SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI (3)
Müslüman Olmayanlara Kibar Davranmak
Müslüman Olmayan Kimselerin Mezarlarını Ziyaret Etmek (I)
Müslüman Olmayan Kimsenin Mezarını Ziyaret Etmek (II)
Cenaze Yakınlarının Siyah Giymesi
Müslüman Olmayan Bir Kimsenin Cenaze Merasimine Katılmak
Kafirin Müslüman Mezarlığına Defni
Ölü Hayvanın Parçaları Temîz Mi?
Ölü İçin Yapılan İbadetlerin Sevabı
Cenazeyi Öldüğü Yerden Başka Bir Yere Taşımak
Kabir Ziyaretinden Şifa Beklemek
Ölülerin Dirilerin Yaptığından Haberi Var Mıdır?
Ölümden Sonra Faydası Olan İşler
Birden Çok Cenazeye Namaz Kılmak
Hangi Dinden Olduğu Bilinmeyen Kimse Nereye Gömülür
Namaz Kılmayan Kimseye Öldüğü Zaman Cenaze Namazı Kılmak
Mezarlıkta Ölü İçin Kur'an Okumak
Vefat Eden Kimseye Yapılacak Görevler
Perşembe Ve Kırkıncı Gün Bid'atleri
İnsanın Kendi Memleketi Olmayan Yerde Ölmesi
İbadetlerin Sevabı Ölüye Ulaşır
Ehl-Î Kitaba Ölü Defnederken Yardım Etmek
Kocanın Karısının Cenazesini Yıkaması
Vakıf Mallarında Tasarrufta Bulunmak
Tasarruf Sandığının Sağladığı Kar
Köyden Gelen Üreticiyi Yolda Karşılamak
Verdiği Borçtan Fayda Sağlamak
SORU: Kabir ziyareti caiz midir? Bir kadının bereketlenmek niyeti ile evliyadan birinin kabrini ziyaret etmesi caiz midir?
CEVAP: Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır.
Bir başka rivayette hadisin son cümlesi şöyledir:
"Çünkü kabir ziyareti dünyaya ilgiyi azaltır ve ölümü hatırlatır."
İlim adamları diyorlar ki: "Kabir ziyareti, katı kalpli erkekler için kalbi tedavi edicidir. Çünkü insan kabir ziyareti sırasında: "Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zatı baki kalacak" (Rahman/26-27) ayetini hatırlar. Dolayısıyle içini bir korku kaplar ve ürperir. Bunun tesiriyle de günahları bırakıp ta-ate (ve ibadete) yönelir."
Kadının kabir ziyaretine gelince: Bu hususta bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Allah kabir ziyaretçisi kadınlara lanet etsin."
Kabir ziyaretçisi kadınlara lanet edilmesinin sebebi fakihlerin görüşüne göre- şudur: Kadın az sabreder ve çok feryad eder. Bunun içindir ki mezarlıkta kadının âdeti ağlamak, çırpınmak üstünü başını yırtıp yüzünü tokatlamak ve İslâm'ın haram kıldığı cahiliye davranışlarını yapmaktır.
Bir diğer sebep de kadın erkek karışıklığı nedeniyle fitne korkusudur. Bunun içindir ki Hz. Peygamber kabir ziyareti yapmakta olan kadınlara şöyle buyurmuştur:
Bir sevap kazanarak değil, günah kazanarak döndünüz.
Fakat bazı ilim adamları: "Kadın kabir ziyaretini ağır başlı, örtülü, erkeklerle karışıp fitneye yol açmadan, her hangi bir günah ve bidat işlemeden ve kabir ziyareti edebine aykırı bir davranışta bulunmadan yaparsa ibret ve öğüt almak maksadı ile bu ziyaret caizdir" demişlerdir.
Gene fıkıh bilginlerinin bildirdiğine göre kabir ziyareti yapan kişinin İslâm'da hoş görülmeyen bir şeyi yapması, ziyaretinde bir bid'ate yer vermesi caiz değildir.
Kabir ziyareti yapan kimse ziyaret ettiği kabrin veya kabirlerin önünde durup şöyle demelidir:
Es-selâmû aleyküm dâre kavmin mü'minine entüm'us-sâbikune ve nahnü's-sâbikûn. Ve innâ inşâallahu biküm lâhıkün. Nes'elüllahe lenâ ve leküm'ul âfiyeh. Allahümme lâ tuhrimnâ ecrahüm ve lâ teftinnâ baidehum. Vağfir lenâ ve lehüm yâ erhamerrâhimîn.[1]
Buraya kadar ifade edilenlerden kadının kabir ziyareti yapmasının caiz olmadığını anlıyoruz. Bu hüküm, kadının ziyaret sırasında erkeklerle içice olması, fitneye sebep olması ve ziyaret sırasında mahzurlu ve bidat bir şey yapması durumuna göredir.
Hatırlayalım ki kabir ziyaretinden maksat, daha önce de ifade edildiği üzere öğüt ve ibret almaktır, ziyaret edene bir gün öleceği uyarısının yapılmasıdır.
Ziyaret edilen kabir evliyadan birinin kabri ise, böyle bir zatın kabrini ziyaret etmekten maksat, Allah'a dua edip bu velî kulunu muvaffak kıldığı gibi, kendisini de muvaffak etmesi için dua etmek olmalıdır.
SORU: Kadın'm kabir ziyareti ve camide namaz kılması caiz midir?
CEVAP: Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber İslâmiyet'in ilk yıllarında müslümanlara kabir ziyaretini yasaklamıştı. İlim adamları bu yasağı insanları şirk ve puta tapmaktan alıkoymak gerekçesine bağlamışlardır. Kabir ziyaretinde kabri veya ölenleri kutsal saymak ve onlara (taparcasına) saygı göstermek haramdır.
Nitekim Hz. Peygamber'in bir hadisi şöyledir:
Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Muhammed'e annesinin kabrini ziyaret etmeye izin verildi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret etmek ahireti hatırlatır.
Bir başka rivayette hadisin son cümlesi şöyledir:
"Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır."
İlim adamları kabir ziyaretinin erkekler için müstehab olduğunu söylemişlerdir. Şu kadar ki ziyaret öğüt ve ibret almak için olmalıdır.
Bazı âlimler kadınların kabir ziyaretini mekruh görmüşlerdir. Delilleri ise bazı rivayetlerde Hz. Peygamber'in kabir ziyareti yapan kadınlara lanet etmiş olmasıdır.
Fakat ilim adamlarının çoğunluğu, dine ve kadının iffetine zarar veren bir durum olmadıkça kadının kabir ziyaretinde bulunmasını caiz görmüşlerdir. Delilleri şu rivayetlerdir:
a. Abdullah b. Ebî Müleyke'den rivayet olunduğuna göre Hz. Ai-şe bir gün kabir ziyaretinden gelirken Abdullah şöyle sormuş:
Ey mü'minlerin anası! Nereden geliyorsun?
Kardeşim Abdurrahman'ın kabrini ziyaretten geliyorum.
Hz. Peygamber kabir ziyaretini yasaklamamış mıydı?
Evet, Hz. Peygamber kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat sonra ziyaret edilmesini emretti.
b. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber kızının kabri başında ağlamakta olan bir kadın görmüş. Kadın Rasûlullah'ın hoşuna gitmeyen şeyler söyleyince Hz. Peygamber kadına: "Sabret ve Allah'tan kork" buyurmuştur. Dikkat edilirse Peygamber kadını uyarmış fakat kabir ziyaretine bir şey dememiştir.
c. Müslim'in rivayet ettiği uzun bir hadis(in bir bölümü) şöyledir: Rasûlullah Cebrail'in kendisine gelip Hz. Aişe için: "Rabbin sana Bakî kabristanlığına gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor" demesini söylediğini Hz. Aişe'ye haber verir. Bunun üzerine Hz. Aişe: "Ziyaret sırasında onlara ne diyeyim?" diye sorar. Hz. Peygamber de: "Mü'min-lerin ve müslümanlarm diyarına selam olsun" de buyurur.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre kadın da erkek gibi öğüde ve ibret almaya muhtaçtır. Dinimiz erkeğe kabir ziyaretini mubah kıldığına göre kadına da bu müsade şâmil olmalıdır.
Evet, kadın kabir ziyaretinde ağır başlı davranmalı, kişiliğine ahlâkına zarar verecek davranışlardan uzak durmalıdır. Kabir ziyaretinde kadın bağırıp çağırma, ziyaret ettiği ölünün özellik ve güzelliklerini sayma, üstünü başını yırtma, dövünme gibi ziyarete yakışmayacak ve islâmiyet'in yasakladığı cahiliyet döneminden kalma şeyler yapmamalıdır. Bunlara benzer şeyleri yapmak haram olduğu gibi bunların yapılmasına sebep olan ziyaret de haram olur. Bu yasaklar erkekler için de geçerlidir.
Bunun içindir ki fıkıh bilginleri kabir ziyareti sırasında yapılan hoş olmayan hareketlerin ister kadın tarafından ister erkek tarafından yapılsın haram olduğunu söylemişlerdir. Her ikisi de yasaktır. Hoş olmayan ve yasaklanan şeyler yapılmadıkça kabir ziyareti kadına da erkeğe de caizdir. Aksi halde erkeğe de kadına da caiz olmaz.
Hz. Peygamber'in kabir ziyareti yapan kadınlara lanet ettiği rivayetine şöyle bir yorum getirilmiştir: Belki bu lanet sadece, ziyaret sırasında haram işleyen kadınlara mahsustur. Veya çok sıklıkla kabir ziyareti yapanlara hastır. Zira çokça kabir ziyareti yapmak bir takım hakların ve görevlerin ziyanına sebep olmaktadır.
Kadının camide namaz kılması caizdir. Yeter ki kadın camiye namaz kılmaya giderken iyi niyetle hareket etsin ve dinine ve namusuna zarar getirecek şeylerden korunsun ve uygun bir kıyafet giyinmiş olsun.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber kadınları kastederek: "Allah'ın kullarının Allah'ın evine gitmesine engel olmayınız" buyurmuştur,
Rasûlullah zamanında kadınlar, namaz kılmak için camiye gelirler ve Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılarlardı. Bu, kadınların camide namaz kılmasının caiz olduğuna açık bir delildir. Yeter ki kadının camiye gitmesi bir haramın, çirkin bir işin yapılmasına yol açmasın. Anlamı şudur: Ey mü'minler topluluğunun yurdu! Size selam olsun. Siz bizden Önce buraya geldiniz. Biz de -inşâallah- size katılacağız. Bizim için de sizin için de Allah'tan afiyet dileriz. Allahım! Bizleri onların sevaplarından mahrum etme. Bizden önce gidenlerin arkasından bizi fitneye düşürme. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah! Bizi de onları da mağfiret eyle. (Mütercim)
Kabir Ziyareti (II)
SORU: Kabir ve türbe ziyareti ile camilerde davul çalma hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: Temel bir prensip olarak kabir ziyareti İslâmiyet'te meşrudur. Fıkıh âlimleri kabir ziyaretinin erkekler için müstehab olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu ölümü hatırlamaya ve ahiret için hazırlanmaya sebep olur. Kabir ziyareti, dünyanın geçici olduğunu hatırlatarak insana ibret alınacak bir öğüt vermektedir.
Hz. Peygamber: "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü bu, size âhireti hatırlatır" buyurmuştur.
Rasûlulah, annesi ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
Rabbimden annem için istiğfar etmek üzere izin istedim. Bana bu hususta izin verilmedi. Rabbimden annemin kabrini ziyaret için izin istedim. Bunun için izin verdi. Artık sizler de kabirleri ziyaret ediniz.
İslâm'ın ilk yularında kabir ziyaretinin Allah tarafından yasaklanmış olma ihtimali de vardır. Çünkü o zaman insanlar, cahiliye devrinden henüz uzaklaşmıştı. Cahiliye döneminde kabirlerin başında dövünmek, bağırıp çağırarak ağlamak, üstünü başını yırtmak, yüzünü tokatlayıp dövmek hoş karşılanıyor, mubah sayılıyordu. İslâmiyet bunları iptal etmiş ve kabir ziyaretini yasaklamıştır.
İslâm dininin hükümleri ve prensipleri kökleşip yerleşince Öğüt ve ibret almak maksadı ile kabir ziyaretine müsaade edilmiştir.
Kabir ziyareti sırasında insanın şunları söylemesi çok iyi olur:
Ey mü'min toplulukların yurdu! Size selam olsun. Siz (bu âleme) bizden önce gelenlersiniz. İnşâallah biz de size kavuşacağız. Alla-hım! Onlardan sonra bizi fitneye düşürme. Onları ve bizi mağfiret et. Onları ve bizi rahmetinle iyi kullarının arasına koy. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.
Mezarlığa gidildiğinde ne söyleneceği hususunda şu hadisler rivayet edilmiştir:
Ey mü'minlerin ve müslümanların diyarındaki ahâli! Size selam olsun. İnşâallah biz de size katılacağız. Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz sizin arkanızdan geleceğiz. Sizin için de kendimiz için de Allah'tan afiyet dileriz.
Ey kabir ahalisi! Size selam olsun. Allah size de, bize de mağfiret etsin. Siz, bizden önce göçmüş bulunuyorsunuz. Biz de sizin izi-nizdeyiz.
Ey mü'minler topluluğunun yurdu! Size selam olsun. Size vaad edilen (başınıza) geldi. Yarın (daha sonra vaad edilen) yerinize yerleşeceksiniz. İnşâallah biz de size katılacağız.
Ey müslüman ve mü'minler diyarının ahâlisi! Size selam olsun. Bizden önce gidenlere de, arkada kalanlara da Allah rahmeti ile muamele eylesin. İnşâallah biz de size katılacağız.
Kabirlere türbe ve kubbeler yapılması İslâm'da sonradan ortaya çıkmış bir durumdur. Peygamber zamanında böyle bir şey yok idi. Camilerde davul çalınması da böyledir. Üstelik bu caminin saygınlığına yakışmayan ve caminin sırf ibadet için olması gerçeğine ters düşen bir şeydir. Oysa Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Mescidler şüphesiz Allah içindir. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın. (Cin/18)
Görevimiz Allah'ın gazabını çekecek bir şey yapmamak ve Allah'ın Rasûlü'nün sünnetine uymaktır.
SORU: Bir müslümanın müslüman olmayan birisinin cenazesine katılması caiz midir? Özellikle bizler müslüman olmayan (yabancı) bir ülkede yaşamaktayız. Burada müslüman olmayan kimselerden arkadaşlarımız var. Başka dinlerde olanlar için elbise üzerine başka dinin yas rozetini takmak haram mıdır?
CEVAP: İslâm dini insancıl ve evrensel bir dindir. Kur'an'da Hz. Muhammed'in peygamberliğinden söz ederken şöyle buyuruluyor:
Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Bu sebeple İslâm dini müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında insancıl ve sosyal yönden iyi ilişkilerin bulunmasını mubah saymıştır. Şu kadar ki bu ilişki, bir haramı helâlleştirmemeli; bir helâli haram kılmamalıdır.
Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:
Allah, sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adaletli davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. (Mümtehine/8)
İslâm dini ehl-i kitabın (ki bunlar Yahudi ve Hristiyanlardır) yediğinden yemeyi, onların kadınları ile evlenmeyi mubah kılmıştır. Bu hususta Kur'an'da şöyle buyurulur:
Bu gün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi ve Hristiyanların) yiyeceği size; sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da size helâldir. (Maide/5)
Buna göre müslüman bir kimse ile müslümanın ülkesinde oturduğu veya kendisi ile iş veya oturma yerinde yakın olduğu müslüman olmayan kimseler arasında iyi ilişkiler olmasını, ziyaret, selamlaşma, yemek daveti veya benzeri ilişkileri engelleyen bir şey yoktur.
Şu şartla ki bu ilişki helâl bir şeyi haram; haram bir şeyi helâl kıl-mamalıdır.
Komşuluk ilişkileri, bir ölüm vukuunda başsağlığı ziyareti yapmayı gerektirebilir. Bu durumda sadece insancıl ve nezâket ölçüleri içerisinde bu ziyareti yapmak mümkündür.
Fakat elbise üzerine bir başka dinin yas işareti olan rozeti takmak İslâm'a göre caiz olmaz. Nitekim gayr-i müslim bir kimsenin cenazesine katılarak, onların dininin veya ibadetinin bir parçası sayılacak bir işi yapmak da caiz değildir. Haç sembolünü veya rahmet sergisi denilen sergiyi taşımak, yahut benzeri şeyler yapmak gibi. Zira nezaket kurallarına uymak başka şey, inanç ve itikat başka şeydir. Gayr-i müslim-lere nazik davranma din ve itikat çerçevesinin dışında olması gerekir. Nitekim Kur'an'da şöyle Duyuruluyor:
Sizin dininiz size, benim dinim bana. (Kâfirun/6)
SORU: Müslüman olmayanların mezarlarını, onların yaşayanlarına karşı iyilik ve nezâket olsun diye ziyaret edip bu kabirlere çelenk koymak caiz olur mu? Hz. Peygamber veya ashabı gayr-i müslim mezarını ziyaret etmişler midir?
CEVAP: Kabir ziyaretlerinde asıl olan, ölümü hatırlamak ve onun verdiği öğütten ibret almaktır. Kabir ziyaretinin bir diğer amacı da müslümanların ölülerine dua ve rahmet okumaktır.
Kabir ziyareti bu amacın dışına çıkar, bidat ve haram işlemeye veya din ile bağdaşmayan bir şey yapmaya yol açarsa o ziyaret haram olur. Böyle bir ziyareti yapmaktan kaçınmak gerekir.
Bu esasa göre şunu söylemek mümkündür: Müslüman bir kimse müslüman veya müslüman olmayan birinin kabrini sırf ibret almak ve kendisinin ve tüm canlıların da öleceğini hatırlamak için ziyaret ederse, bu yasak olmaz.
Fakat müslüman bir kimse müslüman olmayan birinin kabrini ona saygı göstermek, değer vermiş olmak için ziyaret ederse bu haram olur. Bir müslümanın bunu yapması caiz değildir. Zira kabre veya kabirde-kilere saygı göstermek bir çeşit putperestliktir. İbadetin sadece Allah'a olması esasına dayanan tevhid dini böyle bir şey ile bağdaşmaz.
Hz. Peygamber ve sahabe döneminde hiç bir kimsenin, müslüman olmayan birinin kabrine çelenk veya çiçek buketi gibi bir şey koyması sozkonusu olmamıştır.
Sosyal ve insancıl ilişkilerin gerektirdiği müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki nazikâne ilişkiler, inanç ve dini nişanelere aykırı olmaksızın karşılıklı hoşnutluk çerçevesinde olmalıdır.
Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştıran O'dur.
SORU: Bir müslümanın kâfir bir kimsenin kabrini ziyaret etmesi caiz midir?
CEVAP: Kabir ziyareti öğüt ve ibret almak, ölümü hatırlatmak üzere İslâm dininde meşrudur. Fıkıh âlimleri kabir ziyaretinin erkekler için müstehab olduğunu söylemişlerdir. Delilleri şu hadistir:
Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabir ziyareti yapınız. Zira o size âhireti hatırlatır. (Müslim ve Ahmed b. Hanbel)
İhtimal ki ilk zamanlarda bu yasağın sebebi cahiliye döneminin yakın olmasıdır. Zira o zamanlar müslümanlar İslâm edebini henüz gereği gibi öğrenememişlerdi.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, annesinin kabrini ziyaret edip ağlamış ve çevresindekileri de ağlatmıştı. Burada Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Rabbimden annem için istiğfar etmek üzere izin istedim. (Buna) izin verilmedi. Rabbimden annemin kabrini ziyaret izni istedim. Buna izin verildi. Artık siz de kabirleri ziyaret ediniz. (Müslim ve Ahmed b. Hanbel)
Dini yönden bir müslümanın kabrini ziyaret etmek caizdir. Şu kadar ki ziyaretten maksat ölümü hatırlamak, dünyanın fani oluşundan ibret almak olmalıdır.
(Ziyaret edilen kabir müslüman olmayan birinin kabri ise) kâfirlerin ve Allah'a isyan edenlerin sonunun ne olacağını düşünmek kabir ziyaretinin amacı olmalıdır.
Kur'an'da Lût kavminin kalıntılarından söz edilirken şöyle buyu-ruluyor:
Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lût'u ve ailesinin hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini yok ettik. (Ey insanlar!) Elbette siz sabah ve akşam onlar(ın yıkılıp yerle bir edilmiş kalıntılarının bulunduğu yer)e uğruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? (Saffat/134-138)
Ayetteki "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" ifadesi sanki bir müslümanın, müslüman olmayan birinin kabrine uğrar veya onu ziyaret ederse ne yapması gerektiğine işaret etmektedir. Yapılacak şey, düşünmek ve ibret almaktır.
Bundan dolayıdır ki fıkıh âlimleri, Allah tarafından cezalandırılmış kâfir ve zalimlerin kabri ziyaret edildiği takdirde, müslümanın bu ziyarette ağlamasının, korku belirtisi göstermesinin ve Allah'ın rahmetine muhtaç olduğunu düşünmesinin müstehab olduğunu söylemişlerdir.
Buharî'nin Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, arkadaşları ile birlikte zulümleri ve azgınlıkları sebebiyle Allah'ın helak ettiği Semud kavminin yurduna, Hıcr denilen yere geldiğinde şöyle buyurdıy
Bu azaba uğramış insanların yurduna ancak ağlayarak giriniz. Ağ-layamıyorsanız bunların yaşadığı yere girmeyin. Tâ ki bunların başına gelen sizin başınıza gelmesin.
Saygı göstermek veya onun için istiğfar etmek üzere bir kâfirin kabrini ziyaret etmek haramdır. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurul-maktadır:
(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek, ne Peygamber'e, ne de inananlara yaraşmaz. İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Yoksa onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (af dilemekten vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (Tevbe/113-114)
SORU: İnsanın hayattayken lüks bir şekilde kabrini yaptırması caiz midir? İnsanın belirli bir yerde kabir edinmesi doğru mudur?
CEVAP: İbn Teymiye'nin Muhtasar'ul Fetâva isimli eserinde ifade edildiğine göre ölmezden önce kabir kaz(ıp hazırla)mak iyi bir şey değildir. İhtimal ki bunun sebebi insanın nerede öleceğini bilmemesidir. İnsan memleketinin dışında veya yaşamakta olduğu yerden başka bir yerde öldüğü takdirde cesedini başka bir yere nakletmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Burada Lokman suresinin şu âyetini hatırlayalım:
Hiç bir kimse nerede öleceğini bilemez. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır. (Lokman/34)
Fakat bir belde halkı veya bir aileyi oluşturan bireyler, anlaşarak cenazelerini belli bir yere defnetmeyi kararlaştırsalar, bu haram değildir. Bu kimseler bu kararlarını uygularken aşırılıktan kaçınmalı, orta bir yol tutmalıdırlar.
Kabir yapımında işi geniş tutup, onu sağlam bir bina gibi yapmak, yerden fazlaca yükseltmek ve onu (mermer vasaire gibi) çeşitli süslerle süslemek İslâm'ın hoşnut olmadığı şeylerdir.
Sünnete uygun olan, kabrin yerden bir karış kadar yüksek olmasıdır. Bu, görenin onun kabir olduğunu bilmesi, üzerine çıkıp yürümemesi ve onun üzerinde namaz kılmaması içindir. Kabri bir karıştan fazla yükseltmek haramdır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ali insanlardan birine görev vererek ona şöyle demiştir:
Ben seni; beni Rasûlullah'm gönderdiği vazife ile gönderiyorum: Ne kadar put varsa onları yok edeceksin. Yerden yükseltilmiş kabirleri düzelteceksin.
İmam Şafii'ye göre kabrin üzerine bina yapmak ve onu kireç ile boyamak mekruhtur. Çünkü bu israf ve bir çeşit süstür. Ölüme uygun olan süslenmekten uzak olup, huşu ve huzu içinde olmaktır.
İnsanların şurada burada çok sayıda savurganlık ederek süslü kabirler yaptırması, bunun din bakımından caiz olmasını gerektirmez.
Câbir (r.a) Hz. Peygamber'in, kabri yaptırmayı, kireçlemeyi ve üzerine yazı yazmayı yasakladığını rivayet etmiştir.
İbn Teymiye'nin Muhîasar'ul Fetâva isimli eserinde kabirlerin üzerine kubbe, türbe ve mescid yapmanın son zamanlarda ortaya çıkan bir bid'at olduğu bildirilmiştir. Yani İslâm'ın ilk dönemlerinde yok idi. Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkmıştır.
İslâm'da kabir üzerine bir örtü örtmek, ışık (veya mum) yahut benzeri şeyler koymak caiz değildir. Sadece kabrin belli olmasını sağlayacak taş veya tahta gibi bir şeyin konması caizdir.
Buraya kadar anlatılanlardan şu sonucu çıkarıyoruz: Bir kimsenin Ölmeden evvel kendisi için özel bir yer belirleyip kabir yaptırması caiz değildir. Kabri süslemek ve yapımında israfa kaçmak haramdır. Aslında mezarlara yapılan masraflara onların içindeki Ölülerden çok dı-şardaki diriler muhtaçtır. Bu dış görünüşteki yalancı güzellik kabrin içerisine konmuş olan ölünün bir ihtiyacını karşılamaz.
Allah doğruyu söyler ve yolun doğrusuna iletir.
SORU: Pek çok kimse bir yakını vefat ettiği zaman siyah giymeyi âdet haline getirmiştir siyah giymeseler de göğüs üzerine siyah renkte bir işaret takmakta veya siyah kıravat bağlamaktadırlar. Bu konuda dinin hükmü nedir?
CEVAP: Bir musibet veya ölüm vukuunda siyah giyinmek çirkin bid'atlerden biridir. Bunun ne din, ne de Hz. Peygamber'in sünneti ile ilgisi vardır. Bu sonradan dine sokulmuş bir şeydir. Oysa Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her sonradan (dine sokulmuş) olan şey bid'attir. Her bid'at sapıklıktır. Her sapıklık ise ateştedir.
Görünen odur ki İslâm toplumunda bu âdetin çıkış sebebi, eskiden beri siyahın musibet işareti olmasındandır. Nitekim insanlar siyah gelinlik giymiyor, siyah ihram giysisi kullanmıyor, ölüyü bile siyah ile kefenlemiyorlar.
Her durumda beyaz giymek sünnettir. İnsan sıkıntı ve musibet içinde de olsa, şen ve bolluk içinde de olsa böyledir.
Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin Abdullah b. Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Beyaz elbise giyiniz. Çünkü o sizin giysilerinizin en hayırhsıdır. Ölülerinizi de beyaz ile kefenleyiniz.
Neseî, İbn Mâce ve Hâkim'in Semüre'den rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.
Beyaz giyisi(ler) giyiniz. Çünkü beyaz çok iyi ve çok temizdir. Ölülerinizi de beyaz bezle kefenleyiniz.
Cenaze nedeniyle göğüs üzerine siyah bir işaret takmak veya siyah kıravat takmak, aynen siyah giyinmek gibidir. Bunların da din ile bir ilgisi yoktur.
Ölüm gibi bir olayla karşılaştığında insanın yapacağı en iyi şey Allah'ın takdirine razı olup, sabrederek Allah'a ait olduğunu düşünmek ve bunu ikrar etmektir. Böyle bir durumda olan kimse şu âyette söylenilenleri de düşünmelidir:
Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan ve ürünlerden azaltmak (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiğinde "Biz Allah için varız ve sonunda O'na döneceğiz" derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar yolun doğrusunu bulmuşlardır. (Bakara/155-157)
SORU: Bir müslümanın, müslüman olmayan akrabasının cenaze merasimine katılması caiz midir? Bir müslümanın, müslüman olmayan yakınının yıkama, kefenleme ve defin işlemlerini yapması caiz midir?
Müslümanın böyle bir yakınının kabrini ziyaret etmesi caiz midir? Müslümanın bulunduğu yerden gayr-i müslim bir cenaze geçerse nasıl hareket etmelidir? Cenazeyi gördüğünde ne demeüdir?
CEVAP: Bir müslümanın, gayr-i müslim akrabası öldüğü takdirde, onun cenazesine katılması dini bakımdan caiz olur.
Rivayet edildiğine göre Rasûlullah, Hz. Ali'ye babası Ebu Tâlib vefat edince defin işlemlerini yapmasını emretmiştir. Bilindiği üzere Hz. Ali'nin babası müslüman olmadan vefat etmiştir.
Hz. Ali'nin annesi vefat edince de müslüman olmadığı halde, annesinin cenazesine katılması için Hz. Ali'ye izin vermiştir.
Bu iki rivayete dayanarak fıkıh bilginleri, müslüman bir kimsenin, gayr-i müslim akrabasının cenazesine katılmasının caiz olacağım bildirmişlerdir.
Müslüman için vefat eden gayr-i müslim akrabasının yıkama, kefenleme ve defnetme gibi işlemlerini yapması caizdir.
Hatta bazı fıkıh âlimleri şöyle söylemişlerdir: Vefat eden bir gayr-i müslimin yakınları arasında onu kefenleyip, defnedecek kimseleri yok ise, müslüman birinin bu görevleri yapması vacib olur.
Müslümanın, gayr-i müslim olan akrabasının kabrini ziyaret etmesi caizdir. Bu ziyarette ölümden ibret almak söz konusudur.
Bulunduğu yerden cenaze geçen müslüman ayağa kalkar. İsterse geçen cenaze müslüman olmayan birinin cenazesi olsun. Cenaze geçinceye kadar veya omuzlardan (yahut taşınan arabadan) defnedileceği yere konuncaya kadar ayakta durulur.
Böyle yapılması Hz. Peygamber'in şu sözünden dolayıdır:
Cenaze gördüğünüz zaman sizin olduğunuz yeri geçinceye veya (yere) konuluncaya kadar, cenaze için ayağa kalkınız.
Bir keresinde Hz. Peygamber oturuyorken (bulunduğu yerden) bir cenaze geçmişti. Rasûlullah cenaze için ayağa kalktı. Hz. Peygam-ber'e: "O müslüman olmayan birinin cenazesidir" dediler. Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmadığını ifade ederek: "Bir insan değil mi?" buyurdular.
Selhl b. Hanif ve Kays b. Sa'd Kadisiye'de oturuyorlardı. Bulundukları yerden bir cenaze geçti. Bunlar ayağa kalktılar. Kendilerine: "Bu cenaze müslüman değil" dediler. Onlar bu itiraza yukardaki hadisle cevap verdiler.
Cenaze için ayağa kalkmanın hikmetini Abdullah b. Arar'ın Hz. Peygamber'den yaptığı şu rivayetten anlıyoruz:
Siz (cenazenin kendisine değil) ancak ruhları alana hürmet için ayağa kalkıyorsunuz.
Bir diğer rivayette aynı hadis şu sözlerle rivayet edilmiştir:
Siz (cenazenin kendisine değil) ancak ruhları kabzeden Allah'a hürmet için ayağa kalkıyorsunuz.
Bir müslümanın, cenaze gördüğü veya olduğu yerden cenaze geçtiği zaman, "Hiç ölmeyen, melik ve kuddüs olan Allah'ı teşbih ederim" demesi müstehabtır.
SORU: Bir müslümanın aldığı kâfir çocuğu henüz ergenlik çağına gelmeden ölse bu çocuğun müslüman mezarlığına defni caiz midir? Çocuğun ölümünün ergenlik yaşı öncesinde olması ile ergenlik yaşından sonra olması arasında ne fark vardır?
CEVAP: Önce şunu bilmeliyiz: Müslüman olsun, kâfir olsun çocuk satışı diye bir olay İslâm'da asla caiz değildir. Çünkü asıl olan insanın hür olmasıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli araçlarla) karada ve denizde taşıdık, kendisine güzel nziklar verdik. Yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık. (İsra/70)
Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Allah (c.c) seni hür kılmıştır, kendinden başka kimsenin-kölesi olma!"
Müslüman olmayan birinin içki içmesi üzerine, Mısır valisi Amr b. Âs'ın onu cezalandırdığı haberi halife Hz. Ömer'e ulaşınca kızmış ve valiye şöyle demiştir: "Anaların hür olarak dünaya getirdiği insanları ne zaman köleleştirdiniz?"
Bundan dolayıdır ki bir müslümanın hür birini satın alması dini bakımdan caiz değildir. Çünkü böyle bir şey insanın doğal hakkı olan hür yaşama hakkına saldırıdır.
Bu çocuğun müslüman mezarlığına defnedilmesi meselesine gelince:
Çocuk ergenlik yaşma ulaşmamış ise bu durumda çocuk Hz. Peygamber'in "Her doğan çocuk fıtrat (dini olan İslâmiyet) üzere doğar" hadisince fıtrat üzeredir. Bu çocuğun kâfir olduğunu söyleyemeyiz. İsterse anası ve babası kâfir olsun. Çünkü çocuk henüz âkil-bâliğ olmamıştır. Her şeyin gerçek yüzünü bilecek yaşta değildir. Sorudan anladığımıza göre çocuk öldüğü sırada bir müslümanın himayesi altındadır. Evinde bulunduğu kimseden başka işlerini görecek kimse yoktur. Bu durumda bu çocuğu müslüman mezarlığında bir yere defnetmeye bir engel yoktur.
Fakat çocuk iyiyi kötüden ayıracak bir olgunluğa ve ergenlik yaşına varınca ölmüş ise, bu durumda mükellef olarak ölmüştür. İnancından ve yaptıklarından sorumlu olur.
Şayet bu yaşa ulaşınca İslâm'ı tercih ederse müslümanların yararlandığı tüm hukuktan yararlanır ve bu durumda ölürse müslümanların mezarlığına defnolunur. Ama sapıklığı hidayete tercih eder ve küfürde ısrar ederse ölmesi halinde müslüman mezarlığına defnedilmesi caiz olmaz.
SORU: Ölüyü suya defnetmek caiz olur mu? Kazılan kabrin bir tarafında su çıkarsa o kabre ölü defnedilir mi?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre deniz ortasında iken gemide ölen kişinin cenazesi için gemide bulunan kimseler gereken görevleri yaparlar. Bir-iki gün içinde kıyıya ulaşmaları bekleniyor ve kıyıda cenazeyi defnedecek bir yer bulunuyorsa buraya ulaşmayı beklerler. Bu hüküm, cesedin bozulup kokma, değişip parçalanma korkusu olmamasına göredir.
