Ezher Üniversitesinin Tarihi Boyunca Yetiştirdiği En Büyük Âlimler Ve Eserleri 2

Tibyan Sahibi Tıybi 10

İslâm Gençliği 12

Muhammed B. Abd'ul-Vehhab. 15

1. Hindistan'da dini bir lider olan Seyyid Ahmed. 18

2. Muhammed b. Ali Şevkani. 19

Tarihçi Ve Edebiyatçı Ebu Şâme. 19

İbn Kalâkıs. 23

Yahudilik Ve Hristiyanlık. 25

İslamiyet Ve Masonluk. 31

Bahailik İslâm'a Karşı Düzenlenmiş Bir Komplodur 37

İslâm Ve Marksizm.. 42

İslâmiyet Ve Kadıyanilik. 48

Musa Peygamber Zamanındaki Firavn Kimdir?. 53

Peygamber'e Gelen Kadın Temsilci 54

FİLİSTİN, YAHUDİLER ve DİĞERLERİ 55

Müslümanlar Ve Filistin. 55

İsrail Oğullarının Bozgunculuğu. 60

Kur'an'a Göre Yahudi Ahlakı 62

Yahudilerin Suçsuzluk Belgesi 64

Bir Yahudi İnancı 66

Yahudilere Allah'ın Verdiği Ceza. 66

Yahudilerin Sonu. 67

Yahudiler Ve Kudüs. 68

Müslümanlar Ve Kudüs. 69

Kur'an'a Göre Yahudiler Ve Hrîstiyanlar 70

Sâbiîler 71

Dehrılıgın Gerçeği 72

Masonluk Gerçeği 72

SİYONİZM DÜŞMANLIĞI 73

Yahudilerin Filistin Ve Sîna'daki İslâm Eserlerine Olan Düşmanlıkları 73


Ezher Üniversitesinin Tarihi Boyunca Yetiştirdiği En Büyük Âlimler Ve Eserleri

 

SORU: Ezher üniversitesinin yönetimini çok sayıda değerli ilim adamlarımız üstlenmişlerdir. Bunlardan bazılarının hayatlarını ve eser­lerini tanıtır mısınız?

CEVAP: Ezher Üniversitesi'nin tarihi çok uzun ve geniştir. Bu ko­nuda araştırma yapan bir kimse araştırmak için birden çok araştırma yönü ve konusu bulabilir.

Konunun dini, fikri, siyasi, sosyal ve edebi olmak üzere pek çok yönü vardır.

Ezher kurulalı bin yıl geçmiştir. Bu Hz. Allah'ın bu büyük İslâmî araştırma kurumuna sonsuza kadar ayakta kalması için gereken faktör­lerden pek çoğunu verdiğini göstermektedir. Ki Ezher kendisini kuşatan zorluklara ve engellere rağmen bu kadar uzun süre ayakta kalabilmiştir.

Ezher ile ilgili bu yazıp söylediklerimiz tüm Ezherlileri kapsama­yacaktır. Ancak Ezher'in on asır boyunca kat ettiği yolu anlatacak ve Ezher'in kapılarını ilme açışından 19. asrın sonlarına 20. asrın başları­na kadar olan dönem içerisinden bazı âlimler ele alınacaktır.

20. yüzyılda yetişen âlimlere gelince bunların sayısı bir hayli çok olduğu gibi, fikir üretimi olan eserleri de pek çoktur. Bunların ayrıca tek başına ele alınması söz konusudur. Bu satırların yazarı olarak ben ve başkaları Ezher Üniversitesi'nden gelip geçmiş âlimlerin kitaplarını saymaya güç yetiremeyiz. Yapılacak şey önceden veya sonradan ge­lenlerin Ezher'i tanıtan eserleri incelemek suretiyle bu derya hakkında­ki dalgalardan seçim yapmaktır. Seçilen örnekler Ezher'in fikir üretimi ve eser vermedeki detaylı kültür yapısını ortaya koymada bir gösterge olacaktır.

İbn Tağriberdi Nücûm'uz-Zahira Fi Mülük-i Mısra ve'l-Kahira isimli kitabında asırlardan beri Ezher'in ileri gelenleri arasında yer alan bir grup âlimi tanıtmıştır.

Abd'ur-Rahman Ceberti de Tarihinde iki yüzyıl içerisinde yetişen bir grup Ezherliyi tanıtmıştır.

Çağdaş araştırmacılar eskiden ve yeni olarak Ezher'de yetişen âlimleri tanıtmışlardır. Bu çalışmaları ve eserleri yapanlar şunlardır:

Prof. Muhammed ve Abdullah Anan, Târih'ul-Cami'ul-Ezher

Dr. Abd'ul Hamid Yunus, Câmi'ul-Ezher,

Dr. Kamil Fakı, Ezher ve Esrahüfi'n-Nehdit'il-Edebiyet'il-Hadise,

Dr. Muhammed Abulmun'im Hafaci, Ezher fi Elf-i-Am, Vakıflar Bakanlığı, Tarih'ul Islah Fi'l-Ezher,

Dr. Ahmed Şerbâsî, Fi Alem'il Mekfûtin. Bu eserde tanıtılanlar arasında Ezher'in ileri gelen âlimleri de vardır.

Prof. Hayreddin Zirikli, A'lâm. Bu eserde Ezherlilerden pek çoğu­nun tercüme-i hali ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.

Ezherli bu meşhur âlimler, ya Ezher'de okuyarak yetişmiş veya Ezher'de ders vermişler, veya yetişmelerinde doğrudan yahut dolaylı olarak Ezher'in etkisi olmuştur. Bir kısmının da Ezher'in yürüdüğü yol üzerinde doğrudan veya dolaylı etkisi olmuştur.

Bu çalışmada Ezherli âlimlerin hayatı ve yaşadığı olaylar hakkın­da bilgi vererek sözü uztamanın bir faydası olmayacaktır. Onlar bilinen kişilerdir. Az önce bildirdiğimiz kaynaklardan veya başkalarından ko­laylıkla bu zatlar hakkında bilgi alınabililir.

Biz biraz da hakkında söz ettiğimiz âlimlerin eserlerini tanıtaca­ğız. Bu suretle ilim, düşünce ve kültür alanında bu zatların yönünü bil­diren tarihi bir birikim meydana gelmiş olacaktır.

Burada bir kaç noktada düşüncelerimizi belirtmek yerinde ola­caktır:

1. Bu çalışmada adını vereceğimiz kitaplardan kimisi basılmıştır. Fakat piyasada ya az sayıda vardır veya çok nadir bulunur. Bazıları da kaybolmuş, akıbetinin ne olduğu belli değildir. Pek çoğu da yazma nüshalardır ki karanlıktan ışığa çıkarıp insanlara sunacak çalışkan ve güvenilir elleri beklemektedirler. Pek çoğunu ise günümüz kuşağı, hat­ta çağdaş Ezherliler bile tanıtmamıştır.

2.  Bu eserlerin çoğu ya dinî veya dil ile ilgili konulan ele almış­tır. Bazılarının konusu ise insanların sandığı gibi Ezher Üniversitesi ile ilişkisi olmayan tıp, geometri, metametik, cebir ve astronomidir.

3. Bu kitapların bir çoğu ya Ezher'de ders kitabı olarak okutulmuş kitplar veya bunların şerhleridir. Geçmişte bu bilim dalları Ezher'de okutulduğuna göre bu dallarda kitapların yazılması doğaldır.

4. Bu kitapların bir grubu Ezherlilerce bilindiği üzere Ezher'e mahsus bir yol izlenerek yazılmıştır. Bu izlenen yol yakın bir zamana kadar bilinmekte idi.

Bunu dikkatli bir söyleyişle ifade edersek kitapların meydana gel­mesinde takip olunan sırayı şöyle sıralayabiliriz: Metin, şerh, haşiye, ta'lik ve takrir.

1966 yılında Kültür ve Medeniyetin Yayılmasında Caminin Rolü isimli kitabımda ifade ettiğim gibi Ezher de okutulan bir ders -o der­sin kitabı aracılığı ile- en aşağıdan, küçüklerden başlayarak büyüklere doğru aşamalar halinde geçiş yapar. Bazen de büyüklerden küçüğe doğru geçiş yaptığı olur.

Bazen Ezher'de okutulan bir ders çok kısa şekilde Özetlenmiş yo­ğun ifadeli bir metin olur. Daha sonra bir şahıs gelerek metni ayırıp onun tefsirini yaparak anlamlarını açıklar. Buna şerh adı verilir.

Daha sonra üçüncü bir şahıs gelerek bir önceki yapılan şerhi daha fazla açıklamıştır. Buna da Haşiye denmiştir.

Dördüncü bir şahıs gelip haşiyedeki bilgileri incelemiş, kimi yer­lerine uymuş, kimi yerlerin kaynaklarına inerek açıklamalar yapmıştır. Buna da Takrir denmiştir.

Bir şahıs da aynı eser üzerinde kendisinden önce yapılan çalışma­lara bakmış bir takım eklemelerde bulunmuştur. Buna da Ta'lik den­mektedir.

Zincirleme halinde eserin meydana gelişine bakarsak, zincirin ilk halkasını hacmi en az olan Metin teşkil etmektedir. Daha sonra "Meti­nin şerhi" geliyor. Daha sonra şerhin de şerhi geliyor ki bu Haşiye* dir. Bundan sonra da üçüncü bir şerhle yeni bir eser ortaya çıkıyor ki bu Takrir'dir. En sonunda önceki şerhe yapılan dördüncü bir şerh ile Ta'lik meydana geliyor.

Bazen de çok geniş bir kitabı bir zat ötezler. Daha sonra gelen bi­risi bu özeti Özetler. Aynı özeti üçüncü ve dördüncü kere özetleyenler de olur. Böylece kocaman bir kitap peşpeşe yapılan özetlemeleden

sonra metin haline dönüşür.

5. Bu eserlerin isimlerinde kafiyeli (uyaklı) ifadelerin yaygın ol­duğunu görmekteyiz. Bu tür isimlendirmeler son devirlerde ortaya çık­mıştır. Yüzlerce kitabın kafiyeli olduğunu görmek mümkündür. Örnek olmak üzere bunlardan bir kaçının adını buraya alıyoruz:

Deâim'ul İslâm Fi'l-HelâV i ve'l-Haram El-Burhânfi Tefsir'il-Kur'an El-Muhtâr fi Zikr'il-Hıtat-i ve'l-Asâr Menhec'üs-Sülük ilâ Nasihat'il-Müluk Dekâ'ul-Ahbâr Ve Hadâk'ul-Ttibâr El-Iyzah ve't-Tebsir fi Fadl-i Yevm'il-Gadir El-Bahr'ul-Mevrudfi'l Mevâsik-i ve'l-Uhûd

6. Burada sözünü ettiğimiz Ezher'in ileri gelen âlimlerinin hepsi Mısırlı değildir. Her biri çeşitli ülkelerdendir. Kimisi başka Arab ülke­lerinden olduğu gibi kimisi de İslâm dünyasının çeşitli yerlerindendir. Bu doğal bir şeydir. Çünkü Ezher, bir Mısır Üniversitesi veya bir Arab Üniversitesi değildir. Ezher dünyanın dört bir yanındaki tüm müslü-manlara hizmet veren bir üniversitedir.

Şimdi bu çalışmamızda örnek kabilinden kendilerini tanıtacağı­mız âlimlere sıra gelmiş bulunuyor.

1. Ezher'in meşhurlanndan önümüze ilk çıkan pek çok eserin sahibi Ebu Hanife en-Nu'man b. Ebi Abdullah b. Muhammed el-Kayra-vani'dir. Fâtımiler'den el-Muiz li Dinillah'ın kadısı olan Kayravani, Fatmilerde yaygın olan Şii mezhebinin devetçilerinin ileri gelenlerin-dendir. Hicri 363'te vefat etmiştir.

El-İktisar fi Fıkh-ı Al-i Beyt isimli kitabı Ezher'de ilk okutulan ders kitabıdır. Kayravani'nin başka kitapları da vardır. Bunların isimle­rini aşağıya alıyoruz:

1. Muhtasar' ul-Asarfî-mâ Eimmef il-Athâr,

2. Deâimü fil-Mezheb 'il-İsmaili

3. Deâim'ul-Islâm fi'l-Helâl-i ve'l-Haram,

4. El-Yenbu,

5. El-Mecalisu ve'l-Mesârât

6. Ihtilâf-u Usul'il-Mezâhib 1. EUAhbâr

Bu eserlerin çoğunlukla içerdiği konu ve meseleler fıkıh ve itikad meseleleridir. Bu eserler İsmaili-Şii mezhebine mensup bir âlimin ka­leme aldığı eserlerdir.

Bu dönemde Mısır'da yaygın olan Fatimiliğe bu zât sözleri ile da­vette bulunduğu gibi yazdığı kitapları ile de davetini yapmıştır.

2. Ebu'l-Ferec Yakub b. Yusuf b. İbrahim b. Harun b. Kils.

Bu zat Bağdat'ta dünyaya gelmiş hicri 334'de Mısır'a göçmüştür. Yahudi asıllı olan bu zât 356 hicri yılının Şaban ayında müslüman ol­muştur. Daha sonra Mağrib'e giden Ebu'l-Ferec orada Fatımi yönetici­lerinden Muiz Lidinillah ile tanışıp ondan itibar gördü. Hatta Muizrin Mısır üzerine yaptığı seferde askere rehberlik etti. 362 h. yılında Muiz ile birlikte Mısır'a gelen Ebu'l-Ferec Ezher'de ders okutmuştur. Çok güzel konuşan bu zat derslerini de aynı güzellikte anlatmıştır. Varlıklı ve cömert bir insan idi. Muiz'in vezirleri arasında yer alan Ebu'l-Fe-rec'e Muiz "en yüsek mertbede vezir" lakabını vermiştir. Ebu'l-Ferec 380 yılında vefat etmiştir.

Bu zatın kitaplarından bazıları şunlardır:

1. Er-Risalet'ul-Veziriyye fi'l-Fıkh 'ış-Şii

2. Kitabun fi'l-Kıraat

3. Kitabun fi Adab-i Rasûlullah

4. Kitabun fi'l iIm'il-Ebdan-i ve's-Sıhha

Görüldüğü üzere ilk kitabın adı da bu eserin İsmaililiğe davet için kaleme alındığını göstermektedir. Eserlerinde dini yön ağır basmakta ise de onlar arasında tıb ile ilgili olanlar da vardır. Bu Ezherli âlimle­rin sadece dini bilimlerle meşgul olmayıp bilimle de ilgilendiklerini göstermektedir.

3. Ilım ve eserleri ile Ezher'in tarihinde parlayanlardan biri de Ebu'l-Hasen Ali İbrahim b. Said el-Havfi'dir. Arabça ile ilgili ilimlerde ve gramerde allame olan Havfi h. 430'da vefat etmiştir. Eserlerinden bazıları şunlardır:

1. El-Burhan fi Tefsiri'l-Kur'an

2. El-Muvaddah fi'n-Nahvi

3. Vrab'ul-Kur'an

4. Muhtasar'u Kitab'il-Ayn bi'l-Halil

Bu kitaplardan bazıları Kur'an'ın tefsirine önem vermektedir. Çünkü İslâm âlimleri için Allah'ın kitabını anlamak en başta gelen me­seledir. Diğer kitaplar ise dil ve dilin grameri ile ilgilidir. Ezher eski yüzyıllardan beri dile ve gramere önem vermekle meşhurdur. Olabilir ki Havfi dil konusundaki eserleri ile Ezher içerisinde dile verilen öne­mi göstermektedir.

Şia mezhebine daveti öngören kitaplarda da Kur'an'a ve Arabça ilimlerine önem verildiğini görmekteyiz.

4. Ebu Abdillah Muhammed b. Selame b. Ca'fer el-Kuzai. Bu zat Mısır'da doğmuş olup Tefsir, Fıkıh ve Hadis dallarında yetişmiştir.

Fatimi yöneticilerden Halife Mustansır Billah döneminde kadılık görevine getirilen Kuzai, halife tarafından hicri 447 yılında Kostanti-niyye (İstanbul) kayseri Teodor'a Mısır'la sulh yapması için elçi olarak gönderilmiştir.

Kuzai Ezher'den etkilenmiş, Ezher'i de etkilemiş bir ilim adamı­dır. Mısır'da hicri 454 yılında vefat etmiştir,

Kuzai'nin büyük çapta eserleri vardır. Bu eserler şunlardır:

1. Tefsir'ul-Kur'an, (20 cilt)

2. Tevarih'ul-Hulefa,

3. Hutat-ı Mısır,

4. Dürret'ul-Vaizin ve Zühr'ul-Abidin

5. Nüzhet'ul-Elbâb

6. Dekaik'ul-Ahbar ve Hadâik'ul-ftibar,

7. Düstur'un Mealimi'il-Hakim,

8. Elfün ve Mieta Kelimetin min Hadis-i Rasûlullah (s.a)

9. Eş-Şıhab fi'l-Mevaiz,

10. Müsned'üs-Sahab,

11. Ebna'ul-Enbiya,

12. Menakıb'ul-İmam eş-Şâfii

13.  Uyun'ul-Mearif ve Fünün-u Ahbav'il-Halaif,

14. El-Muhtarfi Zikr'il-Hutat ve'l-Âsâr.

Görüldüğü üzere bu eserlerin eğilimi tarih ve nasihat üzerinedir. Ancak Düstür-u Mealim 'il-Hikem isimli eserin adı bize Ezher âlimle­rinin siyaset, hikmet ve toplumu ilgilendiren eserleri olduklarını gös­termektedir. Bu Kuzai gibi bir âlimin şahsi katkısıdır. Kuzai'nin ben­zerleri Ezher'in tarihi boyunca bu tür konuları geniş bir şekilde ele al­mışlardır.

5. Ebu'l-Hasan Tahir b. Ahmed el-Mısri. Bu zat İbn Bâbşad laka­bı ile meşhur olup zamanında dil ve gramerde imam derecesinde idi. Bu zat mücevher ticareti ile uğraşıyordu. Aynı zamanda Mısır'da Divan'ul-înşa tarafından çıkarılan kitapların düzeltmesini yapardı. Ömrü­nün sonlarında kendisini zühd ü takvaya vermiştir. H. 465 yılında ve­fat etmiştir.

Kitaplarından bazıları şunlardır:

1. El-Mukaddimetu fi'n-Nâhv. Bu kitaba Mukaddimet'ul-Muhsi-niyye fi Fenni'l-Arabiyye de denmektedir.

2. Şerh'ul-Cemel bi'z-Zücâci

3. Şerhu'l-Usûl li-îbn'is-Serrah

4. Şerh'un-bluhbe,

5. Talikun fi'n-Nahvi, (15 cilt)

6. El-Muhteseb fi'n-Nahvi

Açıkça görülüyor ki İbn Babşad'm kitaplarında başlıca konu dil-graemer üzerinedir. Bu bir çeşit, Havfi ve benzerlerinin yolundan gide­rek ortaya konulan çalışmadır. Bu eserlere, Ezher'de ders kitabı olarak okutulan eserler de diyebiliriz.

6. Ebû'n-Nasr el-Müeyyed fi'd-Din Hibetullah b. Musa eş-Şirazî.

Şirazi'nin lakabı kapılar kapıcısı ve davetçiler davetçisidir. Asıl memleketi Şiraz'dır. Oradan Ehraz'a, daha sonra da Mısır'a göçmüştür. Şirazi de Fatimiliğe davette bulunanlardandır. Ezher'de ders veren ve şair olan Şirazi aynı zamanda münazara (tartışma) yapmıştır.

Şirazi hicri 470 yılında 80 yaşında iken Mısır'da vefat etmiş, arka­sında yazdığı pek çok kitab bırakmıştır. Bunlardan bazılannın adlan şöyledir:

1. El-Mecalis'ül-Müeyyediyye,

2. Es-Siyer'ul-Müeyyediyye,

3. Divan'ul-Müeyyed fi'd-Din,

4. Esâs'üî-Tevil (Farsça)

5. Müraselat Maa Ebi'l-Alâ el-Maarri,

6. Te'vil'ul-Ervah,

7. El-Murşid ila Edeb'il-İsmaüiyye

8. Kitab'ul-İbtida ve'l-İntiha,

9. Kitab'ul-Mes'eleti ve'l-Cevab,

10. El-Mesâil'us-Seb'ün

11. Nehc'ul'Hidayeti li'l-Mühtedin

12. Nehc'ul-İbad ve Şerh'ul-Mead

13. El-İydah ve't-Tebsir fi Fadli Yevm'il-Ğadir

Verdiğimiz bu listedeki Şirazi'nin kitaplarında onun Fatimi-Şii mezhebine meylettiği açıkça görülmektedir. O dönemde müslümanlar Ezher'de İslâm fıkhının daha geniş ve kapsamlı olarak ele alınmasını arzu ediyorlardı. Yapılan çalışmaların sadece bir mezhebi esas alma­masını ve tek yönlü olmamasını arzu ediyorlardı.

7. Çok geçmeden Ezher tarihinde gözlerimiz bir büyük ilim ada­mının saçtığı ışıkla aydınlanıyor. Bu zat hem Ezher'den etkilenmiş, hem de Ezher'i etkilemiştir. Bu zat, Allame Şeyh'ul-İslâm İzzu'd-Din Ebu Muhammed Abd'ul-Aziz b. Abd'us-Selam b. Ebi'l-Kasım b. Hasan b. Muhammed b. Miihezzeb Es-Sülemi ed-Dımeşki'dir. İzz b. Abd'us-Selam veya İzz'ud-Din b. Abdüs-Selam adı ile şöhret bulmuştur. Ken­disi "Sultan'ul-Ulema" lakabı ile tanınmıştır.

Hicri 587 yılında Şam'da doğan İzz'ud-Din Abd'us-Selam fıkıh il­minde parlayıp fetva verdiği gibi kitap da yazmış, fıkıhta ictihad mer­tebesine ulaşmıştır. Talebeler Abd'us-Selam'dan ilim öğrenmiş, yüzler­ce imam mertebesinde âlim yetiştirmiştir.

Eski Mısır'da bir süre kadılık yapan Abd'us-Selam çeşitli yerlerde ders okutmuştur. Hicri 660 yılında Kahire'de vefat etmiş ve arkasında pek çok kitap bırakmıştır. Bunlardan bazılarının isimleri aşağıdadır:

1. El-Ilmamfi Edillet'il-Ahkam,

2. Et-Tefsir'ul-Kebir

3. Kavaid'uş-Şeria

4. Tergib-u Ehli'l-İslâm fi Sühna'ş-Şam

5. Bidayet'üs-Seûl fi Tafdil'ir-Rasûl

6. El-Fark-u Beyn'el-İman ve'l-İslâm,

7. Kavaid'ul-Ahkâm fi Islah'il-Enam,

8. Risalet'ün fi't-Tasavvuf,

9. El-İşaratu ilâ'l-Iycaz Fi Ba'dı Enva'ıl-Mecaz

10. El-Gayetufi ihtisar'in-Nihay<e

11. El-Fevaidfi Şekl'il-Kur'an

12. Hal lur-Rumûz (Tasavvuf)

13. Mesâil'ut-Tarika (Tasavvuf)

14. Şecret'ul Meârif ve'l-Ahval ve Salih'ul-A'mal-i ve'l-Akval

15. Mekasıd'us-Salat

16. Menasik'ul-Hac

Görüldüğü üzere İzz b. Abd'us-Selam'm kitapları çeşitli konuları içermektedir. O tefsir, usul, fıkıh, tarih, sosyoloji ve tasavvuf dalların­da eserler vermiştir.

Ezher uleması arasında tasavvuf araştarmaları dikkati çekecek bir derecededir. İzz b. Abd'us-Selam'ın tasavvuf konusunda eser ver­mesi de bunu göstermektedir. Abd'us-Selam dışındakiler, İslâmî araş­tırmada bu ruhi konuyu daha da genişletmişlerdir. Nitekim ilerde bu­nun örneğini göreceğiz. İzz b. Abd'us-Selam'ın çeşitli konularda eser vermiş olması Ezher'in çeşitli ilim dallarında geniş çalışmalar yaptı­ğının delilidir.

8. Bir vakit sonra Ezher âlimlerinin ileri gelenleri arasında yer alan bir zatın ortaya çıktığını görüyoruz. Bu zat Ebu Zekeriyya b. Mu­hammed b. Mahmud el-Ensari'dir. Ebu Zekeriyya zamanının sultanını ziyarete gider ve nasihatta bulunurdu. 813 yılında doğan Ebu Zekeriyya Ezher'de okudu. Okuduğu dersler arasında dini dersler kadar, ge­ometri, cebir ve vakit hesaplaması gibi kültürel dersler de var idi.

Bir ara baş kadılık görevinde bulundu. Hicri 926 yılında vefat etti.

Ebu Zekeriyya da fıkıh, tefsir, hadis, dil, tasavvuf, edebiyat, man­tık, tıb, cebir, geometri ve astronomi dallarında kitap yazmıştır. Kitap­larından bazıları aşağıdadır.

1. Feth'ur--Rahman fi Tefsir'il-Kur'an

2. Tuhfet'ul-Bari Alâ Sahih'il-Buharî

3. Şeh'u Elfiyet'il-lraki fi Mustalah'il-Hadis

4. Feth'ul Vehhab Şerh'ui-Âdab,

5. Gayet'ul-Vusul fi'l-Usul,

6. Şerh-u Isağuci fi'l-Mantık

7. Mehec'ut-Tullab fi'l-Fıkh

8. Tuhfet-u Nüceba'il-Asr fi't-Tecvid,

9. Şerh-u Şüzür'iz-Zeheb fi'n-Nahv

10. El-lü"Îu'ün-Nazm fi Ruh'it-Teallümi ve't-Talim

Burada Celal'üd-Din Abd'ur-Rahman b. Ebi Bekir es-Suyuti'nin adına yer vermedim. Hicri 849'da doğup 911 yılında vefat eden Suyuti müfessir, hafız, tarihçi ve edebiyatçıdır. Suyuti'nin kitapları burada yer vermeyeceğimiz kadar çoktur.

Tefsir, hadis, fetva, tarih, dil, edebiyat, gramer, biyografi ve diğer dallarda Suyuti'nin yaklaşık 600 kadar kitabı vardır.

Bu muazzam ilim serveti sadece işaret ederek değil, geniş ve özel bir araştırma ile ortaya koymaya ihtiyaç göstermektedir.

9. Büyük mutasavvıf Abd'ul-Vehhab b. Ahmed b. Ali eş-Şa'rani Ezher âlimleri arasında yer almaktadır.

Şa'rani Mısır'da Kalkaşende şehrinde 868 hicri yılında Menufiy-ye'nin köyünde yetişmiş, Şa'ra köyüne nisbetle Şarani lakabı ile bilin­mektedir. Şarani Ezher'e girmiş orada uzun yıllar geçirmiştir. Hocası Ali eş-Şuni ve diğer hocaların elinde yetişen Şa'rani Ezher'in ileri gelenleri ile görüşüp irtibat kurmuştur. Bunlar arasında Suyuti, Ensari, Lekkani, Remli ve Semhudi vardır.

Şa'rani köyünü terkedip Kahire'ye geldiğinde Ezher'de okuduğu dersleri ve kitapları kendisi şöyle anlatıyor:

Mısır'a geldiğimde Nevevi'nin Minhac'ım, İbn Mâlik'in Elfiyesini, İbn Hişam'm Tevdıh'mi ezberledim. Daha sonra şu kitapları ezber­ledim: Cem'ul-Cevami, Iraki'nin Elfiye'si, Telhis'ul Miftah, Şatı-biyye, İbn Hişam'ın Kavaid'i, ve diğerleri. Bu kitapların hepsini adeta Kur'an gibi ezberledim. Her bir kitapta birbirine benzeyen yerleri ayırabiliyordum.

Daha sonra Kavda isimli kitabın muhtasarı olan Ravd isimli ki­tabı ezberlemeye önem verdim. Zira bu kitap Şafii mezhebinin en derli toplu kitabı idi. Bu kitabı en son bölümü olan "Gaib ki­şi hakkında mahkeme karan vermek" bölümüne kadar ezberle­dim. Züveyle kapısının dışında Halk kapısı denen yerde bir ta­savvuf erbabı ile karşılaştım. Benim durumum sanki ona malum olmuştu. Bana: "Gaib olan kişiye mahkeme karan vermek bölü­münde dur ve gaip olan hiçbir kimse hakkında hüküm verme!" dedi. Bu olaydan sonra kitabı yüz defa okuyup gözden geçirme­me rağmen hiçbir şey ezberleyemedim. Daha önce ezberlediğim metni şerh içerisinde okuyordum. Anlamakta durakladığım yer­lere ayrı ayrı bakıyordum. Şeyh Zekeriyya'nın şerhi devamlı gö­zümün önündeydi.

Daha sonra Şeyh Ahmed Behlül ile karşılaştım. Benim iç dünya­mı aydınlatacak şu sözleri söyledi: "Bugüne kadar öğrendiğin bilgiler sana yeter. Artık Allah ile meşgul olmaya yönelmelisin." Durumu hocalarıma anlatıp onlara danıştım. Onlar bana şöyle dediler: "Bugüne kadar ezberleyip öğrendiklerini şeyhlere açık­lamadan onların yoluna girme. Onlara bugüne kadar öğrendikle­rini anlatıp geniş bir şekilde bilgilendiğin zaman onların yoluna girebilirsin."

Şarani'nin bu sözlerini aktarmaktan maksadım onun eserlerindeki yönelişi açıklamak içindir.

973 hicri yılında vefat eden Şarani hocalarının tavsiyesine uydu. O güne kadar ezberlekdiklerini 50 kadar âlime okudu ve onlardan açık­lamalarını dinledi. Bundan sonradır ki tüm gayretini tasavvuf çalışma­larına ve bu konuda kitap yazmaya yöneltti.

Çoğunluğu tasavvuf, hikmet ve ruhi yönlendirme konularında ol­mak üzere yaklaşık 60 kadar kitap yazdı. Bunlardan bazılarının ismi aşağıdadır.

1. Lelâiful-Minen

2. Muhtasar'u Tezkiret'il-Kurîubi,

3. Meşarik'ul-Envar,

4. El-Yevakit ve'l-Cevâhir

5. Medarik'us-Salihin

6. Mineh'ul-Minne fi't-Telbis bi's-Sünne

7. Behcet'un-Nüfus

8. Tenbih'ul-Muğteribin,

9. El-Evcibet'ul-Mardiyye an Eimmet'il-Fukaha'is-Sufiyye

10. El-Bahr'ul-Mevrudfi'lMevsik ve'l-Uhud,

11. El-Envar'ul-Kudsiyye

Şaranî'nin bu kitapları kendisi ile Ezherli âlimler arasında şiddet­li münakaşalara sebep olmuştur.

Onun şeriat ve hakikat üzerine konuşmaları ve tasavvuf hususun­daki görüşleri "Şa'rani ve Ezher" başlığı altında müstakil bir yazı ko­nusu olmaya elverişlidir.

Burada dikkati çeken bir husus vardır. Şaranî'nin döneminde Ez­her âlimlerinden kimisi tasavvufu desteklemiş, kimisi karşı çıkmıştır. Bunlardan Şaranî'yi destekleyenler bulunduğu gibi, ona karşı çıkan, hücum eden, hatta iftira edenler de bulunmuştur.

10.  Ezher'de Meşihat makamı kurulduktan sonra bu makamı ilk işgal eden zat Şeyh Ebu Abdillah Muhammed b. Abdullah el-Huraşi el-Mâliki'dir. Bahira'da Ebu Huraş köyünden olan Huraşi 1010 hicri yı­lında Kahire'de doğmuştur. Ezher'de bir çok hocadan ders alan Huraşi faziletli, ehl-i takva bir fıkıh adamıdır. 1101 yılında Kahire'de vefat et­miştir. Kitaplarından bazısı aşağıdadır:

1. El-Feraid'usSeniyye Şerh'ul-Mukaddemet'is-Sunüsiyye

2. Eş-Şerh'ul-Kebir Alâ Metn-i Halil (Mâliki fıkhı)

3. Cüz ün fi'l-Kelâm Alâ'l-Besmele

4. Eş-Şerh'us-Sağır Alâ Metn-i Halil

Burada dikkati çeken şey Huraşi'nin kitaplarının Mâlikî fıkhı ağır­lıklı olmasıdır. Çünkü kendisi Mâlikî mezhebindendir. Diyebiliriz ki bu eserler Ezher âlimlerinin talebelerine okuttuğu kitaplar derecesindedir.

11. Daha sonra âlimlerden ve aynı zamanda şairlerden olan Şeyh Abdullah b. Muhammed b. Amir eş-Şebravi Ezher'in Meşihat makamı­na oturanlardan birisi olarak karşımıza çıkmakatadır.

Şebravi 1091 h. yılında doğmuş ve Ezher'de okumuş, şiir ve bi­limde ilerlemiştir. Yüksek mertebe sahibi olan Şebravi'nin kitapların­dan bazısı şunlardır:

1. Menaih'ul-Eltaf fi Medaih'il-Eşraf,

2. Unvan'ul-Beyan,

3. Şerh'us-Sadr fi Gazvet-i Bedr

4. Divan'us-Şür'iş-Şebravi

Şebravi'nin kitaplarında dikkatimizi çeken şey şiir yanının üstün olmasıdır. Ezher'in ileri gelenlerinden hatta Meşihat makamında bulu­nan bu zatın şiirle meşgul olması ilgi çekicidir. Oysa daha yakın bir za­mana kadar yaygın olan kanaat edebiyat ve şiirle meşgul olan Ezherli-nin ilmi ve fikri yönden kendisini yetiştirmemiş olduğu yolundadır.

Fakat görünen odur ki Şebarvi bu anlayışı, yaklaşık üç yüzyıl ön­ce yıkmıştır. Daha sonraları Ezher edebiyat ve şiirle geniş bir şekilde ilgilenmiştir. Böylece Ezher'de onlarca edebiyatçı ve şair yetişmiştir ki onları anlatmak yüzlerce sahifeye ihtiyaç göstermektedir.

12. Şaranî'nin vefat ettiği yıl olan hicri 1101 yılında Şemseddin Muhamrned b. Salim b. Ahmed el-Hafni (veya Hafnavi) dünyaya gel­miştir.

Hafnavi Mısır'ın doğusunda Hafne'de dünyaya gelmiş, Ezher'de okuyup Şafii mezhebi fıkıh âlimleri arasında yerini almıştır. Hafnavi aruz ilminde ileri dereceye ulaşmış, az da olsa şiir de söylemiştir. Aşa­ğıdaki halk türü şiir onundur:

Tutturmuşum bir şarkı Yağ ile yoğrulmuş bir hamurdan Yememeye yemin ettim Satan tüccar gelene kadar.

Hafnavi de Ezher Meşihat makamına gelenlerdendi. Pek çok kita­bı olan Hafnavi'nin kitaplarından bazılarını aşağıya alıyoruz:

1. Haşiyet'un Alâ Şerh'il-Eşmuni fi'n-Nahv,

2. Enfesu Nefais'id-Dürer

3. Fevaidu Avaid-i Cebriyye,

4. Risaletun fi't-Taklid, (matematik)

5. Hasiyetim Alâ Şerh'is-Semerkandi H'l-Yaseminiyye, (Cebir, Ma­tematik)

6. Ha§iyetun Alâ Şerh'il Azizi li'l-Cami'is-Sağir,

7. Haşiyetun Alâ'ş-Şinnevri fi'l-Feraiz-i ve'l-Mevaris

8. Es-Semert'ul Behiyyefi Esma'is-Sahabet'il-Bedriyye

9. Haşiyetun Alâ Şerh'il-Adud li's-Sad, (Edebiyat)

10. Haşiyetun Alâ Muhtasar'is-Sa 'd, (Edebiyat).

Ezher'in başkanlığı derecesine yükselmiş bir zatın Ezher'de yük­sek derecede olmasına rağmen şiir söylemesi dikkat çekicidir. Aynı zat matematik ve cebirdc de eser kaleme almakta, halk şiiri de söyle­mektedir.

13. Ahmed b. Abd'vn-Mun'im b. Yusuf b. Siyam ed-Demenhuri. Bu zat isminden de anla^ağj üzere hicrj ııoı yılında Demenhur'da doğmuş, akli ve tıp bilimlerini Ezher'de öğrenmiştir.

Demenhurı Meşihat makamına gelmiş ve Ezher âlimi olarak ida­recilerin yanında heybem idi. Hak sözü söylemekte ve iyiliği emret­mekte üzerine düşeni

Dört mezhebin fıkh,m bildiği için kendisine "Mezahibi" derlerdi.

Demenhuri h. 1192 y^mda vefat etmiştir. Kitaplarından bazılarını aşağıya alıyoruz:

1. El-Feyz'ul-Amini fi Ma na'l-Kuran'il-Azim,

2. İydah'ul-Müttehe^ min Ueani es-Süllem,

3. Sebil'ur-Reşadfi ,Wefü-İbad

4. Hılyet'ul-Lübb'il Masun bi Şerhil-Cevahir'il-Meknun

5. Münteha'l İr adat fi Tahkik'il İstiarat,

6. El-Kavl'üs-Sarihfi İlmit-Teşrih

7. Ez-Zehr'ul Basim fi flm'ü-Talasim

8.  Tarik'ul İhtida Bi ahkam il-Ümmeti ve'l-İbtida

9. El-Feth'ur-Rabbani bi Müfredati İbn Hanbel eş-Şeybani

10. Nihayt'ut-Tarifla Aksam'il-Hadis'id-Daîf

11. Menhec'us-Sülüi^fi Nasihat'il-Müluk,

12. İhya'ül-Fevaid   Marifet-i Zavahir'il-A'dad,

13. Ayn'ul-Hayat fi htVmal'ü-Miyah,

14.  er-Rekâik'ul el-A4âiyye Alar-Risalet'il-Vad' iyye.

Demenhuri'nin kita|piannda da dikkati çeken husus çeşitli ilim dallarında olmasıdır. O k itaplarında sadece din ve dil ile ilgili konular­la ilgilenmekle kalmamış tıpj matematik, su çıkarma, siyaset ve toplum bilim gibi konularda da kitap yazmıştır.

14. Ahmed b. Ahmed b. Muhammed Es-Secai el-Bedravi el-Ezhe-ri (v.1197 hicri). Bu zad Mısır'ın batı bölgesinde Secaa köyünde doğ­muştur. Şafii fıkhında yetişmiş olan Secai ders okutmuş, fetva vermiş ve eser yazmıştır. Kitaplarından bazıları şunlardır:

1. Ed-D ürer fi Î'rab'is-Süver,

2. Hasiyetlin Ala Şerh'il-Katr li-lhn Hişam

3. Şerhu Muallakat-i İmru'ul-Kays

4.  Şerhu Lâmiyet'is-Sumül

5. Hasiyetlin Ala Şerh-i Ibn Akil li'l-Elfiyye

6. Manzümetün fi'l-Istiârât.

15. Ebu'l-Berakat Ahmed b. Muhammed b. Ahmed el-Advi. Bu zat Şeyh Dirdir olarak meşhurdur. Hicri 1127 yılında Asyut vilayetin­de Adiyoğullan arasında dünyaya gelmiş, Ezher'e giderek orada oku­muştur. Hocaları arasında özellikle Saidi ve Hafni yer almaktadır. Yıl­dızı parlayanlar arasında yer alan Şeyh Dirdir tasavvufla meşgul olmuş ve fetva vermiştir.

İffetli yaşamakta örnek olmuş, Mâlikilerin Şeyh'ul İslâmı, Saavi-de vakfının nazırı ve bu vakfın revaklarının şeyhi olmuştur.

Şeyh Dirdir devlet başkanlarının baskısından çekinmez, bilakis zalim hükümdar karşısında halkın yanında yer alarak zalimlere direnir­di. Bu sebeple idareciler onun halk nazarındaki yerini bildiklerinden onu takdir eder ve ondan çekinirlerdi. Hicri 1201 yılında vefat eden Şeyh Dirdir'in eserlerinden bazıları şunlardır:

1. Akrab'ul-Mesalik li Mezheb-i Mâlik

2.  Tuhfet'ul ihvan fi Adab-i Ehli'l-İrfan,

3. Risaletün fi'l-Meani ve'l-Beyan

4. Risaletün fi Tarikat-i Hafs fi'l-Kıraat,

5. Risaletün fi Mütesebihat'il-Kur' an

Şeyh Dirdir'in çoğunluğu tasavvuf ve tevhid ilmine ait şiirleri de vardır. Haridet'üs-Seniyye ve Haridet'ül-Behiyye kasideleri bunlardan birer örnektir.

16. Ezher tarihinde meşhur âlimlerden birisi de Şeyh Abdullah b. Hıcazi b. İbrahim eş-Şerkavi'dir.

Şerkavi Mısır'ın doğusunda Tavile denilen şehirde hicri 1150 yı­lında dünyaya gelmiştir. Ezher'de okuyan Şerkavi 1208 yılında Ez-her'in yönetimine getirilmiş, onun zamanında Ezher'de Şarakut revakı yapılmıştır.

Şerkavi değerli bir âlim, siyasi bir önder ve fedakar bir mücahid idi. Hicretin 1227 yılında vefat eden Şerkavi'nin kitaplarından bazıları şunlardır:

1. Muhtasara Muğn'il-Lebib fi'n-Nahv,

2. EuTuhfet'ul-Behiyye fi Tabakat'iş-Şafiyye (900 ile 1121 hicri yılları arasındaki Şafii âlimlerinin hayatını içeren biyografik bir eser)

3. Tarihu Mısır,

4. Metn'ul-Akaid'il-Meşrikıyye ve Şerhuhâ

5. Tuhfet'un-Nazırin Eimen Velîâ Mısra min'es-Selatin

6. Hasiyetlin Ala Şerh'it-Tahrir

7. Şerh-u Hikem b. Atâullah el-hkenderi

8. Şerh'ul Yasaya el-Kürdiyye

9. Feth'ul-Mübdi Bi-Şerh-i Muhtar'ız-Zebidi

10. Muhtasar'uş-Şemail Mea Şerhihi

17. Ezher tarihinde meşhur ilim adamlarından birisi de Şeyh Ebu İrfan Muhammed b. Ali es-Sabban eş-Şâfii en-Nahvi'dir. Bu zat Ez­her'de okumuş, Arabça gramerinde yüksek derecelere ulaşmıştır. Hicri 1206 yılında vefat eden Ebu'l-İrfan'ın eserlerinden bazıları şunlardır:

1. El-Kâfiyet'uş-Şâfiiyye fi İlmey il Aruzi ve'l-Kafiye

2. İthaf-u Ehl'il-İslâm bi-ma Yeteallaku Bil Mustafa ve Ehlih'il-Kiram

3.  Ürcüzetün fi'l-Aruzi ve Şerhiha,

4. Hasiyetim Alâ Şerh'il-Eşmuni li'l-Elfiye

5. Er-Risalet'ul-Kühra Fi'l-Besmele

6. Is'afur-Rağıbiyn

7. Haşiyetün Alâ Şerh'il-Melevi li'l-Müslim

8.  Takririm Alâ Mukaddimeîi Cem'il-Cevami

9. Haşiyetün Aîâ Şerh'il-Risalet'il-Adudiyye

10. Ilm'ul-Heyeti

11. Risaleîun fi'l-lsüârât.

18. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Emir el-Mâlikî. Meş­hur olan lakabı Şeyh Emir'dir. Asıl memleketi Mağrib olup Mısır'da hicri 1154 yılında Senbu denilen şehirde doğmuştur. Şeyh Emir Ez-her'de okumuş ve Mâlikî mezhebinin meşhur fıkıh âlimlerinden ol­muştur.

Hicri 1232 yılında vefat eden Şeyh Emir'in kitaplarından bazısı şunlardır:

1. Haşiyetün Alâ Mugn'il-Lebib li-İbn Hişam fi'n-Nahv

2. Haşiyetün Alâ Şerh'iz-Zürkani H'l-İzziyye

3. İklilfi Şerh-i Muhtasar-ı Halil (Mâlikî fıkhı) A.Mecmufi'l-Fıkh

5. Haşiyetün Alâ Şerh-i İbn Türki li'l-Uşmaviyye, (fıkıh)

6. Haşiyetün Alâ Şerh'iş-Şüzur fi'n-Nahv,

7. Haşiyetün Alâ Şerh'iş-Şeyh Hâlid Ali el-Ezheriyye

8.  Tefsir'ul-Muavvizeteyn

9. inşirah'us-Sadri fi Beyan-i Leylet'il-Kadr

10. Haşiyetün Alâ Şerh~i Cevher'it-Tevhid

11. Dav'uş-Şumûs Şerh'ul-Mecmu

19.  Şeyh Hasan b. Muhammed b. Mahmud Attar. Şeyh Attar derin bir kültüre, geniş bir ufka sahip din ve dünya ilimlerini kendisinde toplamış bir âlimdir. Hicri 1190 tarihinde Kahire'de doğan Attar'ın as­lı Mağriblidir. Fransız kampanyasını yürüten kimselerle ilişki kuran Attar onlardan da bilgi öğrenmiş, hicri 1246 yılında Ezher'in yönetimi­ne getirilmiştir.

Şeyh Attar, Ezherlileri çeşitli ilimler ve modern bilgilerle ilişki-lendirme gayreti içinde olmuştur.

"Ülkemizin durumu mutlaka değişmelidir. Ülkemizde bulunma­yan eğitim türleri bir yenilik olarak ülkemize girmelidir" anlayışını At­tar parola haline getirmiştir.

Şeyh Attar geceli gündüzlü çalışmayı en güzel şekilde yapan bi­ri idi.

Attar'ın tıp, ameliyat, ve diğer beşeri ilimlerle ilgisi vardı. Duygu­lu şiirleri olan Attar'ın aşk üzerine de bir kasidesi vardır.

Hicri 1250 yılında vefat eden Attar'ın kitaplarından bazıları aşağı­dadır:

1. Haşiyetün Alâ Cem'il-Cevâmi

2. Haşiyetün Alâ Mekulat'iş-Şeyh Secai

3. Risaletunfi Keyfiyet'il-Amel bi'l-Vsturlap (vakit belirleme ko­nusu ile ilgilidir)

4. Risaletun fi't-Tıb ve'r-Reml ve'z-Zayirce ve't-Teşrif

5. Risaletun fil Besmeleti ve'l-Hamdele

6. İnşa'uş-Şeyh Attar,

7. Haşiyetu Şerh-i Kavaid'il-Î'rab

8. Haşiyet'ul Ezheriyye Fi'n-Nahv

9. Hasiyet'ul-lslâm Ala'l-Vadiyye

10. Şerh'ul Manzumeti Fi Adâb'ü-Bahs,

11. Şerh'u Manzumet'it-Teşrih,

12. Şerh'u Nüzhet-ış-Şeyh Davud Fit-Tıb

13. Haşiyetu Şerh-i Eşkal'it-Te'sis fi İlm'il-Handese

14. Mazhar'ut-Takdis Bi Zehab-i D evle?il-F ramız

15. Divan'uş-Şeyh Atlar

20. Ezher âlimleri arasında deha derecesinde bir âlimle karşılaşı­yoruz: Şeyh Hüseyin Ahmed el~Mursafi. Bu zat gözleri görmeyen bi­ridir. Kalyubiyye bölgesinde Mursefa köyünde hicri 1815 senesinde dünyaya gelmiştir.

Mursafi üç yaşında iken gözlerini kaybetmiş eğitimini Ezher'de yapmıştır. Çok güçlü bir hafızaya ve üstün bir mantığa sahip olan Mur­safi Ezher'de ders de okutmuş sonraları üç ay içerisinde Fransızcayı öğrenmiştir. Fransızca mütalalanndan yararlanmış, üniversitede ve A'malar okulunda ders okutmuştur. Bu okul Mısır'da ilk açılan ilkokul idi. Eğitim Yüksek Kuruluna üye seçilen Mursafi'nin arkadaşı ve şair Mahmud Sami ile yazışma ve ses kayıtları olmuştur.

Mursafi hicri 1270 yılında Kahire'de vefat etmiştir. Mursafi için ge­niş bir hal tercümesine Amaların Dünyası isimli kitabımda yer verdim.

Mursafi'nin kitaplarından bazıları şunlardır:

1. El-Vesilet'ül Edebiyye ilâ'l-Ulum'il-Arahiyye

2. Delil'ul Müsterşid ila Fenni'l-İnşa

3. Risalet'ul Kelim'is-Siman

Burada unutmamamız gereken bir nokta var: Mursafi iki büyük şairin; Ahmed Şevki ve Hafız İbrahim'in hocasıdır.

21. Doğu ve Batı kültürünü benliğinde toplayan bir Ezherli de Ri-faha Rafi et-Tahtavi'dir.

Tahtavi hicri 1216 tarihinde Tahta'da doğmuş ve Ezher'de eğitim görmüş, tahsilini Muhammed Ali zamanında Mısır'dan Fransa'ya gön­derilen öğrencilerin başkanı olarak gittiği Fransa'da tamamlamıştır.

Tahtavi'nin bilim ve düşünce alanındaki kalkınmada büyük etkisi olmuştur. Tahtavi dil okulunu ve Vakai gazetesini kurmuştur. Tercüme ve te'lif olarak pek çok kitapları olan Tahtavi hicri 1290'da vefat etmiştir.

Kitaplarından bazıları şunlardır:

1. Kalaid'ul Mefahir fi Ğarabi kdat'il-Evâil-i ve'l-Evâhir (tercüme)

2. El-Meadin'un-Nafia

3. Mebadi'ul-Hendese

4. El-Mürsid'ul'Emin fi Terbiyet'il-Benat ve'l-Benîn

5. Nihayet'ül İcaz fi's-Siret'in-Nebeviyye

6. Envar-u Tevfik'il Celilfi Tarih-i Mısır

7.  Ta'rib'ul Kanun'il-Medeni el-Fransi

8. Bidayet'ul-Kudema

9.  Tarih-u Kudama'il-Mısriyyin

10. Et-Ta'ribat'uş-Şafiye Li Murid'il-Coğrafiyye

11. Hulasat'ul İbriz Fi Rıhlet-i Paris

12.  Coğrafiyyet-i Bilad'iş-Şam

13.  Coğrafiyyet-u Muttabrın

22. Ezher tarihinde meşhur olan âlimler arasında yaptığımız ge­zintinin sonunda Prof. Muhammed Abduh'u görerek bu gezintiyi ta­mamlıyorum.

Abduh? Mısır'ın edebi ve fikri kalkınmasında büyük gayret sahi­bidir. Onun hayatı burada tekrarlamaya ihtiyaç göstermeyecek kadar meşhurdur.

Miladi 1905'de vefat eden Abduh'un kitaplarından bazıları aşağı­dadır:

1. Risale?ut-Tevhid

2. Şerh'u Nehc'il-Belağa

3. El-Varidat fi't-Tevhid Alâ Tarikat'is-Sufiyye

4. Felsefet'ul İçtima' ve't-Tarih

5.  Tefsir'ul Menar (Nisa suresinin sonuna kadar)

6. Şerhu Makamat-i Bedi'uz-Zaman Hemadani

7.  Tefsiru Cüz-i Amme

8. Nizam'ut Terbiye ve't-Talim Bi Mısır

9. El-lslâm ve'n-Nesraniyye Meal İlmi ve'l-Medeniyye

10. Şerh'ul Basair'in-Nusayriyye fi'l-Mantık

Meşhurlar arasındaki yolculuğumuzu Abduh ile tamamladık. Çünkü onun vefatı 19. aşırın sonlarında, 20. asrın başlarındadır.

Prof. Abduh'tan sonraki Ezher'in meşhurları ise pek çoktur. Bu ça­lışmada bunların hepsini ele almadım, istesem de alamazdım. Burada adı geçenlerden başka değerli Ezherli bilim adamları ve bunların kitap­ları vardır. Bunlardan bir kısmını anlatmakla yetinmek kaçınılmaz ol­muştur.

Ezher'in Meşhurları adı altında bir ansiklopedi hazırlanmasını çok arzu etmişimdir. Böyle bir çalışma bin yıl boyunca Ezher'de yetişen binlerce kişinin biyografisini verecek, imkan ölçüsünde çalışmalarını ve eserlerini tanıtacaktır. Bu ilmi ve tarihi bir dilektir. Arzu edildiği gi­bi gerçekleştiği takdirde on asır boyunca Ezher'de yetişenlerin ruhları­na ve Ezher'e takdim edilecek en iyi selam ve saygı olur.

Bu önerimin gerçekleştiğini görmek ümidi ile Ezher sorumluları­nın huzuruna bir emanet olarak koyuyorum.

Sonuca ulaştıracak yolu ancak Allah gösterir.

 

Tibyan Sahibi Tıybi

 

SORU: Tibyan fi'l-Meâm ve'l-Beyan isimli eserin sahibi Tıybi'nin hayatı hakkında bilgi verirmisiniz?

CEVAP: Senelerden beri Şeref ud-Din Tıybi ile ilgili sorular almak­tayım. Bu sorulara, kaynaklara başvurmadan cevap vermek bana zor geliyordu. Hafızamda bu isme dair dikkate değer bir şey yoktu. İmkan­lar ölçüsünde kaynaklara başvurdum. Sonuçta bir kaç satırdan başka bir bilgi bulamadım. Bu özet bilgiyi de bu kitabın önceki ciltlerinden birisinde yayınladım. Orada Tıybi'nin en önemli eserinin Tibyan fi'l-Meâni ve'l-Beyan olduğunu ifade etmiştim. Tabii ki gaybı bilemezdim.

Cenab-ı Hak Tıybi için bir araştırmacıyı muvaffak etti. Bu sabırlı araştırmacı Tıybi'nin hayatını ve kitabının tahkikikini akademik bir se­viyede incelemiş, bu çalışma ile Ezher Üniversitsi Arab Dili ve Edebi­yatı Fakültesinde doktorluk unvanı kazanmıştır.

Bu çalışmayı yapan, değerli Doktor Abd'us-Settar Hüseyin Zem-vut olup kendisi fakültede hocadır.

Tez'in adı İmam-ı Tıybi ve Tibyan ve'l-Beyan isimli eserin tahki­ki dır.

1977 yılı Aralık ayının 22'sinde tez'in tartışması kalabalık bir din­leyici huzurunda yapıldı. Tezin tartışmacıları olan jüri şu değerli hoca­lardan oluşuyordu:

Prof. Dr. Kamil Havli, Tez yöneticisi

Prof. Dr. Muhammed Abd'ur-Rahman Kürdi tartışmacı olarak jü­ride yer aldılar.

Üç saatten fazla süren tartışmadan sonra araştırma hakkında jüri­nin kararı şöyle açıklandı: Araştarmacıya birinici derecede şeref unva­nı ile Doktorluk payesinin verilmesine, eğer Ezher Ünivesirsitesi tez­leri basma cihetine gidecek ise bu tezin kitap olarak basılmasına, öne­minden dolayı kitabın diğer üniversitlere gönderilmesine karar veril­miştir. Çünkü araştırmacının tahkikini yaptığı bu kitap hala pek çok ilim adamınca bilinmeyn yazma bir kitaptır. Araştırmacı bu çalışması ile eserin üzerinedeki yılların tozunu temizleyip onu gün ışığına çıkar­mıştır. Bu haliyle kitap, elden ele dolaşmaya ve basılmaya layıktır. Arab edebiyatı araştırmacıları ondan fayadalanacaklardır.

Araştırmacıyı tezi için bu konuyu seçmeye sevkeden sebepler şöyle ifade edilmiştir:

1. Yazma bir eserin tahkikini yaparak Arab-İslâm kültürünü can­landırma çalışmalarına katılma isteği,

2. Arab Edebiyatının yenilenmeye ihtiyacı olduğuna inanması, bu yenilenmenin ilk yolunun eski edebi eserlere başvurmakla olacağını benimsemesi,

3.  Tibyan isimli eser sahibinin yeni şeyler çıkarmaya ve çeşitli yönleri biraraya getirmeye olan gayreti,

4. Tıybi'nin adı bazen dil ile ilgili kaynaklarda, bazen edebiyat ve hadis kaynaklarında geçmektedir. Araştırıcının Tıybi'nin hayatını açık­lığa kavuşturup detaylı olarak anlatmayı istemesi.

Araştırmacı tezini iki ana kısma ayırmıştır:

1. Tıybi ve kitabı hakkında yeterli bilginin verildiği kısım,

2.  Tibyan ve'l-Beyan isimli kitabın tahkik edildiği kısım.

Dr. Abd'us-Settar kitabının birinci kısmını da üç alt başlık halinde ele alıyor.

1. İmam Tıybi. Bu başlık altında Tıybi'nin soyundan, doğum ye­rinden ve isminden söz ediliyor. Buna göre Tıybi, orada doğmuş olma­sı muhtemel olan Tıyb şehrine mensuptur. Daha sonra Tevriz -ki Teb­riz'dir- şehrine göçmüş, hicretin 743 yılında vefat etmiştir.

Dr. Abd'us-Settar daha sonra Tıybi'nin hocalarından ve talebele­rinden söz ediyor. Aslında biyografik kitaplar bu konuda yorum ve bil­gi vermemektedir. Fakat araştırmacımız taradığı kaynaklardaki bilgiler arasından Tıybi'nin iki tane hocasını tesbit etmiştir. Bunlardan birisi Şeyh Ahmed Caberdi, diğeri Şeyh Şahabeddin Muhammed b. Muham-med Suhreverdi'dir.

Tıybi'nin öğrencileri ile ilgili bilgiler üstü kapalı haldedir. Araştır­macımız bunlardan da iki tanesini tesbit etmiştir. Birisi Hadâiki'ul Be­yan isimli eserin sahibi Ali b. İsa olup, diğeri Mişkat'ul Mesabih isim­li kitabın sahibi Veliyyü'd-Din Muhammed b. Abdullah el-Hatib et-Tebrizi'dir.

2.  İkinci alt başlıkta kitabın adı incelemektedir. Buna göre Tıy­bi'nin kitabınn adı Et-Tibyan fi'l-B ey andır. Her ne kadar çoğunlukla bu

kitaptan sadece Tibyan olarak söz ediliyorsa da doğrusu az önce ifade edildiği gibidir.

Kitabı çoğaltmak maksadı ile yazanların pek çoğu Tibyan fi'l-Me-ani ve'l-Beyan demişlerdir. Araştırmacı daha sonra kitabın Tıybi'ye ait olduğunun güvenilir derecede olduğunu ifade ederek kaynaklarının birden çok olduğunu ortaya koymuştur. Buna göre kitap sadece belâ-ğât kitaplarından yararlanmamış lügat, tefsir ve edebiyat kitaplarından da istifade etmiştir. Bu Tıybi'nin geniş bir kültürü olduğunu ve kendi­sinden öncekilerin görüşlerinden ve kitaplarından haberdar olduğunu göstermektedir.

Araştırmacı elde edebildiği ve çalışmasını dayandırdığı eserin nüshalarından da söz ediyor. Ayrıca kısaca kelam ve edebiyat ekolle­rinden kısaca behsedip bunların özelliklerine değindikten sonra Tıy­bi'nin metodunu ortaya koymuştur.

Dr. Abd'us-Settar'm anlattığına göre belâğât ilk dönemlerinde ede­biyat özelliği taşıyordu. Daha sonra Razi ve Sekkâki'den itibaren fel­sefi ve kelamı özellik kazanmıştır.

Araştırmacı Kudame b. Ca'fer, Abdulkadir el-Cürcani ve Carullah Zemahşeri'nin Kelam ekolünün ileri gelenlerinden olduğunu ileri sü­renlere katılmamış, bunların edebiyat ekolüne daha yakın olduklarını söylemiştir.

Araştırmacının ifadesine göre edebiyat ekolünün özelliği düz ya­zı ve şiir olarak pek çok belgeye başvurması, tarif, kaide ve kısımlara ayırma gibi özelliklerin az olmasıdır. Edebiyat konusunda hüküm ver­mek için sanat ölçülerini kullanmak ve edebiyat üslubunun anlaşılır ve kolay olması da bu Özelliklerindendir.

Tıybi'nin kitabındaki metodunu ortaya koymak için araştırmacı kitabın içinden bulup çıkardığı belirli metod özelliklerini ortaya koy­muştur. Araştırmacı bunu yapabilmek için önce kitabın içerdiği konu­ları özetle sunmuş Tıybi'nin planına vakıf olarak Tıybi ile Sekkaki arasındaki metod benzerliği ve yakınlığının kesin olduğunu ifade et­miştir.

