SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI (4)
Seyyıd Ahmed Bedevi Hazretleri
Duası Mutlaka Kabul Edilen Zât
Buharî Ve Kitabı Sahih Hakkında
Peygamber Ve Abdulkadır Geylanı
Peygamberlerin Resmi Yapılabilir Mi?
Hz. Yusuf'un İçine Atıldığı Kuyu
SORU: Ankebut suresi 14. ayette Hz. Nuh'un 950 yıl peygamberlik yaptığı bildiriliyor. Bu Hz. Nuh'un 950 yıl yaşadığı anlamına mı gelmektedir? Bir insanın bu kadar uzun yaşaması mümkün müdür? Hz. Nuh'un kavmi de böyle uzun ömürlü olmuş mudur? Yoksa Hz. Nuh peş peşe bir kaç nesile mi gönderilmiştir?
CEVAP: Allah'ın peygamberi Hz. Nuh'un ömrü, çok yaşayan kimse için örnek gösterilmektedir. Bu çok eskilerden beri böyledir. Meşhur şair Ebu'l Atahiye şu şiirinde buna işaret ediyor:
Eğer tutarsan matem, kendine tut yas Dikkatten ayrılma yere özenli bas Ne kadar yaşarsan öleceksin tûh! O kadar uzun yaşadı da ölmedi mi Nuh?
Allah, soruda da işaret edildiği gibi Ankebut suresinde şöyle buyuruyor:
Andolsun ki biz, Nuh'u kendi kavmine gönderdik de o, dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdü-rüyorken tufan onları yakalayıverdi. (Ankebut/14)
Ayetten anlıyoruz ki Hz. Allah Nuh'u uzun süre için kavmine peygamber olarak göndermiştir. Bu süre 950 yıldır.
Bu müddet zarfında Hz. Nuh kavmini tevhide ve putlara tapmayı terk etmeye davet ediyordu. Hz. Nuh'un bu husustaki gayretleri kavminin kendisinden kaçışlarını ve küfürlerini ziyadeleştiriyordu.
Bazı tarih rivayetlerinde Hz. Nuh'un peygamberlik göreviyle görevlendirildiği sırada 53 yaşında olduğu bildirilmektedir.
Kur'an Hz. Nuh'un 950 yıl peygamberlik yaptığını açıkça bildirdiğine göre bunu kabul etmek gerekir. Kur'an sözlerin en doğrusudur. Bu kadar yaşamaya bir engel olmadığı gibi bunda bir gariplik de yoktur. Çünkü ilk çağlarda doğal ve kolay yaşayış bedenlerin daha sağlıklı ve az hastalıklı olmasını sağlıyordu. Allah'ın sözü haktır ve durum ne olursa olsun Allah'ın söylediğine inanmak lâzımdır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Adem 930 yıl yaşamıştır. Peygamberlerden çoğu uzun ömürlü olmuştur.
Kısasa Enbiya isimli kitapta Hz. Adem'in ve ona yakın zamanlarda yaşayan kimselerin uzun yıllar yaşamış olmalarına bir engelin olmadığı bildirilmiştir. Çünkü insanoğlunun yaratıldığı ilk zamanlarda sıkıntılarının olmadığından ve insan bünyesinin özümsemeyeceği gıdalar bulunmadığından dolayı uzun süre yaşamasının akla uygun olduğu ifade edilmiştir.
Oysa biz ve bizim gibi olanlar insanoğlunun çeşitli hastalıklarla tanıştıktan ve tedavi amacıyla çeşitli ilaçlar aldıktan sonra dünyaya geldik. Her birimizin vücudu çeşitli hastalıklar görüp geçiren anaların /e babaların özü olarak var oldu. Bu itibarla bizim uzun ömürlü olmaca bünyemiz elvermiyor.
Sosyal bilimciler ve doktorlar insan gücünün sınırlı olduğunu bil-lirmektedir. Enine boyuna yaşayan bir insan bu gücü çabukça tüket-nektedir. Fakat dar bir çember içinde basit ölçülerde sâde olarak yaşa-:an hayat böyle değildir. Böyle yaşanan bir hayat insanın gücünden az -aktarda tükettiğinden uzun süreli olur.
Oysa şimdi yasamakta olan bizler Hz. Adem'in ve onun zamanına akın dönemlerde yaşayanlar gibi sade bir hayat yaşayamıyoruz. Güamüzü zedeleyen hayatın çeşitli lezzetlerini (âdeta obur bir şekilde) [yerek vaktimizi geçiriyoruz. Bizim ömürlerimizin kısa olmasında bir iriplik yoktur. Bünyelerimizde kalıtım yoluyla pek çok hastalık topnmış bulunmaktadır.
Bazı Alman doktorlar özel bir sisteme uyulduğu takdirde günümüz insanının üçyüz yıl yaşayabileceğini söylemektedir.
Bu ayetteki sene ifadesini ay olarak yorumlayan bir görüş de vardır. Eski çağlarda sene deyiminin, ay için kullanılması mümkündür.
Ebu'l Ala el-Maarrî aşağıdaki şiirinde buna işaret etmektedir:
Çok yaşayanlara dair vardır rivayet Bilmiyorum bunların hangisi meşhur Geçen günleri hesapta nedir delâlet? Her ayı bir yıl sayarak geçerdi ömür
Eskiden gökyüzünde görünüp parlayınca ay, Her biri bir yıl idi oniara göre; böyle say. Böyle olması gerektir aklı rehber kıl. Aksi halde şaşırıp perişan olur akıl.
Fakat yukarıdaki mısralar bir şair sözüdür, fıkıh âliminin sözü değildir. Bununla birlikte Ebu'l Alâ'nın sözünde bir gariplik yoktur. Allah her şeye kadirdir.
Bazı tefsir âlimleri Hz. Nuh'un tufan'dan sonra 250 yıl yaşadığını rivayet etmişlerdir. Buna göre Hz. Nuh'un ömrü 1200 yıl olmaktadır. Böyle olduğuna dair Kur'an'da açık bir ifade yoktur. Kur'an'da açıkça ifade edilen hususu Hz. Nuh'un kavmi arasında (peygamber) olarak 950 yıl kaldığıdır. İnanılması vacib olan budur.
Kavminin ömrü de Hz. Nuh'un ömrüne yakın bir uzunlukta idi. Bununla beraber tufandan sonra sağ kalanlara davet görevini sürdürebilmesi için Hz. Nuh'un tufandan sonra yaşamaya devam etmesine bir engel yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen Allah'tır.
SORU: Hz. Süleyman rüzgar üzerinde (uçan) bir halıya mı binerdi?
CEVAP: Dâvud oğlu Süleyman Allah'ın peygamberlerinden biridir.
Allah Teâlâ bu peygamberine ve babasına lütuf ve kereminden, nimetinden bol bol vermiştir.
Nevevi Tehzib'ul Esma ve's-Sıfât isimli kitabında söyle diyor:
Hz. Süleyman peygamberlikle görevlendirildiği sırada çok savaşa çıkardı. O derecede ki neredeyse savaşı hiç bırakmayacaktı. Bir yere gitmek istediği zaman kendisini, askerini ve hayvanlarını rüzgar alır ve dilediği yere bırakırdı. Hz. Süleyman'ı ve adamlarını bir yerden bir yere götüren rüzgar ekin tarlası üzerinden geçer, fakat ekin kımıldamazdı.
Kur'an'da Hz. Süleyman'ın rüzgarından üç yerde söz edilmiştir:
Süleyman'a da kasırga (gibi esen) rüzgârı (boyun eğdirdik) ki, onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz. (Enbiya/81)
Süleyman'a da sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgarı.verdik (emrine amade kıldık)... (Sebe/12)
Bunun üzerine biz de istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgârı emrine verdik. (Sâd/36)
Müfessirler bu rüzgârın özel bir rüzgâr olduğunu söylemektedir. Bu rüzgâr bizim bildiğimiz ve alışık olduğumuz rüzgâr değildir.
Peygamberlerinden birisi olan Süleyman'a Allah'ın böyle bir rüzgârı musahhar (emrine âmâde) kılması, Allah'ın yardımı ile onun peygamber olduğunu gösteren bir delildir. Nitekim Hz. Allah her peygamberinin peygamberliğini mucizeleri ile desteklemiştir.
Taberi, tefsirinde özetle şöyle diyor:
Hz. Süleyman askerleri ile birlikte bir yere gitmek veya savaşa katılmak istediği zaman, ağaçtan yapılmış bir yerde toplanırlardı. Sonra Hz. Süleyman kasırga gibi esen rüzgara zaman zaman ılımlı olmasını emrederdi. Rüzgâr tahtadan yapılan platform ile yer arasına girerek, Hz. Süleyman'ın emrine göre eser, onu dilediği yere götürürdü. İşte Enbiya/81 ve Sad/36 ayetlerinde ifade edilen rüzgarın durumu budur.
İbn Kesir tefsirinde şunları görüyoruz:
Hz. Süleyman'ın tahtadan yapılmış halı (gibi bir sergi)si vardı. İhtiyacı olan her şeyi onun üzerine koyar sonra rüzgârın esmesini emrederdi. Allah'ın izni ile rüzgâr serginin altına girer ve onu yükseklere çıkararak uçururdu. Güneşten korumak için Hz. Süleyman'ın başında bir kuş bulunur, (kanatları ile) onu gölgelendirirdi. Sonra rüzgâr Hz. Süleyman'ı dilediği yere indirirdi.
Ubeyd b. Umeyr de şöyle rivayet ediyor:
Hz. Süleyman rüzgâra emrettiğinde, rüzgâr büyük ve yüce bir dağ gibi toplanırdı. Hz. Süleyman döşeğinin bu dağın en yüksek yerine konulmasını emrederdi. Sonra kanatları olan atını çağırır, atı da döşeğin üzerinde yerini alırdı. Sonra Hz. Süleyman rüzgâra emreder, rüzgâr onu gök kubbenin altında en yüksek noktaya çıkarır ve onu indirilmesini arzu ettiği yere indirirdi. Bu sırada Hz. Süleyman Allah'ın mülkünün yanında küçüklüğünü bilir ve Allah'a şükür ve saygısından başım önüne eğer, hiç bir şekilde sağa sola bakmazdı.
Hasan Basrî şöyle diyor:
Hz. Süleyman halısı üzerinde, sabahleyin Şam'dan Istahr'a uçar, oraya inip öğle yemeğini orada yerdi. Istahr'dan dönüşte Kabil'de gecelerdi. O zaman en süratli yol alan kimseye göre Şam ile Istahr, Istahr ile Kabil arası bir aylık uzaklıkta idi.
Bu bilgilerden Hz. Süleyman'ın bindiği halıyı veya halıya benzer nesneyi harekete geçiren şeyin Allah'ın izni ile, onun emrine verilen rüzgar olduğunu anlıyoruz.
SORU: Kehf suresinde Hz. Musa'nın yanındaki bir delikanlı ile birlikte "ilm-i ledün" öğretilmiş bir zât ile iki denizin birleştiği yerde buluşmasından söz ediliyor.
Hz. Musa'nın yanındaki delikanlı kimdir? Buluştukları iki denizin yer neresidir? Buluştukları Allah'ın ilim verdiği zât kimdir? iu zât hâlâ yaşamakta mıdır?
CEVAP: Hz. Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:
Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: "Durup dinlenmeyeceğim; tâ ki iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim."
Her ikisi iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir deliğe doğru yola koyulmuştu.
(Buluşma yerini) geçip gittiklerinde Musa genç adamına: "Kuşluk yemeğimizi getir bize hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden (epeyce) sıkıntı geldi" dedi.
Genç adam: "Gördün mü" dedi, "kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti."
Musa: "İşte aradığımız o idi" dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler.
Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy veya peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (ilm-i ledün) öğretmiştik." (Kehf/60-65)
Özetle ifade edersek ayetlerde kasdedilen mana şudur: (Ey Muhammedi) Hz. Musa'nın daha fazla ilim elde etmek için çıktığı yolculukta yanındaki delikanlıya söylediklerini hatırla. O şöyle demişti: İki denizin birleştiği yere kadar veya uzun bir süre yürümeye devam edeceğim.
Adı geçen yere vardıklarında yanlarında bulunan büyük balığı unutmuşlardı. Yemek üzere yanlarına aldıkları halde balıkta hâlâ hayat izi vardı. Balık, denize ulaşan bir kanal aracılığı ile yolunu tutup denize ulaştı. Hz. Musa yanındaki gençle birlikte adı geçen yere vardıklarında Hz. Musa gence: "Yolculuktan dolayı bir hayli yorulduk. Bize bir yemek hazırla da yiyelim!" dedi. Delikanlı ise daha önce uğradıkları kayanın yanında balığı unuttuğunu söyleyip özür beyan etti. Bu unutmanın sebebinin de şeytan olduğunu söyledi. Öte yandan balık insanı hayrete düşürecek şekilde denize ulaşmak üzere yolunu tutmuş bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Musa ve yol arkadaşı ayak izlerini takip ederek, Allah'ın ulaşmalarını istediği yere vardılar. Orada Allah'ın kendisine çeşitli nimetler verdiği salih bir kul ile karşılaştılar.
Tefsir âlimleri ayette adı geçen Musa'nın hangi Musa olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi bunun, Musa b. Mişa b. Yusuf b. Yakub olduğunu söylemiştir. Fakat tefsir âlimlerinin çoğunluğu İmran oğlu Musa, yani peygamber olan Musa olduğu görüşündedir. Doğru olan da budur.
Hz. Musa'nın yanındaki gencin kim olduğu hususa da ihtilaflıdır. Bazıları Yuşa b. Nun'un kardeşi olduğunu söylemişse de doğrusu bu genç Yuşa b. Nun'un kendisidir. Bu delikanlı Hz. Musa'ya hizmet eden bir gençtir.
Ayette sözü edilen iki denizin birleştiği yer ve bu denizlerin hangileri olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır:
Bir görüşe göre bu denizler doğudaki Hazar denizi ile batıdaki Akdenizdir.
Bir başka görüşe göre iki denizin birleştiği yer Mağribte Tanca kıyışıdır. Fakat tercih edilen görüş Kızıl deniz ile Akdeniz'in birleştiği yer olmasıdır. Bu iki denizin kavuştuğu yer acı göller ve timsah gölü bölgesidir.
Bir diğer görüşe göre iki denizin birleştiği yer Kızıl denizde Süveyş kanalı ile Akabe körfezinin birleştiği yerdir.
Her ne hal ise Kur'an iki denizin birleştiği yeri ve bu denizlerin adını söylememiştir. Bu yerin ve denizlerin belirlenmesi inanç konusu olmadığı gibi dinin esaslarından da değildir.
Hz. Musa ile beraberindeki gencin karşılaştığı zat Hızır aleyhisse-lamdır. Hızır'ın adı Belya b. Melkân b. Fâliğ'dir. Künyesi Ebu'l Abbas'tır. Hızır denmesinin sebebi beyaz veya otu sararmış bir yere oturduğunda orasının yemyeşil olmasındandır.
Buharî'de Hz. Peygamber'in: "Hızır'a Hızır denmesi, beyaz bir yere oturduğunda arkasından orada yeşil otların sallanmakta olduğunun görünmesindendir" buyurduğu rivayet edilmiştir.
Bir grup âlim ve mutasavvıf Hızır'ın nebi olduğunu söylemiştir. Bazıları ise rasûl olduğunu söylemiştir. Bir başka görüşe göre Hızır sadece velî olan bir kimsedir. Hızır hâlâ yaşamakta olup, âhir zamanda Kur'an kaldırıldığında vefat edecektir.
Hızır hakkında çeşitli hikayeler anlatılmaktadır. Gaybı bilen ancak Allah'tır. Bu söylenenler kesin ve mütevatir delile ve yakin bir bilgiye dayanmamaktadır. En doğrusunu azız ve celîl olan Allah bilir.
SORU: Hızır rasûl müdür, nebi midir? Yoksa Allah'ın evliyasından biri midir?
CEVAP: Hızır, çok ve derin bilgide, güzel sabırda darb-ı mesel olmuştur, Hızır kelimesi bir lakap olup, bu zât'ın adı Belyâ b. Melkân b. Fâliğ'dir.
Âlimler Hz. Hızır'ın adını yukarıdaki gibi tespit etmişlerdir. Fakat Arab Ansiklopedisinde bu isim, İlya b. îlyas olarak geçmektedir. Soy zincirinde belirtildiği üzere Hızır aleyhisselâm, Nuh peygamberin sü-lâlesindendir ve künyesi Ebu'l Abbas'tır.
Hızır olarak lakaplandırılmasının sebebi, beyaz bir toprak parçası veya otları kurumuş yere oturduğunda orasının yemyeşil olmasındandır. Nevevî Tehztb'ul Esma isimli eserinde bu konuda Buharî'de rivayet edilen bir hadisten dolayı bunu tercih etmiş ve "Hızır hakkında bu hadis açık ve sahih bir nastır" demiştir.
Hızır aleyhisselâm Kehf suresi 60. ayetten 66. ayete kadar söz edilen Hz. Musa'ya arkadaş olan zâttır.
Kur'an-ı Kerim daha sonra (aynı surede) Hızır eliyle meydana getirilen şaşırtıcı olayları anlatmaktadır.
İlim adamları Hz. Hızır'ın, Allah'ın rahmet ve ilim deryasından kendilerine ikramda bulunduğu salih kullarından olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Kur'an'ın yukarda işaret edilen ayetleri bunun tanığıdır. Yine ilim adamları Hızır'ın belirli bir millete peygamber olarak gönderilmediği hususunda da görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hızır hakkında bunun ötesinde farklı görüşler vardır.
İlim adamlarından ve tasavvufçulardan Hz. Hızır'ın rasûl olmayıp nebî olduğunu söyleyenler vardır. Bunlara göre Hz. Hızır hâlâ yaşamaktadır. Bu hususta o kadar çok şey söylenmiştir ki insanın gönlü bunları güvenli bir şekilde benimsemez.
Nevevî, tasavvuf çul arın Hızır hakkında söylediklerinden şöyle bahsediyor:
Hızır'ı görenlerle, onunla bir araya gelenlerle, ondan bilgi alanlarla, soru sorup cevap alanlarla ilgili tasavvufçulann hikayeleri o kadar çoktur ki sayıya gelmez. O kadar meşhurdur ki anmaya gerek yoktur.
Tasavvufçular Hz. Hızır'ı "nakîb'ul evliya" (ermişlerin lideri) olarak anarlar. Tasavvufçulara göre Hızır, yüksek dalgalı denizlerde gemileri yürüten, kendisi insan olsa da şekilden sekile giren bir zâttır. O, sonsuza kadar yaşayacak, Kur'an'ın yeryüzünden kaldırıldığı zamanda ölecektir vs. Şöyle diyor:
Hızır peygamber değil, ancak veli (ermiş) bir kimsedir.
Bu ifadelere baktığımızda ağır basan görüşün, onun salih bir kul, veli ve takva ehli bir kimse olduğunu görürüz.
Fakat onun nebi veya rasûl olduğu, şekilden sekile girdiği, ahir zamana kadar yaşayacağı gibi konularda mütevatir derecesinde bir delil, bunları destekleyen kesin bir belge yoktur. İşlerin gerçeğini hakkiyle bilen Allah Teâlâ'dır.
SORU: Meryem suresinde Hz. İsa'nın dilinden şöyle buyuruluyor:
Doğduğum gün, öleceğim gün, ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım gün esenlik banadır. (Meryem/33)
Hz. İsa'nın kıyametten sonra bin yıl yaşayacağı söyleniyor, bu doğru mudur?
CEVAP: Cenab-ı Allah, bakire Meryem'ul Betül'ün oğlu İsa'ya gebe kalıp onu dünyaya getirdikten sonra kavmine geldiği anları şu ayetlerde anlatmaktadır:
Dediler ki: "Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş yapmışsın! Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Annen de iffetsiz değildi." Bunun üzerine çocuğu gösterdi. "Biz beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?" dediler. Çocuk (İsa) şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kalkacağım gün esenlik banadır." (Meryem/27-33)
Burada zikrettiğimiz ayetlerden sonuncusu soruda yer alan ayettir.
Bu ayette Hz. İsa için üç aşamada esenlik ve güvenlik olduğu bildirilmektedir.
Bunlardan birisi doğduğu gündür. Yani doğduğu sırada ondan şeytana bir pay yoktur.
Bu dünyadaki hayatı sona erip eceli gelince öldüğünde de kendisine bir güvenlik ve esenlik vardır.
Üçüncü olarak öldükten sonra diriltildiğinde güven içinde olacak, tüm insanların korkuya kapılacağı kıyamet gününün dehşetinden emin olacak ve korku duymayacaktır.
İmam Râzi diğer âlimlerden aktararak bu konuda şunları söylemektedir:
Ayette geçen esenlik ifadesinin karşılığı olan selam kendisiyle güvenlik meydana gelen şeydir. Nitekim nimetlerde âfet olmaması ve selâmet içinde olmak da bir esenliktir.
Sanki Hz. İsa daha doğar doğmaz söylediği bu ifade ile rabbinden bunu istemiştir. Hz. İsa'nın bu isteği (daha İsa doğmazdan önce) Hz. Allah'ın Yahya peygambere yaptığını haber verdiği şeydir. Hz. Allah onun hakkında şöyle buyurur:
Doğduğu gün, öleceği ve diri olarak kabrinden kaldırılacağı gün ona selam olsun. (Meryem/15)
Peygamberler mutlaka duaları kabul olunan kimselerdir. İnsanın selamete, güvenlik içinde olmaya en çok ihtiyaç duyduğu zaman âyette ifade edilen vakitlerdir; doğum günü, vefat günü ve Öldükten sonra diriltildiği gün. Bu üç vakit, insanın tüm durumlarda esenliğe ihtiyacı olduğunu göstermektedir.
Mutluluğun toplu halde elde edilmesi Allah tarafından verilmesi ile olur. Hz. İsa, her durumda korkudan ve âfetlerden korunmuş olmak için Allah'tan esenlik istemiştir.
Bu âyetler açıkça göstermektedir ki ölüm, öldükten sonra dirilmek gibi her insanın başına gelen ve gelecek olan şeyler, Hz. İsa'nın da başına gelecektir.
İbn Kesir diyor ki:
Bu ayetler Hz. İsa'nın Allah'ın yarattığı bir kul olduğunu isbat etmektedir. İsa da diğer yaratılmış olanlar gibi yaşar, ölür ve öldükten sonra diriltilir. Fakat insanlara en zor gelen (yukarda işaret edilen) hallerde Allah ona esenlik verecektir. Allah ona salat ve selâm etsin.
Hz. isa'nın kıyametten sonra bin yıl yaşayacağına dair elimizde bir bilgi yoktur.
SORU: Âhir zamanda Hz. İsa inecek midir? İnecek ise bu, nerede olacaktır? Bir takım insanların Hz. İsa'nın Senegal's ineceğine dair
söyledikleri doğru mudur?
CEVAP: Buharı ve Müslim gibi çeşitli hadis kitaplarında Hz. İsa'nın âhir zamanda tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivayetler vardır.
Bu hadislerde bildirildiğine göre Hz. İsa, kıyametten önce dünyaya gelişinde bir takım iyilikleri gerçekleştirecek, kötülüklere karşı koyacak ve Kur'an'ın hükümleri ile hükmedecektir.
Bu konuda eski ve yeni ilim adamları arasında uzun tartışmalar vardır. Bununla beraber ilim adamlarının çoğunluğu bu meseleyi aka-id meselelerinin esasından saymamaktadır. Çünkü Hz. İsa'nın (kıyametten önce) dünyaya gelmesi kişisel görüşe yer bırakmayacak mütevatir bir nass (kesin delil) ile isbat edilmemiştir. En iyisi bu hususta tar-tışma kapısını kapamaktır.
Hz. İsa'nın (kıyametten önce) ineceğini kesin bir şekilde iddia
edenler delil olarak şu ayeti ileri sürmektedir:
Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce mutlaka ona iman edecektir. Kıyamet gününde o, onlara şahit olacaktır. (Nisa/159)
Ehl-i kitaptan herkesin mutlaka Hz. İsa'ya iman etmesi âhir zamanda (gökten) inip, İslâm şeriatının hükümlerini uyguladığı ve insanları ona davet ettiği zamanda olacaktır. O zaman her Yahudi ve Hristi-yan Hz. İsa'ya inanacak, onun Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna iman edecektir. Tüm dinler birleşecek tek din olarak İslâm kalacaktır. Kıyamet gününde Hz. İsa kendisine iftira eden, yalanlayan Yahudi ve Hristiyanlann aleyhinde şahitlik edecektir.
Ayetteki bihî ve mevtihî kelimelerindeki zamirler Hz. İsa'ya aittir. Bu tefsir Ebu Hureyre, İbn Abbas, Katâde, İbn Zeyd, Ebû Mâlik, Hasan ve diğerlerinden nakledilmiştir.
Rivayet ve senet bakımından kuvvetli ve zayıf olmak üzere çeşitli hadisler de Hz. İsa'nın âhir zamanda ineceğine delil olarak gösterilmiştir.
Bunlardan birisi şöyledir:
Peygamberler baba bir kardeştir. Anaları başka başka fakat dinleri bir'dir. Hz. İsa'ya insanların en yakını benim. Çünkü onunla benim aramda (başka) peygamber yoktur. O (kıyametten önce) inecektir. Onu gördüğünüzde tanıyınız.
Hadisteki "baba bir kardeş" ifadesinden maksat inandıkları şeyin aynı fakat şeriatlarının başka başka olduğunu anlatmaktır.
Bazı hadislerde şöyle deniyor: "Fecc'ur-Revha" veya "Revha" denilen yere inecektir* Hac ve umre yapmak üzere burada ihrama girecektir.
Burası Mekke-Medine arasında bir yer olup, Hz. Peygamber'in fetihte ve hacda Mekke'ye giderken ve Bedir savaşma giderken yolunun
geçtiği bir yerdir.
Hz. İsa'nın nereye ineceğine dair, farklı görüşler vardır. Bunların bir kısmını aşağıya alıyoruz:
Hz. İsa Şam'a inecektir.
Hz. İsa Şam'ın doğusundaki beyaz minare'ye inecektir.
Kudüs'te Mescid-i Aksâ'ya inecektir.
Filistin yöresinde bir köy olan Lüd köyüne inecektir. Hamevî Mu'cem'ul Buldan isimli eserinde şöyle diyor: Hz. İsa, Lüd köyünün girişinde Deccâli öldürecektir.
Hz. İsa Efik dağına inecektir. Efik Ürdün'de bulunan Havram ile Gavr arasında bir köydür.
Hz. İsa'nın ineceği yer hususunda başka şeyler de söylenmiştir. Fakat Senegal'e ineceği hakkında bir söz yoktur.
işin hakikatini bilen Allah'tır. Bu konuda tartışmayı uzatmanın gereği yoktur.
SORU: Çoğu kere "beklenen mehdi" sözünü duymaktayız. Meselenin hakikati nedir?
CEVAP: Hadis kaynaklarına başvurduğumuzda iki kişiden söz edildiğini görüyoruz. Bunlardan birisi Deccâl'dir. Deccâl, pis ve şerli bir adamdır. Yeryüzünde zuhur edecek olan Deccâl, sapıklığı ve bozgunculuğu yayacak, suç ve günahları çoğaltacaktır.
Hadislerde sözü edilen ikinci kişi Mehdî'dir. Bu zât, hayırlı ve ıslah edici bir zât olup âhir zamanda zuhur edecek, adalet ve fazileti yaygınlaştıracaktır.
Kendisi İsa olmadığı halde ona benzeme gayreti içinde olacak olan Deccâl fitnesine, Mehdî son verecektir.
Pek çok ilim adamı Mehdî'nin Allah katına çekilmiş bulunan Hz. İsa olduğu görüşünde olup, Allah'ın onu yeryüzüne iade edeceğini söylemişlerdir.
Kitap ehlinden pek çoğu ve başkaları ona inanacaktır.
İlim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir. Hadis ilmi ile meşgul olanların büyük bir kısmı da bu görüşe katılmaktadır.
Fakat bazı ilim adamları bu konuyu ele almış başka bir yol ile araştırmaya girmişlerdir. Mehdinin dönüp tekrar ortaya çıkması meselesi eskiden beri üzerinde görüş ayrılığı olan bir meseledir.
Mehdî meselesi ile ilgili olarak Kur'an'da kesin ve açık bir şekilde meseleyi ele alan bir nass yoktur. Hadislerde de mütevatir derecesinde, kesin olan bir hadis yoktur.[1] Bunun içindir ki mehdi meselesini kabul etmeyen kâfir olmaz. Bu görüşü aldığım kaynaklardan biri Me-nar Tefsiri diğeri Fetavâdır.
Menâr Mecmuası'nda Hz. İsa'dan söz edilirken şöyle denmektedir:
Hz. İsa'nın inmesi hakkında pek çok hadis vardır. Bunlar Buharı, Müslim ve diğer Sünenlerdedir. Bu hadislerin çoğu kıyamet alametleri hakkında olup, Deccâl hadisi ile karışık haldedir. Kıyamet alametleri arasında, özellikle Deccâl ve Mehdi hadisleri arasında farklılık, düzensizlik ve çelişki vardır. Bu hadislerin toplamından ortaya çıkan şudur ki Yahudiler arasında bir Deccâl çıkacak, bu milletlerin tarihinde bilinen en büyük Deccâl olacaktır. Bu Deccâl Yahudilerin beklediği Mesih olduğunu iddia edecek ve pek çok kimse bunun yüzünden çetin kargaşaya düşecek, başına belâlar gelecektir.
Daha sonra Menar Dergisi'ndz Hz. İsa'nın ortaya çıkıp Deccâl fitnesini sona erdireceğini, bu olayın müslümanlarla yahudiler arasında uzun sürecek bir savaştan sonra olacağını kaydediliyor.[2]
Mehdi meselesi Hz. İsa'nın hayatının sonunun nasıl olduğu ile ilgili olarak ortaya çıkan ihtilafa bağlı bir meseledir. Hz. İsa normal bir ölümle mi ölmüş, yoksa Allah onu katına çekip kaldırmış ve onu tekrar (dünyaya) döndürecek midir?
Hristiyanhk Hakkında Konferanslar isimli Ebu Zehra'nın kitabına baş vurunca şunları görüyoruz:
Kur'an'ı tefsir eden âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu âlimlerin çoğunluğu Allah'ın îsâ aleyhisselam'ı bedeni ve ruhu ile birlikte göğe çekip kaldırdığı görüşündedirler. Delil olarak Nisa suresi 157-158 âyetinin zahirini ve bu hususta rivayet edilen hadisleri ileri sürmektedirler. Bu âyette şöyle buyrulmaktadır:
Halbuki onu (İsa'yı) ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat (öldürdükleri kimse) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bil'akis Allah onu (İsa'yı) kendi (katı)na kaldırmıştır. Allah büyük izzet ve hikmet sahibidir.
Tefsir âlimlerinden bir grup -ki bunların sayısı azdır- şöyle diyor: Hz. İsa Allah kendisini vefat ettirinceye kadar yaşamıştır. Hz. Allah diğer peygamberlerini nasıl vefat ettirip ruhunu katma çekmiş ise İsa'ya da yapılan odur. Nitekim peygamberlerin, sıddîkların ve şehitlerin ruhu da Allah katma yükselmektedir.
Bu görüşün delili ise aşağıdaki ayetlerin zahiridir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Allah buyurmuştu ki: "Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni katıma yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım." (Al-i İmran/55)
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: "Benim de rab-bim, sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!" dedim. İçlerinde bulunduğum sürece onlar üzerine gözcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun... (Maide/117)
Hz. İsa hakkındaki bu iki gruptan herbirinin benimsediği görüşleri vardır.
Bir soruya cevap vermek gibi gayet sınırlı bir alanda bu iki grubun delillerini sunmak imkansızdır. Zira konu uzun, mesele çok yönlüdür.
Bu bakımdan konu hakkında daha çok bilgi edinmek isteyenlere Nisa suresi 157 ve 158. ayetlerin tefsirine bakmak üzere Taberi tefsirinin 6. cildini tavsiye ederim.
Ayrıca Prof. Sa'd Muhammed Hasan'm İslâm'da Mehdilik ve Dr. Ahmet Emin'ın Mehdi ve Mehdilik isimli kitaplarına başvurmalarını öneririm.
Doğruyu söyleyen ve doğru yola ileten Allah'tır.
SORU: Bazı bilginler Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib'in cehenneme gireceğini, diğer amcası Ebû Leheb'in ise iki haftadan sonra bir hafta azabının hafifletileceğini çünkü yeğeni olan Hz. Muhammed'in doğduğunu duyunca bir cariyesini azâd ettiğini söylemektedirler. Böylesine bir davranıştan dolayı Ebu Leheb'in azabı nasıl hafifler? Oysa diğer amcası Ebu Talib müşriklerin saldırısından Peygamber'i korumuş ve onu savunmuştur. Buna rağmen azab çekeceği söylenmektedir. Meseleyi açıklar mısınız?
CEVAP: Ebu Leheb'in azabının hafifletileceği hakkında kesin bir delil sabit olmamıştır. Kur'an-ı Kerim özel bir sûre ile eşi ile birlikte nasıl azab göreceğini anlatmaktadır. Bu sûrede şöyle buyrulmaktadır:
Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı. O alevli bir ateşe girecek. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da ateşe girecek. (Tebbet/1-5)
Ebu Talib'e gelince: O'nun Hz. Peygamber'i savunduğunda, pek çok yerde ona yardım ettiğinde şüphe yoktur. Her ne kadar bunu akrabalık bağından ve kabilesinin gururu uğruna ve cahiliye döneminde yapmış ise de neticede Hz. Peygamber'e yardımı dokunmuştur. Nasıl yardım etmesin ki yeğeni olan Peygamber babasız ve anasız kalmış, dedesinin ve amcası Ebu Talib'in ellerinde büyümüş, Ebu Tâlib yeğenini zayi etmemek için elinden geleni yapmıştır. O derecede ki nerede ise Hz. Peygamber Ebu Talib'in oğullarından biri olmuştur.
Hz. Peygamber pek çok defa amcası Ebu Talib'i müslüman olmaya teşvik etmiştir. Kendisine: "Amcacığım! Bir kere olsun la ilahe illallah de, Allah'ın katında senin için tanıklık edeyim" buyurmuşsa da Ebu Talib bu isteğe olumlu cevap vermemiştir.
Bununla beraber rivayet olunur ki Rasûlullah amcası Ebu Tâlib için istiğfar etmiştir. Ebu Saîd'il Hudrî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamberin yanında amcası Ebû Tâlib anıldığında: "Umulur ki kıyamet gününde şefaatim ona fayda verecek de onu cehennemin hafif yerine koyacaklar" buyurmuştur.
Abdullah b. Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cehennem halkının en hafif azap görecek olanı Ebu Talib'tir. Ona ateşten bir ayakkabı giydirilecek, ondan dolayı dimağı kaynayacaktır.
Hz. Peygamberin bir diğer amcası Abbas (r.a) "Ey Allah'ın Rasû-lü! Ebu Tâlib seni korur ve sana yardım ederdi. Bunun ona faydası olacak mı?" deyince Hz. Peygamber: "Evet! Ben onu cehennem ateşinin derinliklerinde buldum da, hafif olan yerine çıkardım" buyurdu.
Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılıyor ki Kur'an-ı Kerim Ebû Leheb'in cehennem azabına duçar olacağını kesinlikle bildiriyor. Allah söz söyleyenlerin en doğrusudur. Allah'tan daha doğru söz söyleyen var mıdır?
Ebu Talib ise hadislerde bildirildiği üzere cehennem azabı görecek, fakat onun azabı hafifletilecektir.
En doğrusunu Allah bilir.
SORU: Hz. Ali'nin kabri nerededir?
CEVAP: İslâm tarihinde meşhur olan Hz. Ali'nin şehid edilmiş olduğudur. Hz. Ali'yi öldüren Haricîlerden Abdurrahman b. Mülcem'dir.
Tarihçiler Hz. Ali'nin kabrinin nerede olduğu hususunda görüş ayrılığı içindedirler.
Deniliyor ki Hz. Ali'nin kabri Neceftedir. Fakat İbn Teymiye, ma'rifet erbabı kimselerin Hz. Ali'nin belirli bir yerde kabri olmadığında görüş birliği ettiklerini söylüyor. Necef te Hz. Ali'nin kabri olduğu söylenen mezar, Muğire b. Şube'nin kabridir. Bu kabrin Hz. Ali'ye ait olduğu, Hz. Ali'nin vefatından 300 yıldan fazla bir zaman sonra ortaya atılmıştır.
İbn Teymiye'nin tercihine göre Muhtar'ul Fetâva isimli eserde anlatıldığı üzere Hz. Ali Irak'ta Küfe şehrinde (o zamanın) başkanlık sarayında defnedilmiş tir. Hz. Ali'nin defnedilme işini yapanlar Haricîlerin bir zarar vermesinden korktukları için mezarı gizlemişlerdir. Zira Hariciler bunu bilselerdi Hz. Ali'nin kabrini eşer ve onu oradan çıkanılardı.
Muhtasar'ul Fetâvâ isimli kitapta bu konuda aynen şunlar yazılıdır:
Hz. Ali'nin vefat edince bir deveye veya bir hayvana bindirilip (hayvanın) salıverildiği, sonra hayvanın çöktüğü yere defnedildiği ve böyle yapılmasını Hz. Ali'nin vasiyet ettiği tüm ilim erbabının ittifakı ile uydurulmuş bir yalandır. Sıradan herhangi bir müs-lümana dahi ölünce böyle bir şey yapılması helâl değildir. Hz. Ali gibi bir zât'a böyle bir şey yapılamaz. Kaldı ki böyle bir şeyi vasiyet etmek de hiç bir kimse için helâl değildir. Zira ölüyü hayvana yükleyip salıvermek ölüye bir çeşit ceza vermektir.
îbn Teymiye'nin söyledikleri bize uygun gelse de gelmese de bir müslümana layık olan, bu büyük imamın, Râşid Halife'nin hayatı ile meşgul olmaktır.
Bu misk kokan şahane hayat, baştan başa cihad, ihlas, yakîn, iman ve önderlik dersleri ile dopdoludur. Bu hayat her müslümanın rehberi olmalıdır; müslüman bu örnek hayatı düşünmeli, ondan ibret almalıdır. Böyle bir hayattan etkilenmek bu İslâm kahramanının hatırasını ebedîleştirmek olur. -Allah ondan hoşnut olsun ve onu bizlerden hoşnut eylesin Şu kadarını bilmek yetişir ki Hz. Ali, Allah'ı ve Peygamber'i seven; Allah'ın ve Peygamberi'nin de kendisini sevdiği bir adamdır.
Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:
Hoşnut değil misin ey Ali! Hz. Musa'ya göre Harun ne ise sen de bana göre öylesin. Şu kadar ki benden sonra peygamber yoktur.
SORU: Bazı kitaplarda okuduğuma göre Hz. Ali vefat ettiğinde bir deveye bindirilmiş, deve Hz. Ali'yi, Allah'ın dilediği bir yere kadar götürüp bırakmış. Bu doğru mudur? Hz. Ali'nin kabri nerededir?
CEVAP: Tarihi bir gerçektir ki Hz. Ali -Allah ondan hoşnut olsun ve ona ikram eylesin- şerefli bir şekilde öldürülmüş ve şehit olmuştur.
Hz. Ali'yi öldüren kişi Harici mezhebinden olan İbn Mülcem'dir. İbn Mülcem ve iki kişi daha aralarında anlaşarak Amr b. As, Muaviye ve Ali'yi öldürmek üzere bir plan yaptılar. Ancak Amr ve Muaviye bu suikasttan kurtuldu ise de Hz. Ali rabbine şehit olarak kavuştu.
Hariciler bu üç zât'ı kâfir kabul ediyor, ayrıca kendi görüş ve arzularına uymayan kimseleri de kâfir sayıyorlardı.
Soruda ifade edildiği şekilde Hz. Ali şehit edildikten sonra onun cesedinin bir bineğe bindirilmesi hikayesi, ilim ehline göre uydurulmuş bir yalandır. Çünkü Hz. Ali böyle bir vasiyette bulunmadığı gibi kendisine böyle bir işlem de yapılmamıştır. Sıradan bir müslümamn cenazesine dahi böyle bir şeyin yapılması helâl değildir. Hz. Ali gibi şerefli bir şehide böyle bir şey nasıl yapılır?
