HZ. PEYGAMBERİN (S.A) MÜBAREK SÖZLERİ
Hz. Peygamber'e Seyyid Denilmesi
Hatip Camiye Girerken Salavat Getirmek
Hz. Peygamberin Doğum Gününü Kutlamak
Hz. Peygamberin (S.A) Ümmiliği
Hz. Peygamberin Öldükten Sonraki Hayatı
Hz. Peygamber'in Hadislerinin Toplanması
Dünyada Adeta Bir Garip Gibi Ol
Hz. Peygamberin Mukavkıs'a Mektubu
Peygamberlerin Gönderildiği Yerler
Hz. Peygamber Hangi Gün Doğdu?
Hz. Peygamber'in Kur'an'dan Etkilenmesi
Hz. Peygamberin Miraçta Rabbîni Görmesi
Halifelik Ve Muhammed'ın Ailesi
Birbirinizin Sırlarına Vakıf Olsaydınız Birbirinizin Cenazesine Gelmezdiniz
Hadis Kitaplarını Biraraya Getiren Kişi
Hz. Peygamber'e Sevdirilen Şeyler
Hz. Peygamberin Kendisi İçin İstiğfar Etmesi
Hz. Peygamberin Hicretinde Gençler
Hz. Peygamberin Sakalının Kılları
Rasulullah'ın Dilinden Farklı Bir Dua
Hz. Peygamberin Yaptığı Benzetmeler
Rasulullah'ın Ahlakı Kur'an İdi
Hz. Peygamberin Eşsiz Deha Ve Şahsiyeti
Hz. Peyamber'ın Sünnetinin Konumu
Hz. Peygamberin Doğumunu Kutlamak
Hz. Peygamber'in Kabrinin Resmini Duvarlara Asmak
İslâm Ve Peygamberimizin Mucizeleri
Sünneti Delil Olarak Kullanmak
Hz. Peygamberin Doğumunu Kutlamak
Hz. Peygamberin (S.A) Zürriyeti
Hz. Peygamber'in (S.A) Sülalesi
Hz. Peygamber Mî Yoksa Hz. Ebu Bekir Mi Yaşça Daha Büyüktür?
Hz. Peygamberin (S.A) Savaşlarının Sayısı
Hicret Esnasında Hz. Peygamberin Yaşı
Hz. Peygamber'e Salavat Getirmek
Hz. Peygamberin Annesinin Doğduğu Yer
Hz. Peygamber'den Sonra Müslümanların Önderi
Hz. Peygamber Ve Ashabına Göre Şaka Ve Latife
Hz. Peygamber'in Şam Yolculuğu
Hz. Peygamber'in Doğumunun Hatırlattıkları
Liderlerin Önderi Hz. Peygamber
Arabların İçinden Çıkan Peygamber
Hz. Peygamberin Şaşkınlıkla Vasıflandırılması
Gözlerinin Körlüğüne Karşın Kalb Gözleri Açık Olan Sahabiler
Bir Muslumanın Dıger Müslümanın Pazarlık Halinde Olduğu Şeyi Satın Alması
Soru: İki kişi arasında ihtilaf çıktı. Birisi, "Hz. Peygamber'den söz ederken Seyyidina Muhammed dememiz gerekir" dedi. Diğeri ise böyle demenin haram olduğunu söyledi. Bu konuda dinin hükmü nedir?
Cevap: Seyyid kelimesinin pek çok anlamı vardır. Bunlardan üç tanesi önemlidir:
Birincisi: Herhangi bir tamlama ve kayıt olmadan yalın bir şekilde kullanıldığı zaman Allah'ın bir sıfatıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a) "es-Seyyid, Allah'tır" buyurmuştur.
İkincisi: Milletinin önderi olan adam anlamına gelir. Yani ilmiyle, saygınlığıyla, ahlakıyla ve güzel davranışlarıyla onların önünde ve başında olan kimse demektir. Bu sebeple seyyid, toplumun yoneticisidir, denilir. Toplumu yönetecek kişilerin ahlaklı olmaları şart olduğu için erdemli kişilere de seyyid denilir. Kur'an-ı Kerim'in Yahya b. Zekeri-ya'yı (a.s) Seyyid diye nitelendirmesi bu kabildendir:
Zekeriya mabedde namaz kılarken melekler şöyle nida ettiler: "Allah sana, kendisi tarafından bir kelimeyi tasdik edici, seyyid, iffetli ve salihlerden bir Peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." (Âl-i İmran/39)
Müfessirler Yahya'nın (a.s) ilim ve ibadetle seyyid olduğunu ve bununla mü'minlerin önderi haline geldiğini söylemişlerdir.
Üçüncüsü, eş/koca demektir. Kur'an-ı Kerim'in Yusuf ve Züleyha kıssasında seyyid kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:
...Kapının yanında onun seyyidine(=kocasına) rastladılar. (Yusuf/25)
Yine Hz. Aişe'den gelen bir hadiste de bu manada kul anılmıştır. Bir kadın Hz. Aişe'ye kınayı sormuştu. Hz. Aişe ona şöyle cevap verdi: "Benim seyyidim(=efendim) Rasûlullah (s.a) kınanın kokusundan hoşlanmazdı." Ümmü'd-Derdâ da kocası Ebud Derdâ'dan bir hadis naklederken "haddeseni seyyidi Ebu'd-Derda" ifadelerini kullanır.
Kur'an-ı Kerim'in Hz. Yahya'yı seyyid (efendi) olarak vasıflandırması bir insanın bu lakapla isimlendirilmesinin cevazına delildir. Nitekim bir insanın aziz ve kerim diye isimlendirilmesi de caizdir. Rasûlullah (s.a) Sa'd b. Muaz'ı kastederek Ensar'a şöyle buyurmuştu:
Efendiniz için ayağa kalkınız.
Büharî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) (torunu) Hasan'dan (r.a) söz ederken şöyle derdi:
Bu benim oğlumdur, (şeref sahibi) bir seyyiddir(=efendidir). Umarım ki Allah bu oğlum sebebiyle yakında mü s lü mani ardan iki büyük fırkanın arasını ıslah eder.
Rasûıullah'a soruldu:
- Seyyid kimdir?
- İbrahim (a.s)'dır.
- Senin ümmetinden de seyyid var mıdır?
- Evet vardır. Allah'ın kendisine mal verdiği hoşgörüyle rızıklan-dırdığı kimsedir. Böyle bir kimse şükrünü eda eder ve şikayetini insanlara yapmaz.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Her insan bir seyyiddir/efendidir. Erkek, ailesinin efendisidir, kadın da ailesinin hanımefendisidir.
Hz. Peygamber kendisinden söz ederken de şöyle demiştir:
Ben de bütün insanlığın efendisiyim(=seyyidiyim) fakat bunu övünmek için söylemiyorum.
Rasûlullah kendisiyle ilgili bu sözleri Allah Teâlâ'nın kendisine bahşettiği lütfü ve şerefi haber vermek ve O'nun nimetini anmak için söylemiştir. Bunun içindir ki "la fahra" yani övünmek için söylemiyorum, demiştir. Yani bu fazilet onun şahsi becerisiyle elde ettiği bir üstünlük değil, rabbinin bir lütfudur. O halde bununla gururlanmasına gerek yoktur. Bilakis Allah'a hamdetmesi ve şükretmesi gerekir.
Fakat buna rağmen Kur'an-ı Kerim, Rasûlullah'ı (s.a) birden fazla yerde sadece kendi ismiyle anmıştır:
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. (Âİ-i İmran/144)
Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. (Ah-zab/40)
Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29)
O halde bir kimse Kur'an'in üslubuna uyarak mesela "İnsanlığın ıslahatçısı Hz. Muhammed" veya "İnsanlığın kurtarıcısı Hz. Muhammed" ya da "İnsanların en hayırlısı Hz. Muhammed" gibi mücerred ismiyle Rasûlullah'ı anmış olsa bir hata veya suç işlemiş olamaz.
Yeri gelmişken ezanda geçen "eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" kelimeleri üzerinde de durmamız gerekir. Fıkıhçılar bu kelimelere seyyid kelimesinin de ilave edilerek "Eşhedü enne seyyidina Muhammeden Rasûlullah" denilmesini yasaklamışlardır. Aynı şekilde namazda da "et-Tehıyyatü" okurken teşehhüde ve "Allahümmü salli, Allahümme barik" dualarına da seyyidina kelimesinin ilave edilmesini fıkıhçılann çoğu mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar Hz. Peygamber'i (s.a) seyyidina yani efendimiz diye anmamız mubah (caiz) ise de bu kelimeyi ezan, ikamet ve teşehhüd esnasında kullanmak doğru değildir. Çünkü bunlar bize nasıl öğretilmişse, rivayetlerde nasıl gelmişse öyle okumak zorundayız. Nitekim "itaat etmek edepten daha hayırlıdır" denilmiştir.
Bir hadis-i şerifte geçtiğine göre bir adam Rasûlullah'a (s.a) "Sen Kureyş'in seyyidisin" demişti. Rasûlullah ona dedi ki: "Seyyid Allah'tır." Yani seyyidliğe gerçek manada müstehak olan sadece Allah Teâlâ'dır. Hz. Peygamber (s.a) yüzüne karşı kendisinin övülmesinden hoşlanrnamış ve tevazu göstermek istemiştir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Peygamber'i (s.a) seyyid (efendi) lakabıyla anmak, ezan, ikamet ve teşehhüd gibi ibadetlerin dışında mubah ve mendubtur. Hz. Peygamber'i (s.a), seyyid lakabının dışında (şanına münasip) başka vasıflarla anmak ise caizdir. Çünkü bu vasıflan söylemek ne farzdır, ne vacibtir, ne de Hz. Peygamber'den nakledilen bir sünnettir. [1]
Soru: Bir müezzin, hatip camiye girerken şu âyeti okuyor:
Allah ve melekleri, Peygambere salat ederler. Ey mü'minler! Siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.
Bunun bidat olduğunu söyleyenler de var. Sizin görüşünüz nedir?
Cevap: Allah Teâlâ yüce kitabı Kur'an-ı Kerim'de şanlı Peygamberine salavat getirilmesini emretmekte ve bu konuda Ahzab sûresi 56. âyette şöyle buyurmaktadır:
Allah ve melekleri, Peygambere salavat getirirler. Ey mü'minler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin. (Ahzab/56)
Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır:
Kim bana bir defa salavat getirirse Allah onun için on defa salavat eder (rahmet eder}.
Diğer bir hadiste şöyle buyurur:
Kıyamet günü insanların bana en yakm olanları, bana en çok salavat getirenlerdir.
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurur:
Günlerinizin en hayırlısı Cuma günüdür. O halde o gün bana çok salavat getirin. Çünkü salavatlarımz bana arz olunur.
Bazı fıkıhçüar, Hz. Peygamber'in mübarek isimleri her anıldıkça salavat getirmenin bir müslümana vacib olduğu görüşündedirler. Bu görüşlerine delil olarak da şu hadis-i şerifi naklerderler:
Yanında benim ismim anıldığı halde bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün. Ramazan ayma yetişip de affedilmeden bu ayı geçiren kimsenin burnu sürtülsün. Kendi yanında annesi-baba-sı ihtiyarlayıp da onların dualarını alıp cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün.
Fakat bu müezzin, hatib camiye girdiği esnada bu salavat âyetini okursa ve bu esnada bu âyeti okumanın Allah tarafından emredildiği-ne inanırsa dinde bidat çıkarmış olur. Bu sebeple böyle birşeyi sadece ve özellikle bu esnada yapmakta ısrarlı olmak, doğru değildir. Çünkü salat ü selam getirmek için böyle bir vakti gözetmek ne Kur'an'da, ne sahih sünnette emredilmiştir. Fakat müezzin bunu, hatibin camiye girişine bağlı kalmaksızın ve bunun dinde emredilmiş bir şey olduğu inancı içinde .bulunmaksızın tesadüfen ve tevafuken o esnada söylemiş olursa bundan dolayı da ayıplanmaz.
Müslümanlar için uygun olan, herhangi bir bidata meyletmeksizin Allah'ın emrini yerine getirmeleri ve Peygamber'in (s.a) sünnetine tabi olmalarıdır. Allah Teâlâ buyurur ki:
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için İslâm'ı beğendim. (Maide/3)
Abdullah ibn Mes'ud (r.a), Peygambere (s.a) nasıl salavat getireceğimizi bize öğreterek şöyle demiştir:
Rasûlullah'a (s.a) salat ü selam getirdiğinizde bunu güzel yapın. Çünkü siz bunun belki kendisine arz edileceğini bilmezsiniz.
"Bize bunun nasıl yapılacağını öğret!" dediklerinde, şöyle demelerini emretti:
Allahım! Senin salat ü selamın, rahmetin ve bereketin peygamberlerin efendisi, muttakilerin önderi, nebilerin sonuncusu, kulun ve rasûlün, iyiliğin önderi ve rahmet peygamberi Hz. Muhammed'e olsun. Allahım! Onu önceki peygamberlerin imrendiği makam-ı mahmuda (övülmüş makama) ulaştır. Allahım! İbrahim'e ve onun ailesine salat ettiğin gibi Muhammed'e ve onun ailesine de salat et. Sen Övgüye layıksın ve yüceler yücesisin. Allahım! İbrahim'e ve onun ailesine bereket ihsan ettiğin gibi Muhammed'e ve onun ailesine de bereket ihsan et. Sen övgüye layıksın ve yüceler yücesisin. [2]
Soru: Mevlit kutlamaları yapmak bidat mıdır?
Cevap: Hz. Peygamber (s.a) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir ve mü'minler için en hayırlı örnektir. Bu sebeple yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Andolsun ki Allah'ın Rasûlünde sizin için en güzel örnek vardır. (Ahzab/21)
Rasûlullah'ın (s.a) hayat hikayesini düşünerek ve ibret alarak okumak, bir mü'mini onun sünnetiyle hidayete ve onun izinden gitmeye sevkeder. Fakat Hz. Peygamber'in doğduğu gecenin anısına kutlamalar ve törenler düzenlemek İslâm'ın ilk dönemlerinde bilinmeyen bir iştir. Bu kutlamaları ilk defa başlatanlar hicri dördüncü asırda Mısır'da hüküm süren Fatimilerdir. Bir görüşe göre de bu işi ilk başlatan kişi Irak'ın Musul şehrinde yaşayan şeyh Ömer ibn Muhammed el-Mol-la'dır. Kendisi salihlerdendir. Sonra Irak'ın Erbil şehrinde el-Melik el-Hafız ibn Dıhye onun için mevlit kıssasını anlatan et-Tenvir fi Mevli-di'l-Beşiri'n-Nezir isimli bir kitap telif etmiş ve karşılığında kendisinden 1000 dinar Ödül almıştır.
İmam Ebu Şame bu olayla ilgili düşüncelerini şu sözlerle açıklamaktadır:
Zamanımızdaki en güzel bidatlardan (yeniliklerden) birisi de her sene Hz. Peygamber'in doğum günü münasebetiyle Erbil şehrinde yapılan kutlamalardır. Bu, kutlamalarda sadakalar verilir, iyi ve güzel şeyler yapılar, süslenilir ve sevinç gösterileri yapılır. Bu esnada yapılan fakirlere yardımlarla birlikte bu törenler, Rasûlul-lah'a (s.a) sevgi ve saygıyı, onu alemlere rahmet olarak gönderen Allah Teâlâ'ya minnet ve şükran duygularını ifade eder. Allah'ın salat ve selamı Hz. Muhammed'in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
Fakat bu güzel anma törenlerinin, kötülüklerinden ve günahlardan, kadın-erkek birlikteliğinin sebep olacağı fenalıklardan, bu münasebetle pek çok kişinin alışkanlık haline getirdiği ve Allah ve Rasûlü-nün razı olmadığı bidatlardan uzak olması gerekir.
Bu kutlama günlerinde yapılması gereken en hayırlı şey, Hz. Peygamber'in hayatını okumak, bu hayatın ihtiva ettiği ibretleri ve öğütleri anlamak, sonra da onun getirdiği bu büyük dinin programı üzere hareket etmektir. O dinin sahibi yüce rabbimiz şöyle buyur m akta dır:
Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Maide/15-16) [3]
Soru: Mevlit kutlamaları ve Rasûlullah'ı (s.a) övmek güzel bir bidat mıdır, yoksa çirkin bir bidat mıdır? Çünkü bazı âlimlerin buna bi-dat-ı hasene (güzel bir bidat), bazı âlimlerin de çirkin bir bidat (bidat-ı seyyıe) olduğunu söylediklerini duyuyoruz. Doğru olan hangisidir?
Cevap: Rasûlullah'ın (s.a) doğumu, Allah tarafından nebilerin sonuncusu ve peygamberlerin önderi Hz. Muhammed'in dünyaya gönde-nhşmın bir ifadesidir. Şüphesiz hatırlatmanın mü'minlere çok faydası vardır. Rasûlullah'ın hayatıyla ilgili herşeyi hatırlamaya ihtiyacımız
vardır. Çünkü Allah Teâlâ'nın şu âyeti gereğincğe Rasülullah (s.a) bütün müslümanlar için en güzel örnektir:
Şüphesiz Allah'ın Rasûlünde sizin için en güzel örnekler vardır. (Ahzab/21)
Bu sebeple yeryüzünün doğusundaki ve batısındaki müslümanla-rın onun sünnetini ve çağrısını, ahlakını ve hayatını okumaları, bu münasebetle rablerinin dinini ve kitabını öğrenip anlamaları için yüce Peygamberin doğum gününü bir fırsat olarak değerlendirmelerinde hiçbir yanlışlık yoktur. Belki de bu, onların daha fazla hayır ve iyilik yapmalarına sebep olacaktır. Alim ve fakihlerden birisi şöyle söylüyor:
Müslümanların kendisini anmaktan en çok mutluluk duyacakları kişi elbette Hz. Muhammed Mustafa'dır. Onun hayatının her bir günü sevinç ve mutlulukla anılmaya layıktır. Fakat bu günlerin içinde üç tanesi vardır ki sevinç ve mutlulukla anılmaya diğerlerinden daha layıktırlar. Bunlardan birincisi onun doğum günüdür ki o gün onun bereketli, güzel bir ağaç gibi yetişmeye başladığı ve ışık saçan bir güneş gibi doğduğu gündür.
İkincisi peygamberlikle görevlendirildiği gündür ki o gün bu bereketli ağacın ilk güzel meyvelerini verdiği, Kur'an'm insanlara bir yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak inmeye, hidayet güneşinin dünyayı aydınlatmaya başladığı gündür.
Üçüncüsü hicret ettiği gündür. O günden itibaren bu bereketli ağaç en güzel meyvelerini vermiş, hidayet güneşinin parlak nuru bütün kainatı aydınlatmış, insanlar bu meyvelerle gıdalanmışlar ve bu nurla yollarını bulmuşlardır.
Bu kutlamalar vesilesiyle müslümanların yapmaları gereken en uygun faaliyetler, bu yüce Peygamberin çeşitli yönlerden büyüklüğünü hatırlamaları, hatırlatmaları, onun ahlakından, davranışlarından ve sözlerinden faydalı dersler ve kapsamlı öğütler almalarıdır. Onun hayatını bir çocuk, bir genç, bir eş, bir arkadaş, bir peygamber, bir komutan ve bir yargıç olarak incelediğimiz zaman onun her açıdan güzel bir örnek ve ideal bir model olduğunu görürüz.
Bu sebeple, büyük peygamber Hz. Muhammed'in doğum gününü anma törenlerini güzel bir gelenek olarak anlamamız gerekir. Allah'ın çizdiği ve mubah kıldığı sınırlar dahilinde kalmak şartıyla müslümanların bugüne önem vermelerinde ve bu münasebetle bir araya gelmelerinde asla hiçbir yanlışlık yoktur.
Bu kutlamaların Hz. Peygamber'in (s.a) hayatının, sünnetinin ve davetinin anlatılmasına ve tanıtılmasına tahsis edilmesi gerekir. Bu münasebetle konferanslar verilmeli, vaazlar ve konuşmalar yapılmalı, hutbeler okunmalıdır. Camilerde, derneklerde, kurum ve kuruluşlarda İslâm ve İslâm Peygamberiyle ilgili her konuda toplantılar tertip edilmelidir. Buna ilaveten ayrıca gazete ve dergilerde yazılar yazılabilir, İslâm ülkelerindeki çeşitli medya organları vasıtasıyla Hz. Peygamber'in hayatı ve İslâm'a daveti anlatılabilir.
Hz. Peygamber'in doğumunu kutlamanın kötü bir bidat olduğunu söylemelerinin sebebi bu kutlamanın zaman zaman bazı kötülükleri ve günahları ihtiva etmiş olmasıdır. Yoksa müslümanlardan bir topluluğun Rasûlullah'm hayatını, prensiblerini ve ahlakını dinlemek için bir araya gelmelerinde ayıplanacak hiçbir taraf yoktur.
Rasûlullah'ı (s.a) layık olduğu sekide övmek sadece mubah değil, her müslüman için vacibtir. Çünkü Allah Teâlâ yüce kitabı Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
Allah ve melekleri, Peygamber'e salavat getirirler. Siz de ona sa-lavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin. (Ahzab/56)
Bizim Peygamber'e olan salatımız onu medh ü sena etmeyi ve Allah katındaki saygınlığının daha da artmasını talep etmeyi de ihtiva eder.
Allah Teâlâ, Peygamber'ini Kur'an'm pek çok yerinde övmektedir: Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsin. (Kalem/4)
Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Ey Peygamber! Biz seni şahid, müjdeci, Allah'ın izniyle bir davet-çi ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik. (Ahzab/45-46)
Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir. (Tevbe/128)
Doğudaki ve batıdaki bütün müslümarilar ibret ve öğüt alma sınırlan içinde Rasülullah'ın (s.a) hatıralarını anmak için törenler düzenlesinler ve onların bu kutlamaları Rasülullah'ın sünnetiyle amel etmeye ve onun yolunda gitmeye bir vesile olsun. Allah çalışanların dostudur. [4]
Soru: Doğum gününü kutlamanın bidat olduğunu bile bile mevlit okumak caiz midir?
Cevap: Mekkelilerin Hz. Peygamber'in doğumunu hayırla yadet-tiklerini ve onun doğduğu evi ziyaret ettiklerini, bazılarının onun doğumuyla ilgili şiirler söyleyip onu övdüklerini tarihi kaynaklar haber vermektedir. Mesela Abbas ibn Abdilmuttalib Hz. Peygamber'e hitaben şu şiiri söylemiştir.
Sen doğduğun zaman yeryüzünü aydınlattın Senin nurunla aydınlandı bütün ufuklar.
Fakat selef, bizim şu anda bildiğimiz şekliyle mevlit okutma törenleri düzenlemeyi bilmiyordu. Şu anda yapılan şey, insanların bir yerde toplanmaları, aralarına bir mevlithanın oturması ve onlara Hz. Peygamber'in doğumunun hikayesini ve onunla ilgili olayları (gazel şeklinde) okumasıdır. Hz. Peygamber'in (s.a) doğumunu anmak maksadıyla tarihte ilk defa tören düzenleyenler Fatimiler'dir.
Alimlerden bir kısmı bir günah veya kötülük içermediği, ya da herhangi bir dini ahkama karşı çıkılmadığı müddetçe Hz. Peygamber'in hayatını ve kişiliğini anlatmak için düzenlenen törenleri, pek çok hayra vesile olan güzel bir yol şeklinde görürler. Böyle bir tören, bir
ibadet değil, bir âdet olarak değerlendirilir. Müslümanlar bu törenleri güzel bir şekilde değerlendirdikleri ve ondan yararlandıkları takdirde bu iyi bir adettir. Çünkü bu törenler müslümanların tanışmaları ve kaynaşmalarını pekiştirmek üzere kendi aralarında toplanmaları, Hz. Pay-gamber'in hayatını ve temiz kişiliğini tanımaları, İslâm'ın prensiblerini ve tevhid dininin ahkamını Öğrenmeleri için bir vesiledir.
Allah Teâlâ'mn yüce Peygamber'i hakkında şöyle buyurduğunu hatırlayalım:
Andolsun ki Allah'ın Rasûlünde en güzel örnek vardır.
Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.
Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.
Faziletli bir toplum için ideal model olan Hz. Muhammed'in (s.a) peşinden gidenlerin onun hayatını ve kişiliğini tanımaları gerekir. Mevlit kutlamaları, en güzel manalar, ideal örnekler ve ahlaki güzellikler vasıtasıyla insan ruhunu harekete geçirmek ve İslâm'ın şanlı tarihinden bazı sahneleri canlandırmak için iyi bir fırsat ve güzel bir hatırlama olarak değerlendirildiği müddetçe olumlu ve yararlı bir faaliyettir. Bu faaliyeti, İslâm'ın bir emri olarak değil, dinimizi ve Peygamberimizin siretini Öğreneceğimiz ve onu en güzel şekilde anacağımız bereketli vakitler için bir fırsat olarak değerlendirmek üzere icra etmeliyiz.
Bu törenleri dine aykırı ve Allah'ın gazabına sebep olacak her türlü davranıştan uzak tutmalıyız. Bu törenlerde söylenilen şeylerin tarihi ve İslâmı kaynaklara uygun olması. Hz. Peygamber'in siretiyle ilgili bilgilerin de sağlam rivayetlere dayanması gerekir. [5]
Soru: "Rasûlullah (s.a) ümm'i idi" sözünün anlamı nedir? Bu onun için bir eksiklik sayılır mı?
Cevap: Ümmi okuma ve yazma bilmeyen kimse demektir. Ümmi kelimesi Ümm yani anneye yapılan bir nisbettir. Bu kelimede insanın annesinden doğduğu hal üzere kaldığına bir işaret vardır. Allah Teâlâ yüce Peygamberini ümmi olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur.
O Elçiye, o ümmi Peygambere uyanlar... (Araf/157)
Öyle ise Allah'a ve ümmi Rasûlüne -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- iman edin... (Araf/158)
Hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in (s.a) okuma ve yazmayı bilmediği ifade edilmiştir. Kendisi şöyle demektedir:
Ben ümmi peygamber Muhammed'im.
Soruda da ifade edildiği gibi, "Allah Teâlâ Hz. Peygamber'in (s.a) acaba niye okuması yazması olmayan ümmi bir peygamber olmasını murad etti?" diye sorulabilir. Bu soruyu bazı bilginler şöyle cevaplandırmışlardır:
Ümmilik, Hz. Peygamber'in (s.a) dışındaki kimseler için bir kusur ve eksiklik olduğu halde Hz. Peygamber için bir övgü ve meziyet, hatta onun peygamberliğini kanıtlayan bir mucizedir.
Allah rahmet eylesin İmam Bûsiri şöyle demektedir:
Cahiliye döneminde bir ümmideki bu ilim sana kafi bir mucizedir. Bir yetimi rabbinin terbiyesi ne güzel bir terbiyedir (Yani bir yetimin böyle terbiyeli ve ahlaklı olması da bir mucizedir).
Çünkü o okuma yazma bilmediği, herhangi bir öğrenim görmediği, okur-yazar olan kimseden bir ilim almadığı halde, kendisinden le-dünni ilimler (yani Allah'tan doğrudan edindiği bilgiler) zuhur ediyordu. Onun geçmiş milletlere dair haberleri ve onların şeriatlerini bilmesi, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine vakıf olması, hatta çeşitli insanları en güzel şekilde idare etmesi, onların dini ve dünyevi bütün ihtiyaçlarını gözönünde bulundurması, her türlü güzel huylara sahip olması, istisnasız bütün insanlarda ne kadar güzel nitelik varsa bunların hepsini kendisinde toplaması -ki başka hiç kimse bu kadar iyi hasleti kendisinde toplayamaz ve onun bu vasıflara sahip oluşu herkes tarafından bilinir- bütün bunlar apaçık bir mucizedir ve onun peygamberliğinin parlak delillerinden biridir. Onun ümmiliğinin de bir meziyet olduğu aşikardır.
Okumak ve yazmaktan maksat bunlarla elde edilecek ilme sahip olmaktır. Çünkü okuma yazma ilmin bir vasıtası ve aletidir. Bizatihi birer gaye değildir. Maksat hasıl olduğu zaman bunlara ihtiyaç kalmaz. Hz. Peygamber'in (s.a) okuma yazması olsaydı şüpheler ortaya atılır ve kafirler, onun bu bilgileri geçmiş milletlerin kitaplarından okuyarak öğrendiğini söylerlerdi. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı. (Ankebut/48)
Allah Teâlâ bütün ahlaki güzellikleri onda toplamıştır, öncekilerin ve sonrakilerin ilmini ve mü'minlerin kurtuluşu ve başarısı için gerekli bilgileri ona vermiştir. O ümmidir; okuma yazma bilmez, hiçbir kimseden ders almamıştır. Rabbi ona hiç kimseye vermediği şeyleri vermiştir. [6]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) isimlerinden birisinin de el-Mâhi olduğunu duydum. Bu ismin anlamı nedir?
Cevap: el-Mâhi ismi Rasülullah'm (s.a) isimlerinden birisidir. Bu isim "bir izi yok etmek" anlamına gelen el-mahu kelimesinden türemiştir. Yazıyı sildi anlamında "meha'I-insanü el-kitabete" denilir. Ra-sülullah (s.a), rabbinin lütfü ve yardımıyla küfrü izale ettiği için el-Ma-hi diye isimlendirilmiştir. İman kelimesi onunla galip gelmiştir. O aynı zamanda kendisine iman edip tâbi olanların günah ve kötülüklerinin izalesine de vesile olmuştur. Allah Teâlâ, müslümanlığı kabul edip iman eden herkesin kafirliği esnasında işlediği bütün günah ve kötülükleri imha edip yok eder.
Bir görüşe göre el-Mahi isminin anlamı, Allah Teâlâ'nın Peygamberini (s.a) şirkin ve küfrün mahvına, tevhid ve imanın da üstün gelmesine sebep kılmış olmasıdır. Böylece batılın sancağı düşmüş, hakkın sancağı yükselmiştir.
Küfrün mahvedilmesiyle kastedilen ya Arab ülkelerinde ve Rasû-lullah'ın davetinin etrafında toplanan coğrafyalardan onun silinmesi, davetinin oralara ulaşması ve dinin oralara hakim olması, ya da bu mahvın daha genel ve kapsamlı olmasıdır. Yani onun dini, güneş gibi açık, net, şek ve şüpheden uzak, sahip olduğu gerçek belgeler ve doğru şahitler sebebiyle bütün batıllara galip gelecektir. İnsaf sahibi her akıllı kişi onun hak olduğunu ve ondan başka bir hakkın bulunmadığını kavrayabilir. Bu sebeple Allah Teâlâ Fetih sûresinde şöyle buyurur:
Bütün dinlere üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter. (Fetih/28)
Buharı ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöy-ile buyurmuştur:
Ben Mâniyim; Allah, küfrü benimle imha etti.
Bazı bilginler şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ küfrü Rasûlullah
Çs.a) ile imha ettiği kadar başka hiç kimse ile imha etmemiştir. Çünkü Allah onu, küfür çok yaygın iken ve insanlar küfrün ve şirkin pek çok çeşidine mübtela olmuşken göndermiştir. Kimileri putlara, kimileri yıldızlara, kimileri ateşe, kimileri de insan ve hayvan gibi başka şeylere tapıyorlardı. Rabbi tanımıyor, bir peygamber beklemiyor ve hakkı gözetmiyorlardı. İşte böyle bir ortamda Allah Teâlâ Peygamber'i vasıtasıyla batılı yok etti, hakkın sözünü yüceltti ve nihayet onun dinini doğulara, batılara ulaştırdı ve onun daveti güneşin doğduğu her yere yayıldı.'"[7]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) mübarek kabrinde diri olarak mı bulunuyor? Eğer öyle ise delili nedir? Allah Teâlâ şehitlerin beş özelliğini
belirtmiştir: Diri olmaları, rablerinin katında olmaları, rızıklandırıİmaları Ölümden sonra Rasûlullah (s.a) de bu vasıflalara sahip olacak mı?
Cevap: Âlimlerin cumhuru/çoğunluğu, Rasûlullah'ın (s.a) kabrinde mahiyetini bizim bilemiyeceğimiz ve ancak Allah'ın bileceği özel bir hayat ile diri olduğunu söylemişlerdir. Âlimler buna Kur'an'dan delil getirmişlerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim bize şehitlerin rableri katında din olarak bulunduklarını haber vermektedir. Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyin, Bilakis onlar diridirler, lakin siz anlayamazsınız. (Bakara/154)
Şehitlerin diriliği Allah Teâlâ'nın onlara bir çeşit ikramıdır. Rasûlullah (s.a) Allah katında Allah'ın yaratıklarının en şereflisidir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'ın alemlere bir rahmetidir. Alemleri aydınlatan bir kandildi]. Müjdeleyici ve uyarıcıdır. O halde öldükten sonra diri olmaya ve refik-i a'la'ya ulaşmaya çok daha layıktır.
Bir hadis-i şeriflerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Benim hayatım sizin için hayırdır, ölümüm sizin için hayırdır. Sizin amelleriniz bana arzolunur. Bir iyilik yapmışsanız Allah'a hafnd ederim. Bir kötülük yapmışsanız sizin için Allah'tan af ve mağfiret dilerim.
Abdullah b. el-Mübarek Said .ibn el-Müseyyeb'den şöyle rivayet eder: "Sabah akşam ümmetinin amellerinin Rasûlullah'a (s.a) arzedil-mediği hiçbir gün yoktur. Rasûlullah (s.a) onları ve amellerini simalarından tanır.1'
Bu hadis mürseldir ve ileri gelen tâbilerden birisinin rivayetidir. Senedi sağlamdır. Müsned olarak Enes'ten de rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud'dan da ceyyid bir isnadla ve merfu olarak rivayet edilmiştir. Hadis âlimlerinin ittifakıyla makbul bir hadistir.
Yukarıdaki bilgilerden anlıyoruz ki Rasûlullah (s.a) kabrinde hakikatini ve mahiyetini bilemeyeceğimiz özel bir hayat ile diri olarak bulunmaktadır. Bu konudaki bilai Allah Teâlâ'ya havale edilir.
Kur'an-ı Kerim şehitlerin vasıflan şunlardır: diri olmaları, Allah tarafından rızıklandırılmalari, imanlarında sadakat gösteren mü'min kardeşlerinin de kendilerine kavuşacakları müjdesine nail olmalarıdır. Bu konuda Al-i İmran sûresinde şöyle buyurulur:
Allah yolunda öldürülenleri sakın Ölü sanmayınız. Bilakis onlar d diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile i'»;, sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit ;j kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah'tan gelen nimet ve keremin; Allah'ın, mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci 0'- içindedirler. (Âl-i İmran/169-170)
Biz biliyoruz ki Allah'ın Rasûlü, Allah'ın yarattıklarının en hayır-lısıdır. Kıyamet günü abdest azaları nişanlı olanların önderidir. Dünyada ve alemlerin rabbine kavuşulacak günde mü'minlerin imamıdır. Cennete ilk girecek olan odur. Rabbinin katındaki övülmüş makamın sahibidir. Bütün bunlar bizim şöyle dememizi gerektiriyor: Madem ki şehitler Yüce Allah'ın katında bütün bu Özelliklere ve ayrıcalıklara sahip olacaklardır, o halde Hz. Peygamber (s.a) bütün bunlara onlardan daha fazla layıktır. Allah Teâlâ Rasûl-i Ekrem'e (s.a) hitaben: "Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle, bir davetçi ve bir nur saçan kandil olarak gönderdik" (Ahzab/45-46) derken, Allah'ın lutfundan başkaları yararlandığı halde Rasûlullah'ın yararlanmayacağını nasıl düşünebiliriz?! [8]
Soru: Hz. Peygamber'in halalarının sayısı ve isimleri hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Şihabüddin en-Nuveyri'nin Nihayetü'I-Erab'le zikrettiğine göre Rasûlullah'ın (s.a) altı tane halası vardır. Birincisi Safiye bintü Abdulmuttalibtir. Hicri yirmi yılında Hz. Ömer'in halifeliği dönemin-
de vefat etmiştir. Öldüğü esnada 73 yaşındaydı. Baki kabristanına def-nedilmiştir.
İkincisi Atike bintu Abdilmuttalib'tir. Üçüncüsü Ervâ bintu Abdil-muttalib'tir. Dördüncüsü Ümeyme bintu Abdilmuttalib'tir ve Hz. Peygamber'in kendisiyle evlendiği Zeyneb'in annesidir. Beşincisi Berra bintu Abdilmuttalib'tir. Altıncısı ise Ümmü Hakim el-Beyzâ bintu Abdilmuttalib'tir.
Burhan el-Halebî, es-Siratü'n-Nebevî'de şunları söyler: Hz. Peygamber'in altı tane halası vardır. Bunlardan Ümmü Hakim, Âtıke, Berra, Erva ve Ümeyme Hz. Peygamber'in babası ile ana-baba bir kardeştir. Safiyye ise Hz. Hamza ile ana-baba bir kardeştir... Rasûlullah'ın (s.a) halalarından onun peygamberliğine yetişip de müslümanlığı kabul eden sadece Safiyye'dir. Bunda ihtilaf yoktur. Safiyye Zübeyr ibn el-Avvam'ın annesidir ve İslâmiyet'i kabul edip hicret etmiştir. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde de vefat etmiştir. Bir görüşe göre Bedir günü rüya gören Atike de müslüman olmuştur. Bir görüşe göre Erva da müslüman olmuştur. Bazıları "Atike'nin müslüman olmadığı bilinmektedir" demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. [9]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) hadiselerinin onun vefatından sonra toplandığını biliyoruz. Bu toplama işi nasıl yapıldı? Bu hadisleri toplayanların, topladıkları hadislerin sağlamlığını tesbit için aradıkları şartlar nelerdi? Bu hadisler harfi harfine Rasûlullah'ın söylediği sözler midir, yoksa toplanma esnasında lafızları değil de manaları mı esas alınarak toplanmıştır?
Cevap: Hz. Peygamber'in (s.a) hadisleri kendisi hayatta iken yazılmadı ve biraraya getirilmedi. Rasûlullah, Kur'an-ı Kerim'le karışmaması için hadislerin tedvinini yasakladı. Buna rağmen bazı sahabi-ler, gerek duydukları bazı hadisleri kendileri için yazma hususunda Ra-sûlullah'tan izin istediler. Rasûlullah da onlara bu izni verdi. Fakat bu, ferdî ve sınırlı bir çalışmadır. Raşid Halifelerin Beşincisi isimli kitapta belirtildiğine göre, hadislerin yazılmasını ve biraraya toplanmasını ilk defa emreden kişi halife Ömer ibn Abdilaziz'dir (r.a). Hicri 99 senesinde hilafet makamına gelir gelmez bu işe teşebbüs etmiş ve bazı âlimlere bu görevi yerine getirmelerini emretmişti. Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiğine göre Ömer ibn Abdilaziz, Ebubekir ibn Hazm'a bir mektup yazarak ona şöyle demişti: "Bak, araştır. Rasûlul-lah'ın (s.a) hadisine dair her ne varsa yaz (yahut yazdır). Zira ben ilmin yok olup âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum. Hz. Peygamber'in hadislerinden başkasını da yazma. Alimler de ilmi ifşa edip yaysınlar, ders vermek için (belli bir yerde) otursunlar ki bilmeyenlere de öğretilmiş olsun. Çünkü ilim gizli tutulmadıkça yok olmaz."
İmam Mâlik'in el-Muatta isimli eserinde rivayet edildiğine göre Ömer ibn Abdilaziz, Medine valisi ve kadısı Ebubekir ibn Muhammed ibn Amr ibn Hazm'a yazdığı mektupta şöyle demiştir: "Bak, araştır. Rasûlullah'ın (s.a) hadislerine dair ne varsa onu yaz. Çünkü ben ilmin yok olmasından ve âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum."
Ömer ibn Abdilaziz bununla da yetinmemiş, diğer bölgelerdeki yetkililere de mektuplar yazarak, onların da Hz. Peygamber'in (s.a) hadislerini araştırıp toplamalarını emretmiştir.
Onun döneminde hadisleri ilk defa derleyip toplayan ve onları hicretin 100. yılında yazan İmam Şihabüddin ez-Zühri'dir. O da bunu halife Ömer ibn Abdilaziz'in teklifi üzerine yapmıştır. İbn Hacer el-As-kalânî Fethu'l-Bârî bi Şerhi'l-Buhârt isimli eserinde bu şekilde anlatır.
İslâm tarihinin bu altın döneminde hadis râvileri ve kâtipleri rivayetleri tam bir titizlikle inceliyorlar ve râvilerin adalet, doğruluk, ezber ve dini yaşayış yönlerini araştırıyorlardı. Tek bir şahsın rivayetiyle yetinmiyorlar, bilakis bir hadisi kaç kişi rivayet etmişse onlardan da almak için hepsinin peşine düşüyorlar, onları da inceleyip araştırıyorlardı. Bu araştırma ve incelemeleri tamamlamak için uzun yolculuklar gerçekleştiriyorlardı. Tek bir hadisin rivayetini sağlamlaştırmak uğruna uzun bir yolculuğu göze alıyorlardı.
Meselâ bu yolculukları yapanlardan birisi de Ebû Eyyııb el-Ensâ-rî'dir. Ebû Eyyub, Rasûlullah'tan duyduğu bir hadisi kendisi gibi duyan Ukbe ibn Âmirle görüşmek ve söz konusu hadisi ona da sormak için onun bulunduğu Mısır'a kadar gider. Mısır Emiri Mesleme ibn Mahled el-Ensari'nin konağına geldiği vakit Mesleme onu karşılamak için çıkar ve onunla kucaklaşır. Sonra ona der ki: "Seni buralara kadar getiren sebep nedir, ya Abâ Eyyub?" Ebû Eyyub der ki: "Rasûlullah'tan (s.a) dinlediğim bir hadis var. Bu hadisi Rasûlullah'tan bizzat işiten kimselerden benim ve Ukbe ibn Amir'in dışında hiç kimse hayatta kalmamış. Yanıma birisini ver de beni onun evine götürsün."
Mesleme, Ebû Eyyub'u Ukbe'nin evine götürecek bir rehber verir. Oraya vardığında Ukbe dışarı çıkar ve kucaklaşırlar. Sonra ona der ki: "Seni buraya getiren sebep nedir, ey Ebû Eyyub?" Ebû Eyyub şöyle der: "Beni buralara getiren sebep Rasûlullah'tan (s.a) dinlediğim bir hadistir. Bu hadisi Rasûlullah'tan bizzat işiten senden ve benden başka kimse kalmamış. Bu hadis bir mü'minin ayıbını örtmekle ilgilidir." Bunun üzerine Ukbe şöyle der: "Evet, Rasûlullah'm (s.a) şöyle dediğini işittim: "Kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse Allah da âhiret-te onun ayıbını örter." Ebû Eyyub şöyle der: "Doğru söyledin." Sonra Ebu Eyyub oradan ayrılır, Medine'ye dönmek üzere binitine biner.
Hadis râvileri ve hadisleri toplayan âlimler Rasülullah'ın (s.a) ağzından çıkan her kelimeyi tesbit edip zaptetmek hususunda çok büyük bir gayret sarfediyorlardı. Aslolan, Rasûlullah'tan (s.a) işitilen lafızla rivayetin yapılmasıdır. Râvi, hadisin lafızlarından herhangi birisinde tereddüte düştüğü zaman onu kendi tercih ettiği şekilde rivayet eder sonra: "Veya Rasûlullah (s.a) belki de şöyle şöyle söylemiştir" diyerek önceki lafızlarla aynı anlama gelen başka lafızları zikrederdi. Bütün bunlar hadis rivayeti konusunda ne kadar titizlik gösterildiğinin delilidir. Hadislerin mana olarak rivayet edildikleri iddiası hiçbir değeri olmayan geçersiz bir sözdür. Bu tür iddiaları Hz. Peygamber'in sünnetinin değerini düşürmek ve hadislerin ona nisbetinde kuşkulara sebep olmak isteyenler ortaya atıyorlar. Halbuki başlangıcından sonuna kadar belki de bütün insanlık tarihinde Hz. Peygamber'in sünneti ve hadisleri kadar dikkat ve titizlikle insanlara nakledilen başka söz yoktur.
Hadis bilginleri, Rasûlullah'a (s.a) söylemediği bir sözü isnad eden veya onun yalan uyduran kimsenin yakasını bırakmıyorlardı. Bilakis sünnete karşı yapılan bütün iftiraları ve uydurulan şeyleri sonuna kadar araştırıyor ve çürütüyorlardı. Bu konuda ölümsüz eserler yazmışlardı. Bu eserler, müelliflerinin Hz. Peygamber'in hadisine hizmet konusundaki samimiyetlerinin; şüphelerin, iftiraların ve uydurulan şeylerin ortadan kaldırılmasmdaki hayranlık uyandıran gayretlerinin birer şahididir.
Bazı bilginler bir hadisin mana olarak rivayetine cevaz verdikleri zaman bunun ancak lafzen rivayetin imkansız olduğu durumlarda ve hadisin manasını bozmamak, ya da her hangi bir ilave ve eksiltme yapmamak şartıyle geçerli olduğunu söylerler. Bununla beraber, özellikle âlimler ve muhaddislerin bütün hadisleri müslümanlarca itimat edilen sağlam kitaplarda topladıktan sonra bir müslümanın hadis rivayet ederken bunu lafız olarak nakletmeye özen göstermesi daha münasiptir. [10]
Soru: "Kendisini güçlü kuvvetli gösteren kişiye Allah merhamet etsin" şeklindeki hadis ne anlama gelir ve ne münasebetle söylenilmiştir?
Cevap: Böyle bir ifadeyi Rasûlullah'ın (s.a) kaza umresi esnasında söylemiş olduğu anlaşılıyor. Bu umre Hudeybiye sözleşmesinden bir sene sonra yapılmıştı. Hicretin altıncı senesinde Rasûlullah (s.a) Mekkeli müşriklerle 10 sene müddetle savaşmamak üzere anlaşma yaptı. Anlaşma hükümlerine göre Hz. Peygamber ve beraberindeki müslümanlar o sene umre yapmadan geri dönecekler, gelecek sene. umre yapabileceklerdi. Bu sebeple ertesi sene yaptıkları umreye Umretü'l-kaza (kaza umresi) ismi verildi. Bu umre hicretin yedinci senesinde Zilkade ayında yapıldı. Rasûlullah (s.a) Medine'de Uveyf ibn el-Az-bat'ı vali olarak bıraktıktan sonra ashabı ile birlikte umre yapmak üzere yola çıktı.
Bu umreye Umretü'l-Kısas (yani kısas umresi) de denilir. Çünkü müşrikler hicretin 6. yılı Zilkade ayında-ki bu ay haram bir aydır- Rasûlullah'ın yapmaya niyet ettiği umreyi engellemişlerdi. Rasûlullah (s.a) de hicretin yedinci yılında aynı ayda bu umreyi eda ederek (âdeta) bir misillemede bulunmuştur. Şu âyet-i kerimenin de bu olay hakkında nazil olduğu söylenir:
Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.
(Bakara/194)
Rivayet olunduğuna göre Mekkeliler müslümanlann kaza umresi için geldiklerini işitince evlerinden çıktılar ve -İbn Hişham'ın dediğine göre- Daru'n-Nedve'nin yanında müslümanları gözetlemek için sıra sıra dizildiler. Aralarında şöyle konuşuyorlardı: "Muhammed ve arkadaşları şimdi çok büyük bir sıkıntı ve zorluk içindedirler. Medine onları mutlaka çok bitkin düşürmüş olmalıdır."
Hz. Peygamber ve peşinden de arkadaşları Mescid-i Haram'a girdiler. Tavafa başladıkları zaman Rasûlullah (s.a) büyük bir gayret ve azim gösterdi ve şöyle buyurdu:
Bugün onlara (yani Mekkelilere) kendisini güçlü kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin.
Güçlü kuvvetli anlamını verdiğimiz kelime bir rivayette kuvvet bir başka rivayette de celed diye geçer. Celed kuvvet ve sabır demektir. Sert arazi anlamında "arzu'l-celde" denilir. Bu, müşriklerin diline düşmesinler diye Rasûlullah'ın ashabını tavaf ederlerken güç ve sabır göstermeleri için bir teşvikidir. Hz. Peygamber tavaf ederken koşar adım yürümüş, beraberinde müslümanlar da aynı şekilde yürümüşlerdir. Abdullah ibn Revaha'nın o gün şöyle dediği rivayet edilir:
Açın onun yolunu ey kâfiroğulları Açın bütün hayırlar onun yolundadır Ya rab, inanırım ben onun sözlerine Bilirim Allah'ın hakkı onun kabulündedir
İbn Abdillah bu konuda der ki:
Rasûlullah (s.a) Kureyş'le Hudeybiye'de yaptığı anlaşma uyarınca hicretin yedinci yılında Zilkade ayında umre yapmak için Mekke'ye doğru yola çıktı. Kureyşliler bunu haber alınca ileri gelenleri Allah ve Rasûlüne düşmanlıkları sebebiyle Mekke'nin dışına çıktılar. Ra-sûlullah'ı ve arkadaşlarını tavaf ederlerken görmeye tahammül ede-x-. mediler. Rasûlullah (s.a) Mekke'ye girdi. Allah'ın izniyle umresini ı tamamladı. Müşriklerden bazıları Kuaykıan dağının tepesine oturdular. Müslümanlar tavaf ederlerken onlar oradan seyrediyorlardı. Rasûîullah (s.a) müşriklere güçlü kuvvetli görünmeleri için müslü-manlara remel yapmalarını yani hızlı hızlı yürümelerini emretti. Çünkü müşrikler, muhacirler hakkında "Bunları Medine'nin humması zayıf ve bitkin düşürmüş" diyorlardı.
Bu hadis-i şerifte düşmanları tarafından alaya alınmamaları için diye mü'minlere kuvvetli olmaları hususunda teşvik vardır. Rasûlul-lah'ın buyurduğu gibi kuvvetli mü'min zayıf mü'minden hayırlıdır.av îaıvij^ lid ; [11]
Soru: Rasûlullah'a (s.a) nisbet edilen şu hadis sahih midir:
Dünyada bir garip gibi, yahut bir yolcu gibi ol. Ve kendini kabir-dekilerden say.
Bu hadis sahih ise Rasûlullah (s.a) niçin: "Sanki ebedî yaşayacak-mış gibi dünyan için çalış" demiştir?
Cevap: Söz konusu hadis, Buharî ve Tirmizî tarafından rivayet edilen sahih bir hadistir. Abdullah ibn Ömer'den (r.a) rivayet edilmiştir. Metni şu şekildedir: İbn Ömer şöyle rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a) iki omuzumu tuttu ve şöyle buyurdu:
Ey İbn Ömer! Sen dünyada (vatanından ayrı) bir garip gibi veya gelip geçici bir yolcu gibi ol. Kendini kabirdekilerden say.
İbn Ömer şöyle derdi: "Akşama erişince sabahı bekleme, sabaha erişince de akşamı bekleme. Sıhhat ve afiyet zamanından bir kısmını hastalık zamanın için ayır. Hayatından bir kısmında ölümün için (ölüm hazırlığı için) ayır."
Özet olarak bu hadisin manası şöyledir: Rasûlullah (s.a) İbn Ömer'e ve başkalarına dünyaya fazla dalmamaları veya aldanmamalan için öğüt veriyor. Çünkü bu dünya ebediyet yurdu değil, zeval yurdudur. İnsanın rabbine kavuşacağı güne bir hazırlık merhalesidir. O gün ne mal fayda verir, ne de evlatlar. Sadece temiz bir kalp ile Allah'a gelenler kendisini kurtarır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a) -bazı âlimlerin de dediği gibi- İbn Ömer'e şu manaya gelecek sözler söylemiştir: Bu dünya hayatında ifâ etmek istediği bir görev için ve gerçekleştirmeyi çok arzu ettiği bir iş için yolculuk yapan şahıs gibi ol. Veya bu maksatla gurbete çıkan gurbetçi gibi ol. Görevini bitirdiğin zaman süratle yurduna geri dön. Hatta dünyada iken aylak aylak dolaşan bir kimse gibi değil, bilakis bir gaye ve hedefe koşan kimse gibi ol. Unutma ki mutlaka ölçeksin. Ecelinin ne zaman geleceğim de bilmiyorsun. Zaten hiç kimse yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir ve her şeyden haberdardır. O halde kendini ölülerin içinde say.
Bu kıymetli Peygamber nasihatındaki temel maksat ahiret hayatına hazırlanmak için insanların salih ameller ve ibadetler yapmada acele etmelerini teşvik etmektir. Çünkü ahiret yurdu ebedi kalınacak yurt-lur. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki bayata) gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı. (Ankebut/64)
Hadisin kalan kısmına gelince:
Akşama erişince sabahı bekleme, sabaha erişince de akşamı bekleme. Sıhhat ve afiyet zamanından bir kısmını hastalık zamanı için ayır, hayatından bir kısmım da ölümün için ayır.
Bu bölüm Hz. Peygambere değil. İbn Ömer'e ait bir sözdür. İbn c\
mer söz konusu hadisi zikrettiği kimseye kendisinden bir nasihat olarak bunları ilave etmiştir. O akşamleyin sabahı beklememeyi, sabahleyin de akşamı beklememeyi öğütlüyor. Çünkü ölüm bu ikisinin arasında meydana gelebilir. Kâmil bir mü'mine yakışan, her türlü durumda Allah'a kavuşmak için hazırlıklı olmaktır. Bu da ibadete devam etmekle ve her türlü iyiliği yapmak hususunda hırslı olmakla gerçekleşir.
"Sanki ebedi yaşayacakmış gibi dünyan için çalış" şeklindeki söze gelince bunun Hz. Peygamber'e ait bir söz olduğu belli değildir. Belki bir atasözü olarak rivayet edilmiştir. Bunun devamı şöyledir: "Sanki yarın ölecekmiş gibi de âhiretin için çalış." Yukardaki hadisle bunun arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü insanın hem dünyası için çalışması, hem de yarını için hazırlık yapması rabbi tarafından emrolunmuştur. Bununla beraber o hangi vakitte olursa olsun Allah'a kavuşmak için hazırlıklı bulunmakla da emrolunmuştur. İnsanların en hayırlısı, dünyevi meşguliyeti sebebiyle âhiret hazırlığını ter-ketmeyen kimsedir. [12]
Soru: Duyduğuma göre Rasûlullah'm (s.a) Mısır'daki Kıbtîlerin liderine gönderdiği bir mektup bugüne kadar muhafaza edilmiş. Bu mektubun metnini sizden rica ediyorum.
Cevap: Hicretin 6. yılında Rasûlullah (s.a) Hâtıb ibn Ebi Belta'yı Mısır'daki Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs'a göndermişti. Mısır Mukavkı-sının ismi Cüreyc ibn Mînâ'dır. Elçinin beraberinde onu İslâm'a davet eden bir de mektup vardı. Mektubun metni şu şekildedir:
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.... Allah'ın elçisi Muham-med'den Kıptilerin büyüğü Mukavkıs'a.. Selam, hidayete tabi olanlara olsun.
Sana bu mektubu yazmamın sebebi şudur: Seni İslâm'a çağırıyorum. Müslüman ol, kurtulursun. Allah sana iki kat mükafat verir. Eğer kabul etmez yüz çevirirsen, Kıptilerin vebali de senin üzerine olur. "Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir
söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırma-sın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, "Şahit olun ki biz müslaman-larız!" deyiniz. (Âl-i İmran/64)
Mukavkıs, Peygamber'in (s.a) bu mektubuna aşağıdaki mektubuyla cevap verdi:
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla..
Abdullah'ın oğlu Muhammed'e Kıptilerin büyüğü Mukavkıs'tan.. Sana selam olsun. İmdi: Mektubunu okudum. Ondaki ifade ettiğin şeyleri ve davetini anladım. Bir peygamberin daha geleceğini biliyordum. Fakat ben onun Şam'dan çıkacağını zannediyordum. Senin elçine ikramda bulundum. Sana Kiptiler içinde önemli mevkileri olan iki tane cariye gönderiyorum, ayrıca sana elbiseler ve binmen için bir katır hediye ediyorum. Sana selam olsun.
Tarih ve arkeoloji araştırmacıları, Hz. Peygamber'in (s.a) Mukavkıs'a yazdığı bu mektubun asıl nüshasının yukarı Mısır'da mevcut bir manastırda bulunduğunu tesbit etmişler ve onu alıp Türkiye'deki Osmanlı Sultanına takdim etmişlerdir. Daha sonra bu mektubun tıpkı basımı yapılmıştır. Bu matbu suretten günümüzde çok sayıda bulunmaktadır. [13]
Soru: Şu hadis hakkında aramızda ihtilaf çıktı: insanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.
Bu hadisi kim rivayet etti? Bununla ne kastedilmektedir? Bu hadisi nerede bulabiliriz?
Cevap; Bu hadis-i şerifi İmam Yahya ibn Adem el-Kureşi şu şekilde rivayet etmiştir: Bize İsmail Hasan'dan, o da Yahya'dan, o da Süf-yan ibn Said'den, o da Sevr ibn Yezid'den Rasûlullah'm (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etti:
Müslümanlar ot, su ve ateşte ortaktırlar.
Aynı şekilde Ebu Dâvud, Sünen'inde Cerir ibn Osman'dan, o da Ebû Hıdaş Hıbban ibn Zeyd'den, o da muhacirlerden bir adamdan şöyle dediğini rivayet etti:
Hz. Peygamber'le birlikte üç savaşa katıldım. Onu şöyle söylerken işitirdim: Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte.
Bu hadisin isnadı sahihtir. İbn Hacer, Bülüğu'l-Meram isimli eserinde bu hadisten söz ederken ravilerinin güvenilir olduğunu söyler. Yine Ebû Hureyre'den sahih bir isnadla gelen merfû bir hadiste Rasû-lullah (s.a) şöyle buyurur:
Üç şey vardır ki (insanlar bunlardan) engellenemezler: Su, ot ve ateş.
İmam Ebu Yusuf el-Harâc isimli eserinde Zeyd ibn Hibban'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bizden bir adam Bizans topraklarında (Anadolu'da) ikamet e di yordu. Bazı inşalar onun konakladığı yerin etrafında ziraat yapıyorlardı. Onları oradan kovdu. Muhacirlerden birisi de onun bu hareketine mani olmak istedi. Fakat adam dinlemedi ve tavrından
vazgeçmedi. Muhacir ona dedi ki: Ben Rasûlullah'la birlikte üç savaşa katıldım. Rasûlullah'ı bu savaşlarda şöyle derken işitirdim:
Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.
Adam Rasûlullah'ın sözünü işitince yumuşadı. Geldi muhacirin boynuna sarıldı ve ondan özür diledi.
Yine aynı kitapta zikredildiğine göre el-Alâ ibn Kesir, Mekhul'den Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet etti:
Ota, suya ve ateşe engel çıkarmayınız. Çünkü bunlar ihtiyaç sa hiplerinin yararlanacakları metadır ve zayıfların gücü kuvvetidir.
imam Ebu Yusufun söylediği şeylerin içinde şunlar da vardır:
Müslümanların hepsi Dicle, Fırat ve onlar gibi bütün büyük nehirlerde ya da vadilerde ortaktırlar. Bütün insanlar ve hayvanlar bunlardan su
alırlar ve içerler. Hiç kimse buna mani olamaz. Herkes arazisini, hurmalıklarını ve ağaçlarını bunlardan sulayabilir. Müslümanlar arasında bu suların kullanımında ayırım yapılamaz..
İmam es-Suyuti, el-Câmiu's-Sağirfi Ehâdisi'l-Beşir'in-Nezir isimli kitabında bu hadisi zikreder ve hasen olduğunu, Ahmed'in Müs-«ed'inde, Ebu Davud'un da Sünen'mfe rivayet ettiğini söyler. [14]
Soru: "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" diye bir hadisin varlığından söz ediliyor. Bu hadis sahih midir? Gerçekten ihtilaf rahmet midir? Halbuki biz ihtilafların tartışmalara, düşmanlıklara va parçalanmalara sebep olduğunu görüyoruz.
Cevap: Celalüddin es-Süyuti el-Camiu's Sağır isimli eserinde bu hadisi Nasr el-Makdis'in el-Huccet'ic ve Beyhaki'nin Risaleîü'l-Eş'ariyye'ûe. senetsiz olarak rivayet ettiğini söyler. Bunu el-Halimi, el-Kadi Huseyn, İmam el-Haremeyn ve daha başkaları da rivayet ederler. Belki bize kadar ulaşmayan bazı hadisçilerin kitaplarında da geçmiş olabilir.
Makbul olan ihtilaf sadece düşünce ihtilafıdır. Filozoflardan birisi demiştir ki: "Görüş farklılığı nazari olarak dostluğu ortadan kaldırmaz." Müslümanlar arasında eskiden beri düşünce farklılıkları görüle gelmiştir. Fakat bu farklılığın hiçbir şekilde temel inanç esaslarında veya Kur'an'ın ya da sünnetin apaçık ibarelerinde bildirilen şeylerde olması caiz değildir. Bu sebeple fıkıhçılar ve âlimler arasındaki ihtilaflar dinin sadece teferruatına, ayrıntılarına ve bazı şekle dair konularında meydana gelmiştir. Bu tür ihtilaflar, beraberinde bir tartışma, düşman-hk ya da bir parçalanma meydana getirmez. Bilakis beraberinde rahmetin de bulunduğu bir esnekliğe ve rahatlamaya yol açar. Şartlar, durumlar, adetler ve konumlar ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişir. Bazı görüşler belli bir mekana veya belli bir zamana uygun gelebilir. Diğer bazı görüşler de başka yerlere ve başka zamanlara uygun gelebilir.
Bunun dışında dinin bizi ihtilaftan ve tefrikadan sakındırdığını görürüz. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. (Enfal/40)
Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur:
İhtilafa düşmeyiniz, yoksa kalpleriniz birbirinden uzaklaşır.
Hz. Peygamber'in sünneti çeşitli ihtilafları yasaklayan ifadelerle doludur. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilir:
Saflarınızı düzeltin. Ayrı ayrı hizalarda durmayın, zira kalpleriniz '!h: de birbirinden etkilenir ve aranıza ihtilaf girer.
(,,,, Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
Ya saflarınızı düzeltirsiniz, ya da Allah Teâlâ yüzlerinizi ayrı ayrı tı(i, taraflara çevririr.
Yani herkes yüzünü başka tarafa çevirir, bu da aranızda soğukluk ve nefret meydana getirir. Yüzlerin birbirine yönelik olması sevgi ve dostluğun bir eseridir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın. Allah'ın size olan nimetini hatılaym: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz.
'..' O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetleri böyle açıklar ki ., doğru yolu bulaşınız. (Âl-i İmran/103)- [15]
Soru: Şu hadis-i şerifin tefsirini rica ediyorum:' Bu din (tamamen) bir kolaylıktır. Hiçbir kimse yoktur ki bu din "- hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendini zorlasın da
din, ona galip gelmiş olmasın, (ezilip büsbütün amelden kesilmesin). O halde dengeli gidin. Böyle yaparsanız, size müjde olsun. (Yola çıkarken) sabah ve akşam yolculuğundan, biraz da gece yolculuğundan yararlanın böylece kendinizi yormamış olursunuz).
Cevap: Bu hadis-i şerif bize İslâm'ın müsamahasını, kolaylığını, peygamber'in (s.a) kendisine uyanlara şefkatini göstermektedir. Hadisin başlangıcında "Bu din tamamen kolaylıktır" buyurulur. Yani bu dinde zorluk ve meşakket yoktur. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez. (Bakara/185)
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Bakara/286)
Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Hacc/78) Hadis-i şerif sonra şöyle devam eder:
Hiç bir kimse yoktur ki din konusunda kendini zorlasın da din, ona galip gelmiş olmasın.
Yani kim din konusunda kendisini zoıiarsa nefsini yormuş ve ona zulmetmiş olur. Zira o zaman nefsine fazlaca ibadet yüklemiş olur. Bu, bize şu hadisi hatırlatıyor:
Bu din çok sağlamdır. O halde onu yumuşaklıkla yaşamaya çalışın.
Yani din konusunda nefsinize zorluk ve meşakkat yüklemeyin yoksa Allah size zorluk verir.
Sonra Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur: O halde dengeli gidin.
Yani itidalden ve orta yoldan ayrılmayın. Bir insan vacibi ihmal etmemeli, gücünün yetmeyeceği şeyleri de kendi nefsine yüklememe-h, ifrat ve tefritten kaçınmalı, bu ikisinin arasında orta bir yol tutmalı.
Bazı bilginler şöyle demişlerdir: Acelesiz ve telaşsız bir şekilde ıtıdal üzere hareket etmek, başka türlü hareketlerden daha hayırlıdır. itidal yolunu tutarsa ona müjde olsun ki hedefine ulaşacaktır.