Tıybi'nin metodunu gösteren Özelliklerin onun yalnız kendine mahsus fikirleri olduğunu ifade ettiğini ve bunların aşağıda ifade edi­len hususlardan olduğunu söylemiştir:

1. İsnad'da[1] mütekellimin (konuşanın) durumunu dikkate almak. Tıybi'nin ifadesine göre bazen söyleneni kabul etmeyen muhatap, ka­bul eden gibi değerlendirilebilir. Bazen bunun aksi de olur. Mütekellim de muhatap gibi dikkate alınabilir.

Demek ki Tıybi'ye göre konuşanın durumunu dikkate almak sade­ce muhataba göre değildir. Mütekellim de muhatap gibidir.

2. Tıybi'ye göre teşbih (benzetme) beyan ilminde asıl kısımlardan biridir. Bu itibarla Beyan'ın kısımları teşbih, mecaz ve kinaye olmak üzere üçtür. Ona göre teşbih mecazın bir kısmı olan istiarenin mukad­dimesi değildir. Oysa Sekkaki ve diğerleri bu konuda kendisinden Ön­cekilerden ayrı biryol tutmuş ve teşbihi beyanın temel esaslarından bi­risi saymışlardır. Bunu yaparken delaletlere dayanmamış, beyan ilmin­de aranan bir amaç olan mübalağalara bakmışlardır.

3. Tıybi Bedi ilmi konusunda kendisinden önce Sekkaki ekolün­den olanların dışında yeni bir tavır almıştır. Sekkaki ekolüne göre be­lâğât; meani, beyan ve bedi kısımlarına ayrılır. Tıybi ise belagatın ta­nımını daha geniş tutarak bedi'i de içine alan bir tarif yapmıştır. Da­ha sonra Bedi'i üç kışıma ayırmıştır. Tarif ve taksim şöyledir: "Bedi ilmi sözü güzelliştirme yollarını bilmektir. Bu da ya anlam veya keli­me ile ilintilidir. Bazen ikisi ile de ilgili olabilir. Kelime ile ilgili ola­cak olan fesahatin, mana veya kelime ile ilgili olacak olan ise belâ-ğât'ın görevidir."

Araştırmacının ortaya koyduğuna göre Tıybi'nin belâğât ilmini üç kışıma ayırıp bedi ilmini fesahat ile belagat arasında müşterek görme­si yeni bir durum olup, onun Bedi' ilmini daha sevimli karşıladığını göstermektedir. Tıybi Belâğâti Meani ve beyan derecesine indirmiş, Sekkaki ekolünden olanlar gibi Belâğâti, Meani ve Beyana tabi bir ek olarak görmemiştir. Sekkaki ise Belâğâtin tarifini yaparken Bedi'i Belâğâtın içinde saymamıştır. Çünkü Sekkaki'ye göre Belâğât, Beyan ve Meani ilimlerine mahsus bir daldır. Buradan Tıybi'nin beyan ve Bedi ilimlerinin önemine işaretinin mükemmelliğini anlamış oluyoruz.

4. Tıybi'nin kitabını tetkik ederken onun kişiliğini ortaya koyan ve onu Sekkaki ekolünden ayıran hususlardan birisi de İbn Sinan Ha-faci ve İbn Esir gibi eskilerin önem verdiği derecede fesehata önem vermesidir.

Tıybi Fesahati özel bir bölümde ele almış, kitabını iki bilim dalı­na ayırarak birinde üç alt başlığı ile Belağat'ı, diğerinde Fesahat'ı ele almıştır. Böylece Fesahati da Belagata paralel bir çizgide incelemiştir.

Araştırmacının belirlediğ Tıybi'nin özelliklerinden birisi de onun anlattığı meseleyi Kur'an'dan verdiği örneklerle şahitlendirmesidir. Bu ise Tıybi'nin geniş bir Kur'an birikimi olduğunu, Kur'an meyve­sinden çokça toplamış, ilahi kelamın menbamdan kana kana içmiş ol­duğunu gösterir. Tıybi'nin Kur'an ayetlerinin birbiriyle ilgisini açıkla­mada kendine has bir zevki vardır, bu onun müstakil ve güzel fikri ol­duğunu gösterir. Bunda garip bir durum yoktur. Zira Tıybi Kur'an'ı tefsir eden bir müfessirdir. Aynca onun hadis, Kur'an ve kıraat dalla­rındaki geniş kültürünü gösteren Keşşaf tefsiri üzerine yazdığı bir ha­şiyesi de vardır.

Tıybi'nin metodunun göstergelerinden biri de kitabındaki edebi­yatla ilgili teşekküre değer gayretlerinin bulunmasıdır.

Tıybi'nin bu konuda fazla ilerleme kaydedememesi söz konusu­dur. Fakat onun yaşadığı dönem -ki o bu dönemde tefsir, hadis ve ede­biyat âlimi olarak yaşamıştır- onu yenilikçi olmaya daha yakın bir tu­tumda olmaya sevketmiştir. Tıybi'nin edebiyat eserlerinde tek başına fikirlerinin olması açık bir şekilde onun bunları ilk ortaya koyan kim­se olduğunu gösterir.

Tıybi kitabında, yaşadığı çağın tabiatına uygun hareket etmiştir. O dönem -ki sekizinci hicri asırdır- âlimleri toplama, şerh ve Özetleme çalışmaları yaparlardı. Bu tür çalışmalarda en ileri derecede eserler ve­renler Arab olmayan âlimlerdir.

Dr. Abd'üs-Settar tezinde Tıybi'nin kendisinden sonra gelenlere olan etkisinden söz etmiş ve ortaya koymuştur ki pek çok edebiyatçı ondan açıkça nakiller yapmış, edebi eserlerine başvurmuşlardır. Baha-ud-Din Sübki, Ebu Ca'fer Gırnâti, Celal'üd-Din Suyuti ve İbn Ma'sum Medeni bunlardandır.

Bundan dolayı Dr. Abd'us-Settar'a göre bu dört kişiden her biri üzerinde Tıybi'nin etkisini ortaya koyacak derecede ayrı ayrı durulma­lıdır. Tez sahibi ayrıca Tıybi'nin kendilerinden etkilendiği kimseler olarak Zemahşeri, Sekkaki ve İbn'ul Esir'in adını vermektedir.

Tezin ikinci kısmı Tibyanfil-Beyan isimli eserin tahkikidir. Bu ça­lışma akademik düzeyde ilmî ve ciddi bir çalışmadır. Bu çalışma araş­tırıcının sabrını, inceleme gücünü ve yazma eserlerdeki ilmî tahkikte­ki başarısını göstermektedir.

Araştırıcı bu çalışmasında şunları gerçekleştirmiş bulunmaktadır:

1. Yazma nüshaları toplamış en eskisini araştırmasına esas almış­tır. Sonra nüshaları karşılaştırarak bir cihetle aralarındaki çelişkileri or­taya koymuş, bir yandan da asıl nüshada herhangi bir sebeple eksiklik varsa onu gidermiştir.

2. Kitaptaki Kur'an ayetlerini incelemiş ve Tıybi'nin zikrettiği kı­raat vecihlerini vesikalandırmıştır.

3. Kitaptaki hadisleri tahric ederek kaynağını göstermiştir.

4. Kitaptaki şiirlerin sahiplerini göstermiş varsa çelişkileri ortaya koyarak kaynaklarını bildirmiştir.

5. Bazı ifadelere yorumlar ekleyerek açıklamalar yapmış ve anla­şılması zor kelimeleri izah etmiştir.

6. Kitapta adı geçen kişilerin kısaca hal tercümesini gösteren bir biyografi meydana getirmiştir.

7. Belagat (edebiyat)la ilgili belgelerin hepsinin kaynağını göster­miştir.

8. Kitaptan yararlanmayı kolaylaştırmak üzere sonuna çeşitli fih­ristler koymuştur.

Dr. Abd'üs-Settar'ın bu muazzam çalışması gereken takdiri gör­müştür. Bu çalışma tarafımızdan teşekkür ve takdirle karşılanmıştır.

Henüz ilmî araştırmasının sona ermekte olduğu, Ezher Üniversi­tesindeki akademik çalışmasını tamamladığı şu aşamada edebiyat ala­nında yıldızı böylesine parlayan Dr. Abd'us-Settar'ın gelecekte daha ileri noktalara geleceğini ümit ediyoruz. İlerde üniversite profesörleri arasında layık olduğu yeri alması ve geleceğin ilim ve edebiyat alanla­rında hizmet verecek değerli öğrencilerin onun eliyle yetişmesini arzu ederiz. İslâm'ın ve Arab dünyasının kaynağı olan Ezher'in tarihi şöhre­tinin de böylece korunacağını ümid ediyoruz.

Ayrıca bu büyük doktora tezinin basılarak, Tıybi'nin hayatı ve ki­tabı hakkındaki bilgilerden ilim erbabının yararlanması dahi ümitleri­miz arasındadır.

Gerçeğe ulaştıracak yolu ancak Allah gösterir.

 

İslâm Gençliği

 

SORU: Abd'ul-Aziz Caviş'in müslüman gençliğin oluşmasında bü­yük payı vardır. Abd'ul-Aziz Caviş hakkında bilgi vermenizi rica edi­yoruz.

CEVAP: Merhum A. Aziz Caviş, düşüncesi, yaptıkları ve davranış­ları ile İslâm gençliğini meydana getirenlerin ilklerinden sayılmaktadır.

A. Aziz Caviş miladi 1876-1909 yılları arasında hüküm süren Sul­tan Abd'ul-Hamid'in dönemini yaşadı. Ayrıca miladi 1871-1879 yılla­rı arasında Mısır'da bulunan Cemaleddin Efgani'nin tesirinde kaldı.

Caviş'in mücadelelerinde birtakım olaylara karşı koymada kendi­sine örnek ve önder kabul ettiği iki kişi vardı: Bunlardan birisi Mu-hammed Abduh, diğeri Cemaleddin Efgani idi. Caviş'in bu iki âlim ile olan ilişkisi ihtimalki onun din ve eğitim alanlarında, basın ve İslâmî yönlendirme hususlarında ıslahatçılar arasında adının parlamasına se­bep olmuştur.

Abd'ul-Aziz Caviş, 1876 yılının 31 Ekim günü dünyaya gelmiştir. O sıralarda Cemaleddin Efgani ıslahat ekolünün temellerini atmakla meşgul idi.

Caviş'in ailesi aslen güney Tunus'tan gelmiş bir aile olup İsken­deriye'ye yerleşmiş idi. Caviş'in ailesi yöresel işlerle ve ticaretle uğ­raşır idi. Böyle bir ortama rağmen Caviş, Kur'an'ı ezberledi ve Arab-çanın temelini öğrenerek belli bir İslâm kültürü elde etti. Eğitimini tamamlamayı planlamıştı. Bunda ısrarlı idi. Bu konuda ailesi ile an­laşmazlığa düştü. Bu yüzden ailesi ile arası açılan Caviş, bir mescid-de kalmaya devam ederek sadece zenci bir mürebbiyenin ilgisi saye­sinde eğitimini sürdürdü. Babası onun okumaktaki ısrarını görünce Ezher ortamında tahsilini sürdürmesi için Kahire'ye gitmesine izin verdi.

Caviş, 1892 yılında beraberinde hayatı boyunca arkadaşı olduğu Hasan Mansur ile birlikte Kahire'ye geldi. O sıralar1 da Ezher Üniversi­tesi vatanın kurtuluşu ile ilgili hareketlerin, ayaklanma girişimlerinin merkezi idi.

Caviş'in delikanlılık döneminde benliğinde derin izler bırakan Muhammed Abduh ile gençlik lideri Mustafa Kamü'in yaptığı konuş­malar hep zihnini meşgul ediyordu. Bu iki değerli ıslah adamından bi­ri dini yönden diğeri de vatan aşkı yönünden Caviş'i etkilemişti.

Abd'ul-Aziz Caviş Kahire'ye geldiğinde on altı yaşında idi. Fakat ingiliz işgalinin baskısının ülkenin her tarafına yaydığı üzüntü verici karamsar ortama rağmen Caviş'in üzerinde soyluluğun ve seçkin bir insan olduğunun belirtileri görülüyordu.

Caviş Ezher Üniversitesinde okumaya başladı. Oranın menbaın-dan alabildği kadar ilim aldı. Daha sonra Ezher'deki eğitiminin deva­mı olarak yeni bir ufuk ve değişiklik olmak üzere arkadaşı Hasan Man­sur ile beraber bir diğer üniversiteye geçti.

Bu arada Mustafa Kamil'in Ehram gazetesi ile ilişki kurması bir altın fırsat oldu. Caviş'in Mustafa Kamil ile irtabatı vardı. Onun bu bağlantısı şöhret noktasına ulaştığı Ehram'da yazı yazmasına bir geçit oldu.

Caviş üniversiteden 1897'de mezun oldu. Bu sırada Muhammed Abduh ile ilişki kurmaya başladı. Onu Abduh'a Reşid Rıza takdim et­mişti. Abduh'un Ayn'uş-Şems Ünivesitesindeki bürosunda toplantıları olur, Caviş de bu toplantılara katılarak yararlanırdı. Doğa bilimi ve ast­ronomi gibi bilim dallarında çok ilerlemişti. Bu aşamada iken Şeyh Muhammed Abd'ul-Muttalib onu şöyle anlatıyor: Genç olmasına rağ­men zengin bilgisi, coşkun edebiyatı, yüksek seviyede bir ağır başlılı­ğı, arı bir hayali, güzel bir görünümü olan bir delikanlı.

Abd'ul-Aziz Caviş bu özelliklerinin yanında iyi bir konuşmacı ve şair idi. Üniversiteden mezun olduktan sonra Ziraat okulunda öğret­menliğe başladı. Bir süre sonra Berword Üniversitesinde eğitim ve öğ­retim üzerine araştırma yapmak üzere İngiltere'ye gitti. Orada üç yıl geçirdikten sonra Oxford Üniversitesinde beş yıl ders okuttu.

Caviş İngiltere'de iken Avrupalıların ahlakından hoşlanmıştı. Bu durumu şu sözlerle anlatmıştı:

Avrupa'ya gittim. Oradaki insanları dindar gördüm, ben de kendi dinime sıkı sıkıya sarıldım. Dillerine çok düşkün olduklarını gör­düm, kendi dilime daha düşkün oldum. Kendilerini feda edercesi­ne ülkelerini savunduklarını, bir takım işlerine mallarına, davranış biçimlerine yabancıların karışmasının yasak olduğunu söyledikle­rini gördüm. İşgal ettikleri şanssız ülkelerde yaptıklarını kendile­rine anlattığımda, açık konuşmayı sevdiklerini, bunun sonucun­dan kormadıklarını, haklı oldukları sürece karşılaşacakları sıkıntı ve zorluktan çekinmediklerini gördüm. Onlara bu güzel Özellikle­rini söyledim.

Çalışmayı sevdiklerini, tembellikten hoşlanmadıklarını, faziletli olmaya teşvik ettiklerini gördüm. Ülkeme döndükten sonra bık­mak usanmak bilmeyen bir arzu ve gayretle çalışmaya koyuldum.

Abd'ul-Aziz Caviş Batı'da eğitim görmek suretiyle İslâm-Arab kültürüne çağdaş Avrupa kültürünü ekleme imkanı bulmuştur. Böylece ahlâk, hukuk, tarih, ekonomi, doğal bilimler ve diğer bilimlerde hatırı sayılır bilgi sahibi olmuştu. Yeniliğe açık gayretli bir Ezherlinin Ox-ford üniversitesinde senelerce kaldıktan sonra bu duruma gelmesinde bir tuhaflık yoktur.

Caviş Avrupa'dan döndükten sonra Eğitim Bakanlığında müfettiş olarak göreve atandı. Fakat bir sene sonra tekrar Oxford'a öğretim üye­si olarak döndü. İngilizleri sevmemesine, onların amansız düşmanı ol­masına rağmen onların arasına öğretim elemanı olarak gitti. Bizzat Ca-viş'in ifadesine göre İngilizler onun kendi üniversitelerinde Arabça Öğ­retim üyesi olmasından pişmanlık duymuşlardır.

Daha sonra Caviş, Mısır okullarında İngilizce dersi için Müfet­tiş olarak çalışmıştır. Abdulaziz Caviş'in en çok hoşlandığım yanı, Batı sitilinde elbise giymesine rağmen sarıklı bir kimse olmasıdır. Kıyafetinin böyle olmasına rağmen Mısır okullarında İngilizce ders­lerinin müfettişi idi. Bu sarıklı bilgin bundan da öte Arabça-İngilizce tercüme tekniğinde bir kitap yazarak adını Tercümanın Rehberi koy­muştur.

Anlatıldığına göre A. Aziz müfettiş olduğu sıralarda sarıklı bir va­ziyette İngilizce öğretmenlerinden birini teftiş etmek üzere sınıfa giri­yor. Onu gören öğretmenin bu durum tuhafına gidiyor. Sarıklı hocanın yanlışlık yaparak sınıfına girdiğini sanıyor. A. Aziz Caviş'e: "Bu sınıf İngilizce sınıfıdır" diyor. Caviş Öğretmenin elinden kitabı alarak bir parçayı çok güzel bir İngiliz aksanı ile okuyor. Daha sonra okuduğu parçayı Arabça'ya tercüme edip öğretmenle ve öğrencilerle okuduğu parçanın anlamı üzerinde konuşuyor. Sınıfta bulunanlar: "Siz kimsi­niz?" diye soruyorlar. O da şu cevabı veriyor: "Ben Tercüman Rehbe­ri isimli kitabın yazarı Abd'ul-Aziz Caviş'im."

Caviş'in dini kültür ile medeni kültürü kendisinde toplamış ol­ması onun kale gibi güçlü ve metin olmasına sebep olmuştur. O, ha­yatı boyunca Kur'an'ın, İslâm'ın ve Mısır'ın dili olan Arabça ile gurur duymuştur.

A. Aziz Caviş 1905 yılında Cezayir'de gerçekleştirilen Oryanta­listler kongresine katılmıştı. Bu kongrede Alman müsteşriklerinden bi­risi Kur'an hakkında münasebetsiz bir şey söylemişti. Caviş toplantıya katılanların takdirini kazanacak şekilde bu adamın yanlışını ortaya ko­yup iddiasını çürüttü. Hatta bu durum bizzat Alman oryantalistin arzu­suna uyularak kongre raporuna konulmadı.

1908 yılının Nisan ayında Liva gazetesinde baş yazar olmak üze­re Caviş Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevinden ayrıldı. Zaten aynı gazetede geniş çapta gazeteci olarak faaliyeti vardı.

Atılgan, kahramanca ve kesin tavırlarla işgalci ve sömürgecilere karşı koyusu ile gazetede adı parladı.

Caviş 1908 yılı 3 Mayıs tarihinde Liva gazetesindeki ilk yazısın­da şunları yazıyordu:

Allahım! Senin adınla bir hayatı geride bırakıyorum. Bu hayatta bolca korkaklık, bitkinlik vardı. Bu hayatın kullandığı araç iki yüzlülük ve kargaşa idi. Bu hayatın çarşısında nice canlar, kalp paralarla satın alınmakta, nice gönüller ve kişiler bir tebessüm ve baş sallama karşılığında satılmaktadır.

Allahım! Senin vereceğin bereketle yeni bir hayata açılıyorum. Bu hayat açık sözlülüğün, hürce görüş açıklamanın, konuyu ay­dınlatmanın, aziz vatanı savunma yoluna meyletmenin yaşandığı bir hayat olacaktır. Böyle bir hayata, daha önceki hayatımda ge­çirdiğim sekiz yıldan sonra giriyorum. Bu sekiz yılda şimdi bu­lunduğum makama geldim. Bu makama gelmemi arzu edenler bu­lunduğu gibi benim burada olmamı kıskananlar da vardır.

Pek çok tehlikelerle kuşatılmış bir hayata atılıyorum. Ya hedefime veya kabre ulaşacağım. Keskin bir inanç içerisindeyim ki Hz. Al­lah ihlasla çalışan kullarına zafer ve apaçık bir fetih vaadetmiştir. Biliyorum ki canlı ancak bir kere ölür. Acı bir hayatı yaşamaktan­sa ölmek daha tatlıdır...

Caviş'in prensiblerinden biri şudur: İşgal kuvvetleri ile normal şart­lar altına imiş gibi yaşanmaz. O, baskıcı hükümetlerin düşmanı idi. Şöyle derdi: "Tek kişinin hükmettiği hükümetlerin pratik olarak doğru dü­rüst olması imkansızdır. Böyle hükümetler uzun ömürlü olamaz. Böyle bir hükümetin idaresi altında bulunan halkın gönlü huzur bulamaz. Böy­le bir hükümetin zararlarından biri de şudur: Bunların yönettiği halk ko­yun sürüsü gibidir. Ne aklını kullanabilir, ne de düşünebilir."

Caviş şiddetli yazıları sebebiyle mahkemelere verilmiş, hapis ce­zasına çarptırılmıştır. Üç kere mahkemeye verilmiştir. Birincisi 1908 yılında Sudan'da meydana gelen bir olay sebebiyledir.

İkincisi 1908 senesinde meydana gelen Danşvay olayının yıldö­nümü sebebiyle olmuş, mahkemesi 1909 yılında olmuştur.

Üçüncüsü Ali Gayati'nin Vatanım isimli divanına yazdığı mukad­dime sebebiyle olmuştur. Bu üçüncü mahkemeye, aynı divana başka bir mukaddime yazan arkadaşı Muhammed Ferid de katılmıştır.

A. Aziz Caviş 1912 yılında vatanı olan Mısır'ı terketmek zorunda kalmış senelerce Türkiye ve Almanya'da dolaşmış, Mısır'a ancak 1923 yılında dönebilmiştir.

Vatandan ayrı kalışını kendisi şöyle anlatıyor: "İnsanın kendi vata­nında yaşaması gerekir. Bunun iki sebebi vardır: Danışma içinde olmak ve adalet. Vatanda adaletin temelleri yıkılınca insanın gönlü vatandan başka yere göçmeye meyleder. Bu vatanı sevmemekten veya ondan kaçmaktan ileri gelen bir şey değildir. Fakat zorunlu haller insanı vata­nından çıkmaya zorlayınca, insan vatanından kovulup dışarı atılınca ona daha çok bağlanır, vatanım daha çok hatırlar ve daha çok sever."

A. Aziz Caviş arkadaşları Abd'ul-Hamid Said ve Muhammed Fe­rid ile Mısır heyeti olarak İsviçre'de Henderson'un bakanlığında yapı­lan sosyalizm kongresi fırsatını değerlendirerek Almanya'ya da git­miştir. Caviş, Henderson ile görüşüp Mısır'ın kongrede temsil edilme­sini istemiş, Henderson da ondan bu konuda bir rapor hazırlamasını istemiştir.

Caviş 1919'da Mısır'da çıkan ayaklanmaya katılarak bir marş yaz­mıştır. Marşın baş tarafı şöyle başlıyor:

İstedi bizden Mısır feda etmeyi-kanımızı

İste ey sevgili! Biz yarınlara kefiliz, vererek canımızı

1920'li yıllarda Caviş Medine-i Münevvere'ye gitti. -Cenab-ı Hak orada bulunan Peygamber'e salat ü selam eylesin- Orada İslâm Üni­versitesini kurarak esaslarını belirledi. Daha sonra Kudüs'te Selahad-din Fakültesini ıslah ederek yönetimini üstlendi.

Caviş, hayatının son döneminde ilk öğretim müdürü olarak tayi­ninden sonra eğitim öğretim ve sosyal ıslahat alanına yöneldi. Okur yazar olmayan hiç kimsenin kalmaması için geniş kapsamlı bir atılım gerçekleştirdi. Bu yolda iyi sonuçlar veren gayretler sarfetti. Özgür eğitimi teşvik etti ve bunun için bağış toplama işlemlerini düzenledi. İngiliz işgalciler bundan sıkıntıya düştüler.

Allah'ın bir hikmetidir ki Caviş hayatını öğretmen olarak geçirdi. Hayatı eğitimle başladı, eğitimle bitti. 1901 yılında Eğitim Bakanlığın­da Müfettişlik görevine getirildi. 1925'ten vefat ettiği 1929 yılma ka­dar İlk Öğretim müdürlüğü görevini sürdürdü.

Caviş'in eğitimle ilgili görüşleri şöyleydi: •

Milletin kalkınması eğitimin güçlü olmasına bağlıdır.

Bir milletin varlığı için eğitim esastır.

Ezher Üniversitesine önem verilmelidir. Ezher'den dış ülkelere öğrenciler gönderilmeli, bunlar geriye dönüşlerinde Ezher'in kalkın­masına katkıda bulunmalıdır.

Bunun yanında kadının eğitimine önem verilmelidir. Kadınla­rın eğitimi için din ve dil derslerinin verileceği gruplar oluşturulma­lıdır.

Bu öneriye merhum Şeyh Mahmud okullarda gösterilecek itina ile bu ihtiyacın karşılanacağı gerekçesişle karşı çıktı. Caviş buna itiraz ederek ısrarla Ezher'e kız Öğrencilerin alınmasını istedi. Sonra yazan olduğu İslâm Dergisi'ndv kadın için bir bölüm ayrılmasını istedi ve bu­nu gerçekleştirdi.

A. Aziz Caviş'in meşgul olduğu çalışma alanlarından biri de ülke­nin çeşitli yerlerinde Halk Yardımlaşma Cemiyetleri ve İşçi Sendikala­rının kurulmasını gerçekleştirmek olmuştur.

Caviş'in yayınlanmış kitapları da vardır. Daha önce Tercüman'ın Rehberi isimli bir kitabı olduğunu ifade etmiştik.

1902 senesinde yazdığı Gunyeful Müeddibin isimli bir kitabı da­ha vardır ki eğitimcinin önemli başvuru kaynaklarından biridir. Ayrıca İslâm Fıtrat Dinidir ve içkinin Kötülükleri ve Zararları isimli iki kita­bı daha vardır.

A. Aziz Caviş'in sonsuza dek söylenecek özdeyişli sözleri de var­dır. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz:

Allah'ın öyle kullan vardır ki bunlar ölünce ebedileşir. İnsanlar sıkıntıya düştükleri devrede çokça ortaya çıkarlar. Cehennemlik öyle insanlar vardır ki bunlar yaşarken ölmüştür. Karanlık işleri arasında dünyada yaşıyorken sendeleyip duruyorlar.

Tarihin gören bir gözü, (her) milletin de bir hesabı vardır.

Zulüm içerisinde yaşamaya, bizi bir yabancının yönetmesine razı olamayız. Çarşıda satılık eşyalar gibi satılmayı kabul etme­yiz. İşkence ve zulme karşı sabırlı davranmayız. İşgalcilere ara­mızda otorite sağlayıp bizi etki altına alacak, onları meşru bir yö­netim olarak tanıyacak imkan tanımıyoruz.

ir Bir insanın sarsılmaz ve köklü inancı olursa, çoluk çocuk ne varsa hepsini feda eder. Bu uğurda düşmandan göreceği zulüm ve sıkıntıya göğüs germek kolay gelir.

Eğitimin en önemli esaslarından birisi insanı sürekli insan ol­duğu ve şerefini koruması gerektiği anlayışı içerisinde yetiştir­mektir. İnsanın değerini koruması bir zorunluluktur. İnsan düşün­cesinde bağımsız olmalı, Allah'tan sonra kendisine güvenmelidir. Kendisi dışında bir dış desteğe bel bağlamamalıdır. Çünkü bu, in­sanın bağımsız olmasına asla elverişli değildir.

Dikkat çeken ve işaret edilmesi gereken bir nokta var ki A. Aziz Caviş İslâm gençliğinin yetiştirilmesi için en sağlıklı yolu anlamış bir kimse idi. Bu yol ahlaki, bedeni, ve akli eğitimden geçmektedir. Ca­viş'in beden eğitimine önem vermesi dikkat çekicidir. O, bu konuda şöyle derdi: "Önemli derecede dikkat edilmesi gereken cihet spor yap­manın cidden önemli bir husus olmasıdır."

Caviş'in bu anlayışı, beden eğitimine önem verilmesi gerektiğini ifade ettiği gibi, İslâm'ı anlamada bir düzeltmeye gidilmesi gerektiğini de ifade eder.

İslâmiyet'i öyle anlamalı ki bu, İslâm dininin büyüklüğünü ortaya koysun, hakkı arayanların yolunu açsın. Bunun gerçekleşmesi İslâm esaslarından birisi olan ictihad mekanizmasının işlemesine bağlıdır. Caviş, bu noktada bunun gerekliliğine inanmakta ve ictihad kapısının açılması çağrısında bulunmaktadır.

Caviş bu konuda şöyle diyor:

Ey müslümanlar topluluğu! Bizim malımızın bize geri verilmesi nasip olunca, İslâm'ın ihtiyaç duyulan meselelerinde yeterli ve ye­tenekli müctehidlerimiz hüküm çıkarma ve akıl yürütme işlemini yaptıkları zaman bunu bireysel olarak yapmayacaklardır. Öyle ki Mısır'da bir müctehid (bir konuda) ictihad yapınca etrafında top-lanmiş bir cemaatı olacaktır. Hind'de de aynısı olacaktır. Mücte-hidlerden birisinin ister kendi ulaştığı sonuç, isterse daha önceki imamların bir görüşü olsun bunun uygulanması güzel olacaktır. Özellikle kamu yararını, siyaseti, kanun yapmayı ve sosyal yapı­yı ilgilendiren hususlarda ictihad mekanizmasının işlemesi iyi olacaktır.

Caviş'e göre "faydalı olma" prensibini göz önünde bulundurarak zaman ve yerin ihtiyacına göre hükümler vermek İslâm dininde bulu­nan bir özelliktir.

Merhum Abd'ul-Aziz Caviş 1929 yılında Ocak ayının 25'inde cu­ma günü Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

 

Muhammed B. Abd'ul-Vehhab

 

SORU: Vehhabilik ve onun imamı hakkında çok şeyler söylenmek­tedir. Bu konuda bilgi verirmisiniz?

CEVAP: Şeyh Muhammed Abd'ul-Vehhab'a nisbet edilen Vehhabi­lik akımı belirli bir grubun mezhebi değildir. Bu akımı, İslâm anlayışı­nı yenilemek şeklinde ifade etmek daha doğrudur. Bu sebeple bazıları Abd'ul-Vehhab'ı 13. hicri asrın müceddidi saymaktadırlar. Taraftarları onu şu hadis-i şerifin ifade ettiği manaya dahil olduğunu düşünüyorlar. Hadis şöyledir: "Şüphe yok ki Hz. Allah her yüz yıl başında bu ümme­te bir müceddid gönderir".

Bazıları bu hareketi "Tevhid'e davet" olarak isimlendirmektedir. Çünkü bu akımın özü tevhidi açıklamak ve onu yerleştirmektir.

Bazı kimseler bu harekete "Selefilik" adını vermektedir. Bazıları da bu harekete uyanlara "Tevhid ehli" demektedir. Bazen bu harekete uyanlara "Allah'a itaat eden kardeşler" denmektedir.

Bazı kimseler Abd'ul-Vehhab'm adından hareketle bu akıma "Veh­habilik" demektedir. Fakat bu harekete gönül verenler bu isimlendir­meyi hoş karşılamamaktadırlar. İhtimal ki oryantalistler böyle isimlen­dirmekte titizlik göstermektedirler.

Cahil kimselerin Muhammed b. Abd'ul-Vehhab'ın davetine karşı haksızlık ettiği kadar insanlar hiç bir dini ıslahat davetine haksızlık et­memişlerdir.

Uzun bir süre önce Kahire'de Münire Camiinde okuduğum bir hutbede Muhammed b. Abd'ul-Vehhab'ın davetinin İslâmi bir yenilen­me daveti olduğuna işaret etmiştim. Bu sözün zıddına pek çok kimse­ler gürültü kopardı. Bu olay bana şunu hatırlattı: 1940'larda Müslüman Gençler Cemiyetinin kürsüsünde konuşma yapıyordum. Birisi bana şu soruyu sordu: "Vehhabiler müslüman mıdır?" Bu soru dar ufukluluk ve bilgisizlik üzerine bir şakalaşmaya yol açtı. O zaman Abd'ul-Vehhab'ın <wetınm sadece İslâm ruhunun yenilenmesi ve Ahmed b. Hanbel'in nmtıebınin yenilenmesinden ibaret olduğuna işaret etmiştim.

İlk başta bu daveti ortaya koyanlar hakkında insanların kötü dü­şünmelerine pek çok sebep olduğunda şüphe yoktur.

Bir kere bunlardan bazıları insanları yollarına çağırırken nefret et­tirici bir düzeyde katı davranmışlardır. Bunun yanında çeşitli siyasi faktörler de kötü tanınmada rol oynamıştır. Bu faktörleri uzun uzadıya burada anlatmaya durum elverişli değildir.

Her ne hal ise bu hareket kendilerini anlamayan kimselerden pek çok düşman kazanmıştır. Çünkü çoğu kere bu davetin öğretileri şidde­te başvurarak uygulanmıştır. İnsanların gönlüne girmeden müslüman-lar arasında yüksek bir mevkii bulunan zatların türbesini yıkmaya gi­rişmeleri bunun bir örneğidir.

Burada bizi ilgilendiren bu hareketin başını tanıtmaktır. Bu zat Arab Yarımadasında yeni bir dini kalkınma hareketinin lideri sayıl­maktadır.

Sözünü ettiğimiz kimse, Muhammed b. Abd'ul-Vehhab b. Süley­man et-Teymî en-Necdî el-Hanbelî'dir.

Abd'ul-Vehhab hicretin 1115 yılında doğmuş 1206 yılında vefat etmiştir. Bazı kaynaklar doğum tarihini 1116, vefat tarihini de 1204 olarak bildirmektedir. Her iki duruma göre de Abd'ul-Vehhab 90 yılın üzerinde yaşamıştır. Gençliğini İslâm üzere geçiren Abd'ul-Vehhab Necid bölgesinde Uyeyne şehrinde dünyaya gelmiştir. Bazı kimseler bu şehrin adını Uveyne olarak yazmaktadır.

Söylendiğine göre dedesi Süleyman Hz. Peygamber sülalesine mensup imiş. Anlatılana göre rüyasında göbeğinden çıkan bir ateşin tüm çölü aydınlattığını görmüş. Bu rüyayı bazı kimseler onun soyun­dan bir kimsenin çıkıp ümmeti aydınlatacağı ve büyük bir krallık ku­racağı şeklinde tabir etmişler. Rüyada işaret edilen kimse rüyayı gören Süleyman'ın torunu Muhammed b. Abd'ul-Vehhab imiş.

Abd'ul-Vehhab doğduğu şehir olan Uyeyne'de yetişti. Şehirde bulunan Hanbelî mezhebi âlimlerinden dini ilimlerin temellerini öğ­rendi. Dini ilimlerdeki tahsilini Medine-i Münevvere'de tamamladı. Medine'nin ileri gelen âlimlerinin derslerim izleyerek yetişti. Şam'ı ziyaret ederek orada ilim öğrendi. Basra'ya gidişinde bir takım sıkın­tılar yaşadı.

Abd'ul-Vehhab gençliğinde pek çok Arab ve İslâm ülkesini gezip dolaştı. Bağdat'ta beş, Basra'da dört yıl kadar kaldı. Daha sonra İran'a geçip meşhur Kum şehrine ilgi duydu. İsfehan'da iki yıl kalarak bilgi­sini artırdı. Tasavvuf ve İşrakıyyun felsefesi üzerine incelemeler yaptı. İki yıl Hemedan, bir yıl da Kürdistan'da kaldı. Bu dolaşmalardan son­ra kendi memleketi olan Necid'e, Uyeyne şehrine döndü. Bir süre ba­basının kadı olduğu Harimla şehrinde kaldı. Artık insanları samimi bir şekilde tevhid akidesine davet etmeye başladı.

Abd'ul-Vehhab'm hocaları arasında büyük imamlar vardı. Bunlar arasında İbn Teymiye, İbn'ul Kayyım Cevziyye ve İbn Urve el-Hanbe-lî'yi sayabiliriz. Bunların en önemlisi ve Abd'ul-Vehhab üzerinde en et­kili olanı yedince hicri yüzyılın müceddidi olan îbn Teymiye'dir.

İbn Teymiye'nin kitaplarını okuyup incelereyerek onlardan yarar­lanan Abd'ul Vehhab kitapları aracılığı ile İbn Teymiye'yi imam edin­miş ve onun talebesi olmuştur.

Abd'ul-Vehhab ictihad ve açıkça İslâm'a davet konularında belli bir sınıra kadar İbn Teymiye'nin yolundan gitmiştir.

Abd'ul-Vehhab ilmi çalışma ile ilgili seyahatlerini doğum yeri olan şehirde bir kaç aylık devam eden biryere kapanma dönemi yaşa­yarak sona erdirmiştir.

O, bu davranışı ile Öğrendiklerini tekrar ediyor ve onları düşünü­yordu. Sonra tevhide daveti önemli ve yoğun olarak dikkate alıp, iyili­ği emredip kötülüğü yas aklaray arak, bidat ve hurafelere karşı koyarak selefin yoluna girdi.

Abd'ul-Vehhab, miladi 1730 hicri 1143 yılında davetini açıktan açığa yapmaya başlayarak İslâm alemini uyandırdı. İnsanlaın düşünce ve gönüllerini (ciddi bir şekilde) meşgul etti.

Abd'ul-Vehhab hareketine şehri olan Uyeyne'de başladı. Burada bir takım güçlüklerle karşılaştı. Oradan Deriyye şehrine geçti. Kader onun davetinin bu şehirde parlamasını dilemişti. O davetini Deriyye şehrinin yöneticisi olan Muhammed b. Suûd'a sundu şehrin yöneticisi bunu kabul etti. Abd'ul-Vehhab'm yolunu açmaya ve onu gerek söz ge­rekse kılıçla savunmaya söz verdi. Böylece Abd'ul-Vehhab'ın hareketi yayılmaya, pek çok kimse bu harekete katılmaya başladı. Osmanlı hü­kümeti bu davet hareketinin kendisi için tehlikeli olduğunu hissetti. Bunun üzerine Mısır'ın yöneticisi Mehmet Ali Paşa'ya bu harekete kar­şı çıkması için gereken talimatı gönderdi. Böylece Abd'ul-Vehhab'ın hareketi savaş meydanına girmiş oldu. Bu girişimlerin kimisinde Abd'ul-Vehhab'ın adamları başarılı oldu, kimisinde de yenildi.

Abd'ul-Vehhab'ın davetinin esası arı bir tevhiddir. Buna göre tev­hid tanıklığının anlamı Lâilâhe illellâh; Allah'tan başka ilah yoktur sö­zünü ihlasla söylemekle gerçekleştir. Bu hareketin bağlılıkları kendile­rine muvahhidler adını vermektedirler.

Bu hareketin esası tevhide karışan herşeyden müslümanlarm inançlarını soyutlayıp arıtmaları gerektiği üzerine kuruludur. İbadet edilecek tek varlık Allah'tır. O'nun ne insan, ne hayvan, ne de cansız varlıklardan hiç bir ortağı yoktur. Kur'an'ın ifadesiyle: Dikkat et! Hâ­lis din yalnız Allah'ındır. (Zümer/3)

Abd'ul-Vehhab'a göre "Lâilâhe illellâh" inancının anlamı nıüslü-manlar katında gerçekleşince üstün bir güce sahip olurlar. Öyle bir iti­bar elde ederler ki bunun ötesinde bir itibar yoktur. Böyle olunca da es­ki şerefli günlerine dönerler.

Zira böyle bir inanç müslümanı herhangi bir insana boyun eğmek­ten ve kulluk etmekten kurtararak onu tek olan Allah'a ibader eder ha­le getirecektir. Allah'tan başka varlıklardan hiç birinin Hz. Allah'ın oto­ritesinde etkisi yoktur. Yaratan Allah'tır, rızık veren Allah'tır. Dilediği­ni yapan Allah'tır, her şeye gücü yeten Allah'tır. Fayda veren Ö'dur, za­rar veren O'dur. Herşeyin mülkiyeti O'nun elindedir. Şam yüce Allah bu hususta Al—i İmran suresinde şöyle buyuruyor:

(Rasûlüm!) De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mül­kü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elinde­dir. Gerçekten sen herşeye kadirsin." (AI-i İmran/6)

Şuara suresinde de şöyle Duyuruluyor:

"(Rasûlüm!) Onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani, o babası­na ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz ve tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler. İbrahim "Peki" dedi "yalvardığımzda onlar sizi işitiyorlar mı, yahut fayda veya zarar verebiliyorlar mı?"

Şöyle cevap verdiler: "Hayır, ama biz babalaramızı böyle yapar bulduk."

İbrahim dedi ki: "İyi ama, sizin, ve önceki atalarınızın neye taptı­ğını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düş-manımdır; ancak alemlerin rabbi (benim dostumdur). Beni yara­tan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Benim canımı ala­cak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağış­layacağını umduğum O'dur." (Şuara/69-82)

Abd'ul-Vehhab ayrıca tevhid akidesini tüm sebepleri var eden tüm varlıkların rabbi olan Allah'a inanma eksenine oturtmuştur. Hüküm koyma yetkisi sadece Allah'ındır. ,Allah'ın hükmünden başka hüküm yoktur. Birşeyi helâl ve haram kılma hakkına O'ndan başka sahip olan yoktur. Kur'an'm ifadesiyle:

Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur. (En'am/62)

Kanun koyucu yalnız Allah'tır. Helâl ve haram kılan sadece O'dur. Peygamber ise elçisi ve gönderdiği kitabın tebliğ edicisi ve açıklayıcı-sıdır. Kitap ve sünnet din hükümlerinin dayanağı ve kaynağıdır. Bu iki kaynağın dışında hiç bir kimesenin sözü din konusunda delil olamaz. Kelâm ve fıkıh âlimleri bir din ortaya koyamazlar. Onların içtihatları kitap ve sünnet doğrultusunda olduğu sürece kabul edilir.

Abd'ul-Vehhab'ın davetinin başka çalışma alanları ve onlara göre tevhid inancına ters düşen olgular vardır. Bir örnek olarak bunları şöy­le ifade edebiliriz:

1. İnsanların ziyaret edip (el ve yüz) sürdükleri türbeler.

2. İnsanların, evliyaların hürmetine kendilerine gelecek kötülükle­ri defedip onlardan iyilikler bekleyip onlara adakta bulunması.

3. İnsanların birtakım ağaç, taş ve mekanların kendilerine mutlu­luk veya fayda vereceğine inanması.

4. Yüksek, sağlam, süslü ve boyalı kabirler. Bunlar dikili taş veya put gibidir.

5. Çeşitli puta tapma ve cahiliye dönemi kalıntısı uygulamalar.

Tevhide aykırı olan ve İslâm'ın ruhuna uymayan bu olgulara, Abd'ul-Vehhab'a göre kendisine uyanlarla birlikte karşı koymak vacibtir.

Yolu kesilmesi gerekli bir takım işler de vardır. Bunlar bazı insan­lardan şefaat ummak, onları Allah'a yaklaşmak için aracı kılmak, on­lardan yardım dilemek ve onlara adakta bulunmak gibi uygulamalardır.

Belirli camileri ziyaret için yolculuğa çıkmak, (bazı kimselerin kabirlerine) kubbe ve türbe yapmak, buraları ipekli bezlerle örtmek çevresini dolaşarak buralara el yüz sürmek gibi uygulamalar da bu tür­dendir.

Diğer dinlerdeki ruhbanlığa benzer şekilde İslâm'da yalancı sufi-ler türemiştir. Bunlar oluşturdukları toplantıları ile, çaldıkları tefleri, zıplayarak yaptıkları zikirleri, söyledikleri şarkıvari ilahileriyle, oku­dukları dualar ve takındıkları muska gibi şeyler ile ve (içinde bulun­dukları yolu ve şeyhlerini) aşırı şekilde Övmeleri ile bilinmektedirler. Abd'ul-Vehhab'a göre bütün bunlara karşı çıkılmalıdır ki din sırf Allah için olabilsin.

Acayip bir şeydir ki Abd'ul-Vehhab gençliğinde tasavvuf araştır­maları ve işrak felsefesi ile meşgul olmuştur. O bu çalışmalarının so­nunda selef yolunu seçmiş, tasavvufçuların iddialarını ve sapıtmaları­nı, bir takım kuruntu ve bidatleri inkar etmiştir. Sonuç itibariyle Abd'ul-Vehhab ile tasavvufçular arasında kuvvetli bir düşmanlık orta­ya çıkmış ve bu husus meşhur hale gelmiştir.

Bu düşmanlık zaman zaman sakinleşse de günümüze kadar gel­miş ve süratli alevlenmeler göstermiştir.

Abd'ul-Vehhab'da olduğu gibi Muhammed Abduh ve onun en bü­yük talebesi ve kendisinden sonra yerine geçen Reşid Rıza da ilk baş­larda tasavvuf kitaplarına yönelmişler daha sonra bunları bırakıp selef yoluna yönelmişlerdir.

Şeyh Abd'ul-Vehhab'ın inancına göre müslümanların zayıflaması­nın sebebi itikatlanndaki bozulmadır.

Ahmed Emin bu noktayı şu sözleri ile açıklamaktadır:

Muhammed Abd'ul-Vehhab ve onun yolundan gidenlere göre gü­nümüzde müslümanların zayıflayıp kişilik değerlerinin düşmesi­nin tek sebebi inanç meselesidir.

İlk zamanlarda İslâm inancı her türlü şirkten temiz ve berrak bir şekilde idi. Lâ ilahe illalah'ın manası insanın benliğinde taşlara, putla­ra, büyük bilinen kimselere değer vermekten daha üstün idi. Tevhid inancı hak yolda ölmekten korkmamak idi. Sonunda ne çeşit eziyet olursa olsun iyiliği emredip kötülüğe karşı koymaktan çekinmemek idi. Zulmü ortadan kaldırmak ve hakkın bayrağını yükseltmek uğrun­da harcanmayan hayatın bir değeri yoktur. İşte müslüman Arablarla ca-hiliye dönemi Arabları arasındaki tek fark budur. Onlar İslâm dininin berrak inancı ile gazalar yaptılar, ülkeler fethettiler ve hakim oldular. Sonra ne oldu? Sonra İslâm akidesinin değişmesinden başka bir şey ol­madı. Sonraları müslümanlar tevhidin yüceliğinden şirk bataklığına düştüler. Ağaçtan, taştan, tahta parçasından, ermişlerin kabirlerinden ilahlar edindiler. Genel hayatlarında Allah'a ortak koşmaya yöneldiler. Mesela bazı kimseler evliyadan birinin hoşnutluğunu kazanırsa mah­sulünün iyi olacağına, fakat onu kızdırırsa tarlasından mahsul alama­yacağına inanıyor. İneğini Seyyid Bedevi'ye adarsa inek Ömürlü olur, adamazsa Ölürmüş! Bir takım hastalık, zenginlik ve fakirlik problem­lerinde de benzer düşüncelere sahip olanlar vardır. Bunlara göre bu olayların hepsi Allah'ın tabiata koyduğu kanunlara değil, ruhların ga­zabına veya rızasına bağlıdır.

Böylesine taşa, ağaca ve ruhlara boyun eğen zayıf kişilikli kimse­ler, zalim yöneticilere ve devlet adamlarına karşı duramaz, onlara iyi­liği emredip kötülüklerine engel olamaz. Bunlar tahta ve taş parçaları­na boyun eğdikleri gibi zenginlere ve yöneticilere de boyun eğerler. Geçen her yüzyılda ilahların sayısı artıyor. İlah sayısı arttıkça insanla­rın perişanlığı da artamaktadır. Nihayet İslâm dünyası efendiliğini kay­betmiş gücü kuvveti yok olmuştur. İslâmiyet'in ilk zamanları ne ile düzgün ve mükemmel hale gelmiş ise, sonu da onunla düzelecekitr. Mutlaka gerçek tevhidin ve gerçek şerefin hükümran olduğu İslâm'ın ilk günlerindeki hayata dönülmelidir. Ortadaki bidat ve hurafeler ise mutlaka yıkılmalıdır; bu husus iyilikle gerçekleştirilebilirse ne ala, yoksa kuvvete baş vurulmaladır. Yardım edecek olan Allah'tır.

Abd'ul-Vehhab'ı giriştiği bu harekette gösterdiği gayret ve sabır sebebiyle takdir ederken Diriyye emiri İbn Suûd'un gayretlerini gözar-dı etmemek insaflı olmanın gereğidir.

Abd'ul-Vehhab ilk sıralarda Uyeyne emiri olan Osman b. Hamd b. Ma'mer'in yardımlarını görmüş idi. Fakat bu zat bir süre Abd'ul-Veh-hab'ı giriştiği harekette desteklemişken daha sonra ona olan yardımını kesmiştir. Bunun üzerine Abd'ul-Vehhab 1157 hicri tarihinde Necid böl­gesindeki Diriyye şehrine gitti. Diriyye emiri olan, bugün Suudi Arabis­tan'ı yöneten ailenin başı Muhammed b. Suud, Abd'ul-Vehhab'ı iyi bir şekilde karşılayıp, onu destekleyerek kendisine sevecen davrandı.

Muhammed b. Suud.Şeyhin davası uğruna askerleriyle onu'des-teklereyerek bu yolda para ye kan dökerek pek çok fedakarlıklar yap­tı. Muhammed b. Suud sağ oldukça bu desteğini sürdürdü. Ondan son­ra kral Abd'ul-Aziz ve onun oğlu Suud bu desteği sürdürerek Abd'ul-Vehhab'a karşı gelenlerle savaştılar. Böylece Abd'ul-Vehhab'in hareke­ti Arab yarımadasının doğusunda, Hicaz ve Yemen'de yayıldı.

Abd'ul-Vehhab'ın çocukları ve torunları Suud yöneticileri katında Önemli bir yere sahip bulunmaktadır. Abd'ul-Vehhab'ın soyundan ge­lenlere Beyt'uş-Şeyh denmektedir.

Abd'ul-Vehhab hicretin 1206 yılında (Miladi 1792) Şevval ayının 29. gününde Diriyye şehrinde vefat etmiştir.  ,

Abd'ul-Vehhab'ın 18 çocuğu olmuş, arkasında insanların akılları­nı ve fikirlerini hala meşgul etmekte olan ve yankılar bırakan sesler bı­rakıp gitmiştir.

Abd'ul-Vehhab'm çoğunluğu küçük hacimli olan bir hayli kitabı vardır. Bu kitapların listesi aşağıdadır:

l. Kitab'ut-Tevhid

2. Keşfüş-Şübühat

3. Tefsir'ul-Fatiha

4. Tefsir'uş-Şehadet-i Lâ ilahe illellah,

5. Müfid'ul Müstefid

6. El-Emru bil Ma'ruf ve'n-Nehy-i an'il-Münker

7. Kitab'ul-Kebâir

8. Risaletunfi enne't-Taklide Caizun La Vacibun

9. Marifet'ul Abd-i Rabbehu ve Dinehu ve Nebiyyehu

10. El-Mesailu Elleti Halefe fiha Rasûlullah'ı Ehl'el-Cahiliyyet

11. Fadl'ul-İslâm

12. Nasihat'ul-Müslimin

13. Mecmuatu-Huteb

Abd'ul-Vehhab'ın başlattığı hareket, müslümanlar arasında yeni­likçi ve ıslah davetçisi olan pek çok kimseyi doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir. Bunlardan bazılarının adını aşağıda anıyoruz:

1. Hindistan'da dini bir lider olan Seyyid Ahmed.

Bu zat miladi 1822 yılında hacca gitmiş, orada Abd'ul-Vehhab'ın davetinden haberdar olmuş ve bu hareket hoşuna gitmiştir. Memleketi­ne döndüğü zaman Pencap'da inşaları Abd'ul-Vehhab'm yoluna davete başlamıştır. Şiddetli bir şekilde bidat ve hurefelere savaş açan Seyyid Ahmed adeta devlet gibi bir Vehhabi teşkilatı kurmuştur. İşgalci İngiliz Hükümeti Seyyid Ahmed sebebiyle pek çok güçlükle karşılaşmıştır.

2. Muhammed b. Ali Şevkani.

Yemenli olan bu zat hicri 1172 yılında doğmuş, 1255 yılında ve­fat etmiştir. Şevkani fıkıhta içtihatta bulunmuş, İslâmi düşünce alanın­da ıslahat yapılmasına taraftar olmuştur. Şevkani, İbn Teymiye'nin Munteka'l-Ahbar isimli kitabını şerhettiği Neyl'ul Evtar adlı kitabı ile meşhur olmuştur."

Şevkani içtihada davet etmiş, taklidçilik, mezarları ve mezarlara gömülen kimseleri Allah'a aracı gibi değerlendirme fikri ile savaş­mıştır.

3. Bağdat'ta Âlûs'ul Kebir

4. Afganistan'da Cemaleddin Efgani

5. Mağrib ülkelerinde geniş bir şekilde yayılan Senusi hareketini gerçekleştiren Muhammed b. Ali Senusi

6. Şam'da Cemaleddin Kâsimi

7. Tunus'da Hayereddin Tunusi

8. Behubalde Sıddik Hasan Han.

9. Kalkütada Emir Ali

10. Muhammed Abduh.

Abduh bidatlere karşı savaşmış, ictihad kapısının açılması ve Kur'an'ın akılcı bir şekilde tefsir edilmesi çağrılarında bulunmuştur.

Abduh'un geniş kültürü, Fransızca bilmesi ve siyasetle olan ilişki­leri çalışmalarında kendisine yardımcı olmuştur.

Abd'ul-Vehhab'ın hareketinden etkilenenlerin hepsini saymak işi uzatacaktır.

13. hicri asrın müceddidi sayılan Şeyh Abd'ul-Vehhab'a Allah rah­met eylesin

 

Tarihçi Ve Edebiyatçı Ebu Şâme

 

SORU: Ebu Şâme adını çok işitmekteyiz. Bu zat kimdir? Halen var olan eserleri nelerdir?

CEVAP: Ebu Şâme bize şamme kelimesinin ifade ettiği anlamı ha­tırlatmaktadır. Şamme vücutta bulunan, bulunduğu vücudun yapısına ters düşen bir alemettir. Bir diğer deyişle bedende bulunan siyah bir izdir.

Ebu Şâme Eyyubiler döneminde Şam'ın bildiği en büyük ilmi şah­siyetlerden birinin künyesidir.

Ebu Şâme her biri araştırmaya, yayınlamaya layık değerli eserle­rin sahibidir. Sol kaşı üzerinde bulunan büyük bir ben yüzünden ken­disine Ebu Şâme denmiştir. Lakabı ve soyu ile meşhur olmaktan çok bu künyesi ile meşhur olmuştur. O aynı zamanda Ebu Muhammed ve Ebu'l-Kasım lakapları ile de tanınmaktadır.

Ebu Şâme hadis âlimi, fakih, kıraat âlimi, lugatci, hafız, müctehid, allame ve değerli kitaplar kaleme alan bir ilim adamıdır.

Zamanında dindarlık, ilim, namus ve emanete riayet hususunda onun bir benzeri yoktu.

Asıl adı Şehabeddin Abd'ur-Rahman b. İsmail b. İbrahim b. Os­man b. Bekir b. İbrahim b. Muhammed el-Makdis'tir. Kendisi Şamlı ve Şafii mezhebindendir.

Ebu Şâm'nin dedeleri Kudüslüdür. Büyük dedesi Muhammed b. Ahmed Tûsi kıraat âlimi, sufi ve Sahra caminin imamı idi. Kudüs Av­rupalılar tarafından işgal edildiğinde hicri 492 tarihinde işgalciler tara­fından öldürülmüştür. Bunun üzerine aile diğer göç edenlerle birlikte Şam'a göçmüş ve orasını vatan edinmiştir.

Ebu Şâme, hicretin 599 yılında Rabi'ul-Âhirin 23. Cuma gecesin­de Şam'da doğu kapısı bölgesinde Derb'ul-Fevahir denilen yerde dün­yaya gelmiştir.

Ebu Şâme'nin aslı Kudüs'ten olmakla beraber, kendisi Şam'da do­ğup, orada yetişmiş ve orada vefat etmiştir.

Ebu Şâme hayata gözlerini açar açmaz gizli ve ulvi bir güç onu Kur'an'a doğru çekmiştir. Henüz on yaşında iken Kur'an'ı ezberlemiş, 17 yaşında iken yedi kıraat'i tamamlamıştır.

Hz. Allah küçüklüğünden beri ona Kur'an'ı ezberlemeyi ve ilimle meşgul olmayı sevdirmiştir. Babası onun bu durumunu "Kur'an'ı ez­berledim" deyinceye kadar anlayamamıştır. Kur'an'ı ezberledikten sonra kıraat ilimleri, fıkıh, Arabça, hadis, tarih ve biyografi gibi diğer ilimlerle meşgul olmuş, bu ilim dallarında pek çok kitap yazmıştır.

Kendi yazdığı Zeyl'ül Ravdateyn adlı kitabında bildirdiğine göre 616 hicri tarihinde yedi kıraati Buharı adında bir hocasının huzurunda okumuş ve Muvaffak, Abd'ul-Celil b. Mendûye ve bir grup âlimden ilim almıştır.

Fevat'ul Vefeyat isimli eserin sahibi Ebu Şâme hakkında şöyle di­yor:

On yaşıdan önce Kur'an'ı ezberlemiş, 616 yılında tüm Kur'an'ı Alem'ud-Din Sehavi isimli hocasına okumuş, İskenderiyye'de Şeyh Ebu'l-Kasım Abd b. Abd'ul-Aziz'den ve başkasından ilim tahsil edip 39 yaşlarında iken hadis ilmine özen göstermeye başladı. Hadisleri bizzat kendisi okur, çocuklarına dinletirdi. Bir çok ilim dalında kitap yazdı, iyi derecede fıkıh tahsil etti, ders okutup fetva verdi, Arabçada üstün bir seviyeye geldi.

Ebu Şâme, İbn'ul-Cevzi'nin torunu tarafından verilen her vaaz toplantısına katılırdı. Bu toplantılar Ebu Şâme için yararlı olmuş ve onun çeşitli ilimler öğrenmesine imkan tanımıştır. Onun ilimde olgun­luğu dışarıya da vurmuş erken yaşlarda henüz 25 yaşında iken saçı ve sakalı ağarmıştır.

Ebu Şâme fetva hususunda güçlü bir hale geldi. Pek çok ilim ada­mından ilim almışır. Hafız Ebu Tahir Selefi, Ebu'l-Ferec Sekafi, Ebu Tahir Berakad b. İbrahim Huşui bunlardandır.

Ebu Şâme Alem'ud-Din Sehavi, Muvaffak el-Makdis, Fahr b.

Asâkir, İzz b. Abd'us-Selam ve Takiy b. Salah gibi zamanının ilim adamları ile devamlı birlikte olmuştur.

Ebu Şâme kendisinden söz ederken küçük yaşta iken Şam cami­sinde Kur'an'ı ezberlediğinden söz ediyor. Ayrıca Fahreddin Ebu Man-sur b. Asâkir gibi ilim adamlarına bakar, müslümanlara nasıl fetva ver­diğini, insanların ona olan ihtiyacını, Hz. Peygamber'in hadislerini âlimlerden nasıl dinlediklerini rivayet edermiş. Kartal kubbesi denilen yerin altında hadis derslerini, Takviye medresesindeki fıkıh derslerini insanların ne derece bir ilgi ile izlediklerini görünce kendisinin de ilim­de bu dereceye ulaşmasını temenni eder, insanların fetvalarından ya­rarlanmasını düermiş. Hz. Allah Ebu Şâme'yi temennisinden daha yük­sek derecelere ulaştırmıştır.

Ebu Şâme, babası ile beraber 621 hicri yılında haccetmiş, bir se­ne sonra tekrar hacca gitmiştir. 624 yılında da Kudüs'ü ve 628 yılında Mısır'ı ziyaret etmiştir. O sıralarda Iskenderiyye, Dimyat ve Kahire'de bulunan ilim adamları ile toplantılar yapmıştır. Daha sonra fetva ile meşgul olmak, eserlerini yazmak ve ilmi çalışmalar yapmak üzere sü­rekli Şam'da kalmayı tercih etmiştir.