Kerbelâ olayından sonra ehl-i beytten olanların iki hörgüçlü bir deveye bindirildiğine dair söylenenler, İslâmiyet hakkında kötü düşünceleri olan münafık ve zındıkların iftirasıdır.
Hz. Ali'nin Hayber'de hedef gibi tutulup, ordunun üzerinden geçtiği, bu arada bir kâfirin Hz. Ali'yi katınyla çiğnemesi üzerine Hz. Ali'nin "Allah soyunu kessin" diye katıra beddua ettiği (ve bu yüzden katır cinsinin yavrusu olmadığı) da bir iftiradır. Zira aklı olan herkes bilir ki Allah'ın yarattığı zamandan beri katırın yavrusu olmaz. Bundan başka Hayber savaşı sırasında (hayvanlar arasında) katır yoktu.
Hz. Ali'nin kabrinin nerede olduğu hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Fakat meşhur olan, Hz. Ali'nin Küfe'deki (o zamanın) başkanlık sarayına defnedilmiş olmasıdır. Hz. Ali'nin cenazesini gömenler kabrin nerede olduğunu açıklamamışlardır. Bunu, Haricilerin bir kötülük yapmasından çekindikleri için saklamışlardır. Zira Hariciler Hz. Ali'ye baş-kaldırmış ve onun kâfir olduğunu iddia etmişler, bu sebeple Hz. Ali ile savaşmayı ve onun öldürülmesini helâl saymışlardır. Tüm bu söylediklerimiz Muhtasar'ul Fetâvâ el-Mısriyye isimli eserden alınmıştır.
İbn Teymiye de şöyle diyor:
Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen Necef teki kabir gerçekte Hz. Ali'ye ait değildir. Zira bü kabrin Hz. Ali'nin kabri olduğu, onun vefatından 300 yıl kadar sonra söylenmeye başlamıştır.
Hz. Ali'nin kabrinin nerede olduğunun hiç bir önemi yoktur.
İstikameti doğru bir müslümana göre önemli olan bu büyük mücahit ve İslâm liderinin hayatından istifade etmektir. O Hz. Peygamber'in amcazadesi ve Rasûlullah'm tertemiz kızı Fatıma-i Zehra'nın, Fâtıma-i Betül'ün eşidir.
SORU: Râşid halifelerin dört olduğu bilindiği halde Ömer b. Abdü-laziz'e niçin "beşinci râşid halife" denmektedir?
CEVAP: İnsanlarca meşhur olarak bilinen, raşid halifelerin dört kişi olduğudur; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali.
Fakat pek çok tarihçi adaletli bir yönetici olan Ömer b. Abdüla-zız m râşid halife" lakabına hak kazanmış olduğu görüşündedir.
Süfyan-ı Sevrî şöyle diyor: "Halifeler beştir: Hz. Ebubekir, Hz. Orner, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz. Süfyan-ı Sevrî'nin bunlara "adaletli imamlar" ve "hidayet imamları" dediği de rivayet
edilmiştir.
İmam Tûsî de: "Ömer b. Abdülaziz râşid imamlardandır" demiştir.
Burada bir hususu hatırlamalıyız: İlim adamlarının görüş birliği ile İslâm'da ilk "müceddid" Ömer b. Abdulaziz'dir. Âlimler bunu "Hz. Allah her yüz yıl başında bu ümmete dinini yenileyecek birini gönderir" hadisinin açıklaması sırasında bildirmişlerdir.
Bu konudan Raşid Halifelerin Beşincisi Ömer b. Abdülaziz isimli kitabımın birinci kısmında söz etmiş, şöyle demiştim: Ömer b. Abdüla-ziz'in hilafet dönemi, nurlu Peygamber dönemine bir dönüştür. Bu dönüş, ışığını Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminden almıştır.
Hayır ve bereket dolu işlerin ilk dört büyük halifenin eliyle yapıldığını görünce şunu hatırlamamız gerekir ki bizzat Hz. Peygamberin oluşturduğu uzun hazırlık dönemi kendisinden sonra geleceklerin yolunun doğru ve dengeli olmasını sağlamıştır. İşte dört halifeden her biri bu yoldan yürüyerek, bu yola dosdoğru uyarak pek çok hayırlı işler gerçekleştirmişlerdir.
Fakat Ömer b. Abdülaziz bir takım grup ve hiziplerin ve kavmiyetçilik duygularının yaygın olduğu bir dönemde göreve gelmiştir. Bu dönemde bir takım fitne ve problemler meydana gelmiş, idare edenle, idare edilenler arasında bir uçurum oluşmuştur. Halk zulümden ve işlenen günahlardan söz eder olmuştur.
İşte böyle bir dönemde beşinci halife bir şafak gibi doğmuş, zulme uğrayanların hakkını elde etmeleri için gerekeni yapmış, başkaldıranlara haddini bildirmiş, insanlar arasında iyiliği, güvenliği, esenlik ve adaleti yaygmlaştırmıştır. Bu itibarla tarihçilerin ona beşinci raşid halife demelerinde bir gariplik yoktur.
Ömer b. Abdülaziz tüm davranışlarında ve işlerinde kendisini Hz. Peygamber'in sünneti ile sınırlamıştı. Bir sözünde: "Allah'a yemin ederim ki ben bidatci değilim. Fakat ben Hz. Peygamber'e uyan biriyim"
demişti.
İnsanlara yazdığı fermanda: "Hz. Peygamber'in sünneti yanında başka bir şeye uymayı hiçbir kimse için caiz görmüyorum" demişti.
Kendisinin ve başka insanların, İslâm toplumunda Peygamber'den sonra çıkarılmış uydurma şeylerle mücadele edip onu ortadan kaldırmaya çalışması olanca gücün sarf edilmesini öngörüyordu. İnsanların bu uydurmalardan sıyrılıp Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi bir yaşantıya dönmesini sağlamaya gayret ediyordu. Bu konuda hiçbir aracı ve şefaatçi kabul etmez, bu düşüncesini gerçekleştirmeye engel olmak için dostları ve akrabaları bile araya girse onların hatırını gözetmezdi.
Bazı araştırmacılar beşinci raşid halife'nin Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan olduğunu söylemiştir. Fakat gerçekte Hz. Hasan açık bir şekilde, tam manası ile halifelik görevine başlamamıştır. Neredeyse insanlar kendisine biat etmemiştir (diyebiliriz). İnsanların değişik davranışını ve görüş ayrılıklarını görünce halifelik hakkından vazgeçmiştir. Hz. Hasan bunu ayrılığa engel olmak ve anlaşmazlığa son vermek için yapmıştır.
Lâkin Ömer b. Abdülaziz fiilen halifelik görevine başlamış, uygulamalarda Hz. Peygamber'in sünnetine buymuştur.
Hilafet dönemi çok sürmemesine rağmen pek çok ıslah hareketi gerçekleştirmiştir.
Bunun içindir ki tarihçiler onun dönemini Hz. Peygamber'in nurlu dönemine ve dört halifenin zamanına dönüş saymışlardır. Allah'ın hoşnutluğu onların hepsinin üzerine olsun-
SORU: Kahire'de kendi adı ile bilinen bir türbesi bulunan Seyyide Zeyneb, Hz. Peygamber'in torunu mudur?
CEVAP; Seyyide Zeyneb sabırlı, mücahid temiz bir mü'mindir. Hz. Zeyneb'in babası Hz. Ali, annesi Rasûlullah'ın kızı Fâtımat'ul Betül'dür.
Hz. Zeyneb hicretin beşinci yılında ağabeyisi Hüseyin'den iki yıl sonra Şaban ayında dünyaya gelmiştir. Amcazadesi sayılan Cafer-i Tayyar'ın oğlu Abdullah ile evlenmiştir.
Hz. Zeyneb iyi konuşur, iyi Kur'an okur ve hadis bilgini sayılırdı. Aynı zamanda mücahide bir hanım idi. Şehit edilinceye kadar kardeşi Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da yanında yer aldı.
Hz. Zeyneb: "Bize Peygamber'i ile ikramda bulunan ve bizi (ehl-i beyt olarak) pislikten temizleyen Allah'a hamd ve sena olsun" derdi.
Kardeşi Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra hicretin 61. yılında Mısır'a gelmiş, Mısır halkı kendisini saygı ve ikramlarla karşılamıştır. Mısır'a gelişinden bir yıl kadar sonra vefat etmiştir.
Hz. Zeyneb Eski Mısır'da Fustat'da Mesleme b. Mahled'in evinin bulunduğu yere demediİmiştir. Daha sonraları şimdi orada bulunan türbesi yapılmıştır. Türbenin yakınına, türbenin hizmetinde bulunan ve Şeyh Atris olarak meşhur olan ermiş Muhammed Ebu'l Mecd el-Kure-şî el-Huseynî defnedilmiştir.
Peygamber'in Torunu isimli eserde şunları yazmıştım: Genel veya özel olarak yazılan kitaplarda Hz. Zeyneb'in cesedinin nerede olduğundan, Mısır'daki meşhur türbesinde bulunduğundan söz edilmiştir. Bu eserlerde Hz. Zeyneb'in meşhur türbesinde bulunduğuna dair pek çok deliller ileri sürülmüştür. Bu delillerden bazıları tarihi rivayet, bazıları kişisel olaylar, bazıları görülen rüyalar veya benzeri şeylerdir.
Hz. Zeyneb'in Mısır'daki türbesinde bulunduğunu kabul etmeyen veya bunun şüpheli olduğunu ileri sürenler vardır. Bunların iddiası "bu kadar çok zaman geçtikten, yapılarda ve belirgin noktalarda değişiklikler olduktan sonra Hz. Zeyneb'in defn edildiği yerin tam olarak belirlenmesinin zor olduğu" şeklindedir.
Fakat meşhur olan ve tercih edilen, Hz. Zeyneb'in, türbesinin bulunduğu yerde defnedilmiş olduğudur. Bunun içindir ki çok eskilerden beri müslümanlar bu türbeyi ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmişler, burada dualar edip Hz. Zeyneb'in şefaatini ummuşlardır.
(Ey Muhammed!) De ki: 'Ben sizden buna (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka karşılık istemiyorum.' (Şuarâ/23)
Müslümanlar Hz. Zeyneb'in doğum yıldönümlerinde Recep ayının başından yarısına kadar görkemli merasimler yapmaktadırlar.
Bizzat Hz. Zeyneb'ten rivayet edilen Müslim'in Sahihi'nde kaydettiği şu hadis ehl-i beyte karşı sevgi ve saygı görevini hatırlatmaktadır:
Ehl-i beytim hususunda size Allah'ı hatırlatırım!
Hz. Peygamber'in ehl-i beyti hakkında aşağıdaki mısraları söyleyen şair, ne güzel söylemiştir:
Yeryüzünde ehl-i takva bir-bir sayılsa, Yeryüzünde en hayırlı kimdir? denilse, Ehl-i beyt bunların hepsinin imamıdır. Herkesten hayırlıdır onlar; bu, mü'minin imanıdır. Kimse ulaşamaz cömertliğine onların Kerem'de hiç bir fert eşi olamaz bunların.
Yüce Allah Kur'an-ı hakiminde ehl-i beytin üstünlüğünü şu sözüyle onaylamıştır:
Ey ehl-i beyt! Allah sizden ancak kir'i gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler. (Ahzâb/33)
SORU: Hanbelî mezhebi ehl-i sünnet mezheplerinin kaçıncısıdır? *ger üç mezhebin Hanbelî mezhebinden daha sağlam ve kuvvetli olduğunu işittim. Bu hususta görüşünüz nedir?
CEVAP: Hanbelî mezhebi, değerli bir hadis ve fıkıh âlimi olan Ebû bdıllah Ahmed b. Muhammed Hanbel'e nispet edilen mezheptir.
Ahmed b. Hanbel Muhammed Reşid Rıza gibi bazı araştırmacılara göre hicri 3. asnn müceddididir.
Hanbelî mezhebi ehl-i sünnetin dört mezhebinin zaman bakımından dördüncüsü, yani sonuncusudur. Bunun sebebi Ahmed b. Han-bel'in, diğer mezheplerin kurucusu olan imamların en son dünyaya geleni olmasıdır.
Dört İmam isimli eserde Ebu Hanife'nin, dört imamın ilki olduğu bildirilmektedir. Ebu Hanife Hicri 80 yılında doğmuş, 150 yılında vefat etmiştir. İmamların ikincisi olan İmam Mâlik hicrî 93 yılında doğmuş, 179 yılında vefat etmiştir. Dört imamın üçüncüsü olan İmam Şafii hicrî 150 yılında doğmuş, 204 yılında vefat etmiştir. İmamların dördüncüsü olan Ahmed b. Hanbel, hicri 164 yılında doğmuş, 241 yılında vefat etmiştir.
İslâm Mezhepleri Tarihi isimli eserin ikinci kısmında şöyle denmektedir: Âlimler Ahmed b. Hanbel'in hadis âlimi olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak bazıları Ahmed b. Hanbel'in diğer imamlar gibi fıkıh âlimi olduğunu kabul etmemişlerdir. İbn Cerîr Taberî ve İbn Kuteybe bunlardandır.
Fakat Ahmed b. Hanbel'in sözlerinden ve fetvalarından nakledilenler dikkatli bir şekilde incelendiği zaman, onun hadisciliği ağır basan bir fâkih olduğu görülür.
Elimizde Ahmed b. Hanbel'den nakledildiği kesin olan çeşitli fıkıh rivayetleri vardır. Bunlar müslümanlar tarafından kabul görmüş rivayetlerdir. Reddedilmeyi gerektirecek deliller olmadıkça bu rivayetleri reddetmemiz söz konusu olamaz.
Ahmed b. Hanbel'e diğer mezhep imamları gibi "fakih değildir" denilmesinin sebebi, kendisinin çoğu kere fetva vermek yerine hadis rivayet etmeyi tercih etmesi olabilir. İşte Ahmed b. Hanbel'in bu özelliği onun fıkhı yönünü perdelemiştir. Aynı zamanda insanları verdiği fetvaları yazmaktan menediyordu. Çünkü rivayet ettiği hadislerle verdiği fetvaların birbirine karışmasından korkuyordu. Bir korkusu da insanlar fetvası ile meşgul olurken hadise verilen önemin azalması idi.
Fakat fetvalarının yazılmasını yasaklaması uzun sürmedi. Daha sonra fetvalarının yazılmasına izin verdiği gibi bizzat kendisi de fetvalarını yazdı. Bunlar Ahmed b. Hanbel'in fıkıh yönünün bir kısmını teşkil ediyordu.
Armed b. Hanbel'in böyle tanınmasının bir sebebi de sahabenin ihtilaf ettiği meselede İbn Hanbel bunların hepsini alması aralarında bir tercih yapmamasıdır. Tabiîn'in ihtilaf ettiği meselelerde de aynı yolu tutardı.
Bir başka sebep ise bazı araştırmacıların bir takım fıkhî meselelerin Ahmed b. Hanbel'e nisbetinde şüphe olduğu fikrini yaymalarıdır. Fakat bu şüphelerin güvenilir bir dayanağı yoktur.
Durum ne olursa olsun, müslümanlar dört mezhep imamı döneminden bu yana Ahmed b. Hanbel'i bu dört imamdan biri olarak kabul etmektedirler. Ahmed b. Hanbel'in mezhebine çeşitli İslâm memleketlerinde uyanlar, Hanbelî mezhebinden olanlar vardır.
Allah onların hepsinden razı olsun.
SORU: Hadis kitaplan arasında yer alan Buharî'nin Sahih'i ile Müslim'in Sahih'i arasındaki temel fark nedir? Rivayetlerinin sahih olması bakımından bu iki kitaptan hangisine daha çok güven duyulması gerekir?
CEVAP: Sahih kelimesinin buradaki anlamı, içerisinde özel yollan ile Hz. Peygamber'in hadislerini sahih olarak toplayan kitap demektir.
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinin kıymetini anlayabilmemiz için bu değerli iki hadis âlimini bir parça tanımamız gerekiyor.
Buharî'nin adı Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Muğire olup, künyesi Ebu Abdillah'tır. Kendisi pek değerli eserlerin sahibidir. Sünnet ve hadis dalında çok yüksek bir yeri vardır.
Hicri 194 yılında Buhara'da doğan Buharı hadis öğrenmek için seyahatler yapmış, bin kadar hocadan hadis dinlemiştir.
Ateşin bir zekâya sahip olan Buharî ilim ve anlayış timsalidir.
Sahih isimli eserini on altı yılda yazmış, bu kitaptaki hadisleri 600 bin hadisten seçip çıkarmıştır. Buharî bu eseri için: "Ben bu kitabımı Allah ile aramda bir belge sayıyorum" demiştir.
Buharî bu kitabına şükür için iki rekat namaz kılmadıkça hadis yazmıyordu. Rivayetleri ve ravileri iyice araştırıp tetkik ediyordu. Bir hadisin sahih olduğuna Peygamber'den rivayetinin sabit olduğuna kanaat getirinceye kadar araştırmasını sürdürüyordu.
Bu özelliğinden dolayıdır ki ilim adamları Buharî'nin bu eseri hakkında şöyle demişlerdir: "Allah'ın kitabından sonra en sahih kitap Buharî'nin Sahihidir.
Buharî 256 yılında vefat etmiştir.
İmam Müslim'in adı Müslim b. Haccac b. Müslim el-Kuşeyri olup, künyesi Ebu'l-Hüseyin'dir. Müslim hadis ilminde temel kişilerden biridir.
Hicri 204 yılında doğan İmam Müslim, pek çok beldelerde hadis öğrenmek için gezip dolaşmıştır. Müslim, güvenilir ve sağlam bir zât idi. Kitabı hakkında kendisi şöyle diyor: "Bu Sahih isimli kitabımı işitmiş olduğum 300 bin hadis arasından seçip oluşturdum."
İmam Müslim, hicretin 261. yılında vefat etmiştir. Kendisi İmam Buharî hakkında şöyle demiştir: "Ey Buharî! Seni ancak kıskanç biri ayıplayabilir. Ben şahitlik ederim ki dünyada senin benzerin yoktur."
İmam Müslim, Buharî'yi savunur ve onun hadis hafızları, imamları ve âlimleri arasındaki yerini takdir ederdi.
Alimlerin çoğunluğu Buharî'nin Sahihinin hadis dalında daha zengin, daha doğru ve daha titiz olduğu görüşündedirler. Bundan dolayı bir hadis arayan kimse, onu Buharı1 de bulursa hadisin sıhhatli olduğuna kanaat getirir. Aynı hadis, Buharî'nin Sahihi yanında Müslim'in Sahih'in'dc de bulunursa insanın o hadis hakkında güveni artar.
Hadisler arasında en kuvvetlisi Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen hadislerdir. Bu hadislere, üzerinde bu iki büyük hadis imamının ittifak etmesinden dolayı "mütefekkun aleyh" hadisler denir. Her iki imamın ittifak ettikleri hadisler bir hayli fazladır.
Hadislerden birinin sıhhati hakkında bilgi almak isteyen kimse hadis; Buharî'nin Sahihinde aramaya başlamalıdır. Aradığı hadisi orada bulursa ona güvenebilir. Orada bulamaz ise Müslim'in Sahihine başvursun. Orada bulduğu hadis de güvenilir bir hadistir. Aynı hadis her ikisinde de bulunursa daha çok güvenilir demektir.
SORU: Seyyid Ahmed Bedevi hazretlerinin hayatı hakkında bilgi rica ediyorum. Kendisi gerçekten Mağribli midir?
CEVAP: Seyyid Ahmed Bedevi'nin (babaları ile birlikte) adı: Ahmed b. Ali b. İbrahim'dir. Sülalesi Cafer Sadık yoluyla Hz. Ali'ye dayanır. Ailesi, Haccac b. Yusuf Sakafi zamanında Hicaz'dan Mağrib'e göç etmiştir.
Ahmed Bedevi hicri 596, miladi 1200 tarihinde Mağrib'de Fas şehrinde dünyaya gelmiştir. Kendisinden başka beş kardeşi vardır. Söylendiğine göre Ahmed Bedevi doğmazdan önce annesi bir rüya görmüş; rüyasında "Müjde! Bir oğlun olacak fakat bu başka oğlanlar
gibi değildir" denmiştir.
Ahmed Bedevi çocukluğundan beri züht ve takva ehli idi. Tasavvufu Şeyh Abd'ul-Celil Nişaburi'den öğrenmiştir.
Yedi yaşında iken babası ile birlikte Mekke'ye gitmiş, yolda Mısır'a uğrayıp bir süre orada kalmışlardır.
Seyyid Bedevi bundan sonra takvası, dindarlığı ve cesareti ile meşhur olmuştur. Mekke'de iken, şehre yakın bir mağarada halvet halinde (tek başına) bir süre yaşamıştır.
Daha sonra kardeşi ile birlikte Irak'a giden Bedevi Hazretleri Irak'ın her tarafını dolaşmış, tasavvufla şöhret sahibi olmuştur.
Rivayete göre çok zengin ve parlak bir güzelliği olan Fatma b. Beri ile karşılaşan Seyyid Bedevi ona öğüt verip nasihat etmiştir.
Daha sonra tekrar Mekke'ye dönen Seyyid Bedevi bir müddet sonra hicri 635 yılında Tantâ'ya göçmüştür. Orada ilk arkadaşı ve kendisinden sonra halifesi olan Ahmed Abd'ul Ali ile aralarında bir dostluk peyda olmuştur.
Seyyid Bedevi'ye ait öğütler içeren sözler vardır. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz:
"Çok zikretmeye devam et. Sakın gafillerden olma!"
"Sizin en güzel ahlâklı olanınız, Allah'a imanı çok olanınızdır. Kötü ahlak güzel amelleri; sirkenin balı bozduğu gibi bozar."
Aşağıda ki mısralar seyyid Bedevi'ye nisbet edilen şiirlerdendir. Allahım! Sensin sahib-i insan Sensin cömert, sahib-i fazl u ikram
Allahım! Dün geceledim, hüzünle doldu postum
Durumumu görse memnun olmazdı dostum.
Allahım! Kirlendi bedenim, yandı günahtan bağır
Sonsuza dek bunu taşımak zor, çok ağır
Affınla cömertliğinle bağışla beni Allahım!
Kapında gönlüm kırık, göklere yükselir ahım
Seyyid Bedevi'nin Şerif, İmam, Feta, Kutup gibi lakapları vardır.
Seyyid Bedevi 12 Rebi'ül-Evvel 675 hicri; 1276 miladi yılın Ağustos ayında salı günü vefat etmiş, Tantâ'da defnedilmiştir. Seyyid Bedevi'nin ziyaret edilen bir türbesi ve kendisine nisbet edilen büyük bir camii vardır. Doğum yıldönümünde her sene görkemli merasimler yapılmaktadır.
SORU: Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmekle emrolunması-nın hikmetini öğrenmek istiyorum. Bilgi verir misiniz?
CEVAP: Hayatta güçlüklerle imtihan edilmek bir çeşit ruh temizliği ve eğitimdir.
Yüce Allah mii'min kullarını içerisinde zorluklar bulunan, peş peşe gelen güçlükler ve çeşitli durumlarla imtihan eder. Tâ ki bunlara sabırla dayanıp bu tecrübelerden istifade etsinler.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.
İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman "Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz" derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır. (Bakara/155-157)
Bir kimse kavmi arasında ne kadar büyük birisi ise, sorumluluğu ve karşılaştığı güçlükler de o oranda büyük olur.
Bunun içindir ki Hz. Peygamber 'Hangi insanın imtihanı daha şiddetli olur?' sorusuna şöyle cevap verdi:
(Önce) peygamberler. Sonra en faziletli olanlar. İnsanlar dinlerinin kuvveti) ölçüsünde (dert ve sıkıntı çekerek) imtihan edilir. Dindarlığı güçlü olanın imtihanı daha şiddetli olur. Dindarlığı zayıf olanın imtihanı zayıf olur. Bir adama musibet gelirde (ona sabrederse) yeryüzünde günahsız yürür hale gelir.
Yani derdine sabrettiği için Allah hatalarını mağfiret eder. Rasûlullah bir diğer hadislerinde şöyle buyuruyor:
Yüce Allah bir topluluğu (veya bir insanı) severse onlara dert vererek imtihan eder. Allah'tan gelene razı olana Allah'ın hoşnutluğu, kızıp isyan edene Allah'ın gazabı vardır.
Peygamberlerin insanlar için en büyük örnek olduklarında şüphe yoktur. Onun içindir ki Yüce Allah'ın Peygamberi'ni imtihanı diğerlerinden daha zorlu olur.
İşte peygamberlerin büyüklerinden olan İbrahim aleyhisselam ihtiyarlamış haline, ilerlemiş yaşına rağmen Allah ona çok değerli bir
oğul bahşediyor, İsmail'i veriyor.
Hz. Allah İsmail'i öyle bir şekilde yaratıyor ki ilim onda, hilm onda, diğer güzel özeliklerin hepsi onda.
Öte yandan Hz. İbrahim rüyada İsmail'i kurban etmekte olduğunu görüyor. Hz. İbrahim bu rüyanın oğlu İsmail'i kurban etmesine bir işaret olduğunu anlar. O rabbine itaat eden, O'nun emirlerini yerine getiren biridir. Rabbinin kendisini, emre ne derece uyduğu Allah yolunda neleri feda edebileceği hususunda denemekte olduğunu bilir.
Hemen hiç tereddüt etmeden ve gecikmeden gördüğü rüyayı bir emir bilerek uygulamaya girişir. Önce durumu oğluna bildirir. O güzel oğul büyük bir kahramanlık, muazzam bir fedakarlıkla bunu kabul eder.
Hz. İbrahim oğlunu kurban etmek üzere harekete geçince Cenab-ı Hak İsmail'e bir fidye olmak, İsmail'i kurtarmak üzere bir kurbanlık gönderir ve emrine uymasına mukabil Hz. İbrahim'e büyük sevaplar verir.
işte Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etme imtihanındaki hikmet budur. Allah'ın kurban ile ilgili bildirdiği bu olay müslümanlar için bir görev ve sünnet olmuş, Kurban bayramında müslümanlar bu görevi yerine getirmekle emrolunmuştur.
HZ. İSA'NIN YAŞI SORU: Hz. İsa Allah tarafından göğe kaldırıldığında kaç yaşında idi?
CEVAP: İbn Kesir tefsirinin birinci cildinde "Hz. İsa'yı düşmanları öldürmek istediğinde Hz. Allah onu korumuş, kendi katma çekmiştir. Bu sırada 33 yaşında idi" diyor. Böyle olduğu hadiste de geçmektedir.
Yine İbn Kesir der ki:
Hz. İsa'nın yaşı hakkında cennet ehlinin durumunu anlatan hadiste bilgi vardır. Buna göre cennet ahalisi, Adem Peygamber sıfatında ve Allah katma çekildiği sıradaki Hz. İsa'nın yaşında olacaklardır. Hz. İsa o zaman 33 yaşında idi.
İmam Müslim, Hz. İsa'nın kıyametten önce yeryüzüne indiğinde, yeryüzünde yedi yıl kalacağını bildiren bir rivayet kaydetmektedir. Böylece Hz. İsa'nın ömrünün tamamı kırk yıl olmaktadır. Otuz üç yılı göğe çekilmezden önce, yedi yılı da gökten indikten sonradır.
İhtimal ki "Hz. İsa gökten indikten sonra yeryüzünde kırk yıl kalacak, sonra vefat edecek, müslümanlar cenaze namazını kılacaklardır" rivayetinin anlamı budur. Çünkü "kırk" ifadesinden maksat, yeryüzünde kalacağı sürenin toplamıdır. Göğe çekilişinden önce ve sonra yeryüzünde kaldığı sürenin toplamı kırk yıl olmaktadır.
îbn Asâkir, Hz. İsa'nın göğe çekildiğinde yüz yaşında olduğunu rivayet etmiştir.
İşin gerçeğini en iyi bilen Allah'tır.
SORU: "Hz. Ali kâfirlere karşı savaşa gireceği sırada ism-i azam duasını okur, bu duanın bereketi ile zafer kazanırdı" deniliyor. Bu dua Kur'an'm neresindedir?
CEVAP: İbn Kesir tefsirinde Hz. Süleyman'ın Belkıs ile olan kıssasını anlatan Nemi suresi ayetinin tefsirinde şöyle diyor:
Rivayet olunduğuna göre Hz. Süleyman'a ayette ifade olunan sözü söyleyen zât ism-i a'zam duasını biliyormuş.
Vehb b. Münebbih'ten rivayete göre bu sözü Hz. Süleyman'a söyleyen kimse şöyle demiş: "Ey Süleyman! Şöyle bir yere bak! Gözünle baktığın yeri tanı olarak görmeden Belkıs'ın tahtını getireceğim."
Rivayete göre Hz. Süleyman'a Belkıs'ın tahtının bulunduğu sağ tarafa bakmasını söylemiş. Sonra abdest alıp Allah'a dua etmiş.
Mücahid'in söylediğine göre dua ederken: "Yâ zel celâl'i ve'l-ik-ram" duasını okumuş.
Zühri diyor ki: O zat "Ey bizim ve her şeyin tek Allah'ı! Senden başka ilah yoktur. Belkıs'ın sarayını bana getir" diye dua etmiş.
Taberî tefsirinde Hz. Katâde'den rivayet edildiğine göre o zât kendisi ile dua edildiğinde mutlaka duanın kabul edildiği Allah'ın adını biliyormuş.
Aynı kaynakta ifade edildiğine göre o zât kendisi ile dua edildiğinde duanın kabul edildiği, istenilenin verildiği "ism-i a'zam'ı" biliyormuş.
Soruda ifade edilen Hz. Ali'nin ism-i azam'ı okuduğu hakkında bilgim yoktur. Hz. Ali'nin bunu okuduğunun sahih olduğunu söyleyen
birini de bilmiyorum. Her bilenin üstünde bir bilen vardır.
SORU: Haftalık bir dergide şöyle deniyor: Alimlerin önderi dedi ki: "Neyi bilirseniz bilin, bildiğinizi uygulamadıkça Allah bilginize bir sevap vermeyecektir" demiştir şeklinde bir söz kayıtlıdır. Âlimlerin önderi kimdir? Bu zât hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Âlimlerin önderi olarak bilinen zâtın adı Muaz b. Cebel b. Amr el-Ensarî olup künyesi Ebu Abdurrahmân'dır. Kendisi değerli bir sahâbidir. Hz. Muaz on sekiz yaşında iken müslüman olmuş, Ra-sûluUah ile birlikte tüm savaşlara katılmıştır. Hicretin 18. yılında Şam'da Amvas adı verilen taun salgınında ölmüştür. O sırada 38 yaşlarında idi.
Kendisine "Âlimlerin önderi" denmesinin sebebi Hz. Peygamber'in hakkında söylediği bir hadistir. Rasûlullah bu hadisinde şöyle buyurmuştur:
b. Cebel kıyamet gününde bir ok atımı -veya bir taş atımı ilerde âlimlerin önderi olacaktır.
Hz. Muaz hakkında bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: Ümmetimin haramı ve helâli en iyi bileni Muaz b. Cebel'dir.
Rivayet olunuyor ki Hz. Peygamber Muâz'ın elini tutarak şöyle buyurdu:
Ey Muâz! Vallahi ben seni seviyorum. Her namazın arkasından (Allâhümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve husn'i ibadetik) duasını yapmanı tavsiye ederim.[3]
Abdullah b. Mes'ud diyor ki: Gerçekten Muaz bir hanîf olarak Allah için kânit ve tek başına ümmet idi. Abdulah b. Mes'ûd'a "Kânit ve ümmet olan Hz. İbrahim idi" denildiğinde, Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: "Ümmet nedir, kânit nedir biliyor musun?" Adam: 'En iyisini Allah bilir, cevabını verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud şöyle buyurdu: "Ümmet hayır öğreten, Kânit ise Allah'a ve Rasûlüne itaat edendir. Muaz da insanlara hayrı Öğreten, Allah ve Rasûlüne itaat eden bir kimsedir."
Hz. Muaz gece namazı kıldığı zaman şöyle dua ederdi:
Allahım! Gözler uyudu, yıldızlar yerinden uğradı. Sen hayysın, kayyumsun. Allahım! Cennete olan isteğim ağırdır, cehennemden kaçışım cılızdır. Allahım! Katından bana öyle bir hidayet ver ki beni cennete götürsün. Sen va'dinden dönmezsin.
Bir adam Hz. Muâz'a gelerek: 'Bana (bir şeyler) öğret' dedi. Hz. Muaz ona: 'Sözümü tutacak mısın?" buyurdu. Adamın: "Sana titiz bir şekilde itaat edeceğim" demesi üzerine Hz. Muaz adama şunları söyledi:
(Bazen) oruç tut, (bazen de) gününü oruçsuz geçir. (Gece) na-maz(ı) kıl, fakat (aynı zamanda) uyumayı da ihmal etme. Kazan-mak için çalış fakat günaha girme. Ancak müslüman olarak vefat et. Mazlumun bedduasından sakın. Hz. Muaz (birgün) oğluna şöyle dedi:
Oğlum! Namaz kıldığın zaman veda eden biri gibi kıl. (Yani ebe-diyyen bir daha o namaza döneceğini sanmadan namazını kıl). Bil ki mü'min kimse iki iyiliğin arasında; yapıp gerçekleştirdiği iyilikle geciktirdiği iyilik arasında ölür.
Hz. Peygamber Muaz'ı insanlara (İslâmiyet'i) öğretmek için Ye-men'e gönderdi; gönderirken kendisine öğüt(ler) verdi.
Hafız Isbehâni'nin Hılyel'ui Evliya isimli kitabında ifade ettiğine göre Rasûlullah Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştur:
Ey Muaz! Git (yola çıkmak) üzere hayvanını hazırla. Sonra bana gel. Seni Yemen'e göndereceğim.
Hz. Muaz olayın devamını şöyle anlatıyor:
Gidip hayvanımı hazırladım. Sonra mescide gelip kapının önünde Rasûlullah izin verene kadar durdum. Hz. Peygamber elimden tuttu ve benimle birlikte yürüdü ve bana (şunları) söyledi:
Ey Muaz! Sana tavsiyem şudur: Allah korkusundan ayrılma. Doğruyu söyle, verdiğin sözü yerine getir. Emaneti sahibine ver, hainlik yapma, yetimlere merhamet et, komşu haklarını koru (gözet) ve öfkeni yen. Alçak gönüllü ol, herkese selam ver ve yumuşak sözlü ol. İmandan ve Kur'an'i iyi anlamaktan ve ahireti sevmekten ayrılma. Bir gün çekileceğin hesaptan çekin. Çok uzun geleceği düşünme, iyi işler yap. Sana bir müslümana sövmeyi, yalan söyleyen birini tasdik etmeyi, doğru söyleyen birini de yalanlamayı, dinin yolunda olan bir başkana başkaldırmayı yasaklıyorum. Ey Muaz! Her taş ve ağaç yanında (yani her yerde) Allah'ı an. İşleyeceğin her günahın bir tövbesi olsun. Gizli günaha gizli tövbe, açık günaha açık tövbe et.
Rivayet olunur ki (bir gün) Muaz b. Cebel Hz. Peygamber'in huzuruna girmiş. Rasûlullah şöyle sormuş:
Nasıl sabahladın ey Muaz?
Allah'a iman ederek sabahladım.
Her sözün bir doğrulayıcısı, her hakkın bir gerçeği vardır. Sözünün doğrulayıcısı nedir?
Ey Allah'ın Rasûlü! Her gün sabah olunca akşama çıkmayacağımı, akşam olunca da sabaha çıkmayacağımı düşünürüm. Yolda yürürken her adım atışımda diğer adımımı atamayacağımı sanırım. Sanki mahşerde toplanan insanlara bakıyorum: görüyorum da her ümmet kitabına çağırılıyor, ya beraberinde Peygamber'i var veya Allah'tan başka taptığı putları var. Onlar ise diz çökmüş vaziyetteler. Bir yandan da cennet ehlinin sevabına ve cehennem ehlinin cezasına bakıyorum.
Ey Muaz! Sen gereken ilme sahipsin. Yolunda devam et.
Muaz b. Cebel ölüm döşeğinde hasta iken Cenab-ı Hak'ka şöyle yakarıyordu:
Allahım! Ben senden korkardım, şimdi ise (rahmetini) ümit ediyorum.
Allahım! Biliyorsun ki ben dünyayı sevmezdim. Nehirler açmak, ağaçlar dikmek için dünyada çok kalmak istemezdim. Dünyada kalmak isteyişim öğle vaktinin şiddetli sıcağından meydana gelen susuzluğu gidermek, karşıma çıkan güçlükleri göğüslemek ve kibir topluluklarında âlimler kafilesine yakın olmaktan ibaret idi.
Allah'ın hoşnutluğu âlimlerin önderi Hz. Muaz'm üzerine olsun.
SORU: İmam Zeyn'el Âbidin adını çok duydum. Bu zâtın kabrini insanların ziyaret ettiğini de çok işittim. Bu zatın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Hz. Ömer zamanında müslümanlar İran şahı Yezdicerd'in kızlarını esir aldıklarında Hz. Ömer onlara diğer esirlere yapılan muamele gibi muamele edilmesini istemişti. Hz. AH şöyle dedi: 'Ey mü'minlerin emiri! Kralların kızlarına sokaktaki kızlar gibi davranıl-maz.'
Bunun üzerine Hz. Ömer 'Onlara ne yapalım?' diye sordu. Hz. Ali şöyle cevap verdi: 'Her birine bir değer biçelim, değerlerini de yüksek tutalım. Ayrıca onları diledikleri erkeğin emrine girmekte serbest bırakalım.' Hz. Ömer bu teklifi kabul etti. Bu sırada kızlardan Şâh-ı Zenân isminde olanı öne çıkarak Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin'i tercih ettiğini bildirdi.
Hz. Ali bu gelişme üzerine oğluna şöyle dedi: "Ey Abdullah'ın babası! Bu hanım sana yeryüzünün en hayırlısını doğuracaktır."
Çok geçmeden müslüman olan bu hanımla Hz. Hüseyin evlendi. Kendisine çok iyi muamele etti ve bu hanım efendinin müslümanlığı gayet güzel oldu. İsmi de değiştirildi. Havle, Gazele, Selafe gibi isimlerle çağrılır oldu.
İşte bu hanımlar şahmın ısrarla rabbinden bir dileği vardı: Hz. Hüseyin'den bir oğlunun olması. Nihayet Yüce Allah bu dileği kabul eyledi. Dünyaya getirdiği oğluna Hz. Hüseyin, Ali adını verdi. İşte bu, Zeyn'el Âbidin idi.
Zeyn'el Âbidin'in annesi doğumdan sonra yakalandığı sıtmadan kurtulamayarak vefat etti. Küçük Ali'nin gözetimini ve yetiştirilmesini, emrine tahsis edilen bir hanım kölesi üstlenmişti. Bu kadıncağız Hz. Hüseyin'in (bu öksüz) oğlunu aşırı derecede seviyor ve ona şefkat gösteriyordu.
Zeyn'el Âbidin on yaşına varır varmaz Medine'deki Peygamber'in mescidine gitmeye başlamıştı. Orada babasından Kur'an dinliyor, hadis ve ilim öğreniyord^u.
Zeyn'el Âbidin kalp gözü açık, zeki ve yaptığı işi maharetle yapan biri idi. Zeyn'el Âbidin ilimde yüce payelere erişti. Artık insanlar çeşitli ilimlerde ona danışır olmuşlardı.
Hz. Muaviye'nin oğlu Yezid idareyi ele alınca Hz. Hüseyin karşı çıktı. Çocukları ile birlikte Medine'den ayrıldı. Yolda Zeyn'el Âbidin şiddetli bir hastalığı yakalandı. Babası Hz. Hüseyin "Oğlum! Arzun nedir?" diye sorduğunda Zeyn'el Âbidin şu cevabı verdi: "Babacığım arzum Allah Teâlâ'ya benimle ilgili bir şey yapmasını teklif eden biri olmamaktır."
