katında üstün olmanın, önde gelenlerden olmanın ölçüsü renk, cinsiyet, makam ve benzer özellikler değildir. Bu konudaki ölçü işlerin Allah korkusu ve sırf Allah için yapılmış olmasıdır. Nitekim bu ölçüyü Cenab-ı Hak şöyle açıklıyor:
Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkamnızdır. (Hucurât/13)
Öte yandan Hz. Peygamber de bu ölçüyü şöyle dile getiriyor:
Arab olanın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva ve sâlih amel işlemekledir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Görünürde nice az iş yapan vardır ki Allah katındaki samimiyetle yapılmış olma özelliğinden dolayı, ihlas bulunmadan çok iş yapandan daha üstündür.
İmam ve müezzinden her biri ibadet ve taat özelliği olan bir iş yapmaktadır.
Nitekim hadisler bunu bildiriyor. Hz. Peygamber buyuruyor ki:
Müezzinin sesini duyan cin, insan ve her şey, onun için kıyamette şahitlik edecektir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bir diğer hadis de şöyledir:
Müezzinler kıyamette insanların en uzun boyunlu olanlarıdır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Uzun boyunlu olmak onların makamının yüksek olacağına ve Allah'ın onlara ikramda bulunacağına işarettir.
İmamlar hakkında da şöyle buyurulmuştur:
İmamlarınızı hayırlı kimselerden yapınız. Çünkü onlar sizinle rab-biniz arasındaki elçilerinizdir. (Dârekutnî)
Bir diğer hadis de şöyledir:
Allah'ın kitabını en iyi okuyanınız size imamlık etsin. Eğer bu hususta eşit olan (birden fazla kimse) olursa, Rasûlullah'ın sünnetini en iyi bilen imam olsun. Bu hususta da eşit olurlarsa ilk hicret eden imam olsun. Bu hususta da eşit olurlarsa en yaşlısı imam olsun. (Ebu Dâvud)
Mâlîk b. Huveyris şöyle anlatıyor: "Bir arkadaşımla beraber Hz. Peygamber'e gelmiştik. (Memleketimize) döneceğimiz zaman Rasû-lullah bize şöyle buyurdu:
Namaz vakti olunca ezan okuyup kamet getiriniz. Fakat en büyüğünüz imam olsun. (Ebu Dâvud)
Bu, imamlığın yüksek mevkiini göstermektedir.
Bunun içindir ki ilim adamları, faziletli kimselerin imam olmaya daha çok lâyık olduğunu söylemişlerdir.
Fıkıh âlimleri imamda bulunması gereken özellikleri teker teker tesbit etmişlerdir ki bu da imamlığın şanının yüceliğini göstermektedir. İmam olacak kimsede şu özellikler bulunmalıdır:
* Allah'ın kitabını en güzel şekilde okumak,
* Namazın bozulup, sahih olma hükümlerini iyi bilmek,
* Başkalarından daha çok Allah korkusuyla hareket etmek,
* Şüpheli şeylerden en çok kaçınmak,
* En güzel ahlâka sahip olmak;
* Giysisi temiz olmak.
Hz. Peygamber'den şu hadis de rivayet edilmiştir:
İmam kefil, müezzin emanetçidir. Allah imamları doğruya yöneltsin. Müezzinleri de bağışlasın. (Ebu Dâvud)
Şimdi hadisi biraz açalım: imam kefildir yani, cemaatin namazını tamamlamaya kefildir. O halde namazı en mükemmel şekilde kılmaya, kıldırmaya özen göstermelidir. Onun namazının mükemmel olması, cemaatin namazının da mükemmel olması demektir. Cemaate verilecek sevap kadar imama da sevap verilir.
Müezzin emanetçidir. Yani, insanlar ibadetlerinin vakitlerini müezzine emanet ederler. O halde müezzin çok dikkatli olmalıdır. Nitekim şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
Müslümanlar iki şeyini müezzinlerin boynuna bağlamışlardır. Namaz ve oruç. (İbn Mâce)
Allah imamları doğruya yöneltsin.
Yani, Allah imamları en güzel örnek olacak yola yöneltsin.
Müezzinleri de bağışlasın. Yani, müezzin vakitlerde kusur edebilir. Allah (c.c) kusurlarını bağışlasın, demektir.
Alimler; "İmamlar için doğruya yönelme, müezzinler için bağışlanma duasının edilmiş olması, imamlığın mevkiinin daha büyük olduğunu gösterir" demişlerdi.
Fakat bu konudaki tek esas, yapılan görevin ihlaslı ve mükemmel olmasıdır.
SORU: Caminin varlık sebebi namaz, itikâf, zikir, teşbih ve benzeri ibadetlerdir.
CEVAP: Caminin kapısı herkese açıktır. Orada kimisi namaz kılır, kimisi zikir yapar, kimisi teşbih çeker, kimisi Kur'an okur, kimisi de hadis, fıkıh veya diğer ilimleri mütala eder.
Bir kimse camide yüksek sesle -bağırarak- namaz kılsa veya okusa, gürültü ve karışıklık meydana gelir. Bu durumda orada namaz kılan veya kendine göre ibadetini yapan kimse kendisini ibadete veremez.
Bunun içindir ki âlimler şöyle demişlerdir: Eğer camide namaz kılmakta olan birini şaşırtacaksa camide yüksek sesle teşbih ve zikir çekmek haramdır. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Başkasına zarar vermek yoktur. Zarara uğramak da yoktur. (İbn Mâce)
Şüphe yok ki namaz kılan kimseyi şaşırtmak ve rahatsız etmek ona zarar vermektir.
Nitekim namaz bitince yapılan zikirin (ve teşbihin) gizli yapılması uygun görülmüştür. Şu kadar ki eğer namazdan sonra dua okuyan imam olur, okuduğu duayı insanlara öğretmek de isterse ihtiyaç kadar sesini yükseltebilir. Daha sonra sesini gene alçaltarak gizli okumaya devam eder. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber namazlardan sonra duyulacak bir sesle şu duayı okurmuş:
Lâ ilahe illalahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehul hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr. Velâ havle velâ kuvvte illâ billâh. Velâna'büdü illâ iyyâh. Lehü ni'metü ve lehûl fazlü ve Le-hüssenâ'ül hasen. Lâ ilahe illallah muhlisine lehuddîn.Velev keri-hel kâfirûn.[6]
İlim adamları bu hadise şu yorumu getiriyorlar: Hz. Peygamber bu duayı, insanlara öğretmek için yüksek sesle okumuştur.
İlim adamları bu konuda şu ayeti de delil gösteriyorlar:
Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma. İki-siniti arası bir yol tut. (îsra/110)
İlim adamları ayette geçen salât kelimesinin dua anlamında olduğunu söylüyorlar. Ayet bağırarak dua edilmemesini istediği gibi çok alçak sesle de dua edilmesini istemiyor. Zira çok kısık sesle yapılan duayı insanın kendisi de duyamaz. Bu ayetin böyle yorumlanması Buharı ve Müslim'de de geçmektedir.
Cami imamının namazlardan önce ve sonra yüksek sesle camide zikir yapanları bundan menetmesi lazımdır. Zira bu başkalarının zihnini karıştırıp namazda veya duada şaşırmalarına yol açar. İlim adamları der ki: Hacdaki telbiye dışındaki diğer zikir (ve dua)lann hafif sesle yapılması sünnettir.
Bazı fıkıh kaynaklarında Hz. Peygamber'in: "Birbirinize karşı yüksek sesle Kur'an okumayın" buyurduğu söylenmektedir. (Bkz. İmam Mâlik, Muvatta)
Şaşırtmaya yol açıyorsa yüksek sesle Kur'an okumak bile yasaklanmış olunca, cami içinde yüksek sesle teşbih (ve zikir) haydi haydi yasak olur?
Saîd (bir gün) adamına 'Git şu namaz kılan adama "Ya sessizce okumasını veya camiden çıkmasını' söyle dedi." Ancak Saîd'in adamı bunu söyleyemedi. Çünkü namaz kılan zamanın halifesi idi. Saîd isteğinde ısrar etti. Sonuçta halife çıkıp gitti.
SORU: Bir imam, camide grup halinde Kur'an okumaya engel oluyor. Oysa cami cemaatinden ve gençlerden bir grup camide Kur'an okuyup öğrenmek ve Kur'an ezberlemek istiyor. Bunlara engel olunursa Kur'an ihmale uğrayacaktır. Bu kimseler camide Kur'an okusalar günaha girerler mi?
CEVAP: Camiler namaz kılmak için yapılmıştır. Namaz ise kul ile Allah arasında bir yalvarış, gizli bir konuşmadır. Bunun için sessiz ve aklı karıştırmayan bir ortam gereklidir. Bunun içindir ki şöyle buyu-rulmuştur:
Namaz kılan kimse rabbine yalvarıyor, O'nunla gizlice konuşuyor demektir. Rabbinize ne için yalvardığınıza dikkat edin! Birbirinize karşı yüksek sesle Kur'an okumayın! (Mâlik, Muvatta)
Nitekim camide yapılan ibadetlerden biri de itikâftır.
Rivayet olunuyor ki Hz. Peygamber mescidde itikaf yapıyormuş. İnsanların yüksek sesle Kur'an okuduklarını işitince (bulunduğu yerdeki) perdeyi açarak şöyle buyurmuş: "Dikkat edin hepiniz rabbinize yalvarıp yakalıyorsunuz. Birbirinize karşı yüksek sesle Kur'an okuyarak, birbirinizi rahatsız etmeyiniz! (Ebu Dâvud)
Medhaî isimli kitapta Rasûlullah'ın (s.a) Hz. Ali'ye şöyle dediği söyleniyor:
Ey Ali! Kur'an okurken ve dua ederken insanların namaz kıldığı yerde (isen) yüksek sesle okuma. Zira bu onların namazlarını karıştırır.
Bunun içindir ki fıkıh âlimleri camide veya başka yerde yüksek sesle Kur'an okumanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. (Eğer yüksek sesle okumak gürültüye ve başkalarının huzursuzluk duymasına sebep oluyorsa,) camiyi gürültüden korumak lazımdır. Hatta bazı fıkıh âlimleri camide namaz kılanların zihnini karıştırıyor ve onlara rahatsızlık veriyorsa yüksek sesle okumanın haram olduğunu söylemişlerdir.
Evet, Hz. Peygamber'den Kur'an okumayı teşvik eden rivayetler gelmiştir:
"Kim cuma günü Kehf suresini okursa, onun için iki cuma arası bir nur ile aydınlatılır" hadisi gibi. (Münzirî, Tergib)
Fakat âlimler bu konuda şöyle demişlerdir: Bu (sureyi) okumak camide namaz kılanı şaşırtmayacak şekilde olursa sünnettir.
Buna göre denebilir ki caminin imamının, yüksek sesle okunan Kur'an, orada namaz kılanların zihnini karıştırıyorsa, veya Kur'an okuma edep veya sünnetlerine uyulmuyorsa, bunlara engel olma hakkı vardır. Zira imamın bu yaptığı, dinde hoş olmayan bir şeye engel olmaktır.
Fakat Dûrru'l-Muhtar isimli kitapta deniyor ki:
Camide bağırmak, yüksek sesle konuşmak, dinî bilgiler öğrenenlerin dışındakilere haramdır.
Bu noktadan hareketle, camide Kur'an öğrenirken sesi yükseltmeye bir engel yoktur, demek mümkündür. Fakat bu durumda Kur'an Öğrenenlerin camide namaz kılınmayan, cemaatin bulunmadığı bir vakti seçmeleri gerekir. Böylece insanları rahatsız etmekten kurtulurlar. Eğer camide cemaat varsa, Kur'an okuma işini cemaatin veya namaz kılanların uzağında bir köşede yapmaları gerekir.
Bu Kur'an öğrenme işi camiye bitişik veya yakın, fakat ayrı bir mekânda olursa daha güzel olur? Böylece müslümanlar bir yandan camiye saygı göstermiş olurlar. Öte tarafdan da Kur'an'ın öğrenilip ezberlenmesine hizmet etmiş olurlar. Müslümanlar birbirlerine anlayış göstererek bu yardımlaşmayı -Allah'ın izniyle- gerçekleştirirler.
SORU: Arkasında, sağında ve solunda içlerinde oturulan evler bulunan bir caminin, cemaate yeterli olmadığı için genişletilmesi istenmektedir. Caminin önünde ise cami adına vakfedilmiş bir arazi var. Fakat şimdiki hali ile bir işe yaramıyor. Bu araziyi mevcut camiye katarak, camiyi yeterli olacak derecede genişletmek caiz midir?
CEVAP: İslâmiyet insanların toplanıp cemaat olmaları ve Allah'a ibadet etmeleri için cami yapımını teşvik etmiştir. Kur'an'da şöyle bu-yuruluyor:
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazını dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. (Tevbe/18)
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Kim Allah rızasını gözeterek bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptırır. (Münzirî, Tergib)
Semüre b. Cündüb diyor ki: "Allah'ın Rasûlü bize memleketimizde bir cami edinmemizi ve bu camiyi temiz tutmamızı emretti."
Her mahalle ve bölge halkının bulunduğu yerde bir cami edinmesi meşrudur. Çünkü böylece o yer halkının namazlarını orada topluca kılmaları mümkün olur.
Bazı bilginler, eğer topluma bir zararı yoksa ve ihtiyaç da varsa yol üzerine dahi cami yapılmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.
Demek oluyor ki cami yapmaktan maksat, namaz kılacak yerin, namaz kılacaklara yetecek oranda hazır edilmesidir.
Devlet adamı olsun, halk olsun, bir cami yaptırdıkları zaman, bina tamamlanıp orada namaz kılınmasına izin verildikten sonra insanlar oraya girip, velev ki bir kere olsun namaz kıldılarmı artık orası İslâmî Ölçülere göre vakıf olur. Müslümanların mülkü haline gelir. Oraya girmeye kimsenin engel olması caiz olmaz. Orası cami olarak kaldıkça oraya hiçbir kimsenin mal olarak sahiplenmesi caiz olmaz. Orası ibadet etmeye elverişli oldukça hüküm böyledir.
Fıkıh âlimleri, caminin dar gelmesi halinde, genişletilmesi kimseye zarar vermeyecekse caminin genişletilmesinin caiz olduğunu bildirmişlerdir. Eğer caminin yanında şahıs malı varsa kıymeti verilerek satın alınır. Eğer şahıs satmazsa kamu adına istimlak edilerek satın alınma yoluna gidilir. Caminin bitişiği vakıf arazisi ise mahkemenin izni ile camiye katılarak caminin genişletilmesi caizdir. Cami için vakfedilmiş vakfın gelirinden rüzgar tarafına siperlik, güneş tarafına gölgelik yaptırmak caizdir.
Cemaate dar gelen camiyi olduğu yerde genişletmek imkansız hale gelmiş ve oradan herhangi bir sebeple istifade etmek güçleşmiş ise satılması caiz olur. Elde edilen para ve benzeri gelirler bir camiye sar-fedilir. Cami olarak yapılan bina(nın planın)da değişiklik yapılabilir. Yeter ki toplumun yaran bunu gerektirsin. Nitekim cami olarak yapılan binanın inşaatının yıkılıp yeniden yapılması da caizdir. Bu görüşleri ileri sürenler Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadisi delil olarak ileri sürmektedirler: Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Cahiliye dönemine yakın olmaları nedeniyle insanların (inanç yönünden) zarar görmeleri sözkonusu olmasaydı, Kabe'nin yıkılmasını emrederdim. Kabe'yi yıkar, daha önce Kabe'den olduğu halde (yıkıldığı zamanlar yapılan tamirler sırasında) çıkarılan (kısımları), Kabe'ye dahil ederdim. Binayı iyice temele oturtur, bir doğu, bir batı tarafına olmak üzere iki kapı koyar onu Hz. İbrahim'in ilk attığı temel üzerine yerleştirirdim. (Tirmizî ve Neseî)
Bundan anhşılıyor ki soruda sözü edilen mescidin cami adına vakfedilen araziden yararlanarak genişletilmesi mümkündür. Şu kadar ki caminin olduğu yerdeki din işlerinden sorumlu yetkililerden izin alınması gereklidir. Şayet camiye bitişik vakıf yeri olmazsa camiye bitişik arsa ve mekânlardan yararlanarak cami gene genişletilir. Bu durumda arsa ve mekânların sahiplerine mülklerinin bedeli ödenir.
SORU: Akıl-baliğ olan erkeklerin sayısı seksen kişi olan bir köyde iki kabile bulunuyor. Köyde kırk kişiye yetecek bir cami var. Zaman zaman çevreden gelenlere cami yetmiyor. Köydeki kabilelerden birisi, köy halkına yetecek büyüklükte bir cami yaptırmak istiyor. Bu davranış iki kabile arasında bir rekabete sebep oldu. Bu takdirde camilerden her birinde otuz kişiden fazla namaz kılmıyor. Her iki camide kılınan namaz sahih midir? Yoksa sadece birinde kılınan mı geçerlidir?
CEVAP: İslâmiye iki değerli hedefi gerçekleştirmek için gelmiştir. Bunlardan birisi inanç birliği, diğeri inananların birliği ve beraberliğidir. Cemaatle namazın emredilmesinin sebeplerinden biri de insanları birleştirmek, kalpleri ve gönülleri kaynaştırmaktır. Bir ihtiyaç yok iken cemaatin iki veya daha çok parçaya bölünmesi dağılmayı ve parçalanmayı getirir. Bunda birlik ve beraberlik yoktur.
Bu bakımdan fıkıh âlimleri bir yerde ihtiyaca yetecek kadar caminin yapılmasının gerektiğini söylemişlerdir. Birden fazlasına ihtiyaç yok iken cami yapılması uygun olmaz. Çünkü bu cemaati böler, insanların birliğini parçalar. Gene fıkıh âlimleri birincinin dar gelmesi gibi bir sebep yok iken, ikinci bir caminin yapılmasının haram olduğunu ifade etmişlerdir.
Alimlerin bildirdiğine göre, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisi sırasıyle şunlardır: Mescid-i Haram (yani Kabe), sonra Medine'deki Peygamber'in mescidi, sonra Kudüs'teki Mescid'ul-Aksâ.
Bunlardan sonra en faziletli mescid, tarih olarak en eksi olan mes-ciddir. İkisi de aynı tarihte yapılanlardan insanlara en yakın olanı en fa-ziletlisidir. Bir kimseye ikisi de aynı yakınlıkta iki cami olsa bunların cemaati çok olanı daha faziletlidir.
Müslümanların her yerde korumaya titizlik göstermeleri gereken Şey birlik, kardeşlik ve sevgi ruhudur. Çünkü müslümanlann dini bir, kitapları bir, yöneldikleri kıble bir, ibadet ettikleri Allah bir, uydukları
Peygamber birdir. Herhangi bir cami veya namaz meselesi müslüman-lar arasında çatışma sebebi olmamalıdır.
Müslümanların yaşamakta olduğu köy küçük olup, namaz kılanların hepsinin bir camide toplanması kolay ise, faziletli olan namazın bir yerde toplanarak kılınmasıdır. Eğer tek bir yerde toplanmakta zorluk varsa, köyde bulunan iki camiden kolay olanına gitmekte bir sakınca yotur. Bu durumda her iki mescitte de namaz kılmak caiz olur. Fakat bu iki mescidden birine "filan kabilenin mescidi" diğerine de "filan kabilenin mescidi" demek caiz değildir.
Çünkü böyle davranmak tek bir dinin, aynı şeye inanan evlatları arasında kavga ve çekişmeyi kışkırtır. Oysa Cenab-ı Hak: "Mescidler muhakkak Allah içindir. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarma-yın"(Cin/18) buyuruyor.
İslâmiyet inançta ve Allah için kardeşlikte beraber olan müslü-manlardan, ayrılık ve çekişmeden kaçınmalarını istiyor. Çünkü müslü-manların rabbi: "Müslümanlar ancak kardeştir" (Hucurat/10) buyuruyor. Müslümanlar devamlı bunu hatırlasınlar.
SORU: Ahşap bir cami yıkılıp, yerine yeni tarzda bir cami yapıldığında yıkılan caminin enkazı, odun veya kerestesi okul yapımı için alınabilir mi?
CEVAP: Cami Allah'ın evidir. Cin/18, ayette mescidlerin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir. Bu itibarla İslâm'da cami, namaz kılıp, ibadet etmek üzere vakıf bir binadır. Böyle bir bina her şeyden önce Allah'ın mülküdür.
Fıkıh bilginlerinin bildirdiğine göre vakıf özelliği olan bir bina yıkılırsa ve malzemeleri kullanılmaz duruma gelirse, gene vakfın işlerinde kullanılır. Yıkılan binanın taşları, zifti, kerestesi, tuğlası için bu işlem yapılır. Çünkü yıkımla vakıf sona ermemeli, sonsuza kadar vakıf hizmetinde olmaya devam etmelidir. Yıkımdan ve yeni bir cami yapıldıktan sonra vakıf bu enkaza ihtiyaç duymuyorsa, ihtiyaç olacağı zamana kadar, koruma altına alınıp saklanmalıdır. Çünkü vakıf binası, yakın vaya uzak bir gelecekte tamire ihtiyaç duyacaktır. İşte ihtiyaç duyulduğunda elde edilme zorluğunu bertaraf etmek için bu malzeme saklanır.
Sağlıklı bir şekilde korunamayacak ve dolayısıyle bu malzemeden faydalanılamayacak ise satılır. Elde edilen para gene vakfın işlerine sarfedilir.
İslâm'da vakıf, belirli birşeyi, belirli bir özellikle hapsetmek (bir iş için saklamaktır. Bir başka deyişle birşeyin mülkiyetinin el değiştirmesi, yani vakfedilen şeyin insanın mülkü olmaktan çıkıp Allah'ın mülkü olması, faydasının; (gelirinin ve kullanılmasının) kullara ait olmasıdır. Bunun içindir ki vakfedilen mal, sahibinin olmaktan çıkar, artık sadece Allah'ın olur. Alınma ve satılmadan azade olur. Bu onun sağlayacağı faydanın devamlı, vakıf özelliğindeki maksadın sürekli olması içindir. Yukarda da söylendiği gibi cami, inşaatının tamamlanıp, namaz kılınmaya başlanması ile vakıf hâle gelir.
Bununla beraber İbn Teymiye'den camideki ağaçların satışının caiz olduğu görüşü rivayet edilmiştir. Satıştan elde edilen para, yararı olup ihtiyaç duyulan şeye sarfedilir.
Gene Ibn Teymiye'den rivayet edildiğine göre vakfı yöneten kişi vakfın durumunu değiştirip, daha iyi bir durumda çalıştırmaya karar verebilir. Nitekim Hulefâ-i Râşidin Mekke ve Medine mescidlerinde gerekli değişiklikleri yapmışlardır. Hz. Ömer'in (r.a) Küfe camiini bir yerden, başka bir yere taşıdığı rivayet edilmiştir.
Bu naklettiklerimizden anlaşılıyor ki soruda sözü edilen cami yi-Kıup, yenisi yapıldığında, enkazına ihtiyaç yoksa, saklaması da kolaysa koruma altına alınır. Caminin faydasına veya gereken yerine kullanılmasına özen gösterilir. Korunması kolay değilse, imkân ölçüsünde satılır. Parası gene bu cami için sarfedilir. Nasıl olsa gelecekte tamir ve benzeri ihtiyaçları olacaktır.
Yeni yapılan caminin bu eşyalara ve parasına ihtiyacı yok ise, öte yanda dinî eğitim yapacak bir okul yapılıyorsa, yapılan okul da camiye tâbi bir bina halinde ise, yıkılan camiden çıkan enkaz veya enkazın parasını buraya sarfetmek caizdir. Muvaffakiyet Allah'tandır.
SORU: Bir iş yapmak istediğinde Kur'an'ı rastgele açıp rahmet (ve müjde) ayeti ile karşılaşırsa yapmak istediği işe başlayan, azap ayetiy-le karşılaşırsa o işi yapmaktan vazgeçen kişi hakkında İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: Bu meselede ilim adamları görüş ayrılığı içindedir. Pek çoğu bunu yasaklamıştır. Çünkü böyle bir uygulama insanda çelişkilerle dolu bir çalkantıya kapı açar.
İstihare yapmak, Öyle davranmaktan daha faziletlidir. İstiharenin meşru olan bir namazı vardır. Fıkıh ve hadis kitapları buna istihare namazı adı verirler. İstihare hayırlıyı aramak, demektir. Buna göre bu namazın anlamı "iki şeyden en hayırlısını aramak için kılınan namaz"dır.
İlim adamlarının bildirdiğine göre haram olmayan her mühim işte -evlenmek, ticaret, yolculuğa çıkmak gibi- istihareye başvurulması müstehabtır. Yapılması emredilmiş farz olan işlerde istihare yapılmaz. Çünkü o işi yapmak görevdir. Farz olan konularda hayırlı mı, değil mi gibi düşünce sözkonusu olamaz Haram işlerde de istihare yapılmaz. Çünkü yapılması zâten haramdır.
Bu namazla ilgili rivayet Hz. Câbir'den gelmiştir. Câbir (r.a) diyor ki:
Hz. Peygamber, Kur'an'dan bir sure öğretir gibi istihareyi öğretirdi. O şöyle buyururdu: Sizden biriniz bir iş yapmak istediği zaman iki rekat nafile namaz kılsın. Sonra şöyle desin: "Allahım! Ben senin bilgin sayesinde senden hayırlısını istiyorum. Senin kudretin sayesinde kudret(li olmak) istiyorum. Çünkü sen güçlüsün, ben değilim. Sen biliyorsun, ben bilmiyorum. Sen yoklukta olanları (bile) en iyi bilensin.
Allahım! Eğer şu işim (burada yapmak istediği şeyin adını söyler) benim dinim ve dünyam hakında hayırlı ise onu bana takdir et ve kolay kıl. Daha sonra da onu bana mübarek eyle. Eğer şu işim benim dinim ve dünyam hakkında şer ise, onu benden; beni ondan uzaklaştır. Hakkımda nerede olursa olsun hayırlı olanı takdir eyle. Beni de on(un sonucun)dan hoşnut eyle.
Ravi şöyle devam ediyor: Bunu dedikten sonra ihtiyacı ne ise onu söyler. (Buharî ve Tirmizî)
SORU: Bir kimse radyoda Kur'an okunurken namaz kılsa namazı kabul olur mu? Veya kişinin namaz kıldığı yerde Kur'an okuynuyorsa namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Kur'an okunurken bilerek, kasıtlı olarak Kur'an'dan yüz çevirmek çok kötü bir davranıştır. Bir müslümanın böyle birşey yapması düşünülemez.
Allah Teâlâ "Kur'an okunduğu zaman, kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasımz" (A'raf/204) buyuruyor.
Bu ayet Kur'an okunduğu zaman dinlemenin farz olduğunu göstermektedir.
Gerçi âlimlerden bir kısmı bu hükmün namazda iken okunan Kur'an'a ve hutbeye ait olduğunu söylemiştir. Bazıları ise bu emrin, dinlemeyi farz kılmadığını fakat dinlemenin mendub olduğunu söylemişlerdir.
Menâr Tefsiri'nde şunlar söylenmiştir:
Ibn Münzir 'Namaz ve hutbe dışında Kur'an okunduğu zaman dinlemenin farz olmadığında icma (görüş birliği) vardır' demiştir. Çünkü Kur'an okunduğunu duyan kimseye her duyduğunda dinlemenin farz olmasında güçlük vardır. Zira ilmî çalışma yapanın çalışmasını, mahkemedeki hakimin mahkemeyi, alış veriş yapanların pazarlığı ve satışı, kısaca herkesin Kur'an okunduğu zaman işini bırakması gerekecektir.
İlim adamları Kur'an okumakta olan birinin, bir başka Kur'an okuyanı dinlemek için okumasını kesmemesi gerektiğini bildirmişlerdir. Zira bu iki kişiden her biri kendine göre ihtiyaç duyduğu ve faydalı gördüğü yeri okumaktadır. Kimi insan Kur'an dinlemekten zevk alıp duygulanır. Kimisi de okumaktan zevk alıp duygulanır. Kur'an okumakta olan birine onun sesinden yüksek bir dozda söz söylemek, konuşmak haramdır.
Sorunuzda söz konusu olan durumda radyoda Kur'an okunurken namaz kılmakta olan kişi eğer farz veya vacib bir namaz kılıyorsa namaz kılarken radyonun kapatılması gerekir. Çünkü bir taraftan -radyoda da olsa- Kur'an okunurken namaz kılmak, Kur'an'dan yüz çevirmek sayılır. Hem Kur'an dinler hem namaz kılar, ne sakıncası var denirse, buna şöyle cevap verilir: Bu kimse ne tam olarak kendisini namaza verebilir, ne de tam olarak Kur'an dinleyebilir. Zihni ikisi arasında gider gelir. Bir kimse farz namaz kılarken yanında Kur'an okuyan varsa yine durum aynıdır. Bu bakımdın Kur'an okumakta olan kimseden uzak bir yerde namaz kılınması gerekir. Eğer mümkün ise namazı bitince ayrıca Kur'an dinlemesi iyi olur.
Eğer kılınan namaz sünnet veya nafile bir namaz ise namazı bırakıp Kur'an'ı dinleyebilir. Eğer kendisi Kur'an okumasını bilen birisi veya yeteri kadar Kur'an'ı dinlemiş ise Kur'an dinlemeyi bırakıp namaz kılabilir. Bununla beraber Kur'an'dan yüz çeviriyormuş gibi bir duruma düşmemek için okuyucudan uzak bir yerde namaz kılması en iyisidir.
SORU: Kur'an okunurken kılman namaz sahih (geçerli) midir?
CEVAP: Kur'an Allah kelamdır. Kurtuluş yolunu gösteren ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir kitaptır. Onda dünya ve ahiret mutluluğunu ve selâmetini açıkça bildiren ayetler vardır. O me-cid olan Allah'ın sözü, hamîd olan Allah'ın indirdiği bir kitaptır.
Bu sebeptendir kî.onu okuyan veya dinleyen olsun; her müslüma-nın Kur'an'a saygı göstermesi, şanını yüce tutması ve sıcak bir ilgi göstermesi gerekir.
Hz. Peygamber bu noktaya şu sözleri ile dikkatimizi çekiyor:
Kalbinde Kur'an'dan birşey bulunmayan kimse harap bir ev gibidir. (Tirmizî ve Dârimî)
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
Kur'an okunduğu zaman, kulak verin dinleyin ki merhamet olu-nasınız. (A'raf/204)
Bunun içindir ki okunan Kur'an'ı, müslümanın sakin bir şekilde kendini vererek dinlemesi sünnettir. Fakat bir kimsenin kılması gereken bir namazı varsa, bulunduğu yerde başkası Kur'an okuyorsa, namaz kılmakla günahkâr olmaz. Kıldığı namaz sahihtir. Çünkü ibadeti ile gereği gibi meşgul olmuştur. Bu durumda Kur'an'ı dinlemeyip namaz kılmakla Kur'an'dan yüzçevirmiş de sayılmaz.
SORU: Günümüzde ulaşım imkânları gelişmiştir. İnsan eskiden se-ferî olmak için gitmesi gereken mesafeye günümüzde kısa bir zamanda gidebilmektedir. Eskiden yirmi saatte gidilebilen bir yere şimdilerde üç saatte varabiliyor. Günümüz şartlarındaki yolculuklarda seferîlik nasıl gerçekleşir, namaz nasıl kılınır?
CEVAP: Hanefî mezhebi kaynalarında dört rekatlı namazların iki-Şer rekat olarak kılınması için yolculuğun, normal yürüyüşle üç gün üç gecelik yol olması gerektiği bildirilmektedir.
Bu yürüyüş, deve yürüyüşü ve, düz yerde yaya yürüyüşüdür. Üç gün üç gece denmişse de geceleri yürümek şart değildir. Öğleyin güneşin dönme (zeval) vaktine kadar yürümek (bir gün için) yeterlidir. Çünkü bu süre, dinî yönden bir günün çoğu zeval vaktine kadar olan zamandır. Bizim yörelerimizde tan yerinin ağarmasından zeval vaktine kadarki zaman altı saat üç çeyrektir. Üç günlük sürede her gün bu kadar yürünürse toplam yirmi saat eder. Bu kadar saatte yüreyerek 80.5 km. yol gidilir. Burada muteber olan yürüme istirahatle birlikte dikkate alınmaktadır.
Bir kimse yaya yürüyüşle üç günde gidebileceği yere uçak veya tren gibi bir araçla kısa bir sürede varsa gene namazım seferî olarak kılar. Bu konuya Bahr ve Nihâye isimli eserlerde işaret edilmiştir.
Seferî iken namazların (farzının) kısaltılarak kılınması Kur'an, hadis ve icma ile sabittir. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyuruyor:
(Yolculukta farz namazların yarıya indirilerek kılınması) Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Allah'ın sadakasını (reddetmeyip) kabul ediniz. (Müslim ve Neseî)
Gene Hanefî mezhebine göre seferî durumda namazların (farzlarının) kısaltarak kılınması vacibtir. Hanefî fıkıh bilginleri: "Her yolculukta namazı kısaltarak kılmak vacibtir" demişlerdir. Bunun delili Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadistir:
Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştı. Hem sefer (yolculuk) halinde hem ikâmet halinde böyle idi. Seferî durumda ikişer rekat olarak kaldı. İkamet halinde ise, dört rekat olarak farz kılındı. (Buharı ve Müslim)
Buna göre yolculuk halinde namazı kısaltarak kılmak ruhsat (izin ve müsaade) değil, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görev (azimettir. Yolculuk halinde bir insan farz namazı iki rekat kılacağı yerde dört rekat kılarsa namazı sahih olmakla birlikte tahrimen mekruh olur. Çünkü iki rekatın sonunda namazı bitmiş idi. Selam verip namazı bitirmesi gerekirsen, selamı geciktirmesinden dolayı mekruh olmaktadır. İki rekatın üzerine kılınan iki rekat nafile bir namaz olur.
SORU: Sabah, akşam ve yatsı namazları sesli okunarak; öğle ve ikindi namazları gizli okumak suretiyle kılınıyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP: Özellikle cemaatle kılınan namazlarda imamın şu namazlarda sesli okuması vacibtir:
a. Sabah namazında,
b. Akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatında,
c. Cuma ve bayram namazlarında,
d. Ramazanlarda taravih ve teravihten sonra kılınan vitir namazında.
İmam öğle ve ikindi namazlarını kıldırırken açıktan okumaz.[7]
SORU: islâmiyet'te ilk cuma namazı ne zaman ve nerede kılınmıştır? İlk cumayı kıldıran imam kimdir? Cumanın hikmeti nedir?
CEVAP: Din'ul-Hâlis isimli eserde kaydedildiğine göre cuma namazı hicretin ilk yılında rebî'ul-evvel ayında farz kılınmıştır. Bir kaşka görüşe göre cuma namazı Mekke'de iken farz olmuş, fakat o sırada Ku-reyş'in eziyet ve tazyikinden dolayı Peygamber cumayı kılamamıştı.
Rivayetlere göre Mus'ab b. Umeyr önceden Medine'ye hicret etmişti. İlk cumayı kıldıran odur. Hz. Peygamber Mus'ab'a bir mektup yazarak şöyle buyurmuştur:
Selamdan sonra...
Yahudilerin cumartesi günü Zebur'u okumak için toplanmalarına bak. Kadınlarınızı ve çocuklarınızı da toplayarak cuma günü güneşin zeval vaktinden sonra Allah'a yakın olmak için iki rekat namaz kılınız.
Bundan anlışılıyor ki o sıralarda cuma namazı farz olmayıp nafile olarak kılınıyordu. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra farz kılındı.
Ebu Mes'ud el-Ensarî diyor ki: Medine'ye ilk hicret eden Mus'ab b. Umeyr1 dir. İlk cuma namazını kıldıran da odur. Mus'ab o sırada oni-ki kişiden ibaret olan müslümanlara Hz. Peygamber'in hicretinden Önce cuma namazını kıldırmıştır.
Bu rivayet zayıftır. Bundan daha sağlam bir rivayet ise şöyledir: İbn'ul Kayyım diyor ki:
Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden az bir süre önce İslâm'da ilk cuma kılınmıştır. Ebu Ümame Sa'd b. Zürare cuma namazını kıldırmıştır. O sırada müslümanların sayısı -Ka'b b. Mâlik'in oğlu Abdurrahmân'ın söylediğine göre- kırk kişiydi. Namazın kılındığı mekan Nakî'l-Hasamât denilen bir yerdi. Burası çukurca bir yer olup Medine yakınlarında bulunuyordu. İşte cumanın başlangıcı budur. Daha sonra Hz. Peygamber hicret esnasında Küba'ya gelerek Amr b. Avf oğullarının yurdunda konakladı. Pazartesi, salı, çarşamba günlerini burada geçirdi. Perşembe günü meşhur Küba mescidini yaptı. Cuma günü tekrar yola koyuldu. Öğle namazı sıralarında Salim b. Avf oğullarının yurduna varmıştı. Orada bulananlara Ranuna adı verilen vadide cuma namazını kıldırdı. İşte Medine'de kılınan ilk cuma budur. Bu Medine'deki caminin yapılmasından önce idi. Hz. Peygamber bu namazı kıldırdığında tarih, hicretin ilk yılı Rabî'ul evvel ayının onaltısıydı.
Cuma namazının farz kılınmasındaki hikmete gelince: Bundaki ana sebep müslümanların biraraya gelmesi ve birlik ruhunu oluşturmalarıdır. Bu birlik sayesinde sevgi ve kaynaşma yaygınlaşacaktır. Her hafta tekrarlanan hutbe aracılığı ile eğitim yayılacaktır. Ayrıca disiplin ve düzen ruhu da gelişecektir. Çünkü müslümanlar cumaya aynı anda ve belirli bir saatte gitmek durumundadırlar. Hutbeyi sessiz bir şekilde huşu içinde dinlemektedirler. Daha sonra imamın arkasında muntazam saflar halinde namazı kılarlar. Aslında İslâm her gün beş kere namazı farz kılmış, cemaatle kılman namazı tek başına kılınandan üstün saymıştır. Her hafta cuma, senede iki kez bayram, her yıl muazzam hâc toplantısı müslümanlar arasında uyum, kardeşlik ve yardımlışmayı gerçekleştirmektedir; Bu toplantı günlerinde problemler görüşülür, gerekiyorsa araştırmalar yapılır. Böylece birlik-beraberlik oluşur, durumları yücelir. Fazl u keremi ve nimetlerinden dolayı Allah'a hamd ü sena ederler.
SORU: Hanefî mezhebine göre cuma namazının farzından önce ve sonra kaç rekat sünnet kılınması gerekir?
CEVAP: Hanefî mezhebinde cumanın farzından önce dört rekat sünnet kılınır. Abdullah b. Ömer cumadan önce uzunca (sünnet) kılar, Hz. Peygamber'in de böyle yaptığını söylerdi.
Abdullah b. Abbas Hz. Peygamber'in, cumadan önce ara vermeden dört rekat namaz kıldığını rivayet etmiştir.
Cuma namazı öğle namazına kıyas edilmiş, aynen öğle namazında olduğu gibi dört rekat ilk sünnet kılınmıştır.
Cumanın farzından sonra da dört rekat namaz kılmak sünnettir. Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz cuma namazı(nın farzı)nı kıldıktan sora dört rekat (daha) kılsın. (İbn Mâce)
Alkame b. Kays, Abdullah b. Mes'ud'un cumanın farzından sonra dört rekat daha namaz kıldığını rivayet etmiştir.
Abdullah b. Abbas'ın rivayet ettiğine göre de Hz. Peygamber cumadan önce ve sonra bir selamla dörder rekat namaz kılardı. (Bkz. İbn Mâce)
Burada şunu göz önünde bulunduralım: Bu söylediklerimiz, sadece Hanefî mezhebine göredir.
SORU: Hapishanede bulunan kimseye cuma namazı kılmak farz mıdır?
CEVAP: Cuma namazı şehirde oturan, erkek, akıl-baliğ olmuş, sağlıklı ve hür kimseye farzdır.
Buradaki şehirden maksat, en büyük camisinin namaz kılanlara yetmediği yerdir. Hapishanede tutuklu bulunan kimse normalde şehirde yaşıyor sayılmız. O ancak tutuk evinde (şehrin ortasında bile olsa) şehirdeki hayattan uzakta tek basmadır. Öte yandan tam anlamı ile hür değildir. Kedisinde cumaya gitme imkân ve gücü yoktur.
Hanefî mezhebi kaynaklarından Durr'ul-Muhtâr isimli kitapta cumanın farz olmasının şartlarından birisi hapis olmamak şeklinde ifade edilmiştir.
Bu eseri şerheden İbn Abidîn haşiyesinde şunları söylüyor:
Şöyle demek daha uygun olurdu: Zulüm altında mahpus olan kimseye Cuma namazı farz değildir. Bu kimse borçlu fakir gibidir. Bu borçlu kimse bolluk elde edip, borcunu ödemeye gücü yeter hale gelirse kendisine cuma farz olur. Tutuklu kimse de cuma namazı kılmaya imkân bulur da, kılarsa namazı geçerli olur ve öğlenin farzı yerine geçer.
Kenz isimli kitapta da şöyle deniyor:
Tutuklu kimsenin, (şehirde) cuma namazı kılınmazdan önce ve sonra, -cumaya karşı çıkıyor durumuna düşeceği için öğle namazını cemaatle kılması tahrimen mekruhtur. Bu ifade, cumanın tutukluya farz olmadığını gösteriyor.
SORU: Cuma günü gerçekte uğursuz bir gün müdür? "Ayın son çarşambası uğursuz gündür" diye bir hadis var mıdır?
CEVAP: Cuma günü bereketli, mübarek ve İslâm dininde önemli yeri olan bir gündür. Hz. Peygamber, üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısının cuma günü olduğunu bildirmiştir. (Bkz. Ebu Dâvud)
Bîr hadiste Hz. Peygamber "Cuma gününde bir saat (vakit) vardır. O vakitte kul birşey isterse Allah mutlaka onu verir" buyurmuştur. Sahabe: O vakit ne zamandır? diye sorduğunda, Hz. Peygamber "Cuma namazının kılınmaya başladığı zaman ile bitişi arasındaki vakittir" buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Günlerin en faziletlisini uğursuz saymak ne tuhaf şeydir! Bunu
söyleyenler ne kötü hüküm veriyorlar!?
Çarşamba günü ile ilgili söylenen hadisin aslı yoktur. Hadis otoritelerinden İbn Receb "Bu hadis sahih değildir. Hadisin Hz. Peygam-ber'e kadar ulaştığı hususunda görüş birliği yoktur" diyor.
İmam Sehâvî de "Bu hadisteki rivayet yollarının hepsi zayıftır" diyor.
Kısacası uğursuzluk düşüncesinden hareketle çarşamba gününden Çekinmek -hele yıldıznamecilerin zan ve itikadı üzere olursa- haramdır. Çünkü günlerin hepsi Allah'ındır. Haddi zâtında günler, kendiliğinden ne fayda verir ne de zarar. Her hangi bir günün uğursuz olduğuna inanan olursa, o kimseyi uğursuzluk inancı kaplar. Bir kimse de Allah'tan başka hiç bir şeyin fayda ve zarar vermeyeceğine inanırsa ona hiç bir şey etki etmez.
Müfessir Alusı şöyle der:
Bütün günler eşittir. Çarşamba gününün diğerleri arasında bir hususiyeti yoktur. Her bir saat bir kimse için mutluluk getirirken, bir başkasını bahtsız edebilir. Tüm saatleri kapsayacak şekilde Allah Teâlâ iyiliği veya kötülüğü yaratmakta olduğuna göre O'nun yarattığı, bir kimseye ters düştüğü için uğursuz, uygun düştüğü için, (aynı an veya gün) bir başkasına göre hayırlı ve uğurlu olur. Bu husus kişilere göre değiştiği için, tüm günler insanına göre iyi de olabilir, kötü de olabilir.
Sanırım bu aktardıklarımız bu asılsız inancın reddi için yeterlidir.
SORU: Kur'an okurken sureleri birbirine karıştırarak (biraz birinden, biraz diğerinden) okumak caiz midir?
CEVAP: Kur'an okurken en iyisi sureleri birbirine karıştırmamaktır. Çünkü Kur'an'm günümüzdeki sıralaması Hz. Peygamber'den alınmadır.
İmam Zerkeşî'nin Burhan isimli eserinde zikrettiği üzere, en iyisi okuyucunun, üzerinde görüş birliği edilmiş ve günümüzdeki alışılmış düzeni (sırası) ile Kur'an'ı okumasıdır.
İbn Şirin şöyle der: "Kur'an'm sure ve ayetlerini Allah'ın düzenlemesi, sizin düzenlemenizden daha hayırlıdır."
Kadı Ebubekir, her bir sureden birer ayet alarak Kur'an'ı okumanın caiz olmadığı hususunda icma (görüş birliği) olduğunu bildirmektedir. Bir hadiste "Bir ayeti okumaya başladığında, onu bitir" buyurul-muştur. Yani, ayetin devamını oku, demektir.
SORU: Halkın sevmediği ve hoşlanmadığı kimsenin arkasında kılınan namazın hükmü nedir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri, bulunduğu belde halkının hoşnut olmadığı kimsenin imam olması hakkında uzun izahat yapmışlardır. Eğer hoşnutsuzluk dinî bir meseleden kaynaklanıyor ve kişisel bir yönü bulunmuyorsa, bu kimsenin imamlık yapması mekruh olur.
Eğer imamdan hoşnut olmayanlar sayıca az iseler, ilim ve fazilet erbabı kimselerden değil iseler durum yine böyledir.
Fakat, imamdan hoşlanmayanlar belde halkının çoğu veya hepsi, yahut ilim ve fazilet erbabı önder, uyulan kimse durumunda iseler, o kişinin, imamlık yapması haram olur. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
Kendisinden hoşlanmayan kimselere imamlık yapan kimseye Allah lanet etsin. (Buharî)
Halkın kendisinden hoşlanmadığı kimse, gücü yettikçe kendisini bu durumdan kurtarmaya çalışmalıdır. Şu kadar ki namaz kıldıran kimseden hoşlanmayanlar, günah ve bâtıl bir sebep nedeniyle imamdan hoşlanmıyorlarsa, imamın namaz kıldırmasında bir sakınca yoktur.
SORU: Bir kimse imamlık yapıyor. Fakat birtakım davranışlarla insanları saptırıyor. Meselâ: Hasta bir adama diyor ki: "Sana bir muska yazıp seni iyileştiririm. Kısır bir kadına: "Sana bir şeyler yazayım, çocuğun olur" diyor. Bir kimseye aşık olana: Seni sevdiğine kavuşturabi-ürim" diyor. Böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Namazda insanlara imam olan kimse, kendine uyanlara örnek olmalıdır.
Bunun içindir ki, fıkıh âlimleri, imam olmaya en lâyık olan kimsenin toplum içinde din hükümlerini en iyi bilen kimse olması gerektiğini bildirmişlerdir. Gene onların bildirdiğine göre sırası ile şu kimseler imam olmaya en lâyık olanlardır: Kur'an'ı en iyi okuyan, sonra şüpheli şeylerden en çok kaçınan, sonra en yaşlı olan, sonra güzel ahlâklı olandır.
İmam olan zâtın güzel ve doğru dürüst bir yaşantısı olmalıdır. Faziletli ve hidayet üzere olan bir kimse olmalıdır. Bir takım düşük davranışlardan uzak, güzel ahlâkla donanmış olmalıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Eğer namazlarınızın kabul olmasından hoşnut olursanız imamlarınız hayırlı kimseler olsun. Çünkü onlar sizinle rabbiniz arasında elçilerinizdir. (Dârekutnî)
Bir başka hadis de şöyledir:
İmamlarınızı hayırlı kimseler(den) yapınız. Çünkü onlar sizin Allah ile aranızda elçilerinizdir. (Zeylâî, Nasbu'r-Râye)
Fâsık kimsenin imamlık yapması tahrîmen mekruhtur. Fâsık, din konusunda aldırış etmeyen ve doğruluk sınırlarını aşan kimsenin imamlığa geçirilmesi, ona değer verip saygı göstermektir. Oysa o saygı gösterecek biri değildir. Bedâyi isimli eserinde Kâsâni İmâm Mâ-lik'in fasık kimsenin arkasında namaz kılmanın caiz olmadığını söylediğini ifade ediyor. ,
Muska ve büyü yoluyla insanları aldatıp sapıtmanın İslâmiyet'in makbul göreceği birşey olmadığında hiç şüphe yoktur. Bunu alışkanlık haline getiren kimse günahkâr ve isyankâk olur. Çoluk çocuğu veren, ancak Allah'tır, Allah'tan başka kısırlığı ortadan kaldıracak kimse yoktur. Bunu kudreti ile yapacak olan yalnızca Allah'tır. İşte Kur'an bu gerçeği bize şöyle ifade ediyor:
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir. Yahut onları, hem erkek hem kız olmak üzere çift verir dilediğini de kısır yapar. O, her şeyi bilendir. Her şeye gücü yetendir. (Şûra/49-50)
Kalpleri birbirine sevdiren de Allah'tır. Kalplere etki yapmaya Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. Bunun içindir ki Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur:
Ey kalpleri (evirip) çeviren Allahım! Kalbimi senin dinin üzerinde devamlı kıl.
Allah Teâlâ da Peygamber'ine şöyle buyuruyor:
O (Allah) seni, yardımıyla ve mü'minlerle destekleyendir. Ve onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların gönlünü birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü o mutlak galiptir, hikmet sahibidir. (Enfal/62-63)
Soruda ifade edilen şeyleri yapan, insanları aldatıp, saptıran ve onların paralarını bâtıl yollarla yiyen bir kimse, bu tür günahları işlemeye devam ettiği müddetçe imam olmaya ve imamlık makamına lâyık değildir.
Bir hastaya Kur'an'dan ayet okumaya gelince: Bu konuda şifa için Kur'an'dan ayetler okumanın meşru olduğunu bildiren hadisler vardır. Bunun için ücret almak da caizdir. Bununla beraber Hanefî âlimlerinden Prof. Şeltut şöyle diyor:
Hastalara okuma bir çeşit dua olarak yorumlanır. Fakat herhangi bir hastalığa ilaç olarak kabul edilmez. Hastalıkların ilacı Allah'ın yarattığı ilaç maddelerindedir.
SORU: Sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namaz kılmak niçin caiz değildir?
CEVAP: İmam-ı Azam'a göre ikindi ve sabah namazlarından sonra sünnet -ki nafile namazdır- kılmak mekruhtur. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu da aynı görüştedir. Bu husustaki delilleri şu hadistir:
Sabah namazından sonra, güneş doğ(up yükselinceye kadar; ikindi namazından sonra da güneş batmcaya kadar namaz yoktur. (Buharî ve Müslim)
Nitekim İmam Şevkâni Neyl-ul Evtar isimli eserinde şunları söylemektedir:
Bu vakitlerde namaz kılmaktan nehyedilmesinin hikmeti şudur: Sabah namazından sonra güneşin doğma zamanı yakındır. İkindi namazından sonra da güneşin batma zamanı yakındır. Bu iki vakitte namaz kılmanın mekruh olmasının sebebi, zahiren o saatlerde güneşe tapanlara benzemektir. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir. Eğer Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. (Fussilet/37)
Ayrıca bu konuda Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadis de delildir: Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a) namaz kılacak kimsenin güneşin doğma ve batma vaktini gözlemesini yasaklamıştır. Gözlemekten maksat namaz kılacak kimsenin, bekleyip bekleyip bu iki vakitte namaz kılmasıdır.
İbn Ömer şöyle diyor: Ben arkadaşlarımın nasıl namaz kıldığını gördümse, namazımı öyle kılarım. Hiç kimseyi gece veya gündüz vaktinde namaz kılmaktan menetmem. Şu kadar ki namaz için güneşin doğma ve batma vaktini gözlemeyin.
İşte bu iki vakitte namaz kılmanın yasaklanmasının sebebi budur.
SORU: Yatsı ve ikindi namazlarında camiye gittiğimizde farz başlamış ise ilk sünnetleri terkederek farza başlıyoruz. Farz kılındıktan sonra bu sünnetler kılınmıyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP: Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
Kamet getirildiği zaman farz namazdan başka namaz yoktur. (Ahmed b. Hanbel)
Demek oluyor ki cemaatle farz kılınmaya başlayınca namaz kılan kimse cemaata katılır. İlk sünneti kılmak için cemaatı bırakmaz. Farzdan önce ilk sünneti kılmak mümkün olmaz ise, artık farzdan sonra onu kılmaz.
Şu kadar ki (Hanefî mezhebinden başka mezheplerde) sabah namazının sünneti farzdan önce kılınmamış ise farzdan sonra kılınabilir. Kays b. Amr diyor ki:
Hz. Peygamber (namaz kıldırmak üzere bulunduğu yerden) çıktı. Bunun üzerine kamet getirildi. Ben de Peygamber'le birlikte sabah namazını (cemaatle) kıldım. Namazdan sonra Hz. Peygamber (cemaate) döndüğünde baktı ki ben namaz kılıyorum. Bunun üzerine "Yavaş ol Kays iki namaz mı kılıyorsun?" buyurdu. Ben "Ey Allah'ın Rasûlü! Sabah namazının sünnetini kılmamıştım da onu kılıyordum" dedim. Bunun üzerine efendimiz "Öyle ise bir sakınca yok" buyurdu.
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sabah namazının sünnetini kılamayan kimse onu güneş doğduK tan sonra kılsın. (Tirmizî)
Hanefî mezhebinde ise sabah namazının sünneti farzı ile beraber geçmedikçe kılınmaz. Fakat sabah namazı geçtiği ve o günün Öğle vaktine kadar kaza edildiği takdirde sünnetiyle birlikte kaza edilir. Tek başına sabahın sünneti ne güneş doğmazdan önce, ne de sonra kılınmaz. Zira sünnet namazlarda esas olan kaza edilmemektir. Ahmed b. Hanbel'den şöyle dediği rivayet ediliyor: Hz. Peygamber'den şu ikisi dışında hiç bir sünneti kaza ettiğine dair bize bilgi gelmemiştir. Bunlar sabah namazının sünneti ile öğlenin son sünnetidir.
Öğle namazının son sünnetinin kaza edilmesi Hz. Peygamber'e mahsus bir şeydir. Ümmü Seleme (r.a) şöyle rivayet ediyor:
Hz. Peygamber ikindi namazını kıldıktan sonra benim odama girdi ve iki rekat namaz kıldı. Ben "Ey Allah'ın Rasûlü! Hiç kılmadığın bir namaz kıldın, bu kıldığın nedir?" dedim. Peygamber (s.a) "Bana (Beyt'ul Mâl'e ait ganimet) mallarını getirdiler. Onlarla meşgul olurken öğle namazından sonra kıldığım iki rekatı kıla-mamıştım. Şimdi onu kıldım" buyurdu. Bunun üzerine ben "Öyle ise bu namazı biz de geçirirsek kaza edelim mi?" diye sordum. Rasûlullah "Hayır!" cevabı verdi. (Müslim)
Tahavi der ki: Hz. Peygamber öğleden sonra kılınan sünneti (kıla-mayıp) daha sonra bunu ikindinin arkasından kaza etmeyi yasaklamıştır. Böylece ikindinin farzından sonra başka nafile namazın da kılınamayacağı bu hadisten anlaşılmaktadır.
Bir de şunu söylemek mümkündür: Farzlardan önce kılınan sünnetler geçince farz kılınmış olacağı için, artık farza hazırlık diye birşey olmayacağından geçen sünnetler kaza edilmemektedir.
SORU: Camide bir şeyler yeyip içmek ve nikah kıymak caiz midir?
CEVAP: Camilerde asıl olan sadece ibadet ve Allah'ı zikretmektir. Bunun içindir ki camileri ibadete aykırı şeylerden korumak ve temiz tutmak gerekir. Fakat bazen caminin görevi cümlesinden olmak üzere cami içinde bazı şeyler yapılabilir.
Müntekâ'l-Ahbâr isimli eserde Abdullah b. Hâris'ten şöyle bir rivayete yer verilmektedir: "Biz Peygamber zamanında camide et ve ek-mek(ten oluşan yemekler) yerdik."
Bu rivayet camide bir şeyler yemenin caiz olduğunu gösteriyor. Bu hususta başka rivayetler de vardır.
Bilindiği üzere "Suffe ashabı" denilen bir topluluk -evleri ve aileleri bulunmadığı için Hz. Peygamber'in mescidinde kalıyorlardı. Burada insanların kalması, orada bir şeyler yeyip içmelerini gerekli kılmaktadır.
Rivayet olunduğuna göre bir esir camide bir yere bağlanmış, orada üç gün kalmıştı. Demek ki bu süre içinde o kişi camide yeme içme ihtiyacını karşılamıştı. Bir başka rivayette mescidde Sa'd b. Muaz'a ait bir çadır kurulmuş esir orada banndınlmıştı.
Bir diğer rivayete göre Sakîf kabilesinden gelen bir heyet mescidde ağırlanmış, orada yatıp kalkmıştı. Tabiî ki yeme içme ihtiyaçlarını da orada karşılamışlardı.
İmam Şevkâni Neyî'ul Evtar isimli kitabında, "Camide bir şeyler yeyip içmenin caiz olduğunu gösteren çok hadis vardır" diyor.
Buharî'nin bir rivayetine göre Bahreyn'den gelen mal için Hz. Peygamber "Onu camide yayıp dağıtınız" buyurup sonra bunu camide taksim etmiştir.
Camideki esas maksadın ibadet olduğu dikkate alınırsa, camide yapılacak şeyler, caminin ibadete elverişli olacak şekilde temiz tutulması şartına bağlıdır.
İhtiyaç olduğu zaman camide yeyip içmek caiz olduğuna göre, camide nikah kıymak da caiz olur. Zira bu işlem yeme içmeden daha basit bir şeydir. Şu kadar ki camide nikah kıyıldığı takdirde dine ve caminin saygınlığına ters düşecek birşey yapılmamasına dikkat edilmelidir.
SORU: Akşam namazı ile yatsı namazı arasındaki vakit ne kadardır?
CEVAP: Memleketimizde bu vakit bir saat yirmi dakikalık bir süredir. Bu süre mevsimlere göre ve insanın bulunduğu şehrin enlem boylam çizgisindeki yerine göre bir kaç dakika eksik olabileceği gibi fazla da olabilir.
SORU: Ramazan orucunu tuttuğu halde namaz kılmayan kimsenin tuttuğu oruç sahih (geçerli) olur mu?
CEVAP: İslâm dini müslümandan kendisine farz olan ibadetlerin hepsini yerine getirmesini ister. Böyle yaptığı takdirde Allah'ın vereceği sevaba hak kazanır, cezalandırılmaktan kurtulur. Şüphesiz, doğruluktan ayrılmayan iyi bir müslüman kendisine farz olan ibadetlerin hepsini yerine getirmek hususunda kendisini görevli sayar. Fakat yapılmayan her farzın hesabı ve yerine getirildiği zaman sevabı ayrı ayrıdır. Bu bakımdan, yaptığına karşılık sevap, yapmadığına mukabil günah kazanır.
Mesela bir insan orucunu tutup namaz kılmaz ise, oruç borcu üzerinden düşer, namaz sorumluluğu kalır. Namazını kılmamanın cezasını çeker.
Hiç şüphe yok ki namazını kılıp aynı zamanda orucunu da tutan kimsenin sevabı bunlardan birini yapıp, diğerini terkedene göre daha çoktur. Rabbinin emirlerini dosdoğru yerine getiren bir kimse Allah'ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmemekten dolayı mahcup olur.
Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir.
SORU: Vitir namazını kılarken niçin fazladan tekbir alıyoruz? Vitirde okunan Kunut duası nedir?
CEVAP: Namazda alınan tekbir, bir bölümden diğer bölüme geçişte, bölümleri birbirinden ayıran bir özelliğe sahiptir. Vitir namazının son rekatında yapılan kunut duası ile öncesinde yapılanların arasını ayırmak için tekbir alınır. Bu kunut duası İmam-ı Azam'a göre vacib-tir. Hz. Ali'nin, Abdullah b. Mesud'un ve Berâ b. Azib'in vitirde kunut tekbiri aldıkları rivayet edilmektedir. Ahmed b. Hanbel de riikûya gitmezden önce vitirde kunut duasına tekbir ile başlarmış. Bu rivayetleri Muhammed b. Nasr nakletmektedir.
Hanefî mezhebinde okunan kunut duası şöyledir:
Allahümme innâ nestaînüke ve nestağfiruke ve netûbü ileyk. Ve mü'minü bike ve nete vekkelü aleyk. Ve nüsnî aleykel hayra külle-hü neşkuruke veiâ nekfüruk. Ve nahfeu ve netrukü men yefcüruk.
Allahümme iyyâke na'büdü ve ileyke nes'â ve nahfidü nercû rah-meteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bil küffâri mülhık.
Diğer mezheplerde farklı kunut duaları vardır. Eğer bir kimse kunut duasını bilmiyorsa, bildiği ve dilediği duayı kunut duası yerine okur.
SORU: Birisi Hz. Peygamber'in vitir namazı kılmadığını söyledi, bu doğru mudur? Peygamber'in vitir kıldığı sabit midir?
CEVAP: Evet Hz. Peygamber vitir namazını kılmıştır. O bir hadisinde şöyle buyurur:
Vitir namazı haktır. Vitir namazını kılmayan benden değildir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Hz. Peygamber'in bu sözü üç kere söylediği bildirilmiştir.
Bir diğer hadisinde "Sabah (namazının vakti girme)den önce vitir namazını kılınız" buyurmuştur. (Müslim)
Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
Ey Kur'an ehli (müslümanlar!) Vitir namazı kılın. (Vitrin rekat sayısı tektir) Hz. Allah tek'tir. Tek olanı sever. (Ebu Dâvud)
Hz. Peygamber'in yapmadığı şeyi emretmesi düşünülemez.
Hanefî mezhebinde vitir namazı en azından sünnettir. Hatta Hanefî mezhebinde itimad edilen görüş vitrin vacib olduğudur.
Sünnet olduğunu dikkate alsak bile; sünnet Hz. Peygamber'in yaptığı şey olarak tarif edildiğine göre Hz. Peygamber de vitir namazı kıl-mışhr. Hz. Peygamber sünnet olan şeyi ümmetine farz kılmasa da, onun yapılmasını teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber'in binek üzerinde iken nafile namaz kıldığı sahih bir şekilde rivayet edilmiştir. Rasûlullah böyle bir durumda vitir kılmak isterse, bineğinden iner vitir namazını yerde kılardı. Bu, Hz. Peygamber'in vitri kıldığını gösterdiği gibi, vitre diğer nafile namazlardan daha çok önem verdiğini de gösterir.
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre tabiînden Mesruk Hz. Aişe'ye "Peygamber (s.a) vitir namazını ne zaman kılardı?" diye sorduğunda, Hz. Aişe şu cevabı verdi: "Hz. Peygamber gecenin ilk vakitlerinde, gece yansı ve gecenin sonunda olmak üzere bu vakitlerin hepsinde vitir kılmıştır. Onun vitri şafak atmazdan önce biterdi." (Buharî)
Yine biri Hz. Aişe'ye "Hz. Peygamber vitir namazında ne okurdu?" diye sormuş. Hz. Aişe bu soruya şöyle cevap vermiş: "Birinci rekatta Sebbih-A'lâ, ikincisinde Kâfirim, üçüncü rekatta İhlas, Felak ve Nas surelerini okurdu." (Neseî)
Bu rivayetler Hz. Peygamber'in vitir namazı kıldığını göstermektedir.