Ebu Şâme Şam'da Eşrefiyye ve Rukniyye medreselerinde ders ve­rir, Adiliyye de fetva verirdi. Kendisi hakikati söylemek ve bidatlere karşı savaşmak hususlarında cesareti ile meşhur idi. İhtimal ki bu, ho­cası İzz b. Abd'us-Selam'ın Ebu Şâme üzerindeki etkisindendir.

Ebu Şâme çeşitli vazifeler üstlenmiştir. Eşrefiyye türbesinde Şeyh'ul-Kurralık gene Eşrefiyye medresesinde hadis hocalığı ve Ruk­niyye medresesinde ders okutmak bunlardan bazılarıdır.

Ebu Şâme ictihad mertebesine ulaşmış bir âlimdir. Kendisinden istifade eden talebeleri olduğu gibi camide ve Eşrefiyye türbesinde ta­rih konusundaki derslerini, Ravdateyn isimli kitabını ve diğer kitapla­rını dinlemek üzere memleketin ileri gelen değerli insanları toplanırdı.

Talebelerinden birisi olan Kalan'ıs oğullarından Muhsin'ud-Din b. Ali b. Muhammed Teymi -ki bu soylu ve içinde bulunduğu topluluğun başıdır- bir şiirinde hocası olan Ebu Şâme hakkında şöyle diyor:

Yemin ederim ki hoşnuduz tüm cemaat ve ben

Bir bahçeyi dolaşırcasına senin tarihini dinlemekten

Öyle bir bahçe, ki senin tarihin Çiçeklerini salıvermiş Kitab-ı Ravzateyn'in

Allah desteklemiş hocamızı, o bir tanedir. Kısa ve uzun açıklamalarda şahanedir.

O akılda zirvedir, yücelikte yoktur eşi Fetvanın parlayan yıldızıdır, ilmin güneşi.

Şu kimseler kendisinden kıraat ilmini almışlardır: Şeyh Şehab'ud-Din Kefevi, Şahab Ahmed Lebban, Zeyn'ud-Din EbubekirYusuf Mez-zi ve bir grup kimse. Ayrıca Şeyh Şeref ud-Din Fezâri el-Hatib, Şatı-biyye şerhini Ebu Şâme'nin huzurunda okumuştur.

Ebu Şâme Şam'da yaşadığı sıralarda Şâfiilerle Hanbelîler arasın­daki ateşli düşmanlıktan kendisini kurtaramamıştır. İhtimal ki karşılaş­tığı güçlükler, onun genç yaşta saçında ve sakalında ihtiyarlık belirtisi olan beyazlığın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. O genç yaşında Al­lah tarafından hem şekil, hem manevi bakımdan ihtiyarlığın olgunlu­ğuna erdirilmiştir.

Onun bu durumunu fazilet erbabından bir zat aşağıdaki şiirde di­le getirmiştir:

Yirmi beşinde ağarırsa saçları bir kişinin Ayıplanacak yanı yoktur yaptığı işinin

İnsanlar bilemediler kadrini ak saç var diye başında Nurlandırdı ilim onu, ağarttı saçını genç yaşında

Nur dolu idi hem kalbi, hem de yüzü Göremedi ondaki nuru şüphecilerin gözü

Genç idi ama yaşlılardan ayrılmazdı vallaha Bu hali yaklaştırmıştı onu Allah'a

Ebu Şâme alçak gönüllü, güçlükleri göğüsleyen bir kimse idi. Ömrünü sakin bir şekilde geçirmiştir. Dünyalığa sahip kimselerin ya­nına gitmez, makam sahibi olmak için gayret etmezdi. Kendisine ye­tecek kadar bir şeye ve sağlığa sahip olmayı hiç bir şeyden üstün tut­mazdı.

Ebu Şâme hayatı hakkında yazdıklarında kendisi hakkında görü­len rüyaları anlatmaktadır. Kendisinin ifade ettiğine göre çağdaşları onu ilimde, içtihatta, vera ve takvada bir önder olarak görmekte idi. Hatta çağdaşlarından bazıları onu peygamber gibi görmüşler. Ebu Şâ­me hayatını anlatırken yer verdiği bu rüyaları hangi gerekçeye dayana­rak zikrettiğini az sonra söyleyecektir.

Bu rüyalardan birisi annesinin gördüğü rüyadır. Küçük yaşlarda iken annesinin haber verdiğine göre annesi şöyle bir rüya görmüş. O zamanlar, Ebu Şâme okula gidiyormuş. Tüm öğrencilerin aksine o okumayı seviyor ve bu konuda hırslı davranıyormuş. Babası da bu du­rumdan çok memnun imiş. Annesinin anlattığına göre daha Ebu Şâ­me'ye hamile iken rüyasında kendisini bir minarenin tepe noktasında­ki hilalin yanına çıkmış vaziyette orada ezan okurken görmüş. Kadın­cağız rüyasını bir tabîrciye anlatmış. Rüyasını şöyle tabir etmiş: "Yer yüzünde hayır ve ilimle her yerde anılacak bir erkek çocuk dünyaya getireceksin."

Ebu Şâme 624 yılında daha çocukluk çağında iken gördüğü bir rü­yayı şöyle anlatıyor: Ebu Şâme Hz. Ömer'in Frenklere karşı Şamlıları desteklemek üzere geldiğini görüyor. Hz. Ömer Ebu Şâme'ye Özel bir ilgi göstererek kendisine müslümanlarm işleri ile ilgili bazı hususları havale ediyor ve özel olarak konuşarak omuzunu kendi omuzuna dayı­yor. O derece ki insanlar, Hz. Ömer'in ne yapmak istediğini Ebu Şâ-me'den soruyorlar.

Bu rüyanın gösterdiğine bakılarsa Ebu Şâme insanlarla Hz. Ömer arasında aracı olmaktadır.

Hicri 623 yılında Ebu Şâme bir rüya daha görüyor. Ebu Şâme ile fakih İzz b. Abd'us-Selam Mescid-i Aksa'da rahmet kapısı denilen ka­pının iç kısmında bulunuyorlarmış. İzz b. Abd'us-Selam kapıyı açmak stiyormuş. Fakat bir kimse kapının açılmasına engel olmakta imiş.

Ebu Şâme ile birlike İzz b. Abd'us-Selam kapının kanatlarını ardı­na kadar açmışlar.

Bundan bir sene önce Cumadiye's-Saniye ayında Ebu Şâme bir rü­ya görüyor. Rüyasında müslümanlar çok sıcak bir ortamda Cuma nama­zı kılıyorlarmış. Ebu Şâme susuzluktan bir zarar gelecek diye korku-yormuş. Yakınlarda da bir su yokmuş. Ebu Şâme yakınlarda bir su ve boş bir havuz görmüş. Müslümanların namazdan çıktıklarında bu sudan içmeleri için yakındaki sudan havuza dökmeyi düşünmüş. Kendisinden önce tanımadığı bir adam havuza bir iki kova su dökmüş. Daha sonra Ebu Şâme sayısını bilmediği kadar kovalarla havuza su dökmüş.

Minhar b. Mazin el-Harabi Ebu Şâme'yi üzerine bir heykel takmış olduğu halde "rüyasında görmüş. Minhar, ona: "Bakın filan adama, Al­lah'ın kelamını üzerine nasıl asmış?" diyormuş.

Büyük bir kadın, Ebu Şâme'yi rüyada şöyle görmüş: İyi insanlar­dan oluşan bir topluluk Şam'ın sulak ve otluk bölgesindeki Beyt-i Se-va köyünde camide toplanmışlar, kendilerine "Bu durum nedir?" diye sorulduğunda, "Bir peygamber beklemekteyiz gelip bize namaz kıldı­racak" cevabını vermişler. Rüyayı gören kadın diyor ki: "Bekleyen kimselerin yanma Ebu Şâme gelip namaz kıldırdı."

Ebu Şâme gerek kendi gördüğü, gerek başkaları tarafından görü­len rüyaları anlatmasının gerekçesini şöyle anlatıyor: "Bu satırları sa­dece Kur'an'da emredildiği üzere Allah'ın nimetini dile getirmek üze­re yazmış bulunuyorum. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an. (Duha/11) Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:

Müjdeli şeylerden sadece müminin gördüğü veya ona gösterilen rüyalar kalmıştır.

Allahım! Bu nimetlerine şükretmeye muvaffak kıl ve sonunu ha­yırlı eyle. Bizim (hatalarımızı) dünyada ve ahirette ört. Bir kötülüğe düşmekten koru ve seni anmayı bize unutturma.

Ebu Şâme, tarihçilerin ifade ettiğine göre pek çok şiir yazmıştır: Bu şiirlerden bazıları hoş, bazıları iyi düzeyde değildir. Allah onu da bizi de bağışlasın.

Onun şiirlerinden biri sevdiği ve gönlünün meylettiği yalnız yaşa­makla ilgilidir. O bu şiirinde şöyle diyor:

Nefsim ve ırzımla insanlardan uzak dururdum Böylece onları olacak saldırılardan korurdum

Evimde uzun süre yapayalnız oturdum

Sözüm, fiilim ve niyetimle herşeyden uzak durdum

Ancak fıkıh medreselerine takıldı kaldı gönlüm Onlardan da kurtulurum vallahi bir gün

Ben güçsüz ve zayıf bi kul'um Korkarım ölüme uğrar bir gün yolum

Rabbim kaderime yazmış bir yazı Ölünceye kadar yalnızlığa değilim razı

Herkes gibi bana da bir gün ölüm gelecek Rabbim çektiklerime inanırım ki ecir verecek.

Ebu Şâme çoğu kere kanaatkar ve şerefli olmak hususunda şiir söylerdi. Bu husustaki şiirlerinden biri şöyledir:

Bir giysi bir de lokma için dökmeli ter Kanaat etmeli bu kadarı yaşamaya yeter

Fazla mülküm olsun dese de insan her ne kadar Çok dünyalığın insan nefsine zararı var.

Aynı konuda bir diğer şiiri de şudur: Kanaatle şerefli sona ererim ben Bereket yağar kanaatkâr'a her dem

Allahım, kanatkârlığımı hayırlısıyla tamam et Lutfeyleyip bana ihsan eyle sıhhat ve afiyet.

Ebu Şâme, bir gün kendisinde, yazan Sehavi'nin elyazısı ile yazıl­mış Vesile isimli kitabı gördüğü kimseye bir şiir yazarak, kitabı ema­net olarak şöyle istemiştir:

Ey! Kendisini saydığım her dem Kendisinde var olan güzellik ve erdem

Sen gayret eder çırpınırsın ömür boyu Sevinsin dostlarım diye, gösterirsin güzel huyu

Hâlâ meşakkat var ermek için kemâle Yoruluyor insan sevdiğine ermek için visale

İlim peşinden koşan, dinlemez mükafat ve ceza Aşık olur ilim Öğrenmeye bakmaz çoğa aza

Dinle de şu dostunun gönülden hitabını Gönder ona emanet olarak Vesile kitabını

Ebu Şâme, hadis-i şeriflerde insanlara zararlı olduğu bildirilen teh­likeli halleri şiir halinde ifade etmekten hoşlanırdı. Bunlardan birisi şu hadiste bildirilen hususları dile getiren şiirdir. Önce hadisi görelim:

Helak edici (öldürücü) yedi şeyden sakınınız. (Hz. Peygamber'in etrafındakiler) "Onlar nelerdir ey Allah'ın Rasûlü?" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Allah'a şirk koşmak, büyü yapmak, haklı olmanın dışında Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftira etmek.

Ebu Şâme bu hadisi şiir halinde şöyle ifade etmiştir:

Şirk koşmak, sihir yapmak bir de malını yemek yetimin Faiz yemek ve namuslu kadına iftira etmek neyine senin.

İnsan Öldürmek ve savaştan kaçmak insanı yer bitirir Bu kötülükler hadiste sayılmış, hepsi yedidir.

Bir başka örnek de şudur: Hadiste buyuruldu ki:

Yedi kimseyi, Hz. Allah kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmayacağı günde gölgelendirecektir: Adaletli yönetici, Allah'a İbadet ederek yetişen genç, kalbi (namaz hususunda) camiye takı­lı olan kimse, Allah sevgisi üzerine birleşip ayrılan iki (dost) kim­se, kendisini güzel ve itibarlı bir kadın zinaya davet edip de "Al­lah'tan korkarım" diyerek, kadının davetini reddeden kimse, sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayacak şekilde verdiğini gizleyerek veren kimse, kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah'ı zikrederek göz yaşı döken kimse.

Ebu Şâme bu hadiste bildirilenleri şiirle şöyle ifade etmiştir:

Bir yönetici şayet olursa adaletli Bir genç ibadetinde olursa istekli

Bir de Allah'ı anıp döken gözünden yaş Allah için birbirini seven iki arkadaş

Allah korkusundan günahtan kaçan Sadakasını Allah yolunda cömertçe saçan

Kalbini namaz yüzünden camiye bağlayan Gölgelendirecek bunları esirgeyip yarlığayan

O gün Allah'ın gölgesinden başka gölge yok Bunları unutursan hatırlamaya bu şiirin faydası çok.

Aynı hadisi bir başka şiirinde şöyle ifade etmektedir:

Diyor ki Habibullah Mustafa yedilisi var Bunlar Allah'ın gölgesinde yerlerim alacaklar

Biri Allah için seven ve kendini ibadete veren Birisi Allah için kötülük yapmamanın zevkine eren

Diğeri bir gençtir ki ömrünü ibadetle geçirir Bir başkası da sadaka verip yedirir içirir

Bir diğeri Allah için aşk ile göz yaşı döken Biri de adaletten ayrılmaz yönetici iken

Söylendiğine göre Ebu Şâme'nin bazı görüşleri öldürülmesine se­bep olmuştur. Hiç suçu olmayan konularda kendisini suçlamışlar ve Hanbelîleri onun üzerine kışkırtarak onu ezdirmişlerdir.

Hadis âlimlerinden bir gruba göre Ebu Şâme zulme uğramıştır. Kendisini öldürenler, daha Önce gelip onu öldürmek için dövmüşler, fakat o ölmemiştir. Kendisine, "şikayet etmeyecek misin?" diye soran­lara şu şiiriyle cevap vermiştir:

Dedim ki şikayetin yok mu? diyene ne gam ne de yük Tecelli eden kader ne muazzamdır; ne büyük?

Yüce yaradan kulları hakkında hükmünü verir Hakkı olanın hakkını verip gönülleri dindirir.

Tevekkül ederek dertlere derim ki çekil! Bize Allah yeter, o ne güzel vekil.

Ebu Şâme'yi döven kimseler daha sonra geri dönüp, hicretin 665 yılı Ramazan ayının 19. salı gecesi onu öldürdüler. Cenazesi Feradis kapısı denilen yere veya Kisan kapısı kabristanlığına defnedildi.

Ebu Şâme'nin şöhreti en çok tarih dalında yazdığı Ravdateyn isimli kitabı ile yayılmıştır. Bu kitap İbn'ul-Esir, Imad el-Isbahani, İbn Şeddad, Kalanisi, Kadi Fadıl ve Halepli şii bir tarihçi olan İbn Tay'yin eserlerini incelemek için çok önemli bir başvuru eseridir.

Kitap Selahaddin Eyyubi'nin vefat yılı olan hicri 589 yılı olayla­rına kadar bilgi veriyor. Ebu Şâme daha sonra Ravdaîeyn'e Ek isimli kitabını kaleme alıyor. Bu eserinde Ebu Şâme net bir şekilde ve dik­kat çekecek bir tarzda olaylan vermekte zamanının olaylarım en gü­zel bir şekilde kaydetmektedir. Bu eser 665 yılının olaylan ile sona ermektedir.

Ebu Şâme'nin eser yazmakta üstün bir başarısı vardı. Pek çok ilim dalında kısa veya uzun değerli kitaplar yazmıştır. Ebu Şâme'nin kitap­larının bir listesini veriyoruz:

1. Şerh'ul Kasaia" in-Nebeviyye. Bu eser bir cild halindedir.

2. Ibraz'ul Meânifi Hırz'il Emani, Bu kitap Şâtıbi'nin kasidesinin büyük küçük olmak üzere iki adet şerhidir. Küçük olanı iki cilttir.

3. Ibn Asakir'in Tarih-i Dımesk isimli kitabının ihtisarı (Özetleme­si). Ebu Şâme bu eseri iki kez ihtisar etmiştir. Birincisi 20 cilt, ikinci­si 5 cilttir.

4. Kitab'ur-Ravdateyn fi Ahbar'id-Devleteyn'in-Nuriyyeti ve's-Sa-lahiyye. Bu kitap iki cilt olup, küçük bir cilt halinde de özetlenmiştir.

5. Ez-Zeylü Alâ'r-Ravdateyn

6. El-Kitab'ul Merkum fi Cümlelin Min'el-Ulûm. İki cilt halindeki bu kitap çeşitli ilim dallarına ait bilgiler içermektedir. Birinci cildinde Huîbet'ul Kitab'il Müemmel Li'r-Reddi ile'l Emri'l-Evvel adını verdiği büyük ilim hutbesi vardır.

7. Kiîabu Nur'il Mesrafı Tefsir-i Ayet'il-îsra.

8. Şerli ul Hadisi'l Muktefafi Meb'as'ın-Nebiyyil Mustafa

9. Dav'us-Sâri ila Ru'yeti Ma'rifet'il Bari

10. El-Muhakkak min İlm'il-Usulfima Yeteallaku bi Efâl-ir-Rasûl. lî. Kitab'ul-Besmele.

12. El-Bâis'u Ala İnkar'il-Bidei Vemâ ve'l-havadis

13. Kitab'us-Sivak ve ma Eşhebe Zalik

14. Muhtasaru Kitab'il Besmeleti ve Gayri Zalik.

15. Kesfu Hâl-i Beni Abid.

16. El-Vadıh'ul Halebi fi'r-Reddi Ale'l-Hanbelî

17. İkamet'ud-Delil

18. En-Nasihu Li Cüz'il Fâsıh

19. El-Usûl Min'el usul.

20. Müfredaî'ul Kıraati.

21. Şüyuh'ul Hafız el-Beyhaki

22. Mukaddimetün fi'n-Nahvi

23. El-Elfaz'ul Muarrebe

24. EUKasideî'ud-Dafia ve Kasidetanifi Menazil-i Tarik'ilHac.

25. Nazm-u Mufassal'iz-Zemahşeti

26. Nazm-u Uruz ve'l-Kavâfi

27. Nazm-u Şey'in min Mütesâbih'il Kur an

28. Şerh-u Arus'is-Semer

29.  Camiu Ahbar-i Mekke

30. Refun-Niza Li'r-Reddi ilâ'l Etba

31. El-Mezhebu fi İlm'il Mezheh

32. Niyyet'us-Siyam Vemâfi Yevmis-Şekki min'el-Kelam

33. Şerh-u Nazm'il Mufassal

34. El-Vlam Bima'na'l Kelimeti ve'l-Kelam

35. Şerh-u Lübab'it-Tehzib.

36. El-Urcûzetu fi'l-Fıkh

37. Zikr u Men Rakib'el-Hımar

38. Müşkilat'ul Ayât

39. Müşkilat'ul Ahbar

40. Kitab'ul Kıyame Al. Şerhu Ahadis'il Vasit

42. Belli bir düzeni olmaksızın çeşitli ilim dalları ile ilgili yorum­lar. Bu yorumlar Ebu Ali el-Farisi'nin Tarikat'ut-Tezkire kitabına, Ama­li Ta'lib ve Amali ez-Zeccac ve Kitab'ul Mücalese kitaplarına ait yo­rumlar ve bir takım şiir divanlarının ihtisarıdır.

43. îhtisar-u Tarih-i Bağdat

44.  Takyid'ııl Esma'il Müşkile

45. El-Mürsid'ul Veciz ilâ Ulumin Teteallaku bi'l-Kiîab'il Aziz.

Ebu Şâme'nin yazdığı kitapları bir liste halinde toplamak bizi yor­muştur. Tarihin ifade ettiğine göre Ebu Şâme tüm kitaplarını ve yazdı-ğı eserleri Şam'daki Adiliyye Kütüphesine vakfetmiş, fakat ne yazık ki bir yangın kitapların çoğunu yok etmiştir.

Kütüphanenin büyük bir kısmına böyle bir musibet isabet etmiş olmasına rağmen, orada hala Ebu Şâme'nin kitaplarından büyük bir kısmı mevcuttur. Bunlardan bir kısmı yazma, bir kısmı ise basılmış haldedir.

Bu dev ilim adamının eserleri, incelemek ve yayınlamak için sar-fedilecek gayretlere muhtaçtır. Bu zatın ilimdeki derinliğini ve üstünlüğünü ortaya koymak, eserlerini telef olmaktan koruyup ebedileştir­mek için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

Hz. Allah Ansiklopedi çapında bir tarihçi ve hadis âlimi olan bu zâta rahmet eyleyip, Kur'an'm dili olan Arabçaya pek çok değerli eser­ler vererek yaptığı hizmetlerden dolayı onu mükafatlandırsın.

 

İbn Kalâkıs

 

SORU: Muhterem hocam, İbn Kalâkıs hakkında bilgimiz eksiktir. Bu zatın hayatı ve eserleri hakkında aydınlatıcı bilgi verir misiniz?

CEVAP: Bu zat hakkında fazla bilgi olmayan, önemli bir şahsiyet­tir. Okuyucular yeterince bilgi sahibi değildirler. Oysa İbn Kalâkis al­tıncı hicri yüzyılın önemli kişilerinden ve zamanının büyük mektup tü­ründe yazı kaleme alan yazarlarındandır.

İbn Kalâkıs Selahiyye devletinin şairlerinden idi. Yakut Hamevi onun hakkında şöyle diyor: "O değerli bir edebiyaçtı, iyi bir şair idi." Buna rağmen İbn Kalâkıs adının ne manaya geldiği bilinmemekte, bu isim garip ve bilinmez isimler arasında yer almaya devam etmektedir.

Halbuki bu dönemin şairlerinden olan İbn Kalâdis, İbn Meksene gibi şairlerin künyeleri yaygın olarak bilinmektedir. Gene de bu isim­ler hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulamıyoruz.

Kalâkıs kelimesi kalkas'm çoğuludur. Kalkas ise Mısır'da yetişen meşhur bir bitkinin adıdır. Kâmus'da bu bitki hakkında şöyle denmek­tedir: "Kalkas bir bitkinin köküdür ki pişirilerek yenir. İnsanı yağlan­dırır ve cinsel gücü arttırır."

Söylendiğine göre bu zatın başı Kalkas bitkisinin köküne benze­diği için İbn Kalâkıs künyesini almıştır.

îbn Kalâkıs'm soyunu ve adını tanıyarak işe başlamak iyi olacaktır.

Onun adı, Ebu'l-Futûh Nasr'ullah b. Abdullah b. Mahluf b. Ali b. Abd'ul-Kavi b. Kalâkıs el-Lehmi el-Ezheri el-İskenderi'dir.

İbn Kalâkıs'ın ismi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Şöyle ki:

îmad el İsbehani, Nasr b. Abdullah b. Ali el-Ezheri olduğunu söy­lüyor.

Ebu Şâme, Nasr b. Abdullah el İskenderi olduğunu ifade ediyor.

İbn Hallikan ise Nasrullah b. Abdullah b. Mahluf b. Ali b. Abd'ul-Kavi diyor.

Künyesi Ebu'1-Feth veya Ebu'l-Fütuh'tur. Nasrullah Nusayru'd-Din veya Nusayrullah da lakabıdır.

Kâdi Eazz ifadesi de lakaplarından biridir.

Ezheri ifadesi de lakapları arasında yer almaktadır. İhtimal ki öğ­renimini Ezher'de tamamladığı için böyle denmiştir.

Şiirleri arasında yer alan aşağıdaki beyt de bunu gösteriyor: Ezher, sevgi ile bağlandığım yerdir. Bu benim Ezherli olduğumu gösterir.

Lahmi ifadesi de onun lakapları arasındadır. Böyle denmesi, soyu­nun Yemen'de bir Arab kabilesine dayandığmdandır. Kendisi bunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor:

Ben Lahm kabilesindenim fakat size komşuyum Komşuluk hakkından daha üstün değildir soyum

 

 

 

Yemen'de çoğalıp üremiş bizim soyumuz Temizdir kökümüz, kalitelidir huyumuz

İsmindeki İskenderi ifadesi^ İskenderiyeli olduğunu göstermek­tedir.

İbn Kalâkıs İskenderiye şehrinde deniz kıyısında hicretin 532. yı­lında Rebi'ul-Âhir ayının dördünde çarşamba günü dünyaya gelmiştir. Bu tarih miladi 1130 yılına tekabül etmektedir.

İbn Hallikan Vefeyat Yakut el-Hamevi Mucem'ul Üdeba Süyûti Hun'ul-Muhadara isimli eserinde İbn Kalâkıs'ın doğumuna dair bilgi vermiştir.

Hayatı hakkında bilinmeyen, kapalı kalan taraflar olmasına rağ­men, İbn Kalâkıs'ın doğumu hakkında tarihçiler görüş birliği içerisin­dedirler.

Hayatı hakkında verilen tarihi bilgilere göre, İbn Kalâkıs bir ta­kım güzel özelliklere sahip bir kimse idi. İbn Kalâkıs erdemli ve asil bir insan, değerli bir şair, sıcak gönüllü bir kimse, iyi tabiatlı bir adam, keskin zekalı, edepli ve yüksek ahlaklı birisi idi. Kanaatkar, dünyaya değer vermez, mevcutla yetinir, atılgan ve zorluklan hafife alan bir kimse idi.

İbn Kalâkıs'ın fıkıhta ve hadis ilminde geniş bir kültürü vardı. Övgü içeren şiirler söylerdi. Kendisinin bazı büyük devlet adamlarını öven şiirleri vardır. Edebiyat yolu ile geçimini temin etmeye gayret et­miş ise de, bu yol ile bir servet elde edememiş ve fakir olarak yaşa­mıştır.

İbn Kalâkıs'ın şiirleri grup gruptur. Şiirlerinden bir grubunda bu­luş denebilecek derecede anlamlar dile getirilmiş, bir grup şiirinde üs­tün dereceye ulaşmıştır. Bir grup şiirinde ise kelimeleri güzel bir şekil­de kullanmış, kelimeleri becerikli olarak kullanmaktan aşağıya inme­miştir. Bir grup şiirinde ise hem anlam, hem kelime kullanımı bakımın­dan orta derecenin üstüne çıkamamaştır. Bir diğer grubunda ise, şiiri oldukça aşağı derecede kalmıştır.

İbn Kalâkıs'ın şiirlerinde bir takım genel etkiler vardır. Bunlardan birisi, insanı büyüleyecek derecede güzelliklere sahip olan ve şairin vatanı olan İskenderiye şehridir.

Ayrıca hazır bulunduğu ilmî toplantılardan ve Sünnilikten etkilen­miştir. Özellikle hocası Hafız Selefi yoluyla bu konuda etkilenmiştir.

Vaktiyle Ezher'de incelediği Şiilikten de etkilenmiştir. Bunlara ek olarak yaptığı yolculuklar, gezip dolaştığı yerler de onu etkilemiştir.Sıtma hastalığını anlattığı şu iki beyti güzel sayılan şiirlerindendir:

Öfke ile davet ediyor etmez olsun yüreğime batıyor Beni kahrediyor ciğerimle tenim arasında yatıyor.

Kaybolup gidişinden yanıp kavruluyor özüm O kadar dostuz ki ayrılınca yaş döküyor gözüm

İbn Kalâkıs bu şiirinde Mütenebbi'nin sıtmayı anlattığı aşağıdaki şiirine nazire yapmaktadır:

Ziyaretçisi öyle utangaç ki gün haya perdesini deliyor Utancından gecelen karanlık iken geliyor.

Ayrılınca hasreti ıslatıyor beni tepeden tırnağa Sanki çıkmamacasına girip saklanmış barınağa

Fakat zamanı gelince sadıkane sözünde duruyor. Ne kötü bir sözde duruş en büyük darbesini vuruyor.

İbn Kalâkıs seyahat etmeye aşırı derecede düşkün idi. Çok gezer, şehirden şehire dolaşırdı. Zamanının şartlarında deniz ve kara yolculu­ğu yapmış, çöllerde dolaşmış, dağlara çıkmış, ovalara inmiştir. Nere­deyse bir yerde devamlı kalmazdı. Nitekim aşağıdaki şiirinde şöyle de­mektedir:

İstiyorsan kadr u kıymet, durma dolaş gez Hilal, dolunay menzilinde dolaştıkça her kez

Su çağlayan gibi aktıkça artıyor tadı

Gölet gibi durgun olursa illetliye çıkıyor adı

Denizlerde dolaşarak inciler kazanır değer

Kim bilecek değerini hep kalırsa denizin dibinde eğer

İbn Kalâkıs hicri 565 yılında Aden'e gitmiş, Aden'den deniz yoluy­la bir ticaret kafilesi ile ayrılmış, yolda bir takım sıkıntılar yaşamıştır.

Sıkılliyye şehrine giden îbn Kalâkıs orada iki yıl kaldıktan sonra Mısır'a gitmiş oradan da Yemen'e geçmiştir. Kızıldeniz kenarında yer alan Ayzap şehrinde vefat etmiştir.

Ayzap şehri, Hicaz'a giden Mısırlıların Kus yolu ile uğrayıp bir gecede Cidde'ye oradan da Mekke'ye geçtikleri yerdir. Yüzyıldan faz­la bir zamandan beri Mısır ve Mağrib'ten hacca gidenler, ancak Ayzap çölü yolu ile Mekke'ye varmaktadır. Bu yolculuk, Fustat'tan Kûs'a git­mek üzere Nil nehri yoluyla hareket edilerek başlar. Kûs'a varınca de­veye binilerek sahra geçilip Ayzap'a varılır. Oradan da deniz yolu ile Cidde'ye ulaşılır.

Hind, Yemen ve Habeşistan tüccarları da deniz yoluyla Ayzap'a gelirler. Daha sonra da çölü geçerek Kûs'a varırlar. Oradan da Mısır zi­yaretini gerçekleştirirler. Ayzap ikiyüz yıldan fazla bir zamandan beri bu gidiş dönüş yolunun uğrak yolu olmaya devam etmektedir.

Marizi diyor ki: Ayzap dünyanın en büyük limanlarından biri idi.

İbn Kalâkıs'ın vefatı hicri 567 yılının Şevval ayında, miladi 1171 yılındadır. Vefatı hakkında İbn Hallikan ve Suyûti bilgi vermektedir. İbn Kalâkıs'in vefatı genç yaşta olmuştur. Zira o, yaklaşık 35 yaşında iken vefat etmiştir.

İhtimal ki tutulduğu bir hastalık sonunda sağlığı bozulmuş ve genç yaşında vefat etmiştir. Aslında o zaman insanlar uzun ömürlü olurlardı. Nitekim şairin hocası Hafız Selefi yüz yaşın üzerinde yaşa­mıştır.

 

 

İbn Kalâkıs'ın hastalık konusunda şöyle bir şiiri vardır:

Hastalanınca dökülüp oldum tepe taklak Dolunay hilal olunca ne hale geliyor bak

Kafam bir tasa benziyor acayip bir hoş İçinde hastalık da olmasa tamamen boş

Kimisi basılmış kimisi yazma olmak üzere İbn Kalâkıs'ın kitapla­rı vardır. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz:

1. Basılmış bir şiir divanı. Halil Matran seçerek bu divanı oluştur­muştur. Fakat şiirlerin pek çoğu zayi olmuştur.

2. Divan-u Teressül. (Yazma)

3. Kitab-u Nevatır. (Yazma)

4. Kitab'uz-Zehr'il Bâsimfi Evsafı Ebi'l-Kasım.

Bu kitapta sözü edilen kişi, kumandan Ebu'l-Kasım b. Hacer'dir. Bu zat, İbn Kalâkıs'ın da değerini itiraf edip işaret ettiği şekilde şaire çok iyilik etmiştir.

ibn Kalâkıs'ın hakkında tarihin az bilgi verdiği hocaları vardır.

Bunların en önde geleni Hafız Selefi'dir. İbn Kalâkıs bu hocasına pek çok kereler işarette bulunmuştur. Bu zatın adı Ebu Tahir Imâd'ud-din Ahmed b. Muhammed b. Ahmed Selefi'dir. Aslı İsfehanlıdır. Fakat İs­kenderiye'de doğmuş ve orasını vatan edinmiştir. Kendisi zamanının hadis ilminde tek âlimi ve rivayet kanunlarım en iyi bileni idi. Sünni bir medresesi vardı. Selah'ad-Din Eyyubi, çocukları ve devletinin ileri gelenleri ile birlikte bu hocanın huzurunda bulunup derslerini dinlerdi.

Adaleti ile bilinen vezir Zafir el-Abidi tarafından hicretin 546 yı­lında Hafız Selefi için İskenderiye'de bri medrese yapılmıştır. Hafız Selefi hicretin 576 yılında İskenderiye'de vefat etmiş ve orada defne-dilmiştir.

İbn Kalâkıs İskenderiye'deki Haziyye medresesinin fıkıh âlimleri­ne önem verir ve onlara saygı gösterirdi. Onlara yazdığı bir mektubun­da şöyle demiştir: "Bu mektubu Mısır'dan, fıkıh âlimlerinin efendisi, hidayete erenlerin yıldızına yazıyorum. Allah onun ömrünü uzun etsin. Mısır'ı da muhafaza eylesin. Bir cuma gecesi devlet idarecileri ile bir­likte Mısır dışına gezintiye çıkmıştım. Allah idarecilerimizin üzerinde­ki gölgesini devamlı eylesin."

Bu mektubun içinde bir kasidiye yer vermiş olup, bu kaside şöy­le başlıyor:

Görüyorum ki uzaklaşıp yaraladı hayat beni oldu muzur Yakınlaşarak mutlu etti beni bana dolu dolu verdi huzur

Kimi zaman isabet olmadı, ok hedefi şaştı Bazen de tam isabet oldu rahat doldu taştı

Bal gibi tattım hayatı, olunca bana talih yakın Ayrılığı yudumlayınca paramparça oldum, işe bakın.

Kaynaklar İbn Kalâkıs'ın talabeleri hakkında yeterli bilgi verme­mektedir. Fakat tarihçiler Sıkıliyye şehrinden olan Ebu'l-Hasan Ali b. Ebu'1-Feth b. Halefin onun talebeleri arasında yer aldığını bildirmek­tedir.

İbn Kalâkıs'a iyilik edenlerden birisi de Eyyübi devletinin ileri ge­lenlerinden Emir Necm'ud-Din b. Nassal'dır. Çünkü bu zat, onun şiir­lerini daha sonrakilere aktarmak suretiyle pek çok kasidesinin unutul­mamasını sağlamıştır.

Daha önce de geçtiği üzere İbn Kalâkıs Salahiyye devletinin şair­lerindendir. Devletin Şii mezhebini benimsemiş olmasına rağmen şair sünni mezhebindendir.

İhtimal ki bu duruma hocası Hafız Selefi sebep olmuştur. Zira ho­cası sünni idi. İbn Kalâkıs da hocası gibi Şafii mezhebindendir.

îbn Kalâkıs'ın hayatı anlatılırken bildirildiğine göre şair, Sıkıliyye şehrini 563 senesinde ziyaret etmiştir. Bu şehirde meşhur kumandan Ebu'l-Kasım b. Hacer bulunmaktadır. Şair, kumandana yukarda da geçtiği üzere Eı-Zehr'ul-Bâsim fi Evsaf-i Ebi'l-Kasım isimli kitabım takdim etmiş, komutan da ona ikram edip güzel muamelede bulunmuş­tur. Şair bu kumandanın himayesinde orada bir süre kalmıştır.

İbn Kalâkıs oradan Mısır'a gitmek üzere bir gemiye binmiş, fakat fırtınalı bir rüzgar onu bir adaya atmıştır. Şair bu durumu kumandan arkadaşına şu şiiri ile anlatmıştır:

Engel oldu dilediğim yere ulaşmama kış Ülkemden başka yere sürükledi beni akış

Sonra dolaştırıp döndürdü beni kader yurduma Yandım istemeden içine düştüğüm derdime

Bazen kayar da ayağı binitin düşüp tökezler Belki kervancı bu ayağın kaymasını özler

Bazı araştırıcılar İbn Kalâkıs'm şiirlerinin güzel olduğunu, ince duygulu olup hoş benzetmeler içerdiğini, bazen sözel güzellikleri kul­landığını ifade etmektedirler.

Onun siyah bir cariyeyi anlatan garip manalı iki beyti şöyledir: Nice rengi siyah olan vardır ki iç dünyası beyazdır O siyah dilberin yanında misk hiç kalır desem azdır.

Dikkat edin her gözde siyah bir nokta bulunur.

Oysa gözbebeği kara olsada dünyayı aydınlatan nurdur.

Hz. Allah ilim ve edebiyat dünyasına ifa ettiği güzel hizmetler ka­dar İbn Kalâkıs'a rahmet edip ondan hoşnud olsun.

 

Yahudilik Ve Hristiyanlık

 

SORU: Yahudilerle Hz. İsa arasında bir ilişki var mıdır? Niçin Ya­hudiler Hz. İsa'ya düşmanlık etmektedirler?

CEVAP: Hz. İsa, Allah'ın kulu ve elçisi, ruhu ve kelimesi Mesih aleyhisselamdır.

Mesih denmesinin sebebi, (doğduğunda) zeytin yağı ile meshedil-miş olmasından veya Cebrail'in onu bereketle meshetmiş olmasından, veya Allah'ın ondan günahı silip yok etmiş olmasından veya kötü huy­ların ondan yok edilmiş olmasındandır. Bu konuda çeşitli sözler söy­lenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'e başvuran kimse Hz. İsa'dan, pek çok Özelliği ile birlikte şeref ve şanla söz edildiğini görür. Nitekim aşağıdaki ayetler­de Hz. İsa'dan ve annesi Meryem'den şöyle söz edilmektedir:

(Rasûlüm!) Kitapta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.

Meryem onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona Ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir in­san şeklinde göründü.

Meryem dedi ki: "Senden çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)!"

Melek: "Ben, yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için rabbinin bir elçisiyim" dedi.

Meryem: "Bana bir erkek eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi.

Melek: "Öyledir" dedi; "(zira) rabbin buyurdu ki:" 'Bu bana ko­laydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rah­met kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi."

Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki ço­cukla) uzak bir yere çekildi.

Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) şevketti. "Keşke" dedi "bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!"

Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma da­lını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen de ki: "Ben çok merhametli olan Allah'a susma orucu adadım. Artık bu­gün hiçbir insanla konuşmayacağım."

Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: "Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz değildi."

Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz" dediler, "beşikte­ki bir sabi ile nasıl konuşuruz?"

Çocuk şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti. Beni anne­me saygılı kıldı ve beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır." (Meryem/16-33)

Bu ayetlerde tertemiz bir hayatın mis gibi kokuları hissedilmekte­dir. Allah'ın kulu ve rasûlü olan Hz. İsa'nın doğumunu anlatan bu ayet­ler, müslümanların dilinde dolaşmakta, Kur'an okuyanlar heybet ve saygı duygulan içinde Hz. İsa'yı ve temiz annesini anmaktadırlar.

Âl-i İmran suresinin aşağıdaki ayetleri Hz. İsa'nın annesinden şöyle söz etmektedir:

İmran'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niya­zımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin."

Onu doğurunca, Allah ne doğurduğunu bilip dururken: "Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Mer­yem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum" dedi.

Rabbi Meryem'e husn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zeke-riyya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" der. O da: "Bu, Allah ta-rafmdandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir" derdi." (Al-i İm-ran/35-37)

Bu ayetlerden az sonra Kur'an-ı Kerim aynı surede Hz. Meryem ve İsa konusuna dönerek şu ayetlere yer veriyor:

Hani melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti. Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, (O'nun huzurun­da) eğilenlerle beraber sen de eğil!"

(Rasûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğu­muz gayb haberlemizdendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himaye­sine alacak diye kura çekmek üzere kalemlerinizi atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden ) çekişirken de yanla­rında değildin.

Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlar­la konuşacak."

Meryem: "Rabbim!" dedi. "Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" Allah şöyle buyurdu: "İşte böyledir, Allah dilediğim yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece "ol" der, o da oluverir."

(Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkında sözlerine devam etti­ler:) Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğretecek. Onu İs­rail oğullarına elçi olarak gönderecek (ve onlara şöyle diyecek:) "Size rabbinizden bir mucize getirdim: Size çamurdan bir kuş su­reti yapar, ona üflerim ve Allah'ın izni ile o kuş olur. Yine Allah'ın izniyle körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evle­rinizde ne yeyip ne birktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır. Benden önce ge­len Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak için gönderildim. Size rabbinizden bir mucize ge­tirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin. Allah benim de rabbim, sizinde rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur." (Al-i İmran/42-51)

Enbiya suresinde Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruluyor:

Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an) biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle alem için bir ibret kıldık. (Enbi­ya/91)

Kur'an'dan sonra Hz. Peygamber de Hz. İsa'yı şan ve şerefle an­maktadır.

Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöy­le buyurur:

Dünyada da ahirette de İsa'ya en iyi dost benim. Peygamberler, anneleri ayrı olmak üzere aynı babanın çocuklarıdır. Hepsinin din­leri birdir. Benimle İsa arasında başka peygamber yoktur.

Gene Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Doğan her bir çocuğu mutlaka şeytan bir dürter. Bu dürtmeden dolayı çocuk feryad ederek ağlamaya başlar. Ancak Meryem ve oğlu böyle değildir.

Hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre "Dilerseniz 'Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum' (Al-i imran/36) ayetini okuyun" dedi.

Hz. Peygamber Hz. İsa'nın annesi Meryem'in zamanının kadınla­rının en hayırlısı olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:,

İmran kızı Meryem'in cennette benim eşim olacağı bana bildiril­miştir.

Gene Hz. Peygamber kadınlardan kemale erenlerin dört kişi olup, bunlardan birinin İmran kızı Meryem olduğunu haber vermiştir.

Bu satırlara burada yervermemiz, İslâm dininin ve Kur'an'ın Hz. Isa karşısındaki durumunu ortaya koyması ve İslâm'ın Hz. İsa'ya ver­diği şerefle Yahudilerin Hz. İsa'ya karşı tutumu arasındaki farkı ortaya koyması bakımından yararlı olmuştur.

Burada şunu da hatırlamalıyız ki Hz. İsa İsrailoğullarından olup onların arasında yetişmiştir. Cenab-ı Hak İsa'yı Yahudilere peygamber olarak göndermiştir. Tâ ki Yahudilerin yere çaldığı insanlık şerefini ia­de etsin ve onlara iyiliği, insanları sevmeyi anlatsın.

Nitekim Luka İncili'nin altıncı ıshah'ında ifade edildiği üzere Hz. İsa Yuhdilere şöyle demiştir: "....fakat ey beni dinleyenler! Size şunu söylüyorum: Düşmanlarınızı seviniz. Kızdığınız kimselere iyilik ediniz. Size yardımcı olabilmem için azim ve sebat içinde olunuz. Size kötülük yapanlarla ilişkinizi kesmeyiniz. Bir yanağı­nıza vuran kimseye öbür yanağınızı da uzatın! Birisi abanı alırsa elbiseni de almasına engel olma. Her kim senden bir şey isterse, ona istediğini ver. Senden bir şeyi alandan onu geri alma isteğin­de bulunma.

Yahudiliğin Evrensel Tehlikesi isimli eserde de ifade edildiği üze­re Hz. İsa'nın Öğretileri pek yücedir. Yahudilerin tabiatı ve huyu bu öğ­retilerle bağdaşmamaktadır. Öfke, kötülük ve kindarlığa ahşan kimse­ler arasında alçak gönüllülük, tolerans, mübarek duygular ve sevgi na­sıl yer alabilirdi?

Yahudiler iyiliği inkar eder ve inatla ona karşı dururlardı. Onlar başkalarının malını ve kanını helâl sayarlar. İbadetlerini ancak mal ve altın elde etmek için yaparlar. Bu sebeple onlarla kendilerine peygam­ber olarak gönderilen Hz. İsa arasında bir kavga başlamıştır. Oysa Hz. İsa onları içinde bulundukları durumdan kurtarıp hidayete erdirmeye çalışmaktadır. Hz. İsa, onları servete tapmaktan, serveti yaratan Allah'a tapmaya yönlendiriyordu.

Hz. İsa onları ıslah etmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Ümit vermek de korkutmak da hiçbir işe yaramamıştır. Nitekim İncil bundan şöyle sözetmekdir:

Hz. İsa Allah'ın tapınağına girdi. Tapmakta alım satım işlemi ya­panların hepsini dışarı çıkararak oradaki altın satıcılarının sergile­rini ve güvercin satanların yerlerini devirip yok etti ve şöyle dedi: "Benim evim namaz kılacak evdir, orada dua edilir. Siz ise orayı hırsız yuvası haline getirdiniz."

Bu vaad ve tehdit ifade eden sözler Yahudiler katında itibar gör­memiştir. Çünkü kötülük onların mayalarında vardır ve gurur onların benliğini doldurmaktadır. Bu özelliklerinden dolaı onlardan, insan cin­si arasında benzeri bulunmayan katı kalpli yıkıcılar ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki İncil onlara keskin bir dil ile hücum etmiş, Mat­ta İncilinde ifade edildiği üzere şöyle hitap etmiştir:

Ejderha yavrusu yılanlar! Yaklaşan cehemmeden nasıl kaçıyorsu­nuz? Sizin bu durumunuzdan dolayı size nebiler, hikmetli sözler söyleyenler ve yazıcılar gönderdim. Bunlardan kimisini kabul et­tiniz ve astınız. Kimisini toplantı yerlerinizde kırbaçladınız, şehir­den şehire sürgün ettiniz. Adem'in oğlu Habil'in kanının dökülme­sinden tapmak ile boğazlama yeri arasında öldürdüğünüz Berhiya oğlu Zekeriyya'nın kanına kadar kan dökmeye devam ettiniz. Şimdi size yere dökülen en temiz kanı gönderiyorum.

Hz. İsa Yahudilerle karşılaştığında onlara acı hakikati haykırmıştır. Çünkü onlar sapıtmış ve zulüm ehli olmuşlardır. Riyakar ve aldatıcıdır­lar. İçleri başka dışları başkadır. Ağızları ile söyledikleri kalplerinde olandan değişiktir. Bundan dolayıdır ki İncil onlara şöyle seslenmiştir:

Ey katil riyakarlar! Yazıklar olsun size! Siz kabın dışına gereken önemi veriyor ve harcamayı yapıyorsunuz. Fakat kabın içi kap­kaççılık ve çirkin huylarla doludur. Ey kör katil! Önce kabın içini temizle ki içi de dışı da temiz olsun. Yazıklar olsun size! Çünkü siz aydınlatılmış kabirlere benziyorsunuz. Zahire kibar ve güzel davranıyorsunuz. Oysa içiniz ölülerin kemikleri ve pisliklerle do­lu. Böylece insanlara dışardan iyi kimseler olarak görünüyorsu­nuz. Fakat içiniz riya ve günah ile dolmuştur.

Hz. İsa, onların hırsı ve aşırı derecede mal sevgisi yüzünden Ya­hudilere keskin bir dil ile hücum etmiştir.

Markos İncilinde bu durum şöyle anlatılmaktadır:

Hz. İsa çevresine bakınıp talabelerine şöyle dedi: "Zenginlerin Al­lah'ın melekûtuna girmeleri ne zordur?" İsa'nın talebeleri bu sözden şa­şırdılar. İsa onlara tekrar şöyle dedi: "Oğullarım! Hep mal üzerine ko-

nuşanların Allah'ın huzuruna girmeleri ne zordur? Devenin iğnenin de­liğinden geçmesi, zengin birinin Allah'ın melekûtuna girmesinden da­ha kolaydır."

İncil'deki bu sözlerinden maksat yahudilerin durumuna bir işaret idi. Onlar altın ve gümüşü biriktirip, Allah'a küfreder ve emirlerine karşı gelirlerdi.

Kur'an'da Yahudilerin Hz. İsa'nın peygamberliğini inkar ettikleri bildirilmiştir. Onlar Hz. İsa'ya uymamışlar, ancak havarileri ve öğren­cileri ona inanıp yolundan gitmişlerdi. Bu hususa şu ayette işaret edil­mektedir:

İsa, onlardaki inkarcılığı sezince: "Allah yolunda bana yardımcı olacak kimlerdir?" dedi. Havariler: "Biz, Allah yolunun yardımcı­larıyız; Allah'a inandık, şahid ol ki bizler müslümanlarız" cevabı­nı verdiler." (Al-i İmran/52)

Kur'an-ı Kerim Yahudilerin kafirliğini bir kere daha ifade ederek kendisinin ve kendisinden önce gelen Musa'nın peygamber kardeşi, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in geleceğim şu ayetle müjdelemektedir:

Bir zaman Musa kavmine: "Ey Kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyor­sunuz?" demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptır­mıştı. Allah, fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez.

Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden Önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden son­ra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim" demişti. Fakat kendilerine açık deliller getirilince: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. (Saf/5-6)

Bunun yanında Kur'an Hz. İsa'ya da şerefli bir konumda şu ayet­lerde yer vermektedir.

Çocuk (iken Hz. İsa) şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı, yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı em­retti. Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılaca­ğım gün esenlik banadır." (Meryem/30-32)

Kur'an aynı zamanda namuslu bakire Meryem'i de şerefli olarak zikrediyor:

İffetini korumuş olan, İirran kızı Meryem'i de (Allah örnek gös­terdi). Biz ona ruhumuzdan üfledik ve o rabbinin sözlerim ve ki­taplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi. (Tahrim/12)

Kur'an'ın Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem hakkında ifadelerine, Hristiyan bir şair olan Faul Selame şöyle işaret ediyor:

Yüce bir ilişki var İsa ile Mescid-i Aksa arasında hem Ulvi bir temizliğe sahip idi İsa'nın annesi Meryem

Meryem daha doğduğunda pak idi tertemiz Layıktır ona "temizlik ve namus timsali" deseniz.

Yüce Kur'an'da Meryem'i kutsadı Cenab-ı Hak O, su gibi temiz idi, güneş gibi parlak.

Öte yandan Yahudilerin Hz. İsa'yı Yahudilikten dönmüş bir putpe­rest saymakta olduğunu görmekteyiz.

Yahudilerce mukaddes kitap olarak bilinen Talmud'da Yahudi ha­hamın dilinden şöyle denmektedir:

Hristiyan İsa kara katran ve ateşten oluşan cehennemin dalgaları arasındadır. Onu anası işlediği bir hata ile bir askerden meydana getirmiştir.

Hristiyan kiliseleri ise pislik yuvasıdır. Orada vaaz veren rahipler havlayan köpekler gibidir. Bir Hristiyanı Öldürmek emderildiği-miz Öğretilerdendir. Bir Yahudinin, Hristiyanlağın ileri gelenlerini üç kere lanetlemesi vazifesidir.

Kur'an'ın aşağıdaki ifadelerinde görülen yücelik nerede bu baya­ğı ifadeler nerede? Cenab-ı Hak Maide suresinde şöyle buyurur:

İnsanlar içinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile müşrikleri bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristiyanız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar. Rasûle indirileni duydukla­rı zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar bo­şandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz!" (Maide/82-83)

Merhum kumandan Abdullah Tel, Belanın Kökleri isimli kitabın­da şöyle der:

"Hz. Muhammed İsa'nın peygamberliğine inandı. Bu yahudiler tep­ki ile karşıladılar. Çünkü onlar İsa'nın risaletini küfürle karşılıyor, pey-gambeliğini inkar ediyorlardı. Hz. Allah bunun üzerine şu ayeti indirdi:

(Onlara) şöyle de: "Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyor­sunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz." (Maide/59)

İslâmiyet, Hz. İsa'yı şan ve şerefle anıyor ve bakire Meryem'in na­musunu savunuyorken, Yahudiler Hz. İsa'ya ve Hristiyanlığa karşı sa­vaşa devam ediyorlardı. Çirkin üslûpları ile Hz. Meryem'e hücum edi­yorlar, ne kadar eksiklik ifade eden şey varsa onu Hz. Meryem'e yapış­tırıp lekelemeyi öğütleyen Talmud öğretilerini uygulamakta idiler.

İslâm dininin Hz. İsa ve annesi hakkındaki görüşlerini okuyup, bu konudaki Yahudilerin görüşlerini İslâm'ınkilerîe karşılaştıran kimse, gözleri ve kalpleri kor olmuş batılı Hristiyanlarm tutumuna hayret et­mekten kendisini alamaz.

Çünkü onlar dinlerine, vatandaşlarına, hatta tüm insanlığa düşman olan Yahudilerle yardımlaşma içinde olmaya devam etmektedirler.

Yahudilerin yaptıkları çirkinlikler ve işledikleri suçlar çoktur. Bunların en büyüğü, Hz. Meryem'e, İsa'yı bir erkekten peydahladığı iftirasını atmaları ve sonra Hz. İsa'yı öldürme girişiminde bulunmala­rıdır.

Bizzat Kur'an-ı Kerim buna kısa bir şekilde aşağıdaki ayetlerde temas etmektedir:

Biz de inkar etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftara atmalarından; ve "Allah'ın elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük" demelerinden dolayı (onları lanetledik). Halbuki onu ne Öldürdü-»ler, ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiç bir (sağlam) bil­gileri yoktur. (Onlar) kesin olarak onu öldürmediler.

Bilakis Allah onu (İsa'yı) kendi katına kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir. (Nisa/156-158)

Menar Tefsiri'ne başvurunca orada şu bilgilerle karşılaşıyoruz: Yahudiler kendilerine hidayet yolunu göstermek üzere gönderilen pey­gamberleri öldürmek, Allah'ın ayetlerine küfretmek, helâli haram; ha­ramı helâl saymak suretiyle Allah'a verdikleri sözü bozmuşlardır.

Bunun üzerine Hz. Allah onlara gazap ederek lanetlemiş, ellerin­de bulunan malik oldukları şeyleri ellerinden almış, onları zillet ve meskenet içinde bırakmıştır. Çünkü onların işlediği günahlar, birlikle­rini dağıtmış ve ahlaklarını bozmuştur.

Onların Hz. Meryem'e yaptıkları iftira ve Hz. İsa hakkındaki iddi­aları da işledikleri günahlardandır. Meryem'e iftira ederek fahişe oldu­ğunu söylemişler, İsa'yı da öldürdüklerini iddia etmişlerdir.

Halbuki Kur'an, gerçek durumu bildirmiş onların sandıklan gibi Hz. İsa'yı öldürmediklerini, insanlar arasında yaygın hale gelen şekil­de iddia ettikleri gibi onu aşamadıklarını ifade etmiştir. Kur'an'ın ifa­desine göre İsa'yı öldürdüklerini sananlar şüpheye düşmüşler bu se­beple onu öldürdükleri zannma kapılmışlar, öldürdüklerinin bizzat İsa olduğundan emin olamamışlardır. Çünkü öldürdüklerini tam olarak ta­nımıyorlardı.

Hristiyanların ellerinde bulunan çeşitli İnciller, açıkça ifade edi­yor ki Hz. İsa'yı askere teslim eden Iskarıot Yahuda'dır. Askerlerle öp­tüğü kişinin İsa olduğu üzerinde önceden anlaşma yapmıştır.

Hz. İsa'nın başlattığı yeni dinin davetini, Yahudiler kendileri ün tehlikeli bulduralr. Zira o onların işledikleri günahlara karşı durmakta, yaptıkları rezilliklere, fırsatçı davranışlara direnmektedir. Bizzat Hz. İsa onların kötülüğünü ve bayağılığını "Ejderha yavruları yılanlar!" ol­duklarını söylemekle ifade etmiştir.

Bundan dolayıdır ki Hz. İsa hakkında bir plan kurup ondan kur­tulmak istediler.

İncil şöyle der: O zaman kahinlerin ve yazıcıların başkanları, hal­kın ileri gelenleri bir tuzakla Hz. İsa'yı yakalayıp öldürmek istedi­ler, fakat, "bu bayramda olmasın. Halkın birbirine girmesine se­bep olur" dediler.

Yahudiler bu planı kusurlu buldu. Hz. İsa'nın havarilerinden biriy­le anlaşma yapıp kendilerine İsa'nın olduğu yeri göstermesini iste­diler. Nihayet Yehuda dünyalığa olan hırsı sebebiyle 30 gümüş karşılığında bu işi yapmaya razı olup vicdanını satmayı kabul etti.

Luka İncilinde aynı konu şöyle anlatılıyor:

Iskarıot denilen Yahuda'nın içine şeytan girdi. O aslında Hz. İsa'nın 12 talebesinden biri idi. Yahuda kahinlerin başkanları ve askerlerin komutanları ile Hz. İsa'yı onlara nasıl teslim edeceğini konuştu. Sevinerek Yahuda'ya yapacağı iş karşılığında gümüş ver­mek üzere anlaştılar.

Matta İncili de bu olayı şöyle anlatmaktadır:

Vali her bayramda halk için bir esiri serbest bırakmayı adet edin­mişti. O zamanlar Barabbas adıyla meşhur bir esir vardı. Toplu vaziyette olan halk acaba kim için toplanmıştı?

Vali Platus halka şöyle dedi: "Kimi serbest bırakmamı istiyorsu­nuz? Barabbas'ı mı yoksa İsa'yı mı serbest bırakayım?"

Vali koltuğunda otururken karısını İsa'ya gönderdi. Gönderirken eşine şöyle dedi: "Bu şünahsız adamdan sakın! Çünkü ben bugün bu kimse hakkında çok düşündüm. Fakat kahinlerin başkanları ve halkın ileri gelenleri toplanan halkı Barabbas'ı isteyip İsa'yı öldür­mek üzere kışkırtıyorlardı.

Vali bir kere daha sordu: "İki kişiden hangisini istiyorsunuz?" Halk bu soruya "Barabas'ı istiyoruz" diye cevap verdi. Vali onla­ra: "Mesih denen İsa'yı ne yapayım?" diye sordu. Halk: "Asılsın!" diye bağırdı. Vali: "Ne kötü iş!" dedi. Halkın İsa'nın asılmasını is­teyen bağırışları artıyordu. Vali Platus hiç bir şeyin fayda verme­diğini görünce koşarak bir miktar su alıp topluluğun önünde elle­rini yıkayarak "Ben günahsız bir adamın kanından beriyim. Siz de gördünüz" dedi. Halk: "Onun kanı bizim ve yavrularımızın üzeri­nedir" diye bağırdılar. Bunun üzerine Vali Barabbas'ı serbest bı­raktı. İsa'yı ise asılmak üzere halka teslim etti.

Akkad'm Mesih İsa'nın Hayatı isimli kitabında Hz. İsa'nın yaka­lanması ile ilgili düzenlenen planların tasviri vardır. Bu tasvirde İncil-deki anlatımlar göz önünde bulundurularak Hz. İsa'nın asılması olayı ile ilgili tafsilatta birbirini tutmayan açıklamalar vardır.

Bu kitapta ifade edildiğine göre Hz. İsa Kudüs'te ilk andan beri düşmanlarının tuzaklar kurduğunu ilham yolu ile anlamıştı. Her adım­da kendisini bekleyen gizli planların olduğunu hissetmişti. Bunu ken­disine halkın çokça sorduğu kendisinin yok edileceğine ilişkin sorular­dan anlamıştı. Bu soruların hepsinin tek bir hedefi vardı. O da derece derece devlete karşı bir başkaldırma veya direnmeyi, küfrü veya kanun tanımamayı dile getiren bir sözün Hz. İsa tarafından söylendiğini isbat etmeye yönelik idi.

Hz. İsa'nın bu sorulara verdiği cevaplar belgeye dayalı olarak pey­gamberlik göreviyle bağdaşan ve soranı sıkıntıya sokacak, kendisini sıkıntıya sokmak isteyeni mahcup edecek şekilde, riyakar davrananla­rın riya perdesini yırtacak şekilde oluyordu.

Hz. İsa'nın böyle davranmasında acayip bir durum yoktur. Zira hakkında planlanan tuzakların hikayesini tapınağın başkanlarından

duymuştu. Çünkü bunlardan biri -Nekodomis- Hz. İsa'yı geceleri zi­yaret ederdi.