Çünkü sünnetin yolunda itidal üzere gitmek, bidatlerde gayretli ve çalışkan olmaktan daha hayırlıdır. En hayırlı rehberlik Hz. Muham-med'in (s.a) rehberliğidir. Kim Muhammed'in yolundan giderse Allah'a başkalarından daha yakın olur. Faziletler bedeni amellerin çokluğunda değil, fakat bu amellerin sadece Allah rızası için- oluşunda, sünnete uygun bir şekilde ifade edilişlerinde, kalplerin marifetlerinde ve amellerindedir. Kim Allah'ı daha iyi tanır, O'nun dinini, ahkamını ve seri atin i daha iyi bilir ve Allah'tan daha çok korkar, O'nu daha çok sever ve O'na ümit bağlarsa -bedeni amelleri az bile olsa- böyle olmayandan daha faziletlidir.
Sonra hadis-i şerif şöyle devam eder:
(Yola çıkarken) sabah ve akşam yolculuğundan, biraz da gece yol culuğundan yararlanın. .
"Sabah yolcuğu" anlamına gelen ğadve kelimesi günün başlangıcında yapılan yolculuk demektir. Gadve vakti, şafağın sökmesinden güneşin doğmasına kadarki süredir. "Akşam yolculuğu" anlamındaki ravha kelimesi ise akşam yolculuğu ya da görev demektir. Ravha, öğleden geceye kadar devam eden süredir. Düîce ile burada sözü edilen zamanlarda yapılacak ibadet ve itaate ve Allah'a yakınlaştırıcı amellere teşvik kastedilmiştir. Bu arada Allah'a ibadet için yönelinecek üç vakit zikredilmektedir. Bunlar gündüzün başlangıcı, gündüzün sonu ve gece.. Kur'an-ı Ketim de bu üç vakte işaret eder:
Sabah akşam rabbinin ismini yadet. Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbibh et! (İnsan/25-26)
Sabah namazının ğadve vaktinde kılındığını, ravha vaktinde de ikindi namazının kılındığım görüyoruz. Bir görüşe göre bu ikisi beş vakit namazın en fazilctlisidirler. Bir görüşe göre de bunlardan her biri orta namaz (salatü vusta)dır.
Böylece anlıyoruz ki hadis-i şerif insanların ibadetlerden bıkmaması ve amelden kesilmemesi için ibadette orta yola/itidale davet ediyor. Bu, vacibleri ihmal etmek demek değildir. Bilakis belli bir vakitte amelde aşırı gitmemek, başka bir vakitte onu terketmemek demektir Allah'a karşı yapılacak amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır. [16]
Soru: İki hadis arasında çelişki olduğu zaman ne yapılması gerektiğini öğrenmek istiyorum. Birinci hadiste şöyle deniliyor:
İlim gizli hazinedir. Anahtarı soru sormaktır. O halde sorunuz ki Allah size rahmet etsin. İlim yolunda Allah üç kişiyi mükafaatlan-dırır: Anlatan, dinleyen ve onu alıp amel eden.
İkinci hadiste ise şöyle deniliyor:
Sizi kıl ü kal'den, çok soru sormaktan ve malı boşa vermekten me-nedi yorum.
Bu iki hadis arasında bir çelişki bulunmuyor mu? (Varsa) birinci hadisteki soru sormaya teşvik ile, diğer hadisteki yasaklamayı nasıl uzlaştıracağız?
Cevap: İmam Celalüddin es-Suyûtî el-Câmiu's-Sağirfi Ehadisı'l-Beşir'in-Nezir isimli kitabının ikinci cüzünde Hz. Ali'nin (r.a) şu hadisi rivayet ettiğini zikreder.
İlim bir gizli hazinedir. Onun anahtarı soru sormaktır. Soru sorun ki Allah size rahmetini göndersin. Allah ilim yolunda dört kişiyi mükafatlamdırır: Soru soran, öğreten, dinleyen ve onlara sevgi besleyen.
İmam Suyûti bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
Bu hadis sahih bile olsa bununla, Rasûlullah'ın (s.a) çok soru sormayı ve kıl u kali yasaklayan diğer hadisi arasında yine de bir çelişki olmazdı. Çünkü dinin teşvik ettiği soru, insanın muhtaç olduğu ve dinine ve dünyasına faydası olan konular hakkında sorduğu sorudur. Yasaklanan sorular ise başkasının vaktini boşa harcattıran sorulardır. Veya kendisini hiç ilgilendirmeyen şeylerin sorulmasıdir. Şu âyet-i kerimenin anlamı içinde belki bu tip sorular da kastedilmiş olabilir:
Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayınız! (Maide/101)
Hadiste yasaklanan kıl u kaiden maksat ise ed Dinü ve Tanzimu'l-Usra isimli kitapta da ifade edildiğine göre herhangi bir gerek ye ihtiyaç olmaksızın zan veya dedikodu ya da kuruntu üzerine bina edilen sözlerle gayret ve vaktini boşuna sarfetmektir. Bu tür konuşmalar aynı zamanda bozgunculuğun da sebeplerindendir. Herhangi bir, gayeyi kavramak veya bir menfaati elde etmek için yararlanılması gereken vakitlerin ve gayretlerin boşuboşuna yok edilmesidir. Halbuki bu gayretlerin ve zamanın semereli çalışmalara ve sonuç verici faaliyetlere sarfedilmesi gerekir ki bir faydası olsun ve bizi hayatta mutluluğa ulaştırsın.
İbn'ul-Esir, hadiste geçen kıl u kal kelimesini bir mecliste oturanların: "Şöyle denildide, böyle dediydi de " şeklindeki fuzuli ve gereksiz konuşmaları olarak tefsir etmiştir. Bazı bilginler bunu "gereksiz yere çok konuşmaktır" diye anlamışlardır. Bazıları da insanlardan duydukları herşeyi nakletmek ve kendisine hiçbir yararı olmayan ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri araştırmaktır" demişlerdir.
Aslında çok soru sormakla kıl u kâl arasında bir ilişki vardır. Çünkü her ikisi de vakit ve gayreti boş yere harcamaktır. Her ikisi de faydasız ve gereksiz şeylerle meşguliyettir. Faydası olan soruya gelince bu şer'an yasaklanmamıştır. Bunun delili Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetinin "Sana soruyorlar" diye başlaması ve Allah Teâlâ'nm da bütün sorulara cevap vermesidir. Şayet soru sormak şer'an yasaklanmış olsaydı bu soruların cevabı Kur'an-ı Kerim'de mevcut olmazdı. [17]
Soru: Bayramlarda elden ele dolaşan matbu bir tebrik kartı var. Bu kartın üstünde Ravza-ı Mutahhara'nın resmi, altında da şu hadis-i şerif bulunmaktadır:
İman, yılanın kaçıp deliğine sığındığı gibi Medine şehrine sığın-c aktır.
Bu, hadis midir, yoksa uydurma bir söz müdür? Sahih ise böyle bir benzetme hakkında ne diyorsunuz? İmanın yılana benzetilmesi biraz garip değil mi?
Cevap: Buharî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ki din, yılanın deliğine sığındığı gibi Medine şehrine sığınmıştır.
Bu hadis sağlam hadis kitaplarında pek çok ravi tarafından riayet edilen sahih bir hadistir. Soruyu soran kimsenin zannettiği gibi uydurma bir hadis değildir. Sığınır anlamını verdiğimiz ya'razü kelimesi aslında toplanmak ve birbirine katılmak anlamına gelir.
Belagat ilminde (Edebiyatta) bilinen bir gerçektir ki Arablar bir şeyi bir şeye benzettikleri zaman bundan, her yönden ve bütün vasıflarıyla bir benzerliği kasdettikleri anlamı çıkmaz. Bu sebeple "Teşbih (benzetme) bazı vasıflarda müşterekliği ve diğer bazı vasıflarda farklılığı ifade eder" demişlerdir. Çünkü bütün vasıflarda ve her yönüyle bir benzerlik hiçbir zaman mümkün değildir. Rasûlullah (s.a) söz konusu hadiste Medine'ye sığman iman ile deliğine sığman yılan arasında sadece tek bir yönden benzerliği kastetmiştir. O da korunmak ve sığınmak maksadıyla belirli bir yerde toplanmak ve birleşmektir. Öte yandan Arablar yılan kelimesini, övgü ve hayranlık ifadesi olarak da kullanırlar. Mesela Arab şairlerinden birisi olan Zü'1-İsba el-Advâni kendi milletini överken şöyle diyor:
Düşmana karşı ülkeyi korurlar.
Onlar yeryüzünün yılanlarıdır (arslanlarıdır).
Tarafe ibn el-Abd de kendisini şöyle metheder:
Biliyorsunuz ben çelimsiz bir adamım,
Fakat ciddiyim; tıpkı keskin bir yüan başı gibi..
Bir başka şair de kendi kahramanlığı ve atılganlığıyla şöyle övünüyor:
Ben savaş meydanlarının toz bulutları gibi Düşmanın altını üstüne getiririm. Ben bu vadinin arslanıyım (yılanıyım)
Şair Ebû Nuvas, kendi dönemindeki Mısır valisi el-Hasibi'i şöyle methediyor:
Ülkelerdeki kahramanların (yılanların) en atılganı odur. Bir sıçradımı tam sıçrar.
Büyük insanları hayye (yılan) diye vasıflandırmaları ve erkeğe hayye (yılan) demeleri Arabların adetindendir. Himayesindeki insanları koruyan, cesur kişilere "hayyetü'l-vâdis" (vadinin aslanı) demektedirler. Yine deha çapındaki kahramanlar için de "hayyâtûl-arz" (yeryüzünün arslanları) tabirini kullanmaktadırlar. Bizim yiğitlerimiz sizinkileri mağlup etti" derken de yine hayye kelimesini kullanırlar. Yürekli ve gözü pek bir kimseyi tanıtırken "o, erkek yılandır" anlamında "hay-yat'ün-zekerun" tabirini kullanırlar.
Bu duruma göre hadis-i şerifteki benzetmede herhangi bir tuhaflık yoktur. [18]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) kıyametin alametleri sorulduğunda şöyle demişti:
Cariye efendisini doğurduğu zaman ve deve çobanları bina yarışına girdikleri zaman..
Hz. Peygamber bunu dedikten sonra "Beş şey vardır ki bunları Allah'tan başka kimse bilmez" buyurmuş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur:
Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır.. (Lokman/34)
Hz. Peygamberin sözünü ettiği bu alametlerin ne anlama geldiğini açıklar mısınız? Bunlardan başka alametler var mıdır? Güneşin batıdan doğmasının kıyamet alameti olduğu hakkında görüşünüz nedir?
Cevap: Buharî ve Müslim'in ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber'e (s.a) kıyametin alametlerinden sorulduğunda şöyle cevap vermişti:
Cariyenin efendisini doğurması ve yalın ayak, çıplak ve fakir koyun çobanlarının bina yapma yarışına girdiklerini görmendir.
Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu:
Kıyametin saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru o yağdırır, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah, şüphesiz bilendir, herşeyden haberdardır. (Lokman/34)
Cariyenin efendisini doğurması, evlatların anne ve babalarına itaatsizliklerinin artmasından kinayedir. Hatta, sanki bir kölenin efendisinden korktuğu gibi, bir baba da çocuğundan korkacaktır. Yalın ayak, çıplak ve fakir koyun çobanlarının bina yapma .yarışma girmelerinden kasıt ise, kendilerim zengin edecek bir şey bulamayan fakirlerin bina israfına dalmalarıdır.
"Beş şey vardır ki, bunları Allah'tan başka kimse bilemez" sözünün anlamı ise kıyametin kesin olarak ne zaman kopacağının Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmemesidir.
Bu hadis-i şerifte kıyametin bütün alametleri zikredilmiş değildir. Bilginlerin üzerinde çok konuştukları başka alametler de vardır. Bunlardan bazılarının büyük alametler, bazılarının da küçük alametler olduğu söylenmiştir. Diğer alametlerden pek çoğunu anlatan çok sayıda sahih hadis rivayet edilmiştir. Mesela İmam Buharî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kahtanoğullarından bir adam çıkıp asasıyla insanları sevk ve idare etmedikçe kıyamet kopmayacaktır.
Buharı ile Müslim'in birlikte rivayet ettikleri bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyufmaktadır:
Devs kabilesi kadınlarının kıçları Zülhalasa (putunun) etrafında dalgalanmadıkça kıyamet kopmaz.
Yine Buharı ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hicaz bölgesinden bir ateş çıkıp, Busrâ'daki develerin boyunlarını aydmlatmadıkça kıyamet kopmayacaktır.-.
Busrâ, Şam bölgesinde bir şehrin ismidir. Buharî'nin rivayet ettiği bir hadiste, mal çokluğunun ve bütün ümmeti etkileyen fitnelerin kıyamet alametlerinden oMuğu ifade edilmiştir.
Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle buyurulm aktadır:
Bir adam, bir başkasının kabrine uğrayıp da, keşke şunun yerinde ben olsaydım demedikçe kıyamet kopmayacaktır.
Bela ve sıkıntıların çokluğundan dolayı böyle söyleyecektir. Bu-harî ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadiste ise şu ifadeler geçmektedir.
Kıyamet ancak kötü insanların üzerine kopacaktır.
Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. Müslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Müslümanlar onlarla savaşıp öldürecekler. Hatta, Yahudi, bir ağacın ve taşın arkasına saklanıp gizlenecek, ağaç ya da taş şöyle seslenecek: Ey müslüman, ey Allah'ın kulu, işte Yahudi arkamdadır. Gel onu öldür.
Kıyamet alametlerini anlatan hadislerin içerisinde belki de en geniş olanı Buharı, Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir. Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
İki büyük İslâm cemaati birbirleriyle çarpışmadıkça kıyamet kopmaz. Davaları bir olduğu halde aralarında büyük bir savaş çıkacaktır.
Her biri Allah Rasûlü olduğunu iddia eden, otuza yakın deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz.
İlim kalkmadıkça, depremler çoğalmadıkça, fitneler artmadıkça, cinayetler baş göstermedikçe, içinizde mal çoğalmadıkça, zenginler zekat verecek kimse bulamadıkça kıyamet kopmaz.
(Mal o kadar çoğalacak ki) zenginlerin zekat vermek istediği kişi o "Benim ihtiyacım yoktur, başkasına ver!" diyecektir.
İnsanlar, (yaptıkları) binalarla (birbirleriyle yarışıp) böbürlenmedikçe, kişi bir kabre uğrayıp da: "Keşke burada ben yatsam" temennisinde bulunmadıkça kıyamet kopmaz, bu ise daha önceden iman etmemiş ya da imanı hiç bir yarar sağlamamış olanların imanlarının kendilerine hiç bir yarar sağlamadığı zamandır.
îki kişi alışveriş yapmak için elbise alacaklar; henüz alış verişi tamamlayıp elbiseyi dürmeden, aniden kıyamet kopacaktır. Sağmal devesini sağmış kişi evine gelip, henüz sütü içmeden kıyamet ani olarak bastıracak. Kişi havuzunu tamir edip su dolduracak, fakat o sudan kullanmadan aniden kıyamet kopacak. Kişi lokmasını ağzına götürecek fakat yutamadan kıyamet kopmuş olacak.
Güneşin batıdan doğacağını haber veren kimsenin Hz. Peygamber olduğunu bu hadisten anlıyoruz. Başka hadislerde de buna temas edilmiştir. Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği, ayrıca Müslim'in, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisler de bunlardandır. [19]
Soru: Hz. Peygamber'c (s.a) nisbet edilen şu hadis sahih midir: Şüphesiz ki Allah Teâlâ kendisine dünvadan daha sevimsiz gelen
başka hiçbir şey yaratmamıştır; yarattığı günden beri dönüp ona bakmamıştır.
Cevap: Celalüddun es-Suyuti el-Camiu's-Sağır fi Ehâdisi'l-Beşi-ri'n Nezir isimli kitabının ikinci cüzünde Hakim'in Müstedrek'inde rivayet ettiği bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir. O halde bu hadis sahih değildir.
Dünyanın kötülendiğine dair bir çok hadisin bulunduğunu hatırlamamız gerekir. Bu hadislerde kötülenen dünya, insanı rabbine ve insanlara karşı görevlerinden alıkoyan dünyadır. Bu dünya ihtiraslarla/tutkularla ve günahlarla dolu olan dünyadır. İtaat, salih amel ve bu dünya hayatına ait görevlerle ahirete ait görevleri güzelce birleştiren dünya ise dince yergi konusu yapılan dünya değildir. Bu konuda bize en güzel rehberliği yapacak olan İslâmî bir özdeyiş vardır. Bu özdeyiş bize, en güzel şekilde dünyamız için çalışırken aynı zamanda ahireti-miz için de aynı şekilde çalışmamızı öğretiyor:
Ebedi yaşayacak gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiretin için çalış. [20]
Soru: Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki: ' . '] Kendinizi zorluklara alıştırın. Çünkü nimetler devamlı değildir.
Hayatı kolaylaştırmak üzere buzdolabı, klima, televizyon ve otomobil gibi çağdaş araçları kullandığım zaman acaba bu hadisin nasihatine muhalefet etmiş olur muyum?
Cevap: İbnü'l-Esir'in, en-Nihaye fi Garibi'l-Hadis ve'l-Eser isimli kitabında rivayet ettiğine göre bu ibare Ömer ibn el-Hattab'ın bir sözünde geçmektedir. "Zorluklara kendinizi alıştırın" anlamını verdiğimiz Ihşevşenü kelimesi anladığımıza göre-ki en iyi bilen Allah'tır- sahibini zevklere ve şehevi arzulara dalmaya alıştıran müreffeh/lüks bir hayata meyletmemek anlamına gelir. Böyle bir duruma düşen kimse
Allah'ın gazabına ve cezasına maruz kaldığı gibi alçaklığa ve helake de maruz kalır. Kur!an-ı Kerim şöyle buyurur:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, o ülkenin şımarık varlıklılarına yola gelmelerini emrederiz; ama onlar yoldan çıkarlar. Böylece o ülke helake müstehak olur. Biz de onu yerle bir ederiz.
(İsra/16)
Bundan maksat, ister yiyecek, ister içecek, isterse giyecek olsun insanın kendisini hayatın güzel şeylerinden mahrum bırakması değildir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızık-ları kim haram kıldı?" De ki: "Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde mü'minlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf/31-33)
Sanki Hz. Ömer, bir insanın sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirmeyi alışkanlık haline getirmesini, arzularının kölesi ve zevklerinin esiri haline gelmemesi ve böylece zayıf düşüp rezil olmaması için zaman zaman bazı zevkleri terketmeye kendisini hazırlamasını istemektedir. Hayat her zaman aynı hal üzere devam etmez. Bir insan bazen refah içinde yaşama imkanlarına sahip olurken bazen de bu imkanları kaybedebilir. Kendisini sabır ve tahammüle alıştırmadığı zaman, hayat yolunda kuvvet ve istikamet ile yürüyemez.
Soruda sözü edilen şeyler insana haram kılınmış olan şeyler değildir. Buzdolabına bugün şehirlerde ve köylerde yaşayan inşaların çoğunun ihtiyacı vardır. Çünkü buzdolabı uzun süre korunması gerekli yiyecek ve benzeri şeyleri muhafaza eder.
Klima aleti, bunaltıcı sıcak bir havada kullanıldığı zaman zaruri bir alet olabilir. Televizyon ise ahlak bozucu veya zarar verici prog-
ramlardan uzak durulduğu takdirde bir eğitim ve kültür aracıdır. Otomobil de mesafeleri yaklaştırmak, ve önemli görevleri yerine getirmek için gerekli vasıflardan birisidir.
O halde bu eşyalardan hiçbirisi haram sayılmaz. Bunları kullanmak, Hz. Ömer'in sözüne de muhalefet etmek değildir. Ancak bunları bir zorunluluk olmaksızın ya da gereksiz yere kullanmak caiz değildir. [21]
Soru: Kudsi hadisler manası Cebrail'e lafzı Hz. Peygamber'e ait olan hadisler midir, yoksa lafzı ile birlikte manaları da mı Allah katından gelmiştir?
Cevap: Rasûlullah (s.a) tarafından Allah Teâlâ'ya nisbet edilerek rivayet edilen bir grup hadis vardır ki bunlar Allah'a aittir, insanlara nakleden ise Rasûlullah'tır. Bunlara, kudsi hadisler veya ilahi hadisler ya da rabbani hadisler denir.
Bir grup âlim bu hadislerin Allah'ın Peygamber'ine Cebrail vasıtasıyla veya ilham ile ya da uykuda iken vahyettiği sözler olduğunu ifade etmişlerdir. Buna göre Hz. Peygamber bu sözlerin sahibi değil, sadece nakledenidir. Bunlar görüşlerine, bu sözlere kudsi, ilahi veya rabbani denmesini delil olarak ileri sürerler. Ayrıca bu tür hadisler çoğu zaman Allah'a nisbet edilen tabirlerle nakledilirler. Mesela:
Ey kullarım! Benim hidayete eriştirdiklerimin dışında hepiniz dalalettesiniz..
Ey kullarım! Ben size bir lütuf olarak veriyor bir borç olarak da
sizden istiyorum.
Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım.
Ayrıca ilk râvilerin bu hadisleri rivayet ederlerken bunların Rasû-lullah'a değil, Allah'a ait olduklarına delalet eden tabirlerle zikretmelerini de bu görüşlerine bir delil olarak gösterirler. Zira bu hadisler şöy-
le rivayet edilmektedir: "Rasûlullah'm rivayet ettiği bir hadiste Allah Teâlâ söyle buyurdu.'1 Veya "Rabbinden rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a) şöyle buyurdu" gibi.
Bu sebeple Aliyyü'1-Kâri şöyle demiştir: "Kudsi hadis, Rasûlullah'm (s.a) Allah Teâlâ'dan rivayet ettiği şeylerdir. Rasûlullah bunları bazen Cebrail vasıtasıyla, bazen de vahiy, ilham ve uyku yoluyla Allah'tan alır ve istediği tabir ve ifade şekliyle insanlara naklederdi."
Kur'an-ı Kerim ibareleriyle kudsî hadisler arasında bir takım farklar mevcuttur. Kur'an-ı Kerim bir mucizedir ve Allah Teâlâ kullarına onunla meydan okumuştur, kudsî hadisler ise böyle değildir. Bir müslüman namazda Kur'an'ı okuyarak rabbine ibadet eder. Halbuki kudsi hadisin namazda kıraat için okunması caiz değildir. Kudsi hadisten farklı olarak Kur'an-ı Kerim'e abdestsiz bir kimsenin dokunması caiz değildir. Kur'an-ı Kerim'in bir âyetini bile inkar eden kafir olur. Fakat kudsî hadisi inkar eden kimseye kafir denilemez. Kur'an'ın tamamı Cebrail vasıtasıyla inmiştir. Fakat kudsi hadis Cebrail vasıtasıyla inmiş olabileceği gibi, ilham veya rüya yoluyla da Peygamber'e verilmiş olabilir.
Âlimlerden diğer bir grup da kudsi hadislerin Hz. Peygamber'in kelamı ve lafzı olduğu görüşündedirler. Sadece "Daha fazla önem verilmesi ve dikkat çekmesi için Allah'a nisbet edilmişlerdir, çünkü eğitici ve terbiye edici unsurları kapsamaktadırlar" derler.
İmam et-Taybi der ki: "Kur'an'ın lafzını Peygamber'e (s.a) Cebrail indirmiştir. Hadis-i kudsinin ise manasını, ilham veya rüya vasıtasıyla Allah Teâlâ haber vermiş Peygamber (s.a) de kendisine ait ifade tarzıyla ümmetine bildirmiştir. Diğer hadislere gelince Rasûlullah (s.a) bunları Allah'a nisbet etmemiş ve O'ndan rivayet etmemiştir."
İmam Ebu'1-Beka ise şöyle der: "Kur'an hem lafzı hem de manası apaçık bir vahiyle veya uykuda iken Allah katından gelendir."
"Vahyin bir kısmının lafzıyla, diğer bir kısmının ise mana olarak indirilmesindeki hikmet nedir?" diye sorulabilir. el-Hadıs ve'l-Muhad-disun isimli kitapta bu sorunun cevabı şu şekilde verilir:
Sorulıı-Cevaplı İslâm Fıkhı-C.6. F.4
Allah Teâlâ'nın önceki şeriatleri değil de sadece Hz. Muhammed
vasıtasıyla gönderdiği şeriatı dünya durdukça ve üzerindekiler yasadıkça ebedi olarak devam ettirmesi O'nun rahmetinin bir eseridir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i kıyamet kopuncaya kadar ok unacak bir vahiy olarak indirmiş ve onu değişikliğe, bozulmaya maruz kalmaktan korumuştur:
Şüphesiz bu kitabı biz indirdik ve onun koruyucusu elbette biziz. ,,, , (Hicr/9)
Bu, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini kıyamete kadar isbat eden parlak ve yaşayan bir delildir. Kur'an, Hz. Muhammed'in ge tirdiği dini abesle iştigal edenlerin oyuncak haline getirmelerinden, aşırı gidenlerin istismarından koruyan en hayırlı koruyucu dur. Ve Allah'a saygı duyanlara da daima parlak bir nur olmaya
devam edecektir:
Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir .ve onlan, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Maide/16)
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed vasıtasıyla gönderdiği dinini geçmişte ve gelecekte hiçbir şeyin geçersiz hale getiremeyeceği bir Kitab'la muhafaza etmiştir. Bu Kitab, insanların üzerinden ağır yükü ve güçlüğü kaldırmıştır. Allah Teâlâ sevgili Peygamberine Kur'an'm yanı sıra başka bir çeşit vahy daha indirmiştir ki o da sünnettir. Sünneti, Peygamberine mana olarak indirmiş, ümmete bir kolaylık ve genişlik olsun diye lafzını ona bırakmıştır. Maksat onun lafızları değil, ifade ettiği manadır. Hz. Peygamberin asha binin ve onlardan sonra gelenlerin bunları nakletmeleri caizdir ve (vidana uygun ve ihtiyatlı olan da budur. Çünkü onun lafızlarında nübüvvetin nurları, risaletin aydınlığı ve Arabçanm erişilmez fesahati/akıcılığı vardır. Bu hadislerin kastedilen manayı tam olarak verecek başka lafızlarla ve ibarelerle rivayet edilmesi de caizdir. " Hadisten kastedilen mananın bozulmaması için bunu ancak Arab-Âcı-Sçayı ve Arabçanın üsluplarını maharetle kullanan ve şeriatin ma-'-h\â nalarını ve gayelerini çok iyi bilen kimselerin yapması caizdir. Bu çok riskli bir iştir. Çünkü sünnet Kur'an'ın bir açıklamasıdır ve alemlerin rabbinden vahyedilmiştir. İslâmî yasamanın ikinci kaynağıdır Bunda yapılacak bir hatanın etkisi ve tehlikesi de çok büyük olur. Bu sebepledir ki Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın.
Gönlün meylettiği görüş ikinci görüştür. Yani kudsi hadis, Allah tarafından Peygamber'e vahyedilmiştir. Fakat Rasûlullah (s.a) tarafından ifade edilmiştir. Rasûlullah (s.a) onu rabbinin bir yönlendirmesi ile Allah'a nisbet etmiştir. [22]
Soru: Niçin bütün peygamberler sadece Ortadoğu bölgesine gönderilmiştir de mesela Avrupa ve Amerika'ya hiç peygamber gönderilmemiştir?
Cevap: Öncelikle bilmemiz gerekir ki Allah Teâlâ farklı zamanlarda ve çağlarda pek çok peygamber göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmının ismini bize bildirmiş, diğer bir kısmının isimlerini de bildirmemiştir. Bunun için yüce Allah Nisa suresinde şöyle buyurmaktadır:
Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. (Nisa/64)
Gâfir sûresinde ise şöyle buyurmaktadır:
Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var. (Gafir=Mü'min/78)
Fatır sûresinde de şöyle denilmektedir:
Biz uyarıcı olarak peygamber göndermeden hiçbir kavmi yok etmemişizdir. (Fatir/24)
Nahl sûresinde ise şöyle denilmektedir.
Andolsun ki biz, Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının diye her ümmete bir peygamber gönderdik. (Nahl/36)
Bütün bu âyetler, peygamberlerin Kur'an-ı Kerim'de isimlen geçenlerle sınırlandırılamayacak kadar çok, gönderildikleri zaman ve mekanların farklı olduklarına işaret eder. O halde bütün peygamberlerin sualde ifade edildiği gibi sadece Ortadoğu bölgesine gönderildiklerini söylememiz mümkün değildir.
Bazı müfessirler, "Bir kısım peygamberi sana anlatmadık" âyetini tefsir ederken Hz. Peygamber'in içinde yaşadığı toplum tarafından bilinmeyen milletlere de peygamberler gönderildiğini söylemişlerdir. Bunlar kendilerine komşu olan, ehl-i kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) tarafından da bilinmiyorlardı. Mesela Çin, Japon ve Hintliler gibi doğu milletleri, Avrupalılar gibi kuzey milletleri ve Amerikalılar gibi yeryüzünün diğer milletleri bu cümledendir. Ancak Allah Teâlâ bu milletlere gönderdiği peygamberlerin haberlerini Kur'an'da anlatmamıştır. Çünkü onların hikayelerinin Hz. Peygamber'e anlatılmasındaki hikmet ve faydalar, Arablarca ve onların komşuları olan ehl-i kitapça bilinmeyen bu milletlerin kıssalarının anlatılmasıyla gerçekleşmezdi. Bu hikmet ve faydalara şu âyetlerde işaret edilmektedir: Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssa larmda akıl sahipleri için, pek çok ibretler vardır. (Yusuf/111) Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini tatmin ve teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi,
mü'minlere de bir Öğüt ve bir uyarı gelmiştir. (Hud/120-121)
Şöyle denilebilir: Haberlerini ve kıssalarını bildiğimiz peygamberler, Ortadoğu ülkelerine gönderilmişlerdir. Bunun ötesinde şunu söyleyebiliriz: Allah Teâlâ başka pek çok hikmet sebebiyle bu peygamberlerin bu bölgeye gönderilmesini tercih etmiş olabilir. Bu hikmetlerden birisi Allah Teâlâ'nın bu bölge ahalisine kendi içlerinden peygamberler gönderme suretiyle ikramda bulunmasıdır. Bir diğer hikmet, peygamberlerin zuhur ettiği bu bölgenin insanlarının kolay iman edecek bir yapıya sahip olmasıdır. Burada çöller, dağlar, açık bir gökyüzü ve tefekküre elverişli yerler vardır. Yeryüzünde Allah için inşa edilen ilk mabet, Kâbe-i Muazzama'nın bu bölgede olması da bir diğer hikmettir:
Şüphesiz, alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kuralan ilk ev, (mabet) Mekke'deki Kabe'dir. (Âl-i İmran/96)
Kabe'yi peygamberlerin atası Hz. İbrahim ile Arablann atası olan, onun oğlu Hz. İsmail (a.s) inşa etmişlerdir. Belki de Allah Teâlâ, peygamberlerin mirasının Kabe'nin yanında ve peygamberlerin sonuncusu efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a) elinde son bulmasını murad etmiştir. Bu, Allah'ın dilediğine bahşettiği bir lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir. [23]
Soru: Bazı kitaplarda Hz. Peygamber'in (s.a) doğum günü hakkında ihtilaf olduğunu okudum. Bu günü tam olarak belirlemek mümkün müdür?
Cevap: Önceki ve sonraki âlimler Hz. Peygamber'in doğduğu günün belirlenmesinde ihtilafa düşmüşlerdir. Onun Rebiu'l-Evvel ayının 12. günü doğduğunu söyleyenler vardır ki meşhur ve yaygın olan görüş de budur. Bir görüşe göre yine Rebiu'l-Evvel ayının 10. günü, bir başka görüşe göre 8. günü dünyaya gelmiştir. Bunların dışında da görüşler vardır, fakat bunlar zayıf ve kabul görmeyen görüşlerdir. Geçmiş âlimler ile çağdaş müslüman ve şarkiyatçıların araştırmaları ve sonraki hesap ve karşılaştırma uzmanlarının incelemeleri arasında dolaştıktan sonra Hz. Peygamber'in, Rebiu'l-Evvel ayının 9. günü sabaha karşı doğduğu sonucuna varabiliriz. Çünkü bu tarihi ortaya koyanlar çoktur ve yaygındır. En önemlisi de bütün ihtilafların ayın sekizi ile on ikisi arasında sınırlı kalmasıdır. Fakat hepsi de Hz. Peygamber'in pazartesi günü dünyaya geldiğinde görüş birliği içindedirler. Tarihin arit-mektik olarak derinlemesine yapılan araştırmalarına göre, Hz. Peygamber'in doğum günüyle ilgili ortaya atılan günlerin içinde Rebiu'l-Evvel ayının 9. gününden başka pazartesi olan başka bir gün yoktur.
Bu konudaki yaptığı bir araştırmayı, astronomi uzmanı merhum Mahmud Paşa Netâicu'l-Efhamji Takvimi'l-Arabi Kablc'î-İslâm isimli değerli kitabında arzetmiştir.
Tarihçiler Rasûlullah'ın (s.a) Kisra Enüşirvan döneminde ve Fil olayının gerçekleştiği yılda doğduğunda ittifak halindedirler. Bir ilkbahar mevsiminde, _şafak söktükten sonra doğmuştur. Onun doğumu en büyük ve en aydınlık şafak olmuştur. Daha sonra Haccac'ın kardeşi Muhammed ibn Yusuf un sahibi olacağı bir evde, Mekke'nin Batha denilen mevkiinde aydınlık bir gecede dünyaya geldi.
Hz. Peygamber'in doğumu miladi takvim itibariyle 22 Nisan 571'e tekabül eder. Bu tarih, Hz. Peygamber'in bir ilk bahar mevsiminde Rebiu'l-Evvel ayının ilk yarısında ve bir pazartesi günü doğduğunu göstermesi açısından yeterli bir delildir. Matematiksel olarak doğruya en yakın olan tesbit ise bunun Rebiu'l-Evvel ayının 9. günü oluşudur. Sekizi ile dokuzu arasındaki gecenin sabahı dünyaya gelmiştir.
Bundan sonra bu hususta ne söylenirse söylensin artık bize hiçbir zararı olmayacaktır. Çünkü zaman uzadıkça, nakiller zayıfladıkça ve değerlendirmeler farklılaştıkça özellikle doğum ve ölüm tarihlerinde farklı görüşler ortaya çıkabilir. Fakat ne olursa olsun artık Rebiu'l-Evvel ayı Hz. Peygamber'in doğduğu aydır. Bu ayın hilali görünür görünmez, nübüvvetin ışıltısı ve risaletin esintisi de görünür. Muhammed'in mis kokulu hatıraları yeniden canlanır. Bu hatıralar bir tufan gibi bütün benliğimizi kapladıkça kesin olarak inanırız ki Peygamber'in doğumu adete kainatın doğumudur. Onun zatıyla ve şeriatıyla dünya üzerinde paııldamasi bahardan daha güzel bir bahardır.
Hal diliyle bize şöyle demektedir: Ki hak söz, dinleyen için, çok hoş gelir. Benim zatım, doğduğum ay ve zamanım, Baharım bahar ayında bir bahardır. [24]
Soru: Mevlit okumak bidat mıdır? Buna harcanan paranın fakirlere verilmesinin daha güzel olacağı söylenmektedir, bu doğru mudur?
Cevap: Mevlit okumak, şu anda gördüğümüz şekliyle ilk müslü-manlarca bilinmiyordu. Onlar Hz. Peygamber'in doğumu anısına mevlit okumak için özel bir zaman tayin etmeyi veya Hz. Peygamber'in doğum gününü kutlamayı düşünmemişlerdi. Çünkü Hz. Peygamber'in büyüklüğü onların gönüllerini ve akıllarını sürekli meşgul ediyordu. Fakat müslümanlar daha sonraları her sene Rebiu'l-Evvel ayında Hz. Peygamber'in doğum gününü kutlama adetiyle tanıştılar. Ayrıca gerek bu ayda gerekse diğer aylarda mutlu günler münasebetiyle mevlit okuma adetiyle de tanıştılar. Mevlithanlar Hz. Peygamber'in fiziki özelliklerini, doğumu esnasındaki durumları ve daha başka şeyleri bir kaside şeklinde okumayı adet haline getirdiler.
Mevlit okumak ilk müslümanlarca bilinmeyen bir bidat olmasına rağmen yalan ve günahtan ve gayr-i meşru şeylerden uzak bir şekilde icra edildiği zaman herhangi bir sakıncası yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a) hayatında ölmüş gönülleri diriltecek ve onları iyiliğe ve hayra götürecek pek çok ibretler ve öğütler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü'mirilere fayda verir. (Zari-yat/55)
Sizin için Allah'ın Rasûlünde en güzel örnek vardır. (Ahzab/21) Biz sana en güzel kıssaları anlatıyoruz. (Yusuf/3)
Hz. Muhammed'in hayatının anlatılmasında pek çok ibretler vardır, insanlara onun hayat hikayesini okuduğumuz zaman bu bir öğüt ve yönlendirme olur.
Önemli olan Hz. Peygamber'in hayatını anlatırken içerisine hurafeleri ve batıl şeyleri karıştırmamak, azaba ve cezaya maruz kalmamak için sadece sağlam bilgilere dayanmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Şöyle buyurmaktadır:
Kim benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.
Mevlit okuyan kimseye ücret verilmesi haram değildir. Fakat bu ücretin fakirlere verilmesi daha faziletlidir. Bu, ahval ve şartlara göre farklılık gösteren bir durumdur. Bir şahsın, hem parayla mevlit okutmaya hem de fakirlere yardım etmeye gücü yetebilir.
Fakirlerin herhangi bir şeye ihtiyacı olsa ve bu ihtiyaçlarını giderecek kimseyi de bulamasalar, zenginlerin de bu ihtiyacı gidermeleri bir zorunluluk haline gelmiş olsa o zaman bu paranın mevlit okuyucusuna değil de fakirlere verilmesi daha uygundur. İşte bu gibi durumlarda hüküm, durum neyi gerektiriyorsa ona göre verilir. [25]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) hayatta iken herhangi bir kimse ile güreş tutmuş mudur? Böylece bir şey gerçekleşmişse bu güreşin sonucu ne olmuştur?
Cevap: Siyer kitapları Hz. Peygamber'in (s.a) güreş hikayesini muhtelif rivayetlerle rivayet ederler. Bu konuyu öğrenmek için ilgili kaynaklara müracaat etmek ve araştırmak mümkündür. Şevkani Neyl'ül-Evtar fi Şerhi Münkeka'l-Ahbâr isimli kitabının ikinci cüzünde bu kıssayı anlatmakta ve bu olayla ilgili aşağıda zikredeceğimiz iki rivayet zikretmektedir.
Şevkani, ilk olarak koşuculuk, güreş ve harp oyunları gibi müsabakaların caiz olduğuna delalet eden hadisleri sıralar. Muhammed ibn Ali ibn Rukâne'den rivayet edilen şu hadis bunlardan birisidir. Rukâne Peygamber (s.a) ile güreş tutmuş, Peygamber (s.a) onu yenmişti. Bu hadisi Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud Said ibn Cübeyr'in mürselleri içinde şu rivayeti zikreder: Rasûlullah (s.a) Batha denilen yerde bulunuyordu. Yanına Yezid ibn Rukane (Rukane ibn Yezid) geldi. Beraberinde sürüsü de vardı. Hz. Peygamber'e dedi ki: "Ey Muhammed! Benimle güreşir misin?" Hz. Peygamber: "Sen beni yenersin" dedi. Rukane "Beni yenersen sana bir koyun var" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onunla güreşe tutuştu ve yendi, koyunu da ondan aldı. Rukane dedi -ki: "Var mısın tekrar güreşelim?' Defalarca güreştiler. Sonunda Rukane dedi ki: "Ey Muhammed! Şimdiye kadar hiç kimse sırtımı yere getirememişti. Aslında beni yenen sen değilsin (yani bu işte mutlaka Allah sana yardım etti)." Bu hadise üzerine Rukane müslüman oldu. Hz. Peygamber de kendisinden aldığı koyunu verdi.
Abdullah ibn el-Haris'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a) cahiliye döneminde Ebu Rukane ile güreşmişti. Ebu Rukane güçlü kuvvetli bir adamdı. Hz. Peygamber'e "Benimle koyun karşılığı güreşmeye varmışın?" dedi. Neticede güreştiler. Hz. Peygamber onu yendi. Ebu Rukane tekrar güreşelim dedi. Hz. Peygamberle tutuştuğu üç güreşi de kaybetti.
Ebu Rukane dedi ki: "Ben şimdi aileme ne diyeceğim? Koyunun birisini kurt yedi, diğeri yukarıda kaldı, üçüncüsünü nasıl izah edeceğim?" Hz. Peygamber ona dedi ki: "Biz seni zarara sokmak için yenmiş değiliz. Al götür koyununu!" [26]
Soru: Bir mecliste kişiler veya toplumlar açısından insanların en hayırlısının kimler olduğu konusunda aramızda tartışma çıktı. Bu konuda çeşitli görüşler ortaya atıldı. Meselenin doğrusunu öğrenemek istiyoruz. Bize bu konuda bilgi verir misiniz?
Cevap: İmam İbn Teymiye'ye buna benzer veya buna yakın bir soru soruldu. Muhtasar el-Fetava el-Mısvıyye isimli kitapta, İbn Teymi-ye bu soruya aşağıdaki şekilde cevap verdi:
İnsanların en hayırlısı peygamberlerdir. Sonra sıddîklar, sonra şehitler, sonra da salihler gelir. Her sınıfın kendi içinde daha üstün olanları vardır.
Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın Araba, beyazın siyaha ve siyahın beyaza takvadan başka üstünlüğü yoktur Genel sıralamada durum böyledir. Nesiller sıralamasmdaki en faziletli insanlar ise, Hz. Peygamber'in (s.a) peygamber olarak gönderildiği çağda yaşayanlardır. Daha sonra onları takip eden nesiller gelir. Şahıslar açısından ise insanların en üstünü Hz. Peygam-ber'dir. Ondan sonra Hz. İbrahim'dir. Haşimoğullarının özel bir üstünlüğünün olmadığı, bilakis muhataplarının örfüne ve maksatlarına göre derecelendikleri belli olmuştur. İbn Teymiye, Kureyş'in özelliklerini anlattıktan sonra şöyle demiştir:
Ne olursa olsun bu özellikler sırf soyundan dolayı bir insanın baş-n kalarına üstün olmasını gerektirmez. Bilakis Allah katında üstün lük takva iledir. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
(Benim dostum falanların ve filanların soyundan gelenler değildir. Benim dostum Allah ve salih mü'minlerdir). Kim imanda ve takvada üstün ise Allah katında da üstündür ve Rasûlullah'a en yakın olan odur, başkaları soyca Rasûlullah'a yakın olsalar bile... Şüphesiz ki dinin ve imanın sağladığı dostluk, soy yakınlığından daha güvenilir bir yakınlıktır.
İbn Teymiye'nin söylediği şeylerin ikinci kısmı önemli ve üzerinde durulması gereken şeylerdir. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
Allah katında en değerliniz O'na karşı gelmekten en çok sakınanı-nızdır. (Hucurat/13) [27]
.
Soru: "Beni Hûd ve kardeşleri ihtiyarlattı" şeklinde bir hadis var. Bu hadisin anlamı nedir? Hadiste işaret edilen Hûd ve kardeşleri nelerdir?
Cevap: Rasûlullah (s.a), içerisinde bulunan ibretler ve nasihatler sebebiyle Kur'an-ı Kerim'den fazlasıyla etkilenirdi. Buharı ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre Abdullah ibn Mesud, şöyle anlatmakta-
dır: Rasûlullah (s.a) bana dedi ki: "Ey Abdullah! Bana Kur'an oku!" Dedim ki: "Ya Rasûlullah! Bu Kur'an sana iniyorken, ben mi okuyacağım?" Rasûlullah şöyle dedi: "Başkasından Kur'an dinlemeyi severim." Bunun üzerine Nisa sûresini okumaya başladım. Nihayet "Her ümmete şahit getirdiğimiz seni de onlara şahit getirdiğimiz zaman halleri nice olacak!" (Nisa/41) ayetine geldiğim zaman, Rasûlullah "yeter" dedi. Ona baktığımda gözlerinden yaşlar aktığını gördüm.
"Beni Hûd ve kardeşleri ihtiyarlattı" hadisini İbn Abbas'tan, Tir-mizî ve Hakim rivayet etmiştir. Bundan maksat, Hûd ve benzeri sûre-lerdeki uyarı ve korkutmalardan, hesaba çekilme ve cezadan söz edilmiş olmasından ve diğer ümmetlerin başına gelen şeylerden Rasûlul-lah'ın (s.a) etkilenmesi, bunun da ihtiyarlığını hızlandırmasıdır.
Hûd sûresinin kardeşleri Vakıa, Tekvir, ve Nebe sûreleridir.
İmam Gazali İhya-ı Ulumıddin isimli eserinde şunları söyler: Rasûlullah (s.a) "Beni Hûd ve onun kardeşleri olan Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri ihtiyarlattı" buyurur. Alimler bunun sebebinin o surelerdeki ibâd (yani Allah'ın rahmetinden uzak olma) âyetleri olduğunu söylerler.
Şunu bilin ki Hûd'un kavmi Ad, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı. (Hûd/60)
Yine bilesiniz ki Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzak kılındı. (Hûd/68)
Biliniz ki, Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu. (Hûd/95)
Halbuki Hz. Peygamber (s.a) Allah'ın dilemesi halinde herkesi hidayete eriştireceğini bilmektedir.
Vakıa süresindeki âyetler ise şöyledir:
Kıyamet koptuğu zaman artık onu kimse inkar edemez. O, alçal-tıcı ve yükselticidir. (Vakıa/2-3)
Yani olayları yazan kalemin mürekkebi kurur, bütün alametler tamamlanır ve kıyamet kopar. Kıyamet koptuğu zaman, dünyada iken yüksek mevkilerde bulunan nicelen alçalır, alçak mevkilerde bulunan niceleri de yücelir.
Tekvir sûresinde de kıyametin korkunç halleri şu âyetlerle anlatılır:
Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yakınlaştırdığında, kişi .-,v: neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır. (Tekvir/12-14)
Nebe süresindeki âyetler şunlardır: "ıu O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak.. (Nebe/40)
O gün, Rahmanın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler. (Nebe/38) [28]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) Miraç gecesi, rabbini gördü mü?
Cevap: Bazı hadislerde Peygamber'in Miraç gecesi rabbini gördüğü ve onunla konuştuğu ifade edilir. Bu ümmetin geçmiş dönemlerde yaşayan bazı salih kişileri de Hz. Peygamber'in söz konusu gecede rabbini gördüğüne inanmışlar, fakat bunun nasıl olduğu kendilerine sorulduğunda hiçbir cevap vermemişlerdir. Onlar, "Rü'yet/görüşme vaki olmuştur fakat keyfiyeti bizce meçhuldür" demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. Zannediyorum ki bu kadarı bizim için yeterlidir. Bundan ötesi bizden istenilecek değildir.[29]
Soru: Dinî kültürden nasibi olmayan bazı insanlar diyorlar ki: "İslâm'da mucize diye bir şey yoktur. Peygamber'in (s.a) de Kur'an'dan başka mucizesi yoktur." İslâm'ın bu konudaki görüşü nedir?
Cevap: Din, Allah'ın insanlara bir mesajıdır. Bu dini Allah'tan getiren ise Cebrail'dir. Allah onu kendisi ile peygamberleri arasında bir elçi olarak tayin etmiştir. Mesajı bu melekten alıp insanlara ulaştırma görevini yerine getirecek peygamberlerin mevcudiyeti de gereklidir. Çünkü insanlar ancak kendi hemcinsleriyle anlaşabilirler. Peygamberlik çok zor bir görevdir. Mutlaka bir belgesinin, delilinin, bir desteğinin olması gerekir. Bu iddianın mucizeyle desteklenmeye ihtiyacı vardır. Mucize, başkalarına benzerini getirmeleri için bir meydan okumayı da içeren harikulade/olağanüstü ve beşer gücünün dışında bir iştir. Eski çağlardan beri semavi dinlerin hepsi mucizelere de sahip olmuşlardır. Nuh, Hûd, Salih, Lût, Musa ve İsa peygamberlerin mucizeleri vardır. Kur'an-ı Kerim ve Allah'ın diğer kitapları bu mucizelerden söz ederler.
Mucize genellikle bir toplumun maharetli olduğu bir alanda gösterilir. Musa'nın kavmi sihirbazlıkta maharetli olduğundan, Musa'nın en büyük mucizesi de asanın yılana/ejderhaya dönüşmesi şeklinde ortaya çıkmış ve sihirbazların yaptığı herşeyi yutmuştur. Hz. İsa'nın kavmi tıp alanında maharetli olduğu için İsa'nın mucizesi körleri ve abraşları iyileştirmek ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltmek şeklinde tecelli etmiştir.
Kur'an'ın, en büyük ve ebedi bir mucize olduğu bilinmektedir. Kendisinden önce ve sonra onu batıl kılacak hiçbir şey gelmemiştir. Bu eşsiz ve ölümsüz kitap okuması, yazması olmayan, ümmi bir Peygambere, ümmiliğin ve eğitimsizliğin hakim olduğu bir ortamda inmiştir. Bu Kur'an, mucizelerin en büyüğüdür ve onun Allah kelamı olduğunun en açık delilidir. Onu getiren Allah'ın elçisidir. Bunun içindir ki Buharî ve Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a) Şöyle buyurmaktadır:
Hiç bir peygamber yoktur ki, benzerine insanların iman ettiği bir mucize verilmiş olmasın. Hiç şüphesiz bana ihsan Duyurulan en büyük mucize Allah'ın bana vahyettiği Kur'an'dır. Umarım ki ben, kıyamet günü bütün peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olurum.
Fakat bu, Kur'an'm Rasûlullah'ın tek mucizesi olduğu anlamına gelmez. Her ne kadar Hz. Peygamber'in en büyük mucizesi Kur'an ise de, Kur'an'm ve sünnetin zikrettiği başka mucizeleri de vardır. Kur'an bize Allah'ın mü'minlere, meleklerle yardım etmesi, Bedir gününde yalnız müslümanları sulamak için yağmur indirmesi, kumlara batan ayaklarını sağlam yere basar hale getirmesi, savaş gecesi kendilerine güven vermek için onları uyutması gibi mucizelerden söz ediyor. Ayrıca Ahzab savaşında çadırları söken, tencereleri deviren ve çadırları tutuşturan fırtına mucizesinden, Tebük savaşında aşırı sıcaktaki şiddetli susuzluktan sonra Peygamber'in duasının bereketiyle müslüman askerlerin üzerine yağmurun indirilmesi mucizesinden bahsedilmektedir.
İnatçılığın, sapık ruhların eski bir huyu olduğu bu mucize münasebetiyle ortaya çıkmıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a) bu savaşlardan birinde rabbinden üzerlerine yağmur indirmesini niyaz ettiği zaman Allah, Peygamberinin duasını kabul edince, münafıklar şöyle demişlerdi: "Bu yağmur üzerimize Muhammed'in duasıyla değil, rüzgarın etkisiyle yağdı."
Hz. Peygamber'in (s.a) mübarek parmaklarının arasından su fışkırması, az bir suyun ve yiyeceğin çoğalması ve Allah'ın emriyle gelecekten haber vermesi gibi diğer mucizeler hakkında çoğu Buharı ve Müslim'de olmak üzere sahih hadisler rivayet edilmiştir. Fakat biz. bazılarının Hz. Peyamber'in zatını tanımlamada çok aşın gittiklerini görmekteyiz. Bunlar aslı olmayan şeyleri Rasûlullah'a nisbet etmektedirler: Allah'ın ilk defa Rasûlullah'ı yarattığını, herşeyi onun yüzüsuyu hürmetine yarattığını ve herşeyi onun nurundan yarattığını iddia etmektedirler. Bazıları da Rasûlullah'ın makamına karşı aşırı gitmişler ve onu herşeyden soyutlamışlardır. Doğru olan bunun ortasıdır. Muham-med (s.a) saygın bir peygamberdir, rabbi onu kötülüklerden korumuştur. Peygamberliğin ismet sıfatıyla onu himaye etmiştir. O müjdeleyici ve uyarıcıdır. Allah'ın izniyle, Allah'ın yoluna çağıran bir davelçidır. Aydınlatan bir kandildir, şefkatli ve merhametlidir. Büyük bir ahlaka sahiptir..vs.. , .
De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım." (Kehf/110)
Fakat bununla beraber bir nebi ve rasûldür. Dininde ve davasında Allah'ın yardımı ile desteklenmiştir. Dünyada diğer insanların başından ne geçerse onun başından da aynı şeyler geçebilir. Bu dünyada herşeyi bilmesi ve kuşatması gerekmez. Hurmaların aşılanması olayı meşhurdur. Bu konuda Rasûlullah (s.a) şöyle demiştir:
Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. Bir rivayette de şu ifadeler geçer:
Ben ancak bir insanım; size dininizle ilgili emrettiğim zaman, onu alınız. Kendi görüşümle bir şeyi emrettiğim zaman ise, unutmayın ki ben de bir beşerim.
İslâm tarihinde, herkes tarafından bilinen bir mucize daha vardır: Yarım yüzyıl gibi bir zamanda İslâm dini yerkürenin yarısından fazlasına yayılmıştır. Bunu gerçekleştiren mücahidler ve davetçilerin miktarı o kadar fazla da değildir. Onların ellerinde korkunç ve acaip silahları da yoktur. Beraberlerinde kitleleri kandıracak veya korkutacak herhangi bir vasıtaları da yoktur. Sadece dinlerini arzediyorlar, davetlerini açıklıyorlar, her türlü uyarıyı yaptıktan ve mazereti ortadan kaldırdıktan sonra savaşa karar veriyorlardı. Barış ve ateşkes vasıtalarından da en güzel şekilde yararlanıyorlardı.
islâm, Mekke döneminde müşriklerin inatçılığı, kafirlerin baskısı, zalimlerin zulmü, sihirbazların küstahlığı ve zorbaların işkencesiyle karşılaşmıştı. Müslümanlar, Mekke'deki onüç sene boyunca, işkencenin en kötüsünü ve düşmanlığın en acısını tatmışlardır. Allah Teâlâ bu din için onun mensuplarını bu belalarla ve musibetlerle imtihan etmek istemiş, sonra bu zorlu dönemin akabinde kısa bir zaman içerisinde onları, hayret edilecek büyük bir yardıma mazhar kılmıştır. Allah Teâlâ harp ve tuzaklarla karşılaşan İslâm'ın, bütün bunların ötesinde Allah tarafından desteklendiğini ve yücelttiğini bize göstermek için böyle murad etmiştir.
Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman da sen atmadın, fakat Aliah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için yaptı. (Enfal/17)
İslâm'ın Allah adına fethettiği ülkelerde diğer dinlerle birlikte yaşadığını ve o dinlere mensup insanların tam bir özgürlük içinde kendi inançlarını devam ettirdiklerini de gözönünde bulundurmamız gerekir. Bununla beraber bu dinler tarihen eskiliklerine ve önceliklerine, türlü hile ve desiselerine, kendilerine sağlanan hürriyet ortamına rağmen İslâm'a olan yönelişi engelleyememişler veya onun ışığının parlaklığını azaltamamışlardır. Bu durum İslâm'ın mucizesi/eşsizliği ve büyüklüğünü gösteren unsurlardan bir unsur deşil midir?
Mucizeleri inkar edenler, ufku dar veya bozuk düşünceli kimselerdir. Kibirli ve düzenbaz kişilerin onu görmezlikten gelmeleri apaçık gerçeğe hiçbir zarar vermez.
Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/41)[30]
Soru: Hz. Peygamberin (s.a) bir işaretle ayı iki parçaya ayırdığı söyleniyor? Bu doğru mudur?
Cevap: Allah Teâlâ Kamer sûresinin başında şöyle buyurur: Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. (Kamer/l)
Yarıldı anlamına gelen inşikak kelimesi müfessirlerin ifade ettiklerine göre ayın bir kısmının bir kısmından ayrılması ve iki parça olması demektir. Bu olay Rasûlullah'ın (s.a) zamanında, hicretten yaklaşık beş sene kadar önce meydana gelmiştir. Buharı, Müslim ve İbn Ce-rir'in Enes'ten rivayet ettiklerine göre Mekkeliler Hz. Peygamber'den (s.a) bir mucize göstermesini istemişler, Rasûlullah da onlara ayı iki parça halinde göstermiştir. Hatta onlar Hira dağının bir tarafında ayın bir parçasını, diğer tarafından da diğer parçasını görmüşlerdir.
Buharı ve Müslim'in İbn Mes'ud'dan rivayet ettiklerine göre ise Rasûlullah'ın zamanında ay ikiye ayrılmış, bir parçası dağın üstünde
kalmış, diğer parçası ise onun altında görünmüştür. Rasûlullah bunun üzerine onlara: "İşte şahit olun" demiştir.
Bundan dolayı âlimler ayın ikiye ayrılması olayının Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifle sabit olduğunu söylemişlerdir. Ayın, Rasûlullah'ın parmak işaretiyle ikiye ayrıldığı sözüne gelince, Alûsi tefsirinde buna dair sağlam bir haberin bulunmadığı ifade edilmiştir. [31]
Soru: Bir mecliste konuşmacılardan birisi Rasûlullah'ın (s.a) Arab-lan övdüğünü ve onların şanını yücelttiğini söyledi. Bir başka konuşmacı da, Rasûlullah'ın alemlere rahmet olarak gönderildiğini ve Arabm, Arab olmayana bir üstünlüğünün olmadığını, üstünlüğün sadece takva ile olduğunu ifade edip "Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a) Arablan nasıl yüceltebilir?" diyerek onu reddetti. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
Cevap: Rasûlullah'ın (s.a) alemlere rahmet olarak gönderilmesi ile Arabların şanını yüceltmesi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Arablar bu dinin ilk taşıyıcılarıdır. Allah Teâlâ, onların içinden ve yurdundan bir peygamber çıkarmakla, Arabçayı Kur'an'ın lisanı yapmakla ve yeryüzünün doğusundaki ve batısındaki insanlara bu dini ilk tatışma şerefini onlara bahşetmekle Arablan zaten onurlandırmıştır. Nitekim Arablar en büyük şerefi ve onuru İslâm'da bulmuşlardır. Kur'an-ı Kerim şu ayet-i kerimede bu gerçeğe işaret etmektedir:
Doğrusu Kur'an hem senin için hem de kavmin için bir şereftir. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. (Zuhruf/44)
Rasûlullah (s.a) Arabları yüceltirken iman eden, Allah ve Rasûlü-nün emrine uyan, kesin bir inançla onu destekleyen ve yeryüzünde adaletin prensiblerini ve insanî kardeşliği yayan Arablan kasdetmiştir.
Rasûlullah'ın (s.a) Arabları öven ve onların şanını yücelten çok sayıda hadisi vardır. Ebu Ya'la'nm Müsned'inde Câbir'den rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Arablar tahkir edildiği zaman İslâm tahkir edilmiş olur.
Taberani'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Haşimoğullarına ve Ensar'a buğzetmek küfürdür, Arablara bu e-zetmek ise münafıklıktır.
Tirmizî'nin Abbas ibn Abdülmuttalib'ten rivayet ettiğine göre Ra-i^sûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ insanları yarattı ve beni onların hayırlı bölümünden kıldı. Sonra kabileler arasında bir seçim yaptı ve beni en hayırlı :kabilenin içinden yarattı. Sonra aileler arasında bir seçim yaptı ve ""* beni en hayırlısının içinde yarattı. Ben, kişi olarak da aile olarak
da onların en hayirhsıyım.
İbn Sa'd'ın Yahya ibn Yezid es Sa'di'den rivayet ettiği sahih-mür-sel bir hadiste Rasûlullah şöyle buyuruyor:
fazla Arab olanınız benim ve ben Kureyştenim. Benim lisanım da Sa'd ibn Bekr'in lisanıdır.
Hakim'in Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste şu ifadeler geçer:
Arabların önde geleni benim. Suheyb, Rûm'un önde gelenidir. Selman, Farisilerin önde gelenidir. Bilal ise Habeşilerin Önde gelenidir.
Taberani, Hakim ve Beyhaki'nin rivayet ettiği sahih bir hadiste ise şöyle buyurulur:
Şu üç şeyden dolayı Arablan seviniz: Birincisi ben Arab'ım, ikincisi, Kur'an-ı Kerim Arabça'dır, üçüncüsü cennet ehlinin dili Arabçadır.
Taberani'nin Ebû Said'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben Arabların en Arabıyım. Kureyş soyundan geldim. Beni Sa'd 'a ibn Bekir'in içinde yetiştim. O halde dili kullanma yanlışlığı bana nereden gelebilir ki?
Hakim'in Ebû Hureyre'den rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Fakirleri seviniz ve onlarla arkadaşlık yapın. Arablan kalpten sev. Nefsinden bildiğin şeyler seni insanlardan alıkoymasın.
Yine Taberani'nin Sehl ibn Sa'd'dan rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kureyş'i seviniz. Kim onları severse Allah da onları sever.
Zannediyorum ki bu hadis-i şerifler İslâm Peygamberinin, müca-hid ve mümin Arabların kadr ü kıymetini ve şanını yücelttiğini göstermesi açısından yeterlidir. Bu onun asaletinin evrenselliğiyle de çelişmez. Çünkü zaten Arablar da bu risaletin/mesajın bütün insanlar arasında yayılması için çalışmışlardır. Bilmemiz gerekir ki Arablık İslâm'ın kabıdır, İslâm da Arabların ruhudur. [32]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) sireti/hayat hikayesi üzerinde sohbet ediyorduk. İçimizden birisi, Rasûlullah'm vefatından sonra halifeliğin onun ailesinden olmayan birisine intikalinin sebebini sordu. Bunun cevabını verir misiniz?
Cevap: Şeyhu'l-İslâm İbn'ül-Kayyım'in Bedaiu'l-Fevâid isimli kitabında bu konuyla alakalı bir ibare okumuştum. Zannediyorum bu ibareyi zikretmem, sorunun cevabı için yeterli olacaktır. İbn'ul-Kay-yım söz konusu kitabının üçüncü cüzünde şöyle demektedir:
Allah bilir ya, hilafetin ehl-i beytten değil de Ebubekir, Ömer ve Osman'dan başlamasının sırrı/hikmeti şudur: Rasûlullah'm vefatından sonra hilafet makamına ilk olarak Hz. Ali geçmiş olsaydı, bozguncular hemen Hz. Peygamber'in bir padişah olduğunu ve saltanatım kendi ailesine bıraktığım söyleyıverırdi. Halbuki Allah Teâlâ onun risaletini ve nübüvvetini böyle bir şüpheden korudu.
Herakliyus'un Hz. Peygamber hakkında Ebu Süfyan'a sorduğu sualleri ve Ebu Süfyan'ın verdiği cevablan hatırlayın:
- Onun ataları içinde bir melik var mı?
- Hayır.
- Eğer atalarının içinde bir melik olsaydı, bu adam saltanat peşinde koşan birisidir, derdim.
Allah Teâlâ, onun yüce makamını atalarıyla ve ehl-i beytiyle ilgili saltanat şüphelerinden korumuştur. Onun ve diğer peygamberlerin geride miras bırakmamış olmalarının sırrı da Allahu a'lem bu şüpheyi ortadan kaldırmak içindir. Çünkü peygamberler geride miras bırakma hakkına sahip olsalardı bozguncular onların evlatları ve mirasçıları için dünyalık peşinde koştuklarını iddia ederlerdi. Nitekim zühd hayatı yaşayan bir kimsenin evlatlarına mal bırakmasını da aynı gözle değerlendirirler ve mirasçılarına mal bırakmak için zahidlik yaptığını iddia ederler.
Allah onları bu tür ithamlardan korudu, Allah ve Rasûlü'nün davetinin töhmet altında bırakılmaması için peygamberlerin miras bı--rloi rakmalannı yasakladı. Böylece peygamberlerin ne peygamberlikleap n ne de aileleri hakkında hiç bir şüphe izi bırakılmadı. Artık Hz. -uH Peygamber'in Hz. Ali'yi ve ehl-i beytini veliaht tayin ettiğini söylemek mümkün değildir. Böylece hilafetin miras bırakılan bir mülk olmadığı anlaşılmıştır. Hilafet makamına ancak önceliği ve öncülüğü olan kimse müstahak olur. Hz. Ali kendi zamanındaki insanların en önde geleni ve en faziletlisidir ve halife olduğu esnada ondan dâ-"ha hayırlı ve bu makama ondan daha layık kimse yoktu. Bu sebeple bozgunculuk yapmak isteyenlere onun halife olmasıyla kullanabilecekleri bir şüphe malzemesi kalmamıştır. Allah'a hamd olsun[33]
Soru: Bazı kimselerin Rasûlullah'tan (s.a) şöyle bir söz naklettiklerini duydum:
Sizden biriniz bir taşa bile inanmış olsa ondan fayda görür. Bu söz sahih bir hadis midir?