SORU: Kur'an'ın Farsça veya Türkçe tercümesini okumak suretiyle namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Kur'an Allah tarafından Arabça olarak indirilmiştir. Kur'an'da bu hususta ayetler vardır:
Anlayasıniz diye biz onu Arabça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf/2)
(Bu Kur'an) bilen bir kavim için âyetleri açıklanmış, Arabça okunan bir kitaptır. (Fussilet/3)
Müslümana vacib olan namazını kılarken Allah'ın indirdiği şekliyle Kur'an okumaktır. Eğer Arabça okumayı bilmiyorsa, öğrenmesi lâzımdır. Fatiha ve kısa surelerden bazılarını namaz kılacak kadar ezberlemesi gerekir.
Hiç bir şekilde öğrenme imkânı yok ise Arabça olmayan bir dil ile Kur'an'dan parçalar okuyarak namaz kılmak caiz olur. Fakat bu, zorunluluk ile sınırlıdır. Kur'an'ı orjinalinden okumayı öğrenme imkânı olduğu zaman tercüme ile namaz kılmak caiz olmaz.
SORU: Radyoda içinde secde ayeti olan bir bölüm okunduğu zaman, bunu duyan kimsenin secde etmesi gerekir mi?
CEVAP: Hanefî mezhebinde Kur'an'daki secde ayetlerinden birini okuyan kimseye secde etmek vacibtir. Bu hem okuyan hem işiten için geçerlidir. Secde ayetini işiten kişinin secde etmesi vacibtir.
işitmek, dinleyenin okunana kendisini vererek susması ile gerçekleşir. Bu radyo veya plaktan da olur. Bundan dolayıdır ki Hanefî mezhebi âlimleri işitme radyodan da teypten de olsa secdenin vacib olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Kur'an'ı okuyanla dinleyen arasında ağaç, cam, hoparlör gibi bir engel olması durumu değiştirmez. Her hangi bir yol ile secde ayetini duyan kimseye secde etmek vacib olur.
SORU: Radyodan naklen cuma namazının kılınışının verildiğini duyan kimsenin, radyodan cuma namazını kıldıran imama uyarak namaz kılması caiz olur mu?
CEVAP: Hanefî mezhebine göre birtakım şartlar bulunmadıkça imama uyan kimsenin namazı sahih olmaz. Bu şartlardan bazıları şunlardır:
a. İmamla ona uyanın arası araba geçecek genişlikte yol gibi bir şeyle aralanmış olmamalıdır,
b. İmamla ona uyan arasında kayık geçecek kadar aralık bulunmamalıdır,
c. İmamla ona uyan arasında geniş bir açıklık olmamalıdır.
Bu genişliğin miktarı kırk zira (2720 cm.) ile atmış zira (4080 cm.) arasında bir uzunluk olarak belirlenmiştir.
d. imamla ona uyan kimse aynı mekanda bulunmalıdır.
Bunlardan anlaşılıyor ki radyodan namaz kılınmakta olduğunu işiten kimsenin, imama uyarak namaz kılması caiz değildir.
Çünkü bu durumda imamla cemaat arasında çok uzaklık vardır.
Zira cematle namaz kılmak, bir araya gelip toplanmayı temin etmek için meşru kılınmıştır. İnsanlar, radyoda kılınan namazı işitip onun imamına uyarlarsa, özellikle cuma namazmdaki toplanma ve İslâm'ın hedefi olan cemaat ortadan kalkar. Böylece insanların dayanışma ve kaynaşma sağlamaları mümkün olmaz.
Ayrıca radyodan imama uyma durumunda, imama uyuş güvenli ve garanti değildir. Zira, radyo bozulabilir. Elektrik kesintisi olabilir.
Bütün bunlar dikkate alındığında radyodan işitilerek kıldırılmakta olan namazdaki imama uymanın caiz olmadığı anlaşılır.
SORU: Bazı kitaplarda recep namazı adında bir namazdan söz edildiğini gördüm. Recep ayının ilk perşembe akşamında bu namazın kılınması öngörülüyor. Bu namazın dindeki yeri nedir? Böyle bir namazı kılmak doğu mudur?
CEVAP: Bu namazın aslı yoktur. İslâm dininde ne sünnet, ne de nafile olarak böyle bir namaz sabit olmamıştır. Bazı kitaplarda bu namaz hakkında Hz. Peygamber'e nisbet edilen bir hadisten söz ediliyor. Güya bu hadis şöyle imiş:
Recep ayının ilk perşembe günü oruç tutarak akşamla yatsı arasında oniki rekat namaz kılınır. Her iki rekatta bir selam verilir. Her rekatta bir defa Fatiha, ikinci rekatta üç defa inna enzelnâhuftley-tet'il kadr, oniki kere İhlas okunur. Namaz bitince Hz. Peygamber'e yetmiş defa salavat okunur. Bundan sonra secde edilir. Secdede "Sübbûhun kudûsün rabbül melâiketi verrûh" duası yetmiş kere okunur. Secdeden kalkarak yetmiş kere "Allâhümmağfir ver-ham ve tecâvez amma ta'lem inneke entelazzül ekrem" denir. İkinci bir defa daha secde ederek birinci secdedeki söylenenler tekrarlanır. Daha sonra secdeden kalkmadan dileği ne ise onu söyler. Bu dileği yerine gelir. Bu namazı kim kılarsa Allah tüm günahlarını affeder. İsterse denizdeki köpükler, çöldeki kumlar, ağaçlardaki yapraklar, dağların ağırlığı kadar günahı olsun gene affedilir. Ayrıca kıyamette ev halkından cehennem azabına çaptırılmış yedi-yüz kişiye şefaatçi olur.
İcad edilen bu namazın dinde varolduğunu isbat etmek için Hz. Peygamber'e ait olduğunu söylemek cesaretini gösterdikleri bu uydurma hadisin sözleri böyle! Meşhur hadis tenkidcisi Irâkî bunun uydurma olduğunu söylemiştir. Bundan anlıyoruz ki bu namazın din ile uzaktan yakından bir alakası ve dinde yeri yoktur.
SORU: Namazlardan sonra 33 kere Sübhanallah, 33 kere Elhamdülillah, 33 kere Allahü Ekber diyerek teşbih çekiyoruz. Bunun delili nedir?
CEVAP: Farz namazlardan sonra soruda belirtildiği üzere teşbih çekmek sünnettir. Bunun delili hadis kitaplarındaki şu hadistir:
Her namazın arkasından kim 33 kere "sübhanallah", 33 kere "elhamdülillah", 33 kere "Allâhü Ekber" derse -ki bunun tamamı 99 eder- bundan sonra "Lâilâhe illellahü vehdehû lâ şerike leh. Le-hülmülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir" cümlesini söyleyerek bunu yüze tamamlarsa hatalan deniz köpüğü kadar da olsa affedilir. (Müslim) Rivayet edildiğine göre muhacirlerin fakirleri Hz. Peygamber'e gelerek "Varlıklı olanlar (yaptıkları hayır sebebiyle) yüksek derecelere, devamlı (cennet) nimetlerine kavuştular" dediler. Hz. Peygamber onlara "Bu ne demek?" diye sordu. Onlar şöyle dediler: "Bizim gibi onlar da namaz kılıp oruç tutuyorlar. Onlar sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz. Onlar köleleri hürriyetine kavuşturuyorlar, biz bunu yapamıyoruz.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "Size öyle bir kelime öğreteyim ki (onu söylemekle) sizden önce geçenlere yetişir, sizen sonra gelecekleri geçersiniz, ancak sizin yaptığınız gibi yapanlar sizden daha faziletli olabilir. Bu kelimeyi öğreteyim mi?" Onlar "Evet" dediler. Efendimiz de şöyle buyurdu: "Her namazdan sonra 33'er kere Sübhanellah, Elhâmdülilllah, Allahü ekber deyiniz." (Bir süre sonra) muhacirler tekrar Hz. Peygamber'e gelerek "Varlıklı kardeşlerimiz (bize söylediklerinizi) işittiler. Onlar da bizim yaptığımızı yapıyorlar" dediler. Efendimiz bunun üzerine "Bu Allah'ın fazl u keremidir. Dilediğine verir" buyurdu. (Buharı)
Tesbihatm sayıları hakkında farklı rivayetler olmakla birlikte 33 olduğunu bildiren rivayetler hem daha çok, hem daha kuvvetlidir. Bu itibarla bunu uygulamak daha iyidir. Müslümana yaraşan -hadiste belirtilen sevaptan mahrum kalmamak için- 33 sayısını terketmemektir.
SORU: Bazı kimseler bıktırıp usandıracak derecede uzun namaz kılmaktadır. Dinimizde bu konuda ne söylenmektedir?
CEVAP: Dinî meselelerden pek çoğu hakkında birden fazla ayet veya hadis bulunmaktadır. Bunların ifade ettikleri anlamlar zahiren farklı olabilmektedir. Bu sebeple insanlar aynı meselede farklı anlayışlara sahip oluyorlar. Çünkü bir kısım insanlar bu ayet ve hadislerden birine dayanırken, bir başka grup diğerlerine dayanmaktadır.
İnsanlar İslâm'ı ve Hz. Peygamber'i anlamakta ve algılamakta gereği gibi davransalar, dinî konulardaki delillerin tamamını toplayıp aralarında karşılaştırma yaparak genel hükümler çıkarabilirler.
Dinî meşelerle ilgili ayet ve hadislerden bazıları ya özel bir duruma veya özel bir zamana ait olabilmektedir.
Bu meselelerden birisi.de namazda uzun veya kısa okuma meselesidir.
Namazda huşu duymak, bir sakinlik içinde olmak, dosdoğru ve tam manasıyle Allah'a yönelerek namaz kılmak namazın gereklerinden ve kâmil olmasının şartlanndandır.
Hz. Peygamber gerek yalnız namaz kılarken, gerekse cemaate namaz kıldırırken uzun sureler okumuştur. Bu konuda sünnetten pek çok deliller vardır. Bu rivayetler arasında Fatiha'dan sonra Bakara, Âl-i İm-ran, Nisa, A'raf gibi sureleri okuduğunu bildirenler vardır. Fakat, özellikle sabah ve akşam namazı, vakit yönünden bu surelerin tamamını okumaya elverişli olmadığından, bunların tamamının değil, bir kısmının okunduğunu söyleyenler olmuştur.
Hz. Peygamber uzun olmayan surelerden de okumuştur. Rivayet olunduğuna göre öğle ve ikindi namazlarında Târik ve Burûc surelerini ve benzerlerini okumuştur. Akşam namazında Mürselât yatsı namazında Tîn suresini okumuştur
Abdullah b. Mes'ud, bir akşam namazında İhlas suresini okumuştu. Arkadaşları: "İbn Mesud'un böyle yapması mutlaka Hz. Peygamber1 den gördüğü veya duyduğu birşeye dayanıyor" dediler.
Bu çerçevede olmak üzere bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber "İnsanlara hanginiz imam olursa namazı hafif kıldırsın" buyurmuştur. Hz. Enes diyor ki: Hz. Peygamber namazları hafif kıldırmamızı emreder, kendisi de Sâffât suresi ile namaz kıldınrdı.
İbn'ul Kayyım, Zâd'ul Meâd isimli eserinde Hz. Peygamber'in rü-kûda normalde on defa "Sübhane rabbiyel azîm" dediğini, secdesinin de bu uzunlukta olduğunu bildiriyor. Ayrıca Hz. Peygamber'in çoğunlukla namazının bölümlerinin bir denge ve uyum içinde olduğu aynı kaynak tarafından ifade ediyor.
Gazâlî Ihyâ isimli eserinin Rükünlerdeki İlk Vazifeler bölümünde şunları söylüyor:
İlk görev rükû ve secdeyi hafif yapmak, teşbihleri üçten fazla söylememektir. Enes'den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: Tamamı itibariyle Hz. Peygamber'in namazından daha hafif namaz görmedim.
Evet, gene Enes b. Mâlik'den rivayet edildiğine göre, Medine valisi Ömer b. Abdül Aziz'in arkasında namaz kıldığında Hz. Enes şöyle demiş: Şu gencin arkasında kıldığım namaz kadar Peygamber'in (s.a) namazına benzeyenini görmedim. Hz. Enes devamla şöyle diyor: Biz Hz. Peygamber'in arkasında (rükû ve secdelerde) onar defa teşbih söylerdik.
Bu güzel bir şeydir. Fakat cemaat kalabalık ise üç defa teşbih söylemek en güzelidir. Eğer cemaati oluşturanların hepsi din ile ilgilenmekten başka işi-gücü olmayan kimseler ise o vakit teşbihleri 10'ar de-
fa söylemekte bir sakınca yoktur. İşte Rasûlullah'tan rivayet edilen tes-bihatın 10'ar defa ve 3'er defa olmasıyla ilgili olarak gelen iki rivayetin arası bu yorum ile bulunmuştur.
Peki, namazda uzun okumayı teşvik eden rivayetlerle, dengeli ve hafif kıldırmayı teşvik eden rivayetlerin arasını nasıl bulacağız? Kanaatimizce bu uyum yolu şöyle bulunur:
İnsan tek başına namaz kılıyorsa -farz olsun, nafile olsun- dilediği kadar namazı uzun kılabilir. Zira bu kişinin gücüne, takatine kalmış bir durumdur. İhtimaldir ki Hz. Peygamber'in uzun kıldığı namazlar genellikle tek başına kıldığı namazlardı. Bunun içindir ki Avf b. Mâ-lik'in Huzeyfe yolöyla rivayet ettiğine göre Rasûlullah bir teheccüd (gece) namazına dört rekat kılarak başlamış, Fatihalardan sonra Bakara, Âl-i İrnran, Nisa ve Mâide surelerini okumuştur. Allah başarıyı kullarından dilediğine verir.
Cemate namaz kıldıracak kimse, arkasındakilerin uzun namaz kıl-dırılmasmda arzulu, bundan hoşnut olacak, uzun kıldırmaya dayanabilecek, gönülleri bu işe yatkın kimselerden oluşuyorsa uzun okuyarak kıldırır.
İmam, cemaatin sıkıntı ve acele içinde olduklarını kesin bir şekilde bilmiyorsa namazı, ne kısa ne de uzun, orta bir şekilde kıldırır.
Fakat cemaat kalabalık olup aralannda yolculuğa çıkacak, işe gidecek kimseler olduğunu biliyorsa veya durum uzun namaz kıldırmaya elverişli değilse, -sıkılıp usanmamaları için- namazı hafif kıldırır.
Hadis kitaplarında şöyle anlatılıyor: Bir adam Rasûlullah'a "Ey Allah'ın Rasûlü! Bize uzun namaz kıldıran filan adam yüzünden sabah namaz(lar)ına gecikerek gidiyorum" diye şikayette bulundu. Abdullah b. Mes'ud diyor ki: Peygamber'in o günkü kadar öfkeli şekilde vaaz ettiğini hiç görmedim. O gün Rasûlullah şöyle dedi: "İçinizden birileri insanları (ibadetten) nefret ettiriyor! Hanginiz cemaate namaz kıldırır-sa hafif bir şekilde kıldırsın. Çünkü onların arasıda zayıf, yaşlı, ihtiyacı olanlar vardır. Eğer tek başına namaz kılacak olursa dilediği kadar uzatsın." (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve Neseî)
Gazâlî'nin bu konuda İhya isimli eserinde söyledikleri ne kadar güzel! Gazâlî der ki:
İmam olan kimselerin namazı genellikle hafif kıldırması en iyisi-dir. Özellikle cemaat kalabalık ise. Bir gün Muâz (r.a) yatsı namazı kıldırıyordu. Bakara suresini okumaya başladı. (Okunan surenin uzun oluşundan dolayı) cemaatten birisi namazdan ayrılıp kendi başına kıldı. (Orada bulunanlar namazdan sonra adam hakkında konuşup) "Adam münafık!" dediler.
Muaz ile namazı bırakan kimsenin durumu Hz. Peygamber'e iletildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Muaz'a "Ey Muaz! Sen insanları fitneye mi düşülüyorsun?! Sebbîh, Tank veya Veşşems surelerini okusan (sana yeterdi)" buyurdu.
İşte İslâm'ın namazı uzun veya kısa kıldırma konusunda gösterdiği yol, tavsiye ettiği durum budur.
Bir sebep olmaksızın, durum elverişli değilken namazı uzun kıldıranlar Allah'tan korksun. Acele kıldıranlar da Allah korkusundan ayrılmayıp, sakin ve ağır başlı bir şekilde namazlarını kılsın ve kıldırsınlar. İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.
SORU: Ayakta pupuç varken namaz kılmak caiz midir? Bu caiz ise delili nedir?
CEVAP: Evet. Ayağa giyilmiş birşey ile namaz kılmak caizdir. (Bu papuç olabileceği gibi mest, çizme, bot, potin de olabilir.) Eskiden ayağa giyilen şeye nalın denirdi.
Bu konuda bir hayli hadis rivayet edilmiştir. Bu konudaki hadisleri son devrin hadis hafızları mütevâtir derecesine ulaştırmışlardır. Zira bu hadisler hasen ve sahih olmakla beraber sayıca çoktur.
Ayakkabı ile namazın caiz olduğuna delil olarak aşağıdaki hadisler yeterlidir.
Rivayet edildiğine göre: Ebû Mesleme Enes b. Mâlik'e "Peygamber ayağında nalın'ı varken namaz kılarmıydı?" diye sormuş, Enes de: Evet diye cevap vermiş. (Tirmizî)
Şeddâd b. Evs'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Yahudiler ayağında mest veya nalın varken namaz kılmazlar. Siz onlara muhalefet ediniz. (Ebu Dâvud)
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz eamiye geldiğinde ayağına giydiği şeylerde pislik varsa onu silsin ve onunla namazını kılsın. (Ebu Dâvud)
İbn Habbâb'dan gelen rivayette bu hadis şöyledir:
Sizden biriniz camiye geldiğinde ayakkabılarını çevirerek baksın; şayet bir pislik görürse onu yere sür(erek temizle)sin ve onlarla namazını kılsın. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Tahavî ve Taberâni Evs b. Evs'ten şöyle rivayet ediyorlar:
Hz. Peygamber'in yanında yarım ay kaldım. Peygamber'i ayaklarında ayakkabılar olduğu halde namaz kılarken gördüm. (Heyte-mî, Zevâid)
Tahâvî'nin rivayet ettiğine göre Abdullah b. Mes'ud Ebu Musa el-Eş'ârî'yi ziyarete gelmiş. Namaz vakti geldiğinde Ebu Musa, misafirine "Geç namazı kıldır. Sen hem yaşça büyük, hem de daha bilgilisin" demiş. Abdullah b. Mes'ud ise şöyle cevap vermiş: "Sen geç biz senin evindeyiz ve senin misafiriniz. Namazı kıldırmaya sen daha lâyıksın."
Bunun üzerine Ebu Musa namaz kıldırmaya geçti ve ayakkabısını çıkardı. Selam verdiğinde İbn Mes'ud şöyle dedi: "Ayakkabıyı neden çıkardın? Sen Mukaddes vadîde misin? Biz Peygamber'i (s.a) ayağında mest ve nalın varken namaz kılarken gördük!" (Ebu Dâvud)
Abdullah b. Mesud misafiri olduğu zatın künyesi Ebû Musa olduğundan olsa gerek, Hz. Allah'ın Musa Peygambere: "Hemen papuçlannı çıkar! Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ'dasın" (Taha/12) dediği
ayete işaret etmişti.
Hz. Aişe diyor ki: Ben Peygamberi ayağında papuç varken de yalın ayak olarak da namaz kılarken gördüm. O'nu ayakta ve oturarak su içerken gördüm. Yine o namazı bitince sağ tarafına da dönerdi, sol tarafına da dönerdi. Bunların birine diğerinden fazla önem vermezdi. (Heytemî, Zevâid)
Alimlerden bazısı ayakkabı ile namaz kılmanın caiz olduğunu söylemekle yetinmemiş, bu konudaki hadislerin çokluğu sebebiyle bunun müstehab ve sünnet olduğunu da söylemiştir. Bu ilim adamlarına göre bu hükmün birtakım gerekçeleri vardır. Şöyle ki:
* Hz. Peygamber'in (s.a) papuç ve mest ile namaz kılışı bir-iki kere değil tekrar tekrar olmuş bir uygulamadır.
* Ayakkabı veya mest ayağı böcek ve zararlı haşereden korur.
* Ayakkabının çalınma ve kaybolması önlenir.
* Namaz sırasında ayakkabıma ne oldu gibi kalbi meşgul eden şeylerden kurtulmak vardır.
* Giyilen ayakkabı veya mest soğuk havada ayağı soğuktan, sert yerlerde ayağa eziyet verecek şeylerden korur.
Namazda ayakkabıyı çıkarmanın daha faziletli olduğunu söyleyenler, Hz. Musa'ya Cenab-ı Allah'ın "Papuçlannı çıkar..." (Taha/12) emrini vermesini delil olarak ileri sürüyorlar. Ayakkabıyı çıkarmadan namaz kılmanın caiz olduğunu söyleyenler buna iki türlü cevap veriyorlar:
a. Bazı rivayetlerde ifade edildiğine göre Hz. Musa'nın o sırada giydiği ayakkabı ölmüş bir eşeğin derisinden yapılmış idi. Hz. Allah mukaddes vadiyi böylesine hoş olmayan birşeyden korumak için Hz. Musa'ya onları çıkarmasını emretmiştir.
b. Hz. Allah Musa Peygamber'e çıplak ayakları ile mübarek yere basması için ayakkabısını çıkarmasını emretmiştir.
İkinci ifade daha yerinde ve uygundur.
Burada önemle üzerinde durmamız gereken hususlar vardır. Şöyle ki:
1. Şayet ayakkabıda pislik varsa onun mutlaka temizlenmesi gerekir. Daha önce geçtiği üzere bu temizlik yere veya toprağa sürtmekle kolayca gerçekleşir.
2. Ayakkabı ile namaz kılmanın caiz olması bir çeşit kolaylıktır. Bu itibarla burada bu^konunun ele alınmasından tüm namazlar ayakkabı ile kılınmalı gibi bir sonuca gitmemelidir. Bu bir ruhsat olduğuna göre, onu yerinde kullanmak gerekir. Namaz kılman yerin elverişli olmaması, sert olması, zamanın dar olması, insanın acelesi olması gibi hallerde ayakkabıyla namaz kılmabilir.
3. Burada akla şöyle bir soru gelebilir:
Buraya kadar söylenilenlerden camilere ayakkabı ile girip cami içinde ayakkabı ile namaz kılmabilir sonucunu çıkarabilir miyiz?
Bu soruya verilecek cevap: Asla! Hayır! olacaktır. Çünkü günümüzdeki camiler, İslâm'ın ilk devirlerindeki camilerden çok farklıdır. Günümüzde camiler namaz kılmaya mahsus Özel seccade, hâli ve diğer yaygılarla döşenmiştir. Bu sergiler üzerinde ayakkabı ile yürümek onları kirletir. Bu da insana tiksinti verir. Bu itibarla camiye ayakkabı ile girmek ne selim zevke ne de din edebine sığmaz. Bilakis camilerimizin temizliğine Özen göstermeli, gücümüz yettiğince, camilerin pırıl pırıl olmasına çalışmalıyız.
İslâm'ın ilk yıllarındaki camilerde sergi yoktu. Bu sebeple o zaman camiye papuçla girmek oraya ayrıca bir kirlenme getirmezdi. O zamanın camileri ile günümüzdeki camiler arasındaki fark açık bir şekilde ortadadır.
SORU: Bazı kimselerin "teşbih namazı" diye bir namazdan bahsettiklerini duydum. Bu nasıl bir namazdır? Hükmü nedir? Nasıl kılınır? Hakkında Hz. Peygamber1 den bir rivayet var mıdır?
CEVAP: Bu namaz, kılınması müstehab olan sünnet ve nafile namazlardan biridir. Bazı imamlara göre, her müslümanın bu namazı -ömründe bir kere dahi olsa- kılması gerekir.
Bu görüşte olanlar bazı hadis kitaplarında yer alan bir hadise dayanmaktadır. Bununla beraber bu hadis, rivayet erbabı ve hadis tenkit-çilerince eleştiri almıştır.
Bu namazın nasıl kılındığını göstermek için bu konudaki en önemli hadisi naklediceğim.
Ebu Dâvud İbn Amr ve İbn Abbas'tan, Tirmizî Ebû Râfî'den şöyle rivayet ediyor:
Hz. Peygamber (s.a) amcası Abbas'a şöyle dedi: "Ey amcacığım! Sana bir ikramiye, bir mükafat, yararlı bir şey vereyim mi? Öyle bir mükafat ki bunu yaptığın zaman on çeşit günahını Allah affedecektir. Öyleki günahlarının ilki, sonu, eskisi, yenisi, bilerek yapılanı, hata ile yapılanı, küçüğü, büyüğü, gizlisi, açığı (hepsi) affedilecektir.
Bunun için dört rekat namaz kılacaksın. Her rekatta Fatiha ve bir sure okuyacaksın. İlk rekatta okumayı bitirdiğinde ayakta olduğun halde onbeş defa "Sübhanallahi velhamdülillâhi velâ ilahe illalla-hü vallâhü ekber" diyeceksin. Sonra rükû edip, rükûda iken bunu on defa söyleyeceksin. Rükûdan kalkınca, (birinci) secdeye indiğinde, iki secde arasında otururken, (ikinci) secdede ve ikinci secdeden sonra onar defa aynı teşbihi söyleyeceksin. Böylece her rekatta 75 teşbih eder. Bunu her dört rekatta yaparsın.
Eğer gücün yeterse bunu her gün yap. Eğer (her gün) yapamazsan her cuma (haftada bir kere) yap. Eğer (haftada bir defa) yapamazsan yılda bir kere yap. Bunu da yapamazsan ömründe bir kere yap." (Ebu Dâvud ve Tirmizî)
Burada bir hususu söylemeden geçmemeliyiz: Bu konudaki hadisler kuvvetli olmadığı için bazı imamlar bu namazı makbul saymamışlardır. Ukaylî "Teşbih namazı hakkında hadis yoktur" diyor.
Ebu'l-Ferec İbn'ul-Cevzî teşbih namazı ile ilgili hadisleri zikrettikten sonra, rivayet yollarını da zikredip, hepsinin zayıf olduğunu bildirerek zayıflık sebeplerini açıklmıştır. Müslüman, farz ve sünnet namazlarında daha geniş ibadet etme imkânı bulabilir. Üstelik bunlar hakkında bir tartışma da yoktur.
SORU: Ayakkabı ile namaz caiz olur mu? Eğer caiz ise namaz kılmak için camilere niçin ayakkabı ile girmiyoruz?
CEVAP: Evet ayakkabı ile namaz kılmak caizdir. Tabiatiyle insan abdest ile ilgili şartları yerine getirmiş olmalıdır. Fıkıhta belirtilen şekilde temiz olmak şartiyle ayakkabı da diğer giysiler gibi kullandığımız bir eşyadır. Ayakkabının temizliği silmek ve ovalamak ile olur.
Camilere ayakkabı ile girilmemesinin sebebi ayakkabı ile camiye taşınacak toprak ve diğer kirlerden camiyi korumaktır. Eğer ayakkabı ile namaz caiz olur, diyerek camilere onları çıkarmadan girersek cami halılarının veya diğer yaygıların üzerinde toz toprak birikecektir. Bu da camiye ibadete gelenlerin giysilerinin pislenmesine yol açacaktır.
Normalde aykkabı ile namaz kılmak bir ihtiyaç halinde caiz olur. Soğuktan korkmak, vakit darlığı, ayakkabıyı çıkarmanın zor olması gibi durumlarda, ayakkabı da temiz ise onunlfr namaz kılmak caiz olur.
SORU: A'ma kimsenin namaz kıldırması caiz midir? Gözleri görmeyen kimse imama uysa imamın sesini duyması şart mıdır?
CEVAP: İmam'm a'ma olması caizdir. Zira Hz. Peygamber, A'ma olan Abdullah İbn Ümmü Mektum'u insanlara namaz kıldırmak üzere yerine vekil bırakmıştır.
İlim adamlarının çoğunluğuna göre imamın a'ma olması iîe sağlam olması arasında bir fark yoktur. Meseleye a'ma tarafından bakarsak, a'ma daha çok huşu içinde olur. Kör olmayan kimse tarafından bakarsak, o pislikten daha iyi korunur. İmam Şafii'ye göre de a'ma ile a'ma olmayan arasmda bir fark yoktur. Ebu İshâk Mervezîye göre a'manın imamlığı daha iyidir. Zira a'ma kimse eğlence vesaire gibi şeyleri görmez. Dolayısiyle gönlü-zihni dağınık olmaz ve daha huşu ile namaz kılar.
Ebu İshâk Şîrazi'ye göre imamın a'ma olmaması daha iyidir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur. Zira gözleri gören kimse bedenini ve giysilerini pislikten daha iyi korur. Başkasına ihtiyaç duymadan kıbleye
kendisi döner.
İbn Şirin a'manın imam olmasını mekruh saymıştır. Delili de şudur: Abdullah İbn Abbas'ın gözleri, yaşlanınca görmez olmuştu. İbn Abbas şöyle derdi: Ben onlara nasıl imam olurum? Onlar beni kıbleye çeviriyorlar. Enes de şöyle demiş: Onların ona ne ihtiyacı var?
İsabetli olanı a'ma olmayanın imamlığının daha evlâ olmasıdır. Hz. Peygamber a'ma olan bir kimseyi vekil bırakmışsa da, daha ziyade a'ma olmayanları vekil bırakmıştır.
Gözleri görmeyen kimsenin, imama uyduğu takdirde imamın veya (çok kalabalık hallerde) imamın sesini duyurmak üzere tekbir alan kişinin sesini duyması şarttır.
Bu konuda hoş birşey anlatılır. Selahaddin Halîl b. Aybek, baş kadı'nın oğlu Bahaeddin'e bir şiir göndererek gözü görmeyen kimsenin cemaate katılmasının şartını bilmece şeklinde sormuştur. Şiir şöyledir:
Yoksullara dağıt varlığını, derim sana sanki padişah Katında söz incisinden hazine var; vermiş Allah
Dile getiririsin sözleri kâfiyeler arasında gezersin Bir beyit içinde kelimeleri sanki ipe dizersin
Bir sorum var^Bir kimsenin namazından haber ver? Bu soruya âlim de câhil de şaşar; hayret eder.
Öyle bir kimse ki bu, caiz değil olamaz cemaat İmam olsa veya tek kılsa caizdir oh ne rahat.
Allah'ın verdiği bilgileri dağıt sabahta akşamda Çünkü sen çok değerlisin Mısır'da diyar-ı Şam'da
Bahâeddin, kendisine soru soran Selahaddin'e şu beyitlerle cevap verip bilmeceyi çözmüş:
Sordun bir soru, daha iyi bilmiyor sorulan sözüm hak, Bir muradın var ama, iyice açık değil bak.
Diyorsun ki bu adam, caiz değil cemaat olamaz. Olursa imam veya tek kılarsa iş biter, mesele kalmaz.
Derim ki bu kişi olsa olsa kördür, hem imamı duymaz Cemaat olması caiz değildir. Çünkü hareketleri imama uymaz
Bu idiyse gizlediğin murat, arif onu sezer Senin faziletin dünyada pek çok sırrı çözer
Eğer bu değilse maksadın, göstermelisin özen De bir söz ki, olsun kastını açıklayıp çözen.
Hâlâ göstermektesin tüm faziletlerini Harcayarak bereketlendir sehâvetlerini
Sen Selahısın insanların hem dünya ve dinin Zira dostsun, dost canı ciğeri olur sevdiğinin.
Allah geçmişlerimizden razı olsun.
SORU: Arkasında namaz kıldığım imam bazı ayet ve sureleri sık sık tekrarlıyor. Böyle bir şey caiz midir? Namaz kıldıran kimsenin başından sonuna Kur'an'ın her yerini okuması gerekmez mi?
CEVAP: Bir ayet veya sureyi tekrar tekrar, yani hep aynı yerleri okuyarak namaz kırnakta bir sakınca yoktur. Sahabenin böyle yaptıklarına dair rivayetler vardır. Hatta iyi bir maksatla böyle yapılıyorsa sevabı da vardır.
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) bir yere bir bölük asker göndermiş, Gülsüm b. Hind adındaki zâtı bu bölüğün idaresi ile görevlendirmişti. Bu zat namaz kıldırırken hep İhlas suresini okumuş. Geriye döndüklerinde bunu Peygamber'e bildirmişler. Hz. Peygamber: "Sorun bakalım niçin böyle yapıyormuş?" buyurunca o da şu cevabı verdi: "Çünkü o sure Rahman olan Allah'ın sıfatı(nı bildiren bir sure)dir. Ben onu okumayı seviyorum." Hz. Peygamber bu cevabı alınca şöyle buyurdu: "Ona haber verin. Allah da onu seviyor." (Müslim ve Tirmizî)
Aynı olay bir başka rivayette şöyle anlatılır:
O zat "Bana o sure sevdirildi" cevabını vermiş, Peygamberimiz de: "Sen "Kulhu vallahu ehad'ı, sevdiğin için, Allah da seni seviyor" buyurmuş.
Belirli ayetlerin sık sık tekrarlanarak okunmasına gelince: Bu çeşitli sebeplerle yapılmış olabilir. İmam o ayetlerden başkasını ezberle-mememiş olabilir. Bu bakımdan, bildiğini okuması yeterlidir. Belki sık sık tekrarladığı yerler orta uzunlukta yerlerdir. Arkasındaki cemaatin durumunu dikkate alarak buraları okumaktadır.
Belki okuduğu yerlerde dikkati çekecek konular vardır. Cemaatin bunlara dikkatini çekmek için sık sık oraları tekrar ediyordur. Başka sebeplerle de bu tekrarlama olabilir.
Durum ne olursa olsun tartışmayı gerektirecek birşey söz konusu değildir. Tabiîdir ki imam fazla tekrara meydan vermeden zaman zaman farklı yerlerden okursa iyi olur.
SORU: Münire camiinde hutbe okurken sizin şiir okuduğunuzu görmüştüm[8] Bu dinî bakımdan caiz midir? Kur'an'da şairler hakkında "Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarım ve yapmadıklarını söylediklerini görmez misin?" (Şuara/224-226) buyuruluyor. Ne dersiniz?
CEVAP: Kur'an şiirin her çeşidine karşı değildir. Kur'an nazil olmaya başladığı sırada Arablarda yaygın olan şiir çeşidine savaş açmıştır. Bunlar böbürlenme, yalan, fitne fesat kokan, sahtekârlık ve aşırı aşk temalarım işleyen türden şiirlerdir.
Terbiye, güzel işleri teşvik, güzel ahlâka özendirme hususundaki şiire İslâmiyet karşı durmamıştır. Karşı durmak bir yana, şiirin öylesini teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber mescidde bir şiir okunduğunu işitmiş, devamını istemiş ve onu okuyanı medhederek, mükâfat vermiştir.
İslâm şairi Hassan için Peygamberimizin şöyle dediği rivayet ediliyor:
Söyle! Cebrail seni destekliyor! (Müslim)
Nabiğa'nın şiirlerinden bir bölüm okuyan kişiye Hz. Peygamber "Allah ağzına dert göstermesin!" diye dua etmiştir. (Bkz. İkd'ul-Ferid)
Hz. Aişe diyor ki: Rasûlullah'm arkadaşları, onun huzurunda şiir okurlardı. Peygamber tebessüm ederek onları dinlerdi.
Amr b. Saîd babasından naklen şöyle diyor: "Peygamber'in huzurunda Ümeyye b. Sait'in şiirinden yüz kâfiye okudum. Kâfiyelerin hepsi "hin, hin" şeklinde idi. Bunlan dinleyen Peygamber şöyle buyurdu: "Neredeyse söylediği şiirde müslüman olayazmış."
Bunlardan anlaşılıyor ki şiir de diğer sözlere benzer; güzeli de, çirkini de vardır. Bunda Önemli olan maksattır, niçin söylendiğidir. Bir de şiirdeki vezin ve nağme gibi unsurlar zeki kişilerin hoşuna giden, insanı etkileyen özelliklere sahiptir.
Gazâlî İhya isimli eserinin vaaz eden kimsenin konuşmasında güzel ve gönlü incelten şiirlere yer vermesinin güzel olacağını bildiren bölümünde çok hoş şeyler söylemiş, uzun uzun bu konuyu işlemiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki hutbede şiir okumaya dinî bir engel yoktur. Yeter ki şiir iyi bir maksat, yüce bir gaye uğrunda okunmuş olsun.
SORU: Hatibin hutbe okurken el kol işareti yapması iyi olur mu? Çünkü bu şekilde konuşmak, konuşmacının meramını daha iyi anlatmasına yardımcı oluyor. Yoksa böyle yapmak hutbe okuyan kimseye yaraşmaz mı?
CEVAP: İlim adakları ve araştırmacılar konuşmacının; özellikle dinî bir konuyu anlatan kimsenin, el-kol hareketi yapmadan konuşmasının uygun olacağını söylemişlerdir. Zira bulunduğu makam ve kişiliğinin saygınlığına el-kol harekti yaparak konuşmak uygun düşmez.
Hatip böyle birşey yapmak durumunda olursa az ve zaruret mik-tarınca yapmalıdır. Eskiden konuşmacılar hutbe sırasında kımıldamamak için kendilerini zorlardı. Nitekim Ebû Şemir böyle yapar ve şöyle dermiş: "Konuşma için başka bir şeyden yardım istememiz mantıklı birşey değildir."
Fakat gerçek odur ki hatip konuşurken heyecanlanır, coşar, duyguları galeyana gelir. Bu durumda hissettiklerini anlatmakta sadece dili yeterli gelmeyebilir. Daha iyi anlatım için işaretten yardım alır. (Konuşmasının yanı-sıra el-kol hareketleri de yapar). Bu eskiden beri Arablarda var olan, hâlâ da devam eden bir âdettir.
Sümame b. Eşref şöyle demiş: "Eğer bir konuşmacı eliyle işaret etmeye ihtiyaç duymayacak olsaydı Ca'fer b. Yahya buna ihtiyaç duymazdı. (Yani o bile eliyle işaret ederek konuşur). Nitekim o konuşurken söylediklerini tekrarlamaya ihtiyaç duymayan bir hatiptir.
Bir konuşmacının el-kol işaretinden vazgeçmesi kolay birşey değildir. Bunu herkes başaramaz. Ancak kendini zorlayan gerektiği yerde ağır başlı olmak için gayret sarfeden belki bunda muvaffak olabilir.
Bundan anlışılıyor ki ihtiyaç halinde hatip konuşurken eliyle işaret edebilir. Yeter ki kusur sayılacak derecede aşırı davranmasın.
SORU: Bir camide çeşitli şeyler satan kimseler gördüm. Bunlar satış ve pazarlık sırasında bağırıp çağırıyorlar, namaz kılanları şaşırtıp zihinlerini dağıtıyorlardı. Cami önlerinde bu tür şeylerin yapılmasının
hükmü nedir?
CEVAP: Camiler Allah'a ibadet ve yalvarmak için yapılmıştır. Camiler Allah'ın koruluğu ve haremine en çok benzeyen yerlerdir. Buraların her çeşit gürültüden patırtıdan korunması gerekir. Camilerin yaşamın kargaşasından ve gürültüsünden uzak olması gerekir. Çünkü müslüman hayatını kazanmak için çalıştıktan sonra oraya girecek, kendisini sessizliğin gölgesinde, huzurun ve temizliğin sakin ortamında bulacaktır. Artık böyle bir ortamda rabbine huşu içerisinde yalvarış ve yakanşa başlayacaktır.
Cami yeryüzüne inmiş gökten bir parçaya ne kadar benzemektedir. O, toprak ananın çocuklarına, her gün boyunca, yaşadıkları hayattaki kurt kanunlarını an'larla sınırlı da olsa, nasıl unutacaklarını öğretmek için gökten inmiştir. Müslümanlar orada yüce yaratıcılarının huzuruna sığınıp, O'na yakınlaşarak, O'nun katına doğru yücelirler.
Fakat camiler son zamanlarda yüceliğini ve güzelliğini -ne yazık ki- yitirmiştir. Artık sessiz, sakin ve temiz yerler olmaktan çıkıp, gürültülü birer çarşıya dönmüşlerdir.
Keşke camilerde yapılan işlemler sadece alış verişten ibaret olsaydı! Bilakis buralarda hoş olmayan şeyler, bid'atler, yeni yeni İslâm'la ilişiği olmayan şeyler türemiştir. Bu çirkinlikler camileri gayesinden ve görevinden uzaklaştırmıştır.
Bugün camiye giren kimse, İslâmiyet'in ilk altın devrindeki bir müslüman gibi. toprak zeminden yükselerek, dünya zevklerinden soyutlanarak, dua ve yalvarmalara dalıp onların hissettiklerini hissedememektedir.
Cami önlerinde âdeta izdiham oluşturan dilenci ve üçkağıtçıları görmüyor musun? Bunlar camilerin kapısını kapatıp, saflar arasına hilelerini, pisliklerini, tezgahladıkları oyunlarım sokuyorlar. Bazen bunların arasında -ne yazık ki- suçlu, hırsız ve adî kişiler bulunmaktadır. Fakat bunların hepsi fakirlik perdesi arkasına saklanıp, her fırsatta şefkat ve merhamet sömürücülüğü yaparlar. Aslında camiler bu tip kimselerin yeri değildir. Bu kimseler eğer güçsüzse sığınma yerlerine, iş görecek güçleri varsa fabrika ve iş yerlerine gitmelidir.
Camide ilim adamları arasında sade insanlar içinde başında büyük bir sarık, sırtında gösterişli bir cübbe olan, bir adam görürsün, ağzını açınca İslâm'dan, müslümanlardan bahsetmeye başlar, öyle bir üslupla konuşur ki kendisini büyük bir din adamı veya arzu edilen İslâmî şan ve şerefi getirecek komutanlardan biri sanırsın. Oysa sonunda bir dilenciye dönüşür, yılışık bir şekilde istemeye başlar. Bir sürü sebep ve mazeret uydurur. Belki de ağlayarak konuşur. Sonra ilim ve din adına insanları kendisine para yardımı yapmaya çağırır. Böylece bu sözde hoca, din adamlarına çirkin bir leke sürmüş olur. Gerçek ve samimi din adamlarına karşı âdeta cinayet işlemiş olur. Zira gerçek din adamı şerefli, değerli ve kaliteli olur. Düşüklük kabul etmez. İslâmiyet'i bir araç olarak kullanmaz.
Dinî konuda öğüt veren kimse, öğüt verdiği kimselerden ahlâkî hususlarda daha üstün olmadıkça onun öğüdü kabul edilmez.
Bir başka zamanda da camide birtakım aptallar bulunur. Bunlar camiye gelenlere başka bir üslupla yaklaşırlar. Hutbe okurlar, vaaz ederler, (gerekirse) konferans verirler. Üzerlerine din adamı, ilim adamı kıyafeti giyerler. Masallar, hikâyeler, aslı astarı olmayan uydurmalar ve Yahudi kökenli rivayetler anlatırlar. Çünkü bu zavallının amacı sadece temiz halkı coşturmaktır. İsterse asılsız, uydurma şeylerle olsun.
İşte böyle tipler sözü uzatır, uzatır, sonunda, dinî olduğunu iddia ettiği kitap dergi ve benzeri yayınları, kendisini dinleyenlere sunar.
Sonra büyük bir yüzsüzlük, arsızlık ve aptallık sergileyerek halkın bunları satın almasını ister. Bazen bu malzemeleri yanında bulundurduğu çocuklara dağıttırarak, bazen de bizzat kendisi dağıtarak sırnaşık bir ısrarla insanlara verir.
Tehlike bu kadarla da kalmaz. Bu zavallı din davetçisi az sonra bu kitapların parasının hayır kurumlarına, fakir ailelere veya Filistin'deki perişan çocuklara sarf edileceğini söyler. Oysa bu paracıklar bu adamcağızın hazineye dönüşen cebine veya derin ve geniş karnına gidecektir. Sorumlu kişilerin gözü bunları görmüyor, bunları hesaba çekeceklerin işleri var. Zira bu kötülükler tekrar eder durur. Olayın günahkâr kahramanı ise servet ve hürriyet nimetlerini kullanarak yaşar.
Bir başka tip daha var: Elinde kocaman bir vantilatör; sıcak günlerde birtakım insanları serinletir. Haddi zatında bu davranış güzel ve makbul bir harekettir. Fakat komik olan şudur: Bu açıkgöz bunu, Allah rızası için yapıyormuş izlenimi verir. Oysa sadece parayı bastıranları serinletiyor. Para vermeyenlerin yanından sür'atle uzaklaşıyor. Bunun anlamı, mübarek mekanlar olan camilerin ticaret ve karaborsacılık yerine dönüşmesi demektir.
Camilerdeki bid'atler ne yazık ki pek çoktur. Bunu ancak ıslahatçı güce sahip olanlar düzeltebilirler. Sosyal İşler Bakanlığı, Ezher Üniversitesi, - özellikle vaaz ve irşâd bölümü - Vakıflar Bakanlığı, - Özellikle cami işleri bölümü - İç İşleri Bakanlığı - ki bu bakanlığın görevleri arasında camileri kontral etmek de vardır - tüm bu sözünü ettiğimiz makamlardaki yetkililere bu kötülüklerin ortadan kaldırılması için haykırışlarımızı yöneltiyoruz.
SORU: Bir camiye girdiğimde orada yabancı turistlerden oluşan bir grup gördüm. Pis ayakkabıları ile halılar üzerinde dolaşıyorlar, caminin saygınlığına hiç dikkat etmiyorlardı. O çevrede bulunan bazı kimseler buna öfkelendiler. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
CEVAP: Bizim kusurumuz, yetki ve sorumluluğu hakkı olmayana vermektir. Kanaatimce bu yabancıların günahı ve suçu yoktur.
Çünkü onlar yabancıdır. Onlar caminin saygı gösterilmesi gereken bir yer olduğunu bilmezler. Onlar belki orasının bir müze olduğuna inanıyorlar. Belki eski eserlerden bir eser sanıyorlar.
Asıl hesaba çekilmesi gerekenler, görevli kimselerdir. Zira bu ya-bancılan uyaracak, ayakkabılannı çıkarmalanm söyleyecek olanlar onlardır.
Ben şundan eminim ki onlara bir uyanda bulunulsa, onlar kesinlikle bunu reddetmezler. Zira onlar hem düzenli olmaya, hem duygulara riayet etmeye başkalarından daha yakındırlar. Ne yazık ki bu böyledir. Vakıflar Bakanlığının gözü olsa da görse!
SORU: Kuşluk namazı ile ilgisi olan herşeyi bilmek istiyorum. Bilgilendirir misiniz?
CEVAP: Bu namaz pek çok kimse tarafından bilinmemektedir. Hatta pek çok kimse tarafından unutulmuş durumdadır. Bu itibarla bu namazı hatırlatmaya ve dikkat çekmeye ihtiyaç vardır.
Kuşluk namazı İslâm fıkhının bir parçası olup açıklanması bir görevdir.
Bu namaza işrâk namazı da denir. Fakat kuşluk namazı adı daha meşhurdur. Kuşluk namazı denmesi, kuşluk vakti kılınmasındandır. Bilindiği üzere kuşluk vakti, gündüzün ilk saatlerinde güneşin yükselmeye başladığı vakittir.
Bu namaza evvâbin namazı da denir. Çünkü evvâbîn kelimesi evvâb kelimesinin çoğulu olup, Allah'a çokça dönen kimse demektir. Bu namazı tekrar tekrar kılanların özelliği budur.
Bu özelliğe sahip olanlar hakkında Kur'an'da şöyle buyuruluyor: Kulunuz Davud'u hatırla. O kuvvet sahibi ve evvâb idi. (Sad/17)
Bu ayetteki evvâb kelimesi, Allah'ın rızasına çokça dönen kimse olarak anlaşılmıştır.
İsra/25 ayetinde geçen Evvâbîn kelimesi ile ilgili olarak Avn'ul-Ukayli'den nakledilen bir rivayette "Bunlar kuşluk namazını kılanlardır" denmiştir.
İşrak namazı denmesi de güneşin iyice parlaklığını kazandığı zamanda kılınmasmdandır. Burada birde şurûk deyimi vardır ki bu iş-rak'tan başkadır. Zira şurûk güneşin parlaklığını kazanması değil, güneşin doğmasıdır. Bu isimin verilmesi hakkında bir rivayet de vardır. Ümmühâni'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a) kuşluk vakti bu namazı kılmış ve "Bu işrak namazıdır" buyurmuştur.
İbn Abbas bu konuda şöyle der: "Kuşluk namazını Kur'an'da aradım ve onu şu ayette buldum:
Biz onun (Davud'un) emrine dağları verdik. Dağlar ve toplu halde kuşlar akşam ve işrak vakti Allah'ı teşbih ederler. (Sad/18-19)
Bir başka rivayette İbn Abbas şöyle diyor:
Bu ayete geldiğimde okur geçerdim. Fakat işrak ile ne kasdedildi-ğini anlamazdım. Nihayet Ebu Talip kızı Ümmühâni'den şu rivayeti duyunca anladım. Ümmühâni diyor ki:
Hz. Peygamber benim yanıma geldi. Su isteyerek abdest aldı sonra kuşluk vakti namaz kılıp: "Ey Ümmühâni! Bu işrak namazıdır" buyurdu.
ibn Abbas'tan bir başka rivayet de şöyledir:
Kuşluk namazı mutlaka Kur'an'da vardır. Ama onu dalgıç (gibi derinlere dalanlar) anlar.
Allah leala şöyle buyuruyor:
Birtakım evlerin (camilerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada gündüzün evvelinde (kuşluk) ve sonunda (akşam vakti) Allah'ı teşbih ederler. (Nur/36)
Kuşluk namazının faziletini bildiren pek çok hadis vardır. Bunlardan bir kısmını buraya alıyoruz:
Ebu Hüreye şöyle diyor:
Dostum, Peygamberim bana üç şey tavsiye etti:
1.Her ayda üç gün oruç tutmak. (Bunlar her hicri ayın 13. 14. 15. günleridir ki bu günlerde tutulan oruca "Eyyam-ı Bıyz orucu" denir.)
2. İki rekat kuşluk namazı kılmak.
3. Uyumazdan önce vitir namazı kılmak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kuşluk namazını ancak Allah'a çok yönelenler devamlı kılarlar.
Nafile bir ibadet olarak kuşluk namazına devam edenin günahları -deniz köpüğü kadar da olsa- Allah affeder.
Cennette "kuşluk kapısı" adı ile bilinen bir kapı vardır. Kıyamet günü bir dellal şöyle bağıracak: Kuşluk namazına devam edenler nerede? İşte sizin (gireceğiniz) cennet kapısı! Oradan Allah'ın rahmeti ile cennete giriniz.
İnsanın (vücudunda bulunan) her organına sadaka gerekir. Her "Sübhanallah" demek bir sadakadır. Her "Elhamdülillah" demek bir sadakadır. Her "Lâilâhe illellah" demek bir sadakadır. "Allahü ekber" demek sadakadır. Bir iyiliği emretmek sadakadır. Bir kötülüğe engel olmak sadakadır. İki rekat kuşluk namazı bunların hepsinin yerine yeterlidir.
İnsan (vücudun)da 360 eklem vardır. İnsan bunların her birifne şükretmek) için bir sadaka yermelidir. (Bunu işitenler) "Buna kim güç yetirebilir? Ey Allah'ın Rasûlü!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "(Bunun için) camide bir tükrük gören onu temizlesin. Yolda (insanlara zarar veren) birşey bulan onu ortadan kaldırsın. Bunları yapamayanın ise iki rekat kuşluk namazı kılması yetişir" buyurdu.
Şevkâni son iki hadis için şöyle diyor:
Bu iki hadis kuşluk namazının faziletinin büyüklüğünü, Önemini bildiriyor ve meşruiyetini pekiştiriyor. Hadiste bildirildiğine göre kuşluk namazı 360 çeşit sadakaya denk bir yeterliliğe sahiptir. Bu özelliğe sahip bir ibadet, devamlı yapılmaya lâyıktır.
Hz. Peygamber'in (s.a) bildirdiğine göre Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
Ey Âdem oğlu! Sen gündüzün evvelinde dört rekat(lık kuşluk namazı) ile beni unutma! Ben o günün sonuna (kadar) sana kâfi olurum.
Sabah namazını kılmcaya kadar bekleyen ve hayırdan başka birşey söylemeyen kimsenin hataları affolunur. İsterse deniz köpüğü kadar (çok) olsun.
Hadiste bildirildiğine göre Hz. Peygamber bazı kereler kuşluk namazına o kadar devam ederdi ki sahabe, Peygamber o namazı hiç bırakmayacak sanırdı. Bazen de o kadar terkederdi ki hiç kılmayacak sanırlardı.
Bunun anlamı şudur: Peygamber bu namazı ümmetine farz olmaması için devamlı kılmamıştır.
Rasûlullah bu namazı bazen devamlı kılmakla boş vakti olanlara güzel bir örnek vermiştir. Çünkü kuşluk namazına devam edenler bu boşluğu ibadetle değerlendirmiş olurlar. Bu sayede şeytanın vesvesesinden kurtulurlar. Zamanlarını,da zararlı bir şeyle ziyan etmemiş olurlar.
Hz. Peygamber (s.a) bu namazı bazı kereler kılmamakla vakti ve işi müsait olmayanlara iyi bir örnek olmuştur. Zira sürekli işi ve görevi olanların kuşluk vaktinde meşguliyetleri vardır. Bu gibi kimselerin işleri ile meşgul olması daha faziletlidir. Nafile bir ibadet için işi aksatmak doğru değildir.
Yukarda geçen Ebu Hüreyre hadisinde Hz. Peygamber'in kuşluk namazının iki rekat olarak kılınmasını tavsiye ettiğini görüyoruz. Hz. Aişe'nin rivayetine göre "Hz. Peygamber kuşluk namazını dört rekat olarak kılar, (bazense) Allah'ın dilediği kadar artırırdı."
Ümmühâni'nin rivayetine göre Hz. Peygamber Mekke'nin fethe-dildiği gün, sekiz rekat kuşluk namazı kılmış, her iki rekatta bir selam vermiştir. Aynı olayı anlatan bir diğer rivayette Mekke'nin fethi günü Hz. Peygamber Ümmü Hâni'nin evine girmiş, gusül abdesti alarak sekiz rekat (kuşluk) namazı kılmıştır.
Bir başka hadiste ise şöyle buyurluyor:
Kim ki kuşluk namazını on iki rekat olarak kılarsa, Allah onun için cennette altından bir saray bina eder. (Tirmizî)
Rivayetler, kuşluk namazının iki, dört, sekiz veya on iki rekat olarak kılındığını bildirmektedir. Zâd'ül Meâd isimli kitapta şu açıklama vardır:
İbn Cerir et-Taberî kuşluk namazı ile ilgili değişik rivayet ve farklı rekat sayılarını bildirdikten sonra şöyle diyor: Bu hadislerin hiç birinde diğerinin ifade ettiği rekat sayısını geçersiz kılacak bir durum yoktur.
Çünkü Hz. Peygamber'in dört rekat kuşluk namazı kıldığını söyleyen, bunu'bizzat gördüğünü söylemiştir. Diğeri iki rekat kıldığını, bir başkası altı rekat kıldığını, bir başkası sekiz rekat, bir başkası on rekat, bir başkası on iki rekat kıldığını görmüş veya işitmiştir. Netice itibariyle herkes gördüğünü veya işittiğini haber vermiştir.
Bundan anlıyoruz ki kuşluk namazının en az rekat sayısı iki, en çoğu onikidir. İhtimaldir ki Hz. Peygamber ümmetine kolaylık göstermek için kuşluk namazını farklı rekatlarda kılmıştır. Bu meselenin bir yönüdür. Diğer yönden bakıldığında görülür ki Hz. Peygamber ümmetinin önünde ibadet kapısını açık tutmuş, onlara ahiret için daha çok hazırlık yapma hususunda örnek olmuştur. İsteyen kişi kuşluk namazının rekat sayısını dilediği kadar artırır. İşi olan iki veya dört rekat ile yetinir.
Bunun içindir ki fıkıh bilginleri, kuşluk namazının en azının iki, en çoğunun sekiz veya on iki rekat olduğunu söylemişlerdir. Hanefî mezhebinde kuşluk namazının en çoğu onaltı rekattir. Bazı fıkıh bilginleri kuşluk namazının rekat sayısının en çoğu için bir sınır olmadığım, insanın gücü yettiği kadar kılabileceğini ifade etmişlerdir.
Abdullah b. Ömer Ebu Zer Gıfârî'ye "Ey amcacığım! Bana bir tavsiyede bulun" demiş. Ebu Zer bunun üzerine şöyle söylemiş: "Senin istediğini ben de Peygamber'den istemiştim. O bana şöyle buyurdu: "İki rekat kuşluk namazı kılan kimse gafillerden yazılmaz. Dört kılan âbîd (ibadet eden)lerden yazılır. Altı rekat kılana o gün günah bulaşmaz. Sekiz rekat kılan gânit (itaat eden)lerden yazılır. Oniki rekat kılan için de cennette bir ev yapılır."
Kuşluk namazının vakti güneşin bir veya iki mızrak boyu yükselmesi ile başlar, zeval vaktine (öğle namazı vaktinin girmesinden az Öncesine) kadar devam eder. Kuşluk namazını sıcağın şiddetlendiği ân'a kadar geciktirmek müstehabtır. O kadar ki deve yavruları güneşin şiddetinden etkilenecek hale gelmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kuşluk namazı deve yavrularının sıcağı hissettiği zamandır" buyuru lmuştur.
Bunun hikmeti, kuşluk namazının vaktinin sabahın sona erdiği güneşin doğması ile öğle vaktinin başlangıcı olan güneşin tam göğün ortasına gelmesinin ortası bir zamanda olmasını temin etmektir.
Fıkıh bilginleri kuşluk namazının en faziletli vaktinin gündüzün dörtte birinin geçtiği zaman olduğunu belirtmişlerdir.
Şâfıî ve Hanbelî mezheplerine göre kuşluk namazının vakti çıkarsa kaza edilmesi sünnettir. Mâliki ve Hanefî mezheplerine göre ise sabah namazının sünneti dışında hiç bir sünnet kaza edilmez. O da gününün öğle vaktine kadar kılındığı takdirde kaza edilir.
Kuşluk namazının vakti hakkında Şevkâni Neyl'ul-Evtar isimli eserinde şunları söylemektedir:
Kuşluk namazının vaktinde görüş ayrılığı vardır. Nevevî Ravda isimli eserinde Şâfıî mezhebi âlimlerinden bu vaktin güneşin doğması ile başladığını nakletmiştir. Fakat kuşluk namazını güneş yükselinceye kadar ertelemek müstehabtır. Bazılarına göre kuşluk namazının vakti güneş yükseldiği zaman girer. Rafiî ve İbn Rîf a bunun kesin olduğunu söylemişlerdir.
Kuşluk namazı kılan kimse her rekatta Fatiha ve bir sure okur. Fakat zammı sûre olarak Veşşemsi ve Vedduha surelerini okumak daha faziletlidir.
Ukbe b. Âmir bu konuda şunları söylemiştir: "Hz. Peygamber bize bazı sureleri okuyarak kuşluk namazı kılmamızı emrederdi. Veşşemsi ve Vedduha sureleri bunlardandır."
Kuşluk namazı bitince Süheyb'in hadisinde rivayet ettiği duayı okumak müstehabtır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber kuşluk namazından sonra dudaklarını kımıldatıyordu. Süheyb "Ey Allah'ın Rasûlü! Söylediğin nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber "Bike usâvilu, bike uhâvilu ve bike ukâtilu" diyorum, buyurdu.[9]
Kuşluk namazı sünnettir. Mâliki mezhebinde kuşluk namazı mü-ekked mendubtur. Kuşluk namazı ile ilgili hadisler onun mendub olduğunu göstermektedir. Şafii ve Hanefi mezhebinde de mendubtur.
İbn'ul Kayyım Zâd'ul Meâd isimli eserinde kuşluk namazının hükmü hakkında altı görüş saymıştır. Bunları aşağıya alıyoruz:
1. Düzenli (revatib) sünnettir.
2. Bir yerin fethedilmesi veya yolculuktan dönme gibi bir sebepten dolayı kılınır.
3. Bazen kılıp bazen terketmek müstehabtır.
4. Evlerde kılınması müstehabtır.
5. Müstehab değildir.
6. Bid'attir.
ibn'ul Kayyım'ın bu görüşlerin tümünü saymaktan maksadı kuşluk namazının hükmü hakkında söylenenlerin hepsini araştırmaktır. Gerçi bunlardan bazısı delil olmaya değmeyecek derecede zayıftır. Şevkâni Neyl'ul Evtar isimli eserinde bunlara işaret ettikten sonra şöyle der:
Kuşluk namazının meşruiyetini gösteren hadislerin onun müstehab olduğunu isbat ettiği açıktır. Hadis âlimlerinden Hâkim, kuşluk namazının meşruiyetini isbat eden hadisleri müstakil bir kitapta -yirmi kadar sahabeden rivayet edilmiş vaziyette- toplamıştır.
Suyûti de bu konudaki hadisileri bir kitapta toplamış ve orada bu namazı kılan sahabeyi saymıştır. İbn'ul Kayyım ise, Hz. Aişe'nin, Peygamber'in kuşluk namazı kıldığına dair bir rivayette bulunmaması ile söze başlamıştır.
Daha sonra İbn Ömer, Hz. Ömer'in ve Hz. Ebubekir'in bu namazı kılmadıklarına işaret etmiştir.
İbn Ömer'e "Hz. Peygamber kuşluk namazı kıldı mı?" diye sorulmuş, o da "sanmıyorum" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber'in bu namazı kıldığına dair Ümmü hâni'den başka rivayette bulunan yoktur.
İbn'ul Kayyım bunlara yer verdikten sonra, konunun başına dönerek Hz. Peygamber'in, bu namazı kıldığına dair hadislere yer verir. Bu rivayetlerde Hz. Peygamber'in bu namazı dört veya daha fazla veya 8 rakat kıldığı zikredilmektedir.
Hatta Hz. Aişe kuşluk namazından sonra Hz. Peygamber'in şu duayı yüz kere okuduğunu görmüştür: "Allahümmeğfir lî verhamnî ve tüb aleyye inheke entettevvâburahîm.[10]
Mücâhid'in rivayetine göre Peygamber bu namazı iki, dört, altı veya sekiz rekat olarak kılmıştır.
Hz. Aişe ve Ümmühâni de Peygamber'in bu namazı on iki rekat olarak kıldığını rivayet etmişlerdir. İbn'ul Kayyım bu tür hadislere yer verdikten sonra şöyle diyor: İnsanlar bu hadisler hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Kimisi bu namazı kılmayı ifade eden rivayetleri, kılmamayı ifade eden rivayetlere tercih etmiştir. Bu tercihin gerekçesi ise bu namazın kılınmasını kabul etmeyenlerin, bu namazın kılındığı ve kılınmasının tavsiye edildiği yolundaki rivayetlerden habersiz olmalarıdır. Ayrıca bu konudaki bilgiler kaybolup bilenlerin sayısının az kalmış olması da mümkündür.