Eğer bu süre içerisinde kıyıda bir yere ulaşma beklenmiyor veya cesedin bozulmasından korkuluyorsa, cenaze yıkanır, (varsa) cesedin bozulup kokmasını önleyici bir madde sürülür, kefenlenir ve cenaze namazı kılınır. Cesede ağır bir cisim bağlanarak denize atılır. Bir başka görüşe göre harar, zenbil veya benzeri bir şeyin içine konulup denize bırakılır. Cesede bağlanan ağır cisim sayesinde cesed denizin dibine çöker. Böylece ceset su ile örtülmüş ve parçalanıp telef olmaktan korunmuş olur.
iki düz levha arasına sarılıp denize bırakılacağını söyleyenler varsa da bu uygulama güvenli değildir. Zira bu yol ile cesed korunmuş olmaz. Çünkü deniz üzerinde yüzerken ceset bozulur. Belki kıyıya, bozulduktan sonra varacak ve avret mahali açılmış olacaktır. Belki dine inanmayan birilerinin eline geçecek ve cesedin saygınlığı korunmayacaktır.
Cenazeyi defnetmekten maksat onu örtü altına almak ve gizlemek ve bozulunca meydana gelen kötü kokunun yayılmasını önlemektir. Ayrıca yırtıcı hayvan ve kuşların parçalamasına meydan vermemektir.
Kabri insan boyu kadar derinlikte kazmak sünnettir. Kabrin bir kenarında su çıkarsa toprak dökerek, çakıl döşeyerek veya benzeri malzemelerle suyun kurutulması iyi olur. Veya cenazeyi koruyacaksa, cesedin altına bez yahut kumaş gibi bir şey konulabilir. Kabrin kazıldığı yer ıslak, gevşek veya sulak ise ve bunu önlemek imkanı da yoksa cenazenin tabutla birlikte kabre konulabileceğini söyleyen fıkıh âlimleri vardır.
Kabir kazıldığında su çıkmayacak bir yerin seçilmesi güzel olur. Bunu işin uzmanları gayet kolay bir şekilde belirleyebilir. Doğruya ulaşmada başarı verecek olan Cenab-ı Hak'tır.
SORU: Ölmüş hayvanın kemiği, boynuzu, tırnağı, kıl ve yünü temiz midir?
CEVAP: Ölü hayvanın derisi tabaklanma işlemi ile temizlenir ve ondan faydalanmak helâl olur.
Zira Hz. Peygamber ölmüş bir koyun hakkında: "Derisinden faydalansaydınız ya?" buyurmuştur. Bir diğer rivayette: "Derisini alsaydınız ya? Deriyi tabaklar faydalanırdınız" buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in, ölmüş hayvanın derisinden faydalanılacağını söylediğini duyanlar: "Fakat o ölmüş bir İaşedir" dediler. Rasûlullah: "Haram olan İaşenin etidir" mukabelesinde bulundu.
Murdar olarak ölen her hayvanın eti necis olur. Ancak derisi tabaklamak suretiyle temiz olur. Fakat domuz ve köpeğin derisi bunun dışındadır. Zira onların derileri tabaklamakla temiz olmaz. Tabaklama işleminin deriyi temizlemesi: "Her deri tabaklamakla temiz olur" hadisine dayanmaktadır. Çünkü tabaklama işlemi deriyi sağlıklı kılar, kullanmaya elverişli hale getirir. Nasıl canlılık derinin necis olmasını önlerse, tabaklamak da öyledir.
Usulüne uygun boğazlanıp kesilen hayvanın tüyü ve yünü temizdir. Kemiği, dişi, boynuzu ve tırnağı da tüyü gibi temizdir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları yukarda sözü edilen kısımların necis olduğunu söylemiş ise de bunlar necis olmayıp üzerinde başkaca bir pislik bulunmadıkça kullanılması caizdir. Üzerinde pislik var ise onun temizlenmesi gerekir.
Ölmüş hayvanın dahi kemiği, boynuzu, tırnağı ve tüyü temizdir.
Buharî Zührî'den fil ve benzeri hayvanların kemiği hakkında şu rivayeti kayd ediyor:
"Geçmiş âlimlerden bir takım insanlara yetiştim ki onlar fildişinden tarak kullanıyor, fildişinden yapılmış yağ kabından yağlanıyorlar, bunda bir sakınca görmüyorlardı."
Abdullah b. Abbas'ın, murdar olarak ölmüş hayvan hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir:
Lâşenin eti haramdır. Derisini, dişini, kemiğini, tüyü ve yünü(nü kullanmak) helâldir.
Ölmüş hayvanın sütü ve kursağından çıkıp mâya olarak kullanılan sıvı da temizdir. Bunu söyleyenlerin delili, sahabenin Irak'ı fethettiği sırada mecusilerin yaptığı peyniri yemeleridir. Oysa bunların kestiği ölmüş lâşe gibidir.
Selman-ı Farisi Hz. Ömer tarafından Medayin'e vali olarak atandığında mecusilerin yaptığı peynir, yağ ve kürk hakkında kendisine soru sorulmuştu. Hz. Selman şöyle cevap verdi: "Allah'ın helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Hakkında bir şey söylenmeyenler ise affedilmiş tir.
Bunlardan anlıyoruz ki Ölü hayvanın kemiğini, boynuzunu, tırnağını ve tüyünü kullanmak, bunlardan faydalanmak helâldir ve bunlar temizdir.
SORU: Vefat eden kimse adına -hac yapmak ve Kur'an okumak gibi- yapılan ibadet ve hayırların sevabı ölüye ulaşır mı?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinden bir grup yapılan ibadetlerin sevabının Ölüye Allah'ın fazlı ve keremi sayesinde ulaşacağı görüşündedirler. Yeter ki ibadeti yapan kimse sevabını ölüye bağışlamış olsun. Bu sevabı bağışlayanın ölünün yakını olup olmaması arasında fark yoktur.
Hanbelî mezhebinden İbn Teymiye şöyle diyor: "Ölmüş olan kimse (kendisi için) okunan Kur'an'dan faydalanır. Nitekim sadaka vermek gibi mal ile yapılan ibadetlerden de ölü faydalanır."
İbn Teymiye'nin öğrencisi İbn'ul Kayyım da şöyle diyor: "Ölüye bağışlanacak en iyi şey sadaka, istiğfar, dua ve onun adına yapılacak haçtır. Kur'an okumanın sevabına gelince; verilen sadaka ve haccın sevabı gibi onun sevabî da ölünün ruhuna ulaşır."
Fıkıh âlimleri bu konuda şu rivayeti delil göstermektedirler: Sahabeden bir zat Hz. Peygamber'e şu soruyu sordu: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz ölülerimiz için hayır dualar ediyor, sadakalar veriyor, (bazen) onlar adına hac yapıyoruz. Bunlar ölülerimize ulaşır mı?" Hz. Peygamber bu soruya şu cevabı verdi:
Evet, ulaşır. Sizden birinize (içinde yiyecek bulunan) bir tabak hediye edilmesinden nasıl sevinirseniz onlar da sizin onlara bağışladığınız ibadet ve hayırlarla sevinirler.
Bir başka adam Hz. Peygamber'e şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Annem vefat etti. Onun adına sadaka versem, anneme bir faydası olur mu?" Hz. Peygamber: "Evet" deyince adamın bir bahçesi vardı, onu annesinin adına sadaka olarak verdi.
Dua da ölüye ulaşır. Bilindiği üzere cenaze için namaz kılmak İslâm'da meşru kılınmıştır. Cenaze namazı ölen kimse için dua içermektedir. Eğer duanın ölen kimse için bir faydası olmasaydı cenaze namazı meşru kılınmazdı. Hz. Peygamber de cenaze namazında ölüye dua edilmesini tavsiye etmiştir:
Bir cenazeye namaz kıldığınız zaman onun için samimi olarak dua ediniz.
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Anama ve babama yaşadıkları müddetçe iyilik ettim. Öldükten sonra onlara nasıl iyilik edebilirim?" Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu:
Vefat ettikten sonra annen baban için yapabileceğin iyilik, kendi namazınla birlikte onlar için (ayrıca) namaz kılman, kendi orucunla birlikte onlar için (ayrıca) oruç tutmandır.
Burada Hz. Peygamber'in: "Hiç bir kimse bir başkası için namaz kılıp oruç tutmasın!" sözünü nasıl değerlendirmeliyiz? Bunu şöyle anlamak gerekir: Hz. Peygamber'in bu hadisi farz olan oruç ve namazdan söz etmektedir. Zira gücü yeten herkes kendisine farz olan ibadetten sorumludur.
Fakat nafile olarak namaz kılıp, hac yapılıp bunların (veya diğer nafile hayır ve ibadetlerin) sevabı bir başkasına bağışlanırsa bunun sevabı Allah'ın lütuf ve keremi ile bağışlanan kimseye ulaşır.
SORU: Ölen bir kimsenin evinde, ruhu için yemek dağıtılıp üç gün istiğfar edilmesi halinde ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağının söylendiğini işitiyoruz. Bu doğru mudur?
CEVAP: İstiğfar bir çeşit duadır. Dua etmek İslâm dininde meşru bir şeydir. Dua insanın kendisi için olabileceği gibi, bir başkası için de olabilir. Hatta Hz. Peygamber müslümanın din kardeşi için gıyabında yaptığı duanın kabul edileceğini bildirmiştir.
Ölen bir kimse için istiğfar edilmesine engel olacak bir şey yoktur. Bunun için özel bir mekân, özel bir zaman, saat ve gün olmadığı gibi istiğfar için özel bir dua şekli de yoktur.
Bir kimsenin kendi malından veya izin verilmiş olmak şartı ile başkasının malından sadaka verip, hayır yapmasında veya yapılmasını vasiyet etmesinde İslâm dininin kuralları ile çelişen bir durum yoktur. Şu kadar ki yapılan iyiliklerin sevabının ölüye bağışlanması halinde bunun ölüye ulaşıp ulaşmadığı hususunda bilginler arasında farklı görüşler vardır.
Bununla beraber her müslüman şunu iyice bilmelidir ki insan vakti gelince kendi yaptıklarından yaratıcısının önünde hesaba çekilecektir. Kendisi hiç bir şey yapmamış ve (Allah'ın istediği gibi) dosdoğru bir hayat yaşamamış ise, başkasının yaptığının ona bir faydası yoktur. Kur'an bu gerçeği ifade eden ayetlerle doludur. Bunlardan bir kısmını aşağıya alıyoruz:
Kim zerre miktarı hayır yapmış ise onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemiş ise onu görür. (Zilzâl/7-8)
Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması ileride görülecektir. Sonra da ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/39-41)
İşte o günde (kıyamet gününde) kişi kardeşinden, annesinden, babasından ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin, başından aşacak işi (ve derdi) vardır. (Abese/34-37)
Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (Fusilet/46)
Burada bir hususu hatırlatmalıyız: Müslümanlar cenaze ile ilgili olarak sonradan uydurulmuş pek çok şeyler çıkarmışlardır.
Ölüyü cehennemden azâd edecek okumalar, belli sayıda Yasin okumak (41 yasin gibi), vefattan sonra ilk perşembe, ikinci perşembe, üçüncü perşembe gecesi toplantıları yapmak, yıl dönümü ve benzeri şeylerin hiç birisi İslâm'da yoktur. Bunların hepsi bidattir. Müslümanların bunları yapması yaraşmaz. Allah doğruyu söyler ve yolun doğrusuna iletir.
SORU: Mezarlık olan yerden cadde geçirmenin veya kabirlerin olduğu yerlere apartmanlar yapmanın hükmü nedir?
CEVAP: Bir müslüman kabrine defnedildiği zaman, bu kabir artık onun adına vakfedilmiş bir şey gibi olur. İçerisinden ölünün etinden ve kemiğinden bir şey bulundukça buranın saygınlığı ihlal edilmez.
Fakat ceset tamamen yok olur, kabre konulan beden toprağa dönüşürse, kabrin olduğu yerden faydalanmak caiz olur. Oraya yeni cenaze defnetmek de caiz olur. Böyle bir yere bina yapmak veya tarım maksadı ile kullanmak da caiz olur.
Bundan anlıyoruz ki defnedilen cesedin kemikleri çürüyüp toprağa dönüşmüş ise buradan yol geçirmekte veya oraya inşaat yapmakta dini yönden bir engel yoktur.
Kabristanlık olan bir yerin, kamu yararına kullanılması istenirse, oraya artık cenaze defnedilmesinin bırakılmış olması gerekir. Ayrıca kullanılması terkedilmiş mezarlık, yeterli bir süre kendi halinde bırakılır. Tâ ki gömülmüş olan cenazelerin ceset ve kemiklerinin çürüyüp toprak olduğundan emin olunsun. Bundan sonra burasının meşru bir maksat için kullanılması caiz olur.
Burada kabirlerin saygı gösterilmesi gereken yerler olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Hz. Peygamber kabir üzerine oturmayı, kabrin çiğnenmesini veya bir ihtiyaç olmadıkça kabrin açılmasını yasaklamıştır. Bunun hikmeti yaşarken de öldüğü zaman da müslümanın saygı değer olma halinin devamını sağlamaktır. Çünkü Hz. Allah şöyle buyurmuştur:
Biz, hakikaten insonoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli araçlarla) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel rızıklar verdik. Yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık. (İsra/70)
SORU: Kâfirlerin mezarlığına defnedilmiş olan müslümanın kabri açılarak cenazeyi çıkarıp müslüman mezarlığına nakletmek vacib olur mu?
CEVAP: Bir müslüman vefat ettiği zaman onu bulunduğu mahalledeki, şehir veya yöredeki müslüman mezarlığına defnetmek sünnettir.
Bir kimseyi vefat ettiği yerden bir iki mil (yaklaşık üç kilometre) uzaklığa götürmek caizdir. Zaten genellikle mezarlıklar şehrin bu kadar uzağında olurlar.
Bir müslümam, gayr-i müslim mezarlığına defnetmek haram olduğu gibi, gayr-i müslimi de müslüman mezarlığına defnetmek haramdır. Ölen kimse kadın olsun erkek olsun, küçük olsun büyük olsun hüküm aynıdır. Her nasılsa kâfirlerin mezarlığına defnedilmiş bir müslümanın süratle müslüman mezarlığına nakledilmesi gereklidir.
Fıkıh âlimleri bir takım sebeplerle kabrin açılabileceğini söylemişlerdir. Bu sebeplerden bazıları şunlardır: Defin sırasında kabre değerli bir şey düşmüş ise, cenaze kıbleye döndürülmeden gömülmüş ise, cenaze yıkanmadan veya kefenlenmeden defnedilmiş ise; kabre düşen değerli eşyayı almak, cenazeyi kıbleye çevirmek, ölüyü yıkamak veya kefenlemek için kabri açmak caizdir. Buna göre kâfirlerin mezarlığına defnedilmiş müslümam, müslüman mezarlığına taşımak için kabri açmak daha evlâ ve yerinde bir hareket olur. Böyle bir durumdaki müslümanın kabrinden çıkarılıp müslüman mezarlığına taşınıp taşınmaması hususunda bir şey söylemeyip susmak dinin haram saydığı bir hususun kabulü demektir.
Buharî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber, ihtiyaçtan dolayı bir kabri açtırıp içinden ölüyü çıkartmış, sonra tekrar kabre koydurmuştur. Bu olay cenazenin defninden altı ay sonra olmuştu. Bu süre içinde cesedin bozulacağında şüphe yoktur.
Fıkıh âlimleri de gasbedilmiş (zorla alınmış) bir yere defnedilmiş cesedin buradan alıp normal bir yere nakledilmesi için kabrin açılıp, cenazenin oradan taşınmasını caiz görmüşlerdir.
Bir şehirde birden fazla mezarlık varsa içerisinde Allah'ın sâlih kullarının bulunduğu mezarlığa defnetmek müstehabtır. Nitekim fıkıh âlimleri yüksek şerefe sahip yerlere defnetmenin müstehab olduğunu söylemişlerdir. Bu husustaki delilleri Hz. Ömer'in vefat etmeden önce yaptığı ve söyledikleridir.
Hz. Ömer kendisine yapılan suikasd sonucunda yaralandıktan sonra öleceğini anlayınca oğlu Abdullah'a şöyle dedi: "Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'ye git, ona: Ömer'in sana selâmı var senden dostlarımın; Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir'in yanma defnedilmek istiyor, de."
Abdullah babasına geri döndüğünde Hz. Ömer: "Ne haber var?" diye sordu. Abdullah: "Sana izin verdi" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Hz. Peygamber'in ve Hz. Ebubekir'in bulunduğu yerden daha önemli ve bana göre daha sevimli hiç bir şey yoktur. Sonra da: Ömer dostlarının yanına defnedilmek için izin istiyor, deyiniz. İzin verirse beni oraya defnediniz. İzin vermezse müslümanların mezarlığına defnediniz" diye vasiyet etti.
SORU: Cenazeyi ağzındaki altın diş ile gömmek caiz midir?
CEVAP: Allah insanı ölü ve diri olarak şerefli ve saygı değer kılmış şöyle buyurmuştur:
Biz hakikaten insan oğlunu şerefli kıldık. Yarattıklarımızdan pek çoğuna onları üstün kıldık. (İsra/70)
Bundan dolayı ölünün orasını burasını kesip parçalamayı İslâmiyet haram kılmıştır. Hz. Peygamber: "Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kırmak gibidir" buyurmuştur.
Bununla beraber bazı fıkıh bilginleri bir kimse ölmezden önce değerli bir inciyi veya başkasına ait parayı yutmuş olsa, öldüğünde karnını yarıp yuttuğu şeyi çıkarmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bundan şunu anlamamız mümkündür: Ölen kimsenin ağzında altın dişler olsa, bu dişler ekonomik yönden değerli olup, sağ kalanların onlara ihtiyacı varsa bu dişlerin çıkarılması gerekir. Zira bu dişlerin çıkarılmaması malı ziyan olmaya bırakmaktır.
Burada bir hususu ifade etmemiz iyi olacaktır. Cenazenin altın dişini çıkarmak, onun şeklini bozup deforme etmek veya cenazenin vücudunu kesip parçalamak değildir.
SORU: Memleketinden kırk mil uzaklıkta bir köyde vefat eden kişinin ailesinin cenazeyi memleketine götürmeleri haram mıdır? "Cenazeyi Öldüğü yere defnetmek gerekir" sözü doğru mudur?
CEVAP: Bu meselede fıkıh âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bazıları cenazenin öldüğü yerden başka yere taşınmasını -haram olduğu gerekçesiyle- yasaklamıştır. Bazıları ise bunu caiz görmüştür.
Ahmed b. Hanbel bu konuda şöyle diyor: "Ölen bir kimseyi öldüğü yerden bir başka yere götürmekte bir sakınca olduğunu bilmiyorum."
Zührî'ye bu konu sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Sa'd b. Ebî Vakkas ve Sa'd b. Zeyd Akîk denilen yerde vefat etmişler, oradan Medine'ye taşınmışlardır."
Cenazeyi öldüğü yerden Mekke, Medine veya Kudüs gibi yerlere; eğer cenazenin vefat ettiği yer buralara yakın ise taşımak caizdir. Zira buraları şerefli ve faziletli yerlerdir. Şafii mezhebine ait kitaplarda böyle yazılıdır.
Mâliki mezhebine ait kitaplarda kaydedildiğine göre yerinde bırakıldığı takdirde su altında kalmasından, yırtıcı hayvanlar tarafından kabirden çıkarılıp parçalanmasından korkulursa veya taşındığı takdirde ailesinin ziyaret edebilmesi gibi bir gerekçe ile cenazeyi defnedildikten sonra veya önce vefat ettiği yerden bir başka yere nakletmek caizdir. Şu kadar ki bu taşıma işleminde cesedin dağılması, kemiklerinin kırılması gibi cenazenin saygınlığı zedeleyecek şeyler olmamalıdır.
Hanefî mezhebi kitaplarında ifade edildiğine göre cenazeyi bir iki mil uzaklığa taşımak caizdir. Çünkü genellikle yerleşik yer ile mezarlık arasında zâten bu kadar uzaklık vardır.
Buraya kadar söylenilenlerden bir gerekçe ve ihtiyaç varsa cenazeyi bir yerden bir başka yere taşımanın caiz olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Cenazeyi taşımakla gelecek bir zarar önlenecekse onu taşımak yine caizdir. Cenazeyi taşıma işi defnedilmeden önce olmalıdır. Evzâî ve İbn'ul Mûnzir'e göre defnedildikten sonra da, -cenaze yıkanmadan gömülmüş ise, veya kıbleye döndürülmeden kabre konulmuş ise, veya zorbalıkla alınmış bir yere defnedilmiş ise veya kabirin olduğu yeri sel basmış ise- bir başka yere nakledüebilir.
Hz. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman Habeş denilen yerde vefat ettiğinde onu Mekke'ye getirip orada defnettiler. Hz. Aişe kardeşinin ziyaretine geldiğinde: "Vefat ettiğin yerde ben olsaydım, seni orada def-nettirirdim. Vefat ederken yanında bulunsaydım (ayrıca) ziyaret de etmezdim" dedi.
Şehid şehid edildiği yerde toprağa verilir. Çünkü Hz. Peygamber: "Savaşta öldürülen kimseleri vurulup düştüğü yere defnediniz" buyurmuşlardır.
İbn Mâce'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Uhud savaşında vefat edenlerin vurulup şehit düştükleri yere defnedilmesini emretmiştir. Buna göre görüşümüz odur ki ailesinin cenazeyi kırk mil uzağa götürmekte ısrar etmeleri -bunun bir faydası veya gerekçesi yoksa-
yerinde ve caiz olan bir şey değildir.
SORU: Ruhlar cesetten ayrıldıktan sonra nereye gidecektir?
CEVAP: İbn'ul Kayyım'ın bildirdiğine göre ölümden sonra değişik yerlere giderler.
Kimisi Mele-f"Alada en yüksek yerlere gider. Bunlar rasûl ve nebi derecesinde olan peygamberlerin ruhlarıdır.
Kimisi yeşil kuşlar halinde cennette dilediği yerlerde dolaşır. Bunlar hadiste de bildirildiği üzere şehitlerin ruhudur. Ancak bunlardan üzerinde kul hakkı olanların borçlan çenette dolaşmasına engel olur.
Kimisi ölümden sonra yeryüzünde kalır göğe çıkamaz. Çünkü bunlar ulvi sema ehli seviyesine yükselmeye lâyık olmayanların ruhlarıdır.
Ruhlar için (ölümden sonra) bir mekân yoktur. Şüphe yok ki ruhların durumu, bedenin durumundan farklıdır. Zira ruhlar hareket ve bir yerden bir yere geçişte çok süratlidir.
Ayrıca ilim adamlarının bildirdiğine göre ruhun dört yerleşim yeri vardır. Bunlar sıra ile şöyledir:
1. Ana karnı,
2. Dünya,
3. Berzah,
4. Cehennem veya cennet.
SORU: Ölümden sonra (morgda kalmak, otopsi yapılmak gibi sebeplerle) cenazenin defni günlerce, ya da aylarca gecikse, kabirde münker ve nekirin sorgusu da gecikir mi?
CEVAP: Cenazenin sorgusu normalde kabre konulmasından sonra olur. Fakat cenaze ölümden sonra uzun süre defnedilmese de sorguya tabi tutulmasına bir engel yoktur. Çünkü ölünün defnedilmemesi Allah'ın sual meleklerine ölüyü sorgulama gücü vermesine engel olamaz.
Biz kabirdeki sorgulamanın nasıl olduğunu bilemeyiz. Çünkü bu olay bize göre gaybtır. Kur'an'dan ve hadisten anladığımıza göre kabrine konulan kimseye, kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olmaktadır.
SORU: Aileden birilerinin gelmesini bekleyerek cenaze namazını geciktirmek caiz mi? Aile bireyleri geldikten sonra cenazenin defnedilmesinin hükmü nedir?
CEVAP: Dinimizde asıl olan cenazeyi hazırlayıp namazını kılarak defnetmekte acele etmektir. Çünkü bu vefat eden kimse için bir bakıma ikramdır. Zira cenaze uzun süre bekletilirse bozulur, kokar. Bu ise bir bakıma ölen kimsenin saygınlığını korumamak, bir bakıma da insanlara eziyet etmektir.
İmam-ı Azam'a göre cenazenin namazım kıldırmakta birinci derecede hak sahibi şehrin yöneticisidir. Sonra şehirdeki hâkim, sonra vefat ettiği yerin imamı, sonra akrabası gelir. Akrabalar içerisinde de en yakını bu hususta hak sahibidir.
Cenazenin tüm yakınları varsa, katılıp namazını kılarlar. Akrabaların hepsi veya bir kısmı bulunmuyorsa ve ceset bozulmadan gelebi-leceklerse cenazenin bekletilmesine bir engel yoktur. Fakat cenaze yakınlarının gelmesi uzun zaman alacaksa, cenaze bekletilmez. Namazını mevcutlardan en yetkili olan kıldırır.
Hz. Peygamber ashabından bir kimseyi gece defnetmişti. Hz. Ebubekir de geceleyin vefat etmiş, sabah olmadan defnedilmişti.
SORU: Perşembe akşamı (cuma gecesi) ölen kimse insanlar nazarında iyi amelli birisi olarak bilinir. Bu hususta dinin hükmü nedir?
CEVAP: Ömür sınırlı ve belirli olup, Allah'ın elindedir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Onların ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler. (A*raf/34)
Günler insanların bir takım işler yapabilmesi için zaman diliminden ibarettir. Bu günleri iyi işlerle değerlendirenler, Allah katında ecir ve sevaba nail olurlar. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Biz, güzel işler yapanların ecrini zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Yapılan iş, az olsun, çok olsun Allah katında kaydedilip, yazılmıştır. Hayırlı işler ne kadar az olursa olsun, bir sevabı ve izi vardır. Kötü işlerin de bir izi ve cezası vardır. Allah şöyle buyurur:
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzâl/7-8)
Bundan anlıyoruz ki tüm günler, İslâm dini nazarında iyi işler yapmak ve kötü işlerden kaçınmak için birer fırsattır.
Bir kimsenin haftanın belli bir gününde ölmesi ile, âhiret hayatında kurtulması veya ceza görmesi arasında bir bağlantı yoktur. Aksi halde Ümmet-i Muhammed'in çok hayırlı büyüklerinin hep cuma gecesi ölmesi gerekirdi.
Halk arasında cuma gecesi vefat edenler hakkında yaygın olan bu inanç, sırf bu gün vefat etti diye hayırlı amelleri bulunmayan şahsı hayırlı ameli olan bir kimse yapmaz.
Müslüman için hayırların temeli iman etmek ve güzel işler yapmaktır. Hz. Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "(Yapacağınızı) yapın. Amelinizi Allah da, Rasûl'ü de, mü'minler de görecektir..." (Tevbe/105)
SORU: Perşembe günü vefat eden kimseyi, 'mübarek bir gündür' diyerek bekletip cuma günü toprağa veriyorlar. Cuma günü defnolunmak, cenazenin azabını hafifletir mi?
CEVAP: Bir kimse vefat ettiği zaman en iyisi hemen onu defnedilmek üzere hazırlayıp, kefenleyip defnetmektir. Zira cenazeyi defnetmek görüş birliği (icma) ile farz-ı kifayedir. Çünkü cenazeyi defnetme-yip olduğu gibi bırakmak onun saygınlığını yok eder. Cenaze öylece ortada kalırsa (bir süre sonra) insanlar kokusundan rahatsız olmaya başlarlar. Bunun içindir ki cenazeyi defnetmekte acele etmek, geciktirmekten evlâdır. Hz. Adem'den günümüze kadar yapılan da budur. Nitekim halk arasında yaygın bir söz vardır: "Ölüyü defnetmek ona ikram etmektir."
Cenazenin defni için belirli bir vakit yoktur. Çünkü gece olsun, gündüz olsun cenazeyi defnetmek caizdir. Gece defnetmekte kerâhat yoktur. Hz. Ebubekir gece vefat etmiş, sabah olmadan defnedilmiştir. Bundan sahabe-i kiramın cenazeyi defnetme işlemini geciktirmedikleri anlaşılıyor.
Cuma gününün büyük bir gün olduğunda şüphe yoktur. Cuma gününün fazileti hakkında bir çok hadis ve rivayet vardır. Fakat sualde ifade edildiği üzere cumadan bir gün önce vefat eden cenazeyi defnetmekte acele etmek, (ertesi gün cumadır gerekçesiyle) ertelemekten daha hayırlıdır.
Ölen kişiye fayda ve zarar vermekte esas olan kendisinin yaptığı işlerdir. Nitekim ayette şöyle buyurulmuştur:
Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. (Necm/39-
SORU: Çoğu kere cenazenin arkasından kadınların da ellerine yüzlerine siyahlar sürmüş ve siyahlar giymiş olarak yürüdüklerini görmekteyiz. Kadınlar katıldıkları cenazelerde "lulu..." çekerek bağırmakta, başlarında bir yascı kadın bulunmaktadır. Din buna razı olur mu?
CEVAP: Cenaze merasimlerinde kadınların yaptığı matem uygulamalarında görülen çirkinliklerin İslâm dini ile hiçbir ilgisi yoktur.
Görevlilerin, hem dinin hem aklın hoşnut olmadığı bu bid'atlere engel olmak görevidir.
Tarihin bildirdiğine göre zamanın halifesi Ömer b. Abdul Azîz, bazı valilerine bu tür çirkinlikleri yasaklamaları emrini vermiştir.
Bu emirnamede şunlar söylenmektedir:
"Selam, besmele ve hamd u senadan sonra: Bana anlatıldığına göre aptal kafalı ve kaba saba davranan kadınlar birisi öldüğünde, üstleri başları açık sokağa çıkıp cahiliye dönemindeki kadınlar gibi yas çığlıkları alıyorlarmış. Hayatıma andolsun ki, başörtülerini yakalan üzerinde bağlamaları emrolunduğundan beri kadınlara örtülerini çıkarıp atmalarına izin verilmemiştir. Yascı kadınların bağırıp çağırıp ağlamalarını yasakla. Güvenlik güçlerine yollarda ve evlerde bu tür cenaze ağlayıcısı bırakmamaları için gerekeni yapmalarını emret. Cenab-ı Hak, inananlara başlarına bir dert geldiğinde dünya ve ahirette hayırlı olan bir davranışta bulunmalarını emrederek şöyle buyurmuştur: o sabredenler, kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz" derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/156-157)
Evzâînin şöyle dediği rivayet ediliyor: "Bana ulaştığına göre Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- bir evden ağlama sesleri geldiğini duyduğunda beraberindekilerle birlikte ağlaşan kadınları dövmek amacıyla eve gittiğinde parayla tutulmuş ağıtçı kadına öyle bir vurur ki kadının örtüsü düşer. Bu sırada Hz. Ömer bir yandan şunları söylemektedir: Vurun! Çünkü o yasçılığı meslek edinmiştir. O üzüntüden dolayı ağlamıyor. Onun döktüğü gözyaşı sizin paranızı almak içindir. O kabirleriniz-deki ölülerinize, evlerinizde de size eziyet ediyor. O ağıtçı Allah'ın emrettiği sabra engel olup yasakladığı feryad ve figanı emrediyor."
Kadınların cenaze merasimine katılmalarında hoş olmayan bir durum da, üstü başı açık halde erkekler arasına karışmalarıdır.
Ebu Sülame'nin şöyle dediği rivayet ediliyor: Hz. Ömer'in yanına gitmiştim. Harem-i Şerifte (Kabe'de) bir su birikintisinden karışık bir halde abdest alan kadın ve erkekleri kırbacı ile vurarak dağıtıyordu. Onlan ayrı ayrı yerlere topladıktan sonra 'Ey filan!' diye beni çağırdı. Ben Lebbeykî dedim. O ise: "Sana lebbeyk de yok sa'deyk de. Ben sana kadınlar ayrı yerde, erkekler ayn yerde abdest alacaklar diye emretmedim mi?" dedi.
Hz. Ömer Kabe'de abdesi almakta bile kadını erkekten ayn tutmada bu kadar titiz davrandığına göre, bizim cenaze merasimi konusunda kadınları erkeklerle karışık olmaktan engellememiz gerekmektedir.
SORU: Yanından gayr-i müslim bir cenaze geçen müslümanın ayağa kalkması caiz midir? Caiz ise bunun delili nedir?
CEVAP: Evet, müslümanın gayr-i müslim cenazesi için ayağa kalkması caiz, hatta sünnettir. Çünkü bu kalkış, cenazenin kendisine veya dinine saygı göstermek için değildir.
Bu ayağa kalkma herkesin içine korku salan ölüm içindir. Fani âlemden, ebedî olan ikinci âleme göçen kimsenin durumundan ibret almak içindir. Kim olursa olsun dünyadaki yaşantısı sona erip yaptıklarının karşılığını göreceği hesap âlemine geçen bir kimsenin halinden ders çıkarmak içindir. Bu bakış açısı sanırım ki din ayrılığı noktasından daha yüksek bir husustur.
Müslüman olmayan cenaze için ayağa kalkmanın sünnet oluşunun delili İmam Müslim'in ve Ahmed b. Hanbel'in Hz. Osman'dan rivayet ettiği şu hadistir: Hz. Osman gördüğü bir cenaze için ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: "Ben Hz. Peygamber'in -hangi dinden olduğunu sormadan- cenaze için ayağa kalktığını gördüm."
Buharı, Câbir b. Abdullah'tan şu rivayeti kayd ediyor: "Bulunduğumuz yerden bir cenaze geçmişti. Hz. Peygamber ayağa kalktı, biz de kalktık." Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! O bir Yahudi cenazesi idi" dediğimizde "Cenaze gördüğünüzde ayağa kalkınız" buyurdu.
Gene Buharî'de yer alan bir rivayette şöyle denmektedir: "Sehl b. Hanif ve Kays b. Sa'd Kadisiye'de otururlarken bulundukları yerden bir cenaze geçti, bunlar ayağa kalktılar. Kendilerine: "Geçen cenaze zimmet ehli (yani müslüman değil) idi" denilince: Hz. Peygamber, bulunduğu yerden bir Yahudi cenazesi geçince ayağa kalkmıştı 'Neden kalktınız, o bir Yahudi cenazesi' diye sorduklarında "İnsan değil mi?" buyurmuştu.
Yine Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste: "Bir cenaze gördüğünüzde olduğunuz yerden geçene kadar ayağa kalkınız" bu-yurulmuş, bir ayırım gözetilmeden müslüman olsun veya olmasın genelleme yapılmıştır. Sanırım bunlar ikna etmek için yeterlidir.
SORU: İntihar eden kimseye cenaze namazı kılınır mı?
CEVAP: İslâm dini insan Öldürmeye şiddetle karşı çıkmış, bu suçu işleyene şiddetli bir ceza, elim bir azap olduğunu bildirmiştir.
İntiharın da adam öldürmeye girdiğinde şüphe yoktur. Zira intihar eden kimse kendi eliyle ruhunu çekip almakta, kendi kendisini öldürmektedir. Bu ise sapıklığın, anormalliğin son haddidir. Bu nedenle intihar, hayattan kaçmanın ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin bir göstergesidir.
İnsanın bir başkasını öldürmesi büyük günahlardan olduğuna göre, kendi kendini öldürmesi de büyük günahlardandır.