Cevap: Bu söz, Peygamber'e ait değildir. İbn Hacer el-Askalani bu sözün hadisler içinde bir aslının olmadığını söylemiştir. İbn Teymiye, bunun bir yalan olduğunu, İbn'ul-Kayyım ise bunun taşlara hüsn-i zan besleyen puta tapıcıların sözü olduğunu ifade etmişlerdir. [34]
Soru: Şu hadisin anlamı nedir:
Birbirinize sırlarınızı açmış olsaydınız birbirinizin cenazesine gelmezdiniz?
Cevap: İmam İbnü'1-Esir en-Nihayefi Garibi'l-Hadis ve'î-Eser isimli kitabında bu hadisi zikretmiş ve anlamı konusunda şöyle demiştir:
Biriniz diğerinin sırrını bilmiş olsaydı onun cenazesinde bulunmak ona ağır gelirdi.
Bu her insanın gönlünde gizli yönlerin bulunduğunu ifade eder. Başkaları bu gizlilikleri bilmiş olsa bundan rahatsız olur, onun hakkında olumsuz duygulara kapılır ve onunla birlikte yaşayamazdı veya onunla arkadaş kalmazdı.
Bazıları bu hadisi şöyle rivayet ettiler: "Birbirinizin gizli şeylerini bilseydiniz birlikte yaşayamazdınız." Yani sizden biriniz bir başkası hakkında içinden geçirdiği şeyleri açığa vurmuş olsaydı hiç kimse başkasıyla birlikte yaşayamazdı. Bu mana bize Ebu'l-Atâhiye'nin şu iki beyitini hatırlatıyor:
Günahların kokusunun çıkmaması Allah'ın bize bir lütf u ihsanıdır. Yoksa örtülerin altına gizlediklerimiz Bizleri hep rezil rüsvay ederdi.
İçlerinden geçirdikleri veya yapmadıkları halde akıllarına getirdikleri şeylerden dolayı Allah'ın insanları cezalandırmaması O'nun bir lütfudur. [35]
Soru: Rezin ibn Mııaviye isimli bir şahsın hadis kitaplarını bira-raya getirdiğini okudum. Bu şahıs hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Cevap: Rezin ibn Muaviye hakkında pek çok kaynakta bilgi verilir. Bunlardan bazıları şunlardır: İbn'ul-İmad el-Hanbelî'nin Şezeratü'z-Zeheb'i, İbn Başkuval'in es-Sıla'sı, İbn Mahlüfun Tahakatü'l-Mâlikiy-ye'si, Hacı Halife'nin Keşfu'z-Zünun'u, İbn Ferhun'un ed-Dıbacu'l-Mü-zehheb'i, el-Fasi'nin el-îkd'us-Semini ve ez-Zirikli'nin el-A'lam'ı.
Sözü edilen kişinin biyografisi özetle şöyledir: Eş-Şeyh İmamü'l-Harameyn Ebu'l-Hasen Rezin ibn Muaviye ibn Ammar el-Abderi es-Serakusti el-Endülüsi. Endülüs'ün Serkusta şehrine mensuptur. Mekke-ye yerleşmiş ve yıllarca orada kalmıştır. Mekke'de Mâlikîliğin imamı olmuştur. Orada hadis ilimlerinde büyük âlim faziletli kişi îbn Mektum İsa ibn Zer el-Heravi'den hadis öğrenmiştir. Ondan Buharî'nin kitabını rivayet etmiş, el-Huseyn et-Tari'den Müslim'in kitabını rivayet etmiştir. Ayrıca başkalarından da rivayette bulunmuştur.
es-Selefi ondan söz etmiş ve: "Üstattır, âlimdir, fakat nazil isnadı[36] çok kullanır" demiştir.
İbn Başkuval ise onun hakkında şöyle demiştir: "Hadis ve diğer ilimlerde temayüz etmiş âlim ve fazıl bir kişidir.'1 Çok değerli eserleri vardır. Ahbaru Mekke; et-Tecrid li's-Sıhhai's-Sitte veya Techdü's-Sıha-hi's-Sitteti fi'l-Hadis isimli kitaplar onundur. Bu kitapta Küiübi Sit-te'deki hadisleri biraraya getirmiştir. Bunlar: Buharı, Müslim, Ebu Dâ-vud, Tirmizî. Nesei ve Mâlik'in kitabıdır.
Rezin hicri 535 senesi (miladi 1140) Muharrem ayında vefat etti. Bir görüşe göre ise hicri 525 senesinde vefat etmiştir. Birincisi daha doğrudur. Allah kendisine rahmet eylesin. [37]
Soru: Ulü'1-azm peygamberler kimlerdir? Sayıları ne kadardır? Allah Teâlâ onları niçin bu vasıfla vasıflandırmış tır?
Cevap: Allah Teâlâ Ahkaf sûresinde şöyle buyurmaktadır:
O halde (Rasûlüm), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. (Ahkaf/35)
Yani Allah'tan aldığı vahyi tebliğ ederken büyük gayret gösteren peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret. Onları hiçbir- şey bu yoldan alıkoymamıştır. Kendilerini sorumlu tuttuğu ve kendilerine hükmettiği şeylerde ya da kaza ve kaderinde Allah'ın emrine karşı daima sabırlı olmuşlardır.
Bunların sayısı hakkında pek çok rivayet vardır. Bazıları onların yirmi sekiz tane olduğunu söylemişlerdir. İsimleri En'am sûresinde ayetlerde şu şekilde geçmektedir:
İşte bu, kavmine karşlı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdendir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. Biz ona İshak ve (İshak'm oğlu) Yakub'u da armağan ettik. Hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik; biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi. İsmail, Elyasa, Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini alemlere rahmet kıldık. (En'am/83-86)
Bir görüşe göre onlar dokuz tanedir: Nuh (a.s) uzun bir süre kavminin eza ve cefasına sabretmiştir. İbrahim (a.s) ateşe atılmaya sab-
retmiştir. İsmail (a.s) kurban edilmek istenilmesine karşı sabretmiştir. Yakup (a.s) oğlunu kaybetmesine sabretmiştir. Yusuf (a.s) kuyuya ve hapse atılmaya sabretmiştir. Eyyub (a.s) büyük bir musibete karşı sabretmiştir.
Musa'ya (a.s) kavmi "işte yakalandık" dediği zaman Musa: "Rab-bim benimledir" demişti. (Şuara/61-62)
Davud (a.s) bir hatasından dolayı kırk sene ağlamıştı. İsa (a.s) bir kerpici bir kerpicin üstüne koymamıştı ve dünyadan söz ederken "Dünya ibret alemidir; ondan ibret alın, onu imar etmeye çalışmayın" demiştir.
Bir görüşe göre de bunların sayısı yedi tanedir ve şunlardır: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, Davud, Süleyman ve İsa'dır. Bir başka görüşe göre de beş tanedir: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. Su-yuti ve Alûsi şöyle demiştir: "Bu son görüş, bütün görüşlerin içinde en doğru olanıdır." [38]
Soru: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış" sözünü delil olarak kullandığınızı ve bunun bir İslâmî eser olduğunu söylediniz. Halbuki ben bu sözün hadis olduğunu işittim. Siz hangi görüştesiniz ve bu ibarenin anlamı nedir?
Cevap: Öncelikle söylemek isterim ki âlimler eser kelimesini hem Rasûlullah'tan rivayet edilen şeyler için, hem de sahabeden (ve tabiinden) rivayet edilenler için kullanmışlardır. O halde söz konusu ibarenin bir eser olması ile -hadis olduğu kesinlik kazandığı takdirde- hadis olması arasında bir çelişki yoktur.
Gerçek olan şu ki bu ibare bazı kaynaklarda hadis olarak, bazı kaynaklarda da sahabe sözü olarak geçmektedir. İbn Kuteybe'nin Tefsiru Garibu'î-Kur'an isimli kitabının 392. sahifesinde şöyle denilmektedir:
"Kim ahiret kazancını isterse" anlamında harse'I-ahire ifadesi kullanılır. Dünya için çalışan ve dünya için mal biriktiren kimse anlamında/w/ü7îH/7 yahrisu li'd-dünya denilir. Abdullah ibn Amr'm şu sözü de bu anlama gelir:
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış.
Kurtubi Tefsirinin 18. cüzünde bu söz Hz. Ömer'e (r.a) nisbet edilmiştir.
İbnü'l-Esir'in en-Nihaye fi Ğarihi'l-Hadis isimli kitabının birinci cüzünde bu ibare Hz. Peygamber'in hadisi olarak rivayet edilmiştir. Birinciden farklı olarak sadece hars kelimesi yerine, çalışmak anlamına gelen amel kelimesi kullanılmıştır.
Bu açıklamadan anlıyoruz ki bu ibare bazı kaynaklarda merfu hadis olarak, bazı kaynaklarda ise Abdullah ibn Amr'm ya da Ömer ibn el-Hattab'ın (r.a) bir sözü olarak geçmektedir. Bir söz için eser'div dediğimiz zaman bu, hem hadisi, hem de sahabe sözünü içine alır. [39]
Soru: Şairin şu beyiti hakkında bilgi verimlisiniz?
Ey dünyaya gelenlerin en hayırlısı yüce Peygamber! Selam sana geçmiş peygamberlerden, Ki hidayet ve senin müjdenle geldiler.
Cevap: Bu beyt, şairler sultanı Ahmet Şevki'nin bir şiirindendir. Şiirin adı el-Hemziyyet'ün-Neheviyye kasidesi'dir. Yüz üç beyte ulaşan uzun bir şiirdir. Tamamı eş-Şevkiyyat isimli kitabın birinci cüzünde mevcuttur. Bu değerli kasidenin bazı beyitleri bir şarkının sözleri olarak alınmıştır. Pek çok kimse kasidenin tamamının şarkı haline getirildiğini zanneder. Bir kimsenin, kasidenin tamamını okumadan onun hakkında tam ve doğru bir kanaate ulaşması mümkün değildir. İçinden bir parçayı alıp da onu tek başına anlamaya çalışmak yanlış anlamalara ve çarpıtmalara yol açabilir. Bunun açık delili burada sözü edilen beyittir. Kasidenin içinde bu beyitin anlamını açıklayacak başka beyitler vardır. Biraz sonra bu beyitleri zikredeceğiz.
Bazıları beytin, Rasûlullah'a hitap ettiğini ve şu anlama geldiğini söylemektedir:
Ey dünyaya gelenlerin en faziletlisi! Sana kıymetli bir selam he-ısdz diye ediyoruz. Bu selam peygamberlerden gelen bir selamdır. On lar senden önce insanlara hidayet için geldiler ve sen daha gelmeden Önce senin geleceğini müjdelediler.
Şiirin lafzının muhtemel manası budur. Fakat şiirin akışı bize başka bir mananın olduğunu ve asıl o mananın tercih edilmesi gerektiğini ifade ediyor. O da şudur: Şair, Rasûlullah'a (s.a) layık ve müstehak olduğu bir vasıfla sesleniyor. Bu vasıf, onun bu kainatın şahit olduğu kimselerin ve insanların en büyüğü, en üstünü, en faziletlisi olmasıdır. Sonra şair şöyle diyor:
Ey İslâm Peygamberi! Sen bu varlık alemini şereflendirmek için Allah'tan en hayırlı selamsın. Sen, genel manada insanların arasından değil, insanların en seçkinleri, beşeriyetin özü olan peygamberlerin arasından seçilmiş ve gönderilmiş bir selamsın. O peygamberler zaman yönünden senden önce gelmişlerdir. Fakat makam ve rütbe yönünden sen onların önündesin:
O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. (Bakara/253)
O peygamberler senin müjdenle gelmişlerdir. Aynı zamanda -kendi şeriatlarını ve hidayetlerini de getirmişlerdir. Başka bir ifadeyle:
Ey Muhammedi Allah Teâlâ insanlara saygın peygamberlerin temsilciliğinden pekçok selam göndermiştir. Onlar insanlara kendi ışıklarıyla ve yol göstericilikleriyle birlikte gelmişlerdir. Ayrıca senin özelliklerini de bildirmişler ve senin geleceğini müjdelemişlerdir. Sen, senin müjdenle gelen bu peygamberlerin hepsinden üstünsün.
Bundan sonra, tercih edilen bu manayı açıklayıcı olan daha sonraki beyitleri hatırlamamız uygun olur. Bu beyitlerde herşeyden haberdar olan ve herşeyi bilen Allah tarafından seçilen peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir:
Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. (En'aml24)
Bu beytler ayrıca Âdem ve Havva'nın sahip oldukları fazileti başka insanlar sebebiyle değil, Hz. Muhammed sayesinde elde ettiklerine; her türlü üstünlük ve şerefin onun sayesinde olduğuna ve tercih ettiğimiz manayı destekleyen şeylere işaret etmektedir. İşte beyitler:
Ey dünyaya gelenlerin en hayırlısı yüce Peygamber!
Sen bu alemi şereflendirmek için Allah'tan gönderilen en hayırlı
selamsın.
Bu selamı hidayetle ve senin müjdenle gelen peygamberler getirmişlerdir.
Peygamberler evinde buluşanlar Hak dinin mensubu haniflerdir ancak
Beşeriyetle değil, seninle kazandı Adem ile Havva Onlara en hayırlı ata olmanın şeref ve faziletini
Onlar peygamberliğin şerefini idrak ettiler Ve sende en hayırlı bu en yüksek şeref
Onlar peygamberliğin şerefini idrak ettiler Ve sende son buldu bu en yüksek şeref.
Allah seni müjdeledi göklere, onu seninle süsledi. Ve senin râyihan yayıldı bütün yeryüzüne
Senin çehren göründü, o çehrenin çizgileri haktır Alnında hidayet ve iffetin çizgileri vardır.
Üzerinde nübüvvetin nurundan bir parlaklık Dosttan ve onun rehberliğinden bir nişane vardır.
Mesih onu övdü semanın arkasından .t Genç kızların içi titredi ve yüzü parladı ondan.
Ahmed Şevki'nin Hz. Peygamber'e methiye olarak yazdığı kasidenin beyitleri işte bunlardır. Bir şiirin anlaşılmasında farklı farklı zevkler ve anlayışlar olabilir. Allah dilediğini doğruya iletir. [40]
Soru: Hz. Peygamber'in kaç tane hanımı vardır? Bunlar kimlerdir?
Cevap: Hz. Peygamber'in dokuz tane hanımı vardır. Bunlar onun hem dünyada hem de ahirette eşidirler. Onlar aynı zamanda hem dünyada hem de ahirette müminlerin anneleridirler. Bir görüşe göre de Rasûlullah'ın kendileriyle evlendiği kadınların sayısı on üçtür. Bunlardan birincisi Hatice bint Huveylid'dir. Hz. Peygamber onunla peygamber olmadan önce evlenmişti. Evlendiği esnada kendisi yirmi beş, Hz. Hatice kırk yaşında idi. Hz. Hatice'yi onunla Huveylid ibn Esed evlendirdi. Peygamberimizin bütün çocukları Hz. Hatice'den dünyaya geldi. Sadece İbrahim, Mariye validemizden dünyaya geldi. Hz. Hatice, Hz. Peygamber'den önce de evlenmişti. Ondan önce Ebû Hale'nin nikahı altında kalmış, Ebu Hale'den önce de Atik ibn Âbid'le evlilik yapmıştı.
Sonra Rasülullah (s.a) Mekke'de Hz. Aişe ile evlenmiş, fakat onunla zifafa Medine'de girmişti. Evlendiği esnada Hz. Aişe on yaşlarında idi. Rasülullah (s.a) Hz. Aişe'den başka bakire kızla evlenmedi. Hz. Aişe'yi babası Ebu beki r (r.a) peygamberimizle evlendirdi.
Rasülullah daha sonra Şevde bint Zema ile evlendi. Sevde'nin bu evlilikte velisi Suleyt ibn Amr'dır. Mehri dörtyüz dirhemdir. Sevde'nin de daha önce başından bir evlilik geçmişti. Önceki kocası Sekran ibn Amr ibn Abdi Şems'ti. Hz. Peygamber daha sonra Zeyneb bint Cahş el-Esedi ile evlendi. Zeyneb'in velisi, kardeşi Ahmed ibn Cahş idi. Zeyneb daha önce Hz. Peygamber'in kölesi Zeyd ibn Harise'nin eşi idi. Bunların kıssası meşhurdur ve Ahzab sûresinde de zikredilir. İlgili ayette şöyle denilir:
(Rasûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği senin de iyilik ettiğin kimseye: "Eşini yanında tut, Allah'tan kork!" diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır... (Ahzab/37)
Hz. Peygamber (s.a) daha sonra Ümmü Seleme bint Ebi Ümeyye ibn el-Muğire el-Mahzumiyye ile evlendi. Ümmü Seleme'nin bu evlilikteki velisi oğlu Seleme'dir. Mehri içini lifle doldurdukları bir yatak, su kabı, tabak ve bir el değirmeni idi. Daha önceki kocası Abdullan ibn Ebi Seleme ibn Abdi'l-Essed'dir. Kocası Ölünce Rasülullah (s.a) kendisiyle evlenerek ona teselli oldu, gönlünü hoş etti.
Hz. Peygamber Hz. Ömer'in kızı Hafsa ile de evlendi. Bu evlilikte Hafsa'nın velisi babası Hz. Ömer'di. Mehri ise dörtyüz dirhemdi. Hz. Hafsa da daha önce evlenmiş ve Huneys ibn Huzafe es-Sehmi'den dul kalmıştı.
Hz. Peygamber'in evlendiği bir diğer hanımı Ümmü Habibe Ram-le binti Ebi Süfyan'dır. Ümmü Habibe'nin bu evlilikteki velisi Halid ibn Said ibn el-As idi. O esnada Habeşistan'da bulunuyordu. Mehrini Rasû-lullah'a vekaleten Necaşi verdi. Dörtyüz dirhemdi. Necaşi bu miktar mehir karşılığı Ümmü Habibe'yi Hz. Peygamber'e nişanladı. Ümmü Habibe Rasûlullah'tan önce Abdullah ibn Cahş'ın nikahının altında bulunmuş ve ondan sonra Cüveyriyye binti'l-Hâris el-Huzaiyye ile evlenmişti. Cuveyriyye Beni Mustalık esirlerinin içinde bulunuyordu. Sonra Sabit ibn Kays el-Ensari'nin hissesine düştü. Sabit ibn Kays ona müka-tep yaptı (yani bedelini Ödediği takdirde azat etmek üzere anlaştı.) Cü-veyrıye, Rasûlullah'a gelerek azat olması için kendisine yardım etmesi-
ni rica etti. Rasûlullah (s.a) ona şöyle buyurdu: "Bundan daha hayırlı bir şey istermisin?" Cüveyriye sordu: "Nedir o?" Rasûlullah (s.a) şöyle dedi: "Senin azatlık bedelini öderim ve seninle evlenirim." Cüveyriye: "tamam" dedi. Böylece evlendiler. Rivayet olunduğuna göre Cüveyriye esir düştüğünde babası ona fidye olarak develer getirdi. Yolda bu develerden beğendiği iki erkek deveyi alıp gizledi. Peygamber'e (s.a) geldiği zaman dedi ki "Kızımı esir etmişsiniz, işte şu onun fidyesİdir." Rasûlullah ona dedi ki: "Filan yerde gizlediğin iki deve nerde?" Cüveyri-ye'nin babası "Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enneke Rasûlullah (s.a). Vallahi bunu Allah'tan başka kimse bilmiyordu'1 diyerek müslü-man oldu, onunla birlikte gelen iki oğlu ve kavmi de müslüman oldular. Haris gizlediği iki deveyi Rasûlullah'a getirdi kızı Cüveyriye'yi aldı. Cüveyriye müslüman oldu ve Rasûlullah (s.a) onu babasından istedi. Babası da dörtyüz dirhem mehir karşılığında onu Rasûlullah'a verdi. Cüveyriye daha önce amcasının oğlu Abdullah ile evliydi.
Rasûlullah (s.a) Meymune bintu'l-Haris ile de evlendi. Onu Rasûlullah ile el-Abbas ibn Abdulmuttalib evlendirdi. Onun mehri de dörtyüz dirhemdi. Meymune daha önce Ebu Rehm ibn Abduluzza ile evlenmişti. Rivayet olunduğuna göre Meymune kendini Rasûlullah'a bağışlamıştı. Bu konuda şu ayet inmişti:
Bir de -Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde- kendisini peygambere hibe eden mümin kadın. (Ahzab/50)
Sonra Hz. Peygamber Zeyneb bintü Huzeyme ile evlendi. Zeyneb fakirlere olan merhametinden ve şefkatinden dolayı Ümmü'l-Mesâkin (yoksulların anası) diye anılırdı. Zeyneb bintü Huzeyme daha önce Ka-bısa ibn Amr el-Hilali ile, ondan önce Ubeyde ibn el-Haris ile, ondan önce de Cehm ibn Âmir ile evlenmişti.
Rivayetlere göre Rasûlullah (s.a) on bir tane kadınla zifafa girmiştir. Bunlardan iki tanesi ile cinsi münasebet vaki olmadan ayrılmıştır. Bunlardan birisi Esma bint'un-Numan el-Kindiyye'dir. Rasûlullah (s.a) onda abraş hastalığı olduğunu görünce kendisine birşeyler vererek ailesine göndermiştir. Diğeri Amra bintu Yezid el-Kilabiyye'dir Rivayete göre Rasûlullah (s.a) (zifaf gecesi) onu yanına çağırınca kadın: "Biz öyle bir milletiz ki gelmeyiz, bize gelinir" demiştir. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) onu da ailesine geri göndermiştir. Bu eşlerinden iki tanesi Rasûlullah (s.a) hayatta iken vefat etmişlerdir. Selefin kendilerinden söz ettikleri diğer dokuz tanesi ise Hz. Peygamberin (s.a) vefatından sonra vefat etmişlerdir. Böylece bütün görüşleri biraraya getirmeye muvaffak olduk. Eşlerinden iki tanesi Rasûlullah hayatta iken vefat etti. İki tanesini Rasûlullah (s.a) boşayıp ailesinin yanma gönderdi. Böylece toplam onüç tanedir. O halde her iki görüş arasında bir çelişki yoktur. [41]
Soru: Okuduğunuz bir hutbede Rasûlullah'm (s.a) şu hadisi geçiyordu:
Sizin dünyanızdan bana güzel koku ve dindar kadınlar sevdirildi ve namaz benim gözümün nuru kılındı.
Bu hadis ve bunun anlamı hakkında ihtilafa düştük. Kaynağı ve lafzı üzerinde tartıştık. Bu hadisi rivayet eden kimdir ve hadisin manası nedir?
Cevap: Rasûlullah'm (s.a) hadisine gerekli itinayı ve titizliği göstermek vacibtir; İslâmî gayretin ve Peygamber hadislerine olan arzu ve temayülün bir delilidir. Önemli olan bu hadislerin sadece ibareleri üzerinde durmak değil, bu titizliği onları uygulama ve yaşamada da göstermektir. Yoksa amelsiz sözün ve uygulamasız lafzın hiçbir değeri yoktur.
Sözkonusu hadisi İmam Ahmed Müsned'inde, Nesei Sünen'inde, Hakim el-Müstedrek'inde ve Beyhakî Sünen'inde rivayet etmiştir. Ha-sen bir hadistir. Bunu İmam es-Suyuti el-Câmi'us-Sağir min Ehadisi'l-Beşir'in-Nezir isimli kitabının birinci cüzünde 3669 numaralı hadisi olarak işaret etmiştir. Enes'ten rivayet edilen hadisin el-Cami'us-Sa-ğir'dtki ibaresi şöyledir:
Sizin dünyanızdan bana güzel koku ve kadınlar sevdirildi; ama gözümün aydınlığı namaz oldu.
Bu ibarenin içinde "üç şey" kelimesi yoktur.
Bunu eş-Şevkani de aynı şekilde Neylü'l-Evtar Şerhu Münteka'l-Ahbar isimli kitabında şu ibareyle nakletmiştir: Enes (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etti: Sizin dün yanızdan bana kadınlar ve güzel koku sevdirildi; ama gözümün aydınlığı namaz oldu.
Bunu Nesei rivayet etti. Şevkani, devamında şöyle der:
Bunu Ahmed, İbn Ebi Şeybe ve Hakim de aynı şekilde Enes'ten rivayet etti. Nese'inin Sünnen'indeki isnadında Seyar ibn Hatim ve Selâm ibn Miskin vardır. Ahmed, Zühd isimli kitabında, Hakim de Müstedrek'te bu hadisi Seyar yoluyla rivayet etti.
Şevkani daha sonra bu hadisin ravilerinden ve derecelerinden söz ediyor, sonra da şöyle diyor:
el-Hâfız, Telhis'te bu hadisin isnadının hasen olduğunu söyledi: el-Keşşaf ve't-Telhis'm tahririnde ise şunları söyledi: Rivayetlerin hiçbirisinde "üç şey" tabiri yoktur. Bilakis hepsinin başlangıcı şu .,' şekildedir: (Hubbibe ileyye min dünyakım en-nisau/sizin dünya--r, nızdan bana kadınlar sevdirildi). "Üç şey" kaydını buna ilave etmek manayı bozar. Bununla beraber İmam Ebû Bekir ibn Furek müstakil bir cüzde bunu şerhederken "üç şey" kaydını koydu. Ga-zâlî'nin //ıva'sında da aynı şekilde ifade edildi ve dillerde de böylece meşhur oldu. Şevkani daha sonra şöyle diyor:
,"Üç" lafzını ilave etmek manayı bozar. Çünkü namaz dünya sevgisinden değildir. es-Sa'd, Ha§iyetü'l-Keşşaf bunu şöyle izah et- "Gözümün aydınlığı" ifadesi dünya sevgisinden ve dünyadaki şeyleri sevmekten vazgeçmenin kastedildiği bir başlangıçtır. Yok-twn\, sa "güzel koku"nun üzerine atıf gelirdi. Çünkü namaz, dünya sevgisinden değildir. Bazıları da buradaki min'infi manasına geldiğini söylediler (yani dünyanızdan değil, dünyanızda). Nitekim şu ayet-i kerimede geçen min harfi de/z anlamındadır:
De ki: "Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünden (yeryüzünde) neyi yaratmışlar; göstersenize bana!" (Ahkaf/4)
Es-Semerat'm müellifi bunu, dünyada oruç gibi, cihat gibi diğer başka taatlerin/ibadetlerin de sevdirildiğini söyleyerek reddetmiştir.
Şevkani'nin sözleri burada sona erdi.
"Üç şey" kaydını kullananlar bununla manayı herhangi bir şekilde sınırlandırmayı değil, sadece hadiste zikredilenleri açıklamayı kas-detmişlerdir. Hadisin anlamı şöyledir: Rasûlullah (s.a) insanın arındığı her türlü güzel kokuyu sevmektedir veya Allah ona bunu sevdirmiştir. Bu temizlik, zerafet, titizlik ve güzel görünüme bir işarettir. Çünkü Allah güzeldir, güzelliği sever. Temizdir, temizliği sever. Aynı sekide kadınlar da Hz. Peygamber'e sevdirilmiştir. Onlara şefkat ve sevgiyle muamele eder, önem verir, saygılı, alinacip ve lütufkar oluşundan dolayı onlara daima nezaket gösterirdi. Çünkü kadınlar eğri kaburga kemiğinden yaratılmışlardır (kırılgandırlar). Çünkü kadınlar duygusal açıdan yoğundurlar. Hz. Peygamber'in, kadınlara saygı ve ihtimamda ümmetine örnek olması gerekir. Rasûlullah'ın gözünün aydınlığı, yani ruhunun saadeti ve kalbinin sevinci namazda olmuştur. Çünkü namaz, bir dua ve niyazdır. Allah'a yakın olma makamıdır. Yani Rasûlullah'ın nazarında Allah'la diyalog kurma lezzetine denk bir lezzettir. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.
Allah Teâlâ en iyi bilendir. [42]
Soru: Allah Teâlâ Kur'an'da Peygamberinin istiğfar etmesini emretmektedir. Rasûlullah'ın çok istiğfar eden birisi olduğu da rivayet edilmiştir. Rabbine karşı isyan etmdiği ve masum olduğu halde Rasû-lullah'm istiğfarla emredilmiş olması nasıl izah edilebilir?
Cevap: Buna benzer bir konu hakkında başka bir yerde de yazdığımı hatırlıyorum. Bununla beraber kısa olarak tekrar cevaplandırmak-da bir beis görmüyorum. Müfessirler, Rasûlullah.'m istiğfarla emrolun-masını izah ederken çok çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Bu izahların hepsi veya büyük çoğunluğu kabul edilebilir görüşlerdir.
Bir görüşe göre Hz. Peygamber -yüce bir mertebede olması hasebiyle- daha iyi ve daha makbul olan şeyleri yapması gerekirken onları değil de iyi ve makbul şeylerle yetindiğinden dolayı istiğfar etmiştir. Yani başkaları o şeyleri yaptığı takdirde İyidir ve makbuldür, ancak bir peygamberin daha iyi ve daha makbul olanı yapması gerekir. Hani bir söz vardır: İyilerin hasenatı, evliyanın seyyiatıdır. (Yani iyi insanların güzel işleri, Allah'a çok yakın olan Allah dostlarının kötülükleri mertebesindedir).
Bir görüşe göre Hz. Peygamber (s.a) dinin esaslarıyla ilgili olmayan konularda dalgınlık ya da unutkanlıkla yaptığı hatalardan dolayı istiğfar etmiştir.
Bir diğer görüşe göre Hz. Peygamebr kendisi için değil —her ne kadar zahiren öyle de olsa- ümmetine öğretmek için istiğfar etmiştir.
Bir başka görüşe göre Allah Teâlâ Peygamberine istiğfarı emrederek hitabettiği zaman bundan ümmeti için istiğfarı murat etmektedir. Ona: "Allah'tan af dile" denildiği zaman bunun manası "Ümmetin için Allah'tan af dile, çünkü onların rehberisin ve onların iyiliğine çok düşkünsün" demektedir.
Burada akla yatkın ve Rasûlullah'ın (s.a) makamına uygun düşen bir görüş daha vardır. Şüphesiz Rasûlullah (s.a) insanlık için en güzel bir Örnek ve ideal bir rehberdir. Fakat o da rabbinin önünde diğer fertlerden bir ferttir. Varlık aleminde cereyan eden kanunlar ve hayatın gerçekleri karşısında diğer insanların durumu neyse Hz. Peygamber'in durumu da odur. O, gerçekten abidlerin en iyisi, salihlerin efendisidir. Fakat Allah'ın hakkını hiçbir insan tam olarak ödeyemez ve takvada yükselmenin bir sınırı yoktur. Allah'ın nimetleri hadsiz, hesapsızdır. Halbuki şükür sınırlıdır. Rasûlullah (s.a) bu gerçeği en iyi bilen insandır. Bu sebeple rabbinden en çok korkan ve O'nun rızasını en çok gözeten insan odur. O, Allah yolunda bütün gücüyle çalıştıkça, hatta bu uğurda bitkin düştükçe, arkasına ve önüne bakar ve yaptıklarını yetersiz ve az görürdü. Çok şeyler yaptığı halde bunu gözünde büyütmezdi. Konumu ve mertebesi sebebiyle hissettiği bu eksikliğinden dolayı istiğfar etmesinin daha uygun olacağını düşünürdü -veya rabbi ona bunu münasip görürdü-.
Hz. Peygamber (s.a) böylece nefis muhasebesinde ve Allah korkusunda/saygısında her gün bir önceki günden daha yüksek bir mertebeye eriştikçe dünkü eksikliğini bütün içtenliğiyle hissederdi. Bu sebeple istiğfar etmeyi uygun görürdü. Bu öyle bir haldir ki bunun mahiyetini ancak Rasûlullah (s.a) gibi olanlar kavrayabilir. Azimetler/yükümlülükler, sorumluluklar azim sahiplerinin durumuna göredir. Büyükler, büyüklerin dengidir.
İmam Alûsi, Nasr sûresinin tefsirini yaparken sanki bu manayı kasteder gibidir:
"Sen de bilirsin, ki Allah'a ait hakları gerektiği gibi yerine getirmekten ve O'nu yüceliğine ve büyüklüğüne layık bir şekilde zikretmekten aciz olup onları ancak bildiği kadarıyla eda edebilenler, -ki arif olan kimse Allah'a ait hakların değerinin bundan çok yüce ve çok daha büyük olduğunu bilir- kendi amelinden ve yaptığından utanır ve eksikliğinin farkına varır. Bir kimse Allah'ı ne kadar çok tanırsa O'ndan o kadar çok korkar ve kendi eksikliğini o kadar çok iyi görür. Hergün bin rekat namaz kılıp sonra kendi sakalından tutup şöyle mırıldanan kimse gibi olur: Kalk, ey her kötülüğün yuvası olan nefis! Vallahi bir an bile Allah için senden razı değilim. Rasûlullah'ın istiğfarı da Allah'ın azametini ve yüceliğini tanımış olmasından dolayı olabilir. Yaptığı ibadet ve kulluğu -her ne kadar bütün abidlerin ibadetinden daha değerli de olsa- O'nun yüceliğine layık olmaktan uzak görür. Allah'ın azameti ve yüceliği onun tahayyül ettiğinin çok ötesindedir. Bu sebeple yaptıklarından utanç duyar ve istiğfara koşar. Sahih olarak bize ge-. len haberlere göre Rasûlullah (s.a) bir gün ve gecede yetmiş defadan fazla istiğfar ederdi. Kulluk yapan kişinin -bütün gücünü sarfetse bile- Allah'ın yüceliğine layık bir kulluktan aciz olduğuna işaret etmek için ibadetlerin pek çoğunun sonunda istiğfar emredilmiştir. Farz namazı kılan bir kimsenin bunun akabinde üç defa istiğfar etmesi, seherlerde ibadete kalkan kimsenin bol bol istiğfar etmesi hükmü getirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hacdan sonra insanların sel gibi aktığı yerden siz de akın. Allah'a istiğfar edin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir. (Bakara/199)
Rivayet edildiğine göre abdest aldıktan sonra da istiğfar edilmesi gerekir. Rasûlululah (s.a) bir meclisten kalkarken Sübhanekallahümme vebihamdik. Estağfiruke ve etûbu ileyk (Allahım seni hamdinle teşbih eder. Senden mağfiret diler ve sanan tevbe ederim) derdi. Bütün bunlardan sonra Hz. Peygameber'in (s.a) peygamberlerin efendisi ve en üstünü olmasına rağmen kendisi için istiğfar etmesinde bir çelişkinin olmadığı anlaşılmaktadır. Allah'ın salatı ve selamı onun, ailesinin, bütün ashabının ve kıyamete kadar onun kitabına çağıranların üzerine olsun. [43]
SORU: Hz. Peygamber'in silahı veya kendisine ait harp aletleri var-mıydı? Varsa bunlar nelerdi? İslâm'ın modern harp silahları karşısındaki tavrı nedir?
Cevap: Hz. Peygamber (s.a) bir hidayet rehberi, bir davetçi ve aydınlatan bir kandil idi. Bununla beraber o aynı zamanda bir mücahit ve savaşçıdır. Çünkü müşrikler inatçılık ve azgınlıklarında ısrar ettikleri, Rasûlullah'a karşı baskıcı bir tutum izledikleri, müslümanlan yurtlarından ve mülklerinden çıkardıkları için artık onların kılıçla yargınlanmaları bir zorunluluk haline gelmişti. Delil ve burhanla ikna edilmeyen kimse kılıç ve mızrakla yola getirilir.
Bu sebeple Rasûlullah'in (s.a) de savaş meydanlarında kullandığı özel silahlan ve harp aletleri vardı. Sayısını tarihçilerin ona kadar çıkardıkları kılıçlara sahipti. Babasından kendisine miras kalan ve beraberinde Medine'ye getirdiği M e'sur denilen kılıcı bunlaradan biridir. el-Adb isimli kılıcını kendisine Sa'd ibn Ubade Bedir savaşı esnasında hediye etmiştir. Zülfikar isimli kılıç da onundu. Bu kılıcın ortasında sırt
omurgaları gibi omurgalar vardı. Bu kılıcı Bedir savaşında ganimet olarak almıştı ve bütün savaşlarında yanında bulundururdu. Bir diğer meşhur kılıcı ise Samsame isimli kılıçtı. Samsame Amr ibn Madi-kerb'in kılıcı idi. Rasûlullah'ın çok sayıda da zırhı vardı. Bunlardan bazılarının isimleri şöyleydi: Zat'ül Fudûl -uzun olduğu için bu ismi almıştı- Zat'ül-Vişah, Zaî'ül-Havaşi ve Betrâ.
Hz. Peygamber'in mızrakları da vardı. Büyük olan mızrağının ismi Beyda idi. Daha küçük ve sopaya benzeyen mızrağının ismi Anze idi.
Hz. Peygamber'in kullandığı silahların birisi de yaydır. Ravha, Zevra ve Ketum isimli yayları meşhurdur. Bu sonuncusu ile atılan ok hafif bir ses çıkardığı için bu isimle anılmıştır. Hz. Peygamber'in bir de ok torbası (sadak) vardı. Savaşlarda yanında bulundurduğu kendisine hediye edilen bir de kalkanı vardı. Bu kalkanın üzerinde bulunan bazı resimleri Hz. Peygamber silmişti. Peygamberimizin çok sayıda da sancağı vardı. Bunlardan dört köşe ve siyah olanın ismi Jkab beyaz olanın ismi ise Zinet idi. Rivayet olunduğuna göre onun bir de sarı renkli sancağı vardı. Yine rivayete göre üzerinde kelime-i tevhid yazılı bir sancağı vardı. Urcun isimli bir asası, Meşmıık isimli bir de sopası vardı.
Hz. Peygamber Sehab denilen bir sarık sarardı. Bir de miğferi vardı.
Bunlar Rasûlullah'ın (s.a) savaşlarda kullandığı araç ve gereçlerdir. Kuşkusuz bunlar onun zamanı ve çağına uygun silahlar ve araçlardır. Şayet faydalı daha başka silahlar da bilinmiş olsaydı, Hz. Peygamber onları kullanmaktan da geri durmazdı. Çünkü önemli olan savunma ve gerektiğinde hücum için hazırlık yapmak ve techizatlı bulunmaktır. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah'ın düşmanını ve sizin düşmanınızı korkutursunuz. (Enfal/60)
Allah Teâlâ her türlü kuvvet vasıtasını hazırlamayı da emretmiş ve bunların neler olduğunu belirleyip sırurlamamıştır. Çünkü bunlar zamana ve şartlara göre değişir. Ayet-i kerimede "bağlanıp beslenen at-lar"a işaret edildiğine göre bunun sebebi atların o günün şartlarında en
önemli savunma ve korunma aracı olmalarıdır. Hayyale (süvari) kelimesi modern ordularda genellikle hala hafif hareketli birlikler için kullanılmaktadır. O halde günümüzde hızlı destek ve yardım maksadıyla kullanılabilen her türlü hafif kuvvetlerin bu kavramın içerisine dahil edilmesinde hiçbir engel yoktur.
Yine görüyoruz ki, Hz Peygamber (s.a): ''Dikkat edin, kuvvet atmaktır" buyurarak, ramy (atmak) kelimesini genel ve kapsamlı bir anlamda kullanıyor. Bu kelimenin anlamı içerisine, mukaddes yerleri korumak ve düşmanın taşkınlığını kırmak üzere kuvvetle fırlatılan her türlü silah girer. Her türlü harp aletinde veya etkili silahta bir atış gücü vardır. Genişlik ve darlık yönünden diğer silahlardan farklıdır. Fakat herhalükarda bunlar atmaktan kaynaklanan bir kuvveti ifade ederler.
Ben inanıyorum ki, Rasûlullah (s.a) bu asırda yaşamış olsaydı, uçak, tank ve bomba gibi her türlü modern savunma ve hücum araçlarım kullanmakta asla tereddüt etmezdi. Hakkı gerçekleştirmek ve batılı yok etmek için zaruret halinde bunları kullanırdı.
Şüphesiz batıl yıkılmaya mahkumdur. (İsra/81)
Çünkü kuvvet olmaksızın ümmetin işleri düzgün gitmez ve bir devletin kuvvet olmaksızın onurunu koruması mümkün değildir.
Asıl izzet ve şeref ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. (Münafıkûn/8)
Bütün bunlardan şu gerçeği açıkça anlıyoruz: İslâm ümmetinin hertürlü silaha sahip olması, sadece eski araç ve gereçlerle yetinmeme-si, ani saldırı ve sürprizleri hesaba katması, hazırlıkta ve caydırıcılıkta düşmanlarını geride bırakması gerekir. Silah olmaksızın güç ve kuvvet olmaz. [44]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) hicreti hakkında çok şeyler dinle dim. Fakat hicret esnasında gençlerin konumuyla ilgili beni tatmin edi
ci bir şey duymadım. Bununla beraber bir gün büyük bir âlimden hicret olayında gençlerin çok büyük bir gayret gösterdiklerini duydum. Bunun aslı nedir?
Cevap: Hicret olayı, hala hayat, kuvvet ve hareket kaynağı olan, unutulmaz ve alemşümul konuma sahip bir sahnedir. Hicretle ilgili olaylar okunduğu zaman (tarih) adeta yeniden canlanır; bir rivayet ve bir anlatım bile olsa sanki kişi onları duyarak ve görerek müşahede eder. Bu.emsalsiz sahnede gençlerin de büyük bir payı vardır. Buna ' şaşmamak gerekir. Çünkü gençler bu ümmetin baharıdır, hayatın damarlarıdır. Mücadele yolunda en önemli kuvvet kaynağıdır ve geleceğin ümididir. Göte şöyle demektedir:
Hayatının hangi döneminde olursa olsun bir milletin akıbeti ve geleceği yirmibeş yaşından küçük gençlerin fikirlerine bağlıdır.Bir başka düşünür de şöyle der:
Ey bereketli topluluk, ilerleyin! Ey henüz ömür düğümleri çözülüp dağılmamış gençler! Aydınlanan şafak gibi yükselin ve insanların ufuklarını ışıkla doldurun![45]
Hicretle gelişen olayları düşünen bir kimse, başından sonuna kadar bu olaylara etki ve iştirak eden gençlerin mübarek ve temiz ayaklarının attığı adımları görebilir. Mesela başlangıçta Ebu'1-Hays Enes ibn Râfi isimli genci Medine'den Mekke'ye hac ve ticaret için gelen bir gençler topluluğunun içinde görüyoruz. Rasûlullah (s.a) hicretten hemen önce onlarla karşılaşıyor ve onları İslâm'a çağırıp kendilerinden yardım istiyor. İçlerinden bir genç öne çıkıyor. Bu gencin adı İyas ibn Muaz'dir. İyas gençlerin hakikate karşı gösterdikleri hüsn-i kabule, doğru sözü temiz karakterli gençlerin nasıl içtenlikle kabul ettiklerine adeta tercüman oluyor. Arkadaşlarını Hz. Peygamber'in çağrısını kabule ve ona yardımcı olmaya teşvik ederek onlara şöyle diyor: "Arkadaşlar! Vallahi yapacağımız en hayırlı iş budur.."
Eğer o topluluğun içinde, gençlerle hidayet nurunun arasına zorla giren bir ihtiyarın ihtiyarlığının mutlak otoritesi ve despotça etkisi olmasaydı genç İyas kavmini hidayete davette neredeyse başarılı olacaktı. Fakat ihtiyar Ebu'1-Hays geliyor -ki topluluğun reisidir- bu delikanlıyı azarlıyor, dövüyor ve zorla susturuyor. Bu olayda hicretin ilk dönemlerinde gençlerin nasıl bir konumda olduklarını gösteren ilk sahne canlı bir şekilde ortaya çıkıyor.
İşte Abbas... Hz. Peygamber'in amcası Abbas.. Hz. Peygamberle birlikte Akabe beyatınm yapılacağı yere geliyor. Bu beyat hicretin ilk temel taşıdır. Abbas, bu yabancılardan korkmaktadır ve şöyle demektedir:
Ey kardeşimin oğlu! Bu gelen yabancıların ne olduklarını ben bilmiyorum!... Ben Yesriblileri tanırım..
Abbas'ın kafasından çeşitli endişeler ve şüpheler geçiyor. Fakat o bu gençleri görür görmez ve yüzlerindeki temizliği ve safiyeti müşaha-de eder etmez fikrini değiştiriyor ve şöyle diyor:
Bunlar benim tanıdığım kimseler değil, bunlar hep gençler..
İşte bu gençler Allah yolunda canlarını vermek ve Medine'ye hicret ettiği takdirde kendisine yardımcı olmak üzere Hz. Peygamber'e (s.a) söz veriyorlar. Rasûlullah'a beyat edenlerin (söz verenlerin) sayısı yetmiş kadardır. Sonra içlerinden Es'ad ibn Zürare -ki bu gençlerin yaşça en küçük olanıdır- ayağa kalkıyor ve bu beyatı destekliyor, akranlarının bu beyatın mahiyetini daha iyi anlamaları ve ileride herhangi bir kusur işlememeleri için onlara sorumluluklarını ve görevlerini hatırlatıyor, bunun çok riskli bir beyat olduğunu, Arabların düşmanlıklarına ve silaha sarılıp üzerlerine saldırmalarına sebep olabileceğini anlatıyor. Nihayet bu gençler topluluğu yapılan sözleşmeye bağlılıklarını ve hoşnutluklarını tam bir gençlik coşkusu ve heyecanı içinde tekrar teyid ediyorlar. Sonra Rasûlullah (s.a) Es'ad ibn Zürare'yi gençlerin en küçüğü olduğu halde, o topluluğun liderlerinden biri olarak seçiyor ve onu Neccaroğullarının başına lider yapıyor. Bu, hikmet sahibi yüce Peygamber'in davetin başarıya ulaşmasında gençlerin gösterdiği gayreti takdir ettiğinin ve davetinin taze filizlerine gösterdiği saygının bir ifadesidir.
Bir tarafta Kureyş kafirleri sapık gençleri tehlikeli maceralara sürüklerken ve savunmasız Muhammed'i birlikte öldürsünler de kan bedeli bütün kabilelere paylaştırılsın diye her kabileden güçlü, kuvvetli gençleri seçerek, onları ele geçirdikleri kör ve sağır bir alet gibi diledikleri şekilde kullanmaya çalışırlarken, diğer tarafta bu alçakça manzaraya tamamen aykırı, soylu, fevkalede güzel başka bir manzara mü-şahade ediyoruz.
Yine bu sahnenin içerisinde Hz. Ali'yi görüyoruz; henüz yirmibeş yaşma girmemiş. Peygamber'in yerine onun yatağına giriyor ve geceyi onun yatağında uyuyarak geçiriyor. Rasûlullah'm yeşil Hadramut cüb-besine bürünüyor. O, tehlikenin odağında ve kör bir saldırının hedefi olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu hareketiyle o, asil bir fedakarlığın en yüce örneğini veriyor. Bu fedakarlık, hicret esnasında gençlerin sergiledikleri ölümsüz sahnelerden bir sahne olarak ortaya çıkıyor.
Hz. Peygamber (s.a) hicretin nihai planı üzerinde kendisiyle görüşmek için Hz. Ebubekir'in evine doğru yola çıkar. Bu, korunması gerekli çok Önemli bir sırdır ve tehlikeli bir iştir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebubekir'e evinde kim varsa dışarı çıkartmasını emreder. Hz. Ebubekir evinde kimsenin olmadığım ona bildirir. Fakat Rasûlullah (s.a) evde bir hareketin varlığını hisseder ve sorar. Ebubekir: "Ya Rasûlullah sadece iki kızım var" diye cevap verir. Rasûlullah rahatlar ve içeri girer, bütün bilgilerini ve sırlarını sadık dostuyla paylaşır. Esma ve Aişe de dinlemektedirler. Onlardan hiçbir sır çıkmaz. Bu da bize erkeğiyle kadınıyla bütün müslüman gençliğin güvenilir ve itimat edilir bir kişiliğin temsilcisi olduklarını gösterir. Bu, gençler için çok büyük bir şereftir.
Hz. Peygamber ve arkadaşı mağaraya girdiler. Haberleşme imkanları kesildi. Ne pahasına olursa olsun, Kureyş'in haberlerine, planlarına ve kendilerini nasıl takip ettiklerine vakıf olmak istiyorlardı. Peki ama haberleri nakletme, soruşturma ve bilgi toplama işini kim yapacaktı? Bu soylu ve tehlikeli görevi yine müslüman bir genç Abdullah ibn Ebi Bekir ifa ediyordu. Siyer kitaplarının bildirdiğine göre Abdullah kültürlü ve uyanık bir genç idi. Gündüzünü Mekke'de Kureyşlilerin arasında geçirir, herşeye kulak kesilir, gözlem yapar ve araştırırdı. Toplantılara, cemiyetlere ve gece sohbetlerine katılır, konuşulan herşeyi zihninde toparlardı. Gece yarısı olduğu zaman dikkatlice dışarı çıkar ve mağaranın yolunu tutardı. Mağaraya varınca bildiği herşeyi Hz. Peygamber ile babasına anlatır, sonra seher vaktinde Mekke'ye süratle geri dönerdi. Nihayet sabah olur, sanki o, geceleyin Mekke'yi hiç terketmemiş gibidir. Fakat gençlik gayreti bu görevi çok kolay hale getirmiştir.
Hz. Peygamber ve arkadaşının susuzluklarını giderecekleri şeylere ihtiyaçları vardır. Fakat orflar kupkuru bir çöl parçasında buîunuyör-ken kendilerine bu içecek nereden gelecek? Bu göre-vi de Âmir ibn Fu-heyre isimli bir genç ifa edecektir. Âmir, Hz. Ebubekir'in koyunlarını güden genç bir delikanlıdır. Koyunlarını oradan oraya sürmektedir. Nihayet mağaraya ulaşarak Peygamber'e ve arkadaşına koyunlardan sağdığı taze sütü içirecektir. Âmir, aynı zamanda bilgi ve haber getirme işine de iştirak etmektedir.
Hicret eden bu iki büyük insanın yiyeceğe de ihtiyaçları vardır. Peki, o nereden gelecektir? Bunu da onlara müslüman bir genç kız getirecektir. Bu, Ebubekir'in kızı Esmâ'dır. Her gün onlara yiyecek taşımaktadır. Yolun tehlikeleri ve süprizleriyîe karşı karşıyadır. Bu tehlikeler ne kadar da çoktur. Genç Esmâ'nın bu olaydaki azim, gayret ve fedakarlığı o kadar ileri boyuttadır ki, onlara getirdiği kapları bağlamak için mağaradan ayrılırken belindeki kuşağı ikiye parçalayacaktır. Bu sebeple kendisine "Zâtünnitâkayn/iki kuşaklı" denilecektir.
Bir tarafta hicretin bu hazırlıkları yapılırken, diğer tarafta Medine'deki mümin gençler, muhacir Peygamber için şirkten ve putperestlikten temizlenmiş müslüman bir ortamın hazırlanması hususunda kendilerine düşen görevi ifa ediyorlardı. İşte buna dair bir örnek: Amr ibn el-Cemuh müşrik bir adamdı. Kendisinin tazimde bulunduğu bir putu vardı. Seleme oğullarına mensup müslüman gençler geceleyin gelirler bu putu insanların pislik ve çöp döktükleri yere baş aşağı atıverirler. Sabahleyin Amr, putunu araştırır ve nihayet onu pisliklere bulanmış vaziyette bulur. Güzelce yıkar, temizler ve tütsülerdi. Gece olduğu zaman gençler bu ibret verici maskaralıklarını tekrar ederler, Amr bu sefer elinde bir kılıçla gelir, bu kılıcı putun boynuna asar ve sanki anlı-yormuş gibi ona hitab ederek şöyle der:
Bunu sana kimin yaptığını bilmiyorum. Artık kendini müdafâ et. İşte bu da senin silahın.
Geceleyin gençler tekrar gelirler. Kılıcı alırlar putu devirirler. Putun boynuna bir köpek ölüsü takarlar ve onu pislik dolu bir çukura atarlar. Amr, sabahleyin kalkar ve putunun düşmanlarını perişan ettiğini zannetmektedir. Fakat biraz araştırdıktan sonra onu pislikler arasına atılmış bir halde bulur. Boynunda bir köpek ölüsü asılıdır. Kıhç da ortalıkta görünmemektedir... İşte o zaman bu putun kendisine hiçbir faydasının ve zararının olmadığını ve ona tapmakla aptallık ettiğini anlar. Hakikatin yolunu bulur. Müslümanların yanına gider ve müs-lümanhğı kabul eder. Bu önce Allah'ın bir lütfudur. Sonra bu gençlerin bir faziletidir ki onlar, Peygamber'in hicretinden önce hayrın öncüsü olmuşlardır.
Rasûlullah (s.a) Medine'ye varır varmaz, genç kızlar ve delikanlılar hep bir ağızdan: "İşte Allah'ın Rasûlü" diye tezahürat yapmak üzere dışarı çıkmışlardı. Bu tezahürat, onların âlemlere rahmet sebebi olan gerçek Peygamber'in Özelliklerini bildiklerinin delilidir. Nitekim bir grup genç kız da bazı rivayetlere göre Rasûlullah'ı (s.a) şu güzel beyitlerle karşılamışlardı:
Ay doğdu üzerimize Veda tepelerinden Şükür gerektir bizlere Allah'a davetinden Ey bize gönderilen Nebi Geldin itaati gerekli emirle Geldin şereflendirdin Medine'yi Merhaba ey hayırlı davetçi.
Gençlerle başlayıp devam eden hicretin, onlarla da sonuçlanması gerekirdi. Peygamber'in devesi Medine'ye girdiği zaman Ensar'dan herhangi bir kişinin evinin önünde çökmeyi reddetmişti. Halbuki onların içerisinde büyükler ve zenginler vardı. Fakat deve Merbet denilen ve içerisinde hurma kurutulan bir yerde durdu ve çöktü. Burası Medi-neli gençlerden iki yetim delikanlıya ait idi. Rasûlullah bu yeri bu iki
delikanlıdan satın aldı ve üzerine îslâm tarihinde zaferin merkezi ve yönetimin karargâhı olmak üzere büyük bir mescit inşâ etti. [46]
Soru: "Daire oluşturan insanların ortasına oturan kişi mel'undur" hadisinin anlamı nedir? Bu hadis sahih midir?
Cevap: İbn'ul-Esir hadisi zikredip hadiste geçen laneti izah etmiştir. Buna göre bir şahıs dairenin ortasına oturduğu zaman orada oturanlardan bazılarına sırtını dönmüş olur ve böylece onlara zarar verir. Bu sebeple onlar kendisine öfkelenirler ve lanetlerler. Bu izah, hadisteki mel'un sözünün anlamıdır. Birbirlerinin yüzlerini görecek şekilde daire oluşturup halka haline gelen insanların arasına/ortasına bir başka şahsın gelip oturması eski ve yenilerin oturma âdabından değildir. Bu şekilde oturan bir şahıs onlardan ayrılmış olur, bazılarına yüzü yönelik olsa bile bazılarına da sırtını dönmüş olur. [47]
Soru: Türkiye'de Hz. Peygamber'in "Ben Arabım fakat Arablar benden değildir" dediğine dair yaygın bir söylenti vardır. Bu doğru mudur?
Cevap: Bu sözün aslını bulamadık. Müracaat ettiğimiz hadis kaynaklarının hiçbirisinde Hz. Peygamber (s.a)'in böyle bir söz söylediğine ve onun böyle bir sözü söylemesini akim kolayca tasavvur edebileceğine ve bununla müslüman Arabları kastettiğine dair herhangi bir şeye rastlamadık. Çünkü Kur'an-ı Kerim Arab milletinin lisanı ile inmiştir. Allah Teâlâ vahyin ineceği yer olarak onların yurdunu seçmiştir. Elçisini onların içinden çıkarmıştır. Raşit halifelerin ve ilk müslümanların onlardan olmasını takdir etmiştir. İslâm'ın mesajını ilk taşıyanlar onlardır. Hz. Peygamber'in buna benzer bir sözü söylediğini düşünsek ve farzetsek bile, Arablar kelimesiyle peygambere karşı gelen, küfür ve inatlarında ısrar eden Arabları kastedmiş olurdu. İslâm'ı kabul etmedikleri ve iman etmedikleri müddetçe onların Peygamberle hiçbir ilişkileri olmazdı. Çünkü İslâm bağı müslümanlar arasındaki en kuvvetli bağdır.
Hz. Peygamber'in hadislerine müracaat ettiğimiz zaman onların içerisinde Arabları hayırla yâd eden ve onların şanını yücelten pek çok hadisin olduğunu görüyoruz. Ben bu hadisleri Vesâilü Tekaddim'ül-Müslimin isimli kitabımda zikrettim.[48]
Bu hadislerden bazıları şunlardır:
Arablar tahkir edildiği zaman İslâm tahkir edilmiş olur.
Şu üç şeyden dolayı Arabları seviniz: Birincisi ben Arabım, ikincisi Kur'an-ı Kerim Arabçadır. Üçüncüsü cennet ehlinin dili Arabçadır.
Arabları canı gönülden seviniz. Arablara buğzetmek münafıklıktır.
Hz. Peygamber pek çok hadisinde kendisinin Arab olduğunu ifâde ediyor. Bu, Arabları şereflendirmek ve yüceltmektir. Bu hadislerde, şuna benzer ifadeler geçer:
Ben sizin en çok Arab olanmızım. Ben Arabların en Arabıyım. BenArabların öncüsüyüm.
Bizim görüşümüze göre bu söz Arablara karşı kin besleyen bazı kimseler tarafından yayılmıştır. Halbuki Arablıkla İslâmiyet arasında kuvvetli ve sağlam bir bağ vardır. Çünkü Arablık İslâm'ın kabı, İslâmiyet ise Arablığm ruhudur. Allah'ın kudretinin sağlamlaştırdığı bu bağı kötü niyetlilerin veya iftiracıların parçalamaya gücü yetmez. [49]
Soru: İşittiğime göre Türkiye'de insanlar, kadir geceside Hz. Pey-gamber'in sakalına ait kılları onlarla teberrük etmek için ortaya çıkarmayı adet haline getirmişlerdir. Bu kıllar mescitlere ne zaman dağıtılmıştır?
Cevap: Ahmet Teymıır Paşa'nın el-Asâr'un-Nebeviyiye isimli kitabında Hz. Peygamber (s.a)'in Veda haccında mübarek başını traş ettiğinin ve saçlarını kadın erkek sahabiler arasında taksim ettiğinin sabit olduğu yazılıdır.
Büyük âlim İbn Hacer şöyle demektedir: "Peygamber'in kılıyla ve ona ait diğer kalıntılarla teberrük etmek sünnettir, hatta bir zorunluluktur. Muhammed ibn Şirin, Buhâri'nin rivayet ettiği: "Bizim yanımızda Peygamber'in sakalına ait bir kıl vardır. Biz onu Enes'in ailesinden almıştık" şeklindeki rivayet hakkında bazı insanlara şöyle demiştir: "Bizim yanımızda ona ait bir kılın bulunması bizim için dünyadan ve dün-yadakilerden daha sevimlidir." Rivayet olunduğuna göre Halid ibn Ve-lid'in harplerde başına giydiği bir başlığı vardı. Yermuk harbinde bu başlığı kaybetmişti. Araştırdı ve buldu. Bu esnada şöyle dedi: "Rasû-lullah (s.a) umre yapmıştı ve başını traş etmişti. İnsanlar onun kıllarını kapışmak üzere koşuştular. Ben hepsinin önüne geçtim ve o kılları şu başlığın içerisine yerleştirdim. Bu başlıkla birlikte hangi harbe iştirak etmişsem Allah bana zafer nasip etti."
el-Âsâr'un-Nebeviyye isimli kitabın müellifi Rasûlullah'a ait mevcut kılların Mekke, Tunus, Filistin ve Mısır'da bulunduğunu zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Bunların dışında insanların arasında dolaşan kılların Rasûlullah'a ait olduğu doğru ise bunlar ancak ashaba taksim ettiklerinden bu insanlara kadar ulaşan kıllardır. Fakat bu kılların gerçek olanı ile sahte olanını tesbit etmek çok zordur."
Sonra müellif Ahmet Teymur Paşa, İstanbul'da Sultan Reşat zamanında Hz. Peygamber'e ait olduğu söylenilen kırk üç tane kılın muhafaza edildiğini ve bunlardan yirmi dört tanesinin Osmanlı ülkesindeki bazı şehirlere hediye edildiğini, ondokuz tanesinin orada kaldığını ifade eder ve bunların günümüze kadar kaybolmadığı ve oradaki bazı
mescitlere dağıltümış olabileceği görüşünü tercih eder. Bu kıllar senede bir defa, Ramazan'ın yirmi yedinci gecesinde çıkarılır. Bu gece müslümanlar arasında Kadir gecesi diye bilinen gecedir. İnsanlar tarafından teravih namazından sonra törenle ziyaret edilir, Kur'an okunur. İnsanlar Hz. Peygamber'e salavat getirirler, bu kılların içine konulduğu sargıya dokunarak teberrük ederler/bereket umarlar. Sonra da bu kıllar saklandıkları yere tekrar konulur.
Bir defasında İbn Hacer'e şöyle bir soru sorulur: "İki kardeşin yanında insanların ziyaret ettikleri bir kıl vardır, bu iki kardeş Öldüğü zaman bu kıllar varisleri arasında paylaştmlabilir mi?" İbn Hacer bu soruya şöyle cevab verir: "Bu mübarek kıl mirasa ve mülkiyete konu olamaz ve taksim edilemez. Varisler bu kıl ile ilgilenmekte ve ona hizmet etmekte eşittirler. Hiçbirisi diğerinden farklı değildirler." [50]
. .
Soru: Hz. Peygamber'in hadislerinden, dua ettiğim zaman tekrarlayacağım uzun bir duayı bana öğretmenizi rica ediyorum.
Cevap: İmam Gazâlî İhya-ı Ulûmıddin isimli eserinde Rasûlullah'a (s.a) nisbet ederek aşağıdaki duayı rivayet etmektedir:
Allahım! Kalbime rehberlik edecek, darmadağın halimi biraraya toplayacak, dağınık ve parçalanmış işlerimi birbirini yaklaştıracak, fitneleri benden uzaklaştıracak, dinimi ıslah edecek, bâtınımı r'J koruyacak, zahirimi yükseltecek, amelimi temizleyip arıtacak, yü-rrr ziimü ak edecek, doğruyu bana ilham edecek ve her kötülükten beni koruyacak rahmetini senin katından isterim.
Allahım! Bir daha küfre düşürmeyecek samimi ve kesin bir imanın, dünya ve ahiretle senin bana lütfedeceğin saygınlığın en yüksek mertebesine beni ulaştıracak rahmetini bana ver.
Allahım! Kazadan kurtuluşu, şehitlerinin mertebesini, mutlu kişi-r,|^ lerin yaşayışını, düşmanlara karşı galibiyeti ve peygamberlerle arkadaş olmayı senin fazlından dilerim.
Allahım! Her ne kadar hayırlısını bilemesem de, yeterli çareyi bu-lamasam da, amellerim kusurlu ise de ihtiyacımı sana arz ederim ve senin rahmetine muhtacım. Ey gönüllere şifa verip herşeye kâfi olan Allahım! Denizleri birbirine karışmaktan koruduğun gibi, beni de cehennem azabından, helak oldum diye feryat etmekten ve kabrin fitnesinden koru.
Allahım! Kullarından herhangi birine vaadettiğin, ya da yarattıklarından herhangi birine verdiğin hayırlardan göremediğim, yapamadığım ve niyet edemediğim her türlü iyiliği gönülden arzular ve senden dilerim ey âlemlerin rabbi!
Allahım! İşte bu benim duamdır. Kabulü sendendir. Benim elimden gelen gücümün yettiği budur. İtimadım sanadır. Biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz. Kuvvet ve kudret ancak azamet sahibi olan Allah'ındır. Kıyamet gününde emniyet ve güven içinde olmayı, ebediyet gününde cenneti, verdiği sözü yerine getirip rüku ve secde eden iyilerle beraber olmayı senden isterim. Rahmetinin sonu olmayan, seven ve sevilen, dediğini yapan sensin.
Ey izzet ridasına bürünüp herkese galip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey takdis ve tenzihe ancak kendisi lâyık olan Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Ey lütuf ve kerem sahibi Allahım! Seni teşbih ederim. Ey izzet ve kerem sahibi Allahım! Seni teşbih ederim. Ey ilmiyle her şeyi kuşatan Allahım! Seni teşbih ederim.