îbn'ul Kayyım bu husustaki rivayetleri zikrettikten sonra şöyle diyor: "İkinci bir grup vardır ki bunlar kuşluk namazının kılınmamasını bildiren hadisleri dikkate almış ve bunları tercih etmişlerdir. Tercih sebepleri sahabeden bu namazı kılmayanların bulunması ve kılınmasını bildiren rivayetlerin senetlerinin sahih olup olmama hususudur.
İbn'ul Kayyım devamla şöyle diyor:
"Üçüncü grup ise bu namazı arada bir kılmanın müstehab olduğu görüşündedir." Bunun ardından da bu husustaki rivayetlere yer veriyor.
"Dördüncü bir grup kuşluk namazının bir sebep yüzünden kılınması görüşündedir. Bunlar; Hz. Peygamber'in böyle yaptığını iddia ediyor, buna da Hz. Peygamber'in fetih gününde sekiz rekat kuşluk namazı kılmasını delil olarak gösteriyorlar. Onların iddiasına göre Hz. Peygamber bu namazı Mekke'nin fethedilmesi sebebiyle kılmıştır. İbn'ul-Kayyım daha sonra bununla ilgili rivayetlere yer vermiştir.
Sonunda İbn'ul Kayyım kuşluk namazının sürekli olmaksızın ve ratib sünnet olarak benimsenmeksizin kılınması görüşünü destekliyor.
Ayrıca kuşluk namazının bid'at olduğunu ifade eden garip görüşe şiddetli bir şekilde çatmış ve Abdullah b. Ömer'den, kuşluk namazı hakkında "kuşluk namazı ne güzel bid'attir" sözünü aktarmıştır.
Kuşluk namazı konusunda zayıf ve uydurma hadislerin varlığından söz edenler vardır. Bunlar Zâd'ul Meâd isimli eserin birinci, Din'ul Hâlis isimli eserin beşinci cildinde zikredilmiştir.
Bunlardan bir kaçını örnek olarak buraya alıyoruz:
* Kim iki rekat kuşluk namazı kılarsa ona bir milyon iyilik sevabı vardır.
* Bir sebep olmaksızın ara vermeden kuşluk namazını devamlı kılan kimse ve ben, nurdan bir kayık ile nurdan bir deniz için(den geçerek) âlemlerin rabbini ziyarete gideceğiz.
* Kuşluk namazını şu kadar rekat kılana yetmiş peygamber sevabı verilir.
Kuşluk namazı ile ilgili aslı olmayan sözler bunlardan ibaret değildir. Güya iddia edildiğine göre bu namazı kılıp da sonra terkeden evlat derdi görürmüş. O kimsenin çocukları yaşamazmış! Bu namazı kılıp sonra bırakan kimse kör olurmuş! Bunların senedi de yoktur, aslı da yoktur.
Hz.Allah'tan bizleri güzel sonuçlara ulaşanlardan ve kendisine yakın olanlardan eyleyerek rızasını kazananlardan kılmasını dileriz.
O kendisinden umut beklenilenlerin en faziletlisi, kendisinden istekte bulunulanların en çok kerem sahibi olanıdır.
SORU: Cuma günü öğle vakti niçin iki defa ezan okunmaktadır? Bunun sebebi ve hikmeti nedir?
CEVAP: Hz. Peygamber zamanında cuma namazı hususunda ezanla ilgili sünnet şöyle idi: Cuma namazının vakti girdiğinde Peygamber (s.a) bulunduğu odada (ilk sünneti kıldıktan sonra ora)dan camiye geçer minbere çıkardı. Hz. Peygamber'in huzurunda ezan okunur, sonra Rasûlullah hutbeye başlardı. Hutbe bitince insanlara (cuma) namazını kıldmrdı.
Hz. Osman'ın halifeliği dönemine kadar durum böyle sürdü gitti. Hz. Osman halife olduğu sıralarda Medine'nin nüfusu çoğalmıştı. Hz. Osman, müezzine vakit girdiğinde insanlara bunu duyurmak için ezan okumasını emretti. Bu birinci ezan Medine'de Zevrâ denilen evin üstünde okunurdu. Zira ev yüksek idi. Orada okunan ezan her yerden duyulurdu. Daha sonra imam minbere çıktığında, mescidde ikinci ezan okunur, sonra imam hutbesini irad ederdi. Böylece Hz. Osman'ın hilafeti döneminde tüm şehirlerde bu uygulama başlatılmış oldu.
Şevkâni'nin Neyl'ul-Evtâr'mda da anlatıldığı üzere buraya kadar söylenilenlerden ortaya çıkan şudur: Hz. Osman bu ezanı, insanlara vaktin girdiğini duyurmak için okutmuştur. Bunu yaparken cuma namazını diğer namazlarla kıyaslamış, diğer namazlarda yapılanı cuma namazı için de uygulamaşıtır. Hz. Peygamber zamanında hatibin huzurunda okunan ezanı ise olduğu gibi bırakmıştır.
SORU: Radyodan okunmakta olan Kur'an'ı dinlemekten dolayı cuma namazını geciktirerek kılma hususundaki görüşünüz nedir?
CEVAP: Cuma namazının vakti öğle namazının vakti gibidir. Cumanın vakti öğle namazının son vaktine kadar uzar. Cuma namazını vakit girer girmez kılmak caizdir. Her ne kadar cumayı ilk vaktinde kılmak daha faziletli ise de vakit girdikten ve biraz geçtikten sonra kı-lınsa da namaz sahih olur.
Cuma namazını ilk vaktinde kılmak onu eda etmeyi garanti altına alır. Ayrıca erken kılmanın faziletine kavuşmak da vardır. İslâmiyet hayırlı işleri geciktirmeden yapmayı tavsiye etmiştir.
Buna göre cuma namazının biraz gecikmiş olması bu sevaptan mahrum olmayı gerektirmez. Özellikle gecikme Kur'an dinlemek gibi güzel bir sebepten dolayı ise sevaptan mahrum olmak sözkonusu değildir.
SORU: Cuma namazına gitmeden önce evinde Kur'an dinleyip, (evi camiye bitişik olduğu için) hutbenin bir kısmını evinden dinlemek maksadıyla evde beklemenin hükmü nedir?
CEVAP: Hz. Allah cuma namazı hakkında şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Cuma namazı için çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Ayetteki ezandan maksat hatip minberde iken, onun huzurunda okunan ezandır.
Fıkıh bilginleri cuma namazına erken gimenin müstehab olduğunu bildirmişlerdir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Kıyamet gününde insanların Hz. Allah'a yakınlık dereceleri mescide gidişlerine göredir. Birinci, ikinci, üçüncü gidenler buna göre Allah'a yakın olurlar. Dördüncü de pek uzakta olmaz.
Nitekim cuma namazından kazanılacak sevabın cumaya erken veya geç gidişe göre değişik olacağı hadislerde bildirilmiştir. İnsan cumaya geç gittiği takdirde kendisinden önce gitmiş olanların omuzlarına basa basa bir yere oturma durumunda kalır. Bu ise İslâmiyet'te hoş görülmeyen bir hâldir. Hz. Peygamber geç kalarak başkalarının omuzlarına basa basa ilerleyen birini görünce ona "Geç kaldın ve (başkalarına) eziyet ettin!" buyurmuştur.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiklerine göre müslümanın cuma için okunan ezam duyar duymaz hemen cumaya gitmesi farzdır. Bu bilginin ışığında şunu söyleyebiliriz: İnsanın, cumaya gitmeden önce radyodan da olsa- evinde Kur'an dinlemesinde, veya soruda ifade edildiği gibi hutbenin bir kısmım evinden dinlemesinde bir sakınca sözkonusu olmaz. Fakat cuma namazı kılınacak camide okunan ezanı duyduktan sonra gecikmesi haram olur.
Unutmayalım ki müslümanlara lâyık olan ve yaraşan cuma namazına gerektiği gibi özen göstermek ve erkenden cumaya gitmektir. Zira cuma günü onlar için haftalık bir kongre gibidir. Orada birbirleriyle yardımlaşırlar, danışmada bulunular, birbirlerini daha iyi tanırlar ve dinleri hakkında bilgi edinirler.
Vitir Namazı Ve Kunut Duası
SORU: Yatsı namazından sonra kıldığımız vitir namazının üçüncü rekatında tekbir alarak kunut duası okuyoruz. Bu tekbirin ve okunan kunut duasının hikmeti nedir?
CEVAP: Vitir namazı akşam namazına benzer. Bir selamla üç rekat kılınır. Vitir namazının vakti yatsı namazından sonradır.
İbn Abidîn Haşiyesi'ndz ifade edildiği üzere vitir namazı uygulamada farz, itikat yönünden vacib, sabit oluşu yönünden sünnettir. Uygulamada farz demek, farz gibidir demektir. Yani terkeden günahkâr olur ve kaza edilmesi gerekir.
İhtimaldir ki böyle üç rekath ve son rekatında ayrıca dua edilen bir namazın kılınması insanın gününü, Allah'a bir yalvanş ve Allah'a yaklaştıran bir iş ile sona erdirmek gibi bir gaye taşımaktadır.
Kunutta yapılan bu dua ile rabbine sığınıp, O'ndan yardım ve hidayet talep ederek gününü sona erdiriyor, Allah'a itaat ederek uykuya dalıyor, O'ndan bir rahmet bekliyor.
Vitir namazının meşruiyeti hadis ile sabittir.
Bu konuda Hz. Peygamber (s.a): "Vitir haktır. Vitir namazını kılmayan benden değildir" buyurmuştur. Hz. Peygamber bu hadisteki son cümleyi üç kere tekrarlamıştır.
Müslim'in rivayet ettiği bir hadis de şöyledir: Sabaha kavuşmadan vitir namazı kılınız. Bir diğer hadis de şöyledir:
Ey Kur'an ehli! Vitir namazı kılınız. (Vitir tek rekatlıdir.) Allah tek olduğu için vitri sever.
Bazı fıkıh bilgilerince vitir namazı vacib değil sünettir.
Vitir namazı kılan kimse üçüncü rekatta rükûdan önce tekbir alır. Tekbiri alırken ellerini kulaklarına kadar kaldırır. Daha sonra "Alla-hümme innâ nesteînüke..." ile başlayan meşhur Kunut duasını okur. Vitri kılan kimse bu duaya münasip dualar da ekleyebilir.
SORU: Sakalsız kimsenin imam olması caiz midir? Harfleri tam çıkaramayan vaya yaşlılığı sebebiyle oturup kalkamayacak derecede düşkün olan kimsenin imamlık yapması caiz midir?
CEVAP: Cemaate imam olacak kimsede aranan şartlar altı olup, şunlardır:
1. Müslüman olmak,
2. Bulûğa ermiş olmak,
3. Akıllı olmak,
4. Erkek olmak,
5. Kur'an'ı iyi okumak,
6. Burun kanaması, kekeme ve pelteklik gibi rahatsızlığı bulunmamak.
Dürrül Muhtar isimli eserde bu konuda şunlar yazılmıştır: İmam olmaya en çok layık olanlar şu şekilde sıralanmıştır:
a. Namazla ilgili hükümleri en iyi bilen,
b. Kur'an'ı en güzel okuyan,
c. Şüpheli şeyleri yapmaktan en çok kaçınan,
d. En yaşlı olan,
e. En güzel ahlâklı olan,
f-Gece namazına çok kalkan, g. Soyu en şerefli olan,
h. Elbisesi en temiz olan.
Görülüyor ki sakalı en çok bakımlı olan gibi bir şart bu sıralamada yer almıyor.
Ibn Abidîn Haşiyesinde yeraldığına göre sakalı bitmemiş bir kimsenin arkasında kılınan namaz kerahetsiz caiz olur. Bu ifade soruda yeralan birinci meselenin cevabıdır. İkinci kısmın cevabına gelince: Kur'an'ı dosdoğru okumak imam olmanın şartlarındandır. İmam olan kimse, en azından namazda okunması gereken kadar ayet ve sureleri güzel okuyacak durumda olmalıdır. Bunun içindir ki Kur'an'ı kusursuz okuyanın ümmîye (okuma yazması olmayana) uyarak namaz kılması caiz olmaz. Fakat ümmî'nin kendisi gibi ümmîye uyması caiz olur.
Fıkıh âlimleri der ki: Kendisinde (idrar kaçırma, sürekli burun kanaması gibi) özür bulanan kimse ancak kendisi gibi özürlü kimselere imam olabilir. Bu durumda imamla ona uyanın aynı durumda olması şarttır. Özürlü kimsenin sağlam kimseye imam olması sahih değildir.
Konuşma kusuru olmamak da imam olmanın şartlanndandır. İmam olacak kimsenin harfleri gerektiği gibi çıkarması şarttır.
Şayet imam olacak kimse, meselâ: R harfi yerine Ğ, Sin harfi yerine Peltek Se, Z harfi yerine peltek Ze söyleyerek harfleri kusurlu çıkarıyorsa ancak kendisi gibi olana imam olabilir.
Hanefî mezhebi âlimleri bu durumda olan kimsenin kusurunu düzeltmek için çalışması gerektiğini, gücü yettiği halde ihmallik ederek bu kusurunu düzeltmezse bu kişinin imamlığı ve aslında kendi namazı geçersiz olur demişlerdir. Böyle bir kimsenin hatasız okuyabildiği yerlerden okuması gerektiğini de ilave etmişlerdir.
İmamlıkta aranan şartlardan biri de imamın durum itibariyle cemaatten daha aşağı düzeyde (meselâ cemaat ayakta iken imam oturarak namaz kılmamalıdır. Oturarak kılma zorunluğu) olmamasıdır. Cemaat ayakta namaz kılıyorsa, imamda ayakta namaz kılmah/kıldırma-lıdır. Şu kadar ki Hanefî mezhebinde ayakta dikilerek namaz kılan cemaatin, rükû ve secde edebilmesi şartıyla oturarak namaz kılan imama uyması caizdir.
Rükû ve secde yapmaya gücü yetmeyen kimsenin bunlara gücü yetene imam olması sahih olmaz.
İmam da cemaat de ayakta duramayacak, rükû ve secde yapamayacak durumda iseler namazlarını ima ile cemaat olup kılabilirler. Ancak imamın durumu cemaatten -imam oturuyor, cemaat yan yatmış olmak gibi- daha üstün durumda olmalıdır.
SORU: Sehv secdesi hangi namazda yapılır, hangi namazlarda yapılmaz?
CEVAP: Sehv secdesi namazda meydana gelen bir eksikliği telafi etmek için meşru kılınmıştır. Bu eksiklik, unutma, şüphe gibi durumlarda olur. Hanefî fıkıhçılannın deyişi ile namazda yerine getirilemeyen veya yerinde yapılamayan bir vacib (veya farz)dan dolayı bir düzeltme işlemi için sehv secdesi yapılır.
Sehv secdesi Hz. Peygamber'den nakledilen sahih hadislerle emredilmiştir. Bu hadislerden bazılarını aşağıya alıyoruz:
Biriniz namazda unutkanlık eder de; bir mi iki mi kıldığını bilemezse namazını bir rekate göre; iki mi üç mü kıldığını bilemezse ikiye göre; üç mü dört mü kıldığım bilemezse üçe göre namazını tamamlasın. Selam ver(ip namazı bitir)mezden önce iki defa (sehv) secde(si) etsin.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (bir) öğle namazında iki rekat kıldıktan sonra ilk tahiyyat için oturmadan üçüncü rekata kalktı. Namazım bitirince iki defa secde etti. Kendisi ile birlikte cemaat de unutulan oturma için secde ettiler.
Imran b. Husayn'ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber cemaate namaz kıldırmış, namazda meydana gelen bir unutma üzerine sehv secdesi ederek tahiyyatı okuduktan sonra selam ver(ip namazını bitirmiştir.
Bir diğer rivayete göre Rasûlullah efendimiz öğle namazını beş rekat kıldırmış. Kendisine "Namazda artma mı oldu?" denilince "ne oluyor?" buyurmuş, cemaat "Beş rekat kıldın" diye cevap verince "Ben de sizin gibi insanım. Sizin unuttuğunuz gibi unutur, sizin hatırladığınız gibi hatırlarım" buyurmuş. Ardından sehiv secdesi yapmıştır.
Namazda unutarak hata yapan kimse sehv secdesi yapmazsa günahkâr olur. Bu noktadan hareketle sehv secdesi yapmanın vacib olduğu söylenmiştir. Bazıları sehv secdesinin sünnet olduğunu söylemiştir.
Namaz kılan kimse, namazın vaciblerinden birini unutarak yapmaz ise sehv secdesi gerekir. Tek başına namaz kılmadaki yanlışlarda ve cemaatle kılınan namazlarda imamın yaptığı kusurlarda sehiv secdesi yapılır. Çünkü cemaat imama tâbidir. İmamla olan bağlantısından dolayı imamın yaptığı eksiklik onun namazında da yapılmış demektir.
Farz namazlardaki kusurdan dolayı sehv secdesi yapmak gerektiği gibi, nafile namazlardaki kusurdan dolayı da sevh secdesi yapılmalıdır. Dürrü Muhtar isimli eserde bunlar yazılıdır.
Tenvîr'ul-Ebsâr adındaki eserde şunları görüyoruz:
Tüm farz namazlarda, bayram ve cuma namazlarında ve nafile -sünnet- namazlarda sehv secdesi aynı hükümlere tabidir.
Bununla beraber fıkıh âlimleri cuma ve bayram namazlarında kalabalıktan dolayı cemaatte kargaşa olmaması için sehv secdesi yapılmamasını güzel görmüşlerdir.
SORU: Bazı kimselerin birtakım camilerde namaz kılmayı daha üstün saydıklarını görüyoruz. Bu anlayış o camilerde namaz kılmanın başka yerlerde kılmaktan daha güzel ve daha faziletli olduğunu sanmaktan kaynaklanıyor. Bazı kimseler bu üstünlük anlayışına aşırı bir önem verip belirli camilerde namaz kılmada çok hırslı davranıyorlar. Bu konuda İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: İbadet sırf Allah için yapılır. Bu konuda hiçbir varlığın Allah'a ortak edilmesi sözkonusu olamaz. Allah kendisine ortak edinmeye asla muhtaç değildir. O, ancak sırf rızasını kazanmak için yapılan işleri kabul eder. Eğer Allah rızası dışında bir maksat gözetilerek bir iş yapılacak olursa onu yapan kimseye "Mükâfatını, kimin için iş yapmış isen ondan iste!" buyurur.
Namaz her gün tekrarlanan bir ibadettir. Müslüman her durumda bu ibadetten sorumludur: İkamet veya yolculuk halinde, sağlıklı iken, hasta iken, temizlenmek için su bulunsa da bulunmasa da bu sorumluluk düşmez. Bunun içindir ki İslâmiyet namazla ilgili meseleleri kolaylaştırmıştır; namaz için özel bir yerde kılınması şartı getirmemiş, namaz kılmayı zorlaştıracak şekiller emretmemiştir. Bu konuda Hz. Pey-gamber'in "Yeryüzü(nün her tarafı) benim için mescid, toprağı da (ab-dest ve gusül maksadı ile su bulunmadığı zaman) temizleyici kılındı" sözü yeter, başka bir şeye hacet yoktur.
Buradan anlaşılıyor ki temiz olan her yerde namaz kılmak caizdir. Namazın faziletli olması, namazda ihlas bulunmasına, kendinden geçercesine tüm benliğiyle ibadete müstehak olan Allah'a sıdk ile yönelmeye dayanır.
İnsanların burada veya şurada, bu veya şu camide namaz kılmanın daha faziletli olduğunu benimsemesi; şu camide şeyh, bu camide evliya bulunduğu için orada namaz kılmanın üstün olduğu anlıyışı hiç bir te-mele-dayanmaz. Bu konuda ne Kur'an'da, ne de hadiste bir delil yoktur.
Bu ifademizden bu camilerde namaz kılınmasına mâni bir durum bulunduğu fikri çıkarılmamalıdır. Bundan oralarda bulunan türbelerden ibret almaya, o değerli insanlara uyup Allah'tan rahmet istemeye engel olmak manası da çırakılmamahdır. Zira bunlar birbirinden farklı meselelerdir. Nitekim Mekke'deki Mescid-i Haram, Medine'deki Mescid-i Nebi, Kudüs'teki Mescid-i Aksa, Küba Mescidi gibi yerlerde kılınan namazların daha faziletli olması meselesi de bizim söylediklerimizle çelişmez. Zira bu mescidlerde kılınan namazların faziletli olduğu, dinî veya tarihî özelliklerin dolayı hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bunun uzun uzadıya anlatılmasının yeri burası değildir.
Hadislerde üstünlüğü bildirilen az önce sözü geçen mescidler dışında hiçbir cami diğerinden üstün değildir. Ancak hangi cami İslâm'a ve müslümanlara daha faydalı ise oradaki ibadet de daha faziletlidir. Bunun içindir ki fıkıh bilginleri geniş camiyi, vaaz ve dinî derslerin verildiği camileri ve cemaatı kalabalık camileri daha faziletli görmektedirler.
SORU: insanın camiye gitmeyip evinde kıldığı namaz kabul edilir mi?
CEVAP: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınandan yirmiyedi derece üstündür.
Fıkıh âlimlerinden bazıları cemaatle namaz kılmanın farz olduğu görüşündedir. Bununla beraber kılman namazın sahih (geçerli) olması için cemaatle kılınması şart değildir.
Bazı fıkıh bilginleri ise cemaatle namaz kılmanın farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Yani bir yerdeki topluluktan bazı kimseler cemaatle namazı kılınca diğerlerinden sorumluluk düşer. Fakat hiçbiri cemaate katılmazsa, hepsi günahkâr olur.
Bazı fıkıh bilginleri ise cemaatle namaz kılmanın sünnet-i müek-kede olduğunu söylemişlerdir.
Namazı cemaatle kılmanın farz olduğunu söyleyenler bunun herkese farz olmadığını, camiye komşu veya yakın olup ezanı işitenlere farz olduğunu ifade etmişlerdir. Delilleri Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu hadistir:
Hz. Peygamber'e gözleri görmeyen bir adam gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni camiye götürcek kimsem yoktur. Namazı evde kılabilir miyim?" Hz. Peygamber ona namazı evde kılma
müsaadesini verdi. Dönüp giderken onu çağırdı ve "Ezanı duyuyor musun?" buyurdu. Adam Evet, deyince "O halde ezana icabet et, yani camiye git!" emrini verdi. (Müslim, Ebu Dâvud ve Neseî)
Bu adamın Abdullah b. Ümmü Mektum olduğu ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ona namazları cemaatle kılmasını emretmiştir.
Buharî'nin rivayet ettiğine göre Hasan Basrî şöyle elemiştir: "Bir kimsenin camiye cemaate gitmesine ana-babasından birisi engel olursa ona itaat etmesin."
Abdullah b. Mesud şöyle diyor:
Kim ki yarın Allah'a müslüman olarak kavuşmak istiyorsa ezan okunduğu zaman şu namazları kılsın. Onlardan hiç birini bırakmasın. Hz. Allah Peygamberinize hidayet yollarını göstermiş bulunuyor. Beş vakit namaz bu hidayet yollarından biridir. Eğer namazlarınızı camiye gelmeyenler gibi evinizde kılarsanız, Peygamberinizin sünnetini bırakmış olursunuz. Peygamberinizin sünnetini bırakırsanız, sapıklığa' düşersiniz.
Biz "Cemaatle namaz kılmaya ancak münafık olan gelmez" derdik. İki kişi arasında dayanarak ayakta duran kimse bile cemaatle namaz kılmada saftaki yerini alırdı. (Müslim ve Ebu Dâvud)
Cemaatle namaz konusunda söylenen sözün en hafifi, onun sünnet-i müekkede olduğudur. Bu hüküm namaza gelmesi sözkonusu olan kimsenin fıkıh âlimlerinin bildirdiği özürlerden bir özrü olmaması durumunda geçerlidir. Bu özürler şiddetli soğuk ve rüzgar, yağmur, karanlık, yırtıcı hayvan veya düşman korkusu, hastalık veya hasta olma ihtimali veya benzeri şeylerdir. Bu özürlerden birinin bulunması halinde namazı cemaatle kılmak zorunluluğu sözkonusu olmaz. Allah din konusunda kullarına zorluk murad etmez.
SORU: Cuma namazına geç gelip imama uyan kimse, imamın selamından sonra Cumayı tamamlar mı, yoksa dört rekat öğle namazı mı kılar?
CEVAP: Müslüman için en uygun davranış Cuma namazına erken gitmesidir. Zira böyle yaptığı takdirde bol sevap kazanacak, hutbe dinleyerek ondan faydalanacak ve başından itibaren namaza katılmış olacaktır.
Kur'an'da cuma namazı hakkında şöyle buyurulur:
Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
Cuma günü cami kapısında melekler (oturmuş) bulunur. (Her geleni) ilk geliş sırasına göre yazarlar. İmam camiye geli(p minbere çıkı)nca defteri kapatırlar. Artık hutbeyi ve namazı dinlerler. En evvel gelen deve kurban etmiş gibi, ondan sonra gelen sığır kurban etmiş gibi, daha sonra gelen koç kurban etmiş gibi, daha sonra gelen tavuk sadaka etmiş gibi, en son gelen, bir yumurta sadaka vermiş gibidir. (Buharı ve Müslim)
Buna göre müslüman cuma namazına başından itibaren yetişmeye titizlik göstermelidir. Vaktinden Önce erkenden gelirse, az önce de ifade edildiği gibi bu çok faziletlidir. Fakat bir problem olur da cuma namazına baştan yetişemezse; ikinci rekata -velevki rükûda yetişmiş olsun- kavuşursa imam selam verdikten sonra bir rekat daha ekleyerek namazını tamamlar. Bu durumda kıldığı namaz cuma namazından sayılır. Bunun delili şu hadistir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cuma namazından bir rekata yetişen kimse cumaya yetişimiş olur. (Tirmizî ve Neseî)
Fakat cumaya geç kalan kimse camiye geldiğinde iki rekat kılındığını görürse, cuma namazı yerine, dört rekat olarak öğle namazını kılar.
Namaza gelen kimse imamı cumanın ikinci rekatın rükûundan kalkmış veya tahiyyatta oturuyor vaziyette bulursa gene dört rekat öğle namazı kılar.
Bunun delili ise şu hadistir:
Cuma namazından bir rekate yetişen, bir rekat daha eklesin. Cumanın iki rekatına da yetişemeyen, dört rekat namaz kılsın. (Dâ-rekutnî)
Bazı ilim adamları bu hadisteki meseleyi şöyle yorumlamıştır: Cuma namazında imama hiç yetişemeyen kimse o günün öğle namazını kılar. İmama ikinci rekatın rükûundan sonra yetişen kimse de böyle yapar. Tirmizî sahabe ve tabiînden pek çoğunun, Süfyan, îbn Mübarek, Mâlik, Şafiî, Almed b. Hanbel ve İshâk gibi birçok imamın bu görüşte olduğunu söylemektedir.
Bazı âlimlerin ifadesine göre cuma namazına geç gelen kimse imama uyarak cuma namazına niyet eder. İmam selam verdikten sonra kalkıp, öğle namazı olarak dört rekat namaz kılar.
Bu durumdaki kişi hakkında bilmece tarzında şöyle denmiştir: "Niyet edip namaz kılmayan, namaz kılıp niyet etmeyen kimdir?" Bu, cuma namazına ikinci rekatın rükûundan sonra yetişen kimsedir. Çünkü o cumaya niyetlenerek namaza başlamış fakat cuma kılmamıştır. Namaza girerken öğleye niyetlenmemiş fakat öğle namazı kılmıştır.
Hanefî mezhebinde sahih olan görüşe göre cumaya gelen kimse, imama namazın neresinde yetişirse yetişsin, namazını cuma olarak tamamlar.
SORU: Bir kimse farz namazlardan birini, mesela akşam namazını geçirse; bu namazı o günün yatsı namazıyla birlikte kılabilir mi? Yoksa ertesi günün akşam namazına kadar ertelemesi mi gerekir?
CEVAP: Namaz Hz. Peygamber'in bir hadisinde ifade edildiği üzere dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ayakta tutar. Onu kılmayan dinini yıkmış olur.
Namaz her gün ve gecede beş kez tekrarlanan günlük bir ibadettir. İslâm dini bunlardan her birinin vaktinin başını ve sonunu belirlemiştir. Müslümanın bu namazlardan birini vakti girmeden önce kılması caiz olmadığı gibi, vaktinden sonraya bırakması da caiz olmaz.
Nitekim Cenab-ı Hak "Namaz mü'minler. üzerine vakitleri belli bir farzdır" (Nisa/103) buyuruyor.
Demek oluyor ki namaz, belirlenmiş vaktinde kılınması gereken bir farzdır.
Kur'an'm pek çok yerinde "Namazlarınızı dosdoğru kılımz"(Ba-kara/43, 83, 100) buyuruluyor. Onun dosdoğru kılınmasının göstergelerinden biri de vaktinde kılınmasıdır.
Gene Kur'an'da "Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın" (Bakara/238) buyuruluyor.
Mü'ninûn ve Meâric surelerinde mü'minlerin özelliği belirtilirken ".. .Onlar namazlarına devam ederler" buyuruluyor. (Mü'minûn/9, Me-âric/34)
Ayrıca Nûr suresinde buyuruluyor ki:
Bir takım evlerin (yükseltilip) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına Allah izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu (öyle kimseler) teşbih eder ki; onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden korkarlar. Çünkü (o günde) Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasiyle verecektir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandinr. (Nûr/36-38)
Bir olay olup unutarak veya bir zaruret sebebiyle namazlardan biri -soruda olduğu gibi meselâ akşam namazı- geçmiş olsa bu kimse Önce borçlu olduğu akşam namazını kılar. Zira vakti girmiş olan yatsı namazının vakti daha geniştir.
Bazı fıkıh bilginleri, örneğimizde olduğu gibi vakti girmiş bulunan yatsı namazının cemaatini kaçıracağından korkan kişinin önce cemaatle yatsı namazını kılması gerektiğini söylemişlerdir. Zira böyle yapmakla cemaat sevabına nail olmak sözkonusudur. Daha sonra geçen akşam namazını kaza eder. Eğer akşamı kıldıktan sonra yatsıyı cemaatle kılacağını bilirse önce akşam namazını kılar.
Bazı fıkıh bilginleri şöyle bir durumdan söz etmektedirler: Eğer namazlardan birini geçiren kimse için, içinde bulunduğu vakit hem geçen, hem o anki natnaza yetmeyecek kadar daralmış ise önce içinde
bulunduğu vaktin namazını, sonra da geçen namazı kılar.
SORU: Hem namazını kılıp, hem de günah işleyen -meselâ zina eden- kimsenin durumu nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ namaz farizasını, kulları için bir dua, bir ümit (kapısı), bir zikir ve Allah'a yalvarış olmak üzere emretmiştir.
Abdest almakla görünür bir temizlik, rükû ve secde ile nefis terbiyesi, huşu ve sükunet ile gönül (kalp) canlılığı meydana gelmektedir.
Bunun içindir ki Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir. (Anke-but/45)
Ayette ifade edilen ilâhi buyruğun manası şudur: Dosdoğru ve tam manasiyle kılınan namaz; namaz kılanı birtakım günahları işlemekten ve sapıklıktan alıkoyar. Kılınan namaz insanı kötülük ve hayasızlıktan koruyamıyor ve temizleyemiyorsa, o namaz belirli bir hedefi ve neticede meyvesi olmayan bir ibadettir. Her ne kadar dış görünüşü itibariyle kılanın borcu ödenirse de, gerçekte faydası ve menfaati yoktur. Bunun içindir ki Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kimin namazı kendisini hayasızlıktan ve kötülükten alıkoymuyorsa onun namazı yoktur. Böyle bir namaz o kimsenin Allah'tan uzaklaşmasını artırır.
İslâm'ın ilk döneminde yaşamış büyüklerin bazıları şöyle demiştir: "Namazda üç özellik bulunmalıdır: îhlas, haşyet ve Allah'ı zikretmek. Bunların bulunmadığı namaz namazdan sayılmaz. Bunlardan ih-las insana iyiliği emreder. Haşyet kötülüğe engel olur. Allah'ı zikretmek de (namazda okunan) Kur'an'dır; o hem iyiliği emreder, hem de kötülüğe engel olur.
Hal böyle olunca bir müslüman hem namaz kılıp, hem zina gibi bir günahı işlemeye nasıl razı olabilir? Bir müslüman aynı anda rabbine nasıl hem itaat, hem isyan edebilir? Kaldı ki zina İslâm nazarında en iğrenç günahlardandır. Cenab-i Hak bakınız bu konuda ne buyuruyor:
Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsra/32)
Ayrıca Kur'an rahman olan Allah'ın kullarının özelliklerini şöyle sayıyor:
Onlar, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur. Kıyamet günü onun için azap kat kat artırılır ve orada (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır. Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır. Engin merhamet sahibidir. (Furkan/68-70)
Bir hadiste (bu tür günahların çoğalacağına işeretle) şöyle buyu-ruiuyor:
Şunlar kıyamet alâmetlerindendir:
* İlim kalkacak (azalacak veya yok olacak),
* Cahillik (iyice) ortaya çıkacak,
* Şarap içilecek,
* Zina ortaya çıkacak,
* Erkek azalıp kadın çoğalacak.
O derece ki bir erkeğin idaresine elli kadın düşecek. (Buharı) Bir diğer hadiste de şöyle Duyurulmaktadır:
İki bacağının ve bıyıkla sakalının arasını (yani dilini) koruyana cenneti garanti ederim.
İki bacak arasından maksat cinsel organ, bıyıkla sakal arasından maksatla da dildir. Bu ikisinin özellikle söylenmesi belaların çoğunun bu iki organ yüzünden başa gelmesindendir.
Müslümanın görevi bir yandan namazını devamlı kılmak, öte yandan küçük-büyük günahlardan el etek çekmektir. Böylece namazı mükemmel ve Allah katında makbul olur. Hz. Peygamber'in aşağıda nakledeceğimiz sözünden ibret almak lâzımdır.
Bir adam Rasûlullah'a gelerek diyor ki: "Filan adam geceleyin namaz kılıp, sabah olunca hırsızlık yapıyor. Bunun hali ne olacak?" Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Onun yaptığı, yakında ona engel olacaktır."
Yani ona yaraşan namazının hırsızlığa engel olmasıdır. Zira namaz kötülüklerden alıkoyar.
SORU: Namazını kılmayan kimsenin oruç, zekat, hac gibi ibadetleri yapması halinde Allah bunları kabul eder mi? Namazını kılmayan veya Allah'ın emirlerinden birini yerine getirmeyen kimsenin diğer emirleri yerine getirmesinin bir faydası var mıdır?
CEVAP: Allah'ın dini bir bütündür. Parçalara ayrılmaz. Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı peygamber olarak Muhammed'i kabul eden kimsenin Allah'ın emrettiklerinin hepsini yapması gerekir. Bu dinî görevdir. Bu görevleri (yaparken birini diğerinden ayırmak, farzlardan birini yapıp, diğerini ihmal etmek sözkonusu olamaz. Hepsi Allah'ın hükmüdür. Hepsi Allah tarafından emredilmiştir. Hz. Peygamber dindeki vazgeçilmez temel kuralları açıklamıştır. O bir sözünde şöyle buyurur:
İslâm dini beş temel üzerine kurulmuştur: Muhammed'in Allah'ın peygamber'i olduğuna tanıklık etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve yoluna gücü yetene haccetmek.
Bir müslüman farzların tamamını yerine getirmedikçe kâmil îman sahibi olamaz. Müslüman ancak böyle olursa îmanı tamamlanır, mev-lasına itaat etmiş olur.
Allah'ın farz kıldıklarından birini yerine getirip, birini terketmek insanı fasık yapar. Allah'ın emrini yerine getirmediğinden dolayı cezaya hak kazanmış olur.
Eğer Allah'ın emirlerinden birisini inkâr edecek olursa dinden çıkmış olur.
Allah'ın farzlarından birini yapan, diğerini terkeden kimse sanki Allah'ın karşısına dikilmiş şöyle diyor gibidir: Şu farz hoşuma gidiyor Onu yapıp yerine getireceğim. Şu farzdan ise hoşlanmıyorum. Onu için bunu yapmayacağım. Böyle yapan bir kimseye yazıklar olsun! Böyle yapmak dini parçalamak, Allah'ın koyduğu kuralları bölmektir. Allah'ın dini bir bütün halinde Allah katından gelmedir.
Bununla beraber burada bir hususu gözönünde bulundurmalıyız: Yerine getirildiği takdirde her bir farzın sevabı ayrı, ihmal edildiği takdirde cezası ayrıdır. Meselâ orucunu tutup namazını kılmayan bir kimsenin oruç borcu ödenir. Namaz kılmamasının günahı üzerindedir. Cezası kendisini beklemektedir.
Bir hususa daha işaret etmemiz gerekiyor: Fıkıh âlimleri namaz kılmama hususunda çok şiddetli hükümler getirmişlerdir. Bazıları ısrarla namaz kılmayan kimsenin cezasının Ölüm olduğunu, bazıları ise böyle bir kimsenin namaz kılmaya başlayıncaya kadar hapsedilip dö-vüleceğini söylemişlerdir.
Fıkıh âlimlerinin böylesine katı kurallar koyması boşuna değildir. Zira bu ibadet her gün tekrarlanan bir ibadettir. Hz. Peygamber onun dinin direği olduğunu, namaz kılmayan kimsenin dininin yıkılmış olacağını bildirmiştir. Ayrıca Cenab-ı Hak namazın mü'minler üzerinde
vakitleri belli olarak farz kılınmış olduğunu beyan etmiştir.
SORU: Sigara içen imamın arkasında kılınan namaz sahih olur mu? Sigara mekruh mudur? Sigaranın ne faydası vardır?
CEVAP: Sigara Hz. Peygamber zamanında bilinen birşey değildi. Hatta daha sonraki dönemler olan raşit halifeler, tabiîn ve mezhep imamları zamanında da bilinmiyordu. Sigara müslüman toplumlara dışardan gelen dertlerden biridir. Bu sebeple ilk dönemlerde sigara içmenin hükmü hakkında birşey söylenmemiştir. Bu noktadan hareketle hakkında farklı şeyler söylenmiştir.
Kimisi haram olduğunu, en azından harama yakın mekruh olduğunu söylemiştir. Bu hükmün gerekçesi ise sigarının vücûda zarar vermesi, sigara için verilen paranın yabana atılması ve çirkin kokusu bulunmasıdır.
Bir kısım ilim adamları sigara hakkında ayet ve hadis olmadığı ve sarhoş edici olduğu isbat edilmediği için mubahtır, demişlerdir. Zira eşyanın aslı mubah olmakür. Fakat sigara içmenin, maddî veya sağlık yönünden zarar vereceği kesinlik kazanırsa o vakit sigara içmek haram olur. Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız. (Bakara/195)
Sigara içen imamın arkasında kılınan namazın sahih olmadığını söyleyemeyiz. Fakat burada şu hatırlatmada bulunmamız yerinde olaçaktır: Bilindiği üzere sigaranın kötü bir kokusu vardır. Bu insanlara eziyet vereceği gibi caminin temiz atmosferine de uygun düşmez. Bundan dolayı imamın gücü yettiğince sigara içmekten uzak durması gerekir. Kendisini bundan alıkoyamıyorsa en azından namaz yaklaştığı sırada sigara içmemelidir. Özellikle az bir vakit varken, biraz sonra insanların Önüne geçip onlara namaz kıldıracağı zaman sigara içmemelidir.
İlim adamlarından bir grup camide ve Kur'an okurken sigara içmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şafiî fıkıhçıları da sigara içilen yerin ve durumun özelliğine bakılmaksızın sigaranın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu hükmü verenler hadislerde bildirilen kötü kokulu şeylerin yenmesi ile ilgili yasağı dikkate almışlardır.
Hadiste şöyle Duyurulmuştur:
Soğan, sarımsak veya pırasa yiyen kimse camimize gelmesin. Çünkü insanların rahatsız olduğu şeyden (kötü kokudan) melekler de rahatsız olur. (Buharî)
Tiryaki olanların çoğunda sigaranın kötü izler bıraktığı, bir takım zararlar verdiği el ile tutulup göz ile görülecek kadar açıktır. Sigaranın insana bir faydası yoktur. Herhangi bir zararı yoksa bile en azından şunu söylemek mümkündür: Sigara içmek faydası olmayan bir konuda para harcamaktır.
SORU: Camide sigara içmek, camiye girmek üzere iken sigarayı atıp ağzından sigara dumanı tütüyorken camiye girmek caiz midir?
CEVAP: Fıkıh bilginleri içmenin hükmü hakkında farklı şeyler söylemişlerdir.
Eşyanın aslının mubah olması kuralından hareketle sigaranın mubah olduğunu söyleyenler olduğu gibi, çirkin kokusunu dikkate alarak mekruh olduğunu söyleyenler de vardır. En ağır hüküm ise zararını dikkate alarak haram olduğunu söyleyenler tarafından verilmiştir.
Sigara konusunda söylenebilecek şeylerin en hafifi, faydasız bir-şeye para harcamaktır. Buna ilaveten insanlara eziyet veren kötü bir kokusu da vardır. Bunun içindir ki, Şafiî mezhebinde sigara içmek mekruhtur.
Câbir b. Abdullah'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Soğan, sarımsak ve pırasa yiyen kimse mescidimize gelmesin. Çünkü insanların rahatsız olduğu şeylerden melekler de rahatsız olur. (Buharî)
Fıkıh bilginleri sigarayı bu kötü kokulu şeylere kıyas etmişlerdir. Zira her ikisinde de kötü koku ve insanlara eziyet vermek ortak özelliktir.
Kötü kokulu şeyleri yiyenlerin camiye gelmemesi hususunda Hz. Ömer'den ve Câbir'den rivayetler vardır.
Hadis âlimleri bu hadisleri yorumlayıp yasaklama gerekçesinin kötü koku olduğunu söylemişlerdir. Her kötü kokulu şeyin, hadiste yasaklanan şeylerin hükmünde olduğunu ifade etmişlerdir. Bundan dolayı bazı fıkıh kitaplarında şu bilgiler vardır: Sigara kötü kokulu yiyecekler gibi olduğuna göre, onun camide ve Kur'an okunurken içilmesinin harama yakın mekruh olduğu sonucu çıkar. Camiye girmek hususundaki yasağın gerekçesi ise, hadisteki camiye girmesin ifadesidir. Kur'an okurken/okunurken sigara içilmesinin yasaklanmasının gerekçesi de Allah'ın kitabı Kur'an'a olan saygının zedelenmesidir.
Bu itibarla Allah'ın evi diyebileceğimiz cami içinde sigara içmek veya camiye girerken ağzından duman savumluyor durumda olmak müslümana yakışmaz.
Şibravi'nin, hocası Secâvi'den aktararak Kur'an okurken sigara içmek hakkında kesin bir ifade ile söylediklerine burada yer vermemiz uygun olacaktır.
Şibrâvi şöyle der:
Kur'an okunan mecliste sigara içilmesi hususundaki hüküm hakkında söylenecek tek şey onun haram olduğudur. Onun mekruh olduğunu söylemek asla doğru değildir. Bir düşünelim: Kur'an okunan yerde Peygamber'in hadisleri hakkında konuşmak dahi yasaklandığına göre, Kur'an meclisinde kötü kokulu sigarayı içmenin yasak olması daha yerinde olur. Belki tiryakiler sigaranın kokusunun kötü ve çirkin olmadığını iddia edebilir; zira onlar buna alışmışlardır. Nitekim kanalizasyon ve lağım işinde çalışanlara bulundukları yerin kokusu rahatsızlık verici değildir.
Dünya padişahlarının huzurunda bile sigara içmek edepsizlik sayılırken, padişahlar padişahı Allah'ın huzurunda O'nun kelamı olan Kur'an'ı okurken ve okunurken sigara içmek edebsizlik olmaz mı?
Dünya padişahları ve başkanları huzurunda, başka yerlerde yapılması yasak olmayan pek çok şeyi yapmak yasaktır. Kur'an okunmayan yerde sigara içmenin mekruh olduğu varsayımından hare-' ket edersek, Kur'an meclisinde sigaranın içilmesine haram demek gerektir. Çünkü Allah kelamının okunduğu yerde sigara içmek edebi ihlâl eden bir harekettir.'
Birçok davranışın namaz dışında serbest iken namazda yasak olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi, Allah Teâla'nın huzurunda bulunma edebini ihlâl etmesidir.
SORU: Namaz kılarken çok kere gönlüm birtakım düşüncelerle meşgul oluyor. Kur'an okuyorum ama ne söylediğimin farkında değilim. Bu durumda namazım bozulur mu? Ne yapmamı tavsiye edersiniz?
CEVAP: Namaz özünde, kulun mevlasi ile bir çeşit konuşmasıdır. Bu çok önemli bir durumdur. Müslümanın yaratıcısının huzuruna çık-
madan önce hazırlanması, buna çok önem vermesi, tam olarak yönelip huşu içinde zihnini toplaması gerekir.
Bunun içindir ki, Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşu içindedirler... (Mü'minûn/1-2)
Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur:
Namazlara (özellikle) orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde kulluk edin. (Bakara/238)
Kur'an'da namaz içerisinde devamlı unutup onu zayi edecek şekilde gaflette buhınrîıamak hususunda uyanda bulunulmuştur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarından gafildirler. (Mâun/5)
Gene Kur'an'da "Namazı dosdoğru kılınız"(Bkz. Bakara/43, 83, 110) buyurulmuştur. Dosdoğru kılmak tüm rükün ve şartlarına riayet ederek kılmakla olur. İnsan duygusunu ve kalbini bir noktaya toplama-dıkca dosdoğru namaz kılmada başarılı olması mümkün olmaz.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o, (sabır ve namaz) kalbi Allah'a saygı ile ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir. İşte o, kalbi Allah'a saygı ile ürperenler, şüphesiz rablerine kavuşacaklamm ve O'na döneceklerini düşünen ve kabullenen kimselerdir. (Bakara/45-46)
Çeşitli ayetlerde ifade edilen huşu namaza tam manasıyla yönelmedikçe, tüm gayretini sarf etmedikçe, ne söylediğini anlayacak şekilde olmadıkça gerçekleşmez. Bu da insanın zihnini namazdaki söz ve davranışlarına bağlamakla olur. Böylece insanın zihni sağa sola dağıl-maz. Bu konuyu dile getirmekte şu hadis-i şerif çok ilgi çekicidir:
İnsan namazını güzelce kılar, secdesini ve rükûunu tastamam yaparsa namaz ona şöyle der: "Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun". (Bundan sonra) namaz (Allah'ın katına) kaldırılır. Eğer insan namazım kötü kılar, rükû ve secdesini eksiksiz yapmazsa, namaz ona şöyle der: "Beni zayi ettin, Allah da seni zayi etsin". (Bundan sonra) eskimiş yıpranmış bir giysi gibi dürülüp (kaldırılır. Yarın ahirette kendisini doğru dürüst kılmayanın) yüzüne çarpılır. (Ebu Dâvud)
Evet, insanın tabiatında unutmak ve zihin dağınıklığı vardır. Fakat insanın görevi buna karşı koymak, özellikle namaz halinde iken gücü yettiğince zihnini derli toplu bulundurmaktır.
İnsan bu hususta namaza güzelce hazırlanmaktan yardım görebilir. Namaza tam yönelmek, mümkün oldukça zihni namaz üzerinde yoğunlaştırmak bu konuda yararlıdır.
Bilim adamları bîr insanın aynı anda bir şeye tam olarak yönelebileceğini söylemektedirler. Onların bu sonucu "Allah (c.c) bir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır" (Ahzab/4) ayetinden çıkarmış olmaları ihtimal dahilindedir.
Sonuç olarak deriz ki: İnsan namazda güzel edep içinde olmalı, sağa sola bakıp gerektiğinden fazla kımıldamamalıdır.
Namaz esnasında ayakta iken secde edeceği yere, rükûda iken ayaklarına, secdede iken burnuna, iki secde arasında veya tahiyyat için oturduğunda kucağına bakmalıdır. Namazda okuduğu ayet veya surelerin manalarını öğrenmeli ve bunlar üzerinde düşünmelidir. Böylece
zihni dağılmaktan kurtulacaktır.
Namaz kılarken, ne yaptığının farkında olmayacak derecede zihni dağınık olan kimse sanki namaz kılmamış gibidir.
SORU Korku namazı nedir? Ne zaman ve nasıl kılınır?
CEVAP: Namaz İslâm'ın emrettiği günlük bir farizadır. Yolcu olmak. bir yere göçmek veya herhangi bir iş, yahut meşguliyet nedeniyle insanın üzerinden düşmesi, farziyetinin kalkması sözkonusu olamaz. Ancak mesela savaş sırasında alışıldığı gibi namazın kılınması zor veya imkânsız olabilir.
İslâmiyet bu konuda kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiş, bu görevi hafifletmiştir. Yolculuk (seferîlik) halinde ve savaş sırasında düşman saldırısından korkulduğu zaman öğle, ikindi ve yatsı namazlarının (farzlarının) dört rekat yerine iki rekat olarak kısaltılmasına müsaade etmiştir.
Bu hükmü şu ayetten anlıyoruz:
Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük yapmalarından endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır. (Nisa/101)
Bu ayetin manasından özet olarak çıkacak hüküm şudur: İnsan yeryüzünde sefere çıkınca, düşmanının kendisine zarar vermesinden korkuyorsa namazlarını kısaltarak kılmasında bir günah yoktur. Hem sefer, hem düşman korkusu savaşa mahsus bir durumdur. Savaş sırasında kılınan namaza eski fıkıhçılar korku namazı demişlerdir. Bu namazın çeşitli kılınış şekilleri vardır. Kolaylığı ve uygulamadaki basitliği sebebiyle bunlardan birisini aşağıya alıyoruz:
Vuruşma dışında savaş meydanında bulunduğu ve cemaate namaz kıldırmak istediği zaman imam askerlerden bir kısmı ile birlikte namaza durur. Namaz dört rekatlı ise kendisi ile beraber namaza duranlara iki rekat namaz kıldırır ve iki rekatın sonunda selam verir. İmamla birlikte namaza durmayan kısım silahlan başında kontrol ve koruma görevi yaparlar. Birinci grup iki rekat sonunda selam verince koruma görevi yapan grup imamın arkasına namaz kılmaya gelir. İmam onlara da iki rekat namaz kıldırarak selam verir. İkinci kez kılınan iki rekat imama göre tekrarlanmış olduğu için sünnet veya nafile olur. İkinci grup namazda iken koruma görevini birinci grupta namaz kılanlar yaparlar. Savaş ortamında namaz kılanların, sürpriz bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak için üzerlerinde silah bulundurmaları gerekir. Eğer silah namaz kılarken bir eziyet verecek olursa silahı yakınına bir yere koyar.
Savaşta düşman korkusu aşırı derecede olursa namaz cemaatle kılınmaz. Her bir asker kolay gelen yerde veya olduğu yerde namazını tek olarak kılar. Savaşın şiddetli olduğu zamanda namaz kılan kıbleye tam olarak dönse de, dönmese de namaz tamamdır. Hatta duruma göre binekli olarak kılsa da yürürken kılsa da rükû ve secde yerine başı ile îma ederek kılsa da namazı sahih olur.
Çarpışma ve vuruşma sırasında namazı kılmak kolay olmaz ise namaz çarpışma sonuna ertelenir.
Savaşın sona ermesinden sonra geçen namaz varsa kaza edilir.
SORU: Namaz kılan kimsenin (meselâ) Fatiha'yı yüksek sesle okumasının hükmü nedir? Halbuki imam Fatiha'yı duyulacak kadar sesli bir şekilde okumaktadır. Bu durumda yanındakiler duyacak şekilde sesli okuyanın namazı bozulur mu? Böyle yapan kimseye namazdaki-lerden birinin cevap vermesi, birşeyler söylemesi caiz midir?
CEVAP: Namaz kılarken (sessiz) okuyuşta esas olan kişinin kendi duyacağı kadar hafif sesle okumak olup, bunu kendisinden başkasının işitmemesidir. Bazı mezheplerde dilini kımıldatarak okuması; okuduğunu kendisi duymasa bile yeterlidir.
Hz. Peygamber'den rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
Dikkat ediniz! Sizden her biriniz (namaz kılarken) rabbiniz ile gizlice konuşuyorsunuz. Hiç biriniz diğerinize, okurken sesini yükselterek eziyet etmesin.
Cemaatle namaz kılarken imama uyan kimsenin (okuması gerektiği yerlerde) diğer namaz kılanları şaşırtacak derecede sesli okumaması gerekir. İmam Fatiha okurken, ona uyanın da Fatiha'yı okuması harama yakın mekruhtur. Hele bu durumda cemaat de sesini yükseltirse vaziyetin kötülüğü daha da artar. Fakat namaz bâtıl (geçersiz) olmaz.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ebubekir (fısıltı derecesinde) gizli okuyarak namaz kılarmış.
Hz. Ömer ise aksine sesini (duyulacak derecede) yükselterek namaz kılarmış. Bu durum kendilerine söylendiğinde Hz. Ebubekir "Ben rabbimle konuşuyorum o benim ihtiyacımı bilir" cevabını vermiş. Hz. Ömer ise "Ben (böyle okumakla) şeytanı kovalıyor, uyuyanları da uyandırıyorum" demiş. "Namazında açıktan (yüksek sesle) okuma. Onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut" (İsra/110) ayeti nazil olunca Hz. Ebubekir'e "sesini biraz yükselt" denmiş. Hz. Ömer'e de "sesini biraz alçalt" denmiş.
Namaz cemaatle kılınırken birisi sesini böyle yükseltecek olursa, o kimseye cemaatten birisinin "sesini yükseltme" demesi caiz olmaz. Çünkü kendisi de namazla meşguldür. Namazda, namazla ilgisi olmayan bir söz söylemek yasak ve haramdır.
Âlimler bu hükmü ".. .Saygı ve bağlılık içinde Allah'a ibadet ediniz" (Bakara/238) ayetinden ve Hz. Peygamber'in "Şu namazınız (var ya on)da insanların aralarında konuştukları sözden bir söz söylemeniz uygun olmaz" hadisinden çıkarmışlardır.
SORU: Âmin kelimesinin anlamı nedir? Bu kelimeyi (namazda) söylemenin hükmü nedir?
CEVAP: Âmin kelimesi "Allahım duamızı kabul et" anlamına gelir. Bu kelimenin, Allah'ın isimlerinden biri olduğu söylenmiş ise de bu doğru değildir. Bu kelimenin, "Allahım (dediğim gibi) yap" veya "Ümidimizi boşa çıkarma" manasına geldiği de söylenmiştir.
Âmin kelimesinin âmmîn şeklinde olduğu ve "biz sana doğru yöneldik" anlamına geldiği de söylenmiştir.
Kur'an okuyan kimsenin, Veleddâllîn kelimesindeki Af harfinde durup sekte yapmadan Amin demesi doğru olmaz. Bu uygulama Kur'an'dan olan ile Kur'an'dan olmayanın birbirinden ayrılmasını temin etmek içindir.
Bu hükmün delili şu hadistir:
İmam (Fatiha'yı bitirip) âmin dediğinde siz de âmin deyiniz. Çünkü (o sırada melekler de âmin derler.) Kimin âmin demesi, meleklerin âmin demesine denk düşerse geçmişteki günahları affolunur.
Bu konuda başka hadisler de vardır. Fatiha'nın sonunda Amin demek meşrudur. Alimlerin çoğunluğu bunun mendub olduğu görüşündedir. Zahirî mezhebine göre vacib, Ateriyye'ye göre bid'attir. Amin sözünü sesli söylemek ve Aaa sesini uzatmak da meşrudur.
İmamın sesli olarak âmin demesi ihtilaf konusudur. İmamın âmin sözünü a. sesli söyleyeceğini, b. gizli söyleyeceğini ve c. tercihine kaldığını kabul edenler de vardır. İmam Mâlik'e göre imam âmin demez. Onu sadece imamın arkasındakiler söyler.
Atâ' şöyle diyor: Amin, bir duadır. Zübeyr ve arkasındaki cemaat (birlikte) âmin dediler. O kadar ki, mescid âdeta çınladı.
Hanefî mezhebinde âmin sözünü gizli söylemek, sesli söylemekten iyidir. Zira o bir duadır. Hz. Allah şöyle diyor:
Rabbinize yalvara yakara gizlice dua ediniz. (A'raf/55) Muğnî isimli eserde şunlar kaydediliyor:
Sesli okunan namazlarda imam da cemaatte âmin sözünü sesli söyler. Sessiz okunan namazlarda imam da cemaat da âmin'i sessiz söyler. Sünnet olan budur.
Ebu Hanîfe'ye ve iki rivayetten birinde İmam Mâlik'e göre âmin sözünü gizli söylemek sünnettir. Amin sözünün bir dua olması itibariyle tahiyyat gibi gizli söylenmesi müstehabtır.
Bize gelince: (Hanbelîler kasdediliyor) Hz. Peygamber âmin demiş ve bunu söylerken sesini yükseltmiştir. Rasûlullah aynı zamanda imam âmin dediği zaman cemaatin de âmin demesini emretmiştir. Eğer kendisi sesli olarak âmin dememiş olsaydı, cemaatin âmin demesini imamın âmin demesine bağlamazdı. Çünkü imam sessiz olarak âmin dese cemaat onun âmin dediğini nereden bilecek?
Ebu Hanife ve Mâlik'in 'dua olduğu için âmin sözünün gizli söylenmesi gerekir' şeklindeki sözlerini, Fatiha'nın ikinci kısmı (ihdi-na...dan sonrası) iptal ediyor. Zira bu kısım da duadır, fakat sesli okunuyor. Teşehhüt duasında imama tâbi olunmaktadır. Teşehhüdü imam da cemaat da gizli okur. Amin ise kıraat'e bağlıdır. Kıraat sesli olursa âmjn'de sesli olur.
İmam âmin demeyi unutursa cemaat âmin der. İmama hatırlatmak için de sesli söyler. Amin demek, Eûzü gibi sünnettir. İmam terkederse cemaat söyler. (İbn Kudâme, el-Muğnî)
Sözün kısası fıkıhçılann çoğuna göre âmin demek imam için de, cemaat için de sünnettir. Sesli söylenmesi hakkında ihtilaf vardır.
SORU: Tahiyyat duasının kelimeleri "...abduhu ve Rasûlüh"e kadar mıdır? Buradan sonrası (Salli, Barik duaları) Hz. Peygamber'den sonra mı okunmaya başlamıştır?
CEVAP: Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste, İbn Mes'ud şöyle diyor:
Hz. Peygamber elimi iki eli arasına alarak, Kur'an'dan bir sure öğ-retiyormuş gibi bana tahiyyatı öğretti. Bu dua Ettehiyyatü lillahi vesselevâtü... duasıdır
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre namazda oturulduğu zaman okunacak tahiyyat duası budur. Bu konuda başka rivayetler de vardır. Buharî'nin tarihinde Hz. Ömer'den rivayet ettiği ifade de bunu desteklemektedir. Hz. Ömer şöyle demiştir: "Tahiyyat okunmayan namaz geçerli değildir."
Tahiyyatta "Abduhu ve Rasûlüh"den sonra okunanlara gelince; ki bu kısımda Hz. Peygamber'e okunan salavatlar vardır.
Bu hususta hadis kitaplarında rivayetler vardır. Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor:
Biz Sa'd b. Ubade'nin meclisinde iken (yanımıza) Hz. Peygamber çıkageldi. Beşir b. Sa'd Hz. Peygamber'e şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah sana salavat okumamızı bize emrediyor. Biz sana nasıl salavat edeceğiz?" Hz. Peygamber bu soru karşısında sustu. Biz öylesine etkilendik ki, "Keşke Peygamber'e bunu sormasay-dı" dedik. Daha sonra Hz. Peygamber "Bana "Allahümme salli ala Muhammedin..." diyerek salavat okuyun" buyurdu.
Salavatlarla ilgili çeşitli rivayetler vardır. Şevkani Neyl'uUEvtar isimli kitabında "Hz. Peygamber'e salavat okumanın vacib olduğuna, âlimler bu rivayetleri delil göstermişlerdir. Hz.Ömer, oğlu Abdullah, Abdullah b. Mes'ud, Câbir b. Zeyd, Şa'bî, Muhammed b. Ka'b el-Ku-razî, Ebu Cafer el-Bâkır, Hâdî, Kasım, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak, îbn'ul Mevaz bu görüştedir. Kadı Ebubekir b. Arabî de bunu tercih etmiştir" diyor.
Şevkâni daha sonra uzun uzadıya namazda tahiyyattan sonra salavat okuma hakkında bilgi veriyor. Demek ki son oturuşlarda namazda Peygamber'e salavat okumak Peygamber zamanında uygulanan ve bilinen birşey idi. Öyle ise bunun Peygamber'den sonra ortaya çıktığını
söylemek doğru değildir.
SORU: Namaz kılan kimsenin önünden köpek geçse namaz bozulur mu? Bu durumda namaz kılan kimse bir tehlike hissederse ne yapmalıdır?
CEVAP: Namaz kılan kimsenin önünden köpek geçmesi namazı bozmaz.
Buharî'de Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayette şöyle deniyor:
Hz. Peygamber zamanında köpekler camiye girip çıkar (hatta) camiye işerlerdi. Kimse bunda bir sakınca görmezdi.
İbn Hacer, Abdullah b. Ömer'in bu sözünü yorumlarken şunları söylemektedir: Hz. Peygamber devrinde köpekler caminin dışına bev-lederlerdi. Sonra da camiye girip çıkarlardı, demek yerinde olur. Veya bu tip olayların, henijz camiye gereken önemin verilmediği zamanlarda meydana geldiği söylenebilir.
Bu rivayetten ne anlaşılırsa anlaşılsın namaz kılan kimsenin önünden köpek geçmesi namazı bozmaz. Burada Mâliki mezhebinde köpeğin necis'ul ayn olmadığını söyleyelim.
Fakat namaz kılmakta olan kimse bir tehlike hissederse, meselâ kendisini öldürecek veya yaralayacak birşey saldırır veya bir hırsız eşyasını, parasını çalma girişiminde bulunursa, bu durumda olan kimse namazı bırakır, kendisine veya malına yönelik tehlikeyi giderir. Huzurlu ve güvenli ortama döndükten sonra namazını yeniden kılar.
Âlimler, kendisinden başkası için de bir tehlike sözkonusu ise, bu tehlikeyi namaz kılandan başka giderecek yoksa gene namazını keser demişlerdir. Meselâ gözleri görmeyen birinin kuyuya düşeceğini, bir çocuğun ateşe düşeceğini veya su kanalına düşeceğini gören bir kimse, -kendisinden başka olaya müdahale edecek kimse yoksa- namazını bırakır. Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Hz. Peygamber'in "Cuma günü imam hutbe okurken (birisine) susl diyen kimsenin cuması yoktur!" buyurduğunu biliyoruz. İmam minberde hutbe okurken camiye birisi girse, yanımıza gelip "Se-lâmün Aleyküm" dese, onun selamına cevap verebilir miyim? Yoksa bu selamı almamam mı gerekir?