Buharî, Müslim ve diğer hadis kaynaklarında intiharı yasaklayan ve cezasını bildiren pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir:
Sizden önce geçen ümmetlerden birinde bir adam yaralanmıştı. Yarasının acısına sabır gösteremeyen bu adam bir bıçakla elini kesti. Akan kanı durduramadığı için öldü. Bunun üzerine Cenab-ı Allah şöyle buyurdu: "Kulum canının alınmasında (acele ederek) benden önce davrandı. O'na cennetimi haram kıldım.
İntihar edenin tevbesinin kabul olunmayacağı ve intihar eden birinin cenaze namazını Hz. Peygamber'in kılmadığı rivayet edilmiştir.
İmam Sa'di intihar eden kimse hakkında şöyle demiştir: Bana göre en doğrusu, intihar edenin namazı kılınmaz. Zira onun tevbesi yoktur. Hanefî mezhebinden Ebu Yusuf da bu görüştedir. Ebu Yusuf intihar eden hakkında: "Yıkanır, fakat namazı kılınmaz" demiştir.
Lâkin Hanefî kaynaklarından İbn Âbidin Haşiyesi'nde: "Kendi kendini öldüren kimse yıkanır ve namazı kılınır. Her ne kadar intihar edenin günahı, başkasını öldürenden daha büyük ise de fetva, namazının kılınacağı şeklindedir. Çünkü intihar eden günah işlemişse de başkasını öldürerek yer yüzünde bozgunculuk etmemiştir."
Gene aynı kitapta şöyle denmektedir: "İntihar etmeye kalkışan kimse kendisini yaralayıp bir süre yaşasa ve bu sürede günahına tevbe ettikten sonra ölse, her ne kadar kendini öldürmeyi helâl saymış ise de tevbesinin kabul edildiğine hükmedilir. Çünkü ölmeden önce küfürden tevbe edilse kabul edilir. Günahtan tevbe etmek niçin kabul edilmesin?" Bunun gereği bu durumdaki kimsenin namazının kılınmasıdır.
SORU: Bazı doktorlar ölümden hemen sonra ölünün gözünü çıkararak gözünü kaybeden birine nakletmektedir. Organ nakli hususunda din ne söylemektedir?
CEVAP: İslâm dini ister diri ister ölmüş olsun insanın değeri hususunda titizlik göstermiş ve insana saygı gösterilmesini istemiştir. Hiç bir insanın duygularına, malına ve canına saldırılmaz.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Müslümanın her şeyi; kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır.
Müslümanın öldükten sonra da bedeninin kesilip parçalanmaktan korunması istenmiştir.
Kur'an-ı Kerim bu prensibi en güzel şekilde ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli araçlara bindirip) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel nzıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık. (İsra/70)
Fakat bazen şartlar insan bedeni üzerinde araştırma yapmayı zorunlu kılabilir, vücudundan bir parçanın kesilmesi gerekli olabilir. Bir suçun (veya suçlunun) belirlenmesi, bir hastalığın teşhisi için buna ihtiyaç duyulabilir. Nitekim, tıbbi bir araştırmada bedenin bir kısmının faydalı olması halinde ölünün vücudunun yarılıp gerekli parçanın çıkarılması mubah görülmüştür.
Hiç şüphe yok ki ölünün gözünü bir başkasına nakletmek, kendine göre kıymeti olan bir faydalanmadır. Görmeyen kimselerin zararını ortadan kaldırmak çok değerli bir amaçtır. Tedaviyi teşvik eden İslâm dini böyle bir amaca karşı çıkmaz. Zira bu dinde "Zarara uğramak da, zarar vermek de yoktur," "Zarar ortadan kaldırılır," "Zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar" gibi prensipler vardır.
Tıp alanında İslâm milletleri için en güzel faydalan gerçekleştirecek şekilde tıp uzmanlarını yetiştirmek Muhammed ümmetinin görevidir.
Buradan ortaya çıkan şudur ki ölmüş bir kimsenin gözünün bir başkasına nakledilmesinin dini yönden caiz olmasına ihtiyaç vardır. Dinin kuralları da bu ihtiyaçla çelişki halinde değildir.
SORU: Dünya işlerinin yürütülmesi için manevi oturumlar var mıdır? Ölmüş şeyhlerin ruhlarına ihtiyaçları giderme yetkisi verilmiş midir? Şeyhleri ihtiyaçtan yerine getirmeleri ve bereketlenmek için ziyaret etmek caiz midir? Yeryüzünün idaresi (manevi olarak) şeyhler arasında paylaştırılmış mıdır? Bir kimsenin sevabı ölmüş bir şeyhe olmak üzere Allah için bir şey adaması caiz midir? Türbe ziyareti, cahiller arasındaki yaygın şekli ile türbenin eşik veya kapı-pencere sini öpmek veya türbenin toprağını yüze sürmek hakkında görüşünüz nedir?
CEVAP: Bu sorular bir çağlayan gibidir. Cevapları bir kaç satırlık fetva ile çözülecek gibi değildir. Bu soruların cevabı müstakil bir kitaba ihtiyaç gösterir.
Aslında bu konulardan araştırmacı âlimler kitaplarında uzun uzadıya söz etmişlerdir. En iyisi detaylı bir şekilde tafsilat isteyenlerin çağdaş klasik âlimlerinin kitaplarına baş vurmasıdır.
Kısa bir işaretle yetinmek gerekirse şunları söylememiz kâfidir:
Kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi Allah'tır. Evrenin yönetiminde ilk ve son söz sahibi O'dur. Veren O, aziz eden O, zelil eden O, güç sahibi ve metîn olan O'dur. Kim olursa olsun kullarından hiç birisi ne bir zerre ilerletebilir, ne de geri bırakabilir. O'nun izni olmadan hiç bir kimse ne zarar, ne de fayda verebilir. Yarattıkları içinde kullarının kendisine en sevgili olanı Hz. Muhammed'e söylediği "...Senin yapacağın bir şey yoktur" (Âl-i İmran/127) sözü bu konuda başka lafa hacet bırakmaz.
İnsan yaşarken âcizdir, rabbine muhtaçtır. Öldükten sonra acizliği ve muhtaçlığı daha ziyade olur. Bu herkes tarafından kabul edilen ana kuralın ışığında, gönül huzuru ile hükmedebilirsin ki evrenin yönetilmesi, bir takım işlerin görülmesi için manevi oturumlar yoktur. Şeyhlerin ruhları bir takım işleri görmek için görevli değildir. Şeyh de olsalar sağlığında âciz olan, bir kimseye zarar veya fayda veremeyecek durumda olan ruhlar, ölümden sonra ne yapabilir? Yeryüzünün idaresi, ne diriler, ne de ölüler arasında paylaştırılmıştır. Bu konuda söylenenlerin hepsi ya ölçüsü kaçmış sözlerdir veya hiç bir delili ve belgesi olmayan zandan ibarettir.
Evet İslâm'da velî (evliya), keramet ve ilham vardır. Allah'ın kullarından bazıları, diğerlerinden hem maddi hem manevî yönden üstündür. Kıyamet gününde Rahman olan Allah'ın izin verdiği kulları şefaatçi olacaklardır. Bu meselelerin her biri için uzun uzadıya izahat gerekir. Bunlar İslâm âlimlerinin kitaplarında yazılıdır.
Dua, şartlarına uygun olarak yapılırsa Allah katında makbul olur. Duanın kabul edilmesi ile ilgili durumlar pek çoktur. Dua edenlerin yerine getirilmesini istedikleri hacetleri bazen hemen kabul edilir, bazen de ertelenerek yerine getirilir. Yeter ki dua edenin itikadı sağlam olsun. Allah (c.c) gönülden geçenleri dahi hakkıyle bilir.
Evliyanın ve salih kulların türbelerini ziyaret yasak değildir. Yeter ki bu ziyaretler öğüt almak, ibret almak ve vefa göstermek için olup, eşiği, pencereyi öpmek, yüz göz sürmek gibi dinin kabul etmediği görüntüler, Allah'a şirk koşar ve puta tapar gibi uygulamalar olmasın. Hacetinin yerine getirilmesini kabirdeki ölüden istemek, hacetini yerine getirmezse ölüye yanlış ve ters gözle bakmak da dinin kabul etmediği şeylerdendir.
SORU: Kabir ziyareti sırasında hastaları kabrin etrafında dolaştırarak, kabre kurban kesip mum yakmak suretiyle hastanın iyileşmesini bekleyenler bulunmaktadır. İslâm'da böyle bir şey var mıdır?
CEVAP: Pek çok evliya ve salih kulun türbeleri hakkında vehimden ibaret bir takım inançlar yaygın haldedir. Doktorların belli hastalık dallarında uzman olduğu gibi, türbelerden her birinin çeşitli alanlarda uzman olduğunu zannederler.
Kimi insanlar hasta çocuklarını bazı meşhur türbelere götürüp belirli müddet veya cuma günü gibi muayyen günlerde şifa hasıl olacak diye bekletirler. Hastanın iyi olacağına inanarak tekrar tekrar ziyarete devam ederler. Kimileri de şifaya yardımcı olması için bu türbede kurban keser veya mum yakarlar.
Bunların hepsi vehim ve sapıklık olup tertemiz İslâmiyet'te bunların hiç bir asıl ve esası yoktur. Aksine İslâm'a zıt olan bir takım inanışlara benzemektedir.
Müslümanm görevi bu tür hurafeleri dinden söküp atmak, hastalığın tevavisi için gereken sağlıklı yolu tutmaktır. Hastalığı yaratan, şifasını da yaratmıştır. Hz. Peygamber, sahabe ve onlara uyanlar hastalıkları, uygun tedavi yollarına baş vurarak tedavi etmişlerdir. Onlar bize örnek olmalıdır. Onlarda bizim için güzel örnekler vardır.
SORU: İhtiyaçların veya bir takım işlerin gerçekleşmesini bir peygamberden veya evliyadan istemek dinen caiz midir? Ölmüş kimselerden hastalara şifa veya imdat beklemek caiz midir? Hz. Peygamber hakkında "O ölmemiştir, dünyada yaşadığı gibi kabrinde yaşamaktadır" deniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP: İslâm'ı tebliğ eden Hz. Muhammed yaratılmışların en faziletlisi ve kulların en şereflisidir. O peygamberlerin efendisi, âlemlere rahmettir ve peygamberlerin sonuncusudur. O rahmet sahibi ve ümmetine acıyan bir Peygamber'dir. O müjdeci, uyarıcı ve her tarafı aydınlatan bir kandildir. O büyük bir ahlâk sahibi ve alınları nur ile parlayanların önderidir. Hz. Muhammed yol gösterici bir nebi ve rasûldür. O temiz bir insan, günaha bulaşmaktan korunmuş ve insanlığın öğretmeni olmuştur. O insanlık âlemi için en yüksek düzeyde mükemmel bir örnektir. Fakat o Allah değildir. Allah'ın önünde diğer insanlarla eşittir. Olaylar karşısında, bir şeyi var etme veya yok etmede, fayda ve zarar vermede diğer insanlardan bir farkı yoktur.
Biz bu sözleri kendiliğimizden söylüyor değiliz. Aynı zamanda
bunları bir grup veya cemaata saldırmak ve onları hesaba çekmek için de söylüyor değiliz.
Bu söylediklerimiz en kutsal kaynak olan Kur'an'dan alınmadır.
Hz. Allah'ın Peygamber'ini nasıl tanımladığını aşağıdaki ayetlerde görüyoruz: senin yapacağın bir şey yoktur. (Âl-i İmran/127) Muhakkak sen öleceksin. Onlar da ölecekler. (Zümer/30) (oku veya silahı) attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfal/17)
Muhammed ancak bir Peygamber1 dir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz. Kim (böyle) geri dönerse Allah'a hiç bir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mü-kafatlandıracaktır. (Âl-i İmran/144)
Peygamber'e düşen (vazife) ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir. (Maide/99)
Allah'ın izni olmadan hiç bir peygamber için mucize getirme imkanı yoktur. (Ra'd/38)
De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer (olan) bir peygamberim." (İsra/93)
Bu ayetlerden alıyoruz ki her şey Allah'ın elindedir. Peygamber de Allah'ın kullarından bir kuldur. Peygamber'in kul olması, Allah'ın yarattıklarının en yücesi olmasına ve kullarının Allah'a en yakını olmasına bir engel değildir.
Bu itibarla Allah'ın kulu olduğumuzu ortaya koymak, tevhid akidesinin yüceliğini belirtmek ve âlemlerin rabbi olan Allah'a karşı ihlas-lı olmak için istediklerimizi sadece Allah'tan istemeli, başka hiç bir kimseden istememeliyiz. O Allah, istekte bulunulacak en çok kerem sahibi ve en çok ümid beslenecek zât-ı bâridir.
Bizzat Peygamber bizlere bunu öğretmiş ve emretmiştir: İstediğinde Allah'tan iste. Yardım dilediğinde bulunduğun zaman sadece Allah'tan yardım dile. O şerefli peygamber -Allah'ın selamı ve bereketi onun üzerine olsun- başka hiçbir kapı için Allah'ın kapısının terkedilmesinden asla hoşnut olmazdı. Hak'tan ötesi olsa olsa sapıklık olur.
O büyük Peygamber'in durumu böyle olunca, Peygamber'in dışındakilerin durumunu varın siz düşünün.
O halde bir şeyin olmasını, bir ihtiyacın giderilmesini, bir hastanın iyileşmesini -ister ölü, ister diri olsun evliyadan istememiz caiz olamaz. Her husustaki isteğimizi ancak, bir olan Allah'tan istemeliyiz. (Aksini yapanlar varsa) bırak onları sapıklıklarında dolaşıp dursunlar.
Peygamber (s.a) vefat etmiştir. O'nun vefatından sonra Hz. Ebu-bekir şunları söylemiştir:
"Muhammed'e tapan varsa (bilsin ki) Muhammed ölmüştür. Her kim de Allah'a tapıyorsa (bilsin ki) O ölmez, ebedî diridir."
Hz. Peygamber vefat etmek suretiyle dünyadan âhirete göçmüş bulunmaktadır. Fakat buna rağmen o, kabrinde (kendisine mahsus bir surette) diridir. Zira şehitler hakkında Allah şöyle buyuruyor:
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Rableri katında azıklara mazhar olmaktadırlar. (Âl-i İm-ran/169)
Hz. Peygamber'in şanı şehitlerden daha yüce, onlardan daha faziletlidir. O halde Hz. Peygamber de kabrinde diridir. Lâkin bu diriliğin mahiyetini biz bilemeyiz. O hayat, bizim hayatımıza hiç bir yönden benzemez. Sonra, o hayatın gerçeğini bilmemiz de çok önemli değildir.
Allah dilediğini dosdoğru yola iletir.
SORU: Ölmüş kimseler aile bireylerinin yaptıklarından haberdar olurlar mı? Şayet haberdar olurlarsa, ayrı bir âlemde olmalarına rağmen haberdar oldukları iyiliklerden dolayı hayır dua ederler mi? Bu dua yaşayanlara fayda verir mi?
CEVAP: Dini kaynaklarımızdaki bilgiler vefat edenlerin, yaşayanların yaptıklarından haberdar olduklarını bildirmektedir. Bunlar yapılanların iyi olması durumunda sevinirler, kötü şeylerden eziyet duyarlar. Ölülerden günahkar olanlar da Allah'ın itaatkâr kulları da haberdar olmakta eşittirler. Onlar yaşayanların sadaka, ibadet ve dua gibi iyi davranışlarından fayda görürler.
Allah'ın kendine yakın olan kuluna, yaşayanlardan birine dua fırsatı verip bu vesile ile liituf ve kereminden ihsan etmesine bir engel mi var?
İmam Gazâlî -Allah ondan razı olsun- ölüm ve ölülerin halinden uzun uzun söz etmiş, yaşayan sâlih kulların vefat edenleri rüyalarında gördüklerinden bahsetmiştir.
Gazâlî'nin bu husustaki anlattıklarından âhiret âlemindekilerin, dünya âlemi ile ilgileri olduğunu, vefat edenlerin bizim bu dünyadaki yaptıklarımızdan haberdar olduklarını, hoşnutluk ve eziyet bakımından etkilendiklerini anlıyoruz.
SORU: Kabirde kıyamete kadar sürecek azap var mıdır? Kur'an'da ve hadiste kabir azabı olduğuna işaret eden bir bilgi var mıdır?
CEVAP: İslâm dininde, kabir azabının gerçek olduğu isbat edilmiş bir husustur. Bunun delili şu ayetlerdir:
Firavun ve halkından söz eden âyette şöyle buyuruluyor:
Firavun'un kavmini kötü bir azap kuşatıverdi. Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar, kıyametin gerçekleşeceği gün de: "Firavun'un ailesini en şiddetli azaba sokun!" (denilecek). (Gâfir/45-46)
Bu ayetten anlaşılıyor ki kıyametten önce Firavun ve halkı kıyamet öncesine kadar sabah-akşam azaba sokulacaktır. Bu da kabirde olacaktır. Kıyamet kopunca da azap meleklerine onların daha şiddetli bir azaba sokulması emri verilecektir ki bu da cehennem azabıdır.
Kâfir ve fâsıklar için bir başka ayette şöyle bu vurulmaktadır:
En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın (veya daha az) azaptan tattıracağız. Olur ki (imana) dönerler. (Secde/21)
Tefsir âlimlerinin bildirdiğine göre en yakın (veya daha az) azap kabir azabı, en büyük azap ise kıyamet gününün azabıdır.
Hz. Peygamber'in de: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurduğu bilinmektedir. Hadisteki "cehennem çukurlarından bir çukur" ifadesi kabir azabının hem varlığını, hem de devamlı olduğunu bildirmektedir. Biz bu azabın nasıl olduğunu bilmesek de durum budur.
Hz. Peygamber, bir başka hadisinde kabir sorgusundan söz etmiş, kâfire münker ve nekir meleklerinin sorduğu sorulara kâfir cevap veremeyince uçları eğri demirlerle kâfirlerin başına vurulacağını, bundan acı duyup feryad edeceğini bildirmiştir.
Bir diğer hadiste şunlar anlatılıyor: Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb vefat ettiğinde Rasûlullah üzgün bir şekilde cenaze merasimine çıkmış, defin sırasında kabre inmişti. Kabirden çıkarken mübarek yüzü renkten renge giriyor idi. Bunun sebebi sorulduğunda: "Kızım hasta bünyeli bir kadındır. Ölümün ve kabrin sıkıştırmasının şiddetini hatırladım da Allah'a dua edip, kızımın bu kabir sıkıştırmasını hafif geçirmesini diledim" buyurdular. Kabrin içine konan cenazeyi sıkıştırması da bir çeşit azaptır. Demek oluyor ki kabir azabı vardır.
Fahreddin Râzi yukarda geçen Gafir/45-46 ayetlerinin tefsirinde şunları söylemektedir: "Mezhebimizin âlimleri bu ayeti kabir azabının varlığına delil göstermişlerdir.
Zira ayette Firavun'un ve adamlarının sabah akşam ateşe sokulduklarından söz edilmektedir. Bu, dünyada olan bir şey değildir. Ayetin devamında onların daha şiddetli bir azaba sokulacağı bildiriliyor. Bu da dünyada olan bir şey değildir.
Demek oluyor ki sabah akşam azaba sokulmaları, ölümden sonra, kıyametten önce olacak bir olaydır. Bu, Firavun ve halkının kabirde azap görecekleri anlamına gelir. Onlar için söz konusu olan azap, başkaları için de söz konusudur. Çünkü kâfirlikte Firavun ile diğerleri arasında bir fark yoktur.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
"Ayetteki sabah akşam ateşe sokulmaktan maksadın dünyada onlara sabah akşam nasihat yapılması olma ihtimali vardır. Bu neden caiz olmasın? Çünkü dindarlar Firavun ve adamlarına inanmaları hususunda teşvik, inanmazlarsa başlarına gelecek azaptan her haber verişlerinde sanki onlar ateşe sokulur gibi olmuşlardır.
Ayrıca şunu da söylemek mümkündür:
Ayetteki ifadeyi kabir azabı olarak anlamaya bir engel vardır. Bunun açıklaması iki cihetledir:
1. Kabir azabı var ise bunun devamlı olması gerekir. Ayetteki "sabah akşam" ifadesi azabın sadece bu vakitlerde olacağını, sürekli olmadığını gösteriyor. İşte bu, ayetin kabir azabı anlamına olmadığım ortaya koyuyor.
2. Sabah ve akşam, dünyada varolan bir olgudur. Kabirde sabah akşam diye bir şey yoktur. Bu iki noktadan dolayı ayetten kabir azabı anlamını çıkarmak mümkün değildir.
Bu soru ve itirazlara verilecek cevap şudur:
Birinci sorunun cevabı şöyledir: Firavun ve adamları için cehennem azabı olduğunu bildiren sözlerin sabah akşam azaba sokulmak olduğunu kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "İnsanların durumunu hatırlatan sözler onlara sabah akşam sunuluyordu." Böyle bir anlayış ve mana, ayetteki kelimelerin açık ve zahir anlamlarım bırakıp mecaza yönelmek olur.
Azabın sabah akşam olup, bu vakitlerin kabirde olmayacağı itirazına gelince: Kabirde verilecek azabın bu iki vakitte olup, cehennem azabına atıldıklarında sürekli azab edilmeleri niye imkansız olsun? Kaldı ki sabah akşam deyimi devamlılığın bir ifadesidir. Nitekim bir ayette: "Orada (cennette) sabah akşam kendileri için rızıklan vardır" (Meryem/62) buyuruluyor ki bu, cennette verilecek rızkm devamlılığını ifade eder.
Kabirde sabah akşam yoktur, itirazına gelince: Dünyadaki sabah ve akşam vakitlerinde kabirde cezaya müstehak olanlara azap vardır, demek niçin caiz olmasın?" {Mefatih'ul Gayb, Fahreddin Râzi, 7/221)
Sanırım bu uzun açıklama soru sahibi için doyurucu bir cevap olmuştur.
SORU: Öldükten sonra insana faydası olan işler var mıdır? Varsa bunlar nelerdir?
CEVAP: Evet, ölümden sonra insana Allah'ın lütfü ve keremi ile fayda veren bir takım işler vardır.
Bir kimsenin öğretmek veya yazmak suretiyle arkasında bıraktığı ilim -ki bununla ya bir sünnet canlandırılıp yaşatılır, veya hidayete çağırma eylemi gerçekleştirilir- ölümünden sonra insana fayda veren işlerin başında gelir.
Nitekim Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmuştur:
Her kim bir hidayete çağrıda bulunursa, o yoldan gidenlerin sevabı, çağrı yapana verilir. O yoldan gidenlerin sevabından da bir şey eksilmez. Her kim de bir sapık yola çağrıda bulunursa, o yoldan gidenlerin günahı, çağırana verilir. O yoldan gidenlerin günahından da bir şey eksilmez.
Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri hadis de (buna yakın olup) şöyledir:
İslâm dininde her kim güzel bir yol (çığır) açarsa, o yoldan gidenlerin sevabı, ilk defa o güzelliği ortaya koyana verilir. O yoldan gidenlerin sevabından bir şey eksilmez.
Her kim de İslâm dininde kötü bir çığır açarsa, bu çığırdan gidenlerin günahı, o kötülüğü ilk yapana verilir. O kötülüğü yapanların günahından hiç bir şey eksilmez.
Avf b. Müzenî'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber Bilâl b. Hâris'e: "Şunu iyi bij!" dedi. O da "Neyi bileyim?" deyince şöyle buyurdu:
Şunu bil ki her kim benim vefatımdan sonra yok edilmiş bir sünnetimi canlandırır, hayata geçirirse, o sünneti yapanların sevabının benzeri onu canlandırana verilir. O sünneti yapanların sevabında da bir eksiklik olmaz.
Her kim de Allah ve Rasûlü'nün hoşnut olmadığı bir bid'at ve sapıklık ortaya koyarsa, bu sapıklığı yapanların günahı onu ilk ortaya koyana olur. Fakat bunu yapanların günahından da bir şey ek-sıimez.
Vefatından sonra insana faydası olan başka işler de vardır. Bunlara aşağıdaki iki hadiste işaret edilmiştir.
Bunlardan birincisi Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve Neseî'nin rivayet ettiği hadis olup şöyledir:
insanoğlu öldüğü zaman yaptığı iş(lerden dolayı sevap alması) kesilir. Ancak üç (tip) kişinin ölmesine rağmen sevabı kesilmez:
1. Sadaka-ı câriye (yani sürekli, devamlı hizmet eden vakıf, cami, okul, yol ve benzeri işler) yapanlar,
2. Faydalanılan (kitap ve benzeri) ilim eseri ortaya koyanlar,
3. Kendisine hayır dua edecek (veya edilmesini sağlaycak) evlat yetiştirenler.
İkinci hadisi ise İbn Mâce ve Beyhakî rivayet etmiş olup şöyledir:
Vefatından sonra müslümana, hayatta iken yaptıklarından ulaşacak olanlar şunlardır: Öğrendiği ve yaydığı ilim, arkada bıraktığı iyi bir evlat, miras bıraktığı mushaf, yaptırdığı cami, yoldan geçenlerin barınması için yapılmış konaklama yeri, insanların yararlanması için kanal veya çeşme gibi su hizmeti getirilmesi veya sağlığında malından verdiği sadaka. İşte bunlar ölümünden sonra insana ulaşıp ona fayda verir.
İlim adamları ölümden sonra insana faydası olan işleri, saymışlardır. Bazıları ise bunları bir şiirle dile getirmiştir:
Ölünce insan kapanır defter artık sevap yazılmaz On şey var ki bunları yapanın defteri kapatılmaz
Bir; ilmi yay, bir de dua eden evlat yetiştir Ya da ağaç dik, zira onun mevyelerini niceleri yemiştir Dördüncüsü arkanda miras olarak Kur'an bırakmak Beşincisi vatanı bekleyip düşmandan korumak Altıncısı kazdırmak içi su ile dolu bir kuyu insanlar için kanal açıp akıtmak da böyledir suyu Yedincisi yolcunun, garibanın başını sokacağı bir yer Sekizincisi cami yapmak, çünkü orada halk ibadet eder Dokuzuncusu hayrı hep akan sadakadır durmayan Onuncusu talebe yetiştirmek, devamlı Kur'an okuyan Bunları yapan sevap alır, ölüp olsa da meyyit Söylenenlerin hepsi boş laf değil, hadisle sabit
SORU: Hadis kaynaklarında yer alan rivayetlere göre, ölen kimse kendisini yıkayan, kefenleyen ve defnedenleri bilirmiş. Çünkü henüz ruhunun bedeni ile ilgisi kesilmemiştir. Bunlar doğru mudur?
CEVAP: Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ölü, kendisini (omuzuna alıp) götüreni, yıkayanı ve kabre koyanı bilir.
Taberanî'de de benzeri bir rivayet yer almaktadır.
Gene hadis kaynaklarında bildirildiğine göre Allah'ın salih bir kulu vefat edince, ölüm halinde ruhu bedeninden çıkar. Kabre konulduğunda bedenine döner.
Ebu Musa el-Eş'arî diyor ki: "Mü'minin ruhu çıkarken misk kokusundan daha güzel olur. Onu vefat ettiren melekler alıp götürürler. Gökyüzü tabakasına varınca: "Bu filan oğlu filandır. Şu şu güzel işleri yapmıştır" derl®r. Gök ehli: "Size ve o ruha merhaba!" diyerek onu karşılarlar. Sonra onu getirenlerden alıp sağlığında işlediği amellerinin kabul edilip geçtiği kapıdan geçirerek, güneş gibi gökleri aydınlatarak arşa kadar gider."
İlim adamlarının bildirdiğine göre ruh cesetten çıktıktan sonra, kendisini kabirde ziyaret eden ve kendisine selam veren kimseyi tanır. Kabir aleminde kendisine ikram edilen nimetlerin lezzetini, ceza söz konusu ise cezanın acısını tadar. Ayrıca kabre konulduğunda ruhun ceset ile bağlantısı devam eder. Bu bağlantı ile Ölü eşyayı idrak eder. Bu idrakin ve bağlantının nasıl olduğunu ancak Allah (c.c) bilir.
Bu hususta şunu bilmeliyiz: Vefat ettikten sonra ruhların durumu, Allah katındaki yerine, derecesi ve makamına göre değişik olur. Bir takım ruhlar yücelerin yücesine çıkar. Kimileri, yeşil kuş kafileleri halinde cennette diledikleri gibi dolaşırlar. Kimi ruhlar ise dünyada mahpus kalırlar.
Ruh konusunda Cenab-ı Hakk'ın söylediği söz, sözlerin en doğrusudur. O şöyle buyuruyor:
Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, rabbimin emrindendir. Size (bu konuda) ancak az bir bilgi verilmiştir." (Isra/85)
SORU: İmam iki cenazeye bir cenaze namazı kılsa caiz olur mu? Cenazelerden birisi kadın, diğeri erkek ise durum ne olur?
CEVAP: Müslümanlar arasında yerleşen âdet, kadın olsun, erkek olsun her cenaze için bir namaz kılmaktır. Birden çok cenaze olduğu takdirde en faziletlisi, her cenazeye tek tek namaz kılmaktır. Bu durumda cenazelerin en faziletlisinden başlayarak ve fazilet sırası gözetilerek tek tek cenazelerin namazı kılınır.
Fakat birden çok cenazeye bir namaz kılmaya da bir engel yoktur. Çünkü cenazeye kılınan namaz, onun için bir dua, bağışlanma ümidi ve Allah'tan lütuf ve ihsan istemektir. Bir kişiye namaz kılarken "Alla-hım! Filanı affet" denirken, birden çok cenazeye namaz kılınması halinde "Allahım bunları affet" diye dua edilir.
Birden fazla cenazenin namazı bir defada kılınmak istenirse, cenazelerin hepsi aynı cinsten ise -hepsi erkek veya hepsi kadın olmak gibi- her biri arka arkaya kıble tarafına konulur. İmam en öndekinin (göğsü) hizasında durur. Cenazeler arasında en faziletlisi imama en yakın konur. Çünkü Hz. Peygamber namaz kıldırırken yaşça olgunların, hemen arkasında durmalarını emretmiş; "Beni yaşça olgunlarınız izlesin, sonra onları izleyenler... (safta namaza dursun)" buyurmuştur.
Nitekim Hz. Ali Sıffîn savaşında Ammar b. Yâsir ve Hâşim b. Ut-be'nin namazlarını bir defada kıldırmış ve Hz. Ammar'ın cenazesini kendisine daha yakın koydurmuştur.
Cenazelerin (hepsi için tek namaz kılınması durumunda) namaz kılarken saf oldunduğu gibi cenazeleri saf halinde koymaya da bir engel yoktur.
Birden ziyade olan cenaze erkek ve kadınlardan oluşuyorsa, her iki cinsten oluşan grup için ayrı ayrı namaz kılınır; kadınlardan oluşan grup için bir namaz, erkeklerden oluşan grup için ayn bir namaz kılınır.
Abdullah b. Muğaffel'in böyle bir uygulama yapıp: "Bu uygulama, hakkında şüphe olmayan bir husustur" dediği rivayet edilmiştir.
Kadın ve erkeklerden oluşan mevtaların hepsine birden tek namaz kılmak da caizdir. Bu durumda imamın önüne önce erkekler, daha sonra kadınlar konulur. Bunda namazda imamın arkasında duruş şekli dikkate alınır.
Beyhakî'nin rivayetine göre Şam'da meydana gelen veba salgınında çok kimse ölmüştü. O zaman müslümanlar kadın ve erkeklerden oluşan cenaze topluluğuna bir namaz kılmışlardır.
Cenaze grubu erkek, kadın, çift cinsiyetli, erkek çocuk ve kız çocuktan oluşuyorsa, cenazeler şu sıraya göre konulup namazları kılınır:
Önce erkek, soma erkek çocuk, ardından çift cinsiyetli kimse, daha sonra da kadın ve erkek çocuk. En doğrusunu Allah bilir.
SORU: Namazı kılınmak üzere hazır olan cenazeye yetişmek amacıyla, yakında su bulunmadığı için yetişemeycek olan kimse, teyemmüm ederek cenaze namazını kılabilir mi?
CEVAP: Abdest almak namazın şartlarındandır. Nitekim bu Ma-ide/6 ayeti ile emredilmiştir. Hz. Peygamber de "Allah abdestsiz namazı kabul etmez" buyurmak suretiyle bunu ayrıca vurgulamıştır.
Cenaze namazı, her ne kadar çoğunluğu dua ise de bir çeşit namazdır. Nitekim Tevbe/84 ayetinde buna işaret edilmiştir.
Bundan dolayı fıkıh âlimleri cenaze namazı için abdestli olmayı şart koşmuşlardır. Mâlikî ve Şafii mezhebine göre, su varken, cenaze namazına yetişememek korkusundan dolayı teyemmüm ederek cenaze namazı kılmak caiz değildir.
Fakat bir grup fıkıh bilgini -Süfyan-ı Sevrî ve Evzâî de bunlardandır- abdest almak için su kullanırken cenazeye yetişememek korkusu olan kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda teyemmümle cenaze namazını kılmak mubah olur.
Bunların delili şudur: Abdullah b. Ömer hazırlanan bir cenazenin namazını kılmak istediğinde abdestsiz idi. Teyemmüm ederek cenaze namazını kıldırdı.
Ayrıca Abdullah b. Abbas'tan rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir:
Aniden bir cenaze hazır olursa, abdestin de yok ise teyemmüm
Bu kabil şeyler onların mücerred görüşleri sayılamaz. Sahabeden olup da bunları söyleyen büyük insanlann mutlaka dayandığı bir delil vardır.
Teyemmümün caiz olduğunu söyleyenler, teyemmümün caiz olmadığını söyleyenlerin görüşlerini şu sözleri ile reddetmişlerdir: "Cenaze namazının geçme korkusu var ise teyemmümün caiz olması sadece cenaze namazına mahsustur. Bu, bir çeşit müstesna hükümdür."
Cenaze namazını kıldıracak kimse onun yakını ise, su varken onun teyemmüm etmesi caiz değildir. Çünkü din cenazenin yakınına, başkaları onun namazını kıldığı takdirde, yeniden namaz kılma hakkını tanımıştır. Bu sebeple, cenaze namazı geçecek korkusu olmadığı için ona teyemmüm ile namaz kılmak caiz olmaz.
SORU: Bazı kimseler kabir azabının ve kabirde nimetlenmenin varlığım inkar etmektedir. Bu hususta İslâm'ın görüşü nedir?
CEVAP: Kur'an'da bir takım ayetlerde kabir âlemine mahsus bir hayatın ve orada nimet ve azabın bulunduğuna delil ve işaretler vardır:
Firavun'un kavmini kötü bir azap kuşaüverdi. (Azaptan biri de) ateştir ki, onlar sabah akşam buna sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" (denilecek.) (Ğâfir/45-46)
Firavun ve halkının sabah akşam ateşe sokulması kabirde olacaktır. Kıyamet günü de daha şiddetli azap söz konusudur.