Allahım! Kalbimi, kabrimi, gözümü, kulağımı, saçımı, derimi, kanımı, kemiğimi, önümü, ardımı, sağımı, solumu, üstümü ve altımı nurlandır. Allahım nurumu arttır ve bana nur ver. [51]
Soru: Mürsel hadis ne demektir?
Cevap: Elfiyeîü's-Suyûü fi İlmi'î-Hadis isimli eserin şerhinde 'mürsel hadis" şu şekilde tarif edilir:
Mürsel hadis, -büyük olsun küçük olsun- bir tabiinin kimden aldığını belirtmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet ettiği hadistir. Muhammed ibn Ebi Bekir gibi çok küçük yaşta ve mümeyyiz olmadığı bir çağda Rasûlullah'ı gören kimsenin rivayeti de böyledir. Böyle bir kimse her ne kadar sahabi tarifine girse de rivayet ettiği hadis, mürseldir. Müslüman olmadan önce1 Rasûlullah'tan bir şeyler dinleyip Rasûlullah'ın vefatından
sonra müslüman olan kimseye gelince -Herakliyus'un elçisi veya bir görüşe göre Kayser'in elçisi Tennuh gibi- böyle bir kimse her ne kadar tabiînden ise de hadisi mürsel değildir, mevsuldür. Çünkü bütün bunlarda rivayete itibar edilir. Yani bu kişi bunu Hz. Peygamber'den rivayet etmektedir ve neyi rivayet ettiğini de bilmektedir. Her ne kadar hadisi belleğinde muhafaza ettiği esnada adalet vasfına sahip değilse de rivayet esnasında adildir. Mümeyyiz olmayan kişiye gelince böyle bir kimse hadisi belleğinde taşımaya ehil değildir. Onun rivayeti gerçekte Peygamber'in dışında bir kimseden yapılan bir rivayettir. Bunun için böyle bir kimsenin ri vayet ettiği hadis mürsel hadistir. [52]
Soru: İnsanların dilinde dolaşan şu hadis sahih midir?
Ne mutlu ömrünün başlangıcında diğer beldelerde yaşayıp da ömrünün sonunu Şam'da geçiren kimseye! Yazıklar olsun ömrünün başlangıcında Şam'da olup da ömrünün sonunu diğer beldelerde geçiren kişiye!
Cevap: Şam'ın fazileti hakkında hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Allahım! Samımızda bizim için bereketler ihsan et.
Kıyamet gününden önce Hadramut'ta insanları toplayan bir ateş çıkacaktır. Dediler ki: "Ya Rasûlullah! O zaman bize neyi emredersiniz?'1 Şöyle buyurdu: "Size Şam'a yerleşmenizi tavsiye ederim. Ne mutlu Şam'a!" Dediler ki: "Niye böyfe dediniz ya Rasû--f. lullah?" Şöyle cevap verdi: "Çünkü rahmet melekleri onun üzerine kanatlarını gererler". Hicretten sonra da hicret olacaktır. Hicret eden insanların en hayırlısı İbrahim (a.s)'ın hicret ettiği yere hi c ret edendir.
Hz. Peygamber bu sözüyle Şam'ı kasdediyordu. İbn Havâle'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bir ordu Şam'da, bir ordu Yemen'de, bir ordu da Irak'ta olmak üze-; re üç büyük orduya ayrılacaksınız.
İbn Havale: "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim için bu üç ordudan bir tanesini seçermisiniz?" deyince, Rasûlullah şöyle buyurdu:
Sen Şam'daki orduda olmalısın. Çünkü orası Allah'ın seçmiş oldu-/ ğu yerlerdendir. Kullarının tüm seçkinlerini oraya getirip toplayacaktır. Ancak oraya girmekten imtina ederseniz, Yemen'den ayrılmayın ve ordaki havuzlardan su için. Allah Şam ve ehlini fitnelerden korumayı bana garanti etti.
Soruda zikredilen ve insanların dilinde dolaşan: "Ne mutlu ömrünün başlangıcında...." diye başlayan söze gelince, ben güvenilir hadis kitaplarında böyle bir hadise ratlamadım. [53]
Soru: Uygar bir şekilde yetişen bir gencim. İslâmî ve dini konulan araştırma ihtiyacını hissettim. Klasik ve büyük çaplı hadis kitaplarını okumaya çalıştım. Fakat isimlerin çokluğundan ve rivayetlerin uzunluğundan dolayı çok yoruldum. Benim gibilere gerekli olan hadisleri kolayca anlayabileceğim kısa ve kolay bir kitap var mıdır?
Cevap: Bu özelliklere sahip en uygun kitap olarak akla Riyazü's-Sâlihin nün Kelâmı Seyyid'il-Mür selin isimli kitap gelmektedir. Müel-
lifi Muhyiddin Ebu Zekeriyya Yahya ibn Şeref en-Nevevi'dir. Müellif bu eserinde sahih olma yönü ağır basan hadisleri biraraya getirmiştir. Bu hadisler yorucu senetleri olmaksızın zikredilmiştir. Ayrıca eserde bazı bilinmeyen kelimelerin de açıklaması vardır. Müellif kitabını bölümlere ve fasıllara ayırmıştır. İbadetle ve hayatın diğer alanlarıyla ilgili konulan ihtiva eder. Orta büyüklükte bir ciltlik bir kitaptır. Pek çok baskısı vardır. Fiatı ucuzdur. [54]
Soru: Kıyamet gününde Allah'ın azabı tecelli ettiği zaman Peygamber efendimiz (s.a) bütün ümmete şefaat edecek mi? Ümmetin hepsine şefaat etmeyecekse kimler onun şefaatinden mahrum kalacaklar?
Cevap: Allah Teâlâ yüce Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır:
Rabbinin, seni övgüye değer bir makama çıkaracağını umabilirsin. (İsra/79)
Müfessırlerin çoğu. buradaki makam-ı mahmud'un (yani övgüye değer makamın) şefaat makamı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Ebu Hureyre (r.a) Rasûlullah'a makam-ı mahmuden ne olduğunu sorduğunda Rasûlullah (s.a) ona şu cevabı vermiştir:
Bunun ümmetime şefaat edeceğim makam olduğunu ümit ediyorum.
Sahih bir hadiste ifade edildiğine göre kıyamet günü insanlar bütün peygamberden şefaat etmelerini isteyecekler. Fakat umduklarını bulamayacak, sonra Hz. Peygamber'e gelecekler. Rasûlullah (s.a) onlara şöyle diyecek: "Ben bunun için varım." Ardından Hz. Peygamber secdeye kapanacak ve Allah nasıl ilham ettiyse o şekilde rabbine senada bulunacak. Allah Teâlâ ona şöyle diyecek:
Başını kaldır ve ne isteyeceksen iste; sana verilecek, şefaat et; şefaatin kabul edilecek.
Rasûlullah (s.a) şöyle diyecek: Ümmetim, ümmetim!
Sonra bu şefaatle birlikte Allah'a ortak koşmayanlar cehennemden çıkarılır. Âlimlerden bir grup dediler ki: "Şefaat, sevaba veya yüksek derecelere müstehak olanlara yapılacak. Günahkarlara ve büyük günah işleyenlere şefaat edilmeyecek." Bir grup âlim de şöyle dedi: Ümmetin tamamına şefaat edilecek, çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Ben duamı sakladım ve onu kıyamet günü ümmetime şefaat olarak yapacağım.
Bu gruptaki âlimler diyorlar ki: Şefaat hem küçük günah işleyenler, hem de büyük günah işleyenler içindir. Delil olarak da Tirmizî ve Ebu Davud'un hasen bir senetle rivayet ettikleri şu hadisi naklederler:
Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Allah'ın lütuf ve ihsanı geniştir, Peygamberine ikramı büyüktür.
Araştırıcı âlimler diyorlar ki, şefaat insanın amellerini artırmaz. İnsan amelinin karşılığını görür ve şefaatle de mükafaatı artar. Bu, mü-kafaatta bir artıştır, amelde bir artış değildir. [55]
Soru: Hz. Peygamber'in şu sözünün anlamı nedir:
Mü'min iğne yutmuş köpek gibidir?
Bir mü'minin köpeğe benzetilmesi doğru olur mu?
CevaP: Benim bildiğim buna benzer bir hadis daha vardır; o da şudur:
Mü'min, iğne yutmuş koyun gibidir.
Yani yeminin içerisinde iğne yiyen koyun gibidir. İğne onun karnını şişirir ve koyun hiçbir şey yiyemez. Bu hadis, mü'minin dünya
lezzetlerine ve arzularına karşı korkusunu, isteksizliğini, ilgisizliğini ve ondan yararlanmak istemeyişini anlatmaktadır. Tabiidir ki Rasûlul-lah'm neyi kastettiğini yine de en iyi Allah bilir. Soruda sözü edilen hadis şayet sahih ise belagat âlimlerinin ifadelerine göre bunun cevabı şöyledir: Benzetme, her yönüyle bir benzemeyi gerektirmez. Hangi yönden bir benzetme kastedilmişse benzerlik sadece o yönde mevcuttur. O halde mü'minin köpeğe benzetilmesi köpekteki tiksinti verici unsurlar yönünden değil, sadece köpeğin iğne yuttuğu esnadaki durumu yönündendir. [56]
Soru: Bazı kitaplarda okumuştum: Sa'd ibn Hişam şöyle anlatıyor: -Allah kendisinden ve babasından razı olsun- Hz. Aişe'nin yanına gitmiştim. Ona Rasûlullah'ı sordum. Bana dedi ki: "Sen Kur'an okuyormu-sun?" "Evet okuyorum" dedim. Hz. Aişe bunun üzerine dedi ki: "İşte onun ahlâkı Kur'an idi." Bu sözü izah eder misiniz? Teşekkür ederim.
Cevap: Rasûlullah'm insanların karakter yönünden en güzeli, ahlâkça en mükemmeli, huyca en yücesi olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bizzat Kur'an-ı Kerim onun büyük bir ahlak üzere olduğunu, merhametli ve şefkatli olduğunu ve alemlere bir rahmet, uyarıcı, kandil ve bir nur olarak gönderildiğini beyan etmektedir.
Rasûlullah (s.a) bizzat kendisi şöyle buyurmaktadır: Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.
Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen bir kimsenin kendisinin bu güzelliklere tam olarak sahip olması gerekir ki başklarına önder ve örnek olabilsin. Bunun içindir ki Muhammed (s.a) yumuşak huyluluk-ta, iffette, adalet ve cesarette, sabır ve sehavette/cömertlikte ve diğer temel faziletlerde ideal bir örnektir.
Aişe validemiz Hz. Peygamber'in ahlâkının Kur'an olduğunu söylerken onun, Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği şeylerin ahlâkî yönden pra-
tik bir örneği olduğunu kastedmiştir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de şu ayetleri görüyoruz:
İş hakkında onlarla istişare et! (Âl-i İmran/159)
Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. (Fussilet/34)
Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp futasınız diye size öğüt verir. (Nahl/90)
Başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeğe değer işlerdir. (Lokman/17)
Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir! (A'raf/199)
Bütün bunlar, Kur'an'ın çağırdığı ve Rasülullah'ın tutunduğu edeplerdir. Onun ahlâkı Kur'an'dır. [57]
Soru: Hadis kitaplarının birinde "Meclisler emanet yeridir" diye bir hadis okudum. Bu, ne anlama gelir?
Cevap: İbn'ul-Esir bu hadisi zikrederken şunları söyler: "Bu hadis bir mecliste cereyan eden konuşmaların ve olayların dışarıda tekrar edilmemesinin ve açıklarım amasının mendubluğuna işaret etmektedir. Mecliste konuşulanlar ve cereyan edenler, bunları dinleyen ya da gören kimsenin nezdinde sanki bir emanet gibidir."
İbn'ul-Esir sanki şöyle demek istiyor: Bir kimse herhangi bir mecliste bulunduğu ve orada bir şeyler işittiği ya da gördüğü zaman bunu gizlemesi ve saklaması vacib değilse bile güzel olan bir şeydir. Onu insanlara anlatmaz ve ifşa etmez. Çünkü bu vefakarlığın ve güvenirliliğin bir gereğidir. Ediplere ait meşhur bir söz vardır: Dost meclisleri şarap sergileridir; orada olanlar açıklanmaz.
Yalnız burada bu kayda bağlı kalmamayı ve mecliste cereyan edenleri anlatmayı -vacib değilse bile- caiz kılan bazı durumlar vardır. Çünkü bunların anlatılmasında ya bir fayda vardır, veya bir zararın önlenmesi, veya bir mazluma yardım edilmesi, ya da bir talebin yerine getirilmesi söz konusudur. Hadis-i şerifin devamı bu gibi meclislere de işaret etmektedir:
Meclisler emanet yeridir; ancak üç şey hariç: Haram kan akıtıl-mışsa, haram olana ve iffete tecavüz edilmişse ve haksız yere başkasının malı alınmışsa. [58]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) şu hadisinin anlamı nedir? Utanmadıktan sonra ne istersen yap!
Cevap: Haya, -ifade edildiğine göre- lügatte ayıplanmaktan veya itibarının zedelenmesinden korktuğu zaman insanda meydana gelen değişiklik ve utanma duygusu demektir. Dinde haya, kişiyi kötülükten alıkoyan ve iyilik yapmaya teşvik eden huy demektir. Haya konusunda pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
İmran ibn Husayn'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Haya, iyilikten ve hayırdan başka bir şey getirmez. Rasûlullah'ın şöyle dediği rivayet edilir: Allah'tan hakkıyla haya edin.
Ravi der ki: "Ya Rasûlullah! Allah'a hamdolsun, biz Allah'tan haya ediyoruz" dediğimizde, Rasûlullah şöyle dedi:
Sizin yaptığınız haya değildir, lakin Allah'tan hakkıyla haya etmek, başını ve içindekileri, karnını ve içindekileri korumak, ölümü ve kabirde çürümeyi hatırlamaktır. Kim ahiret yurdunu isterse, dünya ziynetini terkeder ve ahireti dünyaya tercih eder. İşte kim bunu yaparsa, Allah'tan hakkıyla haya etmiş olur.
Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Haya imandandır, iman ise cennettedir. Yüzsüzlük cefadandır (kabalıktır), cefa ise cehennemdedir.
Hadiste geçen beza kelimesi aslında sefahat ve kötü söz demektir.
Ebû Umâme'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Haya ve gerektiği kadar konuşmak imanın, açık saçık ve lüzumsuz konuşmak ise münafıklığın kısımlarmdandır.
Hadiste geçen ayy kelimesi aslında "çok işle beraber az söz" demektir. Hadiste geçen beyan kelimesi ise burada, sözü ile fiilinin birbirine uymaması demektir.
Yukarıdaki soruda geçen hadisi Buharı, Ebu Dâvud ve Ahmed rivayet etmiştir ve tamamı şu şekildedir: "Ebu Mes'ud el-Bedri'den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanlara ulaşan sözlerden birisi de şudur: Utanmadıktan sonra ne istersen yap!
Hadisin anlamı şudur: Kişi hayasını kaybettiği zaman, denetçisini, vicdanını ve zabıtasını kaybetmiş, haya ve edep örtüsünden sıyrılmış olur. Utanma duygusu kaybolduktan sonra arsızlığı ve utanmazlığı açığa çıkar. İşte o zaman dilediği kötülüğü ve büyük-küçük her türlü günahı işleyebilir. Haya duygusunu kaybettikten sonra onu kötülüklerden alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Normal olarak bu bir nevi tehdit ve sakındırmadın Şu ayetlerdeki üsluba benzer:
İstediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı gören ve işitendir. (Fussilet/40)
Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. (Kehf/29)
Bu hadisin manası şöyle de olabilir. Senin gizlilikteki durumunla, aleniyetteki durumun, iç dünyan ile dış dünyan birbirine müsavi olduğu zaman, alenen işlemekten utanç duyduğun ve haya ettiğin şeyleri gizli gizli de yapmazsın. Sen ayıplanmaktan ve kötülenmekten emniyettesin, masiyet ortamından uzaksın. Çünkü sen, takvada/Allah'a saygıda samimisin, kullukta ihsan derecesine ulaşmışsın, bütün tasarruflarında kötülükten ve günahtan temiz olmak istemektesin, sanki sen Allah'ı görüyor gibi ibadet etmektesin, veya en azından Allah'ın seni gördüğünü hiç hatırından çıkarmamaktasın. Madem ki sen böylesin, o halde sen dilediğini yap. Çünkü senden ancak övgüye değer şeyler sâdır olur ve sen sadece güzel ve makbul şeyleri yaparsın.
İmam İbn'ul-Esir bu hadisin şerhinde şunları söyler:
Bunun iki türlü yorumu vardır; birincisi zahirdir ve meşhurdur: Yani bir ayıbı işlemekten haya etmiyorsan, utanç verici şeyleri yapmaktan korkmuyorsan o zaman güzel ya da çirkin nefsinin arzu ettiği herşeyi yap, demektir. Bu cümle lafız olarak bir emir olduğu halde bir azarlama ve tehdit ifade eder. Bu hadis, insanı kötülüklerden alıkoyan şeyin haya olduğunu bildirmektedir. Hayadan sıyrıldığı zaman her türlü sapıklığı işlemekle ve her türlü kötülüğü yapmakla emrolunan bir kimse gibi olur.
İkinci yoruma göre lafzı olduğu gibi, yani emir manasında anlatmaktadır ki o da şöyle olur:
Doğru yolda gittiğin için yaptığın işlerde utanılacak bir duruma düşmekten emin isen ve bunlar utanç duyulacak işlerden değilse o .zaman dilediğini yap.
Topluma ve ondaki kötülüklere ve rezaletlere baktığımız zaman, ferdi ve içtimai suçların vukuundaki en büyük sebebin hayasızlık olduğunu görürüz. Onların çoğu tabii/fıtri haya duygusundan sıyrılmış veya yüzsüzlük ve küstahlığıyla bu duygunun canına okumuştur, sonra da dini haya vasfından uzaklaşmıştır. Artık onları kötülükten alıkoyacak hiçbir engel ve hesaba çekecek bir vicdan yoktur. İlerde bir hesaba çekilme ya.da hemen cezalandırılma korkusu da taşımazlar. Mademki durum böyledir, o halde artık onlar dilediklerini yapabilirler. Utan-madıktan sonra başka ne engel olabilir [59]
Soru: Şu hadisin anlamı nedir?
Rasûlullah'a (s.a) soruldu: "Hangi amel daha hayırlıdır?" "Konup göçendir" buyurdu. "O nedir?" diye tekrar soruldu. Rasûlullah (s.a): "Bitiren ve tekrar başlayandır" dedi.
Cevap: Bu hadis el-Câmi'li'l-Usûl isimli kitapta garip bir senetle Tirmizî'den rivayet edilmiştir ve şu şekildedir: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Bir adam dedi ki: "Ya Rasûlullah! Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?" Rasûlullah şöyle cevab verdi: "Konup göçendir." Adam: "Konup göçen kimdir?" diye sorunca, Ra-sûllah: "Kur'an'ın başından sonuna kadar okuyan, bitirince hemen tekrar başlayandır" dedi.
Müellif bu hadise şöyle bir izah getirmiştir: Yani Kur'an'ı her bi-tirişinde baştan okumaya tekrar başlar. Çünkü Kur'an okumak, kulun üzerine farz kılınan ibadetlerden sonra yüce rabbine yaklaştığı en faziletli ibadettir. İmam Ahmed'le ilgili olarak anlatıldığına göre o rüyasında bir kaç defa rabbini görmüş ve: "Vallahi bir daha O'nu görürsem kulun rabbine hangi şeyle daha yakın olacağını soracağım" demiş. Rabbini tekrar görünce "Ya Rabbi, kul hangi şeyle sana yaklaşır?" diye sormuş, Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştur: "Benim kelamımı okumakla ey Ahmed!" Ahmed: "Manasını anlasa da, anlamasada mı ya rabbi!" diye sorunca da, Allah Teâlâ "Evet, anlasa da, anlamasa da!" diye cevap vermiştir.
İbn'ul-Esir en-Nihaye isimli kitabında bu hadisi buna yakın bir şekilde şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah'a "Hangi amel daha faziletlidir?" diye sorulduğunda, Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Konup göçendir." "O nedir?" diye tekrar soruldu. Rasûlullah: "Bitiren ve tekrar başlayandır" dedi.
İbn'ul-Esir bunu şu sözleriyle tefsir etti:
Kur'an-i Kerim'i okuyarak bitirir, sonra başından tekrar okumaya başlar. Hz. Peygamber Kur'an okuyucusunu varacağı yere ulaşıp konaklayan, sonra da hemen tekrar yolculuğa başlayan bir yolcuya benzetmiştir. Mekkeli Kur'an okuyucuları böyle yaparlardı; Kur'an'ı hatmettikleri zaman kıraati kesmezler, Fatiha ve Bakara sûresinin ilk beş ayatini de okurlar, sonra kıraati keserlerdi. Böyle yapan kimseye de "konup göçen" ismi verilirdi. Yani Kur'an'ı hatmeden ve ara vermeden tekrar baştan başlayan demektir. Bir görüşe göre de bunun anlamı bir gazadan döner dönmez, ara vermeden diğer bir gazaya giden demektir.
Bütün bunlardan sonra anlaşılıyor ki Rasûlullah (s.a) "el-Hallü ve'1-Mürtehilu" (yani konup göçen) tabiriyle Kur'an-ı Kerim'i çok okuyan kişiyi kasdetmiştir. O kişi Kur'an okumayı kesintisiz ve uzun bir süre ara vermeksizin devam ettirir. Böylece Kur'an'la ilişkisini sürekli devam ettirir. Veya gazalara/savaşlara devamlı iştirak eden gazi gibidir. Bir gazadan döner dönmez hemen diğerine gider. Gayesi Allah yolunda cihat etmektir. Fakat birinci mana daha meşhurdur. [60]
Soru: Bizi mazimizden koparmaya ve İslâmî Sîret hakkında konuşmaktan vazgeçirmeye çalışanlar var. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
Cevap: En geniş anlamıyla Siret-iNebevi, fiileri ve olaylarıyla Hz. Peygamber'in hayatını, muhterem sahabilerinin hayatını, onların Kur'an ve Allah'ın yüce dini uğrundaki cihat ve mücadelelerini, tabiilerin hayatını ve kıyamete kadar en güzel şekilde onların yolundan gidenlerin hayatını kapsar. Bunların hepsi, en geniş ve genel anlamıyla Siret-i Nebevi tâbirinin anlamı içindedir. Çünkü onların önderi ve rehberi Hz. Muhammed'dir. Tarihi şahsiyetlerin arasındaki en üstün ve en büyük şahsiyet Allah'ın Rasûlü Muhammed'dir. Diğerlerinin tümü, hidayetin ve gerçeğin yolunu Hz. Peygamber'den (s.a) öğrenmeye ve onun yolundan gitmeye çalışan insanlardır. O halde Sitrefin Hz. Pey-gamber'e nisbet edilmesinde ve onunla ilgi zaman diliminin asırlar ve devirler boyu sürmesinde şaşılacak bir yan yoktur.
Uygun zamanlarda ve münasip vesilelerle Siyer-i Nebevi ve İslâm Tarihi üzerine sohbetler geliştirmek hem dinimiz, hem kendimiz, hem de toplumumuz açısndan çok hayırlı bir faaliyettir. Hatta yapılmasında fayda ve hayır gördüğümz zaman bu münasebtleri ve vesileleri kendimizin icat etmesi de hayırlı bir iştir. Çünkü siret bir modeldir, bir tarihtir, bir yorumdur ve bir uygulamadır.
Evet, Siret bir modeldir. Çünkü bu Siretin en büyük temsilcisi olan Hz. Muhammed (s.a) yüce ahlakıyla, temiz ruhuyla, din ve Kur'an yolundaki büyük cihadı ve sıkıntılara güzelce katlanmasıyla siretin kahramanlarının en başında yer alır. Onun hayatında bütün nesiller için hayırlı, eğitici ve terbiye edici olarak kabul edilen en güzel örnekler vardır.
Onun ashabının ve ashabından sonra gelen tabiilerin hayatlarında da bu güzel örnekleri görmekteyiz. Onların hayatları birbirini izleyen olaylar ve içi boş hareketlerden ibaret değildir. Bilakis insanlara hem dinlerinde, hem dünyalarında, hem de ferdi ve sosyal hayatlarında yararlı olacak, ibretler, öğütler ve derslerle doludur.
Bilmiyorum, Tarihi ile Siret arasında bu kadar büyük bir farkı niçin hissediyorum. Ben sireti bir eğitim, bir öğretim ve bir terbiye unsuru olarak görürüm. Onda insanları hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülüğü engelleyen en güzel örnekler vardır. Fakat tarih dillerde ve sahifelerde dolaşan ve insanların birbirini boğazladığı bir takım olaylar zincidir. Bu olayları anlatanların ve yazanların ibret veya öğüt vermek gibi bir gayeleri yoktur.
Siret hakkında konuşmamız, hem de uzun uzun konuşmamız gerekir. Çünkü o bir model olmanın ötesinde ayrıca bir tarihtir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o olaylarla ideal örneklerin arasını birleştiren bir tarih çeşididir. Hiç bir millet tarihsiz yaşayamaz. Şairler sultanı Ahmed Şevki tarihin kıymeti hakkında şöyle demektedir:
Tarihe değer ver! Bil ki onun sahifeleri, İtibarca Kitabullah'a çok yakındır
Kaynakları arasında gezinen niceleri, Yolculukları asırlarca süren bir akındır.
Sonsuzluğu iste, konağın olsun ebediyet Tarih, senin sonsuzluğa açılan bir kapmdır.
Tarihlerini unutan milletlerin misali İnsanlar içinde kaybolmuş köksüz bir ekindir.
Ya da hafızasını kaybetmiş bir biçarenin Geçmişle bağım kalmadı demesi ne hazindir.
Bir baksa şiirinde de şöyle der:
İşte insanların kitabı ve geçen günler Adem atadan kıyamete kadar.
Kader ona dilediğini güzelce yazdı. Telifi de inşası da pek mükemmeldir.
İslâm ümmetinin tarihine önem vermeye, onunla övünmeye ve onu derinlemesine incelemeye diğer milletlerden daha fazla ihtiyacı vardır. Çünkü İslâm Tarihinin bu hoşgörü dininin prensipleriyle sıkı irtibatı vardır. Zira o sadece bir milletin ya da sadece bir ülkenin tarihi değildir. Belli bir ailenin veya belli bir bölgenin tarihi de değildir. Fakat o iyiliğin öncüleri olan değerli insanların kabul ettikleri ve bütün güçleriyle dünyanın doğusuna ve batısına taşıdıkları (ilahi) bir mesajın tarihidir. Onlar barış yapıyorlar, savaşıyorlar, hücum ediyorlar, yurtlar ediniyorlar, yapıyor ve imar ediyorlardı. Ve onlar bu yüce ve ilahi akidenin sancağı altında yaşıyorlardı. Bundan dolayıdır ki İslâm davetinin neşrinin tarihiyle bu daveti neşredenlerin ve onun kaidelerini yeryüzüne yerleştirenlerin tarihi birbiriyle içiçedir.
Biz, Ebubekir'in, Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin, Halid b. Velid'in, Tarık'ın, Kuteybe'nin, Ömer ibn Abd'il-Aziz'in Salahattin Eyyûbi'nin ve diğerlerinin tarihini incelediğimiz zaman, diğer insanlar gibi yaşayan, yiyen, içen, zevk alan ve yeryüzüne hakim olan insanların biyografilerini incelemiş olmuyoruz. Bununla beraber onların davetine iştirak eden, getirdikleri dinin hükümlerine bağlanan ve hayatları boyunca sadece Allah'ın rızasını elde etmek için cihad eden insanların tarihini de incelemiş oluyoruz. Onlar insanlar arasında dolaşan davetin canlı ve pratik unsurları olmuşlardır.
Siret hakkında konuşmamız gerekir. Çünkü o, özellikle Hz. Peygamber'in sözleri ve davranışlarıyla bu yüce dini prensiplerin bir yorumu ve açıklamasıdır. Peygamber bir önder ve liderdir. Ondan bu dini alan sahabiler ve tabiiler sadece onun nuruyla aydınlanmışlar ve onun rehberliğiyle hidayet bulmuşlardır. Hz. Peygamber bir pınardır, ashab-ı kiram da bu pınarın en hayırlı ziyaretçileridir. Zaman zaman müslü-manların safları arasında ortaya çıkan bazı sapık kimselerin yalan, iftira ve bühtan olarak insanlara şöyle dediklerini görmekteyiz: "Dinimizi sadece Kur'an'dan almamız gerekir, Kur'an'm dışında başka bir şeye dayanmamıza gerek yoktur." Halbuki Kur'an-ı Kerim külli nassları ve genel prensipleri ihtiva eder, ayrıntıya ve cüziyyata girmez. Çünkü temel ve genel bir düstur, bütün ayrıntı ve yorumlan içine almaz. Hz. Peygamber'in sünneti bu genel düsturun açıklanmasını ve yorumunu üstlenmiştir.
Allah Teâlâ yüce kitabında bize namazı, orucu, zekatı ve haccı emretmiş ve muamelatla ilgili pek çok şeyin hükmünü koymuştur. Fakat bu farzların ayrıntısına girmemiş, nasıl yerine getirileceklerini uzun uzun anlatmamıştır. Bunlara dair açıklama ve tafsilat Hz. Peygamber'in sünnetinde bulunmaktadır. Sünnetin konumunu; onunla istidlali ve ona müracaatı hafife alanlar ya son derece cahildirler, ya da İslâm'a iğrenç bir tuzak kurmaktadırlar. Ne olursa olsunlar bunların yollarını düzeltmek için kendileriyle akli ve edebi bir mücadeleye ihtiyaç vardır.
Siret hakkında konuşmamız gerekir. Çünkü siret bu dinin tatbikidir ve Kur'an'ın uygulamasıdır. Kur'an'ın prensiplerinin uygulanması mümkün olmayan ve tatbik edilemeyen nazari prensipler olduğunu id-
dia eden sapıklar vardır. Fakat siret bu konuda onları susturacak ve iddialarını geçersiz kılacak yeterli bir belgedir. Rasûlullah'ın ve -Allah hepsinden razı olsun- onun ashabının elinde nazari Kur'an ameli Kür'an haline gelmiştir. İlk müslümanlar Kur'an prensiblerine sımsıkı sarılmışlar ve bu prensiplerle amel etmişler, böylece mutluluğa ve başarıya ulaşmışlar ve dünya onların sayesinde insanlık tarihinin en güzel çağma şahit olmuştur. Müslümanlar niyetlerini halis hale getirdikleri, azim ve gayretlerinde sadakat gösterdikleri, Allah'a kul olmaya yöneldikleri, O'nun helâlini helâl, haramını haram olarak kabul ettikleri zaman Allah'ın buna benzer bir saadeti tekrar gerçekleştirmesi asla imkansız değildir. O gün, mü'minler Allah'ın dilediği kimselere bahşedeceği yardımla sevineceklerdir.
Müslümanların ondan örnek almaları, tarihi, tefsiri ve uygulamayı öğrenmeleri için Rasûlullah'ın ve onun değerli sababilerinin siretine yönelmeleri gerekir. Bu, onların bu sireti kapsamlı bir şekilde biraraya getirmelerini, onu uydurma ve asılsız haberlerden temizlemelerini ve hem kendilerine hem de diğer insanlara en güzel şekilde sunmalarını gerektirir. İşte o zaman ondan en güzel faydalar elde edilir ve en güzel meyveler onun bahçesinden devşirilir.
Yüce Allah bu gerçeği bize şöyle haber vermektedir:
Andolsun ki Rasûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. Mü'minler ise düşman birliklerini gördüklerinde: "İşte Allah ve Rasûlünün bize vaadettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir" dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah'a bağlılıkların arttırdı. Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir, kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadakat gösterenleri sadakatleri sebebiyle mükafaatlandıracak, münafıklara -dilerse- azab edecek, yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Ah-zab/21-24)
Düşmanların ve cahil dostların birbirinden farksız abartmaları ve tariflerine mukabil keşke yeryüzünün doğu ve batısındaki müslüman-lar da Siret-i Nebeviyeye hakkıyla ve yeterli ölçüde ihtimam göstermiş olsalardı. [61]
Soru: İslâm'da sünnetin konumu ve ona karşı görevimiz nedir?
Cevap: Her müslüman gayet açık ve net bir şekilde bilir ki sünnet, İslâm'ın anlaşılmasında ve onun hükümlarinin elde edilmesinde ikinci kaynaktır. Hatta yüce Kur'an'daki külli esasları açıklama görevini sünnet ifa eder. O halde ona müracaat etmek ve onu delil olarak kullanmak bir zorunluluktur.
Fakat sünnetin değeri, mertebeleri ve dereceleri konusunda şüphe tohumları saçan kimseler vardır. Biz biliyoruz ki Kur'an-ı Kerim'in tamamı mütevatirdir. Her türlü noksanlıktan, ilaveden ve değişiklikten korunmuştur. Onun manasını Kur'an'dır diyerek rivayet etmek caiz değildir. Ümmetin tamamı bu konuda tam bir görüş birliği içindedir. Fakat sünnet ismi verilen bu büyük mirasın içine, insanlar hem sünnete ait olduğu sabit olan şeyleri, hem de asılsız ve uydurma haberleri karıştırmışlardır. Uydurma, zayıf hadisler işitiyoruz; İslâm düşmanlarının kitaplara sokuşturdukları ve Hz. Peygamber'e nisbet ettikleri sözler ve israiliyata dair bilgilerle karşılaşıyoruz. Bize düşen görev, bu mirasın içerisinden işe yarayanla işe yaramayanı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırarak yanlış yapanların ve suçluların seslerini kesmek, kesin ve sahih sünneti ona ilave edilen uydurmalar ve batıl şeylerden temizlemektir. Böylece (sünnete bakışlarında çarpıklık olan) bu cahiller de, sünnet ile sünnete ilave edilen uydurma arasında büyük bir fark olduğunu anlamış olacaklardır. Bizden öncekiler gerek metin, gerekse sened yönünden, gerek râviler ve gerekse hadisleri takyit/sınırlandırma ve birleştirme/uzlaştırma yönünden sünnete hizmet konusunda çok büyük gayret ve çalışmalar sergilediklerine göre, bizim görevimiz de bu çalışmaları tasnif ederek, konulara ayırarak, ulaşacakları ve yararlanacakları vasıtlari insanlara takdim ederek onların bu mirastan kolayca yararlanmalarını temin etmektir.
Biz bazı İslâmî cemaatlerin tefsire çok büyük önem verdiklerini, ancak aynı önemi hadise vermediklerini, diğer bazılarının hadise çok büyük önem verip tefsire aynı önemi vermediklerini görüyoruz. İslâm âlimlerinin görevi her ikisine de birlikte çok büyük ihtimam göstermektir. Ezher'in de hadise şimdikinden daha fazla ilgi göstermesi ve önem vermesi gerekir.
Daha önceleri bir Daru'l-Hadis'in kurulması fikri ortaya atılmıştı. Kurulacak bu Daru'l-Hadis hadislerin toplanmasını, bablara/konulara ayrılmasını ve içine karışan yabancı unsurlardan temizlenmesini temin edecek çalışmalar yapacaktı. Bu düşünce gerçekleşmiş olsaydı, sünnete, onu bir takım saldırı ve iftiralardan koruma hususunda büyük bir hizmet olurdu. Tekrar söylüyorum sünnet mirasının ilgiye ve gözetime, tedvine ve kendisine ilave edilen yabancı unsurlardan temizlenmeye çok büyük bir ihtiyacı vardır. Bu çalışmalarla birlikte basiret sahibi herkes, sünnetin Kur'an'ı anlama ve İslâmî hükümleri uygulama hususunda vazgeçilmez bir anahtar olduğunu açıkça görmüş olacaktır. [62]
Soru: Rasûlullah'ın (s.a) eşsiz bir deha ve şahsiyet sahibi olduğunu gösteren bazı sahneleri anlatır mısınız?
Cevap: Bu yüce ve güvenilir Peygamber'in çok çeşitli yönleri vardır. Özellikle konuştukça hayrı ve bereketi kat kat artan böyle bir konuda insan bunlardan hangisini seçeceğini ve hangisini konuşacağını şaşırabilir. Fakat ben inanıyorum ki Hz. Muhammed'in şahsında insana hayranlık veren ve saygı uyandıran eşsiz deha ve üstünlük yönlerinden en başta geleni, onun insan psikolojisini en mükemmel ve ideal bir şekilde bilmesi, siyaset ve yönetimdeki mahareti, insanları hak yola ir-şad etme ve rehberlikte hiçbir tereddüte ve endişeye kapılmaksızm onları istediği hayra ve iyiliğe doğru yönlendirmesidir.
Burada Hz. Muhammed'in (s.a) insan psikolojisi konusunda üniversite ya da herhangi bir sosyal enstitüde ders görmediğini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Dolayısıyla bu bilgi ve tecrübenin ona oralardan geldiğini söyleyemeyiz. Bu ona, sonsuz hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın katından bahşedilen ve yaratılıştan mevcut yüksek bir insanî özellik, rabbani bir himaye ve ilahi bir hidayetten başka bir şey değildir.
Biliyoruz ki psikoloji ve insan benliğiyle ilgili araştırmalar çok geniş.bir alanı ve son derece derin ve ayrıntılı konulan kapsar. Hatta duyduğuma göre -belki de okudum-Amerika'da bir üniversitede sadece psikoloji bilimiyle ilgili ondört tane kürsü varmış, herbirinin başında da psikolojinin önemli konularından birisinde uzman bir profesör bulunuyormuş.
Yine biliyoruz ki psikoloji biliminde kapsamlı bir bilgiye sahip olmak ve uzmanlaşmak isteyen kimsenin mesela duygu, algılama, tasavvur ve hayali, rüya ve çeşitlerini, eğilim, içgüdü ve alışkanlıkları, telkin ve beğenileri ve psikolojinin dallarına ait diğer pek çok konuları öğrenmesi gerekir.
Fakat Hz. Muhammed (s,a) bu konulardan hiç birisini tahsil etmediği halde insan psikolojisini gayet iyi biliyordu. İnsanları rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve onlarla en güzel şekilde tartışarak çağırma ve rehberlik etme hususunda hayranlık veren bir önderlik yeteneğine sahipti.
Bununla beraber Hz. Muhammed'in, belki bizim psikoloji bilimi açısından ders (veya tecrübe) diyebileceğimiz tek bir çalışması olmuştur. Hz. Muhammed bu tecrübeyi onları hidayete sevketmek üzere ümmetin önderliğini üstlenmeden önce, ilk gençlik yıllarında yaşamıştır. Pek çoğumuz böyle bir şeyi şu anda küçümseyebilir, bazılarımız hatta büyük bir çoğunluğumuz bundan hoşlanmayabilir, bunu yapmaya ya da kabule tenezzül etmeyebilir. Fakat Allah Teâlâ ilahi hikmetinin bir sonucu olarak bize göre basit ve önemsiz bir vazifeyi bütün peygamberlere yaptırmıştır. Bu görev, koyun çobanlığı görevidir. Hz. Muhammed de, ondan önceki peygamberler de (hayatlarında) belli bir dönem
koyun gütmüştür. Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasû-lullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, koyun gütmüş olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir.
Sahabîler: "Sen de mi, ya Rasûlullah?" diye sorduklarında, Rasû-lullah şöyle cevap verdi: "Evet ben de Mekkelilerin koyunlarım Kara-rit mevkiinde güderdim."
Yine rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Musa, bir koyun çobanı iken peygamberlikle görevlendirildi. Davud, bir koyun çobanı iken peygamberlikle görevlendirildi. Ben de kendi koyunlarımızı Ciyad denilen yerde güderken peygamberlikle görevlendirildim.
Hz. Muhammed (s.a) insanların çobanlığını üstlenmeden önce koyunlara çobanlık yapmıştı. Adeta bu yönetime ve yönetmeye hazırlanmak için yapılan bir eğitimdir.
Bu iş için küçük baş hayvanların seçilmesinin sebebi şudur: Genellikle böyle bir sürünün içinde zayıf kuzular, başıboş koyunlar, kabadayı koçlar, inatçı keçiler ve kavgacı tekeler bulunur. Bunlardan her biri bir başka tarafa çeken farklı yapılarda hayvanlardır. Birisi açtır yemeye ihtiyacı vardır, birisi susuzdur içeceğe ihtiyacı vardır. Mesela şu doğum yapmış hayvancağız kontrol edilmeye, siyaset ve yumuşaklıkla, veya (gerektiğinde) sertlik ve katılıkla güdülmeye muhtaçtır. Buna benzer daha pek çok farklı özellikler taşıyan bu sürüyü gütmek ve idare etmek ayrı bir maharet, dikkat ve uyanıklığa sahip olmayı gerektirir ki, bir çoban ancak bu sayede sürüsünü bir arada tutabilir ve muhafaza edebilir.
Rabbinin emrinden çıkan sapık milletlerin durumu bir koyun sürüsüne ne kadar da çok benzemektedir. Allah Teâlâ, dalalet/sapıklık içindeki topluluklardan söz ederken şöyle buyurmaktadır:
işte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar. İşte bunlar gafillerdir. (Araf/179)
Onlar şüphesiz davarlar gibidir, belki de yolca daha şaşkındırlar. (Furkan/44)
Duraklan ateş olduğu halde kafirler, zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler. (Muhammed/12)
Milletler koyun sürüsüne çok benzerler, kontrolsüz ve başıboş bırakıldıkları zaman azgmlaşır, haddi aşar ve başkalarının hakkına tecavüz ederler. Belki de şu hadis-i şerif bu durumu mecazi bir şekilde bize anlatmaktadır:
Her kim şüpheli şeylerin içine dalarsa haramın da içine dalmış olur. (Böylesi) tıpkı (içine girilmesi yasaklanan) koru etrafında davar otlatan çoban gibidir ki, sürüsünü o koruya düşürüp otlatma tehlikesi karşısında bulunur. Haberiniz olsun, her padişahın bir korusu olur. Biliniz ki, Allah'ın korusu da haram ettiği şeylerdir.
Bu durum bize şu hadis-i şerifi de hatırlatıyor:
Bütün herkes cennete girecek, sadece Allah'a itaatten uzaklaşan ve cemaatten ayrılanlar hariç, onlar cennete giremeyecekler. Deve veya koyunun sürüden ayrılıp gitmesi de bunun gibidir.
Bunun içindir ki Allah Teâlâ kullarının rehberi, milletlerin ve halkların önderi olan peygamberlerinin ilende yapacakları yöneticiliğin tahsilini ve eğitimini almaları için başlangıçta hayvanlardan davar cinsine çobanlık yapmalarını murat etmiştir. Böylece o milletler bu alçak seviyeden, Allah Teâlâ'nın mümin ve müslüman bir millet için mu-rad ettiği yüksek bir seviyeye yükselmiş olacaktır:
Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.
(Maide/16-17)
Böyle sınırlı bir yazının içinde Hz. Muhammed'in insan psiko-lojisiyle ilgili bilgi ve maharetinin yansımalarının apaçık görüldüğü örneklerin pek çoğunu arzetme imkanına sahip değilim. O halde onun yüce konumundan bazı örnekleri süratle sıralamamız bizim
için yeterlidir. Bunlar insanları sevk ve idaredeki başarı ve maharetinin örnekleridir.
Cahiliye döneminde Arablarm Kabe'yi tamir etmeleri esnasında Hz. Peygamber'in konumunu hatırlarız. Hz. Muhammed (s.a) o esnada otuz beş yaşlarındadır. Bu tamir aşamasında sıra Hacer'ül-Esved taşının yerine konulmasına geldiğinde, aralarında anlaşmazlık çıkmış; her kabile bu taşı yerleştirme şerefine kendilerini layık görmüşler. Aralarında tartışma ve görüş ayrılığı o kadar büyümüştür ki savaş hazırlığına bile başladılar. Ölmeye and içerek ellerini kana bulamaya karar verdiler. İçlerinden yaşlı başlı olan birisi onlara dedi ki: "Ey kureyş topluluğu! Aranızdaki bu anlaşmazlığı, Mescid-i Haram kapısından ilk girecek kişinin hakemliğine ve onun vereceği karara havale ediniz." Ve öyle yaptılar. İlk giren Hz. Muhammed (s.a) idi. Hemen aralarında fısıl-daştılar: "Tamam, bu emin/güvenilir bir kişidir. Biz onun vereceği hükme razıyız.'"
Hemen aralarında hükmetme sorumululuğunu ona yüklediler. Problemlerini halletme konusunda kendisine tam yetki verdiler. Hz. Muhammed o esnada onlar arasında istediği şekilde hükmedebilirdi. Bu taşı kendi elleriyle kaldırıp inancına göre kendisi için büyük bir onun ve itibar da kazanmış olurdu. Kabilelerden herhangi birisini de tercih edebilirdi. Fakat o, bu gururlu ve birbirinin boğazına sanlmak üzere saf tutmuş kabileleri sinirlendirmemek için taşı kendi elleriyle koymadı. Diğerlerini kızdırmamak için içlerinden birisini de tercih etmedi, işi daha da kötü leş tirmemek için dışarıdan başkasını da çağırmadı. O halde bu mesele nasıl halledilecekti? Bu problemden nasıl kurtulacaktı?
Hepsinin razı olacağı bir çözüm bulması gerekiyordu. Bu çözümü bulmak için de zamana, düşünmeye, araştırmaya ve soruşturmaya ihtiyaç vardı. Fakat Hz. Muhammed'in zamana ya da tekrar tekrar araştırma yapmaya ihtiyacı yoktu. Bilakis insan psikolojisi konusundaki geniş tecrübesi ve birbirinden farklı yapı ve düşüncedeki insanları bir noktada birleştirme ve yönetmedeki mahareti sayesinde bu zor problemi büyük bir maharetle, feraset ve süratle çözmeyi başar-, di. Üstelik hiçbir kabileyi bu büyük şerefe ortak olmaktan mahrum
etmedi. Bununla beraber aynı anda (adeta) beklenen hidayet rehberinin kendisi olduğuna, büyük emanet ve hidayeti diğer insanlara taşımak için rabbinin inayet ve gözetiminde hazırlanan bir muallim olduğuna dair bir işaret de vermek istedi. Hemen topluluğun arasına bir örtü serdi, taşı bu elbisenin ortasına koydu ve her kabileden bir temsilcinin bu örtünün bir ucundan tutmasını ve birlikte kaldırmalarını emretti. Ona itaat ettiler ve dediklerini yaptılar. Böylece taşı konulacak yere ulaştırdılar.
Bu topluluk belki de bu esnada büyük bir merak içinde Hz. Muhmmed'in biraz sonra ne yapacağını ve meselenin bundan sonraki bölümünün nasıl halledileceğini kalbleri heyecanla titreyerek bekliyordu... Topluluk taşı konulacağı yere kadar birlikte taşıdılar. Taş konulacağı mekanın seviyesine yükseldiği esnada en heyacanlı an gelmişti. İşte bu noktada Hz. Muhammed (s.a) mübarek elleriyle taşı tuttu ve yerine koydu. Topluluk seyrediyor ve bekliyordu. Fakat hiçbir şey konuşmuyorlardı. Çünkü konuşulacak bir şey kalmamıştı. Hz. Muhamme-d bu harika çözümle onların hepsini derhal susturmuş ve razı etmişti. Bulduğu çözüm onun keskin bir zekaya sahip eşsiz bir deha olduğunu gösterir. Hz. Muhammed onlara hissettirmeden ve serkeşlik yapmalarına meydan vermeden onlar nazarmdaki konumunu yükseltmiş ve onları idare etmişti.
Hz. Muhammed (s.a) bu hadiseden senelerce sonra peygamber olarak görevlendirildi. Görüyoruz ki o, gerek insan psikolojisi konusunda, gerek önderlik ve idarecilik konusunda, gerekse kendisini peygamber olarak görevlendiren rabbinin yoluna insanları sevketmede sürekli artan ve gelişen bir tecrübe ve beceriye sahiptir. İslâm dininde ve Hz. Muhammed'in (s.a) hareket tarzında yaygın olarak şu temel prensibi görüyoruz: Getirilen sorumluluklar ve görevlerde/farzlar ve vacib-lerde, hukukun düzenlenmesinde tedricilik/aşamah olarak yavaş yavaş alıştırma prensibi. Bu yöntemde bir zorluk ve güçlük, bir baskı ve eziyet yoktur. Aksine bir kolaylık, bir rahatlık, bir gelişme ve görevlerin aşama aşama düzenlenmesi söz konusudur. Birinci aşamanın iyice yerleşmesi, inanç haline getirilmesi ve insanların alıştırılmasmdan sonra sırayla diğer aşamalara geçilir.
Hükümlerin tabii bir seyir içinde yavaş yavaş, tedrici ve hoşgörülü bir anlayışla yerleştirilmesi, bu yöntemi uygulayan iradenin insanların psikolojik yapılarını çok iyi bildiğinin bir delilidir. Sürat, insan ruhuna bıkkınlık verir, sorumlulukların peşpeşe getirilmesi insanları ürkütüp korkutur. Bundan dolayı Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bu din çok sağlamdır. Onda yumuşaklıkla davranın. Kim güçleştirmeye, şiddetli davranmaya kalkışırsa ona yenik düşer.
Bir başka hadiste şöyle buyurulur:
Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin nefret ettirmeyin!
Bir başka hadiste de şöyle buyurulur:
Amellerin Allah'a en sevimli olanı az bile olsa devamlı olanıdır.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın yüce Kitabında şöyle buyurulmaktadır:
Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler. (Bakara/286)
Allah dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. (Hac/78)
Allah size güçlük çıkarmak istemez. (Maide/6)
Bundan dolayı İslâm herşeyi insanlara bir defada emretmemiştir. Bilakis bunu tedrici olarak yapmıştır. Çünkü gönüllere bıkkınlık geldiği zaman körelir, insanlar baskıya maruz kaldıkları zaman aptallaşır ve durgunlaşırlar.
İşte muhterem bir sahabi... Rasûlulîah'ın (s.a) meclislerinden birisinde hazır bulunur. O, mecliste Allah Rasûlünden kalbini yumuşatan öğütler, hikmetli sözler ve hidayetine vesile olacak şeyler dinler. Ruhu (adeta göklere) yükselir. Gönlü saflaşır. Harikulade bir ruh hali içinde Peygamber'in huzurundan ayrılır. İçinde temiz ve yüce duygular vardır. Hatta sanki o melekler kafilesine iltihak etmiş gibidir. Bu sahabi daha sonra evine gider. Karısıyla karşılaşır ve onunla şakalaşir, çocuklar gibi oynaşır. Bu sırada Rasûlulîah'ın huzurunda bulunduğu esnadaki durumu aklına gelir ve bir de ailesinin yanında ne hale geldiğini düşünür. Kendisi hakkında kötü bir zanna kapılır, kendisini bir münafık ve riyakar gibi hisseder. Acele Rasûlullah'm huzuruna geri döner. İçinden geçenleri ona anlatır ve yaşadığı her iki hali ona mukayese eder. Birincisinde ruhani bir atmosfer içindedir, diğerinde ciddiyetten uzak eğlence, oyun, kadınlarla münasebet, çocuklarla şakalaşma vardır. Bundan dolayı içine bir korku düşmüştür. İnsan psikolojisini ve ondaki değişiklikleri çok iyi bilen Hz. Peygamber hemen onu rahatlatır, korku ve endişelerini giderir ve ona der ki: "Şayet evlerinizde de benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız yollarda meleklerle tokalaşır-dınız. Fakat siz elbette orada öyle burada böyle olacaksınız."
Sonra Peygamberimiz (s.a) ve onun etrafındaki seçkin sahabileri-ni görürüz. O yüce Peygamber insan tabiatındaki övülme arzusunu, soylu ve karakter sahibi bir kişinin hakettiği bir övgüye nail olmaktan hoşlanacağını, hele hele bu Övgü sarfettiği bir gayretin, yaptığı bir çalışmanın, döktüğü alın terinin ve asaletli bir davranışın sonucu olmuşsa bundan büyük bir haz duyacağını çok iyi bilmektedir. İster hak etsin, ister hak etmesin, zayıf karakterli bir kişi de övülmekten hoşlanır. O halde sebebi farklı bile olsa hiçbir insan kendisine yapılacak övgüye karşı kayıtsız değildir.
İşte yüce Peygamber insan ruhunun derinliklerine yerleşmiş olan bu özelliği bilmektedir. Onu her zaman en güzel bir şekilde insanların gönlünü hoşnut ederken görmekteyiz. İslâm için ve İslâm'a davet yolunda ashabının ortaya koyduğu büyük gayretleri her zaman takdir eder, onların herbirini başarılarına uygun, takdir edici ve methedici lakaplarla anar. Ebubekir'e sıddîk lakabını, Ömer'e Faruk lakabını, Osman'a Zinnûreyn lakabını, Ali'ye ilim şehrinin kapısı lakabını, Ebu Ubeyde'ye bu ümmetin emini lakabını, Hanzala'ya meleklerin yıkadığı kişi lakabını, Hamza'ya şehitlerin efendisi lakabını, Hâlid b. Velid'e Allah'ın kılıcı lakabını vs. layık görür. Bütün bu lakaplar ve benzerleri İslâm komutanları ve İslâm'ın ilk kahramanlarının gerçekleştirdiği büyük gayretlerin Hz. Peygamber (s.a) tarafından en güzel şekilde takdir edilmelerinin ifadesidir. Aynı zamanda insandaki bu kuvvetli duygunun, yani övgüden hoşlanma duygusunun en güzel şekilde tatminidir ve nesiller boyu benimsenecek yararlı bir örnektir.
Hayır ve bereketlerle dolu bu nebevi alanda Örnekleri uzun uzun anlatabiliriz. Mesela savaşlardan birisinde münafıkların lideri Abdullah ibn Ubey'i görüyoruz. Her türlü ayrılık, nifak ve serkeşlik onun başının altından çıkıyordu. Bu savaşta da ortaya çıkan arizi bir durumu fırsat bilir ve kendi kendine şöyle der:
Vallahi Muhammed'le bizim durumumuz Arabların darb-ı mesel haline getirdikleri bir köpekle sahibinin durumu gibidir. Arablar şöyle derler: "Köpeğini aç bırak ki senin peşinden gelsin; köpeğini iyi besle ki seni yesin." Vallahi Medine'ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan çıkaracaktır.. Kahrolasıca Ubeyy, üstün olanla kendisini, zayıf olanla da Rasûlullah'ı kastediyordu. Allah'ın Ra-sûlü rabbinin lütfuyla ebediyen üstün olmuştur.
Haber Rasûlullah'a ulaşır. Fakat büyük münafık sözlerini inkar eder. Yandaşları onu tezkiye ederler. Rasûlullah bu münafığın ayıbını ortaya çıkaracak bir ayet ininceye kadar yakasını bırakır. Allah Teâlâ bu konuda şu ayetleri indirir:
Onlar Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için "hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdi. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafklar bunu anlamazlar. Onlar, "Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamber'in ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Münafık/7-8)
(Bu ayetlerle birlikte) gerçek olanla yalan olan birbirinden ayrıldı. İşlenen suç bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Hz. Ömer hemen Rasûlullah'a koştu ve münafık İbn Ubey'in boynunu vurmak için Rasûlul-lah'tan izin istedi. Fakat Hz. Peygamber insan psikolojisini ve insanların farklı karakter yapılarını çok iyi bilmektedir. Onlar dünyevi işler ve gündelik olayları değerlendirirken acele ve yanlış hükümler verebilirler ve yanlış kanaatlerin yayılmasına sebep olabilirler. Bu sebeple Hz. Ömer'e şöyle der:
Ya Ömer! İnsanlar, "Muhammed arkadaşlarını öldürüyor" diye konuşmaya başlarlarsa halimiz nice olur?
(Hz. Ömer şöyle der:) "Evet ya Rasûlullah (s.a) insanlar Abdullah ibn Ubey ibn SelüTü hala senin ashabından birisi olarak biliyorlar. Pek çoğu ne yaptığını bilmiyor. Onun münafık olduğunu bilmeyen kabileler var. Nazil olan Kur'an ayetleri hala sadece müslümanlar arasında biliniyor. Başkaları bundan haberdar değil. Peygamber (s.a), İbn Ubey'i öldürdüğü zaman insanlar aceleyle şöyle diyebilirler: "Mu-harnmed hain bir adamdır. Kendi adamlarını bile öldürüyor. Sözüne ve himayesine güvenilmez.1' Bu sebeple insanlar acele bir hüküm verip de onun dini hakkında yanlış bir kanaate sahip olmasınlar diye bundan çekindi.
Sonra bu azılı münafığın oğlu geldiği zaman Rasülullah'ın (s.a) takındığı tavra bakalım. İbn Ubey'in oğlu samimi bir müslümandı. İsmi de Abdullah'tı. Babası kafir bile olsa babalık hakkına riayet eden, fakat babalık hakkından Önce İslâm'ın hakkını gözeten bu oğul, Pey-gamber'in huzuruna geldi. İslâm onun nazarında babasından bin defa daha önemliydi. Abdullah, Peygamber'in engin müsamahasına koşarak geldi... Acaba bu müslaman evlat Rasülullah'ın huzuruna niçin gelmişti?
Abdullah, Hz. Peygamber'e şöyle dedi: "Duydum ki babamı öl-dürtecekmişsin. Eğer böyle bir şey düşünüyorsan bana emret ya Rasûlullah, onun kellesini sana ben getireyim. Çünkü benden başkasına onu öldürmesini emredersen, babamın katilini nefsime hakim olamayıp öldürmekten korkarım. Böylece bir kafirin yüzünden bir müslümanı öldürmüş, bu yüzden de cehenneme girmiş olurum."
Hz. Peygamber, iki türlü ızdırabın en şiddetlisinden kurtulmak için koşarak kendisine gelen bu adama dikkatlice baktı. Bu adam iki şiddetli duygunun önünde adeta mecnun gibidir. Bir tarafta bir evladın babasına karşı beslediği duygular, diğer tarafta samimi bir müminin inancına karşı beslediği duygular. Hz. Peygamber (s.a) bir taşla iki kuş vurmak istedi. Karşısındaki müslümana çektiği ızdırabtan ve içine düştüğü şaşkınlıktan dolayı merhamet etmek istedi. Bir taraftan babasını affederek oğluna ikramda bulundu, diğer taraftan da aynı anda bu büyük münafığı can evinden vurarak onu etkisiz hale getirdi. Çünkü Hz. Peygamber ona istediğini yapabilecek güce sahip olduğu halde bu azılı münafığı affetmişti. Bu büyüleyici aftan sonra artık o münafık ebe-diyyen başını kaldıramadı.
Rasûlullah (s.a) Abdullah'a şöyle dedi:
Sen aramızda olduğun müddetçe biz ona saygı gösteririz ey Abdullah!
Abdullah'ın gönlü bu yüce Peygamber'e hayranlık duygularıyla doldu. Abdullah'ın münafık babasındaki aşağılık ve utanç duyguları ise daha da arttı ve artık bir daha ebediyyen başım kaldıramadı.
Yine Peygamber'in büyüklüğünü Mekke'nin fethedildiği gün de görüyoruz. İnsan psikolojisi konusundaki engin tecrübesini ve ruhi hastalıkları nasıl tedavi ettiğini görüyoruz. İşte size bir örnek: Amcası Abbas yanında Ebû Süfyan'la birlikte ona doğru geliyor. Ebû Süfyan bir gün öncesine kadar Arabların en büyüğüdür. Abbas onu müslüman olsun diye Peygamber'e getirmektedir. Halbuki Ebû Süfyan bütün kabileleri Hz. Peygamber aleyhine kışkırtan, onun yoluna bir sürü engeller çıkartan adamdır.
Bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber, Ebû Süfyan'a gayet yumuşak ve şefkatli bir üslupla şöyle demektedir:
"Ey Ebû Süfyan! Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmenin zamanı senin için hala gelmedi mi?" Ebu Süfyan şöyle cevap verir: "Anam babam sana feda olsun! Ne kadar cömert ve alicenap ve ne kadar lütufkarsın. Vallahi biliyorum ki, Allah'tan başka bir ilah olsaydı bugün bana faydası olurdu." Hz. Peygamber ona tekrar sordu: "Ey Ebû Süfyan! Benim Allah'ın elçisi olduğuma şehadet etmenin zamanı senin için hala gelmedi mi?" Ebû Süfyan gayet açık bir şekilde cevap verdi: "Ne kadar cömert, ne kadar alicenap ve ne kadar lütufkarsın. Sorduğun meseleye gelince galiba sende biraz da peygaberlik var."
Hz. Peygamber hiç kızmadı. Ona karşı zor kullanmadı, herhangi bir aşırı davranışta bulunmadı, ona herhangi bir zarar vermedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan'la Abbas arasında çok hızlı bir müzakere cerayan etti ve sonunda Ebû Süfyan müslüman oldu.
Amcası Abbas Hz. Peygamber'e şöyle dedi: "Ya Rasûlulîah! Ebû Süfyan övünmeyi seven bir adamdır. Ne olur, ona bir paye ver!" Rasûlulîah bu talebi kabul ederek şöyle buyurdu:
Kim Ebû Süyan'm evine girerse emniyettedir. Kim Mescid-i Ha-ram'a girerse emniyettedir ve kim evinin kapısını örter içerde beklerse o da emniyettedir (yani güvenliği garanti altına alınmıştır).
Sanki Rasûlulîah (s.a) bu hareketiyle Ebû Süfyan'daki aşın övünme duygusunu tatmin etmek ister gibidir. Fakat bu eğilimdeki aşırılığa razı olduğu için değil, aksine Ebû Süfyan'ın kalbini İslâm'a ısındırmak için böyle davranmıştır. Bundan sonra onu İslâm'ın istediği alçak gönüllülüğe ve ihlaslı amellere yatkın bir hale getirmek için geniş bir zaman bulacaktır. Çünkü İslâm ancak Allah yolunda cihad edenler için eksiksiz ve bol mükafaat verir.
İşte bir başka örnek: Rasûlullah'ın huzuruna müslüman olmak üzere bir kadın gelir. Hz. Peygamber onun müslümanlığmı kabul ettikten sonra kadının aklına bir şey gelir ve aklına gelen şeyi Rasûlullah'a anlatır: O gün kadının bir yakını ölmüştür. Diğer kadınlar onun evine ağıt töreni düzenlemek için toplanacaklardır. Kadın bu ağıta iştirak etmek istemektedir. Onların yanına gitmek için Rasûlullah'tan izin ister. Onlarla birlikte ağıt törenine iştirak edecek sonra müslüman olarak geri dönecektir.
Rasûlulîah kızıp öfkelenmez. Kadını huzurundan kovmaz. Aksine kadının dilediğini yapıp sonra dönmesi için oraya gitmesine izin verir... Rasûlulîah (s.a) bir cahiliye adeti olan ölülere ağıt yakma törenini onayladığı için bu toleransı göstermiş değildir. Aksine hem kadının gönlünü hoş etmek, hem de onu doğru yoldan saptıran bütün saplantılardan tamamen kurtarmak için bu müsamahayı göstermiştir. Kadın gider o törene-iştirak ettikten sonra tam bir müslüman olarak geri döner. Daha sonra iyi bir müslüman olur.
Bir başka örnek de şu olaydır: Hz. Peygamber'e bir genç gelir. Maksadı ondan cihad için kılıç istemek değildir. İslâm'a davet için bir görev talebinde de bulunmayacaktır. İlmî bir mesele sormak için de gelmemiştir. Aksine büyük bir günah işlemek, zina etmek için Rasûlullah'ın kendisine ruhsat vermesini istemektedir.
Sahabe-yi kiram hemen oracıkta genci tepelemeyi düşünürler. Fakat Hz. Peygamber buna mani olur. Genci ciddiyet ve sükunetle huzuruna kabul eder. Ona düşüncesinin yanlışlığını öğretecek ve yolunu doğrultacaktır. Gence sorar: "Annen için böyle bir fenalığa razı olur musun?" Canı sıkılmış vaziyette genç cevap verir: Asla! Bunun üzerine Rasûlulîah şöyle der: "Diğer insanlar da anneleri için böyle bir şeye razı olmazlar." Sonra gence tekrar sorar "Kızkardeşin için böyle bir şeye razı olur musun?" Genç: Asla! der. Rasûlulîah şöyle der: "Diğer insanlar da kızkardeşleri için böyle bir şeye razı olmazlar."
Rasûlulîah, gencin bütün yakınlarını tek tek onun gözü önüne getirerek ve kıskançlık doğuracak şeyleri ona hatırlatarak sormaya devam eder. Neticede genç bu yakınlarını ve onların ırz ve namuslarını aklına getirir, onları düşünür, zina edeceği diğer kadını düşünür ve böyle bir talebi iğrenç bulur. Kendisini hesaba çeker, vicdanını uyarır ve Rasûlullah'ın sorgulaması esnasındaki iman ve işaretlerin ne demek olduğunu anlar. İkna olur ve vazgeçer. Bu çirken fiili asla işlemeyeceğine dair Rasûlullah'a söz verir..