CEVAP: Cuma namazına giden kimse çok iyi bilmelidir ki, bu namaz bir hutbe ve iki rekat namazdan oluşmaktadır. Hutbesiz cuma olmaz. Cuma hutbesinden maksat, müslümanlan din ve dünyaya ait işlerinde bilgilendirmektir. Cuma namazına giden kimsenin hutbe sırasında susup hutbeyi dinlemesi gerekir. Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
Kim ki, Cuma günü güzelce abdest alır sonra cuma'ya gider ve susarak (hutbeyi) dinlerse iki cuma arasındaki kusurlarını Allah bağışlar.
Fıkıh bilginlerinin çoğunluğu hutbe sırasında konuşmanın caiz olmadığında görüş birliği etmişlerdir. Ebu Hanîfe hazretlerine göre hutbe esnasında konuşmak harama yakın mekruhtur. Konuşanın hatibe uzak olması ile yakın olması arasında fark yoktur. Konuşulan sözün dünya kelamı olması ile dinî bir söz olması arasında fark yoktur. Hatta bu konuşma hutbe ile ilgili olmayan bir konuda olursa hatip de söylese farketmez. Hutbe esnasında cemaatten birisi Hz. Peygamber'in adını duyarsa içinden salavat getirir. Eğer bir kötülük görürse eli veya başı ile işaret eder, fakat konuşmaz.
Hanefî mezhebine göre imam odasından çıktıktan sonra da hüküm böyledir. Zira imam hutbe okumak üzere bulunduğu yerden çıktığı zaman konuşmak ve namaz kılmak caiz değildir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise imam hutbe okumak üzere bulunduğu yerden çıkınca namaz kılınmaz fakat (hutbe okumaya başlayıncaya kadar) konuşmakta bir sakınca yoktur.
Mekruh sayılan konuşmalardan biri de sözlü olarak veya kalpden geçirerek verilen selama cevap vermektir. Hutbe bitinceye kadar verilen selama cevap verilmez. Çünkü hutbe sırasında selam vermeye izin verilmemiştir. Hatta bu sırada selam veren günah işlemiş olur. Bu selama cevap vermek gerekmez. Aksınp Elhamdülillah diyen kimseye de cevap verilmez. Hatibin de cemaate selam vermesi mekruhtur.
Yılan, akrep gibi zararlı hayvanın tahlikesini haber vermek üzere uyarmak veya gözleri görmeyen bir kimseye gelecek zararı haber vermek için konuşmak mekruh değildir.
Mâlikî mezhebinde hutbe sırasında selam vermek haramdır. Verilen selama cevap vermek de öyledir. Hutbe sırasında konuşan birine konuşma diyerek uyarıda bulunmak da böyledir.
İmam Şafii'nin mezhebine göre hutbeyi dinlemekte olan birine selam vermek mekruhtur. Fakat verilen selama cevap vermek vacibtir.
Hanbelî mezhebinde ise hutbe dinlemekte olan kimse söz ile selama cevap verir, işaretle selam vermez.
Soru sahibine tavsiyemiz şudur: Hutbe esnasında verilen selama cevap vermemek iyi bir davranış olur kanaatindeyim. Böylece selam veren kimse hutbe sırasında susmak gerektiğini anlayıp selam vermiş olmakla günah işlediğinin farkına varsın.
Müslümanlar bu kabil konularda gerektiği gibi İslâm edebine uymamaktadırlar. Pek çok kimsenin hutbeyi dinlemeyip ihtiyaç ve zorunluluk olmadığı halde konuştuklarını görmekteyiz. Bu davranış bir müs-lümana yakışmaz.
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
Cuma günü hutbe okunurken konuşan, sırtında ciltlerce kitap taşıyan merkep gibidir. Yanında konuşana susl diyenin cuması yoktur!
SORU: Hz. Peygamber zamanında cuma hutbesi cuma namazından sonra mı okunuyordu. Hutbenin okunma zamanını Emevîler değiştirerek namazdan Önceye mi aldılar?
CEVAP: Dört mezhep imamı, müctehitlerin ve fıkıh bilginlerinin çoğunluğu hutbenin cuma namazı için şart olduğu görüşündedirler.
Ne Peygamber, ne onun halifeleri ne de onlardan sonra gelenler hutbesiz cuma namazı kılmamışlardır.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre hutbenin sahih olabilmesi için namazdan önce okunması şarttır. Zira şart, kendisi için şart koşulmuş olan şeyden önce olur. Eğer hutbe cuma namazından sonra olursa geçerliliği sözkonusu değildir.
Keşâful-Kına isimli eserde şöyle denmektedir:
Cuma (namazı)nm şartlarından birisi, iki hutbe okunmasıdır. Hutbenin namazdan önce okunması şarttır. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır.
Ebu Dâvud Merasiminde şu rivayete yer vermektedir:
Peygamber (s.a) cuma namazını bayram gibi hutbeden önce kıldı-nrdı. Bir cuma günü Hz. Peygamber cumayı kıldırmış hutbe okuyordu. İçeriye bir adam girerek "Dıhye b. Halife'nin ticaret kervanı geldi!" diye bağırdı. Pek az kişi dışında herkes dağıl(ıp dışarı çık)dı. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
(Ey Muhammed!) Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördüklerinde seni ayakta bırakarak (oraya yönelip) dağıldılar. De ki: "Allah katında olan eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah n-zık verenlerin en iyisidir." (Cuma/11)
Kurtubî, tefsirinde aynı rivayete yer vererek şöyle diyor:
Ticaret kervanı geldiğinde defler çalınarak karşılandı. İnsanlar çıkıp kervanın yanına gittiler. Hutbeyi bırakıp gitmenin bir sakıncası olmayacağını sanıyorlardı. Bu durumu anlatan ayet gelince Hz. Peygamber hutbeyi önce okuyup, cuma namazını ondan sonra kıldırdı. (Kurtubî Tefsiri)
Fakat İbn Hacer Buharı Şerhi'nde "Yukarda geçen, cuma namazının hutbeden önce kılındığını gösteren hadis, şâz ve mu'daldır (yani güvenilir değildir)" diyor. (İbn Hacer el-Askalânî, Feth'ul-Bârî)
Buradan anlıyoruz ki, cuma hutbesinin Peygamber zamanında namazdan sonra olduğu, Emevîler zamanında namazdan önceye alındığı doğru değildir.
SORU: Bayram hutbesi, Peygamber zamanında namazdan sonra mı okunurdu? Emevîler döneminde bir değişiklik yapılarak hutbe namazdan önceye mi alındı?
CEVAP: Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, Ebubekir ve Ömer bayram namazını hutbeden önce kılarlardı..(Bu hadisi bir topluluk rivayet etmiştir.)
Şevkâni Neyl'ul-Evtar isimli eserinde şöyle der:
Bu, şunu gösterir: Bayram namazında meşru olan hutbeden önce kılınmaktır. Tüm şehirlerdeki âlimlerin, fetva verecek derecedeki bilginlerin fetvası görüş birliği içerisinde böyledir. Hz. Peygamber'in ve raşid halifelerin uygulaması da böyledir.
Bazı rivayetlerde Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın Bayram namazından önce hutbe okudukları rivayet edilmişse de Şevkâni bunun doğru olmadığını söyler. Ayrıca bu haberin şâz olduğunu, Buharı ve Müslim'deki Hz. Ömer'den nakledilen rivayete aykırı düştüğünü bildirir. Hz. Osman'a isnad edilen rivayetin yalan olduğunu kaydeder.
Emevîlerin bayram namazından önce hutbe okudukları rivayet edilmektedir. Fakat onların bu uygulamaları ve daha öncekilere muhalefet etmeleri makbul değildir. Aynca Hz. Peygamber'in sahih sünnetine de aykırıdır. Üstelik onların bu uygulamasını insanlar reddetmiş, sünnete aykırı ve bid'at saymışlardır.
Müslim'in rivayet ettiğine göre Bayram namazından önce ilk defa hutbe okuyan Emevî halifesi Mervan b. Hakem'dir.
Bir başka rivayette bunu ilk yapanın Muaviye olduğu Zühri tarafından söylenmiştir.
Bir diğer rivayette bunu ilk defa Basra'da Ziyad yapmıştır.
İbn Şirin bu konuda şöyle der: "Bu son iki rivayetle Mervân'a ait rivayet arasında çelişki yoktur. Zîra Mervân ve Ziyad Muaviye'nin valisi idiler. O zaman bu haberlerin birbiri ile bağdaştırılması şöyledir: Bu uygulamayı Muaviye başlatmış, valileri de ona uymuşlardır.
Bayram namazından önce hutbe okunduğu takdirde namazın sahih olduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. İmam Şafiî'ye göre bu durumda namaz makbul olmaz.
SORU: Müslüman olmayanların bağışladıkları para ile yapılan cami hakkında dînin hükmü nedir?
CEVAP: Bazı tefsir kitaplarında ifade edildiğine göre müslüman olmayan bazı kimselerce müslümanlar için bir cami yaptmlsa veya bir caminin tamiri, yapımı için onlar tarafıdan para verilse, müslümanlar bu camiyi veya yapılan yardımı kabul etmelidirler. Şu şartla ki, bu yol ile müslümanlara dinî veya siyasî bir zarar gelmemelidir.
Ezher'deki Fetva Komisyonu bu konuda şöyle diyor:
Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerince cuma ve diğer namazların bir hristiyan tarafından yaptırılan camide kılınmasında bir mani yoktur.
Bundan anlıyoruz ki, müslüman olmayanların cami yapımı için yaptıkları teberruları kabul etmekte bir engel yoktur. Şu şartla ki, bu yardım yoluyla müslümanlann iç işlerine veya ibadetlerine müdahale olmamalı veya başkaca bir zarar gelmemelidir.
SORU: Plaktan ezan okunması caiz midir?
CEVAP: Ezan okumaktan maksat farz olan namaz vaktinin girdiğini duyurmaktır. Ezan okumak müekked sünnetlerdendir.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre niyet, ezanın şartlarındandır. Müezzin ezan kasdı olmaksızın ezan kelimelerini söylese bu sahih (geçerli) bir ezan olmaz.
Ezan okuyan kimsenin müslüman, akıllı ve erkek olması şarttır.
Bazı İslâm ülkelerinde radyo ve televizyonlarda plak veya banda alınmış ezan yayınlan yapılması âdet hâline gelmişir. Böyle bir kayıtta esas olan müezzin tarafından okunan ezanın kaydedilmesidir. Daha sonra yayın gerçekleştirilir. Böyle bir ezan kaydından maksat namaz vaktinin girdiğine insanların dikkatini çekmektir.
Fakat gerçek ezan fiilen bir müezzinin bulunup, ezan kelimelerini başkalanna duyurmasıdır. Namaz kılmak üzere hazırlanmakta olan bir cemaat varsa asıl olan onlardan birinin ezanı okumasıdır. Ezam plak veya benzeri bir araçtan yararlanarak okumak gerekmez.
SORU: Yetişmekte olan çocuğa annesi namaz öğretmek istiyor. Anne bu görevi nasıl yerine getirmelidir?
CEVAP: Çocuk, kendisinde başkalarını taklit etme kabiliyeti bulunan bir varlıktır. Bu kabiliyet çocuğun hayatında ilk on yılda çok belirgin ve güçlüdür.
Hayatının bu döneminde önünde güzel bir örnek bulan çocuğun, güzel özellikler ve iyi işler yapmak adına çok şeyler kazanacağı muhakkaktır. Çocuk namaza yedi yaşında başlamalı, on yaşına geldiğinde namaz konusunda kusurlan olursa (eğitici) cezalar verilmelidir. Hadiste şöyle buyurulmuştur:
Yedi yaşında çocuklarınıza namaz kılmalarını emrediniz. On yaşında namaz hususunda kusur ederlerse onlara vurunuz.
En iyisi çocuğa namaz öğretmeye başladığımız sırada niçin namaz kıldığımızı anlatmaktır.
Namaz her şeyden evvel bizi yaratan, bize herşeyi veren ve bizi rı-zıklandıran Allah'ın, emrettiği bir ibadettir.
Ayrıca, beden yönünden de, duygu yönünden de bir çeşit temizliktir.
Üçüncü olarak bir çeşit düzen ve disiplindir. Dördüncü olarak hareket ve spordur. Beşinci olarak Allah'a şükretmenin yoludur.
Öte yandan anne çocuğuna Fatiha sûresini, -daha önce ezberlememiş ise- ezberletir. Bunun yanında İhlas, Kevser, Fetih gibi kısa sureleri de ezberletir. Ayrıca Tahiyyat denilen duayı da ezberletir.
Abdest alacağı sırada çocuğun yanında abdest alarak, kontrolü altında çocuğa abdest aldınlmalıdır.
Bunun yanında namazını çocuğun yanında kılmalıdır. Öğretmek maksadı ile okuyuşlarını çocuğun işiteceği derecede sesli yapmasında bir sakınca yoktur. İşte çocuğa namaz eğitimi vermeye böyle başlanır. Bundan sonra gözü önünde çocuktan namaz kılması istenir. Namaz sırasında çocuk hata yaparsa zarif sözler, kibar davranışlarla düzeltilir. Rekat sayısı az olduğu için sabah namazında bu uygulama başlatılır. Sonra diğer namazlarda devam eder.
Annenin yol göstermesi ve yönlendirmesi altında namaz kılmalar tekrarlandıkça çocuk kendi başına ve ne yaptığını anlayarak namaz kılmaya başlar.
Bir kere daha vurgulayalım ki, çocuklara ibadet ve güzel ahlâk kazandırmakta temel davranış çocuğa iyi Örnek olmaktır. Çocuk erken çağlarından itibaren ana-babasım taklit etmeye düşkündür. Anne namaz kılarken, ne yaptığını bilmese de çocuk onun arkasına durup onun yaptıklarını taklit ederek namaz kılmaya başlar.
SORU: Namazda kunut duası ve bu duanın hükmü nedir? Kunut'la ilgili hadis var mıdır?
CEVAP: Kunut, namaz sırasında rükûdan önce veya sonra ayakta iken, hayır istemek veya şerrin giderilmesi için Allah'a yakarıp dua etmektir.
Hz. Peygamber'den: 'Hangi namaz daha faziletlidir?' diye sorulduğunda, Hz. Peygamber "Uzun kunut'lu olan namaz" diye cevap verdi. (Müslim* ve Tirmizî)
Sünen sahipleri Rasûlullah'ın torunu Hz. Hasan'dan şu rivayeti nakletmişlerdir:
Hz. Peygamber bana vitir namazının kunutunda okunmak üzere şu kelimeleri (duayı) öğretti: Allahım! Beni kendisine hidayet verdiklerinin arasına dahil et! Kendisine afiyet verdiklerin arasında bana da afiyet ver. Kendisine velî oldukların arasında bana da velî ol. Bana verdiklerini müberek kıl. Hükmettiklerin (arasında kötü olanların) şerrinden beni koru. Hüküm veren sensin. Sana kimse hükmedemez. Senin velîsi (dostu) olduğun (kimse) perişan olmaz. Senin düşmanı olduğun (kimse) aziz olamaz. Sen mübareksin, yücesin.[11]
Kunut duası hususunda başka rivayetler de vardır. "Allahümme innâ nesteînüke..." duası bunlardandır.
Şafiî mezhebinde her gün sabah namazının ikinci rekatının rükû-
undan kalkınca kunut duası okumak sünnettir.
SORU: Mâlikî mezhebinde sabah namazında kunut duası var mıdır? Bu mezhebe göre sabah namazında kunut duası okunmazsa ne olur?
CEVAP: Mâlikî mezhebine göre sadece sabah namazında kunut duası okumak mendubtur. Mezhepte meşhur olan budur. Mâlikîlerden bazısı buna sünnet demiş, bazıları da katı bir anlayışla "kunut duasını okumayanın namazı bozulur" demiştir.
Kunut'un mânâsı "Allahım! Beni bağışla, bana merhamet et" gibi ifadelerle de olsa Allah'a yalvarmak ve dua etmektir. Kunut'ta Hz. Pey-gamber'den rivayet olunan duayı okumak menduptur. Bu "Allhümme innâ nesteînuke..." duasıdır. Bu duayı Hz. Ali de tercih etmiştir.
Bazı Mâlikî bilginleri, sabah namazı dışında kunut duası okumanın meşru olmadığını söylemişlerdir. Bu mezhepde Kunut duasında dört mendub vardır;
a. Kunut'un kendisi mendubtur.
b. Kunut'ta yukarda işaret ettiğimiz duayı okumak mendubtur.
c. Gizli sesle okumak mendubtur.
d. İkinci rekatta rükûdan önce kunut duası okumak mendubtur.
SORU: Namazlardan sonra yapılan teşbih duası namazdan bir parça mıdır? Teşbih duasında neler söylenir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri namazı şöyle tarif etmişlerdir: Namaz, özel şartlarla yerine getirilen fiil ve sözlerden ibarettir. İftitah tekbiri ile başlar selâmla sona erer.
"Selâmla sona erer" sözünün anlamı, selâm verince namaz bitmiş demektir. Bu itibarla namazdan sonra yapılan teşbih duasının namazın bir parçası olmadığı buradan anlaşılıyor. Bu teşbih duası sünnettir. Bu sünnet hakkındaki rivayet, namazdan sonra 33 defa sübhânalîah, 33 defa elhamdülillah, 33 defa Allahü ekber demektir.
Bu konuda Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislerden birisi şöyledir:
Kim ki, namazın arkasından 33 defa Sübhalallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa Allahü ekber der ve yüzüncü olarak da «Lâ ilahe illallahü vallahü vahdehû lâ şerike leh. Lehülmülkü velehülham-dü ve hüve alâ külli şey'in kadir» derse hataları deniz köpüğü kadar çok da olsa affedilir.
Bir diğer rivayet de şöyledir:
Muhacirlerin fakirleri Hz. Peygamber'e gelerek: "Varlıklı kimseler yüksek (cennet) derecelerini ve devamlı (cennet) nimetleri(ni) alarak gittiler" dediler.
Hz. Peygamber: "Ne oluyor?" buyurdu. Onlar şöyle dediler: "Zengin olanlar, bizim namaz kıldığımız gibi namaz kılıyor, oruç tuttuğumuz gibi oruç tutuyorlar. Onlar zekat ve sadaka veriyorlar biz bunu yapamıyoruz. Onlar köleleri hürriyetlerine kavuşturuyorlar. Biz bunu da yapamıyoruz." Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Size birşey öğreteyim mi? Onunla sizden önce geçenleri yakalar. Sizden sonra gelecekleri de geride bırakırsınız. Hiç kimse sizden daha üstün olamaz. Ancak sizin yaptığınızı yapanlar sizin gibi olabilirler." Onlar «evet» deyince Hz. Peygamber: "Her namazın arkasından 33'er kere Sübhanallah, Elhamdülillah, Alahüekber deyiniz" buyurdu. Bir süre sonra muhacirler Peygamber'e gelerek: "Varlıklı kardeşlerimiz bize söylediğinizi duyup, bizim yaptıklarımızı yaptılar" dediler. Bunun üzerine Rasûllullah: "Bu Allah'ın bir lütuf ve ihsanıdır. Dilediğine verir" buyurdu.
SORU: Hz. Peygamber namazını sesli okuyarak mı yoksa, sessiz okuyarak mı kılardı?
CEVAP: Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:
De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz (olur.) En güzel isimler O'na mahsustur. Namazında açıktan (yüksek sesle) okuma. Sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut!" (îsra/110)
Tefsir âlimleri bu âyetin manasında şu rivayeti kaydediyorlar: Gündüz namazlarını sesli değil, gizli okuyarak kıl. Gece namazlarını ise sessiz değil, sesli okuyarak kıl. Gündüz namazları, öğle ve ikindi namazlarıdır. Gece namazları da akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır.
Mâlikî tefsir âlimlerinden Kurtubî Ahkâm'ul Kur'an isimli eserinde der ki:
İnsan farz namazlarda geceleri sesli, gündüzleri sessiz okuyarak kılar. Nafile namazlarda gece ve gündüz namaz kılan kimse sesli okumakla sessiz okumak arasında serbesttir. Hz. Peygamber'in bunların hepsini de yaptığı rivayet olunmuştur.
Ayrıca rivayet olunduğuna göre Hz. Ebubekir namaz kılarken sessiz okurmuş. Hz. Ömer de sesli okuyarak namaz kılarmış. Kendilerine bu durum sorulduğunda Hz. Ebubekir: "Ben rabbimle konuşuyorum. O benim ihtiyacımı bilir. (Niçin sesli okuyayım?)" demiş. Hz. Ömer de şöyle demiş: "Ben (sesli okuyarak) şeytanı kovuyor, uyuyanları uyandırıyorum." Yukardaki âyet gelince Hz. Ebubekir'e: "Sesini biraz yükselt"; Hz. Ömer'e ise: "Sesini biraz alçalt" denilmiştir.
Mâlikî mezhebinde gece nafilelerinde sesli okumak, gündüz nafilelerinde sessiz okumak mendubtur. Ancak gündüz namazı da olsa namazda hutbe okunuyorsa sesli okunur. Bayram namazı, yağmur duasına çıkıldığında kılman namaz gibi.
SORU: Bir kimse namaz kılarken dişi kanasa, bu kimsenin namazı bozulur mu? Bu kimse namazını yeniden kılmalı mıdır?
CEVAP: Dînî bir kural vardır: Namaz esnasında abdest herhangi bir sebeple bozulursa, namaz da bozulur. Çünkü abdestsiz namaz olmaz. Hz. Peygamber: "Sizden birinizin abdesti bozulduğu takdirde abdest alıncaya kadar Allah namazını kabul etmez" buyurmuştur.
Fıkıh âlimleri şöyle diyor: "Abdest; bedenden çıkan çok kan ile bozulur." Bir başka, görüşe göre: "Kan, çıktığı yerde durmayıp akarsa abdest bozulur."
Bu hüküm şu hadise dayandırılıyor: "Bir iki nokta (kadar çıkan) kandan dolayı abdest bozulmaz. Ancak kan akıcı durumda ise (yeniden) abdest almak gerekir."
Nitekim bazı mezheplerde hüküm şöyledir:
Kan veya irin bedenden akarsa veya ağızda kanama olursa -tükürük kandan çok da olsa- abdest bozulur. Abdest bozulunca (şayet abdesti bozulan kimse namaz kılmakta ise) namaz da bozulur. Bu namazı yeniden kılmak gerekir.
SORU: Bazı farz namazların öncesinde kılınan sünnet namazını farz namazın vakti girmeden kılmak sahih olur mu?
CEVAP: Sünnet, Hz. Peygamber'in yaptığı şeydir. Hz. Peygamber'in en açık şekilde bilinen işi toplum içerisinde ve devamlı olanıdır. Hz. Peygamber'in yaptığı işin vacib (veya farz) olduğuna dair bir delil yok ise sünnet olduğu açık bir şekilde anlaşılmış olur.
İslâm'daki uygulamadan anlaşılan odur ki, sünnet namazlar -ister farzdan önce, ister sonra kılınsın- ait oldukları farzlarla bağlantılıdır.
Farz namazın sünneti, ilk sünnet ise, vaktin girişinden sonra, farzdan önce kılınır. Son sünnet ise farzdan sonra, vaktin bitmesinden önce kılınır.
Abdullah b. Ömer'den şöyle dediği rivayet olunmaktadır:
Şu namazları Hz. Peygamber'den (öğrenip) belledim: İki rekat öğ-le(nin farzm)dan önce, iki rekat akşam(ın farzın)dan sonra, iki rekat yatsı(nın farzın)dan sonra, iki rekat sabah(m farzın)dan sonra. Hz. Peygamber'in yanına girmediğim zamanlar olurdu. Bana (Ra-sûlullah'ın eşi) Hz. Hafsa anlattı ki; Rasûllülah tanyeri ağardıktan sonra müezzin ezan okuduğu vakit iki rekat namaz kılar imiş.
Bir başka hadis de şöyledir: İki ezan arasında namaz vardır.
İki ezandan birisi kamet, diğeri ezandır. Bu hadis gösteriyor ki, ilk sünnetler, ezandan sonra kılınmaktadır. Bu da vaktin girdiğini ifade eder.
İbn Dakîk'il-İyd şöyle diyor:
Farzlardan önce nafile (olarak sünnet) kılınmasında güzel bir mânâ vardır. Şöyle ki: İnsanların nefsi, dünya meşguliyeti sebebiyle, ibadetin ruhu olan huşu ve Allah huzurunda olmaktan uzak durumdadır. Farzdan önce bir nafile (sünnet) kılımrsa insan nefsi ibadete alışır, ülfet kazanır. Böylece huşu haline bürünmeye yaklaşır. Son sünnetlere gelince: bilindiği üzere nafile (sünnet) namazlar farzlardaki eksikleri telâfi etmektedir. Kılınan farz namazda bir eksiklik olduğunda farzdan sonra o eksikliği telâfi edecek bir ibadetin (son sünnetin) olması gayet yerinde bir şeydir.
SORU: Cuma namazının, imamla birlikte tek kişiden oluşan cemaatle kılınması, caiz midir?
CEVAP: Cuma namazının sahih olmasının şartlarından birisi de cemaatle kılınmasıdır.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde cuma namazını kılan cemaatin -imamla beraber- kırk kişiden az olmaması gerekir. Bu mezheplere göre kırk kişiden az cemaatle kılınan cuma geçerli olmaz.
Mâlikî mezhebinde cuma namazını kılan cemaatin sayısı imam dışında 12 kişiden az olmamalıdır. Cemaati oluşturan kişiler kendilerine cuma farz olan kimselerden olmalıdır. Bu kişiler namazın kılındığı beldenin yerlisi olmalıdır. Hutbenin başından itibaren namazın sonuna kadar hazır bulunmalıdır.
Hanefî mezhebine göre imamın dışında -hutbe sırasında orada olmasalar da- üç kişi ile cuma kıhnabilir.
Bunlardan anlaşılıyor ki, hiç bir mezhepte tek kişiyle cuma namazının caiz olacağına dair bir hüküm yoktur.
Burada şu hususu dile getirmemiz yerinde olacaktır: Cuma namazının farz olmasının şartlarından biri de erkek olmaktır. Kadınlara cuma namazı farz değildir. Fakat bir kadın cuma namazında bulunarak cemaatle cumayı kılarsa, geçerli olur ve öğle namazı kılması gerekmez. Bu şartlardan bir diğeri de hür olmaktır.
SORU: Cuma günü evinde namaz kılan kadın, cuma namazına mı, öğle namazına mı niyet edecektir?
CEVAP: İslâm fıkhında bilinen bir husustur ki, cuma namazı mükellef erkeklere farzdır. Müslüman kadınlara cuma namazı farz değildir. Nitekim fıkıh âlimleri cumanın farz olmasının şartlan arasında erkek olmak şartını bildirmişlerdir. Bu itibarla kadına cuma namazı farz değildir. Fakat kadın cuma namazında hazır bulunup cumayı kılsa, Allah kabul eder. Ayrıca öğle namazı kılması gerekmez. Umarız ki, bu bilgilerden şunları anlamış oluyoruz: Cuma günü kadın kısmına farz olan öğle namazıdır. Dolayısiyle kadın cuma günü öğle vakti öğle mamazını kılar. Niyet ederken herhangi bir günün öğle namazını kılar gibi niyet eder.
Bilindiği üzere niyetin yeri kalptir. Bu itibarla kadının niyet ederken: "Niyet ettim bu cuma gününün öğle namazının farzını kılmaya" gibi bir cümleyi dil ile söylemesi şart değildir. Bunu kalbinden geçirmesi yeterlidir.
SORU: Müslümanın geçen namazını kaza etmesi caiz midir?
CEVAP: Namaz (her) müslüman mükellefe İslâm'ın farz kıldığı bir ibadettir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
Namaz mü'minler üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa/103)
Bir başka ayette de şöyle Duyurulmuştur: Namazlarınıza devam ediniz. (Bakara/238)
Namazların sayısı beşten az ise geçen namazları sıra ile kaza etmek gekerir. Geçen namazlar bundan fazla ise kaza ederken sıra gözetmek gerekmez.
Geçen namazların sayısı kesin olarak bilinmiyorsa geçirdiği namaz sayısını tamamladığı kanaatine varıncaya kadar kaza namazı kılmaya devam edilir. Kazaya kalmış namazların sayısı, mümkün olduğunca tesbit edilmelidir. Böyle gayret edip geçen namazları kaza etmekle, namazı geçirmenin cezası düşer. Ancak vaktiyle namazı kılma-yıp geciktirmenin günahı kalır. Bundan kurtulmak ise, ancak tevbe ve istiğfar ile mümkün olur.
Bir kimse altı ay namazını geçirmiş olsa şöyle bir yol izleyebilir: Altı ay zarfında farz namazını vakti geldikçe kılar. Ayrıca bir de kaza namazı kılar. Sabah vaktinde o günün sabahını ve kazaya kalan sabahı; öğle, ikindi, akşam ve yatsı da aynı uygulamayı yapar. Buna altı ay devam ederek kaza borcunu bitirir. Böylece altı aylık kaza borcundan kurtulur.
Bununla beraber (Şafiî mezhebinde olduğu gibi) borcu olan nafile yerine kaza namazını kılarak da kaza borcunu ödeyebilir. Kaza borcu bitince gene sünnetlerini kılmaya devam eder.
SORU: Namazlardan sonra kaza kılmak caiz miüıı,
CEVAP: Namazların vakitleri, edâ edileceği zamanı belirlidir. Müs~ lümanın her namazı vaktinde kılması gerekir. Geçerli mazereti olmadan bir namazın vaktini geçirmek haramdır. Farz namazın özür olmaksızın vaktini geçirmek büyük günahtır.
Müslüman kimsenin bir mazeret sebebiyle veya mazeretsiz olarak kazaya kalan namazını geciktirmeden kılması gerekir. Kaza namazını geciktirmek caiz değildir. Ancak gecikme, yiyeceğini kazanmak için çalışmak veya farz olan bir ilmi öğrenmek için tahsilde bulunmak sebebiyle olabilir.
Kazaya kalan namazlar kılınırken sırayı gözetmek gerekir. Öğleden önce sabahı, ikindiden önce öğleyi kılmak gibi. Vaktin namazı ile kazaya kalanları kılarken de sıralamaya uyulmalıdır. (Kazaya kalan) Öğle ve ikindi namazı, akşamdan önce kılınmalıdır.
Mezheplerden bazısında (ki Hanefî mezhebinde böyledir) geçmiş .»amaz sayısı beşten az ise kazaya kalan namazlar kılınmadıkça vakti gelen namazı kılmak caiz değildir. Ancak kazaya kalan namaz sayısı beşten fazla ise sıra gözetmek gerekmez.
Şafiî mezhebinde geçmiş namazlarda sıra gözetmek sünnettir. Her ne kadar sünnete aykırı ise de kazaya kalan namazlardan birini diğerinden önce kılmak caizdir. Geçmiş namazlar ile vakti gelmiş namaz arasında sıra gözetmek, iki şartla gereklidir:
1. Kazaları kılarken vakit namazını geçirmek korkusu olmamak. Vakit namazının geçmesi, vakti içinde onun bir rekatine yetişememektir.
2. Vakti gelen namaza başlamazdan önce kazaya kalan namazları hatırlamak.
SORU: Mâliki mezhebi dikkate alınarak geçmiş namazlar nasıl kaza edilir?
CEVAP: Müslümanın namazını vaktinde kılması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Namaz mü'minler üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa/103)
Bilinci açık, aklı başında olduğu müddetçe müslümanın, namazı geçirmesi veya hiç kılmaması -özrü olmadıkça- haramdır. Eğer bir namazı geçirirse büyük günah işlemiş olur. Meşru bir mazeretten dolayı geçirirse günah olmaz.
Farz namazını geçiren bir müslümana onu kaza etmesi farzdır. Yâni kazaya namazı kalmış bir kimse onu kılmadıkça vakti gelen namazı kılamaz. Demek oluyor ki, önce kazaya kalanı, sonra vakti gireni kılmak gerekmektedir. Buna imkân ölçüsünde uyulur.
Kazaya kalan namaz nasıl kazaya kalmış ise öyle kılınır. Yâni seferî iken kazaya kalan dört rekatlı bir namaz iki rekat olarak kaza edilir. İsterse kaza ettiği sırada seferîlik olmasın.
İkamet halinde (mukim) iken kazaya kalan namaz isterse seferi iken kaza edilsin tam olarak -dört rekat- kaza edilir.
Öğle namazı gibi sessiz okunan bir namaz gece de kaza edilse sessiz okuyarak kılınır.
Akşam namazı gibi sesli okunarak kılınan bir namaz kazaya kalmış ise, gündüz de kaza edilse sesli okuyarak kılınır.
Kazaya kalan namazlar kendi arasında sıra gözetilerek kılınır. Bunun için iki şart vardır:
1. Geçmiş namazları hatırlamak
2. Sıra gözetmeye gücü yetmek. Sıra gözetmemek için bir zorlama olmamak.
Bir kimsenin sayısını bilmediği kadar kaza namazı olsa, hiç borcu kalmayıncaya kadar bu namazları kaza etmesi farzdır.
SORU: Namazı niçin Arabça kılıyoruz?
CEVAP: Müslümanlar namazı Arabça (Kur'an'dan sure ve ayetler) okuyarak kılarlar. Çünkü Arabça Kur'an'ın ve müslümanların dilidir. Arabça, şerefli ve yüce kitabı için Allah tarafından seçilmiş bir dildir. O kitap ki, Hz. Allah onun ebediyyen korunmasını garanti etmiştir. Bu aynı zamanda Arabça'nın da baki kalmasının garantisidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kur'an'ı biz indirdik; elbette onu biz koruyacağız. (Hicr/9)
Kur'an'da tekrar tekrar bu ilâhî kitabın dilinin Arabça olduğuna işaret edilmiştir. Aşağıdaki ayetlerde bu husus açıktır:
Bu (Kur'an) apaçık bir Arabçadır. (Nahl/103)
(Rasûlüm!) Onu (Kur'an'ı) Rûh'ul Emîn, (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir. (Şu-ara/193-195)
Anlayabilesiniz diye biz onu Arabça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf/2)
(Bu kitap) âyetleri bilen bir kavim için Arabça bir okunuşla açıklanmış bir kitaptır. (Fussilet/3)
Arab olmayan bir müslümanın namazını kılabilecek, Kur'an'ı okuyup anlayabilecek kadar Arabça'yı öğrenmek görevidir.
SORU: Allah yolculuk halinde namazı kısaltarak kılmaya niçin müsade etmiştir? Yolculukta namaz nasıl kısaltılarak kılınır?
CEVAP: Allah kullarına acır ve merhamet eder. Onlara lütufta bulunur, durumlarını güçleştirmez. Bu konuda Kur'an'da beyanlar vardır. Allah şöyle buyuruyor:
Allah (c.c) sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Bir diğer âyette ise şöyle buyuruluyor:
Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. (Nisa/28)
Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
O din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Hac/78)
Yolculuk bir çeşit işkencedir. Bu nedenle Allah yolculuk halinde namazın kısaltılması hususunda müsaade vermiştir. Bu kısaltma dört rekattan oluşan öğle, ikindi ve yatsı namazların(da farz)ı iki rekat kılarak gerçekleşir. İşte bu, bir kolaylık ve hafifletmedir.
Bu uygulamanın meşruluğu Kur'an'la sabittir. Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük etmesinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. (Nisa/101)
Yolculuk sırasında namazın kısaltılarak kılınması, sadece korku sozkonusu olduğunda değildir. İnsan güven içinde de olsa, namaz kısaltılır.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e yolculukta namazın kısaltılma hikmeti sorulmuş, bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Bu, Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Allah'ın verdiği sadakayı kabul ediniz. (Müslim)
Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Hz. Peygamber'le (çok) beraber oldum. Yolculuk halinde iken (farzları) iki rekattan fazla kılmazdı. Ebu-bekir, Ömer ve Osman da öyle yapardı.
Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir diğer hadis şöyledir:
Ümmetimin en hayırlıları Allah'ın varlığına, birliğine ve Muham-med'in (s.a) Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edenlerdir. (Bunlar) güzel birşey yaptıklarında müjdeleşirler. Bir kötülük yaparlarsa istiğfar ederler. Yolculuğa çıkınca da namazlarını kısaltarak kılarlar.
Sağlam bir rivayette bildirildiğine göre Hz. Peygamber hicretten sonra da Mekke'de cemaate dört rekatlı bir namaz kıldırdı. Rasûlullah ikinci rekatın sonunda selam verip cemaate döndü ve "Biz seferiyiz. Siz namazınızı tamamlayın!" buyurdu.
Fıkıh âlimlerinden bazıları yoculukta namazı kısaltmanın farz olduğu görüşündedir. Dayanakları şu hadistir:
Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı. Yolcu iken kılınması halinde böylece bırakıldı. Mukim için (iki rekat daha) artırıldı.
Bazı mezhep imamları yoculukta namazın kısaltılmasını sünnet-i müekkede olarak görmektedir. Bu sünnet, cemaatle namaz kılma sünnetinden daha kuvvetlidir.
Bazıları da yolculuk halinde namazı kısaltmanın, tam olarak kılmaktan daha faziletli olduğu görüşündedir.
Fıkıh âlimleri namazı kısaltarak kılmak için 80 kilometreden fazla bir yola gidilmesi gerektiğini, gidilen yerde 15 günden fazla kalın-maması gerektiğini bildirmişlerdir.
Bazılarına göre gidilen yer 80 kilometreden az da olsa namaz kısaltarak kılınır.
SORU: Namazın hikmeti, şartları ve rükünleri nelerdir?
CEVAP: Namazda mutlak mânâda Allah Teâlâya itaat vardır. Namazda kulluğun ve yüce yaratıcının rab olduğunun itirafı vardır. Namazda kulun yaratanı ile konuşması vardır. Melun şeytan insana Allah'ı anmayı unutturmak isteyince kul namaza sığınır. Böylece kul rab-bi ile konuşur, O'na yalvarır, yakanr. Bu suretle kişinin yeri ve gökleri yaratan ile bağı kopmaz.
Namazın hikmetlerinden birisi de insana ruhen derlenip toparlanma imkânı vermesidir. Hayatın çeşitli meşgaleleri insanı kuşatıp maddî ve duygusal olaylar ve yönler ağır basınca hemen namaza sarılır. Böylece nefsini, o çevresini saran dünyadan çekip çıkarır, kendisini Allah'a münacât etme ortamında bulur. Bu ortamdan kuvvet, azık ve malzeme desteği alır. Bu güçle hayatın çeşitli aşamalarını bir gönül açıklığı ve ruh parlaklığı ile sürdürme imkânını elde eder.
Namazın bir diğer hikmeti bize düzenli olma ruhunu ve işlerimizi zamana dağıtıp, belirli zamanlarda belirli şeyleri yapma alışkanlığını kazandırmasıdır. Nitekim Allah (c.c) namazı tek bir vakitte emretme-miş, bir gün ve gece İçerisinde beş vakte dağıtmış; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde kılınmasını istemiştir. Her farzın vakti belirlidir. Hiç birisi belirlenen vaktinden önce kılınamadığı gibi vaktinden sonra da kılınamaz.
Ayrıca namaz insana sportif hareket imkânı verir. Namazda insanın baştan ayak parmaklarına kadar tüm organları hareket eder. Namazda hem organlar hareket imkânı bulur, hem vücutta kan dolaşımı artar.
Namazın şartlarına gelince: Bunlar akıllı olmak, baliğ olmak, müslüman olmak, namaz kılınan yerin, bedenin ve giysinin temiz olması, gerektiğinde gusül yapmış olmak, abdestli olmak, avret yerini örtmek, kıbleye dönmüş olmak, kadınların âdet kanamasından ve lohu-salık halinden temizlenmiş olmasıdır.
Namazın rükünleri -ki bunlara farzları da denir şunlardır:
1. Niyet.
Hz. Peygamber (s.a) "Ameller niyetlere göredir" buyurmuştur.
2. İftitah tekbiri.
Bu, namaz kılan kimsenin namazın başında "Allahü Ekber" deme-sidir. Çünkü Allah: "Rabbini büyük tanı" (Müddessir/3) buyurmuştur.
Hz. Peygamber de: "Namazın anahtarı temizlik, birtakım yasakların başlangıcı tekbir, bu yasakların sona ermesi de selâmdır" buyurmuştur.
3. Gücü yetenin ayakta durması.
Çünkü Hz. Allah: "Saygı içinde Allah için ayakta durarak ibadet ediniz" buyurmuştur.
Hz. Peygamber de namaz kılmayı tarif ettiği kimseye: "Ayakta durarak namazını kıl. Gücün yetmez ise oturarak kıl" buyurmuştur.
4. Fatiha okumak.
Zira hadis-i şerifte: "Fatiha okumayanın namazı yoktur" Duyurulmuştur.
5. Rükû etmek.
Hz. Allah şöyle buyurur: "Rükû edenlerle beraber rükû ediniz." (Bakara/43)
6. Secde etmek.
Kur'an'da: "Allah'a secde et ve yaklaş!" (Alak/19) buyuruluyor. Hz. Peygamber de namazı tarif ederken: "... sonra secde et. Tam mânâ-sıyle secdeni tamamla" buyurmuştur.
7. Rükû'dan kalkmak.
Hadiste: "Rükû ettikten sonra dimdik duracak şekilde doğrul" Duyurulmuştur.
8. Secdeden kalkmak.
Hadiste: "Secdeden sonra tastamam oturuncaya kadar doğrul" Duyurulmuştur.
9. Her farzı yaparken acele etmeyip normal davranmalı.
10. Bir hareketten diğerine geçerken onu huzur duyacak şekilde tastamam yapmak.
11. Tahiyyat için son oturuşu yapmak.
Hadiste: "Son secdeden başını kaldırınca tahiyyatı okuyacak kadar oturursan namazın tamam olmuştur" buyurulmuştur.
12. Son oturuşta tahiyyatı okumak.
13. Namaz bitince selâm vermek.
Çünkü hadiste: "Namazda yasakların başlaması tekbir ile, yasakların sona ermesi selâm iledir" buyurulmuştur.
14. Farzları sırasını gözeterek yapmak.
Ayakta durmak rükûdan Önce, rükû, secdeden önce...gibi. Nitekim namazı tarif eden hadiste de böyle sıra ile bildirilmiştir. Hadiste şöyle buyurulmuştur:
Namaz kılmak için ayakta durduğunda tekbir al. Sonra Kur'an'dan kolayına geleni oku. (Bazı rivayetlerde bu cümle Fa-tiha'yı oku şeklindedir.) Sonra tastamam rükû edinceye kadar eğil. Sonra dimdik duruncaya kadar başını kaldır. Daha sonra tam bir secde et. Secdeden sonra doğruluncaya kadar kalk. Sonra bunları her (rekatte) namaz (kılarken) yap.
15. İki secde arasında oturmak.[12]
SORU: Pek çok kimse kullandığı saat yardımı ile namazların vaktini bilmektedir. Namazları geciktirerek kılan biriyle karşılaşınca ne yapmalıdır?
CEVAP: Kur'an'da: "Namaz mü'minler üzerine vakitleri belirli bir farzdır" buyurulmuştur. Hz. Peygamber; namazın dînin direği olduğunu, namazı dosdoğru kılanın dînini ayakta tutacağını, namazı kılmayanın dînini yıkmış olacağını bildirmiştir. Ayrıca Kur'an'da: "Namazlarınıza -özellikle orta namazı- (denen ikindi namazı)na devam ediniz" (Bakara/238) buyurulmuştur. Bu ifadeler namazın belirli bir vakti olduğunu göstermektedir.
Bir kimse (her hangi) bir namazı vaktinden evvel kılsa o namaz sahih (geçerli) olmaz. Namazın din açısından geçerli bir özür olmadıkça vaktinden sonraya ertelenmesi haram olur. Ancak (hacda Arafat ve Müzdelife'de olduğu gibi) iki namaz birleştirilerek kılınırsa bir namazı vaktinden önce veya sonra kılmak geçerli olabilir.
Bir namazm vakti girince o namaz vaktinin genişliği ölçüsünde insana farz olur. O vakit için abdest alıp namaz kılacak kadar bir zaman kalıncaya kadar hüküm böyledir. Vakit ancak abdest alıp o vaktin namazını kılacak kadar azalmış ise vaktin darlığı ölçüsünde farz olur. Daralan bu vakitte namazın tamamı kılınamaz ise kişi günahkâr olur. Buna göre bir kimse farz bir namazı o namazın vaktinin en son parçasında kılmaya başlayıp vakit çıkıncaya kadar, namazın ancak bir kısmını kılabilmiş olsa -böylece son anında bir kısmına yetişerek kılınan namaz edâ edilmiş olsa da günühkâr olur. Vakti çıkmadan namazın daha fazlasına yetişen hiç yetişemeyene göre daha az günah işlemiş olur.
Vakti girer girmez kılmak çok faziletlidir. Zira hadiste: "(Namaz) vakti(nin) ilk kısmı Allah'ın hoşnutluğudur" buyurulmuştur.
Bir başka hadis de: "Amellerin en faziletlisi vaktin evvelinde kılınan namazdır" mealindedir.
Şafiî mezhebinde namaz vakti ile ilgili oldukça geniş bilgi vardır. Şöyle ki:
Dört Mezhebin Fıkhı isimli eserde de geçtiği üzere Şafiî mezhebi âlimleri şöyle demişlerdir:
Namaz vakitleri sekiz kısma ayrılır:
Bu, namazın girişi ile başlayıp bir saatin dörtte üçü (kırkbeş dakika) geçene kadar olan zamandır. Bu vakte faziletli vakit denmesi bu süre içerisinde kılınan namazın, daha faziletli oluşundandır. Beş vakit namazın hepsinde bu faziletli vakit vardır.
Bu, namazın girişinden o vaktin namazı sığacak kadar vakit kalıncaya kadarki zamandır. Bu vakit içerisinde kılınan namaz o dar vakitte kılınan namazdan daha faziletli, biraz önce belirtilen fazilet vaktinde kılınandan daha aşağı derecededir. Serbest vakit denmesi, kendisinden sonraki vakitten üstün oluşundandır. Bu vakit öğle namazına göre sadece öğle namazı kılınacak kadar vaktin daralmasına değin devam eder. İkindiye göre eşyanın gölgesi iki misli oluncaya kadar devam eder. Akşama göre fazilet vaktinin bitmesi ile sona erer. Yatsıya göre gecenin üçtebirinin sona ermesi ile biter. Sabaha göre ortalığın aydınlanması ile sona erer.
Bu vakit serbestlik vakti gibidir. İkisinin de hükmü aynıdır. Şu kadar ki, ikindi vaktine göre güneşin sararmasına kadar, yatsıya göre yalancı şafağa kadar, sabaha göre güneşin doğmasına kadar devam eder.
Vaktin namazının tamamı sığmayacak kadar kalan zamandır.
Bu, hayız, lohusalık veya delilik gibi namaza engel olan hâlin ortadan kalktığı sırada, iftitah tekbiri alacak kadar kalmış vakittir. Böyle bir durumda namaz o kimseye farz olur. Daha sonra bu namazı kaza eder.
Vaktin son anında iftitah tekbiri alacak kadar vakit bulan kimse öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı gibi birbiri ile birleştirilerek kılınan namazlardan olup bunları birleştirerek kılan bir kimse olması halinde son anına yetiştiği vaktin öncesindeki vaktin namazı da farz olur. Şu şartla ki, namaza engel halin ikinci vakte göre de devam ediyor olması gerekir.
Bu sürenin, içinde bulunulan vakte ve bir öncesine göre abdest ve namaza yetecek kadar olması gerekir.
Meselâ kadının, görmekte olduğu âdet kanaması ikindinin son ânında kesilmiş olsa akşam vaktinde; öğle, ikindi ve akşamı kılar. Yeter ki temizlendiği vakit bu namazları kılmaya ve abdest almaya yeterli olsun.
Bu, herhangi bir vaktin ilk vaktine yetişip, sonlarına doğru namaza engel olacak -meselâ hayız kanaması gibi- birşey olmak. Bu durumda vaktin ilk başına yetiştiği fakat sonra kılmaya bir engel bulunduğu için o namaz farz olur, sonra kaza eder.
Bu vakit, iki namazı bir Özür sebebiyle -meselâ yolculuk sebebiyle- birleştirerek kılma vaktidir.
Öğle namazına göre böyle bir vakit yoktur. İkindiye göre güneşin sararmasından başlayarak akşam namazı öncesi namaz kılınabilecek kadar bir vakit kalıncaya değin ikindiyi kılmak kerahatle caizdir.
Akşama göre, akşam ezanının okunmasından sonra üç çeyrek (kırkbeş dakika) geçince başlayıp, akşam namazını kılmaya yetecek vakit kalıncaya kadarki -akşam namazının mekruh olmakla beraber caiz olduğu- vakittir.
Yatsıya göre yalancı şafak atınca başlayıp, yatsıya yetecek kadar vaktin kaldığı -yatsı için caiz olmakla beraber mekruh olduğu- vakittir.
Birinci maddede ifade edilen faziletli vakit uygulaması aşağıdaki hallerde sözkonusu değildir:
1. Sıcak yerlerde öğle namazı faziletli vakit olan, vaktin evvelinde kılınmaz. Zira bu durumda öğle namazını geciktirmek mendub olur. Cemaatin uzak yerlerden gelmesi, bu gelişin namazı huzurla kılmayı etkileyecek şekilde yorucu olması durumunda da namaz, fazilet vaktinden sonraya ertelenir.
2. Vakit girer girmez abdest almak için su bulamayana göre veya gelmesi beklenen cemaate göre de namazın fazilet vaktinden sonraya ertelenmesi mendub olur.
Haccın farzını yerine getirememek korkusu, ölünün şişip patlama tehlikesi, boğulmak üzere olan bir kimseyi kurtarma gibi durumlarla meşgul olmak sebebiyle namazın vakti geçebilir. Bu gibi durumlarda gerekeni yapmak şartıyla namaz daha sonraya kalabilir.
Namazını ihmâl edip hep son vakte bırakan bir kimse ile birlikte olan müslüman önce ona, namazına dikkat etmesi hususunda nasihat eder. Bu husustaki ihmaline engel olmaya çalışır. Çeşitli vesilelerle namazını vaktinde kılmasını sağlayacak şeyler yapar. Bu konuda gerekirse ona küser, bir süre onu arayıp sormaz. O, bu hal üzere devam ederse artık onun dostu olmayacağını bildirir.
SORU: Namazı terkeden kimse haKKında dînin hükmü nedir?
CEVAP: Namaz dînin direğidir. Onu dosdoru kılan kimse dinini ayakta tutar. Namaz kılmayan dinini yıkmış olur. Namaz, İslâm'ın üzerine kurulduğu beş temelden biri ve kelime-i şehâdetten sonra ilk esastır.
Kur'an'da Namazınızı kılınız emri pekçok kereler tekrarlanmıştır.[13]
Gene Kur'an'da müslümanların özelliklerinden söz edilirken "Onlar namazlanm devamlı kılarlar" (Mü'minûn/9, Mearic/34, En'am/92) buyurulmuştur. Ayrıca Bakara/238 âyetinde namazların korunması emredilmiştir.
Kendilerine Peygamber gönderilen milletlerden söz edilirken: "Biz onlara iyi işler yapmalarını ve namazı kılmalarını vahyettik" (Enbiya/73) buyurulmuştur.
İslâm'da namaz emrinin varlığını inkâr eden dinden çıkar. Böyle bir kimseye inkarcılara, kâfirlere gereken azap hak olur.
Namazı ihmal e^iip zâyî eden kimseyi Kur'an şu âyeti ile tehdit edip, başına gelecekleri bildirmektedir:
Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bırakıp, nefislerinin arzusuna uydular. Bu yüzden ileride azgınlıklarının cezasını çekecekler. (Meryem/59)
Hz. Peygamber namaz hakkında şöyle buyurmuştur:
Bu namazlar; (sürekli kılarak) koruyana kıyamet gününde nûr, delil ve kurtuluş olacaktır. Onları korumayana ise nûr, delil ve kurtuluş yoktur. O kimse kıyamette Karun, Firavun, Hâmân ve Übey b. Halefle birlikte olacaktır. Bu dört kişi dünyada küfürün ve sapıklığın başı durumundadır.
Rasûlullah'm bir diğer hadisi de şöyledir:
Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. Eğer namaz hesabı düzgün ise diğer amelleri de düzgün olur. Namaz hesabı bozuk olursa diğer amelleri de bozuk olur.
Enteresandır ki, namaz diğer dînî görevler arasında erteleme kabul etmeyen bir farzdır. Allah Kur'an'da: "Namaz mü'minlere vaktile-ri belirli olarak farz kılınmıştır" (Nisa/103) buyuruyor. Sağlığı yerinde olan, namazını ayakta durarak kılar. Hasta ise oturarak kılar. Oturmaya gücü yetmeyen yanüstü yatarak kılar. İkamet halinde olan kişi namazlarını tam kılar. Yolculuğa çıkanlar (farzların) yarısını kılar. Yolculuk sebebiyle iki namazı bir arada kılabilir. Bunlardan anlaşılıyor ki, namaz diğer farzların direğidir. Namazları (devamlı kılarak) korumak Allah'ın rızasını kazanmanın yoludur. Namazı ihmal etmek ise büyük bir suç ve günahtır.
SORU: Maun süresindeki "Yazıklar olsun o kimselere ki, onlar namazlarını unuturlar" (Mâun/4-5) ayetinin manası nedir?
CEVAP: Cenab-ı Hak namazını unutanlara elim ve şiddetli bir azap hazırlamış olduğunu haber vermektedir. Selef âlimlerinden bu ayet hakkında pek çok tefsir varid olmuştur. Şöyle ki:
a. Burada namazı unutandan maksat, namazı kılıp ondan bir sevap ümit etmeyen; şayet namazı kılmaz ise cezasından korkmayan kimsedir.
b. Namazını unutan demek, onu vaktinde kılmayan, belirlenmiş zamanından sonraya erteleyen kimse demektir.
c. Namazın rükû ve secdesini tastamam yapmayıp huşu içinde namaz kılmayan kimsedir.
d. Namazı oyuncak haline getirip, onu mühimsemeyerek geciktirendir.
e. Nisa sûresi 142. âyetinde bildirilen münafıklardır. Bu âyette bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki, Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar Allah'ı da pek az hatıra getirirler.
Münafık kimse herkesin göreceği yerde olunca namazı kılar, tenhada kimsenin görmediği yerlerde kılmaz. Maun süresindeki bu âyetten Nisa/142'deki ayetin kastedildiği, Maun süresindeki âyetin devamında: "Onlar aslında gösteriş yapıyorlar" denmesinden anlaşılmaktadır.
Bu sûrenin tefsirinde el-Câmiu li-Ahkâm'il-Kur'an isimli eserde şöyle denmektedir:
Atâ şöyle der: "Allah'a hamdolsun ki, Namazı unutanlar buyurmuş, Namaz içerisinde unutanlar dememiştir.
Zemâhşerî ise şunları söyler: "Yukardaki iki ifâde arasında ne fark var?" dersen, derim ki: Birincide "onlar, namazı terk ederek veya ona az ilgi göstererek unuturlar" demektir. Bu münafıkların işi, fa-sık ve hilebazlara, müslümanlardan olup da bayağı ve kötü kimselere yaraşan bir şeydir.
İkinci ifade ise namaz içerisinde unutmaktır. Bu; ya şeytanın vesvesesi veya kendi kendine bazı şeylerden söz etmekle herkesin başına gelir. Bundan kurtulan hiç kimse yoktur. Sıradan kimse şöyle dursun. Hz. Peygamberin bile namazında unuttuğu olmuştur.
Bundan dolayıdır ki, fıkıh âlimleri kitaplarında unutma secdesi anlamında sehv secdesi diye bir bölüm açmışlardır.
İbn'ul Arabi de şunları söyler: "Unutmaktan kurtulmak imkânsız bir şeydir. Hz. Peygamber bile namazda unutmuştur. Sahabe de öyledir. Namazında unutmayan kimse ya tam olarak namaza güç yetiremiyor veya okurken ne söylediğini anlamıyordur. Bu tip kimselerin yegâne gayreti önceden namaza hazırlanmakta titizlik göstermektir. Böyle kimseler, kabuğu yeyip içini atanlardır. Hz. Peygamberin namazda unutması ise namazdan daha büyük şeyleri düşünmesindendir.
İnsanın namaz içerisinde iken unutması daha Önce hatırlayamadığı şeyleri, şeytanın "şunu da hatırla, şunu da hatırla" diyerek aklına getirmesi ile olur. Böylece insan şaşırır ve kaç rekat kıldığını hatırlayamaz olur.
SORU: Maun süresindeki: "Veyl olsun şu namaz kılanlara! Onlar namazlarını unuturIar"(Mâun/4-5) ayetlerinin anlamı nedir?
CEVAP: Ayetteki Veyl kelimesinin anlamı "azap ve helâk"tır. Maun süresindeki bu iki âyette Hz. Allah namazını ihmal eden gafilleri veya namaz işinde oyun etmeye kalkan gösterişçileri helak olacaklarını ve azap göreceklerini bildirerek tehdit etmektedir. Bunlar namazlarını devamlı kılmazlar, kıldıkları zaman da vaktinde kılmazlar. Aksine namazı öyle hafife alırlar ki, vakti çıkar gider. Veya namazlardan kimisini kılıp, kimisini terk ederler. Bir başka manaya göre ise onlar namazlarını Hz. Peygamber'in ve geçmişteki İslâm büyüklerinin kıldığı gibi kılmazlar. Tavuğun yem yerken gagasını indirip kaldırması gibi aceleyle namaz kılar, asla huşu duymazlar. Namazın şartından, rüknünden veya edebinden bir şeyleri unutuverirler.
Abdullah b. Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayetteki unutan kimse, namazını kılıp bundan sevap ümidi olmayan; namazını terk ettiğinde de cezasından kokmayan kişidir.
Bazı müfessirlerin ifadesine göre mânâ şöyledir:
Bu ayette bildirilen veyl ve azap şu kimseleredir: Bunlar adına namaz dedikleri bir işi kendilerince yapıyorlar. Bununla beraber yaptıklarından ve söylediklerinden kalplerinin haberi yoktur. Namaz esnasında rükû ederler, fakat rukû'dan haberleri yoktur. Secde ederler, sanki bu, onlara göre bir eğlencedir. Yaptıkları, bilinçsizce okudukları şeyleri dillerinde tekrar etmek, yolda yürürcesine birtakım hareketleri yerine getirmekten ibarettir. Bunlar, zahiren namaz kılan kimse görünü-mündedirler. Fakat gerçekte namazın ruhundan uzaktırlar.
Onlar namazın gerçeğini ve hikmetini unuturlar. Böylece namaz, ibâdetten Allah'a isyan etmeye dönüşür. Bu isyanı Allah cezalandırır.
Bununla beraber namaz dînin direğidir. Onu dosdoğru kılan dînini ayakta tutar. Kılmayan ise dînini yıkmış olur. Kur'an'ın ifadesiyle; "Namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar." (Ankebut/45)
Maun sûresinde bildirilen unutmak namaz kılarken meydana gelen unutma değildir. Çünkü bu, her insanın başına gelebilen bir haldir. Bu hatanın sahibi kendi ihmâl ve kusuru ile buna sebep olmadıkça Allah onu affeder.
SORU: Namaz Aldıran kimse daha sonra abdestsiz olduğunu hatır-lasa, bu namaz, kıldırana ve cemaate göre nasıl iade edilir?
CEVAP: Namaz kıldıran kimse, unutarak abdestsiz namaz kıldırdığını hatırlarsa, bu hatırlama namaz esnasında olursa kıldıranın da, cemaatin de namazı bâtıl (geçersiz) olur. Bu namazın yeniden kılınması hepsine farz olur. Namaz kıldıran kimse bu durumu hatırlar hatırlamaz namazdan çıkması gerekir.
Mâlikî mezhebine göre bu durumdaki kimsenin, cemaatin namazını tamamlaması için yerine birini geçirmesi mendubtur. Mâlikî kaynaklarında şöyle yazılıdır: Aşağıdaki haller namazın bozulmasına sebep olur.
a. İmamın başına, namaz esnasında, namaz bozucu bir halin gelmesi,
b. Namaz sırasında, imamın namaza abdestsiz başlamış olduğunu hatırlaması,
c. Bir kanama meydana gelip, bundan caminin kirlenmesinden korkulması.
Bu hallerden birisi meydana gelince imamın, cemaate namazını tamamlatması için birisini seçmesi mendub olur. Cemaat ayrı ayrı kendi başlarına namazını tamamlasa da caiz olur.
SORU: Kadının camide cemaatle kılınan namazlara katılmasının hükmü nedir? Kadın âdet kanaması günlerinde cemaate katılabilir mi?
CEVAP: Cemaatle namaz kılmak Kur'an, sünnet ve icma ile meşru olan bir ibadet şeklidir.
Kur'an'da: "Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman..." buyurulmuştur.
Hadiste de: "Cemaatle kılınan namaz tek olarak kılınan namazdan yirmiyedi derece daha üstündür" buyurulmuştur. İmamlar, cemaatle namazın meşru olduğunda görüş birliği (icma) etmişlerdir.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu, cemaatle namaz kılmanın sünnet-i müekkede olduğu görüşündedirler. Bu, her mescide ve her namaz kılana göredir.
Bazı fıkıh âlimlerine göre cemaatle namaz kılmak bir şehir halkı için sünnet-i kifâyedir. Şehir halkının bir kısmının bu görevi yerine getirmesi ile o şehirdeki müslümanlann tamamından bu sünneti yerine getirme görevi kalkar. Fakat şehir halkının tamamı cemaatle namaz kılmayı terk ederse bunlara savaş açılır.
Kadınların evinde namaz kılması, camide kılmasından daha faziletlidir. Camide namaz kılmaları halinde namazları Allah'ın izni ile makbuldür.
Fakat âdet kanaması olan kadının camiye girmesi caiz değildir. Artık bu durumdaki kadının (cemaatle) namaz kılması haydi haydi haram olur. Bu durumdaki kadın cemaate katılmadığı gibi tek başına da namaz kılamaz.
SORU: Konuşamayan ve işitmeyen kimsenin veya delinin namaz ile ilgili olarak durumu nedir?
CEVAP: Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Ergenlik çağına gelene kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden, aklı başına gelene kadar deliden (sorumluluğu yazan) kalem kaldırılmıştır.
Kur'an'ın ifade ettiği üzere Allah (c.c) hiç bir kimseyi gücünün yettiğinden fazlası ile yükümlü tutmaz. (Bkz. Bakara/286) Yükümlülük güce ve anlamaya bağlıdır.
Fıkıh âlimleri namazın farz olması için birtakım şartlar bildirmişlerdir. Müslüman olmak, akıllı olmak, ergenlik çağına gelmiş olmak, iyiyi kötüyü ayırmak, duyu organlarının sağlıklı olması bu şartlardandır. Meselâ bir kimse aynı zamanda hem kor, hem sağır, hem dilsiz olsa bu kişi namaz farzını nasıl yerine getirir?