Bu konudaki bir diğer âyet ise şudur:
Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. (İbrahim/27)
Tefsir âlimleri, ayetteki sağlam yolda olmanın kabir sorgusunda emin bir durumda olmak anlamında olduğunu bildirmişler ve şu hadisi de delil göstermişlerdir:
Hz. Peygamber sahabeden birini defnettiği sırada: "Kardeşiniz için Allah'tan mağfiret ve kabir sorgusu sırasında emin olmasını isteyiniz. Çünkü o şu anda (kabirde) sorgulanmaktadır" buyurmuşlardır.
Taha/124 ayeti de kabirde azap ve nimetlenme olduğuna işaret etmektedir. Zira bu âyette Kur'an'dan yüz çeviren kimse için dar bir yaşantıdan söz edilmektedir. Pek çok tefsir âlimi dar yaşantmui kabir azabı olduğunu bildirmişlerdir.
En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız... (Secde/21)
Bu ayet de kabir azabını bildiren ayetlerdendir. Bu ayetteki en yakın azap kabir azabı ile, en büyük azap da kıyamet günündeki azap ile tefsir edilmiştir.
Biz onlara (münafıklara) iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir. (Tebve/101)
Bu ayette sözü edilen iki kez azaptan birincisi savaşta uğrayacakları yenilgi azabı, ikincisi ise kabir azabıdır. Ayetin son cümlesinde ifadesini bulan büyük azap ise kıyamet gününün azabıdır.
Kabir azabının varlığına delil olarak gösterilen bir hayli sahih hadis vardır. Bunlardan bir kısmım aşağıya alıyoruz:
Kabir azabı haktır.
Allahım! Kabir azabından sana sığınırım.
Bu ümmet kabrinde imtihan olunacaktır.
Hz. Peygamber güneş tutulması münasebetiyle okuduğu hutbesinde: "Bu ümmetin mesîh deccal fitnesine yakın bir fitneye düşeceği bana vahiy yoluyla bildirildi" buyurmuştur.
Sahabeden biri Hz. Peygamber'e şöyle bir soru sormuştu: "Herkes kabir azabı görecek. Şehitler görmeyecek, deniliyor. Bunun sebebi nedir?" Rasûlullah bu soruya şöyle cevap verdi: "Şehidin başı üzerinde kılıcın parlama azabı yeter!"
Hz. Peygamber kabrin gurbet evi olduğunu bildirmiştir. İlim adamları bu deyimden kabrin dünya ile de, ahiret ile de ilgisi olmayan ayn bir hayat olduğunu anlamışlar ve kabir âlemine berzah adını vermişlerdir. Çünkü kabir, birinci hayat olan dünya ile ikinci hayat olan ahiret arasında bağlantı kuran bir hayattır.
Bizzat maddeciler (materyalistler) -ki bunlar öldükten sonra dirilmeye inanmazlar- bir takım seanslarla ruhları çağırıp onlarla konuştuklarını söylemektedirler.
Bu konuda söylenenlerin doğruluğuna yanlışlığına girmeksizin bu sözün bize ruhun sonsuzluğunu anlatmakta olduğunu görüyoruz. Buna ilâve olarak dinimizin azabı ve nimetlenme zevkini tatmak yönünden ruhun bedenle ilintisi olduğunu söylediğini de biliyoruz.
Her ne olursa olsun, kabir hayatı meselesi, gayb aleminden haber verip ondan söz eden zâtın (Peygamber'in) sözüne tam güvenme meselesidir. Bu güven İslâmiyet'in ilk dönemi insanlarında tam manası ile var idi. Bunun içindir ki o dönemin müslümanları arasında kabir azabı veya nimeti meselesi hiç şüpheye ve tartışmaya konu olmamıştır.
Bilâl-i Habeşi ölüm döşeğinde iken öleceğini anlamış bir halde şu sözü tekrarlıyordu: "Yarın sevgililerime; Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım." Hz. Bilâl dünyadan ayrılır ayrılmaz sevdiklerine kavuşacağını bildiğinden, bu kovuşma ânının gelmesi için acele ediyordu.
Hz. Ebubekir'de de aynı şeyi görüyoruz. O da vefatı öncesinde etrafındakilere: "Bu gece vefat edersem, beni defnetmek için yarını beklemeyiniz. Zira bana göre gün ve gecelerin en faziletlisi Hz. Peygamber'e kavuşmaya en yakın olduğum gün veya gecedir." Hz. Ebubekir de vefatından sonra doğrudan doğruya gerçekleşecek olan bu kavuşmadan emin idi. Bu emin olma hâli kendilerine bunu haber veren Hz. Peygamber'e olan güvenlerinden kaynaklanıyordu.
Kabirde münker nekir meleklerinin sorgusu, insanların göreceği azap veya nimete bîr çeşit hazırlık mahiyetindedir. Meleklerin sorusuna iyi cevap verilirse nimet, kötü cevap verilirse azab görülecektir.
Berzah (kabir) hayatı sanki dünyada iyi işler yapanlar için daha iyi nimetlere kavuşacağının bir müjdesi, kötülük yapanlar için daha ilerde gelecek azap ve cezaların bir çeşit habercisi olmaktadır.
SORU: "İnsan vefat ettiği zaman yaptığı işler kesilir. Ancak üç (tip) iş bundan hâriçtir: Devamlılığı olan hayırlı işler, iyi bir çocuk yetiştirmek ve faydalanılan bir ilim öğretmek" hadisinin açıklanmasını rica ediyorum.
CEVAP: Bu hadisi İmam Suyûtî Câmi'us-Sağîr isimli kitabında zikretmiş ve hadisin sonuna, zayıf olduğuna dair işaret koymuştur.[2]
Bu hadis sahih ise, Rasûlullah müslümanlara ne kadar uzun yaşa-sa da, hayatının bir sonu olduğunu, bir gün biteceğini öğretmektedir. Bir noktada insan fâni dünyadan, ebediyyet âlemine geçiş yapacaktır. Akıllı ve zeki insan arkasında insanlara fayda veren bir takım eserler bırakır.
Hz. Peygamber bu yönlendirme ile müslümanlann arkalannda neleri, nasıl bırakabileceklerini öğretmektedir. Hz. Peygamber'in öğütlediği bu güzel işleri yapanlar insanlar arasında övgüye, Allah katında da aynca bir değere sahip olacaklardır. Sanki bu işleri yapanlar ölmemişler hâlâ yaptıkları hayırlı işlerin meyvelerini toplamaya devam etmektedirler.
Hadiste iyilik ve hayırlardan yararı kalıcı olan ve Allah katında sevabı sürekli olan üç işten söz edilmiştir.
Birincisi devamlılığı olan iyilik ve sadakadır. Bir arazinin gelirini hayra verilmek üzere bırakmak, belirli miktar ana parayı geliri sadaka olarak dağıtılmak üzere bırakmak, sürekli eğitim öğretim yapılan okul, hastalann tedavi edildiği hastane gibi yararı sürekli olan işler bu çeşit iyiliklerdendir.
İkincisi kendisine haylr dua eden bir evlat yetiştirmektir. Hayır dua eden çocuk, ana-baba tarafından iyi terbiye edilmiş, güzel değerler kazandırarak büyütülmüş çocuktur. Bu özellikte yetişen bir çocuk kendisine yapılan bu iyiliği değerlendirerek ana-babası için rabbinin ecir ve sevap vermesini dileyerek hayır dua eder.
Üçüncüsü vefat eden kimsenin arkasında faydalı bir ilim bırakmasıdır. Bunun gerçekleşmesi kendisinden sonra öğrettiği bilgileri yayıp başkalarına da öğreten öğrenciler yetiştirmekle olur. İlim adamının arkasında faydalı ilim içeren kitaplar yazıp bırakması da bu sonucu gerçekleştirir.
SORU: Ölen kimseye Kur'an okumanın, özellikle cenaze defnedi-lirken okumanın İslâm'daki hükmü nedir? Cenazeyi götürürken tekbir getirmenin hükmü nedir?
CEVAP: Hadis kaynaklarında, ölen kimsenin ruhuna Kur'an okunması hususunda bir şey yoktur. Fakat Şafii ve Mâliki âlimleri böyle bir okumayı müstehab görmüşlerdir. Gerekçeleri ölen kimse için Kur'an'ın komşuluğu ile bereket hasıl olmasıdır.
Bu âlimlere göre müstehab olan bu okuma, karşılığında bir ücret, bir bedel ile olmamalıdır. Okunan Kur'an'ın sevabı teberru ve bağış edilmelidir. Allah'ın fazlından ve affından bu okumanın ölüye fayda vermesi ümid edilir.
İlim ehlinin çoğunluğuna göre okunan Kur'an ölüye fayda verir ve sevabı ona ulaşır. Ancak bir grup bu görüşe karşı çıkmıştır. Ölüye Kur'an okumayı müstehab görenlere göre, okuma sona erdiğinde "Al-lahım! Okuduğum Kur'an'ın sevabını filana ulaştır" denmesi iyi olur.
Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Arkasından yapılan her hayırlı şey Ölüye ulaşır. Çünkü bunu ifade eden naslar vardır. Ayrıca müslümanlar toplanıp Kur'an okumakta ve okuduklarını ölülerine bağışlamaktadırlar. Buna bir itirazı olan da yoktur. Böylece bu konuda icma (görüş birliği) meydana gelmiş olmaktadır."
Vefat eden kimselere Kur'an okumayı mubah görenler okumanın ücretsiz olmasını şart koşmaktadırlar. Eğer okuyan ücret alırsa, bu* okumaya ölü için sevap verilmez. Hatta okuyana da sevap verilmez. Çünkü o sevap yerine ücret almıştır.
Cenazeyi kabrine götürürken en uygun ve en faziletli davranış bir şey söylemeyip susmaktır.
Çünkü cenazeyi hazırlayıp defnedilmesi için gerekenin yapılmasında esas olan ölümü, ahireti ve kaçınılmaz sonu hatırlamaktır, Kaçınılmaz son şu ayetlerde ifadesini bulmuştur:
Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zâtı baki kalacak. (Rahman/26-27)
Bunun içindir ki Hz. Peygamber: "Cenaze ile birlikte yürüyünüz, size âhireti hatırlatır" buyurmuştur.
Cenazeyi götürürken yüksek sesle dua, zikir ve Kur'an okumak mekruhtur. Zikir yapacak kimse içinden sessizce yapmalıdır. Çünkü bu makamda sünnet olan sessizliktir. Böylesi daha çok düşünmeye sebep olur ve gönlü toparlar.
İmam Nevevî bu konuda şöyle diyor: "Bil ki cenaze götürürken doğrusu, daha önceki müslümanlarm yaptığıdır. Kur'an okumak, zikir yapmak veya yüksek sesle bağırmak hoş karşılanmamıştır. Zira sessizlik cenaze ile ilgili şeyleri daha çok düşünmeye ve gönlü daha çok etkilemeye elverişlidir. Bu durumda doğru olan da arzu edilen de budur.
Buna aykırı davranışların çokluğu seni aldatmasın. Cahillerin cenaze merasiminde (cenaze götürülürken) şatafatlı okumalar yapması ve bu konudaki sözü saptırması söz birliği ile haramdır.
Bu söylediklerimiz cenaze kabre konduktan sonra dua edilmesine engel değildir. Hz. Peygamber bir cenaze defni sona erdiğinde orada durup şöyle buyurmuştu:
Kardeşinizin bağışlanmasını ve kabirde (sorgu melekleri karşısında) durumunun sağlam olmasını isteyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ali bir cenaze defninden sonra şöyle dua etmiştir:
Allahım! Bu senin kulundur. Senin adın ile kabrine in(diril)miştir. Sen kendisi ile inilenlerin en hayırlısısın. Onun günahlarını bağışla ve onun girdiği yeri geniş eyle.
SORU: Kabir ziyaretinin hikmeti nedir? Günümüzde kabir ziyaretinde insanların yaptığı İslâmiyet'le bağdaşır mı? İslâm'a uygun kabir ziyareti nasıl olmalıdır?
CEVAP: Kabir ziyaretinin dinî bakımdan hikmeti -Hz. Peygam-ber'in de söylediği gibi ölümü hatırlatması, ne kadar yaşansa da dünya hayatının mutlaka bir gün yok olacağının, kaçınılmaz sonun herkesin başına geleceğinin düşünülmesidir. Ki bu gerçeği Kur'an şu âyeti ile bildirmiştir:
Nerede olursanız, ölüm size yetişir. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! (Nisa/78)
Kabir ziyaretinde esas amaç bu olmadığı zaman ziyaret dini ölçüden ve îslâmi edepten uzaklaşmış olur.
Kabir ziyareti yapan kimseye hoş olmayan ve bid'at şeyler yapmak yaraşmaz. Aksi halde Allah'ın gazap ve azabına maruz kalır. Kabir ziyareti sırasında bağırıp çağırmak, yas tutup ağlamak, ölüyü medheden şeyler sayıp dökmek ve dövünmek sünnete uygun değildir.
İlim adamlarından bazıları kadının kabir ziyaretinde bulunmasının mubah olmadığını söylemiştir. Zira bu fitneye, kadm erkek karışıklığına ve bir takım bid'atlere yol açmaktadır.
Hz. Peygamber kabir ziyaretinden dönerken gördüğü kadınlara şöyle buyurmuştur:
Evlerinize günah işlemiş, sevap kazanmamış olarak dönüyorsunuz.
Fakat kadın dini emir ve edeplere eksiksiz uyarak, herhangi bir haram ve bid'at işlemeden kabir ziyaretinde bulunursa bu ziyaret caiz olur.
Fıkıh âlimleri kadının da erkek gibi ibret .almaya ve öğüde ihtiyacı olduğunu söylemişlerdir. Erkeğe (bu maksatlarla) kabir ziyareti din yönünden mubah kılındığına göre, bu müsaade kadını da içine alır.
Şu kadar ki kadın kabir ziyaretinde kişiliğine, ahlâk ve namusuna ters düşecek bir davranış içine girmemeli, edep ve nezâket ölçülerine riayet etmelidir. Kabir ziyaretinde bulunan kadın bağırıp çağırma, yas tutup ağlama, ölünün özelliklerini sayma, dövünme, üstünü başını yırtma, yüzünü siyah bir şeyle kapatma gibi câhiliye âdeti olup İslâmiyet'in haram kıldığı şeyleri yapmamalıdır.
İslâmi usule uygun kabir ziyaretinde bulunmak üzere mezarlığa varan kimse şöyle dua etmelidir:
Selâmün aleyküm ey mü'minler topluluğunun yurdu! Siz bizden önce bu diyara gidenlersiniz. İnşâallah biz de size kavuşacağız. Size de bize de Allah'tan afiyet dileriz. Allahım! Onların ecrinden bizi mahrum etme! Onlardan sonra da bizi fitneye düşürme. Yâ er-hamerrâhimîn! Onlara da bize de mağfiret eyle.
İslâm toplumunda sonradan icad edilen bid'atlerden biri de kabirlerin üzerine bina yapılmasıdır. Bunun İslâmiyet'le hiç bir ilgisi yoktur. Mezarlıklarda yeyip içilen eğlenilip uyunan yerlerin yapılması da böyledir. Günümüzde müslümanlarm mezarlıklannda görülenlerin din ile bir alakası yoktur.
SORU: Şehirde kimsenin tanımadığı, müslüman olup olmadığının bilinmediği biri ölse, bu kimsenin cenazesi nasıl kaldırılır?
CEVAP: Soruda sözkonu.su edilen durum sık görülmeyen olaylardandır. Bununla beraber olması imkansız da değildir. Şunu bilmemiz gerekir ki müslüman mezarlığına defnedilecek kimsenin müslüman olması gerekir.
İslâmi usullere uygun olarak yıkanıp, kefenlenip defnedilmek için gerekenlerin yapılması ölen kimsenin müslüman olmasına bağlıdır. Kâfirin yıkanıp namazının kılınması haramdır.
Mâliki mezhebinde şöyle bir husustan bahsolunuyor: "Müslüman ölüleri ile kâfirlerin ölüleri birbirine karışıp hiç bir şekilde kimin müslüman, kimin kâfir olduğunu ayırt edip belirlemek imkansız olursa, zorunluluktan dolayı hepsi yıkanır, namazları kılınır ve müslüman mezarlığına defnolunurlar. Bu uygulama müslüman cenazenin hakkının ağır basmasındandır.
Bu noktadan hareketle şunu söylememiz mümkündür: Soruda sözü edilen cenazenin dininin ne olduğu bilinemiyor, müslüman olup olmadığını belirleyemiyorsak -ki soruda ifade edildiği üzere beraberinde ve çevresinde bu konuda bir bilgi ve belirti yoktur iki ihtimal vardır. Müslüman olma ihtimalini göz önüne alıp -müslümanın hakkı ağır basacağından onu yıkar, kefenler ve müslüman mezarlığına defnederiz. Şayet müslüman mezarlığı olmayan bir yerde vefat etmiş ise defnetmeye elverişli bir yere tek başına defnedilir. Gayr-i müslim mezarlığına defnedilmez.
SORU: İnsan öldükten sonra kabirde iki melek tarafından sorguya çekildiğinde, sağlığında yaptıklarına göre cennete veya cehenneme mi girer? Yoksa büyük hesap günü olan kıyameti mi bekler? Bekleme durumunda neler olur?
CEVAP: Fıkıh bilginleri Gafir/45-46 ayetleri ile kabir azabının ve kabir sorgusunun varlığını isbat etmişlerdir. Çünkü bu ayetlerde Firavun ve halkının sabah akşam azaba sokulacağı, daha sonra da en çetin azaba sokulacakları bildirilmektedir.
Sabah akşam azaba sokulmaları kabirde olup bunun devamlı olacağı, daha şiddetli azabın da kıyamet gününde olacağı anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur" hadisi de kabir azabının veya nimetinin var olduğuna delildir. Bu hadis önce kabirde azap veya nimetlenmenin varlığını ve bu durumun devamlı olduğunu göstermektedir.
Hz. Enes'ten rivayet edilen hadis de bu konunun delillerindendir:
Kul kabrine konulduğunda arkadaşları çekilip giderken onların ayak seslerini duyar. Bu sırada ona iki melek gelir ve "Hz. Mu-hammed hakkında ne dersin?" diye sorarlar.
Kabre konan kimse mü'min ise: "Şahitlik ederim ki o, Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür" der. Bunun üzerine ona şöyle denir: "Şu cehennemdeki yerine bak! Allah onun yerine sana cennette bir yer ihsan etmiştir." Artık müslüman hem cennetteki, hem de cehennemdeki yerini görür.
Kâfir veya münafık kimseye de: "Hz. Muhammed hakkında ne dersin?" diye sorulur o ise: "Bir şey bilmiyorum, insanlar ne diyorsa ben de onu diyordum" der. Melekler ona: "Bilmez olaydın! O insanlara uymaz olaydın!" derler. Bundan sonra başına demirden çekiçlerle vurulur. Kâfir, öyle bir feryad eder ki insanlar ve cinler dışında her şey onun haykırışını duyar."
Ayrıca Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz vefat ettiğinde (âhiretteki) yeri kendisine gösterilir; cennetlik ise cennetteki, cehennemlik ise cehennemdeki yeri gösterilir ve şöyle denir: Kıyamet gününe kadar (burasını göreceksin. Kıyametten sonra gireceğin) yerin burasıdır.
Bu hadis de kabirde azabın veya nimetlenmenin devamlı olacağını göstermektedir.
Kabirde hesaba (sorguya) çekilmek kıyamette hesaba çekilmemeyi gerektirmez. Nitekim aşağıdaki ayetler bunu göstermektedir:
(Ey insanlar) o gün (hesap için) huzura alınırsınız. Size ait hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağ tarafından verilen: "Alın kitabımı okuyun. Doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette safâlı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) "Geçmiş günlerde işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için."
Kitabı sol tarafından verilene gelince: O "Keşke bana kitabım ve-rilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümle) her iş olup bitseydi!" der. (Hâkka/18-28)
Kıyametteki hesap dinde şek, şüphe, kapalılık ve karışıklık olmayan apaçık meseleler hususunda olacaktır. Bu, kabir sualinin kıyamet hesabına ihtiyaç bırakmayacağı anlamına gelmez. Zira kabirdeki hesap ayrı, kıyametteki hesap ayrı olacaktır.
SORU: Vefat eden kızkardeşimin ruhuna üç defa hatim indirdim; sevabı kardeşime ulaşır mı?
CEVAP: Aslında Kur'an okumak, dinimizde büyük ibadetlerden biri, Allah'a yapılan taatlarm en değerlisidir. Yüce Allah ve Rasûlü Kur'an okumaya en büyük dereceleri vaad etmişlerdir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Kur'an Allah'ın (ikram) sofrasıdır. Gücünüz yettiğince bu sofradan istifade edin.
Vefat etmiş kimseye Kur'an okumaya gelince: Mâlikî mezhebinde şu bilgilere rastlıyoruz: Vefat eden kimse, kendisi adına yapılan sadakalardan faydalandığı gibi, "Allattım ona rahmet eyle" gibi dualardan da faydalanır. Bu hususta icma (görüş birliği) vardır.
Fakat ölen kimseye, sağ olanlar tarafından namaz, oruç ve Kur'an okumak gibi- beden ile yapılan ibadetlerin bir faydası olmaz. Şu kadar ki aynı mezhepte bu kabil ibadetlerin sevabı ölüye bağışlanırsa sevabın ona ulaşacağını söyleyenler de vardır. Hatta kabrin başında yapılabilecek en iyi şeyin Kur'an okumak olduğunu söylemişlerdir.
Mâlikî âlimlerden İzz b. Abdusselâm'ı, vefatından sonra rüyasında görenler kendisine "Ölüye okunan Kur'an'ın onun ruhuna ulaşacağını kabul etmiyordun. Şimdi ne dersin?" demişler. O da şöyle demiş: "Çok yazık! Durum sandığımın aksine imiş.[3]
Daha önce aynı konuya ait bir soruya cevap verirken Hanbelî mezhebi imamlarından İbn Teymiye'den şu bilgileri aktarmıştık: "Ölü, sadaka gibi mâli ibadetlerin sevabından faydalandığı gibi, okunan Kur'an'dan da fayda görür."
İbn Teymiye'nin talebesi İbn'ul Kayyım da şöyle diyor: "Vefat eden kimseye hediye edilebilecek en faziletli şey onun nâmına verilecek sadaka, onun için yapılacak dua ve istiğfar ve onun yerine haccetmektir. Kur'an okuyup, sevabını ölüye bağışlamak da, oruç ve haccın sevabı gibi ölüye ulaşır."
Soruyu soran kardeşimizin gönlü rahat olsun; kardeşinin vefatından sonra Kur'an okumakla meşgul olmak suretiyle önce kendisi faydalanmıştır. Cenab-ı Hak'tan ümidimiz odur ki bu ibadeti kabul edecek ve kız kardeşi de bundan faydalanacaktır. Allah her şeyi hakkiyle bilen ve her şeyden haberdar olandır.
SORU: "Öğüt olarak ölüm yeter" hikmetli sözünün anlamı nedir?
CEVAP: Ölüm insan oğlunun bu dünyadaki işleri ile ilgili sayfala? rinın kapanıp, ebediyet alemine ait sayfaların açılmaya başlaması demektir. Kur'an'da ifade edildiği üzere:
Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı! (Ankebut/64)
İnsan yaşarken davranışları ve yaptığı bir takım şeylerle diğer insanları meşgul eder. Çeşitli sebep ve vesilelerle hayatta kimi insanın lehine, kiminin de aleyhine hükümler verilir. Fakat insan öldükten sonra durumu, hikâyesini baştan sona izleyen, davasına bakan tam bir insafla lehinde veya aleyhinde hüküm verecek hakimler heyetinin önünde sus pus duran bir adama benzer.
Bunun içindir ki -özellikle tarihçiler- hayatta olan kimsenin; ne kadar büyük bir adam olursa olsun öz geçmişine ait bir şeyler yazıp söylemek istemezler. Onun hayatı; yapıp ettikleri hakkında bir şey söylememeyi tercih ederler. Dünyadan göçtüğü zaman hakkında verilecek hüküm daha adaletli, onunla ilgili görüşler etkiden uzak, onunla ilgili tasvir ve tasavvurlar korkudan ve teşvikten azade olur. Hâlen hayatta olan nice kimselerin kaleme alınmış hayat hikayeleri vardır ki asılsız uydurma ve komikliklerden ibarettir. Onlar da hayattan göçtüklerinde tarih devreye girer doğru ve güçlü sözünü söyler. Artık gerekli değişiklikleri yapar, aslı olmayan bilgileri temizler, çıkarmalar ve gerekiyorsa eklemeler yapar.
Nitekim hayatta iken hakkında yazılıp çizilmiş nice büyük insan vardır ki zalimce ve zarar verici sözlerle; bencillikten kaynaklanan bir inat, zulüm ve baskıoı düşünce ve niyetler yüzünden hayattan yara almıştır. Fakat ortalığı kaplayan karanlık ortadan kalkarsa düşmanların tuzakları yok olur ve insaf ortaya çıkar. Bu mazlumlar yaşıyor olsalar da ebediyete göçmüş olsalar da durum değişmez.
İnsan hayatında durmadan didinir, çalışır. Kendisi için seçtiği çalışma tarzında, girdiği yolda yılmadan ve zaman zaman yorgun düşerek çalışır durur. Arada bir kulağına ilâhi uyarılar veya bir gün hesap gününün geleceği korkusuna ilişkin şeyler çarpar.
Bunları düşünerek bazen korkar, bazen de bunları unutur. Yüce Allah da insanları işledikleri suç karşılığında hemen cezalandırmaz. Çünkü böyle yapsa hemen işlerini bitirir. Fakat Allah (c.c) bol rahmet sahibidir, kullarına acır. Kerem sahibidir, (yarattıklarına karşı) yumuşak (davranan)dır. O kerem sahibi Allah insanlara kendisine kavuşmak için bir zaman belirlemiştir. O zaman gelince işlediklerinin küçüğünü büyüğünü, önemli ve önemsiz olanlarını, hasılı yaptıklarının hepsini soracaktır.
Kur'an'ın beyanı ile durum şöyledir:
Kim zerre miktarı hayır yapmış ise onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemiş ise onu görür. (Zilzal/7-8)
(Herkesin) kitab(ı) ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan kormuş olduğunu görürsün. 'Vay halimize!' derler, 'Bu nasıl kitapmış?! Küçük büyük hiç bir şey bırakmaksızın (yaptıklarımız) hepsini sayıp dökmüş!' Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)
Bir kere daha ifade ediyorum ki insan bir taraftan çalışıp çırpınır-ken bir taraftan da bunları hatırlamalıdır. İnsan bir taraftan geleceğe aşırı derecede ümit beslese de, geleceğe dönük tamahkârlık etse de bunları düşünürse irkilir ve kendini toplar.
Gerçekten insan tüm davranışlarında bunları düşünse, sonradan çok ciddi bir biçimde hesaba çekileceği günün geleceğine, her şeyden büyük olan Allah'ın hakimiyeti altında olduğuna gönülden inansa, bu inanç aklına ve benliğine yerleşse hayatında ancak hayır işler ve tüm kötülüklere savaş açar. Âdeta yer yüzünde yürüyen bir melek olur. Hatta -bir hadiste bildirildiği gibi- Hz. Allah o kimsenin tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü ve işiten kulağı olur. Allah'tan bir şey istese hemen verilir. Rabbinden bir yardım dilese yerine gelir. Allah'ın lütuf ve keremini, inayetini lütfettiği rabbani bir varlık olur. O insan böylece kâinatın efendisi, yeryüzünde Allah'ın halifesi olur. Fakat insan çok unutkandır. Hatta insan kelimesinin kökü "unutmak" anlamındaki nîs-yanâvr ki insan unutma hususunda darb-ı mesel olmuştur.
Bunun içindir ki kişi çoğu kere dinini, inancını, ahiret gününü, bir gün hesaba çekileceğini unutuverir. İnsan gaflete dalınca dünya hayatına sınırsız ve pervasızca dalar. Kendisine ne söyleseniz, ne delil ileri sürseniz ikna olmaz bir duruma gelir. Nerede ise kendi kendini öldürür. Altın ile dolu bir vadiye sahip olsa ikincisini ister. İki vadisi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister. İnsan oğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Ama Hz. AİJah tevbe edenin tevbesini kabul eder.
Hep arzu ve istekleri doğrultusunda yaşayan ve sadece daha çok mal elde etmeye kendini adayan gafil, cahil, ahireti unutmuş kimse her hangi bir insanı Ölmüş olarak görünce ibret almış, öğüt kabul etmiş bir kimsenin titremesiyle titrer, irkilir. Çünkü ölüm her canlı ve fani için kaçınılmaz sondur. Her canlı geldiği yere dönecektir. Bunun içindir ki insan, Ölüm ortamında -kendisi ne kadar gaflet ve taşkınlık içinde olursa olsun- bir gün aynı kadehten kendisinin de içeceğini, insanı dünyadan ahirete taşıyan Ölüm ateşinin içine düşeceğini ve omuzlarda
taşman tabuta bineceğini hatırlar. Sağlığı ne kadar yerinde, ömrü ne kadar uzun, makam ve mevkii ne kadar yüksek olursa olsun bu sonuç kaçınılmazdır.
İnsan bunu düşündüğü zaman titrer ve geriye dönüp yaptıklarına bakar Böylece taşkınlıklarını azaltır, hatalarını en aşağı derecelere indirir ve kendisine azık olacak şeyleri hazırlamaya koyulur. Burada geçerli olan azık, nerede ve ne zaman olursa olsun kötülükten kaçınmak ve iyilik yapmakla elde edilir. Nitekim Kur'an şu ayetlerle bunu bildiriyor:
(Ey insanlar!) Azık edininiz. Azığın en hayırlısı takvadır (Allah korkusudur.) Hy akü sahipleri yalnız benden korkun. (Bakara/197)
Her şeyi alt üst eden o büyük felâket geldiği vakit, insan yaptıklarını (görüp) anlar. Ateşe girmeyi hak etmiş olanlara cehennem açık bir şekilde gösterilir. Azan ve dünya hayatını âhirete tercih edene gelince, şüphesiz onun barınağı cehennemdir. Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı cennettir." (Nâziât/34-41)
İnsanların hayatta gayeleri değişiktir. İnsanlardan her biri varlık âleminin her tarafında el ele tutuşmuş, dünyanın dört bir yanına dağılmış çalışıp dünyadan nasiplerini almışlardır. Her birinin yolu ve alanı çeşitlidir. Kimisi mutlu, kimisi bahtsız, kimisi fakir, kimisi zengin, kimisi fazlasıyla payını almış, kimisi de mahrum kalmıştır.
Kimisinden öyle çok söz edilir ki nâmı şanı kulakları doldurmuş, yaşadığı hayat herkesi meşgul etmiş, şöhreti her tarafa yayılmıştır. Bunlardan pek çoğu uzun emellerin ve hayallerin esiri olmuştur. Bu emel ve arzulan, hayatım ve faaliyetlerini baskı altına almış, tüm çalışmalarını etkilemiştir. Zaman zaman güçlü bir inanç, sağlıklı prensipler, büyük ve yüce payeler ve şerefli ahlâk kanunları dikkatini çeker. Bir ara korkunç bir hesaba çekileceği aklına gelir.
Fakat insanlar her şeye rağmen kendilerine dönüp, hayatın sıkıntı ve meşakkatinden kurtulup amel defterine bir baksa, en başta ölüm olmak üzere kendisini sarsan bir olayla karşılaşır karşılaşmaz olacakları hatırlar ve ibret alır. Böylece taşkınlıklardan vazgeçip yerin ve göğün rabbi olan Allah'tan korkar.
Nasıl olur? Ölümün azametli görüntüsünde ve bizi yaşadığımız şu âlemden kâinatın rabbinin hâkim olduğu ebediyet âlemine götüren vefat olayında küçük büyük herkese geçmişin hatalarından vazgeçirecek, eskilerin yaşantısından etkileyecek ve hidayette olanların yolundan yürütecek, batıl şeyler yapanların yaptığını ıslah ettirecek yeteri kadar öğüt yok mudur? Evet "öğüt olarak ölüm yeter."
SORU: Pek çok kimsenin ölümden hoşlanmadığını görmekteyiz. Acaba niçin böyledir? Allah'ın şu ayetine rağmen ölümden hoşlanmamanın hükmü nedir?
Fakat siz ahiret daha hayırlı ve ebedi olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A'lâ/16-17)
CEVAP: İslâm'ın öğretilerinden anlıyoruz ki ölüm, kısa bir uyku halidir. Peşinden uzun ve ebedi bir hayatın başlangıcı gelir. Hz. Allah şu âyette ölümü uykuya benzetmiştir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır; ölümüne hükmettiği canı ahkoyar, Ötekini belirli bir vakte kadar bırakır. (Zümer/42)
Hz. Peygamber, buna yakın bir manayı şu hadisi ile ifade ediyor:
Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki kesinlikle uyuduğunuz gibi ölecek, uyandığınız gibi Ölümden sonra diriltileceksiniz.
Ölüm, her gün tekrarlanan ilâhi bir kanundur. Bununla beraber insanlar ondan hoşlanmıyor, korkuyor ve ölümle karşılaşmaktan çekiniyorlar. Bunun çeşitli sebepleri vardır:
1. Allah'a kavuşulduğunda işlenen günahlara ceza verilecektir. İşte bu, Allah'a kavuşmayı sağlayan ölümün sevilmemesine sebep olmaktadır.
2. Hayat sevgisi, uzun emel beslemek ve aşırı ümitli olma da ölümden hoşlanmama sebebidir. Hz. Peygamber şu hadisinde buna işaret buyurmuştur:
Yaşlı kimseler iki şeyi sevmek hususunda gençtirler: Uzun ömürlü olmak ve mal sevgisi.
Râşit halifelerin beşincisi sayılan âdil halife Ömer b. Abdül Aziz bu manada şunları söylüyor: "Nefsim aşırı derecede istekli bir yapıya sahipti. Her istediğini elde ettiğinde daha büyüğünü arzu ederdi. Artık dünyadan istediği bir şey kalmayınca ahireti arzu etmeye başladı." Ömer b. Abdül Aziz, nefsi ahireti arzu etmeye başlayınca ona hazırlanmaya ve onun uğrunda çalışmaya koyuldu. Bundan sonra ahireti ve Allah'a kavuşmayı sağlayan ölümü, merhaba diyerek karşılayacak hale geldi.