İnsan psikolojisini ve onu idare edip ikna etme yollarını bundan daha iyi bir şekilde bilmek ve uygulamak mümkün olabilir mi?
Son olarak şunu ifade edelim ki: Hz. Muhammed'in (s.a) yoluna çağıran kimseler bulunabilir. Bunlar hayra ve iyiliğe çağıran kimselerdir. İnanıyorum ki böyle kimselerin ilk yapacakları şey yüce peygamberlerinden insan psikolojisi ve insan yönetimi konusunda ders almaları ve onun ışığında yürümeleridir. Bir hidayet ve basiret ile insanları rabblerinin yoluna böylece sevkedebilirler ve çalışmalarında daha verimli ve etkili olabilirler. Başarıyı lütfedecek olan Allah'tır.
Ve Allah en iyi bilendir. [63]
Soru: Hz. Peygamberin bulunduğu meclisin mahiyetini öğrenmek istiyorum?
Cevap: Bizim meclislerimize ve toplantılaramıza baktığımız zaman pek çok ayıbın, kusurun ve eksikliğin olduğunu görürüz. Bizdeki arkadaş ve dost meclisleri gürültü, patırtı ve eğlenceden ibaret olup kötülükler ve bayağılıklar gayet serbesttir. Aile meclisleri ise, durgun ve bitkindir. Tuhaf, yabancı adetler hakimdir. İlim ve vaaz meclislerinde bulunanlar ise ruhlarıyla değil, hayaletleriyle, kalpleriyle değil bedenleriyle orada bulunurlar. Bazıları yakınındaki kişi ile meclislerini ve dünyevi işlerini konuşarak başkalarının vaiz ve konferansçının söylediklerini izlemesine mani olabilirler. Öyle insanlar görüyoruz ki toplantı ve törenlerde Kur'an okunurken bile muhtelif sözlerle, ilginç hareketlerle gürültü çıkarabiliyorlar. Fazla söze ne hacet, dernek ve cemiyetlerde konuşulanları, çıkartılan gürültü, patırtı ve kargaşayı gözünün önüne getir, yeter. Herkes sesini yükseltip başkalarının sesini bastırmak, yanlış da olsa kendi görüşünü hakim kılmak ister. Bazen aynı anda on kişi bile konuşabilir. Halbuki kendilerini dinleyen ya bir kişi vardır ya da iki kişi. Ve buna benzer nice bozuk görüntüler.
Bütün bunlar mücadele etmemiz ve kökünü kazımamız gereken çirkin görüntülerdir. Belki de bu konuda bizim için en hayırlısı Hz. Pey-gamber'in (s.a) bulunduğu meclislerin mahiyetini tanımak, o meclislerde ahlak ve edep kurallarına nasıl riayet edildiğini, hikmet, heybet ve vakarın bu meclislerde nasıl hakim olduğunu öğrenmektir. Kim bilir belki bunlar akıl ve feraset sahibi kişilere bir mesaj ve nasihat olur.
Rasûlullah (s.a) toplantıları için belirli bir mekanı seçerdi. Bu mekanın minberle Hz. Aişe'nin odasının arasında olmasını tercih ederdi. Burası Ravza-ı Şen/ismiyle bilinirdi.
Hz. Peygamber burada arkadaşlarıyla birlikte din ve dünya işlerine dalardı. Onları kurtuluşun ve olgunlaşmanın yollarına irşad ederdi.
Sabah namazı bittiğinde onlarla toplanır, onlara nasihat ederdi. Nihayet ortalık iyice aydınlandıktan ve çalışma zamanı geldikten sonra toplantı dağılır ve herkes kendi yoluna yönelirdi.
Çoğu kere olayların akışına uygun ve şartların gereği başka vakitlerde de toplantılar yapardı.
Sahabe-yi kiram birbirini rahatsız etmeksizin Hz. Peygamber'in etrafında halka şeklinde sıra sıra otururlardı. Ona olan saygılarından dolaylı huzurunda ayakta durmak istiyorlardı. Nitekim Ebû Üma-me'den şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber yanımıza geldiğinde biz onun için ayağa kalkmıştık. Bize şöyle buyurdu:
Birbirini tazim için ayağa kalkan Acemler gibi ayağa kalkmayın!
Hz. Peygamber mecliste bulunanların arasına karışarak otururdu. Sonra onların ruhlarını ve gönüllerini Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu hikmetli sözleriyle temizlemeye başlar, söylediklerini Kur'an ayetleriyle takviye ederdi. Kendisini ashabından hiçbir şekilde ayrıcalıklı olarak görmez ve onlara karşı asla büyüklenmezdi. Herkesi dinler ve soru soran herkese cevap verirdi.
Hatta Hind ibn Ebi Hâle'den rivayet edilen bir hadiste şöyle denilir: "Rasûlullah'ın meclisinde bulunan herkes ondan nasiplenirdi. Hatta o mecliste bulunan hiç kimse kendisini bir diğerinden üstün konumda görmezdi. Aksine Hz. Peygamber fakirleri zenginlere tercih eder, kuvvetlilerden önce zayıflara ikramda bulunurdu."
Bu meclislerde saçılan inci ve mercanlara gelince bunlar anlatmakla bitmez. Lisan bunları ifadeden acizdir. Bunlardan hangisini istersen onları anlatabilirsin: O meclislerde ıslah ve rehberlik, irşad ve nasihat, terbiye ve eğitim, düşmanlıkların ortadan kaldırılması, problemlerin çözümü, heyetlerin kabulü, savaş ve barış planlarının hazırlanması gibi pek çok olaya şahid olunurdu. Sonra Hz. Peygamber'in meclislerinde sadece ciddi ve muhafazakar bir hava hakim değildir. Aksine zaman zaman bu meclisler latife, nükte ve şakaları, dine ve fazilete zarar vermeyen, mecliste bulunanları vekardan, edebten ve Hz. Peygamber'i can kulağıyla dinlemekten alıkoymayacak çeşitli kıssaları da ihtiva ederdi: Şiirler okunur, darbı meseleler anlatılır, bilindik haberler rivayet edilirdi. Hatta Tirmizî Cabir ibn Semure'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a) ile yüz defadan fazla aynı mecliste bulundum. Ashabı onun yanında şiirler okur. Cahiliye dönemindeki bir takım şeyleri müzakere ederlerdi. O da dinler ve onlarla beraber tebessüm ederdi."
Ashabın bu meclislerdeki edep ve tavrına gelince sanki o etrafa yayılan bir misktir ve kokan bir çiçektir. Sessiz saygılı bir şekilde otururlar, konuşmazlar, fısıldanmazlar, dinledikleri şeyden başka bir konuya yönelmezler ve başka bir şey düşünmezlerdi. Sünen sahiplerinin Usame ibn Serik'ten rivayet ettiklerine göre Rasûlullah (s.a) konuştuğu zaman, yanında oturanlar adeta başlarının üzerinde bir kuş varmış gibi suskun ve sakin beklerlerdi. Çünkü kuş, en ufak bir hareketten ürker ve kaçar. Hz. Peygamber'e bir şey söylemek istedikleri zaman ona olan saygılarından dolayı seslerini alçaltırlardı.
Yanlarına birisinin geldiğini gördükleri zaman onu güler yüzle karşılarlar, rahat ve saygın bir şekilde oturması için ona yer açarlardı. Çünkü Allah Teâlâ onlara böyle yapmalarını emretmişti:
Ey iman edenler! Size, meclislerde yer açın denilince yer açın ki Allah'da size genişlik versin. (Mücadele/12)
Ashab-ı kiram bir şey soracakları zaman edep içinde sorarlardı, yumuşaklıkla tartışırlardı. Bir görüşü inanarak kabul ederlerdi. Bir fikre iyice araştırdıktan sonra inanırlardı. Anlamadıkları şeylerin, tartışmak ya da başkasına galip gelmek için değil, sadece gerçeği öğrenmek arzusuyla açıklanmasını isterlerdi. Seslerini ve bakışlarını kısarlardı. Hareketlerinde ve sözlerinde itidal üzere olurlardı. Her hak sahibine hakkını verirlerdi. Dış güzelliğini, ruh temizliğini ve akıl uyanıklığım bir arada bulundururlardı.
Hz. Peygamber'in meclislerinde sadece erkekler bulunmazdı. Kadınlar da Peygamber'in eğitimin ve öğretiminden nasiplerini alırlardı. Kadınlar kendisine gelmişler ve şöyle demişlerdi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Erkekler senden bizden daha çok istifade ediyorlar. Bir gününüzü de bize ayırmış olsanız." Rasûlullah onlara özel bir gün ayırdı ve saliha ev kadınları olmaları, çocuklarını yetiştirmeleri ve erkeklerin kalplerinde kararlılık ateşlerini tutuşturmaları için onlara öğütler verdi.
Bu meclislerde sahabe-i kiram hem kalplerin gıdasını, hem de bedenlerin gıdasını birlikte alırlardı. Meclisin sonunda hurma yerler veya Allah'ın helâl kıldığı bir şeylerden içerlerdi. Hiçbir şey bulunmadığı zaman kalplerini ve vücutlarını, Allah'ın peygamberine lütfettiği ve müminler için bir rahmet kıldığı bu saf kaynaktan doyurmuş olarak o meclisi terkederlerdi.
İşte Hz. Peygamber'in bulunduğu meclislerin durumu bu idi. Bu meclisleri güzelleştiren unsurlar şunlardı: Yer ve zamanın iyi seçilmiş olması, dinleyicilerin oraya erkence gelmeye çalışmaları, edep ve vakar içinde bulunmaları, konuşan liderin alçak gönüllülüğü ve herkese eşit davranması, faydalı ve yararlı sözlere meyletmeleri ve zaman zaman temiz şakalarla azim ve kararlılıklarını yenilemeleri.
İşte onların kendilerini ilim ve marifetlerle donattıkları, hakkın, fazilet ve güzelliğin ufuklarında dolaştıkları meclisleri böyledir. Artık bizim de meclislerimizi/toplantılarımızı bunlara benzetmeyi düşünmemiz gerekmez mi? Eğer bizim meclislerimiz de o meclisler gibi olursa işte o zaman susmaya, güzelce dinlemeye, saygılı olmaya, başkalarının fikirleriyle alay etmemeye ve söylenilen şeylerden istifade etmeye gayret ederiz. Tartıştığımız zaman ciddiyet ve sükûnet içinde tartışırız. Tartışmadan maksat hiçbir kapalılığı ve eğriliği bulunmayan apaçık hakikate ulaşmaktır. Ne zaman bu meclislerin bizi Allah'a yaklaştırıcı vesileler olduğunu bilirsek, işte o zaman bu meclislere daha fazla önem verir ve saygı gösteririz. Çünkü biz bu tür meclislerden yüz çevirirsek veya hakkına riayet etmezsek, Allah'tan ve O'nun sözlerinden yüz çevirmiş oluruz. Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah'ın mescidine üç kişi girer. Rasûlullah (s.a) bu esnada sahabenin arasında oturmakta ve onlara bir şeyler anlatmaktadır. Birincisi, halkada bir boşluk görür ve oraya oturur. İkincisi, utancından (yer istemez) insanların arkasına oturur. Üçüncüsü ise meclisten yüz çevirerek bırakıp gider. Sözünü bitirince Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Birincisi Allah'a sığındı, Allah da onu yerleştirdi. İkincisi haya etti (utandı), Allah da onun mahcubiyetini takdir etti. Üçüncüsü yüz çevirdi ve bırakıp gitti, Allah da ondan yüz çevirdi.
Evet, işte onların meclisi böyle idi. İbret alın ey akıl sahipleri. [64]
Soru: Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde geçmeyip sadece Hz. Peygamebr'in sünnetinde geçen bir şeyin hükmü nedir?
Cevap: Öncelikle bilmemiz gerekir ki İslâmî yasamanın bir kaç kaynağı vardır. Bunlardan birincisi Allah'ın kelamı olan Kur'an-ı Ke-rim'dir. Geçmişte ve gelecekte onu geçersiz kılacak hiçbir şey yoktur. O, sonsuz hikmet sahibi ve övgüye layık yüce Allah'ın katından indirilmiştir. İkinci kaynak Hz. Peygamber'in Sünnetidir. Bununla kastedilen, Rasûlullah'tan (s.a) rivayet edilen sözler, fiiller ve takrirler/onaylardır, yani Rasûlullah'ın önünde cereyan edip de onun ses çıkarmadığı ve mukavafakat gösterdiği, ya da bildiği halde itiraz etmeyip onay verdiği şeylerdir. Çünkü onun bu şeylere onay vermesi, meşruluklarına hükmetmesi gibidir.
Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz zaman, yüce Allah'ın Peygamberini Kur'an'ı tebliğ etmek ve dinini açıklamakla görevlendirdiğini anlarız. Yine Kur'an bize haber veriyor ki Hz. Peygamber din konusunda herhangi bir hata yapmaktan korunmuştur/masumdur. O, hak ve hakikatten başka bir şey söylemez. Müslümanların da onun emrettiği, ya da konuştuğu veya yaptığı veya muvafakat gösterdiği herşeyi kabul etmeleri gerekir.
Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'in (s.a) masumluğundan şöyle söz eder:
O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir. (Necm/3-4)
Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber'in gerçeğe ve doğruya çağırdığını haber vermektedir:
Şüphesiz sen, doğru bir yolu göstermektesin. (Şuara/52)
Hz. Peygamber'in Allah'ın kitabını tefsir ettiğine ve dini açıkladığına işaret eder:
İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur'an'ı indirdik. (Nahl/44)
Kur'an bize Peygamber'e itaatin Allah'a itaat olduğunu bildiriyor: Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. (Nisa/80) Peygamber'e uymamazı emrediyor ve şöyle buyuruyor:
De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran/31)
Çağırdığı herşeye itaat etmemiz yasakladığı herşeyden de sakınmamızı emrediyor ve şöyle buyuruyor:
Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının! (Haşr/7)
Bilmemiz gerekir ki Kur'an-ı Kerim bize pek çok şeyi emretmiş fakat onların ayrıntısını vermemiştir. Bunların açıklanmasını Peygamber'in sünneti üstlenmiştir. Kur'an namazı emretmiş, fakat namazın farzlarının miktarını öğreten, her farzın rekatlarını sıralayan ve bütün farz namazların vakitlerini belirleyen Hz. Peygamber'in sünnetidir. Kur'an-ı Kerim zekatı da emretmiştir. Fakat zekatın miktarlarını ve ne zaman ödeneceğini Hz. Peygamber öğretmiştir.
Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifin sübûtu ve Hz. Peygamber'e nisbeti sahih ise seri bir delil olur. Peygamber'e ve hakkında açık Kur'an nassı bulunmayan onun getirdiği hükümlere itaat etmek va-cibtir. Bu hükümleri kabul etmemiz gerekir. Çünkü bunlar, Kur'an'ın temel kurallarından çıkarlar. Bazen de Kur'an'da bulanan bir esasa kıyas edilerek bu hükümler çıkartılır. Mesela Kur'an iki kızkardeşin bir nikah altında birleştirilmesinin haramlığma hükmeder. Sünnet ise Kur'an'ın bu hükmüne kıyas yaparak bir kadınla onun halasının veya teyzesinin bir nikah altında birleştirilmelerinin haram olduğunu bildirir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Size sımsıkı sarıldığınız takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın kitabı ve benim sünnetim. [65]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) evde ailesine karşı nasıl davrandığı hakkında bilgi verirmisiniz?
Cevap: İtidal, dünya işlerinde ifrat ve tefritin arasındaki orta yol demektir. Bu, İslâm'ın ve Kur'an'in yoludur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. (İsra/29)
Fakat içimizdeki bazı erkekler sanki bu kaideye inanmıyor görünüyorlar. Bu ölçüyü kabul etmiyorlar. Özellikle kadınlara karşı davranışlarında ve evlerinin içindeki hal ve hareketlerinde bu kurala uymuyorlar. İdeal bir erkek, dışardaki hayatı metanetle, kararlılıkla, mertçe ve ağırbaşlılıkla karşılar. Evine döndüğü zaman ise -ki evi onun küçük yuvasıdır, has bahçesidir ve güven mahallidir- tam bir neşe, sevinç, nezaket ve güzel ahlak numunesi olur. Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a) şöyle der: "Erkeğin ailesi arasında çocuk gibi olması gerekir. Onun yanında bulunan şeyleri istedikleri zaman bir erkek olarak bulunur".
Bunun ötesinde, dışarıda olumsuz şartlar altında, yaşam mücadelesi, liderlik zarureti, bir topluluğun yönlendirilmesi veya iş disiplini gibi sebepler yönünden öfkelenmek, kızmak ya da ciddi bir tavır takınmak zorunda kalsa bile, bütün bunlan evinin kapısında bırakmalı, ailesiyle ferah bir gönülle, mutlu bir halde ve yeni bir görünümle karşılaşmalı, bazı durumlarda böyle davranmak çok zor bile olsa tebessümü hiç eksik etmemelidir. Çünkü zavallı eşi onun yokluğunda uzun bir süre yalnızlığa alışmayı ve yalnızlıktan kurtulmayı bekledi durdu. Hem dışarıda, hem de evinde kendi eliyle hayatının düzenini bozmak iyi bir ahlak ve güzel bir yöntem değildir.
İşte Hz. Muhammed (s.a)... peygamberlerin lideri... nebilerin sonuncusu... Allah'ın bütün yarattıklarının en üstünü....O, hiç durmadan Allah yolunda cihad eder. Müşrik ve kafir düşmanlarıyla devamlı karşı karşıya gelir. Davetin, insanların ve hayatın her türlü sıkıntısını taşır. Sinirleri yıpratıcı herşeye karşı bütün gayretini ortaya koyar. Kemalin ve yüceliğin nurları etrafa hep ondan yayılır. Fakat evine döndüğü andan itibaren hemen daha kapıdan girmeden üzerindeki cihad ve ciddiyet elbisesinden sıyrılır, şefkatli ve saygın bir eş, hoş sohbet bir arkadaş ve üslubu güzel bir dost elbisesine bürünür. Artık evinde, Allah'ın yarattıklarının en üstünü, kadınlarına karşı davranışında insanların en şakacısı, en tatlı dillisidir. Sözleriyle ruhları ve gönülleri kendisine bağlar. Evinin içinde nübüvvet makamının sahibi olduğunu hiç belli etmez, ashabı arasındaki eşsiz heybetini ev halkına hissettir-mezdi. Ev işlerinde ailesine yardım eder, ayakkabıları tamir eder, elbiselerini yamar, kovayı onarır, koyun sağar ve içmesi için kedinin önüne kabı eğerdi.
Hz. Peygamber (s.a) ailesine gücünün yettiği kadar neşe ve sevinç saçmaya çalışırdı. Mesela torunları Hasan ve Hüseyin'i memnun etmek için sırtında taşırdı. Onunla oynasınlar diye Aişe'nin yanına Ensar'm kızlarını getirirdi. Onların yanında oynadıkları küçük bebekler görür ve bunu yadıgamazdı. Aksine onların bu bebeklerle oynamalarına gülerdi. Hz. Aişe'ye olan sevgisini, meylini ve ihtimamını izhar etmek için her türlü sebebe başvururdu. Hz. Aişe bir kaptan bir şey içtiği zaman, onun ağzını koyduğu yere ağzını koyar ve oradan kendisi de içerdi. O, bir şey yediği zaman onun yediği yerden ya da yakınından yerdi. Onun kucağına yaslanır, zaman zaman onu onore etmek için bu vaziyette iken Kur'an okurdu. Bunda şaşılacak bir durum yok; çünkü o, Allah Teâlâ'nın çok merhametli ve çok şefkatli olarak vasıflandırdığı yüce bir peygamberdi.
Bu yüce ahlaki Özelliklerinden dolayı eşinin kalbine girer, onu rahatlatır ve teselli ederdi. Dine veya ahlaka aykırı olmayan hiçbir harekete ve eğlenceye mani olmazdı. Mesela evinin önünde nezih sportif hareketler içinde salma salına kılıç oyunları oynayan Habeşli bir grubu görür bunların oyunlarını omuzuna dayanarak seyretmesi için Hz. Aişe'ye müsade etmiş, bir müddet seyrettikten sonra: "Yeter mi Aişe?" demişti. Aişe: Acele etme? demiş, bir müddet bekledikten sonra ikinci defa: "Yeter mi Aişe!" demişti Aişe tekrar Acele etme demiş, Hz. Peygamber üçüncüsünde de aynı şeyi söylemiş, Hz. Aişe artık yeterli görmüş ve: Evet! demişti. Sonra odasına geri dönmüştü.
Yine Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle evliliklerinin başlangıcında onunla koşu müsabakası yapmıştı. O esnada kilosu hafif olan Aişe çok atikti. Seneler sonra Hz. Aişe'yi yarışa davet etti ve tekrar müsabakaya tutuştular. Bu esnada Hz. Aişe biraz şişmanlamış ve hareketleri ağırlaşmıştı. Hz. Aişe yarışa hazırlanmak için elbisesini ortasından bağlamıştı. Yarışa başlayacakları yeri belirlemek için bir çizgi çektiler. Yarıştılar ve bu sefer yarışı Hz. Peygamber kazandı. Rasûlullah yarıştan sonra şöyle latife etti: İşte bu onun rövanşıdır!
Hz. Peygamber, bu güzel, tatlı ve hoş şakaları sadece eşlerinden birisine değil, hepsine yapardı. Onlarla karşılaştığı zaman bu saf ve rahatlatıcı şakaları icat etmeye çalışırdı.. Sevgili eşi Hz. Aişe (r.a) Haci-re isimli bir tatlı yapmıştı. Bu, un ve sütle ya da yağla pişirilen bir tatlı idi. Rasûlullah (s.a) eve geldi. Daha sonra (diğer) eşi Şevde bintu Zem'a da geldi. Hz. Aişe, Hz. Sevde'ye dedi ki: "Buyur ye!" Hz. Şevde "Ben bundan hoşlanmam" deyince, Hz. Aişe dedi ki: "Vallahi ya bundan yersin, ya da bunu senin yüzüne bularım!" Hz. Şevde: "Ben onun tadına bakmam" deyip yememekte ısrar edince, Aişe validemiz bunun üzerine tabaktaki tatlıdan eliyle bir miktar aldı ve şaka yollu Hz. Sevde'nin yüzüne sürdü. Rasûlullah (s.a) ikisinin arasında bulunuyordu. Sevde'ye yol açtı o da tabaktan eliyle bir miktar alarak, Hz. Ai-şe'nin yüzüne sürdü, Rasûlullah (s.a) aile fertleri arasındaki bu sevgi ve muhabbet havasından dolayı mutlu bir şekilde gülüyordu.
Hatta onun ahlaki güzellikleri, latif karakteri ve asaleti, kızmasının beklendiği ve öfkelenmesinden korkulduğu durumlarda bile ortaya çıkardı. Bir gün hanımlarından birisiyle kendisinin arasında basit bir tartışma çıkmıştı. Öfkenin şiddetinden hanımı ona: "Sen de peygamber olduğunu zannediyorsun, öyle mi!" deyivermişti. Bu ağır ifadeye rağmen Rasûlullah onun sözüne sadece tebessüm etti, sanki öfke ateşinin üzerine bol su dökerek onu küle dönüştürdü!
Aişe validemizle aralarında bir tartışma çıkmıştı, Hz. Aişe'nin babası Hz. Ebû Bekir'in hakemliğine müracaat ettiler. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebû Bekir'in yanında Hz. Aişe'ye dedi ki: "Ya Aişe önce sen mi konuşursun, yoksa ben mi konuşayım?" Hz. Aişe şöyle dedi: "Önce sen konuş, fakat sadece gerçeği söyle!" Hz. Ebû Bekir, kızının bu ağır ifadesi üzerine ona öyle bir tokat vurdu ki Hz. Aişe'nin yüzünden kan geldi ve kızma şöyle dedi: "Ey nefsinin düşmanı! Hiç Allah'ın Ra-sûlü gerçeğin dışında bir şey söyler mi?" Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir'in kızını tokatlamasına çok üzüldü. Hemen ikisinin arasına girerek Hz. Ebû Bekir'e şöyle dedi: "Seni böyle yapasın diye çağırmadık!" Kısa bir müddet sonra evlilik hayatının mutlu günlerine tam olarak geri döndüler. Bu ahlakta tuhaf ve şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü Mu-hammed (s.a) şu sözleri söyleyen kimsedir:
Sizin en hayırlınız, ailesine karşı hayırlı olamnızdır. Ben, sizin içinizde ailesine karşı en hayırlı olanınızım.
Sizin dünyanızdan bana kadınlar ve güzel koku sevdirildi; ama gözümün aydınlığı namaz oldu.
Hz. Peygamber (s.a) çoğu zaman şöyle dua ederdi:
Allahım! Şeklimi güzel yarattığın gibi ahlakımı da güzelliştir!
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O'nun belgelerindendir. Şüphesiz bunlarda, bilenler için dersler vardır. (Rum/21)
Onlarla (kadınlarınızla) güzellikle geçinin. (Nisa/19) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkun. Ey erkekler! Kadınlara defalarca size itaat etmelerini ve sizin haklarınız konusunda Allah'ın emirlerine uymalarını söylediğimize göre, size de onlara tahakküm ve haksızlık etmemenizi hatırlatmamız adaletin bir gereğidir. Kadın yumuşak bir yapıya sahiptir.
Güzel bir muameleye, düzeltilmeye ve doğrultulmaya müsaittir. Fakat kötü bir muamele ve şiddet onu taşkınlığa ve inatçılığa iter.
Hadis-i şerifte de belirtildiği gibi o eğri kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kadınlara haksızlık yaptığınızda unutmayın ki bir kadın, azgın bir erkeğin elinde onun kullandığı bir eşya ya da alıp satacağı bir
meta değil, aksine İslâm'ın ve Kur'an'ın hükmeyle bir takım haklan ve saygınlığı olan bir insandır. Allah'ın sizi görüp gözettiğini bilin ve kadınlar hakkında adaletli olun! [66]
Soru: Hicretten önce gelişen olaylar nelerdir?
Cevap: Hakkın ortaya çıkması ve meyve vermesi için bir vatana, onu koruyacak ve himaye edecek bir kuvvete ihtiyacı vardır. Bir davetin -özellikle dinî bir davetin- inanmış, kendinden emin, yurtlarına ve vatanlarına davayı yerleştirip onunla amel eden, başkalarını da ona teşvik eden taraftar kazanabilmesi için yayılmaya ve duyurulmaya ihtiyacı vardır. Hakikat, bulunduğu yerdeki güvenliğini kaybederse kendisine başka bir vatan arar. İlk yurdunda kendisini koruyacak bir kuvvet bulamazsa, başka bir yurtta o kuvveti arar. Bir davet ortamı bulamazsa, oradan hicret eder ve kendisine uygun yerler bulmaya Allah'ın izniyle meyvelerini oralarda vermeye çalışır. Davetin bir topluma giriş kanalları daralırsa ve düşmanlar bu kanalları tutarsa, davetçiler kendilerine geniş ve rahat-bir yer bulmak için yeryüzünde hicret etmek mecburiyetinde kalır. Böylece dava orada gelişip büyür, çiçek açıp meyve verir, güçlenip kuvvetlenir ve sonra da ilk çıktığı topluma bir fatih ve ıslahatçı olarak geri döner. Bu, davetlerin ve büyük ıslahat hareketlerinin tarihinde bilinen ve genel geçer bir kanundur.
İslâm'ın —ki o, ebedi hakkın davetidir— tarihi bu kanunu çok iyi göstermektedir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed'e peygamberlik görevini vermiş, emaneti ona yüklemiş, onu insanlığı temizlemeye ve düzeltmeye, tevhid ve inanç devrimini gerçekleştirmeye, faziletin ve yararlı işlerin/salih amellerin kanununu yerleştirmeye çağırmıştır. Ona şöyle demiştir:
Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!
(Hicr/94)
Hz, Peygamber (s.a) bu emri azim ve kararlılıkla ve bütün gücünü ortaya koyarak yerine getirdi. Hiçbir levmedicinin (ayıplayıcmın) levmetmesi onu Allah'ın yolundan alıkoymadı. Fakat İslâm, ilk günlerinde müşriklere, değerini ve hakikatini bilmeyen bir cahile kıymetli bir mücevherin arzedilmesi gibi arzedildi. O cahilin nazarında bu mücevher bir demir ya da bakır parçası idi. Bu sebeple onların içinde Allah'ın davetine uyanların sayısı az oldu. O'nun şeriatine/dinine ve hidayetine karşı çıkanlar çoğunlukta idi. Hz Peygamber'in arkadaşları çok çeşitli işkencelere ve eziyetlere maruz kaldı: İslâm Mekke'de batılla mücadele ettiği, onun kibir direncini kırmaya çalıştığı bir terbiye, arınma ve imtihan dönemi geçirdi. Bu dönemde Rasûlullah cihadın, mücadeledeki sadakatin, davetteki metanetin en güzel örneklerini verdi. Keza müslümanlar da fedakarlığın, sabır ve tahammülün örneklerini verdiler. Kâfirler ise batılda ısrarın, günahta aşırılığın ve hakka karşı inatçılığın örneklerini verdiler. Müşrikler cehaletlerinden dolayı İslâm'a karşı çıktılar, inatçılıkları sebebiyle onunla savaştılar.. Tartışmada şiddete, muhalefette ahlaksızlığa, batılda aşırılığa çağıran bundan daha şiddetli bir inatçılığın olması mümkün değildir.
Müşrikler yumuşak huylu ve saygın Peygamber'e karşı istihza ve iftiralarını gizlemiyorlar, onu yalancılık, sihirbazlık, kahinlik ve delilikle vasıflandırıyorlardı. Kâfirler onun hakkında şöyle diyorlardı:
Bu pek yalancı bir sihirbazdır. (Sad/4)
Dediler ki: "Ey kendisine Kur'an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun!" (Hıcr/6)
Müşrikler benzeri tavrı sabırlı ve barışsever müslümanlara karşı da sergiliyorlardı:
Şüphesiz günahkarlar müminlere karşı gülerlerdi. Onlarla karşılaştıklarında kaş göz hareketleriyle alay ederlerdi. Ailelerine döndükleri vakit keyiflenerek dönerlerdi. Mü'minleri gördüklerinde şüphesiz bunlar sapıtmış, derlerdi. Halbuki onlar denetleyici olarak gönderilmediler. (Mutaffifin/29-33)
Şirkin ve zulmün zorbaları müslümanların, özellikle zayıf müslümanlarm canlarını, mallarını ve ırzlarını mubah görüyorlardı. Çünkü onları koruyacak akrabaları, güç ve mevkileri yoktu. Müslümanların mutlaka dinlerini yaşayabilecekleri ve güçlenebilecekleri özgür bir ortama ve sığınağa göç etmeleri gerekiyordu. Rasûlullah (s.a) onlara Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti ve onlar da hicret ettiler. Bir müddet sonra şu yolda bir haber duydular: Kureyş, müslüman olmuş veya barışı kabul edip düşmanlığı terketmiş, müşriklerin müs-lümanlara eziyeti sona ermiştir. Bu haber üzerine müslümanlar barış ve emniyet beklentisiyle yurtlarına geri dönerler. Fakat yurtlarına dönünce kendilerine ulaşan haberin yalan olduğunu anlarlar. Allah yolunun garipleri olarak ortada kalırlar. Sonra tekrar Habeşistan'a hicret ederler..
Müşrikler zulüm ve baskılarını iyice artırdılar. Müslümanlarla ilişkilerini kesmek ve her yönden ekonomik bir abluka altına almak için aralarında anlaştılar. Onlarla evlilik yapmayacaklar, konuşmayacaklar ve ilişki kurmayacaklardı. Bu anlaşmayı uyulması gerekli bir talimat olarak bir sayfaya yazdılar ve Kabe'nin duvarına astılar. Müslümanlar tam üç sene boyunca Şib-i Ebî Tâlib denilen yerde güçsüz bir vaziyette mahsur kaldılar.
Sonra "hüzün senesi" geldi. Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib vefat etti. Ebu Talib Kureyş'e karşı onun koruyucusu ve hamisi idi. Kureyş ondan çekinirdi. Aynı yıl, müminlerin annesi, şefkatli ve güvenilir eşi Hz. Hatice vefat etti. Hz. Hatice Muhammed'in yardımcısı idi, onun için fedakarlık yapar ve samimiyetle ona hizmet ederdi... Müşriklerin önüne Hz. Muhammed'e istediklerini yapacakları bir ortam açılmıştı. Ona karşı eziyetlerini kat kat arttırdılar. Hz. Muhammed yardım istemek için Tâiflilere gitti. Onları dine davet etti. Fakat onlar Hz. Muhammed'e karşı çok adice davrandılar. Çirkin bir karşılık verdiler. Ayak takımını ve gençlerini Hz. Muhammed'in üzerine kışkırttılar. Ayaklarından kan gelinceye kadar onu taşladılar. Nihayet yüce rabbine şöyle niyaz etmekten başka bir çare bulamadı:
Allahım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, halk nazarındaki zayıflığımı ancak sana arzderim. Ey rahman ve rahim olan Allahım! Sen herkesin zayıf gördüğü kimselerin rabbisin. İlahi! Bana saldıracak azgın düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta durumumdan sorumlu kıldığın akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar bana rahimsin. İlahi! Eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim mihnetlere ve belâlara hiç aldırmam. Ancak şu da var ki koruma alanın beni de içine alacak kadar geniştir. İlahi! Gazabına uğramaktan veya hoşnutluğuna duçar olmaktan senin o zulmetleri aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzelten zatının nuruna sığınırım. İlahi! Sen razı oluncaya kadar affını istiyorum. İlahi! Güç ve kuvvetin kaynağı ancak sensin.
Sonra Allah'ın müminleri imtihan ettiği, salihleri hicret için hazırladığı İsra ve Miraç mucizeleri meydana geldi. Bununla birlikte müşriklerin alay ve istihzaları daha da genişledi. İsra mucizesi nefretlerini artırdı. Zalimler küfre yöneldiler. Peygamber'e ve onun tâbilerine daha fazla eziyet ve işkence yaptılar...
Allah Teâlâ, bir hac mevsiminde bir grup Medinelinin Mekke'ye gelmesini diledi ve onların kalplerini İslâm'a açtı. Bu Medineli grup iman ve yardımlaşma esası üzerine Hz.Peygamberle bir sözleşme yaptı. Günler geçtikçe bunların sayısı arttı. Nihayet İslâm, Medine'nin evlerinin içine kadar girdi ve oraları aydınlattı.. Orada müslümanlann önüne bir ümit kapısı açıldı. Hz. Peygamber (s.a) müslümanlara Medine'deki din kardeşlerinin yanına hicret etmelerini işaret etti. Müslümanlar peşpeşe Medine'ye koştular. Mekke'de sadece yolculuk yapmaktan aciz olanlar kaldı..
Müşrikler tehlikeyi sezdiler. Daru'n-Nedve'de Muhammed'e suikast tertip etmek üzere toplantı yaptılar. Onu öldürmeye ittifakla karar verdiler. Allah bunu Peygamberine haber verdi ve kullarına Allah'tan bir mucize, İslâm davetinin tarihinde bir dönüm noktası olması ve müminlerin zaferine bir kapı açılması için hicret etmesini ona emretti:
Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir. (An-kebût/69) [67]
Soru: Müslümanlar arasında yaygın olduğu şekliyle mevlit kutlamaları hakkındaki görüşünüz nedir? Bu törenlerin ıslah edilip düzeltilmesi için neler önerirsiniz?
Cevap: Önce "Mevlit kutlaması1' tabirinin ne anlama geldiğinde anlaşmamızın uygun olacağı kanaatindeyim. Bu törenle, bu gecenin özel bir gece olduğuna inanmak veya bu geceyle herhangi bir ibadet arasında söz, hareket ve amel olarak bir irtibat kurmak anlamı kastedi-liyorsa bunun dinde ve İslâm'da herhangi bir yerinin ve hükmünün olmadığında anlaşmamız gerekir. Çünkü ne Kur'an'da ne de sünnette Hz. Peygamber'in (s.a) doğduğu gece ile sözlü veya fiili bir ibadet arasında herhangi bir bağ kurulmamıştır. Ancak bu törenler, Hz. Peygam-ber'e ait bir hatıra münasebetiyle insan zihnini ve ruhunu yüce duygulara ve güzel ahlak Örneklerine doğru yönlendirmenin bir fırsatı olarak değerlendirilebilir; Hz. Peygamber'in (s.a) şahsında canlanan şanlı bir tarihin sahifelerinde gezintiler yapılabilir, Hz. Peygamber'in hadislerini tekrarlamak, onun rabbinden getirdiği Kitab'ı, yaratıcısının dinini ve çağırdığı İslâm hidayetini ve hükümlerini müzakere etmek için bu hatıraların canlandırılması bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Bu gayelerle mevlit törenleri düzenlenirse bunun güzel bir faaliyet olacağı kanaatindeyim. Bu tür faaliyetleri ibadetin bir parçası, veya dinin bir hükmü ya da bir inanç konusu olarak değil, bilakis dinin kurallarını ve öğretilerini tekrar edeceğimiz ve gönüllerde canlı tutacağımız hoş zamanlar ve güzel fırsatlar olarak değerlendirmemiz ve bu hususta titizlik göstermemiz gerekir.
Çağdaş toplumlar çeşitli konular için çeşitli günler tahsis etmektedirler. Mesela ordu günü, barış günü, fakirlikle mücadele günü vs. gibi. Ben inanıyorum ki eğer biz "İslâmî günler" diyebileceğimiz kendimize ait günleri ihya etmezsek, sonuçta çağdaş dünyanın uydurma günleri kendi maddi ve manevi kültürel değerleriyle, şövenist, etnik ve hizipçilik anlamlarıyla bizim hayatımıza hakim olacak ve İslâm'ın günlerini hatırlamaktan bizi alıkoyacaktır. Dinde bunun yeri olmadığı için bu günler kullanamaz diyen nazariyeyi kabul edecek
olursak, içinden nice nice hayrı ve iyiliği devşirebileceğimiz pek çok hatırayı değerlendirmemiş oluruz. Çünkü biz, hicret günü, Bedir savaşı günü, Mekke'nin fethi günü, İsra günü, Ramazan geceleri ve diğer İslâmî gün ve geceleri İslâm'dan ve onun hükümlerinden söz etmenin bir fırsatı olarak görürsek bu günleri kutlamak pek çok hayırlara vesile olacaktır.
Burada Önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum. Belki işaret edeceğim bu noktadan hareketle mevlit kutlamalarında ideal bir yönteme yaklaşmış olacağız. O da şudur: Biliyoruz ki Rasûlullah'ın (s.a) doğduğu geceyi kesin olarak ve herkesin ittifak ettiği bi şekilde belirlemek mümkün olmamıştır. Müslümanlar arasında meşhur olan görüşe göre bu gece Rebiulevvel ayının 12. gecesidir. Fakat bu konuda başka görüşler de vardır. Bazıları Rebiulevvel ayının onyedinci gecesi olduğunu söylemişlerdir. Bir rivayete göre de Rasûlullah (s.a) Re-biulevvelin dokuzuncu gecesi dünyaya gelmiştir. Bu konuda başka görüşler de vardır. Bunlardan kimisi zayıf kimisi şazdır. Bu konuda merhum araştırmacı Mahmud Paşa el-Felekirnin Fransızca olarak kaleme aldığı Netaicu'l-Efhamfi Takvimi Kable'l-Islâm ve fi Tahkiki Mevlid'in-Nebiyyi ve Omrihi Aleyhisselam isimli bir kitabı vardır. Bunu merhum Ahmed Zeki Arabçaya çevirmiş ve 1305 hicri yılında Bulak'ta Emiriy-ye matbaasında basılmıştır. Ahmed Zeki o esnada İsmailiye şehri valiliğinde mütercimdir. Daha sonra Arabçılığm meşhur üstadı olmuştur. Bu kitaba müracaat ettiğimiz zaman Mahmud el-Feleki'nin bu konudaki bütün görüşleri tek tek ele aldığını ve tarihi, astronomik ve ilmi araştırmaların Hz. Peygamber'in Rebiulevvel ayının dokuzunda dünyaya geldiğini isbat ettiği kanaatine vardığını görürüz. Mahmud Paşa el-Fe-leki daha sonra şu sözlerle konuyu bitirir; "Bütün bunların özeti şudur: Hz. Peygamber fs.a) efendimiz Rebiulevvel ayının 9'unda Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. Bunun miladi takvimdeki karşılığı 20 nisan 571'dir. Bu araştırmaya güven ve (kör) taklidin esiri olma."
Ben bunu Mahmud Paşa el-Feleki'nin görüşüne katılmak veya onu reddetmek maksadıyla anlatmıyorum. Benim dikkat çekmek istediğim nokta şudur: Rasûlullah'ın doğduğu gece hakkındaki bu ihtilaflar, bizim mevlit kutlamalarını muayyen bir geceye bağlı kalarak yapamayacağımızı ifade ediyor. (Bunda da bir hayır vardır, çünkü) böylece bu gecenin itikadı veya ibadet anlamıyla ihya edildiği şüphesi de ortadan kalkmış oluyor. Bundan hareketle açık sözlü pek çok davetçi Rebiulevvel ayının tamamının mevlit ayı olduğunu söylemişlerdir. Rebiulevvel ayının başından itibaren mevlit kutlamalarına başlarlar, ayın sonuna kadar bu kutlamalar devam eder. Bu kutlamalar esnasında Hz. Peygamber'in şahsiyetinden, hayatından ve çeşitli yönlerinden söz ederler.
O halde biz bu gecenin kendisini ihya etmeyiz. Çünkü bu gece soyut bir gecedir. Ancak biz Rasûlullah'ın doğduğu günü veya ayı onun hayatına ait olayları tekrar hatırlamak, cihad ve davetinin çeşitli aşamalarını tekrar gözden geçirmek için bir fırsat olarak değerlendiririz.
Tarihteki mevlit kutlamalarını gözden geçiren bir kimse şu iki nahoş durumdan birisini müşahade eder: Aşırılıklar ve sapmalar. Mevlit kutlamaları için çok büyük masrafların yapıldığını ve bu kutlamalarda dinin aslıyla, kurallarıyla ve müslümanların menfaatiyle genellikle hiçbir ilgisi bulunmayan görüntülerin ortaya çıktığını hep duymuşuzdur. Hz. Peygamber'in doğum günü münasebetiyle yapılan bu aşırılıklarla dolu kutlamalar bizi mutlu etmez ve biz bunların tekrarlanmasını arzu etmeyiz. Benim kendi kanaatimce işin en tuhaf yanı şudur: Bu tür aşırı mevlit kutlamaları düzenleyenler, çoğu zaman mezhebi, siyasi ve grupçuluk eğilimindeki samimiyetleri kadar bile İslâm'ın davetine ve prensiblerine karşı samimi olamıyorlar.
Bu aşırılıklardan sonra bazı zamanlarda mevlit kutlamalarının arkası kesildi. Sonra bu kutlamalar tekrar başladı. Fakat onlar bu kutlamaları bir takım kötülük ve günahları işlemek için bir fırsat bildiler. Böylece mevlit kutlamaları amacından saptırılmış oldu.
Sonunda çağdaş toplumlar mevlit kutlamalarında bir reform/yenilik yapmak istediler. Bunun için kutlamalardaki mevcut pek çok kötülük ve çirkinliği gerekçe gösterdiler. Mevcut kutlamalarda kadın erkek karışıklığı, açılıp saçılmalar, çirkin ve utanç verici durumlar bulunuyordu. Hatta bu kutlamalar bahanesiyle,uyuşturucu kullanmalar ve daha pek çok haram işleniyor. Bunlar bu kutlamalarla ilgili bir yenilik yapılması gerektiğini söylediler. Fakat gerçekleştirilen bu yeniliklerin pek çoğu, uyulmasını istediğimiz dini değerler ve İslâmî prensibler hesabına yapılmadı.
Mevlitte yenilikler yapmaya başladık: Mûsiki çadırları kuruluyor, çağdaş anlamda piyesler ve tiyatro gösterileri gerçekleştiriliyor ve pek çoğu İslâmî açıdan güvenilir olmayan kitaplar satılıyor. Yani biz her zaman İslâm'a uygun bir yenilik yapmadık.
Mevlit kutlamalarında zaman zaman aşırılıklar zaman zaman da amacından sapmalar görüldüğü gibi yapılacak yeniliklerde aşırı gideceğimizden ve bu kutlamalarda muhafaza etmeyi arzu ettiğimiz dinin sınırlarından ve şeriatın çerçevesinden uzaklaşacağımızdan korkuyorum.
Bütün bunlardan sonra beklenen soru şudur: Hz. Peygamber'in doğumunu kutlamak için ne yapmamız gerekir? Hatırladığıma göre merhum Muhammed Reşid Rıza'dan Hint müslümanlarınm yaptıkları törenlerde okunan mevlit konusunda bir makale yazması veya araştırma yapması istenmişti. 1350 hicri senesinde Hulâsatu's-Sirati'l-Mu-hammediyye ismini verdiği bir makale yazdı. Bu makalede Hz. Pey gamber'in hayatını özetledi.
Ertesi yıl, yani 1351 h. senesinin ilkbaharında İslâm'da kadın haklarından bahseden Nidâü'l-Cins'il-Latif diye bilinen kitabını kaleme aldı. 1352 h. senesinde el-Vahy'i!-Muhammedi isimli meşhur kitabını yazdı. 1353 h. senesinde ise Yevmu Muhammed başlıklı makaleyi yazdı ve el-Menâr isimli dergide yayınlandı. Bütün bunları, bu gün münasebetiyle kutlamalar yapan Hindistanlı müslümanların ricasıyla yazdı. Reşid Rıza bundan önce 1916 senesinde Kıssatü'l-Mevlidi'n-Nebeviyyu'l-Muhtar isimli kitabını yazmıştı. O vakit sûfilerin şeyhi Muhammed Tevfik el-Bekri idi. Reşid Rıza'nın yazdığı kitabı, mevlit gecelerinde daha önceden okunan kıssaların yerine okutmaya başladı. Önceleri okunan o kıssaların içerisinde Hz. Peygamber'in hayatını anlatan sağlam kaynaklardaki gerçeklerle uyuşmayan çok sayıda uydurulmuş hikayeler vardı. Reşid Rıza bu kıssayı önce el-Menar'da., sonra da müstakil olarak yayınladı. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Hz. Peygamber'in hayatını anlatmak İslâm'ın prensiblerine ve şeriatın ahkâmına insanları yeniden davet etmek için mevlit kutlamalarını bir fırsat olarak değerlendirmemiz güzel olur. Biz yaşadığımız şu çağdaş toplumda buna her zamankinden daha fazla muhtacız. Çünkü pek çok yabancı veya dini düşünceden uzak kültür dalgaları şu anda halkın kafasını ve gönlünü işgal etmektedir. Bu maddi, sosyal ve sanatsal kültür tufanının yanında İslâm kültürünün kaynaklarından beslenen kafi miktarda bir kültür sermayesinin de olması gerekir. İnsanları İslâm kültürüne doğru yönlendirmek için bu ve benzeri münasebetlerle çok geniş imkanlara ulaşmak mümkündür. Hicret günü, mevlit günü, Bedir'i anmak, Mekke'nin fethini anmak, Miraç gecesi, Berat gecesi, bayram geceleri ve Kadir gecesi gibi geceler bunun için birer vesiledir.
Sonra mevlit kutlamalarıyla ilgili olarak bazı tekliflerde bulunmak istiyorum: Bu tür anma günlerinde talebelerin görecekleri ilk dersi Hz. Peygamber'in (s.a) örnek şahsiyetinin anlatıldığı bir ders haline getirmeliyiz ve bu dersi ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimin bütün kademelerinde yaygınlaştırmalıyız. Bunun yanısıra gazete ve dergilerde Peygamber'in siretine ve davetine dair yazılar yazılmalı, konferanslar verilmeli, toplantılar düzenlenmeli ve mevlit günü İslâmî kongreler için bir fırsat bilinmelidir. Bir yarışma düzenlenerek Hz. Peygamber hakkında yazılacak en güzel eserler için ödüller dağıtılmalıdır. Yüce Peygamber'in tarihi Mevlit Kandili münasebetiyle kullanabileceğimiz malzemenin önemli bir bölümünü teşkil der. Mesela; Hz. Peygamber (s.a) bir yetim idi: Babasını daha doğmadan önce kaybetmişti. Annesini ise çocukken kaybetmişti. Bununla beraber bu yetim rabbinin lutf u keremiyle kainatınn en büyük ıslahatçısı olmuş ve dünyayı iyiliğe, doğruluğa ve aklın yoluna yönlendirmiştir. Keşke biz her sene toplumdaki yetimleri ve yetim hükmündeki zayıf ve sakatları kalkındıracak tesis ve kurumlan açmak için bu mevlit kutlamalarını bir fırsat olarak bilmiş olsaydık.
Mevlidin hatıralarını bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerekir. Bu kutlamaların içerisinde İslâm toplumunda bulunan yetimlere ayn bir önem ve ihtimam göstermeliyiz. Bu ihtimamı sadece onlara şefkat
ve iyilik olsun diye değil, bilakis çağdaş toplumun tanıdığı bütün hakları bu yetimlere vermemiz gerektiği için göstermeliyiz.
Mevlit kutlamalarının bidatlardan uzak ve doğru bir şekilde yapılabilmesi için mevlidi anmak münasebetiyle Hz. Peygamber'in kişiliğini Kur'an-ı Kerim'in anlattığı şekilde almamız gerekir. Bugüne kadar içimizden hiçbir yazar Hz. Muhammed'i Kur'an'm anlattığı gibi ayrıntılı bir sekide ele almamıştır. Kur'an'a göre Hz. Muhammed konusu mevlit kutlamalarının en önemli madde başlıklarından biri olabilir. Şayet bunu biz ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde ortaya koyabilirsek bunun, İslâm'ın ve İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in tanıtımında büyük bir değeri ve yeri olacaktır.
Son olarak "Mevlit kıssası"na temas edelim. Mevlit kıssası başlangıçta Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili az sayıda tarihi gerçeklerin yanında pek çok efsaneyi de ihtiva ediyordu. Nice zamandır insanlar bu kıssaya karşı bir tavır aldılar ve onu değiştirmeye çalıştılar. Nihayet merhum Abdullah Afifi el-Mevlid'ûn-Nebeviyy'ül-Muhtar kıssasını kaleme aldı. Birinci kıssadaki siret gerçeklerine ilave edilen hurafelerin aksine, merhum Abdullah Afifi'nin kıssasında güzel bir üslup, gerçeklerin beyanında titizlik ve ibaresinde de kolaylık hakimdir. Müslüman halkın kendi dinlerinin prensiblerini kolayca anlayacakları, özümseyip istifade edebilecekleri bir üslupla kaleme alınmıştır.
Şayet bir müslüman âlim veya bir âlimler topluluğu Hz. Peygamber'in sireti hakkında tarihi gerçeklere dayanan, ibaresi gayet açık ve kolay anlaşılır ve üslubu tatlı bir mevlid kıssası kaleme almış olsalardı, Hz. Peygamber'in doğumunu kutlama merasimleri, bu kıssanın yardımıyla daha güzel bir şekle bürünürdü.
Kısacası, Hz. Peygamber'in hayatı ve İslâm'ın prensibleri ihmal edilmemesi ve istenilen şekilde icrasında kusur Edilmemesi gereken güzel bir iştir. Ancak, mevlit kutlamalarını veya mevlid gecelerini ihya etmeyi İslâm'ın bir hükmü olarak görmek doğru değildir. Çünkü bu konuda hiçbir Kur'an ayeti ve hiç bir hadis mevcut değildir. [68]
Soru: Bazı müslümanlar Hz. Peygamber'fn kabrinin (Ravza-yı Mutahhara'nm) resmini (evlerinin) Medine yönündeki bir duvarına asıyor, namazlarını bitirdikten sonra bu resme doğru yönelerek Hz. Pey-gamber'e salavat getiriyorlar. Bunun dindeki hükmü nedir?
Cevap: Böyle bir şey İslâm'da bidat sayılan işlerdendir. Çünkü bu ne Hz.Peygamber'in zamanında, ne raşit halifeler zamanında, ne de sahabe ve tabiiler zamanında bilinmektedir. Halbuki onlardaki Peygamber sevgisi diğer müminlerden çok daha kuvvetli idi. Bununla beraber Hz. Peygamber'e olan sevgi ve saygılarını ifade etmek için bu tür bi-datlara asla tevessül etmemişlerdir.
Bir müslümanın dinin hükümlerinde değişiklik yapmasının, ibadet cinsinden bile olsa ona bir ilave yapmasının asla caiz olmadığında ittifak vardır. Mesela namazın farzlarından olan rekatlarına bir rekat daha ilave edilmesi caiz değildir. Yine bayram günü oruç tutmak caiz değildir. Halbuki oruç aslında meşru bir ibadettir.
Ali ibn el-Huseyn'den rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber'in (s.a) kabrinin yanındaki bir deliğe gelerek oradan girip dua eden bir adama şahit olur. Onu engeller ve şöyle der: "Size babamdan, babamın da dedemden, dedemin de Allah Rasûlünden (s.a) duyduğu bir hadisi nakledeyim: "Benim kabrimi bir dua mahalli haline getirmeyin, evlerinizi de kabirler haline getirmeyin. Sizin göndereceğiniz salat ü selam nerede olursanız olun bana ulaşır.1'
Başka bir rivayette şöyle buyurulur:
Benim evimi bir dua mahalli, kendi evlerinizi de kabirler haline getirmeyin. Peygamberlerinin kabirlerini mescit haline getiren Yahudi ve Hristiyanlara Allah lanet etsin. Bana salavat getirin. Çünkü nerede olursanız olun sizin salavatınız bana ulaşır.
Fakihlerin belirttiklerine göre duada sünnet olan, kıbleye yönelmektir. Kıble ise Kabe'dir. Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
Yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz yüzünüzü Mescid-i Haram'a çevirin. (Bakara/150)
İbn'ul-Kayyım'm naklettiğine göre İmam Mâlik, Rasûlullah'm kabrinin yanına gelir, ona selam verir, sonra sırtını kabrin duvarına dayar ve öyle dua ederdi. Böylece (dua esnasında) kıbleye yönelmiş olurdu.
Ayrıca, sualde söz konusu edilen şeyi yapmak, gayr-i müslimlere benzemek demektir. Onlar mabetlerine resimler asarlar ve o resimleri takdis ederler. Böyle bir benzerliği İslâm onaylamaz.
' Bu sebepledir ki böyle bir şeyi yapan kimsenin bunu terketmesi ve sadece Allah'a ibadet etmesi gerekir. [69]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) vefat ettiği ve Aişe validemizle evlendiği esnada kaç yaşında idi? Hz. Aişe (r.a) Peygamber'e (s.a) çocuk verdi mi?
Cevap: Hz. Peygamber, Hz. Aişe ile Allah'tan gelen bir vahiy sonucu evlenmişti. Zira Cebrail gelerek "Aişe, hem dünyada, hem de ahi-rette senin eşindir" demişti. Mü'minlerin annesi Hz. Aişe bundan dolayı büyük bir kıvanç duyardı.
Peygamberimiz (s.a) hicretten iki sene kadar önce Hz. Aişe'yle nişanlandı. Bu esnada Hz. Peygamber 51 yaşında idi. Hz. Aişe'yle evlendiği esnada ise 55 yaşlarında idi.
Hz. Aişe'nin Peygamberimizden (s.a) ne kız, ne de erkek evladı olmadı. Çünkü Peygamberimizin bütün çocukları -İbrahim hariç-Hz. Hatice validemizden dünyaya geldi. İbrahim, müminlerin annesi Mari-ye'den dünyaya geldi ve iki yaşını tamamlamadan da vefat etti.
Hz. Peygamber (s.a) hicretten on iki yıl sonra Rebiulevvel ayının ikisinde pazartesi günü vefat etti.
Vefat ettiği esnada meşhur olan görüşe göre 63 yaşında bulunuyordu.
Meşhur rivayetlere göre Hz. Peygamber'in çocukları şunlardır Kasım, Zeyneb, Rukayye, Fatıma, Ümmü Gülsüm ve Abdullah. Bütün çocukları o hayatta iken vefat etti. Sadece Hz. Fatıma Peygamberimizden sonra vefat etti. [70]
Soru: Bazı insanlar Hz. Peygamber'in davetini gökten kaynaklanan vasıtalarla değil, yeryüzüne ait vasıtalarla tebliğ ettiğini ve onun herhangi bir mucize ya da olağanüstü bir şey göstermediğini iddia ediyorlar bu doğru mudur?
Cevap: İlahi din, Allah'ın insanlara bir mesajıdır. Allah Teâlâ hiçbir şeye benzemez. Kulların kendi aralarında kolayca ilişki kurdukları gibi Allah ile bir ilişki kurmaları kolay değildir. Allah'ın mesajını seçkin kullarından bir insana getirecek bir meleğe ihtiyaç vardır. Melek, Allah'tan aldığı bu mesajı Peygamber'e iletir. Peygamber, bizzat Allah tarafından yetiştirilip terbiye edilmiş ve peygamberlik için seçilmiş bir kimsedir. Peygamberlik iddiası -yanı bir melek vasıtasıyla Allah'tan bilgi alma iddiası- tehlikeli ve büyük bir iddiadır. Beşer takatinin dışında kesin bir delil ile (yani mucizeyle) desteklenmezse insanlar böyle bir iddiayı kolay kolay kabul etmezler. Bu sebeple eski çağlardan beri semavi dinlerin peygamberlerinin hep mucizlerle birlikte geldiğini görmekteyiz. Bu mucizeler insanları peygamberi kabule ve ona itaate sevk ve teşvik eder. (Mucize bir meydan okumadır). Peygamber'in meydan okuduğu toplum hangi konuda maharetli ise mucizelerini o konuda göstermesi meydan okumanın büyüklüğünü gösterir. Arablar edebiyat ve belagat alanında çok ileri oldukları için islâm'ın en büyük mucizesi yüce Kur'an olmuştur. Kur'an (edebî) üstünlüğüyle insanlara meydan okumuş ve onları onun gibi bir kitap getirmekten aciz bırakmıştır. Bütün insanlar onun mana ve beyan yönünden eşsizliğini kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bu sebeple
Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Rasûlullah'm şöyle dediğini görüyoruz:
Hiçbir peygamber yoktur ki, benzerine insanların iman ettiği bir mucize verilmiş olmasın. Hiç şüphesiz bana ihsan buyurulan en büyük mucize Allah'ın bana vahyettiği Kur'an'dır. Umarım ki ben, kıyamet gününde peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olayım.
Bu Kur'an insanlara meydan okuyan ve bir benzerini insanların getirmekten aciz kaldığı bir kitaptır. Bu meydan okuyuşuyla onun bir mucize olduğu artık kesinlik kazanmıştır. Kur'an-i Kerim geçmiş pey-gamlerler ve Hz. Muhammed'le (s.a) ilgili mucizeleri açık açık zikreder. Mesela Bedir savaşında Allah'ın müminlere melekler vasıtasıyla yardım etmesi, müşriklere değil de müslümanlara yağmur indirmesi, kumlara batan ayaklarını yere sağlam basar hale getirmesi, savaş gecesi kendilerine güven vermek için onları uyutması, Ahzab savaşında esen fırtına ve bu savaşta müşriklerin sayıca kalabalık ve müslümanla-rın az ve zayıf olmalarına rağmen müşriklerin hezimeti ve Kur'an'da zikredilen daha başka mucizeler hep Hz. Muhammed'le ilgili mucizelerdendir. Bütün bunlar İslâm'da da mucizelerin bulunduğunun kesin delilleridir ve bunlar İslâm'ın tartışmasız en önemli kaynağı Kur'an-ı Kerim'le sabittir. Bu mucizeler tartışma kabul etmez sahih bir yolla sabit olan mucizelerdir.
Kur'an-ı Kerim'de kulun çalışması ile Allah'ın yardımının güzel bir sentezine de işaretler vardır. Bu işaretler bize İslâm davetinin hem Allah'ın yardımıyla -ki birinci etmendir ve en önemli sebeptir- hem de kulun çalışma ve gayretiyle başarıya ulaştığını ifade etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın (onu). (Enfal/17)
Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. (Feth/10)
Bu ayetler, Allah Teâlâ'nın en büyük etmen olduğuna ve kulun çalışma ve gayretinin de -her ne kadar o da Allah'ın bir lütfü ve bağışı olsa da-Allah'ın yardımıyla birleştiğine işaret eder. O halde dini davet-
te hem yeryüzüne ait görünür vasıtaların, hem de en büyük etmen olan Allah'ın lütfü ve yardımının katkısı vardır. Aslında bunların her ikisinin kaynağı da Allah Teâlâ'dır. Çünkü kullanılması ve yararlanılması gereken bütün güç ve kuvvetlerin bağışlayıcısı Allah Teâlâ'dır.
Hz. Peygamber'in mübarek parmaklarının arasından su fışkırması, az bir suyun ve yiyeceğin çoğalması, duasının hemen kabul edilmesi ve geleceğe dair şeyleri haber vermesi gibi çoğu Buharı ve Müslim'de geçen harikulade olaylar vardır. Bu kadarı bile Hz. Peygamber'in emsalsiz ve saygın makamının değerini takdir edip idrak etmeye yeterlidir. Bütün bunlara rağmen biz, bazılarının Hz. Peygamber'in zatını tanımlamada çok aşın gittiklerini ve aslı olmayan, tartışma götürür şeyleri ona nisbet ettiklerini görüyoruz. Onlar Allah'ın herşeyden önce ilk defa onu yarattığını, bütün mahlukatı ya da arş, levh ve kalemi onun yüzüsuyu hürmetine yarattığını, arş, kürsi ve levh gibi yüce şeyleri onun nurundan yarattığını söylemektedirler. Bazıları da onun mevkü konusunda bir başka aşırılığa meyletmişler, onun makamına gösterilmesi gerekli saygıyı, mucizlerini ve olağanüstü işlerini inkar etmişler, onu bu mucizelerden soyutlamışlardır.
Bizim için gerekli olan, bu konuda orta ve dengeli bir yol tutmaktır. Bize bu konuda takibedeceğimiz orta yolu en güzel şekilde gösterecek olan, yüce Kur'an'dır. Kur'an-ı Kerim bize Hz. Muhammed'i (s.a) şu vasıflarıyla anlatıyar: O, bir nebi ve rasûldür, uyarıcı ve müjdeleyici-dir, Allah'ın izniyle Allah'ın yoluna çağırır, aydınlatan bir kandildir, şefkatli ve merhametlidir, büyük bir ahlaka sahiptir vs.. Fakat bütün bu üstün vasıflarına rağmen o, Kur'an'ın ifadesine göre yine de bir insandır:
De ki: "Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim." (Kehf/110)
Onun din işleriyle ilgili konulardaki yanılmazlığı kesin olmakla beraber, siret ilmi bize onun beşer olma yönünü de anlatır. "Hurmaların aşılanması" olayı meşhurdur ve herkesçe bilinir. Bu olayla ilgili kıssada şöyle demektedir:
Ben sadece insanım; size dininizle ilgili bir şey emrettiğim zaman onu alınız. Kendi düşünceme ait bir şey emrettiğim zaman ise, unutmayın ki ben bir insanım..
Kendisine rabbinden vahiy gelen bir peygamber olması yönüyle Hz. Muhammed'in durumu budur. Bu konuyla ilgili olarak Muham-med Abduh'un Risaletü'î-Tevhid ve Muhammed Reşid Rıza'nın el-Vahyu I-Muhammedi isimli eserini hatırlatırım. Her iki kitapta bu konuda yeterli ve ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Konuyla ilgili olarak daha geniş malumat sahibi olmak isteyenlerin bu iki kitaba başvurmalarını tavsiye ederim.
İslâm'ın yarım asır gibi bir zamanda yerkürenin yarısına yayıldığını görmekteyiz. Bu hızlı yayılışın dayandığı pek çok sebep vardır. Birincisi, Allah Zülcelalin iradesidir. İkincisi, İslâm'ın çağırdığı prensiplerin yüceliğidir. Üçüncüsü davetçilerin ve Allah yolunda cihad edenlerin ihlaslı çalışmasıdır. Allah Teâlâ bu çalışmaları ve gayretleri sebebiyle onları yardımına ve başarıya ehil kılmıştır:
Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz. (Mu h amme d/7)
Bir grup araştırmacıya göre İslâm'ın yayılması kolay anlaşılır olmasına, öğretilerinin hoşgörülü olmasına, getirdiği prensiplerinin yüceliğine ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmasına dayanır. İslâm'ın yayılmasmdaki sırrı sadece buna bağlayacak olursak, o zaman bunu sadece semavi bir sebebe bağlamış oluruz. Çünkü insanlara kendi prensip ve öğretilerinden daha iyi ve yücesini ancak insanlardan daha üstün ve yüce bir varlık gösterebilir ki o da Allah Teâlâ'dır. [71]
Soru: Sünnetin bir delil olduğunu inkar eden ve onun vahiy olmadığını ileri sürüp, "Biz Kur'an'dan başkasıyla amel etmeyiz" diyen kimseler bulunmaktadır. Bu konuda görüşünüz nedir?