Fıkıh bilginleri kitaplarında kişinin üzerinden namaz farzını düşüren özürü delilik ve bayılmak olarak bildirmişlerdir.
Hanefî mezhebine göre deliden ve bayılan kimseden namaz farzı şu iki şartla düşer:
1. Delilik veya baygınlık hâlinin beş vakit namazdan fazla sürmesi.
Beş vakitten az süren bayılma veya cinnet halinde akıl başa gelip ayılmadan sonra, o süre içinde geçen namazlar kaza edilir.
2. Bayılma veya cinnet halinden düzenli olarak ayılma olmaması. Bu hiç ayılmamak suretiyle olur.
Ayılma kesintiler hâlinde olur, meselâ belirli bir vakitte -sabah vakti gibi- ayık olursa bu kesinti, namaz farzının düşmesini gerektirecek müddeti ortadan kaldırır. Bu itibarla ayıklık halinin öncesinde geçen manazların kaza edilmesi gerekir.
İçki içmek suretiyle aklî dengesi bozulan kimseye, sarhoşluğu sırasında geçen namazını kaza etmesi farz olur.
Kullanılması mubah olan haşhaştan tedavi maksadı ile alan kimsede sarhoşluk belirtisi olup, aklı perdelense, bu kimseye de daha sonra o halinde iken geçen namazları kaza etmesi farz olur.
Mesele hakkında mezheplerin açıklamaları vardır. Bu hususta fıkıh kitaplarına başvurulabilir.
SORU: Bilerek farz namazı kılmamanın hükmü nedir? Böyle kılınmayan namazın kazası gerekir mi?
CEVAP: Namaz İslâm esaslarından ve İslâm'daki temel farzlardan birisidir. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "Namazı kılınız" buyurulmuştur.
Bakara sûresinde "Namazlarınızı (devamlı kılmak suretiyle) koruyunuz" buyurulmuştur.
Nisa sûresinde: "Şüphesiz namaz mü'minlere belirli vakitler hâlinde farz kılındı" buyuruluyor.
Meryem sûresinde, namazı ihmal edip kılmayanların kötü âkibeti bildirilmiş: "Arkalarından Öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyîedip şehvetlerine uydular. Onlar yakında azgınlıklarının cezasını bulacaklar" buyurulmuştur.
Abdullah b. Mes'ud bu âyetteki "namazı zâyî etmeyi" vaktinin ertelenmesi olarak tefsir etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a): "İmanla küfür arasmda(ki, ayırım çizgisi) namazı terk etmektir" buyurmuştur.
Bir kimse namazı kasıtlı olarak kılmaz ve onu inkâr ederse kâfir olur. Zîrâ bu kimse dinde zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr etmiştir.
Namazın vaktini geciktiren kimse günahkâr olur. Vakti geçip gider de insan namazı kılmazsa iki günah işlemiş olur. Birisi namazı terke tmenin günahı, diğeri geciktirmenin günahıdır. Daha sonra bu kaza edilirse terk etmiş olmanın günahı ortadan kalkar. Fakat geciktirmenin günâhı kalır. Bu da kaza ettikten sonra tevbe etmekle yok olur.
Namazlarını geçiren kimseye onları kaza etmek farz olur. Bu namazların borcu kaza edilmedikçe ortadan kalkmaz.
Namazı bilerek terk etmek hususunda mezheplerin en hafifine göre bu durumdaki kimse fâsık olur. Bu kişiye namaz kılıncaya kadar ta-zir cezası verilir. Alimlerden bazısı namazı terk eden kâfir olur, demiştir. İnkâr ederek terk edilmişse bu kimsenin kâfir olduğu hususunda müslümanların icmâ'ı (görüş birliği) vardır. Zîrâ dinde var olduğu zorunlu olarak bilindiği halde onun farz olmadığına inanmak kâfir olmayı gerektirir.
Şu kadar var ki, bir kimse bilgili insanların ortamından uzak bir yerde yaşıyorsa veya henüz yeni müslüman olmuş ise, kendisine namazın farz olduğunu bildirecek kimselerle düşüp kalkma durumu sözkonusu olmayabilir. Bu durumda namazı terk etmek o kişiyi kâfir yapmaz, denebilir.
Namazın farz olduğuna inandığı halde tenbelliği yüzünden -günümüzde insanların pek çoğunda olduğu gibinamazını kılmıyorsa kâfir olmaz. Ancak fâsık olur. Kendisinden, devletin yetkilisi tevbe etmesini ister.
Bu kimsenin kâfir sayılmaması şu âyete dayanmaktadır:
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği için bağışlar. (Nisa/48 ve 116)
"Lâ ilahe illallah diyen cennete gerecektir" hadîsi de bu konuda delildir.
Pek çok fıkıh bilgini bu hususta: "Böyle bir kimse kâfir olmaz ve dolayısiyle öldürmekle cezalandırılmaz. Ancak tâzir cezası verilir. Namazını kılıncaya kadar hapsedilir" demişlerdir. Bu âlimler namazı kılmamanın kâfir olmaya sebep olacağını bildiren hadisleri namazın farz olduğunu inkâr ederek terkederse kâfir olur, şeklinde yorumlamışlardır. Veya namazı terkeden kişi için "Kâfirlerin yaptığını yaparsa kâfir olur" demişlerdir. "Bu suç, onu ilerde kâfir olmaya götürür" yorumu da yapılmıştır.
SORU: Farz namazlar zamanında kılınmamış ise sonradan kaza edilmesi caiz midir? Namaz nasıl kaza edilir.
CEVAP: Namaz dînin ana esaslarından birisi ve İslâm'ın farz kıldığı bir görevdir. Müslümanın onu vakti girince kılması gerekir. Namazı normal zamanından ertelemek büyük günahtır. Ancak erteleme meşru (geçerli) bir sebepten ileri gelmiş ise büyük günah olmaktan çıkar.
Bir veya birden çok namazı geçiren kimsenin, artık o namazlar boynunda borç olur. Yüce Allah o borcun ödenmesini ister.
İnsan bu kaza borcunu Ödemekte ne kadar acele ederse, o kadar faziletli olur. Kaza namazı ile ilgili borçlar namazlar kaza edilmedikçe düşmez. Namazlarını kaza eden kimse ayrıca, onları normal vakitlerinde kılamadığı için tevbe etmelidir. Çünkü namazların belli vakitlerde farz kılındığını Cenâb-ı Hak Kur'an'da bildirmiştir. (Bkz. Nisa/103)
Kaza namazı sünnet ve nafilelerden daha önemlidir. Kazaya kalan namazlar altı vakitten az ise, onlan kaza edecek kimse sırayı gözeterek kılmalıdır. Sabah, öğle, ikindi, akşam... gibi
Kazaya kalan namazlar altı vakitten çok ise, onları kılarken sıra gözetmeden de kaza etmek mümkündür. Ayrıca her günün vakti gelen namazı ile birlikte bir vakit de kaza kılmak mümkündür. Kazaya kalan namaz, vakti gelenden önce de, sonra da kılınabilir.
İnsan ne kadar namazının kazaya kaldığını araştırmalı, hepsini ödediği zannı ağır basıncaya kadar kaza namazı kılmaya devam etmelidir. Böylece namaz borcunu ödemiş olur.
SORU: Gece namazı vitirden sonraya bırakılabilir mi?
CEVAP: Vitir de, gece namazı da farz değildir.
Fıkıh âlimleri birtakım mendub namazlar olduğunu bildirmişlerdir. Gece namazı, bunlardandır. Hz. Peygamber (s.a) Taberânî'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Gecede mutlaka bir namaz kılınmalıdır. Velev ki, koyun sağacak kadar (zaman) olsun.
Müslim'in Sahih'indo rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece kılınandır.
Fıkıh âlimlerinin pek çoğuna göre vitir namazı sünnet-i müekke-dedir. Hanefî mezhebine göre vitir vacibtir. Hanefîlerde vacib farz gibi değil, farzdan bir derece aşağıdır. Buradan anlaşılıyor ki, vitir namazı gece namazından daha kuvvetli bir durumdadır.
İslâm fıkhından anlaşılan odur ki, namazını kılan kimse, bir günlük namazın en sonunda vitri kılmalıdır.
Nitekim Hanbelî mezhebinde bu konuda şöyle denmektedir: "Vitir namazının vakti yatsıdan sonra başlayıp, ikinci şafak atana kadardır. En faziletlisi, vitri gecenin sonunda kılmaktır. Bu, insanın geceleyin uyanacağına güvenmesi durumundadır. Eğer gece uyanacağına güve-nemiyorsa vitri uyumazdan önce kılmalıdır."
Mâliki mezhebinde de şu bilgiler vardır: "Gece uyanma âdeti olan kimseye göre vitri gecenin sonuna bırakmak mendubtur. Bu geceleyin kılınan namazların en sonunu vitirle tamamlamak içindir. 7a-râ Hz. Peygamber: 'Gece namazının en sonu vitir namazı olsun' buyurmuştur."
SORU: Namazda işaret parmağı ile ne zaman işaret edilir? Bu işaretin hükmü nedir?
CEVAP: Namazda birinci ve son oturuşlarda tahiyyatın sonunda işaret parmağını kaldırmak namazın sünnetlerindendir. Namaz kılan kimse tahiyyatın sonunda Lâ İlahe derken sağ elinin işaret parmağını kaldırır. Hafifçe sağa sola sallar, illallah derken parmağını indirir.
Bu uygulama söz ile söyleneni, bir eylemle desteklemek içindir. Zîrâ Lâ İlahe İllallah cümlesinin anlamı: "Allah'tan başka ilâh yok" demektir. Böylece yok derken parmakla yok işareti yapmak için parmak kaldırılıp, vardır derken indirilmektedir.
Bu mesele hakkında mezheplerin görüşü aşağıdadır:
a- Mâlikî mezhebine göre tahiyyatta oturulunca sağ elin işaret parmağı dışındaki parmaklan yumulup, işaret parmağı dik ve uzunlamasına tutulur. İşaret parmağı normal bir şekilde sağa sola hareket ettirilir.
b- Hanefî mezhebine göre sadece sağ elin işaret parmağı ile işaret edilir. Öyle ki, sağ elin işaret parmağı kesik veya rahatsız olsa başka parmakla veya sol elin işaret parmağı ile işaret edilmez.
Tahiyyatın sonunda Lâilâhe illallah cümlesinde lâ ilahe derken sağ elin işaret parmağı kaldırılır. İllallah derken indirilir. Böylce parmağın kaldırılması Başka ilah yoktur; indirilmesi, sâdece Allah vardır mânâsına gelir.
c- Hanbelî mezhebine göre sağ elin serçe parmağı ve bitişiğindeki parmak yumulur. Baş parmak ile bitişiğindeki parmak halka yapılır. İşaret parmağı ile tahiyyatın sonunda "Allah" derken işaret edilir, fakat parmak sağa-sola oynatılmaz.
d- Şafiî mezhebine göre sağ elin işaret parmağı dışındaki tüm parmakları yumulur. İşaret parmağı dik olarak tutulur.
İki oturuşu olan namazların ilk oturuşunda "İllallah" derken işaret edilip, üçüncü rekata kalkıncaya kadar böylece tutulur. Son oturuşta ise selâm verene kadar işaret etmeye devam edilir. Tüm bunlar yapılırken namaz kılan kimse işaret parmağına bakar. Faziletli olan baş parmağı el ayası tarafına doğru koyarak parmakları yummaktır.
SORU: Cuma namazı kılmak üzere toplanan cemaat sayısı 40'tan az olsa, cuma namazı kılınmaz mı? Bu durumda orada bulunanlar cu-ma namazı yerine öğle namazını mı kılmalıdır?
CEVAP: Cuma namazının sahih olmasının şartlarından biri de cemaatle kılınmasıdır. Herkes tek başına cuma namazını kılsa namaz sahih (geçerli) olmaz. Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre cemaatin 40 kişi olması şarttır. Mâlikî mezhebine göre cemaatin, imam dışında en az on iki kişi olması gerekir. Cemaati oluşturan kişilerin, kendisine cuma farz olan kimselerden, erkek, hür ve ergenlik çağına girmiş olması gerekir. Aynca cemaatin cuma kılınan yerde ikamet ediyor olması ve hutbenin başından îtibâren namazın sonuna kadar cemaatin içinde bulunmaları da şarttır.
Hanefî mezhebine göre imam dışında üç kişiden oluşan cemaat cuma kılmak için yeterlidir. Bunlar kendisi ile cuma sahih olan kimselerden olmalıdır. Cemaati oluşturan kimseler hutbeyi dinlemeseler de namazda hazır olmalıdır.
Bu açıklamadan anlıyoruz ki, mezheplerden bâzısı cemaatin en az kırk, bazısı ise on iki, bazısı ise üç kişi olmasını şart koşmuştur.
Bilindiği üzere dinde mezheplerden bazısını taklid edip o mezhepteki hükme uymak caizdir. Buna göre cemaat sayısı kırktan az da olsa kılınan cuma namazı sahih olur. Cuma namazı sahih olunca, onu kılan kimselerin ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.
SORU: Kadınlara cuma namazı farz mıdır?
CEVAP: İslâm fıkhında yer alan bir esastır ki, cuma namazı mükellef bulunan erkeklere farzdır.
Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:
Ey imân edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı anmaya koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Cuma namazı müslüman kadınlara farz değildir. Bunun içindir ki, fıkıh âlimleri cuma namazı için bir takım şartlar bildirip, erkek olmanın bunlardan olduğunu açıklamışlardır. Demek ki, cuma namazını kılan kimsenin erkek olması gerekmektedir. Cuma namazı kadına farz değildir. Fakat kadın cuma günü camide bulunup cuma namazı kılsa sahih olur ve öğle namazının yerine geçerek yeterli olur. Yâni bu kadının artık o gün cumadan sonra öğle namazı kılmasına gerek yoktur.
Böylece kadının, cuma günü kılması gereken namazın öğle namazı olup, cuma namazı kılması gerekmediği anlaşılmıştır. Kadın, cuma
günü de öğle namazını dört rekat olarak kılar.
SORU: Hutbe okumak üzere hatip minbere çıkarken birtakım teşbihler söyleyip istiğfar duaları okumak caiz midir?
CEVAP: İnsanlar cuma hutbesi ve namazıyla ilgili olarak pek çok bid'atler çıkarmışlardır.
İslâmiyet'in bu konuyu aydınlatan ışığı şunu gösteriyor: Hatip cuma hutbesine başladığı vakit, camide hazır bulunanların, susup hutbeyi dinlemesi vacib olur.
Cemaat hutbe okuyan hatibin söylediklerini düşünür, dînî yönlendirme ve bilgilendirmeyi izler. Orada bulunan herkes susar, artık ne Kur'an okunur, ne zikir yapılır, ne de istiğfar edilir. Hz. Peygamber bir hadîsinde: "Hatip hutbe okurken arkadaşına sus dersen (içinde bulunduğun ibâdeti) bozmuş olursun" buyurmuştur.
Buradan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber döneminde ve raşit halifeler zamanında, ne hutbeden önce, ne de hutbe esnasında bir takım dualar okumak, zikir yapmak veya istiğfar etmek gibi bir uygulama bilinmiyordu. Daha sonraiarı insanlar bunları icat edip bid'at olarak ortaya çıkarmışlardır.
Hadis'te bildirilmiştir ki: (Din konusunda aslında olmadığı halde) sonradan çıkarılan her bid'at sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir.
SORU: Kesin bir zorunluluk sebebiyle iki defa veya daha çok cuma namazı kılmamanın hükmü nedir?
CEVAP: Cuma namazı mutlaka yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Cumanın farz olduğu Kur'an, hadîs ve icmâ ile sabittir.
Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Ey imân edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı anmaya koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Bir özür olmaksızın peş peşe üç cuma namazını terkeden kişinin Allah kalbini mühürler. (Ahmed b. Hanbel)
Bir diğer hadis de şöyledir;
Kesinlikle düşündüm ki, bir adama namaz kıldırmasını emredeyim. Sonra cuma namazına gelmeyen adamların üzerine evlerini yıkayım! (Müslim)
İslâm ümmetinin tamamı cuma namazının farz olduğunda icmâ (görüş birliği) etmişlerdir.
Fıkıh kitaplarında cuma namazını kılmamayı mazur gösterecek özür ve sebepler sayılmıştır. Bu sebep ve özürler şunlardır:
1. Hastalık.
Cuma namazına gitmekten zarar görecek hastadan cuma namazı düşer. Cumaya gidiş yaya olsun, binitli olsun veya birisi tarafından taşınarak olsun durum aynıdır. Eğer hasta bir araca binerek cuma namazına gitmeye gücü yeterse cuma ona farz olur. İsterse ücret ödeyerek binit edinmiş olsun. Yeter ki, ödediği ücret kendisine zarar verecek derecede yüksek olmasın.
2. Felçli olmak.
Bu kimse kendisini cumaya götürecek birini bulamıyorsa veya götürülmesi kendisine zarar verecekse cuma ondan düşer.
3. Kör olmak.
Gözleri görmeyen kimse kendisini camiye götürecek birini bulamıyorsa, ona cuma farz değildir. Ancak kendisi bir güçlükle karşılaş-maksızm camiye gidebiliyorsa cuma ona farz olur.
4. Cumaya gitmesi zor olan ihtiyar kimseye cuma farz değildir.
5. Şiddetli sıcak veya soğuğun bulunması. Şiddetli çamur ve yağmur da böyledir.
6. Zulme uğrayarak hapsedilmekten korkmak.
Eğer hapsedilmek korkusu, kendi işlediği bir zulümden kaynaklanıyorsa bununla cuma düşmez. Borçlu olup gücü yettiği halde borcunu ödemeyen veya af ümîdi olmayan kısas cezası olan kimse gibi.
7. Malına, canına veya ırzına bir zarar gelme korkusu bulunması.
Bir kimse bu sayılan özürlerden biri sebebiyle cuma namazına gitmemiş ise cuma farzı ondan düşer. Bundan dolayı bir cezası da olmaz. Allah (c.c) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
SORU: Cuma namazından önce bir misafir geldiğinde, cumaya gitmeyip misafirle mi kalmalı, yoksa cumaya gidip misafiri mi bırakmalı?
CEVAP: Allah cuma namazını her müslümana farz kılmış cumaya titizlik gösterip namaza koşmalarını emretmiştir. Cenab-ı Hak cumaya gitmeyi, hayatla ilgili uğraşlardan üstün kılmıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Ey imân edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilseniz elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin. Umulur ki, kurtuluşa erersiniz. Onlar bir eğlence ve ticaret gördüklerinde hemen dağılıp oraya gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Zîrâ Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Cuma namazına gitmek her müslümana vacibtir.
Rasûlullah cumaya gitmeyip onu terkedenleri şu sözü ile tehdit ediyor:
Önemsemeyerek kim (üstüste) üç defa cuma namazını terkederse Allah onun kalbini mühürler.
Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir:
İnsanlar ya cumayı terketmeye son verecekler veya Allah onların kalbini mühürleyecektir. Sonra da gafillerden olacaklar.
İnsan cuma namazına gitmeyi görev bilmeli misafirini de; eğer müslüman ise beraberinde götürmelidir. Şayet misafir müslüman değilse veya kendisine cuma farz olan birisi değilse ondan özür dileyip cumaya gitmelidir.
Kurtubî tefsirinde şu bilgileri görüyoruz:
Âlimlerimiz -Allah onlara rahmet etsin- şöyle demişlerdir: Kendisine cuma kılmak farz olan kimse, -insanı eve hapseden hastalık veya hastalığın artma korkusu gibi- kendine engel olacak bir Özür olmadıkça cumayı bırakamaz. Mahkeme karan olmaksızın devlet başkanı tarafından canına veya malına zulmedilmek korkusu, kesintisiz yağan yağmur ve bunun meydana getirdiği çamur da cumaya gitmeyi engelleyen özürlerdendir. İmam Mâlik yağmuru bir özür olarak görmemektedir.
İlgilenecek kimsesi olmayan çok sevdiği dostunun vefatı sebebiyle bir kimse cumaya gitmeyebilir. Bunun caiz olması ümid edilir. İbn Ömer bunu yapmıştır.
Özürsüz cumaya gitmeyen kimse imam camide cumayı kıldır-mazdan önce öğleyi kılsa, onu yeniden kılması gerekir. Zîrâ camide kılınan cumadan önce öğleyi kılmak o kimse için geçerli değildir. İmkânı olduğu halde cumaya gitmeyen kimse, bu davranışı ile Allah'a isyan etmiştir.
SORU: (Veba ve) cüzzam gibi bulaşıcı ve salgın bir hastalık varsa, bir müslüman cumaya gitmemekte mazur mudur?
CEVAP: Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Bir yerde veba ortaya çıkarsa; siz orda iseniz, oradan çıkmayınız. (başka bir yerde iseniz) veba çıktığını duyduğunuz yere de gitmeyiniz.
Bir diğer hadisleri de şöyledir: Cüzzamlıdan, aslandan kaçar gibi kaçınız.
Peygamber'in Yaşayanlara ve Hayata Yönlendirmesi isimli kitabımda şunları söylemiştim: Hz. Peygamber'in bu hadislerinde karantina sistemine işaret vardır. Bilindiği üzere bu sistemde bulaşıcı hastalığa tutulan kimseler -hastalığın yayılmaması için- sıhhatli kimselerden ayrı bir yerde bulundurulur. Hastalık konusunda uzman kişilerce bulaşıcı olduğu belirlenen hastalıklarda da veba gibi hareket edilir.
Her halde hac işlerinde görevli kimseler özellikle hac sezonunda Suudi Arabistan'a gitmezden önce bulaşıcı hastalıklara karşı aşı olunmasını şart koşmaktadır. Meselenin dînî yönden sırrı bu hadistedir. Buradan anlaşılıyor ki, bazı hastalıklar insanın hacca bile gitmesine mâni olmaktadır. Bilindiği üzere hac, müslümanlann dünyanın dört-bir yanından gelerek en büyük toplantıyı gerçekleştirdikleri bir ibadettir.
Bulaşıcı bir hastalığa tutulan kişinin, diğer insanların toplu olduğu yerlere gitmemesi görevleri arasındadır. Hz. Peygamber'in de ifade ettiği gibi "Zarara uğramak da yoktur. Başkasına zarar vermek de yoktur."
SORU: Teravih namazı kaç rekattır? Teravih namazı söylendiği gibi yirmisekiz rekat mıdır?
CEVAP: Teravih namazı kadınlara ve erkeklere sünnet-i müekke-dedir. Hz. Peygamber'in terâvih'i sekiz rekat kıldığı rivayet edilmiştir.
Teravihin cemaatle kılınmasının sünnet olduğunu gösteren rivayetler Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî tarafından nakledilmiştir. Hadis âlimlerinin rivayetine göre Hz. Peygamber Ramazan gecelerinde -bunlar üç gece olup, Ramazanın 3., 5. ve 27. geceleridir tam gece yansı camiye gelmiş teravih namazı kılmıştır. Onu görenler aynen onun kıldığı gibi namaz kılmışlardır. Hz. Peygamber camidekilere sekiz rekat namaz kıldırmış, geri kalanını insanlar evlerinde kılmışlardır. Camide namaz kılarken insanların (okumaktan dolayı) arı vızıltısı gibi sesleri işitiliyordu. Bu rivayet gösteriyor ki, Hz. Peygamber insanlara teravih sünnetini göstermiş ve teravihin cemaatle kılınmasının sünnet olduğunu bildirmiştir. Fakat günümüzde olduğu gibi onlara yirmi rekat teravih kıldırmamış tır.
Ayrıca bu hadisten Hz. Peygamber zamanında kılınan teravihin sekiz rekattan ibaret olmadığını da öğreniyoruz zîrâ cemaat, Peygamberle kıldıktan sonra evlerinde geriye kalan rekatları kılıyorlarmış.
Hz. Ömer'in uygulaması, teravihin rekat sayısının yirmi olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere Hz. Ömer insanları camide toplayarak yirmi rekat teravih kılma uygulamasını başlatmıştır. Sahabe Hz. Ömer'in bu tatbikatını uygun görmüşlerdir.
Ebu Hanife'ye Hz. Ömer'in bu uygulaması sorulunca şöyle demiştir: "Teravih sünnet-i müekkededir. Hz. Ömer bu uyguyamayı kendiliğinden ortaya çıkarmış değildir. Bu konuda o bid'atcı değildir. O bunu bildiği bir esastan çıkarmış ve Hz. Peygamber'den aldığı bilgiye dayandırmıştır."
Fakat Ömer b. Abdulaziz zamanında teravih otuzaltı rekata çıkarılmıştır. Bu uygulamadan maksat, Mekke'dekilerin faziletine eşit olmak idi. Zîrâ o zamanlar Mekke'de her dört rekat teravihten sonra bir tavaf yapıyorlardı. Ömer b. Abdulaziz de yirmi rekata ilave olarak her bir tavaf için dörder rekattan onaltı rekat ilâve etmeyi uygun görmüştü.
Teravihin aslı vitirden ayrı olarak yirmi rekattır. Sünnete uygun olarak cemaatin, Hz. Peygamber'in kıldığı gibi sekiz rekat kılması gerekir.
SORU: Camide sigara içmenin hükmü nedir?
CEVAP: İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlarca sigara bilinen birşey değildi. Bunun içindir ki, ilk dönem âlimlerinden bu konuda bir hüküm nakledilmemiştir. İslâm ülkelerinde sigara ortaya çıkınca ilim adamları onun hükmünde farklı şeyler söylemişlerdir. Kimisi caiz. olduğunu, kimisi haram olduğunu, kimisi de mekruh olduğunu söylemiştir.
Sigaranın sağlığa zarar verdiği, tiryakilerin vücudunu zayıflattığı tartışmasız bir gerçektir. Sigaranın pek çok zarar ve âfetlere sebep olduğu deneylerle ve uzmanlann tanıklığı ile ortadadır. Sigara hakkında söylenebilecek en hafif şey, onun pis bir madde olup, eziyet verdiği ve herhangi bir faydası olmadığıdır. Bilindiği üzere sigaranın kokusu kötü olduğu gibi insanlara eziyet de vermektedir. Hiç bir faydası ve kıymeti olmadığı halde, tüketimi için masraf edilmekte para telef olmaktardır.
Son devir fıkıhçılanndan bazüan, İslâm'ın sigarayı hoş karşılamadığını, ona karşı tavır takındığını söylemektedirler.
İslâmiyet'in birşey hakkında haramdır veya mekruhtur hükmünü vermesi, o şey hakkında özel bir delilin bulunmasına bağlı değildir. Hükümlerin gerekçelerinin ve hüküm koymadaki kuralların, hükümleri bilmekte ayn bir kıymeti vardır. Bu gerekçe ve kurallarla insanların ortaya koyacağı her yeni şeyin haram mı yoksa helâl mi olduğunu bildirmek hususunda İslâm dîni güçlü bir ehliyete sahiptir. Bunun yolu, hakkında hüküm verilecek şeyin özelliğini ve çoğunlukla ne iz bıraktığını bilmektir. Şöyle ki:
Nerede bir zarar varsa orada haram hükmü vardır. Nerede yararlı olmak veya çoğunlukla fayda varsa orada mubah olma hükmü vardır. Zarar ile fayda eşit olursa koruyucu hükümlerin olması, (hasta olduktan sonra) tedavi edici hükümler koymakdan daha hayırlıdır.
Cami temiz ve pırıl pırıl olması gereken bir yerdir. Bu bakımdan çirkin ve pis şeylerden korunmalı, temizliğine yakışmayan şeylerden uzak tutulmalıdır. Orada insarlara eziyet verecek şey bulunmamalıdır.
Bunun içindir ki, cami içinde sigara içilmesi yakışık almaz. Müslüman için camide sigara içerek Allah'ın evini hiçe sayacak dereceye varan saygısızlık göstermek uygun değildir
SORU: Namazın kılınışında ülkelere göre değişiklik var mıdır?
CEVAP: Namaz İslâm dininin en büyük farzlarından biridir. Namaz dînin direğidir. Onu kılan dînini ayakta tutmuş olur.
Namazın kılmış şekli tüm İslâm memleketlerinde birdir. Namaz birgün ve gecelik sürede beş vakit olarak farz kılınmıştır: Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
Hz. Allah beş vakit namazı farz kılmıştır. Kim güzelce abdestini alır ve beş vakit namazını vakitlice kılarsa, rükû'unu tastamam yapar, huşu içinde edâ ederse, Allah'ın onu affedeceğine dair sözü vardır. Onları kılmayanı affedeceğine dâir sözü yoktur; dilerse onu affeder, dilerse azab eder. (Ebu Dâvud, Neseî ve İmam Mâlik)
Sahih bir hadiste Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağını öğretirken şöyle buyuruyor:
Namaz kılmak üzere ayakta durduğun vakit iftitah tekbirini al. Sonra Kur'an'dan kolay geleni oku. Sonra tastamam rükû et. Sonra tamamen doğruluncaya kadar (başını) kaldır. Sonra tastamam secde et. Sonra iyice oturacak şekilde (başını secdeden) kaldır. Sonra tekrar secde et. Sonra her namaz (rekatm)da böyle yap.
SORU: Namaz her yerde kılınır mı?
CEVAP: Hz. Peygamber bir hadisinde: "Yer yüzü(nün her tarafı) benim için mescid, yeryüzünün toprağı da temizleyici kılındı" buyurmuştur. Bunun manası pislik olmayan her yerde insan namaz kılabilir demektir.
Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre A'râbî'nin biri mescidde bevletmiş, orada bulunanlar adamın üzerine atılmak (cezalandırmak) için ayağa kalkmışlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara şöyle buyurmuş: "Adamı bırakın. İdrar yaptığı yere bir kova su dökün, siz oncak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı değil!"
Bu dinin temeli kolaylıktır. Cenâb-ı Hak: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" buyurmuştur.
SORU: Bizim ülkemiz olan Endonezya'da sadece müezzinin ezanı ile yetinilmez. Namaz vaktini duyurmak için ayrıca büyük davullar çalınır. Bu uygulama bid'at sayılır mı?
CEVAP: Ezarim sözlük anlamı duyuru demektir. İslâmî bir terim olarak: "Müslümanlarca meşhur olan belirli kelimelerden ibarettir."
Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiğine göre müslümanlar Medine'ye geldiklerinde (camide) toplanırlar, namaz vaktinin girdiğinden emin olunca, namaz için bir çağrıda bulunmaksızın namazlarını kılarlardı. Bir gün müslümanlar namaz vaktinin bildirilmesi işini konuştular. Bazıları Hristiyanlar gibi çan çalınmasını teklif ettiler. Kimisi Yahudiler gibi boru öttürülmesini teklif etti. Bunun üzerine Hz. Ömer kalkarak: "Bir adam gönderseniz de namaza çağırsa olmaz mı?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Yâ Bilâl! Kalk ve ezana çağır!" buyurdu.
Bundan sonra müsülmanlar arasında uygulama böylece devam etti. Artık namaz için ezan okunması, iptal edilmesi asla caiz olmayan bir sünnet olmuştur. Hz. Peygamber'in birden fazla müezzini bulunuyordu.
Ebû Mahrüre'nin rivayetinde ezan okunurken söylenecek cümleler yer almıştır. Bilindiği üzere ezan "Allahü Ekber" ile başlar. "Lâ ilahe illallah" ile sona erer.
Bu açıklamalardan, namaz vaktinin geldiğini davul çalarak duyurmanın bid'at olduğu anlaşılır. Böyle bir şey ne Peygamber zamanında, ne sahabe, ne de tabiîn devrinde görülmemiştir.
SORU: Namazda okunan belirli dualar var mıdır? Bu dualar Allah ve Peygamber'ce makbul dualar mıdır?
CEVAP: Hz. Peygamber'in namaz içerisinde okuduğu dualar vardır. Tekbirden sonra, Fâtiha'dan önce okunan Sübhâneke duası bunlardandır. Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamber'imiz namaza tekbir ile girdikten sonra bir miktar susar imiş. Ebû Hüreyre: "Anam babam uğruna feda olsun Ey Allah'ın Rasûlü! Görüyorum ki, tekbir ile Fatiha arasında susuyorsun. Bu arada ne söylüyorsun?" demiş. Hz. Peygamber şu duayı okuduğunu bildirmiş:
Allâhümme bâ id beyne hatâya ye kemâ bâadte beynel meşrikı vel mağrib. Allâhümme nakkı nî min hatâyaye kemâ yünekkassevbü'l ebyazı mineddenes. Allâhümmeğsilnî min hatâyaye bisselci vel-mâi vel bered.[14] (Buharı)
Hz. Ali şöyle rivayet ediyor: "Peygamber (s.a) namaz kılmak üzere ayağa kalktığında tekbir alır, sonra şu duayı okurdu:
Veccehtü vechiye lillezi fetarassemâvati vel arza hanîfen ve mâ ene minel müşrikin. İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî Liılahi Rabbil âlemîne lâ şerike leh. Vebizâlike ümirtü ve ene ev-vel'ül müslimîn. Allâhümme entel melikü lâ ilahe illâ ente. Ente Rabbî ve ene abdüke zalemtüz nefsi ve'tereftü bizenbî fağfirlî zü-nübî cemîan La yağfiruzzünübe illâ ente. Vehdinî li ahsenil ahlâki lâ yehdî li ahseni hâ illâ ente. Vasrif annî seyyi ehâ lâ yasrifu annî seyyiehâ ente. Lebbeyke ve şa'deyke Velhayru küllühü fî ye-deyke veşşerrüjeyse îleyke ve âıe bike ve ileyke. tebârkte ve te-âleyke estağfiruke ve etûbü ileyk.[15] (Müslim)
Ebu Saîd'il Hudrî şöyle rivayet ediyor: Peygamber (s.a) namaz kılarken "Semi Allahü limen hamiden" dediği zaman şu duayı okurdu:
Allâhümme rabbenâ lekelhamdü mil'es-semâvati vel'arz. Ve mil'e mâ şi'te min ba'd. Ente ehlüssenâi vel mecd. Hakkun mâ kâlel abdu. Ve küllünâ lekel abdü. Lâ mania limâ a'tayte ve lâ mu'tiye limâ mena' te. Velâ yenfeu zel ceddü mentel ceddü. [16] (Müslim)
Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre Peygamber secdede şu duayı okurdu:
Allahümme leke secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü. Secede vechî lililezi halakahü fe savverahü fe ahsene suverahü feşekka sem'ahü ve başaran. Fetebârekallahü ahsen'ul halikîn.[17]
İbn Abbas şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber namazda (veya secdede) şu duayı okurdu:
Allahümmec'al fî kalbî nûran ve fî sem'î nûran ve fî basarı nûran ve yemîni nûran ve yesâri nûran ve emâmî nûran ve halfî nûran ve fekî nûran ve tahkî nûran vel'alnî nûrâ. [18] (Müslim)
Hz. Âişe şöyle rivayet ediyor: "Bir gece Hz. Peygamber'in yatakta olmadığını farkettim. Araştırınca onu mescidde buldum. Baktım ayaklan dikili vaziyette secdeye kapanmış şöyle dua ediyor:
Allahümme innî eüzü binzâke min sehatike ve eüzü bi mu âfâtike min ukubetike ve eüzü bike min ke. Lâ uhsî sena en aleyke. Ente kemâ eseneyte alâ nefsike. [19]
Hz. Peygamber insanlara tahiyyattan sonra (okunması) müstehab olan şu duayı öğretirdi. Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre Rasûlul-lah şöyle buyurmuştur: Sizden biriniz son oturuşta tahiyyatı bitirince şöyle dua etsin:
Allahümme innî eüzü bike min azabı cehennem. Ve min azabil kabri ve min fitnetil mahya vel memâti ve min şerri fitnet'il me-sîh'id-deccâl. [20]
Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Peygamber elimi tutarak bana şöyle dedi: "Ey Muaz! Ben seni seviyorum." Ben de ona: "Anam babam uğruna feda olsun ey Allah'ın rasûlü! Ben de seni seviyorum" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Her namazın arkasından -hiç bırakmaksızın Allahümme einnî alâ zikrike ve şükri-ke ve husni ibadetike [21]duasını oku! (Ahmed b. Hanbel)
Ebu Hatim'in rivayetine göre Hz. Peygamber namazını tamamladığında şu duayı okurmuş:
Allahümme aslın lî dîni ellezî hüve ismetü emrî. Ve aslih lî dün-yâye ellezi cealte fîha meâşî. Allahümme eüzü bi nzâke min sehatike. Ve eûzü bi afvike min nekamike. Ve eûzü bike minke. Lâ mania limâ a'tayte ve lâ mu'tıye lima mena'te vela yanfeu zelceddü minkel ceddü. [22]
SORU: Namaz sırasında başa takke giymek zorunlu mudur? (Erkeklere göre) dizi örtmeyen bir giysi ile namaz kılmak mümkün müdür?
CEVAP: Baş, örtülmesi gereken avret mahallinden değildir. Bu sebeple namazda veya namaz dışında örtülmesi gerekmez. Namaz sırasında başa takke giyilmesi zorunlu değildir. Hacda ihramlı iken (erkek) hacının başı açık olur. O bu hali ile namazlarım kılar. Bu uygulama başa takke giymenin zorunlu olmadığını gösterir. Hatta bazı âlimler başı açık namaz kılarken Allah'ın önünde baş eğmeye ve huşu içinde olmaya niyet ederse bu davranışının müstehab olduğunu, bundan dolayı Allah'tan sevap ümit edileceğini söylemişlerdir.
Namazda bedeni Örten giysiye gelince, fıkıh bilginleri (erkeğe göre) örtülmesi gereken avret mahallinin diz ile göbek arası olduğunu bildirmişlerdir. Bu itibarla namaz kılan kimsenin vücudunun bu kısmını örtmesi farzdır.
Bu fıkıh bilginleri namazda dizin açılmasını mubah görmüşlerdir. Buna göre bir kimse dizini Örtmeyen pantolon giyse bu halde kıldığı namaz batıl (geçersiz) olmaz. Hatta uyluğundan bir parça görünse bile hüküm böyledir. Bu hüküm fıkıh âlimlerinin namaz sırasında örtülmesini zorunlu gördükleri avret mahalli esasına göredir. Fakat insana yaraşan odur ki, âdet üzere giymeye alışık olduğu giysisini tam olarak giyinmelidir. Zira bu pek çok tefsir âliminin Allah'ın emrettiği namaz için süslenmenin bu şekilde olduğu yolunda ifadeleri vardır.
SORU: Bilindiği üzere erkekler namazlardan bir kısmını sesli, bir kısmını sessiz okuyarak kılmaktadırlar. Kadınlara göre durum nedir?,
CEVAP: Namaz kıldıran kimse, kendisine uyanlar işitecek derecede -Hz. Peygamber'in sesli okuyarak kıldırdığı namazları- sesli olarak kıldırmalıdır. Bu namazlar sabah namazı, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatları, cuma ve bayram namazları, teravih ve vitir namazlarıdır. Zira Hz. Peygamber devamlı bir şekilde bunu uygulamıştır.
Bu uygulama namazın cemaatle kılınması durumuna göredir. Namazını kendi başına kılanlara gelince: Kişi yukarda sesli okunduğu bildirilen namazlarda sesli veya sessiz okumakta serbesttir. Sesli okuması daha faziletlidir. Ancak sesli okunduğu takdirde uyuyan varsa ona rahatsızlık vermeyecek, namaz kılan başka biri varsa onu şaşırtmayacak derecede olması gerekir. Aksi halde sesli okumak haram olur. Bu konuda icma (görüş birliği) vardır. Zira Hz. Peygamber: "Dikkat ediniz! Sizden biriniz namaza kalktığı zaman rabbi ile gizli konuşuyor gibidir. Sizden (her) biriniz rabbi ile ne konuştuğunu bilsin. Sesli okuyarak birbirinizin okuyuşunu karıştırmayınız" buyurmuştur.
Ebu Saîd el-Hudrî şöyle rivayet ediyor: Peygamber (s.a) mescid-de itikafa girmişti. Camidekilerin sesli okuyarak namaz kıldıklarını işitince perdeyi açarak şöyle buyurdu:
Dikkat ediniz! Şüphesiz hepiniz rabbi ile gizlice konuşuyor. (Sesli okuyarak) birbirinize eziyet etmeyiniz. Birbirinize karşı sesinizi yükselterek okumayınız.
Sessiz okunması gereken namazlarda sessiz okumak vacibtir. Bunlar: Öğle, ikindi namazları, akşam namazının üçüncü rekatı ile yatsı namazının son iki rekatı, güneş ve ay tutulması ve yağmur duasına çıkıldığında kılınan namaz ve gündüzleri kılınan nafile namazlardır. Bu namazlarda imamın sessiz okuması vacibtir. Bunda görüş birliği vardır. Namazı tek başına kılanın da bu namazlarda -sahih olan kavle göre- sessiz okuması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır.
Sesli okumanın en aşağı derecesi yakınında olanın duyacağı kadar olmaktır. Sessiz okumanın en aşağı derecesi kendisi veya yakınında bulunanın okunanı duymasıdır.
Kadının sesli okunan namazlarda sesli okuması müstehab değildir. Her ne kadar kadının sesi sahih olan görüş itibariyle avret değilse de bu hüküm fitneyi önlemek içindir. Sesi nağmeli ve iç açıcı olan ve
dinleyeni etkileyen kadının sesli okuması menedilmiştir.
SORU: Şükür secdesi nedir ve ne zaman yapılır?
CEVAP: Şükür secdesi insanın verilen bir nimet için yaptığı secdedir. İnsana zarar veren bir sıkıntının kalkmasında da yapılır. Bu secde müstehabtır. Bu secdenin İslâmî bir uygulama olduğunu gösteren rivayetler vardır.
Ebu Bekre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah kendisini sevindiren bir olay olduğunda veya müjdeli bir haber geldiğinde Allah'a Şükretmek için secdeye kapanırdı.
Hz. Ali Rasûlullah'a (s.a) Hemedan kabilesinin İslâm dinine girdiğini yazmıştı. Bu haber Peygamber'e ulaşınca, hemen şükür secdesine kapandı. Başını secdeden kaldırınca: "Allah'ın selamı Hemedanlılara olsun, Allah'ın selamı Hemedanlılara olsun" buyurdu.
Abdurrahman b. Avf m anlattığına göre kendisi birgün Hz. Pey-gamber'i izlemiş. Rasûlullah bir hurmalığa girip orada uzun uzun secde etmiş. Abdurrahman "Acaba Peygamber vefat mı etti" diye korkuya kapılmış, Rasûlullah'a yaklaşarak, eğilip ona baktığı sırada, Hz. Peygamber secdeden başını kaldırıp "Ne oluyor Abdurrahman?" demiş. Abdurrahman b. Avf durumu anlatınca Hz. Peygamber şöyle buyurmuş:
"Bana Cebrail gelerek şöyle dedi: Müjde ey Muhammed! Hz. Allah şöyle buyuruyor: "Kim sana bir salavat okursa ben ona rahmetimle muamele ederim. Kim sana selam ederse ben ona selametlik veririm." Bunun üzerine Allah'a şükretmek için secdeye vardım."
Ka'b b. Mâlik, kendisine Allah'ın tevbesini kabul ettiği müjdesi gelince secde etmiştir.
Hz. Ali düşmanlarından birini Haricîlerin ölüleri arasında görünce secde etmiştir.
Hz. Ebubekir yalancı peygamber Müseylime'nin öldürüldüğü müjdesi gelince secde etmiştir.
Şükür secdesi yapmak için abdestli olmaya, giysinin ve secde edilen yerin temiz olmasına ihitiyaç yoktur.[23]
SORU: Ezan okunurken tahiyyet'ül mescid namazı kılmanın hükmü nedir?
CEVAP: Camiye girince iki rekat namaz kılmanın sünnet olduğunu gösteren hadisler vardır.
Ebu Katâde'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz camiye gelince oturmadan iki rekat namaz kılsın.
Fıkıhta bildirildiğine göre müezzini işiten kimsenin, onunla beraber ezan cümlelerini tekrarlaması müstehabtır. Ancak Hayye alessalâh ve Hayye ale I felahlarda müezzinle beraber söylemek yerine bunlardan her birini işitince "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" denir. Çünkü hadiste: "Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediğini siz de söyleyiniz" Duyurulmuştur. Bunu namaz kılan kimse söylemez.
Bir kimse Kur'an okurken, zikir yaparken veya ders yaparken ezanı işitirse bunlan bırakıp, ezanı dinlemelidir. Ezan okunduğu sırada farz veya nafile kılmakta olan kimse bazı fıkıhçılara göre namazı bitirince müezzine uyar. Camiye girdiği sırada ezan okunmaya başlamış ise ezan bitinceye kadar bekle(yip namaza başlama)mak müstehabtır. Eğer beklemeyip namaz kılarsa bir sakınca yoktur. Fakat müezzinin ezanını izleyip sonra namaz kılmaya başlarsa iki fazileti bir araya getirmiş olur.
Şu üç vakitte tahiyyet'ül mescid namazını kılmak mekruhdur:
1. Güneş doğduktan itibaren, bir-iki mızrak boyu yükselinceye kadar,
2. Güneş tam göğün ortasına gelip de batıya dönmeye başlayıncaya kadar,
3. Güneş batmazdan öncesinden başlayıp batıncaya kadar.
Abdest alınca kılınan iki rekat namazın, tavaf namazının ve güneş doğarken sabah namazının sünnetinin de tahiyyet'ül mescid namazı gibi bu vakitlerde kılınması mekruh olur.
Şafiî mezhebine göre vaktinde kılınamamış, kazası borç olan farz ve vacib namazların da bu vakitlerde kılınması mekruhtur.
Bu vakitlerde kaza namazı, adanmış namaz, tilavet secdesi ve tavaf namazı mekruh olmaz. Bu vakitlerde camiye girmik itikaf, ilim tahsili veya namazı beklemek gibi bir sebepten dolayı olmuş ise tahiy-yet'ül mescid namazı kılmak da Şâfiîlere göre mekruh değildir. Fakat bu vakitlerde camiye girmek sadece bu namazı kılmak için ise, tercih edilen görüşe göre mekruh olur.
SORU: Tahiyyet'ul mescid namazının hükmü nedir?
CEVAP: Bir camiye girildiğinde tahiyyet'ul mescid namazı kılmak sünnettir. Çünkü camiler Allah'ın evidir. Allah'ın mescidlerini, Allah'a ve âhiret gününe inananlar mamur ederler. Camilerin fazileti, camilerin İslâm'daki yeri ve değeri hakkında pek çok hadis vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a): "Camiye giden kimseye Cenab-ı Hak her gidiş gelişi için bir ziyafet yeri hazırlar" buyurmuştur. Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir:
Bir kimsenin camiye gitme alışkanlığı varsa onun iman ehli olduğuna şahitlik edin.
Hz. Allah da, "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe inananlar imar ederler" (Tevbe/18) buyuruyor.
Hz. Peygamber başka bir hadisinde şöyle buyuruyor:
Cami her takva ehli kişinin evidir. Camiyi evi gibi benimseyen kişiye, Cenab-ı Hak rahmetine nail olmaya, sıratı geçmeye, Allah'ın rızasına ermeye ve cennete girmeye kefil olur.
Fıkıh âlimleri Hz/Peygamber'in: "Sizden biriniz camiye geldiğinde oturmadan iki rekat namaz kılsın" hadisinden hareketle tahiyyet'ul mescid namazının müstehab olduğu sonucuna varmışlardır.
Bazı mezheplerde güneşin doğuşundan bir-iki mızrak boyu yükselişine kadar, güneş göğün tam ortasına çıkıp batıya doğru meyi edene kadarki ve güneşin saranp, çıplak gözle bakılabildiği andan batışına kadarki vakitlerde tahiyyet'ul mescid namazı kılmanın makruh olduğunu bildirmişlerdir.
SORU: Namazda ayakta iken ayakların arasını açarak mı, yoksa birleştirerek mi durmak daha iyidir?
CEVAP: Kıyamda esas olan, kişinin dümdüz, dosdoğru durmasıdır. Bu durumda iken ayaklan birbirine ölçülü biçimde yakın olur. Öyle ki ayaklar birbirine bitişik olmadığı gibi, farkedilecek derecede birbirinden uzak da olmamalıdır. En güzeli, iki ayak arasında az bir açıklığın bulunmasıdır.
Bu mesele namaz kılmanın şekli ile ilgilidir. İnsanın buna riayet etmesi ve normal ölçülerde olması gekerir.
SORU: Namaz kılarken kamet etmeden farzı kılmaya başladığını hatırlayan kimse ne yapmalıdır?
CEVAP: Farz namazlara başlarken kamet getirmek namazın şartı da değildir rüknü de değildir. Namaz kılmaya kamet getirmeden başladığım namaz içerisinde hatırlayan kimseye hiç birşey gerekmez. Bu kimse namazını tamamlayabilir. Başkaca namazı bozucu birşey bulunmadıkça bu kimsenin namazı sahihtir.
SORU: İkindi namazını kılmakta olan bir kimse öğle namazını kılmadığını hatırlarsa ne yapması gerekir?
CEVAP: İnsan bir namaz geçirmişse onu içinde bulunduğu vaktin namazından önce kılması gerekir. Altı vakitten az geçmiş namazı olan kimse geçmiş namazlarını sırası ile kılmalıdır. Geçmiş namazlar çok ise zorluktan dolayı sıra gözetmek gerekmez. Cenab-ı Hak: "Allah din hususunda size zorluk kılmadı" (Hac/78) buyuruyor.
Enes'in rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.
Kim namazını unutursa hatırlayınca kılsın. Unutulan namazın hatırlayınca kılmaktan başka keffareti yoktur. Allah beni anmak için namaz kıl buyurmuş.
Meselâ üzerinde öğle namazı borcu olduğunu unutarak ikindiyi kılıp, öğle borcu olduğunu namaz bittikten sonra hatırlayan kimseye birşey gerekmez. İkindiden sonra öğleyi kaza edebilir. Zira geçmiş namazın kazası farzdır.
Bunun içindir ki fıkıh âlimleri şöyle demişlerdir: Bir kimse geçen namazını hatırlarsa, vakit de geniş ise vaktin namazı ile geçmiş namaz arasında sıra gözetmesi gerekir. Vaktin namazını kılmaya başlayan kimse, namaz esnasında geçmiş namazı olduğunu hatırlarsa vakit geniş ise namazını tamamlar. Kazasını kılar. Vakit namazım da yeniden kılar. "Kılmakta olduğu namazı kesip geçmiş namazı kılar" da denmiştir.
Geçmiş namazı olduğunu, vaktin namazını bitirdikten sonra hatırlarsa sadece geçmiş namazı kaza eder.
SORU: Otuz yaşından sonra namaz kılmaya başlayan kişinin o yaşa kadar geçirdiği namazları kaza etmesi gerekir mi?
CEVAP: Namaz dinin önemli rükünlerinden bir rükün, kurallarından bir kuraldır. Hz. Peygamber namazı dinin direği olarak vasıflandırmış, onu dosdoğru kılanın dinini ayakta tutacağını, namazı bırakanın dinini yıkacağını bildirmiştir. Soruda sözü edilen kişi uzun süre namazını kılmamakla büyük bir günah işlemiştir. Geçmiş namazları olan kimsenin durumu hakkında fıkıh âlimleri farklı şeyler söylemişlerdir.
Bir grup şöyle diyor: Geçen namazları kaza etmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber: "Kim uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse, hatırladığı zaman onu kılsın" buyurmuştur. Uyuyan veya unutan kimse bu konuda kusurlu olmadığı halde namazı kaza etmek kendisine gerekli olursa, kasıtlı ve kusurlu olarak namazını geçiren kimseye bu namazları kaza etmek haydi haydi farz olur.
Bir diğer grup ise İbn'ul Kayyım'ın Medaric'us-Sâlikin isimli eserinde kaydedildiğine, göre şöyle diyor: Namaz, vakti belirlenmiş bir farzdır. Hz. Allah: "Şüphesiz namaz mü'minler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır" (Nisa/103) buyuruyor. İnsan, bu farzı ancak emre-dildiği şekilde şartına, vaktine, vasfına riayet ederek yerine getirirse ödemiş olur.
Hz. Ebubekir Ömer'e şu vasiyette bulunmuştur: "Bil ki Allah geceye ait bir hakkı gündüz; gündüze ait bir hakkı gece kabul etmez." Namazlarını geçiren kimseye sadık ve ihlaslı olarak tevbe edip İslâm'ın yoluna dönmekten başka birşey gerekmez.
Dört mezhep imamı ise "Böyle bir kimseye yaptığından pişman olarak tevbe edip, geçmiş namazlarını kaza etmesi, gelecek farzlan da
yerine getirmesi gerekir" demişlerdir.
SORU: Namaz kılarken rükünlerden (farzlardan) birini yerine getirmeyen, namazın sonunda sehv secdesi de yapmayan kimsenin, -bu durumu namazdan sonra hatırlasa- ne yapması gerekir?
CEVAP: Alimler aşağıdaki hallerde namazın bozulacağını ve namazdan beklenilen maksadın yerine gelmemiş olacağını bildirmişlerdir. Bu haller şunlardır:
a. Bir şey yemek veya içmek,
b. Konuşmak,
c. Amel-i kesîr (fazla sayılacak bir iş) yapmak,
d. Fazlaca gülmek
e. Namazın şart veya rükünlerinden birini yerine getirmemek.
Buharı ve Müslim'i» rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber namazını güzelce kılmayan A'râbîye: "Dön! Namazını tekrar kıl. Çünkü sen namaz kılmadın!" buyurmuştur.
Âlimlerin bildirdiğine göre abdestsiz namaz kılan kimsenin, bunu bilerek de yapsa, unutarak da yapsa, namazını yeniden kılması farz olur. Kıbleye dönmemiş olarak namaz kılan için de durum böyledir. Bunda da unutmakla bilerek yapmak arasında bir fark yoktur. Namazın şartlarından birini yerine getirmeyen kimse namazını yeniden kılar.
Bir özrü olmaksızın namazı bozacak birşey yapmak haramdır. Boğulmak üzere olan bir kimse yardım istediğinde, namaz bozulur. Sonra namaz yeniden kılınır.
Soru sahibi namazın farzlarından birini yerine getirmemiş olduğuna göre namazı yeniden kılması gerekir.
Bilinmelidir ki sehiv secdesi yapmak ancak bazı durumlar için söz konusudur. Bunlar özetle ifade edilirse farzlardan birinin gecikerek yapılması veya vaciblerden birinin yapılmaması veya gecikerek yapılmasıdır. Dört rekatli namazlardan birinde ilk oturuşun unutulması, rekatlar tamamlanmadan selam verilip, hemen namaza dönerek tamamlanması gibi.
Soru sahibinin durumu sehv secdesi etmekle telafi edilecek bir durum değildir. Bu kimsenin ancak ve ancak namazını yeniden kılması gerekir.
SORU: Arabça bilmeyen kimse namazını nasıl kılar?
CEVAP: Arabça Öğrenmek müslümanın görevidir. Arabça Kur'an dilidir. Mezhep âlimlerinden bazıları -İmam Şafii bunlardandır- her müslümanm Kur'an okuyacak ve çeşitli dinî görevleri yerine getirecek kadar Arabça öğrenmesinin farz olduğunu söylemişlerdir.
Arabça bilmeyen, yeni müslüman olmuş bir yabancı ise namazını nasıl kılacak?
Bazı mezheplere göre bir kimsenin bildiği dile Fatiha ve bazı tes-bihat cümleleri tercüme edilir. Bu kimsenin Arabça okumaya gücü yetmediğine göre namazda bu tercümeleri tekrar etmesi mümkündür. Fakat bu kimse zaman yitirmeden namaz kılabilecek kadar Arabça sure veya ayet öğrenmelidir.
SORU: Namazları kısaltarak veya birleştirerek kılmak için yolculuğun mesafesi ne kadar olmalıdır?
CEVAP: Bazı fıkıh kitaplarında şu bilgileri görüyoruz: Namazları kısaltarak kılmak için yolun uzaklığının, senenin en kısa günlerinden normal yürüyüşle üç günlük olması gerekir. Âlimlerden bazısı bu uzaklığı 83,5 km. olarak belirlemiştir.[24]
Bazılarına göre insanların örfünde "yolculuk" adı verilen her uzaklık namazı kısaltarak kılmak için yeterlidir. Belirli bir uzaklık şartı yoktur. Fıkıh âlimlerinden pek çoğu yolcu olarak gidilen yerde on-dört gün kalınması halinde namazları kısaltarak kılmaya devam edileceğini söylemiştir.
Namazları kısaltmak Kur'an, hadis ve icma ile meşru bir uygulamadır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurur:
(Namazları yolculuk halinde kısaltarak kılmanız) Allah'ın size bir sadakasıdır. Allah'ın sadakasını kabul ediniz.
Yolculuk halinde iki namaz bir arada birleştirilerek kılınabilir.[25]
Hanefî gibi bazı mezhepler yolculuk halinde dört rekatli farzların, kısaltarak kılınmasının farz olduğu görüşündedir.
Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulu-
Namaz yolculukta ve ikamet halinde ikişer rekat olarak farz kılınmıştı. Yolculuk halinde ikişer rekat olarak kaldı. İkamet halinde iken kılınan namazlar artırıldı.
SORU: Bir mazeret sebebiyle iki namazı; birini vaktinden sonraya bırakıp veya vaktinden önceye alıp diğeriyle birleştirerek kılmak caiz midir?
CEVAP: İbn'ul Kayyım î'lam'ul Muvakkîn isimli eserinin üçüncü cildinde İki Namazı Birleştirerek Kılmak başlığı altında şunlan söyler:
İki namazı birleştirerek kılmak açık ve sağlam bir tarzda sahih hadislerde ifade edilmiş bir durumdur. Hz. Enes'den rivayet edilen hadis bunlardan biridir. Bu hadiste şöyle denmektedir.
Hz. Peygamber, güneş dönüm noktasına gelmezden evvel yolculuğa çıkarsa, öğle namazını ikindi vaktine ertelerdi. Sonra bir yerde konaklar ve ikisini birlikte kılardı.
Muaz b. Cebel'in rivayet ettiği hadis de şöyledir:
Peygamber (s.a) Tebük seferi sırasında, harekete geçtiği zaman güneş dönüm noktasına gelmemişse öğle namazını erteler, ikindi ile birleştirerek kılardı. Güneş dönüm noktasına geldikten sonra yola devam edecekse öğleyi ve ikindiyi birleştirerek kılar, sonra hareket ederdi. Akşamdan sonra yola çıkarsa, yatsıyı öne alır ve akşamla birlikte kılardı.
Abdullah b. Abbas da şöyle diyor:
Peygamber (s.a) güneş dönüm noktasına geldiğinde yolculuğa çıkacaksa ve hâlâ evinde ise, yolculuğa çıkmadan öğle ve ikindiyi birlikte kılardı.* Güneş dönüm noktasına gelmeden yolculuğa çıkmış ise ikindi vaktine kadar yoluna devam ederdi. İkindi vaktinde bir yerde konaklar, öğle ve ikindiyi birleştirerek kılardı. Evinde iken akşam vakti gelmiş ise akşamı ve yatsıyı kılar (ve yola çıkandı. Evinde iken akşam olmadan yola çıkmış ise yatsıya kadar yola devam eder, yatsı olunca bir yerde konaklar ve akşamla yatsıyı birlikte kılardı.
İbn'ul Kayyım şöyle diyor:
Tüm bunlar son derecede açık ve sahih sünnettir. Bunlarla çelişen bir durum sözkonusu değildir.
Eğer "Bunlar âhâd haberlerdir" diyerek reddedilirse buna verilecek cevap şudur: Bunların hepsi Allah katındandır. Namazlar için vakit belirlemesi yapan da, hem sözü, hem uygulaması ile iki namazı birleştiren de aynıdır. Onun sünnetinin bir kısmını alıp, bir kısmını bırakmak olmaz.
Sahih hadislerde Hz. Peygamber'in yolculuk ve yağmur (gibi bir gerekçe) olmadığı halde iki namazı birleştirerek kıldığı rivayet edilmiştir. Bu hadisi rivayet eden zâta; "Peygamber'in böyle yapmaktan maksadı neydi?" denilmiş. O sahâbi bu soruya şöyle cevap vermiştir: "Ümmetine zorluk olmasın diye böyle yaptı." işte bu, dini zorluk değil, kolaylık dinî kılan Allah'ın bir kolaylaştırması dır.
SORU: Camiye geldiğinde saflarda yer bulamayıp son safın arkasında tek başına namaza duran kimse cemaatle namaz kılmış olur mu?
CEVAP: Saflarda boş yer bulamadığı için arkada tek başına imama uyup namaz kılan kimsenin namazı cumhura (bilginlerin çoğunluğuna) göre mekruh olmakla beraber sahihtir.
Ancak Ahmed b. Hanbel, İshak, İbn Ebî Leyla, Vekî, Hasan b. Salih, Nehaî ve îbn'ul Munzir'e göre saf arkasında tek başına bir rekatı tastamam kılan kimsenin namazı batıl (geçersiz) olur. Çünkü Hz. Peygamber saf arkasında tek başına namaz kılan birini görünce, o kimseye namazım iade etmesini emretmiştir. Bir başka rivayette Rasûlullah saf arkasında tek başına namaz kılan birini görmüş, bu kimse namazını bitirene kadar onu beklemiştir. Adam namazını bitirince ona: "Namazını yeniden kıl. Çünkü saf arkasında tek başına namaz kılanın namazı yoktur" buyurmuştur.
Cumhurun dayandığı Ebu Bekre hadisidir. Zira Ebu Bekre bir keresinde saf arkasında namaz kılmış, Peygamber ona namazını yeniden kılmasını emretmemiştir.
Hz. Peygamber'in başkasına aynı durumda namazı yenilemeyi emretmesi, en iyi olanını yapmakta mübalağa etmek bakımından men-dubluk ifade eder.
Rivayet olunuyor ki Ebu Bekre (r.a) Peygamber (s.a.) namaz kıldırırken camiye gelmiş, O sırada Rasûlullah rükûda imiş. Ebu Bekre safa girmeden arkada namaza durup rükû etmiş. Daha sonra Ebu Bekre bunu Hz. Peygamber'e anlatınca Rasûlullah şöyle buyurmuş: "Allah namaza olan düşkünlüğünü artırsın. Bir daha böyle yapma!"
Hz. Peygamber'in "Bir daha böyle yapma!" sözü çeşitli tarzlarda yorumlanmıştır. Şöyle ki:
a. Bir daha namaza gecikme.
b. Bir daha arkalarda iken rükû ederek namaza giriş yapma.
c. Bir daha namaza (geciksen bile) telaşla, koşarak gelme.
Camiye geldiğinde safta girecek yer bulamayan kimse ne yapar? Bir görüşe göre tek başına namaza durur. Saftan birini çekip yerine durması mekruh olur.
Bir diğer görüşe göre önündeki saftan birini çeker. Çekilen kişinin çekene uyması (bir aksilik çıkarıp direnmemesi) müstehabtır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kardeşlerinizin eli (ile dokunup uyarması)na yumuşak davranınız. Saftaki açıklıkları doldurunuz. Çünkü şeytan (bu boşluklardan) aranıza küçük keçi yavrusu gibi giriverir.
SORU: Cuma namazına giderken alkollü veya alkolsüz esans kullanmanın hükmü nedir?