3. İnsanların ölümden korkmasının bir sebebi de ölüm ve ölüm sonrası için az hazırlanmak ve dünya hayatına aldanmaktır. Zira insan sağlıklı ve kuvvetli olduğu zaman dünya kendisini aldatır. Kendisine öyle gelir ki hali vakti yerinde, ne isterse bol bol elde etmektedir. Sanki o, ecelinin bir zamanla sınırlı olduğunu, ne vakit geleceğinin belli olmadığını, kendisini gözetip durmakta olduğunu bilmez veya bilmezlikten gelir.
4. Bir diğer sebep, insanlar üzerinde sonsuza kadar hakim olma arzusudur. Bu noktadan hareketle bu arzu ve duygusunu ifade etmek üzere servet toplar, saraylar yaptırır ve ailesini, taraftarlarını çoğaltır. Hayata sıkı sıkıya sarılmayı gerektiren ne varsa yapar. Bu durumdaki insan bir ikilem içindedir; ya öldükten sonra dirilmeye inanır veya bunu inkar eder. Öldükten sonra dirilmeye inananlardan ise ahirete iyice hazırlanamadığı için ahirete göçmekten korkar. Öldükten sonra dirilmeye inanmıyorsa, bu kimse inanandan daha çok ölümden korkar. Zira ölümün her şeyi sona erdirdiğini sanır. Ulaşmayı hayal ettiği ve gayreti içinde olduğu ebediliğin ölümle biteceğini vehmeder.
Oysa İslâm dini ebedilik problemini en güzel ve en doğru biçimde çözmüştür. İslâm dini, bağlılarına ölümün geçici bir hayattan ebediyyet hayatına geçiş olduğunu öğretmiştir.
İslâm dininin kitabı Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Gerçek hayat âhiret yurdundadır. Keşke bilmiş olsalardı? (Anke-but/64)
Sonsuzluk heveslileri, ebedi olmayı bu manada düşünmüş olsalardı, ulaşamayacakları halde dünyada ebedi kalma kuruntusunu gerçekleştirmeye uğraşmak yerine, bu problemi çözmüş olurlardı.
Kur'an bu gerçeğe şöyle işaret ediyor:
Onlardan her biri arzu eder ki bin sene yaşasın. Oysa ki uzun yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. (Bakara/96)
Ömür ne kadar uzasa, ecel ne kadar geç gelse, ahireti ihmal eden kişi, kendisini yaptığı kötülüklerin cezasını görmek üzere sürekli azaba götürecek dünyadaki son gününden korkar.
Bu noktadan baktığımızda eski dönemlerdeki büyüklerin, ölümü hatırlama ve hatırlatma hususunda gösterdikleri titizliğin sebebini daha iyi anlıyoruz. Zira ölümü hatırlamak ve hatırlatmak hatırlatana da kendisine hatırlatılana da ölümle karşılaşmaya hazırlanmayı öğretir. Ölüme güzel bir şekilde hazırlanınca ne ölümün kendisinden ne de ona kavuşmaktan korkmak diye bir şey kalmaz. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Allahım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Eğer vefat etmek benim için hayırlı ise ruhumu al.
Hz. Peygamber'in bu hadisi hayata veya ölüme aldırış etmeksizin Ömür sürmemek gerektiğini gösteriyor. Burada titiz bir şekilde üzerinde durulacak şey, hayırlı olanı; gerek dünyada, gerekse ahirette hayırlı olanı istemektir.
Bir diğer hadislerinde Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: Allahım! Ben sana kavuşmayı seviyorum. Sen de bana kavuşmayı sev.
Hz. Peygamber'in bu duası onun rabbine kavuşmaya hazırlandığını gösteriyor.
İslâmiyet'in ilk yıllarındaki müslümanlar, hayır üzere oldukça ölüme aldırış etmemeyi ifade eden şairlerin aşağıdaki sözlerini parola edinmişlerdi.
Müslüman olarak ölsem
Hiç mi hiç aldırış etmem.
Ne tarafıma düşersem düşeyim!
Yeter ki ben Allah yolunda öleyim!
Demek ki müslüman ölürken imanla öldükten sonra hiç bir şeye aldırış etmemelidir. Kur'an'm şu ayeti de müslümana bunu telkin ediyor:
Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak vefat edin. (Al-i İmran/102)
Hz. Ömer'in rabbine yönelttiği ve hayatının son günlerinde sık sık tekrarladığı duada dahi aynı manayı görmekteyiz. Hz. Ömer duasında şöyle diyor:
Allahım! Yaşlandım, gücüm zayıfladı. Problemlere çözüm yolları azaldı. Tebamın sayısı çoğaldı. Bir ihmâle düşmeden, sorumluluğum altında olanların hakkını zayi etmeden ruhumu al. Allahım! Bana, yolunda şehit olmayı nasip eyle. Vefatımın Peygamber'inin şehrinde gerçekleşmesini lutfeyle.
İnsanın nefsine öğüt veren böyle bir ortamda ölüm için güzel hazırlıklar yapılır. Artık ortada ne Ölüm korkusu ne de Allah'a kavuşmaktan çekinmek kalır. Böyle bir derece Allah'ın hayırlı kullarının ulaşmak için gayret sarfettikleri bir derecedir.
Dünyası ahiretine hazırlanmaya engel olanlar, hevâ ve hevesleri, dünyevî arzulan kendilerini oyalayanlar bu dereceye ulaşamazlar.
Şimdi soruda zikredilen ayete gelelim: Enterasandır ki bu ayetin geçtiği surenin başında, -bu sure A'lâ süresidir- iki ayet vardır. Bu ayetler sembolik birer öğüttür. Bu öğütlerden ibret alan kimse dünyayı ahirete tercih etmez. Buna bağlı olarak da ölümden korkmaz. Cenab-ı Hak bu ayetlerde buyuruyor ki:
O Allah ki topraktan yeşil otu çıkarıp sonrada onu kapkara ve kupkuru bir hâle getirmiştir. (A'la/4-5)
Bu iki ayet açık bir şekilde ifade ediyor ki bitkileri ve ekinleri yer yüzünde bitirip yetiştiren, yemyeşil bir hal aldıktan sonra onları kupkuru yapan, daha sonra da onu kapkara bir köpük seli haline getiren Allah'tır.
Aslında bu ifadeler hayatın nasıl başladığını, gelişip mükemmel-leştiğini, sonra da yok olup gideceğini kinaye yoluyla anlatmaktadır. Bundan sonra gelen ayetlerde ise şöyle buyuruluyor:
Ahiret hayatı daha iyi ve ebedi olduğu halde siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A'la/16-17)
Sanki şöyle denmek istenmiştir: Yaşadığınız dünya hayatı bitki ve otların yaratılıp var edilişine benzer. Bu hayat ot gibi çabucak yok olur. Gerçekten sonsuz olan hayat ahiret hayatıdır. Ahiret hayatı en hayırlısı ve ebedi olandır.
SORU: İlim adamları ölüye telkin etme hususunda görüş ayrılığı içindedirler. Kimisi telkinin vacib olduğunu söylerken, kimisi sünnet olduğunu söylemektedir. Gereken açıklamayı yapar mısınız?
CEVAP: Birden çok hadiste bildirilmiştir ki Cenab-ı Hak ölen kimseye kabirde "berzah" âlemine mahsus bir hayat vermektedir. Kabrine konan kimse Allah'ın verdiği bu özel hayat sayesinde işitir, anlar ve (sorulara) cevap verecek hale gelir.
Ebu Dâvud ve Hâkim Hz. Osman'dan şu rivayeti kaydediyorlar: "Hz. Peygamber cenazeyi defnettikten sonra onun kabri başında ayakta durur ve: 'Kardeşinizin bağışlanmasını ve durumunun sağlam olmasını isteyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir" derdi.
Cenazeye telkin vermek farz da, sünnet de değildir. İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel'e göre telkin müstehabtır. Mâlikî mezhebinden bir gruba göre telkin mekruhtur. Rivayet olunduğuna göre sahabeden bazıları telkin yapmış ve yapılmasını emretmiştir. Sahabeden bazılarının ise telkin yapmadığı bildirilmiştir.
İlim adamları telkinin cenazeye faydası olacağını söylemişler, insanların onu yapmasında bir sakınca görmemişlerdir.
Bazı ilim adamları definden sonra ölen kimseye (meleklerin sorusuna verilecek) cevabın telkin edilmesinin mendub olduğunu bildirmişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre Ebû Ümame şöyle demiştir:
"Ben öldüğümde Peygamber'in bize emrettiği gibi bir uygulama yapınız. O şöyle buyurdu: Din kardeşinizden biri vefat ettiği zaman, kabrinin toprağını düzelttiğinizde biriniz kabrinin başında dikilip "Ey filan oğlu filan!" desin. O bunu duyar, fakat cevap veremez. Sonra (annesinin ve kendisinin adını söyleyerek) gene "Ey filan oğlu filan!" desin. Bu kere kalkıp oturur. Bir daha aynı şey söylendiğinde: "Allah sana rahmet etsin, bize doğruyu göster" der, fakat siz anlamazsınız.
Daha sonra (telkini yapan kimse) şöyle desin: "Dünyadan çıkarken söylediğin "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve enne Muhammeden ab-duhü ve rasûluh" şehadetini hatırla. Sen (dünyada iken) rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Hz. Muhammed'e razı olmuş, Kur'an'ı önder bilmiş idin. Münker ve nekir melekleri birbirinin elini tutarak: 'Gidelim, delili telkin edilen kimsenin yanında bizi durduracak bir şey olmaz' derler." Hz. Peygamber'den bunları işiten bir sahâbi; "Ey Allah'ın Rasûlü! Anasının adı bilinmezse ne diyeceğiz?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Tüm insanların anasına nispet edilir ve 'Ey Havva oğlu filan' denilir" buyurdu. (Taberanî)
SORU: Her ne kadar kelime-i şehâdeti söylemiş ise de yaşarken namaz kılmayan bir müslümanm vefat ettiğinde cenaze namazını kılmak caiz midir?
CEVAP: Ölen bir kimseye cenaze namazı kılınmasının şartı, ölenin müslüman olmasıdır. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Zira müslüman olmayan kimse Ölünce ona cenaze namazı kılmak haramdır. Nitekim Kur'an'da münafıklar hakkında şöyle buyurulmuştur:
Onlardan Ölen hiçbirine asla namaz kılma. (Tevbe/84)
Câbir b. Semure'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber mızrakla intihar eden kimsenin cenaze namazını kılmamıştır. Bu hadisi esas alarak bir grup âlim, intihar edenin cenaze namazının kılınamayacağını söylemiştir. Yol kesen eşkıya, devlete baş kaldırıp savaş açan kimse ve fâsık için de durum böyledir. Bu, Ömer b. Abdul Aziz, Evzâî ve Ah-med b. Hanbel'in görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in kendini öldüren ve ganimet malından çalan kimse dışında hiçbir kimsenin cenaze namazını kılmayı terk ettiğini bilmiyoruz."
Fakat fıkıh âlimlerinin çoğunluğu ve üç mezhep imamı (Ebû Ha-nife, Şafii ve Mâlik) kendini öldürenin namazının kılınacağı görüşündedirler. Görüşlerini şöyle savunuyorlar: Hz. Peygamber'in intihar eden kimsenin namazını kılmaması, kendisini öldürenin namazının kı-hnmayacağı anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in bundan maksadı, kendisinin peygamber olarak onun namazını kılmayı arzu etmemesidir. Nitekim bunu destekleyen şekilde, başka bir rivayetten söz edilmektedir. Bu rivayet: "Ben onun (intihar edenin) namazını kılmam" şeklindedir.
Hz. Peygamber çok çirkin bir iş olan intihardan sakındırmak ve buna engel olmak için bu şekilde davranmıştır.
Kelime-i şahadeti söylediği halde namaz kılmayan kimsenin durumuna gelince: Bu konuda bir takım hadisler vardır ki bunlar, zahirine bakılırsa bilerek (kasıtlı olarak) namaz kılmayan kimsenin kâfir olduğunu göstermektedir. Bunlardan bir ikisini aşağıya alıyoruz:
İmanla küfür arasındaki sınır, namazı terk etmektir.
Bizimle onlar (münafıklar) arasındaki sözleşme namazdır. Onu terk eden kâfir olur.
İlim adamları diyor ki: "Bu hadislerin zahirî anlamına bakılırsa namaz kılmayan kimse kâfirdir. Eğer namazı terk eden kimse onu inkâr ederek, yani namazın farz olduğuna inanmayarak terk ediyorsa -oysa namazın farz olduğu dinde zorunlu olarak bilinen bir husustur-kâfir olur."
Şayet bir kimse namazın farz olduğuna inanıyor, fakat tembellik ederek kılmıyorsa, fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre bu kimse kâfir olmaz. Olsa olsa günahkâr olur. Kendisine tevbe teklif edilir. Tevbe ederse, onun durumu Allah'a bırakılır. Fakat tevbe etmeyi reddederse kendisine ölüm cezası uygulanır.
Nitekim âyette şöyle buyuruyor:
Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zakâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. (Tevbe/5)
Bazı fıkıh bilginleri ise tembellikten ötürü namazı terk eden kişinin kâfir olmayacağını ve ceza olarak öldürülmeyeceğini söylemişlerdir. Bu durumdaki kimseye ta'zir cezası verileceğini, namaz kılıncaya kadar hapsedileceğim ifade etmişlerdir.
Bunun anlamı; o kimse vefat ettiğinde namazı kılınır demektir. Onun durumu Allah'a kalmıştır.
SORU: Ölen kimse için tevhid çekme gibi duaları yapmak üzere gerçekleştirilen toplantıların, Kur'an okumanın hükmü nedir? Okunan Kur'an'm sevabı ölüye ulaşır mı? Ölen kimsenin ailesine ölüm münasebetiyle gücü yetmeyecek derecede yemek vesaire hazırlaması gerekli olur mu?
CEVAP: Dua etmek (tinimizde meşru ve güzel bir şeydir. Diriler için dua edilebileceği gibi ölü için de dua edilir.
Kur'an'ı okuyan kimse, okuduğunun sevabını, dilediği diri veya Ölüye bağışlayıp Allah'tan bu sevabı o kimseye vermesini istese, bunun ölüye veya diriye ulaşacağını pek çok ilim adamı kabul etmiştir. Bunun dayanağı, yapılan şeyin bir çeşit dua olup, duanın İslâm dininde meşru bulunmasıdır. Nitekim Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Bana dua edin, sizin duanızı kabul edeyim. (Gâfir/60)
Şu kadar ki sevabı bağışlanan okumanın ücretsiz Allah rızası gözetilerek yapılmış bir okuma olması gerekir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları ölmüş kimsenin diğer ibadetlerden de (sevabı kendisine bağışlandığı takdirde) faydalanacağını söylemişlerdir. Bu ibadetler arasında en faziletlisi Kur'an okumaktır.
İbn Teymiye şöyle diyor:
Ölen kimse (sevabı kendisine verilmek üzere yapılan) namaz, oruç, Kur'an okuma gibi tüm bedeni ibadetlerden faydalanır. Nitekim sadaka gibi mal ile yapılan ibadetlerden, dua ve istiğfardan da faydalanır.
Bir hadiste: "Ölülerinize Yasin suresini okuyunuz" buyurulmuş-tur. Fakat bu hadisin isnadında bir takım sözler söylenmiştir.
Bir diğer hadiste: "Cenazenin namazını kıldığınız zaman ona samimiyetle dua ediniz" buyurulmuştur. Bu, duanın ölen kimseye faydası olduğunu göstermektedir. Böyle olmasaydı Hz. Peygamber cenaze için dua edilmesini emretmezdi.
Fıkıh bilginleri diyor ki: Bir kimse vefat eden biri için yemek yedirmek suretiyle sadaka verse, Allah'ın lütuf ve keremi ile bunun sevabı Ölen kimseye ulaşır.
Rivayet olunduğuna göre bir adam Hz. Peygamber'e: "Annem vefat etmişti. Onun için sadaka versem, ona faydası olur mu?" diye sormuş Hz. Peygamber ona "evet" cevabını vermiştir. Bunun üzerine soruyu soran adam: "Benim bir bahçem var. Seni şahit tutarak söylüyorum ki bahçeyi annem için sadaka olarak veriyorum" demiştir.
Şu kadar var ki günümüzde pek çok kimsenin alışkanlık haline getirdiği ölen kimse için perşembe günü (cuma gecesi), kırkıncı (veya elli ikinci) gün ve sene-i devriye gibi merasimler düzenlenmesi ve bu merasimlerde Kur'an, ilahi gibi şeyler okumak üzere ücretli okuyucu tutmak Hz. Peygamber Samanında olmayan şeylerdir. Bundan dolayı pek çok fıkıh âlimi, bunları insanların alışkanlık haline getirdiği bid'at-lerden saymışlardır.
SORU: Ölü için mezarlıkta Kur'an okumanın hükmü nedir?
CEVAP: Pek çok âlim, sevabını Allah'tan isteyerek Ölen kimse için Kur'an okumanın caiz olacağını söylemiştir. Hz. Peygamber'den de: 'Ölülerinize Yasin okuyun!' hadisi rivayet edilmiştir.
Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Mezarlığa uğrayıp on bir kere Kul hüvellahü ehad'i okuyup sevabını (o mezarlıktaki) Ölülere bağışlayan kişiye ölüler sayısınca sevap verilir.
Hz. Peygamber'den: "Kimse başkası adına oruç tutamaz, namaz da kılamaz" şeklinde rivayet edilen hadise gelince: Bu Kâsânî'nin de ifade ettiği gibi oruç ve namaz farzlarının ödenmesi hakkında olup, sevap bağışlamakla bir ilgisi yoktur. Bu itibarla oruç tutup, namaz kılarak veya sadaka vererek bunların sevabını ölü veya diri birisine bağışlamak caizdir. Hz. Peygamber'den günümüze kadar kabir ziyareti, orada Kur'an okumak, namaz kılmak, oruç tutmak ve sadakalar verip sevabını ölülere bağışlamak hususunda müslümanlann uygulaması böyledir.
Böyle olmasında akıl yönünden bir engel yoktur. Çünkü sevap vermek Allah'ın lütuf ve keremidir. O lütuf ve ihsanından, hiç bir iş işlemeyene doğrudan doğruya sevap verebileceği gibi, rızasını gözeterek yapılan bir işe de sevap verir. Fakat sevap vermek zorunda değildir.
İmamlardan birisine mezarlıkta Kur'an hatmetmenin durumu sorulunca şöyle demiştir: Okuyana sevap vardır. Kur'an'ın okunduğu yerde hazır bulunanlara sevap olduğu gibi ölüye de rahmet ve bereket vardır. Mezarlıklarda bu niyetle Kur'an okumak müstehabtrr. Kur'an okumanın peşinden yapılan dua kabul edilmeye daha yakındır. Dua ise ölmüş kimseye fayda verir.
Kabristanda Kur'an okumanın müstehab olması iki şeyden dolayıdır: Birincisi ölüler için Kur'an'ın bereketiyle bereket (ve rahmet) hasıl olmasıdır. İkincisi Kur'an okuyanın ölmüş kimse için yapacağı duanın kabul edilmesi ümididir. Çünkü Kur'an okunduktan sonra yapılan duanın kabul edilmesi ümit edilir.
Dört Mezhebin Fıkhı isimli eserde şu bilgilere rastlıyoruz:
İbret ve öğüt almak ve ahireti hatırlamak için kabir ziyaret yapmak mendubtur.
Cuma günü ve cumadan bir gün öncesi ve bir gün sonrası kabir ziyaretinde bulunmak daha iyidir. Kabir ziyareti yapan kimse için en uygun davranış, dua ve yalvarma ve Kur'an okumakla meşgul olmak ve ölümden ibret almaktır. Çünkü Kur'an okumak en doğru görüşe göre ölüye fayda verir.
Rivayetlerde yer aldığına göre kabir ziyareti yapan kimse şöyle dua etmelidir:
Dünyadan sana iman ederek çıkan; sonsuz olan ruhların, çürümüş cesetlerin, yanıp kül olmuş saçların, parçalanmış derilerin ve delik deşik olmuş kemiklerin rabbi olan Allahım! Bu ruhlara benden selam ve katından rahmet ver. Başka bir rivayette de ziyaret yapan kimsenin şöyle demesi gerektiği bildirilmiştir:
Ey mü'minler topluluğunun yurdu size selam olsun! Siz bizden önce gidenlersiniz. İnşaallah biz de size kavuşacağız.
SORU: Vefat eden kimse için yapılacak dini merasim nedir?
CEVAP: Vefat eden kimse için yapılacak ilk görev onun yıkanmasıdır. Bu görev müslümanlar için farz-ı kifayedir. Müslümanlardan bir kısmı bu görevi yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar.
Yıkamadan sonra yapılması gereken görev, tek kat da olsa mümkün olduğu kadar ölüyü kefenlemektir. Kefen konusunda aşırıya kaçmak mekruhtur.
Daha sonra cenaze namazı kılmak yapılması gereken görevlerdendir.
Cenaze namazının rükünleri: Niyet, gücü yetene göre ayakta durmak ve dört defa tekbir almaktır. Cenaze namazında gizlice Fatiha okunur.[4]Peygamber'e salât ve selam getirilir, ölen kimse için dua edilir.
Çünkü Hz. Peygamber: "Cenaze namazı kıldığınız zaman ölen kimse için samimiyetle dua ediniz" buyurmuştur.
Rasûlullah efendimizin bir cenazeye şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir:
Allahım! Onun rabbi ve yaratıcısı sensin. Sen onu dünyada rızık-landınp İslâm olarak yaşatmış ve hidayet vermiştin. Onun ruhunu alan sensin, onun gizlisini ve açığını bilen de sensin. Biz onun için şefaat dilemeye geldik. Onun günahlarını bağışla.
Namazda üçüncü tekbirden sonra dua edilse bile dördüncü tekbirden sonra da dua edilmesi müstehabtır. Dördüncü tekbirden sonra selam verilir.
Namazdan sonra yapılacak görev, cenazeyi kabristanlığa götürmek ve defnetmektir.
SORU: Vefatta üç gün yas tutup dördüncü gün yemek vermenin hükmü nedir? Bu uygulama yöremizde yaygındır. Gerekli açıklamanın yapılmasını rica ediyorum.
CEVAP: Bu âdetin İslâm'da yeri yoktur. Az veya çok Hz. Peygam-ber'in sünneti ile ilgisi de yoktur. Cenaze vukuunda İslâm'a uygun olarak yapılacak şey şudur: Cenazenin ailesi ölüyü yıkar veya yıkatır, savurganlık ve aşırılık olmaksızın kefenler. Daha sonra hazır bulunan ve vefattan haberi olanların katılımı ile namazı kılınarak defnedilmeye götürülür. Sonra gereken yapılarak defnedilir. Kabri yüksek yapmak gibi bid'atlere de düşürmemelidir.
Defin işlemi bittikten sonra cenazeye katılanlar işlerine ve hayatın gerektirdiği meşguliyetlerine dönerler. Vefatı izleyen ilk üç günde cenazenin ailesi ile karşılaşanlar, onlara baş sağlığı diler.
İslâm'a göre cenaze kabrine götürülürken yol güzergahında çadırlar kurmak, burada sigara ve kahve dağıtmak veya cenaze ailesini ekonomik olarak çökertecek derecede ücretli Kur'an okuyucuları tutmak yoktur. Soruda ifade edildiği şekilde vefatın dördüncü gününde yemekli davet yapmak da İslâm'da yoktur.
SORU: İnsanların alışkanlık haline getirdiği vefattan sonra uzun süre matem tutma hakkında dinin hükmü nedir? Cenaze için yapılan perşembe ve kırkıncı gün törenleri hakkında ne dersiniz?
CEVAP: Bir insanın kendisi için çok değerli olan aziz bir varlığı veya bir yakınını kaybetmesinin acı verici bir olay olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Böyle bir durumda insan acısını hafifletecek ve paylaşacak birini arar. İhtimal dindeki taziyenin (başsağlığı dilemenin) meşru olması buna ciayanıyor. Şu kadar ki taziyenin süresi sınırlıdır. Taziye hakkında bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Din kardeşine taziyede bulunan mü'mine, Allah Teâlâ kıyamet günü keramet giysileri giydirir.
Ölümle birlikte veya ölüm öncesi aşamalarda mü'minin görevi Allah'tan gelen musibet imtihanına sabredip rıza göstererek şikayetçi olmamaktır. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: 'Biz Allah'a aitizve biz O'na döneceğiz' derler. İşte rable-rinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/155-157)
Baş sağlığı dilemek vefattan sonra üç gün ile sınırlıdır. Üç gün sonra taziyenin süresi biter. Ancak vefat sırasında bulunmayan biri bu süreden sonra vefattan haberdar olursa gene baş sağlığı dileyebilir.
Baş sağlığı dilerken derdi hafifletecek ve Allah'ı hatırlat* sözler söylenmelidir. "Veren de Allah, alan da Allah'tır." "Her Allah katında bir süresi vardır. Sabret ve sevabını Allah'tan "Allah mükâfatını artırsın. Sana sabır, sana ve bize şükür et sip etsin" gibi. Taziyede bu tür sözler söylenmesi hadislere edilmiştir.
İslâm'ın öğretileri cenaze çıkan ev halkına taziye bulunulması gerektiğini gösteriyor. Fakat cenaze evinde matem ortamında uzun süre -bir gün veya daha fazla- kalınmaz. Taziye ziyaretini yapan işine döner. Eski dönemde (İslâm'ın ilk çağlarında) müslümanlar böyle idiler. Nitekim İmam Şafii: "Matem tutmayı mekruh görüyorum" demiştir. Bunun içindir ki fıkıh bilginleri taziye ziyaretinde -uzun süreli- oturmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Taziye ziyaretinde oturulduğunda işin içine ağlama, bağırıp çağırma, dövünme ve benzeri yasakları işlemek karışırsa haram işlenmiş olur. Taziye ziyaretinde oturmayı mubah görenler, taziyede yukarda ifade edilen çirkinliklerin olmamasını ve taziyenin vefattan sonra üç gün içinde olmasını şart koşmuşlardır.
Kadının aşın derecede üzülmesi ve yas tutması helâl değildir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadının ölen kimse için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Ancak ölen kocası ise dört ay on gün yas tutar.
Koca için tutulacak yastan maksat kadının süslenmeyi, sürme kullanmayı ve çeşit çeşit giysiler giymeyi bırakmasıdır. Kadın eşinin vefatından sonra, dört ay on gün geçince süslenebilir.
Matem tutma olayındaki çirkin bid'atlerden biri de üzüntüyü, yası gün be gün, haftalar ve aylar geçtikçe yenileme olayıdır.
Nitekim vefattan sonra birinci perşembe, ikinci perşembe, üçüncü perşembe,"kırkı, (elli ikisi), sene-i devriyesi (yıl dönümü) gibi yollarla vefat eden kişinin arkasından üzüntülerin devamlılığı sağlanmaktadır. Bunlardan hiç^ birisi İslâm dininde yoktur. Bu yapılanların ne akıl yönünden, ne de dini kaynaklar yönünden dayanağı yoktur.
Ne yazık ki halk arasında bunların ölen kimseye faydası olduğu inancı vardır. Bununla beraber hadiste şöyle buyurulmuştur:
İnsan oğlu Öldüğü zaman yaptığı iş(lerden dolayı sevap alması) kesilir. Ancak üç (tip) kişinin ölmesine rağmen sevabı kesilmez: a) Sadaka-i câriye (yani sürekli, devamlı hizmet eden vakıf, cami, okul, yol ve benzeri işler) yapanların, b) Faydalanılan (kitap ve benzeri) ilim eseri ortaya koyanların, c) Kendisine hayır dua edecek (veya edilmesini sağlayacak) evlat yetiştirenlerin.
Bir diğer hadis de şöyledir:
Vefatından sonra müslümana hayatta iken yaptıklarından ulaşacak olanlar şunlardır: Öğrendiği ve yaydığı ilim, arkada bıraktığı iyi evlat, miras bıraktığı mushaf, yaptırdığı cami, yoldan geçenlerin barınması için yapılmış konaklama yeri, insanların yararlanması için nehir veya çeşme gibi su hizmeti getirilmesi veya yaşarken malından verdiği sadaka.
Bunun yanında sağ olanların ölen kimse için dua etmesi ve bağışlanma istemesi, onun adına sadaka, oruç, hac, namaz gibi ibadetler yapması ve Kur'an okuması da Ölen kimseye fayda verir.
Kısacası günümüzde yapılan taziyeye gelenlere yemek yedirmek, matem gecelerinde savurgan bir şekilde harcamalar yapmak, peşpeşe cuma geceleri, kırkıncı gecede yapılanlar Hz. Peygamber'in ve .ondan sonra gelenlerin tatbikatlanna aylandır.
SORU: Birinci veya ikinci ölüm yıldönümü münasebetleri ile ölen kimse için okunan Kur'an'ın sevabı Ölüye ulaşır mı?
CEVAP: İbn Teymiye ve İbn'ul Kayyım gibi fıkıh bilginleri, sadaka ve istiğfar duasının ölüye fayda vereceği gibi, Kur'an okumanın da ölüye faydası olduğunu söylemişlerdir.
Hanefî mezhebine göre de insan Kur'an okusa veya sadaka verse ve sevabını başkasına bağışlasa bu sevap o kimseye ulaşır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kabristanlığa uğrayıp on bir kere İhlas okuyup sevabını (oradaki) ölülere bağışlayan kimseye ölüler sayısınca sevap verilir.
Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz Ölmüşlerimiz için sadaka verip, haccediyor ve onlara dua ediyoruz. Bu yaptıklarımız onlara ulaşır mı?" diye sorduklarında Hz. Peygamber: "Evet, bu yaptıklarınız onlara ulaşır. Sizden birine bir tabak (içerisinde) hediye verildiğinde sevindiğiniz gibi onlar da sevinirler" buyurdu.
Ebu Davud'un rivayet ettiği: "Cenaze namazını kıldığınızda ölen kimse için içten gelen bir şekilde dua ediniz" hadisi de bunu ifade ediyor. Hadisten duanın Ölen kimseye fayda verdiğini anlıyoruz. Bu üzerinde görüş birliği olan bir husustur.
Buna akıl yönünden bir engel yoktur. Zira Allah'ın sevap vermesi bir zorunluluk değil, lütuf ve kereminin sonucudur. Hz. Allah dilerse hiç bir şey yapmayana da sevap verebilir. Allah rızası için bir şeyler yapana fazl u kereminden sevap vermesi O'nun lütuf ve ihsanıdır.
Kur'an okuyan kimsenin okumaya başlamazdan önce: "Allahım! Okuyacağım Kur'an'ın sevabını filan kimseye bağışlıyorum" demesi iyi olur. Bu takdirde okunan şey de dua sayılır ve görüş birliği ile sevap ölen kimseye ulaşır.
Mâliki mezhebi âlimlerinden Karafî Furük isimli kitabında şunları söylüyor:
İbadetler üç çeşittir:
1. Sevabı sadece işleyen kula ait olan ibadetler.
Bunların sevabını başkasına aktarmak söz konusu değildir. İmân ve tevhid gibi.
2. Sevabının ölmüş kimselere aktarılmasında insanların görüş birliği olan ibadetler.
Bunlar mal ile yapılan ibadetlerdir. Sadaka ve köle azat etmek gibi.
3. Sevabının başkasına aktarılması hususunda görüş ayrılığı olan ibadetler.
Bunlar oruç, hac ve Kur'an okumaktır. Mâlik ve Şafii'ye göre bunlardan ölüye bir şey yoktur. Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel ise okunan Kur'an'm sevabının ölüye ulaşacağını seylemişlerdir.
Karafi daha sonra şöyle der:
Bu meselede her ne kadar görüş ayrılığı varsa da insan bu hususta ihmalci olmamalıdır. Belki gerçekten de bunların sevabı ölüye ulaşmaktadır. Zira bunun durumu bize gizlidir.
İnsanların alışkanlık haline getirdikleri tevhid çekme de böyledir. Cömertliği ile ihsanda bulunmak Allah'a kalmıştır.
Fakat birinci perşembe, ikinci perşembe, kırkı, elli ikisi, yıl dönümü gibi merasimler İslâm'da varlığı bilinen şeyler değildir.
SORU: Bir başka yere nakletmek için cesedi kabrinden çıkarmak hususunda dinin hükmü nedir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri şöyle demişlerdir: Müslümanın defnedildiği kabir, orada ölünün etinden ve kemiğinden bir parça bulunduğu sürece onun adına vakfedilmiş bir yer sayılır. Meşru bir sebep olmadıkça kabirin açılması caiz olmaz.
Meselâ kabir içinde (defin sırasında düşerek) unutulmuş bir şey bulunması, kabrin olduğu yeri su basma korkusunun bulunması veya cenazeyi vahşi bir hayvanın parçalayıp yeme korkusunun olması veya çok uzak bir yerde bulunan kabrin, ailesinin kolayca ziyaret edebilmesi için yakın bir yere taşınmak istenmesi gibi durumlarda cenazenin bulunduğu kabri açıp oradan başka yere nakletmek caiz olur. Şu kadar ki cenazeye bir saygısızlık yapılmamalı, ceset parçalanıp dağılmamalı veya kemikleri kırılıp parçalanmamalıdır.
Hanefî mezhebinde de bir Özür olmadıkça cenazeyi başka yere nakletmek haramdır. Meselâ bir kadının oğlu, memleketi dışında bir yerde ölüp oraya defnedilse, annesi onun uzak yerde olmasından dolayı sabredemeyip, oğlunun cenazesini yakın bir yere nakletmek istese
bu bir özür sayılmaz, dolayısıyla da onun bu isteği yerine getirilmez.
SORU: Kıyamet alâmetleri hakkında bilgi verir misiniz? Kıyametin ne zaman kopacağı hakkında kesin bilgi var mı?
CEVAP: Kıyamet alametlerine ilim adamları "saat alametleri" ismini vermişlerdir. Çünkü kıyametin pek çok ismi olup birisi de "saat"tır.
Kıyamet vaktinin kesin olarak ne zaman olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Aşağıdaki ayetlerde bu husus açık bir şekilde görülecektir:
Kıyamet vakti hakkında bilgi ancak Allah katındadır. (Lokman/34)
Sana kıyameti sorarlar: "Gelip çatması ne zamandır?" derler. Onu hatırlamak, ne zaman geleceğini bilmek nerede sen nerede? (Nâ-ziat/42-43)
Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi ancak rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir." Sanki sen onu büiyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi ancak Allah katındadır; ama insanların çoğu bilmezler." (A'raf/187)
Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste (kıyamet alâmeti olarak) ilmin çekilip yok olacağı ve ilmiyle amel eden âlimlerin vefat edeceği bildirilmiştir.
Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İki büyük topluluk birbiri ile savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Bu iki topluluğun inançları aynı olduğu halde aralarında büyük bir savaş olacaktır.
Hepsi de peygamber olduğu inancını taşıyan otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmaz.