Hz. Hüseyin oğlunun bu cevabını pek beğendi. Ona: "Güzel söyledin oğlum. Hz. İbrahim'e: "Bir isteğin varsa yerine getireyim" demişti de, Hz. İbrahim: 'Ben rabbime bir şey teklif etmem. O bana yeter, O, ne güzel vekil'dir' cevabını verdi" dedi.
Hz. Hüseyin ile hasımları arasında savaş bir süre devam etti ve Hz. Hüseyin şehit edildi. Çocukları Yezid'e götürüldü. Aralannda Zeyn'el Âbidin de vardı. Orada (küçüklüğüne rağmen) herkesin önünde Yezid'e hoşlanmayacağı sözleri gayet edebi bir şekilde ve cesaretle söyledi.
Zeyn'el Âbidin amcası Hz. Hasan'ın kızı Fatıma ile evlendi. Kendisini ibadet ve zühd hayatına verdi. İlim meclislerine gider gelirdi. Özellikle Zeyd b. Eslem'in toplantılarına katılırdı. Zeyd, önceleri köle idi. Daha sonraları hürriyetine kavuşmuştu. Na'fi b. Cübeyr, Zeyn'el Âbidin'e (bir gün) şöyle dedi: "Ne tuhaf şey? Sen insanların en faziletlisi ve efendisisin. Oysa köle olan Zeyd'in meclisine gidiyor ve onunla oturuyorsun?"
Zeyn'el Âbidin bu sözü şöyle bir cevapla karşıladı: "Ey Na'fi! Bize layık olan, ilim nerede ise onun olduğu yere gitmektir."
Rivayet olunduğuna göre Zeyn'el Âbidin bir gecede bin rekat namaz kılar, bir taraftan da dua eder ve göz yaşı döker ağlardı.
Çok ibadet etmesinden dolayı halk kendisine "Zeyn'el Âbidin" lakabını verdi. İbadetlerinde fazlaca secdede durduğu için "çok secde eden" de denmişti. Bu özelliklerinden dolayı "Seyyid'ul Âbidin" ve "Zekiyy'ül Emin" de denmiştir.
Said b. Müseyyeb onun hakkında şöyle diyor: "Hz. Hüseyin'in oğlu Ali'den (Zeyn'el Âbidin) daha faziletli bir kimse görmedim."
Zühri de onun hakkında şöyle demiştir:
Zeyn'el Abidin'den daha çok fıkıh bilen birini görmedim.
Zeyn'el Âbidin hazretleri kölelik meselesine dikkati çekecek derecede özen göstermiş, kölelerin hürriyetine kavuşması için fevkalade gayret göstermiştir. Bizzat kendisi pek çok köleyi âzad etmiştir. Hatta bu konuda abartılı rivayetler vardır. Bir rivayete göre yüzbin köleyi azat ettiği söylenir. Köleleri satın alır ve azad ederdi. Diğer insanlara da kölelere iyi muamele etmeleri çağrısında bulunur, köleleri hürriyetine kavuşturmaya teşvik ederdi. Bu özelliği sebebiyle nesiller boyunca köle azad edici bir insan sayılmıştır. Köleler, Zeyn'el Abidin'in iyi muamele ettiğini ve onları hürriyetine kavuşturduğunu bildikleri için türlü yollara başvurur onun kölesi olmak isterlerdi.
Zeyn'el Âbidin çok affedici ve yumuşak huylu bir zât idi. Bir gün kendisine çok çirkin şekilde söven bir adama: "Sen bildiklerine göre bunları söyledin. Senin daha bilmediğin pek çok halimiz vardır. Bir ihtiyacın varsa sana yardım edeyim" dedi. Adamcağız sustu kaldı. Zeyn'el Âbidin adama bir kese attı içerisinde bin dirhem vardı.
Zeyn'el Âbidin'in kölelere gösterdiği yumuşaklık, ikram ve yaptığı şeyler hususunda pekçok rivayet bulunmaktadır.
Abdulmelik b. Mervân Zeyn'el Âbidin ile Kabe'de karşılaşmıştı. Ona: "Bir ihtiyacın var ise yerine getireyim" dedi. Zeyn'el Abidin'in cevabı şu oldu: "Allah'ın evinde başkasından bir şey istenmez!"
Bundan sonra Zeyn'el Âbidin Kabe örtüsüne sarılarak şöyle yakarışta bulundu: "Hükümdarlar bize kapısını kapadı. Onların kapılarında korumalar var. Senin kapın ise açıktır. Bana bakman için sana geldim Allahım!"
Hişam b. Abdulmelik büyük bir kalabalığın Zeyn'el Âbidin'in etrafını çevirdiğini görünce: "Kim bu adam?" diye sormuş. Meşhur şair Ferazdak onun kim olduğunu anlatmak üzere şu beyitlerle başlayan uzun bir kaside söylemiş:
Bu gördüğünü Batha ayak sesinden tanır Onu beytullah, hıll ve harem nefesinden tanır
Selam verince Kabe'ye bilsem neler olacak? Neredeyse mübarek elini Kabe'nin hatimi tutacak!
Onu gören her Kureyşli şöyle deyip şerefli olur: Ne kadar iyilik varsa onda nihayet bulur.
Zeyn'el Âbidin bunun üzerine Ferazdak'a bin dinar hediye göndermiş. Ferazdak ise "Ben kasidemi Allah için söyledim, hediye almak için değil" diyerek hediyeyi almamış. Zeyn'el Âbidin ise: "Biz ehl-i beyt'iz, bizim verdiğimiz geri çevrilmez" diyerek ısrar edince Ferazdak hediyeyi kabul etmiş.
Zeyn'el Âbidin hicri 94 yılında 58 yaşında vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
SORU: "Bedi'uz Zaman" deyiminin anlamı üzerinde arkadaşlarla aramızda anlaşmazlık oldu. Bunun anlamı nedir?
CEVAP: Sana'a sözcüğü Arabca'da bir şeyin ilk durumunu ve o şeyin bir benzeri olmayacak şekilde yapıldığını gösterir. Aynı kökten olan İbda kelimesi bir şeyi örneksiz olarak sanatkârane bir şekilde yapmaktır.
Her hangi bir kimseyi taklit etmeden (Özgün) bir söz söyleyince "sözü ibda1 ettim" denir.
Daha önce benzeri olmayan bir şeyi yapan kimse "Ben şu şeyi ibda ettim" der.
Birisi daha önce su çıkarılamayan kuyudan su çıkarırsa: "Filan adam bu kuyuyu ibda etti" denir.
Yüce Allah göklerin ve yerin bediidir. Çünkü onları önceden bir benzeri yok iken ilk olarak hikmeti ve kudreti ile yaratmıştır.
Ragıb el-İsfehâni Müfredatında şöyle diyor: ibda kelimesi Allah hakkında kullanıldığı zaman Cenab-ı Hak ibda konusu olan şeyi zaman, mekân, madde ve âlet söz konusu olmadan yarattı anlamına gelir.
Ibdâ kelimesine böyle anlam verilmesi sadece Yüce Allah için söz konusudur.
Sözlük yönünden yapılan bu açıklamalardan sonra şunu söyleyebiliriz: "Bedi'uz Zaman" lakabı verilen kimsenin söylediklerini ve yaptıklarını yaşadığı zamanın insanlarının yapamadığını veya söyleyemediğini ifade etmektedir.
Tabidir ki bu anlam insan gücünün sınırları içerisindedir. Buna göre yaratmak ve bir şeyi yoktan var etmek anlamı söz konusu değildir. Zira bu özellik yalnızca Allah'a mahsustur.
SORU: Ömer Muhtar'ın hayatını bir parça anlatır mısınız?
CEVAP: Ömer Muhtar, müslümanların ve Arablar'ın şehidi ve Trablus'un ebedi kahramanıdır. Ömer Muhtar, İslâmiyet ve (kendi milleti olan) Arab halkı adına savunma ve direnme konusunda güzel örneklerden biridir.
Ömer Muhtar miladi 1862 yılında iyi bir aileye ve köklü bir sülaleye mensup olarak dünyaya gözlerini açmıştır.
Babası ve annesinin hac yolunda vefat etmesiyle küçük Ömer yetimlik acısını çok erken bir dönemde tatmıştır.
Ömer Muhtar, İslâmî bir ortamda yetişti. Eğitimini Cağbub tekkesinde aldı ve Senûsiler'in güvenini kazandı.
1897 yılında Seyyid Mehdi kendisini "yeşil dağ" olarak bilinen yerde "saray tekkesi" şeyhi olarak tayin etmiştir. Ömer Muhtar büyük bir İslâm davetçisi idi. Düşüncelerini irşad, yönlendirme ve örnek olma yoluyla yayıyordu. Bu özelliği Allah vergisi idi. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları dahiyane ve ustaca çözümleme hususunda Allah vergisi bir yeteneği vardı.
Ömer Muhtar 1922 yılında İtalyanlara karşı koymak üzere Trab-luslulardan ve Berkalılardan bir kuvvet oluşturmaya çalıştı. Daha sonra da İtalyanlara karşı koyacak mücahitlerin komutanı olarak onlara ağır kayıplar verdirdi. Pek çok savaşta İtalyanları yenilgiye uğrattı.
İtalyanlar Ömer Muhtar'ı para ile kendi safına çekmeye çalıştılar. Bunun için her yolu denediler, fakat başarılı olamadılar. O bir iman ve akide adamı idi.
Ömer Muhtar, Muhammed b. Ali Senusi'nin 1787 yılında kurduğu Senusi Tarikatının önde gelenlerindendir.
Muhammed Senusi hazretleri bu tarikat çalışmaları ile Kur'an ve hadise sarılarak yaşama düşüncesini canlandırıyor, katı ve donmuş düşüncelere ve bidatlere karşı savaş veriyordu.
Bu çalışmaları va'z, irşad, tekkeler yaptırmak ve (oralarda) İslâm davetçileri yetiştirmek suretiyle gerçekleştiriyordu. Yetiştirdiği İslâm davetçilerini şuraya buraya göndererek onları İslâm'ın yayılması hizmetinde görevlendiriyordu.
Muhammed Senusi hazretleri Cağbub'da oluşturduğu tekkeyi bu çalışmaların merkezi haline getirmişti.
Senusiliğin İslâm'a hizmetleri olmuştur. Zira insanları faziletlere teşvik etmiş ve rezilliklere karşı savaş açmıştır. Pek çok zenci kabilesi Senusilik hareketi aracılığı ile İslâm dinine girmiştir. Bu hareketin metodu, müslümanı savaşa hazır hale getirmek idi. Bir yandan da çeşitli savaş takdikleri öğretiliyordu.
1911 yılının eylül ayı sonlarında İtalyanlar Trablus'a saldırdı. O sıralar Trablus Osmanlı imparatorluğu yönetiminde idi.
Trabluslular vatan savunmasına koyuldular. Senusilerin şeyhlerini ziyaret ettikten ve İtalyanların Bingazi'ye indiklerini işittikten sonra Ömer Muhtar da bu savaşa katıldı. Bu savaşta Senusilerin bir süre kumandanlığını yapan Ömer Muhtar bir milli ordu oluşturarak düşmana ağır kayıplar verdirdi.
Alçak yabancılar Ömer Muhtar'dan intikam almak, bununla da içlerine işleyen öfkelerini dindirmek istediler. Bu uğurda ellerinden geleni yaptılar ve sonunda kendisini esir edip göstermelik bir mahkemede, göstermelik bir şekilde yargıladılar. 1931 yılı eylülünde "Tayyare Mahkemesi" adını verdikleri mahkemede yapılan yargılama sonunda Ömer Muhtar'ı idama mahkum ettiler. O ise mahkemede de cesur ve yiğit idi. İdam karan verildiğinde: "Biz Allah için varız. Sonunda O'na döneceğiz" dedi.
Ölüme götürülürken paniğe kapılıp telaş ve korku eseri göstermedi. Çünkü o şerefli ve dik başı ile savaş meydanlannda çok defalar ölüme koşmuş bir kimse idi. Bir kere olsun tereddüt, zayıflık ve yılgınlık kelimesi ağzından çıkmadı. Ondan böyle bir şey beklenmezdi. Zira o aslan pençeli bir kahramandı. Şairin dediği gibi:
Aslan olan aslan kükrer olsa da kafeste Kahraman kahrolsa da ağlamaz hapiste
Bu kahramanı idam sehpasında ruhunu vermek üzere celladın ipine gönderdiklerinde Ömer Muhtar 90 yaşında idi. Ne alçaklık, ne adilik?!
Ahmet Şevki bey Ömer Muhtar hakkında şu şiiri söylemiştir: Şerefli kahramanı verdiler cellada dünya karardı O köleleri hür yapar, yaralan sarardı.
t Silahının kazancını bölüşürdü dostları ederlerdi pay
Sofrasında düşmanlan bile saf olurdu bir-bir say
Aslan'ın boynuna ipi geçirdiler alçakça Etrafına toplananlar tükürdü düşüklere ahlakça.
Ömer Muhtar dünya nimetleri içinde yaşayıp makam ve mevki içinde sakin ve rahat bir hayat sürebilirdi. Bunun için vatanının hürriyeti, ülkesinin hukuku konusunda ya düşmana teslim olmalı veya onlara yağ çeken biri olmalıydı. Ama o buna razı olmadı ve baş kaldırdı. Yaşadığı sürece müslüman ve Arab toplumu için örnek bir kahraman, vefatından sonrada mücahitlerin önderi şehitlerin öncüsü oldu. Onun için aşağıdaki şiiri söyleyen Ahmet Şeki'ye Allah rahmet eylesin.
Muhayyer idin sıkıntı ile servet arasında Sen aç uyumayı seçtin yokluk mer'asmda
İstemedin ne şan, şöhret, ne de servet
Suya kanarak değil, susuz ölmektir kahramanlık elbet.
SORU: Bir sabah gazetesi yayın evlerinden birinin müdür yardımcısına ait bir beyanat yayınladı. Buna göre yayınevi 650 yıllık yazma bir eseri yayımlayacakmış. Bu kitabın adı Uyunul Eser olup yazarı İbn Seyyid'in Nas imiş. Bu eser Arab dünyasındaki savaşları anlatıyormuş. Bu yazma eser hakkına bilgi verir misiniz?
CEVAP: Bu kitabın tam adı Uyunul Eser fi Fünun'il Meğazi ve's-Siyer'dir.
Bu kitabın ele aldığı konu büyük Peygamber Hz. Muhammed'in hayatıdır. Hz. Peygamber'in savaşları bu kitabın konularından bazılarıdır. Aslında bu kitap (yazma olmaktan çıkıp) yirmi yıl Önce basılı hale gelmiş bulunmaktadır. Ben şahsen bu esere çok defa başvurdum.
Bu kitabı Kahire'de Halk Kapısında Saadet Yolu ile anılan yerde bulunan Kudsi Kütüphanesi hicri 1356 yılında basmıştır. Kitapla birlikte Yusuf b. Abd'ul Hadi tarafından kaleme alınmış ta'likat (notlar) da basılmıştır.
Bu baskı Emir Tahir -ki Emir Abdulkadir Cezairi'nin torunudur-nüshasının Şam kütüphanesindeki nüsha ve Mısır kütüphanesindeki nüsha ile karşılaştırılması sonucunda gerçekleştirilmiştir.
Karşılaştırma Abdulkadir Mübarek, îzz'ud-din Tenühi, Rıdvan Muhammed Rıdvan, Abd'ul Mecid Hüseyni ve Hüsameddin Kudsi gibi profesörler tarafından yapılmıştır.
Kitap iki cilt halinde basılmıştır. Birinci cildi 300, ikinci cildi 350 sayfadan fazladır.
Yazarına gelince: İbn Seyyid'in Nas edebiyatçı, şair ve pek çok eser kaleme alan bir âlimdir. Hicri 671 yılı sonlarında Kahire'de dünyaya gelmiştir. Pek çok hocadan ilim tahsil etmiş, hadis ilmini babasından ve İbn Dakik'ul-İyd'den öğrenmiş ve uzun süre bu zat ile birlikte olmuştur. Bundan ilim tahsil ederek usul-i fıkıh'ta ondan icazet almıştır. Ayrıca İbn'un-Nehhas'tan nahiv ilmini öğrenmiştir.
Salih camiinde hadis dersleri okutmuş, Hendek camiinde hatiplik yapmıştır.
Yazar siyer ve tarih alanlarında şaheserler meydana getirdiği gibi şahane şiirler de söylemiştir. Pek çok metni ve (hadis) senetlerini ezberinde bulunduran yazar latif, tatlı ve eşsiz sohbetler yapardı. Aynı zamanda düzgün bir inanç sahibi idi.
Kendisinin başka kitapları da vardır.
Uyûn'ül Eser isimli kitabı Nur'ul Uyun adı altında kısaltarak ikinci bir eser meydana getirmiştir.
Tirmizînin kitabının bir kısmını şerh etmiş, daha sonra onu Ebu'l Fadl el-Irâki tamamlamıştır.
Efendisinden çocuk dünyaya getiren cariye (ümmü veled)lerin satışının yasak olduğunu bildiren bir kitap da yazmıştır.
Merhum, hicri 734 yılı şaban ayında vefat etmiştir.
SORU: Hz. Peygamber'in "Meleklerin yıkadığı adam" adını verdiği sahâbi kimdir? Bu ismin verilmesinin sebebi nedir?
CEVAP: Bu ad'la anılan sahâbi, sözünde duran mü'minlerin öncülerinden ve mücahid sahabenin faziletlilerinden biri olan Hanzala hazretleridir.
Hanzala (r.a) hicretin 3. yılından sonra Şevval ayının ortalarında Uhud savaşında şehit düşmüştür. İşin tuhafı Hanzala'nın babası inatçı kafirlerden biri olup müslümanlara düşmanlık göstermekte aşırı gidenlerden ve onlara dil uzatanlardan idi. O derecedeki Kureyşlileri Pey-gamber'den nefret ettirmeye çalışır, onları Rasûlullah'a karşı savaşa kışkırtırdı.
Hanzala'nın babasına cahiliye döneminde Rahip Ebu Âmir derler Ebu Âmir dediler. Ona böyle denmesinin sebebi şudur: Ebu Âmir aslında Evs kabilesinden idi. Peygamber'e olan kin ve öfkesinden dolayı ona karşı savaşabilmek için Kureyş kabilesinin yanında yer aldı. Kureyşlilere Evs içinde sözü geçtiğini, onlara ne derse kendisine itaat edileceğini söylüyordu.
Çatışma anı geldiğinde: 'Ey Evs kabilesi! Ben Ebu Âmir'im' diye Evsîilere bağırdı. Evs kabilesinin müslümanları ona şöyle cevap verdiler: 'Allah nimetini kessin! Sen (rahip değil) fasıksm!' Müslümanların arasında oğlu Hanzala da vardı. Hep birlikte Fasık Ebu Âmir'i öldürmek üzere saldırdılar. Fakat o kaçtı.
Enterasandır ki Hanzala (r.a) münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül'ün kızı Cemile ile evlenmişti.
Hanzala'nm (r.a) Cemile ile evlenmesi Uhud savaşının arafesi "olan cuma gecesi olmuştu. Zifaf gecesinde bir ara bir uğultu duyuldu. Müslümanlar rablerinin yolunda dinlerinin uğrunda imtihan ve savaş meydanına çağırıhyorlardı. Hanzala gusletmeye fırsat bulamadan çağrıya cevap vermek üzere Allah yolunda savaşmak üzere dışarı fırladı.
Henüz taze gelin olan Cemile eşinin evden ayrılmasından bir süre sonra rüya görür: Gökte bir kapı açılır. Kocası Hanzaîa bu kapıdan girer ve kapı kapanır. Cemile bu rüyadan anlar ki eşi bu savaşta ölecektir.
Hemen harekete geçerek ailesinden bazı kimseleri çağırarak, Han-zala'nın ölmesi halinde anlaşmazlık çıkmaması için Hanzala ile evlenip zifaftan sonra savaşa katılmak üzere evden ayrıldığını söyleyerek onları buna şahit tuttu.
Hanzala Uhud savaşma katıldı. Bu savaşta büyük yararlıklar gösterdi. Sonra savaşa katılmış olan Ebu Sûfyan'ı gördü, hemen yetişip öldürmek üzere üzerine atıldı. Ebu Süfyan korkuya kapılıp "Ey Kureyş-liler! Ben Ebu Süfyan'ım" diye bağırmaya başladı. Maksadı bunu duyan birinin kendisini kurtarması idi. Ebu Sûfyan'ı işiten Şeddad b. Es-ved, Hanzala'nın arka tarafına yönelip öldürücü darbeyi indirerek onu şehit etti.
Ebu Süfyan Hanzala'nm öldüğünü görünce korkaklara has bir sevindi. Onun da Hanzala adında bir oğlu vardı. Bedir'de kâfirler arasında öldürülmüştü. Müslüman Hanzala'yı görünce oğlunu hatırladı ve "Hanzala'ya karşılık Hanzala!" dedi.
Az sonra Hanzala'nm babası Ebu Âmir geldi. Müslüman ölüler arasında dolaşıyordu. Oğlunun cesedini görünce bundan çok etkilendi.
Ebu Süfyan'la aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Bu kim, biliyor musun?
Hayır, bilmiyorum.
Buradakilerin bana göre en değerli olanıdır. Oğlum!
Daha sonra Hanzala'nın babası bu olayın etkisi ile duygularını dile getiren şu konuşmayı yaptı: "Oğlum! Ben, böyle bir vuruşma olacağı hususunda seni uyarmıştım. Allah'a yemin olsun ki, sen babasına iyi davranan biri idin. Hayatta iken halkın en şerefli siydin. Ölümün de arkadaşlarının ileri gelenleri ve uluları ile birlikte oldu. Eğer Allah öldürülmüş olan şu Hamza'ya veya Muhammed'in arkadaşlarından birine mükâfat verecekse sana da iyi mükâfatlar versin."
Hanzala'nm babası sonra alabildiğine yüksek sesle şöyle bağırdı: "Ey Kureyşliler! Hanzala her ne kadar (sağlığında) bana ve size aykırı davranmış ise de onun cesedine zarar vermeyiniz! O hayırlı gördüğü şey uğrunda canını vermekten çekinmedi!"
Müşrikler onun dediğine uyup Hanzala'nın cesedine bir zarar vermediler.
Bir süre sonra şehitlerini aramak üzere sahabe-i kiram geldiler. Bir de ne görsünler; Hanzala'nın başından su damlıyor. Oysa yakınında su yok. Bu tuhaflarına gitti. Fakat Hz. Peygamber onlara şöyle buyurdu: "Arkadaşınızı melekler yıkadı." Bir başka rivayette: "Onu meleklerin gümüşten bir kap içinde gökle yer arasında buluttan (aldıkları) bir su ile yıkadıklarını gördüm" buyurdular.
Müslümanlar Hanzala'yı meleklerin yıkamasındaki sırrı öğrenmek istediler. Melekler niçin diğer şehitleri yıkamadı da sadece Han-zala'yı yıkadı? Hanzala şehit olduğu halde niçin yıkandı?
Bu sorulara bir cevap bulmak üzere eşine adam gönderdiler. Belki onda bir haber vardı.
Hanzala'nın hanımı eşinin başına gelenleri duyunca şöyle dedi: "(Gerdek gecesi) benimle cinsel ilişkiden sonra savaşa çağırıldığını duyar duymaz gusletmeden çıkıp gitti."
Allâhü Ekber! Hanzala öyle bir müslüman ki kutsal savaşa çağırıldığını duyunca ne çocuk, ne aile, ne rahat, ne de zevk onu savaşa katılmaktan alıkoyamadı. Bilakis hemen çağrıya koştu, gusül yapmayı bile akıl edemedi. Bu davranışı ancak Allah ve Rasûlü uğrunda canını feda etmek için verdiği sözü yerine getirmekten ibaret idi. O halde fırlayıp çıkması belki de cünüplükten yeryüzü suyu ile temizlenmek yerine sefere ve berere meleklerinin eliyle çok değerli gümüş kaplarda, yükseklerden gelen su ile yıkanmayı arzu etmişti.
İşte kul rabbine karşı ihlâslı niyetle hareket ederse, Allah onun kusurunu örter, günahını affeder, durumunu en güzel sonuçlara çevirir.
SORU: İşittiğime göre Sa'd b. Ebi Vakkas'ın (r.a) yaptığı dua devamlı kabul edilirmiş, bu doğru mudur? Doğru ise delili nedir?
CEVAP: Sa'd b. Ebi Vakkas değerli bir sahâbi ve İslâm süvarisidir. Künyesi ile birlikte ismi, Ebû Mâlik b. Vehb el-Kureyşi'dir. O Allah yolunda ilk ok atan zattır ve ilk hicret eden sahâbilerdendir.
Sağlığında cennetle müjdelenen on sahâbiden biri, Hz. Ömer'in kendisinden sonra halifelik işini kendilerine bıraktığı altı kişiden biridir. Tüm savaşlara katılmış, bir mü'min olarak buralarda en güzel şekilde imtihan vermiştir. Özellikle Uhud savaşında! Bu savaşta Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:
Okunu at! Anam babam feda olsun.
Kadisiyye'de İran ordusunu yenilgiye uğratan ordunun kumandanı idi. Medain'i fetheden ve Küfe şehrini inşa eden odur.
İslâm'a giren yedinci müslümandır.
Müslüman olduğu sırada 19 yaşında idi. Hz. Peygamber ondan hoşnut olarak vefat etti.
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra çıkan fitnede Sa'd b. Ebi Vakkas bu çatışmalardan hiç birine katılmadı. Hamrâ'el-Esed denilen yerdeki evine çekilip hayatını orada sürdürdü.
Ailesine fitne ile ilgili hiç bir haber getirmemelerini, ancak halk bir halife seçip kabul ettiği takdirde bunu bildirmelerini emretti.
Ölmek üzere iken eskimiş bir yün cübbesi vardı. Onun getirilmesini istedi. Cübbesi getirilince şöyle dedi: "Beni bu cübbeye kefenleyiniz çünkü Bedir savaşında müşriklere karşı savaştığım sırada bu cüb-beyi giyiyordum. Ben bu cübbeyi bugün için saklıyordum."
Sahih olan görüşe göre Sa'd b. Ebi Vakkas Medine'ye on mil uzaklıktaki Akik denilen yerdeki evinde vefat etti. Oradan cenazesi Medine'ye getirilip Baki kabristanlığına defnedildi.
Sa'd b. Ebi Vakkas'ın duasının reddedilmeyip kabul edilmesine gelince: Nevevi Tezhip isimli eserinde şöyle der: "Sa'd b. Ebi Vakkas duası kabul edilen bir zat idi. Küfeli Ebu Saide'nin Sa'd b. Ebi Vak-kas'a yalan söylemesi üzerine ona beddua etmesine ve üç şey hususunda bu adam hakkındaki duasının kabul edildiğine dair hadis Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir."
Selahattin Safdi ise Nüket'ul Himyân isimli eserinde şunları kaydediyor:
Sa'd b. Ebi Vakkas duası kabul edilen bir zat idi. Bir kimse hakkında beddua etmesinden korkulurdu. O bu özelliği ile meşhurdur. Çünkü onun hakkında Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Allahım! Sa'd'ın okunu hedefine vardır ve yaptığı duayı kabul eyle!
İbn'ul îmad Hanbelî ise Şezerât'uz Zeheb isimli eserinde şöyle diyor: "Sa'd b. Ebi Vakkas'ın yaptığı her dua mutlaka kabul edilmiştir."
Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Peygamber'in hakkında yaptığı dua, salah ve takvası sayesinde dualarının kabul edildiğine dair pek çok rivayet vardır.
Küfeli bir adam Sa'd b. Ebi Vakkas'a "Adaletli hüküm vermediği, mal taksiminde eşit davranmadığı ve düzenlediği askeri harekatlara kendisinin katılmadığı" şeklinde iftira etmişti.
Sa'd o adam hakkında şöyle dua etti: "Allahım! Eğer bu adam yalan söylüyor ise gözünü kör eyle! Ömrünü uzun kıl ve bir fitneye duçar eyle!"
Bu adam ölmeden önce kör oldu. Duvarlara tutunarak yürüyor, dilencilik ediyordu. Muhtar b. Ebu Ubeyd zamanındaki kargaşada öldürüldü.
Abdülmelik b. Umeyr diyor ki: Ben onu son zamanlarda yollarda cariyelere sataşırken gördüm, 'nasılsın?' diye soranlara: "İhtiyarladım, fitneye düştüm. Beni Sa'd b. Ebi Vakkas'ın bedduası tuttu" cevabını verirdi. Kadisiyye savaşında Sa'd b. Ebi Vakkas yaralandı. Bu sebeple şehrin fethedilişini göremedi. Ceyle* denilen yerde bir adam savaştaki kayıpları kastederek Sa'd b. Ebi Vakkas'a laf vurarak şu şiiri söyledi:
Baksana Allah dinine verdi zafer
Sa'd Kadisiye kapısında muzaffer!
Ayrı düştük evimizden kimsesiz kaldı nice kadınlar
Sa'd'ın hanımları arasında dul mu var?
Bunu işiten Sa'd şöyle dua etti:
Allahım! Bizi bu adamın elinden ve dilinden kurtar. (Ceyle Yemen kalelerinden birisidir. Bakınız: Merâstd'ul-îttila, Bağdadi, 1/368 (Çeviren)
Daha sonra bu adama bir ok isabet ederek dili ve eli koptu; dilsiz ve elsiz kaldı.
Sa'd b. Ebi Vakkas hazretleri birinin Hz. Ali, Talha ve Zübeyr'e sövdüğünü işitti. Adama bundan vazgeçmesini söyledi. O ise bundan vazgeçmediği gibi Hz. Sa'd'ı hafife alarak: "Sanki bir Peygamber imişsin gibi beni tehdit ediyorsun!" dedi.
Bunun üzerine Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle dua etti: "Allahım! biliyorsun ki bu adam kendileri hakkında lütufta bulunduğun kimselere sövdü. Onlara sövmesi seni gazaplandırmıştır. Ona öyle bir ceza ver ki herkese ibret olsun."
Az sonra (ağılından) kaçmış kızgın bir deve adamın üzerine çıktı ve onu çiğneyip öldürdü.
Bir keresinde (bakılmayacak bir durumda iken) bir kadın Sa'd b. Ebi Vakkas'ı görmüştü. Sa'd kadına bakmamasını söyledi. Kadın bu uyarıyı dikkate almadı. Bunun üzerine Sa'd kadına; "Yüzün ters dönsün!" diye beddua etti, (bir süre sonra) kadının boynu kırıldı ve yüzü sırt tarafına döndü.
Müslümanların ileri gelenleri Sa'd b. Ebi Vakkas'ın duasının Allah katında makbul olduğunu biliyorlar ve onu kızdırmaktan çekmiyorlardı.
Rivayet olunduğuna göre Sa'd b. Ebi Vakkas'ın bir cariyesi (sokağa) çıkmış, esen rüzgar ile cariyenin giysisi açılmıştı. Bunu gören Hz. Ömer öfkelenerek kırbacını kaldırıp, cariyeyi cezalandırmak üzereyken Sa'd gelip buna engel olmak istedi. Fakat Ömer kırbacını indirmişti. Bunun üzerine Sa'd halife Ömer'e beddua edecekken, Hz. Ömer daha çabuk davranarak kırbacını uzattı ve Sa'd'a: "Kısasa kısas sen de bana vur" dedi. Sonuçta Sa'd halife Ömer'i affedip ondan razı oldu. Burada göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur: Sa'd b. Vakkas'a nisbet edilen dualardan hiç birisinde o rast gele kimseye dua etmemiş hak etmeyen kimselere zarar vermemiştir. (Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere) ya bir yalancıya veya dil uzatıp (haksız yere) laf atan birine veya söven birine veya inatçı bir meraklıya dua etmiştir.
Hz. Peygamber'in, Saıd hakkındaki duasının bereketini, Sa'd'ın düzgün yaşayış ve takvasını, duasındaki ihlasını ve ihlasla Allah'a yönelişini, sonra dualanndaki haklılığını düşünürsek; bir de bunlara haklarında beddua edilenlerin yaptıklanna bir ceza olmak üzere bedduaya müstehak olduklarını eklersek, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın dualarının niçin kabul edilmiş olduğunu anlarız.
Değerli okuyucu! Tüm bunlardan sonra, şunu söyleyebiliriz: Bu Allah'ın bir lütuf ve ikramıdır, dilediğine verir. Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir.
SORU: Gördüğüm bir yazıda Zün-Nun-ı Mısri'nin tavsiyelerinden söz ediliyordu. Zün-Nun kimdir, Tavsiyeleri nelerdir?
CEVAP: Zün-Nun-ı Mısri tasavvuf dünyasının ileri gelenlerinden biridir. Hicri 3. asırda yaşamıştır.
Zün-Nun, Mısır'ın yüksek bölgelerinden İhmim halkındandır. Hicri 245 (veya 246 yahut 248) yılında vefat etmiştir. Ölüm tarihi hakkındaki farklı tarihleri İbn Hallikan Vefayat isimli eserinde bildiriyor.
Künyesi Ebu'l Feyz, adı Sevbân b. İbrahim'dir. Babası Nüvebe denilen yerden idi. Zün-Nûn zayıf yapılıydı, kırmızımsı bir teni vardı. İlk başlarda ilim öğrenmekle uğraşıyordu. Sonraları tasavvufa ağırlık vermeye başladı. İnsanlar bunu hoş görmediler ve onu zındıklıkla suçladılar. Bazı kimseler Zünnun'u Bağdat'taki halife Mütevekkil'e şikayet ettiler. Kendisini zincir ve bukağılarla bağlanmış olarak huzura getirdiler. Arkasından bir takım kimseler hakkında yalancı şahitlik yapmak istediler. Fakat Zün-Nun "ben ikna olmadım" dedi. Bunun üzerine bağları çözüldü. İftiracılar düş kırıklığına uğradılar.
Radıy onun hakkında şöyle diyor:
Zün-Nun'un elinde zincir, ayağında köstek olduğu halde yer altındaki bir hapishaneye götürülüyordu. Çevresindekiler ağlıyordu. O ise şöyle diyordu: "Bu bana Allah'ın bir vergisi, bir ihsanıdır. O'nun her işi hoştur, güzeldir."
Sonra şu şiiri söyledi:
Allahım! Kalbimdeki yerin hususidir özümde
Uğrunda çektiğim çileler hiçtir gözümde.
Ahdetmişim, uğrunda can verip öleyim,
Senden kaçmak olur mu? Ben sana kulum, köleyim.
Zun-Nûn çalgı ve nağme sesi duyduğu zaman heyecanlanırdı. Bazen bunun etkisi yüzünden belli olurdu.
Zun-Nûn'un tasavvuf ve güzel ahlak konusunda şahane (denecek derecede) sözleri vardır. Aşağıdakiler bunlardandır:
Marifet sahibi olduğunu iddia etmekten, zühd (ve takva)da maharetli olduğunu söylemekten, gönlünün hep ibadete bağlı olduğunu ileri sürmekten sakın! Her şeyden (ancak) rabbine kaç.
Davranışlarımızda kusur işledik, sözlerimiz gayet düzgün. Nasıl kurtuluşa ereriz?
Zün-Nûn'un yaşadığı sırada ve cenazesi defnedilirken (görülen) kerametleri olduğu söylenir. Bu hususta gerçeği en iyi bilen Allah'tır (cc).
Soruda sözü edilen tavsiyeler, onun kendisine soru soranlara, talebelerine veya sohbetine katılanlara verdiği nasihatlerdir. Bunlar pek çoktur. Fakat daha önceleri yazılmış bulunan biyografi kitaplarında dağınık haldedir.
Bunlardan bazı Örnekleri aşağıya alıyoruz:
"Dünyaya ait işlerde akıllılık edip ahiret işlerinde ahmaklık eden, yumuşak huylu olacak yerde aptallık eden, alçak gönüllü olacağı yerde kibirlenip böbürlenen, istekli olması gereken yerde arzusuz olan, kendisine gerçekler söylendiğinde öfkelenen, akıllı kimselerin ilgi gösterdiği şeye ilgisiz davranan, akıllı kimselerin ilgisiz davrandığı şeyle karşı arzu duyan, Allah'ın verdiklerin az görüp, nimetlere karşı yaptığı şükrü çok gören, kendisi insaflı davranma-yıp, kendisine insaflı davranılmasını isteyen, Allah'a itaat etmesi gereken yerde O'nu unutan, fakat ihtiyacı olduğunda Allah'ı hatırlayan, ilim sahibi olup bununla meşhur olduktan sonra, talebelerine karşı keyfi davranmayı tercih eden, Allah kusurlarım örttüğü halde arsızlık ve utanmazlık eden kimseler akıllı değildir.
(Hep) insanların kusurlarına bakan kendi kusurunu görmez.
Firdevs cennetine ve cehenneme özen gösteren, dedi-koduya fırsat bulamaz.
İnsanlardan kaçan onların şerrinden kurtulur. Çok nimete şükrede-nin nimeti artar.
Zün-Nûn, hastalanan bir kardeşine şu nasihati yapmıştır:
Benden, tutulduğun hastalıktan seni kurtarması için Allah'a dua etmemi istemiştin. Kardeşim, bil ki: Rahatsızlık himmet, safa ve (gönül) aydınlığı ehli olanların dostu olan bir mükâfattır. Başına gelen derdi nimet bilmeyen hikmet erbabı olamaz. Her kim nefsi hakkında korkudan emin olmazsa işlerinde itham edilmekten emin olur. Aziz kardeşim! (Allah'a) şikayet etmene engel olacak utanma duygun olsun, vesselam.
Zûn-Nûn'un tavsiyeleri çoğunlukla Allah'ı hatırlatıcı, sebeplere yapışıp, O'nun himayesine sığınmayı öğütleyen tarzdadır.
SORU: Abdullah Nedim adında bir zâtı öven bir konuşma işittim.
Bu zatın hayatı hakkında bilgi edinmek istiyorum. Abdullah Nedim kimdir?
CEVAP: Abdullah Nedim, 13. asırda yaşayan Mısır'ın seçkin insanlarından biridir. Bu asrın edebiyatçıları ve hatipleri arasında Nedim'in ilgi çekici bir yeri vardır. Her ne kadar onun hayatını anlatmya gereken önem gösterilmemişse de asrının seçkin bir edebiyatçıdır.
Nedim'in babası Mısır'ın deniz tarafındaki kazalarından birinde yaşayan bir Mısırlı idi. Sonraları İskenderiye'ye taşındı. Ekonomik bakımdan durumu iyi olmayan, gemi inşasında çalışan bir marangoz idi. Bir süre bu mesleği yaptıktan sonra bu işi bırakıp, bir fırın açtı. Bu durum onun fakirliğinin derecesini göstermektedir. Fakat fakirlik, işinde zirveye çıkmış kimselerin yetiştiği bir okul olmuştur.
Abdullah Nedim, İskenderiye'de mütevazı bir ortamda dünyaya gelmiştir. Hayatının ilk yıllarını bu ortamın diğer insanları gibi fakir olarak geçirdi. Fakat gençlik döneminde okumaya karşı şiddetli bir eğilim belirdi. İlmi ve edebi kitaplara ilgi duydu. Bu yöneliş onda öyle bir edebi mizaç oluşturdu ki makale yazacak, uzun kasideler yazacak ve halk şiirleri söyleyecek hâle geldi.
Geçimini sağlamak için bir meslek edinmeyi isteyen Nedim, mors alfabesini öğrendi.
Böylece Binhâ şehrinde posta idaresinde telgraf memuru olarak çalışmaya başladı.
Sonraları Hidiv İsmail Paşa'nın babasının maiyetine girerek yüksek saraya geçti. Burada durumu iyileşti ve rahata kavuştu. Böylece kendisini edebiyata verdi ve zamanının edebiyatçılarını tanıdı. Fakat saraydaki ihanet ve entrikalar onun perişan bir halde saraydan kovulmasıyla sonuçlandı.
Nedim, hayatın acısını tattığı güç bir dönemden sonra bir süre Daklehiye kazasında Ebû Sa'de ailesi ile birlikte kaldı. Bu sürede çocuklarına ders verip ailenin büyükleri ile sohbet etti. Aile ile anlaşamadığı için oradan da ayrıldı. Mansûra'da bir ticarethane açan Nedim, ticarette başarılı olamadı.