Daha sonra kaçınılmaz olan oldu. Yeni bir davete soyunan, onun yayılması için kendini feda eden ve kahramanca davayı sahiplenen in­sanlarla öfke dolu insanlar arasında bir bayram gününde kapışma ol­du. Hz. İsa ile tapınaktaki simsarlar arasındaki sözlü tartışma, kavga­ya dönüştü.

Hz. İsa, tapınaktaki mücevheratçılarla kurbanlık satanların tezga­hını devirip, onlara ve tapınaktaki simsarlara haykırarak Allah'ın evin­de olduklarını, temizlik ve ibadet yeri olması gereken tapmağı, hırsız yuvasına döndürdüklerini söyledi.

Bu olay, iki grubun arasını keskin bir çizgi ile ayırmıştı. Belki de Hz. İsa durumunu bir şekilde ortaya koymak için bu olayı planlamıştı. Çünkü kalpler öfke ile dolmuştu. Kopabilecek bir fitneyi uzaklaştırmak için bir eylem yapmak gerekiyordu. Hz. İsa ile ilgili olayları anlatanla­rın farklı anlatımlarına göre, Hz. İsa'nın eylemi böyle başlamıştı.

Bu noktada tarihin rolü sona eriyor, inancın rolü başlıyor.

Tarihin tapmaktaki olaydan sonra Hz. İsa'nın yakalanışı ve hapse-dilişi hakkında kesin bir sözü yoktur. Olayları takip eden bir kimse an­lar ki, Hz. İsa'yı kimin hapsettiği, onun yerini kimin gösterdiği tam ola­rak belli değil. Acaba bu kimse tapınağı ziyaret eden biri olduğu için Hz. İsa'nın yerini biliyor muydu? Veya Hz. İsa'nın yerini bilmiyordu da birisinin göstermesi ile mi bilmişti? Bu konularda kesin bilgi yoktur.

Hz. İsa'nın mahkemesine dair haberler onun geceleyin mahkeme edildiğini bildirmektedir. Onunla ilgili karar bir gün içerisinde veril­miştir. Oysa o zamanın yahudi mahkeme sistemine göre geceleyin mu­hakeme etmek yasaktı. Bu sistemde kan ile ilgili davalarda bir gün içe­risinde ve bir celsede verilen kararlar geçersiz sayılırdı. Ayrıca oy bir­liği ile alınmayan kararlar uygulanmazdı.

Hz. İsa ile ilgili verilen kararın infazı ile ilgili haberlere göre Ro­malı hakimin, Hz. İsa'nın beraatına karar vermiş olmasına rağmen, in­faz yapılmıştır.

Yuhanna İnciline göre infaz, saat altı sularında gerçekleşmiştir. Markus İnciline göre ise infaz saat üç sularında' yapılmıştır.

Bununla beraber Kur'an Hz. İsa'nın Yahudiler tarafından asıldığı­nı kabul etmemektedir. Kur'an'ın bu iddiayı reddetmesi, onlann giriş­tikleri asma eylemini gerçekleştirememeleri durumuna göre suçlu ol­madıklarını ifade etmek istememektedir. Yukarda da geçtiği üzere Kur'an bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. (Nisa/157)

Olayların böyle gelişmesi Allah'ın iradesi iledir. Yahudilerin baya­ğı istekleri ile değildir. Onlar suçlarında ısrar edip, suçu işlemeye de­vam etmişlerdir.

Hz. İsa bir başkasına benzetilmiş, onlar İsa'yı asıyoruz sanarak başkasmı asmışlardır. İşlenen suç onları ve çevrelerindekileri aşmak­tadır. Kıyamete kadar onlar bu suçun vebali ile çepe çevre kuşatılmış­lardır.

Menar Tefsiri'nde bu konuda şunları görmekteyiz:

Hz. İsa'nın asılması meselesi, tarihte pek çok benzeri bulunan me­selelerdendir. Eskiden krallar ve yöneticiler asar keserlerdi. Bu konuda Romalıların tarihte bilenen katı uygulamalarını ve yahu-dilerin fanatik davranışlarını bilmek yeterlidir.

Bunlar pek çok peygamberi Öldürmüştür. En meşhurları Zekeriy-ya ve Yahya peygamberdir. Tarihin bu tür olayları bildirmesinin faydası şudur: İnsanlar bu tür olayları yapan milletlerin ahlakının, sapıklığının, düştüğü alçaklığın derecesini ve o dönemlerin idare­cilerinin hayatını öğrenirler.

Yahudiler Hz. İsa'nın zamanında Romalıların yönetimi altında idi. O zaman Kudüs'te yönetici olan Platus Hz. İsa'yı asmak istemi­yordu. Bu hususta Yahudilerin Hz. İsa'yı kötülemelerine aldırış et­miyor, onlann dediklerine kulak asmamakla halkı yönetmekte otoritesini kaybetmiş bir idareci olmaktan korkmuyordu. Hristiyanların kitapları böyle bildirmektedir.

Hz. İsa'yı öldürmeyi isteyenler Yahudilerdir. Çünkü İsa peygam­ber onlan, maddecilikten alıkoyan bir ıslahata davet ediyordu. Onlar Yahya ve Zekeriyya peygamberleri öldürmekle, peygam­berlerin ve ibadet edenlerin kanını dökme hususunda hırslı olduk­larım ortaya koymuşlardır. Onların Hz. İsa'yı öldürüp asma haber­leri doğru da olsa asılsız da olsa bir şey değişmez; bu konudaki haberin doğru olması onlann bilinen bir halini ortaya koyar ki bunda ibret alınacak yeni bir şey yoktur. Bu haberlerin aslı olma­dığını varsaysak, bu onların ahlakı ve zamanlan hakkında bildik­lerimizden bir şey eksiltmez.

Yahudiler, işledikleri suçu tamamlamak üzere Hz. İsa'yı yakala­dıklarında sanki adi bir suçlu, bir hırsız yakalamış gibi katı davranarak onu iple bağlayıp Romalı yönetici Platus'a teslim ettiler. Hz. İsa'yı suç­lama ve onu cezalandırılmasını isteme hususunda tüm yahudiler katı­lımda bulundular. Hepsi onun öldürülmesini istiyordu. İçlerinden hiç bir kimse ve grup çıkarak ona yapılanları kabul etmediklerini dile ge­tirmedi.

Hz. İsa'nın yakalanması onu rüsvay edercesine çirkin bir şekilde olmuştu. O derece ki bu olayda vicdan ve ahlaki değer denilen şeyler­den eser yoktu. Onu yakalayanların insanlık duygusu ölmüş, katılıkla­rı somut hale gelmiş idi.

Yahudiler Hz. İsa'yı yalan söylemek ve devlete karşı gelmek sure­tiyle, devlet başkanına karşı koymak ve dini değiştirmek suçları ile it­ham ediyorlardı.

Görünüşe göre devlet yöneticisi Platus bu suçlamalarda onlara ka­tılmamıştır. Fakat o Yahudilerin körü körüne başkaldırmaları ve kopar­dıkları gürültü karşısında onlann söylediklerini kabul etmek zorunda bırakılmıştır.

İnsana öyle geliyor ki Yahudilerin Hz. İsa aleyhinde iftiraları çok eskilerde olan bir olay, geçmiş zamanda kalmış şeyler değildir. Onlann Hz. İsa hakkında tutuşturdukları çirkin iftira ateşinin alevleri hala yanmaya devam etmektedir.

Bu iftiralar, Hz. İsa'nın kişiliğine sataşan dergi ve kitaplar yoluy­la yapılmaktadır. Bazen onun hakkında şüpheler uyandırarak, bazen de çirkin iftaralarla bu hareket bugün de devam etmektedir.

Bir örnek verelim: Amerika'nın ortasında Newyork'da pek çok sa­yıda büyük yayınevleri vardır. Bunlar Siyonist ve Yahudilerin elindedir. Bu yayınevleri Hz. İsa'yı suçlayan ve alçak bîr şekilde çirkin olaylar hikaye ederek, onun durumunu lekeleyen yayınlar yapmaya önem ver­mektedirler. Bu yayın-evlerinden biri, Simon Shwester Yaymevidir. Son yayınlarından birisi Mesih isa'nın Son Deneyimindir.

Bu çirkin kitabın 25. sahifesinde şunlar yazmaktadır:

Mesih, kendisine bir eş seçmek üzere, annesinin köyü olan Filis­tin'deki Gana köyüne gitmişti. Bunu İsa'nın annesi istemişti. O, oğlunun kendisine bir eş bulması ile ferahlayacaktı.

İsa elinde bir kırmızı gül olduğu halde köyün ortasında durdu. Bir ağaç altında dans etmekte olan köy kızlarını gözetlemekte idi. Böyle bir yerde bulunan kimse kızların hepsini görecek ve herbi-rini diğeri ile karşılaştıracak durumda idi. Kızları izleyen İsa'da bunlardan birini seçmeye hal kalmamıştı. O kızların hepsini isti­yordu. Dayısının tek kızı Mecdeliya çıkageldi. Saçları omuzların­dan aşağıya iniyor, ağır bir şekilde salınarak yürüyordu. Delikan-lanın gözü bu kıza takılınca aklı başından gitti. Elindeki gülü kıza vermek için elini uzatırken "İşte istediğim kız budur!" diye hay­kırıyordu.

Bu çikrin kitabın 86. sahifesinde şunlar yazılıdır:

Mecdeliya çıplak bir vaziyette sırt üstü döşeğe uzanmıştı. Her ta­rafı terden ıslanmıştı. Kömür gibi siyah saçları yatağının üzerine yayılmış, birbirine geçmiş vaziyette elleri başının altında duruyor­du. Şafaktan beri erkekle yatmaktan güçsüz halde idi. Bedeninden her milletin kokusu yayılıyordu. Meryem'in oğlu bakışlarını indi­rerek odanın ortasında hareketsiz kalakalmıştı.

452. sahifesinde yazar şöyle diyor:

İsa kızı tuttu ve ağzına ateşli bir öpücük kondurdu. Renkleri bo­zulmuş, dizlerinin dermanı kesilmişti. Çiçek açmış bir limon ağa­cının altına düştüler. Yerde yuvarlanmaya başladılar. Güneş doğ­muş, tepelerine dikilmişti. Esen hızlı bir rüzgar, limon ağacının yapraklarını, onların çıplak bedenlerinin üzerine döktü. Mecdali-ya İsa'yı kucaklayarak, onun bedenini ateşli bedenine yapıştırdı.

482. sahifede yazar Yahudanm dilinden şunları söylemektedir:

Sahte mesih İsa, çarmıh ile karşılaşınca perişan oldu ve* bayıldı. Orada bulunan kadınlar kendisinden çocuk elde edebilmek için onu birlikte yatmaya zorluyorlardı. Yahuda Mesih'e şöyle seslen­di: "Senin görevin çarmıhın üzerine çıkmaktır. Sen ölümün üste­sinden gelmekle övünüyorsun. Yazıklar olsun sana! Böyle kadın­larla yatarak mı ölümün üstesinden geleceksin?"

Bunlarda utanma arlanma kalmamıştır! Fakat bunların asırlardan beri damarlarında dolaşan pis biat işte budur. Allah'ın kulu ve elçisi olan Meryem oğlu İsa'ya karşı bu kafir ve günahkarların düşmanlıkla­rı işte bu boyutlardadır.

Allah'ın salat ve selamı İsa Peygamber'e ve bizim Peygamberimi­ze olsun.

 

İslamiyet Ve Masonluk

 

SORU: Bu günlerde Masonluk ve Masonluğun Siyonizmle ilgisine dair şeyler okuyoruz. İslâmiyet'in masonluğa ilişkin görüşlerini açıklar mısınız?

CEVAP: Masonluk, alçak sömürgeciliğin yardımı ile ortaya çıkmış Yahudiliğin en çirkin tuzaklarından biridir.

Masonluk gizli yıkıcı bir topluluğun adıdır. Kelimenin asıl anlamı "Özgür yapı ustası"dır. Sadece Mason kelimesi bu anlamın ne aslıdır, ne de tercümesidir. Çünkü masonluğu ifade eden deyim aslında iki Fransızca kelimeden oluşur. Bunlardan biri "franc" olup anlamı "Öz­gür" demektir. İkinci kelime ise "Maçonnerie" olup anlamı "Yapı Us­tası" demektir. Bu iki kelime birlikte olmak üzere anlamı "özgür yapı ustası" demektir.

Bunun içindir ki masonluğa bağlı olanların cemiyetine "Özgür Yapı Ustaları Cemiyeti" denir. Aslında bunlar yalan söylemektedirler. Eğer doğru söylemiş olsalardı "Şerli Yıkıcıların Cemiyeti" demeleri gerekirdi.

Masonluk; acayip, merak uyandıran ayinleri olan bir yahudi terör cemiyetidir.

İlk kuruluşunun Hz. Süleyman'ın mabedinin yapım zamanı oldu­ğu söylenmektedir.

Her ne kadar masonluğun başlangıcının Firavunlar zamanına, Hindistan, Yunan veya İran'a kadar gittiğini söyleyenler varsa da, Ma­sonluğun miladi 18. asırda oluştuğu görüşünde olanlar da vardır. 1616 tarihinde Haçlı Gül Cemiyeti tarafından kurulduğu söylenmiştir. Kimi­lerine göre Haçlı savaşları sırasında kurulmuştur. İhtimal ki bu şer fik­ri ortaya koymak için birden çok girişim olmuştur. Fakat çeşitli faktör­ler bunu engellemiş, nihayet 18. yüzyılda resmen ortaya çıkmıştır.

Bundan dolayıdır ki bazı tarihçiler şöyle demişlerdir: Öz olarak ifade edilirse, Özgür Yapı Ustaları Cemiyetinin esasları tek bir kayna­ğa dayanmaz. İhtimal ki -daha önce dile getirilen- kaynakların hepsin­den yararlanmış olmasıdır. Bu cemiyetin maddi sistemi Romalılardaki ortaçağ döneminin yapı ustaları cemiyetinden alınmıştır.

Aynı cemiyetin prensibleri patriklerin öğretilerinden ve putperest­lerin sırlı fikirlerinden alınmıştır.

Bununla beraber bu esrarlı fikirler onlara Roma cemiyetinden de gelse, İranlılardan da gelse, Haçlı Gül Cemiyetinden de gelse 18. asır Yahudilerinden de gelse değişen bir şey yoktur. Ama masonluğun fikir­lerinin kaynağının yahudilikteki "Kabala" doktrini olduğunda şüphe yoktur. Bunun en kesin delili Yahudilikteki sistem ve öğretilerin 1717 yılında kurulan en büyük mason mahfeli için esas alınması ve yahudi­likteki aynı sembollerin masonluk için de kabul edilmiş olmasıdır.

Masonluk Öğretilerinin yahudilikteki kabala doktrininden alındı­ğını destekleyen olgulardan biri de masonluktaki terimlerin, tanıtım sözcüklerinin ve makam bildiren isimlerin çoğu yahudilikte kullanılan şevler olmasıdır.

En büyük mason mahfelinde kullanılan zırh'ı bir yahudi mitoloji­sinin sembolü olmak üzere çizen yahudi bir kişidir.

Masonluğun en büyük hedefi Yahudilik dışındaki semavi dinleri yıkmaktır. Bunu, karşı olduğu dinlerde katı düşünceli olmaktan kaç­mak düşüncesinden yardım alarak yapmaktadır. Masonluğun muradı Siyonist İsrail'in varlığının baki kalmasını temin etmek üzere Hristi-yanlığı ve İslâmiyet! yok etmektir.

Masonlar bunu işaret ederek değil, açıkça söylemektedirler. Ma­sonların resmi yayınlarından birisinde aşağıdaki ifadeler yer almıştır:

Biz masonların dinler ile aramızdaki savaşı durdurmamız müm­kün değildir. Çünkü ya onların ya da bizim zafere ulaşmamız ka­çınılmazdır. Tüm ibadethanelerin kapıları kapanmadıkca sonsuza kadar bize rahat yoktur.

Prof. Seyfeddin Bostani şöyle diyor:

Masonluk dinlerle barış içinde imiş gibi görünür. Oysa masonluk yahudiliğin dışındaki dinlerle gerçekte savaş halindedir.

Masonluk ortaya çıkışından beri Hristiyanlıkla çatışma halindedir. Çünkü Hristayanlık Masonluğa zaman bakımından bitişik durum­dadır. Protestanlık ortaya çıkınca masonluk onunla da barış içinde imiş gibi görünerek katolikliğe karşı savaş açtı.

İslâm dininin ortaya çıkmasından beri yahudiler ve masonlar ona açıktan açığa karşı koymakta elinden geleni eksik etmemiş, is­lâm'ı zayıf düşürmek için tuzaklar kurmuş ve fitneler ortaya çı­karmıştır.

Hristiyan yazarlar Hristiyanlağın düşmanı olan Masonlara keskin bir dil ile saldıran yazılar kaleme alırlar. Papa Luis Şeyho masonluğu karanlık sırlarla örtülü Hristiyanlığın ilk zamanlarında ortaya çıkan gizli cemiyetlerden saymaktadır. Ona göre Masonluk dış görünüşte bi­limde ilerlemeye veya Allah'a yakınlaşmaya çağıran bir akımdır. Fakat gerçekte masonluk, ahlaksızlık ve fesat yuvasıdır. İşi gücü yalanlar uy­durmak, tabiat güçlerine saygı fikrinin benimsenmesine çalışmak ve insanı Allah yerine koymaya gayret etmektir.

Tarihçi Hurter 1840 tarihinde yayınalanan kitabında şunları söyle­mektedir:

Altmış yıldan beri Katolik kilisesine düşmanlık besleyen gizli ma­son teşkilatının sistemini ve kurduğu tuzakları inceleyen sonra da bunları meşhur Albiuis (Albejuva)ların oluşturduğu grubun duru­mu ile karşılaştıran kimse aralarında tam bir uyum olduğunu ifa­de etmekten kendini alamaz. Bu uyum sadece genel prensiblerde olmayıp en ince ayrıntılarda da dikkati çekmektedir. Şöyle ki:

a. Her ikisi de insanın her türlü otoriteden sıyrılıp tam bağımsız ve özgür olmasını açıktan savunmaktadır.

b. Her ikisi de sosyal düzene, mamur şehir düzenine ve özellikle kilise kanunlarına düşmandırlar.

c. Her ikisi de gizlilik prensibinde titizdir. Teşkilatın sırrını ancak uzun süre denemeden geçirdiği kimseye açarlar. Aksi hade açık­landığında kendilerini zora sokacak bir meseleyi yabancı birine söylemek surda dursun, dost ve aile çevresinden olan birine bile söylemezler.

d. Her ikisinin de meçhul başkanları vardır. Bu başkanları ancak belli kimseler tanıyabilir. Her ikisinde de üyeler başkalarının bil­mediği gizli sembol ve şifrelerle birbirlerini tanırlar.

e. Her ikisinin de mensupları kendine bir zarar gelmesinden kork­tuğu zaman riyakar davranıp, toplumu aldatmak için dindar görü­nürler.

Kesin bir ifade ile söyleyebilirim ki Avrupa'da meydana gelen kar­gaşa ve siyasi değişimler yarım asırdan fazla bir zamanden beri hep bu gizli teşkilatların işidir.

Oysa İslâm dini her şeyi yaratan ve herşeyde dilediğini yapan Al­lah'a iman etmek temeli üzerine kurulmuştur. Kur'an aşağıdaki ayet­lerde bunu bildirmektedir:

Allah, O'ndan başka tanrı yoktur. O, hayydır, kayyûmdur. (Baka­ra/255)

Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. (Bakara/284) Dikkat et! Hâlis din yalnız Allah'ındır. (Zümer/3)

İslâmiyet bu prensibini ortaya koyarken, inkarcı ve hain mason­luk, Allah'ı inkar etmekte, Allah inancının sonradan ortaya çıkmış, as­lı olmayan bir şey olduğunu söylemektedir. Gizli ve dahiyane yollarla yahudiliği yaymak için dinlere savaş açan masonluk ilerici görünümü ile ortaya çıkar. Fakat gerçek yüzüyle masonluk dinleri ortadan kaldır­mak, Hz. Süleyman'ın mülkünü geri getirmek ve tüm bunları Yahudi­lik adına yapmak durumundadır.

Bu söylediklerimizi şöyle delillendirebiliriz:

1. Mason misyonerlerden birisi şöyle diyor: "Tapınaklarımızdan birine bir müslümanan veya Hristiyanın girmesine izin veremeyiz. Şa­yet buna izin verirsek, gençliğinden beri inandığı şeylerden vazgeçip, kendisine öğretilen inançları bırakması, batıl inanış ve vehimlerine de­ğer veren bir insan olmaması gerekir."

2. 1866 yılında yayınlanan bir mason neşriatmda şunlar yazılıdır:

Allah'ın varlığına dair olan tüm inançlardan masonlar olarak kur­tulmak görevimizdir. Çünkü nefsin ebediliğine ve Allah'a aptal ve ahmaklardan başka inanan kalmamıştır. Biz masonlar, Allah inan­cını baskı ve zulmün kaynağı olarak tasavvur etmeliyiz.

3. 1895 yılı Mason yayınlarında ise şunları görmekteyiz:

Masonluk, dinin farz kıldığı tüm görevlerin insanlığa hakaret eden, insanlığın akıl ve edep yönünden mükemmel olmasını aşa­ğılayan şeyler olduğunu kabul etmektedir.

Bir kimsenin masonluk derecesine ulaşabilmesi, ancak çocukları­nın hiç bir dini ibadete katılmayacağına dair bir belge imzalama­sı ile gerçekleşebilir.

4. 1897 yılında yayınlanan Masonluğa dair bir belgede şunlar yer almaktadır:

Masonluğun, dindar kimseleri kabul etmemesi gerekir. Çünkü mason dindar olmaz!

5. Şark-ı A'zam locasının yöneticisi Delis 1901 yılında şöyle de­miştir:

Görkemli zaferimiz 20 kuşak boyunca devam etmiştir. İşte bizim gayretli çalışmamız neticesinde yalancı ilahlar düşmüştür. Pey­gamberlerin yalancı olarak bilinip değerden düşmesi biz masonla­rı sevindirir. Masonluk, tüm dinlere düşmanlık ilan edip onlarla savaşmak için kurulmuş bir teşkilattır.

6. 1903 yılındaki bir yayında şöyle denmektedir:

ibadethaneleri ve dinleri yenilgiye uğratmak yeterli değildir. Mak­sat dinleri yok etmektir. Dini devletten ayırdıktan sonra Allah inancı ile savaşa başlayacağız.

7. 1911 yılındaki bir yayında şöyle denmektedir:

Unutmayınız ki biz masonlar din düşmanıyız. Bunun içindir ki biz toplumumuzda gücümüz yettiğince en küçük din olgusunu yok et­meye çalışırız.

8. 1922 yılındaki bir yayında şöyle denmektedir:

Yakında dinin yerini masonluk, ibadethanelerin yerini ise mason locaları alacaktır.

9. 1923 yılında "Doğu Locası"nda verilen bir konferansta şöyle bir ifade yer almaktadır:

Masonluk tek bir din olarak ayakta kalmalıdır. Buna göre tüm din­lerin ve o dinlere uyanların yok edilmesi gerekir.

10. Yusuf Rozen Şeytan ve Ortakları isimli kitabında şöyle diyor:

33 derceye gelmiş bir mason, dinleri yok etmeye çalışmak görevi ile yükümlüdür. Çünkü dindarlık hainliktir. Amacımıza ulaşmak için kullandığımız araçların hepsi başarılı olmak şartı ile iyidir. Bize göre amaç, her türlü aracı mubah kılar.

Masonluk adamına, yerine ve zamanına göre kılıktan kılığa girer, çeşitlenir, münafıklığın en tehlikelisi masonluktur. Bu masonluğa bi­zim yapıştırdığımız bir yafta değildir. Bilakis tarihçi yazar Hurter'in ifade ettiği bir gerçektir.

Hurter'in açıklamasına göre masonluk gelişme gösterdiği memle­kete göre şekil alır. Fransa, İtalya ve İspanya'da açıktan açığa, tepeden tırnağa küfür içinde bir masonluk görürsünüz.

İngiltere, Almanya ve Amerika'da toplumun ahlak değerlerine ve dine karşı biraz titizlik gösteren bir masonlukla karşılaşırsınız.

Masonluk başarısızlıktan korktuğu yerlerde, dine karşı olan sava­şı hafifleterek sürdürür. Nitekim doğu ülkelerinde de böyledir. Fakat masonluğun prensibleri esas olarak din hakkında şüphe uyandırıp, di­ni yıkmak amacına yöneliktir. Ta ki yıktığı dinlerin enkazı üzerinde fa­natik yahudi milliyetçiliğinin öğretilerini ve yahudiliğin Talmud esas­larını yerleştirsin.

Prof. Muhammed Anan da Gizli Cemiyetlerin ve Yıkıcı Cereyan­ların Tarihi isimli kitabında bu fikri desteklemektedir.

Prof. Anan'ın naklettiğine göre mason misyonerlerden Delbis 1902 yılında yaptığı bir konuşmada Hristiyanlığa ve din fikrine saldır­mış, bu konuşmasında aptalca ve ahmakça Allah fikrinin -haşa- hura­fe olduğunu söylemiştir. Bu masonun yaptığı konuşma şöyledir:

Din hurafesi gerçekten çok uzun sürmüştür. Fakat yalancı ilahla­rın rolü gizli kalmış (ortaya çıkmamıştır. İnanılan Allah (geçen) yüzyıllar (sonun)da Hintlilerin, Mısırlıların, Yunanlı ve Romalıla­rın tanrılarının yanına giderek (ortadan) kaybolmuştur. Bu millet­ler kendilerini tapmakların içine gömen uydurma hurafeleri uzun süre yaşatmışlardır.

Bu utanmaz ve yüzsüz ahmak adamın zırvaları nerede İslâm dini­nin üzerinde yükseldiği, parlak ezeli gerçek nerede? O gerçek tek Al­lah'ın varlığı gerçeğidir.

Hikmetli sözler söyleyen şair bunu şöyle ifade etmiştir: Her şeyin varlığı Allah'ı gösterir

Her varlık söyleyip durur Allah bir.

Kur'an'da bu açık gerçek onlarca yerde ifade edilmektedir. Bun­lardan birisi aşağıdaki ayetlerdir:

Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sı­namak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır. O ki, birbiri ile ahenktar yedi (kat) göğü yaratmış­tır. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göre­mezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor mu­sun? (Mülk/1-3)

Müsiümamn her durumda yanından (ve zihninden) ayırmaması gereken şu hadis-i nebevi de bu hakikati desteklemektedir:

 

İhsan, O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor.

Daha önce işaret edildiği üzere, bazıları Masonluğun "Kabala" -ki bazı yazarlar ona "Yahudi Kabala Doktrini" demektedir- toplulu­ğunun etkisi altında kalarak ortaya çıktığını ifade etmişlerdi. Gerçek­ten kabala doktirini ile masonluk arasındaki bağ güçlüdür.

Kabala topluluğu orta çağda meydana çıkmıştır. Bir takım felse­fi öğretilerle sapık büyücülerin fikirlerinin birbirine karışması ile olu­şan Kabala Doktrini bir takım sırlarını, rütbelerini, ayin ve sembollerini masonluğa taşımıştır. Hatta bazı Hristiyan papazlar şöyle demiş­lerdir: "Masonluk bunun arkasında kendisine derelerin döküldüğü bir büyük nehir olmuştur. Bu nehire dökülen sular bir takım derneklerde meydana getirilen şer hareketleridir. Bu şer hareketler, Hristiyanlığın ilk zamanlarından itibaren başlamış 18. aşıra kadar oluşmaya devam etmiştir.

Yahudilerin masonluk hareketini bir fırsat olarak değerlendirmesi Süleyman'ın mülkünü ve Yahudi devletini geriye getirmek için bir araçtır. Bu düşüncenin üzerindeki örtüyü yıkıcı masonluk cemiyetinin kurucusu ilk oturumunda kaldırmış, şöyle demiştir: "Bizim bu cemiye­timizin amacı, dünyayı yahudiliğe döndürüp, Hristiyanlağın öğretileri­ni yok etmektir."

Bu yıkıcı cemiyetin kurucularından ve en büyük suçlularından bi­ri şöyle diyor: "Bu cemiyetin görevi, isterse öldürerek veya her haram şeyi yaparak da olsa Yahudiliğin korunmasıdır."

Masonluğun yayılmasında İngiltere'nin oynadığı rolü unutmama­mız gerekir.

Masonluğa başarı vaadi veren hilebaz sömürgeci İngiltere'dir. İsrail devletini ortaya çıkaran İngiltere'dir. Filistinlileri dağıtıp perişan eden İngiltere'dir.

Müslümanların ve Arabların aleyhine gerçekleşen trajediler hep İngiltere'nin başının altından çıkmaktadır.

Orada bulunan masonluğun ahtopot gibi yayılmasını sağlayan odur.

En büyük mason locasını açan en eski devlet odur.

En büyük mason locası 1717 yılında İngiltere'de kurulmuştur.

Ansiklopedia Britanica'ya başvurduğumuzda, İngiltere'den sonra doğuda ve batıda açılan en büyük mason localarının nerelerde olduğu­nun bir liste halinde verildiğini görmekteyiz. Bu liste şöyledir:

İlk mason locası Paris'te 1723'de, Cebel-i Tank'da 1728'de, Al­manya'da 1733'de, Portekizde 1735'de, Hollanda'da 1745'de, İsviçre'de 1740'da Danimarka'da 1745'de, İtalya'da 1763'de, Belçika'da 1765rde, Rusya'da 1771'de, İsveç'de 1773'de, Hindistan'da 1752'de açılmıştır.

Masonların gizli ve manası anlaşılmaz ayinleri vardır. Bunlardan biri Loca içinde büyük insan heykeli önünde yapılan ayindir.

Bir mason masonluğa girişini ve Locaya kaydoluşunu şöyle anla­tıyor:

Locaya girmezden Önce gözlerimi bağlayarak beni bir odaya aldı­lar. Odaya girdiğimde gözümün bağını çözdüler. Odada zayıf bir ışık vardı. Kefil bana: "Burada bekle, bir şey düşünme!" dedi. Yan tarafım­da büyük bir insan heykeli vardı. İşte beşerin heykeli dediler.

Sonra kefil dönerek bana şöyle dedi: "Sen o heykeli satın almaya hazır mısın?" Ve benden paralarımı alarak odadan çıktı.

Daha sonra odaya bir başkası girdi. Evvela sol bacağımın panto­lon paçasını dizime kadar sıvadı. Arkasından sağ kolumu pazıya kadar açtı. Boynumu ve göğsümü de açtı. Boynuma bir ip bağlayıp gözleri­mi kapattıktan sonra ipten çekerek beni bir süre yürüttü.

O sırada boynum üzerinde kınından çıkarılmış bir kılıç bulundu­ğunu hissettim. Odada bulunan başkan bana: "Ne hissediyorsun?" di­ye sordu. Ben: "Kılıca benzer bir şeyin üzerimde olduğunu hissediyo­rum" cevabını verdim. Bunun üzerine başkan şöyle dedi: "Ey teşkila­tımıza girmek isteyen kişi! Şunu anla ki eğer buraya ait sırları gizle­mezsen bu kılıç senin hayatım tehdit etmektedir."

Bundan sonra gözümdeki bağı alıp boynumdaki ipi çözdüler. Öy­lesine parlak ışıklar yaktıklar ki gözlerim kamaştı. Gördüm ki odada bulunan herkes ellerinde başımın üzerinde kılıçlar, göğsüme çevirdik­leri oklar tutuyorlar. Bundan sonra boynuma bir önlük astılar.

Bu mason daha sonra şöyle diyor:

Masonlukta adı "Güllü Haç" olan 18. dereceye yükseldim. Sonra 33. dereceli mason oldum. Böylece masonlukta seçkinler safında yerimi aldım. Derecemin yüksekliğine rağmen ne ben, ne de başkanımız bize gelen kapalı emirlerin ilk kaynağını bilmiyorduk.

Davet ettiği yolu, prensiblerini gizleyen masonluk nerede? İslâmi­yet'in herşeyinin apaçık ortada olması nerede!

İslâm'da gizlilik, kapalılık, terör ve ne olduğu belirsiz ayinler yoktur.

İslâm dini kolaylık ve tolerans dinidir. Bunu Kur'an şu ayeti ile bildiriyor:

Peygamber, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti. Mü'minler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitap­larına ve peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerin­den hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey rabbi-miz! Affına sığındık, dönüş sanadır" dediler. Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar. (Baraka/285-286)

Allah'ın Peygamberi de İslâm'ın temel prensiblerini şu sözüyle bildiriyor:

İslâm dini beş şey üzerine kurulmuştur:

• Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçi­si olduğuna tanıklık etmek,

• Namaz kılmak,

• Zekat vermek,

• Ramazan orucunu tutmak,

• Yoluna gücü yetene hacca gitmek.

Hz. Peygamber bu açık yönlendirmesini her müslüman için geçer­li olmak üzere şu sözleri ile pekiştirmiştir:

Allah'a iman et, sonra dosdoğru ol.

Nerede olursan Allah'tan kork. Yaptığın bir kötülüğün peşinden onu yok edecek bir iyilik yap. İnsanlara güzel davran.

Masonluğa giren kimseden bir yemin istenir. Bu yemin masonlu­ğun üzerine kurulduğu terörist unsuru açık bir şekilde ortaya koymak­tadır. Masonluğa giren kimse şöyle yemin eder:

Saygıdeğer Locamda kainatın en büyük mühendisine yemin ede­rim. Burada hazır bulunanlar önünde bana tevdi edilen masonlu­ğa ait sırları koruyacağıma, onlardan hiç bir sırrı başkasına verme­yeceğime söz veririm.

Masonluğun bana verilen sırlarını yazmayacağıma, bunları basılı olarak ortaya koymayacağıma, hiç bir kimseye bunların ne oldu­ğunu göstermeyceğime yemin ederim. Bütün gücümle teşkilatı­mız mensupları dışındakilere sırlarımızın açılmasına engel olaca­ğıma yemin ederim.

Bu yeminimi koruyacağıma ayrıca net olarak yemin ediyorum.

Kardeşlerime ve Locamız üyerine sevgi ve dostluk göstereceğim. Onlara ihtiyaç duydukları hususlarda yardım edeceğim. Gücüm yettiğince locadaki oturumlara devam edeceğim. En büyük Loca­nın kanunlarına itaat edeceğim.

Eğer yeminimi bozarsam boynumun vurulmasını, dilimin kökün­den kesilmesini, bedenimin kuşlara ve balıklara yem olarak atıl­masını hak etmiş olacağım.

Yeminimi bozarsam, benden sonra masonluğa girenlere ibret ol­mak üzere vücudumun mason Locasında asılmasına, sonra yakı­lıp küllerimin havaya saçılmasına razı oluruyorum,

Hiç bir dinin ve kanunun benimsemeyeceği bir terörist tehdit olan bu yemin masonluk için yeterli değildir. Masonluk rütbelerinde ilerle­yen bir kimse başkanlarının güvenini kazanabilmek için bu ilk yemini­ne ilaveten bir yemin daha yapar. Bu ikinci yeminde masonluk, insan kişiliğini yok edip onu toplumundan, ailesinden, vatanından ve hükü­metinden koparır.

Bu yemin şöyledir:

Ana, baba, kardeş, eş, akraba, dost, hükümdar ve başkan gibi kimselerle olan tüm bağlarımı keseceğime yemin ediyorum. Kendile­rine karşı emaneti koruyacağıma, gerektiğinde itaat edip hizmet edeceğime söz verdiğim kimselerle olan ilgimi keseceğim.

Masonluğun en yakınlarla bile bağını kopartan bu uygulaması ne­rede? İslâm dininin tüm insan oğullarını kardeş ve insanlık yönünden akraba sayan uygulaması nerede?

Hz. Allah şöyle buyuruyor:

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yara­tan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-nizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğu­nuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir. (Nisa/l)

İslâm dini ana baba hukuku ile ilgili olarak şöyle buyurur:

Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana-babanıza da iyi davranmazım kesin bir şekilde emretti. (İsra/23)

İslâm dini yöneticilere itaat hususunda da şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemr'e (idarecilere) de itaat edin. (Nisa/59)

Sahtekar masonluk kendisini üç aşamaya ayırmaktadır:

1. Sembol seviyesi olan başlangıç aşaması. Bu kısımda yahudi ol­mayan masonlar bulunur.

2. Orta krallak aşaması. Bu kısma yahudi olmayıp 33 derece ma­son olanlar girebilir.

3. Evren aşaması. Bu kısımda yahudi yöneticiler bulunur. Bunlar tüm mason localarının yönetimini üstlenirler.

İslâm dininde böyle bir kısım ve aşama olmadığı gibi İslâmiyet böyle bir şeye razı da olmaz.

Masonluk, tüm hile ve tuzaklarıyla vatan duygusunu ve her türlü faziletli milliyetçilik eğilimini yok etmeyi amaçlar.

Oysa müslümanların hislerini ifade eden bir sözde "Vatan sevgi­si imandandır" denmiştir. Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle bu­yuruyor:

Her kim, milletini savunma uğrunda öldürülürse şehittir.

Günaha gömülmüş masonluk kadını çirkin bir şekilde sömürmeyi aşırı derecede ileriye götürmüştür. Amaçlarına ulaşmak, dileklerini gerçekleştirmek için kadını tuzak olarak kullanmıştır.

Masonların sivri akıllılarından biri olan Dor Foyel şu çirkin cüm­leyi söylemiştir:

Mutlak olarak namus telakkisi mason bay ve bayanlara göre rezil bir anlayıştır. Çünkü namus anlayışı olağan eğilime zıt düşer.

Masonluğun bu anlayışı nerede? İslâm dininin kadını her yönden kuşatıp onu koruyan, şeref ve namusun korunmasında yardımcı unsur olarak benimseyen anlayışı nerede?

Masonculuk aile yapısını yok etmek için elinden geleni yapar. Oy­sa İslâmiyet aileyi toplumun temel taşı sayar. Hatta İslâm'a göre aile­nin oluşturduğu küçük toplulukların meydana getireceği büyük toplu­luklar inançlı bir milleti meydana getirir.

Masonluğun gizli öğretilerinden biri şöyledir:

İnsanları teşkilatımıza çekmenin Özünde yatan en esaslı nokta, on­ları ailesinden koparıp ahlakını bozmaktır. Teşkilata çekeceğiniz kişiyi cezb edip sürükleyiniz. Onu ailesinden ve çocuklarından koparınız. Ona aileye karşı görevin zorluğunu, ev hayatının zor­luklarını iyi bir şekilde anlatın, ayrıca özgür yaşamayı teşvik edi­niz. Öte yandan kalbine dinden usandırıp bıktırıcı fikirler soku­nuz. Ondan sonra ona masonluğu sevdirecek şeyler söyleyip en yakınında bulunan bir mason locasındaki safta yerini almaya da­vet ediniz.

Burada karı-kocadan oluşan aileye İslâm dininin verdiği önemi ha­tırlatmamız yerinde olacaktır. Hatta yerinde olmaktan öte bir görevdir.

Kur'an, evlilik hayatının Allah'ın kullarına ihsan ettiği bir nimet olduğunu bildirmektedir. Aile hayatı yaşayanların başında peygamber­ler gelmektedir.

Kur'an'da aile yapısına şu ayetlerle işaret edilmektedir:

Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. (Ra'd/38)

Hz. Allah Rahman'ın hayırlı kullarını anlatırken şöyle buyurur:

(Ve o kullar): "Rabbimiz! Bize göz aydınlığı eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!" derler. (Furkan/74)

Hz. Peygamber de aile yapısının önemine şu buyruğunda işaret ediyor:

(Harcamaya) önce kendinden başla. Sonra bakımını üstlendiğin (aile bireyi olan) kimselere (masraf et).

Masonların günahkarlığı o derecededir ki şaraba kutsallık tanıya­rak her toplantı ve karşılaşmalarında onu içerler.

İçki içme kötülüğünü İslâm kabul etmediği gibi içilmesine de ra­zı olmaz. Nasıl olabilir ki İslâmiyet içkiyi kötülüklerin anası kabul et­miş, içkinin dert olup şifa olmadığını bildirmiştir.

İslâm içkiyi nasıl benimseyebilir ki onun yüce kitabı şöyle der:

Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak is­ter. Artık (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (En'am/90-91)

Kur'an bir yerinde "kendisinden biri şahitlik etti" (Yusuf/26) bu­yurduğuna göre biz de burada masonlardan birinin tanıklığına başvu­racağız.

Masonlukta yüksek derece ve makamlara geldikten sonra, ma­sonluğa ve onun pisliğine bulaşmış olmaktan dolayı tevbe edip dönüş yapmaya Allah'ın muvaffak ettiği eski bir mason olan Hacı Yusuf un söylediklerine kulak; verelim. Hacı Yusuf, Gerçek Yalımda isimli ki­tabında masonluğun tuzaklarını ortaya koyarak, kepazeliğini göster­miş, bir takım sembol ve ayinlerini aşağıdaki noktalarda ortaya koy­muştur:

1. Sembolcü masonlar toplantı yaptıkları yere "Allah'ın mabedi" nin sembolü olmak üzere "mahfel" veya "mabed" adını verirler.

Kral derecesine gelen masonlar ise toplantı yerine yahudiliğin milli vatanının ve belirtisinin sembolü olmak üzere "Süleyman'ın ma­bedi" derler.

2. Masonlar ışığı insan aklının nurunun sembolü olarak kullanır­lar. Kral derecesindeki masonlara göre ışık, Hz. Musa'ya tecelli eden Allah'ın nurunu ve İsrail oğullarının Mısır'dan çıkışından sonra onlara eşlik eden ateş sütununu sembolize eder.

3. Genel olarak masonlarda kılıç hak, adalet ve özgürlük yolunda savaş vermenin sembolüdür. Kral derecesindeki masonlara göre ise, İs-railoğullarının Kudüs'te mabedin yapımı sırasında Kudüs'ü savunmak için kullanılan kılıcı ve ikinci olarak Babil esaretinden dönüşteki sür'u sembolize eder.

4. Özgür yapı, sembolcü masonlarda insancıl bir işarettir. İnsanın derece derece ilerleyeceğini gösterir. Kral derecesindeki masonlara gö­re ise Süleyman tapanağı'nın sembolüdür.

5. Yedi nur, gözü açılmayan masonlara göre, masonluk kanunu gereğince kendileri olmaksızın locada oturumun açılmayacağı yedi üyeyi sembolize eder. Kral derecesindeki masonlara göre Süleyman ta­pınağının tamamlandığı yedi yılın sembolüdür.

6. Loca başkanının koltuğunun üst kısmında, yıldız şeklinde bir şekil, bu şeklin ortasında G harfi bulunur. Bu işaretin arkasından gü­müş rengi bir ışık yakılır. Bu sembolün bir şekli daha vardır ki locanın doğu tarafında bulunur. Buna "şark-ı azamın parlayan yıldızı" derler. Bu isim, aynı zamanda Süleyman mabedinin de adıdır.

Mısır'a geçelim; masonluk tufanının yeryüzünde meydana getirdi­ği felaketten Mısır da nasibini aldı.

İlk başlarda siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda ileri gelen pek

çok şahsiyetin aldanarak masonluğun içine düşmeleri üzücü bir olaydır.

Hatta masonluğun aldatıcı parlak şimşekleri Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'u da içine çekmiştir. Fakat bunlar masonluğun iç yüzünü öğrenince derhal masonluk teşkilatından ayrılıp çekilmişler­dir. Ayrıca masonluğun dinsizlik planlarının ve insanlığa olan zararla­rının üzerinden sır perdesini kaldırıp insanlara açıklamışlardır.

İşte Muhammed Reşid Rıza hocası Muhammed Abduh'un hayatı­nı yazdığı Prof. Abduh'un Tarihi isimli kitabında masonlarla ilgili şun­ları söylemektedir:

"Her ne kadar masonların gayesi tüm dinleri yıkmak ise de, teşki­lata ilk girecek kimseye göre, din ile ilgilerinin olmadığını ortaya koymak üzere, dinler arasında bir ayırım görmediklerini söyleme­yi yararlı sayarlar.

Mısır'da devlet yöneticileri masonluğun suçlarını ve Mısır toplu­mu için tehlikesini anlayınca 1964 yılında Mısır'daki masonluk cemi-leyetlerini ortadan kaldırmışlardır.

Değerli okuyucu, masonluk hakkında daha fazla bilgi edinmek is­tiyorsan şu eserlere başvurabilirsin:

1. Bu Kanseri Durdurun, Seyfeddin Bostani

2. Masonluğun Sırları, Cevad Rifat Atilhan

3. Karanlığın Dağılması, Avaz Huri

4. Belanın Kökleri, Abdullah Tel

Buraya kadar masonluk hakkında verdiğimiz bilgilerden sonra özün özü olarak şunu söyleyebiliriz:

Masonluk, İslâm dinine kaşı yahudiliğin tuzaklarından biridir. Hatta o, Allah'ın dinini yıkmayı hedeflemektedir

 

Bahailik İslâm'a Karşı Düzenlenmiş Bir Komplodur

 

SORU: Bahailiğin iç yüzü nedir? Bahailik karşısında İslâm'ın du­rumu nedir?

CEVAP: Zarar ve tehlike bakımından en şiddetli akım 19. asırda veba gibi yayılan sapık Bahai mezhebidir. Bahailiğin belaları 20. yüz­yıla da uzanmıştır.

Bahailik ilk günden beri çirkin yüzündeki Örtüyü kaldırmamış, bi­lakis ilk girişimler diyebileceğimiz öncü davranışlarla gerçek yüzünü perdelemiştir. Giriş mahiyetinde olan bu hareketlerin en önemlisi Ba­hailiğin temeli olmak üzere "Babilik'tir

Araştırmacı ve tarihçiler Bahalilik ile Babilik arasında tam bir bağlantı olduğunu söylemektedirler.

Babilik ilk defa, liderinin kendisine söylenen "Bab" lakabı ile ilin­tili olarak İran'da ortaya çıkmıştır.

"Bab" kelimesinin birden çok anlamı vardır. İlim kapısı, hakikat kapısı, göğün kapısı bu anlamlardan bazısıdır. Bir diğer anlamı da "beklenen kurtarıcının yaklaştığını müjdeleyen kimse"dir.

Bazı tarihçilerin rivayetine göre "bah" sözünü İsmailiyye mezhe­bi, insanlara İsmailliyye mezhebinin sırlarını öğreten şeyhe bir unvan olarak vermiştir.

Nusayriler Selman-ı Farisi'yi "bab" olarak bilirler. Çünkü onların inancına göre Peygamberin ölümünden sonra davet işi ona bırakılmıştır.

Bâtınî mezhebinin bazı kolları ve bazı tasavvufçular bu kelimeyi davetin erkanı anlamında kullanmışlardır. Zira bunlara göre "bab" de­nilen liderler davet edilen kimsenin aralarına girmesine ve ulaşmasına sebeptir.

Babilik mezhebi İran'da Şiraz halkından Mirza Muhammed Ali Şirazi ardında bir kimseye nisbet edilmektedir.

Mirza Muhammed Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'e nisbet edilen bir ailenin çocuğu olarak hicretin 1235 yılında doğmuştur. Bu aile ti­caretle uğraşırdı.

Mirza 25 yaşına geldiğinde "Bab" olduğunu iddia etti. Şia mezhe­binde beklenen mehdinin vekiline "bab" denirdi. Mirza'nın bab oldu­ğunu iddia etmesi hicri 1260 yılında olmuştur. Denizciler süratle onu tasdik ettiler.

Babilik kendisini dine dayandıran bir mezheptir, Bu mezhebin ku­rucusu peygamber olduğuna inanan bir kişi olup, kendisim "Dinin bab"ı olarak isimlendirmiştir. İddiasına göre Musa, İsa ve Muham-med'in halifesidir. Kısaca Babiliği böyle ifade edebiliriz.

Bu mezhebin kurucusu yahudiliğin, hristiyanlığın ve müslümanlı-ğın birleşmesi çağrısında bulunmuş, mezhebinin bunu gerçekleştirece­ğine inanmıştır. Mezhebin kurucusu, kendisini üç dinin birleştiği nok­ta olarak tanımlamıştır.

Şirazi iddialarını aşağıdaki şekilde derece derece geliştirip şunla­rı ileri sürmüştür:

1. Kendisinin beklenen Mehdi'ye açılan "bab" (kapı) olduğunu ileri sürmüş, bu davete "Babilik" adını vermiştir. İnsanlar kendisi ara­cılığı ile imamla ilişki kurup onun emirlerini alacaklardır.

2. Şirazi daha sonra beklenen Mehdi'nin kendisi olduğunu iddia etmiştir.

3. Daha sonra kendisine vahiy gelen peygamber olduğunu ileri sürmüştür.

4. Daha sonra Allah'ın ruhunun kendisine geçmek suretiyle Allah olduğunu iddia etmiştir.

Şirazi davasını, gördüğünü iddia ettiği rüyalara dayandırıyordu. Mesela bir keresinde şöyle demişti:

Benim kadınlardan el etek çekişim, kendimi ibadete ve namaza verişim, durumumu açıklamazdan bir sene önce gördüğüm bir rüyaya dayanmaktadır. Rüyamda gördüm ki şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin'in kesik başı bir ağaçta asılı idi. Kesilen boyun tarafından bolca kan akıyordu. Ağaca yaklaştım. Beni şiddetli bir heyecan kapladı. İki elimi açıp uzatarak bu kutsal kandan birazını elime alıp ihlasla onu içtim. Bu işlem sona erince Allah'ın ruhunun be­denime girdiğini hissettim. Bu ruh bedenimin her tarafını kapladı. Allah'ın içime girmiş olmasının sevincinden kalbimi bir heyecan aldı. Gözümün önünde bütün güzelliği ile ruhi sırlar açıldı.

Devlet yöneticileri ve ilim adamları ile Şirazi'nin arasında düş­manlık şiddetlendi. Şirazi zayıf kişilikli bir kimse idi. Bunu gösteren şöyle bir olay vardır:

Şiraz şehrinin ilim adamları Muhammed Mirza'nm sapıklığını or­taya koyunca Şiraz valisi, cuma günü camide cemaatin önünde Şira­zi'nin tevbe etmesini istedi. Şirazi, korkudan yalancıktan minbere çıka­rak tevbe ettiğini şu sözlerle açıkladı:

Her kim benim imamın vekili veya babı olduğumu kabul ederse Allah'ın gazabı onun üzerine olsun.

Her kim benim Allah'ı inkar ettiğimi, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu inkar ettiğimi, Allah'ın peygamberi, müminlerin emiri Hz. Ali'nin veya arkasın­dan gelen imamların vesayetine sahip olduğumu söylerse Allah'ın gazabı onun üzerine olsun.

Daha sonra bu tevbesinden dönüp tekrar eski saçmalıklarını iddia etmeye devam etmiştir.

Babilik daveti için bol verimli bir alan buldu. Babi Muhammed Mirza'nm arkasından gidenler, ağıt söylemeye layık derecede cahil ve bilgisiz kimselerdi. Bu durum, eski zamanlarda İran'da meydana gelen bir olayı hatırlatıyor: Bir vakitler adamın birisi İran'da peygamber ol­duğunu iddia etmişti. Zamanın kralı bundan haberdar olunca adamı ça­ğırtıp kendisine şöyle sordu: "Peygamberlik iddia ediyormuşsun, bu doğru mudur?" Adam bu soruya şöyle cevap verir: "Sultanım! Bana uyanlardan bir grubu huzurunuza toplamama izin veriniz." Adamlar

toplandıktan sonra sahte peygamber eşek gibi anırmaya başladı. Adamlar hemen onun yaptığı gibi anırdılar. Bunun üzerine yalancı peygamber şöyle dedi: "Efendim, ben bu eşeklerin peygamberiyim!"

Babilerin davetlerindeki rezalet o derecededir ki iddiaya göre Mu­hammed Mirza dinde değişiklik yapıp yeni durumlar ortaya koyma hakkı olduğunu söylemiştir.

Şirazi Bedeşt şehrinde bir kongre tertip ederek bu kongreye ait şöyle bir rapor düzenletmiştir:

Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin değiştirilip kaldırılması husu­sunda araştırmalar yapılmıştır. Uzun tartışmalardan sonra top­lantıya katılan büyük dostlarımızın çoğunluğu bu ibadetlerde ye­nilik yapmanın veya tamamen kaldırmanın gerekliliğine inan­maktadırlar.

Dinin gereği ilahi hikmetin kanunları öyle bir şeyi gerekli kılıyor ki yeni ortaya çıkan daha öncekinden daha yüksek bir mertebede ve daha kapsamlı olmalıdır. Bir başka deyişle sonradan gelen, ye­rine geldiğinden daha yüce ve mükemmel olur. Bu akıl yürütme­ye göre Bab hazretleri makam yönünden ve ortaya koyduğu eser­leriyle daha önce geçen peygamberlerin hepsinden üstündür. Onun dini hükümleri değiştirip bozmaya mutlak hakkı vardır.

Toplantıya katılanlardan pek azı İslâm dininde değişiklik yapıla­mayacağı görüşündedirler. Bunların dayanağı şudur:

Bab hazretleri yeni bir hüküm koyucu veya hükümleri değiştiren değil, ancak o hükümleri düzelten, içerisine karışmış bidat ve bo­zuklukları temizleyen ve onlara değer kazandıran biridir.

Bab'm ortaya koyduğu görüşleri inceleyen kimse onun iddia ettiği şeyleri çeşitli kaynaklardan almış olduğunu anlar. Aynı zamanda yap­tıklarının İslâm dinine karşı gelmek, dini karıştırıp bozmak ve Allah'ın azametine ve Peygamberin makamına dil uzatmak olduğunu görür.

Mesela kendisine Kur'an'dan daha büyük bir vahyin geldiğini id­dia etmiştir. Kendisi diyor ki:

Sizin peygamberiniz kendisinden sonra Kur'an'dan başka bir şey bırakmamıştır. İşte size benim Beyan adlı kitabım! Onu okuyunuz. Onu okuduğunuzda Kur'an'dan daha düzgün ifadeleri olduğunu göre­ceksiniz.

Şirazi'nin bu sözünde işaret ettiği Beyan adlı kitabı, onun kendisi­ne vahyedildiğine inandığı kitaptır. Aslında bu kitap bir sürü dil ve gra­mer yanlışlıkları ile doludur.

Üzücü ve komik olan bir durum var ki kendisine gramer hataları sebebiyle itiraz edilip, "Allah böyle gramer hataları olan bir vahiy in­dirmez" dendiğinde şu komik cevabı vermiştir:

Harfler ve kelimeler günahkar olup Allah'a karşı gelmişlerdi. İlk zamanlarda işledikleri bu hatadan dolayı Allah onları gramer ku­ralları ile zincire vurarak cezalandırdı. Allah beni peygamber ola­rak gönderince, ben herşeye rahmet olarak gönderildiğimden tüm günahkarlara ve hata işleyenlere, hatta harflere ve kelimelere bile af çıktı. Böylece kelimeler gramer cezasından kurtuldular. Artık gramer kurallarına uymaksızın dileyen dilediği gibi söyleyebilir, bunda hata ve kusur olmaz!

Bundan daha öte aptallık olamaz.

Şirazi kendini Peygamber efendimizden daha üstün görürdü. Şöy­le derdi:

Benim Kur'an'ım Muhammed'in Kur'an'ından üstün olduğu gibi, ben de ondan üstünüm. Muhammed insanların Kur'an'ından bir surenin benzerini getirebilmekten aciz olduğunu söylerken, ben insanların benim Kur'an'ımın bir harfinin benzerini getiremeye­ceklerini söylüyorum. Muhammed elif harfi makamındadır. Ben ise nokta makamındayım.

Bu mel'un adam yukarıdaki sözünde nokta ifadesiyle ilk varlıkta­ki ilahi hakikati, elifüe de bu ilahi hakikati anlatan sureti kastediyor.

Bu sapık adamın sapık fikirlerinden ve İslâmiyet'le çatışan görüş­lerinden bazıları şunlardır: Beş vakit namaz ve cuma namazı kaldırılmıştır. Cenaze namazı dışında cemaatle namaz kılmak yoktur. Cünüp-lükten temizlenmeye gerek yoktur. Kıble Mirza'nm Şiraz'da doğduğu evdir. Bundan dolayı hac için gidilecek yer burasıdır.

Babilikte oruç 19 gündür, oruca başlamazdan önce Babiler, beş gün boyunca çılgınca eğlenip herhangi bir sosyal ve kanuni kayıt ol­maksızın arzu ettikleri her şeyi yapabilirler.

Babilere göre 19 rakamı kutsaldır. Bu sebeple yılın aylarını 19 ay saymışlardır. Bu ise Allah'ın kainata koyduğu kurala ve Kur'an'da bir yılın aylarının 12 olduğunu bildiren ayete açıkça aykırıdır.

19 rakamına ait çılgınlıklarından biri de erkeğin boşadığı karısına 19 kez dönebilmesinin caiz görülmesidir. Kadını erkeğin elinde oyun­cak haline getiren ve kadının şerefini hiçe sayan bundan daha çirkin bir anlayış olamaz.

Babiler, kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi inkar ederler. Babi­lere göre Kur'an'da ve diğer dini kaynaklarda bu konuda yer alan ifa­deler ruhi ve manevi birer mecaz ve sembolden ibarettir.

B ahiliğin İslâm dinine karşı gelip ona zarar veren düzenbazlıkla­rından ve inkarlarından biri de hulul teorisi ile vahdet-i vücut inancına inançları arasında yer vermesidir.

Vahdet-i vücud fikri sapık bir fikirdir. Her şeyde Allah'ın bulundu­ğu esasına dayanır. Buna göre evren hayalden ibret olup gerçek değil­dir.

Tasavvufcularm aşırı olanları da bu görüştedir. Bunlara göre Al­lah'ın zatı ile insanın zatı aynıdır. -Haşa- Yaratıcı ile yaratan arasında fark yoktur.

Hulul teorisine inanlara göre de -haşa-Allah insanın içine girmiş­tir. Bunlar derler ki: "Allah'a itaat ederek nefsine eziyet edip, şehvetli ve zevkli şeylere karşı sabreden kimse mukarrebler makamına yükse­lir. Bu makama geldikten sonra devamlı yüksele yüksele, beşer olmak­tan çıkar. İşte bu noktada Meryem oğlu İsa'ya giren ruh, bu makama gelen kimseye de geçer."

Babiler zehirlerini saçıp yalanlarını yaymak ve adamlarına çekici görünmek için kadın ve seks unsurundan yardım almışlardır. Babilerin kendisinden yardım aldıkları baştan çıkarıcı güzel bir kadındır. Bu ka­dın altın saçlı, taşkın kadınlığını fışkırırcasına dışa vurmuş bir kadın­dır. Çevresinde bulunanlardan bazıları ile şüpheli ilişkileri vardır. Çev­resindekiler ona "göz nuru" derlerdi. Asıl adı Ümmü Selma bint i Sa­lih el-Kazvini'dir.

İşin tuhafı cinsel ve ahlaki konularda rezaletinin kokusu dışa vur­muş olmasına rağmen bu kadının lakabı temiz kadın anlamına gelen Tahire idi.

Bu kahrolası kadın hicri 1230, miladi 1814 yılında dünyaya geldi. Güçlü bir konuşma ve tartışma yeteneği vardı. Kadınlığı ve hüebazlı-ğı ile baştan çıkartıcı idi.

Bu kadın Babiler katında fetva otoritesine sahip idi. Öyle ki bir kadının dokuz erkekle evlenmesinin caiz olacağına fetva vermiştir. Be-deşt şehrinde Babiler tarafından düzenlenen kongrede dikkati çeken bir rolü olmuştur.

Bu kadının Babiler arasındaki etkisine ve güçlü otoritesine kendi­lerinden bir tarihçi şöyle işaret etmektedir:

Mezhepte yeni yükümlülükler getiren emirler, kapalı olup anlaşıl­maz durumda idi. Bazı kimseler Babilik hareketinin bu yüzden İslâm dinine bağlı bir bir hareket olduğu görüşünde olmuştur. Bazılarına gö­re ise Babiliğin öğretile'ri başlı başına bir emir ve yeni bir dindir.

Babiler her bir problemle karşılaştığında "göz nuru temiz kadın"a fetva sorarlardı. O da fetva soranlara cevap verirdi. Sanki bu kadın, bu sahte dinin -haşa- rabbi idi.