(Kıyamet kopmazdan önce şunlar gerçekleşecektir.): Âlimler (vefat ederek azalacak ve) yok olacaktır. Depremler çoğalacaktır. Zaman yaklaşacak (vaktin nasıl geçtiği bilinmeyecek)tir. Fitneler çıkacak ve insan öldürme çoğalacaktır. Zenginlik çoğalacaktır. O derece servet taşacaktır ki mal sahibi sadakasını kabul edecek kimse bulamayacaktır. Sadakasını sunduğu adam "benim ona ihtiyacım yok" diyecektir. İnsanlar uzun (yüksek) bina yapma yansına gireceklerdir. (Öyle bir zaman gelecek ki) bir adam ölmüş birinin kabrine uğradığında "Keşke onun yerinde olsaydım!" diyecektir. Güneş batıdan doğacaktır. Bunu gören, insanlar inanacaktır. Ama önceden inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık iman bir fayda sağlamaz.
İki kişi (alıcı satıcı olarak) giysilerini (kumaşlarım) açıp yayacak, fakat onu satıp toplayamadan kıyamet kapacaktır.
Kişi devesini sağmaktan dönüp sağdığı sütü içemeden kıyamet kopacaktır.
Kişi havuzunu onaracak, fakat suyunu içemeden kıyamet kopacaktır.
Kişi yemek üzere lokmasını ağzına götürecek, fakat onu yemeden kıyamet kopacaktır.
Enes (r.a) şöyle diyor: Size Hz. Peygamber1 den duyduğum ve benden sonra kimsenin rivayet edemeyeceği bir hadis rivayet edeceğim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlmin yok olması, cahilliğin ortaya çıkması, zinanın yayılması, içki içilmesi ve kadınların çoğalıp erkeklerin azalması bir erkeğe karşı elli kadın olacaktır- kıyamet alâmetlerindendir.
SORU: Sadece el kaldırıp tekbir alarak niyet etmeksizin cenaze namazı kılmanın hükmü nedir? Bir kimsenin ölen kişinin müslüman olmadığını bildiği için; ailesinin cenazeye katılmasını istediğinden dolayı merasime katılıp niyetsiz cenaze kılması caiz midir?
CEVAP: Cenaze namazı farz-ı kifâyedir. Hz. Peygamber cenaze namazı kılmayı emretmiş ve günümüze kadar müslümanlar bu görevi yerine getirmişlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Her kim bir cenaze merasimine katılır ve namazını kılarsa ona bir kırat sevap vardır. Defnedilinceye kadar merasimden ayrılmayana iki kırat sevap vardır. Kıratın en küçüğü Uhut dağı kadardır.
Aynı hadisin diğer bir rivayeti şöyledir:
Bir kimse cenazeyi evinden alıp, namazım kılarak defnedilinceye kadar merasimine katılırsa ona, her biri Uhut dağı büyüklüğünde iki kırat sevap vardır..
Niyet cenaze namazının fazlarınd andır. Niyetsiz namaz olmaz. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Dîni yalnız O'na has kılarak Allah'a kulluk etmeleri müslümanla-ra emrolundu. (Beyyine/5)
Hz. Peygamber de: "Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiği vardır" buyurmuştur.
Cenaze namazında dua etmek de rükündür. Hz. Peygamber: "Cenaze namazı kıldığınızda ölen kimse için içtenlikle dua ediniz" buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in cenaze namazında şu duaları ettiği rivayet edilmiştir:
Allahım! Onun rabbi ve yaratıcısı sensin. Onu İslâmiyet'e yönelten ve ruhunu alan sensin. Onun gizlisini açığını sen bilirsin. Biz ona şefaatçi olarak geldik, onun günahlarını bağışla.
Hz. Peygamber'in cenaze namazında okuduğu bir başka dua da şöyledir:
Allahım! Dirimize ölümüze, küçüğümüze büyüğümüze, kadınımıza erkeğimize, burada olanımıza olmayanımıza mağfiret et. Allahım! Bizden yaşattığını İslâm üzere yaşat. Vefat ettirdiğini İslâm üzere vefat ettir. Allahım! Bizi onun ecrinden mahrum etme. Ondan sonra bizi dalâlete düşürme.
Mezhep imamları küçük büyük, kadın erkek her müslüman için vefat ettiğinde namaz kılınması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bunun anlamı müslüman olmayan kimseye namaz kılmanın caiz olmadığıdır.
Kur'an'da münafık ve kâfirler hakkında şöyle buyurulmaktadır:
Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma! Onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü'nü inkar ettiler... (Tevbe/84)
(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygamber'e yaraşır, ne de inananlara. (Tevbe/133)
Müslüman kimsenin müslüman olmayan ölüye namaz kılmaktan çekinmesi gerekir. İyi ilişkiler içinde olayım derken, bu davranışı din ve inanç hesabına yapmamak lazımdır.
SORU: Cenazeyi götürürken tabutun önünde yürümek mi, yoksa arkasında yürümek mi daha faziletlidir?
CEVAP: Cenazeyi dini bir törenle kaldırıp kabre defnetmek İslâm dininin meşru kıldığı bir husustur. Cenazeyi götürmekte sünnet olan, dört tarafında da bulunarak omuza almaktır. Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Her kim cenaze törenine katılıp onu kabrine kadar götürürse, tabutun (sıra ile) her köşesinden tutarak götürsün. Böyle yapmak sünnettir.
Abdullah b. Mes'ud Hz. Peygamber'in ashabından biridir. Bu gibi konularda ashaptan birinin sözü Peygamber'den nakledilen söz hükmündedir. Cenazeyi götüren kimse tabutun her köşesinden birer kere tuttuktan sonra dilerse nafile bir ibadet gibi tekrar tekrar tabutu götürür, dilerse bırakır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hastalan ziyaret ediniz ve cenaze ile birlikte yürüyünüz. Bu size âhireti hatırlatır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Fıkıh bilginleri, cenazeyi götürürken önünde, arkasında, sağında veya solunda yürünmesi konusunda farklı şeyler söylemişlerdir.
İlim adamlarının çoğunluğu (cumhuru) cenazenin önünde yürümenin efdal olduğu görüşündedir. Çünkü Hz. Peygamber cenazenin önünde yürürdü. İki halifesi Ebubekir ve Ömer de öyle yapardı.
Hanefî mezhebine göre en faziletlisi cenazenin arkasından yürümektir. Zira Hz. Peygamber'in "Cenazenin peşinden gidin" emrinden akla gelen anlam budur. Çünkü peşinden gitmek arkadan gitmekle olur, önden gitmekle olmaz.
Enes b. Mâlik ise cenazenin önünden yürümekle arkasından yürümeyi eşit görürdü. Çünkü bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Binitli olan cenazenin arkasından gider. Yaya yürüyen önünden, arkasından, sağından ve solundan; cenazeye yakın bir şekilde yürür.
Bu konudaki fikir ayrılığının çözümü kolaydır. Zira aslı mubah olan bir hususta söylenen farklı sözler bizi zora sokmaz. Böyle bir konuda anlayış ve kolaylık göstermek gerekir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer cenazenin önünde yürürlermiş. Hz. Ali ise cenazenin arkasında yürürmüş. Hz. Ali'ye: "Onlar cenazenin arkasından giderdi" denildiğinde Hz. Ali şöyle demiş: "Cenazenin arkasından gitmek, önünde gitmekten; tıpkı namazı cemaatle kılmanın, yalnız kılmaktan daha faziletli olduğu gibi faziletlidir. Fakat Ebubekir ve Ömer (r.a) kolaylık tarafları olduklarından, insanlara kolaylığı göstermişlerdir."
SORU: Cenaze namazında nasıl bir dua okunmalıdır?
CEVAP: Cenaze namazının kılmışı şöyledir: Önce hazır olan cenazenin namazını kılmaya niyet edilir. Bu namaz dört tekbirle kılınır.
Birinci tekbirden sonra Fatiha okunur. İkinci tekbirden sonra Tahiyyatm ikinci yarısı okunur. Üçüncü tekbirden sonra cenazeye dua edilir. Dördüncü tekbirden sonra selam verilir.[5]
Cenaze namazında en toplu anlamı ifade eden dua olarak -Ihyâ'da olduğu gibi- şu dua rivayet edilmiştir.
Rivayet olunduğuna göre Avf b. Mâlik şöyle demiştir: Hz. Peygamber'i cenaze namazı kılarken gördüm. Şu duayı (ondan) ezberledim:
Allahım ona mağfiret ve rahmet eyle. Onu affet ve ona afiyet ver. Girdiği yeri ona geniş kıl ve yerinde ona ikram lütfet. Onu dolu, kar ve yağmurla yıka, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi hatalarından temizle. Dünyadaki yurduna bedel olarak daha hayırlı bir yurt, ailesinden daha hayırlı bir aile, eşinden daha hayırlı bir eş ver. Onu cennetine koy. Cehennem ve kabir azabından koru.
.
SORU: Ölen kimsenin kulağına ezan okunmasının müstehab olduğu doğru mudur? Eğer doğru ise bunun delili nedir?
CEVAP: Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir hasta veya ölü yanında bulunduğunuzda iyi şeyler söyleyiniz. Çünkü melekler sizin söylediklerinize âmîn derler.
Ümmü Seleme (r.a) Hz. Peygamber'e giderek: "Ey Allah'ın Rasû-lü! Ebu Seleme (kocam) vefat etti" dedi. Hz, Peygamber Ümmü Sele-me'ye: "Allahım! Bana ve ona mağfiret et. Bana onun yerine daha hayırlısını ver de" buyurdu. (Ümmü Seleme daha sonra şöyle demiştir:) "Hz. Allah bana onun yerine daha hayırlısını, Hz. Muhammed'i (s.a) eş olarak verdi."
Ölmek üzere olan birinin yanında bulunanların o kimseye "Lâ ilahe illallah" demesi için telkinde bulunması sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber: "Ölmek üzere olanlarınıza 'lâ ilahe illallah' demesini telkin ediniz" buyurmuştur.
Bir diğer hadis ise şöyledir:
Son sözü 'Lâ ilahe illallah' olan kimse cennete girer.
İlim adamları diyor ki: Vefat etmek üzere olan kimseye kelime-i şehadeti söylemesi için ısrar etmemek gerekir. Zira böyle bir ısrar karşısında sıkılıp, uygun olmayan sözler söyleyebilir. İlim adamlarından bir başka grup ölmek üzere olan kimseye "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh" demesi için telkinde bulunmak gerektiği görüşündedirler.
Vefat eden kimseye Yasin suresinin okunması müstehabtır. Öldükten sonra cenazenin kulağına ezan okunacağına dair elde bir bilgi yoktur.
SORU: Müslümanın tabut ile birlikte defnedilmesi caiz midir?
CEVAP: İslâm toplumunda meşhur (yaygın) olan uygulama şudur: Cenaze uygun bir şekilde örtülerek kefenlenir. Kefende kısıntı da, savurganlık da yapılmaz. Ölen kimse bu kefen içerisinde toprağa verilir.
Taha süresindeki şu ayetten anlaşılan da budur:
Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi oşdan çıkaracağız. (Taha/55)
İslâm toplumunda ölünün sanduka veya tabut içerisinde mezara gömülmesi bilinen ve alışılmış bir uygulama değildir. Sanduka pahalı ve fazla masraflıysa ve ona dirilerin ihtiyacı varsa İslâmiyet böyle bir uygulamayı mekruh görüp yasaklar. Çünkü İslâmiyet savurganlığı hoş görmez.
SORU: Geçimini temin etmek üzere ana-babasını bırakarak çalışmaya giden bir müslüman geri döndüğünde babasının ve annesinin vefat ettiğini öğrense, Allah'ın kendisinden hoşnut olması için ne yapmalıdır?
CEVAP: Şüphe yoktur ki ana-baba hakkı, insanlar arasındaki hakların en önde gelenidir. Anaya babaya iyilik etmek Allah'a iman edip O'na ibadet etmenin hemen ardından gelir. Bu konuda şu iki ayeti göz önünde bulundurmamız yeter:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana-babanıza iyilik etmenizi kesin bir şekilde emretti. (İsra/23)
Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya-ba-baya iyi davranın. (Nisa/36)
Soruda sözü edilen kimsenin ana-babasım hangi şartlar altında bırakıp gittiği soruda bildirilmemiştir. Umarım ki ana-babasından ayrılışı onların rızâsı ve muvafakatları ile olmuştur.
Soruda sözü edilen ana-babanın oğlu, vefatlarından sonra onlara iyilik etmek istediğine göre, hayatlarında iken onlara dönmeye imkan bulamamış, onlar sağ iken herhangi bir yol ile onlara yardım gönderememiş, onlardan ayrıldıktan kısa bir süre sonra âni bir şekilde vefat etmiş olduklarına göre oğulları bundan sorumlu olmaz, bundan dolayı ayıplanmaz. Yüce Allah onu bu sebeple cezalandırmaz.
Ana-babasmı kaybeden bu kimse bir harcama yapma gücüne sahip olduğuna göre Allah yolunda harcamalar yapmalıdır. Ayrıca ana-babasının birinci (derecede) yakınlarına çeşitli şekillerde; edepli davranmak ve maddi yardımlar yapmak gibi iyilik yapıp onların sevgisini kazanmalıdır. Bunun yanında ana-babasınm borcu var ise onları ödemelidir. Eğer haccetmemişlerse onlar için haccetmeli ve onlar için bol bol rahmet ve mağfiret dilemeli, onlardan Allah'ın razı olması için dua etmelidir.
SORU: Memleketinden başka bir yerde Ölen kimsenin o memleketin bir parçası olduğu doğru mudur?
CEVAP: Bir insanın bir memleketten sayılması bir takım sebeplere bağlıdır; insanın doğduğu yer memleketidir. O kimse oranın çocuğudur. Bir kimse bir yerde doğmasa da orada yetişip, oraya yerleşmiş ise orası onun memleketi olur.
Bir kimsenin vefat ettiği yer de memleketi sayılır. Bunu içindir ki biyografi (tercüme-i hal) yazarları bazı kimseleri doğduğu yere, kimilerini yerleştikleri yere, kimilerini de vefat edip defnedildikleri yere nisbet etmektedirler.
Soruda sözü edilen kimse de bu itibarla vefat ettiği yere bağlı sayılabilir. Fakat bir yere defnedilen kimsenin artık oranın bir parçası olduğuna hükmetmek gerçek anlamda doğru değildir. Ancak vücudunun o memleketin toprağına gömülmüş olması dikkate alınarak oranın bir parçası olduğu, bedeninin orasının toprağına karıştığı söylenebilir.
SORU: Oğulun, bazı ibadetler yaparak bunların sevabını ölen babasına bağışlaması caiz midir?
CEVAP: Fıkıh bilginleri okunan Kur'an'm sevabının ölen kimseye ulaştığını söylemişlerdir. Hatta diri bir kimseye de ulaşacağını ifade etmişlerdir. Bunlar Hanefî, Şafii ve Haiıbelî mezhebi büyüklerinin kitaplarında yer almıştır.
Kur'an okuyan kimse, okuduğu Kur'an'ın sevabını bağışladığı kişinin ruhuna iletmesini Allah'tan istemelidir. Çünkü okunan Kur'an'ın sevabının bağışlanması, dua kabilindendir. Kur'an okuyan kimse şöyle niyet eder: "Allahım! Okuduğum Kur'an'm sevabını filan için kıl."
Hanbelî mezhebinde, bağışlanan tüm ibadetlerin Ölen kimseye faydası olduğu hükmü vardır. Nitekim bu mezhebin âlimlerinden İbn Teymiye, ölen kimse kendisi için bağışlanan mali ibadetlerden de, namaz, sadaka, dua, istiğfar, oruç ve hac gibi diğer ibadetlerden de faydalanır.
Hadis kaynaklarında ifade edildiğine göre bir kimse Hz. Peygam-ber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz ölmüşlerimiz adına sadaka veriyor ve onlar için hac yapıyor ve dua ediyoruz. Bunlar Ölmüşlerimize ulaşır mı?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Evet, ulaşır. Sizden birinize (içinde yararlı şeyler bulunan) bir tabak hediye edildiğinde nasıl sevinirseniz, onlar da sizin yaptığınız (ve sevabını kendilerine bağışladığınız) bu ibadetlerden öylece sevinirler" buyurdu.
Abdullah b. Abbas'm rivayet ettiğine göre bir adam Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Annem vefat etti. Onun iç in sadaka versem onu faydası olur mu?" diye sordu. Rasûlullah "Evet" buyurunca, adam: "Bir bahçem var. Şahit ol ki ben onu annem için sadaka olarak veriyorum" dedi.
Bir başkası da Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Annem vefat etti. Kendisinin oruç borcu var. Ben onun yerine oruç tutarak borcunu ödeyeyim mi?" dedi. Hz. Peygamber: "Annenin birine borcu olsaydı öder miydin?" diye sorup da evet cevabını almca: "Allah'ın borcu ödenmeye daha layıktır" buyurdu.
SORU: Bir müslüman Hristiyanların mezarlığına giderek onlara ölü defninde yardımcı olması caiz midir?
CEVAP: İslâmiyet evrensel bir dindir. Tüm insanlar arasında iyi ilişki, iyi komşuluk ve iyi şeyler yapmayı öngörür. İnsanların ırk ve renk bakımından değişik olması bir şeyi değiştirmez.
Kitap ehli olan Hristiyanlar İslâm'ın, kendilerine adaletli davranmayı ve insancıl bağlara riayet etmeyi emrettiği kimselerdir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuru İm aktadır:
Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. (Mümtehine/8)
Hz. Peygamber ehl-i kitaptan olan komşularına iyi muamele eder, onların gönlünü alırdı. İnsan oğlu özellikle ölüm ve taziye durumlarında komşunun yardımına ve hoş muamelesine daha çok ihtiyaç duyar. Buna göre müslümanın komşusuna -ehli kitap da olsa-yardım etmesine bir engel yoktur. Yeter ki dinine ve inancına aykırı bir iş yapmasın.
SORU: Kabirde sorgu melekler hangi dilde soru soracaklar?
CEVAP: İlim adamlarından bazısı meleklerin kabirde konuşacağı dilin Süryanice olacağını söylemişlerdir. Bu konuda kesin bir delil yoktur.
Anlaşılan odur ki melekler kabirde ölüye anlayacağı bir dil ile konuşacaklardır. Eğer kabre konan kimse iyi bir insan ise, ona kolay bir şekilde anlayacağı bir dil ile hitap edecekler.
Şayet adam kâfir veya hayatında günaha batmış biriyse, Allah'ın onu zor bu hesaba çekmesine engel yoktur. Hatta kabirde sorulan sorulara başarılı bir cevap vermesi güçleşecektir. Çünkü yaşarken iyi şeyler yapmamıştır.
Kabirde neler olacağım sadece her şeye hakkiyle vakıf olan Allah bilir.
SORU: Kabir ziyaretinde bulunmak ve mezarlıkta Kur'an okumak caiz midir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri erkekler için kabir ziyaretinin müstehab olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber kabir ziyareti konusunda şöyle buyurur:
Kabir ziyaretini size yasaklamıştım. Artık kabir ziyareti yapınız. Çünkü size âhireti hatırlatır.
Hz. Peygamber ashabına kabir ziyareti yapıldığı zaman ziyaretçinin ne söyleyeceğini öğretirdi. Buna göre kabir ziyareti yapan kimse şöyle demelidir:
Ey müslüman diyarın ahâlisi! Size selam olsun. İnşallah biz de size kavuşacağız. Siz bizim öncülerimizsiniz, bir ise sizin peşinizden geleceğiz. Kendimiz için de sizin için de Allah'tan afiyet dileriz.
Hz. Peygamber kabir ziyareti yaptığı zaman dua eder, günahlarının bağışlanmasını diler ve Allah'tan rahmet talep ederdi.
Fıkıh âlimlerinden bir grup ahireti hatırlatıcı olması bakımından kabir ziyareti hususunda kadın ve erkeğin aynı olduğu görüşündedir. Her ikisine de kabir ziyareti caizdir. Bir grup ilim adamı ise kabir ziyaretinin kadınlar için mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü kadınlar az sabırlı ve çok sızlanan bir yapıya sahiptirler. Fakat bu kabri çok ziyaret edenlere göredir. Hz. Peygamber'in: "Allah kabirleri çokça ziyaret eden kadınlara lanet etsin" sözünden anlaşılan budur.
Fıkıh âlimlerinden bir grup okumanın karşılıksız, ücretsiz bağış şeklinde olması halinde Kur'an okumanın caiz olduğu görüşündedir. Kur'an'ı okuyan kimse, okumanın sonunda: "Allahım okuduğumun sevabını filan kimseye ulaştır" demelidir.
Ahmed b. Hanbel şöyle diyor:
Yapılan her hayır ölen kimseye ulaşır. Zira bu hususta kaynaklarda belgeler vardır. Ve çünkü müslümanlar her çağda Kur'an okuyup vefat edenlerine hediye etmektedirler. Bunu inkar eden de yoktur. Bu bir çeşit icma (görüş birliği) olmuştur.
Okunan Kur'an'm sevabının ölenlere ulaştığı görüşünde olanlar, okuyanın okumak için ücret almamasını şart koşmaktadırlar. Şayet okuyucu bu iş için ücret alırsa bu, haram olur. Bu durumda okumaya sevap da verilmez.
SORU: Kâfir veya müşrik olan kimseler ölünce bunlara namaz kılınır mı?
CEVAP: Kâfir ve müşrik cenazesine namaz kılınmasının caiz olmadığında ümmet-i Muhammed'in görüş birliği vardır. Çünkü bu namaz hayırdır, berekettir ve rahmettir. Bunların hiç birine müşrik ve kâfir müstehak değildir. Zira bunlar küfrü ve şirki ile Allah'ın nimetlerine nankörlük etmiş ve Allah'a savaş açmıştır. Böyle bir kimsenin sonu, çok kötü bir yerdir. Rahmet ve dua muamelesine müstehak değildir.
Bu konuda Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Allah, inananların dostudur. Zira onları karanlıktan kurtarıp aydınlığa çıkarır. İnkâr edip kâfir olanların dostları ise tağut (put)tur. Çünkü onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. Onlar ateş ehlidirler, orada devamlı kalırlar. (Bakara/257)
De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve şeytana (puta) tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır." (Mâide/60)
SORU: Ölüm ve cenazede izlememiz gereken edepler nelerdir?
CEVAP: Diyebiliriz ki müslümanm cenazeye katılması halinde uyacağı en önemli edep, ömrü ne kadar uzasa, nihayet kendisinin de öleceğini hatırlamasıdır. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Her canlı ölümü tadacaktır. Elbette kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir. (Âl-i İmran/185)
İnsana yaraşan bu sonuçtan ibret almaktır. Eğer insanın aile bireylerinden birisi vefat ederse, İslâm dini bağırıp çağırmaksızın, dövünüp feryat etmeksizin ağlamayı mubah kılmıştır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber oğlu İbrahim'in vefat etmesi üzerine ağladı ve şöyle buyurdu:
Göz ağlar, kalp üzülür. Fakat biz rabbimizin gazabını çekecek şeyler söylemeyiz. Ey İbrahim sen(in vefatin)dan ötürü üzgünüz.
Hz. Peygamber bir diğer hadisinde: "(Ölüm karşısında) yüzünü tokatlayan, yakasını yırtan, cahiliyet yoluna çağıran bizd'en değildir" buyurmuştur.
Fıkıh âlimleri, kadının ölen bir yakını için üç gün yas tutmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu süre kocası öldüğü takdirde dört ay on gündür. Buradaki yas tutmaktan maksat, süslenmemek ve cicili bicili giysiler giymemektir.
Cenazenin kefenini, hayatında giyindiği Ölçü dikkate alınarak savurganlığa kaçmadan orta derecede yapmak da cenaze ile ilgili edeplerdendir.
Yüksek sesle Kur'an okuyarak, ilahi veya benzeri şeyler söyleyerek cenaze götürmek doğru değildir. Halktan böyle yapanlar vardır. Bunlann hepsi bid'attir. Cenazenin önünde veya arkasında yürümek caizdir. Cenazenin peşinden kadınlar gitmez.
Kabrin yerden bir karıştan fazla yüksek olmaması da İslâmi bir edeptir.
Başsağlığı dileği vefattan sonra üç gün içerisinde yapılır.
Cenaze merasimi sırasında çadırlar kurup (oturmak üzere) sıralar koymak, vefattan sonra cuma geceleri, kırkıncı gece ve yıldönümü gibi zamanlarda merasimler yapmak bid'attir, İslâm'da yeri yoktur.
SORU: Bazı dinlerde olduğu gibi İslâm dininde niçin ölü yakmak yoktur?
CEVAP: Bazı dinlerde bozulmuş bir dini uygulama ve kötü bir bid'at vardır. Buna göre batıl bir itikada uyarak ölümden sonra cenazeyi yakıp külünü havaya veya nehirlere savurmaktadırlar.
İslâm'a göre böyle bir uyguluma haramdır ve yasaklanmıştır. Çünkü bu, ölen kimseyi hafife almak ve ona hakaret etmektir. İslâmiyet insana hayatta iken değer vermiş, onu saygıdeğer ve şerefli kılmıştır. Buna şu ayette işaret edilmiştir:
Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli nakil araçları ile) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel rızıklar verdik; yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık. (İsra/70)
İslâm dini insanı sağlığında saygıdeğer kıldığı gibi öldükten sonra da onun saygın olduğunu bildirmiştir. Bu itibarla onu yakmak veya şeklini bozmak veya ona bir saygısızlık yapmak haramdır.
Müslümanın ruhu yaratanına yükselince hemen İslâm dini onu itina ile gözetimine alır. Bu itibarla ölenin ailesi cesedi yıkamak, ağzında veya bedeninde bir şey varsa onları temizlemekle görevlidir. Bundan sonra onu kefenlerler. Ta ki börtü böceklere terkedilmesin. Kefenleme işleminden sonra namaz kılınıp dua edilir ve son durağına götürülür. Kendisini koruyacak şekilde derince kazılmış kabrine defnedilir. Kabir derin kazılır ki eşilip açılmasın ve çevreyi rahatsız edecek kötü koku yayılmasın.
İslâm dini ölen kimseyi saygı ile kuşatıp korumuş, ona bir saygısızlık ve hakaret yapılmasını kabul etmemiştir.
SORU: Ölen kimse defnedilirken niçin yüzü kıbleye gelecek şekilde kabre konulmaktadır?
CEVAP: Müslüman namaz kılarken, dua ederken, Kur'an, tefsir ve hadis okurken kıbleye yönelir.
İlim adamları, ölmek üzere olan hastanın sağ tarafı üzerine yatırılarak, yüzünün kıbleye doğru çevirilmesinin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Böyle yapılırsa rabbine kıbleye dönük vaziyette kavuşur. Sanki namazdaki kıbleye dönme sözünü yerine getirerek vefat etmiş gibi olur.
Beyakî ve Hâkim'in Ebu Katade'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Medine'ye vardığında Berra b. Ma'rûr'u sormuş. Kendisine "Vefat etti. Malının üçte birini size vasiyet etti. Bir de ölmek üzere iken kıbleye doğru döndürülme s ini istedi" dediklerinde, 'Tam fıtrata uygun olanı yapmış. Bana bıraktığı malının üçte birini çocuğuna iade ediyorum" buyurdu. Sonra gidip cenaze namazını kıldı ve şöyle dua etti:
Allahını! Ona mağfiret ve rahmet et. Onu cennetine koy. Sen duayı kabul edensin.
Hâkim bu rivayeti kaydettikten sonra şöyle diyor:
Vefat etmek üzere olan kimseyi kıbleye döndürme hususunda bu hadisten başkasını bilmiyorum.
Ahmed b. Hanbel, Müsned'mde şu rivayete yer veriyor:
Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma vefat edeceği sırada kıbleye doğru döndürüldü sonra sağ tarafına yastık konuldu.
Uyumak için kıbleye dönmüş olarak sağ yanı üzerine yatmak, Hz. Peygamber'in tavsiye ettiği yatma şeklidir, Defnedilirken cenazenin kabrine konuluş şekli de böyledir.
Şafii'nin rivayetine göre ölmek üzere olan kimse, başı biraz kalkık olmak üzere ayaklan kıbleye doğru sırt üstü yatırılır. Bu şekilde yatmak suretiyle yüzü kıbleye gelmiş olur. Bundan önceki yatma şekli çoğunluğun görüşüdür. Ve evlâ olanı budur.
Cenazenin kabrine konulusunda ilim adamlarının uyduğu sünnet olan uygulama şöyledir: Cenaze, yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ tarafı üzerine yatırılır. Cenazeyi kabrine koyan kimse: "Bismillah ve ala milleti Rasûlullah" der ve kefendeki bağlan çözer.
SORU: Kabir ziyaretinin hükmü ve hikmeti nedir?
CEVAP: Kabir ziyaretindeki dini hikmet -hadiste de bildirildiği üzere- bize ölümü ve ne kadar uzun ömür olursa olsun dünyanın fani olduğunu hatırlatmasıdır. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere varlıkların tümü fanidir ve birgün yok olacaklardır:
Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zâtı baki kalacak. (Ralman/26-27)
Aşağıdaki ayetlerde de ölüm gerçeği ifade buyurulmuştur:
Her canlı ölümü tadacaktır. Şüphesiz kıyamet günü yaptıklannızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir. (Al-i İm-ran/185)
Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! (Nisa/78)
Kabir ziyareti bu maksadın dışına çıkarsa İslâm edebinden ve dinin gösterdiği yoldan ayrılmış olur.
Kabir ziyaretinde bulunan kimsenin bid'at bir şey yapması doğru değildir. Kabir ziyaretinde bağırıp çağırmak, ölen kimseyi övmek ve onun bir takım özelliklerini sayıp dökmek ve dövünmek sünnete aykı-ndır.
Bazı ilim adamları kadının kabir ziyaretinde bulunmasının mubah olmadığını bildirmişlerdir. Zira kabire giden kadın orada erkeklerle karışık bir halde bulunur, fitneye sebep olur ve bir takım bid'atleri işleme durumuna düşebilir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber mezarlık ziyaretinde bulunan kadınları gördüğünde onlara şöyle buyurmuştur: (Ziyaretinizden) sevap kazanmış olarak değil günah kazanmış olarak dönünüz.
Fakat kadın dinin ve mezarlık ziyareti ile ilgili edeplerin tümüne uyar, her hangi bir bid'ata (ve günaha) bulaşmaksızın, kadınlığına has ağır başlılığı ile ziyaretini yaparsa bu ziyaret caiz olur.
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre -bu rivayet daha önce de kitabımızda geçmiştir- bir gün kabir ziyaretinden dönerken kendisine 'Nereden geliyorsun?' diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "Kardeşim Abdur Rahman'ın kabrini ziyaretten geliyorum."
Bunun üzerine Hz. Aişe'ye: "Hz. Peygamber kabir ziyaretini yasaklamamış mıydı?" denildiğinde şu cevabı verdi: "Evet, yasaklamıştı. Fakat sonra kabir ziyareti yapılmasını emretti."
Rivayet olunan bir başka hadiste Hz. Peygamber oğlunun kabri başında ağlamakta olan bir kadın gördüğünde "Kadın! Allah'tan kork ve sabret" buyurmuştur. Ama kadının kabir ziyaretinde bulunmasının kötü bir şey olduğunu söylemedi.
SORU: Kadın vefat ettiği zaman kocasının onu yıkaması caiz rnidir?
CEVAP: Kadın, kendisi ile akrabalığı olmayan erkeklerden oluşan bir topluluk arasında ölse, veya bir erkek, akrabalığı olmayan kadınlardan oluşan bir topluluk arasında ölse, bu durumda ölen kimseye teyemmüm yaptırılır. Bu halde teyemmüm, yıkama yerine geçer.
Nitekim Mekhul'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kadın erkekler arasında, erkek kadınlar arasında kendi cinslerinden; başka kimse bulunmaksızın vefat ederse, bu kadın ve erkeğe teyemmüm ettirilir ve defnedilir. Bunlar su bulamayan kimse gibidir.
Kadın'ın vefat ettiği topluluk arasında mahreminden bir erkek bulunursa kadına o teyemmüm ettirir. Bu hüküm Hanefî mezhebine göredir.
Mâliki ve Şafii mezheplerine göre ise erkekler arasında ölen kadiri ı mahremi olan bir erkek varsa, o kadını yıkar. Çünkü kadın, mahremine göre örtünme ve bir arada yalnız kalma hususunda erkek gibidir.
İmamı Mâlik'ten rivayet edildiğine göre o, ilim adamlarının şöyle söylediklerini işitmiştir: Bir kadın kendisini yıkayacak bir kadının veya mahremlerinden -erkek dahi olsa- birinin bulunmadığı bir ortamda vefat ederse, kadının bu hizmetleri görmek üzere kocası da yoksa teyemmüm yaptırılır; temiz bir toprak ile yüzü ve elleri meshedilir. Sadece kadınların bulunduğu bir yerde vefat eden erkek için de aynı hüküm geçerlidir.
Fıkıh âlimleri kadının vefat eden kocasını yıkamasının caiz olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Son kanaatim, önceleri bende olsa idi vefat ettiği zaman onu ancak hanımları yıkar idi."
Kocasının, vefat eden hanımını yıkaması hususunda görüş ayrılığı vardır. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre bu caizdir. Çünkü Hz. Ali'nin, vefatında Hz. Fatma'yı yıkadığı rivayet edilmiştir. Hz. Pey-gamber'in Aişe validemize şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Benden önce vefat edersen, seni ben yıkayıp kefenlerim."
Hanefî mezhebine göre kocanın vefat eden karısını yıkaması caiz değildir. Vefat eden kadını kocasından başka yıkayacak kimse bulunmazsa kocası ona teyemmüm ettirir. Az önce kaydedilen hadisler Ha-nefîlerin aleyhine delildir.
SORU: Duyduğumuz kadarıyla din fahiş kâr sağlamayı yasaklamıştır. Bu fahiş kârın hududu nedir?
CEVAP: Allah (c.c) aziz kitabında: "...Allah (c.c) alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır..." (Bakara/275) buyurmuştur. Bu demektir ki, ticaret mubahtır. Hatta onun hakkında teşvik edici rivayetler vardır. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurur:
Rızkın onda dokuzu ticarettedir.
Ticaretten gaye de kâr sağlamaktır. İslâm, ticareti mubah kıldığına göre, ticaretin amacı olan kâr sağlamayı da mubah kılmıştır. Ancak din fahiş kâr sağlamayı yasaklamıştır. Fahiş kâr; insanların örfünün üzerinde olan fazlalıktır. Bu miktarın üzerinde ihtilaf vardır; bazılarına göre, fahiş olmayan kâr -içinde aldatmak ve zulüm olmayan kâr- sermayenin üçte biri kadar olan kârdır, bazılarına göre ise, altıda biri, bazılarına göre ise, insaflı, akıllı müslümanların süre gelen adetleri oranındaki kârdır.