Cevap: İnanıyorum ki bu konu İslâm'ın yasama tarihine süratli bir gözatmayı gerektiren bir konudur. İsiâm herşeyden önce Kur'an'da temsil edilen bir dindir. Kur'ah, bu en son ve kapsamlı davetin temel düsturudur. Onun bir açıklayıcısının, tebliğ ve tefsir edicisinin olması
gerekir. Bu ise Allah'ın kendi mesajı için seçtiği, emanetin sorumluluğunu yüklediği ve kendi kudretiyle yetiştirdiği yüce Peygamberdir. Allah peygamberliği kime lütfedeceğini iyi bilendir. Peygamberin etrafını seçkin bir sahabe topluluğu kuşatmıştır. Bu toplululuk dini ondan Öğrenip nübüvvet nuruyla aydınlanmışlardır. Bu sebeple Peygamber'in (s.a) sünnetinin yanında fıkıhçilann "sahabe kavilleri" ismini verdikleri sözler de delil olarak yerini almış bulunmaktadır.
Sahabilerden sonra tabiiler ve tebe-i tabiiler nesli gelir. Bunların hepsinin İslâm fıkhı alanında takdire ve anılmaya değer çalışmaları vardır. Hepsi de (ilmi) Rasûlullah (s.a)'den almak için uğraşmışlardır. Sonra fıkıh mezhepleri ortaya çıkmış, bu mezhepler genişlemiş ve pek çok ayrıntılı konuya girmişler, görüşler ortaya koymuşlardır. Artık elimizde büyük bir fıkıh, yasama ve dini hükümler mirası vardır,
İslâm toplumu bundan yüzlerce sene sonra içten ve dıştan bir takım saldırı ve fitnelerle karşı karşıya kaldı. Bu saldın ve fitneler karşısında müslümanlann bu fıkıh mirasını korumaları ve onu yüceltmeleri gayet normaldir. Müslümanlar başlarına gelen tökezleme döneminden sonra yeniden ayağa kalkmaya başladılar. İçimizden ictihad edilmesi gerektiğini açık açık savunanlar ortaya çıktı. Çünkü hayat değişmiştir. Toplumda yeni yeni olay ve durumlar ortaya çıkmıştır. Pek tabiidir ki şartlarına, sınır ve kurallarına bağlı kalındığı müddetçe içtihad çağrılarının gayesi İslâm'a hizmettir. Allah Teâlâ'nın dininin yüceltme konusunda bunun pek çok yaran ve semeresi olacaktır. Fakat geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında gerek Mısır'da, gerekse Mısır dışında İslâm'ın önemli şahsiyetleri tarafından, büyük bir ihtimalle iyi niyetlerle başlatılan bu çağrıyı İslâm düşmanları fırsat bildiler. İslâm'ın binasını yıkmak için buna dayanmak istediler. Çünkü onlar önce şunu söylemeye başladılar: Gerek dört mezhebin, gerekse dört mezhebin dışındaki mezheplerin içerisine mezhep mensupları tarafından pek çok görüş ve yeni fikirler sokuşturulmuştur. Bu sebeple bu mezheplere itibar etmemek gerekir. Biz bunlara karşı dedik ki: Bu mezheplerin içerisinde mezhep taraftarlarının ve sonradan gelen kimselerin görüşleri ve düşünceleri varsa bu mezheplerin aslında mevcuddur. Bizim bu asla dönmemiz mümkündür, bu mezhep imamları, ilmi Hz. Peygamber (s.a)'den (yani sünnetinden) ve Kur'an-i Kerim'den almışlardır. Biz böyle söyleyince onlar bu sefer şöyle demeye başladılar: "Bu imamların hepsi insandır, hata da isabet de edebilirler. O halde onların görüşlerini kutsallaştırmama-mız, kayıtsız şartsız teslim olmamamız ve yüceltmememiz gerekir."
İddialarına göre bizim Şafii'nin, İbn Hanbel'in, Mâlik'in ya da Ebû Hanife'nin görüşüne dayanmamız gerekmez. Biz alacağımızı, bunların hepsinin imamı olan Hz. Peygamber'den almalıyız. Maalesef içimizde bu düşünceyi kabul edenler ve sözün zahirine aldanıp peşinden gidenler bulunmaktadır. Bunlar meselenin müctehidlerin de müracaat kaya-nağı olan Peygamber'in sünnetine dönmek olduğuna inanırlar ve onlar, o kaynaktan nasıl almışlarsa bizim de aynı şekilde alabileceğimizi söylerler. Bunlar daha sonra sünneti de yıkmak için çalışmaya başladılar. Halbuki bu kimseler yakın veya uzak geçmişte bize sünnete sarılmamızı, ona dayanmamızı ve mezhep imamlarının ve fıkıhçıların görüşlerini terketmemizi salık veriyorlardı.
Ben inanıyorum ki, bu hücumların önündeki kapı açıldığı zaman bir sonraki merhalede bizzat Kur'an-ı Kerim de bu saldırılara hedef olacaktır. Onların Kur'an hakkındaki söyleyecekleri şudur: "Kur'an bedevi bir toplum için veya bir çöl toplumu için uygun olsa bile çağdaş bir toplum için uygun değildir." Nitekim İslâm düşmanlarından bazıları böyle söylüyorlar. Halbuki Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
Bu FCur'an'ı biz indirdik, elbette onun koruyucusu da biziz.
Bundan dolayıdır ki sünnete karşı kurulan tuzakların tehlikesi yavaş yavaş hissedilmeye başlamıştır. Ve şu soru dillerde dolaşmaktadır: Sünnetin bir vahiy özelliği var mıdır ki, Kur'an'ın açıklayıcısı veya hükmüyle onun tamamlayıcısı olsun? Bu hükme göre Hz. Peygamber'in sünneti olduğu kesinleşen şeyler bizim için bir kanundur ve o konuda herhangi bir görüş ileri sürülmez. Çünkü nassın olduğu yerde ictihad olmaz. Kavram bilimciler sünnet hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Lügat açısından sünnetin yol anlamına geldiğini görüyoruz. Sünnete uyanlar ve uymayanlar açısından ise sünnet, bidatin zıddıdır. Fakat burada sünnetin bizi ilgilendiren anlamı fıkhı açıdan ne demek olduğudur. Bu anlamda sünnet, Hz. Peygamber (s.a)in sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Burada vahiy ile kastedilen mana üzerinde de anlaşmamız gerekir. Onlar zannediyorlar ki vahiy ile kastedilen, indi-rilişinde ve Rasûlullah'a bildirilişinde Kur'an özelliği taşıyan şeylerdir. Vahy sadece Kur'an'dan ibarettir. Çünkü Cebrail bu Kur'an ayetlerini hem lafız, hem de manasıyla Hz. Peygamber'e indirmiştir. Kur'an'ın hem lafzı, hem de manası mütevatirdir. Onda bir değişiklik yapmamız mümkün değildir. Halbuki bazı âlimlerin görüşüne göre Peygamber'in hadislerini bir takım şartlarla da olsa mana olarak rivayet etmek caizdir. Bu şartlar da mananın değişmemesi içindir.
Vahiy, onların bu zannettiklerinden ibaret değildir. Çünkü vahiy, ilim adamlarının tarifine göre Allah Teâlâ'dan herhangi bir peygamberine kesin bir bilgi oluşturacak şekilde ve gizli bir yolla seri bir hükmü veya haberi bildirmesidir. Kendisine vahyedilen peygamber bu bilginin doğru ve gerçek olduğuna ve Allah tarafından indirildiğine kesin olarak inanır. Vahiy bazen ilham yoluyla, bazen bir perde arkasından konuşmak şeklinde olur. Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya ve Mi-raç'ta Hz. Muhammed'e bu şekilde vahyetmiştir. Vahiy bazen de Allah'ın elçisi Cebrail vasıtasıyla indirilir. Manası ve lafzıyla sünnetin îa-mamı-nm Cebrail vasıtasıyla Allah katından geldiğine kanaat getiremesek bile (en azından) sünnetin bir bölümü ilham manasındaki vahyin kapsamına girebilir.
Bizim inancımıza göre sabit/kesin ve sahih sünnetin tamamı Allah katından gelen bir vahiydir. Onu Hz. Peygamber'e (s.a) Cebrail indirmiştir. Mütevatir olan, okunmasıyla ibadet edilen ve kıyamete kadar (hiçbir değişikliğe uğramadan) varlığını devam ettirecek olan Kur'an ayetleriyle, bu ayetleri beşer tatbikatı ve uygulaması bir takım hükümlere dönüştüren Peygamber'in tefsin arasındaki farkın belli olması için vahyin bu bölümünü yani sünneti Hz. Peygamber kendisine ait lafızlarla ifade etmekle yükümlü kılınmıştır. Sünnetin bir vahy olduğuna dair Kur'an'da, sünnette, sahabe ve fıkıhçüarın uygulamalarında deliller olduğunu görüyoruz.
Sonra Raşjt halifeler (Allah hepsinden razı olsun) dönemine geldiğimiz zaman, onlardan birisinin, bazı kimselerin söz ve tasarruflarına çok hiddetlendiğini, onların yakasına yapışıp bu yaptıkları veya söylediklerinin Rasûlullah'tan nakledildiğine dair bir kanıt getirmedikçe onların yakasını bırakmadığını görüyoruz. Halife bu söz veya fiili Rasûlullah söylemiştir veya yapmıştır diye kabul ediyor ve boyun eğiyordu. Bu, Raşit Halife'nin sünnetin Hz. Peygamber'e ait bir ictihad değil, Allah'tan alınmış bir vahy olduğuna inandığını gösteren bir delildir. Bu sebeple akıl ona boyun eğmek mecburiyetindedir. Ümmetin içindeki en küçük insan sünnete boyun eğdiği gibi onların en büyüğü olan halife de boyun eğmiştir.
Müctehit imamların da hem hadisle hem de kıyas ve rey ile amel ettiklerini görüyoruz. Hadis ve nakil ekolünün yanında bir de rey ve akıl ekolünün ortaya çıktığını biliyoruz. Fakat yine biliyoruz ki bu müctehit ve fıkihçılardan hangisi olursa olsun bir görüş veya kuralı ortaya koyduktan ya da bir düşünceyi kabul ettikten sonra, daha önce görmedikleri ve duymadıkları sahih bir hadisle karşılaştıkları zaman hemen o hadise itaat eder ve önceki görüşlerinden derhal dönerlerdi. Rey ekolünün imamı/önderi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife kıyas ve reyde en üst mertebeye ulaşmış olmasına rağmen şöyle derdi: "Nassın (ayet ve sahih sünnetin) karşısında içtihada yer yoktur." Ebu Hanife kendi mezhebinde bir kural koyduktan ve kendi görüşünü açıkladıktan sonra o konuyla ilgili sahih bir hadisle karşılaştığı an derhal kendi görüşünden vazgeçer ve hadise dönerdi. İmam Şafii de aynı şeyi yapardı.
Sünnetin vahiy olmadığını söyleyenler şu ayet-i kerimeyi delil gösterirler:
Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. (En'am/38)
Müfessirlerden pek çoğu, buradaki kitaptan kasdm Levh-i Mahfuz olduğu görüşündedirler. Konuyu tartışmak için buradaki kitapla kastedilenin Kur'an olduğunu kabul etsek bile bu, Kur'an'ın büyük küçük her şeyi, açıklanması Rasûlullah'a bırakılan bütün teferruatı ve ayrıntıyı zikredeceği anlamına gelmez. Bunun anlamı, kişisel ve sosyal faaliyetlerinde ümmetin ihtiyacı olan esasları, kuralları ya da hükümleri ihmal edip eksik bırakmadık demektir.
Sünnetin vahiy olmadığını söyleyenler şu hadisi de delil olarak gösterirler:
Size benden ulaşan şeyleri Kur'an'a arzedin. Eğer Kur'an'a uyuyorsa onu muhakkak ben söylemişimdir. Kur'an'a aykırı ise onu ben söylememişimdir. Allah bana hidayet etmişken ben Kur'an'a aykırı bir şeyi nasıl söyleyebilirim?
Hadis bilginleri bu hadisi reddettiler ve mevzu/uydurma olduğuna hükmettiler.
Bütün bunlardan sonra sünnetin misyonunu/görevini açıklayalım. Çünkü bu konuda yapacağımız açıklamalar, onun vahiy olduğunu ve Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğunu isbat etme hususunda büyük bir öneme sahiptir. Kur'an'da ibadetlerin tamamı isimleriyle ve genel özellikleriyle bildirilir, sonra ayrıntıları ve konuyla ilgili açıklanması gereken hususları sünnet üstlenir. Kur'an "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini kesin!" derken hükmün esasını/aslını ortaya koyar, fakat biz hırsızların ellerinin neresinden ve nasıl kesileceğini bildirmez. Ellerin her ikisi de mi kesilecek, yoksa bir tanesi mi kesilecek? Kesilecek olan sağ el midir, yoksa sol el midir? El nereden kesilecek; bilekten mi, yoksa dirsekten mi? Bütün bunların cevabı sünnette geçmektedir ve bu konuları sünnet üstlenmiş ve açıklamıştır. Sünnet, Kur'an'Ia irtibatlıdır ve onun tamamlayıcısıdir. Bir şeyin tamamlayıcısı, ona ilhak edilir. O halde onda da ilahi vahyin kuvveti vardır.
Kur'an-ı Kerim'de bir ayet-i kerime'de şöyle buyurulduğunu görürüz.
İnanıp da imanlarına haksızlık bulaştırmayanlar... (En'am/82)
Bu ayet-i kerimeyi işittiği zaman bir sahabi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek ona şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Bizden haksızlık etmeyen kimse bulunmadığına göre halimiz nice olacak?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Öyle değil Allah'ın kastettiği zulüm/haksızlık şirktir.
Hz. Peygamber bu izanıyla ayet-i kerimede geçen zulüm kavramını özelleştirdi.
Sonra sünnetin önemli görevlerinden birisi de Kur'an'da geçmeyen bir hükmü koymasıdır. Kur'an-ı Kerim kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları sıralarken şöyle buyurur:
İki kızkardeşi birden almak da size haram kılındı?
Sonra sünnet buna bir kadınla onun halası veya teyzesinin bir nikah altında birleştirilmesinin haram olduğunu da ilave etti. Bu konuda biz hangi kaynaktan yararlanacağız? Muhamrhed (s.a).bunu kendi kafasından mı koydu? Eğer öyle ise dinde olmayan bir şeyi uyduran kimse durumuna düşmüş olmaz mı? Kendi kafasından koymadıysa bu bir vahiy değil midir?
Kur'an'da zikredilmeyip de sünnette açıklanan şeylerden birisi de deniz suyu hakkındaki şu hadistir:
Onun suyu temiz, ölüsü helâldir.
Hadis olmasaydı bu hükme nasıl ulaşacaktık?
Haram kılınmış yiyeceklerin çoğunun haramlığının Kur'an'la değil sünnetle sabit olduğunu görüyoruz. Çünkü yasamanın ve ilahi hükümlerin büyük bir bölümü Kur'an'm genel hükümleri içinde yer almamaktadır; bunlar tefsilatlı bir şekilde müslümanlara anlatılsın diye sünnete ve sünnetin açıklamasına bırakılmıştır. Bu da sünnetin vahiyden bir bölüm olduğuna delildir. Böyle olmasaydı bunların hepsi Ra-sûlullah'ın kendi kafasından icad ettiği şeyler olurdu.
Sünnetin vahiy yönünden konumu ve derecesini anlattığımıza ve sünnet düşmanlarının sünnete yönelttikleri çirkin saldırıyı açıkladığımıza göre geriye konuşacağımız şu konu kaldı: Acaba bizim sünnete karşı görevimiz nedir?
Bizim en acil yapmamız gereken şey, hadis ve sünnet ilimleriyle geniş bir şekilde ilgilenecek bir Daru'l-Hadis kurmaktır. Kuzey Afri-ka'daki kardeşlerimizin fakültelerinde ve dini enstitülerde hadis ilimleriyle ilgili özel araştırmaların genişletilmesi gerekir. Mısır'da ve diğer islâm ülkelerindeki İslâmî dergilerde hadis ve sünnetle ilgili araştırmalara daha geniş yer verilmesi gerekir. [72]
Soru: Bir makalede "Rasûlullah (s.a) vefat ettiği zaman zırhı bir Yahudide rehin kalmıştı" şeklindeki rivayetin reddedildiğini okudum. Bunun gerçeklik yönü nedir?
Cevap: el-Mu'cemü'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadis'n--Nebevi isimli esere müracaat ettiğimiz zaman bu hadisin Buharî, Tirmizî, Nesei, İbn Mâce, İbn Hanbel ve Dârimî tarafından rivayet edildiğini görürüz.
Rivayet şöyledir: "Rasûlullah (s.a) vefat ettiği zaman zırhı, üç sa/ölçek arpa karşılığında bir Yahudi'de rehin bulunuyordu." Bu hadis, Esved tarafından Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir.
Ebû Ya'la der ki: Bize A'meş'in rivayet ettiğine göre bu, demirden bir zırhtı.
jbn Hacer bu hadisi, Fethu'l-Bâri fi Şerhi Sahihi'l-Buhavî isimli kitabının 6. cüzünde nakletti.
Zırh, demirden yapılmış gömlek demektir.
Kendisine zırhın rehin bırakıldığı Yahudinin ismi Ebu'ş Şahm'dır. Zaferoğullarına mensup birisidir. [Beni zafer, Evs'in bir koludur ve onların müttefikidir].
Rasûlullah (s.a) kalbi, gönlü ve himmeti yönünden zenginlerin en zenginiydi. Fakat malı çok azdı. Çünkü mal gelip geçici bir meta, per-deleyici bir gölgedir. Hz. Peygamber'in gayesi dünya hayatının-metaı değildi ve onun güzellikleriyle kendisini meşgul etmezdi. Vefat ettiği esnada geride beş kuruş para bırakmamıştı. Dolayısıyla bazı eşyalarını rehin bırakmış olması garip karşılanmamalıdır.
İbn Hacer, Hz. Peygamber'in ashabına müracaat etmeyip de rehin karşılığında bir yahudiye başvurmasmdaki hikmetleri şöyle izah eder:
Rasûlullah'm (s.a) daha kolay bir yolla sahabeden ihtiyacını gidermesi mümkünken bunu yapmayıp da bir Yahudiden rehin karşılığında borç almasının hikmeti ya bu işin caiz olduğunu beyan etmek içindir, veya sahabenin yanında kendi ihtiyaçlarından fazla
başkalarına verecek bir yiyeceğin olmamasıdır, yahutta Rasûlullah'm sahabenin kendisinden herhangi bir ücret ve karşılık almadan bunu vermek isteyeceğinden korkmasıdır. Rasûlullah onlan dara sokmayı arzu etmemiştir.
Durum ne olursa olsun, Hz. Peygamber'in evinin de korunması ve gizlenmesi gereken sırları vardır. Rivayet, bu rehinin belirli bir sebebini zikretmemektedir.
Bir zırhını rehin olarak vermiş olması elinde başka zırhlarının bulunmasına mâni değildir. Öyle anlaşılıyor ki Rasûlullah ile bu Yahudi arasında bir düşmanlık da bulunmamaktadır.
Bir hadise hücum etmeden önce uzun uzun düşünmek çok daha hayırlıdır. [73]
Soru: Hz. Peygamberin (s.a) şemaili nasıldı?
Cevap: İbn Seyyidinâs'in Uyunü'I-Eser isimli kitabında Hüseyin ibn Ali'nin (r.a), Rasûlullah'ın şemailinin özelliklerine ait anlattıkları arasında şu bilgileri görmekteyiz:
Kainatın Efendisinin (s.a) muazzam bir görünümü vardı. Yüzü bir dolunay gibi parlardı. Işık saçan bir rengi vardı. Geniş alınlı ve kalem kaşlı idi. Kaşlarının arası bitişik değildi. Yüzünde nur parlardı. Burnunun ucu kalkıktı. Yanakları düz, öndişleri seyrek, boynu beyazdı. Boynu sanki dökme gümüş gibiydi, endamı ve azaları ölçülü idi. Kaşlarının arası açıktı. Sakalı sık, gözleri iri ve siyah, ağzı genişti. Gözleri yere bakar durumda olurdu. Yere bakışı (yürürken) göğe bakışından çok ve daha uzun idi. Bakışları son derece anlamlı idi. Sevindiği zaman gözlerini kısardı. Genellikle gülüşü tebessüm olur, dişleri dolu tanesi gibi parlardı. Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun. [74]
Soru: Hz. Peygamber'in doğumunu en ideal şekilde kutlamanın yolu nedir? Mevlit okumak mı, yoksa onun getirdiği şeylere uymak, yasakladığı şeylerden sakınmak mı? Farz namazları bile kılmadıkları halde Hz. Peygamber'in hatırasını yadetmek için davul zurna eşliğinde oynayanlar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
Cevap: Şüphesiz Rasûlullah (s.a) Allah'ın alemlere bir rahmetidir. Peygamberlerin önderi ve sonuncusudur. Allah'ın rahmetinin müjdele-yicisi, azabının uyarıcı sı dır. Apaçık bir nurdur. Onun hakkında alemlerin rabbi Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
Andolsun ki, içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.
Madem ki Hz. Peygamber (s.a) böyle bir konuma sahiptir, o halde insanlara en güzel öğüt vermenin ve rablerinin yoluna çağırmanın en iyi yollarından birisi de onun siretini, özelliklerini, karakterini ve ahvalini anlatmaktır. Şüphesiz Rasûlullah'ı en çok mutlu eden şey, bizim onun sünnetine uyduğumuzu, getirdiği dine yöneldiğimizi, yolunda yürüdüğümüzü ve Allah'ın emrettiği her şeye sımsıkı sarılıp, yasakladığı şeylerden sakındığımızı görmesidir. Çünkü Rasûlullah (s.a) rabbinin ayetlerinin tebliğe isidir. Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmaktadır:
O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir. (Necm/3-4)
Hz. Peygamber'in (s.a) doğumunu kutlamak, ne onun zamanında, ne sahabe ve tabiin zamanında bilenen bir şey olmasa bile, hatıraların canlanması ve ibret alınmasına vesile olacak şekilde kutlandığı zaman faydalı ve semereli bir faailiyet olur. Daha önceki bir bölümde bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştim: Bu güzel anma törenlerinin bir takım kötülük ve masiyetlerden, kadm-erkek birlikteliğinin sebep olacağı fenalıklardan, bu münasebetle pek çok kişinin alışkanlık haline getirdiği ve Allah Rasûlünün razı olmadığı bidatlardan uzak olması gerekir.
Bu kutlamalarda yapılması gereken en hayırlı şey, Hz. Peygamber'in (s.a) hayatını okumak, bu hayatın ihtiva ettiği ibret ve öğütleri anlamak, sonra da onun getirdiği bu büyük dinm programı üzere hareket etmektir. O dinin sahibi yüce rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Maide/16-17)
İslâm'ın en önemli farzı olan namazı ihmal edip sonra da Hz. Peygamber'in doğumunu kutlamak adına bu kötülükleri işleyenlere gelince, İslâm böyle kimselerden uzaktır. Hz. Peygamber (s.a) de onlardan uzaktır. Tevbe edip Allah'ın yoluna dönmedikleri müddetçe Allah'ın laneti de onların üzerinedir. [75]
Soru: Rasûlullah'm (s.a) mübarek cesedinin (kabrinde) eti ve kanıyla çürümeden durduğu doğru mudur? Yahudilerin bu cesedi elege-çirmek istedikleri doğru mudur?
Cevap: Peygamberlerin cesetlerinin kabirlerinde çürümediğine dair muhtelif rivayetler varit olmuştur. Malumdur ki Peygamber Efendimiz (s.a) bütün peygamberlerin sonuncusu ve önderidir. Peygamberlerin bir kısmının bir kısmından bir üstünlüğü olduğuna göre Peygamber Efendimiz (s.a) bu üstünlüğe daha layıktır.
İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşüne göre Hz. Peygamber (s.a) kabrinde, mahiyetini bizim kavrayamadığımız ve gerçeğini bilemediğimiz özel bir hayatın sahibidir ve diridir. Bunun nasıl bir dirilik ve hayat olduğunu ancak her şeyi bilen ve yaratan Allah Teâlâ bilir. Rasûlullah (s.a) Allah Teâlâ'nın Âl-i İmran sûresinde kendileri hakkında şöyle buyurduğu şehitlerden daha aşağı mertebede değildir:
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar diridirler, Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rableri yanında azıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. (Âl-i İmran/169-170)
Alimlerin bu konuyla ilgili olarak rivayet ettikleri hadis de buna işaret etmektedir:
Benim hayatım da, ölümüm de sizin için hayırdır. Sizin amelleriniz bana arzolunur/bildirilir, güzel amellerinizden dolayı Allah'a hamdeder, kötü amellerinizden dolayı ise sizin için Allah'a istiğfar ederim.
Abdullah ibn el-Mübarek Said ibn el-Müseyyeb'den şöyle rivayet eder: "Sabah-akşam ümmetinin amellerinin Hz. Peygamber'e arzolun-madığı hiçbir gün yoktur. Rasûlulîah (s.a) onları simalarından ve amellerinden tanır ve Allah'a hamd eder ve onlar için istiğfar eder."
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûlulîah (s.a) kabrinde, mahiyetini bizim kavrayamadığımız ve gerçeğini bilemediğimiz özel bir hayatın sahibidir ve diridir. Bu konudaki bilgi Allah'a havale edilir. Bu gibi gaybi konulara dalmanın ne ibadetlerde ne de sosyal münasebetlerde temin edeceği hiçbir fayda yoktur.
Yahudilerin Hz. Peygamber'in cesedim ele geçirmek istedikleri iddiasına gelince bu, müslümanlarm bölünme ve parçalanma aşamalarında arız olan zayıf bir kuruntudan ve kendileri hakkındaki kötü bir zan-dan başka bir şey değildir. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. (Yusuf/21) [76]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) çocuklarının sayısı kaçtır ve isimleri nelerdir?
Cevap: İbn Seyydinnâs'm Uyünü'i-Eser isimli kitabında bildirildiğine göre Rasûlullah'ın (s.a) ilk çocuğu olan Kasım peygamberlikten önce Mekke'de dünyaya gelmiştir. Sonra sırasıyla Zeyneb, Rukiye, Fa-tıma, Ümrnü Gülsüm doğmuştur. Sonra İslâm döneminde Abdullah dünyaya gelmiştir. Hepsi de Hz. Hatice validemizden doğmuşlardır. Allah Teâlâ Peygamberimize İbrahim'i de kipti câriye Mâriye'den na-sib etmiştir.
Peygamberimizin çocuklarından ilk vefat eden Kasım, sonra Abdullah'tır, ikisi de Mekke'de vefat etmiştir. Kızlarının hepsi İslâm'a ulaşmışlar, müslüman olmuşlar ve hicret etmişlerdir.
el-Cürcâni der ki: "Rasûlullah'ın (s.a) çocuklarının en büyüğü Kasım, sonra sırasıyla Zeyneb, Ümmü Gülsüm, Fatıma, Rukiye ve Abdullah'tır. Abdullah'a et-Tayyib ve et-Tahir de denilir. Doğrudan olan da budur." [77]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) soyuna mensup kimseler var mıdır? Varsa bunlar kimlerdir?
Cevap: Hz. Peygamber'in (s.a) zürriyetinden kastedilen, kızı Fatı-mat'ûz Zehra'nın neslinden gelen kimselerdir. Bunlar da cennet ehlinden olan Hz. Hasan ve Hüseyin'dir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocukları da Peygamber Efendimiz'in soyundandır. Rasûlullah'a (s.a) nisbeti kesin olan kimselerin hepsi ehl-i beyttendir. Ehl-i beytten olan kimseler Hz. Peygamber'e kadar ulaşan soy kütüklerini isim isim muhafaza etmeye önem verirler. Geçmişlerin ifadesine göre insanlar onların ne-seblerini güvenilir şekilde muhafaza ederler. Bu bir emanettir. Ehl-i beyte mensup kimselerin bu emanetin hakkını gözetmeleri gerekir. [78]
Soru: Hz. Peygamber'in nesebi zamanımıza kadar ulaşmış mıdır?
Cevap: Allah'ın sonsuz hikmet ve kudreti gereği peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a) yetim ve tek başına idi. Allah Teâlâ onu kendi gözetim ve denetimi altına almıştı. Kur'an-ı Kerim'de ona en güzel hitab ile hitab ederek şöyle demişti:
Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geyece yemin ederim ki rab-bin seni bırakmadı ve sana danlmadı. Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın. (Duha/1-5)
Allah'ın hikmeti, temiz ve iffetli Fatıma'tuz-Zehra'dan başka onun bütün evlatlarının kendisi hayatta iken vefat etmelerini dilediğine göre aynı hikmet, yüce Peygamber'in neslinin bekasını, gelişmesini ve dilediği vakte kadar devamını da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kolundan murat etmiştir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin çocuklarıdırlar. Hz, Peygamber'in temiz nesli, Allah'ın dilediği vakte kadar Hz. Fatıma'nın vasıtasıyla devam edecektir. [79]
Soru: Hz. Peygamber'in soyundan gelenler bugün belli mi?
Cevap: Bunlar, ister erkek olsun, ister kadın olsun Hz. Peygamber'in (s.a) kızı Fatıma'nın çocuklarının neslinden gelenlerden ibarettir. Bunlar Hz. Ali'nin (r.a) oğullan Hasan ve Hüseyin'in neslidir. Allah hepsinden razı olsun. Hepsi de bu pak ve temiz soydan gelmişlerdir ve hepsi de Hz. Peygamber'in soyu, nesli ve zürriyetidir.
Hz. Peygamber'in soyuna mensup kişiler asırlar boyunca Hz. Peygamber'in ailesine mensup olmanın övünç ve kıvancıyla kendi soy kütüklerini titizlikle ezberlemiş ve muhafaza etmişlerdir. Bununla beraber bazı insanların ellerinde hiçbir belge ve delil olmadığı halde sırf istismar edip çıkar elde etmek maksadıyla kendilerinin Peygamber soyundan geldiklerini iddia ettiklerini de göz ardı etmememiz gerekir. Bir müslümamn kendisini mensup olmadığı halde bir nesebe nisbet etmesi asla doğru değildir ve ona yakışmaz[80]
Soru: Rasûlullah (s.a) mi yoksa Ebû Bekir mi yaşça daha büyüktür?
Cevap: Pek çok kimse, Hz. Ebû Bekir'i yaşça Rasûlullah'tan daha büyük olarak bilir. İbn'ul-Esir Üsdül-Gabe isimli eserinde bu konu ile ilgili şu haberi zikreder: Habib ibn Şehid, Meymun ibn Mih-ran'dan, o da Yezid ibn el-Esam'dan rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) bir defasında Hz. Ebubekir'e şöyle demiştir: "Ben mi büyüğüm yoksa sen mi büyüksün?" Hz. Ebubekir şöyle cevap vermiştir: "Sen benden daha büyük ve daha hayırlısın, ben ise senden yaşça daha büyüğüm."
Fakat İbn'ul-Esir bu rivayeti şu sözlerle tenkit etmiştir: "Bu rivayet sadece bu isnatla bilinmektedir. İlim adamlarının verdiği bilgilere göre ise Hz. Ebubekir (r.a) hilafetinin müddetiyle birlikte ancak Rasû-lullah'm (s.a) yaşma ulaşmıştır."
İbn'ul-Esir Hz. Ebubekir'in 63 yaşında vefat ettiğini de zikretmiştir. Bu konuda ihtilaf yoktur. Hz. Ebû Bekir Fil olaymdadan üç yıl sonra dünyaya gelmiştir. [81]
Soru: Hz. Peygamber'in resmi veya heykeli var mıdır?
Cevap: Bir tevhid dini olan İslâm, her anlamıyla putperestelikle savaşmıştır. Bunun içindir ki putları, heykelleri, fal oklarım ve Allah'a ortak koşmaya sebep olan herşeyi parçalamıştır. Bu sebeple efendimiz, rehberimiz ve önderimiz Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kıyamet günü azabı en şiddetli olan ressamlardır.
Onlar Allah'ın yarattığı şeylerin benzerini yapmaya çalışıyorlar. Bundan dolayı saygı göstermek için dikilen heykeller yapmak haramdır. Çünkü bunda putperestlerin davranışlarına benzemek vardır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûlullah'ın (s.a) resminin veya heykelinin bulunması mümkün değildir. Ayrıca unutmamamız gerekir ki fotoğrafçılık, Hz. Peygamber'in zamanında mevcut değildi.
Hz. Peygamber (s.a) özellikleriyle, ahlâkı ve seçkin kişiliğiyle müslümanların kalb ve gönlünde yaşamaktadır. Kur'an-ı Kerim bunların bir kısmına işaret etmiştir, sünnet-i mutahhara da onun özelliklerini, karakterini, ahlâkını ve hayatıyla ilgili büyük küçük herşeyi tek tek zikretmiştir. [82]
Soru: Rasûlullah'ın iştirak ettiği savaşların sayısı ne kadardır?
Cevap: Buharı ve Müslim'de verilen bilgilere göre Rasûlullah (s.a) on dokuz savaşa iştirak etmiştir.
el-Berâ'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a) on dokuz savaşa iştirak etti."
İbn Bureyde'den rivayet edildiğine göre onun babası Rasûlullah (s.a) ile birlikte on altı savaşta bulunmuştur.
Cabir'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) yirmi bir savaşa iştirak etmiştir. Bunlardan ondokuz tanesinde onunla beraber ben de bulundum. Sadece Bedir ve Uhud'a iştirak edemedim."
Katade der ki: "Rasûlullah (s.a) ondokuz savaş yapmış, bunlardan sekizinde bizzat çarpışmıştır. Yirmi dört de müfreze göndermiştir. Bütün savaş ve seriyyelerinin tamamı kırküç tanedir.1'
Siyer âlimlerinden pek çoğunun rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şu savaşlarda bizzat çarpışmıştır: Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında yapılan Bedir savaşında, sonra hicretin üçüncü senesinin şevval ayında yapılan Uhud savaşında, sonra hicretin dördüncü senesinde bir görüşe göre beşinci senesinde şevval ayında yapılan Hendek ve
Beni Kureyza savaşlarında, sonra hicretin beşinci senesinde şaban ayında Beni Mustahk savaşında, sonra hicretin yedinci senesinde sa-fer ayında Hayber savaşında bulunmuştur. Hayber savaşının hicretin altıncı senesinde vukubulduğunu söyleyenler de vardır. Fakat doğrusu yedinci senenin başı, altıncı senenin sonudur. Daha sonra sekizinci senenin Ramazan ayında Mekkelilerle ve Havazin kabilesi ile savaşmıştır. Sekizinci yılın Şevval ve Zilhicce aylarında da Taiflileri muhasara etmiştir.
Muhammed ibn İshak şöyle demektedir: Rasûlullah'ın (s.a) bizzat iştirak ettiği yirmi yedi savaş vardır. Bunlar sırasıyla Vedan gazvesi (veya Ebva gazvesi), Rıdvan bölgesinde yapılan Bivat gazvesi, Batn-ı Yenbu'da yapılan Uşeyra gazvesi, Kureyş ileri gelenlerinin öldürüldüğü Bedir gazvesi, beni Süleym gazvesi, Ebu Süfyan'ın peşine düşüldüğü Sevik gazvesi, Gatafan gazvesi, Zû Emr gazvesi, Necran gazvesi, Uhud gazvesi, Hamrâu'1-Esed gazvesi, Benu Nadir gazvesi, Zatü'r-Ri-kâ gazvesi, Hendek gazvesi, Beni Kureyza gazvesi, Beni Lihyan gazvesi, Zû Kırad gazvesi, Beni Mustahk gazvesi, Hudeybiyye gazvesi -ki bunda maksat savaş değildi müşrikler barışa yanaşarak savaşı engellediler- Hayber gazvesi, Kaza umresi, Mekke'nin Fethi, Huneyn gazvesi, Taif gazvesi ve Tebuk gazvesi. [83]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) için hem ilk hem de son peygamber denilmesinin sebebi nedir?
Cevap: Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Peygamberlerin içinde ilk defa yaratılan benim. Fakat onların içinde en son peygamber olarak ben gönderildim.
Bunu Deylemi, Ebu Nuaym ve İbn Ebi Hatim, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. İbn'ul-Cevzi e I-Vefa bi Ahvâl-i Mustafa isimli eserinde el-Irbad ibn Sariye'den rivayet ettiğine göre Rasûlulullah (s,a) şöyle buyurmuştur:
Adem, yaratılacağı çamurun içinde iken ben Allah'ın ilminde en son peygamber idim.
Mey sera Rasûluüah'a "Ya Rasûlullah! Ne zaman peygamber oldunuz?" diye sorduğunda, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
Adem, ruh ile ceset arasında iken.
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Kıyamet günü diriltilecek ilk insan benim. Geldikleri zaman onlara hitabedecek olan benim. Ümitsizliğe düştükleri zaman ben onları müjdeleyeceğim. Ademoğlunun en üstünü benim. Bunu Öğün-mek için söylemiyorum.
Rasûlullah (s.a) bütün inşalara peygamber olarak gönderilmiştir. Ondan sonra bir daha peygamber yoktur. O, peygamberlerin sonuncusudur. [84]
Soru: Kur'an-ı Kerim mi daha üstündür, yoksa Hz. Peygamber (s.a) mi?
Cevap: Müslümanların bu tür mukayeselerle kendilerini meşgul etmeleri doğru değildir. Böyle şeylerin gerçeğini, ayrıntı ve inceliklerini ancak herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ bilir. Ayrıca herhangi bir ibadetin yapılması, herhangi bir farizanın açıklanması veya buna benzer şeyler için bu tür mukayeselerin bilinmesine ve sonuca bağlanmasına ihtiyaç yoktur. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın kelamıdır. Yüce rabbimiz onun hakkında şöyle buyurur:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. (Haşr/21)
Hz. Peygamber (s.a) ise Kur'an'ın heybet ve saygınlığını en iyi koruyan, ona en çok değer veren ve ümmetini de ona saygı göstermeye ve ayetlerini düşünmeye teşvik eden kimsedir. Bu konuda şu hadisleri okumamız bizim için yeterlidir:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı Öğrenen ve öğretendir.
Kur'an, Allah'ın bir sofrasıdır. O'nun sofrasından gücünüzün yettiğince alınız.
Hz. Peygamber (s.a) Allah'ın bütün alemlere bir rahmetidir. Yarattıklarının en hayırlısıdır. Nebilerin sonuncusu, rasûllerin önderidir. İnsanların arasında Rasûlullah'tan (s.a) daha üstün hiç kimse yoktur. Kesinlikle ve ittifakla insanların en üstünü Hz. Peygamber'dir (s.a).
Tekrar söylüyoruz: Bir müslümanm kendisini bu tür mukayeselerle meşgul etmesi doğru değildir. Müslümanın hem Kur'an-ı Kerim'e layık olduğu şekilde saygı göstermesi, hakkını vermesi ve gözetmesi hem de Hz. Peygamber'e, makamına saygı ve sevgi göstermesi ve Allah'ın yolunu izlemesi gerekir. [85]
Soru: Rasûlullah (s.a) Mekke'den Medine'ye hicret ettiği esnada kaç yaşında idi?
Cevap: Malumdur ki Peygamber Efendimiz (s.a) Allah Teâlâ tarafından peygamberlikle görevlendirildiği esnada kırk yaşında bulunuyordu. Peygamberlikle görevlendirildikten sonra Mekke'de onüç sene kaldı ve bu esnada kendisine vahiy gelmeye devam etti. Elli üç yaşma geldikten sonra Allah Teâlâ ona Mekke'den Medine'ye hicret etmesini emretti. Hicretten sonra da Medine'de on sene yaşadı. Altmış üç yaşında iken de vefat etti.
Hz. Peygamber (s.a) peygamberliğinin onüçüncü yılında Rebi-ulevvel ayında hicret etti. Râvilerin bildirdiklerine göre bir pazartesi günü idi. İlginçtir, Rasûlullah (s.a) yine bir pazartesi günü dünyaya geldi, bir pazartesi günü peygamberlikle görevlendirildi, bir pazartesi günü hicret etti, bir pazartesi günü hicret yolculuğunu tamamlayıp Medine'ye girdi ve yine bir pazartesi günü de vefat etti. Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun. [86]
Soru: Hz. Peygambere (s.a) en güzel şekilde nasıl salavat getirilir?
Cevap: Umarım ki Rasûlullah'a (s.a) salavat getirmenin en güzel şekli sahih sünnette sabit olduğu/tarif edildiği şekilde salavat getirme-mizdir. Bu da namazda teşahhüde oturduğumuzda Tahiyyattan sonra okuduğumuz salavatlardır: "Allahumme salli ve Allahumme barik.."
Ey Allahım! Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine rahmet et (onların şerefini yücelt). İbrahim'e ve onun ailesine rahmet ettiğin gibi. Şüphesiz bütün hamd ve övgü sanadır, büyüklük ve yücelik sana mahsustur.
Muhammed'e ve onun ailesine bereket ver. İbrahim ve onun ailesine bereket verdiğin gibi. Şüphesiz bütün hamd ve övgü sanadır. Büyüklük ve yücelik sana mahsustur.
Hz. Peygamber'e (s.a) daha pek çok şekillerde salavat getirilebilir. Bunların bir kısmı rivayete dayanır, bir kısmı da sonradan düzenlenmiştir. Fakat en güzeli bizim yukarıda zikrettiğimiz şekilde olanıdır.
Allah Teâlâ'nın Ahzab sûresinde şöyle buyurduğunu hatırlayalım:
Allah ve melekleri, Peygamber'e salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin. Ve tam bir teslimiyetle selam verin! (Ahzab/56) [87]
Soru: Hz. Peygamberin (s.a) annesi nerede doğdu: Medine'de mi, yoksa Mekke'de mi?
Cevap: Siyer kitaplarında rivayet edildiğine göre Hz. Peygam-ber'in (s.a) annesi Amine bintu Vehb, neseb ve mevki yönünden Ku-reyş kadınlarının en üstünü idi. Malumdur ki Kureyşliler Mekke'de ikamet ediyorlardı. Amine Mekke ile Medine arasındaki Ebvâ denilen yerde vefat etti. O esnada Hz. Peygamber (s.a) sekiz yaşında idi. Amine, oğlu Muhammed'i halalarını ziyarete götürmüştü. Mekke'ye dönerken de vefat etmişti. [88]
Soru: Hz. Peygamber'in vefatından sonra müslümanlarm önderi kimler olmuştur?
Cevap: Soruda kastedilen, Rasûlullah'm vefatından sonra müslümanlarm idaresini ele geçiren ve müslümanlara rehberlik etme makamında bulunan kimseler ise, Hz. Ebubekir (r.a), Rasûlullah'm (s.a) ilk halifesidir ve insanların idaresini o ele almıştır.
Burada kastedilen, Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra İslâm toplumunda temayüz eden önemli şahsiyetlerin bilinmesi ise, bu büyük toplumda hayata ve olaylara yön verilmesinde onların (üstlendikleri) önemli rolleri ve gayretleri vardır. Unutmayalım ki Rasûlullah'ın (s.a) etrafında büyük ve bereketli bir topluluk bulunuyordu. Bunların başında da dört raşit halife gelmekteydi. Allah Tevbe suresinde bunlara şöyle işaret etmektedir:
İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur. (Tevbe/100)
Burada Aşere-i Mübeşşere diye isimlendirilen, cennetle müjdelenen on sahabiyi de bilmemiz gerekir. Allah Teâlâ onları insanların içinden seçmiş, diğerlerine üstün kılmış, cennetle müjdelemiş ve onları Peygamberi için vezir ve yardımcı kılmıştır. Bu sahabilerin isimleri şunlardır: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ibn Ubeydullah, Zübeyr ibn el-Avvam, Abdurrahman ibn Avf, Sa'd'a ibn Ebi Vakkas, Said ibn Zübeyr ve Ebû Ubeyde ibn el-Cerrah. Allah hepsinden razı olsun. [89]
Soru: Lokman, hangi ülkede yaşamıştır ve o bir peygamber midir?
Cevap: Lokman el-Hakim, Lokman ibnu Bâûrâ'dır. Lokman sûresinde Cenab-ı Hak ondan şöyle söz eder:
Andolsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Allah herşeyden müstağnidir. Övülmeye layık olandır. Lokman oğluna öğüt vererek: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir zulümdür" demişti. (Lokman/12-13)
Görüşlerin çoğunluğu, onun bir peygamber değil bilge bir kişi olduğu yönündedir. İbn Abbas'ın (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Lokman ne bir peygamber, ne de bir melektir. O siyah bir çobandır. Allah ona hürriyetine kavuşmayı nasib etmiş, sözünden ve tavsiyesinden hoşnut olmuştur ve onun tavsiyelerini tutsunlar diye de Kur'an-ı Ke-rim'de onun kıssasını anlatmıştır."
Bir görüşe göre de o, peygamberlikle/nübüvvetle hikmet arasında muhayyer bırakılmış, o da hikmeti/bilgeliği seçmiştir. İbn'ul-Müsey-yeb onun Mısırlı siyahilerden bir siyahi olduğunu ve terzilik yaptığını söylemiştir.
Bir rivayete göre Habeşli bir köledir, marangozdur. Bir başka rivayete göre ise kendisine bakan bir adama şöyle demiştir: "Eğer bana kaim dudaklı olduğum için bakıyorsan bu dudaklar arasından ince sözler çıkar. Eğer bana siyah olduğum için bakıyorsan, kalbim beyazdır."
Birisi ona dedi ki: "Sen bizi görüp gözeten bir köle değil misin?" Lokman: Evet, dedi. "Seni bu makama getiren şey nedir?" diye sorunca, Lokman şöyle cevap verdi: "Doğruyu söylemek, emaneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeylerde susmak, beni ilgilendirmeyen ve bana faydası olmayan şeylerle ilgilenmemek."
Rivayete göre efendisi ona bir koyun kesmesini ve onun en güzel iki parçasını çıkarmasını emretmişti. O da kestiği koyunun dilini ve kalbini çıkarıp getirmişti. Aradan günler geçtikten sonra efendisi yine bir koyun kesmesini ve hayvanın en kötü iki parçasını çıkarmasını emrettiğinde Lokman yine hayvanın dilini ve kalbini çıkarıp getirmiştir. Efendisi bunun sebebini sorunca şöyle cevap vermiştir: "Bu iki organ güzel olduğu zaman hayvanın içindeki organların en güzelidir. Çirkin olduğu zaman da hayvanın içindeki organların en çirkinidir."
Lokman'm pek çok hikmetli sözü vardır. Ona nisbet edilen hikmetli sözler meşhurdur. Bunlardan birisi oğluna söylediği şu sözdür: "Kötü kişilerle arkadaşlık eden iflah olmaz/başı dertten kurtulmaz. Diline sahip olmayan daima kötülenir. Evladım! İyilerin kulu kölesi ol. Evladım! Güvenilir bir kimse ol, zengin olursun. Alimlerle birarada bulun, onlara yaklaş, fakat onlarla tartışmaya girme, sana verdikleri (bilgileri) al ve onlara nazikçe soru sor."
Şu söz de onun hikmetlerindendir: "Günah olmayan şeylerde arkadaşlarınla beraber ol/onlara muvafakat et. Dünyanın zenginliğini istiyorsan, insanların sahip oldukları şeylere gözünü dikme!" [90]
Soru: Şaka ve latife hakkında Hz. Peygamber ve ashabından rivayet edilen şeyler nelerdir?
Cevap: Hayatın içinde hem mutluluk, hem bedbahtlık, hem rahatlık, hem de zorluk olduğuna göre hayatın sürekli bir ciddiyet ve kesintisiz bir çalışma içerisinde devam etmesi mümkün değildir. Onun içinde sevinç ve neşenin de bulunması gerekir. Masum eğlencelerin yanında hayatın sertlik ve zorluklarını yumuşatacak bir parça espri ve şakanın da olması gerekir. Gülmek, kökü insan bilincinin derinliklerinde
olan bir eğilimdir, denilmiştir. Hatta insan, konuşan bir hayvandır diye tanımlandığı gibi, gülen bir hayvandır diye de tanımlanmıştır.
İnsanlardan pek çoğu dinin şaka ve latifenin önünde bir engel olarak durduğunu zan ve iddia eder. Çünkü onlar daima veya genellikle dini, eğlence veya rahatlamaya ve kolaylaştırmaya imkan vermeyen bir kayıtlar, sınırlama ve engeller sistemi olarak tasavvur ederler. Halbuki Allah'ın dini bir zorluk değil, bir kolaylıktır. Bir gazap değil, bir rahmettir. Bir katılık değil, bir hoşgörüdür. Bir ağırlaştırma değil bir hafifletmedir. İnsanın makul ve temiz bir eğlenceden, kıymetli süslerden ve temiz rızıklardan, ferahlatıcı bir espriden, seviyeli bir eğlenceden nasibini almasına müsaade etmesi bu dine ait hoşgörünün örneklerindendir.
Rasûlullah (s.a) tartışma ve mizahı bir alışkanlık haline getirmeyi yasaklamıştır. Tirmizî'nin rivayet ettiği "Kardeşinle tartışma ve ona şaka yapma!" hadisinin yasakladığı şey de şaka ve mizahın bir adet haline getirilmesidir. Aynı şekilde İmam Ahrned'in rivayet ettiği uzun uzun susmak ve az gülmekle ilgili hadis de bu manayadır. Bir hadiste de şöyle buyurulur:
Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.
Rasûlullah (s.a) kahkaha atmadan gülerdi, bazen de sadece azı dişleri görünecek kadar gülerdi. Hz. Aişe validemiz (r.a) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) gülen ve gülümseyen bir kimse idi." Abdullah ibn el-Hanis şöyle demiştir: "Ben, Rasûlullah'tan (s.a) daha fazla güler yüzlü başka birini görmedim. Ashabından kiminle karşılaşsa ona karşı tebessüm ederdi. Şöyle buyururlardı: "Müslüman kardeşine karşı gülümsemen bile sadakadır."
Bu konuda Hz. Peygamber'den (s.a) şu hadisler de rivayet edilmiştir:
Neşelenmeyen ve neşelendirmeyen kimsede hayır yoktur.
Zaman zaman gönüllerinize canlılık verin. Çünkü gönüller yorulduğu zaman körelir.
Şüphesiz Allah Teâlâ kolaylığı ve güler yüzlülüğü sever. Kardeşini güler bir yüzle karşılaman bir iyiliktir.
Mizahın yasaklan mas ly la ilgili haber ve rivayetleri İmam Gazâlî şöyle açıklamıştır:
Bilmiş ol ki: Yasak olan, aşırı derecede ve devamlı olan şakacılıktır. Şakacılığa devam edip oyun ve eğlence ile meşgul olmaktır. Oyun mubahtır, fakat devamlı olması hoş karşılanmamıştır. Oyun ve eğlencenin aşırılığına gelince bu aşırı gülmeye sebep olur. Çok gülmek ise kalbi öldürür, bazı hallerde kin tutmaya sebep olur, heybet ve vakardan uzaklaştırır. Bu derecelere varmayan şakalar hoş karşılanmıştır.
Buharı ve Müslim'in birlikte rivayet ettikleri bir hadise göre Rasûlullah (s.a) sözünde, fiilinde ve hareketlerinde, taşkınlık yapacak seciyede değildi, taşkınlık da yapmış değildi. Hz. Peygamber'in özelliklerinden birisi de kendisini aşırılıklardan rahatça koruyabilme sidir. Böylece o, ümmetine güzel bir örnek olmuştur. İnsan, şaka ve espri yapacağım derken bazen kaba ve çirkin bir şey söyleyebilir. Bu sebeple hiç hesap etmediği halde gönülleri yaralayabilir ve kalblere kin've öfke tohumları ekebilir. Belki de Rasûlullah'm şöyle demesinin sebebi bu gibi durumlardır:
Kişi yanındakileri güldürmek için bir şey konuşur (buna aldırış etmez) halbuki bu söz sebebiyle Süreyya yıldızından daha uzak mesafeden ateşe atılır.
Hz. Peygamber'in (s.a) peygamberliğin azameti ve vakarı ile latife ve şakadaki maharetini en güzel bir şekilde birarada bulundurması onun güçlü bir kişiliğe ve geniş bir ufka sahip olduğunu gösterir. Peygamberlerin önderi olmasına ve Allah Teâlâ'nın "Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin" hitabına muhatap olmasına rağmen o aynı zamanda şaka yapmasını da bilir, arkadaşlarıyla birlikte bulunurken de, kadınlarıyla birlikte iken de insanların en esprilisi olurdu.
Buradaki güzel olan nokta Râsûlullah'ın (s.a) şaka yaparken bile sadece doğruyu söylemesidir. İnsanlar arasında şakanın genellikle kuruntu, iddia ve iftira üzerine kurulduğu bilinir. Şaka yaparken bile doğruyu söyleyecek olan insanın güçlü bir düşünce yapısına, güçlü bir ifade ve anlatıma sahip olması gerekir.
Hz. Peygamber'in hayatını anlatan siyer kitapları onun gerçek ve doğruları bir mizah ve espri üslûbu ile nasıl ifade ettiğine dair pek çok örneklerle doludur:
Bir kadın Rasûlullah'a (s.a) gelerek kendisini bir deveye bindirmesini istedi. Rasûlullah (s.a) ona latife ederek şöyle dedi:
- Seni bir deve yavrusuna bindireyim.
Kadın Rasûlullah'ın bu sözünden kendisini taşıyamayacak derecede küçük bir deve yavrasunu kastettiğini zannetti ve şöyle dedi:
- Ya Rasûlullah! Ben deve yavrusunu ne yapayım? O beni taşıyabilir mi?
- Yok hayır, ben seni sadece bir deve yavrusuna bindiririm. Her deve bir başka devenin yavrusu değil mi?
Rivayete göre —ki bu rivayetin senedi zayıftır— yaşlı bir kadın Rasûlullah'a gelerek kendisinin cennete girmesi için rabbine dua etmesini istedi. Rasûlullah (s.a) ona latife ederek şöyle dedi:
- İhtiyarlar cennete giremezler.
İhtiyar kadın bunun üzerine bir çığlık attı.
Hz. Peygamber gülümsedi ve cennet kadınlarından ve onların tekrar gençleştirilmesinden söz eden şu ayet-i kerimeyi ona hatırlattı:
Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yeniden yarattık. Onları eşlerine düşkün ve yaşıt bakireler kıldık. Bütün bunlar ashab-ı yemin içindir. (Vakıa/35-38)
Yine Ümmü Eymen adında bir kadın koşarak Rasûlullah'a gelir ve şöyle der:
- Eşim sizi çağırıyor.
- Şu gözünde beyazlık olan adam mı?
- Hayır ya Rasûlullah, kocamın gözünde beyazlık yoktur.
- Evet, onun gözünde aklık vardır.
- Hayır, vallahi yoktur.
- Gözünde beyazlık olmayan hiçbir kimse yoktur.
Rasûl-i Ekrem'in maksadı, gözbebeğıni çevreleyen beyazlıktır.
Rivayete göre bu kadın Ensar kadınlarındandır. Hz. Peygamber'in: "Git, kocanın gözüne bak, onun gözünde beyazlık vardır" şeklindeki sözünü duyunca süratle kocasının yanma gider. Kocası ona şöyle der:
- Ne oldu sana?
Kadın Rasülullah'tan duyduğu şeyleri ona anlatınca kocası şöyle der:
- Evet benim gözümde beyazlık var ama bu bir hastalıktan dolayı değil. Onun için sen üzülme, sakin ol!
Yukarıdaki örneklerden de anlıyoruz ki Rasûl-i Ekrem'in (s.a) latifelerinin pek çoğu kadınlara yöneliktir. Bununla beraber Hz. Peygamber kadınlara espri yaptığı gibi erkeklere de espriler yapmıştır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki Rasûlullah (s.a) kadınlara karşı son derece nazik ve kibar davranmaktadır. O şöyle buyurmuştur:
Kadınlara karşı özen gösterin ve iyi davranın!
Hz. Peygamber şarkı söyleyen bir cariyeyi işitir, kadın şöyle der:
- Oynarsam bana günah olur mu, beni ayıplarmısınız?
- İnşallah günah olmaz.
Şarkının eğlence ve coşkuyla ilişkisi vardır. Hz. Aişe (r.a) validemiz bir genç kız evlendirip kocasının evine göndermişti. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Aişe ile konuştu ve ona dedi ki:
- Onu kocasına gönderdiniz mi?
- Evet.
- Onunla birlikte şarkı söyleyecek birini de gönderdiniz mi?
- Hayır.
- Ensar'ın gazelden hoşlandığını bilmiyormusun? Onunla beraber bir şarkıcı gönderseydiniz de şöyle deseydi ya:
Size geldik, size geldik Haydin gelin selamlaşalım. Siyah buğday olmasaydı,
Bedevilerimiz yerleşik olmazdı.
Endülüslü İbn Abdi Rabbih el-lkdül-Ferid isimli kitabında şarkıyı uzun uzun savunur. Onun söylediği şeylerden bazıları şunlardır:
Şarkıyı hoş karşılanmayanlar şu delilleri ileri sürmüşlerdir: "Şarkı kalbleri tutuşturur, akılları karıştırır, ağırbaşlı bir kişiyi hafifmeşrep gösterir, eğlenceyi tahrik eder, coşkuyu teşvik eder."
Aslında bu batıl bir şeydir. Onlar şu ayeti de (kendi görüşlerine uygun bir şekilde) yorumladılar:
İnsanların öylesi vardır ki, herhangi bir ilme dayanmadan Allah yolundan saptırmak, sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır. (Lokman/6)
Onlar bu ayeti kendi görüşlerine bir delil olarak tevil etmekle hata etmişlerdir. Bu ayet-i kerime, eskilere ait söz ve haberleri ihtiva eden kitapları satın alıp bunlarla Kur'an'a rekabet etmek isteyen ve o kitapların Kur'an'dan üstün olduğunu iddia eden kimese-ler hakkında nazil olmuştur. Şarkı dineleyen kimse hiçbir zaman Allah'ın ayetleriyle alay etmiş olmaz. Bu konudaki en sağlıklı görüş, şarkının da şiir gibi değerlendirildiği görüştür: iyisi güzeldir, kötüsü de çirkindir. (Yani güzel ve rnübah olanı da vardır. Çirkin ve haram olanı da vardır).
Hz. Peygamber (s.a) ile müminlerin anneleri olan hanımları arasında cereyan eden şaka ve latifeler, onun kadınlara karşı ne kadar nazik ve kibar olduğunun bir delilidir. Burada şaşılacak bir durum da yoktur. Çünkü Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınizdır. Ben sizin içinizde ailesine karşı en hayırlı olan kimseyim.
Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre o şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a) ile yarışa girdim ve onu geçtim. Sonra benim ağırlığım fazlalaştığında tekrar yarıştık. Bu sefer o beni yendi ve şöyle buyurdu: "İşte bu öncekinin rövanşıdır!"
Yine Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre o bir gün Hacire denilen bir nevi yemek pişirir. Onu Rasûlullah'a getirir. Hz. Peygamber'in (s.a) yanında hanımlarından Şevde validemiz de vardır. Hz. Aişe ona der ki:
- Haydi buyur!
- Ben onu sevmem.
- Şayet yemezsen vallahi yüzüne serperim.
- Tadına bile bakmam.
Bunun üzerine Hz. Aişe yemeğin içinden bir parça alır ve Hz. Sevde'nin yüzüne sürer.
Hz. Şevde de yemekten bir parça alarak Hz. Aişe'nin yüzüne sürer. Hz. Peygamber (s.a) de onları gülerek seyretmektedir.
Yine Hz. Peygamber'in (s.a) gözünün önünde cereyan eden bir sahne.. Esprinin sahibi yine Hz. Aişe'dir ve Hz. Peygamer de bu espriye gülmektedir:
Kısa boylu ve çirkin suratlı bir adam olan Dahhak b. Ebi Süfyan hicab (tesettür) ayetleri nazil olmadan önce Hz. Peygamber'e biat etmişti. Hz. Aişe'nin de bulunduğu bir esnada Peygamberimize (s.a) -Ai-şe'yi kasdederek- şöyle dedi:
- Benim bundan daha güzel iki karım vardır, istersen birini boşa-yayım da onu sen al!
Hz. Aişe (canı sıkılmış olacak ki) Dahhak'a şöyle dedi:
- O mu güzeldir, yoksa sen mi güzelsin?
- Ben daha güzel ve cömertim.
Hz. Peygamber {s.a) Hz. Aişe'nin bu soruyu Dahhak'a sormasına gülmüştü. Çünkü Dahhak çirkin bir adamdı.
Hz. Peygamber (s.a) ashabının yaptığı şakalara şahit olduğunda onlardan memnun olur, güler ve mutluluk duyardı. Bazı zamanlar bizzat kendisi de bu şakalara iştirak eder ve onlarla şakalaşırdı. Bunun örneklerinden birisi de Enes ibn Mâlik'e söylediği: "Ey iki kulaklı" sözüdür. Bu söz görüşünüşte bir şaka ve latifedir. Fakat aslında bir övgü ve takdir ifadesidir. Sanki o bu sözle şöyle demektedir: Ey işiten ve işittiğini iyi muhafaza eden iki kulağın sahibi..
Hz. Peygamber (s.a) nezih/temiz bir şakaya karşılık verir ve onu reddetmezdi. Hatta böyle bir şaka onun sıkıntısını dağıtır, öfkesini dindirir ve neşelendirirdi.
Bir gün, fazlasıyla üzüntülüydü. Bu yüzden yüzünün şekli bile değişmişti. Böyle bir halde ashabı arasında otururken ona doğru bir bedevi yöneldi. Kendisine bir şey sormak istiyordu. Onu engellemek için dediler ki: "Yapma, biz onu iyi durumda görmüyoruz."
Bedevide şakacılık ruhu vardı. Dedi ki: "Bırakın beni! Onu peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki onu güldürmeden bırakmayacağım."
Sonra Hz. Peygamber'e (s.a) döndü ve ona şöyle sordu: "Ey Allah'ın Rasûlü! Duydum ki Deccal, insanlar açlıktan kırılıp giderken tirit yemeği getirecekmiş. Anam babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Ne dersin. Deccal'in tiridinden uzak durup zayıf ve bitkin mi düşeyim, yoksa onun tiridinden karnımı doyurayım mı?! Ben Allah'a inanıyor ve Deccal'i de inkar ediyorum."
Hz. Peygamber (s.a) mübarek dişleri görününceye kadar güldü ve bedeviye şöyle dedi: "Hayır, Allah, müminleri (Deccal'e) muhtaç olmaktan hangi şeyle kurtarmışsa seni de onunla kurtaracaktır."
Rasûlullah (s.a) şaka ve latife yoluyla kendisini neşelendiren ve sevindiren kimsenin durumunu takdir ederdi. Süveyda isimli bir kadın vardı. Zaman zaman Hz. Aişe'nin yanma gelir ve onunla şakalaşır gü-
lüşürdü. Hz. Peygamber de onlarla beraber gülerdi. Sonra bu kadın bir müddet gelmez oldu. Hz. Peygamber onun niçin gelmediğini merak ederek dedi ki: "Ya Aişe Süveyda'ya ne oldu?"
Hz. Aişe: "O hastalandı, ya Rasûlullah" dedi.
Hz. Peygamber kadını ziyarete gitti ve onu ölüm döşeğinde buldu. Ailesine dedi ki: "Öldüğü zaman bana haber verin!"
Kadın vefat edince Hz. Peygamber'e bildirdiler. Hz. Peygamber (s.a) koşarak geldi, cenazesinde bulundu ve namazını kıldırdı. Onun için dua etti ve şöyle dedi: "Allahım! Bu kulun gülmeyi severdi, orada da güldür, ya rabbi!"
Hz. Peygamber (s.a) mubah eğlence ve temiz şakalardan bile korkup onların günah olduğu zanmna kapılan bir kimsenin gönlündeki şüpheyi gidermeye çalışırdı.