Nedim'in içinde olduğu kötü şartlar deniz işleri müfettişi Şahin Paşa ile tanışmasına kadar devam etti. Nedim'den hoşlanan Şahin Paşa onu gözetti ve ikramlarda bulundu.
Nedim, Hidiv İsmail Paşa döneminde yaşamıştır. Bu dönemde Mısır'ın durumu son derece kötü idi. Zulüm ve kötülüklerin sınırı yoktu. Halk köleler ve hayvan sürülen gibi oradan oraya sürülüyordu. Abdullah Nedim bu dönemde gençlikten bir grup bulabilmek ümidi ile İskenderiye'ye döndü.
Nedim İskenderiye'de Mısırlı Gençler adındaki gizli bir teşkilata katıldı. Nedim her şeyini bu yolda feda edip teşkilatın fikirleri uğrunda çalışıyordu.
Daha sonra İslâm Hayır Cemiyeti'nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Bu cemiyetin ilk açtığı okulda yöneticilik yaptı. Yazı, konuşma ve eser telifinde zirveye ulaştı. Arab, Vatan Talih ve Başarı isimli hikaye kitaplarını yazdı.
Çıkardığı Tenkit ve Tebkit isimli dergide, kötülükleri dile getirip alaycı bir üslupla eleştirdi.
Arablar tarafından başlatılan başkaldırma hareketine konuşmaları ve yazıları ile kahramanca ve samimi bir şekilde katıldı.
Olayları daha yakından izleyebilmek için Kahire'ye taşındı. Başkaldırma olayları başarısızlıkla sonuçlanıp hürriyet taraftarları aranmaya başlayıp, bunlara ağır cezalar verilmeye başlanınca Nedim için Mısır'da gizli bir hayat dönemi başladı.
Dış görünüşünde değişiklikler yapıyor, sürekli yer değiştiriyordu. Bir süre dostlarından birinin yanında kalıyor, sonra diğerinin yanında zamanını geçiriyordu.
Nedim bu dönemde birden çok evlilik yaptı. Öte yandan hükümet, Nedim'in ömür boyu Mısır'dan sürülmesi kararını aldı. Tüm aramalara rağmen Nedim Mısır'da dokuz yıl gizlenmeyi başardı. Dostlarının ve kendisini koruyanların himayesi kadar kendisinin kamuflajdaki başarısı bunda etkili oluyordu. Bu sırada Nedim çok sıkıntılı günler geçiriyordu.
Sonunda bir ajan saklandığı yeri belirleyip ilgililere gösterdi. Yakalanan Nedim, Yafa'ya sürüldü. Hidiv İsmail Paşa ölene kadar Mısır'dan uzak yaşadı. Abbas Paşa işbaşına gelince Nedim'e Mısır'a dönme izni verdi ve döndü. Derken İngiliz sömürgesi belâlarım yağdırmaya ve kötü yüzünü göstermeye başladı.
Nedim bu arada Üstad dergisini çıkarmaya başladı. Burada en şiddetli şekilde İngilizlerin siyasetine saldırıyordu. Nedim, bir kere daha Mısır dışına sürüldü*
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Nedim'i Abdulhamid'in divan görevleri arasına alarak ona iyi bir hizmet yaptı.
Abdullah Nedim yakalandığı kalp hastalığına kadar sultan Abdulhamid'in görevlileri arasında kaldı.
Tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak ülkesinden uzakta garip olarak öldü.
Ülkesi için çalıştığı ölçüde Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
SORU: İşittiğime göre Ferezdak "insanların en kötüsü" imiş. Çünkü o namuslu kadınlara dil uzatıp iftira atar, şiirlerinde çirkin şeyler söyler, kötülükleri anlatırmış.
Bu özellikleri sebebiyle Ferezdak'ın kâfir olduğuna ve cennete giremeyeceğine hükmedilebilir mi?
CEVAP: Gaybı Allah bilir. Kalpteki iman Allah'ın bildiği sırlardandır. Münafık olan bir kimse dış görünüşü itibariyle müslüman görünür. Bazen de kalbinde gerçek iman bulunan bir kimse hatalı davranabilir.
Bazen aşırı davranışları olan bir insan, Allah'ın kendisine bahşettiği tevbe fırsatını değerlendirerek Allah'a yönelir. Böyle bir insan doğruya dönmüş, kurtulan insanlardan sayılır. Bunun içindir ki bir insana "bu kâfirdir" hükmünü vermeyi kolay bir şey olarak görmüyoruz. Bu girilmesi çok zor ve korkutucu bir kapıdır. Eskiden âlimler "Lâ ilahe illallah Muhammedün rasûlullah" diyen birine günahı ne kadar çok da olsa "bu kâfirdir" demekten şiddetle kaçınırlardı.
Müslüman kimseye yaraşan cennete girip girmeme meselesini Allah Teâlâ'ya bırakmaktır. Çünkü cennetin sahibi ona dilediğini sokacak, dilemediğini oraya koymayacak olan Yüce Allah'tır.
Ferezdak'ın tam adı Hemmam b. Galip b. Sa'saa et-Teymî el-Bas-rî'dir. Ferezdak bir şairdir.
Ferezdak'ın dedesi Sa'saa (cahiliye döneminin çirkin bir uygulaması olarak) diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını oradan çıkarır, kurtarırdı. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in huzuruna elçi olarak gelmişti.
Ferezdak Hz. Hüseyin, Ebû Hureyre, Ebû Said el-Hudrî, Arfece b. Es'ad ve sahabeden bir gruba yetişmiş ve onlardan hadis dinlemiştir.
Ebu Hureyre Ferezdak'ın ayaklarına bakarak şöyle demiş: "Ey Ferezdak! Görüyorum ki ayakların küçüktür. O küçük ayakların için cennette bir yer ara, bul!"
Ferezdak bu söze 'Benim günahım çoktur' diye cevap vermiş.
Ebu Hureyre Ferazdak'a şöyle mukabele etmiş: Bunun bir sakıncası yoktur. Ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Batı istikâmetinde bir tevbe kapısı vardır. O kapı güneş batıdan doğuncaya kadar kapanmayacaktır.
Görüldüğü üzere Ferezdak günah korkusu içinde, fakat Ebû Hureyre ona huzur verici şeyler söylüyor. Buna ne buyurulur?
Muaviye b. Abd'ul Kerim (bir gün) Ferezdak'ın yanına girmiş. Ayaklarının zincirle bağlı olduğunu görmüş. 'Bu ne hal?' sorusuna Ferezdak şöyle cevap vermiş: "Kur'an'ı ezberlemeye karar vermiştim. Kur'an'ı ezberlemem bitene kadar zinciri ayağımdan çözmemeye yemin ettim."
Allah'ın kitabını ezberleyinceye kadar kendi iradesi ile kendisini hapseden bu adam hakkında ne dersin?
Ferezdak'ın hanımı Nevvar vefat etmeden önce namazını Hasan Basrî'nin kaldırmasını vasiyet etmiş Hasan Bâsrî bu vasiyeti yerine getirmiş. Basra'nın ileri gelenleri -aralarında Hasan Basri de olduğu halde- kadın için son görevlerini yerine getirmişler. Yolda giderken Ferezdak hayvana biniyormuş. Hasan Basrî ona: 'İnsanlar ne diyor?' diye sormuş. Ferezdak şöyje cevap vermiş: "Seni kastederek "Bugün cenazeye insanların en hayırlısı katıldı." Beni kast ederek de "Bugün cenazeye insanların en kötüsü katıldı" diyorlar. Bunun üzerine Hasan Basrî Ferezdak'a şöyle demiş: "Ey Firas'ın babası! Yalan söylemişler. Ben insanların en hayırlısı değilim. Sen de insanların en kötüsü değilsin."
Az bir süre sonra Hasan Basri dönüp Ferezdak'a ölüm günüden bahsederek: 'Ahiret için ne hazırladın?' dedi. Ferezdak bu soruya: "Seksen yıldan beri Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim, (söylediğim) kelime-i şehâdeti hatırladım" cevabını verdi.
Demek oluyor ki Ferezdak uzun ömrü boyunca gönlünde Allah'a iman'a yer vermiş bir kimsedir. Onun kâfir olduğuna nasıl hükmedebiliriz?
Ferezdak'ın eşi Nevvar'ın cenazesi kabre varınca onun söylediği şiir rabbinin hesabından korktuğunu gösteriyor. Ferezdak bu şiirinde şöyle diyor:
Eğer rabbi afiyet vermezse Ferezdak kabir ötesinde korkar
Zira orada şiddetli alevler var, sıkıntılar artar.
Gelince zebani adamı alır götürür bak
O zaman hâli nic'olur ne yapar Ferezdak
Cehenneme giderken ayak dolanır mal ve evlat fayda vermez.
Takarlar ateşten gerdanlığı kimseler kurtarıp kanat germez. Perişandır cehennem ateşinde yanıp kavrulan Giydirirler orada suçluya Ubas-ı katran Cehennemlikler irin içerler su yerine Ateşten paramparça olup düşerler derine
Ferezdak şiirini bitirince Hasan Basri ağlamaya başladı. Unutmayın ki Hasan Basrî zamanının en önde gelen âlimler indendir. Sonra Fe-rezdak'ı kucaklayarak ona şöyle dedi: "Sen bana insanların en sevimsizi idin. Bugün en sevimlilerindensin." Bu durumun yoruma ihtiyacı yoktur.
Namuslu kadınlara dil uzatıp iftira atmaya gelince, şüphe yok ki bu suçtur. Böyle bir durum varsa cezası Allah'a kalmıştır.
Bazı kimseler Ferezdâk'a: "Ey Ferezdak! Allah'tan korkmuyor mjısun da namuslu kadınlara iftira atıyorsun?" demiş. Ferezdak şöyle cevap vermiş: 'Yemin olsun ki ben Allah'ı varlıkları gördüğüm iki gözümden çok seviyorum. O halde O, bana nasıl azap eder?'
Bir kimsenin hata ve kusuru ne olursa olsun kelime-i tevhidi söylediği ve dış haliyle imanlı göründüğü sürece ona kâfir demek doğru olmaz. Biz, (kul olarak) dış görünüşe bakarız. Gizli olanları en iyi bilen Allah'tır.
SORU: Feylesof Tales hakkında bilgi edinmek istiyorum. Ona niçin feylesof unvanı verilmiştir?
CEVAP: Tales, eski bir feylesof ve astronomdur. Ona şehrinin insanları: "Tüm bilimlerde insanlığın hikmet sahibi olanıdır" demişlerdir.
Tales küçük Asya'da Milet şehrinde milattan önce 640 yılında doğmuştur. Aslı Fenikelidir. İlk babaları zamanın yöneticilerinin zulmünden kaçarak Şam'dan Yunanistan'a göç etmişlerdir. Bu sebeple Yunan feylesoflarının Önde gelenlerinden sayılırsa da Suriye asıllıdır.
Tales elektrik araştırması ile ilgilenmiş, bu konuda kendisini yetiştirmiştir. Pek çok kimse onu bu alandaki araştırıcıların öncüsü saymıştır. Tales mıknatıslı ve elektron ihtiva eden maddelerde elektriğin çekim kuvveti olduğunu ilk ortaya koyan kimsedir. O bu konuda uzun araştırmalar yapmış, buluşunun gerekçesini ortaya koymaya çalışmıştır.
Tales bir ara siyasetle uğraşmış, sonra hikmet ve felsefe ile meşgul olmuştur.
Söylendiğine göre bir ara ticaretle de uğraşmıştır. Zira o zamanlar ticaret, bir çeşit hikmetle meşgul olmak sayılırdı. Çünkü ticaret hayır yapmaya yol açar, büyüklere yaklaştırır, bilgi ve tecrübe kapılarını açar.
Tales'in ticaretle meşguliyeti sadece kâr ve kazanç için olmamıştır. Bunun en kesin delili fakir olmasıdır. O çalışmalarından önem ifade eden bir varlık elde etmemiştir.
İlginçtir; bazı kimseler Tales'i çok bilgili ve hikmetli bir kimse olmasına rağmen fakirliğinden dolayı ayıplamışlar. Bunun üzerine Tales, bir yıl boyunca zeytin ticareti ile uğraşmış. Sonuçta çok para kazanmış. Fakat kazandığı paraları sahiplerine geri vermiş. Böylece para kazanmaktan aciz olmadığını isbat etmiştir.
Bir defasında talebelerinden biri Tales'e şöyle sormuş: "Bana yaptığınız iyiliklerin karşılığını size nasıl ödeyebilirim?"
Tales şöyle cevap vermiş:
Oğlum hoca olup öğrencilerine benim sözlerimi aktardığın zaman onların bana ait olduğunu söyle. Böyle davrandığın zaman mütevazı ve vefak davranmış olur, emaneti yerine getirmiş olursun. Bu suretle beni ^n güzel şekilde mükâfatlandırmış olursun.
Rivayete göre Tales Mısır'a gelmiş ve oradaki kâhin ve rahiplerden hikmeti öğrenip geometri tahsil etmiştir. Mısır'da iken ehramların yüksekliğini, gölgesini ölçerek belirlemiştir.
Tales Mısır'da öğrendiği geometriyi Yunanistan'a götürmüş, geometriye ait pek çok teori ve kuralları bu bilime ilave etmiştir. Ayrıca Keldaniler'den de astronomiyi öğrenmiş, bu dalda zirveye ulaşmıştır. O derece şaşırtıcı ilerlemeler göstermiştir ki milattan önce altıncı yüz yıl sonlarında -çok uzun bir zaman öncesinden- meydana gelecek güneş tutulmasını haber vermiştir. Tales'in haber verdiği zamanda söylediği gibi güneş tutulmasının gerçekleşmesi üzerine şöhreti tüm Yunanistan'ı kaplamıştır. Yetmiş altı yaşında iken feylesof unvanına hak kazanmıştır.
Tales kendisine sorulan sorulara (ilgi çekici) cevaplar vermiştir. Bulardan bir kısmı şöyledir:
Hiç bir şey yok iken var olan Allah'tır. Çünkü O yaratılmış değildir. Varlıklar arasında en genişi uzaydır. Çünkü o, her şeyi kapsamaktadır. En iyi hüküm veren zamandır. Zira zaman gizlilikleri açığa çıkarır. En yaygın şey ümittir. Zira o mülkü olmayanın mülküdür. En faydalı şey fazilet (erdem)dir. Çünkü o her şeyi düzeltir. En zararlı şey çirkin ahlaktır. Zira o her şeyi fesada uğratır. En kuvvetli şey, ihtiyaçtır. Zira ihtiyaç reddedilmeyen bir şeydir. Evin en hayırlısı sahibini yormayan evdir.
Bir keresinde Tales'e: "Mutlu kimdir?" diye sordular. O: "Bedeni sağlıklı, rızkı bol, aklı kültürle dolu kimsedir" cevabını verdi.
Bir kere de: "Faziletli insan kimdir?" diye sordular. O: "Yaptığı işi başkalarının ayıplamadığı kimsedir" cevabını verdi.
Bir keresinde: "Ölmekle yaşamak arasında fark yok" demişti. Kendisine: "O halde niye kendini öldürmüyorsun?" dediler. O: "Çünkü ölmekle yaşamak arasında bir fark yoktur" cevabını verdi.
Dostluk hakkında şu öğüdü verdiği söylenir: "Yanında iken hatırladığı gibi, yok olduğu zaman da dostunu hatırla."
Rivayet olunduğuna göre çok yaşlandığında yıldızları gözetlemesi için annesi elinden tutup dışarıya çıkarmış. Ayağı kayan Tales bir çukura düşmüş. Bunun üzerine: "Ne tuhaf? Gökte yıldızları gözetleyen adam ayağının altını göremiyor!" demiş.
SORU: Hutaye adında bir şair var. Bu şaire niçin böyle bir ad verilmiştir? Bu zât müslüman mıdır, yoksa kâfir midir?
CEVAP: Hutaye muhadramdır, yani cahiliye dönemine de İslâmiyet dönemine de yetişmiştir. Adı Cervel b. Evs b. Mâlik'dir. Her zaman kendisinin ayrı bir kabilenin mensubu olduğunu söylerdi. Sanki babası belli olraayan bir kimse gibi imiş. Anasına babasının kim olduğunu sormuş. Kadıncağız çelişkili, karmaşık şeyler söylemiş. Bunun üzerine anasına kızan Hutaye onu terk etmiş. Söylenildiğine göre bir şiirle annesini hicivetmiş. Aşağıdaki şiir bunun örneğidir:
Cezanı versin Allah, kocakarı!
Dilerim başkaldırsm ona evlatları.
Git başımdan, gözümden kaybol
Senden dünyayı Allah kurtarsın
Bir sır verildiyse sana ona sahip ol
Dırdır eder sır tutmazsın, murdardın!
Ebu'l-Ferec Isfehani onun hakkında şu bilgileri veriyor:
Hutaye hırslı, (başkalarından) çok isteklerde bulunan, ısrarcı, kalitesiz bir kişiliği olan, kötülüğü çok iyiliği az olan, cimri, çirkin, paspal, soyu belli olmayan, dini hayatı da iyi olmayan bir kimse idi.
Rivayet olunduğuna göre Hutaye müslüman olmuş, sonra dinden dönüp mürted olmuştu. Ne kadar tuhaftır ki dininden dönen, hayatı boyunca kötü ve kalitesiz bir yaşantısı olan bu adam, tarihçilerin rivayet ettiğine göre şöyle bir beyte de şiirinde yer vermiştir:
Kim hayır işlerse mükâfatı olmaz yok, İnsanlarla Allah arasında bunun örneği çok.
Gene enteresandır ki aşağıda vereceğimiz takva ile ilgili beytler de ona aittir.
Rivayet olunuyor ki Ubeydullah b. Şeddat ölüm döşeğinde iken oğlu Muhammedi çağırıp ona bir takım vasiyetlerde bulunarak şöyle demiştir: "Oğlum! Ölüm davetçisi pençesini (benden) çekmiyor. Giden geri gelmiyor. Kim (dünyada) kalsa sonunda ölüme gidecek. Oğlum! Sence işlerin en değerlisi gizlide ve açıkta takva (Allah korkusu), Allah'a şükretmek, doğru söz ve doğru niyet olsun. Çünkü şükür nimeti artırır. Takva da azıkların en hayırlısıdır. Nitekim Hutaye şöyle diyor:
Mutluluk değildir bence, malı toplamak
Mutlu eder insanı takva üzere olmak
Takvalı yaşarsan hayırlı azık edinirsin hayatında
Ne kadar çok takva olursan ecrin artar Allah katında
Gelecek yakındır, yok ondan kurtuluş.
Geçmiş ise mazide kalır, artık mazi olmuş.
Allah'ın yarattıkları (şüphe yok ki) çeşit çeşittir.
SORU: Kur'an'da sözü edilen Zülkarneyn'in yaptığı set nerededir?
CEVAP: Taberi Câmi'ul Beyân isimli tefsirinde -ki o tefsircilerin şeyhidir- şöyle diyor: "Zülkarneyn'in yaptığı set, iki dağ arasındadır. Bu dağlar Azerbaycan ve Ermenistan'dadır."
SORU: Mazdekler hakkında bilgi edinmek istiyorum. Mazdekler sapık mıdır?
CEVAP: Mazdekler acem hükümdarı Nuşiveran'un babası Kubaz'ın zamanında ortaya çıkan Mazdek'in adamlarıdır.
Mazdekler Mani inancında olanlar gibi "Dünya iki asıldan meydana gelmiştir. Bunlardan biri nur, diğeri zulmettir. Nur, iradeli ve kasıtlı şeyler yapar, zulmet ise gelişi güzel tesadüfi şeyler yapar" derler.
Mazdek kendisisapık olduğu gibi kendisine uyan kimseleri de sa-pıtmıştır. Servetin ve kadınların herkese serbest olduğu ve insanların bunlarda ortak olduğu gibi sapık bir inanca sahiptirler.
Mazdekler acem diyarında çeşitli kollara ayrılmıştır. Şehristani Milel ve Nihal isimli eserinde bunlara işaret etmiştir.
Acem hükümdarı Kabaz, Mazdek'in çağrısını kabul ederek onun mezhebine girmiştir. Fakat Nuşiveran Mazdek'in sapık düşünce ve iftiralarından haberdar olunca ona tutuklatıp öldürtmüştür.
SORU: Hİksos'ların Arab asıllı olduğu söyleniyor. Bu doğru mudur? Hiksos ne demektir?
CEVAP: Bazı tarihçilere göre Hiksoslar eski Arab kabilelerinden-dir. Hiksoslarla Hititler arasında akrabalık olduğu söylenir. Hiksoslar eski zamanlarda Mısır, Suriye ve Irak'ı fethetmişler. Fakat bu rivayette kesinlik ve inanırlık yoktur.
Hiksos kelimesine gelince: Bu kelimenin aslında iki kelimeden oluştuğu söylenmektedir. Bunlar hık ve sos kelimeleridir. Hik kelimesi deve kuşunun erkeği ve erkek cinsten olanların en uzunu anlamına gelmektedir.
Lisan'ul Arab isimli eserde uhud maddesinde yer aldığına göre "Abdullah b. Übey, bir asker grubu içinde (çapraşık ayaklarla) sanki deve kuşu gibi hızlı hızlı gidiyordu" denmektedir.
Sos kelimesinin anlamı ise at demektir. Bu kelime İbranice'de hâlâ aynı anlamda kullanılmaktadır. Arapça'da bu kelime için at manası söz konusu değildir.
Arapça'da ata bakan, süren kimse anlamında Seyis kelimesi vardır.
Bu bilgiler ışığında Hiksos kelimesinin anlamı ya "Atların kralı" veya "Deve kuşu gibi atları olan kimseler" demektir.
SORU: Mürcie mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Mürcie, müslümanın benimsemesi, alaka göstermesi asla caiz olmayan bir mezheptir.
Mürcie kelimesi İrca kökünden gelir. Bu kelimenin iki anlamı vardır:
Birincisi ertelemek ve mühlet vermek demektir. "Filan kimse şu işi yarına irca etti" cümlesinde irca işi vaktinden geriye bıraktı, erteledi anlamındadır. Nitekim bu mezhebin inancını benimseyenler dinin emir ve yasaklarına uymayı imandan geriye ertelerler. Yani, dinin emir ve yasaklarına uymadan da iman gerçekleşir ve kemâle erer derler.
İkincisi, insanı yapacağı işten affetmek, (yapmasan da olur) demektir. Nitekim bunlar "İmanı olan kimseye günah zarar vermez" demektedirler. Gene bunlara göre büyük günahlardan -bu günah tehlikeli de olsa- birini işleyen kimse ne cennetlik, ne de cehennemliktir. Onun ne olduğuna dair hüküm kıyamete ertelenmiştir.
Bu mezhebe ait fikirleri ilk defa ortaya atan Gaylan ed-Dimeşkî ve ona tâbi olanlardır. Bu mezhebin kollarından biri Yûnus b. Avn adında birinin adıyla anıldığı için Yunusiyye'dir.
Bunlara göre (ibadet ve) tâat imandan değildir. Onu yapmamak imanın gerçeğine zarar vermez. Mü'min cennete yaptığı amel ve tâat-ları ile değil, ihlas ve sevgisi ile girer.
Mürcie'nin bir kolu da Ubeyd'ul Müteib adında birine nisbetle Ubeydiye'dir.
Bunlar "Kul tevhid (Allah'ın bir olduğu inancı) üzerine ölürse işlediği günahlar ve kötülükler ona zarar vermez" derler.
Bunlara göre -hâşâ- Allah, insan suretinde imiş? Allah bunların söylediğinden yücedir.
Mürcie'nin bir şiiğer kolu da öassan b. Ebân el-Kûfi isminde birine nispet edilen Ğassaniye'dir.
Ğassan şöyle diyor: 'İman, Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'in getirdiğine toptan inanmaktır. Tafsilatlı olarak inanmak değildir.
Müslümanın bu ve diğer fesat unsuru sapık mezheplere ilgi göstermemesi gerekir. Müslüman Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in hadislerine başvurur. Ayrıca selef-i sâlihin'in yolundan giderek onlara uyar. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Her kim Allah'a bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir. (Al-i İmran/101)
SORU: Muaviye b. Ebu Süfyan hakkında pek çok (değişik) sözler vardır. Onu İslâm dini için hayırlı bir kimse mi sayacağız? Yoksa islâm dini için bir düşman mı bileceğiz?
CEVAP: Hz. Peygamber bir hadisinde: "Ashabım hakkında (kötü bir şey söylemekten) Allah'tan korkunuz. Onları sövgü ve küfür konusu edinmeyiniz" buyurmuştur.
Bir hadisinde ise: "Ashabımdan hiç birine sövmeyiniz" buyurur. Başka bir hadisinde de: "Ashabıma söven birini gördüğünüzde ona: "Allah'ın laneti sizin en şerlinizin üzerine olsun" deyiniz" buyurmuştur.
İlim adamları, bir müslüman için sahabeden herhangi birine sövüp, kötülemede bulunmanın haram olduğunu bildirmişlerdir. Bu itibarla sahabenin kendi arasındaki anlaşmazlıkları Allah'a bırakmak gerekir. Yüce Allah geniş bilgisi ve mutlak adaleti ile onlar arasındaki meseleyi hükme bağlayacaktır.
Müslümanlar, sahabeden kimin daha faziletli olduğu veya sahabeden bazılarına dil uzatma hususundaki mücadeleler sebebiyle musibetlere duçar olmuşlardır. Sahabenin kendi arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle de müslümanlar fitneye düşmüştür. İbn Hacer Askalâni Takrîb'ut-Tehzib isimli eserinde Muaviye b. Ebu Süfyan hakkında: "O, sahabi ve halifedir" demiştir.
Hz. Muaviye Mekke'nin fethinden önce müslüman olmuş ve Hz. Peygamber için vahiy kâtipliği yapmıştır.
Nevevi Tehzib'ul Esma isimli eserinde Hz. Muaviye için genişçe bir biyografi vermiştir. Bu eserdeki bilgilere göre Hudeybiye anlaşması sırasında müslüman olmuş, bunu anasından ve babasından gizlemiştir. Rasûlullah ile birlikte Huneyn savaşma katılmıştır. Hz. Peygam-ber'in vahiy kâtiplerinden biridir. Hz. Muaviye Rasûlullah'tan yüz adet hadis rivayet etmiştir. Bunlardan dördünü Buharı ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir. Dördünü tek başına Buharı, beşini tek başına Müslim rivayet etmiştir. İbn Abbas, Ebu Derdâ, İbn Ömer ve İbn'uz-Zübeyr gibi bir grup sahabiden hadis rivayet etmiş, tabiinden de bir grup ondan rivayette bulunmuştur.
Hz. Ebubekir onu Şam'a vali olarak tayin etmiş Hz. Ömer ve Hz. Osman da onu bu görevde bırakmışlardır. Hz. Ali döneminde de Şam valisi olarak kalmıştır. Nevevi Hz. Muaviye için Halife sıfatını kullanır ve "Onun hilafet dönemi yirmi yıl kadar sürmüştür" der.
Hz. Peygamber ona dua etmiş: "Allahım! Onu hidayete erdir ve başkalarına hidayet yolunu gösteren kimse eyle" buyurmuştur. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve "Hadis hasendir" demiştir.
Abdullah b. Abbas onun hakkında: "O fakihtir" demiştir.
Hz. Muaviye vefat edeceği sırada kendisine Rasûlullah tarafından Özel olarak giydirilen gömleğin kefen olarak kullanılmasını vasiyet etmiştir. Yanında Hz. Peygamber'in kesilmiş tırnaklarını saklamıştır. Bunların öğütülerek öldüğünde gözlerine ve ağzına konulmasını vasiyet ederek: "Bunu yapın. Benimle Erham'ur-Rahiminin arasına girmeyin" demiştir.
Ölmek üzere iken: "Keşke Zu Tuvâ denilen yerde Kureyşli bir adam olaydım da halkı yönetme işini üstüme almasaydım" demiştir.
Müslümana yaraşan, Hz. Muaviye'yi sahabeden birisi olarak kabul etmek, hakkında verilecek hükmü ilk ve son hüküm sahibi olan Allah'a bırakmaktır.
Beşinci Halife Ömer b. Abdulaziz isimli kitabımda şunlar yer almaktadır:
Bir kimse Ömer b. Abdulaziz'e Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki savaşı sordu. Ömer b. Abdulaziz şöyle cevap verdi: "Bu savaşlarda akan kanlara bulaşmaktan ellerimizi Allah korumuştur. Bu kanlara dilimizi bulaştırmayalım." Ne güzel söz!
SORU: Suffe ashabı kimdir? Bunların İslâm'ı yaşaması nasıldır?
CEVAP: İbn'ul Esir'in Nihaye isimli eserinde bildirdiğine göre suffe ashabı, Hz. Peygamber'in mescidinde, muhacirlerin fakirlerinden; oturacak evi, yapacak işi ve meşgul olacak bir ticareti olmayan kimselerden oluşuyordu.
Bunlar Hz. Peygamber'in mescidinde bir gölgelikte vakitlerini geçirirlerdi. Burasına suffe denirdi.
Kamus'ul Muhit sahibinin bildirdiğine göre ashab-ı suffe İslâm'ın misafirleri idi. Bunlar Hz. Peygamber'in mescidinde suffe denilen gölgelikte barınırlardı.
Bazı rivayetlerde tasavvuf çul arın suffe ashabından geldiği söylenmiş, suffe ashabının dünya yaşantısına aldırmayıp zühd ve takva içinde yaşamakta örnek oldukları bildirilmiştir.
Tûsi'nin bildirdiğine göre suffe ashabının sayısı üçyüzden fazla idi. Bunlar malı mülkü olmayıp, ticaretle de meşgul olmazlardı. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre bunlar eski ve ucuz giysiler giyerlerdi, (kimisinin giysisi ise boyuna göre) kısa olurdu. (Çoğu keresinde) yemekleri hurma ve sudan öteye geçmezdi.
Hz. Peygamber'in suffe ashabı ile arkadaşlık ettiği, onlarla oturup yemek yediği, insanları onlara ikram edip değerlerini takdir etmeye teşvik ettiği rivayet edilmektedir.
Rasûlullah'ın bulunduğu yerde suffe ashabından oturanlar varsa, onlar kalkmadan yerinden kalkmadığı söyleniyor. Rasûlullah suffe ashabından birisi ile tokalaşırsa, tokalaştığı kimse elini bırakmadan elini çekmezdi.
Hz. Peygamber zenginleri bu fakir insanların yemek ihtiyaçlarını karşılamaya teşvik ederdi. Bir zenginin bunlardan üç, dört, beş kişinin yiyeceğini temin ettiği olurdu.
Sa'd b. Muaz suffe ashabının yiyecek ihtiyacını en çok karşılayan kimse idi. Bir keresinde bunlardan seksen kişiyi evine götürerek ye-meklemişti.
Lüma isimli eserde ifade edildiği üzere Bakara/273, Kehf/28 ve En'am/52 ayetlerinde sözü edilenler suffe ashabıdır.
Suffe ashabı kendilerinden bir görev istendiğinde bunu yerine getirirler, ödevlerinde kusur etmezlerdi. (Allah yolunda) cihada çağırıldıklarında olanca gayretlerini sarf ederek cihada katılırlardı.
Hakkında Hz. Peygamber'in Allah tarafından -Abese suresinin baş tarafında bildirildiği üzere- uyarıldığı Abdullah b. Ümmü Mektum da suffe ashabmdandı. Abese suresinin ilk ayetlerindeki uyarı geldikten sonra Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'u gördüğünde: "Rabbi-min uğrunda beni uyardığı adam, merhaba! Bir ihtiyacın varsa yerine getireyim" derdi.
Suffe ashabının biyografini Öğrenmek için Ebu Nuaym'ın Hıl-yeî'ul Evliya adlı eserine başvurulabilir. Bu eserden onların pek çok özellik ve ahlaklarını, hayatlarında yaşadıkları olayları öğrenir, dünya hayatında nasıl zühd ve takva örneği verdiklerini görürüz.
SORU: Corci Zeydan'ın İslâm Tarihi ile ilgili yazıp anlattıkları hakkındaki görüşünüz nedir? Okuyucular onun aktardığı hikayelere çok ilgi göstermektedir. Bunlara ne dersiniz?
CEVAP: Corci Zeydan'ın İslâm Tarihi ile ilgili söylediklerini bir müslümanın okuması uygun değildir. Çünkü bunlar İslâm Tarihini bulandırmak, olayları çarpıtmak, cereyan eden vak'aları ters yüz etmek, İslâmiyet'in güzelliğini ve görkemini gizlemek için uydurulmuş rivayetlerdir.
Sanki bu rivayetler, İslâm Tarihinin müslümanlar nazarında silinmesini isteyerek yapılan bir planın sonucu gibidir. Bu planlarla müslü-manların İslâmiyet'le kazandıkları şerefi kaybetmeleri hedeflenmiştir.
Gene de elimizde bir belge olmadan sözü uzatacak değiliz. Fakat anlatılanlar önümüzde delil olarak durmaktadır.
Evvela bu rivayetler pek çok yerinde uydurulmuş olaylar içermektedir. Bunları kaleme alan kimse belki okuyucularına tarihi olayları anlatmanın kuralının böyle olduğu kanısını vermeye çalışmaktadır. Böylece okuyuculann ilgisini çekmektedir.
Hayale dayalı hikayelerin anlatımında böyle bir tarz doğru olabilir. Tarihi olayların anlatımında ise hiç bir şekilde böyle bir şey doğru olamaz. Çünkü tarih denilen olayın kendine has bir yeri ve saygınlığı vardır. Zira tarih, geçmiştekilerin gelecektekilere aktardığı kültürü, torunlara aktarılan ecdadın fotoğrafıdır.
Sanat adına böyle bir cesareti gösterip bu uydurmanın tarih anlatımında olabileceğini varsaysak dahi, bunun İslâm tarihinde olması caiz değildir.
Çünkü müslümanların tarihi, inançları ve prensipleri ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun içindir ki İslâm tarihine bir çeşit hürmet duyar ve onda kutsallık görürüz. Bu itibarla İslâm tarihinin, bozulmaktan ve onu bulandırmak isteyenlerin gayretlerinden güvence içinde olması gereklidir.
Bu tür yazarların kaleme aldıkları tarih anlatımlarındaki tuzaklardan biri de kahramanların ve ileri gelen kişilerin olaylarını aşk hikayeleri, kadına düşkünlük ve kadına boyun eğme havası içinde anlatmalarıdır.
Sanki bu yazara göre İslâm büyükleri, duygunun yönlendirip sevk ettiği, aşkın esiri olmuş, aklını yitirmiş kimselerdir. Oysa bu kahramanların hayatını incelemek üzere tarihe başvurduğumuzda onlann hayatında ucuz aşkın, sevgi oyuncağının yeri olmadığını görürüz.
İslâm kahramanlarının hayatını Kur'an, din ve şehadet meydanlarında at koşturmak meşgul etmiş, oyuna eğlenceye ayıracak zaman bulamamışlardır. Bundan dolayı arkalarında şeref ve kahramanlık sahife-leri bırakmışlardır.
Fakat yazar C. Zeydan alnı ak bu kahramanların hayatını aşk hikayeleri ile doldurmaktan başka bir şey yapmamıştır. Böylece uydurma ve iftirada zirveye ulaşmıştır.
Bu rivayetlerin yazarı, her bir tarihi rivayetinde bir papazı kahraman gibi göstermekte, papazları hürriyete ve şerefli bir hayata çağıran kahramanlar gibi sunmaktadır. Veya bazı hikayelerde kiliseleri, kaçan ve cihat uğrunda cepheden cepheye koşan müslüman askerlerin sığınma yeri gibi göstermektedir.
Sanki yazar, bu gayretleri ile müslümanların zaferinde ve görevlerini tamamlamakta gayr-i müslimlerin rolü ve yardımı olduğunu vurgulamak istemektedir.
Yazar bazen bu tür iddialarında çok ileri gitmekte, bazı bölgelerin me: sla Endülüs'ün fethinin, gayr-i müslimlerin gayretleriyle ve onların yolunda gitmek sayesinde olduğunu söylemektedir.
SORU: Hz. Musa'nın öldürdüğü kimsenin boyu ne kadar idi? Bu kişi nerede Öldürüldü? Bu kişinin kemikleri ile Nil nehri üzerine köprü yapıldığı söyleniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim Hz. Musa'nın öldürdüğü adam meselesine işaret etmektedir. Tefsirlerde anlatıldığı üzere Hz. Musa şehre girilmesi adet olmayan bir vakitte Mısır'a girdi. Şehrin girişinde iki kişinin kavga ettiğini gördü.
Bunlardan biri Hz. Musa'ya inanıp ona uyanlardan, diğeri düşmanlarından idi. Hz. Musa'nın kavminden olan kişi onu görünce yardım istedi.
Hz. Musa, kavminden olan kişiyi savunmak için öbür adama bir yumruk vurdu, adam öldü. Hz. Musa yaptığından pişman olup yaptığı hatayı şeytanın işlerinden sayıp rabbine istiğfar etti. Yüce Allah da onun hatasını bağışladı.
Kur'an aşağıdaki ayetlerle bu olaya işaret etmektedir:
Musa, halkının habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa da ötekine bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine Musa): "Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman" dedi. (Musa): "Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım) beni bağışla!" dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur. (Kasas/15-16)
Tarih ölen bu kişinin boyu hakkında kesin bîr bilgi vermemektedir. Gerçi adamın öldürüldüğü yer bellidir, Mısır'dır. Bunu tefsirler bildirmektedir.
Öldürülen bu adamın kemiklerinden Nil nehri üzerine köprü yapıldığına dair bir bilgi olmadığı kesindir. İhtimal ki bu İsrail hikayelerindendir.
En iyisi kendimizi bu tür şeylerle meşgul etmemektir. Çünkü bu kabil şeyler din veya dünyamıza faydası olan değerli şeyler değildir. Dileseydi tüm insanları doğru yola iletecek olan Allah'ın şanı yücedir.
SORU: Hz. Peygamber'in Yemen hakkında hadisleri var mıdır?
CEVAP: Râğıb îsfehani Müfredat'ul Kur'an isimli eserinde Hz. Peygamber'in: "Rabbinizin nefesini(n) yemen tarafından geldiğini hissediyorum" buyurduğunu nakletmiştir.
İbn Esir de Nihayesinde "Rahman'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum" rivayetine yer vermiştir. Hz. Peygamber'in bu hadisle Ensa-rı kastettiği söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah müslümanların sıkıntısını Ensar ile gidermiştir. Zira Ensarın (çoğu) Ezd'lidir. Ezd ise Yemen kabilelerindendir.
İbn'ul-Esir (Yemen'le ilgili olarak) şu hadisleri de zikrediyor:
Size Yemenliler gelmiş bulunuyor. Onların kalbi çok ince gönülleri çok yumuşaktır.
İslâmiyet Yemenlidir. Hikmet Yemenlidir.
SORU: Bir kimse arkadaşları ile şakalaşıyor bir yandan Şa'bi'nin şakalarını anlatıyordu. "Kim bu Şa'bi?" diye sorduğumda: "O, müslümanların meşhur imamlarından (büyük bir âlim)dir" cevabını verdi.
Büyük bir âlim nasıl böyle şakacı olur?
CEVAP: Yüce Allah hayatı, bizlerin bedbaht olması için yaratmamıştır. Bilakis, Allah hayatta mutlu olmamızı diler.
Allah kullarının sağlıklı, varlıklı, güçlü, temiz ve suçsuz olmalarını diler. Bu özelliklere sahip olmak onların ilim sahibi, evliya ve ehl-i takva olmaları ile çelişmez.
Cenab-ı Hak kullarının üzüntülü ve bahtsız olmalarını istemez. Kullarının mutlu ve sevinçli olmalarını diler.
İnsanın gülmesini, hayata tebessümle bakmasını engelleyen bir durum yoktur. İnsan çoluk çocuğu ile şakalaşır, arkadaşları ile latifeli konuşmalar yapar. Yeter ki yaptığı şakada, söylediği espri ve latifede kötü bir şey olmasın.
Hz. Peygamber bile şakalaşmıştır. Yerine göre tebessüm etmiş ve gülmüştür.