Bu kadın, yukarda sözü geçen kongrede "Babiliğin İslâm dinini ortadan kaldırdığı" şeklinde bir kararın alınmasını sağlamıştır. Bu ka­dın şöyle söylemiştir: "Biliniz ki İslâm dininin hükümleri "bab"ın or­taya çıkması ile ortadan kalkmıştır."

Gene bu kadın kadınlarla erkeklerin hiç bir kayd u şart olmaksı-

zın ilişkide bulunmasına çağrıda bulunmuş ve şöyle demiştir: "Kadın­larınızla erkekleriniz arasındaki engelleri parçlayınız! Onları yaptığı­nız işlere ortak ediniz ve işlerinizle kadınları aranızda bölüşünüz. On­ları yalnızlıktan çekip çıkarın ve aranıza karıştırın. Tatlı bir iletişimden sonra onlara kavuşun. Kadınlar dünya hayatının çiçeğidir. Çiçeklerin mutlaka koparılması ve koklanması lazımdır..."

Bu kahrolası kadın Kur'an'da geçen sur'dan maksadın kendisi ol­duğunu sanmaktadır. Bir sözünde şöyle demiştir: "Ahiret günü bekle­diğiniz sur benim!"

Bu kadın sonunda cezasını bulup hicri 1259, miladi 1852 senesin­de idam edilmiştir.

Babilik akımı büyük gürültüler koparmış ve birçok insanı günaha sürüklemiştir. Neticede 1848 miladi tarihinde Mirza Muhammed Ali Şirazi hapsedilmiş, ona uyanlar zamanın İran şahma baş kaldırmışlar­dır. Şah bu kargaşayı Şirazi'yi ve Babilerden pek çoğunu idam etmek suretiyle bastırmıştır. Âlimlerin kafir olup dinden döndüğüne dair hü­küm vermesinden sonra Babilerin başı Tebriz şehrinin meydanında kurşunlanarak öldürülmüştür.

Abbas Mahmud Akkad Babiler hakkında şöyle diyor:

Babilerden bazıları vesvseye kapılıp çılgınca şeyler yapmıştır. Sa­nıyoruz ki "bab" kendisi, işin başında kendisine en çok güvenen kimse idi. Fakat işin sonunda da kendisine en az günvenen bir kimse olmuştu. Bunun içindir ki onlar arasında İslâm inancından en uzak kimse idi.

İran Babilere dar gelmeye başladı. Sonunda 1853 yılında İstan­bul'a sonra da Edirne ve Kıbrıs'a geçtiler.

1868 yılında Akka'da kendilerine Bahaeddin adında bir kimsenin liderliğinde bir merkez kurdu. Böylece Babiliğin yerini Bahailik almış oldu. Bir başka deyişle, Bahailik Babiliğin uzantısı oldu. İsimler fark­lı olsa da sapıkların hepsi bir topluluktur.

Bahailer, Babilerden arta kalan dostları ile birlikte Bahaullah'm geleceğini müjdeleyen Mirza Muhammed Ali Şirazi için Hayfa'da Ker-mil dağında bir mezar yaptılar.

Bahailiği kuran kişi İranlı dini bir liderdir. Adı Hüseyin Ali b. Mir­za Abbas Büzürg el-Mazanderi en-Nuri'dir. Miladi 1817 yılında doğ­muş, 1892 yılında ölmüştür.

Bu adam kendisine Bahaullah adını vermiş ve Babiliğe iman et­miştir. İnancına göre Babilik kendisinde Allah'ın ortaya çıkacağını ha­ber vermiştir. -Hz. Allah böyle bir şeyden yüce ve uludur.-

Babilikle ilgili bilgiler kaybolmaya yüz tutunca, Bahullah Baha­ilik hareketini oluşturmuş, böylece Babiliğin mirasına konmak istemiş­tir. Bundan sonra uzun yıllarını hapiste geçirdi.

Bahaeddin, hocası olan Bab'ın öğretilerini Tahran'da yaymaya başladı.

Daha sonra Mazendaran şehrine yöneldi. Yukarda sözü geçen Be-deşt konferasına "Göz nuru" denen kadınla birlikte katıldı. Bahaad-din'in bu kadın üzerinde büyük bir etkisi ve otoristesi vardı. Kadın Ba-haaddin'in yanından ayrılmaz oldu. Bedeşt konferansında onu hareke­te geçirip yönlendiren hep o olmuştu.

Şah'ın emri ile hapsedildiği sırada Rus ve İngiliz büyükelçilikleri Şah'a baskı yaparak Şah'ın Bahaaddin'i hapisten çıkarıp 1260 hicri ta­rihinde Bağdat'ta sürgüne göndermesini sağladılar. Daha sonra Ak-ka'ya sürüldü, ama ölüp defnedildi. Kendisinden sonra yerine oğlu Ab-bas'm geçmesini vasiyet etmişti. Oğluna Abd'ul-Baha adını vermişti. Abd'ul-Baha'ya Halifet-u Baha'ullah da deniyordu.

Baha'nın inancına göre Musa, İsa ve Muhammed peygamberler onun geleceğini müjdelemişlerdir.

Bazı tarihçilerin söylediğine göre Bahâ'nın bilgisi ve kültürü Brahmanizm, Budizm, Zerdüşt, Mani, Mazdek, Yahudilik, Hristiyan-lık, Batmilik ve İslâm karışımı bir kültür idi. Baha'nın üzerinde özel­likle vahdet-i vücut hulul ve fena konularında tasavvuf eğilimi en önemli etken idi.

Bahâ, konuşmada etkili bir üsluba sahip idi. Yazılarında ve konuş­malarında özellikle tasavvufun etkisinde idi. Ona ait olan aşağıdaki sözler bunun delilidir:

Ey sevgi ve aşk atmosferine uçup, yaratma gücünün sahibi rab-binin yüzünün nuruna bakan kimse! Ey ariflerin maksudu! Ya­kınlığının nuru nerede? Uzakta kalmanın karanlığı beni öldürdü. Mahrumiyetin gücü beni mahvetti. Ey muhlislerin sevgilisi! Sa­na kavuşmanın ışığı nerede? Sana kavuşabilene ne mutlu! İhsa­nının eliyle kavuşmanın misk kokulu şarabını içebilene ne mut­lu!

İlahi, ilahi! Kendilerini yüce beyanının cezbedip, büyük şehitlik makamını ve en yüce zirveyi arzu eden aşıklarının kanları ile il­minde yazılı sırlar ile ve ihsan denizindeki gizli mücevharat ile senden beni ve annemi bağışlamanı istiyorum.

Bahailiğin lideri Bahâ'nın Akdes adını verdiği bir kitabı vardır. Bu kitap sapıklıklarla doludur. Bu kitabın sapıklıklarına bir örnek verelim: İslâm'a karşı gelişinde ve sahtekarlaığında ileri giderek şöyle diyor:

Benim ayetlerimden bir ayet okuyana, gelmiş geçmişlerin kitapla­rını okumaktan daha çok sevap vardır!

Bir başka sözünde kendisinin dini emir ve yasaklar koyma hakkı olduğunu şöyle ifade ediyor:

Her kim bir başkasının üzerse 19 miskal miktarı altın vermelidir. Bu, alemlerin mevlasının hükmüdür.

Kur'an'ı tefsir etmeye kalkışıp her türlü yanlışlığı yapmaktan ve ayetteki anlamı bozmaktan çekinmiyor.

İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz. O, bir grubu doğ­ru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstehak oldu. (A'raf/29-30)

Baha, bu ayetleri şu şekilde tefsir etmiştir:

Allah bir grubu doğru yola iletti de Bahaullah'a iman ettiler, bir grup da ona iman etmedi ve onlara sapıklık müstehak oldu. Rum suresi 56. ayetindeki "Kendilerine ilim verilenler...." cümle­sini "Bahaullah'm dininin ilmi verilenler ve ona iman edenler" şeklin­de tefsir etmiştir.

Gene Rum Suresi 56. ayetindeki "Andolsun ki siz Allah'ın kita­bında (hükmedildiği gibi) yeniden dirilme gününe kadar kaldınız" ifa­desini, "Bu ayetteki hitap Muhammed ümmetine olup buradaki kitap­tan maksat Kur'an'dır. Yeniden dirilme gününe kadar kalmak, Hz. Mu-hammed'in getirdiği temiz şeriatını uygulamak demektir. Dirilme gü­nünden maksat, Bahaullah'ın ortaya çıkacağı gündür" şeklinde tefsir etmiştir.

Baha, kendisinden önce bâb'm yaptığı gibi kendisinin peygamber olduğunu iddia etmiştir. Oysa peygamberlik Hz. Muhammed ile sona ermiştir.

Bahailerin inançlarından bazılarını onların en büyük propagandacı­larından Ebu'l-Fedail -veya bazılarının onunla alay etmek için söyledi­ği üzere Ebu'r-Rez&il-D ürer'ul Behiyye isimli kitabında şöyle anlatıyor:

Biz Bahai ümmeti şuna inanırız ki Allah'ın emrinin ortaya çıktığı ve vahyinin indiği, Allah'ın tüm isimlerinin ve sıfatlarının gerçek­te ortaya çıktığı, ayet ve beyyinatın güneşinin doğduğu yer Baha-ilerdir. Allah'ın sıfatlarından her hangi bir sıfat ilk mertebede an­cak Bahailerde ortaya çıkar. Allah'ın celal ve cemal sıfatlarından bir tecelli ancak Bahailerde zuhur eder. Zati fiillerin nisbeti husu­sunda işaretlerin ve zamirlerin anlaşılması ancak Bahailer aracılı­ğı ile olur. Çünkü Allah'ın zatı ve rabbani gerçeği aslında görül­meyen bir şeydir. Allah bir takım vasıfların gerçeğinden yücedir. Bir takım sıfatların oluşumundan ötedir. Onlar akıl ile idrak edile­mez. O sıfatları idrak kapsayamaz, gönüller kavrayamaz. Bir isimle isimlendirilip, işaretle işaret edilemez.

Bütün bunlar Kur'an'm anlayışına başkaldırmak, İslâm'da bilinen şeylere el koyup kendine mal etmektir.

Merhum Muhiddin Hatib, Bahailerin bu kıt akıllılıkla ortaya attık­ları görüşlere şu yorumu getiriyor:  (Bunlar Allah'ın ismi ve sıfatı yok diyorlar). Fakat bizzat Hz. Al­lah kendisinin Esmau'l-Husna'sı olduğunu ve yüce sıfatlan bulun­duğunu bildirmektedir.

Bahailerin utanmazlığı onları bizzat Allah'ın haber verdiği konu­larda bile Allah'ı yalanlama cüretine sevkediyor. Hayret! Bunlar Allah'tan daha iyi mi biliyorlar? Allah'ın ilmi, izzeti, kudreti ve di­lemesi Hz. Allah'ın emirlerini ortaya koyan sıfatlandır.

Bahailiğin kıt akıllı lideri çirkin hileleri ile Allah olduğunu ileri sürmektedir. Bunlar söyleyeceklerini insanları aldatıp kandırma­dan söylemelidir. Ne söyleyeceklerse Allah'ın ismini ve sıfatlarını dillerine dolamadan söylemelidir. Bunların inanışlarına göre Al­lah'ın işleri bile aslında Allah'ın işi değilmiş de, O'nun emrini or­taya çıkaranın işi imiş. Güya Allah'ın emrini ortaya çıkaran da Ba-hullah dedikleri adam imiş!

Peki Bahaaddin'in kitabını -güya kendisine vahyedilen şeylerin yazılı olduğu kitap— kardeşi çalıp ben yazdım diye ortaya attığın­da bu Bahaullah neredeydi? Ölünceye kadar kalbini parçalayan bu hırsızlığa engel olup onun meydana gelmesinin önleseydi ya!

Allah'ın sıfatlarını daha Önce, Hakim Abidin'in günlerinde İsmaili mezhebinden onlanlar da inkar etmişlerdi. İsmaililerin propagan­dasını yapanlar bunu açıktan söylemişler ve bu inanca kitapların­da "Tevhid akidesi" demişlerdir. Çünkü bunların iddiasına göre Allah -haşa- sıfatsız olunca vehimden ibaret kalır, Hakim de rab oluverir. Bu saçmalıklar hususunda Hakim, Baha'nın selefi olmuş

Bahailiğin tehlikesi şuradadır: Kullandıkları pislik dolu yol ile or­taya koymaya çalıştıkları inanç -haşa- Allah'ın yok olduğudur. Onlara göre Allah'ın ve başta Hz. Muhammed olmak üzere pey­gamberlerinin söylediği gibi isimleri ve sıfatları yoktur. Var oldu­ğunda görüş birliği edilen sıfatları ise bunların inancına göre on­ları ortaya çıkaracak birine muhtaçtır. -Haşa-Allah sıfatlarını or­taya çıkaracak birine muhtaç olunca Bahaullah adını verdikleri birinin sıfatlan ortaya çıkaracağını müjdelemişlerdir. İnançlarına göre o Allah'ın sıfatlarını ortaya çıkaran, Allah'ın ve fillerinin kaynağı olan kimsedir. Hz. Allah bunların uydurduğu şeylerden yücedir.

Bahailerin aşırı sevinç ve taşkınlıkları öyle bir dereceye vardı ki, liderlerinin kitabının vahiy mahsulü olduğunu söylemeye başladılar. Bahailer kitaplarını şöyle anlatıyorlar:

Rabbimiz Baha, ortaya çıktığı günlerde uzun süre büyük belalar ve müthiş problemlerle karşılaşmasına, bilgili bir kimse olma­masına rağmen, Arabça ve Farsça mukaddes kitabı ufukları dol­durmuştur. Onun kitabı tüm yeryüzündeki dinlerin ilahi sahifele-rinden ve semavi kitaplarından daha üstündür dersek abartmış olmayız.

Bu ne yüzsüzlük! Ne utanmazlık! Hem Baha'yı rab olarak vasıf­landırıyor, hem de başına gelen belaları defedemediğini söylüyor. Ay­nı zamanda ilim sahibi olmadığını da itiraf ediyor. Daha sonra tuzak­ları kurup alçak sözlerini söylediler: Onun kitabı tüm semavi dinlerin kitaplarından üstündür!

"Bahailik İslâm'a karşı düzenlenmiş bir komplodur" derken aynı zamanda sömürgecilerin tuzağının da kokusunu alıyoruz. Sömürgeci­ler Bahaileri İslâm'a saldırmak için desteklemiş ve harekete geçmiştir. İslâm'ı yıkabilmek için düşmanlarını cesaretlendirmiştir. Sömürgeciler onlara İslâm dininin kitabına, peygamberlerine ve Öğretilerine dil uzattırmıştır.

Burada hatırlayalım ki, Bâbilerin lideri için idam kararı verildi­ğinde, Rus konsolosu onu idamdan kurtarmak için müdahalede bulun­du. Fakat adaletin kılıcı müdahaleden öne geçmişti.

Babiliğin ve Bahailiğin Gerçeği isimli kitabın sahibi, sömürgeci­lerle Bahailerin ilişkisini şu sözlerle anlatmaktadır:

"İngilizler emellerinin gerçekleşmesinin, Bahai lider Mirza Hüse­yin'e yardım etmekte olduğunu gördüler. İran üzerinde söz sahibi ola­bilmek için Babi hareketinin sönmesinden sonra Bahailerin propagan­dasının başarılı olabilmesi için gereken ortamı hazırladılar. Bu nedenle onun idamdan kurtulması için her yola başvurdular. Bunu yaparken Yahudi ve Ruslarla yardımlaştılar. Çünkü onlar Mirza'yı kendilerine değerli hizmetler yapacak olanağa sahip bir kişi olarak gördüler.

İngilizlerin, Mirza'nın hayatı ile ilgili girişimleri o dereceye ulaş­tı ki, Bağdat'taki İngiliz Genel Konsolosu aracılığı ile onunla ilişki kur­dular. Bahailerin lideri hayatını korumak için Konsolostan İngiliz va­tandaşlığına geçme isteğinde bulundu.

İngiltere'de devamlı kalmak istemedği takdirde Hindistan'a gitme imkanı olacaktı. Hindistan onun zevkine uygun düşen bir doğu ülkesi idi.

İngilizlerin Baha'nın oğlu Abbas ile olan ilgisi o derecede idi ki Abbas açıktan onların casuslağunu yapıyor, onlara doğrudan hizmetler ifa ediyordu.

İngiliz casusu olan Abbas, İngilizlerin İslâm'ı yıkmak ve İslâm ül­kesinden en değerli bir yeri koparıp Yahudilere teslim etmek için azim­le planlarını uygulayarak karanlık tarafta nasıl yer alacağını biliyordu.

Bahailerin itirafı ortaya koymuştur ki İngilizler 23 Eylül 1918 ta­rihinde Hayfa'yı işgal ettiklerinde, işgal kuvvetlerinin komutanı hemen Abd'ul-Baha'yı ziyaret etmek istemişti.

İngiliz komutan kendisi ile tokalaştıktan sonra ondan Arab şehir­lerini fazla zayiat vermeden, riske girmeden, fethedebilmek için yar­dım istedi.

Komutan Bahailerin liderinin bu işe elverişli ve istekli olduğunu gördü. Onun İngilizlere hizmet yolunda emeklerini gören komutan ona İngiliz kralı tarafından verilen Kahramanlık nişanını sundu. Bu nişan 1920 nisanında İngiliz Büyük elçiliğinde düzenlenen büyük bir tören­le kendisine takıldı.

Şunu hatırlamalıyız ki hilebaz sömürgeciler, devamlı olarak müs-lümanların aralarından buldukları satılmışlar aracılığı ile, müslümanla-rı bozmaya ve İslâm'a karşı savaş vermeye çalışırlar. Müslümanların içinden kendilerine elverişli buldukları kimseleri seçip, kendilerine yaklaştırır ve bol ihsanlarda bulunurlar. Daha sonra perde arkasından onlara ne yapmaları gerektiğini söylerler.                         

Böylece müslümanlar birbiriyle çalışıyormuş gibi görünür. Bu ça­tışmalar iç savaşa varana kadar çeşit çeşittir.

Oysa gerçek şudur ki habis zehir müslümanların içine melun sö­mürgeci şeytan aracılığı ile sızmıştır.

Yıkıcı Bahailik, bünyesine bir yerden zehir alma durumunda de­ğildir. Onlar sömürgecilerden komplo, siyonizmden hilebazlık ve Ba­tılı Haçlılardan misyonerlik zehirlerini almışlardır.

Buraya kadar Bahaileri ve İslâm'a karşı komplolarını bir parça an­latmış olduk. Bahailerin Mısır'daki durumuna da bir göz atalım.

İnsanlar bu yüzyılın 19501i yıllarında Bahailerin kötülükleri ve rezaletleri sebebiyle bir hayli gürültüler kopardılar. Bahailerin Mısır'da durumu öyle bir noktaya geldi ki kimliklerinde "dini" hanesine İslâm yerine Bahâi yazdırmaya başladılar. Bunun bir anlamı da Bahai olan kimse müslümanlığı kabul etmiyor demekti. Yöneticiler bundan telaşa düştüler.

Mısır Sağlık Bakanlığı bu konuda Sosyal ve Kültürel İşler Şube-si'nin görüşünü sormak üzere bir yazı yazdı. 18/3/1954 tarihinde adı geçen şube bu yazıya bir cevap verdi. Bu cevapta şöyle deniyor:

Bahailiğin bir din olmup olmadığı konusu mahkemeye intikal et­miş ve mahkeme bu konuda "Bahailik diye bir dinin kanun naza­rında varlığı söz konusu değildir" hükmünü vermiştir. Müslüman­lardan Bahailiği kabul eden bir kimse dinden çıkmış sayılır.

Mahkemenin bu kararma istinaden şubemiz kimlikte din hanesine Bahailiğin yazılmasının mümkün olmadığı görüşündedir.

Devletin fetva meclisince bu grup ile ilgili şöyle bir fetva da ve­rilmiştir:

Bahailik, İslâm dininin temeline ve inanç esaslarına ters düşen bo­zuk inançlar yaymaktadır. Bahailiğin faaliyetleri müslümanları,

Peygamberi ve kitabı hakkında şüpheye düşürmektedir. Bunların davranışları semavi dinlerin hepsine aykırıdır.

Hem din adamları, hem hukuk bilginleri, Bahailiğin kafirlik oldu­ğunda ve bunların İslâm'dan çıkmış olduklarında görüş birliği etmiş­lerdir.

Önceleri "Sünnet-i Muhammediye Taraftarları" cemiyetinin baş­kanlığını yapmış olan merhum Abd'ur-Rahman Vekil, yukardaki fetva­ya şu yorumu getirmiştir:

Bundan açık bir şekilde anlaşılıyor ki Bahailer devleti kendilerini tanımaya zorlama yolunda çalışmalar yapmaktadırlar. Devlet ken­dilerini tanıdığı takdirde kafirliklerini daha iyi yapacakları, Siyo­nistlerin suç ortaklığını kanunun gözü kulağı önünde yapacaklar. Üzüntü ve acı veren bir husustur ki doğuda bazı insanlar Bahaili­ğin kokuşmuş çamuruna yuvarlanıp helak olmuşlardır. Bahailik sebebiyle dram üstüne dram yaşanmıştır.

Merhum Abd'ur-Rahman Vekil, Bahailiğin ve Bahailerin sebep ol­duğu pek çok dramı sayıp dökmüştür.

Bunlardan ürperti veren bir dramı aşağıda bulacaksınız:

Delikanlı genç kızı üniversitede görmüştür. Genç ve güzel kızın Öldürücü cazibesi delikanlıyı büyülemiştir. Kız da oğlanın gözün­de kendisini arzu ettiğine ve kendisine düşkün olduğuna dair sı­cak işaretler görmüştür. Genç kız yapacağını yapmış ve genç ile evlenmiştir. Delikanlı evlendiği kızın müslüman olduğunu san­maktadır.

Daha sonra ortaya çıkıyor ki genç kadın Bahailik ile ilgili dini gö­revlerini yerine getirmek üzere Bahailerin Kahire'deki toplantıları­na katılmaktadır. Bahailerin çılgın merasimlerinde bulunmaktadır.

Delikanlı eşinden bu davranışlarından vazgeçmesini, Allah'a iman etmeye dönmesini istiyor. Kadın bedeni güzelliğinin adamın bu başkaldırmasını yok edeceğine tam olarak güvenmektedir, inatla Bahailerle olan ilişkisini kesmeyeceğini söylüyor.

Bunun üzerine genç koca eşinin ailesinden yardım almak üzere onlara koşar adımlarla gidiyor. Eşinin ailesine vardığında kendisi­ni yıldırım gibi çarpan bir gerçekle yüz yüze geliyor; ailenin ta­mamı Bahailik zındıklığı içerisindedir!

Delikanlının gönül dünyasındaki huzur, korkunç bir fırtına ve şaş­kınlık rüzgarı ile sarsıldı; içine düştüğü bu vahşi fitnenin bedenin­de tutuşturduğu yangının alevlerine nasıl dayanacaktı? Kadın ya­tak odasında ona boyun eğiyor adete onu sarhoş ediyordu. Bu ka­dınla olan ilişkisinden dünyalar güzeli bir meyve meydana gel­mişti. Güzel bir kız çocuğuna sahipti. Bu çocuğun durumu ne ola­caktı? Gönlünün derinliğinden gelip kendisine Allah'ın cezasını hatırlatan uyarıcı sese kulağını nasıl tıkayacaktı?

Aldığı bir karar onu tatmin etti ve içindeki dalaşma sona erdi. Derhal mahkemeye başvurarak boşanma talebinde bulundu.

Karar ilamında da belirtildiği üzere mahkeme, kadının aldatıcı bir unsur katarak evliliği gerçekleştirmesi sebebiyle evliliğin sona er­diğine karar verdi. Bu aldatıcı unsur eğer önceden bilinse idi, de­likanlı evlenmeyecekti. Bu kusur, kadının Bahaiyye mezhebinde olduğunu gizlemesi idi.

Daha sonra Mısır'da Bahailiğin bel kemiğini kıran ve onun boz­gunculuğuna son veren dönem geldi.

Bu dönem ülkenin tüm inananlarım sevince boğdu. 1960 yılında Mısır'da toplantı yerlerinin kapatılmasına karar verildi. Böylece Baha­ilik faaliyetine son verilmiş oldu. Ayrıca tüm kurum, kuruluş ve kişile­re Bahailikle ilgili faaliyetler bu kararla yasaklandı.

Cenab-ı Hak Kur'an'ında buyurdu ki: (Rasûlüm!) De ki: "Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkıl­maya mahkumdur. (İsra/81)

Bu kararın son bendlerinde, Bahai merkezlerinin sahip olduğ her türlü mülk ve maddi olanakların Kur'an-ı Kerim cemiyetlerine nakle­dilmesine karar verilmişti. O Kur'an ki alemlerin rabbi onun hakkında şöyle buyurur:

Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. İyi davranışlarda bu­lunan müminlere kendileri için büyük mükafat olduğunu müjde­ler. (İsra/9)

Hz. Allah İslâm dinini ve kitabını muhafaza buyursun. O, (herşe-yi) işiten ve dualara icabet edendir.

 

İslâm Ve Marksizm

 

SORU: İslâm ülkelerinde Marksizm gibi bir takım yıkıcı cereyan­lar yayılmaktadır. Marksizm ve benzeri akımlar karşısında İslâm'ın du­rumu nedir?

CEVAP: Markzime karşı İslâm'ın durumundan söz ederken, Mark­sizm karşıtı olan sistemlere, İslâmiyet'in yakınlık duyduğunu ifade et­mek istemiyoruz. Marksizmle bağdaşmayan bu sistemler aynı zaman­da İslâm ile de uyuşmaz. Mesela Marksizme karşı çıkarken kapitaliz­min yanında yer almıyoruz.

Ancak her bir sistemi ele alışımızda objektif olarak onu inceleye­ceğiz. Önce şu hususlerı belirlememiz gerekir:

1. İslâm bölünmez bir bütündür.

2. İslâm kendine has özellikleri olan başlı başına bir sistemdir.

3. İslâm unutma, hata ve eksiklik gibi kusurlardan münezzeh olan Allah'ın vahyettiği bir sistemdir.

4. İslâm başka sistemlerle karşılaştırılamaz. Hatta başka sistemle­re yakınlaşması veya onlardan yardım alması söz konusu olmaz.

İslâm, alemlerin rabbi olan Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu bir sistemdir:

Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. (İsra/9)

İşin başında şu soruyu sormalıyız: İslâm nedir? Veya genel olarak din nedir?

Şimdi bu soruya cevap arayalım:

Din Kur'an'ın örfünde -Ansiklopedik araştırmalarda da ifade edildiği üzere- ebedi gerçekler olan esaslara inanmaktır. Bu esaslarda nesih sözkonusu olmaz. Tüm peygamberler bu esaslarda görüş birliği etmişler, görüş ayrılığına düşmemişlerdir. İşte İslâm, budur. Allah ka­tında ondan başka din yoktur.

Din kelimesinin anlamı boyun eğmek, arı duru olmak ve benliği­ni yaratana teslim etmektir. Peygamberlerin tümü bu anlamda bir dini tebliğ edegelmişlerdir.

Hz. Nuh'un şöyle dediğini görüyoruz:

Bana teslim olanlardan olmam emrolundu. (Yunus/72)

Kur'an Hz. İbrahim'den söz ederken şöyle der:

İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi. Fakat O, Allah'ı birleyen dosdoğru bir müslüman idi. O, müşriklerden de değildi. (Al-i İm-ran/67)

Hz. Musa kavmine şöyle diyordu:

Ey kavmim! Eğer Allah'a inandıysanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na güvenip dayanın. (Yunus/84)

Havariler Hz, isa'ya şöyle diyorlardı:

Allah'a inandık, şahit ol ki bizler teslim olanlarız. (Al-i İmran/52)

islâm dini, milletler, cinsler ve renkler arasında ayırım yapmaksı­zın, tüm insanlığa yönelik bir davettir. Bunun içindir ki Hz. Allah Pey­gamberine şöyle seslenmiştir:

(Rasûlüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)

Akıl sahibi bir kimsenin bilinci ve duygusu üzerinde dinden daha güçlü etki yoktur. Bundan dolayıdır ki yazar Akkad şöyle diyor:

Tarihin deneyimleri ortaya koyumuştur ki, tarihin tüm büyük ha­reketlerinde dinin asaleti vardır. Bu asalet, hiç bir kimsenin dini inançların toplum tarafından ortadan kaldırılabileceğini zannet­mesine müsaade etmez. Toplumu oluşturan bireyin toplumla olan ilişkilerinde veya vicdanı ile en yakın akrabalarından biri de olsa çevresindekilerle olan ilişkilerinde dine ihtiyaç duymadan da bu ilişkileri sürdürebileceğine müsaade etmez.

Gene tarih ortaya koymuştur ki insani hiç bir harekette hiç bir fak­tör, din faktöründen daha etkili değildir. Milletlerin hareketlerin­de din faktörünün dışındaki faktörler, ancak dini inanç ile arasın­daki bağ ölçüsünde farklı etkiler gösterirler. Herhangi bir faktörle dini inanç arasında köklü bir bilinç ve gönüllere yerleşmiş bir vic­dan arasında benzerlik oldukça o faktör etkide güç sahibi olabilir. Milliyetçilik, vatan, örf, ahlak ve kanun faktörlerinden hiç birinin gücü bir din faktörünün gücüne benzemez. Çünkü bu faktörlerden her biri kişinin ya vatanı ile, ya toplumu ile veya farklı vatan ve milletlerde yaşamakta olan kendisi gibi insanlarla ilişkilerini oluş­turur veya bağlantısını sürdürür. Fakat din faktörü, kişinin benliği ile varoluşu arasındaki bağı oluşturur.

Dinin alanı öylesine geniştir ki iç, dış, gizli, açık, geçmiş, gelecek, ezel ve ebed sayılamayacak kadar her şeyi kapsamına alır. Bu söy­lediklerimiz, tüm çağlardaki dindarların gönlünden geçenleri içi­ne almazsa da en azından dini inançlarının en yüksek örnek ve zir­ve konumunda olması durumunu ifade etmektedir.

Dinin asaleti (köklü etkisi) gerçeğinin delili dindar bir toplum ile dinsiz bir toplum karşılaştırılınca görülür.

Kapsamlı bir dini inanca sahip olan birey ile, bilinci düzensiz, vic­danı yok olmuş, sığınabileceği bir ekseni ve kendisini yüceltecek bir ümidi olmayan bireyi karşılaştırınca bu asalet görülecektir. Ör­nek olarak verdiğimiz bu iki toplum ile iki birey arasındaki fark, kökü derinlere inen bir ağaç ile kökü toprağın yüzeyinde olan bir ağaç arasındaki fark gibidir.

Vicdanında her hangi bir görüş ve saygı olmayan, vicdanı boş bir kimsenin vicdanına dini inanç yerleştirildiği takdirde, bu insan eski halinden daha güçlü olacaktır. Böyle olmayacak pek az insan bulunur.

Buraya kadar söylediklerimiz İslâm'ı, asaletini ve etki gücünü gözler önüne seriyor. Peki, Marksizm ve onun teorisyeni Kari Marx'ın durumu nedir? Şimdi bu sorunun cevabını arayalım:

1818 yılında doğup, 1883 yılında ölen Marx yahudi asıllıdır. Ya­hudiliğini inkar ederek Hristiyanlığa girmişse de sonra Yahudiliği, Hristiyanlığı ve tüm dinleri inkar etmiştir. Onun inkar etmediği ve ken­disi için şeytan veya Allah edindiği tek sistem inkarcı materyalizmdir. Üstün ahlaktan nasibi olmayan Marx'ın düzenli bir kişiliği yoktur.

Hayatın şiddetli baskısı altında yaşayan Marx insanlığı da inkar etmiştir. Fakirlik içinde sefil bir yaşantısı olan Marx'm gönlünde kıs­kançlık duygusu gelişti. Tembellik ve işsiz yaşama eğilimi ağır bastı. Akrabaları ve arkadaşları ile olan ilişkisnden faydalanma yolunu seçe­rek onlardan Ödünç ve borç diyerek para alır, onunla geçinirdi. Kendi el emeği ile geçinmek diye bir şey bilmezdi.

Okulda, üniversitede, geçimini temin etmede başarılı olamayan bir kimseden ne beklenir?

Marx Bon Üniversitesinde okudu, sonra Paris'e geçerek orada dü­şünce ve eylem arkadaşı olan Engels ile karşılaştı. Bu iki arkadaş yar­dımlaşarak ilk kominist yayını 1848 yılında yayınladılar. Başarısızlık­la sonuçlanan ayaklanma hareketlerine katıldı. Daha sonra İngiltere'ye geçerek hayatının sonuna kadar orada kaldı.

Marx'ın Kapital adını verdiği bir kitabı vardır. Marx'ın ölümünden sonra Engels bu kitabı iki cilt halinde yayınlamıştır.

Marx 1864 yılında dünya sosyolist kongresini oluşturmuştur. Al­man felsefesi ile ekonomik doktrinleri birbirine karıştırarak kendi doktrinini "Bilimsel sosyolizm" olarak ortaya koymuştur. Oysa Marx araştırmasını hiç bir zaman bilime ve gerçeğe ulaşmak amacıyla yap­mamıştır. Fakat o kendi eğilimlerini ve coşkun ayaklanma hareketleri­ni "bilimsel analiz" elbisesi giydirerek sunmuştur. Oysa Marx'ın orta­ya koyduklarında bilimsel analiz söz konusu değildir. Marx'ı kısaca tanıdıktan sonra bir ekol halinde ortaya koyduğu Marksizmi Arab Ansiklopedisi'nden aktararak görelim:

Marx'ın düzenli olmayan fikirlerine göre toplumların tarihi, sınıf­lar arası mücadele tarihinden ibarettir. Toplumda sınıflar olduğu süre­ce, mutlaka bu sınıflardan biri diğerini sömürecektir. İşte bu sömürü, sömüren sınıfın çökmesi ile sonuçlanacak çatışmaları doğurur. Böyle­ce galip gelen sınıf sömürmeye başlar. Bu sınıf çatışması, sınıfsız bir toplum oluşturuncaya kadar sürer gider.

Marx'ın ifade ettiğine göre feodal sistem, derebeylerin kendine bağlı kimseleri sömürmesi esasına dayanır. Daha da güçlenerek sanat ve ticaret erbabından oluşan burjuvazi sınıfını meydana getirir. Burju­va sınıfının oluşması feodaliteyi ortadan kaldırır. Fakat bu yeni hakim sınıf ırgatlardan oluşan işçi sınıfını sömürmeye başlar.

Marx'ın ortaya attığı nazariyelerden biri de "artı değer" teorisidir. Bu teorinin Özeti şöyledir:

İşçinin tükettiği malın değeri, ürettiği malın değerinden daha az­dır. İşçinin ürettiği mal daha değerli olduğuna göre aradaki fark burju­vanın cebine gitmektedir. İşte bu fark işçi sınıfı ile burjuvazi arasında­ki çatışmanın sebebidir.

Kapitalizmin normal işlevi sermayenin ve üretim araçlarının be­lirli kesimin elinde toplanmasını sağlar. Böylece ırgat sınıfının sayısı artmaya devam eder.

Sefalet ve sıkıntı işçi sınıfının burjuva sınıfını ortadan kaldırıp güç kullanarak yönetime el koymasına dek sürecektir.

Burjuva sınıfının kökü kazınana, kalıntıları yok olana kadar işçi sınıfının diktatörlüğü devam etmelidir.

İşte böyle bir ortamda Manc'ın tasavvuruna göre çatışmadan uzak sınıfsız bir toplum ortaya çıkacaktır. Artık böyle bir toplumda devlete ihtiyaç kalmaz. Marksizm'in anlayışına göre devlete ihtiyaç kalmadığı gibi, burjuvazinin sömürüsünü sürdürmek için ortaya attığı her türlü aile ve din gibi sistemler de ortadan kalkar, yok olur.

Gerçeği gören araştırmacılar Marksizm hakkında şöyle demek­tedir:

"Ancak Marx'ın sınıf çatışması, kapitalistlerin işçi sınıfını sömür­mesi ve sosyal gelişim zorunluluğu teorisi ekonomi uzmanlarının pek çoğunca kabul görmemiştir."

Bunlara göre Marx 19. yüzyıldaki kapitalist ülkelerdeki uygula­maların etkisi altında kalmıştır. 19. yüzyıl işsizliğin yaygın olduğu ka­dın ve çocukların işçi olarak kullanıldığı ve ücretlerin düşük olduğu bir zamandır. Marx bu geçici olgunun kapitalizm için devamlı bir özellik olduğunu sanmıştır. Oysa kapitalizmin yeterli ve kesin kanunları var­dır. Bununla beraber devlet insanların birbirinden yararlanmasını sınır­lamaya gücü yettiği gibi işçiler de sendika sistemi ile haklarını elde edebilirler.

Ana hatları ile İslam ve Marksizm hakkında söylenebilecek olan­lar bunlardır. Bu iki sistem arasında iki zıt şey arasındaki mesafe kadar uzaklık vardır.

Her şeyden evvel İslâmiyet, devamlılık, (sistem olarak) oturmuş­luk ve sabitlik özelliğine sahiptir. Fakat Marksizmin özelliği değişim ve kararsızlıktır.

Hiç şüphesiz İslâm iki kaynağa dayanır: Kur'an ve Hz. Peygam-ber'in (hadisi) sünneti.

Kur'an Hz. Peygamber'e indirildiğinden bu yana değişmemiştir. Sünnet de değişmemiştir. Sahih kaynaklarda yer aldığı günden beri ay­nı sünnettir. İslâm'ın kaynağı Allah'ın koruması altındadır:

Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr/9)

Fakat Marksizm eksiklik ve acizlik özelliği olan bir insanın orta­ya koyduğu bir doktrindir. Üzerinden yarım asırlık bir zaman geçme­den sarsılmış ve değişime uğramıştır. Marksizm düşünce, uygulama ve pratikte kararsızlık ve tereddütler içerisinde kalmıştır.

Marksizm coşkulu patlama döneminde yandaşlar kazanmış, sonra yandaşlarını kaybetmiştir. Çünkü insan yapısıdır. İnsan ne olursa olsun her şeyi ile sınırlı bir varlıktır.

İslâm ise Allah'ın ortaya koyduğu bir müessesedir. Kur'an'ın şu ayetiyle ifade edildiği gibidir:

Allah'ın boyasıyla boyandık. Allah'tan daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz. (Bakara/138)

Hz. Allah mutlak kemal, mutlak celal ve mutlak cemal sahibidir. Bunun içindir ki (Allah'ın dini olan) İslâmiyet her geçen gün berraklık ve şeref kazanıyor. İslâm'a karşı yapılan düşmanlık, kin ve iftira ancak onu sağlamlaştırır ve ona güç kazandırır. İslâm dinine inanıp gönül ve­renlerin sayısı yüz milyonlarla ifade ediliyor. Bu sayı eksilmiyor, ço­ğalıyor, yüceler yücesi Allah doğruyu söylemiştir:

İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi gösterece­ğiz ki onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53)

İslâmiyet ile Marksizm arasında çok ciddi farklar olduğu açık se­çik ortadadır. Bu farklılık öyle bir düzeydedir ki ikisini bir araya getir­me imkanı yoktur.

"Ben hem müslümamm, hem de Marksistim" iddiasında bulun­mak bir çeşit İslâm'a iftiradır. Çünkü iman ile inkarı, tevhid ile putçu-luğu, aydınlık ile karanlığı bir araya getirmek mümkün değildir.

Aşağıda bu iki sistem arasındaki bir takım farkları göreceksiniz. Bu farkları kendisini beğenmiş utanmazların dışında hiç bir kimse ka­bul etmekten kaçmamaz.

1. İslâmiyet kaynağı Allah olan bir dindir. Temeli Allah'a inanma­ya dayanır. Marksizm'in temeli ise Allah'ı inkar etmekten ibarettir.

2. İslâmiyet'te öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, seva­ba, günaha, sonsuz ahiret hayatına inanmak vardır.

Marksizm ise cahiliye dönemindeki kafirlerin dediği gibi bunları inkar eder:

Dediler ki: "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder." (Casiye/24)

3. İslâmiyet ruha, gayb alemine, manevi değerlere, ahlaka, fazilete ve sadaka vermek gibi değerlere inanır. Marksizm ise anarşiye Özgürlük, günah işlemeye uyulması gereken yol adını veriyor. Marksizm madde­den ve duyularının kendisine bildirdiğinden başka hiç bir şey tanımaz.

Bunun içindir ki ilk ve en büyük gerçek olan Allah'ın varlığını in­kar etmiştir. Yetiştirdiği kuşakları bu temel üzerine yerleştirmiştir.

Güvenilir kaynakların anlattığına göre 1930'da Marksizmin şeytan­ları çocuklarda din ruhunun öldürülmesi için şu günahkar yolu seçtiler:

İşgal edilen müslüman şehirlerde çocukları koğuşlara toplayarak sordular:

Fakat şurası bir gerçek ki hiç bir zaman insanlara tabaklarda hazır halde yemekler gökten gelmiyor. Zira Cenab-ı Allah herşeye bir sebep belirlemiştir.

Günahsız yavrular uzun süre yemek gelecek diye bekliyorlar. Aç­lıkları arttığı için sızlanıp şikayet etmeye başlıyorlar. Tam bu noktada şeytanlar çocuklara şunu öneriyorlar:

Çocuklar "Ey Stalin! Bize yemek ver" deyiniz!

Neredeyse açlıktan ölecek hale gelen çocuklar hep bir ağızdan tekrarlıyorlar:

Ey Stalin! Bize yemek ver!

Daha önce belirlenen çirkin plan gereği hizmetçiler, tam bu nok­tada iştahla yenecek leziz yemekleri süratle çocuklara dağıtıyor. Ço­cuklar bu yemekleri yeyip karınlarını doyuruyorlar.

İşte bu şeytanlar, günahsız küçük çocuklara yemekten sonra şunu söylüyorlar: Allah gerçekten var olsaydı, elbette size yemek verecekti. Fakat, yok olduğu için size yemek vermedi. Sizin Allah'ınız ancak Sta-lin'dir. Sizin kendisine tapmanıza, kendisini anıp kutsamanıza o layıktır.

Bu sahtekar hainlere verilecek cevap hazırdır. Bu cevabı uzakta aramaya gerek yoktur. Cevap hemen yakındadır. Bu cevap aşağıda an­latılan güzel olaydadır.

Marksist öğretmen, henüz orta öğretimin ilk sınıflarından birinde, çocukların ortasında durmuş, inkarcılığını ortaya koyacak şekilde so­ruyor:

Allah'ı görüyor musunuz?

Gençler hep bir ağızdan "Hayır!" cevabını veriyorlar.

Sınıftan bir çocuk ayağa kalkarak -babası dini tahsil görmüş olsa gerek- şöyle diyor:

Arkadaşlarıma bir soru sormama izin verirmisiniz? Öğretmen sıkıntı içinde çocuğa izin vererek şöyle diyor:

Sor bakalım! Ne soracaksın?

Genç arkadaşlarına dönerek sessiz ve sakin bir şekilde sordu:

Arkadaşlar! Öğretmenin aklını görüyor musunuz? Çocuklar hep birlikte cevap verdiler:

Hayır!

Bu noktada genç şunu söyledi: - Öğretmenin aklı yoktur!

Sınıf alkış ve gülüşme gürültüsü ile doldu taştı. Öğrencinin Mark­sist öğretmenine cevabı susturucu olmuştu. Kâfir apışıp kaldı!

Uzaya giden (Rus) astronotlarından birinin saçmalarını basından okuduk. Bu astronot şöyle diyordu:

Uzayda herkesin sözünü ettiği Allah'ı uzun süre aradım. Fakat onu ne bulabildim, ne de gördüm!

Bu adama diğer bir astronot cevap verdi. Bu kişi dindar ve Allah'a inanan (Amerikalı Hristiyan) bir astronot idi. O ise şöyle diyordu:

Benim inandığım Allah'ı bu inkarcının gözleri görmez!

(Hristiyan olmasına rağmen) sanki bu astronot verdiği cevabı, Al­lah'tan bahseden şu ayetin nurundan almıştı:

Gözler O'nu göremez; halbuki O gözleri görür. O lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır. (En'am/103)

4. İslâmiyet, Allah'ın insanları hidayete sevketmek için gönderdi­ği peygamberlerden bahsediyor. Bir müslümanın Allah'ın peygamber­lerinin hepsine inanması şarttır.

Marksizm ise bunlardan hiç birisinin peygamberliğine inanmaz. Peygamberleri gönderen Allah'ın varlığına inanmadığı için peygam­berleri yalancı ve iftiracı saymaktadır.

İman eden yüz milyonlarca ümmetleri olduğu halde Hz. Muham-med'i, Hz. Musa'yı, Hz. İsa'yı ve diğer peygamberleri yalancı ve iftira­cı kabul etmektedir.

Sapıklıkta bu ne cesaret ve ne yüzsüzlüktür?

5. İslâmiyet Allah'ın seçtiği kullarına vahy indirerek, elçilik ve Allah'ın dinini tebliğ etme görevini yükleyerek onlardan insanları di­ne davet etmelerini ve bunda titizlik göstermelerini istediğini bildir­mektedir.

Marksizm ise dini hurafe sayıp halk ve milletler için dinin bir uyuşturucu olduğunu söylemektedir.

6. İslâmiyet insana çalışıp kazanmasını, mülk sahibi olup, gerek­tiğinde biriktirip, gerektiğinde harcayarak hayatın güzelliklerinden ya­rarlanmasını tavsiye ediyor.

Marksizm ise hiç bir sorumluluk ve hakka dayanmadan baş kal­dırmaya anarşiye davet etmektedir.

7. İslâmiyet, helâl mal ile edinilen özel mülkiyeti tanıyor ve mül­kiyet hakkını koruyup ona saygı gösteriyor.

Hz. Peygamber "Müslümanın müslümana her şeyi; kanı, malı, ır­zı haramdır" buyuruyor.

Marksizm ise insanda doğal, yaratılıştan bir eğilim olan özel mül­kiyeti ortadan kaldırarak, ona karşı koymaktadır.

8. İslâm, miras hukukunu bir sistem olarak ortaya koymuş, detay­larıyla birlikte hak sahiplerini belirlemiştir. Bu sistem öylesine benim­senmiştir ki müslüman olmayanlar bile bu hükümleri kendi istek ve ar­zuları ile uygulamışlardır.

Kur'an mirasta hak sahiplerini tafsilatı ile anlattıktan sonra bu hü­kümler hakkında şöyle buyurmuştur:

Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygam-ber'ine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. (Onlar) orada devamlı kalıcıdırlar. İşte büyük kurtu­luş budur.

Kim Allah'a ve peygamberine karşı isyan ederse ve sınırlarını aşarsa, Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için al-çaltıcı bir azap vardır. (Nisa/13-14)

Marksizm ise miras diye bir şey tanımıyor. Miras ile ortaya çıkan hak ve hukuka bir değer vermiyor.

İslâmiyet tüm insanları kardeşliğe çağıran bir dindir. Kur'an'da bunu belgeleyen ayetler vardır:

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi erkek ile dişiden yarattık. Ve birbi-rinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. (Hu-curat/13)

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan da eşini yara­tan ve ikisinden bir çok kadınlar ve erkekler üreten rabbinizden sakının. (Nisan/l)

Hak bir hüküm olarak tek üstünlük faktörü takva ve Allah korku­sudur. Bunu Hz. Allah şöyle bildiriyor:

Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız. O'ndan en çok korkanımzdır. (Hucurat/13)

Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:

Beyazın çocuğu siyahın çocuğundan üstün değildir. Ancak takva ve iyi işler yapan(lar diğerlerinden) üstündür.

Marksizm ise belirli bir sınıfın (işçi sınıfının) diğer sınıflardan üs­tün olması için çalışır.

11. İslâmiyet insan için ve insanı mutlu etmek için gelmiştir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyurur:

Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)

O (Allah) din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi. (Hac/78)

Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. (Nisa/28)

Oysa Marksizm şöyle der: "İnsan kominizm için vardır". Sanki kominizin insanın taptığı puttur.

İslâmiyet insanı yüceltir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

Biz hakikaten insan oğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çe­şitli araçlar ile) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel gü­zel azıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan üs­tün kıldık. (İsra/70)

Fakat Marksizm insanı devlet dolabında bir çivi sayar.

Kominizmin putlarından biri olan Lenin şöyle der: "Hürriyetin ol­duğu yerde devlet, devletin olduğu yerde hürriyet yoktur!"

İslâmiyet hikmetlidir; sorumluluk yüklenmiş devlet ile özgürlük sahibi kişiyi birarada düşünür. İslâm'a göre devletin yöneticisi herkes­ten Önce sorumludur. Bu anlayışı Hz. Ömer'in şu sözü ifade ediyor: "Dicle kıyısında bir hayvanın ayağı kopup düşmesi halinde, niçin yo­lu düzgün yapmadığımdan kıyamette sorguya çekileceğimden korka­rım."

İslâmiyet halkın karşısında devleti ve devlet başkanını sorumlu tutmaktadır. Hz. Ebubekir halife seçildikten sonra irad ettiği ilk hutbe­sinde şöyle diyor:

Benim doğru yolda gittiğimi görürseniz bana yardım ediniz. Eğer batıl yolda olduğumu görürseniz beni düzeltiniz. Allah'a itaat etti­ğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a isyan eder­sem, sizin bana itaat etmeniz gerekmez.

Hz. Ömer de bir konuşmasında: "Benim eğri bir yanımı görürse­niz, doğrultunuz" deyince, dinleyenlerden birisi kalkıp Hz. Ömer'e şu cevabı veriyor: "Biz senin bir eğriliğini görürsek onu kılıçlarımızla doğrulturuz."

İslâmiyet insanın doğuşundan itibaren hürriyetine değer vermiştir.

Hz. Ali şöyle der: "Allah seni hür yaratmıştır. O'ndan başkasına kul köle olma."

Hz. Ömer, valilerinden birinin bazı kişilerin Özgürlüğünü kısıtla­dığını görünce şöyle demiştir: "Analarının hür olarak dünyaya getirdi­ği insanları ne zaman köleleştirdiniz?"

İslâmiyet'in getirdiği ve müslümanların uyguladığı bu prensibleri Marksizm bilmez ve tanıyıp benimsemez. Şayet marksizm bu prensib-lerden bazılarını dile getirirse, bu karşılaştığı kimseyi aldatmak için söylediği boş bir sözden ibarettir.

Şayet Marksizm servetin sadece zenginlerin elinde dolaşmayıp herkesin mal sahibi olmasını isteyip, insanların sermaya birikimini -insanın servet sebebiyle doğru yoldan çıkıp taşkınlık yapacağı gerek­çesiyle— yasaklıyorsa, İslâm'ın böyle uydurma toplumculuktan yana olan Marksizmin sahte ışığına ihtiyacı yoktur.

Nitekim İslâm'ın Gerçekleri isimli kitapta şunları görmekteyiz: Mal kazanmak, mubahtır ve iyi bir şeydir. Fakat altın ve gümüşü toplayıp da onu hayırlı yerlere harcamayanlar, lanetlenmişlerdir ve elem verici azabı hak etmişlerdir. Kur'an'da şu ayet ile bu hu­susa işaret edilmektedir:

Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele. (Tevbe/34)

Servetin iyi olması elden ele dolaşması ile olur. Böyle olursa, sa­dece zenginler arasında dolaşan bir mal olmaktan çıkar. Ondan her­kes yararlanır. Varlığın bir insanın elinde toplanarak, sahibini taşkın­lığa sevk etmesi, iyi bir şey değildir. Nitekim şu ayette buna işaret olunuyor:

Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. (Alak/6-7)

Karaborsacılara gelince: Bunlar İslâm toplumunda safdışı edilip, dışlanmışlar ve lanetlenmişlerdir.

Nitekim aşağıdaki hadislerde buna işaret edilmiştir:

Halka (gıda malzemesi) getirene rızık vardır. Karaborsacı ise la-netlenmişir.

Fiatı artırmak amacı ile kırk gün bir malı depolayan kimse Al­lah'tan uzak olur. Allah da ondan uzak olur.

Bir taraftan mal, bir taraftan işçilik olmak üzere kurulan şirketler­de karaborsacılık hilesine engel olmak için para ve yiyecek maddesi değişimlerinde fazlalık şiddetle yasaklanmıştır. Böylece bu tür deği­şimlerde faiz de engellenmiştir.

Birbirine yakın rivayetlerde şöyle buyurulmuştur:

Altın ile altın, gümüş ile gümüş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma, tuz ile tuz aynı miktarlarda ve peşin alınıp veri­lerek takas edilir. Her kim fazlasını alırsa faiz almış olur.

İslâmiyet müslümanın çalışıp kazanmasını hoş görür (ve bunu teş­vik eder). İşsizliğin ve başkalarına yük olmanın İslâm'a göre hoş olma­dığını bildirir.

Hz. Peygamber'in hadisleri bu konudaki ilahi emirleri desteklemek­tedir. Bu hususta söylenilenleri şu ayet içinde toplamış bulunmaktadır:

(Rasûlüm!) De ki: "(Yapacağınızı) yapın! Yaptığınızı Allah da, Ra?;C'lü de müminler de görecektir." (Tevbe/105)

Konuyu ilgilendiren hadisler de şöyledir:

Allah hünerli çalışkan kulunu sever. İşsiz (çalışmayan) kulundan hoşlanmız.

Kazancın en iyisi insanın el emeği ile kazandığıdır.

İslâm devletini kuran Hz. Ömer şöyle diyor: "Yemin ederim ki Arab olmayanlar (yarın kıyamet gününde) çalışkan olarak gelip de, bizler bir iş yapmadan (Peygamberin huzuruna gelirsek) onlar (Pey­gamberin huzurunda olmaya) bizden daha çok layıktırlar. İşinde kusu­ru olanı, soyu sopu öne çıkaramaz.

İslâm toplumunda çalışmaya ve kazanmaya gücü yetip de (işsiz olarak) oturan kimsenin hiç bir mazereti olamaz. Fakat bir sıkıntı ne­deniyle veya gücü yetmediği için zorunlu olarak çalışıp kazanamayan kişinin toplum tarafından bakılmak gibi bir hakkı vardır. Bu öyle bir haktır ki İslâm toplumunun hiçbir ferdi aldırmazlık edemez. İslâm top­lumunun bireylerinden zekat nisabına sahip olanlar bu hakkı ödemek durumundadır. Bilindiği üzere zekat, İslam dininin üzerine kurulduğu beş farzdan biridir.

Kur'an'da hiç bir farz, zekatın tekrar tekrar anıldığı gibi anılma-mıştır. Zekat kendine ait kelime ile Kur'an'da geçtiği gibi, ayrıca şadaka, ihsan, iyilik etmek, yetim ve yoksulları yedirmek adı altında da Kur'an'da yer almaktadır.

Marksizmi eleştirirken sadece kendimiz tarafından söylenilen sözlerle yetinmiyoruz. Bu konuda araştırmacı olan, toplumsal hareket­ler hakkında hüküm verebilen ve çeşitli yönlerin analizini yapabilen uzmanların sözlerini de buraya alıyoruz.

Bunlardan birisi önce marksist olarak sivrilip parlamış, Marksiz­mi derinlemesine incelemiş, güçlü bir şekilde söz sahibi olmuş bir kimsedir. Daha sonra acı hakikatin ortaya çıkması ile gerçeğe dönen bu zat, meşhur Fransız yazar Andree Gide'dir. Bir süre Marksizm ile alda­tıldıktan sonra şöyle demiştir:

Ne olursa olsun ahlak, kominizmde olduğu kadar aşağılara düş­memiştir. Ne kadar güçlü hayal sahibi olunursa olunsun hiç bir kimsenin insanlık, din ve hürriyet gibi değerlerin kominist ülke­lerdeki sefaletinin büyüklüğünü tasavvur etmesi mümkün değil­dir. Kominizmde olduğu kadar insanlığın hiçe sayılmasının hiç bir sistemde kominizmdeki düzeye ulaşması mümkün değildir.

Hindistan'ın meşhur lideri Gandi 1965 Nisan'mda yaptığı konuş­mada şöyle diyor:

19. yüzyılda yaşayan Kari Marx'ın düşüncesi, 20. yüzyıla uygun düşmemektedir. Zira bu yüz yılda bilim ve ekonomik doktrinler öylesine ilerlemiştir ki, artık Marx'ın görüşleri bu yüz yılda geçer­liliği kalmamış ve kabul edilir olmaktan çıkmıştır.

Benim Marksist felsefe ile bir ilgim yoktur. Marksist felsefe ben­liğimin boşluğunu doldurmadığı gibi, aklımın yönlendirdiği soru­ya da cevap olamıyor. Marksizm örnek olmaktan uzaktır. Kötülük iyilik aracı olamaz.

Belki bu sözlerden sonra görüş sahibi olan her insan için açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki İslâmiyet ler bakımdan Marksizmi reddet­mektedir. Hiç bir surette bir müslümanın hem müslüman, hem mark­sist olması mümkün değildir.

Hem Marksist kominist, hem de müslüman olduğunu iddia etme­si Allah'a, gerçeğe iftira etmesi demektir. Bu durumda olan kimse di­nini ve imanını inkar etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur.

Allah doğruyu söyler ve doğruya hidayet eden O'dur.

 

İslâmiyet Ve Kadıyanilik

 

SORU: Bazı ülkelerde bir takım insanlar İslâmiyet ile bağdaşma­yan mezheplere girmektedir. Bunlar ve Özellikle Kadıyanilik hakkında bilgi verirmisiniz?

CEVAP: Tüm sapık ve bozuk mezhepler arasında iki tanesi vardır ki, bunları sömürgeciler Hindistan bölgesinde hain emellerini gerçek­leştirmek için araç ve ajan olarak kullanmıştır. Bu iki mezhepten biri Bahailik, diğeri Kadıyaniliktir.

Kadıyanilik, Hindistan'da Pencap eyaletinin köylerinden birine nisbet edilmektedir. Bu günah dolu mezhebin kurucusu yalancı ve sah­te peygamber -bir başka deyişle İngilizlerin sahte peygamberi- Gulam Ahmed Kadıyani'dir. Aslı İranlı veya Moğol'dur. Tam adı Ahmed b. Gulam Murtaza b. Ata Muhammed'dir. Babasının Semerkant'tan oldu­ğu söylenmektedir.

Gulam Ahmed 1839 hicri tarihinde Kadıyan'da doğmuş, bazı Ara­bi ilimleri, bir parça da İngilizceyi öğrenmiştir. Gulam Ahmed'in has­talıklı bir bünyesi vardır. Verem, kalp zayıflığı, baş dönmesi, hazımsız­lık bünyesindeki hastalıklardan bazılandır. Kendi kendini anlatırken "Ben devamlı hasta bir adamım" diyor.

Gulam Ahmed sömürgeci ajanı hain bir ailede yetişmiştir. Babası Gulam Mirza İngiliz hükümeti ile arasında güçlü bir bağlantı olduğu bilinen biri idi. Bu adamın İngiliz hükümetinin (Hindistan'daki) ofisin­de kendine ayrılmış bir yeri vardı. 1851 yılında kendi dindaş ve vatan­daşlarına karşı İngilizlere yardımcı olan gruba girerek İngilizlere 50 at ve 50 asker ile yardım etti.

Urdu ve Arabça dillerinde bazı kitapları tetkikten sonra bir miktar hukuk tahsili yapıp Siyelkut şehrinde görev aldı.

Daha sonra Ahmediyyenin Delilleri isimli kitabını bölümler halin­de yayınlamaya başladı.

Günahkar davet hareketine 1877 yılında başladı. 1885'te müced-did olduğunu ilan etti. 1891'de Mehdi olduğunu ve (geleceği) vaad edi­len Mesih olduğunu iddia etmeye, "Ben Mesih'im" "Ben Kelimulla-hım," "Ben Allah'ın seçtiği Ahmed Muhammed'im" demeye başladı.

Bu noktada peygamberlik iddiasının üstünde kendisinin hem İsa, hem Musa, hem Muhammed olduğuna inanıyor, buna dayanarak ken­disinin tüm peygamberlerden üstün olduğunu iddia ediyordu.