İşte Hanzala... Hz. Peygamber'in meclisinde bulunan bir sahabi.. Hz. Peygamber'in meclislerinden çok etkilenir. Sonra ailesinin yanına döner ve onlarla şakalaşır oynaşır. Sonra Rasûlullah'ın huzurundaki haliyle ailesiyle beraber olduğu halin arasındaki fark dikkatini çeker. Korku ve panik içinde Rasûlullah'ın huzuruna döner ve şöyle der: "Hanzala münafık oldu ya Rasûlullah! Senin huzurunda idim. Sen bize öğüt verdin. Kalplerimiz titredi, gözlerimiz yaşardı. Sonra ben ailemin yanına döndüm. Dünyayı konuşmaya başladım, senin huzurunda bulunduğum hali unu tu verdim."
Hz. Peygamber (s.a) onun gönlünü hoş edecek bir tavırla şöyle buyurdu: "Ey Hanzala! Şayet siz devamlı benim huzurumda bulunduğunuz hal üzere kalsaydınız o zaman yollarda meleklerle tokalaşırdı-nız. Fakat ey Hanzala orada öyle, burada böyle olacaksınız."
Hz. Peygamber'in (s.a) ashabı şaka ve latifeden nasiplerini en iyi ve en akıllı bir şekilde alırdı. İbn Ebi'l-Hadid, Şerhu Nehc'ül-Belağa isimli kitabında bu konuda şunları söyler:
Allah hepsinden razı olsun, sahabenin büyüklerinden rivayet edildiğine göre onlar birbiriyle şakalaşırlar ve karşılıklı şiirler okurlardı. Dini konulara daldıkları zaman da bakışları değişir/ciddileşir ve başka bir atmosfere girerlerdi.
Nehai'ye "Rasûlullah'ın (s.a) ashabı güler ve şaka yapar mıydı?" diye soruldu.
O, bu soruya şöyle cevab verdi: "Evet. Onların kalplerindeki iman, sarsılmaz dağlar gibidir."
Onlar mertlik yapılacak yerde merttiler, şaka ve latife yapılacak yerde de son derece zarif ve nüktedandılar. Onlar kuvvetli bir şahsiyetle kibarlığı, hoşgörü ve sadeliği en güzel şekilde birleştirmişlerdi.
Müslim'in Sahihinde rivayet ettiğine göre onlar cahiliye dönemindeki günlerini konuşur ve gülüşürlerdi. Hz. Peygamber (s.a) de tebessüm ederdi.
Nihayet onlardan sert ve katı bir mizaca sahip olan birisi çıktı ve şaka ve eğlenceye ihtiyaç olmadığını söyledi.
Bu kişi, mizah konusunda katı bir görüşe sahib olan Ömer ibn el-Hattab (r.a)dır. O, etrafındakilere şöyle dedi:
- Şakaya niçin mizah adı verildi, biliyormusunuz?
- Hayır, dediler.
- İnsanı haktan uzaklaştırdığı için.
Hz. Ömer yine ihtiyatlı ve tutucu bir anlayışla şöyle der: "Kim çok gülerse heybeti azalır. Kim çok mizah yaparsa kendisini küçük düşürür. Kim çok konuşursa çok hata eder. Kim çok hata ederse hayası/utanma duygusu azalır. Kimin utanma duygusu azalırsa onun kalbi ölür."
Bununla beraber Hz. Ömer de tatlı ve yumuşak şakaları hoş karşılamış ve onlara karşı sert tavır takınmamıştır. Kendisi de şiir okumuş neşelenip coşmuştur. Bir defasıda Abdurrahman ibn Avf Hz. Ömer'in yanına girdiğinde onu ayak ayak üstüne atmış ve uzanmış bir vaziyette görmüştür. Bu esnada şu şiiri okumaktadır:
Ben nasıl otururum Medine'de
Cemil ibn Muhammer amacına ulaştıktan sonra
Abdurrahman ibn Avf yanına oturunca Hz. Ömer ona şöyle der: "Ya Eba Muhammedi Biz de kendi başımıza kaldığımızda insanların söylediğini söyledik."
Hz. Ömer, Ali ibn Ebi Tâlib'i (r.a) "O şakacı bir kimsedir" diye tanımlardı. Amr ibn el-Âs da Hz. Ali için "O şakacı bir kimsedir" derdi.
İbn Ebi'l Hadid Şerhu Nehcii'l-Belağa'da Hz. Ömer'in Hz. Ali hakkındaki görüşüyle ilgili bir yorumunda bunun Hz. Ali'nin değerini düşürmeyeceğini söyler. İbn Ebi'l-Hadid şöyle der:
Hz. Ömer kendisi sert tabiatlı ve çatık kaşlı bir kimse olduğu için bunun bir fazilet, aksinin de bir noksanlık olduğunu zannederdi. Eğer onun yapısında güleryüzlülük ve yumuşak huyluluk olsaydı o zaman da bunun bir fazilet, aksinin de bir noksanlık olacağını zannedecekti. Faraza onun huyu Ali'de, Ali'nin huyu da onda olsaydı o zaman da Hz. Ali hakkında şöyle diyecekti: "Keşke onda bu huysuzluk ve terslik olmasaydı".
Hz. Ömer'in söylediklerinde ayıplanacak bir durum yoktur ve o Hz. Ali'yi küçük görmeyi ve tenkit etmeyi de murat etmiş değildir. Fakat o, halifelik makamı için ancak otoriter ve sert mizaçlı bir kimsenin uygun olacağını zannederek Hz. Ali'nin yapısına/mizacına dikkat çekmiştir.
İbn Ebi'l-Hadid, mizah konusunda ve Önceki şahsiyetlerin şaka ve latifeleri konusunda sözü fazlasıyla uzattıktan sonra Hz. Ali'nin şakacı ve latifeci olmadığını isbata çalışır ve şöyle der:
Mü'minlerin emiri Hz. Ali'ye (a.s) gelince siyer ve hadis kitaplarında dost-düşman hiç bir Allah'ın kulu, ne söz olarak ne de fiil olarak bu konuda ondan hiçbir şey rivayet etmemiştir. Ondan daha ciddi ve ondan daha vakar sahibi başka kimse yoktur. O, asla şaka yapmamış ve oyun oynamamıştır. Gizli olsun, açık olsun hakkı, hakikati ve dini onun kadar bilen kimse de yoktur. Nasıl şakacı olsun ki, o şu meşhur sözün sahibidir: "Mizah yapan hiçbir kimse yoktur ki mizah yaparken aklından birşeyler gitmiş olmasın."
Fakat o, yumuşak huylu, güler yüzlü, güzel sözlü ve sempatik bir karakterde yaratılmıştır. Bunlar onun faziletlerindendir.
İbn Ebi'l-Hadid böyle söylüyor. Onun son paragrafta söyledikleri bizim için yeterlidir. Bundan anlıyoruz ki Hz. Ali neşeli ve güleryüzlü olmanın karşısında değildir, cana yakın ve sempatik bir kişiliğe sahiptir.
Hz. Peygamber'in (s.a) ashabının içerisinde şaka ve latifede diğerlerinden daha fazla temayüz eden kimseler de vardır. Bunların başında tabiri caizse Hz. Peygamber'i güldüren kişi lakabına müstehak olan bir kişi vardı. Bu şahabının adı Nuayman'dır (Nuayman ibn Amr ibn Ru-fâati'l-Ensari). O -insaflı olmak gerekirse- bu konuda kendisinden uzun uzun söz edilmeyi haketmiş bir kimsedir.
Nuayman sadece şakacı ve latifeci bir kişi değildir. O aynı zamanda bir mücahittir. İkinci Akabe biatında, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunmuştur. İbn Abdilber el-İstiâb isimli kitabında ondan şöyle söz eder:
Nuayman, şakacı bir kimse olmasına rağmen aynı zamanda sa-lih/iyi bir insandır.
Bununla beraber en-Nevevî Tehzib'ul-Esma ve'l-Luğât isimli kitabında Nuayman'ın çok şakacı bir kimse olduğunu, yaptığı esprilerle Hz. Peygamber'i güldürdüğünü, bunun pek çok örneğinin olduğunu, hatta rivayete göre Hz. Peygamber'in (s.a) onun hakkında "O gülerek cennete gidecek" dediğini söyler.
Nuayman'ın ilginç nüktelerinden birisi şudur:
Medine'ye yeni bir yiyecek veya meyve geldiği zaman, ondan satın alır ve Rasûlullah'a götürerek "Bunu sana hediye ediyorum" derdi. Satıcı parayı almaya geldiği zaman adamı Hz. Peygamber'in yanına götürür ve şöyle derdi:
— Bu adamın malının parasını ver!
— Sen onu bana hediye etmemiş miydin?
— Ne yapayım, param yoktu, senin de bundan yemeni arzu ettim.
Bunun üzerine Rasûlullah güler ve satıcının parasını öderdi.
Biz öyle geliyor ki —yine de işin hakikatini Allah bilir- Nuayman'ın maksadı burada sadece latife yapmak değildir. Burada o bir kaç tane maksadı birlikte gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber'e (s.a) olan sevgisini ifade etmiş, Hz. Peygamber'in dünya zevklerinden nasibini almadığı endişesiyle diğer insanların yediği şeyleri ona tattırmak için kurnazlık yapmış ve son olarak da şaka ve latife yaparak Rasûrullah'ın (s.a) gönlüne girmek istemiştir.
Nuayman'ın şakalarından bazıları şunlardır: Hz. Peygamber'le (s.a) görüşmek üzere bir bedevi gelir. Bedevi, devesini Hz. Peygamber'in avlusuna çoktürür. Sonra onunla görüşmek için içeri girer. Bazı sahabiler bedevinin devesini işaret ederek Nuayman'a derler ki: "Bu deveyi sen kesersen biz de yeriz. Çünkü biz eti çok özledik."
Nuayman kabul eder ve onların teşvik ettiği şeyi yapar.
Bedevi dışarı çıkınca devesinin boğazlanmış olduğunu görür ve: "Ey Muhammed devem boğazlanmış" diye çığlık atar.
Hz. Peygamber dışarı çıkar ve olayı görür.
"Bunu kim yaptı?" diye sorar. "Nuayman yaptı" derler.
Hz. Peygamber (s.a) Nuyaman'ı aramaya başlar. Dıbağa bintu ez-Zübeyir'in evinde onu gizlenmiş olarak bulur.
Onu gizlediği yerden çıkarır ve sorar:
- Seni bu işe kim teşvik etti?
- Seni buraya getirenler bunu bana emrettiler ya Rasûlullah!
Hz. Peygamber onun yüzüne toprak sürmeye başlar, o da bu esnada gülmektedir.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) devenin bedelini sahibine öder.
İşte pek çok insanın dayanamayacağı ve sabredemeyeceği bir şaka. Fakat Nuayman, Rasûl-i Ekrem'in (s.a) cömertliğine güvenmektedir.
Nuayman bazen şakanın dozunu kaçırır:
Mahreme ibn Nevfel yaşlanıp yüz yaşını aşmıştır. Gözleri görmemektedir. Abdest bozmak için Mescid'in içinde ayağa kalkar. İnsanlar bağırırlar: "Burası mescid, mescid!" Nuayman elinden tutar, onu biraz uzaklaştırır sonra Mescid'in başka bir köşesine oturtur ve ona "Buraya abdestini boz!" der.
İnsanlar Mahreme'ye bağırırlar. Mahreme: "Yazıklar olsun, kim getirdi beni buraya?" der. "Nuayman" derler. Mahreme der ki: "Vallahi onu bir yakalarsam şu asam ile vurabildiğim kadar vuracağım."
Nuayman bu durumu bilmektedir. Bir müddet bekler. Sonra bir gün mescid'de Mahreme'ye doğru yönelir. O esnada halife Hz. Osman mescidde namaz kılmaktadır. Mahreme'ye der ki: "Nuayman'ı ister misin?" Mahreme: "Evet" der. Nuayman onun elinden tutar, Hz. Osman'ın yanına götürür ve ona "Önünde duran kişi Nuayman'dır" der. Mahreme asasını kaldırır ve Hz. Osman'a vurmaya başlar. İnsanlar hemen bağırırlar: "Ne yapıyorsun, müminlerin emirine vuruyorsun!" Hz. Osman'ın adamları buna çok kızar ve Nuayman'ı cezalandırmak isterler. Fakat Hz. Osman engel olur ve der ki: "Yapmayın, o, Bedir gazisidir."
Allah seni affetsin ya Nuayman! Sen şakalarınla Hz. Osman gibi bir adama bile eziyet ettin.
Nuayman'ın yaptığı şakalardan birisi de şu idi: O bazı bölgelerdeki insanlara gider, onlara gelecekten haber verir ve gülerek onlara falcılık yapardı. Onlar da bunun karşılığında kendisine süt ve yiyecek verirlerdi. O kendisine bu yolla gelen şeylerden bazılarını arkadaşlarına hediye ederdi. Bu şekilde hediye verdiği kimselerden birisi de Hz. Ebubekir (r.a) idi. Hz. Ebubekir bunu öğrendiği zaman Nuayman'ın hediye ettiği şeyin bir kısmını yemiş bulunuyordu. Bunun üzerine şöyle dedi: "Bana öyle geliyor ki ben bugün Nuayman'ın kahinlikten kazandığı şeyi yemişim." Hz. Ebubekir kusarak yediklerini dışarı çıkarttı.
Allah seni bağışlasın ey Nuayman! Sen Ebubekir es-Sıddîk'i (r.a) üzdün. Çünkü o yiyeceğine çok dikkat ederdi, helâl olduğunu ve temiz bir kaynaktan geldiğini kesin olarak bilmediği şeyi yemezdi.
Fakat biz sana ne yapabiliriz ki ya Nuayman? Sen ki yine bir günah işlemiş de sahabilerden birisi senin için: "Allah sana lanet etsin" demişti, Rasûl-i Ekrem de (s.a) ona şöyle demişti: "Böyle deme, çünkü o Allah ve Rasûlünü çok sever." Allah seni bağışlasın.
Nuayman'ın arkadaşı Suveybit ibn Harmele ile aralarında geçen bir hikaye meşhurdur. Suveybit ibn Harmele ibn Mâlik el-Kureşi faziletli bir sahabi idi. Habeşistan'a hicret etmiş, Bedir savaşında bulunmuştu. Rivayet olunduğuna göre Nuayman ve Suveybit Hz. Ebubekir ile birlikte (ticaret için) Busra'ya giderler. Azığın sorumlusu Suvey-bit'tir. Nuayman gelir ve ona der ki:
- Haydi bana biraz yiyecek ver.
- Ebubekir gelsin de öyle... Nuayman buna bozulur ve şöyle der:
- Ben seni mutlaka kızdıracağım.
Nihayet Nuayman ticaret erbabı bazı insanların yanma gider ve derki:
- Benim bir kölem vardır, satın almak ister misiniz?
- Evet.
- Ama o çok konuşan bir köledir. Size kendisinin köle olmadığını, benim amcasının oğlu olduğumu söyleyecektir. Size böyle birşey söylediği zaman, ona aldırmayın.
- Merak etme, biz onu satın alacağız ve onun sözüne bakmayacağız.
Adamlar on deve karşılığında onu kendisinden satın alırlar. Sonra teslim almak için gelirler. Fakat Suveybit onlara direnir. Adamlar aldırış etmezler, boynuna bir sarık bezi geçirir ve bağlarlar, Suveybit bağırarak şöyle der:
- Bu adam sizinle alay ediyor. Ben hürüm, köle değilim.
- Biz senin durumunu Öğrendik!
Suveybit neredeyse mahvolacaktır. Bu esnada Hz. Ebubekir çıkagelir, durumu öğrenir. Hemen onların arkasından koşup develerini geri verir ve Suveybit'i kurtarır.
Sonra Peygamber'e (s.a) geldiklerinde bu olayı anlatırlar.
İbn Abdilber'in el-Istîâb'ta ifade ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) bir sene, hatta daha fazla bu olayı hatırladıkça gülerdi.
Yukarıdaki rivayet bize başka bir olayı hatırlatıyor: Hz. Peygamber (s.a) bir gün pazara girmişti. Pazarda arkadaşlarından birisini gördü. Gördüğü kişi Züheyr'di. Habersizce arkasından yaklaştı ve onu kucakladı. Latife ederek dedi ki:
Bu köleyi kim satın alır?
- Bu köle para etmez ya Rasûlullah!
- Fakat Allah katında kıymetlidir.
Hz. Peygamberin şakası bir gerçeği, bir doğruyu ifade etmektedir. Çünkü Züheyr, Allah'ın kullarından birisidir.
Nuayman'a Allah rahmet etsin, İbn Abdilber onun hakkında şöyle der: .
Nuayman en kıdemli ve en büyük sahabilerden birisidir. Fazlasıyla şakacıdır. Onun şakacılığına dair ilginç haberler vardır.
Dindarlığı, ilmi, fıkhı ve şakayı en güzel şekilde birleştiren başka bir sahabi daha vardır. Adı, Zeyd ibn Sabit ibn Dahhak'tir. Zeyd pek çok savaşta bulunmuş ve Tebük savaşında Neccaroğullannın sancağını taşımıştır. Sancağı daha önce Ammara ibn Hazm taşıyordu, Hz. Peygamber sancağı ondan alarak bir Kur'an hafızı olan Zeyd'e vermişti. Bunun üzerine Ammara: "Benim hakkımda sana bir şey mi ulaştı ya Rasûlullah?" diye sorunca Hz. Peygamber: "Hayır, fakat Kur'an'ın Öncelik hakkı vardır" buyurmuştu.
Zeyd, Hz. Peygamber'e gelen vahiyleri yazardı. Bilgin sahabiler-dendi. Sahabe ve tabiilerden pek çok kişi kendisinden rivayette bulunmuştur. Hz. Ebubekir'in zamanında Kur'an'ı cemetmişti. Hz. Ebubekir
ona şöyle demişti: "Sen akıllı bir gençsin. Seni hiçbir şekilde itham edemeyiz".
Hz. Peygamber ona şöyle buyurmuştu:
Yahudilerin yazısını öğren. Çünkü ben onların benim yazımı yazmalarına güvenmiyorum.
Rivayet edildiğine göre İbn Abbas, Zeyd'i bir hayvana binmişken görmüş ve hayvanın üzengisine yapışmıştı. Zeyd ona: "Bırak ey Rasû-lullah'ın amcazadesi!" demişti. İbn Abbas ona: "Hayır, biz büyüklere ve âlimlere bu saygıyı gösteririz" diye cevap vermişti.
Rivayet edildiğine göre Zeyd ibn Sabit, Medine'de kaza/yargı, fetva, kıraat ve feraiz konularında en önde gelen kişi idi. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştu:
İçinizde feraizi en iyi bilen Zeyd'dir. Feraiz, İslâm miras hukukudur.
Onun, ilimde yüksek bir payenin sahibi olduğu rivayet edilir. Hicri kırkbeş yılında vefat ettiği zaman Ebu Hureyre onun hakkında şöyle demiştir: "Bugün bu ümmetin büyük bir âlimi vefat etmiştir."
Zeyd böyle bir tarihin ve böyle bir konumun sahibidir. İbn Ebi'l-Hadid Şerhti Nchcü'l-Beiağa isimli eserinde onun hakkında şöyle der: "Zeyd ibn Sabit evinde iken insanların en şakacısı ve açık sözlüsü idi."
O, ciddiyet ile şakayı en güzel şekilde birarada bulundururdu. Hatta Sabit b. Ubeyd onun hakkında der ki: "Evinde onun kadar şakacı, meclisinde de onun kadar vekar sahibi/ağırbaşlı kimse görmedim."
Bu büyük şahsiyetlerin yaptıkları şakaların hiçbir zaman onları haram ve günaha sevketmediğini gözonünde bulundurmamız ve bundan ibret almamız gerekir. Mesela Hz. Peygamber'in süvarilerinden olup Bedir ve başka savaşlara katılan Havat ibn Cubeyr ibn Numan el-Ensari bir seferinde Mekke'ye bir konak mesafede bulunan Mürrü'z-Zahran isimli yerde Rasülullah'la birlikte bulunmaktadır. Çadırından dışarı çıkar ve kendi aralarında sohbet eden kadınlar görür. Onlar ho-
şuna gider. Çadırına gidip güzel bir elbise giyerek gelir ve kadınlarla birlikte oturur.
Bir müddet sonra Hz. Peygamber (s.a) çadırından dışarı çıkınca Havat onu görür ve utanır. Sanki özür diler gibi kadınların yanında niçin oturduğunu izah maksadıyla Hz. Peygamber'e şöyle der: "Ya Rasûlullah! Devem kaçmıştı da onu yakalamak için bunlara bağ ördürüyorum."
Rasûlullah (s.a) dönüp gider. Aradan bir müddet geçtikten sonra Hz. Peygamber (s.a) Havat ile karşılaşır. Ona şaka yollu sorar: "Ya Ebâ Abdillah! Kaçan deveyi ne yaptın?" Bir başka sefer yine sorar: "Ya Ebâ Abdillah! O deveyi ne yaptın?"
Aradan bir müddet geçmiştir. Havat, mescidde namaz kılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a) de mescide girer. Havat, Hz. Peygamber'in mescitten uzaklaşması için kasıtlı olarak namazım uzatır. Hz. Peygamber der ki: "Ya Ebâ Abdillah! İstediğin kadar uzat. Sen ayrılmadan, ben de ayrılmayacağım."
Havat içinden kendi kendine şöyle der: "Vallahi Rasûlullah'tan özür dilemeliyim ve onun benim hakkımdaki kanaatlerini düzeltmeliyim."
Namazı bitirince Hz. Peygamber (s.a) ona şaka yollu der ki:
- Esselamü aleyke ya Ebâ Abdillah! Şu kaçak deve ne yapmıştı?
- Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, müslüman olduğumdan beri bu deve bir daha kaçmadı!
- Allah sana rahmet etsin.
Rasûlullah bu duasını üç defa tekrar eder ve bir daha bu konuya dönmez.
Havat, "Müslüman olduğumdan beri bu deve bir daha kaçmadı" derken artık bir daha doğru yoldan sapmadığını söylemek istemiştir.
Allah onların hepsinden razı olsun.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bunlar, Hz. Peygamber (s.a) ve sahabenin mizah anlayışından bazı kesitlerdir.
Bu anlatılanlar, belirli bir zaman kesitinde cereyan eden olaylardan bazılarıdır. Bununla beraber o dönemdeki bu tür olayların hepsi ele alınmış değildir. İslâm tarihindeki mizah örnekleri anlatılmış olsaydı şüphesiz bu çok uzun sürerdi. [91]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) Şam'a ilk defa yolculuk yaptığında kaç yaşında idi ve beraberinde kim vardı?
Cevap: Siyer kitaplarının rivayetine göre Hz. Peygamber'in (s.a) amcası Ebû Talib Şam'a bir ticaret seferi düzenlemeye karar verdi. Rasûlullah (s.a) de amcasıyla birlikte yolculuk yapmak istedi. Ebu Talib yeğenini çok fazla severdi ve şöyle derdi: "Vallahi ne o benden, ne de ben ondan asla ayrılmayız." Râvilerin bildirdiğine göre Hz. Peygamber o esnada dokuz yaşında idi. Tercih edilen görüş budur. Bir görüşe göre de on iki yaşını, iki ay on gün geçmişti.
Şam'a yapmış olduğu yolculukta râvilerin dediklerine göre Şam topraklarında Busra denilen yerde rahip Bahira'yı gördü. Amcası Ebû Talib onu salimen Mekke'ye getirdi. [92]
Soru: Hz. Peygamber'in doğumunu anıyoruz. Sürekli tekrarlanan bu anma törenleri münasebetiyle bir müslümanın zihninde hangi düşünceler canlanır?
Cevap: Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a) doğduğu gün, bu yetim ve fakir çocuğun gelecekte insanlığı ıslah edeceğini ve kainatın efendisi olacağım kim tahmin edebilirdi?
Hz. Muhammed (s.a) de her doğan çocuk gibi ağlayarak dünyaya geldi. Onu dünyaya getiren kadın mal ve mevki yönünden diğer kadın-
lardan daha farklı birisi değildi. Başlangıcından itibaren Allah'ın takdiri ve gözetimiyle kuşatılmış olan yüce Peygamber'in doğumunu allayıp pullamaya ve süsleyip püslemeye ihtiyaç yoktur. Nice doğumlar vardır ki onun vukuunu müjdeciler ilan eder, onun için kurbanlar kesilir, toplar atılır, törenler düzenlenir ve daha pek çok beşeri saygı vasıtalarına başvurulur. Bütün bunlara rağmen ve bütün bunlardan sonra gerçekte ve Allah katında hiçbir değer ifade etmeyen basit bir şey olarak kalır.
Nice çocuklar vardır ki insanlar uykuda iken veya hayatın meşgu-liyetleriyle boğuşurken, davulsuz, zurnasız, ilansız veya törensiz dünyaya geliverirler. Bu çocuğun doğumundan dünyadakilerin haberi olmasa bile gökler mutluluk duyar ve yüce ufuklardaki melekler sevinir. Yeryüzündeki güneş ve yıldızların ışıklan coşar, taşar. Kainattaki gerçekler, varlık alemindeki sırlar onun sayesinde ortaya çıkar. Hazırlanan bu gerçekler, bir müddet sonra onun tarafından saf ve temiz kaynağından bardak bardak/ayet ayet insanlara sunulur..
Buna dair vereceğimiz en güzel misal, -hatta bu misali Allah vermiştir- efendimiz Muhammed Mustafa'dır (s.a).
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a) gönüllerde din duygusunu yeşertmek ve yeryüzünde (yeni bir) toplum kurmak için gelmiştir. Bu, dinde bilinmesi zaruri olan bir gerçektir. Bu konuda tereddüt eden kimse cahillik etmiş olur. Bunu inkar eden kimse müslüman değildir. Hz. Muhammed'in gönüllerde yeşerttiği din, tevhid ve temizlik dinidir, kardeşlik ve insanlıktır, düzgün bir karakter ve güzel bir ahlaktır, maddi şeyleri değil, ruhi şeyleri ön planda tutan, menfaat bağını değil gönül bağını tercih eden ve hayatta bütün gayretini ortaya koyup sonra herşeyiyle Allah'a teslim olan, geceleyin bir rahip/abit vasfına, gündüz ise bir süvari azmine bürünen temiz bir ruhtur.
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a) her yerde şeytanla mücadele etmek için gelmiştir. Şeytan, sadece büyük tağut İblisten ibaret değildir. Bilakis şeytan, varlık alemindeki hertürlü kötülükle kendisini ifade eder. Şeytan bazen tapıcısmı sapıklık ve putperestliğe teşvik eden bir put olarak ortaya çıkar, sahibini kendisine esir eder, bu sebeple aklı ona hizmet etmez, rabbine ve kendisine güvenmez. Bazen mal biriktirmek
şeklinde kendisini gösterir ve mal biriktirmek peşinde koşanı Allah'a değil, paraya tapar hale getirir. Bazen kişiyi şerefli ve namuslu bir insan olmaktan uzaklaştıran günahkar bir kadın şeklinde kendini gösterir. Bazen kişinin ahlakını bozan hain ve fasık bir arkadaş şeklinde kendini gösterir. Bazen aldatıcı bir makam ve mevki olarak ortaya çıkar, aklını çelip peşine takarak kişinin itibarını yerlerde süründürür. Veya bunların dışındaki diğer kötülükler şeklinde kendisini ifade eder. İşte İslâm Peygamber'i (s.a) bu şeytanların hepsiyle mücadele etmiştir.
Hz. Peygamber ibadet/kulluk alanındaki şeytanla mücadele etmiş ve insanları çok sayıdaki ilahlara değil tek bir ilaha kulluğa davet etmiştir. Onları putperestlik ve şirkin bayağılığından tevhidin saflığına yükseltmiştir. Kuruntu ve hurafeler meydanındaki şeytanla mücadele etmiş, taşlarla, kum ve putlarla falcılık, kahinlik yapılmasına ve uğursuzluk inancına karşı savaş açmış, cehalet ve körlük şeytanının gaflet içindeki gönüllerde canlandırıp onları batıl ve yalanlara kul ettikleri hurafelerle mücadele etmiştir. Bu konuda yaptığı en Önemli iş akla değer vermesi ve onun şanını yüceltmesidir. Bize nakledildiğine göre o şöyle demiştir:
Aklını çok çalıştır ki Allah'a olan yakınlığın artsın.
İnsanın akıl gibi yüksek bir kazancı olamaz. Akıl, sahibini hidayete/iyiliğe, doğruluğa ulaştırır, fenalıktan alıkoyar. Aklı olgunlaş-madıkça kişinin imanı tam olmaz, dini de düzgün olmaz
Akıl, kalpte bir nurdur, onunla hak ve batılı birbirinden ayırır.
Hz. Peygamber şehvet ve lezzetler meydanındaki şeytan ile de savaştı. Ümmetine yiyecek ve içeceğinde nasıl dengeli olacağını, bayağı/süfli arzularından nasıl vazgeçebileceklerini, nefs ve bedenin aşın isteklerine nasıl gem vuracaklarını öğretti. Böylece onlar sanki insanlar arasında sakin sakin dolaşan melekler gibi olacaklar, kalpleri Allah korkusuyla dolacak, bu korku ve saygı onları nefsani arzu ve heveslerin esiri olmaktan kurtaracaktır.
Gerçek müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekatı verirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu cariyeler hariç. Bunlarla ilişkilerinden dola-yı kınanmış değillerdir. Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar haddi aşan kimselerdir. Yine onlar ki emanet ve ahitlerine riayet ederler. Ve onlar ki namazlarına devam ederler. İşte asıl bunlar varis olacaklardır. Firdevse varis olan bu kimseler, orada ebedi kalıcıdırlar. (Mü'minûn/1-11)
Hz. Peygamber mal ve ekonomi alanındaki şeytanla da savaşmıştır. Bu alan, uzun uzun konuşulacak bir alandır. Burada kısaca da olsa bu konunun üzerinde durmak gerekir.
Bir toplumda bir tarafta sefalet içerisinde fakirler diğer tarafta aşırı zenginler bulunduğu zaman o millet büyük bir mutsuzluk ve huzursuzluğa maruz kalır. Bir toplumun istikrar bulması ve toplum fertleri arasındaki sevgi ve şefkat ruhunun hakim olması için asgari bir geçinme düzeyinin bulunması, zenginlerinin lüks ve israflanyla bu düzeyin çok çok üstünde olmaması, fakirlerinin de açlık ve mahrumi-yetleriyle bu düzeyin çok çok altında olmaması gerekir. Biz bununla mutlak bir eşitliği veya totaliter olmayan bir kominizmi sınıflar arasındaki yakınlaşmayı ve dengeyi kastediyoruz. İslâm Peygamberinin yaptığı da budur.
O fakirliği lanetleyip onun şeytanlarına savaş açtığı gibi israfı da lanetlemiş, onun şeytanlarıyla da savaşmıştır. O gelip ümmetin içinde zengini de fakiri de görmüştür. Bu sebeple iyilik yapmayı ve sadakayı teşvik etmiş ve ümmetine rabbinin şu ayetini okumuştur:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! Bu paralar cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtları dağlanacağı gün onlara denilir ki: "İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin azabını tadın!" (Tevbe/34-35)
Hz. Peygamber insanlara yardım etmeyi teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
Kul, kardeşinin yardımında bulunduğu müddetçe Allah da o kulun yardımmdadır.
Sadaka emri isteğe bırakılmamış, bilakis zekat vermek bir farz/mecburiyet haline getirilmiş, bu farzı inkar eden kimse kafir sayılmış ve vermeyenlerle de savaşümıştır.
Mallarında isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışsa belli bir hak tanıyanlar.. (Meâric/24-25)
Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin, Devşirilip toplandığı gün de hakkını verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. (En*am/141)
Bütün bunlarla beraber Hz. Peygamber'in bazı ekonomik uygulamalarında aşırı zenginlik ve küfre düşürücü fakirlik sebebiyle sosyal ilişkilerin bozulmaması için sınıflan birbirine yaklaştırma yolunda basiretli adımlar attığını görürüz... Medine'ye hicretinin akabinde Medi-neli Ensar'ın kendilerine ait yurtlarının, akarlarının, mallarının ve düzenli geçim vasıtalarının bulunuduğunu dolayısıyla onların bir zenginlik, rahatlık ve gıpta edilecek maddi bir istikrar içinde olduklarını görmüştür. Muhacirler ise, yurt ve mallanndan çıkartılmış ve daha önceki geçim vasıtalarını kaybetmiş bir topluluktur. Onlar her ne kadar Ensar kardeşlerinden yardım ve destek görmüşlerse de onların seviyesine yaklaşabilmeleri için maddi durumlarının düzeltilmesine ihtiyaç vardır. Rasûlullah (s.a) yaptığı pratik ve başarılı uygulamalarla bunu gerçekleştirmiştir.
Hz. Peygamber'in hayatını anlatan siyer kaynakları bize şunları söylemektedir: Nadiroğullarından elde edilen mallar tamamen Hz. Peygamber'e aitti (yani devletindi). Çünkü orası silah kullanılarak değil, barış yoluyla fethedilmişti. Hz.Peygamber bu malları muhacirler arasında taksim etti ve ihtiyaç sahibi iki kişinin dışında Ensar'a hiçbir şey vermedi.
Evet, bu malları muhacirler arasında taksim etti. Ensar'a hiçbir şey vermedi. Bunun sebebi Ensar'ı küçük görmesi değildi. Bilakis onlar zengin olduğu, muhacirler de fakir olduğu için böyle bir uygulama
yapmıştı. Rasûlullah (s.a), bu iki toplum Allah'ın nimeti/İslâm dini sayesinde nasıl kardeş olup kalpleri birbirine yaklaşmışsa, ekonomik durumlarını da yaklaştırmak istiyordu. Bunun içindir ki Ensar'dan fakir ve muhtaç iki kişiye de elde edilen mallardan pay ayırmıştı. Eğer zengin olmuş olsalardı onlara da bir şey vermezdi.
Hz. Muhammed (s.a) lanetli fakirlikle savaşmıştır. Her insanın hayatını ve geçimini onurlu ve saygın bir düzeye getirmek için çalışmış, muhtaçlara hazineden belirli bir yardım yapmış ve ümmetinin yiyeceğe muhtaç olmayan saygın kişiler olarak yaşamalarının imkanını hazırlamıştır. Daima kendisi en güzel örnek olmaya çalışmış, başkaları istirahat ederken o yorulmuş, başkaları tok iken kendisi açlığa katlanmış, ümmetinin diğer fertlerine sağladığı imkânların pek çoğundan kendi nefsini mahrum bırakmıştır. Civarındaki evlerde yemek pişirmek için ateş yakılırken Muhammed'in evinde aylarca tencere kaynamamış ve bunun için duman tütmemiştir. Bazı dağların kendisi için altın ve gümüş haline getirilmesi rabbi tarafından teklif edildiği halde o kabul etmemiş, bazen rabbinden istemeyi, bazen tok kalmayı ve rabbine ham-detmeyi tercih etmiştir. Kayser ve kisralar gibi azgınca bir hayat yaşamayı değil, bir kul olarak yaşamayı tercih etmiştir. Hayatında devamlı şu duayı tekrarlamıştır:
Allahım! Beni yoksul olarak dirilt ve yoksul olarak vefat ettir ve beni yoksullar zümresi içinde hasret.
Hz. Muhammed bütün bunları kendi hayatını önemsemediği veya başkalarına da bunu önerdiği için yapmadı. Fakat o, ilk önder ve ilk yöneticidir. İyi insanların iyilikleri, Allah'a yakın kimselerin günahları mesabesindedir. Hakkında kötü zanlara, saltanat veya menfaat peşinde koşuyor iddialarına meydan vermemek için başkalarına yasaklamadığı şeylerden kendisini mahrum bırakıyordu. Bu sebeple Hz. Muhammed'in kendi ailesine de bu yüksek terbiyeyi verdiğini görüyoruz. Başkaları gibi serbest bir hayat yaşamalarını ve diğer insanların yararlanabileceği herşeyden yararlanmalarını istememiştir. Çünkü herkesin gözü onların üzerindedir ve bakışları onlara takılıdır. Allah Teâlâ onun bu şekilde basit ve sade bir hayat yaşamasını istemiştir. Bu bir züht hayatıdır. Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştur:
Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin himmeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir. (Taha/131)
Allah Teâlâ, Rasûlullah'm hanımlarının da Peygamber'in evine layık yüce bir örnek olmalarını, dolayısıyla mal, mevki ve ziynete göz dikmemelerini istemiştir. Onların Allah katında olan nimetleri istemeleri gerekir. Allah onları -şayet günah işlerlerse- iki kat azabla korkutmuş, sevap işledikleri zaman da iki kat mükafaat vereceğini vaadet-miştir. Açılıp saçılmalarını ve erkeklerle birarada bulunmalarını yasaklamış, farzları eda etmelerini, Allah'ın ayetlerine ve sünnete itaat etmelerini ve boyun eğmelerini emretmiştir.
Yüce önderin hanımlarının diğer hanımlar için en güzel örnek olmaları ve herhangi bir istismar ihtimaline meydan vermemeleri için Allah Teâlâ'nın onlara nasıl bir olgunlaşma ve yükselme yolu çizdiğini görmek için aşağıdaki ayetlere kulak vermek yeterlidir:
Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: "Eğer dünya hayatını ve refahını isityorsanız, gelin sizin boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükafaat hazırlamıştır." Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun azabı iki katma çıkarılır. Bu, Allah'a göre kolaydır. Sizden kim, Allah'a ve Rasûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükafaatım iki kat veririz. Ve ona cennette bol rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; yoksa kalbi bozuk olan kimse kötü şeyler ümit eder; daima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin. Evlerinizde oturun; eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Ey Peygamber'in ev halkı! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmetini hatırlayın. Şüphesiz Allah, herşeyin içyüzünü bilendir ve herşeyden haber alandır. (Ahzab/28-34)
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a) aile fertlerinden herhangi birisinin kendisine yakınlığından veya onunla akrabalığından dolayı kendisini herhangi bir şekilde imtiyazlı görmemesi için çok büyük bir titizlik göstermiştir. Şühhesiz ki Muhammed (s.a) herkes içindir. Mirası, onun ümmetine aittir. Kendisine inanan herkesin dostu ve yakınıdır. Zenci bir mümin, Haşimi bir kafirden daha hayırlıdır. Bu sebepledir ki kızı Fatıma'ya şöyle buyurmuştur:
Ey Fatıma! İyi çalış. Çünkü Allah katında benim sana hiçbir faydam olmayacaktır.
Ailesine de şöyle buyurur:
İnsanlar bana yaptıklarıyla gelmeyecek, siz soyunuz ve nesebizle geleceksiniz, öyle mi? (Hayır!) İyi çalışın! Çünkü Allah katında benim size hiçbir yararım olmayacak.
Bir başka hadisinde de şöyle buyurur:
Dikkat edin! Aileme mensup bazı kişiler kendilerini bana daha yakın görüyorlar. Durum, onların zannettikleri gibi değildir. Benim dostlarım ve bana yakın olanlar, -kim olursa olsun ve nerede olursa olsun- takva sahibi olanlardır. Ben, düzelttiğim şeylerin ev hal-kımca bozulmasına asla izin yermem.
Mısır sultanlarından birisinin Peygamber soyundan gelen bir komutana hitaben gönderdiği şu ültimatom çok hikmetlidir:
Bil ki güzel olan şey, aslında güzeldir; Peygamber'in evinde olursa daha güzeldir. Çirkin olan şey de aslında çirkindir. Peygamber'in evinde işlenirse daha çirkindir. Bize gelen haberlere göre sen emniyeti suistimal etmiş, yüz kızartıcı ve itibar zedeleyici işler yapmışsın. Haddini bil, yoksa dedenin kılıcını senin ağzına sokarız.
Bununla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a) gerçek bir eşitlik kanunu getirmiş, bu konuda sözler ve nazariyeler ortaya koymakla yetinmemiş bunu en güzel ve ideal şekilde uygulamıştır.
Kendisini özgürlüklerin bekçisi ve siyah-beyaz bütün insanların eşit ve kardeş olarak yaşadığı bir ülke olarak vasıflandırmak gibi büyük bir iddianın sahibi olan Amerika Birleşik Devletlerine baktığımız zaman, Amerikalı zencilerin üniversitelerde ve başka alanlarda Amerikalı beyazlarla birarada bulunmaktan mahrum bırakıldıklarını görürüz. Halbuki İslâm Peygamber1! (s.a) gerek Amerikalılara, gerekse sözleriyle uygulamaları birbirini tutmayan benzeri iki yüzlü milletlere, insanlara gösterilmesi gereken saygı noktasında unutamayacakları dersler vermiştir. Çünkü o Habeşli Bilal'ı, Rum kökenli Suheyb'i ve İranlı Sel-man'ı, Ebubekir, Osman, Ali, Muaviye ve Ebu Süfyan gibi Kureyş'in ileri gelenleriyle ve Arablann liderleriyle denk ve kardeş olarak görmüş ve bu hürArablan hiç bir şekilde o köle yabancılardan ayırmamış-tır. Çünkü İslâm her türlü ırkçılığı, şovenizmi, grupçuluğu, soy ve kan ile övünmeyi ortadan kaldırmıştır:
Hepiniz Âdemdensiniz, Adem ise topraktandır.
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanmızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdardır. (Hucurat/13)
Üniversitleri, gazeteleri, dergileri, kulüp ve dernekleri olan uygar ve kalkınmış ABD, zenci bir Amerikalının beyaz kadınlarla evlenmesini bir türlü hazmedemezken, bu evlilik kadının rızasıyla bile olsa ka-n-kocayı birbirinden ayırırken, bu tür evlilikleri bir suç olarak görüp takibata alırken, Hz. Muhammed (s.a) bundan yüzlerce yıl öne bu tür aptalca bir ırkçılığın nasıl ortadan kaldırılacağını insanlığa öğretmiştir.
Hz. Muhammed (s.a) Zeyd ıbn Harise isimli bir köleyi, hür ve saygın bir Arab olan Zeyneb bintu Cahş ile evi en d irmiş tir. Bu Zeyneb, ileride yüce Peygamber'in eşi ve müminlerin annelerinden birisi olma şerefine ermiş bir kadındır.
Hz. Peygamber (s.a) yüce şeriatini ve en güzel davranış biçimini yerleştirip kökleştirmek, hayatı affetme ve bağışlamanın güzelliği üzerine kurmak için gelmiştir. Rabbinin şu ayetlerini kavmine hep okurdu:
Sen onları affet aldırış etme! (Maide/13)
O takva sahiplen ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranış-ta bulunanları sever. (Al-i Imran/134)
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. (Fussilet/34)
Eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için hayırlıdır. (Nahl/126)
Hz. Peygamber (s.a) sadece bu ayetleri tekrar tekrar okumakla iktifa etmemiştir. Eğer öyle olsaydı konuşulan fakat uygulanmayan teorik prensiplerden ibaret kalırdı. Önemli olan bu prensipleri uygulamaktır. Mesela müşriklerden en-Nadr ibn el-Haris isimli bir adam Hz. Peygamber'e karşı küstahça davranır, onu tehdit eder, Kur'an'la alay eder, savaşlara iştirak eder, Hz. Peygamber'in öldürülmesini teşvik eder, değil hepsi, bir tanesi bile idamına sebep olacak büyük suç ve günahlar işler. Sonra Allah'ın dilemesiyle bu lanetli adam esir edilir ve Hz. Peygamber'in emriyle öldürülür. Sonra öldürülen bu müşriğin kız-kardeşi gelir ve kardeşi hakkında bir kaç beyitlik mersiyle söyleyerek Hz. Peygamber'e yalvarır. Hz. Peygamber bundan çok etkilenip duygulanır ve şöyle buyurur:
Bu şiir bana onun ölümünden önce ulaşmış olsaydı bunu karşılıksız bırakmazdım!..
Gönülde coştuğu zaman iyilik duygularına nasıl icabet edeceğimizi bize öğreten bir derstir bu..
Süfyane bintu Hatem esir edilerek Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna getirilir. Süfyane şöyle der: "Ya Muhammed! Babam mahvoldu. Arab kabilelerinin diline düşmemi istemiyorsan beni serbest bırak. Çünkü ben kabilenin reisi olan Hatem-i Tai'nin kızıyım. Babam, esarete düşen kimseyi kurtarır, namus ve haysiyeti korur, misafiri ağırlar, aç olanı doyurur, darda kalanı ferahlatır, yemek yedirir, selam veril" ve ihtiyaç için geleni asla geri çevirmezdi." Hz. Peygamber (s.a) bu sözleri duyar duymaz fazlasıyla duygulanır ve şöyle cevap verir:
Ey cariye! Bu söylediklerin doğrudan müminin vasfıdır. Eğer baban müslüman olsaydı ona saygı gösterirdik. Bu kızı serbest bırakın. Çünkü bunun babası ahlaki faziletleri sever.
Hz. Peygamber onu esaretin zilletinden kurtarıp ona Özgürlüğünü bağışladı, giydirip kuşatarak onu onurlu bir şekilde kardeşine ve vatanına iade etti.
Hz. Peygamber (s.a) görev ve sorumluluklarda rabbinin izniyle eleştiri ve muhasebenin kanununu yerleştirmek için gelmiştir. Büyük ve küçük hiç kimse bu kuralların dışında kalmaz. Herkes Allah'ın kuludur ve herkes O'nun hükmüne boyun eğecektir. İyilik yapan kendisi için yapmış, kötülük yapan da kendisi için yapmıştır. Hatta Peygamber'in bizzat kendisi dahi böyledir. O, beşeriyetin gördüğü en güzel örnektir. Allah Teâlâ onun kibirlenip böbürlenmemesi için bu kaideye boyun eğmede onun en güzel örnek olmasını dilemiştir. Nasıl böbürlensin ki.. O, uyarıcı ve müjdeleyicidir, aydınlatıcı bir kandildir, şefkatli ve merhametlidir, büyük bir ahlakın sahibidir, alemlere Allah'ın bir rahmetidir, tenkide, sorgulanmaya ve azarlanmaya boyun eğmiştir. Hal böyle olunca hiç kibre kapılabilir mi?! Kur'an'ı okuduğumuz zaman hayretler içinde kalırız.. Kur'an'da Allah'ın Peygamberini tenkid ettiği, hesaba çektiği ve azarladığı ayetler görürüz. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? (Tev-be/43)
(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. (Rasûlüm! Onun halini) sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak o öğüt ona fayda verecek.. (Abese/1-4)
Ey insanlar! Göklerin rabbinin peygamberlerin efendisi hakkındaki şu mukaddes nidasına kulak veriniz:
Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardın aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Tev-be/15-16) [93]
Soru: Hz. Peygamber (s.a) liderlere nasıl önder olmuştur?
Cevap: Allah Teâlâ, Ahzab suresinde şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edeneler! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlul-lah'ta güzel bir örnek vardır. (Ahzab/21)
Özel ve genel hayatımızda kendimize en güzel örneği edinmemiz için liderlik konusunda yüce Peygamberin (s.a) şahsiyetini tanımamızın yararı vardır. İster büyük ister küçük, hangi toplum olursa olsun mutlaka bir nizama, yönlendirilmeye ve lidere ihtiyacı olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü hayatlarında bir kargaşa ve kaos olup da bunu kontrol edecek bir yönetici ve kolluk kuvveti bulunmadığı zaman insanların işleri yolunda gitmez ve istikrarlı bir ortam temin edilemez. Bundan dolayıdır ki İslâm'ın öğretilerinin içinde hilafet veya imametin ya da insanları yönetmenin prensiplerinin de bulunduğunu görmekteyiz. Bununla gerçekleştirilmek istenen gaye, Allah'ın dinini koruyup gözetmek ve insanların dünyalarını bir düzene sokup idare etmektir.
İslâm'da imamet-i uzma/önderlik, başkanlık sürekli bir kural ve gerçekleştirilmesi gereken bir fariza/görev ve sorumluluk olduğuna göre İslâm gerekli ve uygun olan her alanda, savaş ve barışta, büyük ve küçük her toplulukta liderlik prensibini benimsemiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizden üç kişi birlikte yola çıktığında içlerinden birini kendileri için başkan seçsinler.
Hz. Peygamber'in (s.a) bazı zamanlarda orduya bir komutan tayin ettiğini, bir veya iki kişiyi de ona yardımcı olarak atadığını görmekteyiz. Mesela Mute savaşında sırasıyla şu şahısları komutan olarak tayin etmişti: Zeyd ibn Harise, Cafer ibn Ebi Talib ve Abdullah ibn Revaha.
Hz. Peygamber (s.a) aynı şekilde her topluluğun başında bir gö-zetleyici veya her grubun başında sorumlu bir idarecinin bulunmasını istemiştir. Bu konuda şu veciz düsturu yerleştirmiştir:
Hepiniz çobansınız ve her çoban kendi güttüğünden sorumludur.
Aile veya birlik ya da sınıf gibi küçük ve sınırlı bir topluluğun bile idareye, dikkat ve gayrete muhtaç olduğunu bildiğimize göre koskoca bir milletin-kat kat daha fazla bir zorluğu, sabrı ve hikmeti gerektirdiği şüphesizdir.
Şimdi biz yönetim ve denetim konusunda Hz. Peygamber'in (s.a) şahsında ortaya çıkan en güzel örneği arayıp bulmaya çalışmalıyız. Bu arada şunu da hatırlatalım ki Rasûlullah'ın çok geniş bir yetki ve otoritesi vardır. Çünkü o, kendisine Allah'tan vahiy gelen bir Peygamberdir. O, masumdur ve Allah tarafından seçilmiştir. Akıl, ahlak ve hikmet yönünden kavminin en hayırlı sı dır. Arkadaşları arasında kendisine itaat edilen bir kişidir. Hatta onlar kendisine canlarını, ana ve babalarını bile feda edebilecek kimselerdir. Bununla beraber Hz. Peygamber (s.a) bu geniş otoritesini bir gün bile zulüm ve zorbalık yapmak için kullanmayı düşünmemiştir. Bilakis o kendisine bağlı insanlara bir yönetici baskısıyla değil, bir arkadaşlık ruhuyla muamele etmiş, bir komutan edası ve gücüyle değil, bir kardeşlik şefkatiyle yönlendirmiştir. Bu ona Allah'ın bir lütfü ve bağışıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın rahmetinden dolayı, ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. (Âl-i İmran/159)
Biz lider Muhammed'in ne kadar yüce bir makama ve onurlu bir rütbeye, sahip olduğunu gayet iyi biliyoruz. O, hayatında hiçbir gün, zengin veya fakir, büyük veya küçük hiçbir kimseye zorbalık yapmamış veya çalım satmamıştır. Halbuki isteseydi bunu yapabilirdi. Fakat peygamberliğin karakteri veya onun yüce ahlakı buna engeldir. O kendisinin peşinden giden insanların, sevenleri ve tanıyanlarının arasında tam
bir tevazu, hoşgörü ve saygınlık numunesi olarak yaşamıştır. Mesela halktan huzuruna giren bir adam peygamberliğin nuru ve heybetinden dolayı titremeye ve heyecanlanmaya başlamıştır. Şayet Hz. Muhammed zorba bir idareci olsaydı hemen fırsatı değerlendirir, daha fazla itaat ettirmek için adamın gönlüne daha fazla korku ve heyecan salardı. Fakat o adama karşı gayet nazik ve yatıştırıcı bir eda ile şöyle der:
Sakin ol, ben ne bir padişahım, ne de bir zorbayım. Ben Mekke'de kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.
Güneşte kurutulmuş et yemek Mekkeli fakirlerin bir adetiydi. Zenginler ise her gün bir hayvan keserler onu yerlerdi. Bir önceki gün kesilen hayvanın etini yemeye tenezzül etmezlerdi. Hz. Peygamber'in (s.a), büyük tevazuundan ve atalarıyla övünmekten hoşlanmadığı için kendisini annesine nasıl nisbet ettiğine bakınız...
Hz. Muhammed (s.a), sorumluluk duygusu taşıyan bir kimse idi. Kendisinden sorumlu olduğu gibi başkalarından da sorumlu idi. Kavmine yüklediği veya insanları çağırdığı yükümlülüklere kendisi de iştirak ederdi. Onlarla birlikte hareket eder, onlarla birlikte düşünür ve atacağı adımları onlarla birlikte atardı: Cihada çıkarlar en önlerinde o vardır. İçlerinde düşmana en yakın olan yine odur. Hz. Ali'nin dediği gibi arkasından gelenler onu düşman saldırılarından korumaya çalışırlardı. Medine'nin etrafına (düşmandan korunmak için) hendek kazılırken Muhammed onların başında bir reis veya gözetleyici gibi oturmaz, bilakis onlarla birlikte çalışır, hendek kazar, toprak taşır ve yorulurdu.
Zaman zaman da kendisi için en zor ve yorucu işleri tercih ederdi. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte gezintiye çıkmışlardı. Yemek için bir koyun hazırlamak istediler. İçlerinden birisi dedi ki: "Koyunu kesmek bana ait." Diğeri "Yüzmek de bana ait, dedi" Bir başkası: "Pişirmek de bana ait" dedi. Rasûl-i Ekrem ise: "Ben de odun toplarım" dedi.
Belki de orada odun toplamak, koyunu kesmek ve pişirmekten daha fazla gayreti gerektiren bir iştir.
Bunun üzerine arkadaşları hemen şöyle derler:
- Siz zahmet buyurmayın ya Rasûlullah, biz yeterliyiz.
Hz. Peygamber şöyle cevap verir:
Sizin yeterli olduğunuzu ben de biliyorum. Fakat ben sizden ayrı kalmayı ve seçilmeyi hoş görmüyorum. Allah Teâlâ kendisini arkadaşlarından farklı ve imtiyazlı gören kulunu sevmez.
O, önce kendi nefsinden başlardı, güzel bir örnek olmak için va-cibleri yerine getirmeye kendisine tabi olanlardan önce koşardı.
Rabbi ona böyle öğretmişti. Önce kendisinin başlamasını ve ilk adımı kendisinin atmasını, bundan sonra diğerlerinin kendisini izlemesini öğretmiştir. Bu sebeple yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ey Muhammed! De ki: "Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim." (Yusuf/108)
Cenab-ı Allah burada görevin ifasında ben diye başlamasını, sonra bana uyanlar diye devam etmesini emretmiştir.
Hz. Peygamber'i sürekli sorumluluk duygusuna doğru koşturan ve ona süratle görevini yaptıran belki de bu ilahi yönlendirmedir. Bunun en açık örneklerinden birisi de şu olaydır: Medineliler bir gece işittikleri bir sesten dolayı çok korktular. Durumu öğrenmek için sesin geldiği tarafa koştular. Bir de gördüler ki Hz. Peygamber çıplak ve eğer-siz bir ata binmiş, sesin geldiği yerden kendilerine doğru gelmektedir. Onlardan önce davranmış sesin mahiyetini öğrenmiştir. Sakin bir şekilde onların yanma gelir ve şöyle der:
Korkmayın endişe edecek bir şey yok.
Düşmanlıkta ve münakaşada kavmini aşırılıktan sakındırması da lider Muhammed'in bir hikmetidir. Kavmine şöyle demiştir:
İnsanların en kötüsü düşmanlıkta ileri gidendir.
Onları nefret ettirmek ve yöneldikleri sağlıksız bir tartışmadan veya çirkin bir düşmanlıktan sakındırmak suretiyle pek çok şeyi düzeltmiştir. Hz. Peygamber ashabına şu sözleri söylerken bu yönlendirme
metodundan çok geniş bir şekilde yararlanmıştır:
Ben sadece bir insanım. Benim önüme bir dava gelir. Belki bazılarınız bazılarınızdan daha güzel konuşabilir, ben doğru söylediğini zannedip bu sebeple onun lehine hüküm verebilirim. Ben bu şekilde kime bir müslümanın hakkını vermişsem bu ancak ateşten bir parçadır; ister onu alsın, isterse almasın.
Çünkü o herkes için ve her yönüyle bir lider olmayı arzu eden bir kişiydi. Onun bir kimseye yakınlığı başka bir kimseninn aleyhine bir sonuç doğurmaz. Bir grubun dostluğunu kazanacağım diye başka bir grubla arasına mesafe koymaz. O kavmine şöyle der:
Ben sizin aranıza temiz bir kalp ile çıkmak isterim.
İnsanlar arasında hükmettiği zaman doğru bir metot izler, adaleti unutmaz, hüküm verirken dostluk ve yakınlıkların etkisinde kalmazdı. O, şu sözleri söyleyen kimsedir:
Vallahi eğer kızım Fatıma da hırsızlık yapsa onun elini keserdim.
O, insanları idare ederken en uygun ve en güzel olanını tercih ederdi. Verilen hükmün eş, dost ve tanıdıkları memnun etmek adına kamu yararına aykırı bir sonuç doğrumaması için bu prensibe muhalefet etmekten sakınırdı. O şöyle derdi:
Kim ki bir kimseyi on kişinin üzerine yönetici yapar ve o on kişinin içinde tayin ettiğinden daha üstün birisinin olduğunu bilirse Allah'ı, Peygamber'i ve müslümanları aldatmış demektir.
Herhalde bir liderin büyüklüğü barış ve istikrar zamanlarından daha çok korku, sıkıntı ve çatışma ortamlarında ortaya çıkar. Çünkü banş^or-tamlarmda insanlar daha iyi düşünebilecek ve daha isabetli karar verebilecek bir imkana, hazırlık ve zamana sahiptirler. Mücadele ve öfke ortamları ise soğukkanlılığı, tecrübeyi, bilgiyi, cesaret ve atılganlığı gerektirir. Bu sebepledir ki Abkariyyetü Muhammed (Muhammed'm Eşsiz Dehası) isimli eserde Hz. Peygamber'in savaş komutanlığı ve safların önüne geçmesi konusundaki mükemmelliğinden şu kelimelerle söz edilir:
Harp kızıştığı zaman Muhammed herkesin önünde olurdu. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle derdi: "Savaş kızıştığı zaman Rasûlullah'i korumak için tedbir alırdık. Çünkü bu esnada düşmana onun kadar yakın başka hiç kimse olmazdı.
Şayet onun Huneyn savaşı esnasındaki kararlılığı olmasaydı, ordunun çoğu kaçardı, belki de ok ve saldırıların karşısında tek başına kalabilir ve müslümanlar bir yenilgiyle karşılaşabilirlerdi.
Düşmanları tarafından bu saldırı ve muhasara tehdidi altında bu-lunuyorken gecenin karanlığında gözetleme ve denetleme yapmak için dışarı çıkması, başka hiçbir şeyin değil sadece takdire şayan bir cesaretin sonucudur. Çünkü gözetleme işini yapabilecek çok sayıda kişi vardı. Fakat o bu işi kendisinin yapmasının daha uygun olacağı kanaatine vardı, hiçbir korku onu engellemedi.
O diğer savaşlarda da askerlerin karşı karşıya bulunduğu tehlike-lerlerden bir komutan olarak kendisini muaf tutma ihtiyacını duymaz. Halbuki komutanlık ona bu hakkı vermiştir. Buna rağmen o diğer askerlerle birlikte aynı tehlikeleri göğüsleyen bir komutan özelliğine sahiptir. Bu, saklanma ve gizlenme imkanı olduğu halde bunu tercih etmeyen bir kahramanlık halidir. Bu esnada gizlenmesi için geçerli bir mazereti vardır. Hatta bu mazeret takdir bile edilir.
Eğer harbi çok iyi bilen ve onun tehlikelerinden çekinmeden harb edebilecek güce sahip olan ve kaçınılmaz zorunluluklarla yetinen bir komutan varsa, işte bu Hz. Peygamber'dir (s.a) ve askeri komutanlık yoluyla da peygamberliğini isbatlamıştır ve bir peygamberin vasıflarına bağlı kalarak diğer bütün güzel vasıflarını da bize gösterecektir.
Bizim Hz. Muhammed'deki liderlik ruhuna, sorumlulukları yerine getirmedeki maharetine ve problemleri çözmedeki parlak zekasına olan hayranlığımızı artıran şey, onun sadece peygamberliği döneminde miişahade edilen mükemmel liderliği değildir. Bilakis ondaki liderlik Özelliği ta gençliğinin baharında ortaya çıkmıştır. Pek çokları Muhammed'in gençliğinde başından geçen olayların çoğunu unutmuş oîsa bile Kabe'nin Kureyş tarafından tamirine başlandıktan sonra Hacer-i Esved taşının yerine konulmasıhususunda tartışma çıktığı gün oynadığı ölümsüz rolü unutmamışlardır. Adamlar savaşa hazırlanmışlar, kılıçlar kınlarından çıkarılmıştı. Çılgın topluluk çirkin bir savaşı göze alarak ellerini kana bulayacaklardı. Bu esnada içlerinden birisi şöyle seslendi: "Sabırlı olun ey ahali! Harem'in kapısından ilk olarak kim girerse onu kendinize hakem kabul edin!" İlk gelen Muhammed'ül-Emin'dir. Muhammed'in liderlikteki eşsiz dehası, kabilelerin tamamını Hacer'ül-Esved'i yerinden kaldırmada pay sahibi olma şerefine ortak etmiştir. Hz. Muhammed Hacer-i Esved'i bir örtünün ortasına koymuş, sonra her kabileden bir temsilciyi çağırmış, bunların herbiri örtünün bir ucundan tutmuş, böylece her kabile diğeriyle eşit olan nasibine razı olmuştur. Fakat hiçbirisi değil, sadece lider Muhammed'in mübarek elleri taşı örtünün ortasından almış ve yerine koymuştur. Bunu da ne yadırgamışlar, ne de itiraz etmişlerdir. Halbuki taşın kaldırılmasına ve yerine konulmasına neredeyse iştirak etmediklerini ve Muhammed'in bu işi âdeta tek başına yaptığını biliyorlardı.
Hz. Muhammed'in üstünlük, liderlik ve idarecilik Özelliklerinden birisi de insanların gizli şeylerini ve kusurlarını araştırmam asıdır. Çünkü bizzat Hz. Muhammed'in dediği gibi, bir idareci, insanlar hakkında duyduğu şüphelerin peşinden giderse onları ifsat eder/yoldan çıkarır. Nerede ve hangi şartlarda olursa olsun her zaman hakimlere yol gösterecek olan şu kuralı koymuştur:
Biz görünüşe göre hüküm vermekle emrolunduk. Görünmeyen şeylere göre ancak Allah hükmeder.
Hz. Muhammed'in ümmetini yönetmedeki büyüklüğünün tezahürlerinden birisi de onun kadirşinaslığıdır. O yüce bir peygamberdir. Ashabına karşı daima takdir ve övgü duygularını ifade eder. Onlara değer verir ve herşeyi onlarla istişare eder. Onlardan yardım ister ve fazilet sahibi herkesten övgüyle sözeder. Övgü ve sena konusunda son derece cömerttir. Onlara hayatlarını ve tarihlerini süsleyecek en değerli şeref madalyası kabul ettikleri lakapları takar. Bunun bir sonucu olarak Hz. Peygamber, Ebubekir'e sıddtk, Ömer'e faruk, Osman'a zinnû-reyn, Ali'ye ilim şehrinin kapısı, Halid'e Allah'ın kılıcı, Ebu Ubeyde'ye ümmetin emini, Huzeyme ibn Sabit'e zü'ş-şehadeteyn, Cafer'e tayyar, Talha'ya da yeryüzünde yürüyen şehid lakabını verir.
Hz. Peygamber (s.a) insanların karakterlerini ve kişilerin niyetlerini okumasını bilirdi. Liderlikteki maharetinden dolayı gönülleri hoşnut etmeyi ve insanların enerjilerinden, kuvvetlerinden ve övünme dürtülerinden Allah'ın razı olduğu ve davetin yararına olan alanlarda sonuna kadar yararlanmayı isterdi. Mesela hem Ebu Süfyan'daki övünme eğilimini tatmin etmiş, hem de aynı anda Mekke'nin fethedildiği o büyük fetih gününde barışın güçlendirilmesinde ondaki övünme duygusundan yararlanmıştı. Bunun için herkesin duyacağı şekilde şu ilanı yapmıştı:
Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse o emniyettedir, kim Mescid-i Haram'a girerse o da emniyettedir. Kim kendi evinin kapısını kapatırsa o da emniyettedir.
Böylece bir taraftan Ebu Süfyan'daki Övünme duygusu tatmin edilirken, bir taraftan da aynı anda dine ve davete hizmet edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a) bir savaşa hazırlandığı esnada kendi kılıcını müfreze komutanı büyük kahraman Ebu Dücane'ye verir. Ebu Dücane kılıcı beline takar ve ashab arasında çalımlı çalımlı ve övünerek yürür. Hz. Peygamber buna mani olmaz. Bilakis hem ondaki övünme duygusunu tatmin eder, hem de askerler arasındaki yarışma ruhunu harekete geçirir. Ebu Dücane'ye şöyle der:
Ya Eba Dücane! Bu, Allah'ın hoşuna gitmeyen bir yürüyüş şeklidir. Ancak böyle bir zamanda bundan da hoşlanır.