Kur'an'da peygamberlerin, ehl-i takva ve büyük kimselerin güldüğüne dair ifadeler vardır. Ümmet-i Muhammed'in büyük imamlarından, fakih ve âlimlerinden meşhur kimselerden zühd ve takvalarına rağmen güzel şakalar, tatlı espriler yapanlar olduğu bilinmektedir. Onların bu halini hasta veya kısa akıllı olanların dışında ayıplayan olmamıştır.
Üzerinde konuştuğumuz Şa'bi deniz gibi bir âlim, herkesin bilgisine hayran kaldığı bir allâme'dir.
Şa'bi'nin adı Âmir b. Şerâhil b. Ma'bed eş-Şa'bi, künyesi Ebu Amr'dır. Şa'bi takva, anlayış, yakın ve bilgide örnek gösterilen bir kimsedir.
Güzel sözlerinden bazıları şunlardır:
Fakih, ancak Allah'ın yasakladıklarından kaçan kimsedir. Âlim de Allah'tan korkan kimsedir.
İnsanlar uzun bir süre dinleri ile yaşadılar. Sonunda dinin etkisi kayboldu. Sonra mürüvvet ile yaşadılar. Mürüvvetin de etkisi kalmadı. Sonra utanma duygusu ile yaşamaya başladılar. Bu da epey devam etti. Sonunda utanma da kalmadı. Sonra korku ve ümitle yaşamaya başladılar. Bundan sonra gelecek günler daha (kötü ve) zordur.
Birgün Şa'bi evinde eşi ile birlikte bulunuyordu. Eve bir adam geldi. Adam: "Şa'bî hanginiz?" diye sordu. (Adamın anlayışsızlığı karşısında Şa'bi) hanımını göstererek: 'İşte şu!' dedi.
Bir keresinde Şa'bi va'z ediyordu. Konuşma sırasında: "Sahur yemeği yeyiniz. (Sahur için yiyecek bir şey bulamazsanız) parmağınızı toprağa banıp onu yalayınız" rivayetine yer verdi. Dinleyenlerden biri: "Hangi parmağımızı efendim?" diye sordu. Şa'bi ayak parmaklarından birini gösterip 'bunu!' dedi.
Bir va'zında abdest alırken parmaklarla sakalı hilallemenin sünnet olduğundan söz etti. Dinleyicilerden birisi: "Korkarım ki sakalın dibine ıslaklık ulaşmaz" dedi. Bunun üzerine Şa'bi şöyle cevap verdi: "O halde sen sakalını akşamdan suya yatır!"
Değerli okuyucu, soruda söz konusu edilen kişinin Şa'bi'ye karşı ne kadar kaba ve dar görüşlü davrandığını görüyorsun. Oysa Şa'bi nasıl güzel davranılması gerektiğine dikkat çekmekten geri durmuyor. Şa'bi'den ve şakasıyla dini ve ahlakı sıkıntıya sokmayan herkesten Allah razı olsun.
SORU: Hz. Osman, meşhur sahabi Ebuzer el-Gıfârî hazretlerine niçin kızmıştır? Bu sahabinin sürgüne gönderildiği doğru mudur? Doğru ise bu nasıl olmuştur?
CEVAP: Ebuzer el-Gıfâri hazretleri -Allah ondan hoşnut olsun ve onu ehl-i takva kullan arasında şerefli eylesin- zühd içinde yaşayan, dünya zevkine ilgi göstermeyen ve zorunlu ihtiyacı kadar dünyalıkla geçinen bir zât idi. Yaptığını sırf Allah için yapardı. Onun inancı, tüm servet ve varlığın Allah'a ait olduğu şeklinde idi. Ona göre ümmet-i Muhammed birbiri ile dayanışma içinde ve eşit olarak yaşamalı, varlıklılar ellerindekini yoksullarla paylaşmalı idi.
Ebuzer hazretleri bazı kimselerin dünyalar kadar servete sahip olduğunu, fakat yine de servet biriktirmekte olduklarını ve tutumlu olsun bol harcayan olsun mal ve mülk biriktirenlerin bulunduğunu gördü.
Bunun sonuçlarından korktuğu ve bu husustaki aşırılıklardan, dünyaya sıkı sıkıya sarılmaktan endişe ettiği için şiddetli ve katı bir şekilde zenginlere karşı savaş açtı. Mahalleleri ve insanların toplantı yerlerini dolaşıyor onları uyarıyor ve bu gibilerin durumlarının iyi olmadığını hatırlatıyordu. Mal biriktirenleri, zenginleri tehdit ederek alaycı bir tavırla eleştiriyordu. Sık sık şu ayeti tekrarlıyordu:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda hare am ay anlara hemen acıklı bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri(n azabını) tadınız." (Tevbe/34-35)
O sıralarda Hz. Osman halife idi. Hz. Osman barışçı ve sessiz bir zât idi. Ebuzer'in fikirlerinin bir takım problemlere sebep olması olası idi. Ote yandan Muaviye b. Ebi Süfyan Ebuzer'in sürgüne gönderilmesi hususunda halifeyi teşvik ediyordu.
Hz. Osman bu teklifi uygun bularak Ebuzer'in Medine yakınlarında bulunan Rebeze'ye sürgün edilmesine karar verdi.
Hz. Osman'ın bu konudaki aldığı kararda Ebuzer'i uğurlamaya kimsenin çıkmaması, hiç kimsenin onunla konuşmaması hususları da yer almıştı.
Ebuzer'i yolcu etmek ve koruma görevi yapmak üzere Mervan b. Hakem görevlendirildi. Mervan aynı zamanda başkasının Ebuzer'e yaklaşıp, onunla görüşmesine engel olacaktı. İnsanlar korkudan Ebuzer'e yaklaşmadı.
Ancak Ebuzer ve korucusu yola çıktığı sırada Hz. Ali, kardeşi Akil ve Hz. Ali'nin oğullan Hasan ve Hüseyin, Ammar b. Yâsir ile birlikte Ebuzer'e yaklaştılar.
Hz. Hüseyin Ebuzer ile konuşmak isteyince Mervan itiraz etti: "Ey Hüseyin! Mü'minlerin emiri bu adamla konuşmayı yasakladı. Bunu bilmiyor musun? Eğer bilmiyorsan, bunu sana duyuruyorum" dedi.
Bunu işiten Hz. Ali (onlara) yöneldi. Mervan'm hayvanına kırbacını vurup şöyle dedi: "Çekil! Allah'ın lanetine uğrayıp cehenneme gi-desice!"
Bu eylem karşısında Mervan öfke ile Hz. Osman'a gidip durumu haber verdi. Hz. Osman Hz. Ali'nin bu hareketinden müteessir oldu.
Burada Hz. Ali'yi Ebuzer'den ayrılırken ona şahane bir nasihat, ebedi bir öğüt verirken görüyoruz. Hz. Ali şöyle diyor:
Ey Ebuzer! Senin öfken Allah içindir. Sen işi kendisi için öfkelendiğine bırak. İnsanlar dünyalıklarından korktular. Sen ise dinin(e bir zarar gelmesin)den korktun. İnsanları (ellerinden çıkmasından) korktukları dünyalıkları ile başbaşa bırak. Kendin de (bir zarar gelmesinden) korktuğun dinin ile onlardan uzaklaş. Onların senin yasakladığın şeylere ne çok ihtiyacı var? Senin ise onların sana yasakladığına hiç ihtiyacın yok.
Yarın (gelecek) kimin kazançlı olup kimin çok kıskanç olduğunu bileceksin. Gökler ve yer bir adamın üzerine kapansa, o adam Al-lah'dan (çekinir) takva üzere olursa, Hz. Allah ona bir çıkış yolu lütfeder. Sana ancak hak yoldaş olur. Bâtıl ise senden ancak uzak olur. Şayet insanlara dünyalarını bırakıverirsen kesinlikle seni severler. Eğer karşılıksız dünyalık verirsen kesinlikle seni güvenli görürler.
Allah'ın hoşnutluğu herkesin üzerine olsun.
SORU: Son zamanlarda bazı genç kızlar kendisine Cebrail'in gelerek "Mehdi'yi dünyaya getireceğini" haber verdiğine dair iddialar ileri sürmektedirler. Bu iddialar karşısında dinin hükmü nedir?
CEVAP; Cebrail aleyhisselam Allah'ın emri ile gökten gelen elçisi-dir. O Allah'ın vahyini ve risaletini peygamberlerine getirir. Peygamberlik ve Hz. Muhammed'den sonra vahiy kesilmiştir. Cebrail aleyhis-selama peygamberlik döneminde olduğu gibi yeryüzüne inmek hususunda engel konmuştur.
Bu gerçeği böylece açıkça bildikten sonra soruda sözü edildiği gibi genç kızların iddialarına İslâm'ın ne diyeceğini öğrenmiş oluruz.
Bu tip problemlerin çözümünü, dergi ve gazete sahifelerinde ve alelacele konunun uzmanı olmayanlar tarafından yapılan yorumlarda görmemelidir. Konu aceleye getirilmemeli kapsamlı ve derin bir araştırma yapılmalıdır.
Bu tür iddialardan kimisi asılsız olur. Kimisi insanı aldatan evhamların sonucudur. Bazen de psikolojik hastalık sebebiyle böyle bir iddia ileri sürülmüş olabilir.
Bu gibi durumlarda uzman ve yardımcı ellere ihtiyaç vardır. Önce uzun deneyler yapılmalı, gerekli teşhisten sonra da tedaviye yönelinmelidir.
Bu kabil olaylar karşısında ifade ettiğimiz tarzda bir yol tutarsak aklı karıştıracak, düşünceleri bozacak, insanın diline olmadık şeyler söyletecek iddialardan kendimizi uzaklaştırmış oluruz.
SORU: Havariler kimlerdir? Onlara niçin böyle bir isim verilmiştir?
CEVAP: Cenab-ı Hak Maide suresinde şöyle buyurmuştur:
Hani Havarilere: "Bana ve Peygemberim'e iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da: "Biz iman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (müslümanlar) olduğumuza sen de şahit ol" demişlerdi." (Maide/111)
Saf suresinde de şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa Havarilere: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler de: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkar etmişti. Nihayet biz inananları düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler. (Saf/4)
Havâriyyun kelimesi, Havarinin çoğuludur. Havari kelimesi sözlükte gizli olsun açık olsun ihiaslı (içten bağlı) davranan kimse demektir. Bu kelimenin aslı beyazlık, arı-duruluk ve temizlik anlamlarını da içerir.
Bazı âlimler, havarilerin genellikle peygamberi'ne iman ve itaat etmekte ihiaslı davranıp onlara uyan kimseler olduğunu söylemişlerdir.
Yukardaki ayetlerde geçen havarilerden maksat Hz. İsa'ya yardımcı olan kimselerdir. Yani bu kimseler Hz. İsa'nın rabbinin katından getirdiği dinine yardımcı olmuşlardır.
Bu yardımın savaş yoluyla olması şart değildir. Çünkü dine inanmak, dini yaşayarak uygulamak ve (başkalarını) dine çağırmak, Yüce Allah'ın da bildirdiği gibi bir çeşit yardımdır.
Bu havarilerin en ihiaslı kimseler olduğu ve insanların giysilerini temizledikleri söylenmiştir.
Bazıları bunların avcı kimseler olduğunu söylemiştir. Kimileri bu avcılığın (inanç yönünden) şaşkın kimseleri yakalayıp hak olan yola çağırmak olduğunu söylemiştir.
Bazıları da bu kimselerin, sözleri ile insanlara dini ve ilmi öğreterek onları temizlediklerini söylemiştir.
Kur'an bu havarilerin sayısı hakkında bir bilgi vermemiştir. Nitekim bizim bunlarını sayılarını araştırmamız da gerekli değildir.
Burada Önemli olan Kur'an'ın bu kimselerin özelliklerini bildirmiş olmasıdır. Ki bunlar Allah'ın dininin ve Peygamberi'nin yardımcılarıdır. Onlar kendilerinin Allah'a teslim olmuş olduklarına tanıklık etmiş, imanda ihiaslı olmuş, Allah'a boyun eğmiş kimselerdir.
Ayrıca Kur'an, bu kimselerin kesin iman sahibi olup Allah'ın yardım ve desteğine mazhar olduklarını bildiriyor.
Hz. Peygamber, değerli sahabi Zübeyr b. Avvâm hakkında şöyle buyurmuştur:
Halazadem Zübeyr benim Havârimdir Bir başka hadisi de şöyledir:
Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zü-beyr'dir.
Yani o benim ve İslâm davasının yardımcısıdır.
SORU: Suffe ashabının sayısı ve suffenin neresi olduğu hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Suffe, Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinin kuzey tarafında bir yerdir. Kalacak yeri olmayan muhacirlerden fakir müslümanlar buraya iner ve burada barınırlardı.
Ebu Hureyre, Sa'd b. Ebi Vakkas, Hubeyb, Selman ve diğerleri suffe ashabmdandır. Allah onlardan razı olsun.
Suffe'deki müslümanların sayısı azalıp çoğalarak değişiklik gösterirdi. Bazen yetmiş kişiye vardıkları olurdu. Tarihçiler bu gruptan olduğunu bildirdikleri 600 kişiyi saymışlardır.
Ebu Abd'ir-Rahman Şulemi suffe ashabının tarihini yazmıştır. İbn Teymiye bunlar hakkında şöyle diyor: Suffe ashabı Hz. Peygamber'le beraber cihat edenlerin en büyükleridir.
Aşağıdaki ayetlerde bu insanlara işaret edilmiştir:
Allah'ın verdiği ganimet malları, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte doğru olanlar bunlardır. (Haşr/8)
(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yolunda cihada adamış, Allah'a itaatten başka bir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlara göre zengin sayılan fakirlere verilmelidir. (Habibim!) Sen onları görünce yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Yaptığınız hayırları Allah bilir ve karşılığını verir. (Bakara/273)
Suffe ashabı sıdk u sadakat ve ihlasla Hz. Peygamber'le birlikte cihada katılırlardı. Bunlardan yetmiş adedi "Maune kuyusu" olayında şehit edilmiştir. Hz. Peygamber bu olaydan sonra bu seçkin insanları öldürenler hakkında beddua etmiştir.
Suffe ashabını methetmekte aşırı gidip bunların Hz. Peygam-ber'den önce de hidayet üzere olduğunu söyleyenler vardır. Bu sapık bir sözdür. Doğrusu bunları Allah Teâlâ İslâm ve Rasûlullah'ın daveti ile doğru yola hidayet etmiştir.
Hz. Peygamberin bunları sevmesi, şefkat göstermesi ve bunlara önem vermesi ve koruyup gözetmesi şeref olarak onlara yeter.
Suffe ashabının mescidin bir yerinde barınıyor olmasından, bunların işsiz güçsüz kimseler olduğunu anlamamak gerekir. Bunlar yapabilecekleri bir iş fırsatı bulduklarında hemen o işi yapmaya koyulurlardı. Güçleri yettiği nisbette cihada katılırlardı. Fakat yardım ve desteğe de muhtaç idiler. Bu hususta gayret gösterir ve çokça Allah'ı zikrederlerdi. Sanki aşağıdaki ayeti sürekli göz önünde bulundururlardı:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gidip gelişinde akl-ı selim sahipleri için açık ibretler vardır.
Ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (yani her vakit) Allah'ı anarlar (şöyle dua ederler): "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (Al-i İmran/190-191)
SORU: (Bir konuşmanızda) sizden Hz. Ali'nin kabrinin nerede olduğunun kesin olarak belli olmadığını işitmiştim. Fakat Şia mezhebinden olan kimselerin "Hz. Ali'nin kabrinin yeri kesinlikle bellidir" dediğini duydum. Bunların bu hususta söylediklerinin aslı) nedir?
CEVAP: Hz. Ali'nin kitabı (olduğu söylenen) Nehc'ül Belâğa isimli eserin şerhini yapan İbn Ebi'l Hadid şunları söylemektedir:
Hz. Ali şehit edildiğinde oğulları Emeviler'in kabre bir şey yapmasından korktukları için, onun kabrini gizlemek istediler. Bu sebeple Hz. Ali'nin kabrinin nerede olduğu hakkında insanları zan-na sevkedecek bir defin işlemi yapılmıştır. Şöyle ki: Bir deve üzerine içerisinden kâfur kokuları yayılan bir tabutu iplerle bağladılar. Gece karanlığında tabutu Kufe'den çıkardılar. Böylece defin işleminin Hire'de olacağı düşüncesi veriliyordu. Bir çok yerde mezar çukurları kazıldı. Caminin bir yerine, başkanlık sarayının bir yerine, Ca'de b. Hübeyre el Mahzûmi oğullarının yurdunda bir yere, Abdullah b. Yezid el-Kasri'nin yurdunda Varraklar kapısı hizasında mescidin kıblesini izleyen bir yere, Künase denilen yere, Seviyye denilen bir yere çukurlar kazıldı. Böylece insanlar için Hz. Ali'nin kabrinin yeri meçhul kaldı.
Hz. Ali'nin nereye gömüldüğünü ancak oğulları ve en yakın adamlarından başka kimse bilmiyor. Onlar Ramazan ayının 21. gecesi seher vaktinde Hz. Ali'nin cenazesini alıp Necef teki Gariy denilen yere halifenin vasiyeti üzerine defnetmişlerdir.
Bunu bilenler bildi, bilmeyenlere Hz. Ali'nin kabrinin yeri gizli kaldı. Ertesi günü çeşitli dedikodular aldı yürüdü. Kabrin yeri hakkında çeşitli sözler söylenmeye başladı.
Gene İbn Ebi'l Hadid'in rivayetine göre Hz. Hüseyin'e birisi: "Halifeyi nereye defnettiniz?" diye sordu. Hz. Hüseyin şu cevabı verdi: "Halifeyi gece evinden çıkardık. Eş'as b. Kays'ın evine uğradık. Sonra Gariy yakınındaki Zahr denilen yere götürdük."
İbn'ul Hadid sonra şöyle der: Bu rivayet doğrudur. Kabrin yeri hakkındki uygulama da buna göredir. Bir insan babasının kabrini yabancıdan daha iyi bilir.
Ali oğullarının ziyaret ettiği kabir Gariy'deki kabirdir. Hz. Ali'nin oğulları "Bu babamızın kabridir" demişlerdir. Şia olsun başkaları olsun bu hususta şüphe etmezler. Ali oğullarından maksat Hasan, Hüseyin ve diğer evlatlarının soyundan gelen çocuklardır. Hz. Ali'nin sülalesinden olan eskilerden ve yenilerden her biri bizzat Hz. Ali'nin kabri başında durmuş ve onu ziyaret etmiştir.
İbn'ul Cevzi Hafız Ebu'l Ganâim'den şu rivayeti tarihinde kaydediyor:
Küfe'de üçyüz sahabi vefat etmiştir. Hz. Ali dışında bunlardan hiç birinin kabri belli değildir. Bu kabir, şimdi insanların ziyaret ettiği kabirdir.
Cafer Sâdık'ın oğlu Muhammed ve babası Hasan b. AH b. Hüseyin o kabre gelerek onu ziyaret etmiştir. O zamanlar meşhur olmuş açıkta bir kabir yoktu. Ancak orada dikenli ağaçlar vardı. Deylem valisi Muhammed b. Zeyd'e gelip kabrinin olduğu yere kubbe yaptırdı.
İhtimal ki Hz. Ali'nin defninin gizli yapılması pek çok tarihçinin kabrinin yerinin kesin olarak belli olmadığını söylemesine sebep olmuştur.
SORU: Şeref ud-din Tıybi hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Şeref ud-Din Tıybi'nin adı Hüseyin b. Muhammed b. Abdullah'tır. Mişkât Şerhi isimli kitabın ve diğer kitapların sahibidir.
Tıybi, Irak Acem bölgesinde Tevze denilen yerden olup, hicri sekizinci asrın ileri gelen bilginlerinden dir.
İsmi hakkında farklı şeyler söylenmiştir. Hasan b. Muhammed olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Hüseyin b. Muhammed olduğunu söyleyenler de vardır.
Sehâvi şöyle diyor: Bu zat Mişkât Şerhi isimli kitabının başında kendi adının Hüseyin b. Abdullah b. Muhammed olduğunu bildirmiştir. Nitekim Mısbatim hadislerini tahric eden zât da kitabının başında aynı isme yer vermiştir.
Tıybi'nin adı Hüseyin b. Muhammed olarak bilinen kimselerin isimleri arasında geçmemiş olsaydı, kâtip kitabı yazarken değiştirmiştir derdim.
Tıybi tefsir, hadis ve edebiyat alanlarında âlim bir zattır. Kendisinin miras malı ve ticaretten kazanılmış büyük bir serveti vardı. Tıybi servetini hayır yolunda harcamıştır. O derecede ki ömrünün sonunda fakir düşmüştür.
Felsefecilere ve bidatçilere şiddetli reddiyeler yazmış, onların rezilliklerini ortaya koymuştur.
Tıybi, sürekli öğrenci yetiştirmiş, öğrencilerinden ihtiyacı olanların masraflarını bizzat karşılamıştır. Kendisi Kur'an ve hadisten incelikleri Çıkarmakta eşsiz idi. Gözü az gören Tıybi alçak gönüllü bir zat idi.
Tıybi iyi itikatlı ve ikram sever bir kimse idi. Allah'ı ve Peygamberi'ni çok sever, ömrünün sonlarında gözleri zayıflamasına rağmen, yaz-kış, gece-gündüz namazlarını cemaatla kılardı.
İnsanlara İslâmî ilimleri öğretmeye devam ederdi. Kendisinden İslâmiyet'e nasıl saygı gösterileceğini öğrenmek isteyenleri çok sever, ilmi yaymaya ve değerli kitapları bilenlere ve bilmeyenlere emanet olarak vermeye önem verirdi.
Gününü tefsir ile hadis arasında ikiye böler: sabahm erken vaktinden öğleye kadar tefsir, öğleden ikindiye kadar Sahih-i Buharı derslerine devam ederdi. Vefatına kadar böyle sürdü.
Tıybi merhum, 743 (h.) 1342 (m.) Şaban ayında hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Rivayete göre ömrünün son günü adeti olduğu üzere sabahleyin tefsir dersine oturmuş öğlen vakti bu dersini tamamlamış. Sonra hadis dersini vermekte olduğu yere gitmek üzere yola çıkmış. Evinin yanındaki camiye girip oturarak nafile bir namaz kılıp farzı beklemeye koyulmuş. Kıbleye yönelmiş bir halde iken Şaban'm 13. günü ruhunu teslim etmiştir.
Tıybi arkasında bir çok kitap yazıp bırakmış bir âlimdir. Aşağıdakiler onlardan bazılarıdır:
1. Kitab'ul Tibyan fi'l Meâni ve'l Beyan. İbn Hacer Dürer'ul Karnine, isimli eserinde Tıybi'nin bu eseri geniş olarak yazdığını, öğrencilerine kendisinin planladığı bir usule uygun olarak özetlemelerini emrettiğini ve buna Müşkâl adını verdiğini, bunu da çok geniş bir şekilde açıkladığını kaydediyor.
2. Keşşaf Tefsirinin Haşiyesi. Bu eserine Fütüh'ul Ğaybfi'l Keşfi An Kınai'r-Rayb adını vermiştir. Ezheriyye kütüphanesinde yazma bir nüshası vardır. Kitap dört cilt olup bir cildi Ribat kütüphanesinde mevcuttur.
3. el-Hulâsafi Ma'rifet'il Hadis.
4. Şerh-u Mişkât'il Mesabih. Bu eser hadis konusundadır.
5. Ayrıca tefsir ilminde bir kitap yazmaya başlamıştır.
SORU: Hz. Ali nereye defnedilmiştir? Hz. Ali'nin rivayet ettiği hadis sayısı ne kadardır?
CEVAP: Mü'rninlerin emiri Hz. Ali Ebû'l Hasan künyesine sahip olup Ebû Tâlib'in oğlu, Hz. Peygamber'in amcazadesi ve kadınların efendisi Hz. Fatıma'nın kocası, hulefâ-i râşidinin dördüncüsü, cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
Nevevi'nin Tekzibinde ifade edildiği üzere Hz. Ali meşhur âlimlerden ve zahitlerden biridir. Ayrıca ilk müslüman olanlardandır. Zira gençlerden ilk müslüman olan odur.
Hz. Ali Rasûlullah'tan 586 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan yirmisini Buharî ve Müslim birlikte, 9'unu Buharı, 15'ini Müslim tek olarak rivayet etmiştir.
Pek çok sahabi ve tabiin kendisinden hadis rivayet etmiştir.
Nevevi az önce adı geçen kitabında şöyle der: "Pek çok içinden çıkılmaz mesele hakkında sahabenin Hz. Ali'ye sorular sorduğu, onun sözüne ve fetvasına başvurduğu meşhurdur."
Hz. Ali hicretin kırkıncı yılında Ramazan ayının on yedisinde İbn Mülcem mel'unu tarafından öldürülüp şehit olmuştur.
Hz. Ali'nin kabrine gelince, onun yerini belirleme hususunda tarihçiler ihtilaf etmişlerdir.
Bu kitabımızda daha önce Hz. Ali'nin kabrinin Irak'ta Necef şehrinde olduğuna dair bir söz geçmiştir. Fakat îbn Teymiye bunu kabul etmiyor ve: "Oradaki mezar Muğire b. Şu'be'nindir" diyor.
Hz. Ali'nin Medine'deki caminin bir kenarında veya Kufe'de Ga-riy denilen yerde veya Kufe'de Başkanlık sarayı'nda defnedildiğine dair rivayetler vardır.
Tercih edilen görüşe göre Hz. Ali'yi defnetme görevini üstlenenler, Haricîlerin kabri eşmemesi için kabrin bulunduğu yeri gizlemişlerdir.
SORU: Ezher Üniversitesini düzenleme hususunda Muhammed Abduh neler yapmıştır?
CEVAP: Allah M. Abduh'a rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Kendisine aykırı davranan veya görüşünü benimsemeyen bir grup vatan evladı ile şiddetli tartışmalar yapmakla birlikte, Ezher için uzun süren bir hizmet ve gayret dönemi olmuştur.
Ezher, uzun zaman boyunca pek çok olaylar yaşayan büyük bir İslâm Üniversitesidir. İslâm dinini savunmak, Kur'an diline özen göstermek ve Arab kültürünü kıskanırcasına korumak bu üniversitenin özelliğidir.
Bu üniversitenin (yetki ile donatılan) evlatları bir grup insandır. Bunlar Ezher'in mesajını yerine ulaştırmak için altına girdikleri yükün üstesinden gelme gayreti içindedirler.
Bunlar günahsız olan kimseler değildir. Herkes gibi onlar da mutlu ve kara talihli olabilirler. Onlar da diğerleri gibi hata ve doğru şeyler yapabilirler.
Cenab-ı Hak Ezher'e ilahi ruhtan üfleyecek kudretli kullarını zaman zaman göndermiştir.
Bu seçkin insanlar Ezher'e bir azim katmış, gençliğin rengini ve heybetini kazandırmıştır. Bu güçle Ezher, ileri atılmış. Kendisini saran gece uykusu ve engeller döneminde yitirdiklerini tekrar kazanmıştır. İşte Abduh da Ezher'e hizmet veren yenilikçilerin ileri gelenlerindendir.
Muhammed Abduh'un yenilik ve ıslahat yapmak istediği Ezher, içine kapanmış bir halde olup, önündeki yolu göremiyor, üzerinde yürüyeceği yeni bir yolu oluşturamıyordu.
Ezher'in bu dönemdeki yalnız kalmışlığını eleştirenler çok olmasına rağmen, bu özelliğin kendine has bir faydası da vardır.
Çünkü dışarıdan gelen ve üzerine yıkılan tufanın etkilerinden İslâm ve Arab kültürünü korumuştur.
O dönemde dış güçlerin işgali tüm belâları (ile ülkenin üzerine) çökmüş, yabancı eğilimler çirkinliklerini sergiliyorlardı. Müslümanlar ve Arablar üzerine hem duygusal yönden, hem ruhsal yönden belâlar yığılmış bulunuyordu.
O sırada Ezher çok değerli bir sermayenin patronu gibi idi. Fakat bu patron, malının revaçta olacağı bir çarşı bulamıyor, sermayesine kazanç sağlayamıyordu. Her ne kadar belli bir zamana kadar durgunluk ve donmuşluk Özelliği taşıyor idiyse de bu sermayeyi depolayıp koruyordu. Ta ki hareket ve çıkış yapma zamanı gelip alana çıkması için gerekli ortam oluşana kadar.
Abduh'un Ezher'i ıslaha giriştiği zaman Ezher çeşitli sıkıntıların pek çoğu için çıkış yolu tıkalı, savuşturulması için kullanılacak bir araçtan yoksun bulunuyordu.
Sefalet derecesinde bir fakirlik kol geziyor, toplum tam anlamı ile bu kuruma yüz çevirmiş, fırsat düşkünleri, fırsatları kötüye kullanıyor, işgalcilerin günahkar tuzakları işliyordu. Öte yandan doğru bir yönlendirme yok, azimli ve kararlı davranışlar devre dışı kalmış, çevreyi saran ufuklar gayet dar bir şekildeydi.
Tüm bu sıkıntılar ve pis düşmanlar Ezher ve ezherliler için; Ezher'e ve ezherliye iyilik düşünenler için toplanıp bir araya gelmişlerdi.
Bununla beraber Abduh bir ıslahatçının kendine olan güvenini bir zırh gibi giyinen kimsenin kesin imanıyla Ezher'de ıslahat hareketlerine girişmiştir. Böyle bir ortamda intikam duygusu içinde olanlardan çok şeyler kazandı. Az da olsa kendisini destekleyenlerden de kazancı oldu. Ezher'lüerin hepsinin bu kuruma adeta savaş açmış gibi davrandığı doğru değildir. Aksi halde Abduh'un haykırırcasına yaptığı çağrılar boşa giderdi.
Şeyh Alliş gibilerin Abduh'a karşı tutumu katı idiyse de, Şeyh Abbasi gibilerin tutumu insaflı ve lütufkar idi.
Abduh'un üniversitedeki dersleri üniversite çevresine göre yeni bir şeydi. Zira bu dersler bilinen ders verme yollarına göre garip karşılanan bir üslup, alışılmış ve tutucu usullere göre cüretkar bir süpriz idi.
Pek çok kimse bu derslere karşı çıkmış ise de, çokları da ilgi göstermiştir. Abduh'un üslubuna karşı çıkanların pek çoğunun şaşkınlıktan içine düştükleri sarsıntı yok olmuş, karşı koyma eğilimi ortadan kalkmış, bir süre sonra ona karşı koyanlar, onu dinlemeye koyulmuşlar, metodundan faydalanmaya başlamışlar ve Ezher'in yeniden diriliş hareketinde öncüler olmuşlardır.
Abduh merhuma göre Ezher'in kalkınması İslâm'a yapılacak en büyük hizmet idi. Zira Ezher'in ıslahı tüm müslümanlann ıslahı demekti. Ona göre Ezher'in düzeltilmesi uzun zaman alacak ve çeşitli aşamalardan geçecekti.
O hükümetçe verilen görevi, kendisini Ezher'i ıslaha götürecek sebeplerin gözonünde olmasını sağlamak için kabul etti.
Ezher üzerinde düşündüğü ıslahatı ölmeden gerçekleştirmesi kendisini mutlu edecekti.
Ezher rektörü olarak dini ıslahatı üç alanda görüyordu: Ezher Üniversitesi, vakıflara ait camiler ve şer'i mahkemeler. Aslında onun yenilik ve ıslah çalışmaları sadece Ezher'le sınırlanmıştı.
Çünkü vakıflara bağlı camilerin görevlileri Ezher'den mezun oluyor. Şer'i mahkemelerin hakimleri de Ezher'den mezun oluyordu. Ez-her'deki yenilik ve ıslahat eğitim ve öğretimin ıslah olması sonucunu doğuracaktı.
Öte yandan vakıfların ve camilerin ıslah edilmesi, va'z ve irşad hizmetlerini ıslah edecekti. Şer'i mahkemelerin ıslah edilmesi, aileleri ıslah edecekti.
Abduh, bu alanların ıslahının tüm toplumu ıslah edeceği görüşünde idi.
Muhammed Abduh, Ezher Üniversitesi Yönetim Kurulu'nda Ez-herlilerin şerefini yeniden kazanması, hayati değerlerini elde etmeleri için çok büyük gayretler sarfetmiştir. Halktan önce yöneticilere açık açık Ezher'in ıslah edilmesi gerektiğini ve bunun her şeyden evvel Ez-her'deki hocaların eliyle ve onların buna razı olması ile gerçekleşeceğini söylemiştir.
O, bu gayreti ile iki gayenin peşinden gidiyordu. Birincisi Ezher Üniversitesinin şerefini ve Ezher mensuplarının değer ve itibarını korumak. Zira onlar dinin davetçileri ve dini başlarına taşıyan kimselerdir.
İkincisi, girişilen ıslahat hareketlerinin amacına ulaşmasının garanti altına alınması. Çünkü bu girişimler baskı ve zorlama altında olursa, sağdan ve soldan bir takım tuzaklar ve engellerle amacından sapabilirdi.
Abduh'un açık bir şekilde savunduğu bir diğer husus da bu girişimlerin temel eksenini, Ezher mensuplarının ekonomik düzeyinin yükseltilmesi olmuştur.
Abduh'un zamanına göre yaklaşık yetmiş yıldan beri Ezher'in bütçesi cüneyh[4] bazında yüzler basamağı ile oluşturuluyordu. Abduh girişimleri ile bu bütçeyi iki bin cüneyhe çıkarmayı başarmıştır.
Ezher'in bütçesi böyle mütevazı düzeylerde iken o günlerde devletin bütçesi ne acıdır ki korkunç denecek rakamlara ulaşıyordu.
Her şeye rağmen Abduh, Ezher dışındaki ortamlarla ilişki kurmuş, Ezher'in dışındaki kültürleri tanımış ve Ezher dışı ortamlarla içli dışlı olmuştur.
Abduh bazı yabancı dilleri öğrenmiş, çeşitli yerlere seyahatlar yapmış, resmi görevlere girmiş ve siyasetle uğraşmıştır. Tüm bu gayretler içerisinde asil Ezherli Ruhu kendisi üzerinde hep ağır basmış, seçkin Ezherli olma Özelliğinin hakkını tam olarak vermeye devam etmiştir.
Kendisinin Basın Yayın Genel Müdürü olduğu sırada bu söylediğimizi adeta belgeleyen bir olay meydana gelmiştir.
Kendisi bu görevde iken, basında kullanılan dil hususunda aşın titizlik göstermiştir. Meşhur bir gazetenin sahibine gazetenin haber ve yazılarında yapılan gramer hatalarının önlenmediği takdirde gazetesinin kapatılacağı uyarısında bulunmuştur. Gazete için dili iyi bilen ve kullanan yazarlar bulunmadığı takdirde bu kararın uygulanacağını bildirmiştir. Gazetenin sahibi bu uyarıdan sonra -gazetesinin kapatılma korkusundan dolayı- süratle istenileni yerine getirmiştir.
Ezherlilik eğitimi ve Ezherli olmanın hakkını verip Ezher'in geleneğine bağlı kalma örneğini şu olayda da görüyoruz:
Abduh hükümetçe görevlendirildiği sırada büyük devlet yetkilileri ona sank giymekten vazgeçip fes giymesi yönünde teşviklerde bulundular. Abduh -Ezher mensubu oluşuna ters düşen- bu teklifi kabul etmeyip reddetti. Ona bu teklifi sunanlar Riyaz Paşa'nın yardımı ile bunu gerçekleştirmeye giriştiler. Paşaya "Abduh'un aslında sank giymeyi bırakmak istediğini, fakat bunu teşvik eden birine ihtiyacı olduğunu veya bunu istediğini" söylemişler.
Riyaz Paşa kendine verilen bilgi ışığında Abduh'la konuşur. Abduh Paşa'ya da red cevabı verir. Paşanın ısrarı üzerine Abduh şunlan söyler: "Eğer mutlaka sarığımı çıkarmam gerekiyorsa, görev sırasında çıkanr, görev dışı zamanlarda giyerim!"
Abduh'taki bu karakteri gören Paşa: "Asla! Ben senin sarığını çıkarmana razı değilim. Çünkü insanların, fes altında akıl ve anlayış bulunduğu gibi sank altında da böyle kafaların olduğunu bilmelerinden hoşlanıyorum" der.
Bu noktadan hareketle, Abduh'un hayatını kaleme alan Reşid Rı-za'nın şunu söylemekte haklı olduğunu ifade edebiliriz: "O ne sarıktır ki sahibinin başını şereflendirmiştir. Fesler o sarığı kıskanmış, taçlar o sarığın heybetinden sarsılmış, şapkalar ona saygı duymuştur."
Abduh, Ezher'in görevini yerine getirmesi hususunda titizlik göstermekte zirveye ulaşmıştır. Onlarca yıl din adamlarının partinin, siyasetin ve yöneticilerin emrine girmesinin İslâmiyet'e ve müslümanlara aşırı derecede zarar vereceğini açıktan açığa söylemiştir. Emri altına girilen kimse Hidiv Paşa da olsa durum aynıdır. Çünkü onlar bir takım vaatlerle din adamını (yanlış yapmaya) kışkırtır, tehditlerle (yapması gereken işten) vazgeçirirler.
Din adamı bu özelliğe sahip olursa, öyle bir koruma altına girer ki, bu özellik onu bir saldırıya uğramaktan veya bir taşkınlığa maruz kalmaktan korkmadan gerçeği söylemeye gücü yeter hale getirir.[5]
Bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz: Muhammed Abduh'un Ezher'de başlattığı hareket meyvesini vermiş ve Ezher Abduh'un arzu ettiği noktaya ulaşmıştır.
Abduh'un başlattığı hareketlerin sonucu olarak Ezher'de yeni bilgiler öğretilmeye, yabancı diller okutulmaya başlanmıştır. Gene Ezher'de sosyal iletişim başlamış başka üniversitelerle Ezher arasında Öğrenci ve öğretim üyesi takası yapılır olmuştur. Fakat yenilik ve ıslahat hareketi, sürekli hareket halinde bir kortej gibidir. Ezher'in yeniden, meyve verecek atılımlar yapabilmesi için, devamlı yeni Muhammed Abduh'lara ihtiyacı vardır.
SORU: Liderinin "yeni bir peygamber" olduğunu iddia ettiği Kâdi-yanilik hakkında İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: Sahtekâr ve yalancıların peygamberlik iddiasında bulunmaları insanlar arasında eski bir hastalıktır. Taklit, insanda kökü derinlerde olan bir alışkanlıktır.
Peygamberlik şerefli ve yüce bir makamdır. Soysuz ve aptal kimseler o yüce makama dil uzatmaya yeltenirler.
Müseyleme b. Huseyb, Haris kızı Secah, Esved el-Ansi İslâmiyet'in ilk yıllarında ortaya çıkıp peygamberlik iddia eden yalancılardır.
Abdulmelik b. Mervan zamanında Haris b. Saîd, Seffah döneminde İshak el-Ahras aynı iddiada bulunmuşlardır. Bunlar yanında (son zamanlarda ortaya çıkan) Bahâiyye ve Kâdiyanilik hareketleri de var.
Demek oluyor ki üzerinde konuşacağımız mesele Kâdiyaniliğin tehlikesidir. Bizim sözümüz Allah'a iftira eden ve peygamberlik iddiasında bulunan bu tiplerin orta çıkmasmdaki tehlikeyi hatırlatmaktan ibarettir.
Kâdiyanilik hareketinin sahibi Gulam Ahmed, müslümanlara ve Arablara düşmanlıkta pek çok işler yapan İngilizlerin yapay girişimlerinden biridir. Bu bizzat kendisinin itirafı ile sabittir. Bizzat Gulam Ahmed, İngilizlerin Hindistan'a gelmesinden önce ailesinin çektiği sıkıntılardan söz etmektedir.
Gulam şöyle diyor: "...daha sonra Allah babama İngiliz devleti döneminde bazı köyleri geri vermiştir."
Bu ifade gösteriyor ki Gulam, şerefine ve vatanına söz getirmiş bir ailenin beslemesidir. Zira o İslâmiyet'e ve müslümanlara en kötü düşmanlığı yapan bir milletin yeti sürmesidir.