Gulam Ahmed sinir sistemi bozuk bir insan olarak yetişti. Zaman zaman bir takım hayallere dalar, kuruntular içine girerdi. (Bu sebeple gülünç durumlara düşerdi). Komik hallerinden birisi de şöyledir. Ken­di ifadesine göre bir melek görmüş, bu melek bir İngiliz delikanlı şek­linde imiş. Bir keresinde İngiliz Kraliçesinin Hindistan imparatoriçesi olarak evini şereflendirdiğini gördüğünü söylemiştir. Onun biı tür söz ve davranışları İngilizlerin sayılıp övülmesine sebep oluyordu.

Bir keresinde şöyle demişti:

Bizim inancımız İngiltere'ye ^ve İngiliz hükümetine feda olsun. Eğer biz İngiltere'ye karşı gelirsek İslâm'a karşı gelmiş oluruz. Çünkü Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülul'emre (idarecilere) de itaat edin. (Nisa/59)

İngilizler ulü'l-emrdir.

Allah ona da ulü'1-emr dediklerine de lanet etsin.

Gulam Ahmed 29 Mayıs 1908 tarihinde Lahor'da öldü. Kadıyan köyüne gömüldü.

Gulam Ahmed düşüncelerini ve sapıklığını ortaya koymakta zeki­ce hareket ediyordu. Açıktan açığa İslâm düşmanlığı yapmıyor, İslâmiyet'e karşı baş kaldırma durumuna girmiyordu. Hareketlerine yenilikçi ve gelişimci görünümüyle başlamış, sonra Mehdi olduğunu, daha son­ra da kendisine vahiy gelmeye başladığını iddia etmişti. Peygamberlik iddiasında da sinsice davranıyor, müstakil bir peygamber olmadığını, fakat Harun Aleyhisselamin Hz. Musa'ya bağlı olduğu gibi kendisinin de Hz. Muhammed'e bağlı bir peygamber olduğunu söylüyordu.

Daha sonra maksadını gerçekleştirmek üzere Kur'an ayetlerini sa­pık bir şekilde yorumlamaya girişti. Sonra da sömürgeci ve işgalciler­le büyük çapta yardımlaşmaya girişti.

Bu cümleden olmak üzere bir fetva çıkararak cihad farzının sona erip kaldırıldığını, bundan dolayı Hindistan'ı işgal eden İngilizlere kar­şı silah kullanmanın caiz olmadığını söyledi. İngilizlere karşı nasıl sa-vaşılabilirdi ki onlar, Gulam'm fetvasına göre yeryüzünde Allah'ın ha­lifesi idiler. Gulam Ahmed'in alçak ağzından büyük laflar çıkıyor!

Gulam Ahmed'in kendisinden sonra yerine geçip halifesi olan oğ­lu Mahmud da babasının peygamber olduğu fikrini yaymaya devam et­ti. Gulam'ın oğlu bir sözünde şöyle diyordu:

Biz Kadıyaniler bizim dışımızdakileri kafir sayarız. Çünkü Kur'an bize haber veriyor ki peygamberlerden birini inkar eden kafir olur. Buna göre her kim Gulam Ahmed'in peygamberliğini inkar ederse Allah'a da küfretmiş olur.

Gulam'ın ikinci oğlu işi daha da sulandırarak, tüm utanmazlık ve yüzsüzlüğü ile şöyle diyor:

Musa'ya inanıp, İsa'ya inanmayan veya İsa'ya inanıp, Muham­med'e inanmayan kâfirdir. (Diğerlerine inanıp) Gulam Ahmed'e inanmayan da kafirdir.

Kadıyaniliği anlatan kitaplarda iddia edildiğine göre, güya, Allah Gulam Ahmed'e vahy göndererek şöyle demiştir:

Beni seven ve bana iaat edene, sana inanıp uymak farz olur. Aksı halde sana inanmayan kimse beni sevmemiş olup benim düşma-nımdır. İnsanlar bunu kabul etmek istemeyip seni yalanlar ve sana eziyet ederlerse, onları kötü bir ceza ile cezalandırır, cehenne­mi o kafirlere hapishane olarak hazırlarız.

Gulam Ahmed pis tuzağına bir zemin hazırlayıp peygamberlik id­diasını güçlendirmek için, peygamberlik makamına dil uzatarak şöyle diyor:

Benimle diğer seçilmiş (peygamber)lerin arasını ayıran kimse be­ni görmemiş ve tanımamıştır.

Sapık Kadıyanilik mezhebi insanların düşünceleri arasında yer alan "Allah'ın zaman zaman peygamber gönderdiği" düşüncesini ele alarak sapık fikrini desteklemektedir.

Hz. Allah geri kalıp düşüş dönemi yaşadıkları sırada Arablara peygamber olarak Muhammed'i göndermiştir. İnsanlar arasında bozul­ma ve sapıklık yaygınlaşınca Muhammed'den sonra bir peygamber gönderme ihtiyacı doğmuştur. Buna göre Allah Mirza Gulam Ahmed'i peygamber olarak göndermiştir.

Bundan dolayıdır ki Kadıyaniliğin batıl inancına göre peygamber­lik Hz. Muhammed ile sona ermemektedir. Kadıyaniliğin uydurmasına göre onlar şöyle demektedir: inancımız odur ki Allah'ın günümüzde bile bu ümmeti düzeltmek ve hidayete sevk etmek için peygamber göndermesi bir zorunluluktur.

Kur'an'ın apaçık nassına karşı bu ne büyük densizliktir, zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. (Ahzab/40)

Ote yandan Sahih-i Buharîde Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

Benden sonra peygamber yoktur.

Fakat Kadiyaniler yukardaki ayetin, peygamberliğin Hz. Muham-med'le sona erdiğini göstermediğini iddia ediyorlar. Bu konuda tartış­ma kabilinde şunları ileri sürüyorlar:

1. Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu olduğunu iddia edenlerin ileri sürdükleri ayetteki Hatem kelimesi son anlamına gel­mez. Kelimenin ayetteki anlamı şöyledir: "Muhammed sizin erkekle­rinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o Allah'ın Rasûlü ve peygam­berlerin en fazilitlisidir."

2. Ayette geçen Hatem kelimesinin bir anlamı da mühür'düv. Yani peygamber insanları mühürlüyor, onaylıyor demektir. Demek ki onun mühürlemesi ile birisi peygamber olacaktır.

3. Ayette geçen Peygamberler''den maksat, müstakil şeriatle gelen peygamberlerdir. Buna göre Hz. Muhammed müstakil şeriatle gelen peygamberlerin sonuncusudur. Musa'nın yanında Harun peygamber olduğu gibi, (Muhammed'in yanında da Gulam Ahmed peygamberdir demek istiyorlar.)

Bu söylenilenler asılsız yorum ve bozuk birer saptırmadır.

İbn Kesir'de ifade edildiğine göre bu ayet, Hz. Muhammed'den sonra nebi gelmeyeceği hususunda kesin bir belgedir. Buradan anlaşı­lıyor ki Hz. Muhammed'den sonra Rasûl de gelmeyecektir. İbn Kesir bu ayetin tefsiri sırasında "Ben peygamberlerin sonuncusuyum" hadis-i şerifinin yanısıra, aynı anlamı ifade eden bir hayli hadis zikretmiştir.

Kadıyanilerin sapıklıklarından biri de peygamberlik makamına, raşid halifelere ve temiz sahabe-i kirama çirkin tarzda sözlü saldırıda bulunması, cennet gençlerinin efedisi olan Hasan ve Hüseyin efendile­rimizin saygınlığına dil uzatmasıdır.

Kadiyani bidatçilerinin başı diyor ki:

Bana kendimi Hasan ve Hüseyin'den üstün tuttuğumu söylüyorlar. Evet, ben kendimi onlardan üstün tutuyorum. Allah yakında bu üstünlüğü ortaya çıkaracaktır.

Bu günahkarın daha sonra gelen oğlu da aynı yolda yürüyerek şöyle diyor:

Babam şöyle demiştir: Yüz Hüseyin, benim cebimdedir. İnsanlar bunu babamın yüz Hüseyin'e eşit olacağı şeklinde anlamışlar. Ben bundan daha fazlasını söylüyorum: Babamın din uğrunda harca­yacağı bir saat, yüz Hüseyin'i kurban etmekten daha faziletlidir.

Daha bu terbiyesizce dil uzatmak bir şey değil. Zira bu adamın su­çu Peygamber'in saygınlığına da dil uzatmaya kadar varmıştır. Diyor ki:

Peygamberlerin üç bin mucizesi vardır. Lakin benim mucizem milyondan fazladır!

Kadıyanilerin sapık günahkarlıklarından biri de, günahkar saldırı­larının Kur'an ayetlerini yorumlarken sapık yorumlar yapmaları boyu­tuna ulaşmasıdır. Bu konuda o kadar çok örnek vardır ki burası bu ör­neklerin hepsini ortaya koymak için elverişli değildir.

Bunlardan biri İsra suresinin şu ayetidir:

Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye ku­lunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçek­ten işitendir görendir. (İsra/1)

Kadıyanilerin söylediğine göre bu ayetteki Mescid-i Aksa'dan maksat, tüm tefsir ve tarih âlimlerinin görüş birliği ederek söylediği gi­bi Kudüs'teki Mescid olmayıp, -haşa- Kadiyan'daki mescittir. Çünkü peygamberin gece yolculuğu yaptırıldığı mescid Kadiyan'ın doğusun-dadır.

Gulam Ahmed, Kadiyan'daki mescidi, Mescid-i Haram'a benzeti­yor. Bu asılsız inanca göre Kadiyan'daki mescit, hakkında "oraya giren emniyette olur" (Al-i İmran/97) ayetinin indiği mescittir.

Kadiyanilerin Kur'an ayetlerini sapık bir şekilde yorumlama Ör­neklerinden biri de aşağıda zikredeceğimiz ayete yaptıkları yorumdur:

Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de size yar­dım etmişti. (Al-i İmran/123)

Ayetteki Bedir, bir yer ismi olduğu halde bir utanmazlık duygusu içinde kelimenin sözlük anlamı olan Dolunay anlamım vererek şöyle demişlerdir: "İslâmiyet başlangıçta ayın küçük durumu olan hilal gibi idi. Daha sonra Allah bu çağda onun dolunay haline gelmesini takdir etti, yani (Gulam Ahmed'le) mükemmelleştirdi.

Bu sapık görüş 14 asır önce Hz. Allah'ın "Bugün size dininizi ik­mal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İs­lâm'ı beğendim" (Maide/3) buyurması ile nasıl bağdaşabilir?

Hatta burada şöyle bir soru sorabiliriz: Onların bu yorumu, Kadi-yani liderinin peygamber olduğu iddiası ile nasıl bağdaşır? Zira sapık Kadiyanilere göre bozukluk ve sapıtma dünyayı kapladığı için Allah, Gulam Ahmed'i peygamber olarak göndermiş (!) Peki dünyayı bozuk­luk bu kadar kaplamış da, bu çağda İslâm'ın hilal halinden dolunay ha­line gelerek mükemmelleşmesi nerede kaldı?

Bir diğer utanmazlık örneği Hucurat suresi 29. ayetinde ifade bu-yurulan "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" cümlesinin yorumurfdan ya­pılmıştır. Bu utanmaz adam, ayette geçen Muhammed isminin kendisi olduğu saplantısına kapılarak şöyle demiştir:

Bu ayetteki Muhammed benim. Çünkü başka yerlerde de bana bu isim verildiği gibi bu ayette de bana resul ve Muhammed adı ve­rilmiştir.

Bu yüzsüz adam bu sözünü Tebliğ ir-Risale adlı kitabında yaz­maktan çekinmemiştir.

Gulam, beyinsizliğe devam ederek şöyle diyor:

"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya/107) ayetinde kastedilen benim.

"Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim" (Saf/6) ayetinde sözü edilen peygamber de benim.

Gulam'ın bunu söylerken ileri sürdüğü gerekçe şöyle: Arab asıllı olan Peygamber'in adı Ahmed değil, Muhammed'dir.

Kadiyaniliğin sapıklıklarından biri de bağlılarını vahyin iniş yeri olan Kâbe-i Müşerrefeden, Mescid-i Haram'dan vazgeçirmektir. Bunu, Kadiyan köyünde bir kıble oluşturup onu Mekke'deki Kabe yerine kabul ettirerek gerçekleştirmek istiyor. İnkarcılıklarında ve sapıklıkların­da öyle bir dereceye vardılar ki hacca gitmek yerine Kadiyanilerin Ka-diyan köyündeki yıllık kongreye gelmelerini yeterli görmektedirler.

Bunların büyüğü Gulam Ahmed şöyle diyor: "Kadiyan'a gelmek hacdır."

Ayrıca Kadiyaniler, batı Pakistan'da küçük bir şehir inşa ettirip adına Rabve diyerek burasını davetlerinin merkezi yapmışlar ve bu merkezin üzerini heybetli bir bulutla kaplayıp kutsallık havası verme­ye çalışmışlardır.

Gulam Ahmed kendisine Allah'tan vahiy geldiği kuruntusuna ka­pılarak güya gelen vahiyleri Kitab-ı Mübin adlı bir kitapta toplamıştır.

Gulam kendisine gelen vahyin peygamberlere gelen vahiyden çok

olduğunu ileri sürmektedir.

Gulam Ahmed iddiaları ve kuruntuları ile dolu bir çok kitap ya­yınlamıştır. Bunlardan bazıları aşağıdadır:

1. Berahin-i Ahmediyye

2. halet'ul Evham

3. Hakikat 'ul Vahy

4. Sefinem Nuh

5. Tebliğ-i Risalet

6. Hıttafün Hhamiyye

Kadiyanilerin sapıklıklarından biri de Saf suresi 6. ayetinde geçen Ahmed adını kullanarak mezheplerine Ahmediyye adını vermeleridir.

Kadiyaniliğin yalancı peygamberinin içine düştüğü sapıklıkların en çirkini belki de müslümanların gücünü sömürgecilerin önünde zayıf düşürmesidir. O bunu işgalciler karşısında müslümanların cihadını or­tadan kaldırarak yaptı. "Bu andan sonra İslâm'da cihad yoktur" diye­rek çağrılar yapıyor, bunun gerekçesini çirkin ve gülünç bir şekilde açıklayarak şöyle diyordu:

Allah yolunda cihad etme emrini, Hz. Allah derece derece hafif­letti. Hz. Musa'nın zamanında çocukların öldürülmesi serbest idi. Hz. Muhammed'in zamanında çocuk, kadın ve yaşlının öldürül­mesi yasaklandı. Benim zamanımda da cihad tamemen kaldırıldı.

Bir başka sözünde şöyle diyor:

Bugün kılıçla cihat etmenin hükmü kaldırılmıştır. Bugünden son­ra cihad yoktur. Herkim bundan böyle kafirlere silah çeker ve ken­disine "gazi" adını verirse Allah'ın Rasûlüne aykırı davranmış olur. O peygamber ki on üç asır önce (geleceği) vaad edilen Me­sih'in zamanında cihadın kaldırılacağını bildirmiştir. İşte Mesih benim. Benim ortaya çıkmamdan itibaren cihad yoktur. Biz barış flamasını ve iyilik bayrağını kaldırmış bulunuyoruz.

Gulam Ahmed, cihada karşı çıkmakta ısrarlı bir şekilde gayretini yoğunlaştırarak Allah'ın ve Peygamberinin bu konudaki emirlerine ters düşmeye devam etmiştir. Bir sözünde şöyle demiştir:

Artık cihad fikrini bırakınız. Çünkü din uğrunda savaşmak, İmam Mesih'in gelmesiyle haram kılınmıştır. Gökten Allah'ın nuru indi, artık cihad yoktur. Allah yolunda cihad eden, Allah'ın düşmanıdır.

Gulam Ahmed, İngilizleri hoşnut edip onların sevgisini kazanmak için cihada karşı koymakta kendisini bir hayli yorup durmuştur. Gulam diyor ki:

On yedi yıl boyunca seri konferanslarımda vefalı ve ihlaslı bir şe­kilde İngiliz devletine bağlı olduğumu ortaya koydum.

İnsanları sevmek ve hükümete can-ı gönülden bağlı olmak benim inancım dır.

Bu inanç, bağlılarım ve müritlerim için bana biat etmenin şartları arasındadır. Bunu müritlerime ve bağlılarıma dağıtılan Biaî'ın Şartlan isimli risalede dördünce maddede ifade ettim.

Kadiyaniler unutuyorlar ki cihat, yer ve gök var oldukça İslâmî bir farzdır. Cihaddan maksat düşmanı püskürtmek, zulme uğrayanları ve ezilenleri savunmaktır.

Kur'an'daki cihad ile ilgili ayetlerden bazıları aşağıdadır: Allah uğrunda, hakkını vererek cihad ediniz. (Hac/78)

Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size gös­termeyim mi? Allah'a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla, canlarınız­la Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için da­ha hayırlıdır. (Saff 10-11)

O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yo­lunda savaşsınlar. (Nisa/74)

Ey iman edenler! Kafirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar. (Tevbe/123)

Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür. (Tahrim/9)

Kur'an'dan sonra Hz. Peygamberin hadisleri de cihadın farz ol­duğunu destekleyip cihada çağrıda bulunuyor. Hz. Peygamber buyu­ruyor ki:

Cennet kılıçların gölgesindedir.

Allah yolunda gaza ediniz. Her kim Allah yolunda biniti üzerinde

savaşa katılırsa cennete girmek ona hak olur.

Allah yolunda bir (sefere) gidiş ve (seferden) dönüş, andolsun ki dünyadan ve dünyanın içerisindekilerden daha hayırlıdır.

Cihad, amellerin en faziletli sidir.

Cihadı emreden bu kadar ayet ve hadislere rağmen, sömürgecile­rin bayağı arzularının gerçekleşmesine araç olan günahkar Kadiyaniler artık İslâm'da cihad emri olmadığı saçmasından başka bir şey söylemi­yorlar.

Burada bir noktaya dikkat çekmemiz yerinde olacaktır.

Sömürgeci İngilizler İslâm'ın ve müslümanların sömürge ve sö­mürgeciler üzerindeki tehlikesi üzerinde uzun uzun düşündüler. Nihayet sömürgecilik, İslâm'a karşı savaşak üzere bir araç ortaya koymaya karar verdi. Buna göre müslümanlar kendi aralarında birbiriyle vuruş­mak, kendi elleriyle birbirlerini yıkmak idi.

İngiliz sömürgeciliği şu görüşte idi: Bu yıkım, müslümanların ara­sından, aslı nıüslüman olan bir grup, mesela Bahailer, Kadiyaniler ve benzerleri gibi sapık bir grubun ortaya çıkması ile gerçekleşecektir.

İngiliz sömürgeciler bu alanda altın ve parayı kullandılar. Kendi­lerine ajanlık yapacak olanları fakir ve muktaçlar arasından seçerek onları paraya boğdular. Bunlar aynı zamanda psikolojik ve akıl yönün­den problemi olanlar arasından seçilirdi. Bu, sömürgecilerin çirkin ar­zularını onlar üzerinde kolayca gerçekleştirebilmesi içindir.

Bu yoksul insanlar bir gün bir gece içerisinde servet sahibi, muaz­zam sarayların, lüks arabaların ve geniş yetkilerin maliki olan biri olu-veriyorlar. İşte bu tuzaklar neticesinde ve arzular uğrunda bu ajanlar dinlerini ve prensiblerini satmışlardır. Sömürgecilerin izinde giderek onlar için göbek attılar, onların her yaptığını utanma duygusundan mahrum ve vicdandan yoksun bir şekilde övdüler.

İşte Kadiyanilerin reisi Gulam Ahmed şöyle diyor:

Benim oluşturduğum topluluğa girenlerin çoğunluğu İngiliz hü­kümetinin üyeleri, yüksek mevkii olan adamlar, veya bu memle­ketin ileri gelenleri ve tüccarları veya İngiliz eğitimi görmüş avu­katlar veya İngiliz hükümetine hizmet etmiş bilim adamlarıdır.

Bunun içindir ki Kadiyaniler İngilizlere övgü ve şarkılar teren­nüm ederler. Şayet deyim yerinde ise hep İngilizleri hamd ve teşbih ederler.

Günahkar Kadiyani, kafir İngiliz hükümeti ile bir görüşmesinde şöyle diyor:

Ben İngiliz hükümetini tanıyan bir ailedenim. Bu aile İngiliz hü­kümetine karşı vefalı bir ailedir. Hükümet yetkilileri de ifade et­miştir ki babam ve benim halkım hükümete her türlü bağlılığı gös­tererek gönülden hizmet etmişlerdir. Bize iyilik eden İngiliz hükümetine karşı teşekkür ve minnetlerimi ifade edecek kelime bula­mıyorum. En tatlı huzur ve rahatı bu hükümetin himayesinde bu­luyoruz. Bunun içindir ki ben, babam ve kardeşim bu hükümetin iyiliklerini ortaya koymak, insanlara bu hükümete itaatin farz ol­duğunu anlatmak ve bunu onların kalbinde kökleşltirmek için pa­çaları sıvamış bulunuyoruz.

Bir başka yerde şöyle diyor:

Ben hayatımın çoğunu İngiliz hükümetini desteklemek ve cihada muhalefet etmek için harcadım. Hala müslümanlarm bu hüküme­te vefa ve ihlasla bağlanmalarını sağlamaya çalışıyorum.

Gulam Ahmed Hindistan'daki İngiliz yöneticinin vekiline verdiği bir dilekçe ile İngilizlere vefa ile bağlı olan ailesinin korunması rica­sında bulunmuştur.

Bu bayağı dilekçede Kadiyani şöyle diyor:

Zat-ı alinize bana bağlıların listesi ile sunduğum bu dilekçeden tek maksadım benim ve babamın yaptığımız hizmetleri göz önün­de bulundurmanızdır.

Yüce devletinizden, elli yıl boyunca mükemmel bir şekilde bağlı­lığını ve vefasını isbat eden ailemizi himayesine almasını rica edi­yorum. Bu aile hükümete candan bağlıdır. Bu ailenin dostluğunu büyük hükümetin ileri gelenleri ve yöneticiler itiraf ve idafe edip, ailenin hükümete hizmet eden bir aile olduğuna dair belgeler yaz­mışlardır. Bu sebeple küçük memurlarınıza bu elinizle diktiğiniz ağacın korunması için gerekenleri yazınız.

Ayrıca bağlılarıma dost gözüyle bakılmasını rica ediyorum. Çünkü biz sizin yolunuzda şimdiye kadar canımız ve kanımızla fedakar­lık yapmaktan geri durmadık, bundan böyle de geri durmayacağız. Bu değerli hizmetler sebebiyle, büyük hükümetten, birilerinin bize saldırmaması için yardım ve destek istemeye hak sahibiyiz.

Bir başka yerde aziz İngiltere için yaptığı hizmetlerin şarkısını söylemeye, onun hatırını hoş etmek için dini ile ilgili işlediği suçlan saymaya başlıyor ve diyor ki:

İngilizleri medhetmek üzere yazdıklarımla kütüphaleri doldur­dum. Özellikle pek çok müslümanın inancı içinde yer alan cihadı ortadan kaldırmak için çok şeyler yaptım. Bu büyük bir hizmettir. Bunun iyi bir şekilde mükafaatlandırılmasını istiyorum.

Bir başka sefer de insanlara kahpe İngilizi sevdirmek için zehir dolu kitapları yazmak üzere 18 yıl emek verdiğini söylüyor. Diyor ki:

On sekiz yıldan beri müslümanlarm size sevgi, itaat ve dostluk beslemesi için kitap yazmakla meşgulüm. Bununla beraber âlim­lerin çoğu yaptıklarım sebebiyle bana öfkelenmektedirler. Onların kalbi benim bu düşüncelerimden dolayı kin ile yanmaktadır. Fakat ben biliyorum ki onlar öyle cahillerdir ki insanlara teşekkür etme­yen Allah'a şükretmez. İyilik yapana teşekekkür etmek, Allah'a şükretmek gibidir. Bizim inancımız budur.

Fakat ne yazık ki değerli hükümetimiz, kendisine sevgi ve vefa gösterilmesi gerektiğine dair yazılarla dolu bu eserlere, kendileri­nin defalarca dikkatini çekmeme rağmen inceleyici bir gözle bak­mamaktadır. Şimdi bu dilekçemle bir kere daha bu kitaplara ilgi gösterilmesini hatırlatıyorum. Bu kitaplardaki işaretlediğim sahi-felerde gösterdiğim yerlerin okunması dileğimdir. İngiliz hükü­metinin 18 yıldan beri müslümanları hükümete itaat etmek için yönlendirmek maksadı ile sarfedilen bu sürekli gayretleri dikkate alması gerekir. Bu itaat duygusunun onların kalbinde kökleşmesi için çalışıyorum.

Diğer ülkelerde İngiliz hükümetinin propagandasının yayılması için gaye ve hedef nedir? Bu gibi kitaplar yayınlanıp (oralara) gönderilmiyor, niçin?

Sahte peygamber Gulam icad edip ortaya attığı şeylerle, dini bo­zup, dinin farzlarını yıkıp öğretilerini bozmak ile yetinmiyor. Ona gö­re herhangi bir müslümanın arkasmda namaz kılmak caiz değildir. Ar­kasında namaz kılınacak kimsenin mutlaka Kadıyâni olması gerekir­miş! Bu konuda söyledikleri aynen şöyledir:

Benim meşhur mezhebim odur ki Kâdiyanilerden başka bir kimsenin arkasında namaz kılmanız caiz değildir. Arkasında namaz kıldığınız kimseyi insanlar ne kadar överse övsünler ve bu kişi kim olursa olsun, hüküm böyledir. Bu, Allah'ın hükmüdür. Al­lah'ın istediği budur. Bu konuda şüphe edip tereddüt gösteren ya­lancılardandır. Allah sizinle onlar arasında bir ayırım olmasını is­temektedir.

Aynı konuda gene şunları söylüyor:

Allah bana bildirdi ki beni yalanlayan veya bana itaat etmekte te­reddüt eden birinin arkasında namaz kılmak kesinlikle haramdır. Bilakis kendi imamlarınızdan birinin arkasında namaz kılmak si­ze farzdır. Buna, "İmamınız sizdendir" hadisinde işaret olunmuş­tur. Bu demektir ki Mesih geldiği zaman müslüman olduklarını söyleyen mezhepleri bırakıp imamlarınızı kendinizden yapınız. Emredildiğiniz şeyi uygulayınız. Yoksa bilmeden yaptığınız (iba­det ve iyilik gibi) şeylerin yok olup gitmesini mi istiyorsunuz?

Kadıyânilik bu meselede kendini gizleme, perdeleme ve aldatma­ca yoluna sapmaktadır. Bunu en iyi gösteren şey Gulam'ın oğlu ve ikinci halifesi Mahmud'un söyledikleridir. Gulam'ın oğlu hac yolculu­ğunu anlatırken şöyle diyor:

1912 yılında Mısır'a oradan da hacca gittim. Cidde de ana tarafın­dan dedemle karşılaştım. Birlikte Mekke'ye gittik. Birinci gün ta­vaf ediyorduk. Namaz vakti geldi. Ben Kabe'nin dışına çıkıp git­mek istedim, fakat kalabalıktan yol tıkanmış idi. Namaz başlayın­ca dedem namaza girmemi emretti. Biz de beraberce namaza baş­layıp namaz kıldık. Kaldığımız eve döndüğümüzde şöyle dedik: Hazırlanın, Kâdiyani olmayan birinin arkasında kılındığı için ka­bul edilmeyen namazımızı kılalım. Kalkıp bir kez daha namaz kıl­dık. Biz böyle yaparız.

Çoğu kere evlerimizde namaz kılarız. Bazen bekleriz, ki cemaatle kılınan namaz sona ersin; daha sonra kalkıp kendi cemaatimizle na­mazımızı kılarız. Bazı vakitler bize Kâdiyani olmayanlar da katılır.

Daha sonra şöyle diyor: (Eve) döndüğümüzde birimiz ilk halife Nureddin'e şöyle bir soru sordu: "Kâdiyani olmayan bir kimsenin arkasında namaz kılan Kâdiyani ne yapacak?" Halife şu cevabı verdi: "Eğer Kâdiyani ol­mayan kimsenin arkasında namaz kılmakta bir fayda varsa nama­zını kılar, sonra bu namazı iade eder."

Günahkâr ve hak yoldan sapmış bulunan Kadiyanilik mezhebi,

bağlılarına liderlerinin ağzı ile şöyle der:

Müslümanların düğün merasimlerine katılmayınız. Başka toplantı­larında da bulunmayınız ve cenaze namazlarını kılmayınız. Çünkü aramızdaki ilişki ve bağlar koptuktan ve onları ilgilendiren şeyler bizi ilgilendirmedikten sonra aramızda bir alaka kalmamıştır.

Kâdiyanilerden biri, mezhebin ikinci hâlifesine sorar: "Müslüman çocuklardan vefat edenin cenaze namazını kılmak caiz midir? Çünkü o günahsızdır. Eğer yaşasaydı belki Kâdiyani olacaktı."

Allah cezasını veresi halife şu cevabı verir:

Günahsız oldukları halde Hristiyan çocuklarının namazını kılma­dığımız gibi müslüman çocukların namazını da kılmayız.

Aynı adam Envâr-ı Hilâfet isimli kitabında şöyle diyor:

Bir soru kalmıştır: Müslüman çocukların cenaze namazını kılmak caiz midir? Bu sorunun cevabı için derim ki: Hindu veya Hristi­yan olanların çocuklarının namazını kılmak caiz olmadığı gibi müslüman çocuğun cenaze namazını kılmak da caiz değildir. Çün­kü çocuğun mezhebi, anasının babasının mezhebidir. Çocuk onla­ra tâbidir!

Görülüyor ki bunlar müslümanları Hindular ve Hristiyanlarla bir tutmaktadırlar. Bu noktadan sonra bunların İslâmiyet ile bir ilişkisi ka­lır mı? İsterlerse İslâm örtüsü ile örtünmüş olsunlar.

Onlar, biz müslümanız demekle ancak müslüman toplulukların arasına sızıp, tuzakları için bir yol bulmayı amaçlarlar. İslâm'da yeni­lik iddiası ile, İslâmiyet'i içinden yıkmak isterler.  (Onlar) tuzak kurdular; Allah da onların hilelerine karşılık verdi. Allah hilelere karşılık vermekte en güçlü olandır. (Al-i Imran/54)

Kâdiyanileri ve ona uyanları kucağına alan sömürgecilerin çirkin himayelerinden biri de İsrail'in merkezinde Kâdiyaniler için önemli bir merkez açmasıdır.

O İsrail ki Filistin'i zor kullanarak zaptetmiş, Mescid-i Aksâ'yı yakmış, milyonlarca müslümanı evinden yurdundan etmiş, İslâm'a kar­şı savaş vermek için Arabla pis yardımlaşmasını gerçekleştirmiştir. Böylece Kâdiyaniler İsrail'in göbeğinde kendisine kapılarını geniş bir şekilde açan ve "hoş ve safa geldin" diyen birisini bulabiliyor. Bu mel'un anlaşma ile Filistinli çocukların kurban edilen cesetleri üzerin­de Kâdiyani merkezi açılıyor. O çocukların kanı sömürgecilerle Siyo­nistlerin işbirliği ile kurulan tuzak sonucunda dökülmüştür.

Kadiyaniliğin tarihindeki kara noktalardan biri de şudur: Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sırasında halifeliğin kaldırılmasına karar ve­rilince, Hindistan'da halifeliğin kaldırılmaması hususunda büyük gös­teriler yapılmıştı. Kâdiyaniler bu gösterilere karşı çıkıp, tüm taraftarla­rını bu gösterilere katılmamaya çağırdılar. Az veya çok, nasıl katılabi­lirlerdi ki İngiliz efendileri "Hasta Adam" denilen Türkiye'nin ve hali­feliğin işini bitirmeye karar vermiş bulunuyordu.

İslâm şairi merhum Muhammed İkbal Kâdıyanilerin yalanlarını ortaya koyan, sapıklıklarını ve batıl görüşlerini açıklayan bir dizi ate­şin makale yazmış idi. Muhammed İkbal'den başka ilim adamları, İs­lâm davetcüeri ve araştırmacılar da bu tür yazılar yazdılar.

Fakat Kâdiyaniler taşkınlık ve sapıklıklarında devam ettiler. Ken­dilerine bir yönden sömürgeciler, bir yönden de onların haram malları yardımcı oluyordu.

Ayrıca Kâdiyaniler İslâm'ı gerektiği gibi anlayanların az oluşun­dan, dinî bilgisizliğin toplumda yaygın oluşundan ve çeşitli sosyal du­rumların etkisinden faydalanmıştır.

Bir takım hurafelerin, cahilliklerin ve kuruntuların kabul edilmesi için münasip olan ortam da Kadiyâniliği hazırlamıştır.

Kadiyanilik pis emellerini gerçekleştirmek için değerlendirmemiş hiç bir fırsat bırakmamıştır. Kitaplar yazmışlar, dergiler çıkarmışlar, gazeteler yayınlamışlar, Kur'an'ı çeşitli dillere tercüme etmişler, bir ta­kım kuruluşlar meydana getirmişler, hastahaneler açmışlar, sosyal hiz­metler veren evler açmışlar ve diğer çalışmaları yapmışlardır.

Kadiyanilik hakkında sözün özü şudur: Kadiyanilik, sömürgecili­ğin pis bir oyunudur.. İslâmiyet'e mensup imiş gibi görünür, fakat İslâm ile Kadiyanilik arasında hiç bir ilgi yoktur.

Sömürgecilik tuzağı bu sapık ve saptırıcı Kadiyâniliği emri altına almıştır. Bu yol ile sürekli İslâmiyet'i karıştırmak ve müslümanlan za­yıflatmak uğrundaki emellerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Fakat İs­lâm dini düşmanlarına rağmen baki kalacaktır.

Allah emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu (bu­nu) bilmezler. (Yusuf/21)

 

Musa Peygamber Zamanındaki Firavn Kimdir?

 

SORU: Mısır'da bulunan Firavn'un cesedi hususundaki gerçek ne­dir? Hz. Musa zamanındaki Firavun kimdir? Firavun hakkında Kur'an'da niçin "Senden sonra geleceklere ibret olman için bugün se­nin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız" (Yusuf/92) denmiştir? Açık­lar mısınız?

CEVAP: Müdekkik tarihçilerin bildirdiğine göre İsrail oğullarına zulmeden kimse, II. Ramses'tir. Onunla beraber yaptığı işlere 13. oğlu Minfitah da iştirakçi olmuştur.

Minfitah, Hz. Allah'ın kendisine peygamber olarak Musa ve Ha­run'u gönderdiği ve bu peygamberlerin İsrail oğullarını Mısır'dan onun zamanında çıkardığı Firavun'dur. (Aradan geçen bunca zaman sonra) cesedi bulunan ve şu anda cesedi Mısır müzesinde sergilenen Firavun da budur.

Hz. Musa kendisine inananlar ile birlikte Süveyş kanalı körfezine yakın, körfezin kuzeyinde bulunan Asya karaşındaki "Hyun-u Musa" adiyle meşhur olan ve haliçte bulunan acı gölden geçmiştir. Burası Sü­veyş kanalından pek uzakta değildir.

Hz. Allah Firavun'un boğulması ve bedeninin kurtarılması hak­kında Kur'an'da şöyle buyurur:

Biz, İsrailoğullarmı denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince (Firavun:) "Gerçekten İsrailoğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!" dedi. Şimdi mi (iman ettin)?! Halbuki da­ha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.

(Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler. (Yunus/90-92)

Bu ayetler Hz. Allah'ın kudret ve yardımı ile İsrailoğullarmı de­nizden geçirdiğini ifade ediyor. Onlara düşmanlık ve zulüm etmek üze­re arkalarından Firavun geliyor. Hz. Musa'nın ve adamlarının arkasın­dan Firavun denize dalıyor. Boğulma noktasına gelince Firavun: "Ger­çekten israil oğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de inandım" diyor.

Firavuna denildi ki: Şimdi mi müslüman oluyorsun? Artık yeri ol­madığı halde şimdi boyun eğip itaat ettiğini mi iddia ediyorsun? Oysa laa °nc^ ısyan etmi§ ye yer yüzünde bozgunculardan ve Allah'ın kulğundan şüphe eden İsrailoğullarının onun öldüğünden emin olmalarını sağlamaktır.

Firavun'un olayından alınacak ders şudur: Anlaşılan Musa-Fira-vun hikayesi Allah'ın peygamberlerine vaadettiklerinin, düşmanlarına vereceğini bildirdiği cezaların doğru olduğunun fiilen gösterilmesidir. Bu ayetler kendilerine bir delil olmak üzere indirilen Mekke'nin azgın­larının durumuna işarettir.

Fahreddin Razi buradaki "Senin bedenini kurtaracağız" ifadesi üzerinde bir kaç manaya işaret etmiştir:

1. Senin bedenini denizden yüksek bir yere atarak dışarı çıkara­cağız.

2. Seni halkının denizin derinliklerinde boğulduğu yerden çıkarıp kurtaracağız.

3. Ayetten Firavun'un gerçek anlamda kurtarılacağı anlamı çık­maz. Bu ifade alay edici bir tarzda söylenmiştir. Nitekim bazı ayetler­de "Onları elem verici bir azapla müjdele!" denmektedir. Ayetteki ifa­de ile şöyle denmek istenmiştir: Biz seni kurtaracağız. Fakat bu kurtu­luş, bedenin için olacak, ruhun için olmayacaktır. Böyle bir söz alay et­mek maksadıyle söylenir. "Seni hürriyetine kavuşturacağım, fakat öl­dükten sonra" veya "Seni hapishaneden kurtaracağını, fakat öldükten sonra" demek gibi.

Ayetteki "Senden sonra geleceklere ibret olman için..." ifadesine gelince: Bu ifadede dahi bir kaç yorum vardır:

1. Firavun'un Allah olduğuna inananlardan onun boğulduğunu görmeyenler buna inanmayıp yalanladılar. Zira onlara göre Firavun gi­biler ölmezdi. Hz. Allah denizde boğulduktan sonra Firavun'un cesedi­ni çıkardı ki onlar bunu görsün ve kalplerindeki şüphe ortadan kalksın.

2. Bilindiği üzere Firavun halkına: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (Naziât/24) der idi. Hz. Allah Firavun'un sonunu insanlara göstermek­le onları Firavun gibi ilahlık iddia etmekten için sakındırmak Fira­vun'un sonunu onlara gösterdi. Dün azametin zirvesinde olan adamın denizde boğulunca ne hâle geldiğini insanlara gösterip bundan bir ders ve ibret almalarını temin etti.

3. Ayetteki Halfeke kelimesini bazı kıraat âlimleri Halakake şek­linde okumuştur. Buna göre mana "seni yaratanın varlığına bir delil ol­man için senin bedenini bugün kurtaracağız" şeklini almaktadır.

4. Allah Firavun'u halkı ile birlikte denizde boğmuştu. Boğulan­lardan hiç birini kurtarmayıp sadece Firavun'un cesedini dışarı çıkar­mış olması Allah'ın kudretinin mükemmelliğini ve Hz. Musa'nın pey­gamberlik davasında haklı olduğunu göstermektedir.

Andolsun onların (geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerinin) kıs­salarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Yusuf/111)

 

Peygamber'e Gelen Kadın Temsilci

 

SORU: Hz. Peygamber'e temsilci olarak gönderilmiş olduğunu okuduğum Esma binti Yezid hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP: Soruda adı geçen hanım efendi İslâm kahramanlarından değerli bir sahabiyedir. Kendisi hicretin birinci yılında kadınların tem­silcisi olarak Hz. Peygamber'e gelmiş Mümtehine suresi 12. ayetinde bildirilen esaslara göre biat etmiştir.

Bu ayet şöyledir:

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah'a hiçbir şeyi ortak koşma­mak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürme­mek, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek üzere sana biat etmeye gel­dikleri zaman biatlarını kabul et. Ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Mümte-hine/12)

Nitekim Hz. Esma âyette sayılan hususları dile getirerek: "Hz. Peygamber'e bu şartlarla biat ettik" diyor.

Hz. Esma sadakat ve ihlasla biat etmiştir. Hatta siyer kaynakların­da kaydedildiğine göre biat sırasında Hz. Esmâ'nın kolunda iki altın bi­lezik bulunuyormuş. Hz. Peygamber ona: "Esma! At o bilezikleri! Al­lah'ın koluna ateşten bilezik takmasından korkmuyor musun?" buyur­ması üzerine Hz. Esma en ufak bir tereddüt göstermeksizin bilezikle­rini çıkarıp Rasûlullah'ın önüne koymuştur.

Daha sonraları Hz. Esma Peygamber'in hadislerini dinle(yip ez­berlemiştir. Hz. Peygamber'e ince meseleleri sormuş öğrenmiştir. Ka­dının hayızdan nasıl temizleneceğini sorup öğrenen de odur. Dini öğ­renmekte utanmak olmaz.

Hz. Esma kuvvetli kişiliği olan bir kimse idi. İbn Abd'il Berr onun hakkında şöyle diyor: "Esma, dindar ve akıllı bir kimse idi."

Müslüman kadınları temsil etmek üzere Hz. Peygamber'e gelir on­lar adına Rasûlullah ile konuşurdu. Bir keresinde Peygamber'e gelerek

şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasûlü! Ben arkamda kalabalık bir kadın cemaatinin elçisiyim. Onların hepsi benim sözüme katılmaktadır. Onlar ay­nen benim görüş ve kanaatimdedirler.

Hz. Allah seni kadın ve erkeklere paygamber olarak gönderdi. Biz de sana iman edip uyduk.

Biz kadınlar bazı hususlarda erkeklerin yaptıklarını yapamıyor, örtümüzün içinde, evlerimizde oturuyoruz. Erkeklerin cinsel ihti­yacını gideriyor, çocuklarını karnımızda taşıyor (ve doğuruyoruz.

Erkekler ise cuma namazlarına gidiyor, cenaze merasimlerine ka­tılıyor ve cihad yapıyorlar. Onlar cihâda gittiklerinde biz onların mallarını korur, çocuklarına bakarız. Biz böyle yapmakla erkekle­rin sevabına ortak olabilir miyiz?

Hz. Peygamber Esmâ'yı dinledikten sonra ashabına yönelerek: "Kadının söylediğini işittiniz mi? Dini hakkında bundan daha güzel sorusu olan biri olabilir mi?" buyurdu. Onlar: "Evet ey Allah'ın Rasû­lü!" dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu:

Ey Esma! Git temsilcisi olduğun hanımlara bildir ki sizden birini­zin kocası ile iyi geçinmesi, kocasının hoşnutluğunu kazanmaya çalışması ve onunla uyum içinde olması, erkekler için söylemiş olduğun şeylerin hepsinin sevabına eşittir.

Hz. Peygamber'den bunları duyan Esma geri dönerken sevincin­den tekbir getiriyor ve "La ilahe illallah" diyordu. Hz. Esma gücü yet­tiğinde Rasûlullah'ın İslâm davetine hizmet ediyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre Esma (r.a) şöyle demiştir: "Mâide suresi nazil olduğu sırada ben Rasûlullah'ın devesi Azba'nın yularından tutmuş bulunuyor­dum. Mâide suresinin geldiği sıradaki vahyin ağırlığından neredeyse devenin pazuları parçalanacaktı."

Hz. Peygamber Esmâ'ya değer verir, ona ilgi gösterirdi. Nitekim bizzat Esmâ'nın rivayet ettiğine göre Rasûlullah Hz. Esmâ'nın içerisinde bulunduğu bir kadın topluluğuna uğramış ve onlara selam vermiştir. Hz. Esma ve arkadaşları da Peygamber'in selamına mukabele etmişlerdir.

Hz. Esma Arab kadınlarının en güzel konuşanlarından olup, cesa­ret ve kahramanlığı ile tanınırdı. Kendisine "Kadınları hatibi" denir­di. Karşılıklı konuşma ve bir bahsi ele alıp anlatmakta başarılı idi. Ni­tekim kadınların elçisi olarak Peygamberimiz'e gönderdiklerinde İslâm dininde kadının durumu hakkında nasıl konuştuğunu görmüştük.

Hz. Esmâ'nın gönlünde savaşlara katılıp cihad etmek arzusu vardı. Fakat o sıralarda şartlar onun bu isteğini yerine getirmeye elvermemişti.

Aradan aylar ve yıllar geçti. Hz. Peygamber'in vefatından bir kaç sene sonra hicretin on üçüncü yılında Yermuk savaşı gelip çattı.

Bu savaş zorla alınmış Arab topraklarında insan bedenlerini öğü­ten bir değirmen gibi şiddetli bir milliyetçilik savaşı idi. Bu savaşta müslümanlar Bizanslılara sonsuza kadar unutamayacakları bir ders vermişlerdir.

Esma binti Yezid ile ilgili olarak Ebtâlu Akideîin ve Cihad isimli kitabımda bilgiler verip uzun uzun söz ettim. Bu hususta geniş bilgi ar­zu edenler oraya baş vursunlar.

 

FİLİSTİN, YAHUDİLER ve DİĞERLERİ

 

Müslümanlar Ve Filistin

 

SORU: Bazı yahudi yayın organları mü s Ilımanların eskiden Ku­düs'e ilgi göstermedikleri yolunda yayın yapıyorlar. İddiaya göre müs-lümanların Kudüs'e ilgi, göstermesi Yahudilerle müslümanlar arasında başlayan bir yarıştan sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddianın doğruluk de­recesi nedir?

CEVAP: 14 Temmuz 1967 tarihli /. Observer dergisinde yayınla­nan Kudüs ve İslâm başlıklı bir makale okudum. Londra'da yayınlanan bu dergi aynı zamanda dünya Siyonist Ajansının resmi yayın organı durumundadır.

Adı geçen makale çirkin Siyonist amaçları hedefleyen Batı kamu oyunu saptırmak için girişilen büyük gayretin bir parçasıdır. Bu ma­kalede tarihe hakaret, gerçekleri çarpıtma, Kur'an'a saldırı ve Hz. Peygamber'e dil uzatma vardır. Bu hareketlerin boyutu öylesine ağır­dır ki böylesine ancak bir siyonist cesaret edebilir. Siyonistler bu ha­reketleri ile çirkin suçlarını temize çıkarıp, Filistin'deki iki kıblenin bi­rincisi Mescid-i Aksâ'ya karşı yaptığı günahkarlık ve düşmanlığı ört­mek istemektedir.

Hz. Peygamber ve müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında 17 ay bo­yunca namazlarında Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya dönmeye devam ettiler.

Kudüs'ün müslümanlar nazarında çok önemli ve yüksek bir yeri vardır. Çünkü orada Mescid-i Aksa vardır. Mescid-i Aksa Kur'an'da açık bir şekilde adı geçen iki mescidden biridir. Diğeri de, içinde Ka­be'nin bulunduğu Mescid-i Haram'dır.

Hz. Peygamber'in Mescid-i Harâm'dan başlayan gece yolculuğu Mescid-i Aksâ'da noktalanmış, buradan da miraç yolculuğu başlamış­tır. Cenab-ı Hak şu âyetinde buna değinmiştir:

Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya götü­ren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitendir, görendir. (İsra/1)

İslâmiyet Mescid-i Aksa üzerine kutsallık, keramet ve heybet ör­tüsü örtmüştür. Hz. Peygamber Mescid-i Aksâ'da kılınan bir namazın Mescid-i Haram ve Hz. Peygamber'in Medine'deki mescidi dışındaki mescitlerde kılman namazdan 500 kat daha sevap olduğunu bildirmiş­tir. Mescid-i Aksâ'da kılınan bir namazın bin namazdan daha hayırlı ol­duğu rivayeti de vardır.

Bir hadiste: "Kudüs'te vefat eden gök yüzünde vefat etmiş gibi­dir" buyurulmuştur. Tabiidir ki hadiste kastedilen müslüman olarak, Allah'a ve Peygamber'e itaat ederek ölendir.

İslâm fıkhında ifade edildiğine göre hac veya umre için Kudüs'ten ihrama girmek müstehabtır. Çünkü hadiste şöyle buyrulmuştur:

Her kim hac veya umre için Mescid-i Aksâ'da ihrama girerse geç­miş günahları bağışlanır.

Enes b. Mâlik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Cennet Mescid-i Aksâ'ya şevk içinde arzu duymaktadır.

Hamevi Mucem'ul Büldan'mda bildirdiğine göre Kudüs'e Beyt'ul Makdis de denir. Beyt'ul-Makdis'e İliya da denmektedir. Söylendiğine göre İlya'nın anlamı Beyt'ul-Makdis'dir.

Meşhur şair Ferazdak'm şiirinde de Beyt'ul-Makdis'e İliya den­miştir:

Dünyada iki ev vardır ikisi de aziz Biri Beytullah biz onun sahipleriyiz Diğeri sanki bir saraydır îîiya tepesinde Sahibidir en yüce sânın da şerefin de.

İliya denmesi Kudüs'ü yaptıranın adı sebebiyledir de denmiştir. Bu zâtın adı İliya b. İrem b. Sâm b. Nuh'tur.

Öte yandan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir:

Miraç gecesi Kudüs'e gittiğimde (oradaki büyük) kayanın sağ ta­rafında namaz kıldım.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber miraç gecesinde Mescid-i Aksâ'da peygamberlerden oluşan bir cemaata imam olmuştur.

Bu belgeler ve haberler soruda sözü edilen makaleyi yalanlamak­ta, müslümanların İslâm güneşinin doğuşundan beri Kudüs'e değer ve­rip saygı gösterdiklerini ortaya koymaktadır.

Müslümanların Filistin'e ve Mescid-i Aksâ'ya eskiden beri önem verdiklerinin bir göstergesi de tarihte yüzyıllar boyunca buralarla ilgi­li küçük büyük her şeyden söz etmiş olmaları, buralar hakkında detay­lı analizler yapıp bu kutsal yerleri ebedileştirircesine büyük çapta ki­taplar yazmış olmalarıdır.

Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili İslâm âlimleri tarafından yazı­lan kitapların bazıları şunlardır:

1. Fedail'ul-Kudüs, İbn'ul Cevzi (Vefatı 1200 m. 597 h.). Bu eser 760 yıldan fazla bir zamandan beri mevcuttur.

2. Ei-ÜnsfîFedail'U Kudüs, İbn Hibetullah eş-Şâfii. Bu eserin ya­zan 7. hicri asır âlimlerindendir. Şu anda 14. hicri yüzyılın sonlarında bulunmaktayız.

3. Müsir'uî Garam bi-Fedâl il-Kudüs Ve'ş-Şâm, İbn Surur Makdi-si (vefatı 765 h. 1363 m.)

4. Üns'ül Celi! bi Tarih' il-Kudüs ve'l-Halil, Mucir'ud-Din Hanbe-

lî (vefatı 927 h. 1520 m.)

5. Câmi'ul Mustaksâ fi Fezâü'il Mescid'ii Aksa, İbn Asâkir (vefa­tı 948 h. 1469 m.)

6. Fedaü'ulKudüs, Şerif İzz'ud-Din Hamza (vefalı 874 h. 1469 m.)

7. Bâis'un-Nüfus ila Ziyaret'il Kudüs'il-Mahrûs, İbn Kadi Salt (ve­fatı 729 h. 1328 m.)

8. Fedail'ul-Kudüs, Ebûl Me'âli el-Mûşrif b. Murci.

Kudüs ve Mescid-i Aksâ'mn faziletine dair, Filistin'in müslüman-lar katındaki değeri hakkında günümüze kadar kitap yazılmaya devam etmiştir.

Son zamanlarda bu konuda yazılan kitaplar arasında Tarih'ul Ha-rem'il Kudsî ve El-Mufassal isimli kitapları görmekteyiz. Bu iki kita­bın yazarı Arif el-Ârif olup Filistinlidir. Günümüzde Kudüs'ün işgal edilmiş bölgesinde yaşamaktadır.

Günah dolu ve yanlış inanç üzerine kurulmuş makalede deniyor ki: "Kudüs'ün kutsal bir yer olduğu bilinci, müslümanlarda ancak İngi­liz döneminde Kudüs'e verilen Önemle güçlenmiştir."

Bu görüş asılsız ve yalandır. Çünkü yüzyıllar boyunca müslüman-lar Hz. Peygamber'den gelen bir yönlendirme ile Mescid-i Aksâ'yi zi­yaret için yolculuğa çıkmaktadırlar.

Eğer müslümanîarm bu kutsal yere fazlaca önem vermesinin, Ku­düs ve Filistin problemleri sebebiyle 20. yüzyılda ortaya çıktığını söy­lemek söz konusu ise bu sözün doğru biçimde yorumlanması gerekir.

İddiada ileri sürüldüğü gibi 20. yüzyılda Kudüs ve Mescid-i Ak-sâ'ya müslümanlarca fazla ilgi gösterilmesinin sebebi şudur: Filistin'i Yahu dile ştirmek üzere İngiltere'nin Siyonizm'le anlaşarak Filistin'i zorla zaptetmesi ile -ki bunların arkasında Amerika da yer almaktadır-Arabların ve müslümanîarm yüzlerce yıldan beri gönüllerindeki Filis­tin sevgisi ve hırsı patlamıştır. Onların böyle davranması sömürgeci siyonistlerin elinde Filistin'in elem verici sonundan, daha dikkatli bir ifa­de ile "Filistinin yerle bir olması" sonucundan korkmalarıdır.

Adı geçen makalede müslümanîarm Kudüs'te ve Filistin'de kutsal sayılacak bir şeyleri olmadığını ifadeye gayret edilmektedir.

Bu görüş de asılsız ve yalandır. Çünkü Filistin'de, bizzat Kudüs'te Kur'an'da açık bir şekilde adı geçen müslümanlar için kutsal olan Mes­cid-i Aksa vardır. Kur'an'da Mescid-i Aksâ'nın etrafının mübarek kılın­dığı bildirilmektedir. (Bkz. İsra/1)

Kudüs'te bir büyük mübarek kaya vardır ki Abdullah b. Abbas onun hakkında şöyle demiştir: "Kudüs'teki kaya cennet kayalanndan-dır." Hz. Ali de aynı konuda şöyle buyurur: "Mekânların efendisi Ku­düs, kayaiaun efendisi de Kudüs'teki kayadır."

Kudüs'te müslümanlar için kutsal sayılan şeyler arasında Miraç Kubbesi, Hz. Peygamber'in Mihrabı, Burak Duvarı ve hicri 14, milâdi 635 yılında yapılmış olan Hz. Ömer Camii vardır.

Makalede Kudüs'te Yahudilerin pek çok kutsal yeri olduğuna işa­ret edilmektedir. Bilindiği üzere Yahudiler eski Kudüs'ün bir parçası olduğuna inandıkları Ağlama Duvarı'na yoğun ilgi göstermekte ve önem vermektedir. Süleyman'ın heykelinin var olduğu günlerde Ku­düs'te bazı kutsal şeyler var idi. Fakat Romalılar Kudüs'ü (o günkü adiyle Yeruşalim'i) yerle bir ettiklerinde Yahudilerin kutsal saydığı şeyleri de yok ettiler. Zira miladi 70 yılında Taytos, 135 yılında da Ad-riyanos tarafından Kudüs tarumar edilmiştir.

Soruda sözü edilen makale çelişkiler içermektedir. Bir bölümün­de müslümanîarm Filistin'e ancak son zamanlarda ilgi gösterdikleri

söylenmektedir.

Oysa makalenin bir başka yerinde müslümanîarm Kudüs'teki ka­yaların üzerindeki kubbeyi Kabe'den sonra ikinci derecede kutsal say­dıkları söyleniyor. Buna ilave olarak Hz. Peygamber'in, müslümanlan namaz kılarken Kudüs'e çevirmekte ısrar ettiği ifade ediliyor.

Makaleyi yazanın tarih konusundaki cahilliğine bakınız ki Ku­düs'teki kayanın üzerindeki kubbeyi Abdullah Me'mun'un yaptırdığını söylüyor. Bu aşırı bir bilgisizliktir. Çünkü kubbeyi yaptıran Emeviler-den Abd'ul-Mclik b. Mervan'dır. Me'mun ise Abbasi halifesidir.

Abdulmelik bu yapının inşasına hicri 66, miladi 685 tarihinde baş­lamış, inşaat hicri 72, miladi 691 yılında tamamlanmıştır. Abd'ul-Me­lik kayanın bulunduğu yerdeki mescidin yapımı için Mısır'ın haracını (vergisini) yedi yıl boyunca sarf etmiştir. Bu mescidin yapımında şöy­le bir olaydan da söz edilmektedir:

Abd'ul-Melik binanın yapımındaki yönetim görevi sebebiyle Re-ca b. Hayve el-Kindi ve Yezid b. Selâm'a 100 bin dinar vermek iste­mişti. Bunlar ise halifeye şöyle dediler: "Bizler kendi mallarımızdan başka hanımlarımızın altınlarını da bu mescid için harcamayı daha uy­gun bulmaktayız. Siz bize vereceğiniz parayı kendinize göre en sevim­li bulduğunuz yere harcayınız."

Makalenin yazarının asılsız iddiasına göre, miraç mucizesi Hz. Muhammed'in yeri belirlenmemiş ve adı belli olmayan bir yere yaptı­ğı bir gece ziyaretinden ibarettir. Aslında yazar Hz. Peygamber'in mi­raç mucizesinin başlayıp bittiği yeri bildiren Kur'an ayetini kasıtlı ola­rak bilmezlikten geliyor. İsra suresi 1. ayetinde gece kelimesi ile mu­cizenin zamanı, Mescid'il-Haram ifadesiyle mucizenin başladığı, Mes­cid-i Aksa ifadesiyle bittiği yer bildirilmektedir.

Siyonist yazar enteresan bir iftirada bulunarak diyor ki: "İlk müs-lüman müfessirler Mescid-i Aksa Medine'deki Mescid'dir, demişler­dir." Bu, çok büyük bir iftiradır.

İşte tefsir âlimlerinin hocası, hicri 310 tarihinde vefat etmiş olan İbn Cerir Taberi diyor ki: "Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescid'dir. Aksa denmesi ziyaretine gidilen en uzak mescid olmasındandır." Hatta bu

yorum (daha eski olup) Abdullah b. Abbas'a aittir.

Kurtubi tefsirinde şöyle denmektedir: "Bu mescide Aksa denme­si Mescid-i Haram ile arasındaki uzaklıktan dolayıdır. Mescid-i Aksa, ziyaret edilerek saygı gösterilen yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid idi."

Kurtubi daha sonra şöyle der: "Böylece İslâmiyet Mescid-i Ak-sâ'yı mukaddes kılmıştır." Kurtubi Mescid-i Aksâ'nın Şam toprakların­da olduğuna işaret eder. Filistin, tarihi aşamaların çoğunluğunda Şam'ın güney parçasından sayılmıştır.

Razi ise, tefsir âlimlerinin Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki cami ol­duğunda ittifak ettiklerini bildirmektedir.

Bakınız bu sapık Siyonist gerçeği nasıl gizlemekte ve gerçeğin zıddım süsleyip süslemektedir? Güya Mescid-i Aksa, Medine'deki mescid imiş! Buraya kadar söylediklerimize şunu da ekleyelim: Miraç mucizesindeı: önce Medine'de mescid yoktu. Çünkü Medine'deki Hz. Peygamber'in mescidi hicretten sonra yapılmıştır. Miraç ise hicretten önce meydana gelmiştir.

Siyonist yazar öyle satırlar kaleme alıyor ki, bunlarla Kur'an'm Hz. Muhammed'in ortaya koyduğu bir kitap olduğunu ima ediyor. Ba­zen: "Muhammed Kur'an'da şunu belirlemedi..." Bazen de "Muham-med Kur'an'da şuna işaret ediyor..." diyor.

Kur'an'ın Muhammed'in uydurduğu bir kitap olduğu iftirası müş­riklerin, kâfirlerin ve suçluların baştan beri tekrar edip durdukları bir şey idi. Halbuki Kur'an açık bir ifade ile Kur'an'ın kul kelamı olmadı­ğını tekrar tekrar vurgulamaktadır.

Kur'an Allah kelamı olmak itibariyle tüm dünyaya meydan oku­muş, tüm insanların birbirine destek olarak onun bir benzerini ortaya koymalarını istemişti.

 

Hz. Allah şöyle buyurmuştur:

Eğer kulumuza indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyor­sanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!

Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır." (Bakara/23-24)

Siyonist ve kıskanç yazar diyor ki: "Muhammed devamlı Yahudi­leri kıskanırdı." Bu iftiraya verilebilecek en iyi cevap şu ata sözüdür: "Hastalığını bana attı ve sıyrılıp kaçtı."