Bu nedenle din, müşterinin cehlinden yararlanarak fiyatı bilene ucuz; fiyatı bilmeyene pahalı vermeyi yasaklamıştır. Fukaha dilinde fiyatı bilmeyen kişiye "müstessil" yani saf, cahil denilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir müslüman, piyasayı bilmeyen bir müslümanı kandmrsa, şüphesiz günah kazanmış demektir.
Başka bir hadis-i şerifte de "Piyasayı bilmeyen birini kandırmak riba yemeğe denktir" buyurulmuştur.
İmam İbn Teymiye de şöyle diyor: Piyasa şartlarını bilmeyen, pazarlıkla fiyatı düşüremeyen, almak istediği eşyayı söylenen fiyata alan kişiye fahiş bir fiyatla mal satmak caiz değildir.
İdareciler ve yetkililer, fahiş kârla alış veriş yapan kişileri cezalan-dırmalidır. O bu işten vazgeçmezse, onun müslümanların çarşısında oturmasına izin vermemeleri lazımdır. Fakihler, kandırılan kişinin yapılan alış verişi feshedebileceği, aldığı malı verip parasını alabileceği hususunda hüküm vermişlerdir.
Muztarın (mecbur kalan) da durumu böyledir. Muhtaç olduğu şey, yalnız birisinin yanında bulunursa, o şahsa mutad olan fiyatın üzerinde, fahiş bir fiyatla,malı mecbur kalana satması caiz olamaz. Ancak normal müşteriye sattığı fiyatla ona satabilir. Çünkü mecbur olana karşı fiyatı yükseltmek, dinin razı olmadığı bir şeydir. Mecbur, eğer yemek, içmek ve giyim gibi bir şeye behemehal muhtaç ise, onu bilinen geçerli bir fiyatla vermesi lazımdır. Bayii bilinen kârla, müşteri de bilinen fiyatla bu eşyayı almalıdır.
SORU: Bugünkü bankalar hakkında dinin görüşü nedir? Yüzde elli faiz alan mudiler hakkında ne dersiniz? Bu borç alanla, veren arasında bir haram mıdır. İkisi de bu günaha ortak mıdırlar?
CEVAP: Allah (c.c) ribanın küçüğünü de, büyüğünü de yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim'de, riba yiyen Yahudilerin cezalandırıldığı bildirilmektedir:
Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faiz almaları ve haksız yollar ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık. Ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık. (Nisa/160-161) Allah (c.c) Rum Suresinde de şöyle buyuruyor:
İnsanların mallarında artsın diye verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte katlayanlar o kimselerdir. Evet onlar (sevaplarını) kat kat arttıranlardır. (Rum/39)
Âl-i İmran suresinde de şöyle buyuruluyor:
Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. (Âl-i İmran/130)
Ribanın haramlığını bildiren hüküm Kur'an-ı Kerim'in son inen ayetlerinden olan Bakara Suresinin ayetleridir:
Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların "Alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir. Ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.
Allah faizi tüketir. (Faizli malın bereketini giderir.) Sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekat verenler var ya, onların mükafatları rableri kalındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmezler.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
Şayet yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip, vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Eğer (borçlu) darlık içinde ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek gerekir, eğer bilirseniz alacağınızdan tümüyle vazgeçmeniz sizin için daha hayırlıdır. (Bakara/275-280)
Mudinin bankadan aldığı riba az olsun çok olsun faiz sayılır. Her iki taraf da bu haramda ortaktırlar. Ancak bir kişi bankadan borç almaya muztar (mecbur) ise, bankaya borçlanmaktan başka bir alternatifi yoksa, o zaman onun için borçlanmaya cevaz vardır. Çünkü "zarar izale olunur" ve "zaruretler, haramları mubah kılar." O zaman da sorumluluk borç veren tarafa düşer, alana değil. Allah'tan niyaz ediyoruz ki, Allah müslümanları, Yahudiler gibi ribaya (faiz) mübtela kılmasın ve müslümanları bir an önce faiz belasından kurtarsın. Çünkü riba bir çok kişilerin helakına sebep olmuştur.
SORU: Şans oyunlarının, milli piyango'nun hükmü nedir? Bu da kumar gibi haram mıdır?
CEVAP: Milli piyango da kumarın bir nevidir. Allah, Kur'an-ı Ke-rim'in iki yerinde kumarın kötülüğüne ve çirkinliğine işarette bulunmuştur:
Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür." (Bakara/219)
Maide suresinde de şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.
Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?! (Maide/90-91)
Bundan anlıyoruz ki piyango İslâm'da helâl değildir. Ondan kâr sağlamak haramdır. Çünkü o şer'an haram olan kumardandır. İnsanların mallarını batıl yollarla yemek olduğu için Allah onu yasaklamıştır. Hem onda cehalet ve aldatmak, yalancı emellere, tembelliğe sürüklemek vardır. Nice insanlar vardır ki piyangoya güvenerek hayatlarını zehir ettiler, yollarını sapıttılar.
Garip olan şey bir kısım müslümanın, iyilik ve sevap işlemek için piyangoya baş vurmasıdır. Halbuki yapmaları gereken şey, Allah'ın mubah kıldığı helâl ve güzel yollara başvurmaları idi. Bakınız bir âlim
piyango hakkında ne diyor:
Piyango denen şey bir nevi kumardır. İnsanî bazı payeler için veya hayır cemiyetleri adına katılmak bahanesiyle ona ruhsat vermek katiyen uygun değildir. Bu kurumlar için piyangoyu helâl görmek isteyenler, dansöz oynatıp hayırlar için para toplayana benzer. Biz böylesi insanlara şu hadisi hatırlatıyoruz:
Allah güzeldir. Ancak güzel şeyleri kabul eder.
Bu gibi şeylere baş vuranlar, toplumda bütün hayır vesilelerini ölmüş, rahmet sebeplerinin ve iyiliğin ruhunun kalmamış, ancak kumar ve mahzurlu oyunlarla hayır için mal toplamanın mümkün olduğunu zannediyorlar. Halbuki İslâm bunu farz kılmamıştır. Bilakis insandan amacı da, aracı da hayır olan yollara müracaat etmesini istiyor. Şerefli bir gaye için temiz araçlar istiyor. O araç da iyiliğe çağrı, insanî manaları dağıtmak ve insanları Allah'a ve ahi-ret gününe davet etmektir.
Müslümanlar güçleri nisbetinde çalışma ve muamelelerinde günah ve pisliklerden sakınsınlar. Peygamberimiz'in şu sözünü hatırlarından çıkarmasınlar:
Haramdan meydana gelen bir vücut, ateşte yanmaya layıktır. Allah cümlemizi doğru yola iletsin.
SORU: Ailem kalabalık olduğu için ayda ancak bir defa et alabiliyorum. Onlar için avcılık yapmam haram mı?
CEVAP: Hanefî fıkhına ait Dürrül Muhtar adlı kitapta avcılığı bir sanat haline getirmenin helâl olduğu yazılıdır. Sahih olan görüşe göre, iyi kazanç nevilerinin hepsi mübahlıkta eşittir. Avcılık, Kur'an, sünnet ve icma'a göre mubahtır. İnsanın avladığı -kuş olsun, diğer hayvanlar olsun- eti yenilen herşey, başkasına ait olmadığı sürece helâldir. Ancak o avın bir sahibi olursa, avcı bunu tanımasa dahi o avı avlamak caiz olmaz. Çünkü sahipli bir şeye sahiplenmek caiz değildir. Hatta bazı fa-kihlere göre bir insan bir mezbelede üzerinde İslâm yazısı olan bir para bulsa, onu dahi mülküne geçiremez. Onu bulan adam insanlara bildirmelidir. Sahibi bulununcaya kadar ilan etmeli, eğer buna rağmen sahibini bulmazsa onu fakirlere sadaka olarak dağıtmalıdır. Eğer kendisi muhtaç durumda ise, ancak o zaman bundan yararlanabilir.
Bir kişi sahrada toplanmış, bağlanmış bir yığın odun görse, onu alamaz, avda da durum böyledir. Avın helâl olması ve başkasına ait olmaması gerekmektedir.
Hanefî mezhebine göre eğer bir insanın güvercinleri olsa, onun güvercinlerine başkasına ait güvercinler katılsa, o kişinin o güvercinleri alması mubah olmaz. Onları sahiplerine iade etmesi gerekiyor.
Soru soran zatın, başkasına ait olan mezralarda avlanması, haramdır. Çünkü o başkasının malına izinsiz girmiştir. Ancak bu kuş ve hayvanların sahibinden izin almışsa o zaman durum değişir. Çünkü o zaman bu teberru sayılır ve avlanmak serbest olur. Ama bu adamın sahrada, çölde veya umumî bir merada avlanması caizdir.
SORU: Borç senedine şahit olmanın hükmü nedir? Borç alan kişi hazır bulunmaksızın, bu borç muamelesine şahitlikte bulunmak caiz midir?
CEVAP: Allah (c.c) Bakara Suresinde şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için bir birinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın (Herşe-yi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın. Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdırama-yacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerde,! bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun), çağrıldıkları vakit şahitler gelmemez-lik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiç bir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin, böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. (Bakara/282)
Burada ayet borca şahitlik etmeye insanları davet etmiştir. Bazı fakihlere göre bu şahitlik farzdır. Ancak sahih kavle göre şahitlik, hakların korunması ve ihtilafın olmaması için mendubtur. Şahidin o anda hazır bulunması, şahitliğin sahih olabilmesi için bu konuda iki tarafa yardımcı olması vacibtir. Borçlu kişinin de hazır olması lazımdır ki şahit onu tanısın. Çünkü ileride onu ödeyecek kişi odur.
Borç vesikasına iki müslüman şahidin şahitliği yeterlidir. Burada gayr-i müslimlerin ve çocukların şahitliği geçerli değildir. Bir çok fakihe göre kölelerin de şahitliği geçersizdir.
Burada bir erkekle iki kadının şahitliği de caizdir. Kadınlar şahitliğe uygun oldukları zaman, iki kadın bir erkeğin yerine geçer. Şahitlerin adil olmaları gerekiyor. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. (Talak/2) Alimlere göre adalet büyük günahlardan kaçmak, şahsiyetini korumak, küçük günahlardan uzaklaşmak, emaneti korumak, zahiri fasıkliktan salim olmak demektir.
Ayet-i kerimeye göre kâtibe vesikayı yazdırması gereken, borcu alan kişidir. Doğru yola ileten, ancak Allah Teâlâ'dır.
SORU: Babasının mescid için vakfettiği araziyi, onun ölümünden sonra oğlu geri alması helâl olur mu?
CEVAP: Allah şöyle buyurmaktadır:
Allah'a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar selahiyetleri yoktur. Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.
Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. (Tevbe/17-18)
Burada mescitleri imar etmekten kasıt, onları korumak, ıslah etmek, tefriş etmek, aydınlatmak, su tertibatını kurmak ve gerekli olan şeyleri temin etmektir.
Vakıf demek, insanın arazi olsun diğer bir şey olsun onu mülkünden çıkarıp Allah'a mülk etmesi demektir. Artık o vakfedenin belirlediği şartlara göre ammenin hizmetine vakfedilir. Onu kimse satamaz ve mülk edinemez. Ondan beklenen şey devam ettiği sürece o öyle durur.
Şüphesiz camilere vakıfta bulunmak onları ıslah etmenin en büyük vecihlerindendir. Çünkü camiler Allah'ın evleridirler. Rasûlullah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Beldelerin en sevimli yerleri Allah katında mescitleridir.
Bir hadis-i kudside de, rabbinden şöyle rivayet ediyor:
Yeryüzünde benim evlerim camilerdir. Onlarda benim ziyaretçilerim onları imar edenlerdir. Evinde temizlenip, sonra beni evimde ziyaret edenlere ne mutlu. Öyle ise, ziyaret edilen kişinin ziyaret edene ikramda bulunması bir haktır.
Beyzavi de tefsirinde bu kudsî hadisi nakletmiştir.
Allah (c.c) camileri harap etmeye kalkışmayı, onda yapılan şeair-lere engel olmayı, onda verilen mesajlara set çekmeyi şiddetle yasaklamıştır. Aziz ve celil olan mevlamız şöyle buyurmaktadır.
Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır. (Bakara/114)
Müfessirle şöyle demişlerdir: Bu ayet sadece nüzul sebebine hasredilmez. O, her camiyi harap eden, namaza hazırlanan bir yeri muattal hale getiren, camiye tahsis edilen bir hayra mani olan kişiler hakkında da geçerlidir.
Öyle ise, yukarıdaki sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Soruda sözü geçen kişinin camiye vakfettiği arazi, fakihlerin beyan ettikleri şartlan taşıyorsa artık bu arazi bu caminin maslahatı için kullanılmak zorundadır. Bir kişinin onu gasbetmesi, mülküne geçirmesi caiz olmaz. Yoksa büyük bir günah işlemiş olur. Yetkililer, bu gasbı önlemelidirler.
SORU: Dinin, para biriktirmek konusundaki görüşü nedir? Tasarruf sandıklarının verdikleri kârlar helâl mi, haram mı?
CEVAP: Tasarrufun kabaca manası şudur: İnsanın eline geçen paranın ihtiyaç miktarı kadarını harcayıp diğerini ise, yakın veya uzak istikbal için biriktirmesidir. Çünkü hayat şartlan devamlı değişmektedir. Bir Arab atasözünde şöyle deniliyor: "Yaşayan kişinin ihtiyaçları tükenmez."
Din insanları israf ile cimrilik arasında bir denge kurmaya davet etmiştir. Malı kullanmada insanı itidal ve iktisada davet etmiştir. Onu israf ve tebzirden alıkoymuştur. İnsanın muhtaç olduğu şeylerden onu alıkoymamış tır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. (İsra/29)
Gereksiz yere de saçıp savurma. (İsra/26) Hayırlı kullar hakkında da şöyle bu yurulm aktadır:
(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan(67)
Rasûlullah, zaruri olmayan harcamaları yapmamak ve malı tasarruf etmek hususunda şöyle buyuruyor:
İktisat geçimin yarısıdır. İktisad eden fakir olmaz.
Kim iktisad ederse, Allah onu zengin kılar. Kim de saçıp savurursa, Allah onu fakir kılar.
Varislerini zengin bırakman, onları halka muhtaç ve fakir bırakmaktan daha hayırlıdır.
Onlan zengin bırakmak demek, onlara miras bırakmak demektir.
Ancak bazı insanlar hayata anarşik bir üslupla bakıyorlar. Onlar iktisat ve itidal nedir bilmezler. Onlar şöyle derler: "Ceptekini harca, gaipteki şey sana gelir." Bazıları da bunu dine mal etmek isterler. Halbuki Peygamberimiz bir senelik ihtiyaçlarını bir kenara ayırırdı. Bu tasarruf onun engin imanına ve teslimiyetine engel olmadı. Onun ima-nıyla çatışmadı. O Allah'a tamamen güveniyordu. Sanki Rasûlullah (s.a) bu tasarrufu ile ashabına ve kendine tabi olan herkese şu dersi veriyordu: Ben sizin Önderinizim yarınlarınız için siz de böyle hazırlık yapın!
Bir kısım insanlar da elde avuçta olan herşeyi harcamanın, tasavvufun tevekkül anlayışı olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki sufilerin önderi olan Süfyan Sevri şöyle diyor: "Bu zamanda mal mü'minin silahıdır." Oysa o zaman hayat şartları gayet basit idi. Maişet çok kolaydı. Çağdaş devirlerde olduğu gibi hayat şartlan ağır değildi. Süfyan Sevri devrimizde olsa idi acaba neler söylerdi...
Dinimiz, biriktirmeyi ve tasarrufu emrettiği halde, milletimiz buna pek önem vermemektedir. Bu konu devamlı takviye ve tekid edilmeye muhtaçtır. Bif kısım çağdaş müfessirler "Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarımızı aklı ermezlerse vermeyin" (Nisa/5) ayetini şöyle yorumlamışlardır: Yani malı gereksiz yere saçıp savuran sefihlere mallannızı teslim etmeyin. Bunda malı muhafaza etmeye teşvik vardır. Müslüman malını saçıp savurmaz. Selef (önceki müslümanlar) ellerindekini korurlardı.
Sonra dinimiz diyor ki: Mallarınız rüşte ermiş, iktisadlı kişilerin elinde olduğu sürece şahsî ve umumî menfaatiniz devam edecektir. Çünkü onlar herşeyi yerli yerinde yaparlar. Mallarınız israfçı ve sefihlerin eline geçerse, bunlar meşru hudutları aşar size menfaati olmaz.
Sonra müfessir, İslâm ümmeti'nin bu halini fecaat olarak görür ve şöyle der: Bu hüküm ve vasiyetten sonra biz müslümanlar nerdeyiz. Milletler arasında en çok israf yapan en çok saçıp savuran ve en çok mal zayi eden millet olduk. Malı biriktirmek onu geliştirmek konusunda cahil kaldık, onu millet için kullanamaz olduk. İslâm'ın hiç bir devrinde böyle olmamış idi. Bundandır ki milletin menfaatına olan herşey durdurulmuştur. Öyle ki bu cahil ümmet, elinde mal da olmayınca, zengin milletlere, güzellikte, çalışmada, iyilik ve iktisatta köle durumuna düşmüştür.
Şartlara uygun, meşru olarak biriktirilen, tasarruf edilen mal, dinin emir ve kurallarıyla çatışmaz. Aksine belki din böyle olmayı yani tasarrufu emrediyor. Tasarruf güzel bir şeydir. Bütün müslümanlar buna yönelmelidirler. Hatta onda yarışmalıdırlar. Bundaki yarış insanları yardımlaşmaya, hayra ve salaha götürür. Allah şöyle buyuruyor:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık hususunda yardımlaşmayım Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası çetindir. (Maide/2)
Şimdiki tasarruf sandıkları hususî yoluyla kendisine konulan mallara bir kâr veriyor. Bir de bunun kârsız şekli vardır. Alman bu kâr haddi kesinlikle haram olmadığı halde, bir çok insan duygusal bazı tereddütler içinde kalmaktadırlar. Bazıları da bu kârı alarak, fakir ve muhtaç kişilere sadaka olarak dağıtırlar. Çünkü onlar biliyorlar ki ribanın her çeşidi haramdır. Ve yine biliyorlar ki riba hakkında İslâm'ın çok şiddetli tehditi vardır. Ve yine fakihlerin "Her fayda getiren borç haramdır" dediklerini herkes bilir. Benim görüşüm, -tabi benim gibi olanların görüşüne görüş denilirse- tasarruf sandığının mubah olduğu yönündedir. Açıkça muhtaç olmadığımız, biriken paralarımızı tasarruf sandığına yatırmamız gerekmektedir. Çünkü böylece şurada, burada olan dağınık mallar bir yerde toplanır ve büyük bir güç olur. Onunla devletin ve toplumun bina ve imar gibi birçok işleri yapılır. Tasarruf sandığı bir ferdin, bir taifenin ve bir tabakanın malı değildir. O devletin de mülkü değildir. Bilakis o toplumun mülküdür. Onun üretiminden meydana gelen semereler tekrar topluma döner. Mudiler kârlarından vazgeçerlerse, hayra ve birre yardımcı olmuş olurlar. Çünkü almadıkları kârlar dolaylı yollardan yine kendilerine ve başkalarına geri dönecektir. Bütün toplum tasarruflarını böyle değerlendirirlerse, -ki böyle olması da uygundur- hayra harcamak da kolaylaşacaktır.
Yarınlar için, temenni ettiğim toplum, tasarruf sandığının değerini anlayan, onun faydası topluma yönelen, ondan gelen kârı bölüşen, bir kısım insanların da onu nemalandırmaya çalıştığı bir toplumdur. Onun aidatlarından da faydalanabiliriz. Mudiler, onun şüphe götürmeyen helâl kârından nasiplerini alırlar. Böylelikle toplumda iktisat da güçlenir.
SORU: Dinin sigorta, bilhassa hayat sigortası hakkındaki görüşü nedir?
CEVAP: Sigorta, korkuyu giderip, emniyeti getirmenin bir yoludur. Kişinin kendi nefsini güvenceye alması çok eski bir uygulamadır. Kişi onu temin etmek için, aile, kabile ve devlet kanallarına başvurmuştur. Ancak sigorta şimdiki konımıuyla yenidir. İslâm'ın ve fıkhın tedvin edildiği devirlerde yoktu. Zira ilk sigorta deniz sigortasıdır. Bu da ondördüncü yüzyılın ortalarında meydana çıkmıştır. Onun projeleri ancak miladi onbeşinci yüzyıllarda olmuştur. Durum böyle olunca, İslâm fa-kihlerinin veya selef imamlarının sigortaya helâl veya haram demelerinin sözkonusu olmayacağı aşikar.
İslâm fakihlerinden ilk defa sigorta hakkında konuşan kişi, İbn Abidin lakabıyla meşhur olan Hanefî fakihi Muhammed Emin b. Ömer'dir, (öl. h. 1252, m. 1836). Bu konu onun Haşiyetü İbn Abidin diye meşhur olan Reddu'l-Muhtar Şerhu Tenvîru'l-Ebrar isimli kitabıyla Ecvibeîin Muhakakatün an Eşiktin Mütefferika kitabında işlenmiştir.
İbn Abidin şöyle diyor:
Bir tüccar İslâm memleketlerinin dışında bir gemiyi veya nakliye aracını kiralayıp nakil ücretini de Ödese, sonra ülke dışındaki bir adama mal verse, o adam da ticaretin selametine zamin olsa, bu maldan bir şey zayi olursa, o şahıs zayi olan malı ödese bile o haramdır. Bu müslüman zayi olan malın bedelini alamaz. Zira bu haramdır.
Sigorta yabancı şirketlerin kanalıyla İslâm ülkelerine girdi. Bundandır ki müslümanlar ona şüphe ve kuşkuyla baktılar. Bu da onlann hakkıydı. Sonra çağdaş fakihler arasında ihtilaflar oldu. Onlardan bir çokları onu haram görüyorlar. Çünkü onda, cehalet, kandırma, riba ile muamele, kumar şüphesi ve Allah'a güvenmeme gibi unsurlar vardır.
Bir kısım fakihler de onu helâl görüyorlar. Onu şirket ve tekafülle kıyaslıyorlar. Bu iki grup arasında şiddetli ihtilaf olmakla beraber, çoğunluk helâllıktan yanadır. Çünkü çoğunluğun teminatı ve sigortası tekafül ve şirketleşmeye benziyor. Ancak riba muamelesinden de sakınmak gerekir.
Bundan altmış sene önce sigorta meselesi üstad Muhammed Ab-duh'tan soruldu. Amerikan Kampanya Şirketinin müdürünün sorduğu soru şöyle idi:
Bir adam bir cemaatla yaptığı anlaşmaya göre, belli taksitlerle, malum bir zamanda, malum bir meblağ ile bu kampanyaya katılsa, bu kampanyanın da amacı ticaret ve kâr sağlamak olsa, belli olan zaman süresi dolsa, bu adam da sağ ise, o anlarda o meblağı kârıyla beraber alması, şayet ölürse, varislerinin alması ya da hayatta iken vasiyet ettiği kişinin alması şeriata uygun mudur?
Üstad Muhammed Abduh'un, 9 Safer 1319 hicrî senesinde verdiği fetvanın özeti şudur:
Bu adamın bu cemaatla bu kadar meblağ üzerinde anlaşması, mu-darebe şirketine benzer (mudarebe, bir taraftan sermaye, diğer taraftan çalışma) ki bu da caizdir. Bu adam bu malı ve kârını alabilir, öldüğü zaman o cemaatin o malı onun varislerine veya tasarruf hakkı olan kişiye kârıyla beraber vermeleri lazımdır.
Bir âlim, sigortanın helâl olduğuna dair bir araştırmasını, Ezher-i Şerifin, Islâmi Araştırmalar Dergisi'ne takdim etti. Ancak dergi yetkilileri, bütün İslâm dünyasındaki ulemanın görüşü alındıktan sonra bu yazının yayınlanabileceğini söylediler. Umulur ki bu fetva yakında çıkar. Müslümanlar da bu konuda bir istikrara kavuşurlar.
SORU: Hz. Peygamber'in (s.a) taşradan gelen üreticileri yolda karşılamayı yasakladığını duydum. Bu ne demektir?
CEVAP: islâm ve Iktisad adlı kitabımızda şöyle demiştik: Müslümânın malın piyasa rayicinden fazlaya satarak diğer müslümanları kandırmaması ve insanları hile ile aldatmaması gerekir. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) taşradan gelen üreticiyi yolda karşılamayı yasakladı. Hadisteki Telakki süratle onu karşılamak manasına gelir. Rekban ise, çölden, badiyeden ürettikleri malı satmak için şehirlere, malı getiren kişiler demektir.
Bu kişiler, şehirdeki piyası bilmediklerinden, tüccar veya aracılar bunları yolda karşılayarak mallarını ucuza alır, bu köylüler paralarını aldıkları gibi gerisin geriye giderler. Tüccar da ucuza aldığı o malı yüksek ve fahîş bir kâr marjıyla tüketiciye satar.
Hz. Peygamber'in bunu yasaklamasmdaki sebep -Allah daha iyi bilir ya- üretici ile tüketici arasındaki aracıyı kaldırıp malın tüketiciye ucuz olarak ulaşmasını sağlamaktır. Nitekim asrî bir tabirle biz de diyoruz ki, bu aracı bir yandan üreticiyi, malının hakiki değerini vermemekle kandırıyor, ona kötülük yapıyor. Diğer yandan da tüketici olan kendi müşterilerine yüksek bir fiyatla satarak kötülükte bulunuyor. Başında da sonunda da bu aracı fayda sağlıyor. Böylelikle o fahiş bir kârla üretici ve tüketici sırtından büyük servete sahip oluyor.
Eğer eşyayı üreten kişi bizzat kendisi şehre inip malını bizzat tüketiciye satarsa, mal tüketiciye daha ucuza gelir. İslâm, toplumun menfaatini ön planda tutmuştur, fertlerin azgınlaşmasından yana değildir.
Resûlullah'm (s.a), üreticiyi yolda karşılamayı yasaklaması çağdaş yardımlaşmaya bir esas teşkil ediyor ki, bu yardımlaşmada da üretici ile tüketici arasındaki aracı kaldırılıyor.
Bununla yüce İslâm dininin geçmiş âlimleri bindörtyüz yıl önce iktisadın bu büyük temelini kurmuşlardır. Bu ana temel topluma çok hayırlı olmuştur.
SORU: Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor: Kişi elinin kazancından daha iyi bir şey yememiştir.
Bu ne demektir, İslâm'ın çalışmaya verdiği değeri delillerle açıklar mısınız?
CEVAP: Rasûlullah (s.a) "kişi elinin kazancından daha iyi bir şey yememiştir" sözüyle, insanlardan şunu istiyor: Kişinin önce Allah'a sonra da kendi nefsine güvenmesi gerekiyor. Ta ki onun rızkı helâl ve temiz olsun. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin, dönüş ancak O'na-dır. (Mülk/15)
Rabbimiz insanların bizzat rızıklarının peşinde koşmalarını ve yatmamalarını emrediyor. Rasûlullah'tan "Allah (c.c) boş ve tembel insanları sevmez. Boş insan insanların en şerlisidir" tarzında hadisler rivayet edilmiştir. Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cuma/10)
Burada insanların çalışmak için dağılmaları ve yeryüzünde koşuşmaları emredilmiştir. Yoksa uyuyup başkalarını yardıma çağırmak, başkalarına yük olmak yoktur.
islâm ve iktisat isimli kitabımızda şöyle demiştik: Kur'an-ı Ke-rim'de çalışma ve çalışan hakkında çok yüceltici ayetler vardır. Allah buyuruyor ki:
İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar (bilmelidirler ki) biz, güzel işler yapanların ecrini zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Rasûlullah'm (s.a) şöyle dediğini görüyoruz: Gerçekten Allah sanat sahibi olan kulunu sever.
Hz. Peygamber (s.a) bir gün ensardan eli şişmiş ve nasır bağlamış birisini gördü ve sebebini sordu. Adam da, çocuklarının nafakasını temin etmek için çalışmasının neticesinde böyle olduğunu söyledi. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Bu ateşte yanmayacak bir eldir.
Hz. Ömer şekli, dış görünüşü, konuşması iyi olan bir adam görür ve onu beğenir. "Bu adam işsizdir" denildiği zaman o adam onun gözünden düşer. Onu küçümser. Çünkü o başkasına yük olan biriydi. Böylesi insanlar başkasının sırtından geçinen, onla terlerini sömüren ve sülük gibi onlann kanını emen kişilerdir.
İşte, insanların en hayırlıları ve insanların önderleri olan peygamberlerin nzık için yeryüzünü dolaştıklarını görüyoruz. Peygamberlerin önderi Hz. Muhammed de koyun gütmüş, ticaret yapmış, odun toplamış, elbise dikmiş ve benzeri birçok iş yapmıştır. Ona salat ve selam olsun.
SORU: Sosyalizm nedir? İslâm'la bağdaşır mı? Bazıları onun, özel mülkiyetle çatıştığını, insanları tek tip haline getirmek istediğini, oysa bunun mümkün olmadığını söylüyorlar. Bu söylenenler doğru mudur?
CEVAP: Sosyalizm, şu demektir: İnsanlar hayır işlerinde ortak olmalı, Allah'ın yaratmış olduğu nimetleri kendi aralarında bölüşmelidir. Böylece aralarında refah ve genişlik yayılır, kin ve kıskançlık yok olur, artık bir tarafta refah, diğer tarafta da fakirlik, ihtiyaç ve mahrumluk olmaz.
Sosyalizm'in bu manasını tertemiz olan İslâm'ın temel Öğretilerinde de görüyoruz. Allah Kur'an'ı Kerîm'de "Yerde ve gökte ne varsa hepsinin kendisine ait olduğunu" bize bildirerek şöyle buyuruyor:
Yer ve göğün egemenliği Allah'ındır. Her şeyin hükümranlığı Allah'ındır.
Sonra dilediğine istediği nimeti verenin de kendisi olduğunu şöyle bildiriyor:
De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın..." (Âl-i İmran/26)
Yine Kur'an bize, malın insanın elinde bir emanet olduğunu, Allah'ın, insanı onun üzerine bir halife olarak gönderdiğini, onu onda tasarruf yapmak için vekil kıldığını, vekilin de, müvekkilin iradesini yerine getirmekle yükümlü olduğunu, O'na iyi bir halef olması lazım geldiğini ve insanın mal tasarrufunda adil davranması gerektiğini, çünkü Allah'ın adillerin en adili olduğunu bildiriyor. Yine Allah'ın merhametlilerin en merhametlisi olduğunu bildirerek, insanın da merhametli olması gerektiğini hatırlatıyor. Yine insanın ihsan sahibi olması lazım geldiğini bildirerek, Allah'ın ihsan sahiplerini sevdiğini beyan ediyor.
Allah (c.c) mal hakkında kullarına şöyle seslenmektedir:
Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın. (Hadid/7)
Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. (Nur/33) Rasûlullah da bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: Mal Allah'ındır, ben de O'nun kuluyum.
Yine Kur'an bize bildiriyor ki, Allah'ın tabiatta yarattığı nimetler ve hayırlar, bir sınıf insana vakfedilmemiştir. Bu nimetler bir toplumun tekelinde değildir. Bilakis bu nimetler bütün insanların ortak malıdır. Çünkü insanlar Allah'ın kulları ve iyalidirler. Allah yeryüzündekini onlar için yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
O, yerde ne varsa, hepsini sizin için yarattı... (Bakara/29) Ve orada (yerde) size geçim vasıtaları verdik. (A'raf/10)
Kur'an burada size derken cemi (çoğul) sigasını kullanmış, yani "Zeyd'e veya Amr'a veya belli bir topluma değil hepinize verdik" diyor.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle diyor: İnsanlar üç şeyde ortaktır su, ot (çayırlık) ve ateş.
Bazıları bunlara tuzu da ilave etmişlerdir. Rasûlullah döneminde bu dört şey hayatın can damarını teşkil ediyordu. Bugün bunlara tekabül eden şeyler vardır ki, ümmetçe onlar aslî servetin kaynaklarıdırlar. İslâm adına hükmeden yetkililerin yapması gereken şey, bütün insanları bu kaynaklara ortak etmeleridir. Çünkü onların hepsi bunlara muhtaçtırlar. Onları bir ferde veya bir cemiyete maletmek insanları ihtikar ve tekelciliğe götürür. Tekelcilikte sömürmeye, sömürü de zulme götürür. Zulüm de sapıklık ve fesat demektir.
Kamulaştırmak, sosyalizm'in bir göstergesi ise, İslâm'da iki çeşit kamulaştırmayı tanımıştır. Birincisi umumî kamulaştırma ki koruları korumak bunlardan biridir. Hz. Peygamber'in Medine'de "en neki" denen yeri korukluk yaptığı, herkesin ondan istifade etmesi için koruma altına aldığı sabittir. İkincisi ise, ferdî ve ihtiyarî kamulaştırmadır. O da vakıf nizamıdır. Yâni kişinin kendi mülkünden ve kendi malından bir şey çıkarıp, umumun faydasına sunması demektir.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Müslümanm herşeyi diğer müslümana haramdır. Kam, malı ve ırzı kutsaldır.
Bu hadis islâm'ın özel mülkiyete değer verildiğinin işaretidir. Şunu da unutmamak lazımdır ki İslâm sahih bir mülkiyet için de bazı şartlar öne sürmüştür. Herşeyeden önce mülk edinmenin yollan meşru olmalıdır. Mülk eden kişinin malının temiz ve helâl olması lazımdır, insanın onu kendi nefsine israf etmeksizin harcaması gerekir. Ondan zekat ve sadaka vermek, toplumun hakkı olan vergileri vermek, bu malı fert, cemiyet ve toplulukların zararına kullanmamak gerekir. Eğer mal sahibi böylesi zararlarda bulunursa, yetkililer o malı onun elinden almalıdırlar.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İnsanlar la ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emredildim. Onlar onu söyledikten sonra haklar hariç onların kanları ve malları korunma altına alınmıştır.
Bir kısım hukukçular bu hadis-i şerifin Peygamberimiz'in muasırları için geçerli olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber hadiste geçen haklar zekat demektir ki Hz. Ebubekir onun için mürtedlerle harbet-miştir. Zekat belli bir miktardır, zenginlerden alınıp fakirlere verilir. Aynı zamanda bu malın haram yollardan kazanılmış bir mal da olmaması lazımdır. Bu malın su-i istimal edilmemesi, başkasının zararına çalıştırılmaması ve Allah'ın hakkı olan şeyin ondan çıkarılmaması durumunda olmayacak.