CEVAP: Güzel kokuların içerisinde alkol yok ise bunların temiz olduğunda ve kullanılmasında bir sakınca bulunmadığında şek ve şüphe yoktur. Üstelik cuma namazına giderken güzel koku kullanmak sünnettir. Bu konuda Hz. Peygamber bize güzel örnekler vermiştir. Rasûlullah güzel kokuları kullanmakta çok titiz davranırdı. Güzel kokuyu o kadar çok kullanırdı ki giysilerinin her tarafında güzel koku izleri bulunurdu.
İçerisinde alkol bulunan kokulara gelince: Bilindiği üzere koku maksadı ile kullanılan alkol ispirtodur ki çeşitli kokulara katılmaktadır. (Kolonya da bu şekilde üretilmektedir.) Kitabımızın temizlik bölümünde de geçtiği üzere Ezher Üniversitesindeki Fetva Kurulu bu konuda pek çok sorular almış ve -âlimlerden pek çoğunun ifade ettiği üzere-"ispirto ve onunla karışan maddeler necis (pis) değildir" hükmünü vermiştir. İspirtonun necis olduğunu söylemek halinde çıkacak zorluğu bertaraf etmek için ve necis olmadığı hakkındaki deliller daha kuvvetli olduğu için biz de ispirtonun ve ondan yapılan kokuların (kolonyanın) necis olmadığı görüşünü tercih ediyoruz.
SORU: Avrupa'da bulunuyorum. Bilindiği üzere Avrupa'da İslâm ülkelerinde olduğu gibi bol cami yoktur. Cuma günü öğle namazı ile yetinmeli miyim? Yoksa arkadaşlarımla birlikte bulunduğum evde veya tek başıma evde hutbe okuyarak cuma kılabilir miyim?
CEVAP: İlim adamları cuma namazının sahih olabilmesi için yeterli cemaatin şart olduğunu bildirmişlerdir.
Cuma namazı için yeterli cemaat oluşmaz ise cuma farzı düşer, yerine öğle namazı kılınır. Zira Hz. Peygamber: "Cuma, cemaat halinde her müslümana farzdır, haktır" buyurmuştur.
Alimler cuma namazının geçerli olması için gereken cemaati oluşturacak sayı hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre bu sayı kırk kişidir. Kırk sayısı bu konuda söylenilen en yüksek sayıdır. Fakat tercih edilen görüş iki ve ikiden fazla kişilerden oluşan cemaatle cumanın sahih olmasıdır. Zira Hz. Peygamber'den rivayet olunduğuna göre "İki ve daha yukarısı cemaatir." Diğer namazlar da iki kişiyle cemaat olarak kılınmaktadır. Cuma namazı da bir namazdır. Özel bir delil olmadıkça diğer namazlara aykın bir şekilde özel olarak belirli bir sayının cuma için gerekli olması sözkonusu değildir. Diğer namazlardaki cemaatten ayrı bir fazlalılığın cuma namazı için şart olduğuna dair bir delil yoktur.
Bu itibarla soru sahibi, arkadaşları ile birleşerek bir evde cuma namazını kılsalar sahih olur. Mutlaka cami gibi bir yerde olmak şart değildir. Zira cuma namazını şehirde, köyde, yerleşim merkezi olan yapıların bulunduğu yerde veya buralara bağlı boş alanlarla kılmak sahih olur. Bir yerleşim biriminde birden çok yerde de cuma kılınabilir. Hz.
Ömer Bahreynlilere yazdığı emirnamede: "Nerede bulunursanız orada cumayı kılınız" talimatını vermiştir. Bu ifade her yeri içine almaktadır.
Fakat soruda ifade edildiği gibi insan tekbaşına olup, kendisine katılıp cemaat oluşturacak kimse olmadığı zaman tek başına cuma namazı kılınmaz. Bu durumdaki kişi cuma namazı yerine öğle namazı kılar.
SORU: Cumadan önce sünnet namaz var mı, varsa bunun hükmü nedir?
CEVAP: Cuma namazının farzından önce sünnet kılındığını bildiren hadisler vardır. İmam hutbeye çıkmadan önce bu sünnet kılınmalıdır.
Müslim Sahihinde şu rivayeti kaydediyor:
Cuma günü kim gusül abdesti alıp sonra cumaya gelerek kendisine takdir edilen kadar namaz kılar ve hatip hutbesini bitirene kadar susar, sonra da onunla birlikte (cumanın farzını) kılarsa öbür cumaya kadar; hatta üç gün fazlasıyla iki cuma arasındaki günahları affedilir.
Abdullah b. Ömer cumadan önce uzun uzun namaz kılar, cumadan sonra da iki rekat namaz kılardı. Hz. Peygamber'in de böyle yaptığım (insanlara) anlatırdı.
SORU: Cuma namazı, öğle vakti girmeden kılınabilir mi? İşittiğime göre Hz. Peygamber Öğle vakti girmeden cuma kıldırmış. Bu doğru mudur?
CEVAP: Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelenlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: Cuma namazının vakti, öğle namazının vaktidir. Çünkü cuma namazı öğle namazının yerine kılınmaktadır.
Buharî'nin Enes'den (r.a) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber cuma namazını güneş (göğün ortasından batıya doğru) yöneldiği zaman kılardı.
Sahabeden Mesleme b. Ekva şöyle diyor:
Biz Peygamberle birlikte güneş batıya yönelince cumayı kılar, (namazdan) sonra gölgeyi izle(yerek evimize geli)rdik.
İmam Şafii şöyle diyor: "Peygamber, Ebubekir, Ömer, Osman ve onlardan sonra gelen imamlar cuma namazını güneş batıya meylettikten sonra kıldırmışlardır."
Bununla beraber Hanbelî mezhebindeki bir görüşe göre, cuma namazının vakti bayram namazı vakti ile öğlenin sona erdiği vakte kadardır. Bunlann delili Hz. Cabir'den rivayet edilen bir hadistir. Rivayete göre Hz. Cabir şöyle demiştir:
Hz. Peygamber cumayı kıldırırdı. Sonra biz gidip develerimize istirahat verirdik. O sırada güneş zeval vaktinde olurdu.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bunu reddetmiş ve Cabir hadisinin namazı havanın serinlemesini beklemeden hemen zevalden sonra kılma hususunda mübalağa ifade ettiğini söylemişlerdir. Buna göre namazın kılınışı ve develere istirahat verilmesi zevalden sonradır.
Bu itibarla sahih olan odur ki cuma namazının vakti öğle namazının vakti gibidir.
SORU: Şafii mezhebinden olan oniki kişiyle cuma namazını kıldık. Namazımız sahih midir?
CEVAP: Cuma namazının cemaatle kılınması şarttır. Zira Hz. Peygamber: "Cuma, cemaat halinde her müslümana farzdır, haktır" buyurmuştur.
Ancak fıkıh âlimleri cuma namazının makbul olması için gerekli cemaat sayısının belirlenmesinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Şafii mezhebine göre cuma namazı için gerekli cemaatin imamla birlikte en az 40 kişi olması şarttır. Bu itibarla Şafii mezhebinden olanların -soruda ifade edildiği gibi- on iki kişi ile kıldıkları cuma namazı
sahih olmaz.
Bu kimselerin Mâlikî mezhebini taklid etmeleri halinde namazla-n sahih olur. Zira bu mezhebe göre on iki kişi ile kılınan cuma namazı sahih olur. Ancak bu kimselerde şu şartların bulunması gerekir:
a- Kendilerine cuma farz olanlardan olmalıdır.
b- Namaz kılınan yerde ikamet eden kimselerden olmalıdır.
c- Hutbenin başlamasından itibaren namazın sonuna kadar camide hazır bulunmalıdır.
Soru sahibleri Hanefî mezhebini de taklid edebilirlerdi. Çünkü bu mezhebe göre hutbe sırasında hazır olmasalar dahi imamın dışında üç kişilik cemaatle kılınan cuma namazı sahih olur.
Hafız İbn Hacer Fethul Bari isimli kitabında şöyle diyor:
Cuma namazı için gerekli cemaat sayısı hakkındaki görüşler on-beşe ulaşmıştır.
Müdekkiklere göre tercih edilen görüş, cumanın iki veya daha fazla kişiden oluşan cemaatle sahih olmasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a): "İki ve daha yukarısı cemaattir" buyurmuştur.
Şevkâni de aynı konuda şunları söylüyor:
Diğer namazlarda cemaatin iki kişi ile oluştuğunda icma (görüş birliği) vardır. Cuma namazı da bir namazdır. Diğer namazlara aykırı düşecek bir cemaat sayısı şartının özel olarak cuma namazında ileri sürülmesi bir delile dayanmadıkça sözkonusu olamaz. Cuma cemaatinin diğer namazlardaki cemaat sayısından fazla olacağına dair bir delil de yoktur.
SORU: Bir zorunluluktan dolayı bir veya iki defa cuma namazını terketmenin hükmü nedir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri kesin bir ifade ile bildirmişlerdir ki cuma namazı akıllı, baliğ, hür, cumaya gitmeye engel özrü olmayan, bir yerde ikamet eden her müslümana farz-ı ayındır.
Cuma namazının farz olduğu Cuma süresindeki şu ayetle sabittir:
Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun. Alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Cuma/9)
Cuma namazını ihmal edenler hakkında Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kesinlikle arzu ettim ki bir adama emredeyim de insanlara (cuma) namazı kıldırsın. Sonra cumaya gelmeyenlerin evlerini ateşe vereyim!
Bu hadis şiddetli bir cezayı, aşırı bir uyarı ve korkutmayı içermektedir. Nitekim bir diğer hadiste de şöyle buyurulur:
Mühimsemeyerek (peşpeşe) üç cumayı terkedenin Allah kalbini mühürler!
Bununla beraber fıkıh âlimleri cumaya gitmemeyi mubah kılacak birtakım mazeretler saymışlardır.
Cumaya gitmek kendisine zor gelecek derecede hasta olan veya hastalığının artmasında yahut iyileşmenin gecikmesinden korkan kimseye cumaya gitmemek caiz olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cuma cemaatle her müslümana farzdır. Ancak şu dört kişi hariç: Köle, kadın, çocuk ve hasta.
Yolculuk halinde (seferi) olan kimseye de cuma namazı farz değildir. Hz. Peygamber yolculuğa çıktığında cuma namazı kılmazdı.
Borçlu olan fakir cuma namazına gitmek için evinden çıktığı zaman (yakalanıp) hapde silmekten korkarsa cumaya gitmeyebilir. Devlet yönetiminin zulmünden gizlenen kişi de böyledir.
Dinî yönden makbul sayılacak soğuk, yağmur ve çamur mazereti yüzünden cumaya gitmemek de mubahtır.
Soruda ifade edildiği üzere zorunluluk sebebiyle bir veya iki defa cumaya gitmemenin bir günahı yoktur.
SORU: Kadın cuma namazı kılmak isterse, sadece cumayı kılması yeterli midir?
CEVAP: Kadına cuma namazı farz değildir. Bir hadiste şöyle buyu-rulmuştur:
Cuma namazı cemaat halinde her müslümana farzdır. Ancak şu dört kişi hariç: Köle, kadın, çocuk ve hasta.
Fakat bir engeli bulunmayan kadının cuma namazı kılması caizdir. Kadın cuma namazını kıldığı takdirde sahih olur ve kendisinden öğle namazını kılma farzı düşer.
Hadislerde bildirildiğine göre Hz. Peygamber döneminde Medine'de kadınlar cuma namazı kılarlar, cumadan sonra ayrıca öğle namazı kılmazlardı. Fıkıh âlimlerinden bazısı şöyle der: Cuma namazından sonra öğle namazı kılmak ittifakla (görüş birliği ile) caiz değildir. Çünkü cuma namazı, öğle namazına bedel olarak kılınmaktadır. Buna göre cuma Öğlenin yerine geçmektedir. Yüce Allah bize günde altı vakit namaz farz kırmamıştır. Cumadan sonra ayrıca öğle namazı kılmanın caiz olduğunu iddia eden kişinin bir dayanağı yoktur. Bu konuda ne aklî, ne naklî, ne Kur'an'dan, ne hadisten ne de mezhep imamlarından
nakledilmiş bir delil mevcut değildir.
SORU: Kadının cemaate katılarak cuma namazı kılmasının hükmü nedir? Cumayı kıldıktan sonra kadına aynca öğle namazı kılması farz mıdır?
CEVAP: Mükellef her müslümana cuma namazı farzdır. Cuma namazının farz olduğu, Cuma/9 ayetinde bildirilmiştir.
Bununla beraber fıkıh âlimleri cuma namazının sadece erkeklere farz olduğunu kadınlara ise farz olmadığını söylemişlerdir.
Bunun içindir ki fıkıh âlimlerince cumanın farz olması için gerekli şartlar arasında erkek olmak şartı zikredilmiştir.
Fakat kadın cumaya gidip cemaatle birlikte cuma namazını kılsa kıldığı namaz sahihtir. Allah onun bu namazını kabul eder. Bu namaz, Öğle namazı yerine geçer. Dolayısıyla cuma namazını cemaatle kılan kadın ayrıca öğle namazı kılmaz.
SORU: Bir köyde birbirine yakın iki cami olup ikisinde de cuma kılmıyor. Bunlardan birisinde, diğerine nazaran daha önce cumaya başlanmış oluyor. Bunlardan hangisinde kılınan cuma sahihtir? Önce kılınan mı, sonra kılınan mı?
CEVAP: Önce şunu bilmemiz gerekiyor: İslâmiyet ilahî bir dindir. Şu iki yüce hedefi gerçekleştirmek için gelmiştir:
a. Allah'ın birliğini ilan edip insanlara kabul ettirmek.
b. Müslümanların beraberliği ve bütünlüğünü sağlamak.
Cuma müslümanlann haftalık bayramıdır. Her hafta müslümanlar Allah'ın evi sayılan bîr camide birbiriyle buluşurlar. Orada aralarındaki birlik ve kardeşlik ruhu güçlenir. Bunun içindir ki mümkün oldukça cami, -özellikle köylerdeki cami- mükellef müslümanlann hepsini alacak genişlikte olmalıdır.
Birlik ruhuna aykırı olduğundan dolayıdır ki fıkıh âlimleri bir caminin yanı başına ikinci bir cami yapmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Ancak bir caminin dar oluşu gibi bir sebeple ikinci bir cami yapılabilir.
Cuma günü cuma namazı kılacakların hepsini içine alacak bir cami varsa ikinci bir camide cuma namazı kılmak manasızdır. Çünkü bu İslâm'ın birlik hedefine aykırıdır.
Buna şunu da ilave edelim ki bazı fıkıh mezhepleri şöyle derler: (Bir yerde bulunan camilerden) ilk olarak kılınan camideki cuma makbuldür. Ancak iki camiye de ihtiyaç zaruret derecesinde ise ikisinde kılınan cuma da makbul olur. Her ikisinde de aynı anda veya birinde önce diğerinde sonra kılınması durumu değiştirmez.
SORU: Cuma hutbesi sırasında nafile (sünnet) namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Cuma namazında iki önemli esas vardır:
1. Hutbe
Hutbeden istifade etmek ve değinilen konularda gerektiği gibi düşünmek için hutbeyi dinlemek farzdır.
2. Cemaatle kılınan iki rekat namaz.
Her müslümanın bu hutbeyi ve iki rekat namazı titizlikle edâ etmesi lazımdır. Zira Cuma/9 âyetinde bunun emredildiği bildirilmektedir.
Hatip cuma hutbesine başlayınca camide bulunanların onu dinlemesi farz olur. Bir hadiste: "Cuma günü hatip hutbe okurken arkadaşına sus dersen (ibadetini) bozmuş olursun" Duyuruluyor.
Hatip hutbe okumaya başladığı zaman artık nafile (veya sünnet) namaz kılınamaz. Bundan dolayıdır ki fıkıh âlimleri hutbe sırasında nafile namaz kılmanın haram olduğunu söylemişlerdir.
Mâliki fıkhına ait olan Şerh-i Sagîr isimli kitabın sahibi şöyle der: Cuma hutbesi sırasında nafile kılmak haramdır. Çünkü o esnada nafile kılmak hutbe dinlemeye engel olur. Oysa hutbeyi dinlemek farzdır. Hutbe sırasında onu dinlemeye engel olacak her şey haramdır.
Aynı kaynakta hutbeden önce kılınmaya başlanan namazın hutbe başlayınca kesilmesinin vacib olduğu da bildirilmektedir.
SORU: Cuma hutbesi sırasında hatip dua cümlesi söylediği zaman 'âmin' demenin hükmü nedir?
CEVAP: Bilindiği üzere imamın da, cemaatin de namazda Fatiha'yı okuduktan sonra âmin demesi sünnettir.
Bu âmin; sesli okunan namazlarda sesli, sessiz okunan namazlarda sessiz olarak söylenir.
Hz. Peygamber Fatma'dan sonra âmin derdi. Arkasında namaz kılanlar da yüksek sesle 'âmin' derlerdi. Hz. Peygamber'in bunu söyleyişi bir rivayete göre birinci saftan duyulurdu. Sonra cemaatin hep birlikte âmin demesinden mescid çınlardı.
Bir hadiste: "İmam âmin dediği zaman siz de âmin deyiniz. Âmin deyişi meleklerin âmin demesine denk gelenin geçmiş günahlan affolunur" Duyurulmuştur. Mâlîki mezhebi kaynaklarından Şerh'us-Sağîr'dc şöyle denmektedir:
Hutbe dinleyen kimsenin hatip dua ederken âmin demesi caizdir. Şu kadar ki bu âmin deyiş hafif bir sesle olmalıdır.[26] Mezhebin âlimleri sesli ve çokça âmin demeyi yasaklamışlardır. Zîra bu farz olan hutbe dinlemeye engel olur.
Kitapta hutbe sırasında hafif sesle âmin demenin mekruh olduğu yazılıdır. Kitabın yazarı sonra şunları ilave etmiştir:
Mısır diyarında müezzinlerin imamın tekbirini arkadakilere ve dışardakilere duyurmak için tebliğ maksadı ile tekrarlarken şarkı söyler gibi bağfrarak ortalığı karıştıracak şekilde sesler çıkarmaları haram olan bidatlerdendir. Hiç bir ilim adamı çıkıp da bunu reddedip protestoda bulunmuyor.
Hatibin ilk hutbe sonunda "Kabul olunacağından emin olarak dua ediniz" diyerek oturması da çirkin bidatlerdendir. Hatip oturunca camide bir gürültü kopuyor ki, bu minval üzere halkın dua etmesi neredeyse ikinci duanın sonuna kadar sürüyor.
Müezzinlerin namaz sonundaki dua öncesi sözleri üzerine cemaat Âmin âmin yâ mûcib'es-Sâilin ifadeleriyle uzun uzun bağırarak duaya katılıyorlar.
Bu durum karşısında inna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn demekten kendimizi alamıyoruz!
SORU: Teravih namazına niçin teravih adı verilmiştir?
CEVAP: Teravih namazı sünnet namazlardandır. Hz. Peygamber, mutlaka kılınmasını emretmemekle beraber onu kılmayı teşvik etmiştir. Teravih namazı kadınlar için de, erkekler için de sünnettir. Ramazanda her gece yatsı namazından sonra kılınır. Rasûlullah Ramazan geceleri bu namazın kılınmasını tavsiye ederdi. Kadınlara ve erkeklere bir kimse imamlık ederek cemaatle kılınır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ki inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek Ramazan geceleri (teravih kılarak) ibadet ederse geçmiş günahları affedilir.
Hz. Aişe diyor ki: Hz. Peygamber Ramazanda camide namaz kıldı. Birçok kimse de onunla birlikte kıldılar. Ertesi gün cemaatin sayısı çoğalarak bu namazı kıldılar. Üçüncü gece Hz. Peygamber namaza çıkmadı. Sabahleyin şöyle buyurdu:
Yaptığınızı gördüm. Size farz olmasından korktuğm için yanınıza gelmedim.
Ramazanda kılınan bu namaza teravih denir bu kelime terviha kelimesinin çoğuludur. Terviha, bir kerecik dinlenmeye denir.
Hz. Peygamber zamanında her iki rekat sonunda hafif bir dinlenme yaparlardı. Sonralan her dört rekatta bir miktar dinlenmeye de isim olmuştur. İşte bundan dolayı Ramazan geceleri yapılan bu ibadete teravih denmiştir.
SORU: Yatsı namazında cemaate yetişemeyen kimse teravihi cemaatle kılmak üzere cemaatin yatsıyı bitirmesini beklemeli midir?
CEVAP: Yatsı namazı farzdır. Zira Cenab-ı Hak Nisa/103 âyetinde namazın mü'minlere belirli vakitlerde farz olduğunu bildirmiştir.
Bakara/238'de de namazların devamlı surette kılınması emredilmiştir.
Soruda bahsi geçen kimsenin önce farz olan yatsıyı imamla birlikte kılması gerekir. Çünkü cemaatle kılınan bir namaz tek başına kılınandan sevap bakımından yirmiyedi derece daha üstündür. Sözkonusu kişi, yatsı namazını imama uyarak kılmalı, ardından da teravih namazını kılmalıdır.
Burada bir şekil daha düşünülebilir. İnsan yatsıyı başka bir cemaat ve imamla kılmış olabilir. Sonra ikinci bir cemaatin yatsı kıldığını görürse onların yatsıyı bitirmelerini bekler. Bu imam ve cemaatle birlikte teravihi kılabilir.
SORU: Bayram namazında ne okunur?
CEVAP: Ramazan ve Kurban bayramlarında namaz kılmak sünnet-i müekkededir.[27] Hz. Peygamber buna devam etmiş, kadınlara ve erkeklere bu namazı kılmalarını emretmiştir.
Bayram namazı ezansız ve kâmetsiz kılman iki rekat bir namazdır. Bayram namazını kılan kimse birinci rekatta okumaya başlamazdan önce iftitah tekbirinden sonra yedi defa, ikinci rekatta kalkış tekbirinden sonra beş defa tekbir alır. [28]
Her tekbirde eller kaldırılır ve iki tekbir arasında az bir miktar susulur.
Ahmed b. Hanbel ve Şafiî her tekbir arasında "Sübhanellah, Vel-hamdülillah, Lailahe illallah, Allahü ekber" gibi zikir cümleleri söylemeyi müstehab görmüşlerdir.
Gazâlî'nin İhya isimli kitabında bildirdiğine göre bayram namazında birinci rekatta Fatiha'dan sonra Kâf suresi, ikinci rekatta Kamer suresi okunur.
Namazdan sonra ikisi arasında hafifçe oturmak suretiyle iki hutbe okunur. Bu hutbeyi dinlemek sünnettir. Hatip bu hutbelerde Hz. Pey-gamber'in sünnetine uyarak insanlara öğüt ve tavsiyelerde bulunur.
Bazı mezhep imamları bayram hutbesinde arada oturmadan tek hutbe okunması görüşündedir. Arada oturarak iki hutbe okunmasını bildiren rivayetler zayıftır. Nevevî bu konuda bir şeyin sabit olmadığını söylemiştir.
Bayram hutbesine Elhamdülillah ile başlamak ve hutbe esnasında çokça tekbir getirmek müstehabtır.
SORU: Kılınması sünnet ve sevabı çok olan ve adının "teşbih namazı" olduğunu işittiğim bir namaz var imiş. Bu namaz nedir? Nasıl kılınır? Niçin bu ismi almıştır?
CEVAP: Bu namaza teşbih namazı denmesi içerisinde çokça süb-hanellahu denmesindendir. Bu namazda 300 kere bu teşbih söylenmektedir.
Bu namaz hakkında Tirmizî ve Ebû Dâvud şu rivayeti kaydetmişlerdir:
Abdullah b. Abbas şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber Abdul-muttalib oğlu Abbas'a şöyle demiştir:
Ey amcacığım! Sana Öyle birşey öğreteceğim ki bunun on özelliği var. Bunu yaptığın zaman ilki-sonu, eskisi-yenisi, kasıtlısı-ka-sıtsızı, küçüğü-büyüğü, gizlisi-açığı on çeşit günahını Allah affedecektir.
Bunun için (teşbih namazı niyetiyle) dört rekat namaz kılacaksın. Her bir rekatında Fatiha ve bir sure okuyacaksın. İlk rekatta okumadan sonra ayakta iken onbeş defa "Sübhanellahi velhamdülilla-hi velâ ilahe illellahü vellahü ekber" diyeceksin. Rükû yapıp, rükûda 10, rükûdan doğrulup ayakta iken 10, secdeye gidip secdede 10, birinci secdeden doğrulup otururken 10, ikinci secdede 10, ikinci secdeden sonra hafif bir istirahat için oturarak burada da 10 defa aynı teşbihi söyleyeceksin. Dört rekatın her birinde aynı şeyi yapacaksın. Eğer gücün yeterse bunu her gün yap. Her gün yapa-mazsan, haftada bir kere yap. Eğer bunu da yapamazsan her ay yap. Her ay yapamazsan senede bir yap. Buna da gücün yetmezse ömründe bir kere bu namazı kıl.
Bir başka rivayette şu fazlalık vardır:
Eğer yeryüzünün en büyük günahkârı olsan bununla günahın affedilir,
SORU: Başka maksatla -meselâ müslüman olmayan misafirlerin oturması için- kullanılan sergileri namaz kılarken seccade olarak kullanmak caiz midir?
CEVAP: İslâm'dan anladığımız şudur: Namaz kılacak kimsenin bedeni, giysisi ve namaz kıldığı yer temiz olmalıdır. İslâm'ın ilk devirlerinde, şu son zamanlarda alışık olduğumuz gibi seccade kullanmak bilinmiyordu. Çünkü açıkça gözle görülecek şekilde pislik bulaşmış olmadıkça toprak üzerinde namaz kılmak caizdir. Hz. Peygamber bu konuya çok geniş bir açıdan bakmış ve: "Yeryüzü benim için mescid, toprağı da temizleyici kılındı" buyurmuştur.
Alimler bu hadisten hareketle pis olmayan, kuru her yerde namazın sahih olacağı sonucuna varmışlardır.
Müslüman olmayan -mesela Hristiyan- bir kimsenin bedeni temiz olmak şartı ile seccade veya sergi üzerine oturması sergiyi pisletip, üzerinde namaz kılınmayacak hâle getirmez.
İslâmiyet tolerans ve ikramı teşvik eden bir dindir. İslâmiyet kendisine inananlar ile diğer ilahî dinlerin mensuplan arasındaki ilişkinin kuvvetli olmasını ister. Yeter ki her iki taraf için de karşılıklı zarar söz konusu olmasın.
Bir müslümanın aşırılığı olmayan, ard düşüncesi bulunmayan gayr-i müslim bir misafiri olsa, bu kimsenin üzerinde oturduğu sergi pis olmaz. Dolayısıyla bu serginin seccade gibi kullanılıp üzerinde namaz kılınamayacağı söylenemez. Özellikle iki taraf arasında karşılıklı saygı sözkonusu ise bu tür ilişkilerde dinî yönden bir sakınca yoktur.
SORU: Namazda ilk sünnet ile son sünnet ifadesinin anlamı nedir?
CEVAP: Farz namazların yanında günlük kılman sünnet namazlar da vardır. Bunlardan farz öncesi kılınan sünnetlere ilk sünnet, farzdan sonra kılman sünnetlere son sünnet adı verilmektedir.
Öğle namazına göre farzdan önce kılınan dört rekat sünnet ilk
sünnet, farzdan sonra kılınan iki rekat sünnet son sünnet olmaktadır.
SORU: Güneş battıktan sonra öğle namazını kaza etmek caiz midir?
CEVAP: Cenab-ı Allah Kur'an'da: "Şüphesiz namaz mü'minler üzerine vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır" (Nisa/103) buyuruyor.
Farz namazlardan her birinin belirli bir vakti vardır. Her vaktin ne zaman girdiği ve ne zaman sona erdiği bellidir. İnsan kendisine farz olan namazı vakti içinde kılarsa buna edâ denir. Farz ihmal edilir ve vakti sona erdikten sonra kılınırsa kaza edilmiş olur.
Öğle namazının vakti, güneşin tam tepeden batıya yöneldiğinde başlar. Her şeyin gölgesi, kendisi kadar veya iki katı olana kadar devam eder. Gölgenin kendisi veya iki katı kadar olması hususunda fıkıh-çıların farklı görüşleri vardır.
Bir kimse öğleyi kılmadan ikindinin vakti girerse, o namazı ikindi vakti içerisinde kaza etmesi kendisine farz olur. İkindiyi, öğlenin kazasından sonra kılmalıdır.
Varsayalım ki insan ihmal edip öğle namazını kılmamış ve güneş batmıştır. Bu durumda akşam namazının vakti girmiştir. Bu kimse öğleyi geciktirmekle kötü birşey yapmış ise de öğleyi güneş battıktan sonrada kaza etmesi mümkündür.
SORU: Dinî konularda bilgi sahibi olmayan, fakat Kur'an'm tamamını ezberlemiş bulunan bir kimsenin imam olması caiz midir?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre namaz kılan kimseler arasında imam olmaya en lâyık olan, Kur'an'ı en iyi okuyandır. Bu konuda eşit bulunanlar varsa bunların sünneti en iyi bileni imam olur. Sünneti bilme konusunda da eşit olurlarsa en yaşlı olanı imam olur.
Fıkıh âlimleri bu sıralamayı yaparken şu hadisten hareket etmişlerdir:
Bir yerde üç kişi bulunursa içlerinden birisi imam olsun. Bunların Kur'an'ı en iyi okuyanı imam olmaya en çok layık olandır.
Hadisteki "Kur'an'ı en iyi okuyan" ifadesi Kur'an'dan en çok ezberi olan demektir.
Ibn Mes'ud'un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir topluluğa, onlann Kur'an'ı en iyi okuyanı imamlık eder. Kur'an okumada eşit kimseler bulunursa, sünneti en iyi bilen, bu hususta da eşit olurlarsa en eski hicret eden, bu hususta da eşit olurlarsa yaşça en büyük olan imam olur.
Buradan anlaşılıyor ki bir kimsenin imam olabilmesi için dinî konularla ilgili kitapları ezbere bilmesi şart değildir.
Tabiîdir ki imam olacak kimsede her şeyden evvel namaza ait hususları, namazı nelerin bozup bozmadığını iyi bilip bilmediği şartı aranmalıdır.
SORU: Karı-koca aynı seccade üzerinde namaz kılabilir mi? Aynı şey, anne-oğul, kız ve erkek kardeşler için caiz olabilir mi?
CEVAP: İslâm'da bu konuda esas olan erkeklerin ön safta, kadınların ise arka safta olmasıdır. Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber namazda erkekleri önde, erkek çocukları onların arkasında, kadınları ise en geride saf yapardı.
Buharı dışındaki diğer hadis kitaplarında yer alan bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Erkeklerin safının en hayırlısı ilk saftır. Arkadaki saf (ilk saf kadar) hayırlı değildir. Kadınların safının en hayırlısı en arkada olandır. Kadınların en öndeki safı (arkadaki kadar) hayırlı değildir.
Kadınların safının en hayırlısının arkadaki saf olması erkeklere karışmaktan uzak olduğundandır. İlk safta durmanın kadına göre hayırlı olmaması erkeklerle karışma ihtimalindendir.
(Bu düzenleme cemaatle namaz kılmaya göredir. Tek başına namaz kılmaya gelince:) Bu, kitabın daha önceki konulan arasında geçmişti. Orada da ifade edildiği üzere Hz. Aişe Peygamber'in (s.a.) namaz kıldığı odada, Peygamber'in Önünde uyurmuş. Hz. Aişe'nin ayakları Rasûlullah'ın secde yerine kadar uzanır, Hz. Peygamber secdeye gideceği zaman onun ayaklarına dokunur, o da ayaklarını çekermiş.
Bu hadis, Hz. Peygamber'in namaz kıldığı yerin dar olduğunu yatak için odada başka yer bulunmadığını gösteriyor. Bu sebeple Hz. Aişe Peygamber'in önünde yakınında, o namaz kılarken yatıp uyuyor.
Ayrıca Abdurrahman b. Hallad'ın rivayetine göre Hz. Peygamber sahabeden Abdullah b. Haris kızı Ümmü Varaka'yı evinde ziyaret etmiş. Ümmü Varaka Rasûlullah'tan kendisine bir müezzin görevlendirmek için izin istemiş, Peygamber de ona bir müezzin tayin etmişti.
Peygamber (s.a) Ümmü Varaka'ya ev halkına imam olup namaz kıldırmasını emretmişti. Bu hanımın arkasında namaz kılanlar arasında müezzini de vardı. Bu rivayet kadının erkeklere imam olabileceği-
ni gösteriyor. Alimlerden Müzenî, Ebu Sevr ve Taberî bu görüştedir.
i Fakat âlimlerin çoğunluğu kadının erkeklere imam olmasını sahih
görmezler. Zîra Hz. Peygamber: "Hiçbir kadın erkeklere imam olmasın!" buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde de: "İşlerinin idaresini kadına bırakan topluluk felah bulmaz!" buyururlar.
Alimlerin çoğunluğu Ummü Varaka hadisini "O sadece evindeki kadınlara imamlık ederdi" diyerek yorumlamışlardır.
SORU: Kâfirin camiye girmesi caiz midir? Tevbe Suresi 28. âyette: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar..." Duyurulduğuna göre onlar necistir. Görüşünüz nedir?
CEVAP: Bu âyetten Önce müşrikler çeşitli maksatlarla Kabe'nin bulunduğu Mescid-i Haram'a geliyorlardı. Bu âyet ile Allah'a müşriklerin oraya girmeleri kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Çünkü Allah'a şirk koşmak manevî yönden pislik (necaset) olup, mescidin temizliği ile bu durumda olan kimselerin oraya girmesi bağdaşmaz bir durumdur.
Diğer camilerde de durum bundan farklı değildir. Zira camilere girip oraları mamur hale getirenler Allah'a inanan tevhid ehlidir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) kendilerinin kâfirliğine şahitlik edip dururken Allah'ın mescidlerini imar etme selahiyetleri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler îmar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardındır. (Tevbe/17-18)
SORU: Namaz kılarken akrep gibi zararlı bir hayvan gören kişi, bu hayvanı öldürmek için namazı kesebilir mi?
CEVAP: Fıkıh âlimleri namaz içerisinde yapılması mubah olan şeylerden söz etmişlerdir.
Ağlamak, ihtiyaçtan dolayı kımıldamak, ihtiyaçtan dolayı ileri-geri hareket etmek, konuşmaksızın işaretle selam almak, imamın hatasını hatırlatmak, namaz içerisinde yapılması mubah olan hareketlerdendir.
Fıkıh bilginleri namaz içinde iken -çokça bir eylem de gerektir-se- akrep, yılan ve arı gibi zarar veren bir hayvanı öldürmenin mubah olduğunu bildirmişlerdir.
Ebû Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Namazda (şu) iki siyahı öldürünüz: Yılan ve akrep." Her ne kadar "siyah" deyimi, genellikle yılan için söylenirse de akrebe de aynı şey söylenmiştir.
Buraya kadar ifade edilenlerden namaz kılan kimsenin, kendisine yaklaşan akrebi öldürmesinin caiz olduğunu anlıyoruz.
Bu kimse böyle bir durumda öldürmek için çok iş sayılan bir hareket yapmak gerekse bile zararlı nesneyi bertaraf eder ve namaz kılmayı sürdürür.
SORU: Terkedilmiş eski mezarlığa cami yapmak caiz midir?
CEVAP: İhtiyaç olan yere cami yapmak, Allah katında en faziletli işlerden ve ibadetlerdendir.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor:
Kim bir mescfd yaparsa -velev ki kedi barınağı (kadar ufak) olsun- Allah (c.c) onun için cennette bir ev yapar.
Mezarlık vakfedilmiş bir yer sayılır. Buraya karşı saldırgan bir tavır ve oranın saygınlığını ortadan kaldıracak bir davranış yapılmamalıdır. Mezarlık, amacına uygun olarak kullanıldığı, oraya cenaze defnedildiği sürece, oranın saygınlığı devam eder.
Fakat mezarlık terkedilmiş, uzun bir süreden beri mezarlık olarak kullanılmıyorsa, orada kemik ve ceset kalmadığı kesin bir şekilde biliniyorsa, burası meşru ve mubah bir maksat için kullanılabilir.
Mezarlık arazisi üzerine birşey yapılırken az da olsa kalıntı bulunursa, bunlar toplanıp saygınlığı korunacak bir yere gömülür. Çünkü canlıya nasıl saygı göstermek gerekiyorsa, ölünün kemiklerine de öyle saygı göstermek gerekir.
Buna göre terkedilmiş eski bir mezarlığa, uzun süreden beri cenaze defnedilmiyor ve bir kalıntı olmadığından emin bulunuluyorsa buraya cami yapılması caizdir.
SORU: Namazını kılmakta olan kadın âdet kanaması görse ne yapması gerekir? Namazını bırakması caiz olur mu?
CEVAP: Âdet kanının gelmesiyle beraber kadında cünüplük hali meydana gelmiş olur. Bu durumda namaz kılması caiz olmaz, namaz kılmaya devam etmesi haram olur.
Farz veya nafile namaz kılmakta olan kadın, hayız görür görmez namazım bırakır. Temizleninceye kadar, hayız halinde iken namaz kılmaktan kaçınır. Temizlendiğinde kılmakta iken kanama gördüğü namazı yeniden kılar. Hayız döneminde iken geçen namazlarını kaza etmesi ise gerekmez.
SORU: Namaz kılan kimse bir delinin üzerine saldırdığını görse, kaçmak üzere namazı bozsa namazı ne olacaktır?
CEVAP; Fıkıh âlimleri, bir mazereti olmaksızın namaz kılan kimsenin namaz bozucu birşey yapmasının haram olduğunu bildirmişlerdir.
Yardım isteyen birinin yardımına gitmek, boğulmak üzere olan birini kurtarmak veya benzeri bir durumla karşılamak namazı bırakmayı mubah kılan sebeplerdendir. Hatta böyle durumlarda namazı bırakıp gerekeni yapmak vacibtir.
Bazı mezheplerde -az da olsa- malın ziyan olmasından korkmak namazı bırakmayı mubah kılar. Ağlamaktan çocuğa bir zarar geleceğinden korkmak da böyledir. Ateşte kaynamakta olan tencerenin taşması, hayvanın kaçıp, kaybolacağından korkulması halinde de hüküm aynıdır.
Soruda dile getirilen problem de böyledir. Namaz kılmakta olan kimse, bir delinin üzerine saldırmasından korkarsa, ondan kurtulmak için namazı bırakır. Kendisini güvende hissettiği zaman namazım yeniden kılar. Hatta bazı mezhep âlimleri, namaz kılarken canına, malına veya çoluk çocuğuna; düşman, hırsız veya yırtıcı hayvan gibi bir tehlikenin musallat olmasından korkarsa namazım îma ile kılar demişlerdir, ima ile kılarken ne tarafa dönmesi mümkün ve uygunsa o tarafa dönerek namazını kılar.
Sel, yangın «ve düşmandan kaçmak gibi durumlarda da normal şartlarda namazı kılmak mümkün değilse, îma ile kılınır.
SORU: Cemaate akşam namazı kıldırmakta olan imam, ikindiyi kılmadığını hatırlasa ne yapması gerekir? İmama uyanların namazı ne olur?
CEVAP: İmama kıyarak namaz kılan kişinin namazı imama bağlı olur.
Soruda ifade edildiği üzere akşam namazını kıldırmakta olan imam, o günün ikindi namazını kılmadığını hatırlarsa elini (geriye doğru) uzatıp yerine cemaatten birini geçirir. İmamın yerine geçen kimse cemaate namazını tamamlatır. İmam ise önce geçmiş olan ikindiyi, sonra da akşamı kılar.
Bu durumdaki imam ikindiyi hatırlamasına rağmen akşamı kıldırmaya devam ederse (daha önceleri geçmiş namazı beş vakitten az ise) kendi namazı bozulur. Cemaat bu durumdan haberdar olursa onların namazı da bozulur. Haberdar olmazlarsa namazları sahihtir. Fakat vebali imamın üzerine olur.
SORU: Bayram namazı nasıl kılınır? Bayram hutbesi iki midir? Bayram namazında tekbirler nasıl alınır? Her tekbirden sonra elleri bağlamak gerekir mi?
CEVAP: Bayram namazı -Ramazan olsun, Kurban olsun- iki rekattır. Bayram namazının diğerlerinden farkı Fatiha'dan önce fazladan tekbirler alınmasıdır.
İmam birinci rekatta yedi tekbir alır. İmama uyanlar da aynısını yaparlar. İkinci rekatta ise beş tekbir alınır.
Bayram hutbesi tıpkı cuma hutbesi gibidir. İki hutbe arasında hatip az bir miktar oturur.
Ellerin bağlanması gerektiği görüşünde olanlara göre bayram tekbirlerinin her birini aldıktan sonra elleri bağlamak icab eder.[29]
SORU: İmam namazda selam öncesinde veya sonrasında sehv secdesi yapsa cemaat da onunla birlikte sehv secdesi yapar mı?
CEVAP: Sehv secdesi namazın sonunda selam verdikten sonra (bazı mezheplerde selamdan önce) yapılan iki secde (ve tahiyyat ve devamını okuyup selam vermek)den ibarettir. Namaz kılan kimse unutarak namazın vaciblerinden birisini terkederse sehv secdesi yapar.
Sehv secdesini tek başına namaz kılan da, imam da yapar, imam sehv secdesi yaptığında, cemaat de onunla birlikte yapar. Zira cemaatin namazı imamın namazı ile bağlantılıdır. Cemaat kıldığı namazda imama tabi olduğu için, imam sehv secdesi yapınca, cemaat de yapar.
Kıldığı rekat sayısında şüphe eden kişi sehv secdesi yapar. Hz. Peygamber'den nakledilen sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Sizden birisi namazda şüphe eder de üç mü dört mü kıldığını bilemezse şüpheyi atıp kesin kanaati olan rekat sayısı üzerine namazını tamamlasın sonra selam öncesinde sehv secdesi yapsın.
Bir diğer sahih hadis de şöyledir:
Bir kimse (namazında) fazlalık veya noksanlık yaparsa sehv secdesi yapsın.
Sehv secdesinin hikmeti namazda meydana gelen noksanlığı telâfi edip tamir etmektir.
SORU: Tilavet secdesi ne zaman ve nasıl yapılır?
CEVAP: Kur'an'da bulunan secde âyetleri okununca secde etmek gerekir, ki buna tilavet secdesi denir. Secde ayetlerinden biri okununca tekbir alınır -ki bu müstehabtır- ardından bir kere secde edilir. Sonra secdeden kalkılır. Bu secdede tahiyyat okumak ve selam vermek yoktur.
Bu secdenin meşruiyeti Ebu Davud'un, Beyhakî ve Hâkim'in rivayet ettiği şu hadis ile sabittir: Abdullah b. Ömer diyor ki: "Hz. Peygamber bize Kur'an okurdu. Secde âyeti geçen yerlerde o secde ederdi, biz de secde ederdik."
Abdullah b. Mesud da şöyle diyor:
Secde âyetini okuduğun zaman tekbir al ve secde et. Başını secdeden kaldırdığında da tekbir al.
Bu secdeyi okuyanın da, işitenin de yapması sünnettir.
Kur'an'da 15 yerde secde âyeti bulunmaktadır.[30] Bu âyetlerin sureleri ve âyet numaralan aşağıdadır:
SORU: Yağmur duasında bulunmak için namaz kılınır mı? Böyle bir uygulama meşru mudur?
CEVAP: Mâliki mezhebinin kaynaklarından Şerh-i Sağır isimli kitapta şunlar yazılıdır:
Yağmur duası için namaz kılmak sünnet-i müekkededir. Bu namaz iki rekatlık sesli okunan nafile bir namazdır. Namazdan sonra dua ve istiğfarda bulunulur.
İnsanlar ve onların yöneticisi yürüyerek (açık alanda bulunan) namazgaha çıkarlar. Sıradan günlük giysiler içerisinde âciz ve çaresiz olduklarını, Allah'ın kudret ve gücü karşısında bir hiç olduklarını huşu içinde düşünür ve sergilerler. Böyle davranmak duanın kabulü için en uygun yaklaşımdır.
Hatip bir hutbe okur. Hutbe bittikten sonra yönünü kıbleye çevirir (ceket veya palto gibi dış) giysisini ters çevirir. Giysinin sağ omuza gelen tarafını sağ eli ile alarak onu sol tarafına (omuzuna) koyar. Dua ederken çokça yalvarır. Sıkıntı ve kıtlığın kaldırılıp yağmur ve rahmetin indirilmesini, günahlar sebebiyle hesaba çekilmemelerini Allah'tan ister. İnsanlar da yalvarış ve yakarış içinde imamın duasına âmin derler.
İmam-ı Gazâlî bu namaz hakkında İhya isimli eserinde şöyle diyor:
Yağmurlar kesilip, dereler ve nehirler kuruyunca o beldenin yöneticisi insanlara üç gün oruç tutmalarını emreder. Bu arada insanlar başkalarının hakkını yemişlerse, hak sahiplerine hakkını verir, fukaraya sadakalar dağıtır ve günahlarına tevbe ederler. Dördüncü gün küçük çocuk ve ihtiyarlar da dahil olmak üzere tüm halk temiz giysilerle, alçak gönüllü bir şekilde belde dışına çıkarlar.
Alanda geniş bir namazgahta toplanırlar. Bu sırada "Topluca namaz kılınacaktır!" diyerek bir dellâl çağrıda bulunur. Sonra imam ilâve tekbirleri olmaksızın bayram namazı gibi iki rekat namaz kıldırır. Daha sonra aralarında hafifçe oturarak iki hutbe okur. Her iki hutbenin büyük çoğunluğu günahlardan tevbe etmek şeklinde olur. İkinci hutbenin ortasında imam insanlara arkasını, kıbleye yüzünü dönerek; içinde bulundukları kıtlık ve kuraklık halinin değişmesini temenni eden bir davranış olarak üst giysisini ters çevirerek giyer. ~Hz. Peygamber de böyle yapmıştır.- Sonra cemaate dönerek hutbeyi bitirir. Dua cümleleri arasında şunları söyler: "Allahım! Bize, sana dua etmemizi emrettin ve duamızı kabul edeceğini vaad ettin. İşte emrettiğin gibi sana dua ettik. Allahım! İşlediğimiz günahları bağışlama lütfunda bulun. Bize yağmur vermekle duamızı kabul etmiş olacak ve rızkımızı bollaştır-mış olacaksın.
SORU: Pantolon, gömlek, takım elbise gibi Batı tipi kıyafetle namaz kılmak caiz midir?
CEVAP: Namaz kılarken insana farz olan avret mahallini örtmektir. Yeter ki kişinin giydiği kıyafet örtünmeyi gerçekleştirmiş olsun. Giyilen giyside avret yeri görünmedikçe o giysi ile kılman namaz sahih olur. Günümüzde milyonlarca müslümanın, soruda ifade edildiği gibi gömlek, pantolon ve takım elbiseden oluşan Batı tipi kıyafetle namaz kıldığını görmekteyiz.
Fakat namaz kılan kişi bu tip kıyafetlerde şunlara dikkat etmelidir:
a. Bu giysiler bol olmalıdır.
b. Dıştan bakıldığında darlığı sebebiyle organlar belli olmamalıdır.
Özellikle avret yeri belirgin durumda olmamalıdır. Giyilen giyside işaret ettiğimiz hususlara dikkat edildiği sürece onunla namaz kılınmasında bir sakınca yoktur.
SORU: Namaz kılmayan kadını kocası boşamalı mı, yoksa onunla yaşamaya devam mı etmelidir? Böyle bir kadının yaptığı yemeği yemek caiz midir?
CEVAP: Namaz dinin direğidir. Namaz, müslüman ile kâfir arasındaki farktır. Bir kimse namazı inkâr ederek terkederse kâfir olur, İslâm dininden çıkar. Fakat namazın farz olduğuna inanır da tembelliğinden dolayı namazı terkederse büyük günah işlemiş olur.
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur; İmanla küfür arasında namazı terketmek vardır. Taberânî'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Kim onları (namazları) devamlı kılarak korursa o namazlar, kılan için kıyamet gününde bir nur, bir delil ve kurtuluş olacaktır. Onları kılmayana ise ne nur, ne delil, ne de kurtuluş vardır. Namaz kılmayan kimse kıyamette Kârûn, Firavun, Hâman ve Übey b. Halefle birlikte olacaktır.
İbn'ul Kayyım bu hadis üzerinde şu yorumu yapıyor:
Namazı kılmaya engel olan şey ya mal, ya saltanat, ya makam veya ticarettir. Mal yüzünden namaz kılamayan kıyamette Kârûn ile beraberdir. Saltanat sebebiyle namaz kılmayan Firavun ile beraber olacaktır. Makam nedeniyle namaz kılmayan Hâman ile beraberdir. Ticaret sebebiyle namaz kılmayan da Übey b. Halef ile birlikte olacaktır.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre namaz kılmayan kimsenin cezası, namaz kilıncaya kadar hapis ve hâkimin uygun gördüğü ceza (tazimdir.
Kocanın kansına namaz kılmayı emretmesi gerekir. Bu konuda ona karşı disiplinli olması gerekir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Ailene namazı emret! Kendin de ona sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç takva iledir. (Tâhâ/132)
Koca namaz konusunda eşini teşvik etmeli ve namaz kılmamaya devam ettiği takdirde sonucun iyi olmayacağını söz ve davranışlarıyla göstermelidir. Kadın aykın davranırsa boşamakla tehdit eder. Israrla namaz kılmamakta devam ederse boşar. Hidayet yolu olan ibadete yöneltmesi baakımından, davranışından hoşlanmadığını göstermek için hazırladığı yemekten yemez. Çünkü âlimlerden bir grup ihmallik, mü-himsemezlik ve tembellik ederek namaz kılmayan kimsenin kâfir olacağını bildirmiştir. Velev ki bu kişi namazın farz olduğuna inanan birisi olsun. Çünkü namazı terketmek dinini yıkmak demektir.
SORU: Kadının örtünmesi korusunda Taberî'nin kendisine has bir mezhebi olduğunu duydum. Bu nedir?
CEVAP: İbn Cerîr et-Taberî Nur süresindeki "İnanan kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusun. Namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları hariç olmak üzere zînetlerini teşhir et-mesinler"(Nur/31) ayetinden bahsederken Katâde'den şu rivayeti kaydediyor: "görünen kısımları hariç olmak üzere..." ifadesinden maksat bilezik, yüzük ve sürmedir.
Ayrıca Katâde şunu da söylemiştir: Bana ulaştığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve âhiret gününe inanan kadının -şuraya kadarı hariç olmak üzere- elini çıkarması helâl olmaz." Rasû-lullah bunu söylerken eli ile dirseği arasındaki yerin yansını tutarak göstermiştir.
Taberî Hz. Aişe'den de şu rivayeti kaydediyor:
Hz. Aişe diyor ki: Anadan kardeşim Abdullah et-Tufeyl'in kızının yanma gitmiştim. Peygamber de (benimle birlikte eve) girdiğinde çekinser davrandı. Ben: "Ey Allah'ın Rasûlü! O benim kardeşimin çocuğu ve gelişmekte olan bir kızdır" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kadın âdet kanaması görmeye başlayınca ona yüzünden başka yerini açıkta tutması helâl olmaz. Bir de şuradan aşağısını" buyurdu. Bunu söylerken de el ayasından yukarı iki tutam yer tutup gösterdi.
Taberî bunları aktardıktan sonra şöyle der:
Bu konuda doğru olmaya en elverişli olan söz; "görünen kısımlar hariç ifadesinden maksat eller ve yüzdür" diyenin sözüdür. Bilezik, sürme, yüzük ve (elden) boya(nan yer) de buna dahildir. "Doğru olmaya en elverişli" dedik. Çünkü herkes görüş birliği (ic-ma) etmiştir ki namaz kılan kimse avret yerini örtmelidir. Kadın ise namazda ellerini ve yüzünü açık tutabilir. Bunlar dışında vücûdunun tamamını örter. Şu kadar ki Hz. Peygamber kadının dirsekten aşağı kolunun yansını açmasına müsaade etmiştir. İfade ettiğimiz icma (görüş birliği) dikkate alınınca, bundan tıpkı erkeklerde olduğu gibi kadının da avret yeri olmayan yerlerini açık tutabileceği anlaşılmış olur. Çünkü avret yeri olmayan kısmı açık bulundurmak haram değildir. Kadının ellerini ve yüzünü açık bulundurma durumu sözkonusu olunca buraların Nur/31 ayetinde hariç tutulan yerler olduğu anlaşılır.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu kadının yüzünü ellerini ve ayaklannı açıkta tutmasının fitne (kargaşa) olmayacağından emin olunması halinde caiz olacağı görüşündedirler.
SORU: Namaz kılmak için -bir sakınca sebebiyle- (abdest almak yerine) teyemmüm e^İen, fakat namazdan önce eşine yemek hazırlayan kadının teyemmümü bozulur mu?
CEVAP: Teyemmüm, şartlarını taşıdığı zaman abdest yerine geçer. Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Abdestli iken yemek hazırlamak abdesti bozmaz. Ancak kadın-erkek birbirine dokununca abdest bozulacağı inancında olan kadının teni kocasının tenine dokunduğu takdirde teyemmümü bozulur. Çünkü aynı durumda abdesti de bozulur.
SORU: İmamdan hoşlanmayan kişinin bu durumu, imamın arkasında cuma kılmasına engel olur mu?
CEVAP: İnsanların önüne geçip onlara namaz kıldıran kimsenin görünümü, sözleri, davranışları, hareketleri ve herşeyi ile iyi örnek olması gerekir. Çünkü o namazda ibadet edenlerin mihrabına geçmektedir. Bu da amellerin en şereflisi olan namazda olmaktadır.
Fıkıh âlimleri imam olacak kimsenin, topluluk içerisinde Kur'an'ı en iyi okuyan kişi olması gerektiğini bildirmişlerdir. Sonra en bilgili, sonra en çok şüpheli şeylerden kaçan, en takvâlı olan kimse imam olmalıdır.
Gene fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre günah işleyen birkimse-nin arkasında namaz kılmak mekruhtur. Ancak kerahete rağmen namaz sahih (geçerli) olur.
İmamın, cemaatinin kendisinden hoşlanmadığını anlayınca yapacağı en yerinde davranış imamlığı bırakmasıdır.
Yöneticiler de insanlara imam olacak kimseleri iyi insanlar arasından seçmelidir.
Burada konu ile ilgili olarak şu soruyu sormak, hakkımızdır:
İmam cemaati tarafından sevilmiyorsa bunun sebebi nedir? Sebep kişisel midir? Yoksa dînî midir? Sonra cemaat, imama nasihat etmiş midir? Acaba hoca hikmetle ve güzel öğütle hayra davet edilmiş midir?
Sonra şunu da sormak gerekir: Hutbeyi okuyacak kişi ile cuma namazının ne ilgisi var? Namaz Allah için kılınacaktır. Soru sahibi başka
bir camiye de gidebilir.
SORU: Diğer zamanlarda namaz kılmayan kimse imam olabilir mi? Böyle bir kimse ölürse namazı kılınır mı?
CEVAP: Namaz kılmak, zikir ve Kur'an okumak gibi maksatlarla camilere gidip gelmek İslâm'da faziletli bir davranıştır.
Bu hususta şunu hatırlamamız yeterlidir: Hz. Peygamber hiçbir gölgenin bulunmayacağı kıyamette yedi (tip) kişinin Allah'ın gölgesinde gölgeleneceğini, bunlardan birinin kalbi camiye takıntılı genç insan olduğunu bildirmiştir. Kalbi camiye takıntılı demek, ibadet için camiye çokça gidip gelen demektir.
Kur'an'da şöyle buyurulur:
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazını dosdoğru kılan, zakâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler îmar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. (Tevbe/18)
Ahlâkı, davranışları ve Allah'a ibadeti dosdoğru olan kimse başkasından daha çok imam olmaya elverişlidir.
Günahkâr kimsenin imamlık yapması, -böyle olmayan daha elverişli ise de- caizdir. Günahkâr ve camiye gitmeyen biri de olsa, Allah'a inanan mü s İÜ manlar dan oldukça, öldüğünde namazı kılınır. Onun işi Allah'a kalmıştır.
SORU: Allah'tan başkasmı dost edinen bir başka deyişle şeyhlere inanan kimse imamlık yapabilir mi? Böyle bir kimse ölünce namazı kılınır mı?
CEVAP: İslâm'da asıl olan müslümanların, imamlarını salih ve hayırlı kimselerden seçmeleridir. İmam olan kimse sözünde, işinde ve davranışlannda örnek olmalı, herhangi bir sapık hareketin içinde olmamalı ve açıktan büyük günahlardan birini işlememelidir. İmam, müslü-mana yakışmayacak bir şeyi yapmakta ısrarlı olmamalı, böyle bir alışkanlığı bulunmamalıdır.
Allah'tan başka bir varlığı rab edinmek ne akıl yönünden, ne de din yönünden caiz olan birşey değildir. Bu apaçık ortadadır. Böyle bir-şey tek olan Allah'a küfür ve ortak koşmadır. Böyle bir sapık inancı olan kimsenin imam olması caiz olmaz, böylesi bir sapıklığı bilinen kimse imamlıktan uzaklaştırılır.
Şeyhlere inananlara gelince; bundan maksat şeyhin Allah'tan gayri fayda ve zarar vermeye gücü yettiğine inanmak ise bu İslâm yolundan sapmak, dosdoğru İslâm'dan çıkıp sapıklığa düşmektir.
Hz. Allah şöyle buyuruyor:
(Ya Muhammed) de ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin." (Âl-i İmran/26)
Öldükten sonra kişinin namazını kılmaya gelince: Eğer bir kimseden yukarda ifade edildiği gibi bir sapıklık meydana gelmiş ise; İslâm'da müşrik ve kâfir olanın namazı kılınmaz. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Onlardan ölen hiç birine asla namaz kılma. Onun kabri başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasûlünü inkar ettilerde fâsık olarak öldüler. (Tevbe/84)
Fakat bir insan günah işlemiş olmasına rağmen Allah'ı bir bilerek, müslüman olarak ölürse onun namazı kılınır. Artık onun işi Allah'a kalmıştır.
SORU: Kur'an'da "Onlar namazlarında devamlıdırlar" (Mearic/23) buyuruluyor. Bir başka ayette "Onlar namazlarını muhafaza ederler." (Meâric/34) buyuruluyor. Bu ayetlerdeki devam ve muhafaza ne demektir? Devam ile muhazanın farkı nedir?
CEVAP: Râğıb el-İsfehânî Müfredat isimli eserinde der ki: Devam kelimesinin aslı sakin olmak demektir. Arabça'da devam kelimesinin sakin olmak manasında kullanıldığına dair örnekler vardır. Şöyle ki:
1. Su dâim oldu", "su sakin oldu" demektir.
2. Peygamber, dâim suya (yani sâkin-durgun suya) idrar yapılmasını yasakladı.
3. Tencereyi dâim ettim", "Tencerenin kaynamasını sâkinleştir-dim" demektir.
4. Bir şeyin devamı, uzun zaman aynı hâl üzere olması demektir. Mâide/24 ve Âl-i İmran/75 ayetlerinde devam kelimesi bu manada kullanılmıştır.
Muhafaza kelimesine gelince: Bu kelime bazen nefsin anlamak sonucunda vardığı bir durumdur. Bazen nefsi tutmak manasınadır. Bazen de muhafaza gücünü kullanmak manasınadır. Bunun zıddı unutmaktır. "Ezberde tutmak" manasında "hıfzettim" denir. Sonraları bu kelime arama, himaye etme ve koruma manalarında kullanılmıştır. Kur'an'da Hıcr/9, Bakara/238, ayetlerde bu manalarda kullanılmıştır.
Soruda ifade edildiği üzere Mearic suresinde namaz kılanlar hakkında bir yerde devamlı olmak bir yerde de namazı muhafaza etmek ifadesi kullanılmıştır.
İbn Kesir bu ayeti tefsir ederken şöyle diyor:
"Namazlarında devamlı olanlar" demek namazlarının vakitlerini, farzlarını ve vaciblerini koruyucu olmak demektir. Bu ayetteki devamlılık ifadesi sükûn ve huşudur.
Bir başka deyişle bunlar bir iş yaptıklarında o işte sabit olup devamlı olanlardır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
Allah'a hoş gelen amel az da olsa devamlı olanıdır.
"Onlar namazlarında devamlıdırlar" ayeti hakkında Katâde (r.a) şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre Danyal (a.s) ümmet-i Mu-hammed'in vasfını dile getirirken şöyle demiştir:
"Onlar öyle bir namaz kılarlar ki eğer bu namazı Nuh Peygam-ber'in ümmeti kılsaydı, tufanda batmazdı. Âd kavmi o namazı kıl-saydı onların kökünü kazıyan rüzgar onlara gönderilmezdi. Se-mud kavmi o namazı kılsaydı onları yakalayıp canlarını alan sayha (haykırış) başlarına gelmezdi." Aman namazlarınıza dikkat ediniz. Çünkü o mü'minlerin güzel ahlâkıdır.
"Onlar namazlarını muhafaza ederler" âyetine gelince: Onlar namazın vaktini, rükünlerini, vaciblerini, müstehablarını koruyarak eksiksiz yerine getirirler demektir. Meâric suresinde konu anlatılırken önce namaz ile söze başlanmış, ona devam etmekten söz edilmiş, gene namazlarla söz tamamlanmış, namazın korunması söylenmiştir. Bu, namazın Önemini ve şerefini gösterir.
Nitekim Mü'minûn/2 ayetinde de mü'minlerin özellikleri sayılırken "Onlar namazlarını huşu içerisinde kılarlar" buyurulmuş, biraz sonra (âyet 9 da) "Onlar namazlarını muhafaza ederler" buyu-rulmuştur. Konu tamamlanırken de: "Onlar Firdevs cennetinin varisidirler. Orada ebedî kalacaklardır" buyurulmuş tur. (Mü'mi-nûn/10-11)
Muhammed Râzi namaza devam ile, onu korumak arasındaki farkı çok güzel anlatarak şöyle der: 'Eğer âyetlerden ilkinde namaza devam etmekten sonra muhafaza edip korumaktan söz edilmiş, bunun sebebi nedir?' denirse şöyle cevap veririz: Müslümanların namaza devamı, vakitlerini geçirmemek demektir. Namazı korumak ise namaza önem vermekle ilgilidir. Tâ ki namaz en mükemmel şekliyle kılınmış olsun. Namaza gösterilecek bu önemin bir kısmı namaz öncesini ilgilendirir. Bir kısmı namaz sırasında yapılacak şeylerle ilgilidir. Bir kısmı da namaz sonrası ile ilgilidir.
Namaz Öncesi ile ilgili olanlar vakti girmezden önce kalbi ona bağlamaktır. Kalbi, abdest, avret yerini örtmek, kıbleye dönmek, temiz giysi ve yer bulmak, namazı mübarek camilerde cemaatle kılmak gibi konularla meşgul etmektir. Ayrıca namaza başlamazdan önce vesvese ve Allah'tan başka şeylerden kalbi temizlemeye çalışmak lazımdır. Aynı zamanda riya ve gösterişten aşırı derecede korunmaya dikkat etmelidir.