Bu iftiracı, iş hayatına Hindistan'ın Siyelkût şehrinde İngiliz yüksek komiserinin yönetimindeki İngiliz efendisinin yanındaki görevi ile başlamıştır. Böylece Gulâm onların huyunu almış, İngiliz hizmetçilerin elinden yemek yemiştir. Bundan sonra İngilizler onu himayesine almış, (kulağına üfleyeceğini) üflemiştir. Kendisine maddi, manevi ve edebi yönden yardım etmişlerdir.
İngilizler öulam'ın sapık fikirlerini yayma aracı olarak kullandığı toplantılarını polisi jandarması ile koruma altına almıştır. Halkın tepkisinden ve öfkesinden silah ve kurşunla onu korumuştur.
İşte Ğulam'ın peygamberlik iddiası, Hint halkına işkence ve eziyetin her çeşidini tattıran İngilizlerin, Hindistan'ı işgali sırasında onların süngüleri himayesinde başlamıştır.
1907 yılında Pencap'ta İngiliz işgaline karşı koymak üzere milli bir hükümet kurma hareketi başlamıştır.
Sahte peygamber Kâdiyâni kendisine uyanlarla birlikte İngiliz saflarına katılmış ve bir takım insanları müslüman olmayan İngiliz hükümetine itaata teşvik^etmiştir.
Bakınız bir sözünde şöyle diyor:
İngiliz hükümetinin, sizi koruyan bir zırh olarak sizin için bir rahmet ve bereket olduğunu devamlı hatırlayınız.
Bir başka münasebetle şöyle diyor:
Bana bağlı olanlar bu İngiliz hükümetinin değerini bilsinler ve onlara itaat edip, onların iyiliklerini dile getirerek açıkça teşekkür etsinler!
Bir diğer münasebetle İngiliz bayrağı altında doğduğu için Allah'a hamd ve sena etmiş, İngiliz dostluğu ile övünmüştür.
Beriyye isimli kitabında şöyle diyor:
Ailemin İngiliz hükümeti için candan ve içtenlikle çalışan ailelerin Önde gelenlerinden olduğunu bizzat hükümet ifade etmiştir.
Tarihi vesikaların araştırılması da göstermiştir ki babam ve ailem ingiliz hükümetine bağlılığı ile bilinen kimselerin büyüklerin-dendir. Böyle olduğunu İngilizlerin yüksek görevlileri de onaylamıştır.
Babam 1857 ayaklanmasında İngiliz hükümetine yardım etmek üzere 50 süvariden oluşan bir askeri birliği hükümete sunmuştur.
Bu hizmeti karşılığında hükümet adamlarından teşekkür ve takdir mektupları almıştır.
Ayaklanma sırasında büyük kardeşim Gulam Kadir cephede İngilizlerin yanında yer almıştır.
Bu iftiracı günahkâr, Hindistan'daki İslâm devletini yıkan, vakıflara el koyan, inkarcılığı yayan, âlimleri öldüren, gücü yettiğince İslâm dünyasına saldırıp onları köleleştirerek kanını emen İngilizden söz etmektedir.
İngilizlerle Kâdiyanilik arasındaki bu günahkar bağlantıyı bildiğimiz zaman, Kâdiyaniliğin niçin İslâm'daki cihat fikrine karşı savaş açtığını anlarız. Kâdiyaniliğin bağlıları, işgalci efendilerinin isteklerini yerine getiren, onların emirlerinden dışarı çıkmayan kimselerdir.
Çünkü işgalden sonra Hindistan müslümanları İngilizlere karşı cihada çağırıldılar. Şehit edilmiş olan İmam Ahmed b. İrfan gibi öncülerin liderliğinde direniş hareketleri görülmeye başlandı. Korkuya kapılan İngiltere Kâdiyanilerin kulağına cihadın haram olduğu çağrıları yapmalarını fısıldadı. Oysa cihat kıyamet kadar farz olan muhkem bir farzdır.
Bunun sonucunda Kâdiyanilerin şu çirkin fetvası ortaya çıktı:
Bize iyilik eden (!) İngiliz hükümetine karşı cihat etmek asla helâl değildir. Aksine her müslümanın candan bir bağlılıkla bu hükümete itaat etmesi farzdır.
Allah rahmet eylesin, İslâm Şairi Muhammed İkbal, Gulam Ahmed hakkında şöyle der:
O büyük insanların ve evliyaların makamından söz söyleyen biridir. Fakat, İngiliz efendilerinin sadık bir mürididir. Onun inancına göre İslâm'ın şerefi ve üstünlüğü kölelik hayatındadır. Müslümanların mutluluğu perişan ve mahkum olmalarına bağlıdır. O, yabancı hükümeti Allah'ın bir rahmeti sayan, kilisenin etrafında dans ederek yaşayan bir adamdır.
Sahtekar Kâdiyanilik çirkin iddialarına birden değil, yavaş yavaş başladı. Önce İslâm'ı savunarak ve dini gerçekleri söyleyerek ortaya çıktı. Bir süre sonra kendisine ilham geldiğini, kendisinin ıslahatçı ve yenilikçi olduğunu söylemeye başladı. Daha sonra kendisinin İsa Mesih gibi olduğunu, ondaki özelliklerin kendisinde bulunduğunu iddia etmeye başladı. En sonunda peygamber olduğunu ve kendisinin dünyaya dönen İsa olup tüm peygamberlerden üstün olduğunu ileri sürdü.
Tuhaftır ki ortaya çıkarken gerçek peygamberler gibi dünyaya ve dünya malına yüz çeviren bir yol izlememiştir. Aksine bağlılarından dünyalar kadar servet edinmiş ve bunu zevk ve şehveti uğrunda harcamıştır,
(Bu madrabaz) Hz. Peygamber'i taklit etmeye yeltenmiş, hanımının "mü'minlerin annesi" olduğunu söylemiştir! Güya Allah kendisine filan genç kızla evlenmeyi emredesiymiş! Burada Hz. Peygamber'in Zeyneb validemizle evlenmesini taklit etmeye kalkmıştır.
Öte yandan kendisine vahiy geldiği iftirası ile ortaya çıkıp bir şeyler söylüyor. Oysa söylediği sözler, orasından burasından kırkıp hırsızlama yoluyla Kur'an'dan alınmadır.
Al-i İmran/55 ayetinden '...seni katıma yükselteceğim' cümlesini, Tâhâ/39 ayetinden sana kendimden sevgi verdim' cümlesini kendi söylediği sözlerle karıştırarak insanlara bana vahiy geliyor, diyerek sunmuştur.
Hayret bir şey? Aşağıdaki sözler onundur Bunlar yazılsın, basılsın yeryüzünde yayılsın ne tuhaf!
"Ey Farslılar! Tevhid inancını alın ve iman edenlere rableri katında bir doğruluk makamı olduğunu müjdele(yin).[6]
Kâdiyaniler bizzat kendileri müslüman olmadıklarını söylemiştir. 1901 yılında nüfus kütüklerine yazılmaları sırasında kendilerini müs-lümanlardan ayrı olarak yazdırmışlardır.
Kâdiyaninin oğlu bu konuda: "1901 yılı müslü m anlardan ayrıldığımız yıldır" diyor.
Kâdiyanilerin küfre düştükleri bir diğer husus da, Hz. Peygamber'den sonra peygamberler geldiğini iddia etmeleridir.
Halbuki Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle diyor:
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. (Ah-zab/40)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Benden sonra peygamber yoktur. (Buharı) Peygamberlik benimle sona ermiştir. (Buharı)
Bu hadisler Hz. Peygamber'den sonra peygamber olmayacağını bildirmektedir.
Bunların bir günahı da Ahzab süresindeki "Peygamberlerin sonuncusu" ifadesinin karşılığı olan Hatem kelimesini yorumlarken suç işlemeleridir.
Bunlar, bu kelimenin sonuncu anlamına değil, ziynet eşyası olan yüzük anlamına geldiğini söylüyorlar. Buna göre ayetin anlamı: "Muhammed parmakta yüzük gibidir" demek oluyormuş! Bununla beraber ayetteki Hâtem kelimesinin, kelimedeki te harfini esre ile hatim ve üstün ile hatem şeklinde okunacağına dair kıraat rivayetleri vardır. Hatim okunuşuna göre sonuncu anlamına geldiğinde tartışma yoktur. Hâtem okunuşunun dahi sonuncu ve mükemmelleştirici anlamları vardır.
(Gerçi Hâtem'in yüzük anlamına geldiği doğrudur.) Şu ayetlerde Hz. Peygamber'in şerefli özelliklerine yer verilmektedir:
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izni ile bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik.) (Ahzâb/45-46)
Ve sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin. (Kalem/4)
Andolsun size, kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Çünkü o size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli (ve) merhametlidir. (Tevbe/128)
Bu ayetlerde bildirilen özellikler dikkate alınırsa Hâtem kelimesini "O parmakta bir yüzük gibidir" şeklinde m anal andırmanın, ne kıymeti ve peygambere kazandırdığı ne değeri olacaktır?
Sonra Hz. Peygamber'in tüm insanlığa peygamber olması ayetle bildirildiği gibi akıl da onun peygamberlerin sonuncusu olmasını gerektirir. Nitekim Hz. Allah şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
Bunlardan anlaşılıyor ki Kâdıyanilik sapık ve İslâm'dan uzak bir mezheptir. Ayrıca bunlar müslümanlar için tehlikelidir.
SORU: Hz. Ömer İslâm dünyasında bilinen bir şöhrete sahiptir. O bu müstesna yere nasıl gelmiştir? Hz. Ömer'in kişiliğinin belirli özelliklerinden bahseder misiniz?
CEVAP: İnsan çoğu zaman ikinci halife Hz. Ömer'in hayatım gözden geçirince çok ufuklu, geniş boyutlu bir kişilik görür. Bu kişiliğe genel veya genele benzer bir isim vermek ister.
Bence Hattab oğlu Ömer'in bu zengin kişiliğine verilebilecek en iyi isim "basiretli kişilik"tir.
Ben "basîret" ifadesinden iki mana anlıyorum: Birincisi derin bir düşünce ve (olaylara) bakış, ikincisi vaktinde ve zamanında doğru olana ulaşmaktır. Nitekim ilk zamanlarda bile bunu Ömer'in hayatında görmekteyiz. O zaman Ömer'in yüzünde, Özünde ve fikrinde cahiüye döneminin karanlıklarından bir perde vardı. Bu sebeple insanlara rahmet olarak gönderilen davet sahibi Peygamber'i parçalamak istemekteydi. Bu niyetle harekete geçtiğinde yolda kendisine: "Kız kardeşin ve kocası babalarının dinini bırakıp yeni bir dine girdiler. Cezalandıracak-san önce onları cezalandır" dediler. Ömer hemen dönüp kardeşine yöneldi. Şiddetli tartışmalardan sonra, kardeşinden bazı Kur'an ayetlerini işitti. Hemen bu noktada Ömer basiretiyle, bu işittiklerinin insan sözü olmadığını, bu derin anlamlı sözlerin semalardan gelen bir sesleniş olacağım, bunların insan gücünün üstünde olduğunu anladı.
İşte bu basiret Ömer'i imana sevkedip sür'atle Rasûlullah'ın huzurunda kelime-i şahadeti söylemeye sevk etti.
Aynı basiret Özelliği İslâm oluşundan az sonra Hz. Peygamber ile yaptığı kısa konuşmada kendisini gösteriyor: İşte bu özelliğin sahibi Ömer: "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz hak üzereyiz. Bizim karşımızdakiler bâtıl üzere değil mi? O halde niçin saklanıyoruz?" demiştir.
Hz. Ömer bu düşüncesinin Peygamber katında kabul göreceğini ümit etmektedir. Nitekim bir süre sonra Hz. Peygamber arkadaşları (ashabı) arasına çıkarak insanları açıkça İslâm'a davet edeceğini bildirdi. Rasûlullah'ın bu açıklaması İslâmiyet için bir basan ve zafer oldu. Bu açık davet, daha önceki müslümanlığı gizleme dönemi ile Allah'ın dinini açıktan ilân etme dönemi arasında bir'dönüm noktası'olmuştur.
Günler geçip zaman ilerledikçe Hz. Ömer'in anlayış ve basireti derinleşti ve ilerledi. O derecede ki Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Her peygamber'in ümmetinde kendisine ilham gelen kimseler bulunur. Benim ümmetimde böyle bir kimse olacak ise bu Ömer'dir.
Hz. Peygamber bu ifadeyi mütevazi bir anlayışla dile getirmiştir. Çünkü kendisinden önceki ümmetlerde "kendisine iham gelen kimseler" olduğuna göre peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in ümmetinde ilham verilecek kimse sadece Hz. Ömer olamaz, aksine kendisine ilham verilenler pek çoktur. Ömer'in bunlardan biri olacağını Rasûlullah bildirmiştir.
Hz. Peygamber bir başka sözünde Ömer'in bir diğer özelliğini dile getirmiştir:
Şeytan Ömer'den kaçar. Şeytan onu görünce mutlaka Ömer'in gelmekte olduğu yoldan başka bir yola gider.
Hz. Ömer'de görülen bu basiret onu öyle bir dereceye ulaştırmıştır ki gelecek bir emir veya hükmü Allah tarafından indirilmeden önce anlayacak hâle gelmiştir.
Siyer kitapları Hz. Ömer'in bazı düşüncelerinin aynısının tamı tamına Kur'ân'da ayet olarak gelmiş olduğunu bildirmektedir.
Bu olay ne gayptan haber vermektir, ne yersiz olarak Allah adına söz söylemektir, ne de vahiyden önce Peygamber'e neyin vahyedilece-ğini dile getirmektir. Bu ancak İslâm'a girmiş ve iman etmiş bir basîret sahibinin temennisidir. Ve İslâmiyet bu basireti daha da temizlemiş, arıtmış ve berrak hale getirmiştir.
Hz. Ömer bunları kesinlik ifade eden bir hüküm gibi "bu böyle olacaktır" şeklinde değil de, tabii olan bir davet anlayışının neticesi olarak ifade etmiştir. O bu anlayışla olayların sağa sola sapmadan nasıl cereyan edeceğini kavramaktadır.
Bu basiret özelliği Ömer'in birbiri ile çelişki içerisinde olan iki davranış içerisinde olmasını gerektirmiştir. Aslında her iki davranış da tam yerindedir. Öyle ki başka bir durumda olmak söz konusu değildir.
Hz. Ömer'i Rasûlullah ve Ebubekir dönemlerinde katı, şiddet yanlısı, vurup kıracak bir yapıda görüyoruz. Niçin?
Çünkü Ömer, Hz. Peygamber'in dizginleri elinde güçlü bir şekilde tuttuğunu, onun âlemlere rahmet olduğunu ve (vahyin verdiği) bir güven içerisinde hareket ettiğini bilmektedir. Böyle bir ortamda şiddetli ve hiddetli olmaktan Ömer korkmamaktadır. Onun bu hâli, fıtratını ortaya koymaktadır. Hem bir aşırılık yapsa ve gerçekten uzaklaşsa, Peygamber'in eli ile doğru yola iletileceğinden emin bulunmakta, kendisini garanti altında görmektedir.
Hz. Ebubekir döneminde ise Ömer ilk halifenin yumuşak olduğunu görmektedir. Rabbânî bir özellik olan bu durum halifeyi, (çabukça) üzülen ve göz yaşı döken bir yapıya sahip kılmıştır. Hz. Ebubekir'in bu yumuşaklığını ve merhametini dengeleyecek bir unsura kesinlikle ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyacı karşılayan Ömer'in sözünü ettiğimiz sertlik ve basiretidir.
Fakat, Hz. Ömer halifelik makamına gelip İslâm davetinde birinci adam konumuna geçip, işleri yürütecek hale gelince onun katılığı merhamet ve yumuşaklığa dönüşmüştür. Tâ ki etrafındakiler onun sert yapısından telaşa kapılmasınlar.
kz. Ömer halifelik makamına gelince bazı kimseler onun sert yapısından korkmuştur. Zira o, Rasûlullah'ın sağlığında bir kimsede münafıklık kokusu sezerse "Bırak beni Ey Allah'ın Rasûlü! Onun boynunu vurayım" veya "Emir verin de filan onu öldürsün" diyen Ömer idi.
İşte bu Ömer, halife olunca gözyaşı döken, gece uykularını terke-dip halkı kontrol eden, ümmetin ihtiyaçlarını kollayıp gözeten bir Ömer'e dönüşmüştür.
Torunları açlıktan uyuyamayıp ağlayan bir koca karıyı farkeden Ömer, un ve yağ gibi malzemeleri yüklenip ateş yakarak yemek pişirmeye girişmiş, üzüntü içerisinde: "Yazık Ömer'e müslümanlardan nice ciğerpareleri Ömer böyle aç bırakmış?" diyerek Allah korkusundan göz yaşı dökmüş, bu korku ve hüzün içerisinde kendisini hesaba çekmiştir.
Eğer Ebubekir döneminde Ömer'in sertliği böyle yumuşaklığa dö-nüşse idi, kuvveti temsil ederek güvenlik planını ortaya koyacak durum olmazdı.
Kendisi halife olduğunda aynı şiddet ve sertliği göstermeye devam etseydi çevresindekiler korkuya kapılırdı. İşte bu sebepledir ki Hz. Ömer'de birbirine karşı görünen iki psikolojik yapı görmekteyiz. Bu davranışların her ikisi de tam yerindedir, içinde bulunduğu ortam ile uyum içerisindedir.
Kanaatim odur ki bunlar Hz. Ömer'in sahibi olduğu basiretin bir yardımıdır, zira o büyük bir basiret sahibidir.
Sonra o bu basiretini, İslâm dininin hükümlerini uygularken en iyi şekilde kullanan bir kimsedir.
İslâmiyet'in ortaya koyduğu emir ve yasakların şüphesiz birtakım hedefleri ve amaçları vardır.
Ömer bu nassların sadece lafzı ve zahirî anlamına bağlanmakla yetinmemiş, bunların hedef ve amaçlarını da gözetmiştir. Aksi halde bu nasslar birbirine karışır, Kur'ân'ın öğütlediği anlayış, akıl yürütme ve yorum yok olurdu. Öte yandan sadece akıl yürüterek, amaçları gözeterek nassları bir yâna bıraksaydı onların dışına çıkmış olurdu.
İşte bu nasslar her aklını kullanmaya yönelişinde onun yoldan sapmasını engellemiş ve nassın temel manasından uzaklaşacak bir anlayış oluşmasına imkan bırakmamıştır.
Basiret sahibi Ömer, dinin nasslarının dine aykırı davranmaktan veya aşırılıktan koruyucu olduğu görüşündedir. O aynı zamanda bu nassları en güzel şekilde yorumluyor ve her birini ait olduğu yere koyarak güzel bir şekilde tatbik ediyordu. O, temel kurallarla, detayları birbiriyle uyuşturuyor, genel hükümlerle teferruatı birbiriyle çelişmeyecek şekilde uyguluyordu.
Bu özelliği ile Hz. Ömer bazen bir takım fikir teorileri geliştirme pozisyonlarında olmuştur. Din âlimleri Hz. Ömer'in fıkıh anlayışını in-celeseler Hz. Ömer'e ait pek çok derin boyutları olan fıkıh teorilerini ortaya çıkarabileceklerdir. Hz. Ömer'e Allah'ın nasip ettiği basiretle İslâm'ın nasslarım ve ana kurallarını Hz. Ömer'in nasıl derinliğine anladığını ortaya koyacaklardır.
İşte bu güçlü ve büyük kişiliktir ki hep hak olmayan gelişmeleri kontrolü altında tutmuş, tüm yollan ile kötülüğün ve çirkinliğin karşısında durmuştur.
Bazı kimseler Hz. Ömer'in bu kişiliğim katı bulup, onun bir kılıç adamı olduğunu, sert ve keskin uygulamaları olan bir idareci olduğunu sanırlar. Bununla beraber ondaki buraya kadar sözünü ettiğimiz basiret,; onun mükemmel ve ufku geniş kişiliğinin geriye kalan kısımlarını tamamlayıcı olmuştur. Böylelikle karşımıza, söylediğimiz hususları temsil eden (bir idareci, bir kanun ve adalet adamı olduğu kadar) edebiyat, san'at ve güzellik yönleri olan bir Ömer çıkmaktadır.
Üzerinde konuşmakta olduğumuz ve buraya kadar bazı yönleri ile tanıdığımız Ömer aynı zamanda edebiyatçı yönü ve güzel söz söyleme zevki olan bir kişidir.
O, aşağıdaki sözün sahibidir: "Eğer Ömer Allah'a ibadet eden ve güzel söz söylemeyi tercih eden biri olmasaydı, ölüme bile aldırış etmezdi."
O şiir dinleyen ve şiir söyleyen biridir. Bundan zevk alan ve anlayan bir kimsedir.
O adalet dağıtma makamında zihinlere kötü anlamlan çağrıştıracak bir şiiri işitince, hemen bu şiirden anlaşılacak kötülüğü bertaraf etmiştir. Çünkü o adalet dağıtan bir makamdadır. Bu esastan hareket ederek Hz. Ömer'in bazı şiir beyitleri hakkındaki yorumlarını daha iyi anlayabiliriz.
Bir gün Hz. Ömer huzurunda görülmekte olan davada taraflardan birinin diğeri hakkında şu şiiri söylediğini işitir:
Onun kabilesi koruyup gözetmez hiçbir zimmeti insanlara zerre kadar vermezler hiçbir hizmeti
Bunu üzerine "Keşke ben de onlardan olsaydım" der. Oysa Hz. Ömer Arabça'yı çok iyi bilen bir kimse olarak, bu şiirle karşı tarafın korkak olduğunun belirtildiğini anlamaktadır. Ama o bir hâkim olarak insanlara dil uzatıp onlara kötü söz söylemenin cezasından "Ben de onlardan olsaydım" sözü ile şairi kurtarmış, diğer insanlara da kötü bir şey söylenmediği izlenimini vermiştir.
Hz. Ömer: "Çocuklarınıza şiir öğretiniz. Zira bu güzel ahlâkın göstergesidir" der. Bir başka sözünde de: "Güzel şiir söyleyemeyenin edebi de güzel değildir" demiştir.
Hz. Ömer bir sözünde şöyle der: "Hesaba çekilmeden önce kendinizi muhasebe ediniz. Çünkü Allah "Ey insanlar! O gün (hesap için) huzura alınırsınız. Size ait hiçbir sır gizli kalmaz" (Hakka/18) buyuruyor. İşte bu huzura alınma günü gelmeden kendinizi tartıya tabi tutunuz."
Amacını ifade etmek için Kur'an'ın güzelliğinden şahane bir şekilde yardım almanın güzelliğine bakınız. Hz. Ömer bu sözüyle kendilerini hesaba çekmeleri ve hesap gününe hazırlanmalarını isteyerek insanları uyarmaktadır. Onun tartıya çekilmekten maksadı budur. Zira o gün "Allah'a temiz bir kalp ile gelmekten başka ne mal ne de evlad ü iyalin bir faydası olmayacaktır." (Şuarâ/88-89)
Hz. Ömer bir başka sözünde "Sırrını saklayan tercih sahibi olur" diyor. Buradaki "'tercih sahibi olur" ifadesinin derin ve ince bir anlamı vardır. Yani sırrını açığa vuran, onu düşmanlarının bile duymasından çekinmeyen kimse o açıkladığı şey yüzünden köleye döner. Amma sırrını saklayan kimse kendinin kralı ve içinde bulunduğu durumun efendisi olur. O halde sır sahibi açıklanmasına ihtiyaç varsa ve dilerse onu açıklar. Ama onun açıklanmasına gerek yoksa o sırrı açıklamaz gizli tutmaya devam eder.
Hz. Ömer'den rivayet edilen sözleri incelediğimiz zaman, o sözlerde derin anlamlar, edebiyat (zevki) ve kısa ve öz ifade özelliği buluruz. Aşağıdaki sözleri bunların birer örneğidir:
Sevgin (sevdiğine) külfet yüklemesin. Öfkende (Öfkelendiğin kimseyi) def edecek derecede olmasın.
Durumu batacak kadar kötü olan kimseye pazarlık teklif edilince, ağzını doldura doldura "Olmaz!" diyen adam çok tuhafıma gider.
Hz. Ömer'in tatbik atındaki sertliği yanında, bu sertliği güzelleştirip incelten güzel ve kibar yanları da vardır.
Hz. Ömer güzel şarkıları severdi. Bir sözünde "Yolcunun şarkısı kervanı coşturur" demiştir.
Hz. Ömer bu sözü ile şuna işaret ediyor: Çölde yol almakta olan kimse devesine binmiş gidiyorken, uzun yolda, kısıtlı imkânlarda ve hoş manaları olan kelimeleri güzel sesi ile söyleyerek yolculuğun zorluğunu yenme hususunda bir yardım almış olur.
Sıkıntılı yolculuk şartları içerisinde bu, ruhuna, aklına ve kalbine bir teselli olur.
Gerçekte Hz. Ömer'in kişiliğini tüm yönleriyle sayıp dökmek ve tüm özelliklerini dile getirmek zor bir iştir.
O Öyle bir basiret sahibidir ki, bu basiretiyle hem kendi nefsini ıslah etmiş, hem de ümmet-i Muhammed'in ıslahatına hizmet etmiştir. Bereketli Ömrü süresince ümmete faydalı olmuş, arkasında büyük bir kültür bırakmıştır. Bu büyük kültür hala Hz. Ömer'in tüm yönlerini ortaya çıkarmaya yardımcı olacak mükemmel bir inceleme ve araştırmaya muhtaçtır.
SORU: Hz. Hatice'nin Rasûlullah'ın hayatında ve İslâm tarihinde oynadığı rol nedir?
CEVAP: Yaklaşık yarım yüzyıldan bu yana Mısır'da değerli bir İslâm âlimi -vardır. Bu zât Ezher Üniversitesi Rektörü Muhammed Ab-duh'un halifesi sayılır. Bu zât Menâr dergisinin sahibi Muhammed Reşid Rıza'dır.
Reşid Rıza 1908 yılında derginin on birinci sayısında hikâye üslubunun okuyucu üzerinde etkisinden söz eden bir makale yayımlamıştır. Reşid Rıza makalesinde edebiyatın bir çeşidi olan hikâye yoluyla müs-lümanlara yararlı hizmetler verilmesinin gerekliliğinden söz etmiştir.
Yazar bu makalesinde müslüman yazar ve edebiyatçıların İslâm tarihini hikâye tarzında -tarihi gerçekleri koruyarak anlatmalarını teklif etmiştir.
Fakat bu tarih hikâyeleri bir hikâye dizisi şeklinde yazılmalıdır ki hayatı anlatılmakta olan kişinin hikâyesini izlemek okuyucu için çekici olsun.
Daha sonra bu teklife süratli bir şekilde cevap geldi. Birinci Dünya Savaşı sırasında kan dökücü olarak bilinen Ahmet Cemal Paşa tarafından öldürülerek şehit edilen merhum Seyyid Abd'ul Hamid Zehravi, Reşid Rıza'nın bu temennisini gerçekleştirdi. Mü'minlerin annesi Hz. Hatice'nin -Allah ondan hoşnut olsun- hayatını yazdı. Bu eser Menar Dergisinde dizi halinde yayınlandı. Daha sonra bunları toplayan Reşid Rıza bir kitap halinde yayımladı. Kitap defalarca basıldı.
Fakat üzerinden uzun zaman geçmesi ve okuyucuların eski kitaplara ilgi göstermemeleri sebebiyle bu kitap günümüz okuyucuları tarafından bilinmemektedir.
Bununla beraber Zehravi'nin Hz. Hatice'nin hayatını yazdığı kitap çok değerli ve derin tesiri olduğu halde Reşid Rıza'nın İslâm tarihinin yazılması hususunda kastettiği amacı gerçekleştirememiştir.
Zira Zehravi merhum daha çok Hz. Hatice'nin içinde yaşadığı toplumun ve çevrenin felsefesi üzerinde durmuş. Hz. Hatice'nin hayatı ve tarihi üzerinde o kadar fazla titizlik göstermemiştir.
Bu bakımdan inanıyorum ki halâ günümüzde İslâm tarihinin ve İslâm kahramanlarının hayatının hikâye tarzında yazılmasına olan ihtiyacımız devam etmektedir. Reşid Rıza'nın da dediği gibi bu iş yapılırken hem hiç bir tarihi hakikat saldırıya uğramamak, hem de bu tarihi şevkle okumaları için okuyucunun ilgisini çekecek şekilde kaleme alınmalıdır.
Ah! Keşke bir yazar Hz. Hatice'nin hayatını, ilk yetişme dönemini Kâinat'ın efendisi ile hayatını birleştirip "Hüzün yılı"nda vefat edene kadar geçen zamanını bir incelese, görülecektir ki vefatından sonra Hz. Peygamber onun arkada bıraktığı hatıraları hep canlı tutmuş, Hatice'nin hatırasına saygı göstermiştir.
Bir yazar bunu gerçekleştirse bizim için ilginç ve şahane bir hikâye çıkacak, bu hikâye dizisi tarihin ebedileştirdiği büyük bir şahsiyeti ortaya çıkaracaktır.
Hz. Hatice'yi Arab dünyasının ilk hanım efendisi, islâm'ın ilk hanımefendisi ve müminlerin annesi sıfatları ile ifade edebiliriz.
Bu sıfatlardan her birinin bir münasebeti ve gerekçesi vardır.
O Arabların ilk hanım efendisidir. Çünkü daha Hz. Peygam-ber'den önce bu sıfatı kazanmıştır. Tarihçiler Hz. Peygamber ile evlen-mezden önce de ona Tahire (temiz kadın) dendiğini bildiriyorlar. Ku~ reyş'in hanımefendisi sıfatı ile Tahire sıfatı onu gerçekten Arab dünyasının ilk hanımefendisi yapmaktadır.
O ayrıca müslümanlann ilk hanım efendisidir. Çünkü o kâinatta Hz. Peygamber'e ilk inanan insandır. O, bu özelliğiyle tüm kadınların ve erkeklerin, küçüklerin ve büyüklerin önüne geçme hakkını kazanmıştır. Bize "İslâm davetine cevap verip ilk inanan kimdir?" dense; "Adı Hatice binti Huveylid olan bir kadındır" deriz. Bu özellik gerçekten onun, müslümanların ilk hanım efendisi olmaya hak kazandığını göstermektedir.
Onun mü'minlerin annesi olmasına gelince: O bunun ötesinde Hz. Peygamber'in ilk hanımıdır. Böylece, mü'minlerin ilk annesi olmaya hak kazanmıştır. Onun bu özelliklerine, derin inanmışlığını, inancındaki sadakatini de ilave etmeliyiz. O sadece söz ile Hz. Peygamber'in davetine cevap vermekle yetinmemiştir.
Hz. Hatice sadece Rasûlullah'a inanmakla yetinse idi; "Kocasına uymuş, çünkü ona en yakın kimse odur. Onun söylediğine ve yaptıklarına ondan daha uygun kim olabilir?" derlerdi.
Fakat Hz. Hatice sanki deniz kenarında büyük bir manevi ve ruhi dalgayı gözleyen bir kimse gibi Peygamber'i gözlemiş; ayrıca etrafını saran dev dalgalar arasında rabbi'nin koruduğu Peygamber'in maharetini gözetlemiş, Allah'ın nurundan ihsan edip alemlere rahmet olarak gönderdiği elçisini tasdik edip ona iman etmiştir. İşte tüm bu özellikleriyle Hazreti Hatice müslümanların ilk annesi olmaya hak kazanmıştır.
Hz. Hatice'nin, Rasûlullah'ın eşi olma özelliğini dikkate almadan önce kişiljğinûj»bakarsak onun gene "mü'minlerin annesi" olduğunu görürüz. O, evlenmezden önce de Peygamber ile alakasından dolayı büyüklüğünü ve yerini kazanmıştır. O, gerçekten kendisinde büyük şahsiyet olmanın değerlerinin toplandığı gerçek bir hanımefendidir.
Hz. Hatice her şeyden evvel cesaret ve atılganlığı ve şerefi ile meşhur bir kabiledendir. Ayrıca görüşleri keskin ve ileri görüşlü bir kadındır.
İhtimal ki kendisine "Servet sahibi kimselerden filan, filan, filan... seninle evlenmek istiyor" denildiğinde yukardaki özelliğinin tecellisi ile bu teklifleri bir bir reddetmiştir. O, daha önce de bir iki kez evlenme denemesi geçirmişti.
Sonra, o akıllı bir hanım idi. Hz. Peygamber titreyerek gelip "beni örtünüz" dediği sırada akıllılığı devreye girmiş böylesine herkesin güvendiği, doğru, sözünde duran, tertemiz, pırıl pırıl bir insanı, bir Peygamber olarak, bu kâinatı yaratanın perişan etmeyeceğini anlamıştır.
Bunun içindir ki Peygamber'in yaptıklarında ve Allah'ın ona verdiği görevde doğru olduğunu desteklemeye koyulmuş; "Sen şöyle yaptın, sen böyle insansın, yemin olsun ki asla Allah seni ebediyyen perişan etmeyecektir" demiştir.
Sadece kendi yönünden Peygamber'i ikna etmekle kalmamış, Hz. Peygamber'e de korkuya ve şüpheye yer olmadığını ifade etmiş, buna ilave olarak Rasûlullah'ı alarak, amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gitmiştir. O zamanlar Varaka insanlar arasında dini konularda bilgi sahibi ve eski dinlerle ilgili kitapları inceleyen birisi idi. Varaka yaşlı ve zamanının kabilecilik ayırımlarına, bölünmelere katılmamış olduğundan sözü dinlenen birisi idi. Hz. Hatice Rasûlullah ile Varaka'ya gidip ondan aldığı cevapla toplumda insanların desteğini almayı da hedefliyordu. Bunun içindir ki Varaka kendilerini dinledikten sonra: "Ey Mu-hammed! Hiç şüphe yok ki sana gelen, Hz. Musa'ya da gelen Allah'ın meleğidir. Senin tebliğe başladığın güne yetişirsem sana yardım edeceğim" dediğini işiten Hz. Hatice çok sevinmiştir.
Hz. Hatice'nin kişiliğini oluşturan değerlerden biri de onun merhamet ve şefkat dolu bir insan olması idi. Rasûlullah'la evlendiği andan itibaren sıkıntılı, fakat sabır dolu bir hayat yaşamıştı.
Hz. Peygamber otuz yaşları civarında iken yalnız yaşamayı, tek başına inzivaya çekilip bir yere kapanmayı sevmeye başlamıştı. Bu açık bir şekilde görülüyordu. Bu gelişme Hz. Hatice'nin aleyhine oluyordu.
Bir taraftan Jıayat arkadaşlığı, diğer yandan ev işleri evin erkeğinin eşinin yanında kalmasını gerektiriyordu. O ise belli gün ve gecelerde tek başına kalıp tefekkür etmek üzere inzivaya çekilir, Hz. Hatice küçük çocuğu ile evde yalnız kalırdı. Bu onun daha önceki eşi Ebu. Hâle'den olma Hind idi.
Hatice bundan sıkılmaz ve bir eş olarak hak isteğinde bulunmazdı. Evinde işine bakar, yemek hazırlar, giysileri temizler, su temin ederdi. Eşi eve dönünce onunla az bir zaman kalırdı. Sonra Hatice gene eşine azık hazırlar, eşi Muhammed de sayılı gün ve geceleri yalnız geçirmek üzere inzivaya çekileceği yere giderdi.
Bu özelliklerine ilaveten bilindiği üzere Hz. Hatice servet sahibi bir kadın idi. Böylesine bir servet ancak akıllı ve ileri görüşlü bir kadının elinde olması halinde, onunla şımarıklık ve aşırılık yapılmaz. Bu da o kadının akıllı birisi olduğunu gösterir.
Hz. Hatice sahip olduğu servet ile eğlenceye dalmadı, saraylar yapmadı, bir takım erkekleri celp ederek renkli geceler yaşamadı.
Hz. Hatice'nin kişiliğini güçlendiren bir yönü de, tefeciliğin hakim olduğu bir toplumda ticarete meyletmesidir.
Buraya kadar anlattığımız özelliklere sahip bir şahsiyetin kendinden daha büyük bir şahsiyette denk olması kaçınılmazdır. Toplumda yerleşen geleneğe göre tüm dünyada evlenecek çiftlerin, erkeğinin kadından daha önemli özelliklere sahip olması gerekir.
İlahi takdir bu büyük ve değerli hanımefendiye kendisinden daha değerli bir eş hazırlamıştı. O Hatice ile evlenmekle onun şan ve şerefini arttırmıştır.
Tarih Hz. Peygamber'in Hz. Hatice'ye olan pek çok vefalı davranışını anlatmaktadır.
Rasûlullah evlenmezden Önce, evlenince, evlendikten sonra Hz. Hatice'ye hep vefakâr davranmıştı. Hz. Peygamber'in hayatını incelediğimizde onun Hz. Hatice'ye olan vefasını çeşitli şekillerde görmemiz mümkündür. Gençlik yıllarında Hz. Hatice ile evlenmeden onun hesabına ticaret yaparken tam güvenini kazanmıştı. Bir yandan kazanç kat kat artıyor, Muhammed'ul Emin en ufak şekilde kazanılan kârlara ihanet etmiyor, Hatice'ye sunuyordu.
Hz. Hatice kendisi ile evlenmek istediğini dolaylı bir şekilde anlatmak üzere adamını gönderdiğinde Hz. Hatice'ye gereken saygıyı göstermiştir. Eğer iş ortağı durumunda olan Muhammed (s.a) Hatice'ye vefakar davranmasaydı herkesin yaptığı gibi onun bu eğiliminden yararlanmaya kalkardı. Hem o zamanlar insanlar arasında bir kadının kendisini eş olarak kabul etmek üzere bir erkeğe teklifte bulunması ayıp sayılırdı. Fakat geleceğin risalet sahibi Muhammed Hatice'yi ayıplama yoluna gitmedi. Onun teklifini kabullendi.
Hatice Peygamber ile evlendiğinde daha Önce iki evlilik geçirmiş dul bir kadın idi. Önceleri bir veya iki evlilik geçiren kadın yeni evlendiği kocası ile sıkıntı içerisinde olurdu. Kişiliği zayıf bir erkek böyle bir hanıma zaman zaman, onunla evlendiğinde kız olmadığını hatırlatıp, dulluğu sebebiyle onu ayıplayabilirdi. Fakat Peygamber'in hayatı küçük veya büyük tüm yönleri ve olaylarıyla biliniyor ki Peygamberle Hatice arasında konunun hiç bir suretle adı dahi geçmemiştir.
Öte yandan bilindiği üzere Hatice'nin daha önce evlendiği kocasından olma bir çocuğu var idi. Bu çocuğa Peygamber'in evlatlığı denmiş idi. Adı Hind iken daha çok Peygamber'in evlatlığı olarak biliniyordu.
Hz. Peygamber hiç birgün başka erkeklerin yaptığı gibi eşinin başka erkekten olma çocuğuna kötü muamele yapmamıştır. Hind Pey-gamber'den öylesine iyi muamele görmüştür ki ölünceye kadar onun evlatlığı olarak bilinmiştir.
Bu zât Cemel savaşında Hz. Ali tarafında yer almış ve öldürülmüştür. Rivayete göre bu savaşta pek çok kişi ölmüştü. Her aile kendi cenazesi ile ilgilenmiş Hind'in cenazesini kaldırıp onunla ilgilenecek birisi yoktu. Bir kadın bu durumun farkına varıp "Vah yazık Peygamber'in evlatlığına!" diye feryat edince bunu işiten Medine halkı kendi Ölülerini bırakıp Hind'in cenaze merasimini gerektiği gibi yapmışlardır.
Hz. Peygamber evlilik süresinde de Hatice'ye vefalı davrandı. Toplumsal ve kişisel sebepler ikinci kez evlenmeyi gerektirdiği halde Hatice'nin üzerine evlenmemiş idi.
Hz. Peygamber, amcası Ebu Talib'in ve eşi Hatice'nin vefat ettiği sırada bu yıla "Hüzün yılı" adını vermekle Hz. Hatice'ye vefasını göstermiştir.