Zira Hz. Peygamber hicretten sonra (Medine ve çevresinde bulu­nan) Yahudilere güvenlik vermiş, canlarının ve mallarının güven için­de olduğunu bildirmişti. Ayrıca onlara özgürlük tanımış, inançlarını di­ledikleri gibi yaşayabileceklerini, ancak doğruluktan ayrılmadıkları sürece kendilerine bu hakların verildiğini bir anlaşma belgesi ile tesbit etmişti.

Fakat onlar bu anlaşmayı bozdular, hainlik edip sözlerinde durma­dılar. Onlar bu davranışlarını İslâm'a, Hz. Peygamber'e ve müslüman-lara olan hasetlerinden dolayı yapmışlardı. Kur'an bu gerçeğe bir kaç yerde işaret ediyor:

Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? (Nisa/54)

Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan son­ra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçi-rip küfre döndürmek istediler. (Bakara/109)

Komik olan şudur: Bu yazar bir süre sonra dönüp kendisi ile çe­lişkiye düşüyor. "Muhammed Yahudileri sürekli kıskanırdı" dedikten sonra (bir başka yerde) "Muhammed hicretten sonra Yahudileri destek­leme arzusu duyuyordu" diyor.

Bu söz ile önceki, nasıl bağdaşabilir?

Makale sahibi Efendimiz Hz. Muhammed'i (hâşâ) deccal olarak tanıtmaktadır. Bunda bir gariplik yoktur. Çünkü yazarın mensub oldu­ğu kavim bakire ve temiz Meryem Betül'ü "en büyük fahişe" olarak suçlamışlardı. Hz. Meryem'in oğlu, Allah'ın ruhu ve kelimesi olan İsa

peygamberi de (annesi Meryem'in işlediği) hatanın neticesi ve putpe-

rest olmakla itham etmişlerdi. (Yahudilerin inanç kaynağı olan) Tal-mut'da yer aldığı üzere (Yahudilerin iddiasına göre) İsa cehennem ate­şinde sonsuza kadar azap görecektir.

Habis yazar, makalesinin sonunda pis Siyonist düşüncesini açıkla­yıp diyor ki: "Orta doğuda bir halk inancı vardır ki buna göre (bir gün) tüm dinlerdeki kutsal yerler aynı eş değerde görülecektir. İşte o gün dünya barışı gerçekleşmiş olacaktır."

Bu söz dini bir düşünce ile sömürgeciliğin yok etme belasının ka­sıtlı olarak birbirine karıştırılmasıdır.

Müslümanlar kendileri ile dünya halkı arasında bir barış ve yar­dımlaşma bağlan olmasına karşı çıkmıyorlar. Fakat bunun, mutlaka şu şartla olması gerekiyor: Yardımlaşma ve barış bağlarının Filistin'in zaptedilmesi, halkının sürgün edilmesi, Filistin içinde bir yahudi vata­nı oluşturulması ve Siyonizm'in adalet ve ahlâk değerlerini parçalama­sı karşılığında olmamasıdır.

Dünyanın doğusunda ve batısında bulunan her akıl sahibi kimse şu noktaya dikkat etmelidir ki şu sıralarda Yahudiler Hristiyanlarla bir ya­kınlaşma gayreti içindedirler. Bu davranışları ile insanlara Hristiyanlar­la Yahudiler arasında bir yardımlaşma ve uyum olduğu izlenimini ver­mek istemektedirler. Böyle bir şeyin olmasına kesinlikle imkan ve ihti­mal yoktur. Çünkü Yahudilerle. Hristiyanlar arasındaki anlaşmazlık öz­dedir. Yahudiler Hz. İsa'nın peygamberliğini inkar ederler. Hristiyanla-rın Hz. İsa ile ilgili olarak kutsal saydıkları şeyleri benimsemezler.

Yahudiler Hz. İsa aleyhinde entrikalar düzenlemişlerdir. Romalı hükümdar Pontıus Pilatus'u Hz. İsa'nın aleyhine kışkırtmışlardı. Hris-tiyanlığı ile övünç duyan her bir Hristiyan, Hz. İsa'yı Yahudilerin öl­dürdüğüne inanır.

Yahudiler, Hristiyanlardan intikam almakta aşırı derecede ileri gitmişlerdir. Yahudiler, Hristiyanları kovmuşlar, onlara saldırmışlar ve kanlarını içmişlerdir. Bunu Sedr Hudarut gibi kitaplarında kendileri itiraf etmişlerdir. Bu bilgiler 1899 yılında Dr. Yusuf Nasrullah tarafın­dan Arabçaya çevrilen Dr. Ruhleng'in kitabında yer almaktadır.

Hâlâ günümüzde Yahudiler Amerika'da Hz. İsa'yı bir insana ya­raşmayan bir şekilde tanımlamaktadır. Bunun canlı örneği Newyork'ta Simon ve Shwester yaymevince yayınlanan İsa'nın Son Deneyimi isimli kitaptır. Bu kitapta öylesine bir çirkinlik vardır ki Hz. İsa, kadın­larla düşüp kalkmaktan kadın bedenleri üzerine yığılıp kalmış bitkin bir insan gibi anlatılmaktadır.

Böylesine alçak bir iftira nerede, Kur'an'ın Hz. İsa'yı 14 yüz yıl Önce Hz. Meryem ve oğlu İsa'dan söz ederken şu tanıtımı nerede?

Meryem çocuğu gösterdi. "Biz dediler, beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?" (Allah'ın gelecekte elçisi olacak çocuk O'nun verdiği konuşma yeteneği ile dile geldi ve) şöyle dedi: "Ben Al­lah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Ne­rede olursam olayım, O beni mübarek kıldı, yaşadığım sürece ba­na namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı. Beni bed­baht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve kabrim­den kaldırılacağım gün esenlik banadır." (Meryem/29-35)

Bir de şu ayetleri görelim:

Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah'ın kendisine yakın kıldıklarmdan-dır. O, sâlihlerden (Allah'ın iyi kullarından) olarak be'şikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara konuşacak."

Meryem: "Rabbim!" dedi, "Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" Allah şöyle buyurdu: "İşte böyledir: Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ol! der; o da oluverir."

(Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkında sözlerine devam etti­ler:) "Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek." (Âl-i İmran/45-48)

1717 miladi tarihinde Amsterdam'da basılan Sifr-i Yokasii. isimli kitapta Yahudilerin Hristiyanlara uyguladığı toplu öldürme manzarala­rını gösteren korkunç bir fotoğraf var. Bu kitapta ayrıca Yahudilerin

Roma, Libya, Kıbrıs ve başka yerlerde yüzbinlerce Hristiyanı öldürdü­ğü yer almaktadır.

Herkes şunu bilmelidir ki Filistin tarihte yüzyıllar boyunca Ara-bistan'm Güney Şam bölgesinde bulunan bir olarak kalmıştır. Bu böl­ge Suriye, Lübnan, Ürdün ve (bugünkü) Filistin'i içine almaktadır. Arablar milattan önce 2500 yılından beri Filistin'de bulunmaktadır. Es­kiden bu bölgedeki Arablar Kenaniler olarak bilinirlerdi. Kenâniler 2500 yıl Filistin'e hükmetmişlerdir.

Müslümanlar Filistin'i hicri 15, miladi 636 yılında fethetmişlerdir. Bu tarihten itibaren (son zamanlardaki) Yahudileştirme belasına kadar Filistin Arab ve müslüman olarak kalmıştır.

Birinci dünya savaşından sonra Filistin'in İngiltere'nin garantörlü­ğüne bırakılmasına kadar Filistin'deki Yahudi oranı %7den fazla olma­mıştır. Daha sonra İngiltere Filistin'i işgal ve otoritesi altına alınca ya-hudi göçmenler için görünür görünmez penceresini açtı ve sonunda uğursuz Belfor vaadi gerçekleşmiş oldu.

Filistin'de sömürgecilik ateşi alevlenene kadar mü s lü m ani arla Ya­hudiler arasında iyi ilişkiler sürüp gitmiş, bu iyi ilişki hiç bozulmamıştır.

Yahudilerin Filistin'de işlediği suç ve fecâatlardan sonra, Siyo­nizm'le sömürgecilik Filistin'i sahiplerinin elinden gasbetmek ve orada bir milli yahudi vatanı kurmak üzere anlaştılar.

Ortada Yahudilere yapılmış bir zulüm varsa, bunu yapan Arablar değildir. Ancak kendi yaptıklarına karşılık olarak Yahudilere karşı, Av­rupalıların Arabları düşmanlığa ve zulme teşvik etmeleri söz konusu­dur. Bu durum bize aşağıdaki şiirde yer alan eski bir Arab ata sözünü hatırlatmaktadır:

Cinayeti işleyen başkası cezayı ben çektim

Pişman olan işaret parmağı gibiyim ah ben ne ettim!

Filistin'de müslümanlar Hri s uyanlarla bir uyum ve yardımlaşma içerisinde yaşamışlardır. Buna bir örnek olarak Hristiyan olan Tutah ve Paul Şahhade tarafından yazılan Kudüs Tarihi isimli kitabı gösterebiliriz. Bu kitapta, açık bir şekilde Hristiyanlann Filistin'de Arablann yö­netiminde tam bir hürriyet içinde yaşadıkları ortaya konmaktadır.

Yahudiler Filistin'in kendileri için arz-i mev'ûd (va'd edilmiş top­rak) olduğuna, dolayısıyla Filistin'in kendi topraklan olduğuna inanı­yorlar ve kendilerinin Filistin üzerinde Arablardan daha fazla hak sa­hibi olduklarını söylüyorlar.

Onların bu inancı, ancak dış/arıdan Filistin'e gelip, orada kısa bir müddet kalmalarının sonucudur. Çünkü Davud ve Süleyman burada bir yüz yılı geçmeyecek kadar bir süre kalmışlardır. Daha sonra Taytus gelerek Yahudileri darmadağın etmiş, heykellerini ve tüm izlerini mi­ladi 70 yılında yok etmiştir.

Bir süre Filistin'de kalmış olmak, Yahudilere Filistin'i zorbalıkla almak hakkını veriyorsa, İranlıların da Filistin'de hakkı var demektir. Çünkü İranlılar milattan önce asırlarca Filistin'de kalmışlardır. Aynı şe­kilde Yunanlılar da Filistin üzerinde hak sahibi olurlar. Çünkü onlar da milattan önce dördüncü yüzyılda Filistin'i işgal etmişlerdir.

Yahudilerin bir halk olarak yüzyıllar boyunca Filistin'le olan ger­çek bağlan kesintiye uğramıştır. İşledikleri suç ve günahlar onları böy­le bir akıbete duçar etmiştir. Fakat sömürgecilerin (Filistin üzerindeki) emelleri Yahudileri tekrar Filistin'e dönmek üzere cesaretlendirmiştir.

1901 yılında Yahudiler Sultan Abd'ul-Hamid'i Yahudi yerleşimci­ler için Filistin'e açılan bir kapı oluşturması için teşvik etmişlerdir. Bu­nun için Sultana bir yardım paketi ve bir servet sunmuşlardır. Bunlar­dan bazılarını aşağıya alıyoruz:

1. Bir Osmanlı deniz üssü yaptırmak,

2. Kudüs'te bir Osmanlı üniversitesi kurmak,

3.Osmanlı ülkesinde mimari faaliyetleri gerçekleştirmek için ge­rekli planları uygulamak üzere ödünç para vermek,

4. Osmanlının borçlarını ödemek,

5. Ekonomiyi geliştirmek üzere yıllık belirli bir vergi ödemek.

Fakat Abd'ul-Hamid Han bunların hepsini reddederek Yahudilere verdiği cevapta şunları söylemiştir:

Filistin topraklarından bir karış yerin çıkmasına göz yummaya gü­cüm yetmez. Filistin benim şahsi malım değildir. Filistin, bu top­raklar için mücadele edip, kanlarıyla onu sulayan halkımındır. Ya­hudiler milyonlarına sahip olsunlar. Bir gün imparatorluğum par­çalanırsa o zaman, karşılığında para ödemeden Filistin'i alabilirsi­niz. Fakat ben sağ olduğum sürece vücudumun parça parça edil­mesi benim için Filistin'in imparatorluğumdan koparılmasından daha ehvendir. Böyle bir şey asla olamaz! Biz sağ olduğumuz sü­rece bedenimizin parçalanmasına muvafakat etmeyiz.

1907 yılında İngiltere başbakanı Cambel Banerman Arab yarıma­dasındaki kartalın Afrika kanadını Asya kanadından ayırmak istedi.

İngiliz başkanı uzmanları ile birlikte şu fikri uygulama kararma vardı: Arab dünyasının Afrika kesimini oluşturan Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Marekeş ile Asya kesimini oluşturan Şam ve Arab yarım adası arasına (onlardan olmayan) garip (yabancı) bir cisim sokulacak­tı. Yahudiler bu büyük Arab vatanında bir çıban olmak üzere garip ci­sim olarak kendilerini sundular.

İngiltere bu melun fikri benimseyerek 2 Kasım 1917 tarihinde Belfor vaadini vermiş oldu. Daha sonra hile ve tuzaklarını işletti. Ni­hayet Filistin'i garantörlüğüne aldığını bir belge ile tesbit edip Arab toprağı olan Filistin'i Yahu dile ştirmek üzere Filistin anayasasını oluş­turdu. 15 Mayıs 1948 tarihinde yenilebilir bir lokma ve buz gibi bir ga­nimet olarak Filistin'i Yahudilere takdim etti.

İngiltere'den sonra Amerika da Filistin'de bir milli Yahudi vatanı kurulmasını desteklemiştir. Bu destekleme hak sahibi Filistinlilerin sürgün edilmesi bahasına uygulanmıştır. Bölgede Amerika yeni bir sö­mürge politikası gütmüştür. Amerika'nın en büyük amaçlarından biri Arab halkına İsrail'i kabul ettirmektir. Onun Arab vatanında zâlim sö­mürgeciliğinin yoğunlaştığı nokta budur.

Fakat Arab halkı bunu kabul etmemiştir ve etmeyecektir. Arab toplumu okyanustan halice kadar topraklarını hürriyetine kavuştur­makta kararlıdır.

Allah en iyi bilendir.

 

İsrail Oğullarının Bozgunculuğu

 

SORU: İsra suresinde (ayet 4) İsrail oğullarının yeryüzünde yaptı­ğı bildirilen iki bozgunculuk üzerinde insanlar çokça konuşur oldular. Ayette bildirilen birinci ve ikinci bozgunculuk ne zaman olmuştur? Geniş bir şekilde bu konuyu açıklar mısınız? Teşekkürler...

CEVAP: Soruda sözü edilen ayet İsra suresindedir. Konu, bu sure­nin 4. ayetinden 9. ayetin sonuna kadar devam etmektedir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

Biz, kitapta İsrailoğullarına: "Sizler yer yüzünde iki defa bozgun­culuk çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacak­sınız" diye bildirdik. Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında do­laşarak (sizi) aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi.

Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik, servet ve oğullarla gücünüzü artırdık, sayınızı daha da çoğalttık.

Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine ken­dinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mescid'e (Süleyman mabedine) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı mu­sallat kıldık). Belki rabbiniz size merhamet eder. Fakat eğer siz yi­ne (bozgunculuğa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.

Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. İyi şeyler yapan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. (İsra/1-9)

Yahudilerin Filistin'de kurduğu İsrail devleti, tekrar tekrar Arab topraklarına saldırması ve Filistin Arab-İslâm topraklarını zorbalıkla alması sebebiyle günümüzde bu ayetler üzerinde insanlar çokça konu­şur olmuşlardır.

Bununla beraber tefsir âlimlerinin hepsi bildirmişlerdir ki ayette geçen iki kez bozgunculuk İslâm'dan, Hz. Peygamber'in gönderilme­sinden önce gerçekleşmiştir.

Bazı yazarlar Yahudilerin pek çok defa yaptıkları, hâlâ da Arab topraklarında yapmakta oldukları bozgunculuk ile bu ayetler arasında bir bağlantı kurma gayreti içinde olmuşlardır.

Umarım ki en iyisi, tarih ve gerçek için en insaflı davranış bu ayetlerin özünü ve genel olarak anlaşılanı ortaya koymaktır. Fakat ön­ce Yahudilerin Filistin toprağı ile ilgilerinin tarihi görünümünü ortaya koymak lazımdır.

Kur'an-ı Kerim'in Bakara suresinde (246'dan 251'e kadar olan ayetlerde) verilen haberlerden biliyoruz ki Hz. Allah İsrail oğulları için Tâlut'u kral olarak seçmiştir. Talut, Câlût'a karşı zafer kazanmıştır. Oy­sa daha önce Câlut, onları yenip hezimete uğratmış idi. Câlut sonunda Hz. Davud'un eliyle yok edilmiştir.

Tâlut uzun yıllar İsrailoğulları'nm kralı olarak kalıp milattan önce 1055 yılında vefat etti. Yaklaşık bundan 40 sene sonra Hz. Dâvud, on­dan sonra da milattan önce 975 yılında vefat eden Hz. Süleyman İsra­iloğulları'nm başına geçti.

Hz. Davud'un ve Süleyman'ın döneminde İsrailoğullan'nın duru­mu güçlendi. Mallan ve çocukları çoğaldı. Hz. Süleyman'dan sonra oğlu Rahabâm geldi. Bu dönemde fitne ve çalkantılar çoğaldı. Bunun sonucunda krallık ikiye bölündü.

Bir bölümü Yahuda krallığı olup, kralı Rahabâm, başkenti Kudüs idi. Diğeri, İsrail krallığı olup, kralı Rahabâm'ın kardeşi Yarbaâm, baş­kenti Samarra idi.

Buhtunnasr Yahuda krallığını milattan önce 558 tarihinde tarihten sildi. İsrail krallığına da Asur kralı Sercun milattan önce 721 tarihinde son verdi.

Fakat İran kralı Cyrus Bâbil kralı Buhtunnasr ile savaşıp zafer ka­zanınca Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Lâkin Yahudile­rin bir kısmı dönmedi.

Milattan önce 33 tarihinde ortaya çıkan İskender İranlıların yöne­timine son verdi. İskender vefat edince bir yıl sonra ülkesi komutanla­rı arasında taksim edildi. Bu taksim sonucunda Kudüs Mısır kralı Bat-

lamyus'un eline geçti.

Milâdi 63 tarihinde Romalılar Kudüs'ü zaptettiler. İranlıların 614 yılında Kudüs'ü almasına kadar Kudüs Romalıların elinde kaldı. 628 yı­lında tekrar Romalılar Kudüs'ü aldılar. Daha sonra hicretin 15. miladın 636. yılında Hz. Ömer döneminde müslümanlar Kudüs'ü fethettiler.

Bu kısa tarihî bilgilerden sonra insaf ölçülerinden ayrılmaksızın soruda söz konusu edilen ayetlerin yorumunu sunuyoruz:

1. Biz kitapta İsrailoğullarma: Sizler yer yüzünde iki defa bozgun­culuk çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacak­sınız, diye bildirdik. (İsra/4)

Ayette geçen kitap Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tır. Nitekim bu ayetten önceki ayette buna şöyle işaret edilmektedir:" Biz Musa'ya ki­tabı verdik ve İsrailoğullarma: "Benden başkasını dayanılıp güvenilen bir rab edinmeyin" diyerek bu kitabı bir hidayet rehberi kıldık. (İsra/2)

Ayetteki söylenenleri açarak ifade edersek şu manayı görürüz: Biz onlara (Yahudilere) Şam topraklarında iki defa büyük bozgunculuk yapacaklarını bildirdik. Onlar Allah'a isyan edip, emirlerine karşı gele­cekler ve Allah'a ibadet etmek yerine kibirlenecekler.

Yahudilerin bozgunculuğu çok yönlü ve çeşitlidir. Onlar (pey­gamberleri olan) Musa'ya isyan ettiler, Tevrat'ı tahrif ettiler, peygam­berleri mesela Zekeriyya'yı öldürüp aralarında rezillikleri yaygmlaştırdılar. İşlemekte oldukları kötülüklere son vermediler. Bu suçların hep­sinin kolaylıkla ilk bozgunculuk olduğunu söyleyebiliriz.

İhtimal ki Hz. Allah'ın bu haberleri bildirmesi, Allah'ın Yahudile­ri bozgunculukları üzerine cezalandıracağına bir işarettir. Aklı olanlar bu haber verme sayesinde bozgunculuk yapmaktan çekinir. Öğütten anlayan, ibret alan kimseler, Yahudilerin yaptığı gibi bozgunculuk yapmazlar.

Hz. Allah'ın verdiği bu haberlerde Hz. Peygamber zamanında ya­şayan ve daha sonra gelecek Yahudilere dolaylı bir sözlü uyarı vardır ki onlar da ataları gibi bozgunculuğu sürdürecekler ve geçmiştekilere verildiği gibi onlara da ilahi, adaletli ve (aynı suçu tekrar işlemekten) vazgeçirecek bir ceza verilecektir.

2. Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kul­larımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradı­lar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi. (İsra/5)

Yani ey bozguncu İsrailoğulları! Yaptığınız ilk bozgunculuğun ce­zasının verilme vakti gelince Allah üzerinize kullarından bazılarını musallat etti. İnsanların hepsi Allah'ın kuludur. Bunlar arasında güçlü kuvvetli olanlar vardır.

Allah'ın İsrailoğulları'm cezalandırmak üzere onlara musallat etti­ği güçlü insanlar İsrailoğulları'nm yurduna gelince evleri ve yerleşim birimleri arasında dolaşıp ne buldularsa tahrip ettiler. Onları yıldırıcı bir ceza ile cezalandırdılar. O derecede ki dolaştıkları yerlerde Öldürülme­miş veya cezalandırılmamış kimse kalmışımdır diyerek arama yaptılar.

Ayette geçen kullar'dan maksat tercih edilen görüşe göre güçlü kuvvetli kimseler olan Câlût ve askerleri idi. Câlut ve askerlerine Ba­kara suresi 249 ve devamındaki ayetlerde işaret edilmiştir.

Ayetteki kullarımız ifadesinden maksadın, Allah'ın inançlı ve şa­lin (iyi) kulları olduğuna dair bir iddia söz konusu değildir. Çünkü Kur'an dilinde kul deyimi, iyiler için de, kötüler için de kullanılmıştır.

Kul ifadesinin iyi olmayan insanlar için kullanıldığını Yasin/30, Nisa/118, îsra/17, Furkan/58 ayetlerinde görmekteyiz.

İsrailoğulları'nın evleri arasında dolaşarak onları cezalandırma iş­leminin İslâm'dan önce olduğunu gösteren tarihi belge vardır. Bu bel­ge, Hz. Ömer'in komutan olarak görevlendirdiği Sa'd b. Ebi Vakkas ve askerlerine yaptığı tavsiyedir.

Bu belgede Hz. Ömer şöyle diyor:

"Düşmanımız bizden kötüdür. Allah, bizden kötü olanı bize mu­sallat etmez" demeyiniz. Çünkü nice kavimler vardır ki kendile­rinden daha kötü olanlar onlara musallat olmuştur. Hz. Allah, ga­zabını gerektiren şeyler yaptıkları için İsrailoğullanna kendilerin­den daha kötü olan mecusi kafirleri musallat etmiştir. Onlar İsrail oğullarının evleri arasında dolaşarak tarumar etmişlerdir. Bu yeri­ne getirilmiş bir vaad idi.

3. Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik. Servet ve oğullarla gücünüzü artırdık. Sayınızı daha da çoğalttık. (İsra/6)

Israiloğulları cezalandırılmalarından sonra pişman olup kötülük işlemekten vazgeçtiler. Kendilerine verilen emirleri Allah'ın lütfü ve verdiği muvaffakiyetle yerine getirdiler. Hz. Allah onlara tekrar üstün­lük, güç, kuvvet, oğullar ve servet vererek eskiden olduğu gibi sayıla­rını da çoğalttı.

Görünen odur ki bu yeniden toparlanma ve güçlenme Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman döneminde olmuştur. Kur'an buna şu ayetlerde işa­ret ediyor:

Câîût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: "Ey rabbimiz! Üzeri­mize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme kar­şı bize yardım et!" dediler. Sonunda Allah'ın izni ile onları yendi­ler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın in­sanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydi, elbette yeryüzü alt üst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa kar­şı lütuf ve kerem sahibidir. (Bakara/250-251)

Allah'ın tekrar ihsan ettiği bu lütfü karşısında İsrail oğullarının görevi hakikata sarılmak ve vefalı olmak idi. Fakat onlar kim ki bunu yapsınlar!

Hz. Muhammed'in döneminde yaşayan Yahudilerin yerine getir­mesi gereken görev, kerem sahibi, alemlere rahmet, peygamberlerin so­nuncusu ve tüm insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen Mu-hammed'e (s.a) inanmak olmalıydı. Fakat onlar kim ki bunu yapsınlar?!

4. Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı ge­lince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mes­cide (Süleyman mescidine) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat ettik). (İsra/7)

Bu ayette de Cenab-ı Hak bildiriyor ki inançta, sözde ve davranış­ta iyilikten ayrılmayana bu yaptıklarının yararı vardır. Kötülük yapan da kendine kötülük etmiş olur.

Ayetteki bu ifade bir bakıma bir hatırlatma ve müjdedir. Bir baş­ka yönden ise bir uyarı ve korkutmadır.

Fakat İsrail oğulları verdikleri söze vefa gösterip nimetlerin kıy­metini bilmediler. Tekrar kötülüğe ve bozgunculuğa döndüler.

Bozgunculuklarının dış görünümü, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl saymaları, faiz yemeleri ve benzeri bir takım günahları ve reza­letleri yapmaları idi. Bu itibarla Allah onlara tekrar bir düşman musal­lat ederek onları kendilerine boyun eğecek hale getirdiler. O kadar ki perişan hallerinin belirtisi yüzlerine vurmuştu.

Allah'ın musallat ettiği bu düşman sonradan Mescid-i Aksa olan mabede girdi. Daha öncekilerin girdiğinde yapıkları gibi bunlar da el­lerine ne geçirdiyse yerle bir ettiler.

Allah'ın İsrailoğullarına ikinci kez musallat ettiği düşmanın Babil hükümdarı Buhtunnasr olduğu anlaşılıyor.

Buhtunnasr Yahudilerle milattan önce 606, 599 ve 588 yıllarında olmak üzere üç defa savaşmıştı. En sonuncusunda yaygın bir şekilde öldürme, esir etme ve tahrip hareketleri meydana geldi.

Bazı tarih kitaplarında geçtiği üzere Nebti kralı Senharib veya Sa-hâbin, bu savaşa katılmıştır. İkinci kere Yahudilere musallat olan düş­man Romalı Teytus ve askerleri de olabilir.

Her ne kadar intikam aşamaları ve zamanları farklı ise de ikinci bozgunculuktan sonra İsrailoğullarına musallat kılman düşmanın Ro­malılar ve B abuliler olmasına bir engel yoktur.

5. Belki rabbiniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine (bozgun­culuğa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız. Biz cehennemi kafirler için hapishane yaptık. (îsra/8)

Ayetin aslındaki asa kelimesinin -tefsir âlimlerinin ifade ettiğine göre- anlamı ümittir. (Buna göre belki ve umulur ki şeklinde tercüme edilir.) Burada bu kelimenin karşılığı olan ümit, Yahudilerin devletinin onlara geri dönmesi anlamına gelmez. Olsa olsa itaat eden, doğruluk­tan ayrılmayan, hatalarına tevbe eden kullarına Allah'ın rahmeti yetişir anlamına gelir.

Buna göre ayetin anlamı: Ey İsrail oğullan! Belki rabbiniz size merhamet edip affeder. Yeter ki siz ıhlasla itaat edin, bozgunculuğu, sapıklığı ve gerçekleri değiştirmeyi bırakın. Günah belâyı çeker, bağış­lanmak ise belâyı kaldırır. Eğer siz tekrar bozgunculuğa, isyana ve gü­nahları işlemeye dönerseniz, Hz. Allah da sizi tekrar perişan edecek, size en kötü cezayı verecek kimseleri üzerinize gönderir. Allah onlara zulmetmemiştir, lakın onlar kendilerine zulmediyorlar.

Israiloğulları'nın bozgunculuğa tekrar tekrar döndüklerinde şüphe yoktur.

Onlar, Hz. Peygamber'i yalanlamadılar mı? Onlar, Hz. Peygam-ber'in ve müslümanlann aleyhine hileler ve tuzaklar düzenlemediler mi? Onlar, Peygamber'in karşısına düşmanca çıkıp onunla savaşmadı­lar mı? Sonuçta bu yaptıkları nedeniyle cezalandırılmayı hak ettiler ve Hz. Allah onlara sürgün edilmeyi yazınca temiz şehir olan Medine on­lardan arındırıldı. Kur'an bunu onaylamaktadır. (Bkz. Haşir/3)

Onlar sapıklık ve iftiralara tekrar döndüler, Allah da onları ceza­landırmak üzere bu kere müslümanları görevlendirmişti.

Dikkat edilirse sonuncu ayet, açıkça bir tehdit ile bitiyor: "Biz ce­hennemi kâfirler için hapishane yaptık."

Yani, onların yatağını ve döşeğini cehennem yaptık. Küfür ve taş­kınlıklarına devam eden Yahudiler burada kalacaklar, cehennem onla­rı kuşatmış olacaktır. Artık oradan kaçmaya güçleri yetmeyecektir.

6. Yahudilerle ilgili ayetlerden sonra cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. İyi davranışlarda bu­lunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. (İsra/9)

Sanki bu ayet Hz. Peygamber dönemi Yahudilerine şöyle demek­tedir: Daha önceleri küfredip bozgunculuk yapan geçmişteki ataları­nız gibi olmayınız. Allah'ın ve elçisinin davetini kabul edip getirdiği dine ve Kur'an'a inanın. Çünkü Hz. Muhammed'in getirdiği din çağ­rıların en doğrusu, yolların en adaletlisidir. Ona iman eden ve inanç­larını güzel davranışlarla sağlamlaştıranlar değerli mükâfatlar kaza­nacaklardır.

Bu ifadeler Yahudilerin Allah'ın Rasûlüne, İslâm davetine ve İs­lâm'ın kitabı Kur'an'a inanmadıkları sürece sapıklık ve iftiralarına de­vam edecekleri fikrini desteklemektedir.

Allah en iyi bilendir.

 

Kur'an'a Göre Yahudi Ahlakı

 

SORU: Kıır'an'ın anlatımı ile Yahudilerin ahlâkı hakkında bilgi ve­rir misiniz?

CEVAP: Hz. Allah îsrailoğullan'nı imtihan etmeyi murad etti. Bu sebeple onlara bir çok nimetler verip ikramlarda bulundu. Fakat Yahu­diler kötü kimseler idi. İyiliğe karşı kötülükle mukabele etmek husu­sunda en kötü örnekleri verdiler. înkarda, inatçılıkta ve sapıklıkta kötü örnek olup nimete nankörlükle karşılık verdiler. Lütuf ve ihsana nan­körlükle mukabele ettiler. Bunlardan dolayıdır ki Hz. Allah onlara aşa­ğılık ve yoksulluk damgasını vurdu.

Yahudiler devamlı nefislerinde eksiklik olduğunu dile getirirler­se de kendilerinin Allah'ın seçkin halkı olduklarına inanırlar. Onların liderlerinden biri olan Pensker çirkinliklerini ve kötülüklerini göste­ren şu sözleri ağzından kaçırmıştır: "Bizim silahımız aşağılık ve yok­sulluktur!"

Kur'an Yahudilerin pekçok kötü ahlâkını anlatmıştır. Bunlardan birisi korkaklıkla beraber isyan rezilliğidir.

Hz. Allah, çok eskilerde onlara lütufta bulunmayı murad etti. Bu sebeple belirli bir süre kutsal topraklara girmelerini emretti. Fakat on­lar korkaklık göstererek emredildiği üzere itaat etmekten kaçındılar. Fasık ve isyankar olmaları yüzünden bunlara verilecek adaletli ceza parçalanıp dağılmaları olmuştur.

İşte Kur'an eski çağdaki Yahudilere Hz. Musa'nın diliyle şöyle sesleniyor:

Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa gi­rin ve arkanıza dönmeyin. Yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. Onlar şu cevabı verdiler: "Ey Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer ora­dan çıkarlarsa biz hemen gireriz."

Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: "Onlann üzerine kapıdan girin; oraya girdinizmi artık siz zaferi kazanrmşsınızdır. Eğer mü'minler iseniz Allah'a güvenin!"

(Diğerleri şöyle) dediler: "Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz. Şu halde sen ve rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız."

Musa da: "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum. Bizimle bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır!" dedi. (Maide/21-24)

Kur'an'm ifade ettiğine göre Yahudilerin korkaklığı o dereceye ulaşmıştır ki savaş ile yüz yüze gelemiyorlar, kendilerini savaşla karşı­laşmaktan gizleyecek şeylerin Örtüsü arkasında durmayı devamlı tercih ediyorlar. Bunun içindir ki Kur'an onlann hakkında müslümanlara şöyle sesleniyor:

' Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksı­zın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın. Halbuki kalpleri dar­madağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir toplu­luktur. (Onların durumu) kendilerinden önce geçmiş ve yaptıkla­rının cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara acıklı bir azap vardır. (Haşr/14-15)

Kur'an-ı Kerim her seviyesiz ve alçak kimsede olduğu gibi Yahu­dilerin de ahlâkının sür'atle inkara ve kafirliğe yönelmek olduğunu bil­dirmektedir. Onlar münafık ve aldatıcı kimselerdir. İçleri başka dışları başkadır. Dilleri, kalplerinde olmayan şeyleri söyler. Kişiliklerinin ba­sitliği ve nefislerinin kötülüğü sebebiyle yalan ve iftiraları dinler ve dinledikleri bu yalan ve iftiralara uyarlar. Gerçekleri değiştirip Allah'a ve tarihe karşı yalan söylerler. Kalpleri kirli, ruhları pis olup temiz de­ğildir. Haram malı her yoldan elde edip, yağma, çarpma ve faiz yoluy­la haram yerler. Ticaret mallarının satımı ve diğer yollar da bunların haram yeme yoludur.

Bu söylediklerimize Kur'an şu ayetlerde işaret etmektedir:

Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "İnandık!" di­yen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanların hâli) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelme­yen (bâzı) kimselere kulak verirler, kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakı­nın!" derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek ister­se, sen Allah'a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Al­lah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dün­yada rezillik ve âhirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.

Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer aralarında hü­küm verirsen, adaletle hükmet. Allah âdil olanları sever. (Ma-ide/41-42)

Kur'an bunların benliklerinde eskiden beri korkaklığın bulundu­ğunu desteklemektedir. Nasıl olmasın ki bunlar yapmadıklarını söyler, önce söz verir, sonra verdikleri sözü bozarlar. Görünürde sorumluluk yüklenir gibi davranır, sonra sorumluluktan kaçarlar.

Tarihte bir vakitler kahraman gibi görünmek istediler. Savaş ha­zırlıkları içerisinde idiler. İş ciddiyete binince benliklerindeki aşağılık duygu ve derin korkaklık hissi ortaya çıkıverdi. Kur'an bunu şöyle an­latmaktadır:

Musa'dan sonra İsrailoğulları'ndan ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: "Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım" demiş­lerdi. (Peygamber onlara): "Ya size savaş yazılır da savaşmazsa­nız?" dedi. "Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaş­tırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?" dediler. Kendile­rine savaş yazılınca içlerinden pek azı dışında, geri dönüp kaçtı­lar. Allah zâlimleri iyi bilir. (Bakara/246) işte Kur'an'ın bildirdiği üzere İsrail oğullarının ahlâkından bir kısmını gördük. Daha onların tarih boyunca halklara ve milletlere en kötü örnekleri verdiklerini gösteren nice kötü ahlâkları bulunmaktadır.

Allah en iyi bilendir.

Yahudilerin Suçsuzluk Belgesi

 

SORU: Yahudilerin Hz. İsa'nın kanını dökme konusunda suçsuz ol­dukları hakkında yakında yayınlanacağı söylenen belge hususunda ne dersiniz?

CEVAP: Bana öyle geliyor ki konuya iki açıdan bakmamız gerek­mektedir: a. Dini açıdan b. Siyasi açıdan.

Önce konunun dini açısını ele alalım:

Müslümanlar Hz. İsa'nın öldürülmediği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Nitekim Kur'an'da: "(Onlar) onu (Hz. İsa'yı) ne öldürdüler ne de astılar..." (Nisa/157) buyuruluyor.

Fakat Kur'an'ın Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve asıldığını kabul et­memesi, Yahudilerin müstahak oldukları kovulmadan, lanetten, dünya ve âhirette verilecek azaptan temize çıkmalarını gerektirmez. Çünkü onlar peygamberleri öldürmüş, temiz ve bakire Meryem'in rezillik, fa­hişelik yaptığım söylemiş ve Hz. İsa'nın bu rezilliğin meyvesi olduğu­nu iddia etmişlerdir. Daha sonra Allah katından peygamber olarak ge­len Hz. İsa'yı reddetmişlerdir.

Hz. İsa'yı inkar etmekle de kalmamışlar, ona tuzak kurup aleyhin­de entrikalara girişmişlerdir. Entrikalarını olgun başları koparan büyük kimseleri yok eden güçlü, kudretli devlet adamları aracılığı ile işletip sonunda Hz. İsa'yı öldürmeye girişip, bunun için gerekenleri yapmış­lardır. Fakat onlarla yapmayı diledikleri şey arasına kendilerinin veya her hangi bir insanın mâni olmayacağı birşey girerek dilediklerini ger­çekleştirmeye engel olmuştur.

Bunun anlamı şudur: Eğer suçlarını tamamlamaya fırsat bulup Hz. İsa'ya saldırmaya imkan bulsalardı bu suçu işlemekten geri durmaya­caklardı. Her ne kadar araya giren engel sebebiyle ona ulaşmak güç ve kudretleri dışında kalmış iseler de Yahudiler düşünce niyet ve yöneliş

bakımından suçlu olarak vasıflandırılmışlardır.

Eğer sonradan ortaya attıkları belge ile Yahudileri Hz. İsa'nın ka­nından temizlemek, onu öldürmediklerini isbat etmek istiyorlarsa, önümüzde en yüce kaynak olan Kur'an'dan sonra bir başka belge daha vardır.

Bu belge meşhur bir hristiyan kaynağıdır. Uzunca bir süreden be­ri basılıp yayınlanmış bulunan bu belge Hz. İsa'nın Öldürülmesi ve asıl­ması hususlarında Kur'an ile uyum içerisindedir. Sözünü ettiğim bu belge Prof. Halil Saâde'nin çevirisini yapıp Reşid Rıza'mn 1907 yılın­da yayınladığı Barnaba İncili'dir.

Ben bu İncil'deki Hz. İsa'nın öldürülme girişiminin anlatıldığı kıs­mı okudum. Geliniz birlikte bu kitabın 313. sahifesindeki şu maluma­tı okuyalım:

Yehuda ile askerler birlikte Hz. İsa'nın olduğu yere yaklaştıkların­da, Hz. İsa büyük bir kalabalığın yaklaşmakta olduğunu anladı. Bu sebeple korkarak evin bir kenarına çekildi. (Havarileri oluştu­ran) onbirler uyuyorlardı.

Hz. Allah kulunun tehlikede olduğunu görünce Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail'den oluşan elçilerine Hz. İsa'yı dünyadan çekip al­malarını emir buyurdu.

Termemiz melekler gelip Hz. İsa'yı bulunduğu evin güney cephe­sinde bulunan pencereden alıp göğün üçüncü katma koydular. Hz. İsa burada sonsuza kadar Allah'ı teşbih etmektedir.

Yehuda (ki bu, Hz. İsa'yı askerlere şikayet edip, yerini gösteren haindir) Öfkeli bir şekilde Hz. İsa'nın göğe çekildiği odaya girdi. Hz. İsa'nın talebelerinin (havarilerin) hepsi uyuyorlardı. Hz. Allah bu anda çok ilginç bir şey yarattı: Yehuda'nm konuşması ve yüzü değişerek Hz. İsa'nın bir benzeri olup çıkıverdi. (Hz. İsa'nın tale­beleri der ki): Hatta biz Yehuda'nın İsa olduğunu sandık. Yehu-da'ya gelince, o bizi uyandırdıktan sonra hocamızın nerede olduğunu aramaya başladı. Bunun içindir ki biz hayret edip şöyle ce­vap verdik: '"Efendim, hocamız sensin, bizi unuttun mu?" Yehuda ise gülerek şöyle dedi: "Siz aptal mısınız? Yehuda İskaryut'u tanı­mıyor musunuz?"

Yehuda bunları söylemekte iken askerler içeri girdiler ve (İsa şek­lini almış olan) Yehuda'yı yakaladılar. Çünkü o her yönden Hz. İsa'ya benziyordu. Biz ise Yehuda'nın sözlerini işitip, askerler top­luluğunu görünce deliler gibi kaçmaya başladık.

Ketenden bir çarşafa sanlı olan Yehuda'da uyanıp kaçmaya başla­dı. Onu çarşafından bir asker yakalayınca çarşafı bırakıp çıplak olarak kaçtı. Hz. Allah İsa'nın duasını kabul edip onbir talebesini kötülüklerden kurtardı.

Askerler Yehuda'yı yakalayıp alay ederek kendisini bağladılar. Çünkü o gerçeği söylüyor ve İsa olduğunu inkar ediyordu. Asker­ler alaycı bir şekilde: "Efendim! Korkmayın, biz seni İsrailoğulla-rı'nın başına kral yapacağız. Ancak kral olmayı red edersin diye

seni bağladık" dediler.

Yehuda (askerlere) şöyle cevap verdi:

Her halde siz çıldırmış olmalısınız. Siz, İsa'yı almak üzere eliniz­de ışık ve silahlarla sanki bir hırsızı yakalamak üzere geldiniz. Si­ze onun yerini gösteren benim. Şimdi beni kral yapmak için mi bağlıyorsunuz?

Bu sırada askerlerin sabrı taşıyordu. Artık vurdukları tokat ve tek­me darbeleri ile Yehuda'yı perişan hale getiriyorlardı. Boynuna ip bağlayarak onu Kudüs'e götürdüler.

Barnaba İncilinde devamla Yehuda'nın Hz. İsa'ya benzeyen görü­nümü ile Kral ile karşılaşmasını şöyle anlatıyor: "Kral, Yehuda'nın id­dialarını duyunca onun aklını kaybettiğini düşündü. Sonunda Yehuda öldürüldü."

Demek ki önümüzde basılı, yayınlanmış meşhur bir hristiyan kay­nağına dayanan belge bulunmaktadır. Bu belge Hz. İsa'nın öldürüldügünü ve asıldığını reddetmektedir. Buraya kadar konuyu dini açıdan ele aldık. Meselenin özeti şudur: Yahudiler gerçekte Hz. İsa'yı öldür­memiş ve asmamışlardır. Fakat onlar Öyle bir suç işlemişler ki bu suç gökte ve yerde büyük gürültüler koparmıştır.

Gerçekte (onlar Hz. İsa'yı öldürmediler değil,) kendileri ile Hz. İsa'yı öldürme eylemi arasına giren Allah'ın kudreti (sebebiyle öldür­meye güçleri yetişmediği için öldüremediler.)

Konunun siyasi açısına geliyoruz: Yahudilerin ileri sürdükleri bu belge zeki bir Yahudi tuzağıdır. Onlar bu girişimleri ile Yahudiler ve Hristiyanlardan oluşan bir kitleyi Arablann ve müslümanların karşısı­na çıkarmak istemektedirler. Sanki Yahudiler, Hristiyanlarla araların­daki düşmanlığı hafifletmek gayreti içindedirler. Eh, onlar Hz. İsa'yı öldürmediklerine göre Hristiyanların dostudur. Yahudiler bu girişimi şunun için yapıyor: Hristiyanlann bedeninde kanayan yara, İsa'nın öl­dürülüp asılmış olmasıdır. Bu olayın suçlusu ise Yahudilerdir.

Yahudilerin bu girişimi ile meydana gelecek kutuplaşmanın karşı­sında bizim durumumuz ne olmalıdır? Bu durum karşısında (müslü-manlar olarak) durumumuz, çeşitli görevleri yerine getirmemizi gerek­tirmektedir.

Birinci görevimiz, ne önünden ne de arkasından batılın yaklaşma­yacağı Kur'an'da sabit olan Yahudilerle ilgili suçları ortaya koymak olmalıdır.

Bana öyle geliyor ki Kur'an-ı Kerim bize Yahudilerin üç durum­dan geçtiklerini anlatmaktadır.

Birinci durum ihsan, lütuf ve ikramlara nail oldukları dönemdir.

İkinci durum, yüz çevirip Allah'ın emirlerine karşı gelip, onlara uymadıkları dönemdir.

Üçüncü durum, cezalandırıldıkları dönemdir.

Kur'an'ın bize anlattığına göre Cenab-ı Hak Yahudileri, yaşadık­ları zamanın halklarının yükselebilmesi mümkün olandan daha yük­sek derecelere yüceltmek istemiş, onları (o zaman) cümle âleme üstün kılmıştı. Onlara sultanlık ve ayrıca on (çeşit) nimet verilmişti. Pe­ki ne oldu?

Bu bol ve geniş, daha önceki toplumlardan ve çağdaşlarından hiç birine verilmemiş olan nimetlere karşı on hata işleyerek cevap verdi­ler. Sanki her bir nimet, bir isyan ve günah ile karşılanıyordu. Daha sonra bununla yetinmeyip günahlar üstüne günahlar işlediler. Karşı koyma aşamasını ceza aşamasının izlemesi kaçınılmaz idi.

Lütuf ve ihsan ne kadar bol ve geniş olduysa, sapma da o denli büyük ve tehlikeli oldu. O halde ceza da, olabileceğin en şiddetlisi ol­malıydı.

Kur'an'da ceza olarak Yahudilerin şekillerinin maymun ve domu­za çevrildiğinin bildirilmesi yeterlidir. (Bkz. Bakara/65, Maide/60, A'raf/116). Onların kimisi putperest oldu, Allah'tan bir himayeye ve insanların himayesine sığmmadıkça üzerlerine miskinlik ve zillet dam­gası vuruldu. (Bkz. Âl-i İmran/112)

Ayrıca Kur'an Yahudilerin Allah'ın gazabına uğradıklarını da bil­dirmektedir. (Bkz. Bakara/61, Âl-i İmran/112)

İhsan olunan lütuf ve ikram ile, verilen elemli azap arasmdaki bu denge -ki ikisi arasında şiddetli bir karşı koyma vardır- her topluma ib­ret olmalıdır. Tâ ki başka bir halk, Yahudilerin işlediği hataları ve gü­nahları işlemesinler ve Yahudilere verilen ceza onların başına gelmesin.

Demek oluyor ki birinci görevimiz, Yahudilerin kötülüklerini, gü­nahlarını ve yaptıklarını Kur'an'ın ışığında (kamu oyuna) sunmak ol­malıdır.

İkinci görevimiz, Kur'an'ın Yahudilerle ilgili olarak anlattıkları ile Hz. İsa, Hristiyanlar ve doğruluktan ayrılmamış ve iman etmiş rahip­ler hakkında anlatılanları karşılaştırmaktır. Maide suresi 82. ayeti bir örnek olabilir.

Bu ayette Yahudilerin adı Allah'a şirk koşanlardan önce geçmek­tedir. Her ne kadar gramer (nahiv) âlimlerinin ifade ettiğine göre Ya­hudi kelimesi ile müşrikleri ifade eden kelimeler arasındaki vav harfi bir sıra ve takibi gerektirmiyorsa da Yahudilerin başta zikredilmiş ol­ması, şirk koşanlarla birlikte Yahudilerin mü slü m ani ara şiddetli düş­man olduklarım ifade eder.

Yahudilerin bu durumu ile ayetin alt tarafında Hristiyanlar hak­kında söylenilenleri karşılaştıralım:

Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristiyamz" deyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde ke­şişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. (Ma-ide/82)

Ayrıca Yahudilerin günahkâr kişiliklerinin korkutucu tasviri, doğ­ru yoldan sapan kibirli kişilikleri ile Kur'an'ın, dünya kadınlarının efendisi Hz. Meryem'i ve başka hiç kimseye verilmemiş ölüyü dirilt­me, kör ve alacalı kimseleri iyileştirme gibi mucizeler verilmiş olan Hz. İsa'nın kişiliğini anlatışı arasında karşılaştırmalar yapmalıyız.

Üçüncü görevimiz, Yahudilerin yalnız müslümanlara yönelik de­ğil, hristiyanlara yönelik suç ve cinayetlerini de ortaya çıkarmalıyız.

Yahudiler müslümanların iki kıblesinden birincisi ve üçüncü ha­remleri olan Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu toprağı zorbalıkla aldığı za­man sadece müslümanların kutsal yerlerine saldırmakla kalmadılar. Aynı zamanda Filistin'de Hz. İsa'nın beşiğine, Kıyamet Kilisesi'ne ve Beşik Kilisesi'ne de saldırdılar, ki buralarla Hristiyan Arablar şeref duymaktadır.

Hristiyanlan, özellikle Arab olanlarını bilinçlendirmeliyiz. Bu za­hiren doğru gibi görünen Hz. İsa'nın öldürülmemiş olması meselesine kanıp Yahudilerin ortaya attığı bu akıma kapılmasınlar.

Çünkü Yahudiler bu söylemleri ile pis bir tuzak peşindedirler. Maksatları Arablann direncini kırmak, Filistin'in geri alınması husu­sundaki Arab planını geçersiz kılmak ve Filistin'e yabancı olarak gelen Yahudileri geldikleri yere gönderme çalışmasını engellemektir.

Dördüncü görevimiz, Yahudilerin ileri sürdükleri bu belge ortaya çıksa da çıkmasa da bize bir zarar vermeyeceğinden emin olmamızdır.

Zira böyle bir belge ortaya çıkmaz ise Hristiyanlar ile Yahudiler arasındaki düşmanlık devam edecek, dolayısıyla Filistin'in geri alın­ması eyleminde Hristiyanlar müslümanların yanında yer alacaklar de­mektir.

Eğer sözü edilen belge ortaya çıkarsa bunu ortaya atanlar belge­nin içindeki bilgilerin doğruluğunu itiraf ederlerse, bu Hristiyanlar ta­rafından "Onlar onu (İsa'yı) ne öldürdüler ne de astılar. Fakat (öldür­dükleri) onlara İsa gibi gösterildi" (Nisa/157) ayeti kabul edilmiş de­mektir.

En iyi bilen Allah'tır

 

Bir Yahudi İnancı

 

SORU: Bazı yabancı dergilerde Yahudilerin bir iddiasını okudum: Buna göre Hz. Peygamber Medine'de iken onlardan cizyeyi kaldırmış. Bu, onların diğer kitap ehlinden daha faziletli olduğuna bir delil imiş. Bu doğru mudur?

CEVAP: Yahudilerin ne çok asılsız inançları var ve Allah'ın diledi­ği zamana kadar da olmaya devam edecektir.

Onların bu (ve buna benzer) iftiralarını reddetmek için şunu söyle­memiz yeterlidir; Hz. Allah ondört yüz yıl önce kitabında hükmünü bil­dirmiştir. "Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruya­cağız" (Hicr/9) ayetine uygun olarak gökler ve yer var oldukça Allah'ın Yahudiler hakkında bildirdiği hüküm var olmaya devam edecektir.

Cenab-ı Hak Kur'an'da şöyle buyuruyor:

insanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şid­detli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristi-yanlarız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Rasûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bi­zi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz." (Maide/82-83)

Kur'an böyle söylerken nasıl olur da bu Yahudiler başkalarından daha faziletli olur? Cenab-ı Hak onların mü slü mani ara insanlar arasın­da en şiddetli düşmanlık besleyenler olduğunu bildirmiştir. Hatta ayet­te Yahudilerin düşmanlığı müşriklerinkinden önce zikredilmiştir.

Yahudilerden cizye (vergisi)nin kaldırıldığına gelince, bu yalan bir haberdir.

İbn Kesir Siyer-i Nebi isimli kitabında Sahih-i Buharı ve Müs­lim'de yer alan bir hadisten söz ediyor. Buna göre Hz. Peygamber Hay-ber Yahudileri ile Hayber toprağından elde edilen üretimin yarısını ödemeleri şartıyla anlaşmış, onlara: "Sizi dilediğimiz süre için buraya yerleştiriyoruz" buyurmuştur.

Hz. Peygamber (hasat mevsiminde) onlara Abdullah b. Revaha'yı mahsulün yarısını toplamak üzere gönderirdi. Hz. Abdullah Mûte sa­vaşında şehit edilince (bu görev için) Cübâr b. Sahr'ı gönderiyordu. Bu durum Ebubekir hazretlerinin döneminde de devam etmiştir.

İbn Kesir daha sonra şöyle diyor:

Hayber Yahudileri, hicri 300 yılından sonraki zamanlarda ellerin­de Hz. Peygamber tarafından yazılı bir belge olduğunu; içerisinde kendilerinden, cizyenin kaldırıldığının yazılı olduğunu iddia eder olmuşlardır. Bazı ilim adamları bu mektuba aklanmışladır. Halbu­ki bu mektup uydurma bir mektuptur.

İbn Kesir bu iftirayı iptal etmek için özel bir kitap yazmıştır.

İbn Kesir'den başka İbn'us Sabbağ, Şeyh Ebû Hâmid, İbn Mes-leme gibi ilim adamları da bu iddiayı iptal etmek için eserler yazmış­lardır.

Hicri 774 yılında vefat eden İbn Kesir diyor ki:

Yahudiler 700 yılından sonra bir kere daha harekete geçmiştir. Bu hareketlerinde cizye (vergisi)nin üzerlerinden kaldırılmış olduğunu bildiren bir mektup ortaya çıkarmışlar, bunun içerisinde önce­leri iddia ettikleri mektuba da yer vermişlerdir.

İbn Kesir bu mektubu ele geçirmiş ve onun uydurma olduğunu tesbit etmiştir. Çünkü iddiaya göre bu mektupta Sa'd b. Muaz'ın şahit­liğine yer verilmiştir. Oysa Hz. Sa'd Hayber'in fethinden önce vefat et­miştir. Ayrıca bu mektupta Muaviye b. Ebi Süfyan'ın şahitliğine de yer verilmiştir. Oysa Muaviye b. Ebi Süfyan o sırada daha müslüman ol­mamıştı. Bu mektupta cizyenin kendilerinden kaldırıldığı söyleniyor. Halbuki o zamanlar cizye uygulaması yoktu. İlk cizye Necr anlılar d an alınmıştır, ki bu da hicretin 9. yılında olmuştur.

İşte bunlar Yahudilerin cizye konusunda söylediklerinin doğru ol­madığını göstermektedir.

 

Yahudilere Allah'ın Verdiği Ceza

 

SORU: "Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü ezi­yeti yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphesiz rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O çok bağışlayan, pek esirgeyendir" (A'raf/167) âyetinde kastedilenler kimlerdir?

CEVAP: Bu âyet A'raf suresindedir. Bu ayetin öncesinde ve sonra­sındaki ayetler Allah'a isyan eden, peygamberleri haksız yere öldüren, Cumartesi yasağı konusunda taşkınlıklar yapan, ve Allah'ın emrine kar­şı gelen Yahudiler hakkındadır.

Yahudiler sürekli bozgunculuk ve inad içerisinde olmuşlardır. Halbuki geçmişte Hz. Allah onlara (pek çok) lütuflarda bulunmuştu. Allah'a itaat ve şükür etmeleri gerekirken başkaldırmışlar ve bozgun­culukta ısrar etmişlerdir. Sonuç olarak onların başına elem verici azap gelmiştir.

Menar tefsirinde (bu) ayetin anlamı ile ilgili olarak şunlar kayde­dilmiştir: Hz. Allah, Peygamberinden Yahudilere tekrar tekrar nasıl azab et­miş olduğunu hatırlatmasını istemiştir. Gene Hz. Allah bozguncu­luklarına, zulüm ve günahlarına uygun bir ceza olarak onlara (ge­reken) azabı tattıracağını, kıyamete kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseleri musallat edeceğini bildirmiştir. Çünkü onların bozgunculuk hareketi tekrarlanmıştır. Cenab-ı Hak onlara verece­ği azabı bildirerek ve tehdit ederek: "Eğer siz yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız" (İsra/8) buyurmuştur. Bu ayet açıkça ifade ediyor ki onlar son cezalandırmadan sonra tekrar bozgunculuğa dönerlerse, tekrar cezalandırılacaklardır. On­lar gerçekten tekrar tekrar bozgunculuğa döndüler. Allah da Yahu­dileri ezecek kimseleri onların başına musallat etti.

Daha sonra İslâm geldi. Allah'ın cezasından ve zilletten kaçan Ya­hudiler İslâmiyet'e de düşmanlık yaptılar. Arab ülkelerine yerleş­tiler ve oralarda güvenlik içinde yaşadılar. Fakat onlar Allah'ın Rasûlü ile yaptıkları anlaşmalara ihanet edip, ahitlerin! tekrar tek­rar bozdular. Hz. Peygamber'in aleyhine müşriklere yardım ettiler. Onun aleyhine entrikalara giriştiler. Bunun üzerine Hz. Allah Pey­gamberini onlara musallat ederek onlarla savaştırdı. Allah'ın Ra­sûlü onları yenip, kimilerini öldürerek, kimilerini sürgün ederek terbiyelerini verdi.

Hz. Ömer hilafeti döneminde onların kötülük ve hainliklerine son vermediklerini gördü. Sonuçta o da Yahudileri (bulundukları yer­den) uzaklaştırdı.

Yahudiler taşkınlık ve hainliklerine devam ettiler. Sanki bu onla­rın yaratılışlarında ve tabiatlarında var olan bir şeydi. İşte şimdi de İsra ve Miraç mucizesinin gerçekleştiği Filistin topraklarına saldı­rıp işgal ettiler. Burada yaşayan halkı darmadağın edip mahsulle­ri ve canları mahvedip yok ettiler. Böylece yeryüzünde bozguncu­luk yaygınlaştı.

Şüphe yok ki onlar bu davranışları ile cezayı hak etmişlerdir. On­lar düşmanlıklarında ve taşkınlıklarında ısrarlı oldukça cezalan­dırılmayı hak edeceklerdir. Bunların gasbettikleri hakların arkasında, hak sahipleri haklarını isteyip geri almaya çalıştıkları süre­ce, bu günahkarlar sükun ve huzuru tatmaya güç yetiremiyecek-lerdir. Allah işinde mutlak galibtir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.

Yahudiler azgınlıklarına son verseler, bozgunculuğu kışkırtmasa-lar veya yeryüzünde bozgunculuk yapmak istemeselerdı, İslâmiyet on­ların hayatını ve güvenliğini garanti altına alırdı.

Onlar Allah'ın davetine icabet etseler, Allah'a ve Rasûlüne inansa-lardı başlarına gelen acıları tatmazlardı. Bunun içindir ki soruda geçen ayette "Allah'ın azabı çabuk veren'1 olduğu ifade edildikten sonra "O çok bağışlayan, pek esirgeyendir" buyurulmuştur. Bu ifadede Hz. Al­lah'ın adaletine işaret vardır. Şöyle ki: Her sapan ve azgınlık yapana ceza, her inanan ve hidayete erene de mağfiret.

Allah onlara zulmetmemiştir. Fakat onlar kendilerine zulmetmiş­lerdir.

 

Yahudilerin Sonu

 

SORU: Hz. Allah Tih çölünde Yahudilere aşağılık ve yoksulluk damgası vurulmasına hükmettikten sonra "Yahudilerin asla yeryüzün­de bir devlet kuramayacaklarını" biliyoruz. Bunun Kur'an'dan bir de­lili -var mıdır? Buna göre şimdiki İsrail devletinin anlamı nedir?

CEVAP: Hz. Allah Yahudilerin ayrılmaz özelliklerini bildirmek için Bakara suresinde şöyle buyuruyor:

İşte (bu olaydan sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların başı­na) Allah'ın ayetlerini inkara devam etmeleri, haksız olarak pey­gamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece is­yanları ve taşkınlıkları sebebiyledir. (Bakara/61)

Ayetten anlıyoruz ki Cenab-ı Allah küfürleri ve bozgunculukları sebebiyle onlara aşağıhklığı ve yoksulluğu bir yazgı olarak yazmıştır.