İslâm özel mülkiyete değer vermiş, mala saygı göstermiş, onun korumasını ve nemalandırılmasmı istemiş. İslâm mal edinme hususunda öyle şartlar koymuştur ki onunla zalimlik yapmak, başkasını korkutmak mümkün değildir. İslâm fertlere kabiliyetlerini ve ilahî yeteneklerini meydana çıkarmaları için gerekli tüm haklan tanımıştır. Herkes kendi yaradılışına uygun iş yapar. Allah iyi iş yapanların emeğini boşa çıkarmaz. İslâm fertler arasındaki farkı göz önünde bulundurmuştur. Ama bu fertler arasında ihtikar ve sömürü olmasına izin verdiği anlamına gelmez. Çünkü İslâm'ın şiarı şudur: İnsanlar arasında her zaman yardımlaşma, tekafül ve yakınlaşma olmalıdır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Kişi kendi nefsine arzuladığı şeyi kardeşine de istemediği sürece iman etmiş sayılmaz.
Mü'min, mü'mine yapı taşlan gibi- kenetlenmelidirler.
SORU: Müsabakalarda (yarışmalarda) ortaya konulan paradan almak caiz midir? Eşit olunduğu takdirde yarışanların arasında kur'a çekmek caiz midir? Bu konuda dinin görüşü nedir?
CEVAP: Yarışanların dışındakilerin malı olmak şartıyla mal için yanşmak caizdir. Valinin veya bir yetkilinin yarışanlar için ortaya bir mal koyması gibi. Bu hilafsız caizdir. Fakihler bu malın yarışmayı kazanan kişiye verilmesini caiz görüyorlar. Ancak yarışmacılann, kazananın alması için ortaya mal koyup yarışmaları kumardır. Bu ittifakla haramdır.
İmam Şafii (r.a) İbn Ömer'den 'Hz. Peygamber'in at yarışına katıldığı1 şeklinde rivayet edilen hadis-i şerife dayanarak diyor ki: Yanş-ma ancak deve, ok atmak ve at koşusunda caizdir. Ebu Hureyre de nak- ' lettiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Yarışma ancak deveyle, ok atma ve at'ta olur.
Fakihler, bu hadisin yarışmanın helâl olduğunu gösterdiğini beyan etmişlerdir. Bu abes bir şey de değildir. Zira at ve deve yansı, savaş için idmandır. O rnüstehab ile mubah arasında bir iştir. Bunu gerektiren şartlar ne ise hüküm de öyle olur.
İmam Kurtubî diyor ki: "At ve sair hayvanlarla yarış düzenlemek caizdir, bunda hiç bir ihtilaf söz konusu değildir. İnsanların bizzat koşu yapmaları, ok atmaları, silah atmalan da caizdir. Çünkü bunlarda savaş için idman ve hazırlık sözkonusudur.
Ortada yarışan iki kişi olur da hangisinin kazandığı belli olmazsa o zaman mal ikisinin arasında taksim edilir. Nitekim Hz. Ali'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
Eğer kazananlar hakkında şüpheye düşerseniz Ödülü aralarında paylaştırın.
Kur'aya gelince, o dinen caizdir. Meryem ve Zekerriya (a.s) ile ilgili aşağıdaki ayetten kur'a çekiminin caiz olduğu hükmünü çıkarmak mümkündür:
Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb ha-berlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin. (Âl-i İmran/44)
Buradaki kalemlerin kasıt kur'a için çekilen oklardır. Meryem'i himayesine almak için bu kur'ayı kendi aralannda çekmişlerdi. Hz. Peygamber de bir sefere çıkmak istediği zaman hanımları arasında kur'a çekerdi. Kur'a kime çıkarsa, onu beraberinde götürürdü. Şüphesiz kur'a anlaşmazlığı giderir ve gönülleri hoş eder, herkes hakkına razı olur.
SORU: Borçlusundan, borcuna karşılık evini rehin alıp kiraya vermek ve kira parasını kullanmak helâl mıdır?
CEVAP: Şeriatın külli bir kaidesine göre her menfaat getiren borç ribadır. İmam İbn Eşlem es-Samerkandi El-Menhec adlı kitabında şöyle diyor: Alacağı mukabilinde bir şeyi rehin tutan kişinin, hiç bir surette o şeyden yararlanması -borçlu izin verse dahi- helâl olmaz. Çünkü o bir ribadır. Zira borç veren kişi sonunda malının tamamını alacaktır. O menfaat fazla bir şeydir. Bu da ribadır ve riba da haramdır.
Buna muhalefet eden de olmuştur. Eğer borçlu, borç verene rehinden faydalanma izni verirse o zaman helâl olur. Cevahir Fetva adlı kitapta şöyle deniyor:
Eğer rehinden faydalanma şartı olursa bu fayda borç kapsamına girer bu da ribadır. Ancak borç verilirken bu şart koşulmazsa, bir sakıncası yoktur.
Fetva eî-Tatarhaniye adlı kitapta da şöyle deniyor:
Bir kişi aldığı borç mukabilinde borcunu Ödeyinceye kadar merkebini veya oturmak için evini alacaklısına verse bu durum fasit icare gibi olur. Eğer borç veren bunları kullanırsa ücretini ödemesi lazımdır. O zaman o rehine olmaz.
Halasa adlı kitapta da şöyle deniyor:
Şarta bağlı borç verme haramdır. Şart geçersizdir.
Eşbah adlı kitapta da şu hüküm bulunuyor:
Her menfaat celbeden borç haramdır. Borçlunun izni olsa dahi borç verenin onun evinde oturması haramdır.
Soruda beyan edilen durumda iki tane hata vardır. Birinci hata, borç veren borçlunun evinde kalmayı şart koşması, ki bu haramdır. İkinci hata, kiraya verip kirayı da kendine almasıdır, ki bu da haramdır.
SORU: Bankalara konulan para için, artış almanın hükmü nedir?
CEVAP: Allah kesinlikle ribayı yasaklamıştır. Bu haramlık Allah'ın şu ayetiyle ortaya konmuştur:
Allah alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. (Bakara/275)
Bu konuda bir çok hadis-i şerif vardır ki, bunlarda riba alan da veren de lanetlenmiştir. Riba; sermayenin üzerinde olan fazlalıktır* Bundandır ki Kur'an, riba hakkında şöyle diyor:
Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir, ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/279)
Gayet açıktır ki, para sahibinin, parasının bankada kalması mukabilinde aldığı fazla para ribadır. Bu bakımdan fazla para alan kişi haram işlemiş demektir.
SORU: İslâm'da sahte paranın ve bu parayı piyasaya sürmenin hük-mu nedir?
CEVAP: Burada İmam Gazâlî'nin İhya-ı-Ulûmi'd-Dîn adlı kitabından bir nakilde bulunmamız iyi olacaktır. O haramlardan bahsederken şöyle diyor:
Haramların topluma zararı cihetinden en büyüğü ihtikar (karaborsa) ikincisi ise, kalp (sahte) paraları piyasaya sürmektir. Bu apaçık bir zulümdür, onunla alış-veriş edenler zarara uğrarlar, bilenin de bilmeyenin de onu kullanmasıyla bunun kötülüğü devam eder gider. Elden ele dolaşır. Zarar ve fesat yaygınlaşır. Herkesin günah ve vebali ilk kapıyı açana gider.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Kim kötü çığır açarsa, o çığırdan gidenlerin günahlarından bir eksiklik olmadan onun ve onların günahı o kötü çığırı açanadır.
Bazı fakihler de şöyle dediler: Piyasaya sahte bir tek dirhem sürmek, yüz dirhem çalmaktan daha günahtır. Çünkü hırsızlık bir tek günahtır, olur, biter. Piyasaya kalp para sürmek ise, dinde bir bidattir, kötü bir çığırdır. Onu yapanın ölümünden sonra da yüzlerce sene devam eden kötü bir yoldur. O kalp para yok oluncaya kadar, onun kanalıyla işlenen kötülükler o şahsa aittir.
Ölümü ile beraber günahı da ölene ne mutlu. Kendisi öldükten sonra günahı yüzlerce sene devam edene yazıklar olsun. O kabrinde bununla azap çeker, yok oluncaya kadar onunla sorguya çekilir.
Allah şöyle buyuruyor:
Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları eserleri bir kitaba geçiririz. (Yasin/12)
Yani yaptıklarını kaydettiğimiz gibi, geride bıraktıklarını da kaydederiz. Yine Allah şöyle buyuruyor:
O gün insana, yapıp öne sürdüğü ve (yapmayıp) geri bıraktığı ne varsa bildirilir. (Kıyamet/13)
Geride bıraktığı şeyden maksat, kendisiyle amel edilen kötü bir çığırdır.
Sahte parayla ilgili olarak şunlar yapılabilir:
Birincisi, onu hemen bir kuyuya atmaktır ki, başkası ondan faydalanmasın, onunla bir daha muamele yapılmasın.
İkincisi, sahte parayı tanıma hususunda tüccarların bilgilendir ilmesidir. Böylece hem kendileri zarara uğramaktan kurtulurlar, hem de müslümanlann maslahatını gerçekleştirmiş olurlar. Toplum için faydalı bilgileri öğrenmek vacibtir. Bu gibi konularda geçmiş müslümanlar dinleri ve dünyaları için paraları tanıyorlardı.
Üçüncüsü, kalp parayı bilerek alan adam günahtan kurtulmaz. Çünkü o onu çalıştırmak için alıyor ve ihbarda da bulunmuyor. Eğer ona rağbet etmese idi almazdı.
Dördüncüsü, kalp parayı alan adam Rasûlullah'ın şu sözüyle amel etmelidir:
Allah alışverişinde kolaylık gösteren, borç alırken borç verirken müsamahalı dayranan kuluna merhamet eylesin.
Eğer o kişi o kalp parayı bir kuyuya atarsa, bu duanın bereketine dahil olur. Eğer o kişi sahte parayla alış-veriş yaparsa, bu şeytanın onu
sevkettiği bir kötülüktür.
Geçmiş müslümanlar (selef) bu konuda çok ihtiyatlı davranırlardı. Rivayet ediliyor ki: Allah yolunda gaza eden biri; bir kâfiri öldürmek için atılır, ancak atı huysuzluk ettiğinden geri çekilir. Bu durum iki defa daha gerçekleşir. Halbuki o ana kadar o attan böyle bir şey görülmemiş. Adam kaçırdığı fırsattan dolayı üzülür, bir yandan da atın neden böyle huysuzluk ettiğini düşünür. Derken başını çadır direğine dayayarak uykuya dalar, rüyasında atının kendisine şöyle dediğini işitir: Allah'a yemin ederim ki sen üç defa kâfire hücumda bulundun, ancak sen dün bana yemin karşılığında sahte bir para ödedin, bu asla olmaz, olmamalı idi. Bunları duyan adam korkuyla uyanır, hemen yem satıcısına gider ve verdiği parayı değiştirir.
SORU: Camiye ait parayı camiinin maslahatı için faize vermek caiz midir?
CEVAP: Allah ribayı kesin olarak yasaklamıştır. Bu yasaklama, birkaç merhalede gerçekleşmiştir. Kur'an-ı Kerim evvela riba (faiz) yemenin bir Yahudi adeti ve tabiatı olduğunu bize haber vermektedir. Allah (c.c) yahudileri ribadan sakındırdığı halde onlar almaya devam etmişlerdir. Kur'an şöyle buyuruyor:
Menedildikleri halde faiz almaları... ((Nisa/161)
Sonra Kur'an, geçmiş milletlerin şeni; yüz kızartıcı bir şekilde yaptıkları kötülükleri haber veriyor, onların kat kat faiz yediklerini dile getirerek şöyle diyor:
Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. (Âl-i İmran/130)
Sonra Kur'an kesin ve katı olarak ribanın çoğunu da azını da haram kılarak şöyle diyor:
Allah, alım satımı helâl, faizi haram kılmıştır. (Bakara/275) Şüphe içinde olanlara da Kur'an şöyle diyor:
Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/279)
Yani faizi bıraktığınız zaman yapmanız gereken şey, insanlardan aldığınız faizi geri vermeniz, yalnız ana paranızı almanızdır. Böylece ne kimseye zulmetmiş, ne de zulme uğramış olursunuz.
Allah Rasûlü (s.a) ribadan kesinlikle sakındırıp, faiz alanı, vereni lanetleyerek şöyle diyor:
Kıyamet gününde faiz yiyen çarpılmış ve deli olarak diriltilir.
Ve yine şöyle buyuruyor!
Faiz çok da olsa neticede insanı fakirleştirir.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, hiç bir surette camiye ait olan malları, paraları faiz mukabilinde vermemek lazımdır. Çünkü o fazlalık ribadır. Allah güzeldir, ancak güzel şeyleri kabul eder. Mescitleri -ki Allah'ın evleridirler- şüpheden uzak, temiz mallarla onarmamız, onların ihtiyaçlarını helâl parayla karşılamamız lazımdır. Bu nedenle caminin mallarını ribadan uzak tutmamız gerekmektedir.
SORU: Şehrimizin yakınında devlete ait bir orman bulunuyor. Bu ormandan topladığım odunlara yetkililer el koyup şehirdeki camiye verdiler. Bu caiz midir?
CEVAP: Sorudan anlaşıldığına göre; bu orman herkesin kullanımına açık değildir. Öyie ise, fertler istedikleri gibi gidip oradan ağaç toplayamazlar. Ondan bir şey götüremezler. Bu durumda soru sahibinin bu ormandan ağaç toplaması haramdır. İzin almadığı sürece oradan odun toplayamayacağı gibi, topladığı şeye sahip de olamaz. Yetkililer bu odunları toplumun faydasına çalışan bir yere verebilir.
Oduna ihtiyacı varsa mescit başka yerlerden daha layıktır. Yetkililer isabet ederek, onu camiye tahsis etmişlerdir.
SORU: Terazide hile yapan kişinin kırk yıl cehennemde yanacağını söylüyor, bu doğru mudur?
CEVAP: Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret ettiği zaman, tartı ve ölçüde hile yapanlar olduğunu gördü. Allah bunun üzerinde şöyle buyurdu:
İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun.
Onlar düşünmezler mi ki büyük bir günde diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o günde alemlerin rabbinin huzurunda divan duracaklardır. (Mutaffifin/1-6)
Yani Allah Teâlâ, ölçü ve tartıda noksanlık yapan kişilere şiddetli bir azap hazırlamıştır. Onlar kendilerine tarttıkları zaman tam ve hatta fazla olarak alırlar. Ancak başkalarına ölçüp, tarttıkları zaman eksik tartıp verirler. Bunların şiddetli bir günde hesaba çekilmemeleri reva mıdır? Öyle bir hesap ki o günde alemlerin rabbinin huzurunda divan duracaklardır. Ölçü ve tartıda dürüst davrananlar kurtulacak, insanları kandıranlar ise, elem verici bir azaba çarptırılacaklardır. Bu ayet nazil olduktan sonra Medineliler ölçü ve tartılarına dikkat ettiler. Ve bu konuda insanların en iyisi oldular. Rivayetlere göre hicretten sonra Medine'de inen ilk sure budur.
Abdullah b. Abbas acemlerden bazılarına şöyle söyledi: Ey acemler! Sizden öncekileri helak eden iki şey yüklendiniz, ki onlar Ölçüler ve tartılardır. Hz Peygamber şöyle buyurdu:
Ölçülerine riayet etmeyenlerden otlar kesildi ve onlara musibetler ve belalar geldi.
Mâlik b. Dinar da şöyle anlatıyor:
Ölmek üzere olan bir komşumun yanına gittim. "Ateşten iki dağ, ateşten iki dağ!" deyip duruyordu. 'Sen ne diyorsun, yoksa alay mi ediyorsun?' deyince, 'Benim iki tane tartı aletim vardı. Onlardan biriyle kendime, diğeriyle de başkalarına tartıyordum' diye cevap verdi. O böyle diye diye can verdi.
İbn Ömer satıcıların yanından geçerken şöyle diyordu:
Allah'tan korkun, ölçüyü ve tartıyı tam yapın! Çünkü Ölçü ve tartılarında aldatanlar kıyamet gününde ince hesap vereceklerdir. Onlar kulaklarına kadar kan ter içinde kalacaklardır. Ölçü ve tartılarında kusur edenler, çok çetin ve uzun olan bir günde hesap vereceklerdir. Hz. Peygamberin bildirdiğine göre o gün, öyle uzun bir gündür ki dünya günleriyle elli bin senelik bir gündür.
İmam Kurtubî de el-Camii li Ahkâm 'il-Kur'an adlı tefsirinde şöyle diyor:
İkrime dedi ki: "Her ölçen ve tartan cehenneme girecektir." Ona "senin oğlun da ölçüp, tartıyor" denilince, "O da cehenneme girecektir" dedi.
Bu sözü İkrime (r.a) söylemişse, umulur ki bununla o, eksik tartan ve ölçenleri korkutmak ve sakındırmak için söylemiştir. Yoksa adil olarak ölçüp tartanlar için böyle bir şey düşünülemez. Bilakis o adalet etmesiyle sevaba ve güzel mükafata nail olacaktır. Yeter ki o bu alış ve-rişiyle Allah'a yakınlaşmayı ve kul haklarını korumayı muhafaza etsin.
SORU: Hanefî mezhebine göre altından diş yaptırmak caiz midir?
CEVAP: Hanefî mezhebine göre dişleri gümüşten yaptırmak veya bağlamak caizdir. İki arkadaşı olan Muhammed ve Ebu Yusuf a göre altından diş yaptırmak da caizdir. Onlar dişleri de burna kıyas etmişlerdir. Çünkü siyer kitaplarında anlatıldığına göre Arfece adındaki sa-habi bir gazvede burnunu kaybetti. O da gümüşten bir takma burun yaptırdı. Bu da koku yaptı. RasûluUah ona, altından bir burun yaptırmasını tavsiye etti. Çünkü bunda zaruret vardır. Dişler de bu konuda burna kıyas edilir.
Ancak Ebu Hanife diyor ki: Zaruret dişlerde gümüş kullanmaya cevaz verir. Burunda ise altın kullanma zarureti vardır. Ona göre burunda altın kullanmak caiz, dişlerde kullanmak ise caiz değildir.
Soru soran kişi, iki imamın görüşünü tercih edebilir. Tabi eğer burada bunu gerektiren bir zaruret varsa.
SORU: Ekilip satılan tütün parasıyla hac yapmak ve vasiyette bulunmak caiz midir?
CEVAP: Şüphesiz tütün İslâm'ın ilk zamanlarında yoktu. Ancak onbirinci asrın başlarında müslümanlarca bilinmeye başlandı. Ancak bundan sonra fakihler bundan bahis açmaya, böylelikle onun helâlliği ve haramlığı etrafında konuşmaya başladılar. Ve şu hükmü verdiler: Eşyada aslolan mübahlıktır. Haramı gerektiren bir şey olmadığı sürece herşey helâldir. Onlardan bir kısmı sigaranın helâl olduğunu söylediler. Çünkü o sarhoş edici bir şey değildir. Onlardan bazıları da sigaranın ya haram ya da mekruh olduğunu söylediler. Çünkü o az-çok bir zarar meydana getirmektedir. O alışanın ya malına ya canına veya her ikisine de zarar verir. Yine sigara aile ve evladın haklarını zayi etmeye, nafakası kendisine vacib olan kişilerin nafakalarını ihmale sebep olabilir. İçen kişi bu gibi arızalardan uzak ise ona sigara helâldir. Nitekim Şeyh Mahluf un Seri Fetvalar adlı kitabında da böyle hüküm verilmiştir.
Bu durumda tütün ticareti yapmak, onunla hacca gitmek haram değildir. Çünkü o bizzat necis değildir, haram da değildir. Onun parası da vasiyyet edilebilir. İnsan bu para ile bilcümle din ve dünya işlerini
görebilir.
Burada Şeyh Şeltut'un bir fetvasını zikretmeden geçmeyeceğim:
Tütün sarhoşluk vermiyorsa, aklı ifsat etmiyorsa, ancak onun zararlı sonuçlan varsa, onu içen vücudunda o zararı hissediyorsa, doktorlar tütünün insanın sıhhat ve afiyetini bozucu şeyler içerdiğini bildiriyorlarsa, o zaman şüphesiz onda eziyet ve zarar vardır. Eziyet ve zarar ise, İslâm nazarında kendilerinden sakınılacak pisliklerdir. Bununla beraber müslümanın tütüne, sigaraya verdiği parayı hayırlı yerlerde harcaması daha iyi olmaz mı?
İşin bu tarafına baktığımız zaman görüyoruz ki şeriat ondan sakındırmış ve onu helâl kılmamıştır.
Kesin delillerle biliyoruz ki tütün insanların sıhhati ve malı üzerinde kötü neticeler meydana getirmektedir. Öyleyse şeriat bunu hoş karşılamaz. Bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair illa da açık bir nas bulunması gerekmez. İlletler ve umumî hükümler, herhangi bir meselede hüküm vermek için yeterlidir. İslâm sahip olduğu prensipler sayesinde sonradan meydana gelen şeylerin helâl veya haram olduğunu isabetle tesbit eder. Bu da prensipleri bilmek ve eşyaya galip olan eserleri tanımakla olur. Öyle ise, zarar varsa sakınmak gerek, menfaat varsa helâldir. Zarar ve fayda eşit ise, uzak durmak daha iyidir.
SORU: Aldığı borçla birlikte, hediye olarak bir de elbise vereceğini söyleyerek borç alan ve ona borç veren kişi hakkında ne dersiniz? Verilen ve alman bu hediye riba mıdır?
CEVAP Meşhur bir kaidedir ki her menfaat getiren borç ribadır. Riba ise, kitap, sünnk ve icmaa ile haramdır. İbn Abidin Haşiyesini şöyle deniyor:
Borçlu ile borç veren borcun dışında bir hediye üzerinde anlaşsalar dahi bu hediye haramdır.
Ancak borçlu borcunu öderken, gönül rızasıyla bir şey verirse o caizdir ve riba sayılmaz.
SORU: Kişinin, kendisinden parayla birşey alıp yine kendisine hediye edilmesi şartıyla borç vermesinin hükmü nedir?
CEVAP: Şüphesiz ki, hile yoluyla riba almak da yasaklanan riba-dandır. Allah (c.c) kalbleri en iyi bilendir. Gönüllerden geçeni dahi bilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiği vardır.
SORU: Dostunun hediyesini kabul etmenin hükmü nedir?
CEVAP: Dost ve arkadaşlardan hediye kabul etmek İslâm'ın tavsiye ettiği şeylerdendir. Çünkü hediye kabul etmek, bağlan kuvvetlendirir, muhabbet ve ilgiyi perçinleştirir. İslâm'da, kendisine hediye verilen kişinin bu hediyeyi kabul etmesi bir hayır olarak telakki edilmiştir. Bu hediye küçük ve değersiz de olsa farketmez. Buharî'de Hz. Peygamber'den şöyle bir rivayet vardır:
Eğer ben bir paça yemeğine davet edilirsem, veya bana bir paça dahi hediye edilirse, kabul ederim.
Ahmed ve Tirmizî'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
Bana bir paça hediye edilirse kabul ederim. Ona davet edilirsem giderim.
Taberânî'nin de Ümmü Hakimden rivayet ettiğine göre, Ümmü Hakim Hz. Peygamber'e "Ey Allah'ın Rasûlü! Az yemeğe kızar mısın?" dediğinde, "Hayır, onu hiç bir zaman takbih etmem, bir paça yemeği dahi bana hediye edilse kabul ederim" buyurmuştur.
Halit b. Adiy, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Bir kişiye istemeksizin bir hediye gelirse, onu kabul etsin. Çünkü o kendisine Allah'tan gelen bir rızktır.
Yine Abdullah b. Busr'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Kız kardeşim bir çok kez beni bir hediye ile Rasûlullah'a gönderiyordu. O da bu hediyeyi kabul ediyordu.
Ümmü Gülsüm binti Ebi Seleme'den rivayete göre, Resûlullah (s.a) Ümmü Seleme ile evlenince ona şöyle dedi: "Ben Necaşi'ye bir hırka bir okka da misk hediye gönderdim. Görüyorum ki Necaşi ölmüştür. Hediyelerim geri gelecektir. Onlar geri gelirlerse, sana vereceğim." Nitekim öyle oldu. Rasûlullah her hanımına birer okka misk verdi. Ümmü Seleme'ye de miskin geri kalanını ve hırkayı verdi. (Buharı)
Hz Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz.
Hediyeleşin, muhabbetiniz artsın.
İmam Mâlik, Ata el-Horasânî'den şu hadisi rivayet ediyor:
Musafahalaşın (tokalaşın) aranızdaki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz, aranızdaki çekememezlik gitsin.
Taberani de şöyle rivayet ediyor:
Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz, hicret ediniz ki çocuklarınıza bir şeref bırakasmız. îleri gelenlerin sürçmelerini de görmezlikten gelin, Özürlerini kabul edin.
Tirmizî'de Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ediyor: Hediyeleşin çünkü hediye göğüslerdeki kin ve nefreti giderir. Rasûlullah hediyeden bahsederken şöyle diyor: O Allah'ın verdiği bir nzıkdır.
Her ne kadar o insanlar eliyle de gelse, -ki insanlar da bunda bir sevap kazanmışlar- bu işin evvelinde de sonunda da Allah'ın lütfü vardır. Bunlardan anlaşıldığı kadanyla hediyeleşmek İslâm'ın teşvik ettiği güzel bir şeydir.
SORU: At yanşlan hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
CEVAP: İslâm atlara değer vermiştir. Çünkü onu bir kuvvet ve hazırlık vesilesi bilmiştir. At aynı zamanda bir heybet ve izzet göstergesidir. Kur'an-ı Kerim atlar hakkında şöyle demektedir:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı... korkutursunuz. (Enfal/60)
Başka bir ayette de Allah onlarla yemin ederek şöyle buyuruyor:
Hani harıl koşanlara, (nallarıyla) kıvılcım saçanlara, (ansızın) sabah baskını yapanlara, orada tozu dumanı katanlara, derken orada bir topluluğun ta ortasına dalanlara yemin ederim ki insan, rabbi-ne karşı pek nankördür. (Adiyât/1-6)
Şebib b. Arkade Urve b. Ebi Cad'den o da Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle rivayet ediyor:
Atın alnına kıyamete kadar hayır bağlanmıştır.
Şebib, Urve'nin evinde Allah yolunda cihat için hazır bekleyen yetmiş tane at gördüğünü söylemiştir. İbn Ömer de Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Atın alnına kıyamet gününe kadar hayır bağlanmıştır.
Buharı, Müslim ve Ahmed'in rivayetine göre bu hayır, ecir, ganimettir. Atı beslemek ve onu cihada hazır bulundurmak hakkında birçok hadis vardır.
İslâm at yarışına teşvik etmiştir. Çünkü o kuvveti artırır, savaşa hazırlanmaya yardımcı olur. Enes b. Mâlik'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber'in Adva adlı bir devesi vardı, hiç bir deve yarışta onu geçemezdi. Birgün bedevinin biri bir deveyle geldi, onunla yarıştı ve onu geçti. Bu da müslümanlara çok ağır geldi. Rasûlullah onların bu durumunu görünce onlara şöyle söyledi:
Allah üzerinde bir haktır ki yükselttiği her şeyi indirir.
İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, besi atlarını Hayfa'dan Seniyyet'ul Veda tepesine kadar, öteki atları ise, Seni-ye'den Rezile mescidine kadar koştururdu.
Ebu Hureyre'den de rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Müsabaka ancak ok atmada, at ve deve koşturmada caizdir. Fakihler, bu yarışmayı kazanana mükafat ve hediye verilebileceği hükmüne varmışlardır. Bunlara benzeyen şeyleri de bunlara kıyas etmişlerdir.
İbn Ömer de Hz. Peygamber'in atları yarıştırdığını, kazanana ödül verdiğini rivayet etmiştir.
Ancak fakihler, ödülün yarışanlar tarafından ortaya konulmaması gerektiğini söylüyorlar. Yani kazanana mükâfatı, başkaları vermelidir. İşte bunda hayır vardır ve koşuya teşvik vardır. Yine yarışanlardan birinin, 'Sen beni geçersen sana bu kadar mükafat var' demesi de caiz olur. Ama iki tarafın ortaya mal, ödül koymaları caiz değildir. Ebu Ha-nife'ye göre, bir mal üzerinde yapılan yarış batıldır. Mâlik'in rivayetine göre devlet başkanından başkasının verdiği ödül helâl değildir. Yine Mâlik, İbn Sebbağ, İbn Hayr ve onlar gibi düşünenlere göre iki tarafın ortaya mal koymaları caiz değildir.
At yarışmaları hakkındaki rivayet ve görüşler böyledir. Ancak bugün yapılan at yarışmaları böyle değildir. Bugünkü at yarışları kumardan ibarettir. Onda hile ve tuzaklar vardır. Ona iştirak edenlerin başına neler gelir neler. Bu yüzden nice aileler dağılır ve nice ocaklar söner. İslâm'ın öne sürdüğü şartların hiç birisi onda yoktur. O nedenle bu yarışlar dinen caiz değildir. Her şeyi daha iyi bilen Allah'tır.
SORU: İslâm komünizmle bağdaşır mı? Eğer onunla çatışıyorsa sebebi nedir?
CEVAP: İslâm kesinlikle komünizmle bağdaşmaz. Çünkü komünizm Allah Teâlâ'yı inkâr eder, O'na boyun eğmez. İslâm ise, Allah'a çağıran, yalnız O'na ibadet eden, O'nu birleyen bir temel üzerine kurulmuştur. Allah şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. (En'âm/9)
Halbuki onlara ancak, dini yalnız O'na (Allah'a) has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri.. .sağlam din budur. (Bey-y ine/5)
Komünizm dinle savaşıyor. Onu milletlere afyon ve iradelere engel sayıyor. Ve dünyadan alıkoyduğunu söylüyor. İslâm ise, dindarlığın, Allah'a yakınlaşmanın, rezaletlerden sakınmanın, faziletleri korumanın, insanların maddi ve manevî saadetine sebep olduğunu söylüyor. "Allah katında din İslâm'dır." İslâm ister ki müntesipleri bu dünyada söz sahibi olsunlar. İnsanlar.arasmda melek huylu olsunlar. Şüphesiz, "İslâm insanları uyuşturuyor, fakirleştiriyor, zelilleştiriyor" iftirasında bulunan insanlar, İslâm şeriatına ve Allah'a büyük bir iftirada bulunmuş oluyorlar.
Komünizm, ailenin hürmetini, evliliğin kayıtlarını tanımıyor. İslâm ise, aile nizamını, evlilik kaydını, babalığı, anneliği, kardeşliği ve akrabalığı toplumların ve milletlerin en kuvvetli bağlarından görüyor. Komünizm, meşru mirası dahi kabul etmiyor, onu kale almıyor. İslâm'da ise, Allah'ın kulları yeryüzüne varis oluncaya kadar miras kutsal bir farizadır.
Komünizm, ferdi mülkiyeti inkar ediyor. Malı, akan, yeri ve meyveleri devlete mülk kılıyor. İslâm ise ferdi mülkiyeti ikrar ediyor. Ona saldırmayı bir suç sayıyor. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Müslümamn, diğer müslümanlara kanı, malı, ırzı haramdır.
Komünizm, akıllı, temyiz sahibi olan fertleri mekanik bir alet gibi kullanıyor. Bunlar yer, içer, aralarında bir yarışma, geçme ve güzellik yoktur. İslâm ise, müntesiblerini, çalışmaya, kazanmaya, yarışmaya, hayat meydanında mücadele etmeye teşvik ediyor.
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)
Bu açıklamalardan sonra şunu da unutmamak gerekir ki, İslâm hiç bir zaman kötülüğün yayılmasına, fakirlerin mahrumluk ve kıtlık ateşiyle dağlanmalarına rıza göstermez. İslâm, bir toplumun helâl haram demeden mal biriktirip, insanları kandırıp, çalıp çırpıp, torbayı doldurmasını kabul etmez. Öte yandan tavanları sema, döşekleri toprak olan insanların ezilmesine de razı olmaz. İslâm insanları yardımlaşmaya davet ediyor.
"Bir (iyilik) ve takva üzerinde yardımlasın birbirinize merhamet edin!" diyor. "Yerdekilere merhamet edin ki goktekiler de size merhamet etsin" buyurarak dayanışmayı emrediyor, "Allah kuluna yardım eder, kul kendi kardeşine yardımcı olduğu sürece" diyerek ülfet ve muhabbeti emrediyor. "Mü'minler ancak kardeştirler" buyurarak birbirlerine kefil ve zamin olmalarını emrediyor. "Mallarında, isteyene (ve isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar..." (Me-aric/24-25) buyurarak vermeyi teşvik ediyor. Öyle ise, bugün bir kısım insanlar meydanlarda, sosyalizm, komünizm, demokrasi, faşizm deyip bağırırlarken, bizim de çıkıp İslâm'ı ortaya koymamız gerekmez mi? İslâm bugün, kurtuluş gemisi, ilaç şişesi ve bir itfaiye arabası ve şifa vesilesi demektir. Allah şöyle buyuruyor:
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür. Ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır dosdoğru bir yola iletir. (Maide/15-16)
[1] Anlamı şudur: Ey mü'minler topluluğunun yurdu! Size selam olsun. Siz bizden Önce buraya geldiniz. Biz de -inşâallah- size katılacağız. Bizim için de sizin için de Allah'tan afiyet dileriz. Allahım! Bizleri onların sevaplarından mahrum etme. Bizden önce gidenlerin arkasından bizi fitneye düşürme. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah! Bizi de onları da mağfiret eyle. (Mütercim)
[2] Suyûtî'oin tesbiti böyledir. Ancak hadisi Müslim, Neseî, Ebu Dâvud ve Tirmizî de rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizî: "Bu hadis hasen ve sahihtir" demiştir. (Çeviren)
[3] Bu bilgiler Mâlikî mezhebi kaynaklarından Dirdir'in Şerhu's-Sagîr isimli eserinden alınmıştır.
[4] Yazarın cenaze namazını tarifi Hanefî dışındaki mezheplere göredir. Hanefî mezhebinde birinci tekbirden sonra "Sübhaneke" ikinciden sonra "Allahümme Sallı Bârik" üçüncüden sonra dua okunur. Cenaze namazında okunacak duayı bilmeyen "Rabbena âtina..." duasını okuyabilir. Dördüncü tekbirden sonra selam verilir. (Çeviren)
[5] Yazarın cenaze namazını tarifi Hanefî dışındaki mezheplere göredir. Hanefî mezhebinde birinci tekbirden sonra "Sübhaneke" ikinciden sonra "Allahümme Sallı Bârik" üçüncüden sonra dua okunur. Cenaze namazında okunacak duayı bilmeyen "Rabbena âtina..." duasını okuyabilir. Dördüncü tekbirden sonra selam verilir. (Çeviren)