Rasûlullah vefatından sonra sık sık Hatice'yi anar ona saygı gösterirdi. Bu hatıraların zaman zaman dile getirilmesi Hz. Ayşe'nin kıskançlığını harekete geçirmiş, bir keresinde: "Hatice Hatice! Dünyada Hatice'den başkası yok mu?" dey i vermiştir. Hz. Peygamber ise dünyada Hatice'nin en çok sevdiği kimse olduğunu ifade etmiştir. Rasûlullah bunu yaşlı eşi Sevde'ye karşı değil, Arab asıllı olmayan eşi Safiyye'ye karşı değil, sevgili dostu Ebubekir'in kızı ve sevgili eşi Ayşe'ye söylüyordu. Aslında Ayşe Peygamber'in çok sevdiği eşi di. Döşeğinde iken vahiy gelen eşi Ayşe idi. Ama bir gerçeği ona karşı bile söylemişti: O Hatice'yi de sevmişti.
Rasûlullah Hatice sağ iken başka bir kadınla evlenmedi. Bu durum Peygamber'in haşa kadın düşkünü, zevk düşkünü bir adam olduğunu iddia edenlere bir cevaptır.
Dikkat edilirse Rasûlullah kendisi yirmibeş yaşındayken kırk yaşında veya kırkından fazla bir hanımla evleniyor, evlendiği hanım hem kendisinden onbeş yaş büyük hem de daha önce iki kez evlenmiş. Hz. Peygamber yirmibeş yıl bu hanımla evli kalıyor. Kendisi elli, eşi altmış beş yaşma gelmiş. Rasûl-i Ekrem ne delikanlı iken, ne olgun yaşta iken, ne de evlendikten sonra Hatice'den başka hiç bir kadına bakmamıştır. Zevk için evlense, kadına düşkün olsaydı bu isteğini ellisinden sonraya mı bırakırdı?
Biz tekrar Hz. Hatice'nin hayatına dönelim: Hz. Hatice'nin Muhammed'ul Emin ile evlenme isteğini ona iletmesinden şunu anlamak gerekir: Nasıl erkeğin eşi olacak kadını seçme hakkı varsa, kadının da eşi olacak erkeği seçme hakkı vardır. Hatta daha huzurlu bir hayat yaşayabilmek için evlenecek eş adaylarının birbirlerini görmeleri de haklarıdır. Nitekim İslâm dininin tavsiyesi de böyledir. Rasûlullah Cabir'in nişanlandığım duyunca ona şöyle demiştir:
Git, ona bak. Belki birbirinizi görmeniz aranızda daha devamlı bir hayatı sağlayacaktır.
Rasûlullah'ın bu hadisi, müşterek olarak uyumlu bir hayatı ve karşılıklı sevginin olmasını ifade etmektedir.
Bu hadis aynı zamanda bir kadının sevdiği bir erkekle birlikte olmaya hakkının olduğunu, koyun gibi sürülüp zorla onun emrine verilmemesini, kadının çirkin gördüğü veya bir kusurunu bildiği erkeğe köle gibi teslim edilmemesini bildiriyor.
Bu hususu bu münasebetle bir kere daha ifade edip üzerinde durmamız gerekir. Çünkü evlenmeyi günümüzde hâlâ sadece baba, amca erkek kardeş gibi erkeklerin eline bırakılmış bir hak gibi gören insanlar vardır.
Hz. Hatice'nin hayatı hakkında üzerinde durulması gereken noktalar vardır. Bunlar hikayecilerin, İslâm düşmanı veya müslümanlığın düşmanı olan kimselerin sokuşturduğu uydurmalardır.
Mesela bazı kitaplarda Muhammed'ul Emin'in Hatice adına gerçekleştirdiği Şam ticaretinden döndüğünde Hatice'nin, onun elini tutup göğsü üzerine koyduğu bu arada ona birtakım şeyler söylediği yazılıdır.
Hz. Hatice gibi bir kadının, ileri görüşlü, akıllı ve halkı arasında büyüklüğü bilinen bir kimsenin böyle bir şey yapmış olması akla uygun bir şey midir?
Diyelim ki o yaptı; bu defa da Peygamber buna yanaşmaz, Hatice den de olsa böyle bir davranışı hoş görmezdi.
Hz. Hatice'nin hayatına "ilave edilen bu kabil hikâyeler doğru değildir. İftiracıların söylediğine göre Hatice evlenme işini babasına bırakmış da, Muhammed'ul Emin ile evleneceği sırada babasına yemek yedirip içki vermiş. Bazı kitaplarda -aslı olmayan- bu gibi hikâyeler (ne yazık ki) vardır.
Hatice'yi Muhammed'le evlenmeye iten gerçek sebep gaybı Allah bilir- benim anladığıma göre onun ehl-i kitaptan, bir Peygamber geleceğini duymasıdır.
Hatice zekâsı ile beklenen Peygamber hakkında bazı düşüncelere varmış, böyle bir zâtın özelliklerini araştırmıştır. Bunun sonucunda beklenen Peygamber'in özelliklerinin çoğunu görmüş ve o sebeple onunla evlenme kararı almıştır. Böyle bir karan alırken umudu, onun Peygamber olması idi. Allah Hatice'nin bu husustaki düşüncesini doğru çıkardı. Sonuçta alemlerin en hayırlısına eş olup, alemlerin en hayırlı hanımı oldu.
Allah Hatice'den hoşnut olsun. Allah'ın salât ve selamı da peygamberlerin efendisi üzerine olsun.
SORU: Hz. Hatice'nin hayatı hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
CEVAP: Hz. Hatice Ramazan ayı ile ilgisi olanların ileri gelenlerin-dendir. Zira o hicretten üç yıl önce Ramazan ayının onuncu günü vefat etmiştir.
Hatice, mü'minlerin anasıdır. İslâm dinine ilk giren, dünya yüzündeki insanlar arasında Hz. Peygamber'i ilk tasdik eden odur. Bu ne büyük öncülük ve ne büyük şereftir.
Hz. Hatice dünyada ve ahirette Peygamber'in eşidir. Peygamber onun sağlığında başkası ile evlenmemiştir.
Hatice de Peygamber'in vefalı eşi, onun tüm hukukuna riayet edip gözeten bir hayat arkadaşı ve her durumda ona ihlasla bağlanan bir yoldaşı olmuştur. Hayatı boyunca Peygamber'i sadık bir veziriymiş gibi desteklemiştir.
Hz. Hatice soylu bir aileden idi. İslâm'dan önce ona "temiz kadın" anlamında Tahire denirdi. Ayrıca halk ona "Kureyş kadınlarının hanımefendisi" der idi.
O yaratılıştan var olan bir özelliği ve berrak kişiliği ile Cenab-ı Hakkin Hz. Muhammed'i büyük bir görev için hazırlamakta olduğunu anladı. Bu sebeple onunla ilgilendi ve kendisi ile evlenmesi için ona haber gönderdi. O bunu cinsel bir arzu veya dünya malı elde etmek için değil, beklenmekte olan Peygamber'in en yakınında olmak arzusu ile istemiştir.
Hz. Allah Peygamberi'ne İslâmiyet'in ilk sıralarında namazı farz kıldığı zaman Hatice*de onunla birlikte gizlice namaz kılıyordu.
Cenab-ı Hak oğlu İbrahim dışında Peygamber'in zürriyetinin hepsini Hatice'den dünyaya getirmek gibi bir ikramı Hatice'ye lütfetmiştir.
Hz. Peygamber'in Kasım, Abdullah, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma isimlerindeki çocukları hep Hatice'den dünyaya gelmiştir. Hz. Allah, Hatice'nin kızım sebep kılarak tarih boyunca Peygamber'in soyunu devam ettirmiştir.
Hz. Hatice çeyrek asır kadar bir süre Peygamberle birlikte olmuştur. Bu müddet içerisinde Hz. Peygamber'e tam manasıyla vefalı davranmış, Peygamber'den de aynı mukabeleyi görmüştür. Aralarında karşılıklı bir samimiyet yaşanmış, vefatından sonra da Peygamber onun hatırasına saygı göstermeye devam etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl içerisinde hem sevgili eşini, hem de amcası Ebu Talib'i kaybettiği için bu seneye "Hüzün yılı" adını vermiştir.
Yüce Allah mü'minlerin annesi Hatice'den hoşnut olsun.
SORU: Hz. Peygamber'in eşi Hz. Aişe hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
CEVAP: Hz. Aişe, Ebubekir es-Sıddîk'm kızıdır. Hz. Aişe Ramazan ayı ile ilgisi olan kimselerin ileri geleni erindendir. Çünkü hicretin 58. yılında Ramazanın 17. salı gecesi vefat ederek rabbine kavuşmuştur. Hz. Aişe namuslu ve dürüst olduğuna dair yedi kat göklerden hakkında Kur'an nazil olan bir kadındır. Hz. Aişe, Rasûlullah'ın kız olarak evlendiği tek eşi, Hz. Hatice'den sonra en çok sevdiği hanımıdır. Sahabeden bazıları Rasûlullah'a soruyorlar:
En çok sevdiğiniz insan kimdir? -Aişe
Erkeklerden en çok kimi seversiniz?
Aişe'nin babasını.
Hz. Aişe Allah'ın ve Rasûlullah'ın hoşnutluğunu dünya nimet ve süslerine tercih ederdi.
Rivayet olunduğuna göre bir gün Hz. Peygamber Aişe'nin yanına gelmiş ve şöyle buyurmuştur:
Sana bir şey teklif edeceğim karar vermekte acele etme, babana danış öyle karar ver.
Teklifin nedir?
Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberi'ni ve ahiret yurdunu diliyorsanız bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (Azhab/28-29)
Bu meselenin neyini babama danışayım! Ben bilakis Allah'ı, onun Peygamberi'ni ve ahireti tercih ediyorum.
Hz. Peygamber Aişe'nin bu cevabından hoşlandı ve pek sevindi. Hz. Aişe bu dünyada 66 yıl yaşadıktan sonra hicretin 8. yılında Ramazan ayının 17. sah gecesi rabbinin çağrısına uyarak ebedi aleme göçtü. O gece vitir namazından sonra Baki kabristanlığına -vasiyeti üzere defnedildi. Allah ondan razı olsun.
SORU: Hz. Ali'nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermenizi rica ediyorum.
CEVAP: Tarihin bize anlattığına göre Hz. Ali hicretin 40. yılında Ramazan'm 17. günü Allah yolunda şehit olmak nimetine kavuşmuştur.
Onun şehit edildiği günün hatırasını bir düşünürsek gözümüzün önüne eşi az bulunur bir kahraman ve fedailer arasında nadir görülen " bir fedai gelir.
Böyle olmasında bir tuhaflık yoktur. Zira o Hz. Peygamber'in amcazadesi, bizzat yetiştirdiği ve eğittiği bir delikanlı ve biricik kızının eşi olan Hz. Ali'dir. Çocukluk döneminde müslüman olmak suretiyle rabbi onu putlara secde etmekten korumuştur. Hz. Ali bu özelliğiyle meşhur olup "Keremellahü vechehü" denilmesine hak kazanmıştır. O bir genç olarak çevresine gözünü açtığında İslâm'ın nurunu görmüştür. Hz. Hatice'den sonra ilk müslüman olan kimsedir. Yüce gönüllü bir kahraman olarak yetişen Hz. Ali yeri gelince kahramanlığını göstermiştir. Kâfirlerin Peygamber'in kanını dökmeye yeltendikleri hicret gecesinde Ali kendisini feda ederek Peygamber'in yatağında korkusuzca uyumuştur.
Daha sonra Rasûlullah'la birlikte pek çok savaşlara katılmış, bu savaşlarda pek çok ve üstün yararlılıklar göstermiştir.
Hz. Ali şehitlere layık bir hayat yaşamış, kendisini rabbine bir şehit olarak kavuşacak şekilde hazırlamıştır. Onun İslâm'a bir çocuk olarak girişi ve Allah yolunda cihat edişi de şehitler gibi olmuştur. Konuştuğunda da şehitler ve Allah katında olanı insanlar katında olana tercih eden kimseler gibi konuşmuştur. O bir keresinde "Vallahi ister ben ölüm üzerine düşeyim, ister ölüm benim üzerime düşsün hiç aldırış etmem!" demiştir.
Kılıcından söz ederken: "Dâneleri yarıp ondan danenin cinsini yaratan Allah'a yemin ederim ki bu kılıçla Hz. Peygamber'in üzerinden pek çok sıkıntıyı yok edip kaldırdım" demiştir.
Hz. Ali, Allah'ın hoşnut olduğu biçimde kazandığını, gene O'nun hoşnut olacağı biçimde kullanarak müslümanlara hizmet etmekte çok titizlik gösterirdi. Nitekim bir defasında şöyle demiştir:
Kıyamet gününde hasreti en büyük olacak adam, Allah'ın hoşnut olmayacağı biçimde para kazanan adamdır. Bu adam Ölüp malını miras olarak bıraktığında varisi onu Allah yolunda harcarsa cennete girer. Fakat birincisi cehenneme girer.
Hz. Allah şehitlerin önderi Hz. Ali'den razı olsun.
SORU: Hz. Hasan'ın kızı Seyyide Nefise hakkında bilgi verir misiniz'.'
CEVAP: Seyyide Nefise hazretleri takva sahibi, saliha, abide, zahide ve tefsir, hadis dallarında bilgili bir hanımefendidir.
Hz. Peygamber'in sülalesinden olan Seyyide Nefise, Rasûlullah'ın dördüncü kuşak torunudur. Hicretin 145. yılında Mekke'de dünyaya gelen Seyyide Nefise çok temiz bir ortamda ve iyi bir şekilde yetişmiştir.
Daha sonra Cafer Sâdık'ın oğlu İshâk el-Mü'teman ile evlenip Ka-hire'ye yerleşmiştir. Hicretin 208. yılında vefat edene kadar orada yaşayan Seyyide Nefise'nin Kahire'de meşhur bir türbesi vardır.
Tarihi rivayetlerin bildirdiğine göre Seyyide Nefise otuz defa haccetmiştir.
Okuyup yazma bilmediği halde Kur'an'ı ezberlemişti. Âlimler kendisini ziyarete gelerek onu dinler ve kendisinden bilgi alırlardı. Zira çok hadis işitmiş idi. İmam Şafii kendisinden bilgi alanlardandı.
Rivayete göre Şafii Mısır'a geldiğinde Seyyide Nefise'den ilgi ve iyilik gördü. İmam Şafii vefat ettiğinde Seyyide Nefise onun cenazesini evine getirip, cenaze namazını kılmıştır.
Seyyide Nefise zengin idi. İnsanlara iyilik yapar, hasta ve yoksullara yardımda bulunurdu. Kendisi çok hayır yapan bir kimse olup etkisi altında olduğu zahitliği onu hayır yapmaya sevk ederdi.
Tarihçi Kuzâi Seyyide Nefise'nin şimdi türbesi bulunan yere kabrini kazdığını bildiriyor. Bu konuda meşhur tarihçiler görüş birliği etmişlerdir.
Merhumenin vefat tarihi hicretin 208. yılında Ramazan ayındadır.
İbn Kesir Bidaye ve'n-Nihâye isimli kitabında Mısırlıların Seyyide Nefise hakkında pek çok inanışları bulunduğunu kaydeder ve şöyle der: "Onun hakkında inanılan şeylerin saliha kadınlara yaraşan şeyler olması gerekir."
SORU: Amr b. Âs'ın hayatını bir parça anlatır mısınız?
CEVAP: Müslümanlar hicretin 43. yılının Ramazanını tamamlamak üzere iken büyük kumandan ve fatih Amr b. As ölüm döşeğinde bayram gecesi rabbine kavuşmak üzere idi.
Her ne kadar bu kahramanın hayatı ile ilgili pek çok şeyi unutmuş olsak da asla unutamayacağımız bir yönü var ki o, yeryüzünün -Allah tarafından- gelini gibi yaratılmış olan Mısır'ı fetheden komutan olmasıdır.
Bu değerli şahsiyeti araştırdığımızda kendisinde bir çok özelliğin toplanmış olduğunu görürüz. Bu özellikler onu başarılı bir kumandan, zafer kazanan bir savaşçı yapmıştır.
Amr b. As Allah'ın kalbini İslâm'a açıp, tam anlamı ile ikna olup İslâm'a girmesinden sonra dini ve imanı uğruna savaşan biri olmuştu. Kendine güvenen bir kimsedir. Kendisine uyan adamlarını güçle ve sabırla, güzel bir şekilde geliştirir düzeylerini yükseltirdi. Kendisi diğerlerine örnek olurdu. Bir meseleyi düşündüğü zaman, derinliklerine iner, mesele ile ilgili tüm tedbirleri alır, yapılabileceklerin hepsini yaptıktan sonra o işe kesin olarak ve o işin hakkından gelmek üzere girişirdi. Girişimde bulunduğu meselelerde en güzel çözüm yollarını bulur, dahiyane ve şahane bir şekilde meseleyi hallederdi.
Sanki Allah bu adamı, kanında liderlik özelliğiyle yaratmıştı. Bunun içindir ki Hz. Ömer Amr b. Âs'ı kudretli ve izzetli bir şekilde yürürken görünce şöyle demiştir: "Abdullah'ın babasına yeryüzünde ancak lider olarak yürümek yaraşır."
Amr savaşlarda ve vuruşmalarda uzman ve dev gibiydi. O çok iyi bir şekilde biliyordu ki maddi silah gücü, psikolojik yapının ve maneviyat ruhunun yerini tutmaz; bunun içindir ki askerlerini seferberlik ruhu içinde tutar, onları dini ve manevi bakımdan beslerdi. Askerlerini iman ve kesin zafer düşüncesine bağlar onlara: "İleri! Allah'ın zaferi sizinle beraberdir" derdi.
Askerlerine Kur'an dinletir onlara Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek içtenlikle cihada devam ettikleri sürece, Allah'ın askeri olduklarını ve Allah'ın kendilerini zaferle destekleyeceğini hatırlatırdı.
En çetin savaşlarda kendinden emin olarak güven içerisinde şöyle derdi: "Kılıçlar açıkta kaldı. Yakında dinsizlerin ve kâfirlerin kalbine, kınına sokulur gibi sokulacaktır!"
Amr b. As (r.a) yıllarca savaş içinde yaşadı. Bazen savaş meydanından uzaklaşır, bazen savaş alanında olur, fakat savaştan ayrılıp kopmazdı. Ömrü doksan yaşın üzerinde idi. Vefat edeceği sırada şöyle diyordu:
Allahım! Sen bana bir takım emirler verdin ben onları tam olarak yerine getiremedim. Sen bir takım yasaklar koydun, ben onlara tam olarak uyamadım. Ben güçlü bir kimse değilim, bana yardım eyle, ben suçsuz bir kimse değilim özürümü makbul eyle. Ben kibirli biri değilim, kusurlarımın bağışlanmasını diliyorum. Senden başka ilah yoktur!
Amr b. Âs (r.a) insanı titreten bu sözleri vefat edene kadar söyledi durdu. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
SORU: Abdullah b. Mübarek kimdir?
CEVAP: îbn'ul Mübarek Ramazan kahramanlarından ve bu mübarek ayın ileri gelenlerinden biridir. Zira o, hicretin 181. yılında Ramazan ayında rabbine kavuşmuştur.
Abdullah 15. Mübarek hicri 118 yılında doğmuş, güzel bir İslâm terbiyesi ile yetişmiştir. Kendisi zeki ve bilgili bir kimse idi. Aynı zamanda zühd ve takva sahibi, cesur ve babacan bir adamdı. Yaptığı ilmi çalışmalarında her işittiğini yazıya geçirirdi. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca: "Belki bana fayda sağlayacak kelime, henüz yazmadığım kelimedir" cevabını vermiştir.
Abdullah ticaretle uğraşırdı. Geniş ve kazançlı bir işi vardı. Ticaretle uğraşması fıkıh ilmini öğrenmesine ve ibadetine engel olmamıştı.
Talebeleri kendisine: "Sen bize dünyaya önem vermemeyi emrediyor, fakat Horasan'dan mallar getirip satıyorsun bu nasıl oluyor?" dediklerinde: "Ben bunu sadece kendimi korumak, ırz ve namusumu şerefli tutmak ve rabbime itaat etmekte bana yardımcı olması için yapıyorum. Nerede hakkı görürsem koşarak ona gitmişimdir" cevabını verdi.
Tarihçilerin bildirdiğine göre Abdullah ilk defa Şam'da hudut boylarında cihada ve vatan savunmasına katıldığında mücahitlerin kahramanlıklarını görünce arkadaşına dönerek şöyle demiştir:
Biz ölmüşüz! Ömür olarak yaşadığımız günlere ve şiir yazmakla geçirdiğimiz gecelere yazıklar olsun! Biz bunlarla uğraşırken buralarda cennetin kapılarını açık bırakıp ömrümüzü (boşa) geçirip gitmişiz.
İbn'ul Mübarek geniş bilgisi ve derin anlayışının yanında sözü, işi ve örnek davranışı ile insanları rabbinin yoluna yönlendirme yolunda çalışmış mücadele edip durmuştur. Hicretin 181. yılı Ramazanında Bizans yönetiminde olan yerlerde vuku bulan bir savaşa katılmıştı. Bu savaştan dönerken Irak topraklarında Fırat kenarında Hit denilen yerde bulunduğu sırada Ölüm kendisine yetişti.
O sıralarda 63 yaşında idi. Rabbi Teâlâ, Allah yolunda defalarca şehit olma yolunu arayan bu züht ve takva sahibi mücahidin sessiz bir şekilde ölüme kavuşmasını diledi. O kahramanlıkla dolu bir savaştan dönüş yolunda iken rabbi onu mücahitlerin sevabından mahrum bırakmadı.
Şu söz Abdullah b. Mübarek'in çok güzel sözlerinden biridir:
Gerçek insan âlim olanlardır. Kral olanlar ise (gerçekte) dünyadan el etek çeken kimselerdir. Dini alet ederek dünyalık elde edenler ise aptaldır.
Alimlerin mücahidi, fakihlerin zahidi Abdullah b. Mübarek'e selam olsun. Allah ondan razı olsun.
SORU: Buharî ve onun Sahih isimli hadis kitabı hakkında bilgi ve-rir misiniz?
CEVAP: Buharî, hadis ilminde hafız, hüccet, İslâm'ın büyük âlimi ve el-Câmi'us Sahih isimli kitabın sahibidir. Künyesi Ebû Abdillah, adı Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. Muğire el-Buharî'dir. Buhara şehrinde hicretin 194. yılında Şevval ayının 13. günü cuma namazı sırasında dünyaya gelmiştir.
Buharî yetim olarak büyümüş ve hadis öğrenmek için çok seyahat yapmıştır. Bu seyahatlerde Horasan, Irak, Şam ve Mısır'ı ziyaret etmiştir.
O, kendisi için söylendiği gibi "hocaların hocası" idi. Alanında dünya onun gibisini görmedi. Hocalarından bazıları onun için şöyle der idi: "Keşke Buharî'nin göğsündeki kıl olsaydım!" Hocalarından pek çoğu onu meth eder, özelliklerini herkese duyururlardı.
Ona "hadis âlimlerinin başı ve hadisin doktoru unvanını vermiş-ferdir. Kendisinden önce yetişen âlimlerden bin kadar hocadan hadis yazmıştır.
Kitabının adı kendisinin isimlendirdiği şekli ile el-Câmi'ul Müs-ned'ul Muhtasar Min Umuri Rasûlullahi ve Sünnetihi ve Eyyamih'dir.
Bu kitap, Allah'ın kitabı Kur'an'dan sonra en doğru kitaptır. Bu kitabı yazmasının sebebi, bazı âlimlerin "Keşke Allah Rasûlünün sünnetlerinin doğru olanlarını kısa bir kitapta toplamış olsaydınız?" demiş olmalarıdır. Bu fikre Buharî'nin de gönlü yatmış, sonra bu kitabı yazmaya başlamıştır.
Buharî bir keresinde gördüğü rüyada elinde bir yelpaze ile Rasû-lullah'ın mübarek yüzüne haşarat konup eziyet etmemesi için çalışıp durmuş.
Alimlerden bazıları, onun bu rüyasını "Sen Rasûlullah adına yalan söyleyenlerden Peygember'i koruyacaksın" şeklinde yorumlamışlardır. Buharî Sahih'ine yazacağı her hadis için temizlenir, abdest alır ve iki rekat namaz kılardı. O bu kitabını Mekke, Basra, Buhara ve diğer şehirlerde bir taraftan hadis toplamak, diğer taraftan bunlardan uygun gördüklerini kitabına koymak suretiyle yazdı.
imam Buharî şöyle diyor:
Beni övenle, kötüleyen benim nazarımda eşittir.
Umarım ki hiç bir kimse kendisini gıybet ettim diye benden hesap sormadan Allah'a kavuşurum.
Yüz bin sahih hadisi ezbere bilirim.
Buharî'nin yazdığı bir takım kitapları vardır. Sahih bunhuin en önde gelenidir. Ayrıca Edeh'ul Müfred ve Tarih-i Buharfsi de bunlardandır.
Buharı merhum hicri 256 yılında Ramazan bayramı gecesinde vefat etmiş, Semerkand yakınında Herteng köyünde defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
SORU: Şeyh Abd'ul Kadir Geylâni'nin menkıbelerini okumak mı yoksa Peygamber'in hayatını okumak mı daha iyidir?
CEVAP: Bu soru tuhaftır. Zira herşeyimiz, liderimiz, önderimiz, Peygamberimiz ile başka herhangi bir şahsın karşılaştırmasını yapmak asla caiz değildir.
Yüce Peygamber yaratılmışların en hayırhsıdır. O, insanların Allah katında en sevgili olanıdır. O, Allah'ın himayesine ve hoşnutluğuna en yakın olandır.
Hz. Allah ona şeref vermiş, şanını yüceltmiş, kadrini ulvileştir-miştir. Allah'ın verdiği şereften ötede şeref yoktur.
Bu soru bizzat Geylâni'ye sorulsaydı o da bunu hoş görmez, reddederdi. Geylâni kendine has yerine ve büyüklüğüne rağmen kendisini Ra-sûlullah'ın bağlılarından saymaktadır. Aslında o sahib olduğu dereceyi Allah'a olan imanından ve Rasûlullah'a olan bağlılığından elde etmiştir.
Geylâni'nin adı Muhiddin Abdulkâdir b. Kusa b. Abdillah olup künyesi Ebu Muhammed'dir. Geylâni mutasavvıfların ve zahidlerin büyüklerinden ve meşhurlarından olup hicretin 471. yılında Geylan'da doğmuş. 561 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.
Geylâni fıkıh, hadis ve edebiyat tahsil etmiş, va'z ve irşad metodunda parlamış ve ilerlemiştir.
Hanbelî mezhebinden olan Geylâni Bağdat'ta müderrislik ve müftülük görevini üstlenmiştir. Pek çok kitapları olup, Fuyûzat'ur Rahba-niyye ye Futüh'ul Ğayb bunlardandır.
Bazı yazarlar Geylâni'nin menkıbelerini anlatan kitaplar yazmışlardır. Pek çok kitapta Geylâni'den söz edilmiştir. Nücûm'üz-Zahire, Sezerat'uz Zeheb, Tabakat'uş-Şa'rani ve İbn'ul Esir'in el-KâmiV'ı bunlardandır.
Bu söylediklerimiz Geylâni'nin değerli bir insan olduğunu gösteriyor. Lakin, nerede Hz. Peygamber, nerede Geylâni?! Hiç bunlar birbiriyle karşılaştırılabilir mi?
Peygamber Peygamber1 dir, o kadar! Onun ne olduğunu Cenab-ı Hak aşağıdaki ayetlerde anlatmaktadır.
(Rasûlüm)! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.
(Enbiya/107)
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik). (Ahzab/45-46)
Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Tevbe/128)
O, arzusuna göre konuşmaz. O(nun bildirdikleri) vahyedilenden başka değildir. (Necm/3-4)
Hiç şüphe yok ki Hz. Peygamber, müslüman için en yüksek örnektir. Onun hayatı Hz. Allah'ın emirlerini uygulamada en doğru uygulama tarzıdır.
Bu itibarla Hz. Peygamber'in hayatını ve menkıbelerini okumak bize Allah'ın dini ve o dinin hükümleri hakkında bilgi verecektir.
Hz. Peygamber'in hayatı ile ilgili kitaplar bir müslüman için en iyi mütalaa kaynağıdır.
SORU: Hz. Musa zamanında denizde boğulan Firavun'un adı nedir?
CEVAP: Firavun kelimesi eski Mısır dilinde kullanılan bir kelimedir. Anlamı "en büyük ev" demektir.
Bu kelime ilk kullanılışında kralın sarayı için söylenirdi. Eski Mısır devletlerinden beri böyle idi. Daha sonraları milattan 1000 yıl Öncesi için söylenir olmuştur.
Firavun kelimesinin böyle kullanılması, Osmanlı İmparatorluğunu, ifade eden Bab-ı Ali deyimine benzemektedir.
Firavun kelimesi eski Mısır kralları için söylenen bir kelimedir. Nitekim eski İran krallarına Kisra, Bizans krallarına Kayser, Habeşistan krallarına Necaşi denirdi.
Hz. Musa zamanında denizde boğulan Firavun'un adı ehl-i kitab'a göre Kâbus idi. Vehbe ise bu ismin Velid b. Mus'ab b. Reyyan olduğunu söylemiştir.
Fakat tarihçilerin çoğu Hz. Musa zamanındaki firavunun adının Miniftah (Menephtah) olduğunu tercih etmektedirler. Bu 2. Ramses'in oğlu 18. aileden 4. Firavun'dur. Söylendiğine göre Miniftah ilk zamanında deniz bölgelerine, Libya çölüne ve delta bölgesine sığınmış çeşitli kabilelerde kargaşalıklar baş göstermiştir. Fakat Firavun bunların hepsini bastırıp bozguna uğratmıştır.
SORU: Hz. Âdem'in kabri nerededir?
CEVAP: Hz. Âdem beşeriyetin babasıdır. Yüce Allah onu kudretiyle yaratmış, melekleri ona secde ettirerek cennete yerleştirmiştir.
Hz. Allah onu seçip tüm isimleri öğretmiş, zürriyetini şerefli kılarak kendisini peygamberlerin ilki eylemiştir. Hadis ve tarih kitaplarında Hz. Âdem'in bin yıl yaşadığı (bilgisi) meşhurdur. Nitekim Müslim'in Sahihinde Hz. Âdem hakkında şöyle bir hadis vardır:
Allah Hz. Âdemi cuma günü yaratmıştır. Hz. Âdem'in vefatı da cuma günü olmuştur.
İbn Kesir Bidaye ve Nihaye'sinde şunları kaydediyor: Hz. Âdem vefat ettiğinde yıkama, kefenleme ve defin işlemlerini melekler yerine getii mistir.
İbn Kesir daha sonra Hz. Âdem'in nereye defnedildiğinde görüş ayrılığı olduğunu söyler. Meşhur olan, onun Hindistan'da cennetten indirildiği dağda defnedildiğidir.
Bununla beraber Mekke'de Ebû Kubeys dağında defnedildiği de söylenmektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Nuh Âdem ile Havva'nın cesetlerini t'.'fan zamanında bir tabuta koymuş ve onları Kudüs'te Beyt-i Makdis'e defnetmiştir.
Bazılarının dediğine göre Hz. Âdem'in başı Filistin'deki İbrahim Mescidinde, ayakları Mescid-i Aksa'daki kayanın yanındadır. Hz. Âdem'in kabri ile ilgili rivayetler böyledir. İşin gerçeğini Allah bilir.
SORU: Hz. Âdem'in içerisinde yaratıldığı cennet nerededir? Bu cennet yerde mi, yoksa gökte midir?
CEVAP: İslâm âlimleri, beşeriyetin babası Âdem aleyhisselamın yaşadığı cennet hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Cennet kelimesinin sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere içe-risindekileri örten ağaçlarla kaplı bir bahçe mi, yoksa Allah'ın ahirette muttaki kullarına vadettiği cennet mi olduğu hususu kesin olarak belli değildir.
Ehl-i sünnetin muhakkik âlimlerine göre bunların birincisidir. Nitekim Menar Tefsiri'nde böyle geçmektedir.
Ebû Mansur Maturidi tefsirinde şöyle demektedir:
İnancımız odur ki Hz. Âdem'in cenneti, bahçelerden bir bahçe ve-ya sık ormanlıklı bir yerdir. Adem ve Havva burada nimet içerisinde yaşamakta idiler. Bu cennetin nerede olduğunu belirlemek veya araştırmak bize düşmez. Selefin mezhebi budur. Gerek ehl-i sünnetten gerekse diğerlerinden bu cennetin nerede olduğu hakkında ileri geri şeyler söyleyenlerin bir delili yoktur.
İbn Kayyım Hadi'l Ervah isimli eserinde bu konu etrafında çok şeyler söylemiş, fakat bir tercihte bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki bazı bilginler bu konuda bir şey söylememekten yanadır. Bu mesele hakkında kesin bilgi Allah katındadır. Cenab-ı Hak bizlere bu cennetin nerede olduğunu aramak külfetini yüklememiştir. Biz o cennete, Allah'ın Âdem kıssasında söylediği gibi inanalım, gerisini Allah'ın bilgisine bırakalım. Eğer bunun bilinmesinde bize göre din veya dünya bakımından bir fayda olsaydı Cenab-ı Hak onu bize bütün detayları ile bildirirdi.
SORU: İbrahim, Yahya ve İsa peygamberlerin kabri nerededir?
CEVAP: Tarihin bildirdiğine göre Hz. İbrahim Irak'tan Şam'a göçmüş, 175 veya 200 yaşma kadar yaşamıştır. Vefat ettiği zaman Filistin'de defnedilmiştir. Kabri Halil kentinde meşhurdur. Hz. İbrahim'in kabri ile Kudüs arasında fazla bir uzaklık yoktur.
İbn Kesir şöyle diyor: Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ın ve torunu Ya-kub'un kabirleri, Hz. Davud'un oğlu Süleyman'ın kabirleri Halil kentinde Habrun denilen kesimdeki dörtgen biçimindeki yerdedir. Nesilden nesile, ümmetten ümmete aktarılarak gelen bilgi budur.
Zekeriya oğlu Yahya'ya gelince onun zulmedilerek şehit edilmek suretiyle öldürüldüğü rivayet edilmiştir. Yahya'yı öldürdükten sonra başını bir taşın içerisine koymuşlar. Hz. Allah onu öldürenlere gazap etmiş ve onlara Buhtu'n-Nasr'ı ve askerini musallat etmiştir. Askerler
Hz- Yahya'yı öldürenleri yerle bir etmişlerdir. Bu yerine gelmiş Allah'ın bir vaadi idi.
Hz. Yahya'nın Kudüs'te veya Mescid-i Aksa'daki kayanın yanında öldürüldüğü de söylenmiştir.
Bir diğer rivayete göre Hz. Yahya Şam mevkiinde bir yere defnedilmiştir.
Hz. İsa'ya gelince: Nevevi'nin Tehzib'ul £sma'sında bildirdiğine göre Hz. İsa'yı Cenab-ı Hak katına çekmiştir. Allah dilediği zaman onu yeryüzüne geri gönderecektir. (Bundan sonra vefat ettiğinde) Hz. İsa Rasûlullah'ın kabrimin yanına defnedilecektir.
SORU: Hz. Allah'ın peygamber olarak gönderdiği ilk zât kimdir?
CEVAP: Allah'ın peygamberlerinin ilki, beşeriyetin babası Âdem'dir. Allah ona ve bizim Peygamberimiz'e salat ve salamların en faziletlisini lûtfeylesin.
Nevevi'nin Tezhib isimli kitabında ifade ettiğine göre Hz. Allah Adem'i kudretiyle yaratmış ona melekleri secde ettirmiş ve onu cennetine yerleştirmiştir.
Cenab-ı Hak onu seçerek, tüm isimleri öğretmiş ve onu peygamberlerin ilki kılmıştır. Yüce Allah Âdem aleyhisselama kendine yakın olan meleklerin dahi bilmediklerini öğretmiş, meleklerin bilmediği şeyleri onlara öğretmesini emretmiş ve onun soyundan nebiler ve ra-sûller yaratmıştır.
Hadis ve tarih kitaplarında ifade edildiğine göre Hz. Âdem bin yıl yaşamıştır.
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan şefaat hadisinde ifade buymlduğuna göre insanlar (şefaat için) önce Âdem'e, sonra Nuh'a gideceklerdir. Âdem'e gittiklerinde Hz. Âdem onlara: "Nuh'a gidiniz. Çünkü o Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk rasûlüdür" diyecektir.
Bazı tarihçiler, Yüce Allah'ın Nuh'u Hz. Âdem'in çocuklarından Kabil'in oğullarına ve onlarla birlikte olan Şit'in çocuklarına Peygamber olarak gönderildiğini bildirmektedir.
SORU: Bazı kitapçılarda Hz. Âdem ile Havva anamızın çıplak olarak matbaalarda basılmış resimlerini görüyoruz. Böyle bir şey caiz midir? Bunu yapan kişi hakkında İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: Sahasında uzman olan ilim adamları peygamberlerin resmini yapmanın haram olduğuna dair defalarca fetva vermişlerdir.
Bu onların yerini ve şereflerini korumak ve açıldığı takdirde çirkin ve kötü kullanımlara yol açacak bir kapıyı kapatmak içindir.
Bilindiği üzere Hz. Âdem beşeriyetin babası ve ilk peygamberdir. Buna ilaveten şunu da dikkate almalıyız ki Âdem ve Havva zamanında resim diye bir şey yok idi. Bu bakımdan bunların resimleri bunu yapanın hayalinden uydurduğu bir Havva ve Âdem resmi demektir. Bu ise gerçeklere karşı bir iftiradır.
Meselede günah ve hatayı artıran bir cihet daha vardır ki fotoğrafta da olsa avret yerinin açık olmaması gerekir.
Belki "Bunda ne var? Bu sadece bir resimden ibarettir" denilebilir. Fakat avret yerleri açık vaziyette resmin yapılmasını hoş görmek, Hz. Allah'ın örtülmesini emrettiği yerlere bakılmaya cesaretlendirir. Bu bir de insanlığın ilk ana ve babası Âdem ve Havva'ya karşı yapılmış ise sorumluluk bir kat daha artar.
Böyle bir resmi yapan kimse suç ve günah işlemiştir. Bunun cezasını Allah verecektir.
Böyle bir şey yapmak müslümana yakışmaz.
SORU: Hz. Peygamber'in bedeni Medine'deki kabrinde Allah'ın dilediği zamana kadar konulduğu günkü gibi kalacak mıdır?
CEVAP: Hz. Allah Peygamberimizi Medine-i Münevvere'de vefat ettirmiştir. Onun kabri Mescid-i Nebi'nin bir kenarında bulunmaktadır.
Peygamberlerin bedenini toprağın yemeyeceğini bildiren rivayetler vardır.
Tarihin bize bildirdiklerine göre dinin ve Peygamber'in düşmanları gizlice Medine'ye girmişler ve Mescid-i Nebinin yakınına, kabre doğru bir tünel kazarak, Peygamber'in temiz cesedini çalmaya yeltenmişledir. Hz. Allah zamanın hükümdarına rüya yoluyla bunu bildirerek bunların planlarını bozup başlarına bir bela olarak sarmıştı. Suçlular yakalanıp layık oldukları cezaya çarptırılmışlardır. Daha sonra kabr-i şerifi çevreleyecek"şekilde Hz. Peygamber'in vücudunu korumak üzere (derince bir çukur kazılıp) eritilmiş kurşun dökülmüştür.
SORU: Hz. Peygamber'in soyu nereden gelmektedir?
CEVAP: Kur'an'da: "Allah peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (En'am/124) buyrulmaktadır.
Cenab-ı Hak peygamberimiz Hz. Muhammed'in en şerefli ve en mükerrem bir soydan gelmesini irade buyurmuştur. Hz. Peygamber Ademoğullarının efendisidir. Onun soyu (Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in çocuklarından) Ma'd b. Adnan'a varana kadar şu zinciri İzlemektedir:
Muhammed Aleyhi s selâm
babası Abdullah
babası Abdul Muttalip
babası Hâşim
babası Abd-i Menaf
babası Kusay
babası Kilâb
babası Mürre
babası Ka'b
babası Lüey babası Galib
babası Fihr
babası Mâlik'tir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Hz.Allah İbrahim'in oğullarından İsmail'i, İsmail'in oğullarından Kinane oğullarını, onlardan Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşim oğullarını, Haşim oğullarından da beni seçmiştir.