İşledikleri günahlar, küfür, isyan ve düşmanlık sebebiyle Allah'ın gaza­bına müstehak olmuşlardır. İşledikleri günahların en çirkini haksız ye­re peygamberleri öldürmeleridir.

Muhammed Abduh bu cezalandırmanın gerekçesini şöyle ifade ediyor:

Çünkü onlar alıp kabul etmeleri gereken hükümlerle ilgili olarak Allah'ın emirlerine isyan etmişler, Allah'ın gönderdiği peygam­berlerin şeriatlerinde bildirdiği sınırları çiğnemişlerdir. Oysa bu hükümler ve sınırlar onları içinde bulundukları aşağılık durumdan çıkarıp kurtarmak için konulmuş hükümler idi.

Âl-i İmran suresinde şöyle buyuruluyor:

Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların himayesine sığmmadıkça kendilerine aşağılık (dam­gası) vurulmuştur. Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mah­kum edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar­dı ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların is­yan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır. (Âl-i İmran/112)

Ayetin anlamı(nı biraz daha açarsak durum) şöyledir:

Küfreden, öldüren, isyan eden ve haddi aşan bu Yahudilere zillet adeta yapışıktır. Bu zillet, Allah'ın ahdine sığmmadıkça onlardan ayrıl­mayacaktır.

Tefsir âlimlerinin hocası durumunda olan İbn Cerir Taberi şöyle diyor:

 

Yahudilerin zilletten kurtulmasını sağlayacak sebep İslâm'a gir­meleri ve İslâm'ın hükümlerini kabul etmeleridir. Ayetteki "insan­ların himayesine sığınmak"tan maksat, insanların onlara güvenlik vermesidir. İnsanların onlara güvenlik vermesi, buna hak kazan­maları ile olur. Bu da taşkınlığı, düşmanlığı ve bozgunculuğu bı­rakmaları ile olur. Onlar küfür ve kötülüklerinde devam ettikleri sürece dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, aşağılık olmaktan kurtulamazlar.

Bu gösteriyor ki Yahudiler kendi kendilerine güçlü olamazlar. On­ların gücü başkalarının desteği ve otoritesi ile olur. Eski ve yeni ibret­li olaylar açık bir şekilde bunu ortaya koymaktadır.

Yahudilerin İsrail' devletini kurmuş olmasına gelince, bu onlardan zilletin ve yoksulluğun giderilmiş olduğuna delil değildir. Çünkü bu devlet ancak sömürgecilikle ve yardımlarla kurulmuştur. Bu devlet kendi başına günahkar varlığını savunmaya güç yetiremez.

Bundan dolayıdır ki yeni sömürge düzeninin saldırgan ve böbür­lenir bir tavırla "İsrail baki kalmak üzere var olmuştur" deyişine baka­rak İsrail devletinin köklerinin sağlam olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü kesin iman sahipleri "İsrail, her ne kadar mevcut ise de baki kalmayacaktır" diyorlar. Çünkü bu devlet kötülük ve hainlik üze­rine kurulmuş, bozgunculuk ve batıl ile kök salmıştır. Onun var oluşu bir gecenin hainliğindendir. Durumu böyle olan bir varlık sürekli kala­maz. Filistin'in hukuki sahipleri bir gün mutlaka ülkelerine dönecekler­dir. İşte o gün Allah'ın yardımı sayesinde kazanacakları zaferle mü'minler sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O azizdir, hikmet sahibidir.

 

Yahudiler Ve Kudüs

 

SORU: Yahudilerin Kudüs'ü işgal etmelerinde haklılık payı var mı­dır? Dinin bu husustaki görüşü nedir?

CEVAP: Birey olarak Yahudiler bir dine sahip olan kimselerdir. İs­lâm dini onları Kitap ehli sayar. Eğer onlar müslümanlarla barış içinde olurlarsa, müslümanlar da onlarla barış içinde olur. Şayet onlar müslü-manlara düşmanca davranırlarsa, müslümanlar da onlara düşman olur. Bu anlayış aşağıdaki ayetin gereğidir.

Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çı­karmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edin­menizi yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zâlimler onlardır. (Mümtehine/8-9)

Lâkin Yahudiler, siyonizmi benimsemişler, Arab ve müslüman toprağı olan Filistin'i zorbalıkla almışlardır.

Bu durumda Yahudiler İslâm'a göre karşı konulması ve kendileri ile savaşılması gerekli olan bir düşmandır. Onların Filistin'i zorbalıkla zaptedip halkı tarumar etmelerine karşı suskunluk gösterilemez.

Yahudiler bir zulüm ve iftira olarak Filistin'in kendileri için Allah tarafından vaad edilmiş toprak olduğunu iddia etmektedirler. İddialarına göre eski zamanlarda Hz. Allah Filistin'i Hz. İbrahim'e vaad etmiştir.

Onların bu iddiasını kabul etsek bile o zaman Hz. İbrahim'in ço­cukları yoktu. Sonra Hz. İbrahim'in ilk çocuğu Arablann atası olan İs­mail idi. Filistin'in Hz. İbrahim'e ve çocuklarına vaad edilmesi bir ger­çek olsa, Arablar Filistin üzerinde en hak sahibi olurlar. Çünkü onlar Hz. İsmail'in çocukları ve torunlarıdır. Günümüzdeki siyonist Yahudi­lerin Hz. İbrahim'in sülalesinden olduklarına dair insaf sahibi akılların kabul edebileceği bir delil ileri sürmeleri mümkün değildir. Yahudile­rin Hz. İbrahim'in soyundan olduğunu varsaysak bile, onların İbrahim peygamber'in mirasında hak iddia etmeleri söz konusu değildir. Zira onlar İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin dinine karşı gelmişlerdir.

Tuhaftır ki bu Allah'ın kelamını ve tarihi gerekçeleri değiştiren Ya­hudiler Allah'ın seçkin halkı ve Allah'ın oğulları olduklarını söylemek­tedirler. Onlar bunu söylediklerinde Kur'an onları reddetti ve yalanladı:

Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. (Maide/18)

Gene Yahudiler Hz. İbrahim'in Yahudi olduğuna inanırlar. Halbu­ki Kur'an bu hususta da onları yalanlamaktadır:

İbrahim ne Yahudi, ne de Hristiyan idi, fakat O, Allah bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi. (Âl-i İmran/67)

Kur'an daha sonra aynı surede müslümanların Hz. İbrahim'e baş­kalarından daha yakın olduğunu bildiriyor:

İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin dostu­dur. (Âl-i İmran/68)

Gene Yahudiler geçmişte Filistin'de uzun süreli bir Yahudi devle­tinin bulunduğuna inanmaktadırlar. Bu da tarihe yapılmış bir iftiradır.

Amerikalı araştırmacı Blavatstyin Filistin ve Yeni Tatar Saldırısı isimli eserinde şöyle diyor:

Bundan binlerce yıl Önce Filistin'de eskiden kullanılan paralar keşfedildi. Hz. Musa'nın yaşadığı çağda yaşayanların kabirleri de keşfedildi, hatta Hz. Musa'dan önce Filistin'de yaşayan insanların da kabirleri keşfedilmiş bulunmaktadır. Bunların özellikleri tesbit edildiğinde, o dönemlerde yahudi halkı veya milletinin var oldu­ğunu gösteren en basit bir delil ve işarete rastlanmamıştır. Eskiden Filistin'de var olduğuna inanılan millete ilişkin şeylerin hiç birisi mevcut değildir.

Prof. D. Daunt Eski Şehrin Merkezi isimli kitabında şöyle de­mektedir:

Filistin'de İbrani krallığının bulunduğuna dair bir tek eski yazıt'a rastlanmamıştır. Kudüs'te Süleyman veya Davud'un varlığım gös­termek üzere ileri sürülen antik kalıntılar, böyle bir şeyi belgele­mekten âciz kalmış, fiyasko ile sonuçlanmıştır.

Yahudiler kendilerinin eski Batı Asya kavimleri arasında yer aldı­ğını isbat için delile muhtaçtır. Onların ilk günlerindeki yatak (bu­lunurlar tek kelime ile Yahudiliği göstermemektedir. Eğer Filistin o günlerde Yahudilerin vatanı olmuş olsaydı, elbette eski Yunanlı­ların bunlarla bir ilintisi olması gerekirdi. (Meşhur tarihçi) Heme-ros onlar hakkında kesinlikle bir şey bilmemektedir.

Buraya kadar söylediklerimiz tarihin tanıklığıdır. Daha sonra bu hususta kesin hüküm olarak İslâm sesleniyor:

İslâm'ın nazarında Filistin iki kıblenin birincisi, müslümanlar için üçüncü bir haremdir. Burası İsra ve Miraç mucizesinin meydana geldi­ği yerdir. Bu ilâhi mucizede peygamberlerin mirasının Hz. Muham-med'e geçmiş olduğuna dair bir işaret vardır. Filistin'de binlerce yıldan beri Arablar yerleşmiş durumdadır. Hz. Ömer'in fethettiği günden beri Filistin'in Arab halkı müslüman olmuştur.

Müslümanlarla Yahudiler arasında olan olmuştur. Bu olanlarda Yahudilerin bayağılığı, kötülükleri ve hainlikleri ortaya çıkmaktadır.

İslâmiyet, hiç bir şekilde bu Siyonistlerin gelip Filistin toprakları­nı işgal ederek, halkını oradan çıkarmasına, Filistin'in ve halkının say­gınlığı ve mukaddesatı ile oynamasına asla cevaz vermez.

Nasıl böyle bir şey olabilir ki Kur'an Yahudilere aşağılık ve yok­sulluk damgası vurulduğunu, onların Allah'ın gazabına uğradıklarını ve zâlimlere Allah'ın hidayet vermeyeceğini bildirmektedir.

Böyle bir şey nasıl olabilir ki Kur'an Yahudilerin özelliğini şöyle bildirip durmaktadır:

İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şid­detli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristi-yanlarız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. (Maide/82)

 

Müslümanlar Ve Kudüs

 

SORU: Londra'da yayınlanan bir dergide, müslümanların Kudüs'e ve Mescid-i Aksâ'ya, ancak Filistin'de Arablarla Yahudiler arasında bir yarış başladıktan sonra, son günlerde önem vermeye başladıklarını okudum. Bu doğru mudur?

CEVAP: Bu iddia Yahudilerin tarihe karşı bir düzmecesi, parlayan bir güneşi pis bir el ile örtmek için utanmazlık örneği bir Siyonist giri­şimidir.

Çünkü müslümanlar İslâm güneşinin doğmasından, Allah'ın pey­gamberi Muhammed'e miraç mucizesini ikram ettiği günden beri Fi­listin ve Kudüs'e itina göstermektedirler. Bu gerçek müslümanların eskimez ve unutulmaz ilâhi kitaplarında yer almıştır. Cenab-ı Hak bu­yurur ki:

Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmım gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıl­dığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan mü­nezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir. (İsra/1)

Böylece Mescid-i Aksa Kur'an'da adı geçen iki mescidden birisi olmuştur. Bunlardan biri, içinde Kâbe-i Muazzama'nın bulunduğu Mescid-i Haram, diğeri Mescid-i Aksâ'dır.

Hz. Peygamber'in "(Namaz ve ibadet için) hiç bir mescide (cami­ye) yolculuğa çıkılması doğru değildir. (Daha fazla sevap umarak) an­cak (şu) üç mescide yolculuğa çıkılır: Mescid-i Haram (Kâbe-i Muaz­zama), Medine'deki peygamber mescidi ve Mescid-i Aksa" buyurdu­ğundan beri Mescid~i Aksâ'ya ve Kudüs'e müslümanlar önem ver­mektedirler.

İslâmiyet Mescid-i Aksa üzerine âdeta bir kutsallık, heybet ve ke­ramet örtüsü örtmüştür. Orada kılman namaz Mescid-i Haram ve Me­dine'deki Peygamber mescidi dışındaki mescidlerde kılman 500 nama­za denktir.

Ayrıca Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

Her kim Kudüs'te vefat ederse sanki gökyüzünde vefat etmiş gi­bidir.

Tabidir ki hadiste bildirilen sonuç, müslüman olup Allah'a itaat edenler ve peygambere uyanlar için söz konusudur.

İslâm fıkhında ifade olunduğu üzere hac veya umre için Kudüs'te ihrama girmek müstehabtır. Çünkü bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Her kim hac veya umre için Mescıd-i Aksâ'da ihrama girerse geç­miş günahları bağışlanır.

Enes b. Mâlik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Cennet Mescid-i Aksâ'ya şevk içerisinde arzu duymaktadır.

Müslümanların Filistin'e ve Mescid-i Aksâ'ya eskiden beri önem verdiklerinin bir göstergesi de onların tarihte yüzyıllar boyunca bura­larla ilgili küçük büyük her şeyden söz etmiş olmaları, buralar hakkın­da detaylı analizler yapıp bu kutsal yerleri ebedileştirireesine büyük çapta kitaplar yazmış olmalarıdır.

Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili İslâm âlimleri tarafından yazı­lan kitapların bazılar bir liste halinde şöyledir:

1. Fedail'ul Kudüs, İbn'ul Cevzi (vefatı 1200 m. 597 h.) Bu eser 760 yıldan fazla bir zamandan beri mevcuttur.

2. El-Üns Fî Fedâil'il Kudüs, İbn Hibetulîah eş-Şâfii. Bu eserin yazarı 7.ci hicri asır âlimlerindendir. Şu anda 14. hicri yüzyılın sonla­rında bulunmaktayız.

3. Müsir'ul Garâm Bi-Fedâl'il Kudüs Ve's-Şâm, İbn Surur Makdi-si (vefatı 765 h. 1363 m.)

4. Üns'ül CelilBi Tarih'il Kudüs Ve'l-Halil, Mucir'ud-Din Hanbe-lî (vefatı 927 h. 1520 m.)

5. Câmi'ul Muştaksâ Fî Fezâil'il Mescid'il Aksa, İbn Asâkir (vefa­tı 948 h. 1541 m.)

6. Fedail'ul Kudüs, Şerif İzz'ud-Din Hamza (vefatı 874 h. 1469 m.)

7. Bâis'un Nüfus ila Ziyareî'il Kudüs'ü Mahrûs, İbn Kadi Salt (ve­fatı 729 h. 1328 m.)

8. Fedail'ul Kudüs, Ebûl Me'âli el-Mûşrif b. Murci.

Kudüs ve Mescid-i Aksâ'nın faziletine dair, Filistin'in müslüman-lar katındaki değeri hakkında günümüze kadar kitap yazılmaya devam etmiştir.

Son zamanlarda bu konuda yazılan kitaplar arasında Tarih'ul-Ha-rem'il-Kudsi ve El-Mufassal isimli kitapları görmekteyiz. Bu iki kita­bın yazarı Arif el-Ârif olup Filistinlidir. İsrail'in Filistin'i işgalinden önce Kudüs valisi idi.

Müslümanlar yüzyıllar boyunca ibadet maksadı ile, İslâmî bir gö­revi ve Hz. Peygamber'in tavsiyesini yerine getirmek amacı ile hazır­lık görüp yola düşmüşler ve Mescid-i Aksâ'yı ziyaret etmişlerdir.

Eğer müslümanlarm bu kutsal yere fazlaca önem vermesi Kudüs ve Filistin problemleri sebebiyle 20. yüzyılda ortaya çıktı deniyorsa bu sözün gerçek ve doğru biçimde yorumlanması gerekir.

Yirminci yüzyılda Kudüs ve Mescid-i Aksâ'ya müslümanlarca fazla ilgi gösterilmesinin sebebi şudur: Filistin'i Yahudileştirmek üze­re İngiltere'nin Siyonizm ile anlaşarak Filistin'i zorla zaptetmesi ile -ki bunların arkasında Amerika yer almaktadır- Arabların ve müslümanla-rın gönüllerindeki Filistin sevgisi ve hırsı patlamıştır. Onların böyle davranması sömürgeci Siyonistlerin elinde Filistin'in elem verici so­nundan korkmalarıdır.

Burada şunu hatırlayalım ki Yahudiler çeşitli yollarla 1901 yılın­da Sultan II. Abd'ul-Hamid'in Yahudi yerleşimcilerin (Filistin'e göç­mek üzere) önlerine bir kapı açması için girişimlerde bulundular. Bu maksatla sultana milyonlar sunup, ihtiyaç duyduğu hizmetleri yapa­caklarını bildirdiler. Fakat II. Abd'ul-Hamid bu teklifleri reddederek: "Ben Filistin topraklarından bir karış yer verilmesine göz yumamam. Filistin benim kişisel mülküm değildir. Filistin, bu topraklar uğrunda mücadele edip bu toprakları kanı ile sulayan halkımındır. Yahudiler milyonlarını ellerinde tutsunlar. Bir gün imparatorluğum parçalanırsa, onlar bir bedel ödemeden Filistin'i alabilirler. Bana gelince; benim be­denimin parça parça koparılması, Filistin'i imparatorluğumdan kopa­rılmış olarak görmekten daha hafiftir. Böyle bir şey ebediyyen olma­yacaktır. Yaşadığım sürece bedenimizin (topraklarımızın) parçalanma­sına muvafakat etmeye kudretim yetmez."

Bunlardan Filistin'in Arab ve müslüman olduğu ortaya çıkmakta­dır. Filistin'deki Siyonistler oraya zorbalıkla sonradan girmişlerdir.

Müslümanların Filistin'e önem vermeleri İslâm şafağının atması zamanından, yani eskiden beri var olan bir husustur. Arablarla birlikte müslümanlarm görevi, canlarını ve en değerli varlıklarını feda ederek, aziz vatanımızdan zorbalıkla alınan yerleri geri almaktır.

 

Kur'an'a Göre Yahudiler Ve Hrîstiyanlar

 

SORU: Kur'an'a göre Yahudiler ve Hristiyanlar arasında bir fark var mıdır?

CEVAP: Yahudiler aslında Hz. Musa'ya, Hristiyanlar da Hz. İsa'ya uyan kimseledir. Bunlardan her birine Kur'an "Kitap ehli" gözüyle ba­kar. "Kitap ehli" ifadesinin anlamı bunların peygamberlerine Allah ta­rafından ilahi bir kitap indirilmiş demektir. Bu kitaplardaki değişiklik (çok) sonraları yapılmıştır.

İncil Allah'ın Hz. İsa'ya, Tevrat da Hz. Musa'ya indirdiği kitaptır. Aşağıdaki ayette Kur'an bu gerçeğe işaret etmektedir:

Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra ardarda pey­gamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik. Ve onu Ruh'ul-Kuds (Cebrail) ile destekledik. (Bakara/87)

Kur'an'm bize anlattığına göre müslüman için kitap ehlinin yeme­ğini ve kestiği eti yemek, ehli kitap kadınla evlenmek ve onlara zim­met ahdi vermek caizdir. Onlar bize karşı aldatıcı ve karşı koyucu ol­mayıp sözlerini yerine getirip barışçı oldukları sürece, onlara iyi mu­amele etmeliyiz. Böyle bir uygulamada şu İslâmî kurala boyun eğilir: "Müslümanların lehine olarak ne varsa bunlar ehli kitap için de vardır. Bizim aleyhimize ne varsa, aynı şe-yler onlar için de vardır."

Kitap ehli ile ilişkilerin düzenlenmesi konusunda Kur'an şöyle buyurur:

Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi ve Hristiyanların) yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadın­lar da ... size helâldir. (Maide/5)

Kur'an tüm ehl-i kitabı tek olan Allah'a ve hak dine davet eder­ken gerçekçi ve insaflı olmuştur. Kur'an'da bu konuda şöyle buyurul-m aktadır.

(Rasûlüm!) De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım. Ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi üahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: "Şahit olunuz ki biz müslümanlarız!" deyiniz. (Âl-i İmran/64)

Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kurtuluş yolunun bu iman olduğu­nu, başkaca bir kurtuluş yolu olmadığını bildirmiştir. Allah'ın rızâsını kazanmak isteyen kendisini ve duygusunu Allah'a teslim etmeli, yüce Allah'ın tek ilah olduğunu ikrar etmelidir.

Kur'an kitap ehlinden şöyle bahsetmektedir:

(Kitap ehli) "Yahudiler yahut Hristiyanlar dışında hiç kimse cen­nete giremeyecek" dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onla­ra: "Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin!" de. Bil'akis kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler. (Bakara/111-112)

Öte yandan Kur'an Allah'ın kitabını değiştiren ve sapan Yahudile­re yönelerek onlara yazık olacağını ve yok olacaklarını hatırlatıyor:

İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damga­sı vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musibetler (onların ba­şına), Allah'ın ayetlerini inkara devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir. (Bakara/61)

Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, hak­sız yere peygamberleri öldürmeleri ve "kalplerimiz kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle (onları lanetledik, türlü belalar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı dışında artık iman etmezler.

Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından ötürü (onları lanetledik)." (Nisa/155-156)

Sonra Kur'an, müslümanların Yahudilere karşı durumu ile Hristi-yanlara karşı durumu arasında bir ayırım gözeterek kitap ehline bakı­şını şöyle ifade etmiştir:

İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şid­detli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristi-yanlarız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Rasûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bi­zi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz. Rabbimizin bizi iyiler ara­sına katmasını umup dururken, Allah'a ve bize gelen gerçeğe ni­çin iman etmeyelim?"

Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kal­mak üzere, altından ırmaklar akan cennetleri mükafat olarak ver­di. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur. (Maide/82-85)

 

Sâbiîler

 

SORU: Sabitler kimlerdir? Bunların belirli bir din ve mezhebi var mıdır? Şu anda Sâbiîler mevcut mudur?

CEVAP: Sâbiîler Kur'an'da şu üç yerde geçmektedir:

Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâ-biîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp iyi işler yapanIar için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. (Bakara/62)

İman edenler ile Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıp iyi işler yapanlar üzerine asla korku yoktur. Onlar üzülecek de değildir. (Maide/69)

Mü'min olanlar, Yahudi olanlar, Sâbiîler, Hristiy anlar, Mecusiler ve müşrik olanlara gelince; Muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet gününde (ayrı ayrı) hükmünü verir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyle bilendir. (Hac/17)

Bir kimse (yolunu) sapıtır ve meylederse "Adam Sabi oldu" denir. Sâbiîler hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin yolundan çıktıkları için onlara Sâbie denilmiştir. Şehristâni Milel ve Nihal isimli kitabında bunları söylemektedir.

Bildirildiğine göre ilk sâbiîler Şit ve İdris peygamberlere inanır, diğer peygamberlere inanmazlarınış.

İsfehâni'nin Mufredafw.ua bildirdiğine göre Sâbiîler Hz. Nuh'un dini üzerine olan bir topluluktur.

Şehristâni diyor ki: Sâbiîler duygu ve akıl ile bilinenlerin var ol­duğunu) söylerler. Bir takım had cezalan ve hükümleri benimserler. İs­lâm ve şeriatı kabul etmezler. Üç namaz kılarlar, cünüp olunca ve ölü­ye dokununca gusül abdesti alırlar. Deve, köpek ve domuz etini haram sayarlar. Kuşlardan pençeli olanları ve güvercini haram kabul ederler. Şarap içerek sarhoş olmayı ve sünnet olmayı yasaklar. Nikahın veli ve şahit ile kıyılmasını emrederler. Hakim kararı olmaksızın boşanmayı geçerli saymazlar, iki kadını bir kişinin nikahında birleştirmezler. Bun­ların pek çok putları vardır.

Sâbiîlerde "harrâniler" denilen bir grup vardır ki bunlar "İbadet edilen varlık zât olarak birdir, fakat o kişilerde birden fazladır" derler. Öldükten sonra dirilmeyi inkar edip tenasuh'u (öldükten sonra ruhun başka bedene geçtiğini) kabul ederler.

Sâbiîlerin Hristiy anlıkta bir mezhep olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü günah çıkarmak, vaftiz ve pazar gününe saygı göstermek gibi benzer yanları vardır. Fakat Sâbiîler yıldızların (insanların yaşa­mında) etkisi olduğuna inanmak gibi başka şeyleri inançlarına karıştı­rarak sonradan pek çok uydurmaları inançlarına sokmuşlardır.

Bazıları Sâbiîlerin başlıbaşına bir din olduğunu söylemişlerdir. Buna göre bunlar, bilinen pek çok peygambere inanırlar. Fakat Arablar nasıl hanifliğe cahiliyeti karıştırmışlarsa, Sâbiîler de inançlarına bir ta­kım katma ve karıştırmalar yapmışlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife Sâ-biîler'i kitap ehli sayar. Söylendiğine göre Sâbiîlerin, ilahi olduğuna inandıkları kitapları vardır. Fakat çok eski zamanda yaşadıkları için as­lı bilinmez olmuş belirsizleşmiştir. Bunların var olduğunu ileri sürdük­leri kitabın peygamberlerin getirdiği bir dini bildirmiş olması uzak (bir görüş) değildir. Çünkü Kur'an'da: "Her bir millet için, mutlaka bir uya­rıcı (peygamber) bulunmuştur" (Fâtır/24) buyurulmuştur.

Sâbiîler Irak'ın kuzeyinde dağınık bir şekilde yaşamışlardır. Asıl merkezleri Harran'da olup, konuştukları dil Süryanice'dir. Sâbiîlerin varlığı onbirinci yüz yılda sona ermiştir. Bu yok oluş Fâtımîlerin Har­ran'ı işgal etmelerinden sonra olmuştur. Günümüzde Sâbiîlerden ancak pek az antik kalıntı vardır.

Sabitlerle ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenler Şehristani'nin Mi-lel ve Nihal kitabına ve Dımeşki'nin Nuhab'ud-Dehr fi Acâib'il-Bahr isimli kitabına başvursun.

Her bir ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır. (Yu­suf/76)

 

Dehrılıgın Gerçeği

 

SORU: Dehriler kimdir? Bunlar din sahibi sayılır mı?

CEVAP:Dehrilik, Allah'ın varlığını kabul etmeyen inkarcı bir gru­bun adıdır. (Günümüzdeki karşılığı materyalist'tir) Bunlar hayatın ebe­di olduğuna inanırlar.

İmam Gazâlî El-Munkizu Mined-Dalâl isimli kitabında bunlar hakkında şöyle diyor:

Bunlar her şeye gücü yeten, bilen, yöneten ve yaratan Allah'ı in­kâr eden eskiden beri var olan bir gruptur. Bunların inancına göre dünya bir yaratıcı olmaksızın kendiliğinden var olmuştur. Canlı varlıklar dölden, döl de canlıdan olmuştur. Geçmişte böyle oldu­ğu gibi sonsuza kadar da böyle olmaya devam edecektir.

Maddeci (materyalist) ekolden olup din ve Allah'a inanmayanla-rada Dehriler denmektedir. Cemaleddin Efgâni bunların inancını red etmek ve sapıklıklarını ortaya koymak için bir kitap yazmıştır.

Kur'an bunların sapıklığına şu ayette işaret etmektedir:

Dediler ki: "Hayat ancak bu dünya da yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) helak eder." Bu hususta onlann hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sâdece zanna göre hüküm veriyorlar. Onlara açıkça ayetlerimiz okunduğu zaman: "Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin!" demelerinden başka delilleri yoktur.

De ki: "Allah sizi diriltir, sonra Öldürür. Sonra sizi şüphe götürme­yen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bil­mezler." (Câsiye/24-26)

Dehriyyenin görüşleri(nden bazıları) şöyledir: Varlıkların kesin­likle evveli (başlangıcı) yoktur. Onlar ancak (kendinde olan bir enerji­nin) güc(ü) ile eylem haline geçerler. Güç'ün eylem haline geçmesi ile kendi kendine var olurlar. Bunların var olması başka bir şey(in etki­sinden değildir.

Şehristani'nin Milel ve Nihal isimli kitabında bildirdiğine göre Dehriyye yaratıcıyı, öldükten sonra dirilip tekrar var olmayı inkar et­mişlerdir.

Bunlar, tartışmasız kâfir bir mezheptir.

Taftazaninin Şerh-i Mekâsıd isimli kitabında bildirdiğine göre kâ­fir, imansız kimseye verilen addır.

Eğer kâfir (olduğu bilinen kimse) dış görünüşü ile imanlı imiş gi­bi davranırsa münafık adını alır.

İmanlı olduğu bilinen kimse küfür içine düşerse, İslâm'dan dön­düğü için böyle bir kimseye mürted denir.

Bir kimse iki veya daha fazla ilah olduğu görüşünde ise bu kim­seye müşrik denir.

Bir kimse semavi dinlerden birine inanmış ise ona ehl-i kitab denir.

Bir kimse dehrin (dünyanın) ezelden beri var olduğuna ve olayla­rın varlığını dünyaya bağlıyorsa buna dehrî denir.

Bir kimse Allah'ın varlığı diye bir hususu kabul etmiyorsa buna, muattıl (ateist) denir.

Bir kimse Hz. Peygamber'in peygamberliğini kabul edip İslâm inancına uygun davranışlar göstermesine rağmen iç dünyasında (kal­binde) kâfirlik olduğu bilinen bir hususa yer veriyorsa buna zındık denir.

Buraya kadar ifade edilenlerden açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki Dehriyye (materyalizm) mezhebi kafir, sapık ve saptırıcı bir mez­heptir. Bu mezhepten olanlara din sahibi demek caiz değildir.

 

Masonluk Gerçeği

 

SORU: Masonluk hareketinin gerçeğini bilmek istiyorum. Mason­luğun din ile ilgisi var mıdır?

CEVAP: Masonluk hareketi şüphelerle, zanlan üzerine çeken ga­ripliklerle dolu), gizlilikle çepeçevre sanlı bir harekettir. Bu haliyle İslâm tarihinde ortaya çıkan yıkıcı hareketlere benzer. Bilimsellik, ru­hi veya bunun hilafına bir takım isimler altında, parlak ve aldatıcı bir görünüm içerisinde Arab dünyasının ve İslâmiyet'in parçalanması için çalışmıştır.

Masonluk hakkında yazı yazan yazarlardan biri masonluğun gizli taraflarını şöyle anlatıyor:

Bu sır dolu gizlilikler telkin yoluyla alınmış ve geçmişten bugüne miras kalmış geleneklerdir. Bunlar yazılmaz, resmi, şekli yapıla­maz, basılıp hiç bir yol ile ondan haber verilip edebi bir sanat veya kitap haline getirilemez. Hatta bir işaret yoluyla dahi onlardan söz edilemez. Bu sırları ancak ona layık olan masonlar keşfedebilir.

Masonluk kendisini yapmacık korkular ve ilginç şekillerle çevre­lemiştir. Üyeleri için anlamadan, kavramadan, kontrol sözkonusu olmadan, yok etme ve azarlama tehdidi altında alaycı durumlar vardır. Özellikle bu tehditler masonluğa karşı çıkan ve sırlarını açıklayanlar içindir.

Masonluk dinler ve inançlar arasında fark gözetmediği propagan­dası altında dini inancı yok etme gayreti içindedir. Çünkü batıl bi­le olsa hiçbir dinin diğer dine göre farkı olmadığına göre bir ma­sonun dini ile veya dindarlıkla kıvanç duymasına imkan yoktur. Böylece mason olan bir kimsenin dini duygusu erir yok olur. Bu­nun içindir ki masonluk mecusilik, zerdüştlük veya hayvana tap­mak gibi bâtıl inançlara saygı gösterir.

Masonluğun yazılı olarak ortaya attığı çirkinlikten biri de şudur:

Allah'ın bir olduğuna ve O'nun kainatı yoktan var ettiğine inan­mak İsraillilerin atalarının aklının ürünüdür.

Masonların bu sözü Allah'a atılmış çirkin bir iftiradır. Çünkü bu sö­zün anlamı şudur: Din insan yapısı bir olgudur Allah'ın vahyi değildir.

Tuhaftır ki masonluk cinsiyet, renk, din, sınıf, kan ve millet farkı gözetmediğini ileri sürmekte ise de masonluğa gireceklerin soy bakı­mından hür bir kimse olmasını, soyunda köleliğe bulaşmış birinin bu­lunmamasını gerekli kılmaktadır.

Görünen odur ki masonluk gizli bir Yahudilik hareketidir. Bunun içindir ki Süleyman'ın heykelinden ve Tevrat'tan çok fazla söz etmek­te ve sembollerini Tevrat'tan aldığını ifade etmektedir.

Araştırmacılar, masonluk hareketini Batılı sömürgecilerin casus­lukta kullandıklarını isbat etmişlerdir. Bunun için din masonluğa razı değildir ve masonluğa girmeyi mubah saymaz.

 

SİYONİZM DÜŞMANLIĞI

 

Yahudilerin Filistin Ve Sîna'daki İslâm Eserlerine Olan Düşmanlıkları

 

SORU: Filistin ve Sina'daki İslâm eserlerine karşı Yahudilerin yap­tığı düşmanca girişimler hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP: Yahudiler ezelden beri eskileri de şimdi var olan zürriyet-leri de sapıklık, bozgunculuk ve düşmanlığın örneği olmuşlardır. Kur'an onları 14 asırdan fazla bir zamandan beri kör ve sağır olarak, Allah'ın ayetlerini inkâr eden, peygamberleri haksız yere Öldüren ve insanlar içinde adaletli olmayı emredenleri öldüren kimseler olarak an­latmaktadır. Kur'an onlar hakkında bir âyetinde şöyle diyor:

işte onlar, şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaş­ları hep kayıptadır. (Mücadele/19)

Yahudilerin günahkar saldırıları 1967 felaketinde Filistin'i işgal etmelerinden sonra daha çok artmıştır. Bu saldırılar, hem İslâm hem Hristiyan eserlerini hedef almıştır. Fakat biz burada sadece Filistin ve Sina'daki İslâm eserlerine Yahudilerin verdiği zarardan söz edeceğiz.

Aslında Yahudiler tarihi eserlere olan saldırılarında müslümanla-rın ve Hristiyanların tarihi eserleri için bir ölçü koymamışlardır. Onlar bu tarihi eserlerin bulunduğu yerlerdeki hazine ve değerleri soymakla, buralarda görev yapan din adamlarının buralara kazandırdıkları değer­leri yok etmekle kalmamışlar, kutsal yerlerin sağında solunda bulunan kutsal belirtileri de bozup değiştirmişlerdir.

Bu günahkârca düşmanlık bizzat Kudüs'te yoğunlaşmıştır. Kudüs, Beytullah'm bulunduğu Mekke ve Peygamber şehri Medine'den sonra müslümanlar katında dini duygu ve bilincin merkezlerinden biridir.

1948 tarihinde İsraillilerin Filistin'i zâlimce işgal ettiğinden beri işgalci siyonist otoriteler İslâmi ve tarihi eserlerin bulunduğu mekan­ların saygınlığını yok etmekte çok ileri gittiler. Camilerdeki, kabirler-deki, ziyaret yerlerindeki İslâmî eserleri tarumar ettiler.

1967 yenilgisinin getirdiği fecaattan sonra düşmanlık katlanarak artmıştır. O kadar ki Siyonist otoriteler, genç kız ve erkeklerden oluşan işgalci Yahudilerin, Mescid-i Aksâ'ya girmelerini serbest bırakmışlardır.

O Mescid-i Aksa ki ibadet kasdı ile yolculuğa çıkılan şerefli mescidlerin üçüncüsüdür. Onun hakkında Kur'an'da şöyle buyurul-m aktadır:

Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıl­dığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan mü­nezzehtir. O, gerçekten işitendir görendir. (İsra/1)

İşgal felâketinden iki ay geçmedi ki Siyonist yayın organları, Mescid-i Aksâ"nın çevresinde bulunan "Burak duvarı"nın bulunduğu alanda, 82 metrelik bir yerin boşaltılmasına ihtiyaç olduğunu ileri sü­ren haberler yayınlanmaya başladı.

Daha sonra ortaya çıktı ki İsrail'in bundan maksadı, Mescid-i Ak­sa harem'ini çevreleyen vakıf binaları yıkıp, oraları istilâ ederek yeri­nin orada olduğuna inandıkları heykellerini dikmek imiş!

Bundan sonra Siyonizm'in düşmanlığı daha büyük çapta tecelli et­ti. 1389 hicri yılının Cu m adiye saniyenin 8. Perşembe günü (milâdi 21/8/1969) Mescid-i Aksâ'yı yaktılar.

Sanki Yahudiler, bu davranışları ile milattan önce 21 Ağustos 70 tarihinde mabetlerini yıkan Teytus'tan intikam almaktadırlar. Böylece intikamlarını Teytus'un tapınaklarını tahrip etmesinden 1900 yıl sonra müslümanlara yönelterek almaktadırlar.

Mescid-i Aksâ'yı yakmakla, oradaki Selahaddin Eyyubi minberi­ni, Hz. Zekeriyya mihrabını ve kubbeyi de yakmış oldular. Bu günah­kâr yangında Mescid-i Aksa gibi muazzam bir yapının doğu cephesi ta­mamen yok olmuştur. Onlar Mescid-i Aksâ'yı, yangın enkazının üzeri­ne inandıkları heykeli dikmek için yaktılar. Kafalarındaki anlayış ve gördükleri rüyalar bunları çıldırtmıştır.

Bunlar o kadar utanmaz kimselerdir ki yapacaklarını yapıp, kirli ellerini bu günaha bulaştırdıktan sonra bir de Mescid-i Aksâ'yı yakma suçunu Michael Ruhan isminde bir deli Yahudi'ye yıkmaya çalıştılar, oysa tanıklar apaçık bir şekilde-ifade etmişlerdir ki Mescid-i Aksâ'nın yakılması önceden planlanmış bir olay olup bu olaya birden fazla kim­se katılmıştır.

Bunun delillerinden biri, Kudüs'teki yangının bir yerde değil iki

yerde çıkmasıdır. Yangınlardan biri mihrab ve Selahaddin Eyyubî min­berinin bulunduğu bölgededir. Diğeri ise güneydoğu tarafındaki tavan­da ve Zekeriyya mihrabının bulunduğu bölgededir.

Mescid-i Aksâ'nın geometrik özelliğini görerek bilen kimse tavan­daki yangın yerinin diğer yangın yerinden farklı olduğunu anlar. Bu da, yangını çıkaran kimselerin birden çok olması gerektiği düşüncesini desteklemektedir.

Buna, yangın olayının meydana geldiği sırada dışarıdan konulmuş merdiven veya iskele olmaksızın tavana çıkmanın mümkün olmadığı­nı da eklemelidir. Bu da önceden hazırlanmış bir tertip düşüncesini destekliyor.

Bu yangının arkasındaki amaç, bu mübarek mescidi tamamen or­tadan kaldırmaktır. Bu fikri destekleyen ipuçları vardır. Bir kere zâlim işgal otoriteleri çirkin bir biçimde itfaiye çalışmalarını geciktirerek yü­rütmüştür. Ayrıca yangının olduğu saatlerde Kudüs çevresindeki ha-rem-i şerif bölgesinin suları kesilmiştir.

Eğer Cenab-ı Hak Mescid-i Aksa yangınını söndürmek için kadı­nıyla, erkeğiyle ve çocuklarıyla müslümanlardan, buldukları her çare­ye başvuran bir gruba bu sırada çalışmak nasib etmeseydi, bu muaz­zam İslâm eserini siyonizmin tutuşturduğu ateş ortadan kaldıracaktı.

Kendini beğenmiş bir Yahudi, Mescid-i Aksa yangınının arkasın­daki kuruntuya dayalı amaçlarını açıkça dile getirmiştir. Buna göre amaçlan, kutsallar kutsalı saydıkları yahudi heykelinin yeniden yapıl­masını gerçekleştirmektir. İnançlarına göre bu heykelin direği (gövde­si) Mescid-i Aksâ'nın temelinde bulunmaktadır.

Bu adam şu sözleri söylemiştir: "Mescid-i Aksa, bizim mülkümüz olan kutsallar kutsalı heykelimizin üzerinde durmaktadır."

Yahudiler bu inançlarını Filistin'in işgalinden az sonra tekrarlayıp dururlardı.

1967 Eylül'ündeki Kudüs'ün Yahudilerce alınması felâketinden sonra İsrail ordusunda haham olarak bulunan yüzsüz işgal kuvvetleri­nin gücü ile Mescid-i Aksâ'da bulunan şerefli kayanın yanma sokula­rak Yahudi usulü üzere dua ve ibadet etmeye başladı. Bu davranışı ile 1926 yılında Yahudi Ansiklopedisinde söylenen Siyonist güveni dile getirmek istiyordu. Adı geçen kaynakta şöyle deniyordu: "Yahudiler güç ve söz birliği edip Kudüs'ü almak istemektedir. Yahudiler burada heykellerini yeniden dikecek ve saltanatlarını kuracaklardır."

Kudüs'teki şerefli kayanın üzerindeki kubbe şahane bir İslâm mi-marisidir. Bu kubbeyi Emevi halifesi Abd'ul-Melik b. Mervan yaptır­mıştır. Kubbenin yapımı yedi yıl sürmüştür.

Hicri 927 yılında vefat eden Kâdî Mücir'ud-Din Hanbelî bu kub­benin nasıl yapıldığını El-Üns'ül Celîl bi Târih'il-Kudsi ve'UHalil isim­li kitabında anlatmaktadır.

Kâdi Mücir'üd-Dîn diyor ki:

Abd'ul-Melik b. Mervan Kudüs'e gelince şerefli kaya üzerine bir kubbe yapılmasını emretmeyi düşündü. Bu maksatla diğer şehir­lerde bulunan tüm valilerine bu maksadını açıklayan, mübarek ka­yanın bulunduğu yere, müslümanlan sıcak ve soğuktan koruyacak bir kubbe ile birlikte bir mescid yaptırmak istediğini bildiren mek­tuplar gönderdi.

Abd'ul-Melik halkın görüşünü almadan bu düşüncesini uygulamaktan hoşlanmamıştı. Bunun için gönderdiği mektuplarda bu konuda fikri olanların kendisine ne düşündüklerini bildirmelerini istedi.

Çeşitli yerlerden, aynen Abd'ul-Melik gibi düşünüldüğünü, bunun iyi bir şey olacağını, inşaallah bu kubbe ve mescidin tamamlan­masının kendisine nasib olmasını ve böyle bir şeyin hem halife hem de geçmişler için değerli bir hatıra olacağını bildiren mektup­lar geldi.

Abd'ul-Melik inşaat için yüklü bir para ayırdı. Söylendiğine göre bu para yıllarca Mısır'dan alınan vergiler idi. Buradan elde edilen altmlar(dan bir kısmın)ın kubbenin üzerine konulmasını isteyerek onları doğu tarafındaki kayanın önünde bulunan kubbenin üerine koydurdu. Önce kubbenin yapılmasını istedi, sonra (altınları) top­lu halde kubbenin üzerine doldurttu.

Camiin ve kubbenin yapımında Ebu'l-Mikdâm Reca b. Haye el-Kindi'yi görevlendirdi. Bu zâta ek olarak Kudüs'ün yerlilerinden olan kendi kölelerinden Yezîd b. Selam'ı da görevlendirdi.

Söylendiğine göre Abd'ul-Melik önce nasıl bir kubbe yapılmasını istediğini sanatkarlara tarif etti. Önce kayanın doğu cephesinde bulunup Zeytin yönünde olan ve Silsile adı verilen küçük kubbe­yi Abd'ul-Melik Kudüs'te iken yaptılar. Halife bundan hoşlandı. Aynen tasarladığı gibi kubbe (ve mescidin) yapılmasın emretti. Reca ve Yezid'e gerekli masraflar yapılmak üzere emirler verip harcanacak paradan ayrı olarak kubbenin üzerinin altınla kaplan­masını emretti.

Mescid'in doğusundan batısına doğru olan kubbenin bulunduğu yerden inşaata başlandı. İnşaat bitip yapı tamamlanınca bu işi üst­lenmiş olan Reca ve Yezid, Şam'da bulunan Abd'ul-Melik'e mes­cidin ve kubbenin inşaatının bittiğini, hakkında bir şey söylenme­yecek derecede güzel olduğunu, harcanması için emredilen para­dan 100 bin dinar arttığını, bunu halifenin hoşuna giden yerde har­camasını bildiren bir mektup yazdılar.

Halife, görevlilerine: "Artan parayı mübarek mescid'in inşaatın-daki görevinizden dolayı size ödül olarak veriyorum" diye yazı gönderdi. Görevliler halifenin mektubuna şöyle cevap verdiler: "Ey halifemiz! Kendi paramızı bu mübarek yere harcamak bir ya­na, onlara eşlerimizin ziynetlerini ekleyerek harcamaya bizi daha layık görmez misiniz? Biz bu inşaatta görev yapmaktan dolayı böyle bir parayı alamayız. Bunu siz dilediğiniz yere harcayınız." Bunun üzerine Abd'ul-Melik, artan altının eritilip döküm yapıla­rak kubbenin üzerine kaplanmasını bildiren bir yazı gönderdi. Kubbenin üzerinde o kadar çok altın olmuştu ki burada ne kadar altın olduğunu kimse tahmin edemezdi.

Hilafetin Velid b. Abd'ul-Melik'e geçmesinden sonra Mescidin doğu tarafı yıkıldı. O sırada hazinede para yoktu. Halife, kubbe üzerindeki altın kaplamanın para şeklinde basılıp, yıkılan yerin yaptırılması için harcanmasını emretti. Kubbenin ve mescid'in ya­pımı hicretin 73. yılında tamamlanmıştı.

İşte bu kubbe 9 yüzyıldan beri barbar haçlı hücumlarının hedefi olmuştur. Miladi 1099 tarihinde Kudüs'e giren sömürgeciler bu kubbe­yi ve Mescid-i Aksâ'yı istilâ ettiler ve burasını kiliseye çevirdiler.

Cenab-ı Hak Selahaddin Eyyubi'nin buralara gelmesini diledi; kubbeyi ve Mescid-i Aksâ'yı eski haline iade etti. Bugün Yahudiler ay­nı felaketi tekrarlayıp, bu mübarek kubbeyi işgal ederek onunla oyna­maktadır. Siyonist işgalciler buraya dostları olan kadınlarla ve şarkıcı kadınlarla girmektedirler.

Yahudiler bu noktada durmayıp Mescid-i Aksâ'nın kütüphanesini yağmalamıştır. Bu kütüphane nefis eserlerle dolu idi. Antik değeri ve üstün kıymeti sebebiyle para ile kıymete vurulmayacak düzeyde bas­ma ve yazma son derece değerli kitaplar vardı. Bunların hepsi yağma edilmiştir.

Daha sonra ilk başlarda Mescid-i Aksâ'nın temelleri altında kazı­lar yaparak Mescid-i Aksa üzerindeki saldırılarını sürdürdüler. Zaman zaman mescidin yıkılıp çökmesine yol açacak derecedeki bu kazılar onlarca metre derinlikte olmuştur. Bu kazı eylemleri sadece Mescid-i Aksa üzerinde büyük tehlikeler oluşturmakla kalmamış, Yahudiler bu kazılar sebebiyle Mescid-i Aksa çevresinde bulunan beş adet medrese­yi, bir takım cami ve tarihi yerleri de yıkmıştır.

Yahudilerin gerçekleştirdiği bu tehlikeli kazı işlemi ile ilgili bir ra­por bulunmaktadır. Buna göre kazı işlemleri, herem-i şerifi çevreleyen surun altından güney ve batı yönlerinden başlamıştır. Daha sonra kuzey ve doğu yönlerine uzanmıştır. Sonunda Silsile ve Esbat kapılarının bu­lunduğu yerden geçerek, Şihabi avlusu denen yere kadar ulaşmıştır.

Yahudiler bu kazı faaliyetlerinde bir takım büyük makineler kul­lanmıştır. Bu tür makinalarm kullanımından doğan şiddetli sarsıntılar çevredeki eski binaları çökme tehlikesine maruz bırakmıştır. Gerçek­ten mescidin güney yönünde bu çalışmalar büyük zararlara sebep ol­muştur. Mescidin bu bölümü âdeta alt kısmı oyulmuş bir bölge üzerin­de havada kalmıştır. Buradaki yapıların ağırlığına, altı oyulan bu bö­lüm uzun süre tahammül edemez. Belki bir süre sonra mescidin bu bö­lümü yıkılacaktır. Böyle bir sonuç, Kudüs halkını bir emr-i vaki karşı­sında bırakmak üzere, İsraillilerin pis bir oyunu ve tuzağıdır.

Mescid-i Aksâ'mn batı cephesi ise ilk bahar, son bahar ve kış se­zonlarında Kudüs bölgesine bol olarak düşen yağışların meydana ge­tirdiği yağmur seli tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Yahudilerin düşünce yapısındaki çirkinlik o derecededir ki bu, ne beklenmeyecek bir şey ne de tuhaf bir şeydir: Kudüs'ün yağış aldığı sı­ralarda Yahudi, Mescid-i Aksâ'nm altındaki tünellerin içerisinde bulu­nan suyu çeken âletleri durdurur, çalışmaz hâle getirir. Yağışlı mevsim­lerde bu tüneller bir çamur deryası haline gelir. Neredeyse Mescid-i Aksa tamamiyle bu tünellerin boşluğunda çamur deryasına batmış hâ­le gelir. Böylece Yahudilerin Filistin'deki en önemli İslâmî eseri yerle bir etme arzusu -belki bir gün- yerine gelecektir.

1948-1969 tarihleri arasındaki yirmi yıllık süre içerisinde İsrail, bin adet cami ve ilim yuvası yıkmıştır. Yahudilerin bundan sonra yıka­cağı şeylerin neler olacağım Allah bilir.

Yahudilerin Kudüs'te yıktığı medreselerin bir listesini aşağıda ve­riyoruz:

1. Selahaddin Eyyubi tarafından miladi 1192 yılında yaptırılan Selahiyye medresesi,

2. Miladi 1193 yılında yaptırılmış olan Efdaliyye medresesi,

3. Selahaddin Eyyubi'nin hazinedarı olan Emîr Meymun tarafın­dan 1021 miladi tarihinde yaptırılan Meymuniyye medresesi,

4. Sultan Muazzam İsa tarafından milâdi 1207 yılında yaptırılan Nahviyye medresesi,

5. Milâdi 1213 yılında yaptırılan Nâsıriyye medresesi,

6. Milâdi 1213 yılında yaptırılan Dürriyye medresesi,

7. Milâdi 1295 yılında yaptırılan Devâdiriyye medresesi,

8.  Milâdi 1300 yılında yaptırılan Selâmiyye medresesi,

9. Milâdi 1307 yılında yaptırılan Caligiyye medresesi,

10. Milâdi 1315 yılında yaptırılan Câviliyye medresesi,

11. Milâdi 1319 yılında yaptırılan Kerîmiyye medresesi,

12. Milâdi 1340 tarihinde yaptırılan Tengiziyye medresesi,

13. Milâdi 1362 yılında yaptırılan Tâziyye medresesi.

Bunlardan başka (yıktırılan) daha birçok medrese bulunmaktadır.

Ürdün Din İşleri Bakanı Filistin'de bulunmuş ve İsrail'in saldırısı­na uğrayan kutsal yerler hakkında bize bilgi vermiştir. Bunların çoğun­luğu Kudüs'tedir.

Bakan, bunlardan büyük bir kısmının cami, zaviye, tekke, pey­gamber, sahabe, şehit ve mücahit makamlarından oluşan yerler oldu­ğunu söylemiştir.

Bunlar arasında Mescid-i Aksa, Kubbe-i Sahra-i Müşerrefe ve Kuds-ü Şerifin etrafını çevreleyen harem-i şerif alanındaki binalar da yer almaktadır. Aslında Mescid-i Aksa denince bu yapıların tümü an­laşılır. Nitekim Ürdün batı yakası ilim adamlannca 1967 Ağustosunda açıklanan fetvada net bir şekilde bu ortaya konmuştur. 1968 ve

yıllarında Kahire'de İslâmi Araştırmalar Konseyinin gerçekleştirdiği iki konferansta bu fetvayı destekleyen kararlar alınmıştır.

Mescid-i Aksâ'da bulunan İslâmi kutsallığı olan yerlerden biri de batı duvarındaki Burâk-ı Şeriftir. Diğer kutsal yerler şunlardır:

a. Halil girişinde Hz. İbrahim mescidi,

b. Kudüs'te Hz. Davud'un türbesi,

c. Hz. Davud türbesinin yanındaki mescid.

Bu mescitte 1948 siyonist işgaline kadar müslümanlar namaz kı­lıp dua ederlerdi. İşgalden sonra müslümanlann burada namaz kılması yasaklandı.

d. Hz. Musa'nın makamı ve mescidi.

Bu mescidin etrafında başka binalar ve arsalar vardır. Bu mescidi sultan Zahir Baybars yaptırmış, bir çok vakıf mal bırakmıştır. Bu mes­cid, Eriha yolu üzerinde Kudüs'ün doğusundadır.

Filistin'de Sahâbî Şeddad b. Evs ve Ubade b. Sâmit gibi büyük zâtların türbeleri vardır. Bunlar Mescid-i Aksâ'nm doğu sur'u yanında Bâb'ur-Rahme mezarlığında medfundurlar. Bunlardan Hz. Ubâde Fi­listin'de müslüman olarak ilk defa hakimlik görevi yapan zâttır.

Filistin'deki meşhur kabirlerden biri de kendi adı ile meşhur ma­hallede bulunan sahabi Şâse'nin kabridir, ki bu kabir Kudüs'te kendi adıyla anılan caminin içindedir. 1948 Ağustosunda Siyonistler bu me-zan yerle bir ettiler.

Yahudilerin İslâm eserlerine karşı yaptıkları düşmanlıklardan biri­si de şöyledir: Vakıf sahibi müslümanları vakıf eserlerini yenilemek veya tamir etmeye mecbur tutuyor. Yapılacak yenileme ve tamir çalış­malarında altından kalkılmaz şartlar ileri sürüyor. Bunun üzerine vakıf sahipleri öyle bir sıkışıyorlar ki vakıftan vazgeçiyorlar. Böylece Yahu­diler bu vakıflara el koyup doymak bilmez iştahları için yutulmaya el­verişli bir lokma olarak zaptediyorlar.

Yahudilerin Mescid-i Aksâ'da çıkardığı yangındaki günahkâr ateş Kudüs'te Sant Ketrin Kilisesine kadar uzandı. Tur dağının üzerinde Sİ-na'daki bu kiliseyi de yaktılar.

Bu kilisenin aynı zamanda İslâm eserleri ile de sıkı bir ilişkisi var­dır. Bu kilise İslâm-Hristiyan tarihi eseri sayılır. Bu kilisenin ortasında Fatımiler döneminde yapılmış bir cami vardır.

Sant Ketrin kilisesi, dünyadaki en eski kilisedir. Milâdi 527 yılın­da imparator Jüstinyen tarafından yaptırılmıştır. Bu kilise azize Ket-rin'in adı ile anılmaktadır. Azize Ketrin Mısır'ın İskenderiyye kentin­den bir genç kızdır. Hristiyanlığa inanmış, bu yola davette bulunmuş ve bu yolda şehit edilmiştir.

Kilisenin içindeki mescide Fatımî Mescidi denmektedir. Çünkü bu cami Fâtımîler döneminde hicri altıncı yüzyılda yapılmıştır. Bu ca­miin aslının Hz. Ömer dönemine kadar dayandığını söyleyenler vardır.

Kilise içindeki bu camiin uzunluğu 10, eni 7 metredir. Minaresi ile birlikte cami kilisenin tam ortasında bulunmaktadır.

Hristiyan rahipler bu camiyi itina ile korurlardı. Yahudiler gelince bu camiyi de yaktılar. Camide bazı araştırmacıların ifade ettiği gibi iki tarihi bölüm vardı. Bunlardan biri kürsü, diğeri minberdir. Bunlar sert cinsten bir ağaçtan yapılmıştır. Kürsü pramit şeklinde olup dört tarafın­da işlemeler vardı. Bu işlemeler arasında camiyi yaptıran zâtın adı ve Sina çölündeki diğer eserlerinin ismi bulunuyordu. Bu zât, Emir Mü-nir'ud-Devle Ebû Ali el-Mansur Anuştekin el-Emrî'dir.

Minber'in üzerinde de yaptıran zâtın adı ve yapılış tarihi yazılıy­dı. Bu yazı "Emîr'ul-Haremeyn Seyf ul-İslâm Kâfil-u Kudât'il-Müsli-min Ebu'l-Kasım Şâhinşah, Allah onunla dini güçlendirsin!" şeklinde­dir. Tarih de 500 Rebi'ül-Evvel'dir. Gene minberin üzerinde şu yazı gö­rülmektedir: "La ilahe illallah lâ şerike leh. Lehül mülkü ve lehül ham-dü yuhyî ve yümît. Ve hüve alâ külli şey'in kadîr. Allah İmam Ebû Alî Mansûr'a yardım etsin. O bu minberin yapılmasını emretmiştir. O İs­lâm'ın kılıcı, müslümanlann koruyucusu Ebü'l-Kâsım'ul-Efdal Şehin-şah'tır. Minberin yapımı, hicretin 500. yılında Rebî'ül-Evvel ayının başlarında tamamlanmıştır."

Kilisede çalışma esnasında müslümanlar, buradaki camide na­mazlarını kılarlar, aynı zamanda rahipler ve hristiyanlar da kilise için­de ibadetlerini yerine getirirlerdi.

Tarihçilerin bildirdiği en değerli tarihi belgelerden birisi, Hz. Pey-gamber'in, hicretin ikinci yılında bu kilisenin rahipleri için verdiği zimmet belgesidir.

Yahudilerin İslâm eserlerine yaptıkları saldırı Halil kentindeki Hz. İbrahim makamına kadar uzanmıştır.

Yahudilerin buraya olan saldırısı, 1948 yılında burada bulunan bir İslâm mescidini kendileri için ibadethane olarak kullanmak suretiyle gerçekleşmiştir. Bundan dolayı çok protestolar yapılmış, fakat Yahudi­ler hiç aldırış etmemişler, taşkınlıklarını sürdürmüşlerdir. Halil kentin­deki askeri yönetici bir emir vererek Yahudilere Makam- İbrahim ha­reminde ibadet imkanı sağlanmasını istemiştir. Bunun üzerine askerler Yahudilerin ibadet etmelerini sağlamak üzere makinalı tüfekleriyle ca­miye girmişlerdir. Böylece bu camiyi bir yahudi mabedine çevirmişler­dir. Ayrıca içinde bir çok peygamber mezarının bulunduğu mağaraya ulaşmak gerekçesi ile Makam-ı İbrahim'in haremi yakınlarında kazılar yapmaya başlamışlardır.

Yahudilerin Hz. İbrahim'in makamındaki harem'i işgalleri ve Ya-hudileştirme çalışmaları aşamalar halinde sürmüştür. İsrail önce ha­rem'i işgal ile ise başladı. Daha sonra üzerine İsrail bayrağı çekti. Da­ha sonra harem üzerine altı köşeli yıldızını yerleştirdi ve harem çevre­sinde bulunan evleri yıktı.

Buradaki cami 1969 senesi Eylül ayı sonunda 24 saat süreyle ka­palı tutuldu. Ama buraâa Yahudilerin ibadetine izin verildi. Daha son­raları fanatik Yahudilerin ifadesi ile harem civarında bir yahudi mabe­di yapılacağı söylentisini yaymaya başladılar.

Daha sonra peygamber kabirlerinin bulunduğu Mekfilâ minaresi bölgesine İsrail bir müdür tayin etti ve burasının mülkünün kendisine ait olduğunu iddia etti. Haremde günlük olarak Yahudilere müsade edildi.

Daha sonra haremdeki İslâmi belirtileri bozmak için kazılar yap­maya başladılar. Arkasından Halil kentini Yahudi yerleşimine açma ka­rarı aldılar. Ve gerçekten Halil kentinde Yahudiler için mamur bir böl­ge meydana getirdiler.

Şair'in dediği gibi hikâye henüz tüm bölümleri ile tamamlanmadı.

Yahudiler batı yakasında içerisinde yazma eserlerin ve belgelerin bulunduğu İslâm kütüphanelerine el koymada çeşitli yollara başvurdu. Kütüphanelerden Ölü Deniz ile ilgili belgeleri çaldılar. Bu kütüphane­lerde şahane İslâmî eserler vardı. Bu eserlerin değeri hakkında antik eser uzmanları uzun uzadıya bilgi vermişlerdir.

 

 



[1] Buradaki isnad tabiri Arab Edebiyatında bir terimdir.