Namaz esnasında ise sağa sola bakmamah, kalbi, okunan ayetlere bağlamah, söylenenleri ve kılmakta olduğu namazın hükmünü anlamalıdır.
Namaz sonrasında yapılacaklara gelince; namazdan sonra oyuncak kabilinden şeylerle, boş ve manasız işlerle meşgul olmamalıdır. Hele namaz kıldıktan sonra günah olan birşeyi işlemekten şiddetle kaçınmalıdır.
Muhammed b. Ebû Bekir Abdul Kadir er-Râzî devamla muhafazanın namaza nisbetle farkını şöyle anlatıyor:
Devamdan maksat hiç bırakmamak, sürekli kılmaktır. Namazda kımıldamamak ve sağa sola bakmamaktır diyen de olmuştur. Zec-cac bu ikinci manayı tercih etmiş ve bu manaya Hz. Peygamber'in dâim yani sakin suya idrar yapmamak hususundaki hadisindeki dâim kelimesini delil olarak göstermiştir. Ben derim ki bu doğru değildir. Zira âyetteki alâ kelimesi bu manaya imkân vermiyor. Eğer âyetteki dâimûn kelimesi sakin olmak manasına olsaydı âyette alâ saiâtihim yerine fi salâtihim buyurulurdu.
Muhafazadan maksat ise namazı en mükemmel şekilde kılmaktır. Tüm sünnetlerini ve edeplerini eksiksiz yerine getirmek suretiyle namazı kılmaktır. Demek ki devam namazın kendisi ise, muhafaza namazla bağlantılı durumlarla ilgilidir.
SORU: Bir yerde namazın en kuvvetli zafer (basan) sebebi olduğunu okumuştum. Bunu açıklar mısınız?
CEVAP: Namazın İslâm'daki yeri pek büyüktür.
Allah Kur'an'da: "...beni anmak için namaz kıl" (Taha/14) buyuruyor.
Ayrıca Kur'an'ın pek çok yerinde "Namazınızı dosdoğru kılınız" Duyurulmuştur.
Bir diğer âyette: "Namaz mü'minler üzerine vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır" (Nisa/103) buyuruluyor.
Bir diğer âyette: "Muhakkak namaz kötülükten ve çirkinlikten alı-koyar" (Ankebut/45) buyuruluyor.
Gene bir âyette: "Namazlarınızı ve orta namazını koruyunuz" (Bakara/238) buyurulmuştıır.
Bir hadiste: "İşin başı İslâm'dır. Direği namazdır. İslâm'ın zirvesi ise Allah yolunda cihaddır" buyurulmuştur.
Bir başka hadiste: "Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır" buyuruluyor.
Namazın dinin direği olduğu, ayrıca müslüman ile kâfir arasında namazın bulunduğu da hadiste bildirilmiştir.
Namazın cihad ve zafer ile kuvvetli bir bağlantısı vardır. Namazda bedenin, giysinin ve mekanın temiz olması lazımdır. Temizlik sağlık, güç ve aktivitedir. Namaz düzen ve intizamdır. Her günün beş vaktinde zamanlar ayrı ayndır. Cihad (Allah yolunda savaş) da disiplin ve düzen işidir. Namazda sportif hareketler vardır. Bu hareketlerde vücudun tüm organları hareket eder. Namaz, Allah'a yakanştır. Bu yakanş imanı kuvvetlendirir. Zafer, imanın yoldaşıdır.
Allah yolunda vuruşan asker, birliğinde güven ve huzur içinde ise namazını normal olarak kılar. Şayet savaş sırasında ve düşman korkusu var ise korku namazı kılar. Bununla beraber tedbirini ve silahlarını elden bırakmaz. (Bkz. Nisa/102) Su bulamaz ise teyemmüm eder. Savaş sırasında namaz ile ilgili hareketleri normal olarak yapamazsa îma ile namazını kılar.
Askerin namazlarını kılması aynı zamanda takva üzere yaşamayı ve günahtan kaçınmayı gerektirir.
Hz. Ömer, ordu kumandanı Sa'd b. Ebî Vakkas'a yazdığı talimatta şunları söylemiştir:
Allah'a hamd, Rasûlüne salâtü selâmdan sonra: Sana ve beraberindeki askerlere her durumda takva ile hareket etmenizi emrederim. Çünkü takva düşmana karşı en üstün hazırlık, savaşta en kuvvetli tuzaktır. Sana ve beraberindeki askerlere şiddetle günahtan kaçınmanızı emrediyorum. Zira ordunun günahkâr insanlardan oluşması, düşmanlanndan daha korkutucudur. Müslümanlar, düşmanlan-nın Allah'a karşı olan isyanları sayesinde zafere ererler. Eğer bu nokta olmasa, onlara karşı güçlü olmazsınız. Zîra bizim asker sayımız onlar kadar çok değildir. Savaş malzememiz ve mühimmatımız da onlannki kadar çok değildir. Eğer biz de onlar gibi günah işleyen kimseler olursak, onlar kuvvetçe bize üstün gelirler. Eğer günaha bulaşmazsak biz bu meziyetle zafer kazanırız. Bizim galibiyetimiz (sadece) kuvvetimizle değildir.
İyi biliniz ki davranışlarınızı kontrol eden Allah'ın görevlendirdiği melekler vardır. Onlar sizin yaptıklannızı bilirler. Onlardan utanıp Allah'a karşı günah işlemeyiniz. Siz Allah yolundasınız.
Sakın "Düşman bizden kötüdür. Allah onlan bize musallat etmez" demeyiniz. Nitekim Allah'ın gazabını çeken şeyler yaptıklan için İsrail oğullarına ateşe tapan kâfirleri musallat etti, onlar geçtikleri yerleri yakıp yıktılar. Artık bu yerine gelmesi gereken bir vaad olup çıktı.
Allah'tan düşmanımıza karşı zafer istediğiniz gibi, size yardım etmesini de isteyiniz. Ben bunu kendim için de sizin içinde istiyorum.
SORU: Hayır kurumlapna zekât vermek caiz midir? Meselâ cami yaptırma derneklerine, fakir kimseler için yapılacak'hastanelere veya kamu yararına kurulacak kan bankasına zekât verilebilir mi?
CEVAP: Allah Teâlâ zekât verilecek yerleri bildirmek üzere Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
Sadakalar (zekâtlar Allah'tan bir farz olarak) ancak yoksullara,
düşkünlere, zekât(ı toplamakla görevli) memurlara, gönülleri
(İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (çalışmakta) olanlara ve (harçlığı kalmamış) yolculara mahsustur. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir. (Tevbe/60)
Zekâtın kimlere verileceğini bildiren bu ayette cami, hastane ve kan bankası gibi yerlerin adı geçmemektedir. Bunun içindir ki fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bu gibi yerlere zekât vermenin caiz olmadığı görüşündedir. Fakat ayetteki Allah yolunda olanlar ifadesi fıkıh ve tefsir âlimlerince tartışma konusu olmuştur. Bununla beraber bu ifadedeki asıl mana, "inanç ve iş olarak Allah'ın rızasına ve sevabına kavuşturan yol"dur. Bu itibarla fıkıh âlimlerinin çoğunluğu Allah yolunda ifadesinden maksadın sınır bölgelerinde gaza eden mücahid askerler ol-duğunu söylemişlerdir.
Nitekim Hanbelî mezhebi kaynaklarında, bunların, kendilerine maaş bağlanmamış sınır boylarındaki askerler olduğu bildirilmiştir.
İmamı Şafiî de bununla -fakir olsun zengin olsun Allah yolunda gaza edenlerin kastedildiği ve bu manada başkalarına zekât verilemeyeceği görüşündedir. Ancak müşrikleri defetme ihtiyacı hâsıl olduğunda bu görevi üstlenenlere de zekât verilebilir.
Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Allah yolunda olanlar hac ve umre yapanlardır.
Hanefî mezhebinde sırf hac ve gazayla meşgul olup başka bir gelir kaynağı bulunmayanlar Allah yolunda olanlar olarak yorumlanmıştır.
Bunların, ilim tahsilinde bulunan talebeler olduğu da söylenmiştir.
Fakir ve ihtiyaç sahibi olmakla birlikte hayır işlerinde ve Allah'ın tâatinde bulunan herkes Allah yolundadır da denilmiştir.
Bir başka görüşe göreyse Allah yolu ifadesi genel bir ifadedir. Bunun sadece bir gruba mahsus olduğunu söylemek yerinde olmaz. Bu ifadenin kapsamına, kimsesiz cenazelerin kefenlenmesi; köprü, kale, cami yapımı gibi her çeşit hayır işleri girer.
Ravdat'un-Nediyye isimli kitapta şöyle denilmektedir:
Müslümanların dinî hizmetlerini gören ilim adamları Allah yolunda olanlar grubuna dahildir; çünkü bunlar, -ister fakir ister zengin olsunlar- Allah'ın malında hisse sahibidirler.
Ancak bu görüş bazı tefsir âlimlerince reddedilmiştir.
Görülüyor ki Allah yolunda ifadesinin anlamı genel olup bazılarınca işaret edildiği üzere birden çok manası vardır. Bunun içindir ki Menâr Tefsiri'nde şöyle denmiştir:
Gerçek şudur ki burada Allah yolundan kasıt, müslümanların din ve devletlerini ayakta tutan ve bu hususta yararlı olan herşeydir. Şahıslarsa buna girmez. Kişisel olarak hacca giden kişi Allah yolunda ifadesine dahil değildir; çünkü hac devletin dinî yönden yararına olan birşey olmayıp, gücü yetene farz olan dinî bir vecîbe; namaz gibi, oruç gibi şartlan gerçekleştiğinde farz-ı ayn olan bir ibadettir.
Son devir fıkıh âlimlerinden biri şöyle demektedir:
Zekât verilecek yerleri bildiren âyetteki Allah yolunda olmak ifadesi hiç kimsenin mülkü olmayan, herkesin faydalanabileceği, toplumda özel kişilerin yararına tahsis edilmemiş yerlerdir. Buraların mülkü Allah'ındır; yararlanacak olanlar da O'nun kullarıdır. Bu tip yerlerin en başta geleni ve zekâtla desteklenmeye en lâyık olanı ise devletin ve halkın savunulmasında kullanılan savaş araç ve gereçleridir.
"Halk bununla şeref ve haysiyetini korur. Bu tür oluşumlar hem sayı hem de kalite bakımından her türlü hazırlığı içerir. Bunların en yeni teknolojik bakış ve gelişmelerle temin edilmesi için zekâttan hare anılabilir. Askerî ve sivil hastaneler yapılması, kara ve demir yolları açılması ve uzmanlarının bileceği kamu hizmetine ilişkin diğer şeyler de buna girer.
"Ayrıca İslâm'ı yaymak için eleman yetiştirmeye ve Kur'an'ın korunup ebedi kalmasını sağlamaya yönelik çalışmalar da bu kavrama dahildir, zira Allah yolu demek, İslâm ümmetinin maddî ve ruhî özellik ve hüvviyetini koruyan herşey demektir.
Bu açıklamalar ışığında cami ve hastane yapımı gibi yerlere zekât vermenin caiz olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu kabil yerler zekât verilmesi gereken yerlerden biri olan Allah yoludur.
SORU: Çalışmakta olan bir kadın zekât verecek durumda ise zekâtını kendisi mi yoksa eşi mi verir?
CEVAP: İslâm evli bir kadının masraflarının, hayat arkadaşı olan erkek tarafından karşılanmasını kararlaştırmıştır. Kadın zengin de olsa maaş veya başka bir yolla elde edilmiş serveti de bulunsa durum aynıdır.
Kadının zekâtı hakkında iki görüş vardır. Fıkıh âlimlerinin bir kısmı zekâtın bir çeşidi olan "sadaka-i fıtri (fitre) varlıklı olan kadın kendi malından Öder" derken bir kısmı da "Kadının sadaka-i fıtrim kocası verir" demiştir.
En güzeli kadının fitre hususunda kocasını vekil etmesidir. Böylece bu konudaki ihtilaftan kurtulmuş olunur.
Kadının kendi maaş veya kazancından zekâtını vermesi caizdir. Ancak bundan eşini haberdar etmesi iyi olur; zira habersiz olan kocası ikinci kez verebilir veya her ikisi de birbirine güvenerek zekât hiç verilmeyebilir.
Dinî bir bakışla şunu söyleyebiliriz ki, karı-koca arasındaki bağ, zekât hususunda anlaşmazlığa düşme düzeyinden çok daha üstün ve kuvvetli olmalıdır. Hz. Peygamber bu değerli bağı, "Kadınlar erkeklerin ana-baba bir öz kardeşleri (gibi)dir" sözleriyle ifade buyurmuşlardır.
SORU: Zekâtın kimlere verileceği hususunda bir açıklama yapar mısınız?
CEVAP: Zekâtın kimlere verileceği bizzat Kur'an-ı Kerim tarafından Tevbe/60 ayetiyle tek tek açıklanmıştır. Rivayet olunduğuna göre müslümanlardan bazıları, zekât verilecek sekiz gruptan hiçbirine girmedikleri halde Hz. Peygamber'e gelerek zekât istemişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
Allah Teâlâ zekât konusunda Peygamberi'nin veya bir başkasının hüküm vermesinden razı olmamış, bu konuda hükmü bizzat kendisi vermiş ve zekât alacak kimseleri sekiz gruba ayırmıştır; bunların birisinden olmuş olsaydınız size de verirdim!
Ayetle bildirilen sekiz grup şunlardır:
1. Fakir: Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kimsedir.
2. Miskin: İhtiyaç içerisinde olduğu halde insanlardan istemekten utanıp çekinen kimsedir.
3. Zekât memuru: Zekâtı toplayıp devlet yetkililerine teslim etmekle görevlendirilen kimsedir. Zekât mallarını korumak ve dağıtmakla vazifeli kimseler de böyledir.
4. Kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlar (Müellefe-i kulûb): Bunlar, İslâm'a yeni girmiş olup inançları güçlendirilmeye ihtiyaç hissedilen kimselerdir.
5. Köleler: Buölar köleler veya esir düşen kimselerdir. İçinde bulundukları halden kurtulmak için sahiplerine para vermek durumundadırlar. Böyleleri, kölelik veya esaretten kurtulmak için zekât alabilirler.
6. Borçlular: Meşru ve helâl işleri için borçlanıp ödemekten aciz kalan ve fakir düşen kimselerdir. İki veya daha fazla kişinin anlaşmazlıklarında arabulucu olmak üzere borca giren ve gücünün üstünde masraf yapan kimse de bu gruba dahildir.
7. Allah yolunda olanlar: Allah yolundan maksat, kişiyi Allah'ın hoşnudluğuna (rızasına) ulaştıracak herşeydir. Allah yolunda olmanın en açık göstergesi fî-sebilillah cihad etmektir. Gönüllü olarak cihada katılıpta yeterli geliri olmayan kimseler zekât alabilir.
8. Yolda kalanlar: Bu grubu, yolda kalıp ihtiyacını karşılayacak parası kalmayan ve memleketi ile bağlantı kuramayan kimseler oluşturmaktadır. Bir şartla ki yolculuğa günah olan birşey için değil meşru ve helâl bir maksatla çıkılmış olmalıdır.
Ayette sayılan bu sekiz gruba her çeşit zekât verilebilir. Ancak sadaka-i fıtırda en faziletlisi fakir ve miskine vermektir; çünkü Hz. Peygamber "Fıtır sadakası oruçlu için, yerli-yersiz konuşma yapmış ve çirkin laflar söylemiş ise bunlardan temizlenmedir. Miskinler (yoksul) için de bir yiyecektir" buyurmuşlardır. Bir diğer hadiste de fitre ve fakirler hakkında şöyle buyurulur:
Fakirleri, (fitre vermek suretiyle) bayram günü dilenmekten kurtarınız!
SORU: Zekât verilecek kimseleri bildiren ayetteki yolda kalandan (ibn'üs-sebîl) kasıt kimdir? Bu kimse zekâtı nasıl alır? Zekât alması için gerekli şartlar nelerdir?
CEVAP: Yolda kalmış anlamına gelen ibn'üs-sebîl ifadesi Kur'an'da pek çok yerde kullanılmıştır. İşte bunlardan bazıları:
Gerçek iyilik yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlar'a, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar; namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı zaman sözünü yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakîler ancak bunlardır. (Bakara/177)
Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki; "Hayırdan harcadığınız şey ana-baba, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolda kalanlar içindir". Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir. (Bakara/215)
Allah'a ibadet edin! O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yolda kal-mış'a, elinizin altında bulunanlara ihsanda bulunun! Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez. (Nisa/36)
Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmış iseniz, biliniz ki ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beştebiri Allah'a, Rasû-lü'ne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış'a aittir. Allah herşeye kadirdir. (Enfâl/41) Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak yoksullara, düşkünlere, (zekât toplamakla görevli) memurlara, gönülleri (İslâm'a) ısmdırılacaklara, kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere ve yolda kalmışa mahsustur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir, hakimdir. (Tevbe/60)
Akrabaya, yoksula, yolda kalmış'a hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savuma. (İsra/26)
O halde sen akrabaya, yoksula, yolda kalmış'a hakkını ver! Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Rum/38)
Allah'ın, fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberi'ne verdiği ganimetler, Allah, Rasûlü, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. (Haşr/7)
Yolda kalmış ifadesi ayette ibn'üs-sebil şeklinde geçmektedir. Se-bîl kelimesi Arapça'da bir yerden bir yere gitmek için kullanılan yoldur, îbn'üs-sebil de yolcudur. İfadedeki ibn ise oğul demektir ki yolcu, adeta kendisiyle baba-oğul gibi olduğu, yolun çocuğu yerindedir.
Zekât almaya hak kazanan yolcu. Yolculuğunun başında veya devamı sırasında yardıma muhtaç olan kimsedir.
Bir başka kavle göre de yolculuğu sırasında aile fertleri veya akrabaları ile bağlantısı kesilmiş, onlara ulaşamayan kimsedir; öyle ki artık anası da babası da yok olmuştur.
Ibn'üs-sebH'm tefsiri hakkında meşhur ve tercih edilen görüş budur.
Bir diğer kavle göre ise ibn'üs-sebîl bir yere misafir (konuk) olan kimsedir. Fakat bu tercih edilen bir görüş değildir. Zira misafirin İslâm'daki yeri ve hakkı ayn olup, kişi misafir bulunduğu yerde ikram görme imkânına sahiptir. Şu kadar ki "Yolculuğa çıkan kimse bir yerde misafir olarak ağırlanır da kendisini ağırlayanlardan yolculuğunu tamamlamak üzere yardım isterse ibn'üs-sebîl gibi zekât alabilir" diyebiliriz.
Bazı müfessirler kaybolmuş çocuğun da ibn'üs-sebîlin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir; çünkü kaybolmuş, buluntu çocuğun anası, babası yoktur. O sanki yakın-sokağın çocuğudur.
Yolda kalmış kimsenin zekât almaya hak kazanabilmesi için yolculuğa hac, cihad ve dinî ilim tahsili gibi maksatlarla veya dünyalık bir iş de olsa meşru amaçla çıkılmış olması gerekir. Yol kesicilik, eğlence, zevk ü safa veya günah işlemek için seyahata çıkıp da yolda kalan kişiye zekât verilmez.
Yolda kalmış kimse ancak muhtaç olması durumunda zekât alabilir. Yola çıktığı sırada ister fakir, isterse de zekât verecek derecede zengin olsun, yolculuk sırasında vukubulan bir olay sebebiyle muhtaç duruma düşen kimseye zekât verilir.
Yolda kalmışa; -ihtiyacını karşılayacak imkânı yok ise- memleketine, kalmakta olduğu yere veya malına kavuşuncaya kadar zekât verilir. Bir başka şehirde veya gittiği yerde ekonomik imkânı olsa dahi yolda kalmış kimse zekât alabilir.
Bir günah veya haram işlemek için yolculuğa çıkan kimse yolculuk esnasında bu niyetinden vazgeçip tevbe ederek davranışlarını düzeltirse ve de muhtaç durumda ise kendisini memleketine veya ekonomik imkânının bulunduğu yere ulaştıracak kadar zekât verilir.
Yolda muhtaç duruma düşen kimseye, -borç istemek zorunda bırakmamak için- ödünç para alabilecek durumda olsa dahi zekât verilebilir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları: "Yolda kalmış kimse, memleketine döndüğü vakit, kendisende zekât parası kalmış ise bunu beyt'ül-mâl'e iade eder" demişlerdir.
SORU: Savaş hazırlığı için veya ihtiyaç içerisinde bulunan beyt'ül-mâl (hazine) için zekât vermek caiz midir?
CEVAP: Kur'an'da zekâtın kimlere verileceği Tevbe/60 ayetiyle bildirilmiştir.
Tefsir âlimleri bundan maksadın "cihad ve Allah yolunda harcamak" olduğunu söylemişlerdir. Allah yolunda harcamaktan maksat ise silah ve malzeme hazırlığı yapmak, fî-sebîlillah çarpışan mücahidlerin yiyecek, silah ve diğer ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Mukaddes ve saygın değerleri savunmanın ve düşmana karşı koymanın da Allah yolunda cihad etmek olduğu kuşkusuzdur.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Malı uğrunda öldürülen şehiddir. Namusu uğrunda öldürülen şe-hiddir. Milleti uğrunda öldürülen şehittir. Dini uğrunda öldürülen şehiddir.
Hiç şüphe yoktur ki şehidlik Allah yolunda cihadın en yüksek mertebesidir.
Bundan anlıyoruz ki savaşa hazırlık çalışmalarını yürütmek için zekât vermek caizdir.
SORU: Bilindiği üzere İslâmiyet nisab miktarım altında 20 miskal, gümüşte ise 200 dirhem olarak belirlemiştir. Miskal ve dirhem nedir? Bunları, bugün insanların yaygın olarak kullandığı bir ağırlık ölçüsü birimine çevirmek mümkün müdür? Mümkün değilse, 20 miskal ile 200 dirhemin gram olarak karşılığı ne kadardır?
CEVAP: Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
200 dirhem gümüşün olur ve üzerinden de -senin mülkünden çıkmadan- bir yıl geçerse beş dirhem zekât vardır. Altında ise yirmi dinar oluncaya kadar birşey yoktur. Yirmi dinarda ise üzerinden bir yıl geçmesi halinde yarım dinar zekât vardır.
Ömer b. Abdilaziz, Ruzeyk'a şu emri göndermiştir: "Bulunduğun yerden geçen müslüman tacirlerden kırk dinarda bir dinar zekât al. Kırktan aşağısında, yirmiye kadar eksikliği dikkate alırsın. Yirmiden, dinarın 1/3'ü kadar eksik olduğunda ise bir şey alma. Kendilerinden zekât aldığın kimselere de bu konuda bir yıl geçerliliği olan bir belge ver".
Dirhem; sözlükte, gümüşten özel bir şekilde basılan paradır. Istılahta ise onaltı kırat ağırlığında bir ölçüdür; basılı gümüş para olsun veya olmasın durum aynıdır.
Bilinen dirhemin ağırlığı 3.12 gramdır.
Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre halis gümüşte nisab tamam olmadıkça zekât gerekmez.
Mıskal ise sözlükte -az olsun çok olsun- tartılan herşeydir. Dinî bir terim olarak da 226/7 kırat ağırlığında bir miktardır. Dinar ile mis-kal aynı şeydir.
Altında zekât nisabı 20 miskal, yani 20 dinardır. Bu miktarın ağırlığı 457,5 kırattır.
Gümüşte nisap 200 dirhemdir.
Nisab miktarı altın ve gümüşe sahip olan kimsenin kırkta bir oranında zekât vermesi farz olur. Altın ve gümüşün basılı para veya külçe olması arasında fark yoktur.
Burada bir hususu gözönünde bulundurmamız gerekiyor ki, Ölçü birimleri zamanlara ve ülkelere göre değişmektedir ve bu değişiklik günümüzde de mevcuttur.[32]
Keşke müslümanlar bu konuda gerekli ilgiyi gösterip bu ölçüler üzerinde görüş-birliğine varmış olsalardı. En azından her çeşit eşyada değişmez, muayyen miktarların ortaya konmasında ittifak hâsıl olur ve zekât nisabının bulunması ve her İslâm ülkesinde zekâtla ilgili problemlerin çözümü kolaylaşırdı.
SORU: Zekâtı bir yerden başka bir yere göndermek caiz midir? Zekât vermede sâlih kişilerin üstünlüğü sözkonusu mudur?
CEVAP: Zekâtta aslolan, zekât sahibinin bulunduğu yerdeki fakirlere verilmesidir; çünkü Hz. Peygamber zekât hakkında "Bir yerin zenginlerinden alınır, * fakirlerine verilir" buyurmuşlardır. Ancak fıkıh âlimleri, zekât verecek kimsenin bulunduğu yerde zekâta müstehak kimse olmadığı takdirde, başka muhtaçlara gönderilebilmesi hususunda görüş birliği içindedirler.
Bu görüşü destekleyen rivayetler de vardır. Hz. Ömer Muaz b. Ce-bel'i bazı yerlerin zekâtını almakla görevlendirmişti. Muaz (r.a) topladığı zekâtın üçte birini Hz. Ömer'e gönderdi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Ben seni cizye ve vergi toplamaya göndermedim; zenginlerden alıp fakirlere verecektin" diye yazmış: Muaz da: "Ben sana birşey göndermiş değilim. Sana gönderdiklerim, verecek kimse bulamadığım için elimde kalanlardır" cevabını yollamış. Ertesi yıl Muaz b. Cebel topladığı zekâtın yansını göndermiş. Aralarında bir önceki yıl gibi yazışma olmuş. Üçüncü yıl Muaz bu kez zekâtın tamamım göndermiş. Hz. Ömer sebebini sorunca da "Zekât alacak kimse bulamadım" demiş.
Zekât verecek kimsenin bulunduğu yerde ihtiyaç sahipleri varken zekâtı başka yere göndermek mubah olan birşey değildir; çünkü böyle bir uygulama, oradaki muhtaçlardan bir kısmının yardımsız kalmasına yol açar.
Hanefî mezhebinde zekât sahibinin, zekâtını, bir başka yerde yaşayan fakir akrabalarına göndermesi caizdir; zira insanın yakını, iyilik yapma hususunda daha önceliklidir. Kur'an-ı Kerim'de: "Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine daha yakın ve uygundurlar" (Enfâl/71) buyurulmaktadır. Allah Teâlâ akrabalar arasındaki ilişkinin devamlılığını teşvik etmektedir.
Yine Hanefî mezhebine göre şu hallerde de zekâtı bir yerden başka bir yere göndermek caizdir:
a. Başka yere göndermekte müslümanlann yararına bir durum varsa,
b. Gayr-i müslim bir ülkeden gonderiliyorsa,
c. Fakir bir öğrenciye verilecekse,
d. Senesi tamamlanmadan önce gonderiliyorsa.
Mâliki mezhebine göre de zekât gönderilen yerdeki insanlar daha muhtaç ve sıkıntıda ise veya İslâm devletinin meşru yöneticisi lüzumuna inanıyor ise -tabii ki bu görüş ve ictihad meselesidir- zekâtı başka bir yere göndermek caizdir.
Zekât vermekte bazı kimseleri üstün tutmaya gelince: Zekâtta as-lolan, Tevbe/60 ayetinde bildirilen muhtaç insanlara verilmesidir. Zekâtını veripte yaşantısı hakkında bilgisi bulunmadığı insanların durumunu araştırmak zekât sahibine farz değildir. Fakat aldığı zekâtı gayr-i meşru yollarda harcayacak olan, açıktan günah işleyen veya namaz kılmayan kimselere zekât verilmez. Ancak zekâtın, kendisini günah işlemekten alıkoyacağı kişiye zekât verilebilir. Hz. Peygamber "Yemeğinizi Allah'ın muttaki kullarına yedirin; (yapacağınız) iyilikleri de mü'minlere yapın!" buyurmuştur.
SORU: Tarım ürünlerinin, ticaret mallarının, vücudun veya daha başka şeylerin zekâtı var mıdır?
CEVAP: Vücut zekâtı diye bir zekât vardır; buna baş zekâtı veya sa-daka-i fıtır da denir. Müslüman kendisi ve bakımını üstlendiği kişiler için yılda bir kere sadaka verir. Zamanı her yılın Ramazan ayının sonudur. Fitre için verilecek şey basit ve az bir miktardır. Zira bir ölçek arpa veya buğday dört kişinin fitresine yeter.
Bazı müfessirler A'lâ/14 ayetinde geçen ve yapanların mutlaka kurtuluşa erecekleri bildirilen tezkiye (nefsî arınma) ile fıtır sadakasına işaret edildiği görüşündedirler.
Tarım ürünlerinin zekâtı ise ürünün belli bir miktara ulaşmasıyla verilir.
Bu zekâta, En'am/141 ayetinde "(Mahsullerin) devşirilip toplandığı günde hakkıru (zekât ve sadakasını) verin!" buyurularak işaret edilmiştir.
Ayetten de anlaşıldığı üzere tarım ürünlerinin zekâtı hasat edildiği zaman verilir. Oranı ise onda birdir (%10). Ancak bu oran toprağın yağmur suyu ile kendiliğinden sulanmasına göredir; ki bu tür tarım günümüzde azdır.
Toprak herhangi bir araç ile ve insanlar tarafından sulanıyorsa bu oran yirmide bire düşer (% 5).
Bu zekât buğday, arpa, hurma, üzüm, darı vb. meyve ve baklagillerden verilir.
Bir de ticaret mallarının zekâtı vardır. Semure b. Cündüb (r.a) "Hz. Peygamber (s.a) bize, satmak üzere elimizde bulundurduğumuz şeylerin zekâtını vermemizi emrederdi" demektedir.
Bunun sebebi, el değiştirip para kazandıran ticaret mallarının nakit para sayılmasıdır. Bunlar tıpkı zekât verilmesi farz olan altın ve gümüş gibidir.
Ticaret mallarında zekât kırkta birdir (% 2.5).
Ticarette kullanılmayan fakat biriktirilmiş, olan paraya da zekât vardır. Üzerinden tam yılın geçmesi ile bunda da zekât farz olur; oranı da ticaret mallarında olduğu gibi % 2:5'tur. Farz olan zekâtı vermeyenler hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
Altın ve gümüş (biriktirerek) yığıpta onları Allah yolunda harca-mayanlan acıklı bir azabla müjdele! (Bu paraların) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınlarının, yanlarının ve sırtlarının dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri(n azabını) tadın!" (Tevbe 34-35)
Bir de zînet eşyalarının zekâtı vardır. Tabii ki bunda da kadının süs olarak kullandığı altın ve gümüşün nisab miktarına ulaşmış olması gerekmektedir; oranı ise % 2.5ftur.
Hayvanlarda da cinsine göre nisabdan fazla bulunma ve yılın yarıdan fazlasını otlakta geçirmiş olma şartı vardır. Bu zekâtta nisab miktarı ve oranı hayvanların cinsine göre değişiklik arzetmektedir. Fıkıh kitaplarında bu konuya dair uzun izahat vardır. Hayvanlardan deve, sığır, koyun ve keçiden zekât verilir.
SORU: Zekât verecek düzeyde malı-mülkü bulunmakla birlikte borçlu olan kimseye zekât gerekir mi?
CEVAP: Zekât İslâmî farzlardan biri olup farziyeti Kur'an, hadis ve icma' ile sabittir. Zekât, nisab miktarı mala sahip olan müslümana farzdır. Farzolması için, malın üzerinden tam bir hicrî yılın geçmesi gerekir; ki fıkıhta buna havelân-ı havi, yani "yılın dönüp ikinci yıla geçmesi" denir.
Fıkıh âlimlerinin bildiriğine göre böyle bir durumda öncelik, borcun ödenmesindedir. Borç ödendikten sonra nisab miktarı mal veya para kalmışsa onun zekâtı verilir; kalan mal zekât verecek miktarda değilse veya hiçbir şey kalmamış ise zekât farz olmaz.
Bunun sebebi, borçlu kimsenin mal-mülk sahibi ve zengin sayıl-mamasıdır; çünkü elinde bulunan mal kendisine ait olmayıp alacaklıların hakkıdır.
Öte yandan Hz. Peygamber "Zengin olmayan kimseye zekât yoktur" buyurmuşlardır. Borçluluk durumunda ise zenginlik gerçekleşmemiştir.
Nitekim Hz. Peygamber zekât hakkında: "Bir yerin zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir" buyurmaktadırlar. Kur'an'da da "Onların mallarından sadaka (ve zekâtı) al!" (Tevbe/103) ifadesi, mal sahibinin, malında dilediği gibi tasarruf etme hakkı olduğunu göstermektedir. Oysa borçlu kimse, gerçekte elindeki malın sahibi değildir.
Borcun, ödünç alma yoluyla bir insana, yahut kefaret ve adak yoluyla Allah'a ait olması arasında fark yoktur; çünkü Hz. Peygamber "Allah'ın borcu, ödenmeye çok daha layıktır" buyurmuşlardır.
Soruda durumu anlatılan kişi işe borcunu ödemekten başlar; elinde nisab miktarı mal kalırsa onun zekâtını verir. Borcunu ödedikten sonra nisab miktarı mal kalmışsa veya hiç kalmamışsa zaten zekât vermekle yükümlü değildir.
SORU: Fıtır sadakası nedir? Hangi tarihte emredilmiştir? Miktarı ne kadardır?
CEVAP: Fıtır sadakasınrmüslümanlar Ramazan ayının sonlarında vermeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. "Fıtır sadakası" adının verilmesi, Ramazan ayında iftar halinin başlaması ile birlikte vacib olduğu içindir. Bu; para, ticaret malı ve tarım ürünlerinin zekâtından farklı bir-şeydir. Fıtır sadakasına baş sadakası da denir; çünkü fert başına Ödenmesi; kadın-erkek, küçük-büyük herkese vacibdir.
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: "Hz. Peygamber fıtır sadakasının Ramazan ayında, hurma veya arpada bir ölçek[33] olmak üzere hür-köle, kadın-erkek, küçük-büyük her müslümana vacib olduğunu bildirmişlerdir.
Fıtır sadakası Ramazan orucu ile birlikte hicret'in ikinci yılının, şaban ayında emredilmiştir.
Fıtır sadakasının emredilmesinde birtakım hikmetler vardır. Şöyle ki:
1. Fıtır sadakası oruçlunun manen temizlenmesinde bir çeşit mükemmellik sağlar. Kişinin oruç tuttuğu sırada olabilecek birtakım eksiklikleri ve kusurları bu sayede telâfi edilmiş olur.
2. Fakir ve muhtaçlar için bir yardımdır. Bunda, orucun hedeflerini gerçekleştirme yolunda bir uygulama sözkonusudur. Sadaka-i fıtr, oruçluya, fakir ve muhtaç kimselerin yaşadığı mahrumiyeti hissettirir.
3. Güçsüzlerin, kimsesizlerin ve yoksulların bayramı karşılamalarına yardımcı olur. Fitre verenler de onların sevinç ve kıvançlarına mali güçleri ile katılmış olurlar.
Abdullah b. Abbas şöyle diyor: "Hz. Peygamber fıtır sadakasını oruçlunun birtakım kusurlardan temizlenmesi ve yoksullara da bir gıda olması için vacib kılmıştır. Bayram namazından önce verirse makbul bir zekât yerine geçer. Namazdan sonra verenler için ise sıradan bir sadaka olur".
Demek ki fıtır sadakası oruçlunun, oruç tutarken söylediği ve yaptığı boş ve nahoş şeylerden temizlenmesi ve yoksullara da yiyecek sağlanması amacıyla emredilmiştir. Bayram namazından önce veren bir çeşit zekât vermiş olmaktadır. Bayram namazından sonraya bırakıldığında ise sadece, sadaka yerine geçer. Fıtır sadakasının miktarı, insanın yaşamakta olduğu beldede yılın yarıdan fazlasında yemeyi âdet edindiği darı, buğday, arpa gibi baklagiller cinsinden bir sa'dır.[34]
Fıtır sadakasını para olarak da vermek caizdir. En iyisi biraz fazlaca vermektir; ki gerektiği kadarının verildiğinden emin olunsun.
Fıtır sadakası, gücü yeten herkese vacibdir. Gücü yetenden kasıt ise nisab miktarı malı veya kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyacından fazla imkânı olmaktır. Böyle kişiler, küçük çocukları ve hizmetçileri gibi bakmakla mükellef olduğu kimselerin fitresini de verirler.
Fıtır sadakasını Ramazan'ın herhangi bir gününde vermek caizdir Fakat bayrama yakın günlerde vermek daha faziletlidir. Bunun içindir ki bir grup fıkıh âlimi "Fıtır sadakasını Ramazan'ın son iki gününe ertelemek caizdir" demişlerdir. En son bayram gecesine kadar ertelenip bayram namazı öncesinde verilir. Daha fazla ertelemekse caiz değildir; çünkü Hz. Peygamber fitrenin bayram namazından çıkılmadan Önce verilmesini emretmişlerdir.
Sadaka-i fıtr, zekât verilecek yerleri bildiren Tevbe/60 ayetindeki sekiz sınıfın hepsine de verilir. Fakat fakir ve yoksullar daha lâyıktır Hz. Peygamber bayram sevincinin herkes arasında yaygınlaşmasını temin için "Fakirleri (fıtır sadakası vermek suretiyle)- bayram günü dilenmekten kurtarın!" buyurmuşlardır.
SORU: Fıtır sadakası sadece aile bireyleri için mi verilir? Yoksa hizmetçiler ve ailede çalışan kadınlar için de vermek gerekir mi? Miktarı ne kadardır?
CEVAP: Fıtır sadakasını aileden sorumlu kişi (aile reisi) kendisi, oğullan ve evlenmedikleri sürece ne kadar büyük olurlarsa olsunlar kızları için verir; zira bunun bir adı da "baş sadakası"dır. Bu itibarla fitre, ailedeki fert başına, onların bakım yükümlülüğünü taşıyan kişi tarafından verilir. Buna evde kalan ve aile fertleriyle birikte yeyip içen hizmetçilerle ev çalışanları da girer; çünkü aile reisi onların da bakımını üslenmiştir. Evde kısıtlı bir zaman ücret karşılığı çalışıp ev halkı ile birlikte yeyip içmeyen ve onlarla birlikte kalmayanlarsa aile bireylerinden sayılmaz; çünkü aile reisi onların bakımından sorumlu değildir. Dolayısıyla fitrelerini vermekle de yükümlü olmaz.
Fıtır sadakasının mikdanna gelince; bir Mısır ölçeği darıya biraz daha ilave edildiğinde dört kişinin fitresini karşılamaktadır. Ancak gücü yetenler buna gönül hoşnutluğu ile bir parça daha ilave ederlerse sevabı çok daha fazla olur. Allah Teâlâ iyilik yapanlann ecrini asla zayi etmez.
SORU: Malının zekâtını vermeyen kimse hakkında İslâm'ın görüşü nedir? Kendisine nasihat edildiğinde "Zekât 80 milyon dinar düzeyinde parası olan zenginlere farzdır. Benimse 10 milyon dinar kadar bir param var" diyen kimsenin hükmü nedir?
CEVAP: Zekât İslâm'ın farzlarından ve üzerine kurulduğu temellerden bindir. Zekâtı inkar eden kâfir olup Hz. Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur; ihmal edip -inkâr etmeksizin- yerine getirmeyense günahkâr bir fasık olur. İslâm devletinin başkanı -gerekirse- güç kullanarak zekâtı kendisinden alır.
Zekâtın farziyeti Kur'an, hadis ve icma' ile sabittir. Şu ayetler zekâtın farz olduğunu bildirmektedir:
Onlann mallarından sadaka (ve zekât) al ki bununla Kendilerini (günahlardan) arındırıp, (sevaplarını) artırarak yüceltesin. (Tev-be/103)
Namazı tastamam kılın, zekâtı hakkıyla verin! (Bakara/43)
Bununla beraber (kâfirlikten vazgeçip) tevbe eder, namaz kılıp zekâtı verirlerse, artık onlar dinde Jcardeşlerinizdir. (Tevbe/11)
Onlar, (o mü'minler) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimizde namazı kılar, zekâtı verirler. (Hac/41)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: İslâm şu beş şey üzerine bina edilmiştir:
1. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna şehâdet etmek,
2. Namaz kılmak,
3. Zekât vermek, .
4. Oruç tutmak,
5. Yoluna gücü yetenler için Kabe'yi ziyaretle haccetmek. Bir diğer hadiste şöyle Duyurulmaktadır:
Allah Teâlâ müslümanların zenginlerine -fakirlere yetecek derecede- mallannm bir miktarını zekât olarak vermelerini farz kılmıştır.
Mal varlığı nisab miktarına ulaşıpta kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin zorunlu temel ihtiyaçlarından fazla olan ve üzerinden de bir yıl geçen kimseye zekât farz olur.
Nisab miktarı; altında 20 miskal (81.18 gr.), gümüşte ise 200 dirhemdir (561,2 gr.).
Buna göre: "Zekât ancak 80 milyon dinarı olan kimseye farz olur" diyen kimse ya cahildir veya dinin zekât emri ile alay etmektedir. Cahil ise gerekli bilgileri derhal öğrenmelidir. Şayet alay maksadıyla söy-lemişse tevbe etmesi gerekir.
Görünen odur ki İslâm dünyasında müslümanların çoğu zekât farzını yerine getirmemektedir. İhmal edilen bu İslâmî vecîbeyi uygulamak sosyal adaletin ve müslümanlar arasındaki dayanışmanın en önemli kurallanndan biridir.
SORU: Hayatta iken bazı görüşleri İslâmî prensiplerle çelişen biri 'Çin ölümünden sonra sadaka verilse, sevabı kendisine ulaşır mı?
CEVAP: Bir müslüman öldüğünde gerek önden gönderdiği gerekse de geride bıraktığı hayır ve iyiliklerden yararlanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
İnsanoğlu öldüğünde şu üç şeyin dışında tüm ameli kesilir:
a- Sürekliliği olan hayır müessesesi (sadaka-i câriye),
b- Faydalı bir ilim,
c- Kendisine hayır-dua eden çocuk.
Bir diğer hadiste de şöyle Duyurulmaktadır:
Vefatından sonra mü'mine, sağlığında yaptığı iyi işlerden şunlar ulaşır: Öğrenip yaydığı ilim, arkada bıraktığı sâlih evlat, miras bıraktığı Kur'an, yaptırdığı camii, yolda kalanların barınacağı konaklama yeri, açtırdığı su kanalı, veya sağlığında iken verdiği sadaka, İşte bunlar(ın sevabı) öldükten sonra da kendisine ulaşır.
Vefat eden bir kimsenin arkasından yaşayan bir yakını onun ifa etmediği dinî bir görevi yerine getirebilir; ölü de bundan fayda görür. Bu, bazen tutulmamış bir oruç olur.
Adamın biri: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ölen annemin bir aylık oruç borcu vardı. Bu orucu onun yerine ben kaza edebilir miyim?" diye sorduğunda Hz. Peygamber "Allah'ın borcu ödenmeye daha layıktır" buyurdular.
Bu borç bazan hac olur.
Bir keresinde bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek "Yâ Rasûlallah! Annem haccetmeyi adamıştı; ancak yerine getiremeden vefat etti. Onun yerine bunu ben yapabilir miyim?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular: "Evet onun yerine haccet! Annenin (birisine) borcu olsaydı onu öder miydin? (Elbette ki Öderdin). Öyle ise Allah'ın borcu ödenmeye daha layıktır".
Vefat eden kimsenin İslâmî hükümlerle çeliştiği söylenen fikirleri, farklı görüşlerin bulunduğu ihtilaflı bir konuya veya İslâm'ın fer'î (detaya ilişkin, asl'a taalluku olmayan) meselelerinden biriyle ilgili
olabilir. Bu durumda o kişinin İslâm dışına çıktığını söylemeyiz. Bir kişi müslüman olarak kabul edildiği sürece de hakkında -diğer müslü-manlarda olduğu gibi- îslâmî hükümler geçerli olmaya devam eder.
Fakat bir kimse İslâm'ın esaslarından veya ana kurallarından birini inkar veya dinde bulunması zorunlu olan birşeyi reddederse tevbe edinceye kadar İslâm dışına çıkmış olur.
Bilindiği üzere kâfir olarak ölen kimse, arkasından yapılan hayırlardan faydalanamaz; zira Allah Teâlâ şirk koşanları asla affetmeyeceğini Kur'an-ı Kerim'de bildirmiştir.
SORU: Çarşıda (İslâm devleti için esnaftan^ vergi toplamak mı, yoksa gümrük memurluğu mu daha makbul, daha sevablı bir iştir?
CEVAP: Çarşıda İslâm devleti için vergi tahsilatı yapmakla eşyalara tahakkuk eden gümrüğü almak arasında büyük bir fark yoktur; çünkü ikisi de İslâm devletinin hakkı olan bir malı tahsil etmektir. Vergiler meşru oldukça, devlet başkanının kamu yararı için toplama emri ile olup, zulümle almak sözkonusu olmadıkça vergi toplama görevi meşrudur, bu görevi yapmak da insana sevab kazandırır. Yeter ki bu görevi yapan kişi ihlaslı olsun, emanete riayet edip adaletten ayrılmayarak meşru ve mubah sınırların dışına çıkmasın.
Bu tür görevlileri zekât memurları ile kıyaslamak mümkündür. Nitekim bunları da devlet başkanı veya onun yerine bakan kimse görevlendirmektedir. Zekât malını korumakla vazifeli kişiler de böyledir. Bu kimselerin, topladıkları zekâttan ücretlerini almaları caizdir.
İbn'us-Sa'di el-Mâlikî şöyle anlatıyor:
Hz. Ömer beni zekât toplamakla görevlendirmişti. Görevim bitip-te topladıklarımı kendisine teslim ettiğimde bana bir ücret verilmesini emretti. "Ben bu işi sadece Allah rızası için yaptım" diye itiraz edecek oldum. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Verdiğimi al!" dedi ve şöyle devam etti: "Ben de Hz. Peygamber zamanında bi-rara zekât memuru olarak görevlendirilmiştim. Ücret verilince senin söylediklerini söylediğimde, Allah Rasûlü buyurdular ki: "İstemediğin halde sana birşey verilecek olursa (onu) al. Sonra ister ye istersen sadaka olarak dağıt!"
Görünen odur ki soru sahibi bu ilahi görevi üstlenmekten çekinmektedir. İhtimal ki bazı dinî kitaplarda geçen "Tahsildarlar cennete giremez" gibi hadisleri okumuştur.
Alimler, bu hadisin haksız yere, zulüm ve zorbalıkla vergi alanlar hakkında söylendiğini bildirmişlerdir. Aslında eskiler bu görevi eksiklik yahut fazlalık yapma korkusundan dolayı mekruh saymışlardır. Fakat güvenli bir şekilde ve Allah'ın mubah kıldığı ölçüler dahilinde olup adaletsizlik ve zulüm yapılmadıkça ne mekruh ne de haram olur.
Nitekim ilim adamları haram olan verginin, zâlim idarecilerin insanlardan haksız yere aldıkları vergiler olduğunu bildirmişlerdir. Hatta öşür hakkında da böyle yasaklar vardır; ancak bu da aynı şekilde zulüm ve zorbalıkla alınan öşür hakkındadır. İbn'ül-Esîr Nihâye isimli kitabında "Bir öşürcü ile karşılaştığınızda onu öldürün!" hadisine yer verdikten sonra şu açıklamayı yapmaktadır:
"Öşrü İslâm'dan önceki dönemde (câhiliyede) olduğu gibi (zulümle) toplayan ve eski dinsizliğine devam eden birini görürseniz öldürün!" demektir. Bunu yapan kişi müslüman idiyse bile kâfir olmuştur; çünkü İslâm'dan Önceki uygulamayı helâl sayıp Allah'ın emrettiği kırkta bir zekâtı uygulamamıştır. Allah'ın emri olan öşür almak her halükârda güzel ve hoştur. Nitekim bir grup sahabe hem Hz. Peygamber, hem de ondan sonra gelen halifeler için Öşür toplamışlardır.
Bundan anlıyoruz ki yapılan iş mubah ve helâl olup, görevli görevini emanete riayet ederek, adaletli ve ihlaslı bir şekilde yaptığı takdirde ister gümrükte çalışsın, isterse de çarşıda vergi toplasın, vazifesini
yapmakla sevab da kazanır.
SORU: Sıkıştığım zaman faydalanmak üzere biriktirdiğim bir miktar altınım var. Buna zekât gerekir mi?
CEVAP: Altında zekât 20 miskale (81.18 gram) ulaşınca farz olur. Bir insanın bu kadar altım bulunur, üzerinden de bir yıl geçerse kırkta bir oranında zekât vermesi gerekir. Altının külçe halinde bulunması ile işlenmiş olması arasında bir fark yoktur.
Soru sahibi elindeki altını ticarette veya bina, arsa gibi yatırımlarda değerlendirebilir. Böyle yapmak, parayı âtıl olarak tutmaktan daha iyidir.
SORU: İslâm devletine verilen vergi, zekât yerine geçer mi?
CEVAP: Zekât, Allah'ın emrettiği İslâmî farzlardan biridir ve kimlere verileceği Kur'an-ı Kerim'de belirlenmiştir. Sünnet (hadisler) de hangi mallarda ve ne oranda verileceğini açıklamıştır.
Vergi ise devletin halkına yüklediği ve herkesin gücü ve işi itibariyle değişiklik arzeden mali bir yükümlülüktür. Devlet vergiyi okul, hastane, fabrika, yol yapımı; silah, harp mühimmatı ve diğer kamu ihtiyaçları için kullanır.
Vergiler şartlara göre değişir; savaş ve barış zamanlarında artar ya da eksilir. Zekât miktarları ise değişmez. Zekât her millette bulunan fakirlerin ve yoksulların; vergi ise devletin hakkıdır; devlet bu vergileri hem belirlerken, hem de sarfederken adaletli olmalıdır.
Sonuç itibariyle devlete verilen vergi zekât yerine geçmez. Nitekim zekât da vergi toplanmamasını gerektirmemektedir.
SORU: Zekât verecek derecede varlığı bulununan bir müslüman zekâtını camii yapımı için verebilir mi?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre camii yapımı için zekât vermek caiz değildir; çünkü burası Allah Teâlâ'nm Tevbe/60 ayetinde zekât verileceğini bildirdiği sekiz sınıftan birine dahil değildir.
Kimi âlimlerin bildirdiğine göre Allah Teâlâ zekât'ı sadaka olarak isimlendirmiştir. Sadaka da muhtaç olan kimseye, mülkü olmak üzere verilen maldır. Cami ise, mülk edinebilecek bir şahıs değildir ki ona zekât verilebilsin.
Zekât ayetinde geçen Allah yolunda olmayı, âlimlerin ekseriyeti "Allah yolunda cihad" ile tefsir etmişlerdir.
Bazı âlimlere göreyse böyle bir tefsir Allah yolunda olmayı sınırlamakta ve daraltmaktadır. Halbuki bu ifadeden maksat "Allah'ın rızasına ulaştıran yol"dur. Cihad bu yollardan sadece bir tanesidir. Allah Teâlâ rızasına, cihaddan başka yollarla erişilmesini engellemez. Bu yorumu dikkate aldığımızda Allah yolu ifadesi her çeşit hayrı içine almaktadır; dolayısıyla camii ve hastane yapımı vb. hayırlar Allah yolu ifadesine dâhil olur. Bu görüşü savunanlara göre camii yapımına zekât vermekte bir mani yoktur. Ancak müslüman bu konuda ince düşünmeli; çevresinde camii yapımı zaruret derecesinde olmayıp yeteri kadar camii varsa yeni bir camii yapımı için zekât vermemelidir. Şayet camii yapımına şiddetle ihtiyaç varsa -yukardaki görüşe göre- zekât vermekte bir sakınca yoktur.
SORU: Namaz, oruç gibi Allah'ın diğer emirlerini yerine getirmeyen kimsenin zekâtı kabul olur mu?
CEVAP: Allah Teâlâ'nın rızasına ermek, hesabından ve cezasından kurtulmak için her müslüman, O'nun farz kıldığı vecîbe ve görevleri yerine getirmelidir. İnsan bunların ne kadarını yerine getirirse Allah'a o kadar yakın olur. Ancak bir farzın yerine getirilmesi, diğerlerinin edasına bağlı olmayıp; her farzın hakkı, sevabı, hesabı ve cezası ayrıdır.
SORU: Hadisde zikredilen beş esastan birisi zekâttır. Rasûlullah (s;a) şöyle buyurmuşlardır:
İslâm dini şu beş esas üzerine kurulmuştur:
1. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun peygamberi olduğunu şahitlik etmek,
2. Namaz kılmak,
3. Zekât vermek,
4. Oruç tutmak
5. Yoluna gücü yeten için Ka'be'yi (ziyaretle) haccetmek.
Allah'ın farz kıldığı zekât içerisinde tanm ürünlerinin zekâtı da vardır.
Fıkıh âlimleri tarım ürünlerinde zekâtın farz olduğuna şu ayetleri delil göstermektedirler:
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın! (Bakara/267)
Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O'dur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyîn. Devşirilip toplandığı gün de hakkını verin! Fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. (En'âm/141)
Tarım ürünlerinin zekâtı buğday, dan, pirinç, ful, mercimek ve diğer mahsullerle meyvelerden verilir; zira Kur'an-ı Kerim'de topraktan çıkıp yetişen herşeyden zekât verileceği bildirilmiştir.
Tarım ürünlerinin zekâtı hasat zamanı verilir. Ancak bu zekât, altın ve gümüşünkine benzemez. Altın ve gümüşün üzerinden bir yıl geçmesi gerekirken toprak mahsullerinde, yılda birden fazla ekim yapılıyorsa, elde edilen ürünün nisab miktarına ulaştığı her hasatta zekât vermek gerekir.
Fıkıh âlimleri bu zekâtın; buğdayın samanından ayrılıp ambara konacağı, hurmanın da kurutulduğu zaman verlimesi gerektiğini bildirmişlerdir; zira ölçme ve hesaplama bu şekilde daha iyi olur.
Tarım ürünlerinde verilecek zekât oranı, toprağın çiftçi tarafından bir zahmet ve gayret olmaksızın yağmur suyuyla kendiliğinden sulanması durumunda %10'dur; zira hadiste "Göğ'ün suladığı mahsulde onda bir (zekât) vardır" Duyurulmuştur.
Toprağın çeşitli araçlar ve masrafla sulandığı mahsullerde ise zekât oranı % 5'dir. Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
Gökten ve pınarlardan (kendiliğinden) veya yerin altındaki su damarlarından sulanan arazi (nin mahsulün)de ondabir, alet aracılığı ile sulananlarda ise yirmidebir zekât vardır.
Toprak bazen masrafla bazen yağmur suyu ile sulanıyorsa, hüküm fazla sulanana göredir. Eşit olması halinde % 7.5 olarak zekât verilir.
Tarım ürünlerinde de zekâtın farz olması İçin bir sınır, nisab vardır; ki bu miktar Mâliki mezhebine göre 50 ölçektir. Bu hususta Ebû Said el-Hudrî'nin rivayet ettiği "Beş veskten aşağı hurmada zekât yoktur" hadisi delil olarak gösterilmektedir.
Vesk 60 sa' hacminde bir ölçektir.[35] Buna göre ziraat mahsullerinde nisab miktarı 50 ölçektir.
Pirinç gibi kabuğu ile ambarlanan mahsullerde ise nisab miktarı on vesktir.
Tarım ürünlerinde zekât orta kalitede mahsulden verilir; birinci kalite mahsulden vermek şart değildir. Ancak kişinin zekâtını -kendi tercihi ile- birinci kalite mahsulden vermesine de herhangi bir engel yoktur. Ürünün en kalitesizini vermekse haramdır; çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız derecede kötü ve değersiz şeylerle hayır yapmaya kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir ve övülmüştür. (Bakara/267)
Ziraat yapılan arazi kiralanmış ise, fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre mahsulün zekâtını kiracı verir; çünkü üründen faydalanan ve ekip biçen odur.
Nitekim tarım ürünlerinde zekâtı emreden En'am/141 ayetinde: "Hasadı günü onun hakkını verin!" Duyurulmaktadır. Burada sözü edilen hak -arazinin değil- ürünün hakkıdır. Yine Bakara/267 ayetinde: "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın!" buyuruluyor. Yerden çıkarılan ise mahsuldür; mahsul sahibi de kiracıdır.
Burada bir hususu daha ifade edelim ki tarla sahibi arazisi için haraç vergisi ödüyorsa bu, fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre zekât yerine geçmez; zira zekât dinî, vergi ise medenî bir hak olup ikisi ayrı ayrı görevlerdir.
Ancak bir grup fıkıh âlimi tarla için haraç vergisi ödeniyorsa ay-nca ürün zekâtı gerekmeyeceği görüşündedir. Bunlara göre zekâtla vergi birarada uygulanamaz. Fakat birinci görüş tercihe daha elverişlidir.
Tanm ürünlerinin zekâtı; zekât verilecek kimseleri bildiren Tev-be/60 ayetindeki sekiz sınıftan herhangi birine verilebilir.
Zekât veren kimse Allah Teâlâ'nın zekâtı bir bakıma malı temizlemek bereketlendirmek için emrettiğini bilmelidir. Yine zekât yolu ile insanlar arasında yardımlaşma sağlanmakta ve merhamet duygusu yerleştirilmektedir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, yedi başak bitiren dâne gibidir ki, her başakta yüz dâne vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir. Allah'(m hazinesi geniştir). (O) herşeyi bilir. (Bakara/261)
Bir diğer ayetteyse şöyle buyurulmaktadır:
Kim Allah'a güzel bir Ödünç verecek olursa, Allah onun karşılığını kat kat verir. Ayrıca ona çok değerli bir mükafaat da vardır. (Hadîd/11)
Bakara Suresinde de "Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (karz-ı hasen, ödünç) verecek olan kimdir? Allah dilediğine bolca verir, (dilediğine) de kısar. Sadece O'na döndürüleceksiniz" (Bakara/245) buyurulmaktadır.
SORU: Kadm'ın süs için kullandığı altın ve gümüşten yapılmış ziynet eşyasına zekât farz mıdır?
CEVAP: Sünen isimli hadis kitaplarında Amr b. Şuayb yoluyla rivayet olunduğuna göre birgün kadının biri kızı ile birlikte Hz. Peygam-ber'i ziyarete gelir. Kızın kolunda kalınca iki bilezik gören Hz. Peygamber: "Bunun zekâtını veriyor musun?" diye sorar. "Hayır!" cevabını alınca da "Allah'ın bunlan kıyamet gününde ateşten iki bilezik olarak koluna takmasından hoşlanır mısın?" buyurur. Bunun üzerine kızcağız bilezikleri derhal kolundan çıkararak "Bunları Allah ve Rasûlü için (Allah yolunda harcanmak üzere) veriyorum" der.
Ümmü Seleme validemiz şöyle anlatıyor:
Ben halhal ve bilezikler takardım. "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kenz midir?" (Tevbe/34-35 ayetlerinde altın ve gümüşü toplayıp-ta zekâtını vermeyenlerin şiddetli bir şekilde cezalandınlacakları belirtilmektedir. Ümmü Seleme "Bu kenz midir?" diye sorarken, "Bu halhalları kullanmak ayetteki cezayı gerektirir mi?" demek istemiştir.) diye sorduğumda Hz. Peygamber "Zekât verecek dereceye ulaştığında zekâtını verirsen kenz değildir" buyurdular. (Ebû Dâvud ve Hâkim)
Hz. Âişe de şöyle anlatıyor:
Rasûlullah (s.a) bir gün elimde gümüşten yapılmış iri yüzükler gördü: "Bunlar nedir yâ Âişe?" diye sordu. "Bunlan sana karşı süslenmek için yaptım" dediğimde bu kez zekâtını verip vermediğimi sordular. "Hayır!" deyince de "Bu sana ateş olarak yeter!" buyurdular." (Ebû Dâvud ve Hâkim)
Bu hadislere dayanan mezheb imamlanndan bazıları kadmlann süs için kullandığı ziynet eşyasında da zekâtın farz olduğunu söylemişlerdir.
Hatta İbn Hazm'a göre altın ve gümüşten yapılmış her ziynette zekât farzdır; helâl olsun haram olsun, kadın ya da, erkek kullansın hüküm aynıdır.
Ancak Tirmizî ilk hadisi, senedinde İbn Lehîa isimli kimsenin bulunması sebebiyle zayıf saymıştır. Bazı mezheb imamlan da yukarda-ki hadislerin kadınlara altın kullanmanın helâl kılınmasından önce veya süslenmekte aşırıya kaçmaktan sakındırmak için söylendiğini ifade etmişlerdir.
Nitekim Nafi'nin rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ömer, kızlarının ve cariyelerinin taşıdıkları süs eşyalarının zekâtını vermezmiş. Bunu Mâlik ve Şafiî de rivayet etmiştir.
Beyhakî ve Şafiî'nin rivayetine göre Amr b. Dinar şöyle demiştir: "Câbir b. Abdillah'a "Ziynet eşyasında zekât var mı?" diye sorulduğunda "Hayır! Bin dinar kadar çok da olsa ziynet eşyasında zekât yoktur" cevabını verdi".
Dârekutnî'nin rivayetine göre Hz. Ebû Bekr'in kızı Esma, kızlarına 50 bin altınlık süs eşyası takar, fakat zekâtını vermezmiş.
İmam Mâlik'in rivayetine göre de Hz, Aişe himayesine aldığı yetim yeğenlerinin taktığı ziynet eşyalarının zekâtını vermezmiş.
Bu rivayetlere dayanan Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebleri küpe, yüzük, bilezik ve halhal gibi kadınların kullandıkları ziynet eşyasında zekâtın farz olmadığı görüşündedirler. Ayrıca Hanbelî mezhebinde elmas, inci ve mercan gibi mücevherata da zekât yoktur.[36] Bu iki görüşten başka Enes'den (r.a) gelen üçüncü bir görüş daha vardır, ki buna göre ziynet eşyasında zekât bir kere farz olur; sonraki yıllarda tekrar zekât vermek gerekmez.
Buraya kadar söylenilenler sadece süs için kullanılan ziynet eşyası içindir. Ziynet eşyası ticaret amacıyla bulunduruluyorsa durum başkadır. Meselâ bir kadının ticaret yapmak maksadı ile elinde tuttuğu ziynet eşyası ticari mal sayılır ve dolayısıyla (üzerinden her sene geçişinde) zekâtının verilmesi farz olur.
Bununla beraber kalbin bu konuda mutmain olabilmesi için şunu söyleyebiliriz: Sadece süslenmek için bulundurduğu ziynet eşyasının yaşadığı sosyal hayat düzeyine uygun düşecek miktarı, kadın için, ihtiyaç duyduğu bir eşya olur. Bu sebeple de zekât gerekmez.
Ancak kadının bulundurduğu ziynet eşyası ihtiyaç duyduğu miktardan fazla olup biriktirmek veya satmak için elde tutuluyorsa zekâtının verilmesi gerekir.
SORU: Define nedir? Bunda verilecek zekât ne kadardır?