Rivayet olunuyor ki Hz. Peygamber (bir gün) minbere çıkıp şöyle buyurdu: "Ben kimim?" Onu dinleyenler: "Sen Allah'ın Rasûl'üsün" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ben Abd'ul Muttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Hz. Allah tüm varlıkları yarattı ve beni yaratılmışların en hayırlısı kıldı. Tüm yaratılmışları iki kısma ayırıp beni bunların en hayırlı olanların arasında var eyledi. Tüm kabileleri yaratıp beni en hayırlı kabileden kıldı. İnsanların evlerde yaşamasını takdir eyledi. Beni de evlerin en hayırlı olanında o evin halkından eyledi. Ben sizin evi ve nefsi en hayırlı olanmızım. Sahih hadiste şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir:
Kıyamet gününde ben Âdem oğullarının en hayırlısıyım. (Fakat) Övünmek yoktur.
Hz. Peygamber'in ana tarafından soyuna gelince, bilindiği üzere onb ı annesi Amine'dir. Hz. Amine Vehb'in kızıdır. Onun da soyu Peygamberimizin dedelerinden Kilab oğlu Mürre'de birleşmektedir. O halde Mürre'den itibaren ta sonuna kadar, ana tarafından da baba tarafından da Hz. Peygamber'in soyu birdir.
SORU: Hz. Peygamber'in kızı Fatıma'nın hiç âdet kanaması görmediği doğru mudur? Hz. Fatıma için söylenen Zehra kelimesinin anlamı nedir? Zehra sözü onun âdet kanaması görmediğine delil midir?
CEVAP: Hz. Fatıma bilindiği üzere Allah Rasûlünün, mü'minlerin annesi Hatice'den doğma kızıdır.
Hz. Fatıma Meryem dışında dünya kadınlarının efendisidir. Fatıma Hz. Ali'nin eşidir.
Rasûlullah'ın soyu Hz. Fatıma aracılığı ile devam etmiştir.
Zehra nurlu, parlak yüzlü kadın demektir. Zehra'nın bir anlamı da beyaz buluttur. Nurlu birer sure olduklarından Bakara ve Âl-i İmran surelerinin bir adı da Zehra'dır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'in ten rengi beyaz ve nurlu idi.
Hz. Fatıma hicretin 11. yılında Ramazan ayında vefat etmiştir.
Bugüne kadar mütalaa ettiğim kaynaklarda Zehra adının Hz. Fatıma'nın adet kanı görmediğine bir delil olarak ileri sürüldüğüne şahit olmadım.
SORU: Kur'an-ı Kerim îsa peygamberin annesi Hz. Meryem'den nasıl söz etmektedir?
CEVAP: Kur'an'ın Hz. Meryem'den söz etmesi hususunda bu ilahi kitaba başvurduğumuz zaman, onun hayatından göz kamaştırıcı bir şekilde bahsettiğini görürüz. Kur'an verdiği bu değerle onu temize çıkarıp süslemiş, yerini yükseltmiş ve yüceltmiştir.
Kur'an'ın doğru ve şaşmaz terazisinde şöyle tanıtılır: O bakire, şerefli, namuslu, temiz, doğru ve ibadetine düşkün Meryem Betül'dür.
Bizim anladığımıza göre Al-i Imran suresinde Hz. Allah yarattıklarının en hayırlı olanlarına lütuf ve kereminden nimet verdiğini, beşeriyetin babası olan Adem'i, sonra Nuh'u, sonra İbrahim'in soyunu -ki Arab milletinin kökü olan İsmailoğullan bu soydandır- ve İmran'ı -ki Hz. Meryem'in babasıdır- Cenab-ı Hakk'm salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.
Hz. Meryem'in babası İmran ibadetine düşkün iyi bir adamdı. Annesi Hanne de böyle idi. Temiz bir soy ve kökten tabii ki temiz bir sülale meydana gelir.
Uzun süre çocuğu Hanne, rabbine dua ve yakarışlarla yönelerek eğer Allah kendisine bir çocuk verirse, onu (şimdi) Filistin'in başkenti olan Kudüs'teki Beyt-i Makdise hizmet etmek üzere adayacağını söyledi. (İşgal, yakma yıkma eylemleri ile Siyonist ırkçılığın hakimiyeti altında olana Kudüs'ü, Hz. Allah Arablara ve müslümanlara iade eylesin).
Hz. Allah Hanne'nin duasını kabul edip, arzusunu gerçekleştirdi. Gerçi bir oğlu olmasını temenni ediyordu, ama Meryem dünyaya geldi. Doğan çocuk kız olmasına rağmen, demek ki Hz. Allah yalvarışını ve adağını kabul etmişti. Bundan sonra Meryem'in annesi, yavrusunun ve ondan meydana gelecek çocukların şeytan tarafından dokunulmaktan ve şeytanın vesvesesinden korunması için Allah'a yalvardı.
Hz. Meryem ibadet ve taat dolu bir çevrede yetişti. İbadetine düşkün insanlar Meryem'e hizmet etmekte yarışıyordu. Onlardan her biri Meryem'e hizmet etmekle Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu. Hz. Zekeriyya, Meryem'in akrabası olduğu için Meryem ile ilgilenmenin kendisine daha çok yaraştığı görüşünde idi.
Meryerr'e hizmet yarışında olanlar kimin Meryem'e hizmet etmesi gerektiğinin belirlenmesi için kur'a çekilmesini istediler. Kur'ayı Zekeriyya kazandı.
Yüceler yücesi olan Allah, herkesten çok Meryem'in yetişip dünya nimetleri içerisinde büyümesi için onu kollayıp gözetiyordu. Hatta Meryem'in Allah katından gelmiş nimetlerle beslendiğini gören Zekeriyya kendisinin de böyle iyi evlatları olması için Allah'a dua etti. Hz. Allah Zekeriyya'nın bu dileğini gerçekleştirdi.
Şimdi Hz. Meryem'in doğumunu, pırıl pırıl bir ortamda yetişmesini, ilahi inayetin ve rabbani gözetimin onu nasıl kuşattığını anlatan Kur'an ayetlerine kulak verelim:
Allah, birbirinden gelme nesiller olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ile İmran'ın ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.
İmran'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin."
Onu doğurunca, Allah ne doğurduğunu daha iyi bilip dururken: "Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum" dedi. Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve: "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" der, o da: "Bu Allah tarafındandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir" derdi.
Orada Zekeriyya rabbine dua etti: "Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkiyle işitensin" dedi. Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Allah sana kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.(Âl-i İmran/33-39)
Yahudilerin kendi nevalarından uydurdukları kitaplarına baş vurunca, bu konuda gerçeğe ve Allah'a karşı iftira edildiğini görmekteyiz. Onlar kitaplarında bakire Meryem'e ve oğlu Mesih İsa aleyhisselâma en çirkin iftiralarla dil uzatmışlardır. Yalan yere bir bühtan olarak Meryem'e günahların en çirkinini yakıştırmışiardır.
Yahudi hahamları Hz. Meryem ve oğlundan söz ederken Talmut'ta şöyle demişlerdir:
Hristiyanların İsa'sı cehennemde ateş ve zift dalgaları arasında olacaktır. Anası onu bir hata işlemek suretiyle doğurmuştur!...
Yahudiler Hz. İsa, annesi ve hristiyanların kiliselerine bağlı insanlara dile alınmayacak şeyler söylemişlerdir.
Kur'an-ı Kerim Yahudilerin gerek bu uydurma iftiraları, gerekse diğer suçları için onları bir takım cezalarla tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, 'Kalplerimiz kılıflıdır' demeleri sebebiyle, bir de inkar etmelerinden ve Meryem'e büyük bir iftira etmelerinden (dolayı onları lanetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) aksine küfürleri sebebiyle Allah kalpleri üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna artık (onlar) iman etmezler. (Nisa/155-156)
Daha sonra Kur'an-4 Kerim Hz. Meryem'in iffetli olduğunu, temizliğini ve namusunu korumuş bir kimse olduğunu kesin olarak bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır:
İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi. (Tahrim/12)
Kur'an daha sonra Meryem'in şerefini daha da yükselterek Allah'ın onu seçkinler arasında kıldığını, onu rezilliklerden temizleyip, faziletlerle süslediğini şu ayetle bildiriyor:
Hani melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem! Allah seni seçti; tertemiz yarattı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine ibadet et. Secdeye kapan ve (O'nun huzurunda) eğilenlerle beraber sen de eğil." (Âl-i İmran/43-44)
Sonra Kur'an tüm dost ve düşmanlara açıklıyor ki Meryem, namusunu korumuş, ırzını güven altında tutmuştur. Onun İsa'yı dünyaya getirmiş olması, ilâhi bir mucizedir. Meryem'e dil uzatan günahkarların onun hakkında kötü zanlara düşmelerine gerek yoktur. Çünkü o Allah'ın inayet ve gözetiminde ve O'nun koruması altındadır.
Geliniz Kur'an'ın bu hususta ne söylediğine bakalım:
Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelime'yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünyada da ahirette de itibarlıdır ve Allah'ın kendine yakın kıldıklarındandır. O sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde konuşacak."
Meryem: "Rabbim!" dedi, "Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" Allah şöyle buyurdu: "Öyle! Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ol der; o da oluverir." (Âli İmran/45-47)
Mü'minun suresinde bir kere daha bu mana vurgulanmaktadır:
Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alamet kıldık; onları yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik. (Mü'minun/50)
Bu ayette ifade edilen suyu bulanan tepe Filistin'dedir. Cenab-ı Hak orada çeşitli meyveler vererek onları koruyup gözetmiştir. Çünkü orada kaynak halinde su vardır.
Bilindiği üzere suyun olduğu yerde hayat vardır. Nitekim Cenab Hak: "Her canlı şeyi sudan yarattık" (Enbiya/30) buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerim Hz. Meryem'in hayatından öylesine zengin şekilde bahsetmiştir ki onun temizliğinden, doğumundan, yetişmesinden, anneliğinden haber vermiştir. Kur'an'ın Hz. Meryem'e önem vermesi o derecededir ki onun kişiliğini ilahi bir feyz ve ikramla kuşatmıştır. Kur'an'ın 3. suresine onun ailesinin adı olan "Âl-i İmran" denmesi bunun bir göstergesidir.
Bu surenin pek çok ayetinde hak ve doğru olarak Hz. Meryem'den ve oğlundan söz edilmektedir.
Kur'an, bununla yetinmemiş bir sureye de "Meryem suresi" adını vermiştir.
Bu surenin başındaki ayetler Hz. Meryem'in hayat hikayesine bir giriş olmak üzere Hz. Zekeriyya'dan söz edilmektedir. Bu surede de Hz. Meryem'in temizliğinden, doğumundan ve hain Yahudilerin zina isnadlarına karşılık, Allah'ın gösterdiği apaçık bir mucize ile onun iffetli olduğundan şahane bir şekilde söz edilmektedir.
Şimdi bu suredeki Hz. Meryem ile ilgili ayetlerden bazılarını görelim:
(Rasûlüm!) Kitapta Meryem'i de an. Hani o ailesinden ayrılarak doğu tarafta (Mescid-i Aksa'nın doğusunda) bir yere çekilmişti. Meryem onlarla kendi arasında bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.
Meryem dedi ki: "Senden çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan sakınan biri isen (benim Allah'a sığınmam sende bir etki yapıyorsa bana bir kötülük yapma)!"
Melek: "Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için rabbimin bir elçisiyim" dedi. (Bunun üzerine) Meryem: "Bana bir insan eli değmediği, (yani evlenmediğim) iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olur?" dedi.
Melek: Öyle! dedi, fakat rabbin buyurdu ki: "Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hükmü verilmiş ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi."
Meryem ona (Allah'ın kudreti ile) gebe kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.
Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevk (ve mecbur) etti. "Keşke, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim" dedi.
Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: "Ben çok merhametli olan Allah'a susma orucu adadım; hiç bir insanla konuşmayacağım."
Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: "Ey Meryem! Sen iğrenç bir şey (kötü bir günah) işledin! Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam; annen de iffetsiz değildi." Bunun üzerine Meryem çocuğu (İsa'yı) gösterdi. Dediler ki: "Biz beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?"
Çocuk ise şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım gün esenlik (Allah'ın selamı) banadır."
Kur'an'ın bu açık seçik ifadeleri yanında hadislerde de Hz. Meryem ve İsa'dan söz edilmiştir: Buharî ve Müslim'in Sö/h/jlerinde yer alan bir hadis şöyledir:
Her doğan çocuğa şeytan dokunur da, bundan dolayı ağlayarak
bağırmaya başlar. Meryem oğlu (İsa) doğduğunda şeytanın dokunmasından korunmuştur.
Tirmizî ise şu hadisi rivayet etmiştir:
Alemlerin kadınlarının en hayırlısı dörttür: İmran kızı Meryem, Firavunun eşi Âsiye, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma.
Allah'ın selamı, Kur'an'ın bize bu şekilde tanıttığı İmran kızı bakire Meryem Betül'ün üzerine olsun.
SORU: Hulefâ-i Raşidin kimlerdir? Bunların sayısı kaçtır?
CEVAP: Râşid halifeler, Hz. Peygamber'den sonra müslümanların liderliğini üstlenmiş olan, hem salih hem de ıslah edici yöneticilerdir. Bunlar dört adet olup birincisi Ebubekir'dir. İkincisi Ömer b. Hat-tab'dır. Hz. Ömer'e insanlar aynı zamanda "Emir'ul mü'minin" derlerdi. Üçüncüsü Hz. Osman'dır. Hz. Osman şehit olarak vefat etmiştir. Dördüncüsü Hz. Ali'dir. Bu da şehit olarak vefat etmiştir. Bu dört halifeye "Râşid Halifeler" denmiştir. Bunlar birbiri ardınca Peygamberden sonra halifelik görevini üstlenmişlerdir.
İnsanların bunlara Râşid demeleri, bunların Hz. Peygamber'in yolunu izleyerek dosdoğru İslâm yolundan gitmelerindendir. Bunun içindir ki bir hadiste şöyle bu vurulmuştur:
Benim sünnetimden ve benden sonra size hidayeti gösteren râşid halifelerimin sünnetinden ayrılmayınız. Bunların gösterecekleri şeylere azı dişinizle (ısırmış gibi) sıkı sarılınız. (Dini meselelerde) sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız. Çünkü (din konusunda)
her sonradan çıkarılan şey bid'attır. Her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık cehennemdedir.
Eski âlimlerden çoğu Ömer b. Abd'ul Aziz'i de raşid halifelerin beşincisi saymış ve Ömer b. Abd'ul Aziz için "Râşid halifelerin beşincisi" demişlerdir.[7]
Bunun sebebi Ömer b. Abd'ul Aziz'in çeşitli kötülük ve bozuklukların ortaya çıkmasından sonra, bunları düzeltip, insanları Hz. Pey-gamber'in sünnetine döndürmesidir. Bunun yanında pek çok fesadı ve insanlara gelecek zararı önleyip ortadan kaldırmış olmasıdır. Bu Özelliği ile Ömer b. Abd'ul Aziz bu lakabı almaya hak kazanmıştır.
SORU: İmam Nevevi hakkında bilgi vermenizi rica ediyorum.
CEVAP: Şeyh'ul islâm lakabı ile bilinen Nevevi'nin künyesi Ebû Zekeriyya, Adı: Yahya b. Şeref b. Murrî b. Hasan b. Hüseyin b. Hizam b. Muhammed b. Cuma en-Nevevi'dir.
Dini ilimlerde hüccet derecesinde olan Nevevi Şafii mezhebi âlimlerinden olup, mezhebi yazıya geçiren ve düzenleyen bir âlimdir.
Nevevi, hicri 631 yılında Şam şehrinin köylerinden olan Nevâ'da dünyaya gelmiş ve orada yetişip büyümüştür.
Kur'an okumayı ve diğer ilimleri çeşitli hocalarından öğrenen Nevevi pek çok ilimde maharetli derecelere ulaşmıştır. Fıkıh, hadis, lügat (dil), biyografi bunlardandır.
Nevevi çabuk ezberleyen güçlü bir hafızaya sahip idi. Az uyur, Çılgınlık derecesinde dersine düşkün idi. Bir gün bir gecelik sürede farklı dallardaki hocalarından 12 ders okurdu.
Nevevi (zor da olsa) az masraflı sade bir hayat yaşar, pamuklu giysiler giyer, gri renkli sarık kullanırdı. Günde bir defa yemek yer, bir defa sıvı bir şey içerdi. Yemeğini yatsıdan sonra yer, içeceğini ise sahur vakti içerdi.
Hiç evlenmeyen Nevevi eser yazmak ve ibadet etmek için gecenin çoğunu uykusuz geçirirdi. İyiliği emredip kötülüğe engel olmakta, sabır ve zühd içinde yaşamakta çok gayretli idi. Uyarılması gereken konularda (devlet) büyükler(in)den ve sultanlardan hiç çekinmezdi.
Sübki onun hakkında şöyle der:
Nevevi iffetli, efendi ve dünyaya önem vermeyen bir kimse idi. Dini mamur olup mükemmel olduktan sonra dünyası yıkılsa aldırış etmezdi.
Zühd ve kanaat sahibi idi. Daha önceleri yaşayan ehl-i sünnet ve'l-cemaattan olanların izinden gider, her çeşit hayrı sabırla yapmaya çalışırdı. Bir saat(lik vakt)ini bile Allah'a itaatin dışında bir hal ile geçirmemi ştir.
İlim adamları ile bir konuyu araştırıp tartışırken kendine has bir ağırlığı ve vakarı var idi. Herkese açık umumi hamama gitmemiş, (haram) şüphesinden kaçınmak için yemek ihtiyacını babasının evinden karşılamıştır.
Şam'da Eşrefiye medresesinde 665 yılında hadis dersi okutmaya başlamış, ücret almayı kabul etmemiştir. İki defa hacca gitmiştir.
Küçüklüğünden beri üzerinde iyi ve asil bir insan olduğunu gösteren belirtiler vardı. Bir keresinde Ramazanın 27. gecesi on yaşlarında iken babasının yanında uyuyordu. Gece yansı uyanıp; "Baba! Evi dolduran bu ışık nedir?" demişti. Babası bu olay üzerine uyanmış, fakat bir şey görememişti. Bunun üzerine: "Anladım ki o gece kadir gecesidir" demişti.
Şeyh Yasin Zerkeş Nevevi hakkında şunları söylüyor:
Ben Nevevi'yi köyü Nevâ'da on yaşında iken gördüm. Çocuklar onunla oynamak için kendisini zorluyor, o ise ağlayarak onlardan kaçıyor, bir yandan da Kur'an okuyordu. İçimde ona karşı bir sevgi peyda oldu.
Babası onu (alış verişle ilgilenmesi için) dükkana bırakıyordu. Dükkandaki alış veriş meşguliyeti onu Kur'an okumaktan alıkoymuyordu.
Onu Kur'an okumak üzere hocasına götürdüğümde: "Bu çocuğun zamanının büyük bir âlim ve zahidi olacağım ümit ediyorum" diyerek dikkat edilmesi tavsiyesinde bulundum. Bana: "Müneccim misin? Nereden biliyorsun?" dediler. Ben de onlara: "Hayır, yalnız beni Allah konuşturdu" dedim.
Şeyh Zerkeş bunları babasına anlattı. Babası Nevevi ile ergenlik dönemine geldiği sıralarda Kur'an'ı bitirinceye kadar titizlikle ilgilendi. Nevevi pek çok kitap yazdı. Aşağıdaki eserler onun meşhur kitap-larındandır:
1. Ravdat'ut-Tâlibin
2. Minhâc
3. Menasikfi'l Fıkh
4. Fetava en-Neveviyye
5. Şerh~u Müslim
6. Ezkâr
7. Riyaz'us-Sâlihin
8. Tabâkât'ul Fukahâ
9. Tehzib'ul Esmâ-i vel'Luğat
10. Tibyân
11. Tashih'un-Niyy e ve diğerleri...
Nevevi ömrünün sonlarında memleketine, Nevâ'ya döndü. Kudüs'ü ve Halil şehirlerini ziyaret ettikten sonra gene Nevâ'ya geldi.
Orada ailesinin yanında hastalandı. Hicri 676 yılında Receb ayından altı gün kaldığı sırada vefat etti ve memleketi Nevâ'da defnedildi.
SORU: Mehdi-i Muhtazar'ın (beklenen Mehdi'nin) âhir zamanda ortaya çıkacağını gösteren hadis var mıdır?
CEVAP: Bazı hadis kitaplarında âhir zamanda ehl-i beyt'ten bir zât'ın çıkacağı rivayeti yeralmaktadır.
Bu zât İslâm ülkelerini idaresi altına alacak, tüm müslümanlar ona tabi olacaklardır. Bu zât dini güçlendirecek, insanlar arasında adaletle hükmedecektir.
Bundan sonra deccâl ortaya çıkacak, İsa peygamber inecek ve deccâli öldürecektir.
Mehdi konusunda Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, Taberâni, Ah-med b. Hanbel, Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Bezzâr'ın rivayet ettiği pek çok hadis vardır.
Bunlardan birisi Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadistir:
Ebu Said'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber'den sonra olay(lar)ın olmasından korkarak, Hz. Peygamber'e (bunu) sorduk. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ümmetimde Mehdi çıkacak ve yedi (müddet) yaşayacaktır." Biz "Bu yedi nedir?" diye sorduk. Hz. Peygamber: "Yedi senedir" buyurdu.
Bir adam Mehdi'ye gelir ve der ki: "Ey Mehdi! Bana (bir şeyler) ver!" Mehdi istekte bulunan adama taşıyabileceği kadar elbisesine avuçla (bir şeyler koyup) verir.
Bu hadisin senedi hasen'dir.
SORU: Bazı kitaplarda okuduğuma göre Muhammediye kelimesi çeşitli beldelere isim olarak verilmiştir. Bu beldeler nerelerdedir?
CEVAP: Muhammediye ifadesi "Muhammed'e mensup" demektir. Anlamı çok övülen'dir. Hamevi'nin Mu'cem'ul Buldan isimli eserine, Zebidi'nin Tâc'ul Arus isimli eserine başvurduğumuzda bu kelimenin birkaç yerleşim birimine ad olarak verildiğini görmekteyiz. Buralara bu ismin verilmesi, o yerleşim birimini yaptıran kimsenin adı sebebiyle olmuştur.
Bağdat yörelerinde Horasan yolu üzerinde küçük bir kasabanın adı Muhammediye'dir. Burada tarım ürünü olarak çoğunlukla pirinç yetişir.
Bağdat'ta iki nehir arasında bir köyün adı da Muhammediye'dir.
Şair ve edebiyatçı İbn'uî-Tıyb bu köydendir. Aşağıdaki şiir bu şaire aittir:
Özgür insanın üç özelliği vardır Bunlardan her birini yerine getirmek zordur. Bağışı boldur ve kolayca her dosta bağlanmaz. Ölümünde arkasından yaka yırtarak ağlanmaz.
Ayrıca İskenderiye'de Berka bölgesinde bir yerin de adı Muhammediye'dir.
Mağrib topraklarında Zâb bölgesinde bir şehrin adı da Muhammediye'dir. Orada Mesile şehrine de Muhammediye denilmektedir. Kâim lakabı ile bilinen Muhammed b. Mehdi babasının iktidar günlerinde bu şehrin planını yaparak inşa ettirmiştir.
Bağdat'ta bir de İytah'ut-Turki olarak isimlendirilen Samarra yakınlarında bir şehir vardır ki daha önceleri Deyr-i Ebî Sufra olarak bilinirdi. Mütevvekkil, oğlu Muhammed b. Muntasır'ın adına nisbetle burasının adını Muhammediye olarak isimlendirmiştir.
Rey'de bir mahallenin adı da Muhammediye'dir. Rivayet olunduğuna göre Rey şehri hicri 158 yılında yeniden inşa edilmiş, halife Mü-tevekkil'in adına nisbetle Muhammediye adı verilmiştir.
Tunus yakınlarında ve Yemâme'de birer köy de Muhammediye adı ile bilinmektedir.
Burada bir noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır. Şarkiyat araştırmacıları (oryantalistler) ve misyonerler bilerek veya unutmuş görünerek İslâm dinine Muhammediye adını vermektedirler.
Oysa Yüce Allah kitabında dininin adının İslâm olduğunu bildirmiştir. Aşağıdaki ayetler bu hususu açık bir şekilde göstermektedir:
Bugün size dininizi ikmal ettim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (Maide/3)
Allah uğrunda hakkiyle cihat edin. O, sizi seçti. Din hususunda size hiçbir zorluk yüklemedi. Babanız İbrahim'in dininde (de böyle idi). Peygamber'in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olma-- nız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle ise namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sanlın. O, sizin mevlanızdır. (O) ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!
SORU: Mısır'daki dört mezhep hangileridir? Müslümanların büyük çoğunluğunun Mısır'da mensup olduğu mezhep hangisidir?
CEVAP: Mezhepler tarihinde meşhur olan dört mezhep vardır:
Birincisi: İmam-ı A'zam Ebu Hanife'ye nisbet edilen Hanefî mezhebidir.
İkincisi: Mâlik b. Enes'e nisbet edilen Mâlikî mezhebidir.
Üçüncüsü: Muhammed b. İdris eş-Şâfii'ye nisbet edilen Şafii mezhebidir.
Dördüncüsü: Ahmed b. Hanbel'e nisbet olunan Hanbelî mezhebidir.
Bu mezheplerin hepsi de Mısır'da vardır. Bunlardan her birinin taraftarı ve uyanları vardır. Fakat özellikle deniz yörelerinde ve köylerde yaygın olan Şafii mezhebidir. Başkent Kahire'de ve bazı şehirlerde çoğunlukla yaygın olan Hanefî mezhebidir. Özellikle kabilelerin bulunduğu yörelerde yaygın olan Mâlikî mezhebidir. Sınırlı miktarda Hanbelî mezhebi mensupları da vardır.
SORU: Şafii mezhebinden bir kimsenin, Şafii dışında bir mezhebin görüşüne uymasının hükmü nedir?
CEVAP: Soruda ifade edilen tarzda bir uygulamaya fıkıh bilginleri "Mezhepler arasında telfik yapmak" demektedirler. Şöyle ki:
Bir kimse ibadetlerini belli bir mezhebe göre yaparken sıkıntı içine düşebilir. Böylece bu kimse ibadetleri ile ilgili bir durumda ve ibadetlerinin bir parçasında mezhebinden başka bir mezhebe uyarak ibadetini yerine getirir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları kolaylık ve hafifleticilik açısından bunun caiz olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü Hz. Allah: "O, sizin üzerinize din hususunda bir güçlük yüklemedi" (Hac/78) ve "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) buyurmaktadır.
Fakat fıkıh bilginleri bunun yapılabilmesi için her mezhepte bulunan ruhsatların peşine düşüp bunları bir araya getirmek kastı olmaması gerektiği şartını ileri sürmüşlerdir. Çünkü ruhsattan maksat, sözlük olarak kolaylık, basitlik ve rahatlık demektir.
İslâmî bir terim olarak ruhsat, sadece ihtiyaç olduğu yerde olmak şartı ile güçlük sebebiyle ortaya çıkan mazeret yüzünden yapılmasına müsaade edilmeyen şeyi asıl kaideden istisna ederek yapmaktır.
Ruhsat ifadesinin, bazen bizden önceki dinlerdeki ağır yükümlülüklerin İslâm dininde kaldırılmış olduğuna delalet ettiğini bazı âlimler bildirmişlerdir. Nitekim namazın mutlaka camilerde kılınması, zekâtın dörtte bir oranında verilmesi bizden önceki dinlerde emredilmişken İslâm'da bunlar kolaylaştırılmıştır. Kur'an'da Yüce Allah kullarının dilinden bunu şöyle ifade buyuruyor:
Ey rabbimiz! Bizden Öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! (Bakara/286) ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırır. (A'raf 157)
Bazen de ruhsat kulların mubah olan ihtiyaçlarını yerine getirmede genişlik ve güzel, lezzetli olan şeylerden faydalanma anlamına gelir.
Nitekim Hz. Allah: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat/56) buyurmuşken, kullarına olan rahmeti sebebiyle onlara güzel nimetlerden faydalanmayı ve nzık elde etmek için çalışmayı serbest kılmıştır. İşte bu Allah'ın kullarına gösterdiği bir kolaylıktır. Bu nedenle buna ruhsat denmiştir.
Bir insan ibadetlerini yerine getirme hususunda müslümanlarca maruf olan ve güvenilen bir mezhebe mensup olduğu halde bir meselede ibadetini yerine getirirken bir başka mezhebe uymak zorunda kalırsa, yukarda söylediğimiz esasa uygun olarak buna bir engel yoktur.
SORU: Bizim ülkemiz olan Nijerya'da bulunduğu gibi sizde de Vehhabilik var mıdır?
CEVAP: Vehhabiler, dini konulardaki bid'at ve hurafelere karşı geniş bir direnme hareketine girişen, Şeyh Muhammed b. Abd'ul Veh-hab'ın yolundan giden kimselerdir.
Muhammed b. Abd'ul Vehhab, (ameli bakımdan) Hanbelî mezhebinden olup, Ahmed b. Hanbel'e uyanlardandır.
Bazı araştırmacılar Abd'ul Vehhab'ı hicri 14. asrın mücedditlerin-den saymaktadır.
Bizim ülkemiz olan Mısır'da Vehhabî denilen bir grup yoktur. Hatta Abd'ul Vehhab'a uyan kimseler bile kendilerine bu adı vermiyorlar. Aksine onların pek çoğu kendilerine itiraz ve muhalefet tarzında bu adın söylenmesinden sıkıntı duymaktadırlar.
Başka ülkelerde olduğu gibi Mısır'da bir takım gruplar yoktur. Mısır'daki müslüman halkın -her ne kadar aralarında bir takım bid'at ve hurafelerin revaç bulduğu gruplar varsa da hepsi ehl-i sünnettendir.
Allah'tan müslümanların dağınıklığını toplamasını, aralarında birliğin hâkim olmasını; anlaşmazlık, ayrılık ve parçalanma sebeplerini yok etmesini ve onları "Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin üm-metinizdir" (Enbiya/92) ayetinde buyurduğu gibi Kur'an ve sünnette birleştirmesini dileriz.
SORU: Vehhabiler tasavvuf erbabını niçin tenkit etmektedir?
CEVAP: Önce Vehhabilik ifadesinin anlamını bilmemiz gerekir. Bazı kimseler, pek çok araştırmacının 14. hicri yüzyılın müceddidi saydığı Muhammed b. Abd'ul Vehhab'ın yolundan giden kimselere Vehhabî demişlerdir.
Abd'ul Vehhab'ın hareketinde çıkış noktası Ahmed b. Hanbel'in mezhebidir. Bunlar kendilerine "Tevhid ehli" demektedirler.
Bunlar bidatlere, hurafelere ve dinden olmadığı halde dinden imiş gibi ona ilave edilen hikayelere savaş açmışlardır.
Muhammed b. Abd'ul Vehhab'ın tabileri tasavvufçulara yüklenir ve onları tenkit ederler. Zira Hz. Peygamber ve raşid halifeler döneminde, hatta diğer sahabe ve tabiînin dönemlerinde (bu günkü şekli ile) tasavvuf yok idi.
Abd'ul Vehhab'ın taraftarları, tasavvufçulan şeriatın hükümlerine tam olarak boyun eğmedikleri ve bir takım taşkınlıkları ve sözleri -ki bunların gerçek durumunu ancak Allah bilir- sebebiyle eleştirmektedirler.
Tasavvufçular bâtınî ilimler ve te'vil (yorum) konusunda pek geniş davranmaktadırlar.
Eğer tasavvufçular (davranışlarında ve sözlerinde) Kur'an ve sünnete bağlı kalsalar kendilerine hücum edilmesine ve eleştirilmelerine gerek kalmayacaktır.
SORU: Yüce Allah'ın peygamber olarak gönderdiği Muhammed, Musa, İsa, Süleyman ve Dâvud peygamberlerin en belirgin mucizeleri nedir?
CEVAP: Peygamberlerin mucizeleri çeşitli ve çoktur. Bu konudan söz etmek meseleyi uzatacaktır. Peygamberlerin tüm mucizelerini sayıp döker, hepsini ele alırsak kitabın hacmi buna yetmez.
Hz. Allah peygamber olarak gönderdiği zâtı bir veya daha çok mucize ile desteklemiştir. Bu mucizeler o zâtın peygamber olduğuna delil olmuş ve o mucize karşısında insanlar aciz kalmışlardır.
Bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in en belirgin ve sürekli olarak kalıcı mucizesi Kur'an'dır.
Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
De ki: "And olsun, bu Kur'an'm bir benzerini ortaya koymak üzere (tüm) insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine destek olsalar onun bir benzerine ortaya getiremezler." (İsra/88)
Kur'an'ın Hz. Muhammed'in en belirgin mucizesi olması, onun başka mucizeleri olmasına engel değildir. Diğer mucizelerin tafsilatı uzun süreceği için bunlara girmiyoruz.
Hz. Musa'nın en belirgin mucizesi asâ'sıdır. Kur'an bunu şöyle anlatıyor:
(Ey Musa!) Elindeki (asâ)nı at da, onların yaptıklarını yutsun. (Onların) yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflah olmaz!
Hz. İsa'nın en belirgin mucizeleri körlerin gözünü açmak, alaca hastalığını iyileştirmek ve Allah'ın izni ile ölüleri diriltmektir.
Kur'an bizzat Hz. İsa'ya hitap ederek şöyle diyor:
Ey Meryem oğlu İsa! Annene ve sana verdiğim nimetimi hatırla. Hani sen benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun... (Ma-ide/110)
Hz. Davud'un en belirgin mucizesi, demirin onun için yumuşatılması, Allah'ı teşbih ederken dağların ve kuşların onunla birlikte Allah'ı teşbih etmesidir. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyuruyor:
Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber teşbih edin' dedik. Ona demiri yumuşattık. 'Geniş zırhlar imâl et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvud hanedanı) iyi işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim7 diye (vahyettik.) (Sebe/10-11)
Hz. Süleyman'ın en belirgin mucizesi cinlerin ve rüzgarın onun emrine verilmiş olmasıdır. Kur'an bunu şöyle anlatıyor:
Süleyman'a da sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgarı verdik (emrine âmâde kıldık) ve onun için erimiş bakın da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azab tattırırdık. (Sebe/12)
SORU: Hz. İbrahim'in eşi onun baba bir kız kardeşi midir? Şayet böyle ise Hz. İbrahim gibi bir peygamber kız kardeşi ile nasıl evlenir? Bu meseleyi açıklar mısınız?
CEVAP: Hz. İbrahim'in eşi Sıddîka bir hanımefendidir.
Hz. Sâre İbrahim aleyhisselâmın amcasının kızıdır, baba bir kız kardeşi değildir. Tarihçi Ebu'l Fidâ İbn Kesir Bidâye ve Nihâye isimli kitabında, "Hz. İbrahim döneminde kız kardeş ile evlenmek meşru idi" diyen kimse bir bilgiye dayanmadan fetva vermiştir, demiştir.
Zira bu hususta bir delil yoktur. O zaman böyle bir uygulamanın geçerli olduğunu varsaysak bile, Peygamber olan bir zât böyle bir uygulamayı hoş görmez.
İbn Kesir'in adı geçen eserinin 1/150. sahifesindeki ifadesinin metni şöyledir:
Meşhur olan Sâre'nin; Harran'ın kendisine nispet edildiği Hârân'ın kızı olmasıdır. Ki bu zât Hz. İbrahim'in amcasıdır. Sâre'nin Hz. İbrahim'in kardeşi Harun'un kızı, Hz. Lut'un kız kardeşi olduğu inancında olan -ki Süheyli, Kuteybî ve Nakkaş'tan böyle aktararak anlatmıştır- bilgisizce bir şey söylemiş ve doğrudan uzaklaşmıştır. Bunu ileri sürenler o zamanlarda kardeş kızı ile evlenmenin meşru olduğunu iddia etmektedirler. Böyle olduğuna dair bir delil yoktur. O zaman böyle olduğunu varsaysak -bu iddia Yahudi ruhbanlarının ileri sürdüğü bir şeydir- Peygamberler böyle bir uygulamayı hoş görmezler. En iyisini Allah bilir.
SORU: Hz. Yusuf un atıldığı kuyunun Mısır'da olduğu doğru mudur? Hz. Yusuf nerede vefat etmiştir?
CEVAP: Allah'ın peygamber'i Yusuf un babası Yakub, onun babası İshak, onun da babası Hz. İbrahim'dir.
Hz. Yusuf un kıssası Kur'an'da uzun bir şekilde anlatılmıştır. Hz. Yusuf un fazileti hakkında sahih hadisler vardır.
Bu cümleden olmak üzere Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir:
Hz. Peygamber'e: "İnsanların en değerlisi kimdir?1' diye soruldu. Rasûlullah: "Allah'tan en çok sakınandır" buyurdu. Onlar: "Bunu sormamıştık," deyince: "Allah'ın dostu ve nebisi olan zatın oğlu bulunan Yusuf tur" buyurdu.
Sa'lebî'nin Arâis isimli kitabında ifade edildiğine göre Hz. Yusuf beyaz tenli, güzel yüzlü, iri gözlü, kıvırcık saçlı bir kimse idi. Pazuları ve bilekleri kalın, düzgün yapılı, karnı çekikçe, kıvrık ve kemerli burunlu idi. Sağ yanağında ve iki gözü arasında bulunan ben güzelliğine güzellik katıyordu.
Hz. Yakub ve çocukları Yusuf un yanma (Mısır'a) geldikten sonra yirmidört yıl imrenilecek bir tarzda yaşadılar.
Ölmek üzere iken Hz. Yakub, vefatından sonra cesedinin Kudüs'e götürülerek babasının ve dedesinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Hz. Yusuf ve kardeşleri askerleriyle birlikte bu vasiyeti yerine getirdiler. Hz. Yakub vefat ettiğinde 147 yaşında idi.
Hz. Yusuf babasından sonra 23 yıl yaşadı. Hz. Yusuf vefat ettiğinde 120 yaşında idi. Mısır'da Nil nehri (kenarında) defnedildi. Daha sonra Hz. Musa İsrailoğulları tarafından Mısır'dan çıkarıldığında Hz. Yusuf un cesedini beraberinde alarak Şam'a götürdü.
Mısır'da bulunan bir kalede Yusuf kuyusu adı verilen bir kuyu vardır. İnsanlar bu kuyunun Hz. Yusufun atıldığı kuyu olduğunu söylemektedirler. Ben bizzat bu kuyuya giderek dibine indim. Fakat bu kuyunun Hz. Yusufun atıldığı kuyu olduğuna dair kesin bir kanıt yoktur.
[1] İzmirli İsmail Hakkı merhum Sebilürreşad mecmuasında bir soruya verdiği cevapta Mehdi meselesini enine boyuna incelemiştir. Bu incelemede 20 hadise yer verilmiş, tek tek incelenen hadislerin senet bakımından sağlıktı olmadığı ortaya konmuştur. Bu inceleme yazısı çok uzundur. İlgi duyanlar için kaynak vermekle ve kısa bir alıntı ile yetiniyorum. Makalenin bir yerinde özetle şöyle denmektedir: Hızır aleyhisselamın hayatı hakkında varid olan hadisler tenkit edildiği gibi, Meh-lnın zunuru hakkında varid olan hadisler de tenkit edilmiştir. Sonuçta Mehdi ile ilgi-»hadislerin hepsi zayıf çıkmıştır..."
[2] Menar mecmuası, cilt 28, cüz 10, sayı 756.
[3] Bu duanın anlamı şöyledir: Allahım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel ibadet edebilmek için bana yardım eyle. (Çeviren)
[4] Cüneyh, Mısır'ın para birimidir. (Çeviren)
[5] Müslümanların İlerleme Yolları adlı kitabıma başvurunuz: Onuncu bölüm, s. 131.
[6] Bu ifadelerin son cümlesi Yunus suresi 2. ayetinden alınmadır. (Çeviren)
[7] Benim 1959'da Dâr'uş-Şa'b'da basılan Raşid Halifelerin Beşincisi Ömer b. Abdulaziz isimli kitabıma bakınız.