CEVAP: Define -ki Arapça'sı rikâz'dır- tslâr^'Han Önce toprakta gömülü olan hazine demektir. Ancak bu Hicâzlılara göredir; Iraklılara göre ise yerden çıkarılan madenlerdir. Rikâz kelimesinin sözlük anlamında iki mana da vardır; çünkü her ikisi de yeryüzününde, yani toprağın altındadır. Üçüncü bir görüşe göreyse İslâm'dan önceki cahiliye döneminin veya eski zamanların paralarıdır.
Bir hadis-i şerifte "Rikâzda beşte bir (oranında zekât) vardır" bu-yurulmuştur. İbn'ül-Esîr bu hükmün İslâm öncesi; cahiliye dönemine ait definelere mahsus olduğunu söylemiştir; çünkü bunların bulunup alınması kolay ve menfaati çoktur. Zaten defineyi define yapan, fazla masraf yapılmaksızın veya büyük bir çaba harcanmaksızm bulunup elde edilme özelliğidir. Bunun içindir ki İmam Mâlik şöyle demektedir: "Bizce hiçbir görüş ^ayrılığı olmayan ve ilim ehlinden işittiğim şudur: Rikâz fazla masraf istemeden ve çokça bir çalışma ve külfet gerektirmeden bulunan cahiliye dönemine ait gömülü definedir. Masraf yapılarak, büyük çalışma ve külfetlerle aranan ve bazen bulunup bazen bulunmayan şeyse rikâz değildir".
Buna göre zahmet ve meşakkatle bulunan bir maden veya parada, fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre kırktabir oranında zekât verilir.
İster beştebir, isterse de kırktabir oranında olsun, bulunmuş definenin zekâtı, normal zekâtın verildiği kimselere verilir.
Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî'nin rivayetlerine göre Beşir el-Has'amî şöyle anlatmıştır: "Kûfe'de eski bir kilisenin sarnıcında dört-bin dirhem para bulmuştum. Alıp Hz. Ali'ye götürdüğümde beş parçaya ayırmamı söyledi. Sonra beşte birini (halife olarak ve devlet adına) aldı; kalan beşte dördünü ise bana verdi. Tam dönüp gidiyordum ki geri çağırarak "Komşularından fakir ve yoksul olanlar var mı?" diye sordu. "Evet!" deyince de "Bu beşte biri de al ve onlar arasında taksim et!" buyurdu".
Burada bir hususu daha belirtmemiz gerekir ki definelerin zekâtı konusunda fıkıh âlimleri arasında farklı görüşler bulunup bunların tafsilatı için fıkıh kitaplarına bakılmalıdır.
SORU: Vakfedilmiş mal ve mülkten (veya bunların gelirinden) zekât vermek gerekir mi?
CEVAP: İmam Nevevî'nin Mecmu isimli kitabında konuyla ilgili bilgilere rastlıyoruz: "Vakfedilmiş (arazinin) ekin ve meyvelerinin durumuna bakılır:
a- Cami, okul; fakirler, mücahidler, garipler, yetimler, dul ve yoksullar gibi kamuya ait bir ifade ile vakfedilmiş ise zekât gerekmez.
b- Eğer arazi belirli bir insan veya grup veya filan kimsenin çocukları gibi özel bir cihet yararına vakfedilmiş ise elde edilen ürünlerde ondabir oranında zekât vermek gerekir; çünkü bu kimseler vakfın gelirine sahip olup onu dilediklerince kullanabilmektedirler. Vakfedilen kişiler çok ise ve bunların herbirine düşen vakıf geliri nisab miktarına ulaşıyorsa herbiri ayrı ayrı ondabir oranında zekât verir. Herbirine düşen pay nisaba ulaşmayıp da mahsulün karışması bir problem teşkil etmiyorsa, nisab miktarına ulaşan tüm üründen -herkes için- onda bir oranında tek bir zekât vermek gerekir.
SORU: Tarım ürünlerinin her çeşidinde onda bir oranında zekât verilmesi gerektiğini işitiyoruz. Az ya da çok olsun her üründe bu oran geçerli midir?
CEVAP: Zekât, namazdan sonraki en faziletli ibadettir. Allah Teâlâ Kur'an'da 82 yerde zekâtla namazı birlikte zikretmiştir. Bu da namaz ile zekât arasındaki ilişkinin yakınlığını göstermektedir.
Zekât, insanın sahip olduğu malın Allah Teâlâ tarafından belirlenen bir bölümü olup bir çeşidi de tarım ürünlerinin zekâtıdır.
Zekâtın bu çeşidi Kur'an, hadis ve icma ile sabittir.
Kur'an-ı Kerim'de "Hasadı gününde onun (elde ettiğiniz ürünün) hakkını veriniz!" (En'âm/141) buyurulmaktadır. Bütün müfessirler bu ayetteki hakkın -oranı değişmekle birlikte- zekât hakkı olduğunu söylemişlerdir.
Bir diğer ayette de "Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan hayır için harcayın!" (Bakara/267) buyu-rulmuştur.
Hadiste de "Yağmur suyu ile sulanan (ürünler)de ondabir, dolap veya kova ile sulananlarda yirmidebir zekât vardır" buyurulmuştur.
Tarım ürünlerinin her çeşidinde zekât yardır. Ürün ister buğday, pirinç, darı, mercimek' gibi tahıl, ister üzüm, portakal gibi meyve, isterse-de soğan, sarımsak gibi sebze cinsinden olsun hüküm aynıdır. Ancak bu tüm mezhepler için geçerli olmayıp sadece bazı mezheplere göredir.
Yılda birden fazla ekim yapılması halinde -cinsi her defasında farklı dahi olsa- her mahsulde zekât farz olur.
SORU: Arkadaşlar arasında sokaklarda dilenen dilenciler konusunda büyük tartışmalar oldu; bunlara sadaka vermek caiz midir, değil midir?
CEVAP: İslâmiyet dilenmeyi hoş görmez. İslâm'da kazanç yollarından en son başvurulacak olanı dilenciliktir. İslâmiyet herşeyden önce -çalışmak zor elde edilen gelir az olsa da- çalışmayı teşvik etmiştir. Hiç bir kazanç yolu bulamayan kimseye, karnını doyurması için sırtında odun getirip satmayı öğütlemiştir.
İslâmiyet utanmayı, iffetli olmayı, olur-olmaz yerde yüz-suyu dökmemeyi ve izzet-i nefsi korumayı tavsiye etmektedir.
Bunun içindir ki İslâmiyet dilencilik mesleğine iyi bir gözle bakmamakta ve onu insanın değerini yok eden bir şey olarak değerlendirmektedir. İslâmiyet dilenciliği ancak zorunluluk halinde caiz görmektedir.
Görünen odur ki işsiz, tembel ve dilenmek için bahane arayan bazı kimseler İslâm'ın bu güzel tesbitlerinden habersizdirler. Veya İslâmiyet'in bu değerlerini görmezlikten gelerek sebepli-sebepsiz çalışmayı bırakıp dilenciliğe yönelmişlerdir. Böyleleri, dilenciliği kolay ve ucuz bir kazanç kapısı olarak görmüşlerdir. Dilenirken öyle hilelere başvuruyorlar ki akıllan durdurur. Dilencilik hastalığı yeni olmayıp nesilden nesile devam edegelen eski bir yaradır. Bu hastalıkla hep karşılaşılmış, sosyal birtakım güzellikler bununla gölgelenmiş ve toplumda hayır işleri bu yüzden sekteye uğramıştır.
Tarih pek çok yerde ve pek çok münasebetle bundan söz etmektedir. Büyük âlim Abdulvehhab Subhi (Ölm. 771 hicrî) değerli kitabı Muidum Niam ve Mübid'un-Nikani'da -ki Ezher yayın grubu tarafından yayımlamıştır- sokak dilencilerinden söz ederken şunları söylemektedir:
Allah'ın ne nimetleri vardır; O bunlara en çok gücü yetendir. Mümkündür ki, kimini dilsiz bırakır sözle istemeye gücü yetmez. Kimisini felç eder; yerinden kımıldayıp sağa-sola gidemez. Kiminin elleri kesilir, istemek için uzatamaz. Bunlar büyük bir dert gibi görünmekle birlikte aslında birer nimettir. Bu itibarla bu durumlara düşen kimse ısrarla dilenmekten vazgeçmeli ve Allah korkusundan ayrılmayıp rızkını güzel yollardan aramalıdır.
Pek çok insan dilenciliği sanat edinmiş; muhtaç olmadığı halde dilenmektedir. Camilerin kapısına oturup girip çıkanlara el uzatıyor; cemaatla birlikte namaz kılmıyor. Bazıları dilenirken öyle dualar ediyor, öyle sözler söylüyorlar ki tüyleri ürpertiyor. Bütün bunlar, dinde yeri olmayan şeylerdir. Bazısı avazı çıktığı kadar bağırarak "Allah rızası için para!" diyor. Bir hadis-i şerifte "Allah rızası için ancak cennet istenir" (yani, "Allah nzası için!" diyerek cennetten başka birşey istenmez!) Duyurulmaktadır.
Kimisi "Ebûbekir'in yüzü-suyu hürmetine!" diye dileniyor. Şuna bak! Ne büyük birşeyle ne kadar basit ve değersiz birşey istiyor!
Bu zavallıları ve müslümanların onlara birşey verdiklerini gören Hristiy ani arla Yahudiler bu manzara karşısında ya alay ediyorlar ya da sövüyorlar. Müslümanlar bunlara birşey vermemekte belki mazurdur. Ama gayr-i müslimler bunu anlamaz. Müslümanlar bu problemle gereğince ilgilenmemektedirler. Bana göre bu dilencilere karşılık yapılacak şey Allah rızasını, Hz. Ebûbekir'i veya diğer İslâmî değerleri kullanarak dilenmekten vazgeçirinceye dek cezalandırmaktır.
Bunlardan bazıları yırtık-pırtık elbiseler giyerek insanlar arasında yarı-çıplak dolaşır. Maksadı örtünecek birşeyi olmadığını veya vücudunun bir yerindeki kusuru göstererek insanları kendisine açındırıp duygu sömürüsü yapmaktır. Dilencilerin pek çok tuzak, hile ve desiseleri vardır. Aslında bu, başlıbaşına kitap yazılacak bir konudur.
Hayır yapmak isteyen müslümanın, hayrını tam yerine ulaştırabilmek için kime ve nereye verdiğini araştırması gerekir. Yardım yapacak kişi önce akrabasından başlamalıdır; çünkü akrabalar iyilik yapmaya en uygun kimselerdir. Yakınların ihtiyaçları karşılandıktan sonra komşular ve arkadaşlar arasında ihtiyaç sahipleri; sonrada diğer fakir ve yoksullar araştırılmalıdır. Böylece iyilikler lâyık olduğu yere yapılmış olacaktır.
Allah Teâlâ işlerini güzel ve sağlam yapan kullarını sever. Hayır yapmanın güzelliği de lâyık olana yapmaktır. Yoksa dilenciliği sanat haline getiren ve bir sürü hileye başvurarak sürdürene yardım yapmakta bir güzellik yoktur.
Yardım ve sadaka konusunda öyle komik şeyler oluyor ki bunlar insanın kalbini yaralamaktadır. Aslında zengin olduğu halde dilenen, serseri hayatı yaşayan nice yüzsüzlere sadaka ve yardım adı altında el uzatılıyor da gerçek yoksul ve fakirler yokluğun acılan içinde kıvranmaya terkediliyor.
Yardım yapacağımız zaman şu ayetlerin nurlu ışığını gözümüzün önünden ayırmamalıyız:
Hayır olarak harcadıklarınızın hepsi kendiniz içindir. (Ondan Allah Teâlâ değil siz faydalanacaksınız). Yapacağınız harcamayı, ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapın! Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak ve noksansız verilir ve asla haksızlığa uğramazsınız. (Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yolunda cihada adamış Allah'a itaattan başka düşüncesi olmayan, bu sebeple de yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakilere verilmelidir. (Habibim) sen onları yüzlerinden tanırsın; çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Yaptığınız ve yapacağınız hayırları Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir. Mallarını gece-gündüz, açık-gizli hayra sarfedenlerin mükafaatları Allah kalındadır. Onlar için bir korku ve hüzün yoktur. (Bakara/272-274)
İyilik yapmak isteyen kimse gerçekten fakir ve muhtaç olduğunu anladığı kişiye gerekli yardımı yapmalıdır.
Ayrıca İslâm devletini temsil eden yöneticiler de bu çirkin hastalığa son verecek çözüm yollan bulmalıdırlar. Böylece hakiki ihtiyaç sahiplerine de düzenli bir şekilde yardım eli uzatılmış olur.
SORU: Zekât aile efradının ihtiyaçları veya evin yıllık gereksinimi karşılandıktan sonra mı verilmelidir? Hanefî mezhebinin bu konudaki görüşü nedir?
CEVAP: Sorudaki zekâttan maksat fıtır sadakası ise Hanefî mezhebinin bu konudaki hükmü şöyledir: Sahip olduğu mal nisab miktarına ulaşıpta bayram gecesi ile gündüzü ihtiyaç duyacağı gereksinimlerden fazla mala sahip olan kimsenin fıtır sadakasını vermesi vacibdir. Fitrenin vacib olması yıllık ihtiyacın giderilmesine bağlı değildir.
Eğer kastedilen tanm ürünleri ile altın ve gümüşün zekâtı ise bunlarda da yıllık ihtiyacın karşılanması şartı sözkonusu değildir. Ancak altın ve gümüşte, nisaba ulaştıktan sonra üzerlerinden bir yılın geçmesi gerekir.
SORU-1: Fitrenin para ve yiyecek maddesi olarak değeri nedir?
CEVAP: Fıtır sadakasında vacib olan -selef âlimlerinin de dediği gibi- buğdaydan yarım sa' (yaklaşık 1.600 gr.); arpa, kuru üzüm ve hurmadan bir sa'dır (3.330 gr.). İmam Şafiî'ye göre fıtır sadakası, kişinin yaşadığı yerde yılın yarıdan fazlasında kullanılan tüketim maddesi cinsinden bir sa'dır.
Hanefî mezhebinde olduğu gibi fıtır sadakasının yiyecek maddesi yerine para ile ödenmesi de caizdir. Ebu Yusuf şöyle diyor: "Bana göre un buğdaydan, para bunlann her ikisinden daha iyidir; çünkü para fakirin ihtiyacını gidermekte daha etkindir. Zaten fitreden maksat bayramda yoksulun ihtiyacını gidermektir. İhtiyaç giderme ise para ile daha mükemmel olur".
Bununla birlikte ne kadar fazla verilirse dayanışma, yardımlaşma ve iyilik ruhu da o kadar gelişir.
SORU-2: Fıtır sadakası sadece oruç tutana mı vacibdir? Rama-zan'da -özürlü veya özürsüz- oruç yiyen kimsenin de fitre vermesi vacib midir?
CEVAP: Fıtır sadakası müslümana vacib olup vücûbu Kur'an'ın şu ayetine dayanmaktadır:
Nefsini (zekât vererek) arındıran ve rabbinin adını anıp namaz kılan mutlaka kurtuluşa ermiştir. (A'lâ/14-15)
Abdullah b. Ömer'e göre bu ayet Ramazan'da verilen fitre hakkında nazil olmuştur.
Fıtır sadakasının hikmeti, oruçluyu olmuş olabilecek hatalarından ve çirkin sözlerinden arındırmak; fukaraya da bayram ihtiyaçlarını karşılamakta yardım etmektir.
Abdullah b. Abbas bunu ifade ettikten sonra "Fitre bayram namazından önce veren için makbul bir zekât; namazdan sonra verene göre ise sıradan bir sadakadır" demiştir.
Fıtır sadakası, bayram günü ve gecesi kendisine ve çoluk-çocuğu-na yetecek yiyeceği olan müslümana vacib olur. Fıtır sadakasının vacib olması için oruç tutmak şart değildir. Yaşlılık, yolculuk veya hastalık sebebiyle Ramazan orucunu tutamayan kimselerin de fitre vermesi gerekir; çünkü fitre oruç şartına bağlı değildir ve oruçla mükellef olmayanlara da vacibdir.
Fıtır sadakası insanın kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin hepsine vacib olur. Kişi hem kendisinin, hem de bakmakla mükellef olduklarının fitresini vermek zorundadır.
Hayatını müstakil olarak kazanan büyük erkek çocuklarının fitresini babanın vermesi gerekmez. Ancak büyük olmalarına rağmen kazanma gücü yoksa veya öğrenci ise baba onların fitresini de verir.
Bir erkeğe ana-babasının fitresini vermek vacib olmaz. Fakat eşi-ninkini vermesi vacibdir; çünkü eşinin her türlü masrafı kocaya aittir.
İbn Ömer, "Hz. Peygamber (aile reislerine), küçük-büyük, hür-kö-le bakımını üstlendiği herkes için fıtır sadakası vermeyi emretmiştir" demektedir.
SORU-3: Fıtır sadakası kimlere verilir?
CEVAP: Fıtır sadakası muhtaç fakirlerle sıkıntı içerisindeki yoksullara verilir. Mâliki mezhebinden anlaşılan budur.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu ise Tevbe/60 ayetinde bildirilen sekiz sınıfın hepsine diğer zekâtlar gibi fitrenin de verilebileceği görüşündedir. Gene bu âlimler grubuna göre zekât ancak müslüman olanlara verilir.
Zekât sahibinin bakmakla yükümlü olduğu kişiler dışında zekât verilmeye en layık olanlar fakirlerdir. Bununla beraber bu konuda kural, fakir olan yakınlara Öncelik tanımaktır.
Kadının fitresini (ve zekâtını) kocasına vermesi(nin) caiz (olduğu görüşünde olan âlimler var)dır; çünkü kocanın bakımı karısına ait değildir. Fakat koca zekatını ve fitresini karısına veremez; zira ona bakmakla yükümlüdür. Bir görüşe göre de evin reisi, zekât ve fitresini, evde, hane halkından sayılacak derecede hizmet eden şoför, aşçı, hizmetçi gibi her çeşit masraflarını karşılamakla yükümlü olduğu kimselere de veremez.
SORU-4: Zekâtta (ve .fitrede) aslolan, verecek kişinin yaşamakta olduğu yerin fakirlerine verilmesidir; çünkü bunlar zekât sahibinin çevresinde ve en yakınında bulunan kimseler olup onun yardımını uzaktaki fakirlerden daha çok gözlemektedirler. Sonra komşunun ayrı bir hakkı ve saygınlığı vardır.
Eğer zekât sahibinin bulunduğu şehirde fakir yok ise diğer İslâm ülkelerinde bulunan fakirlere gönderir. İslâm ülkelerinin hepsi tek ülke sayılır. Bu da olmazsa devlet başkanına (veya onun temsilcisine) verir. O da beytülmâl (hazine) yoluyla müstehak olanlara dağıtır.
SORU-5: Zekâtımı şu anda yaşadığım şehrin yoksullarına mı yoksa asıl memleketimdeki fakir akrabalarıma mı vermem daha münasip olur?
CEVAP: Hanefî mezhebine göre zekât sahibi, zekâtını başka bir yerde yaşayan fakir akrabalarına göndermekle fakirin ve akrabanın hakkı olmak üzere iki hakkı birden yerine getirmiş olur. Bulunulan yerdeki akraba olmayan fakire verilecek zekâtta ise sadece bir hak (fakirin hakkı) gözetilmiş olur.
Buna göre bulunduğu şehirde olmasalar dahi zekâtını -özellikle asıl memleketindeki- fakir akrabalarına göndermesi iyi olur. Verilecek zekâtın miktarı çok ise az bir kısmını bulunduğu yerin yoksullarına, geri kalanını da memleketindeki fakir akrabalanna göndermesi daha iyi olur.
SORU: Tutulan orucun kabul edilmesi için fitre verilmesi şart mıdır? Fitre veremeyecek kadar yoksul olan kimsenin Ramazan orucu kabul edilir mi?
CEVAP: Oruç Bakara/183 ayetinde ifade edildiği üzere Allah Te-âlâ'nm kullarına farz kıldığı İslâmî bir fariza; fıtır sadakası da -hadiste bildirildiği veçhile- Hz. Peygamber'in vacib olduğunu açıkladığı dinî bir görevdir.
Oruç fitre, fitre de oruç yerine geçmez. Herbiri, müslümanlardan ayrı ayrı yerine getirilmesi istenen müstakil birer dinî vazifedir.
Hem oruç tutmayıp hem de fıtır sadakası vermeyen kimse, bunlardan herhangi birini yapmayana göre daha kötü durumdadır. Her ikisini de yapansa görevini tam olarak yerine getirmiş olur.
Ancak oruç tutup fitresini vermeyen kimse için orucu makbul olmamıştır denemez; çünkü edâ edilen orucun sevabı başlı başına ayrı bir sevabdır. Aynı şeyi fitre için de söyleyebiliriz. İslâmiyet'in bölünmez bir bütün olduğunu, İslâmî farzlann ve emirlerin eksiksiz yerine getirilmesi gerektiğini bilmemize rağmen hüküm yukarıda söylediğimiz gibidir.
Öte yandan Hz. Peygamber "Ramazan orucu yer ile gök arasında asılı kalır. Fıtır sadakası verilmedikçe (Allah katına) kaldırılmaz" buyurmuşlardır.
Muhaddislerce sıhhati hakkında farklı şeyler söylenilmekle birlikte hadis-i şerif oruç ile fitrenin hikmeti arasında bir bağ bulunduğunu gösteren bir tasvir içermektedir. Şöyle ki:
Orucun hikmetleri arasında aç kalmak suretiyle fakir ve yoksulların hallerini anlama da vardır. Bu anlayışı fitre ile uygulamaya geçirmek, bu duyguyu tecrübe ederek fukaranın bayram günü ihtiyacını gidermek oruç ile fitre arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarır. Bu durumu, bazı hadislerde açıklanan "Fıtır sadakası, oruçluyu, söylemiş olması muhtemel çirkin ve lüzumsuz sözlerden arındırır; fukaraya da bir gıda olur" ifadesi bir başka şekilde tefsir etmektedir.
Fitre verecek gücü olmayanlara gelince: Böylelerine fitre verememekten dolayı bir günah yoktur; çünkü Kur'an-ı Kerim'de "Allah hiç kimseyi gücünün yetmediği birşey ile mükellef tutmaz" (Bakara/286) buyurulmaktadır. Daha önce çeşitli sorulara cevap verirken fıtır sadakasının ancak gücü yetenlere vacib olduğunu, zekât nisabı kadar veya bayram günü ve gecesi kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyacından fazla parası veya malı olanlar tarafından verileceğini açıklamıştık. Bu fitreyi aile reisi (erkek) kendisi, eşi ve küçük çocukları için verir.
SORU: Bazı bilgisiz kimseler zekâtın gerici bir sistem olduğunu, çağdaş bir toplumda böyle birşeyin yeri olmadığını söylüyorlar. Ne dersiniz?
CEVAP: İslâm dininin getirdiği prensiplerden, emir ve Öğretilerden sıkıntı duyan birtakım kimseler vardır. Bunlar birgün uyandıklarında dinsiz ve dindarsız bir dünya bulmayı cân u gönülden arzu etmektedirler. Böylece arzu ve şehvetlerinin oluşturduğu bir dünyada dilediklerince hareket etmek kendileri için daha kolaylaşacaktır.
Bunlardan bazılarının -meselâ- "Din adamları herşeye burnunu sokmasın ve her yeni düzenlemeye "Efendim İslâmiyet zaten bunu çok daha önceleri söylemiştir. Bu konuda Kur'an şöyle diyor, hadis böyle diyor" diyerek karışmasınlar!" tarzında sözler söylediklerini görüp duymaktayız.
Bu ifade karşısında din bilginleri şaşırıp kalmaktadır; zira sonradan uydurulan veya toplumda yeni yeni çıkarılan çirkin şeylere karşı koyacak olsalar karşısındakiler kendilerini orta çağda ve karanlık dönemlerde yaşamakla suçlayacaklardır. -Varsa- İslâm'ın prensipleri ile toplumda yapılan düzenlemeler arasındaki uyumu ortaya koyup,
Kur'an ve hadisten deliller getirerek bu düzenlemelerin din bakımından da yerinde olduğunu söyleseler dini baltalama zihniyetinde olanlar tarafından kendi alanlarına girmeyen hususlara burun sokmakla suçlanmaktadır. Peki bu durumda din âlimleri ne yapmalıdır? Toplumda görülen kötülüklere karşı koymalı mı, koymamalı mı? Yapılan birtakım yerinde düzenlemeleri desteklemeli mi, desteklememen mi?
Bu "zekât gerici bîr sistemdir -veya değildir-." meselesinden daha büyük bir problemdir.
Bunlardan bazıları "islâm'da diğer dinlerde olduğu gibi hahamlık-papazlık gibi din adamı sınıfı yoktur" diyor. Oysa kendileri de çok iyi bilirler ki hiçbir müslüman İslâmiyet'te din adamı sınıfının olduğunu söylememiştir ve söylemez de. Ancak saldırgan meseleyi çarpıtarak "Toplumda din âlimlerinin bulunması gereklidir" diyeceğine "İslâmiyet'te böyle bir sınıf yoktur!" diyor. Oysa Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle buyuruyor:
Her topluluktan bir grup dinde derinlemesine bilgi edinmek ve halkları (savaştan) döndüklerinde onları uyarmak için (savaşa katılmayıp) geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar. (Tev-be/122)
"İslâm'da ruhbanlık yoktur" derken İslâm'da olması gerekenle olması imkânsız olanı birbirine karıştırmaktadırlar. İslâm'da din ilimlerini iyi bilen âlimlerin olması gereklidir; fakat papaz ve hahamlar gibi "ruhban sınıfının" bulunması imkânsızdır.
Bunlardan bazısı da "Din insan ile Allah arasındadır ve Allah ile kul arasına da girilmez" demektedir. Bir kere İslâmiyet bu sözü asla kabul etmez; zira İslâm'ı ve onun rolünü eksik tarif eden bir sözdür. Gerçekte İslâmiyet Allah ile kul, insanla kendi nefsi, insanla toplum, insanla diğer insanlar, hatta insanla hayvanlar, bitkiler ve diğer eşya arasındaki ilişkileri düzenleyen bir sistemdir.
Demek oluyor ki mesele sadece "Zekât gerici bir sistemdir" demekten ibaret değildir. Bu söz saptırmayı amaçlayan koskoca bir kitabın tek bir satırından ibarettir. Bu kabil sözleri söyleyenlerin maksadı, sonsuza kadar parlayacak bir nurun ışığından yansıyan aydınlıkta gayet net bir şekilde görünmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. (Tevbe/32)
Bunlar zekâta da dil uzatarak: "Zekât kişilere ve insanların merhametine bırakılmıştır. (Yaptırım gücü bulunmayan ve sadece) insanın hayır ve iyilik duygularına hitap eden bir olaydır" derler. Bu İslâmiyet'in kabul edemeyeceği bir iddiadır. Böyle bir anlayışı benimseyen tek bir İslâm âlimi yoktur. Sözüne değer verilecek hiçbir müslüman da böyle birşey söylememiştir.
Ezher'in yeni öğrencileri dahi bilir ki zekât fukaranın hakkı olup yerine getirilmesi zorunlu bir farzdır. Nisab miktarı malı olanlardan ve gücü yetenlerden toplanılarak meşru yöneticiler tarafından Allah'ın kitabında bildirilen yerlere sarfedilir.
Bu konudaki en büyük delil, zekât verilecek yerleri bildiren Tev-be/60 ayetindeki zekât toplamakla görevli memurlar ifadesidir. Demek ki zekâtta asıl olan muhtaçlara ve ayette sayılan kimselere verilmek üzere meşru yöneticiler aracılığı ile toplanmasıdır. Buna göre zekât yalnızca insanların hayır duygularına ve arzularına bırakılmamıştır. Oruç, hac, namaz nasıl birer farz ise, zekât da aynı şekilde farzdır. Bunların yanısıra İslâmiyet hayır sahiplerinin dikkatlerini farz olan zekâtı ödedikten sonra sadakaya çekmiş, iyilik yapılacak ve bol bol hayır işlenecek yerlere de ayrıca işaret etmiştir. - .
Sonuç olarak deriz ki: "Zekât kişisel bir iştir veya insanın hayır yapma duygusunun harekete geçmesine bırakılmıştır" sözünün doğruluktan ve gerçeklikten nasibi yoktur. N
Sonra birileri de şöyle bir zanna kapılmaktadır: "Madem ki toplumda fakirlerle zenginleri eşit düzeye getirecek kanunlar çıkmıştır. Öyle ise yakın bir gelecekte toplumda fakir ve muhtaç kimse kalmayacaktır. Veya herkesin hayat standardı, iyi ve istenilen seviyeye yükselecektir".
Oysa ekonomik düzey ne kadar yükselirse yükselsin, gene de yardıma muhtaç insanlar var olmaya devam edecektir. Ayrıca zekât sadece ihtiyaç sahiplerine verilen birşey değildir. Çerçevesi daha geniş olup pek çok düzenlemede s atfedilebileceği yerleri vardır. Bu sebepledir ki zekât ayetinde geçen Allah yolunda olanlar ifadesinin tefsirinde bazı fıkıh âlimleri Allah yolu sayılabilecek pek çok durumu zekât verilecek yerler arasında saymışlardır.
Bize öyle geliyor ki son zamanlarda kimi yazarlarca dine ve dinî prensiplere karşı düzenli bir saldırı yürütülmektedir. Bunlar, sağa sola saldırarak, dış odaklardan gelen fikirlerini empoze etmeye çalışmaktadırlar.
Biz bu kalemlerin bu ülkede (Mısır'da) iyiliğin ve yapıcılığın yıkımı için nasıl çalıştıklarını ve bir menfaat kırıntısı olduğu zaman kazanmak ve köşe dönmek için nasıl yarış içerisine girdiklerini çok iyi biliyoruz.
Bunlar ve benzerleri bir noktada bir sınırda durmalı veya durdurulmalıdır. Ancak bu, kişisel girişimlerle değil yetkili makamlar tarafından yapılmalıdır; çünkü ellerinde iyiye ve doğruya yönlendirme gü-
cü vardır.
SORU: Zekât ne zaman farz olur ve nasıl verilir bunları Mâliki mezhebine göre açıklamanızı istiyorum?
CEVAP: Mâliki mezhebine göre kadın olsun, erkek olsun hür ve ni-sab miktarı mala sahip olan her müslümana zekât farzdır.
Nisab, zekâtın farz olmaya başladığı miktann sının, bir başka deyişle zekâtın farz olması için gerekli asgari miktardır. Bundan daha az mala sahip olan kimselere zekât farz olmaz.
Üç çeşit maldan zekât verilir:
1. Büyük ve küçük baş hayvanlar: Deve, sığır ve davar.
2. Tarım ürünleri: Tahıl, hurma, kuru üzüm, zeytin, susam, yulaf ve kırmızı turp tohumu.
3. Altın ve gümüş.
Zekâtın farz olması için ikisi genel, ikisi özel olmak üzere dört şart vardır:
Genel şartlar; hür olup nisab miktarı mala sahip olmaktır.
Özel şartlar; sahip olunan nisap miktarı malın üzerinden bir tam yılın geçmesidir, k.i bu hayvanlann ve paranın zekâtı için de geçerlidir. Diğeriyse zekât toplama memurunun gelmesidir.
Tanm ürünlerinde verilecek zekâtın oranı yağmur suyuyla sulananlarda % 10; özel bir gayret ve masrafla sulananlarda ise % 5'tir. Tanm ürünlerinde nisab miktarı dört erdeb, bir veybe'dir.[37]
Eğer tarım ürünü hem aletli, hem de aletsiz olarak sulanıyorsa mahsul ikiye bölünüp yansında % 5 diğer yansında ise % 10 zekât verilir.
Altın ve gümüşte nisab miktarı 20 miskal olup bu da 20 dinardır. Zekât oranı ise % 2,5'tur.
SORU: Birinde yirmibeş bin frank alacağı olan kişinin, Mâliki mezhebine göre zekât ödemesi gerekir mi?
CEVAP: Alacakla ilgili zekât meselesinde Mâliki mezhebinin görüşü şöyledir:
Alacağın zekâtı alındıktan sonra verilir. Borçlunun elinde yıllarca da kalsa, alacak için sadece bir yılın zekâtı sözkonusudur. Sene hesabı paranın veya malın borçlunun eline geçişinden itibaren yapılır. Ancak bu durum, alacak sahibinin, parasını, zekâttan kaçmak için vermemiş olmasına göredir. Aksi takdirde borçluda kaldığı her yılın zekâtını vermesi lazım gelir.
Alacağın zekâtı için birtakım şartlar vardır. Şöyle ki: a- Borç ödünç olarak verilmiş paradan kaynaklanmalıdır,
b- Borcun aslı para değilse, veresiye muayyen bir fiatla satılan ticari eşya olmalıdır,
c- Alacaklı alacağını teslim almış olmalıdır,
d- Teslim alınan alacak borçludan para olarak alınmalıdır.
e- Teslim alınan alacak nisab miktarına ulaşmalıdır. Teslim alınan miktar nisabdan az ise zekât gerekmez.
SORU: Tarlasına pirinç ekip ürün hasadında zekâtını veren bir kimsenin aynı tarlaya ikinci kez pirinç ekmesi halinde tekrar zekât vermesi gerekir mi?
CEVAP: Pirinç, Mâliki mezhebine göre zekât verilmesi gereken tarım ürünleri grubundandır. Pirinçte nisab miktan beş vesktir; (yaklaşık bir ton).
Bunda verilecek zekâtın oranı şu hadisle belirlenmiştir:
Yağmur, pınar veya yer altındaki bir damardan (kendiliğinden) sulanan ürünlerde % 10 hayvan (motor) veya âlet kullanılarak sulananlarda ise % 5 zekât vardır. (Buharı)
Pirinç tarım ürünlerinde başlı başına bir cinstir. Başka bir ürüne eklenerek zekât hesabı yapılamaz. Aynı cinsten olan ürünün zekât hesabı ise ayn şehirlerde de ekilse birbirine eklenerek yapılır. Bunlardan biri, diğerine zekât farz olmazdan önce ekilse, ilk üründen ikinci ürünün miktarını nisaba ulaştıracak kadar artmışsa ikisi birleştirilerek zekâtı verilir.
Mâliki mezhebine göre pirinç müstakil bir cins olup dan, buğday gibi diğerleri ile birleştirilmek suretiyle zekâta tabi tutulmaz. Burada pirinç için şöyle bir değerlendirme sözkonusudur: Pirinç, arpa gibi kapçığı ile birlikte depolanır ve nisab miktan da depolandığı şekliyle hesaplanır; isterse kabuğu soyulduğu zaman nisabdan az olsun.
SORU: 50 kilo altın ziynet eşyası bulunan kadına zekât gerekir mi?
CEVAP: Kadının ziynet eşyasının hükmünde fıkıh âlimleri ihtilaf etmişlerdir. Kimisine göre ömürde yalnızca bir defa verilmesi gerekir.
Bu hususta gönlümüzün meylettiği görüş şudur: Yalnızca süslenmek amacıyla kullanılan ve kadının sosyal düzeyine uygun olup akranları arasında gelenek haline gelmiş miktann üstünde bulunmayan ziynet eşyasında zekât gerekmez. Ancak ziynet eşyasının miktarı kadının sosyal düzeyinin gerektirdiğinden ve benzerlerinin kullandığından fazla ise süslenmek için değil, biriktirmek veya ticaretini yapmak için edinilmiş sayılır.
Geleneklerimize göre 50 kilo altın büyük bir miktar olup, süslenmek için edinilecek ziynetten çok fazladır. Buna göre ticaret için edinilmiş olması kanaati ağır basmaktadır; dolayısıyla da zekât gerekir.
SORU: Hacca gidecek bir kimsenin zekâtını hac sonrasına bırakması caiz olur mu? Yoksa hacdan önce zekâtını mutlaka vermeli midir?
CEVAP: Zekât, İslâmiyet'in üzerine kurulduğu beş esastan biridir. Gücü yeten her mükellef için zekât vermek farz-ı ayndır. Nisab miktarina ulaşan paranın üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Tarım ürünlerinin zekâtı ise olgunlaşıp hasat edildiğinde farz olur; zira Kur'an-ı Kerim'de "(Mahsulün) hakkını (zekâtını) hasat edildiği günde verin!" Duyurulmaktadır.
Zekât farz olduğunda hemen verilmesi gerekir. Ödemeyi geciktirmek haramdır. Zekât farz olunca onu diğer cinslerinin içinden derhal ayırmak lazım olur.
Durum böyle olunca, mükellef hac yolculuğunu beklemeksizin zekâtını verir; zira fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre haccm farziyeti ertelemelidir; çünkü şartları oluştuğunda farz olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
İnsanlar üzerinde -yoluna güç yetiren için- Beyt-i Şerifi haccetmek Allah'ın hakkıdır. (Âl-i İmran/97)
Farz olan zekâtı ödedikten sonra gücü yeten kimse hac vazifesini de yerine getirir.
Mâliki mezhebine göre hac da ertelemeli olarak değil hemen farz olur. Bu durumda gücü yetmedikçe hac farz olmayacağına göre kişi, Allah Teâlâ'nın malındaki hakkı olan zekâtı verdikten sonra gücü yetiyorsa hacca da gider. Buna göre kendisine zekâtın farz olduğu kimse önce zekâtını verir. Daha sonra yeteri kadar parası kalıyorsa hac görevini de ifa eder.
SORU: Ev yaptırmak için bir miktar borç almıştım. Sonra tarlamdan pirinç mahsulü kaldırdım. Mahsul tanm ürünleri için gerekli nisab miktarı kadar var. Bu durumda pirincin zekâtını mı vermeliyim; yoksa borcumu mu ödemeliyim?
CEVAP: Tarım ürünlerinin zekâtı da diğerleri gibi farzdır. Genel bir ifade ile zekâtı emreden delillerin kapsamı içerisine tarım ürünlerinin zekâtı da girmektedir.
Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de "Zekâtınızı veriniz!" buyurmaktadır. (Bu emir Kur'an'ın pek çok yerinde geçmektedir. İşte birkaçı: Bakara/43, 83, 110; Nisâ/77; Hacc/78)
Gene Kur'an'da "Onların (mü'minlerin zengin olanlarının) mallarında isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak vardır" (Meâric/24-25) Duyurulmaktadır.
Hz. Peygamber de bir hadisinde İslâm'ın beş temel üzerine kurulduğunu ve bunlardan birinin de zekât olduğunu bildirmişlerdir.
Tanm ürünlerinin ayrıca özel olarak zekâta tabi olduğu beyan edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de hasat vakti, elde edilen ürünün hakkının (zekâtının) verilmesi gerektiği ifade edilmektedir. (Bkz. En'âm/141)
Hz. Peygamber de tanm ürünleri için; sulanış tarzına göre, kendiliğinden ve yağmurla sulananlarda % 10, masrafla sulananlarda ise % 5 oranında zekât verileceğini söylemiştir.
Fıkıh âlimleri genel olarak kendisine zekât farz olan malın borçtan artan bir mal olmasının şart olduğunu bildirmişlerdir. Nisab mikta-n kadar veya nisabı eksiltecek derecede borcu olan kimseye zekât düşmez. Bazı mezheb imamlarına göre borçlu da olsa tarlasından ürün
kaldıran kimsenin zekâtını vermesi gerekmektedir.
SORU: Şevval ayı başında (Ramazan bayramında) evinin ihtiyacına sarfedecek miktardan başka birşeyi bulunmayan kimsenin fitre vermesi gerekir mi?
CEVAP: Fıtır sadakası hür olup nisab derecesinde ve temel ihtiyaçlardan fazla varlığı bulunan her müslümana vacibtir.
Ramazan orucunun farz olduğu yıl fıtır sadakası da emredilmiştir. Hz. Peygamber fitrenin bayramdan önce verilmesini emrederlerdi. Abd b. Sa'lebe şöyle diyor.
"Rasûlullah (s.a) Ramazan bayramından bir veya iki gün önce bir hutbelerinde "Hür-köle, küçük-büyük herkes için buğdaydan 1 sa' (3.332 gram) fıtır sadakası veriniz!" buyurdu.
Bazı mezheb imamları fıtır sadakasının ancak bayram günü ve gecesi yiyeceğinden; ev, hizmetçi, binek, giysi ve ilim için- kitap gibi gereksinimlerinden fazla varlığa sahip olan kimselere vacib olacağını söylemişlerdir.
Fitrenin verileceği Şevval'in birinci günü tan yeri ağardığı-sırada kendisinin ve çoluk-çocuğunun ihtiyacından fazla malı bulunmayan kimse fitre vermekle yükümlü değildir.
Cenâb-ı Hak "Allah her şahsa ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler" (Bakara/286) ve "Allah size kolaylık ister, zorluk" istemez (Bakara/185) buyurmaktadır.
SORU: Ben birşeyin kilosunu 200'den alıp 250'ye satıyorum. Zekâtını alış fiatı üzerinden mi, yoksa satış fîatı üzerinden mi vereceğim?
CEVAP: Soru ticaret mallarının zekâtı ile ilgilidir. Ticaret malında zekâtın satış veya alış fiyatı ile bir alakası yoktur.
Tüccar zekât vakti geldiğinde elinde bulunan malın piyasa değerini tesbit eder. Ticaret malı nakit para sayılır. Bu değerlendirmeden sonra, sahip oluşundan itibaren bir yıl geçmiş ve elindeki mal da nisab miktarına ulaşmış ise toplam tutarın % 2,5'unu zekât olarak verir.
SORU: Dört Mezhebin Fıkhı isimli kitapta zekâtın dinar ile olacağı yazılıdır. Oysa günümüzde dinar kullanılmamaktadır. Yöresel paramızla zekâtı nasıl vereceğiz?
CEVAP: Eski kaynakların bildirdiğine göre nakit parada meşhur olan şudur: Bir kimse 200 dirhem gümüşe veya 20 dinar (miskal) altına sahip olur ve bu paranın da üzerinden bir yıl geçerse % 2,5 oranında zekât vermesi farz olur.
Parada zekâtın nisabı, en aza 20 dinar (miskal) altın veya 200 dirhem gümüştür.
Altın ve gümüşün para veya satış değerinin, zamandan zamana ve ülkeden ülkeye değişiklik arzedeceği açıktır. Hatta bazı ülkelerde altın ve gümüş ile alışveriş yapılmaz.
Bu durumda şunu söylememiz mümkündür. Hadislerde bildirilen ve bugün islâm dünyasında yerleşmiş bir uygulama olan 20 dinar (miskal), 85 gram altına eşittir.[38]
Fiatın banknot (kağıt veya madenî para) ile belirlenmesi halinde nisab miktarı ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. Fakat az önce de ifade edildiği üzere nisabı altın cinsinden ve gram bazında tesbit ettikten sonra her ülkeye göre fiat tesbiti kolay olacaktır.
SORU: Mâliki mezhebine göre kağıt para olarak kullanılan banknotların zekâtı neye göre değerlendirilir?
CEVAP: Banknotlar, üzerinde birtakım rakamlar bulunan özel kağıt parçalarıdır. Aslında bu rakamların kanunla belirlenmiş muayyen bir madenî karşılığı vardır.
Banknot paralan ya doğrudan hükümetler veya onların yetki verdiği Merkez Bankası gibi- kurumlar çıkarır. Banknota kağıt para da denir.
Mâliki mezhebine göre Hanefî'de de böyledir- banknot her ne kadar üzerinde kıymet yazılı "alacak senedi" gibi ise de istenildiği anda gümüş (veya başka) paraya çevrilebilmektedir. Bu itibarla uygulamada altın yerine geçer ve dolayısıyla banknotun zekâtı da tıpkı altın ve gümüşteki şartlar dairesinde farzdır.
SORU: Cüzzamlıya, körlere veya felçli kimselere zekât verilebilir mi?
CEVAP: Allah Teâlâ'nın Tevbe/60 ayetinde bildirdiği üzere zekât muhtaçlara verilmektedir. Bunun içindir ki ilk sırayı fakirler ve yoksullar almaktadır.
Hadis-i şerifte zekâtın zenginlerden alınıp fakirlere verileceği bildirilmiştir. Görme duyusunu kaybeden insan da elinden tutup kendisine yardım edecek birilerine muhtaçtır. Böyle bir kimse aynı zamanda fakir ise zekât almaya hak kazanır; hatta kör bir fakir, başkalarına nis-betle zekât almaya çok daha layıktır.
Kör olmakla birlikte ihtiyaçlarını karşılayacak kadar zengin olan kimse zekât almakta hak sahibi değildir.
Aynı şeyleri cüzzamlılar ve felçliler için de söylemek mümkündür. İlaç ve tedavi giderlerini veya diğer gereksinimlerini karşılayamı-yorlarsa bunlar da zekât almaya hak kazanırlar.
SORU: Zekât veren kimse, zekâtını, yaşamakta olduğu yerden başka bir yere gönderebilir mi?
CEVAP: Zekât İslâm'ın getirdiği bir farzdır. Bunu İslâmiyet'i bilenler de, İslâm hakkında fazla bilgisi olmayanlar da kabul ederler.
Zekâtta aslolan, bir yerin zenginlerinden alınıp yine oranın fakirlerine verilmesidir. Zekât bir sistem dahilinde toplanmıyorsa zekâtlarını yaşamakta oldukları şehrin yoksullarına vermeleri gerekir. Böylece orada yaşayan müslümanlar arasında muhtaç kimse kalmaz.
Buna rağmen fıkıh âlimleri, bir yörede muhtaç kimse kalmama gibi durumlarda zekâtın başka bir yere gönderilebileceğini bildirmişlerdir.
Nitekim Hz. Ömer zamanında böyle bir olay yaşanmıştır. Hz. Ömer Muaz b. Cebel'i (r.a) bazı yerlerin zekâtını toplamakla görevlendirmişti. Muaz topladığı zekâtın üçte birini Hz. Ömer'e gönderdi. Hz. Ömer'in sebebini sorması üzerine de verecek kimse bulamadığını söyledi. İkinci yıl Hz. Muaz topladığı zekâtın yarısını, üçüncü yıl ise tamamını gönderdi; zira -Allah'ın fazl u keremi ile- oralardaki insanların zekâta ihtiyacı kalmamıştı.
Kişinin, zekâtını, başka yerlerde yaşayan muhtaç akrabalarına göndermesi caizdir.
Bazı mezheplerde meşru yöneticinin, ülkenin bir yerinde âfet ve sıkıntı olup da zekâtların oraya gönderilmesini öngörmesi durumunda zekâtın başka yere gönderilmesi caiz olur.
SORU: Birikmiş malı olmayan kimseye zekât farz olur mu? Namazın kazası gibi, zamanında verilmeyen zekât da kaza edilir mi?
CEVAP: Herhalde sorudaki "birikmiş mal"dan maksat, bir kimsenin malının biriktirecek kadar artmamasıdır; çünkü hayat gereksinimleri için yapılacak harcamalar daha önceliklidir. Bunlar için harcandıkça da mal doğal olarak artmayacaktır. Bu durumda zekât farz olmaz; zira zekât, nisab miktarına ulaşıpta üzerinden bir yıl geçen mal için sözkonusudur.
Hz. Peygamber "20 dinar (miskal) altını olmadıkça kişiye zekât namına birşey yoktur. Bunun da üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Bu durumda yirmi dinarda yarım dinar zekât vardır. 20 dinardan fazlasında hesaba göre zekât verilir. Üzerinden bir yıl geçmeyen mala zekât yoktur" buyurmuşlardır.
Kendisine farz olan zekâtı vermeyen kimse borçlu olur. Bu borcun Ödenmesi namaz borcunu kaza etmeye benzer. Vaktinde kılınmayan namazın kaza edilmesi gibi, zamanında verilmeyen farz zekâtın da kaza edilip ödenmesi gerekir.
SORU: Ben Brezilya'da yaşayan bir müslümamm. Hazır giyim eşyası ticareti yapmaktayım. Zekâtımı nasıl vereceğim? Çünkü burada yaşayan Arab müslümanlardan başka müslüman bulunmuyor. Onlar da ihtiyaç içerisinde değiller. Sizden, zekâtımı nasıl vereceğimi bildirmenizi rica ediyorum.
CEVAP: İslâm dini, nisab miktarına ulaştıktan sonra ticaret eşyasında da zekâtı farz kılmıştır; oranı ise % 2,5'tur.
Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Kazandığınız güzel şeylerden (zekâtını vererek) harcayın" (Bakara/267) buyurmaktadır.
Taberî bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: "Allah Teâlâ bu ayetle "Ticaret veya sanayi yoluyla güzelce kazandığınız altın ve gümüşün (paranın) zekâtını verin!" demek istiyor".
"Kazandığınız güzel şeylerden" ibaresi hakkındaki rivayetlerin hepsinde ticaretten kelimesi yeralmaktadır.
Semure b. Cündüb (r.a) "Hz. Peygamber bize, ticaret için hazırladığımız mallardan zekât vermemizi emrederdi" demektedir.
Hz. Peygamber "Devenin zekâtı vardır; koyunun zekâtı vardır; bezin zekâtı vardır" buyurmuşlardır. Bez, burada giyecek, kumaş, mefruşat, kap-kacak gibi ev eşyalarını ifade etmektedir. Kullanmak ve şah-
si olarak faydalanmak için edinilen eşyaya zekât gerekmediği hususunda ihtilâf yoktur. Gelir elde edilmek ve ticareti yapılmak üzere edinilmiş eşyanın zekâtını vermekse farzdır.
Ayrıca "Mallarınızın zekâtını veriniz!" gibi, özelliğine bakılmaksızın her malda zekât gerektiğini bildiren hadisler de vardır. Tir-mizî de mal ayırımı yapmaksızın zekâtın farz olduğunu bildiren hadisler rivayet etmiştir. Ticaret malı, herşeyi içine alan genel bir deyimdir. Ticareti yapılan hayvan, tahıl, meyve, silah, eşya vb... kısacası alınıp satılan herşey ticaret malı olup ayet ve hadislerdeki zekât emrine dahildir.
Soru sahibinin ^durumuna gelince: Bulunduğu yerdeki müslüman-lar zekâta ihtiyaç duymuyor ise, zekâtını uzak veya yakın yerlerde bulunan muhtaç müslümanlara gönderir. İsterse "Allah yolunda" sarfedil-mek üzere, İslâm dinine yardımcı olan bir kuruluşa da verebilir. Fıkıh âlimleri böyle bir kuruma verilecek zekâtın Allah yolunda verilmiş olacağım bildirmişlerdir.
SORU: Kesimi İslâmî usullere uygun olmakla birlikte geçmiş ataların ruhlarına hediye edilen hayvanın etini yemek caiz midir?
CEVAP: İslâm'ın koyduğu kurala göre hayvanların, Allah Teâlâ'nın adı anılarak (Besmele ile) kesilmesi gerekir. İslâmiyet'te, kesilirken, Allah'ın adı bilerek anılmayan hayvanın eti haram kılınmıştır. Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen etler de böyledir.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan (onların etinden) yemeyin; çünkü onu yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz. (En'âm/121)
Ataların ruhlarına hediye etmekten maksat bizim anladığımıza göre kesilen hayvanın etini sadaka olarak dağıtıp, ecdadı için sevab olacağını ümit etmektir. Eğer hayvanı kesen (veya kestiren) kimsenin maksadı gerçekten bu ise Allah'ın dilemesi, fazl u keremi ile, bu sevab ruhlarına hediye edilen kimselere ulaşacaktır. Etin tamamı fakir ve yoksul kimselere adanmış ise, tümünün onlara bırakılması gerekir. Bu durumda ne kesen yiyebilir, ne de fakir olmayan eşine-dostuna verebilir.
Etinin -isim belirterek- bir yere verileceği söylenmemiş, kurban ziyafet için kesilmiş ise kestiren kimse yiyebilir, dilediğine de verebilir.
Her hâl ü kârda hayvanları keserken İslâmî usule dikkatle riayet edilmelidir. Fakat ister ecdada ister başkasına yakınlaşmak amacıyla kesilmesi caiz olmadığı gibi, Allah'tan başkasma yakınlaşmak için kesilen hayvanın etini yemeyi de İslâmiyet haram kılmıştır.
[1] (Tırnak içinde verdiğimizi ifadenin hadis olup olmadığı tartışmalarına şahit oluyoruz. Türkçesini verdiğimiz ibarenin tam karşılığını İbn Asâkir'e nisbet ederek Ahmet Hâşi-mi'nin Muhtar'ul Ehâdis'inde görüyoruz. Levâmi'ul Ukûl sahibi de aynı manayı farklı kelimelerle zikretmiş ve rivayetin Beyhaki ve Deylemi tarafından İbn Amr'den geldiğini ve rivayette zayıflık olduğunu bildirmiştir. Esasen müellif ifadenin hadis olduğunu açıkça belirtmiyor. Bu ifadenin hadis olmadığını farz etsek bile, mefhum yazarın da dediği gibi İslâmidir. Nitekim Kasas/77 ayetinde ifade edilen mesaj bu rivayetle uyuşmaktadır. (Çeviren)
[2] Haram liaynihî" yukarda geçen "necis'ul Ayn" ifadesi ile İlgisi olan bir tabirdir. "Haram Liaynihf'nin bir karşı ifadesi "Haram Hğayrihî" dir. Bu iki deyimi birer örnekle açalım: Haram Liaynihî, necis'ul Ayn'da ifade edildiği gibi domuz ve şarap gibi her zerresi haram olan şey demektir. Haram Hğayrihî ise aslında helâl olup bir sebep yüzünden haram olan şey demektir. Bilerek besmele çekilmeden kesilen koyun'un eti gibi. Koyun eti aslında helâldir. Fakat besmelenin bilerek terkedilmesi sebebiyle haram olmuştur.
[3] Anlamı: Bir olan Allah'a inanan bir kimse olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Gerçekten namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm (her şeyim) âlemlerin rabbi Allah'adır. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla (böyle inanmakla) emrolundum. Ben (böyle inanılması gerektiğine) ilk teslim olanlardanım. Allâhım! Günahları senden başka affedecek yoktur. Beni ahlâkların en güzeline ulaştır. En güzel ahlâka senden başka kimse ulaştıramaz. Beni kötü ahlâktan uzaklaştır. Kötü ahlâktan senden başka kimse uzaklaştıramaz.
(Buyruğuna hazırım) buyur Allah'ım! Sana itaat etmekte bana yardım ettin, bana mutluluk üstüne mutluluk verdin. Bütün iyilikler senin elindedir. Kötülük sana gelmez. Ben seninleyim, sana döneceğim. Sen yücesin ve mübareksin. Senden bağışlanmamı istiyor ve hatalarımın affedilmesi içfin sana tevbe ediyorum. (Çeviren)
[4] Anlamı: Allahım! Doğu ile batının birbirinden uzak olduğu gibi benimle hatalarımın arasım uzaklaştır. Allahım! Beyaz giysinin kirden arındığı gibi beni tertemiz kıl. Allahım! Beni su, kar ve dolu ile yıkayıp pâk eyle! (Çeviren)
[5] Bu hükümler, Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere göredir. (Çeviren)
[6] Bu duanın anlamı şöyledir:
Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir, O'nun ortağı yoktur. Egemenlik O'nundur. Tek hamde lâyık O'dur. O'nun herşeye gücü yeter. Güç ve kuvvet Allah iledir. Nimet ve lütuf O'nundur. En güzel övgüler Ö'nadır. Allah'tan başka ilah yoktur. Kâfirler hoşlan-masa da din sırf Allah içindir.
[7] Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (İslâm'da beş vakit namazın emredildiği ilk sıralarda) tüm namazların ilk iki rekatında sesli, sonraki rekatlarda sessiz okurdu. Böylece her namazda hem sesli, hem sessiz okuma gibi bir güzelliği uyguluyordu. Kâfirlerin Öğle ve ikindi namazlarında sesli Kur'an okunduğunu duyup müslümanlara eziyet etmeye başladıkları için buna engel olmak maksadı ile öğle ve ikindi namazlarının rekatlarının tamamında gizli okumaya başladı. Gece kılınan diğer (sabah, akşam ve yatsı) namazlarında ise eskiden olduğu gibi kıldırmaya devam etti. Zira onlar bu
vakitlerde ya uyku veya eğlence İle meşgul olduklarından müslümanlara eziyet edemi-yorlardı. (Bkz. İ'lâ'us-Sünen, Tahânevî, (Çeviren)
[8] bu soru 1950 yılının Ocak ayında sorulmuştur.
[9] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Senin verdiğin güçle düşmanlarıma saldırıyor, senin desteğinle onların tuzaklarını boşa çıkarıyor, senin yardımınla onlarla savaşıyorum. (Çeviren)
[10] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Bana merhamet et, beni bağışla ve tevbemi kabul et. Şüphesiz sen tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olansın. (Çeviren)
[11] Bu dua, Hanefî mezhebi dışındaki mezheplerce kunut duası olarak okunur. Hanefî ve Mâliki mezheplerinde ise kunut duası, 'Allahümme innâ neste'înüke...' şeklinde başlayıp devam eden duadır. (Çeviren)..
[12] Yazar namazın içindeki farzları sayarken Hanefî mezhebi dışındaki mezhepleri de dikkate almıştır. Bu sayılan şartların bir kısmı Hanefî mezhebine göre farz değildir.
[13] Bu ifade Kur'an'da oniki yerde geçiyor. Bunlardan ilki Bakara/43'te, sonuncusu Müz-zemmil/20'dedİr.
[14] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Doğu ile batı birbirinden ne kadar uzak ise hatâ-lanm ile benim aramı öyle uzaklaştır. Allahım! Beyaz giysi kirinden nazil temizlenirse beni hatâlarımdan öyle temizle. Allahım! Hatalarımı kar, dolu ve su ile yıkayıp temizle. (Çeviren)
[15] Bu duanın anlamı şöyledir: Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a, hanif dinine inanmış olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Namazım, ibadetim, yaşamım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah'a aittir. O'nun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Allahım! Sen herşeyin sahibisin. Senden başka ilah yoktur. Sen benim rabbimsin, ben senin kulunum. Ben nefsime zulmettim, günahımı itiraf ediyorum. Tüm günahlarımı bağışla. Çünkü günahı senden başka bağışlayacak yoktur. Beni ahlâkların en güzeline yönelt. Ahlâkın en güzeline senden başka kimse yöneltemez. Ahlâkların kötüsünü de benden uzaklaştır. Ahlâkın kötüsünden, senden başka kimse uzaklaştıramaz. Buyur Allahım! Senin yardımınla mutlu olurum. Tüm iyilik senin elindedir. Kötülük senden değildir. Ben seninleyim, sana aitim. Sen mübareksin ve yücesin. Sana tevbe eder istiğfar ederim. (Çeviren)
[16] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Rabbimiz! Gökleri ve yeri ve bunlardan öte se-nİn dilediğin yerleri doldurasıya hamd ü senalar sanadır. Sen övülmeye ve şerefe lâyıksın. Kulun(un) söylediği gerçektir. Hepimiz senin kulunuz. Senin verdiğini kimse engelleyemez, senin engel olduğunu da kimse veremez. Gerçek güç sendendir. Senin gücünün yanında hiç bir gücün faydası yoktur. (Çeviren)
[17] Bu duanın anlamı şudur: Allahım! Sana inandım, sana teslim oldum, sana secde ettim. Yüzüm kendisim yaratıp, güzelce şekillendirene ve onda göz, kulak yaratana secde etmiştir. Allah yüce ve mübarektir. O yaratıcıların en güzelidir. (Çeviren)
[18] Bu duanın anlamı şudur: Allahım! Kalbimi, kulağımı, gözümü, sağımı, solumu, önümü, arkamı, üstümü, altımı nurlarıdır. Benim her tarafımı nurlu eyle. (Çeviren)
[19] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Öfkenden rızana, cezandan affına ve afiyetine sığınıyorum. Senden, yine sana sığmıyorum. Seni lâyık olduğun gibi övemem. Sen kendini övdüğün gibisin. (Çeviren)
[20] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından, hayatın ve Ölümün fitnesinden, deccalin şerrinden sana sığınırım. (Çeviren)
[21] Duanın anlamı şudur: Allahım! Seni zikretmek, sana şükretmek, sana güzelce ibadet etmek hususunda bana yardım et. (Çeviren)
[22] Duanın anlamı şudur: Allahım! Benim işlerimin korunması demek olan dinimi ıslah et. Allahım! Senin Öfkenden rızâna sığınırım, cezandan affına sığınırım. Senden gene sana sığınırım. Senin verdiğine engel olacak, senin engel olduğunu verecek yoktur. Tüm güç sendendir. Senin gücününyanında hiç bir güç fayda etmez. (Çeviren)
[23] Hanefî mezhebine göre şükür secdesi için de abdestli olmak, elbisenin ve secde edilecek yerin temiz olması şarttır. (Çeviren)
[24] Hanefî mezhebinde ise bu mesafe 90 km. olarak belirlenmiştir. (Çeviren)
[25] Hanefî mezhebinde, Hac esnasında Arafat ve Müzdelife dışında, İki namazı birleştirerek kılmak caiz değildir. (Çeviren)
[26] Hanefi mezhebinde, hutbe esnasında hiçbir şekilde söz söylemek caiz değildir. Dolayısıyla, hatibin duasına âmin demek de caiz olmaz. (Çeviren)
[27] Hanefî mezhebinde Bayram namazları vacibtir. (Çeviren)
[28] Hanefî mezhebinde ise her iki rekatta da üçer tekbir alınır. (Çeviren)
[29] Hanefî mezhebinde tekbirlerden sonra eller bağlanmayıp yanlara salınır. Tekbirler ise, her iki rekatta da üçer tanedir. (Çeviren)
[30] Asım kıraatma göre secde ayetleri ondört tanedir. Buna göre listedeki Hac/77 ayeti, secde ayeti değildir.
[31] Hanefî mezhebinde yağmur için sadece toplu olarak dua edilir. Cemaatle namaz kılınmaz ve hutbe okunmaz. (Çeviren)
[32] Türkiye'de altın ve gümüşten zekât nisabı Diyanet İşleri'Başkanlığınca 26/11/1980 tarih ve 7 nolu genelge ile altında 81.18 gram, gümüşte ise 561.2 gram olarak tesbit edilerek müftülüklere duyurulmuştur. (Çeviren)
[33] Bu ölçeğin ağırlığı 3.332 gramdır. (Çeviren)
[34] Sa' 3.332 gram ağırlığında bir ölçektir. Hanefî mezhebinde arpa, kuru hurma ve kuru üzümden bir sa'; buğday veya buğday unundan yarım sa'dır. (Çeviren)
[35] Vesk yaklaşık 200 kg. ağırlığında bir ölçektir. Beş ölçek bir ton eder. Hanefî mezhebinde Ebû Yusuf da beş veskten aşağıdaki tarım ürünü için zekât olmadığı görüşündedir. (Çeviren)
[36] Hanefî mezhebinde süs için de kullanılsa bile ziynet eşyasına -nisab miktarı kadar olduğu takdirde- zekât gerekir. (Çeviren)
[37] Erdeb 198 litre, veybe ise 33 litre hacminde bir ölçektir. Buna göre nisab miktarı toplam 824 litredir. (Çeviren)
[38] Daha önceleri bir sorunun cevabı sırasında İfade ettiğimiz gibi bu miktar Diyanet İşleri Başkanhğı'mn 26/11/1980 tarih ve 7 sayılı genelgesi ile altın için 81.18, gümüş için de 561.2 gram olarak bildirilmiştir. (Çeviren)