Hz. Peygamber (s.a) insanları değerlendirmede veya birbirinden ayırt etmede zenginliği, kuvveti veya mal ve mülk çokluğunu esas almaz. Bilakis onun başka bir ölçüsü vardır ve o ölçüye göre bir kimseyi diğer bir kimseye tercih eder. Bu ölçüyü Allah'ın şu ayetinden almıştır:
Şüphesiz ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. (Hucurat/13)
O Kur'an'ı izleyerek şu sözü söylemiştir:
Beyazın siyaha karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur. Ancak takva ve salih amelle bir üstünlüğe sahip olabilir.
Esas gözetilmesi ve ilgilenilmesi gereken kimselerin zayıflar olduğunu söyleyerek bu eğilimini en güzel şekilde geliştirmiştir. Bunun için şöyle buyurur:
Zayıf olan kişi, topluluğun lideridir.[94] Yine şöyle buyurur:
Benim (rızamı) zayıflarınızda arayınız. Çünkü siz zayıflarınız/güçsüzleriniz sayesinde rızıklandırılır ve yardım olunursunuz.
Şefkat ve sevgiye muhtaç küçük ve zayıf kimselere merhamet ile büyüklere saygıyı şu hadis-i şerifinde birlikte zikretmiştir:
Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen kimse bizden değildir.
Kişiliğiyle, peygamberliği ve önderliğiyle kendisine itaat edilen ve saygı duyulan bu büyük ve hikmet sahibi lider, dış görünüşlere önem vermeyen ve insanların birbirlerini tanımaları için makam, mevki, mal, mülk, güç ve kuvvet gibi şeyleri ölçü olarak tanımayan bir kimse idi. Bilakis o hep şöyle derdi:
Ben ancak bir kulum. Bir kulun yediği gibi yerim ve bir kulun oturduğu gibi otururum.
O, kendisine itaat edilen ve yoluna canlar feda edilen bir kimse olduğu halde, koyun sağar, ayakkabı tamir eder, devesine yem verir, elbisesini diker, kediye su verir, binitin arkasına biner, pazardan eşyasını taşır, kendisine bir şey sormak için yönelen ihtiyar kadına kulak verir, sözünü bitirinceye kadar onu dinlemeye devam eder ve böğürlerine iz yapıncaya kadar bir hasır üzerinde uyurdu.
Hz. Peygamber'in büyüklüğünü tanımamız için dost ve düşmanların, muslini ve gayr-i müslimlerin ona olan takdirlerini biraraya getirmemiz yeterlidir. İşte Avrupalı bilim adamı Dr. Marx Duader, Hz. Peygamber'in getirdiği dine mensup bir kişi olmadığı halde ondan şöyle söz ediyor:
Muhammed bir peygamber olmasa bile, peygamberlere ait faziletlerden iki tanesine kesin olarak sahiptir: O, etrafındaki insanların tanıyamadığı Allah gerçeğini tanımış ve içinden gelen karşı konulmaz bir duygu ile bu gerçeği insanlara anlatmıştır. Bu faziletiyle o, cesaret ve kahramanlık yönünden îsrailoğullarınin pek çok peygamberinden daha üstün bir mertebede olmaya layıktır. Çünkü hak yolunda hayatını tehlikeye atmış, senelerce kendisine yapılan eziyetlere sabretmiş, sürgün, mahrumiyet ve düşmanlıkla karşı karşıya kalmış ve dostlukları kaybetmiştir. Bütün bunlara hicretle kurtulduğu ölüm hariç, bir insanın sabredebileceği en son noktaya kadar sabretmiştir. Herşeye rağmen yılmadan, usanmadan mesajını yaymaya devam etmiş, hiçbir vaat, tehdit ve kışkırtma onu şusturamamıştır.
Putperestler arasında yaşayıp da tevhid inancına ulaşan başka insanlar da vardır. Fakat Muhammed'd en başka hiç kimse onun yaptığı gibi tevhid inancını sürekli ve kalıcı hale getirememiştir. Bu -ona, inancı başkalarına taşımada gösterdiği azim ve kararlılıktan dolayı bahşedilen bir başarıdır.
"Tevhid inancına sahip başka kimseler uzlete çekilip ibadet etmeyi tercih ederken, Muhammed'i kendisinin dışındaki insanları da bu inanca ikna etmeye sevkeden şey nedir?" diye sorulduğu zaman, cevap olarak çağırdığı şeyin doğruluğuna olan inancındaki derinliği ve kuvveti kabul etmekten başka söyleyecek bir şeyimiz yoktur.
Şüphesiz ki Hz. Muhammed bir insandır ve peygamberdir, bir idarecidir, lider ve önderdir. Bütün bu özelliklerde en ideal örnektir. Kendisine uyan ve iman eden ümmetin görevi onun yolundan gitmek ve Allah'ın dinini koruyup insanların dünyasına yön vermek için gerekli olan kesin ve doğru metodu ondan alacakları ilhamla arayıp bulmaktır. [95]
Soru: Hz. Muhammed'in risaleti/mesajı nasıl evrensel olmuştur?
Cevap: Hz. Muhammed (s.a) belirli bir millete veya belirli bir halka değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. O, en son ve evrensel bir peygamberdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurur:
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin rabbi olan Allah'ın elçisiyim." (A'raf/158)
Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Gerçekten Hz. Muhammed bütün insanlığın peygamberidir. Fakat bu onun Arab ırkından, Kureyş kavminden ve Haşimi soyundan gelen bir peygamber olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Yani Allah Teâlâ hikmet ve ilminin bir gereği olarak onu Arab milletinin içinden seçip çıkarmıştır. Her ne kadar o bütün insanlara peygamber olark gönderil-mişse de bu gerçek değişmez. Bu, Arab milleti için bir övünçtür, hatta bu necip milletin en tepesinde onun ilk efendisinin, Hz. Peygamber'in (s.a) bulunmuş olması en büyük şereftir. Bu büyük millet, inanarak ve güvenerek bütün insanlığa her zaman göğsünü gere gere şöyle söyleyebilir: Allah Teâlâ lütf u inayetiyle insanlığın efendisi ve yol göstericisini benim içimden, evlerimin en şereflisinden ve soylarımın en temizinden çıkarmıştır.
Sahih-i Müslim'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a) bu gerçeğe şöyle iştirak etmektedir:
Allah Teâlâ İbrahim'in evlatları içinden İsmal'i, İsmail'in evlatları içinden Kinane oğullarını, onların içinden Kureyş'i, Kureyş'in içinden Haşimoğullarmı, Haşimoğullarının içinden de beni seçmiştir.
Yine şöyle buyurur:
Allah Teâlâ mahlukatı yarattığı gün benim onların en hayırlılarından birisi olmamı murat etti. Sonra onları kabileler haline getirdiği zaman benim en hayırlı kabilenin içinde olmamı murat etti. Sonra onları aileler haline getirdiği zaman benim en hayırlı aileye mensup olmamı murat etti. Bu sebeple ben ailelerin en hayırlısına mensubum ve ben en hayırlı insanım.
Belki de takdir-i ilahi, ataları İbrahim ve İsmail kanalıyla kökleri tarihin derinliklerine kadar uzanan Arablarm şanını bir Arab Peygamberle yüceltmeyi murat etti. İbnü'l-Cevzi'nin el-Vefa bi Ahbar'iUMus-tafa isimli kitabında rivayet edildiğine göre, Hz. Musa, Tevrat'ın birinci sifrinde iman etmiş büyük bir Arab milletini, onların iki büyük atası Hz. İbrahim ve İsmal'in torunu Hz. Muhammed'i müjdelemiştir.
Rivayet olunur ki Hz. Hacer, Hz. Sare'nin yanından ayrılıp gittikten sonra ona Allah'ın meleği görünür ve şöyle der:
Ey Sare'nin cariyesi Hacer! Efendin Sare'nin yanma dön ve ona itaat et. Ben senin zürriyetini ve neslini sayılamayacak kadar çoğaltacağım. Sen İsmail ismini vereceğin bir oğlan çocuğuna hamile kalacak ve onu doğuracaksın. Çünkü Allah senin yakarışını işitti. Onun eli herkesin üstünde olacak ve herkesin eli boyun eğerek ona açılacaktır.
İbn Kuteybe der ki:
Bu sözü iyi düşün. Çünkü bunda Hz. Peygamber'in kastedildiğine dair açık bir delil vardır. Çünkü İsmail'in eli İshak'm elinin üstünde değildir. İshak'ın eli, boyun eğerek ona açılmış da değildir. Böyle bir şey nasıl olsun ki? Çünkü meliklik ve peygamberlik, İshak'm iki oğlu olan İsrail ve el-İys'in elindedir. Ancak Hz. Peygamber (s.a) gönderildiği zaman peygamberlik İs m ai loğu 11 arına intikal etmiştir. Melikler ona yaklaşmış ve milletler ona boyun eğmişlerdir. Allah onunla diğer bütün şeriatleri hükümsüz kılmış ve onu peygamberlerin sonuncusu yapmıştır. Ahir zamanda hilafeti ve melikliği (hükümranlığı) İsmailoğullarınm eline vermiş ve böylece onların eli boyun eğerek onlara açılmıştır.
Burada Hz. Peygamber'in atası Hz. İsmail'in Arab ırkının birliğini temin etmede oynadığı büyük bir rol daha vardır: İsmail (a.s) Arab kadullarla evlenmiştir: Önce Yemenli Cürhüm kabilesinden Ra'le bintu Amr, ikinci olarak aynı kabileden Saide bintu Medad, üçüncü olarak da yine aynı kabileden el-Hunefa bintu el-Haris isimli kadınla evlenmiştir.
İsmail'in cevherinde/çocuklarında bulunan Arab kanı, aslında babası yoluyla aldığı Irak kanının ve annesi Hacer yoluyla aldığı Mısır kanının ve bu üç Arab kadın yoluyla Yemen'den aldığı kanın bir bileşimidir. Kim bilir belki de bu, Muhammed'in atası olan Hz. İsmail'in torunlarının -ki bunlar Arab milletidir- İslâm'ın lütfuyla Asya'ya, Afrika'ya ve dünyanın diğer bölgelerine dağılıp çoğalacağına dair kaderin bir imasıdır/işaretidir.
Kur'an'da verilen bilgiye göre Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in Arab milleti ve Arab vatanı için yapmış olduğu duayı kabul etmiştir: İbrahim şöyle demişti:
Rabbim! Bu şehri güvenli kıl; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim! O putlar insanların çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa bendendir, kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için senin beytinin (Kabe'nin) yanında, ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle azıklarıdır. (İbrahim/35-37)
Kur'an'da anlatıldığına göre Hz. Muhammed'in ataları ve Arab milleti Kabe'nin temellerini yükseltiyordu ve şöyle diyorlardı:
Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü güçlü olan ve herşeyi yerli yerince yapan yalnız sensin. (Bakara/127-128)
Fizilali'l-Kur'an Tefsirinin ifadesine göre Hz. İbrahim ve İsmail'in duasının kabul edilmesi, Hz. Muhammed'in (s.a) yüzyıllar sonra Peygamber olarak gönderilmesiyle gerçekleşmiştir. Hz. İbrahim ve İsmail'in soyundan gönderilen bu Peygamber, Allah'ın ayetlerini insanlara okuyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor, onları bütün kir ve pisliklerden temizliyordu. Hz. İbrahim ve İsmail yukarıdaki ayetlerde geçen bu dualarıyla müslüman ümmetin Hz. İbrahim'in önderlik mirasının sahibi olduklarını, aynı şekilde Mescid-i Haram'a ait görevlerinin de mirasçısı olduklarını belirlemiş olmaktadırlar. Çünkü İsmail (a.s) Kabe'nin ilk bekçisidir. Kendilerini dini yönden Hz. İbrahim'e, nesep yönünden Hz. İsmail'e bağlayanlar şunu unutmasınlar ki onların mirasçıları, ancak müslüman olan ve rablerine iman eden milletlerdir.
Çünkü Hz. İbrahim ve İsmail, Allah'ın kendilerini müslüman olanlardan kılması, nesillerinden de müslüman bir millet çıkarması ve onların içinden kendilerine bir peygamber göndermesi için dua etmişler, Allah da bu köklü ve soylu aileden Muhammed ibn Abdillah'ı peygamber olarak göndermiş ve Allah'ın emrini yerine getiren müslüman milletin elinde de Allah'ın dininin varisliğini gerçekleştirmiştir.
Allah Teâlâ Hz. İbrahim ve İsmail'in duasını kabulünden beri Kabe -ki Arab ülkesinin merkezidir- tarih boyunca milyonlarca insanın uğrak yeri olmuştur. Bu, Allah'ın .Hz. İbrahim'in duasıyla yücelttiği Arab milleti için bir şereftir.
Hz. Muhammed'in büyük ataları Hz. İbrahim ve İsmail'den (asırlarca) sonra, Arablara büyük bir onur kazandıracak olan babası Abdullah gelir.
Hz. Muhammed İbnu'z-Zebihayn (iki kurbanlığın oğlu) diye de isimlendirilir. Birinci kurbanlık, yüce Kur'an'm Saffat suresinde işaret ettiği İsmail'dir (a.s):
işte o zaman biz ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: "Yavrucuğum! Rüyada seni boğazlıyorken görüyorum. Bir düşün, ne dersin?" dedi. O da cevaben: "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun'1 dedi. Böylece ikisi de Allah'a tes-
limiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatınnca: "Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükafaatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır" diye seslendik. Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: İbrahim'e selam! (Saf-fat/101-109)
Hz. Peygamber'in kurban edilmek istenen iki atasından birincisi Hz. İsmail olduğuna göre, ikinci Abdullah'tır.
Tarihi rivayetlere göre Abdullah'ın babası Abdulmuttalib Zemzem kuyusunu yeniden onarıp ortaya çıkardığı sırada Kureyş ile arasında anlaşmazlık çıkmıştı. O esnada Haris'ten başka da çocuğu yoktu (yani Kureyş'e karşı güçsüz durumda idi). Bu sebeple Abdulmuttalib, on erkek çocuğu sahip olduğu takdirde bunlardan birisini Allah için Kabe'nin yanında kurban etmeyi adadı. Bu arzusu gerçekleşti ve çocuklarının sayısı ona ulaştı. Çocuklarına adağını haber verdi. Onlar da razı oldular. Herbirinin ismini yazarak bir kupanın içine bıraktı. Çektikleri kurada Abdullah'ın ismi çıktı. Onu kurban etmeyi düşündü, fakat kavmi karşı çıktı ve konuyu bir Kâhin ile istişare etmesini öğütlediler.
Kâhin kadın dedi ki: "Sizde diyet nasıldır ve ne kadardır?" "On devedir" dediler.
Kâhin dedi ki: "Arkadaşınızı (Abdullah'ı) ve on deveyi getirin yan yana koyun ve develerle arkadaşınız arasında kura çekin. Kura arkadaşınıza çıkarsa rabbiniz razı oluncaya kadar develeri her seferinde onar onar artırın. Kura, develere çıktığı zaman rabbiniz razı olmuş ve arkadaşınız kurtulmuş demektir."
Abdullah ile on deve arasında kura çektiler. Kura Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını on tane artırdılar, kura yine Abdullah'a çıktı. Her kurada develerin sayısını onar onar artırdılar, nihayet deve sayısı yüz olunca kura.-develere çıktı, develeri kestiler ve Abdullah kurtulduğu için büyük bir sevinç duydular.
Hz. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilmeden önce Arab-ların hayrına olan ve aralarında ahlaki güzelliklerin yüceltilmesine ve-
sile olan şeylere katkıda bulunmuştur. İşte o, bu maksatla daha genç yaşlarında iken, haksızlığa uğrayan bir kimsenin hakkını haksızlık yapan kimseden geri almak hususunda yardımlaşmak için İslâm'dan önce ileri gelen bazı Arablar tarafından kurulan Hılfu'l-Fudûl isimli kuruluşa iştirak etmiştir. Bu kuruluşun ortaya çıkmasına doğrudan vesile olan olay şudur: Yemenli bir adam Mekke'ye mal getirir. Malını Beni Sehm'den bir adama satar. Fakat adam malın bedelini ödemez, savsaklar. Yemenli yüksek bir yere çıkar ve topluluğa şöyle seslenir.
Ey Fihroğulları! Bu mazlumun malı Mekke vadisinde kaldı. Duymadık demeyin o çok uzaklardan size geldi. Beni Sehm'den yok mu onu himayesine alacak? Yoksa bu Kabe misafiri malsız mı kalacak?
Abbas ve Ebu Süfyan hemen harekete geçtiler ve Yemenlinin hakkını alarak kendisine iade ettiler. Bu hadise üzerine Kays kabilesine mensup kişiler Abdullah ibn Ced'an'm evinde toplandılar ve Mekke'de haksızlık ve zulmün önlenmesi, hiç kimseye haksızlık yapılmaması, haksızlığa uğrayana yardım edilmesi, onun hakkının korunması ve geri alınması hususunda aralarında bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya Hz. Peygamber de (s.a) iştirak etti. Hz. Peygamber daha sonraları bu anlaşmadan şöyle söz ederdi:
Abdullah ibn Ced'an'm evinde şahit olduğum ve iştirak ettiğim bu anlaşmayı dünyalara değişmem. İslâm döneminde de böyle bir anlaşmaya çağrılsam yine iştirak ederim.
Kureyşlilerden bazıları dediler ki: "Vallahi bu bir fazilettir." Sonra buna Hılfu'l-Fudûl (faziletlilerin anlaşması) dediler.
Hz. Muhammed (s.a) peygamberliğinden önce -hatta senelerce önce- de milletinin birliği ve uyumunu korumaya katkıda bulunmuştur. Arablar Kabe'yi yıkıp yeniden yapmışlardı. Çünkü sellerin etkisiyle iyice harap olmuştu. Sıra Haceru'l-Esved'in yerine yerleştirilmesine gelince aralarında anlaşmazlık çıktı. Her kabile bu taşı yerine koyma şerefine sadece kendisi sahip olmak istiyordu. Hatta bu yüzden kanlı
bir savaşı bile düşünmeye başlamışlardı. Nihayet denildi ki: "Mes-cid'in kapısından ilk olarak kim girerse onun hakemliğine razı olun." Bu şekilde karara vardıktan sonra Mescid'e ilk olarak Hz. Muhammed (s.a) girmişti.
Hepsi birden bağırdılar: "Bu Muhammedü'l-Emin'dir. Biz bunun vereceği hükme razıyız."
Ona durumu anlattılar. Hz. Muhammed parlak zekası ve keskin aklıyla anlaşmazlığı en güzel şekilde çözecek ve husumeti ortadan kaldıracak çok güzel bir plan yaptı ve dedi ki: "Geniş bir örtü getirin!"
Hacer-i Esved'i elleriyle aldı, örtünün ortasına koydu ve dedi ki: "Her kabilenin temsilcisi örtünün bir ucundan tutsun!" Tuttular, sonra emretti ve kaldırdılar. Taşın konulacağı hizaya geldiklerinde onu aldı ve yerine koydu.
Böylece problem çözüldü, herkes razı oldu ve barış geri geldi.
Allah Teâlâ'nm Arab milletine bir nimeti olan Hz. Muhammed (s.a) geldi, onların dağınıklığını topladı ve birliklerini temin etti. Elinde yüce rabbinin kitabı Kur'arı-i Kerim vardı, Kur'an-ı Kerim Hz. Mu-hammed'in eliyle Muhammed'in kavminin Allah tarafından nasıl ni-metlendirildiğini, dağınıklık, parçalanmışlık ve düşmanlıktan sonra birlik, kuvvet ve hidayete nasıl ulaştıklarını anlatır. Bu konuda Al-i Im-ran suresinde şöyle buyurulur:
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmüş kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız. (Al-i İmran/103)
Kur'an-ı Kerim mümin Arablara dedeleri ve Peygamberlerinin dedesi olan Hz. İbrahim'i (a.s) anlatır ve şöyle buyurur:
Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kalmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, Peygamber'in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!.. (Hac/340)
Kur'an-ı Kerim'i Hz. Muhammed, Arablara Allah'ın ikramını anlatmak için rabbinden getirmiştir. Kureyş, Arabların en önde gelen koludur. Kureyş suresinde şöyle buyurulur:
Kureyşe kolaylaştırdığı, evet, yaz ve kış seyahatlerini onlara kolaylaştırdığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin rabbine kulluk etsinler! (Kureyş/1-4)
İslâm'ın Arablardan oluşan ilk askerleri Hz. Muhammed'in kavmi idi. Allah Teâlâ onların imanlarını tebrik eder ve onlara övgüler yağdırır. Mesela Tevbe suresinde onlar hakkında şöyle buyurur
İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara içinde temelli ve ebedi kalacakları içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur. (Tevbe/100)
Allah Teâîâ, peygamberi Hz. Muhammed vasıtasıyla mümin Arab milletine lütfunu bol bol ihsan etmiştir. Evet, Arablığm ve Arabçanın koruyucusu ve Arabların övünç kaynağı olan eşsiz ilahi kitap Kur'an'i Hz. Muhammed'e indirdirmekle Allah Teâlâ onlara kat kat nimet ve ihsanda bulunmuştur. Çünkü Arab lisanını koruyan ve ebedi olarak yaşamasını garanti eden Kur'an'dır. Kur'an-ı Kerim var olduğu müddetçe Arabça da var olacaktır. Arabça Kur'an'a bağlı olarak ebediliği garanti etmiştir. Allah Hıcr suresinde şöyle buyurur:
Doğrusu kitabı biz indirdik, onun koruyucusu elbette biziz. (Hıcr/9)
Kur'an-ı Kerim, Allah Teâiâ'nın Hz. Peygamber'in milletini Kur'an'la onurlandırdığını dünyanın önünde tescil etmiştir. Zuhruf suresinde şöyle buyurulur:
Muhakkak ki o Kur'an hem senin için, hem de kavmin için bir şereftir, ileride ondan sorumlu tutulacaksınız. (Zuhruf/44)
Müfessirlerin piri Ebn Cerir et-Taberi der ki: "Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed! Muhakkak ki sana indirilen ve sımsıkı sarılmanı emrettiğim bu Kur'an, hem senin için, hem de kavmin Kureyş için şereftir."
Hak Teâlâ Muhammed ümmetine Muhammed sebebiyle ikramda bulunduğunu tekrar tekrar ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur:
Sen onların içinde iken Allah, onlara azab edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerken de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/33)
Yani sen onların arasında ikamet ederken Allah onlara azap edecek değildir. Ve onların içinde mağfiret dileyen müminler varken de Allah onlara azap edici değildir. Allah onların içindeki müslümanları affedecektir.
Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a) rabbimizin katından getirdiği Kur'an'da, vahyin nazil olduğu yerlerdeki mekanların şanı yüceltilmiştir. Bu bölgeler Arab ülkesinin merkezidir. Kur'an-ı Kerim, Mekke'yi ve onun içinde insanlar için bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulan ilk mabeti övmüş ve bu şehri Ümmü'1-Kura (şehirlerin anası) diye isimlendirmiştir. Şûra suresinde şöyle buyurulmuştur:
Şehirlerin anası olan Mekke'de ve onun çevresinde bulunanları uyarman için sana böyle bir Arabça Kur'an vahyettik. (Şûra/7)
Nemi suresinde de şöyle buyurulur:
De ki: "Ben ancak, bu şehrin (Mekke'nin) rabbine -ki o burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Herşey de zaten O'na aittir. Bana müslümanlardan olmam emredildi." (Neml/91)
Zafer yurdu Medine'yi de övmüştür. Tevbe sûresinde şöyle buyurur:
Medine halkına ve onların çevresinde bulanan bedevi Arablara Allah'ın Rasûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. (Tevbe/120)
Tavaf edenler, kendilerini ibadete verenler, namaz kılanlar, rüku ve secde edenler için (putlardan) temizlenmiş olan Mescid-i Haram'ı, Beyt'ül-Atik'i (mübarek beyt'i) övmüş, bu Beyt'i insanlar için hidayet kaynağı, bir toplanma mahalli ve güvenli bir yer kılmıştır.
Allah bu Beyt'i bütün insanlara eşit olarak tahsis etmiştir:
İnkar edenler, Allah'ın yolundan ve -yerli, taşralı- bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan insanları alıkoymaya kalkanlar bilsinler ki kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse onu can yakıcı bir azaba uğratırız. (Hac/25)
Arafatı, Meş'ar-i Haram'ı ve Safa ile Merve'yi de övmüştür. Safa ile Merve Allah'ın nişanelerindendir.
Kur'an-ı Kerim Arablan da övmüş ve onları ümmi diye vasıf-landırmıştır. Çünkü eskiden onların içinde okuma ve yazmayı bilenlerin sayısı azdı. Allah yüce Peygamber'in onlar üzerindeki etkisini ve onların arasından çıkmış olmasını övmüştür. Cuma suresinde şöyle buyurulur:
Ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Cumua/2)
Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'in kavmi arasındaki değerine, onlarla ilişkisine de işaret etmiş ve Tevbe suresinde şöyle buyurmuştur:
Andolsun ki, içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Tevbe/128)
Cumhur/çoğunluk bu ayet-i kerimede geçen min enfusikum kelimesini fa'mn dammesi ile okumuşlardır ki bu takdirde anlam, Arabla-rın arasında demektir. Abdullah ibn Abbas şöyle demiştir: Hz. Peygamberle soydaş olmayan hiçbir Arab kabilesi yoktur. Mudarlısı, Ra-biahsı ve Yemenlisi, hepsi onunla soydaştır. Onun akrabalığı bütün Arab kabilelerine yayılmış ve girmiştir.
Min enfusikum kelimesi fa nm fethi ile enfesîkum diye de okunmuştur ve bu takdirde mana sizin en faziletliniz ve en şerefliniz demek olur. Nefis, paha biçilmez değerde olan demektir. Hz. Muhammed'in nesebenin yüceliğinde ittifak edilmiştir. Biliyoruz ki Hz. Muhammed nesebce Arabların en şerefli ve temiz soyundan gelmiştir. Bu sebeple ben min Edeb'il-Kur'an isimli kitabımda demiştim ki: "Bu kelimeler, Efendimiz Hz. Muhammed'in nesebindeki tertemiz Arab boyasına işaret etmektedir. Rasûlullah (s.a) de: "Ben sizin en fazla Arab olanını-zım" ve "Ben, Arabların cennete girenlerinin öncüsüyüm" derken bu Arablık boyasına işaret etmiştir.
Tirmizî'nin Selman-ı Farisi'den rivayet ettiğine göre Selman şöyle der:
Rasûlullah (s.a) bana şöyle dedi: "Ey Selman! Bana buğzetme, yoksa dininden uzaklaşırsın." Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah bizi seninle hidayete eriştirdi, sana nasıl buğzederim?" Dedi ki: "Arab-lara buğzedersin, böylece bana da buğzetmiş olursun."
Tirmizî, Osman ibn Affan'dan Rasûlullah'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Kim Arabları aldatırsa benim şefaatime ve dostluğuma nail olmaz.
İbn Kesir Tefsirinde rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Peygam-ber'e şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun! Ne kadar güzel konşuyorsun, senden daha Arab olanını görmedim." Rasûlullah dedi ki: Bu benim hakkım. Çünkü Kur'an benim lisanımla inmiştir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Onu Cebrail apaçık bir Arab diliyle indirmiştir. (Şuara/194) Allah Fetih suresinin sonunda şöyle der:
Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken görürsün. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu onların Tevrat'taki sıfatlarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlen-
direrek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer ki bu, ekincilerin hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara büyük mükafaat vaadetmiştir. (Fetih/29)
Kur'an-ı Kerim, Muhammed'in kavminden iman eden, ona tabi olan, ihlas ve samimiyet içerisinde bulunan kimseleri o kadar övmüştür ki onların peygamberlerine verdikleri sözü Allah'a verilmiş olarak kabul etmiştir:
Muhakkak ki sana biat edenler Allah'a biat etmiş sayılırlar. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükafaat verecektir. (Fetih/10)
Burada Hz. Muhammed'e biat edenler, Arablardır. Allah onları, alemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed sayesinde İslâm dini ile temizlemiştir. Onların, sahip oldukları hertürlü şerefin, övünç ve hidayetin kaynağının İslâm olduğunu kesin olarak bilmeleri gerekir.
Buharî'nin rivayet ettiği bir kudsi hadiste Hz. Peygamber'e şöyle buyurulur:
Biz seni şahit, müjdeci ve ümmiler için bir koruyucu olarak gön-derik.
İbn Hacer'in Fethu'l-Bari isimli kitabında ifade ettiğine göre kudsi hadisteki ümmilerdlen maksat, Arablardır.
Allah TeâlâŞuara suresinde şöyle buyurur:
De ki: "Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." (Şuara/23)
Abdullah ibn Abbas bu ayet hakkında şunları söyler: Rasûlullah (s.a) nesepçe Kureyş'in tam merkezindendir. Kureyş'ten hiçbir soy yoktur ki Peygamber'e (s.a) akrabalığı olmasın. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: (Peygamberliğimi tanımıyorsanız bari) aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin ve beni bu acıdan koruyun!
Rahmet ve kerem sahibi yüce Peygamber'den kavmine, akraba ve ümmetine rahmet ve hikmet şeklinde saçılan bu soylu duygu ne kadar yüce bir duygudur. Muhammed ümmeti çok geniş ve büyük bir ümmettir; uzak geçmişten yakın geçmişe ve bugünden yarına uzanan bir çizgide milyonlarca insanı içine alır. Fakat tarihin anlattığına göre mümin Arablar onun ümmetinin öncüleri olmuşlardır. Hz. Peygamber'in mübarek lisanından onun ümmetine karşı olan sevgisini ve takdir duygularını coşkulu bir şekilde ifade eden pek çok özlü sözler vardır:
İbn Mace Hz. Peygamber'in şu sözünü rivayet eder:
Bu ümmet daima hayır üzere olacaktır.
Ebu Dâvud ve İbn Hanbel şu hadisi rivayet eder:
Benim bu ümmetim merhamet edilen bir ümmettir.
Yine Ahmed ibn Hanbel şöyle rivayet eder:
Siz kendilerine kolaylık murad edilen bir ümmetsiniz.
Buharî ise şu hadisi rivayet eder:
Diğer ümmetlerin içinde benim ümmetim beyaz bir kıl gibidir.
Hz. Peygamber (s.a) onlarca hadisinde kendi ümmetini anlatmıştır. Her vesileyle onlarla ilgilenmiş, sevgi ve şefkatini göstermiş ve kendisini onların iyilik ve hayrına adamıştır. O şu kelimeyi daima tekrarladı:..
Ümmetim, ümmetim, ümmetim...
Hatta Buharî'nin rivayetine göre şefaat makamında iken bile "Ümmetimi, ya Rabbi!" diyecek.
Bu sebeple Allah Teâlâ'nın onun ashabına, Rasûlullah'a hitab ederken son derece nazik bir şekilde hitab etmelerini emretmiş olması şaşırtıcı değildir.
Hucurat süresindeki şu ayetleri dikkatlice okuyalım:
Ey iman edenler! Allah ve Rasûlünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize ba-
girdiğiniz gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafaat vardır. (Hucurat/1-3)
Sonuç olarak "Arab peygamber Muhammed" sözünün "İslâm ve Arablık" sözüyle sıkı bir ilgisi ve ilişkisi vardır. Bu sebeple okuyucunun benim Min Edebi'l-Kur'an isimli kitabımın "Kur'an'da Arablık" bölümüne bakmaları gerekir. Yukarıda verilen bilgileri daha da olgunlaştırmak için eklenmesi gereken şeyler orada mevcuttur. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.
Haşimi Arab soyundan gelip rabbi tarafından alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber'e salat ve selam olsun.[96]
Soru: Kur'an-ı Kerim Hz. Muhammed'i nasıl anlatmaktadır?
Cevap: Bütün akıl ve basiret sahibi insanlar, Hz. Muhammed'in dünya tarihindeki en büyük şahsiyet olduğunda görüş birliği içindedirler. Bir benzetme yapmak istersek o, doğusuyla batısıyla dünyanın dört bir yanını aydınlatan parlak bir tebessümdür. Bu yüce Peygam-ber'i sözlerin en güzeli olan Kur'an'm nasıl anlattığına baktığımız zaman, onun kişiliğini bize iki temel portre içinde arzettiğini görürüz. Birincisinde övülecek ve saygı gösterilecek bir kişilik portresi çizer, çünkü o, hertürlü saygıya layık bir kişidir. İkincisinde ise eğitilen ve kendisine sorumluluk yüklenen bir kişilik çizer. Kur'an, Hz. Peygam-ber'i bazen en yüksek mertebelere çıkartacak şekilde yüceltir ve över,
bazen de altının ateşte eritilip saflaştırıldığı gibi onun madenini saflaş-tırır, terbiye eder.
Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'in kişiliğiyle ilgili birinci portreyi ortaya koyuşımdaki maksat onun peygamberliğe, hidayet ve imamete/rehberlik ve önderliğe ehil olduğunu göstermektedir:
Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. (En'am/124)
İkinci portredeki maksat ise büyüklüğün sadece Allah'a ait olduğunu açıklamaktır. Azamet ve kibri ya/büyüklük ve ululuk sadece Allah'ın şanındandır. Kim ki kibriya elbisesinde rabbi ile yarışırsa Allah onu cezalandırır ve hiç gözünün yaşına bakmaz. Bunun içindir ki kud-si bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Kibriya benim ridamdır, azamet ise izanmdir. Kim ki bunlardan birisi için benimle yarışırsa onu perişan ederim.
ikincisinde mükafaat ve cezanın kuralını, hesap ve cezanın üslubunu açıklama maksadı da vardır. Hiç kimse Allah'ın hesabından kurtulamaz ve hiç kimse O'na üstün gelemez.
Buradan hareketle Kur'an'ın Hz.Peygamber'den söz eden ayetlerini şu beş ana maddede toplayabiliriz:
1. Hz. Peygamber'i öven ve onun şanını yücelten ayetler,
2. Ona sorumluluk yükleyen ayetler,
3. Hem Övgü, hem de sorumluluğun bir arada bulunduğu ayetler,
4. Onun bir insan olduğunu ve Allah'ın kudreti karşısında onun gücünün olmadığını hatırlatan ayetler,
5. Yaptığı bazı şeylerden dolayı onu kınayan ve ondan vazgeçmeye çağıran ayetler.
Önce onu öven ve şanını yücelten ayetlerden bir kısmını arzedelim:
Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin. (Kalem/4)
Andolsun ki size içinizden Öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Tevbe/128)
Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik). (Ahzab/45-46)
Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri de onların analarıdır. (Ahzab/6)
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'i öven ve şanını yücelten ayetler böylece devam eder gider. Bu bağlamda Kur'an, Peygamber'e itaati Allah'a itaat olarak gösterir ve şöyle buyurur:
Peygamber'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, biz seni onlara bekçi göndermedik. (Nisa/80)
Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. (Nisa/64)
Kur'an, Peygamber'e verilen sözü de Allah'a verilmiş olarak kabul eder:
Muhakkak ki sana biat edenler. Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük mükafaat verecektir. (Fetih/10)
Kur'an'ın Hz. Peygamber'i yükselttiği bu yüce makama insanın duyduğu hayranlığın sonu gelmez. Çünkü o, büyük bir ahlakın sahibidir. Mü'minlere karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. Allah'ın alemlere bir rahmetidir. Aydınlatan bir kandildir. Onun verdiği hüküm, Allah'ın hükmü sayılır. Ona verilen söz, Allah'a verilmiştir. Bunun ötesinde bir övgü ve onurlandırma olamaz.
Belki bir kimse bu kadar geniş ve büyük çaplı bir övgünün sınır ve karşılığının olmadığı zehabına kapılabilir ve bu yanlış kanaat onu
bir takım yanlış anlayışlara götürür. Halbuki bir kimse iyice düşününce bu kadar övgü ve yüceltmenin yanında, taşınması dağlara bile ağır gelen çok çeşitli sorumluluk ve yükümlülüklerin de olduğunu görür. Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'e en yüksek mertebe ve makamları övgü ve yüceltme dolu ayetlerle verirken, Allah Teâlâ bütün bunların karşılığında sevgili Peygamberine onun bu mertebe ve makamlarına uygun emirleri, görev ve sorumlulukları da yüklemiştir. Şimdi bu ilahi emirlerden bir kısmını ve Allah Teâlâ'nın son Peygamberine yüklediği yükümlülükleri arzedelim:
Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret; inkarcılar için acele etme; onlar kendilerine vaadedilen azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir bildiridir. Yoldan çıkmış olanlardan başkası mı yok edilir. (Ahkaf/35)
Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmayı kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma! (Kehf/28)
Ey Muhammed! De ki: "Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim." (Yusuf/108)
Ey Muhammed! Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle söyle: "Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım; aranızda adaletle hükmetmekle emro-lundum. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir; bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz kendinizedir! Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş O'nadır." (Şura/15)
Ey Muhammed! Sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınız görür. (Hud/112)
Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir! (Hıcr/94)
Önce yakın akrabalarını uyar. Sana uyan müminleri kanatlarının altına al! (Şuara/214)
Allah Teâlâ sevgili Peygamberini kendi gözetiminde yetiştirmiş, onu yaratıkların en hayırlısı kılmış, yüce mesaj ve en büyük çağrıyı yapmakla onu seçip görevlendirmiştir. Bu makamın desteklenmesi, yüceltilmesi, onurlandırılması ve saygınlaştırılması gerekir. Çünkü büyük ve zor işler, büyük adamlara yakışır. Allah Teâlâ ona gerekli özellik ve meziyetleri vermiş, sonra da bunun karşılığında istediği sorumlulukları ona yüklemiş ve bunları yerine getirmesini istemiştir.
İlahi yükümlülükler daha bu davetçinin ve davetin seçiminden itibaren arka arkaya gelmeye başlamıştır. Bu sebeple ilahi vahyin başlangıç dönemlerinde, insanın maddi manevi temizliğinde onun için en güzel örnek olmaya layık şu nidanın geldiğini görmekteyiz:
Ey bürünüp sarınan Rasûlüm! Kalk ve insanları uyar, rabbini büyükle! Giysilerini temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızasına ermek için sabret! (Müddessir/1-7)
Çok değil, bu ayetlerin nüzulünden kısa bir süre sonra Hz. Peygamber başka ayetlerin nüzulüyle karşılaşır. Hepsi de yiğitçe gayret gerektiren emir ve ağır görevlerdir. Kur'an ona şöyle der:
Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gecenin yansında istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Doğrusu biz, sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Zira gündüz vakti sana uzun bir meşguliyet vardır. Rabbinin adını an ve bütün varlığınla ona yönel! (Müzemmil/1-8)
Sonra eğitimle tazimin veya sorumlulukla minnettarlığın birarada bulunduğu ayetler gelir. Böylece Allah Teâlâ'nın Peygamberine lütfettiği fazilet ve şeref ile ondan istediği görev ve sorumluluk arasında derin ve hassas bir denge sağlanmıştır. Biz, Kur'an-ı Kerim'de bu iki durumun birleştirildiği pek çok ayet ve sure görmekteyiz. Aynı yerde hem Hz. Peygamber'i öven ve yücelten ayetler hem de ona bir takım farz ve vacibleri bildiren ayetler görürüz. Kur'an-ı Kerim'de bunun örneklerinden birisi Duha süresidir. Bu sure gayet kısa ve öz bir şekilde gerçekleri ortaya koyan ayetleri ihtiva eder. Sure, içinde Pegamber'in şanının yüceliğini açıklayan ayetlerle başlar. İlk ayetleri şöyledir:
Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye andolsun ki rabbin seni bırakmadı ve sana darılmada. Gerçekten senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.
Bu ayetlerin peşinden Allah Teâlâ'nm Peygamberine geçmişteki lütuf ve ihsanları hatırlatılır ve şöyle buyurulur:
O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol gö-termedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?
Bunun akabinde de ona yönelik kesin emdredici ayetler gelir:
Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!
Hem onurlandırmayı, hem de sorumluluk yüklemeyi birarada bulunduran bu sure, çok kısa ve veciz/özlü bir suredir. Allah Teâlâ bu ikisini birarada zikretmekle adeta hayatı boyunca bir insanın Allah'ın emrinin daima bilincinde olmasını, lehine ve aleyhine olan şeyler arasındaki ya da hakları ilk görevleri arasınaki dengeli ölçüyü bilmesini istemiştir. İnsan, çalıştıkça, yoruldukça ve alnından akan ter damlalarını hissettikçe, bunun Allah'ın emir ve çağrısını yerine getirmek olduğunu ve bu bunaltıcı yorgunluğun sonucunda bir memnuniyetin olacağını ve beklediği karşılığı bulacağını düşünür. Bu düşünce ona hissettiği yorgunluğu veya karşılaştığı güçlükleri kolaylaştırır. İnsan gayretinin semerelerini görme ve bu semerelerden yararlanma safhasına intikal ettiği zaman, kendisinden istenilen şeyin her ikisinin birarada yürütülmesi, yani hem çalışması hem de bunun sonuçlarından istifade etmesi olduğunu düşünür, elde ettiği bu semerelere aldanmaz ve güvenmez, bilakis yeniden çalışmaya ve gayrete dönmek, görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için tam bir azim ve kararlılık içinde olmaya devam eder. Bu görev ve sorumluları yerine getirmeye devam etmesi, onu bu hizmet ve semerelerden sürekli yararlanmaya ehil hale getirir. Hayatın çarkları böylece devam eder gider. Hayatın içinde de her iki unsur birarada bulunur; çalışan ve gayret eden saygı görür, onurlandırılır, hak eden de lütuf ve ihsana nail olur. Bu kural aralıksız bir şekilde böylece sürer gider.
Akıllı bir insan, Hz. Muhammed'in kişiliğinin unsurlarını Kur'an'ın gayet mantıki ve net bir şekilde ortaya koymuş olmasından kendisi için faydalı dersler almasını bilir.
Allah'ın gücü karşısında Rasûlullah'ın gücü ortaya konulduktan sonra, sırada Hz, Peygamber'e yapılan ilahi hatırlatmalar vardır: Peygamber, insanların en hayırlısıdır, müminlerin önderidir, muttakilerin imamıdır. Mahrukatın Allah'a en yakın olanıdır. Müslümanlar, annelerini, babalarını ve canlarını onun uğrunda feda ederler. Onun emrine karşı gelmezler, hükmüne muhalefet etmezler. Fakat Peygamber, Allah'ın yüceliği ve gücü karşısında O'nun kullarından bir kuldur. Diğer insanlara karşı bir gücü ve otoritesi olsa bile, Allaha insanların en iyi kulluk yapanı ve en itaatkar olanıdır.
Şimdi bu konuya temas eden ayetlerden bir bölümünü arzedebiliriz:
Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan öne de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mü-kafaatlandıracaktır. (Âl-i İmran/144)
De ki: "Ben, yalnızca sizin gibi beşerim. (Şu var ki) bana, ilahınızın sadece bir ilah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Keyf/110)
Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlaka galiptir, hikmet sahibidir. (Enfal/63)
Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah, dilediğini doğru yola iletir. (Bakara/272)
Bunda senin yapacağın bir şey yoktur. (Âl-i İmran/128)
Senden kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. Sen onu nereden bilip bildireceksin? Onun nihai bilgisi yalnız rabbine aittir. (Nazi-at/42-44)
O halde ey Muhammed! Sen öğüt ver! Esasen sen, sadece bir Öğüt vericisin. Sen onlara zor kullanacak değilsin. (Gaşiye/2122)
De ki: "Ben Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleciyim."(A'raf/188)
Bir kimse Hz. Peygamber'in bu şekilde güç ve otoriteden soyutlanmasını onun makamının küçük düşürülmesi ve basitleştirilmesi olarak algılıyabilir. Allah böyle bir anlayıştan bizi korusun. Çünkü Rasûlullah Allah'ın en sevgili kuludur. O'nun yanındaki yeri çok büyüktür. Bundan önce onun şanını yücelten ve öven ayetlerden bir bölüm arzettik. Fakat Allah Teâlâ yaratılanla yaratanı ayırmak ve sadece kendisinin mâbud olduğunu anlatmak istemiştir. O, dilediğini yapandır. Bu konuda hiç bir peygamber, hiç bir veli ve hiç bir şehit O'na ortak değildir. Muttakile-rin imamı, müminlerin önderi ve kıyamet gününün imamı ve şefaatçisi da olsa onun bu konuda yapacağı hiç bir şey yoktur. O rahmet peygamberidir. Üzüntü ve kederin gidericisi, ümmetin kurtarıcısı, en güzel sözlerin sahibi ve varlıklara nisbetle alemlerin efendisidir. Fakat iş, Allah'ın yetki alanına ulaştığı zaman o Allah'ın bir kuludur ve kulluk sıfatı onun en büyük sıfatıdır ve Rasûlullah'ı süsleyen şeref madalyasıdır.
Burada basiret sahiplerinin dikkatini çeken inceliklerden birisi de şudur: Kur'an-ı Kerim ne zaman Hz. Peygamber'i yüceltme ve onurlandırma makamında ziretmişse, orada hemen kulluk sıfatlarını da zikretmiştir. Mesela, en büyük mucize olan Kur'an'ın Hz. Peygamber'e in-dirilişinden söz ederken onu bir kul olarak vasıflandırır:
Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi de çağırın! (Bakara/23)
En büyük mucizelerden birisi olan İsra'dan sözederken de Peygamberini kul olarak vasıflandırır:
Bir gece kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir. (İsra/1)
Kehf suresi, kulu Muhammed'e indirdiği kitaptan söz ederek başlar:
Hamdolsun Allah'a ki kulu (Muhammed'e) kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan kitabı indirdi. (Kehf/1)
Furkan suresi de buna benzer biçimde başlamıştır:
Alemlere uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed'e) Furkan'ı indiren Allah yüceler yücesidir. (Furkan/1)
Enfal suresinde de aynı şeyi söyler:
Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün (Bedir savaşı günü) kulumuza indirdiğimize inanmış iseniz bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah herşeye hakkıyla kadirdir. (Enfal/41)
Necm suresinde şöyle buyurur:
Allah o anda kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Necm/10)
Hadid suresinde şöyle buyurur:
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiren O'dur. Doğrusu Allah size şefkatlidir, merhametlidir. (Hadid/9)
Cin suresinde Hz. Peygamber'in Allah'a yalvarmasından söz edilirken şöyle buyurulur:
Allah'ın kulu O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca onun etrafında neredeyse keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. (Cin/19)
Şimdi de sırada onun yaptığı bazı işlerden dolayı onu kınayan ve bunlardan geri dönmesini isteyen ayetler vardır. Biz Kur'an-ı Kerim'de bazı tasarruf ve işlerinden dolayı Allah'ın Hz. Peygamber1! kınadığı ayetleri de görüyoruz. Unutmamamız gerekir ki çoğu durumlarda azarlama ve kınama sevgi ve dostluğun bir delilidir. Bu sebepledir ki Şevki bir beytinde şöyle demektedir:
Dostların birbirini kınaması pek de münasiptir Dostluğun zevki sadakati dostun itabındadır.
Yine unutmamamız gerekir ki tarafların seviyesi yükseldikçe kınamanın da hem lafız olarak hem de mana olarak seviyesi yükselir. Bu sebeple ilim sahiplerinin birbirini kınaması halkın veya ayak takımının birbirini kınaması gibi değildir. Ariflerin birbirini kınaması cahillerin kınaması gibi değildir. "İyilerin iyilikleri, mukarreblerin kötülükleri mesabesindedir" denilmiştir. Allah ile Rasûlü arasındaki kınama üslubunun zirvesine ulaşmamız mümkün değildir.
Bu insanların idrak ve algılamasının çok üstündedir. En çok sevdiği varlığın samimi ve temiz sevgisiyle, yaptığı kınamanın zevki, her-türlü zevkin üstünde ve her türlü idrakin ötesindedir. Kur'an'daki, Allah'ın Peygamberine yönelik kınama ayetlerine dikkatlice baktığımız zaman kınamanın sevgiyi hissettiren ve dostluğu ifade eden ince ve zarif bir örtüyle örtülü olduğunu görürüz. Mesela Tahrim suresinde Allah'ın peygamberini kınaması bu çeşitten bir kınamadır.
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi sen niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok acıyandır. (Tahrim/1)
Kınama ayeti "Ey Nebi hitabıyla başlıyor. Bu bir dostluk, sevgi ve onurlandırma hitabıdır. Kınama, Peygamber'i hesaba çekme üslubu içerisinde değil, bir soru sorma üslubu içerisinde yapılıyor:
Niçin haram ettin?
Bu ayet-i kerimenin en muhtemel nüzul sebebi özet olarak şudur: Hz. Peygamber çok sevdiği ve devamlı yediği bir nevi tatlıyı kendisine yasaklamıştır, bununla maksadı bazı hanımlarını memnun etmekti. Bu sebeple "Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" diye hitap ediliyor.
Sonra ayet-i kerime sözü, Hz. Peygamber'in bu davramşındaki maksadına getiriyor; ayetin beyanına göre Peygamber'in maksadı bazı hanımlarını memnun etmekti. Gerçekten Hz. Peygamber hanımlara iyi muamelede örnek alınacak ideal bir insandı. Ayet Peygamberimizin bu maksadını şöyle ifade ediyor:
Eşlerinin rızasını gözeterek... Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
Sanki Allah Teâlâ Peygamber'in mazaretini ve helâl olan şeyi kendisine yasaklamasındaki maksadını açıklamayı kendisi üstlenmiş gibidir. Allah Teâlâ Peygamber'in maksadını bu şekilde beyan ettikten hemen sonra da ona kendisinin bağış ve merhamet sahibi olduğunu hatırlatmıştır:
Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
Kınama ayeti, "Ey Peygamber" hitabıyla başlamış, bağış ve rahmet ikramıyla sona ermiştir: Tevbe suresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? (Tevbe/43)
Burada kınama, çok hoş ve sevimli bir üslupla, af ile başlıyor. Yani daha kınamaya başlamadan Hz. Peygamer'i affettiğini bildiriyor. Ve bir halk deyimiyle, günah zikredilmeden bağıştan söz ediliyor. Allah Teâlâ burada da kınama konusundan soru sorma üslubu ile söz ediyor:
Onlara niçin izin verdin?
Allah Teâlâ'nın önce affettiğini söyleyerek peygamberini kınaması son derece tatlı ve hoş bir kınamadır. Hz. Peygamber hakkında henüz hüküm bulunmayan bir konuda içtihad etmiştir; izin verdiği kimselerin içyüzlerini bilmemektedir. Onların doğru veya yalan söyledik-
lerini kesin olarak bilecek ancak Allah'tır. Okuduğumuz ayetleri takib edecek olursak Allah'ın, Peygamberinin yaptığına sanki cevaz verdiğini de anlayabiliriz. Çünkü bir kaç ayet sonra Allah Teâlâ bu adamlardan şöyle söz etmektedir:
Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizden onlara iyice kulak verecek olanlar da vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir. (Tevbe/47)
Bir kimse çıkıp sorabilir: Allah ve Rasûlü arasındaki bu kınama sahnelerini Kur'an'm gözler önüne sermesindeki hikmet nedir? Bize öyle geliyor ki -tabii yine de Allah bilir- Kur'an-ı Kerim, hesaba çekilme ve cezalandırma kuralının genel geçer bir kural olduğunu, Peygamber bile olsa hiç kimsenin bu kuraldan istisna edilmediğini insanlara öğretmek için kınama âyetlerini zikretmiştir. İşte Kur'an Peygam-ber'i kınıyor ve onu hatasını düzeltmeye çağırıyor. Nerdeyse onu hesaba çekiyor bile diyesimiz geliyor. İşte Enfal süresindeki şu ilahi sözlerin benzerleri o yüce Peygamber'in kulağında çınlıyor:
Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yakışmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmamızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir.
(Enfal/67
Ey Muhammedi Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye "Eşini yanında tut, Allah'tan kork!" diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek gizliyordun. Oysa, Allah'tan çekinmen daha uygundu. (Ahzab/37)
Yanma ama birisi geldi diye Peygamber yüzünü eskitti ve sırtını döndü. Ey Muhammedi Ne bilirsin, belki de o arınacak; yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama sen kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun; arınmak istememesinden sana ne! Sen Allah'tan korkup koşarak sana gelen kimseye aldırmıyorsun. Dikkat et; bu Kur'an bir öğüttür. (Abese/1-11)
İşte böyle; ne zaman Hz. Muhammed'e ait bir hatırayla karşılaşsak ve onun dönemine yönelsek, ne zaman doğruluk ve gerçeğin aydınlattığı ona ait zarif ve parlak bir tabloyu seyretmeyi arzu edip mukaddes kitaba, yüce Kur'an'a dönüp baksak orada Allah Rasûlüne ait ideal bir tablo buluruz. Bu tablo beş unsur üzerine bina edilmiştir: Hz. Peygamber1! övme ve yüceltme unsuru, sorumluluk ve yükümlülük unsuru, yüceltme ve sorumluluğun karışık olduğu unsur, onun bir beşer olduğunu ve Allah'ın kudreti önünde güçsüzlüğü unsuru, kınama ve hatasını düzeltmeyi isteme unsuru. Bu beş unsurla birlikte Hz. Mu-hammed'in eşsiz kişiliğinin aydınlık çehresi ortaya çıkar.
Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür. (İsra/9) [97]
Soru: Hz. Muhammed'in (s,a) ümmi olduğu doğru mudur?
Cevap: Allah Teâlâ A'raf sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar, ağır yüklerini indirir, zor yükümlülüklerini hafifletir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, onunla birlikte gönderilen nura (Kur'an'a) uyanlar varya, işte kurtuluşa erenler onlardır. De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. O'ndan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmi Rasûlüne —ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulaşınız." (A'raf/158)
Gördüğünüz gibi bu iki âyet, gayet açık bir şekilde Hz. Peygam-ber'i (s.a) ümmi olarak nitelendirmektedir. Müfessirlerin ifadelerine göre ümmi, okuma ve yazmayı bilmeyen, anasından doğduğu gibi duran bir millete mensup kişi demektir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Sizin peygamberiniz okuma, yazma ve hesap bilmezdi." Allah Teâlâ Ankebut sûresinde şöyle buyurmuştur:
Sen daha önce bir kitap okumuş ve elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi. (Ankebut/48)
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: Biz okuması ve yazması olmayan ümmi bir milletiz.
Bir görüşe göre de Hz. Peygamber'e (s.a) Ümmü'1-Kura diye isimlendirilen Mekke şehrine mensup olduğu için ümmi denilmiştir.
Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Onların bir kısmının okuyup yazması yoktur. Kitabı bilmezler. Bildikleri sadece bir takım yalan ve kuruntulardır. Onlar ancak vehim içindedirler. (Bakara/78)
Kurtubi der ki:
Ümmiler, yahu d ilerdendir. Bir görüşe göre de yahudilerden ve münafıklardan okuması ve yazması olmayan birisine ümmi denilir. Analarından doğdukları gibi duran, okuma ve yazma bilmeyen bir millete mensup kimselere ümmi denilir. Bir görüşe göre onlar Ümmü'l-Kitab'ı yani Kur'an'in ahkam âyetlerini kabul etmedikleri için ümmidirler. Bir görüşe göre kendilerine Kitab indiği için ümmidiıier. Sanki Ümmü'l-Kitab'a nisbet edilmişlerdir. Sanki onlar hakkında ümmi denilmiş gibidir. Onların içinde yazı yazmasını bilmeyen ehl-i kitab da vardır. Bir görüşe göre Hristiyan Arab-lara ümmi denilir. Bir görüşe göre de ümmiler, işledikleri günahlardan dolayı kitapları kaldırılan ve ümmi hale gelen ehl-i kitap topluluğudur. Bir görüşe göre de Mecusilerdir. Fakat bunlar içinde birinci görüş daha açık ve kuvvetlidir. Yani okuma ve yazma bilmeyen ve anasından doğduğu gibi kalan bir millete mensup kimse demektir. En iyi bilen Allah'tır.
Allah Teâlâ Âl-i İftiran sûresinde şöyle buyurur:
Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim." Ehl-i kitab'a ve ümmilere de
"Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim olurlarsa doğru yolu buldular demektir. (Âl-i İmran/20)
Kurtubi der ki: "Buradaki ümmiler, kitabı olmayan kimselerdir, bunlar da müşrik Arablardir."
Yine Âl-i İmran sûresinde şöyle buyurulur:
Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, onlara yüklerle mal emanet bırak-san, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilmedikçe onu sana vermez. Bu da onların, "Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur" demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar. (Âl-i İmran/75)
Rivayete göre Yahudiler, müslümanlarla alışveriş yaptıkları zaman şöyle diyorlardı: "Onlar bize muhalefet ettikleri için kendilerine bir haksızlık yapmamızda bize bir günah olmaz." Bunun da kendi kitaplarında yazılı olduğunu iddia ediyorlardı. İşte Allah Teâlâ, onların bu iddialannı yalanladı, reddetti ve şöyle dedi: Evet, onlar yalanladıkları ve Arablarm malını kendilerine helâl gördükleri için üzerlerine azap vardır. Bir rivayete göre de yahudiler, Arablardan borç alıyorlar, alacaklı durumundaki Arablar müslümanlığı kabul ettikleri zaman borçlu yahudiler onlara şöyle diyorlardı: "Artık bizim size ödeyeceğimiz bir şey yok. Çünkü siz dininizi terkettiniz, bu yüzden bizden alacağınız düştü." Bu iddialarını da Tevrat'a dayandırıyorlardı. Allah Teâlâ bu konuda onları yalanladı.
Allah Teâlâ Cuma sûresinde şöyle buyurur:
Ümmilere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.
(Cuma/2)
Ibn Abbas der ki: "Ümmiler, yazı yazmasını bilsin bilmesin bütün Arablardır. Çünkü onlar ehl-i kitap değildirler." Bir görüşe göre ümmiler, yazı yazmasını bilmeyenlerdir. Kureyş de böyledir. Ayette geçen Rasûl ile kastedilen Hz. Muhammed'dir (s.a). Hz. Peygamberin (s.a)
bütün Arab kabileleriyle akrabalığı vardır. Hz. Peygamber (s.a) de ümmi idi, bir kitap okumamış ve öğrenmemişti.
Maverdi şöyle diyor:
"Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e ümmiliğini niçin bir nimet olarak takdim ediyor?" diye sorulacak olursa bunun üç tane cevabı vardır: Birincisi daha önceki peygamberlerin onun geleceğine dair verdikleri bilgi ve müjdeye uygun olması, ikincisi Hz. Peygam-ber'in durumu ile onların, yani Arabların durumunun birbirine benzemesi ve bunun da ona uymalarını kolaylaştırması, üçüncüsü "insanları davet ettiği şeyleri daha önce okuduğu kitaplardan öğrenmiştir" şeklindeki kötü zanları ve iddiaları çürütmesidir. Bütün bunlar onun mucizesinin delili ve peygamberliğinin isbatıdır. [98]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) dalaletle (şaşkınlıkla) nitelendirilmesi caiz midir? Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e "O seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" diye hitab etmesinin anlamı nedir?
Cevap: "O seni şaşırmış bulup da yol gösterme di mi?" ayeti Du-ha sûresinde geçer. Müfessirler bu âyetin anlamı üzerinde çeşitli sözler söylemişlerdir. İbn Kesir Tefsirinde bu âyetle ilgili şunlar yazılıdır:
"O seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" ayeti şu âyet gibidir:
Ey Muhammedi İşte sana da buyruğumuzla Cebrail'i gönderdik; sen kitap nedir, iman nedir'bilmezdin. Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin. (Şura/52)
Bu kelimeyle (yani şaşırmış kelimesiyle) Hz. Muhammed'in küçüklüğünde Mekke sokaklarında yolunu şaşırması sonra evine geri dönmesinin kastedildiğini söyleyenler vardır. Bir görüşe göre Hz. Mu-
hammed amcasıyla birlikte Şam yolunda iken yolunu kaybetmişti. Geceleyin develerin üzerinde bulunuyordu İblis geldi ve deveyi yoldan saptırdı. Sonra Cebrail geldi, İblise üfürdü ve İblis deveden ayrıldı, ta Habeşistan'a gitti. Sonra binitin yönünü yola çevirdi. Her iki görüşü de Begavî zikretmiştir.
Kurtubi Tefsirinde "O seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" âyeti hakkında şu ifadelere yer verilir:
Yani sen sana verilen peygamberliğin ne demek olduğunu bilmi-yordun. Allah bunu sana öğretti. Dalal (şaşkınlık) burada gaflet/bilmezlik anlamına gelir. Nitekim "Rabbin şaşırmaz ve unutmaz" (Taha/52) ayetinde şaşırmaz anlamına gelen kelime dalal kökünden gelir. Bir başka âyette Allah Teâlâ Peygamber'i hakkında şöyle buyurur:
Daha önce sen bundan gafildin/habersizdin. (Yusuf/3)
Bir kısım insanlar da âyette geçen dallen kelimesini "Sen Kur'an'ı ve şeriatı bilmezdin, Allah sana Kur'an'ı ve İslâm şeriatini öğretti" diye tefsir etmişlerdir. Bu tefsir, "sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin" (Şura/52) ayetinin de anlamıdır. Bir kısım insanlar da bu âyeti "Seni dalaletteki bir toplumun içinde buldu ve o toplumu seninle doğru yola şevketti" diye tefsir etmişlerdir.Bir görüşe göre bunun "Sen hicreti biliniyordun onu sana öğretti" anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bir görüşe göre de bu, "Sen, amelinin Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu unutmuştun" diye tefsir edilmiştir.
Bir görüşe göre de bu, "Sen kıbleyi arıyordun, sana kıbleyi öğretti" demektir. Bir görüşe göre "Sen, sana indirilen vahyi nasıl açık-lalaycağmı şaşırmış vaziyette idin. Allah bunu sana öğretti" demektir. Bir görüşe göre "Allah seni hidayete şevketti" demektir. Bir başka görüşe göre de "Hiç kimse senin dininin üzerinde değildi, sen tek başına idin seninle beraber kimse yoktu, bütün insanları benim yoluma seninle şevkettim" demektir.
Kurtubi bu son görüşün en güzel görüş olduğunu söylemiştir. Kuşeyri Tefsirinde bu âyetle ilgili şu ifadeler yer alır:
Âyetin tefsiri konusunda çok sayıda görüş vardır: Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?
Yani çocukluğunda Mekke sokaklarında yolunu kaybetmiştin, Allah sana amcan Ebu Talib'in evinin yolunu gösterdi. Bir görüşe göre, "Sen bizim hakkımızda (yani Allah hakkında) kararsızlık ve şaşkınlık içinde bulunuyordun, biz seni bize (Allah'a) hidayet ettik, (seni bizim hakkımızdaki şaşkınlığından kurtardık)" demektir. Bir başka görüşe göre sana bu ayrıntıları öğretmekle yol göstermiş olduk, demektir. Bir başka görüşe göre toplumların arasında sapıtanlar/dalalette olanlar vardı, biz onları seninle hidayete eriştirdik demektir. Bir başka görüşe göre ise "Sen bizim sana olan sevgimizi bilmiyordun, seni sevdiğimi sana öğrettim" demektir.
Fi Zılali'l-Kur'an Tefsirinde de şunlar anlatılır: Allah Teâlâ, Peygamber'inden şöyle söz eder:
Sen, inançları ve düşünceleri puslu, yaşayış ve durumları bozuk bir cahiliye toplumunda yetiştin. Bu topluma için ısınmadı. Ne ca-hiliye toplumunda, ne de dinlerinde değişiklikler yapan, sapıtan ve şaşıran musevi ve hristiyanlarda seni tatmin edecek açık bir yol bulamadın. Sonra yüce Allah sana vahyettiği buyruk ve seni ulaştırdığı metodla sana yol gösterdi.
Milletleri inanç sapıklığından ve şaşkınlığından kurtarmak, onlara yapılacak en büyük iyiliktir. Başka hiçbir iyilik ona denk olamaz. Bu, onları bir sarsıntıdan korumaktır ki başka hiçbir sarsıntı ona denk olamaz. Bir yorgunluğu dindirmektir ki başka hiçbir yorgunluk ona denk olamaz.
Belki de bu büyük nimet, Rasûlullah'ın (s.a) o dönemde göğüslemekte olduğu vahyin kesilmesi, müşriklerin sevinmesi, sevgilinin sevgiliden ayrı düşmesi gibi sıkıntı ve zahmetlere katlanması sebebiyle ihsan edilmişti. Böyle bir ortamda bu sûre geldi. Rabbinin elçisini çölde vahiysiz terketmeyeceğini, daha önce de çölde şaşkın bir halde terketmediğini hatırlatarak yatıştırıyor ve gönlünü rahatlatıyordu.
Tacu'l-Arûs'ta. verilen bilgilere göre, ister kasıtlı ister kasıtsız olsun, ister az ister çok olsun haktan ve hakikatten sapmanın her şekline dalal denilir. Razı olunan doğru bir yolda gitmek gerçekten zordur. Bu sebeple Rasûl-i Ekrem (s.a) şöyle buyurur:
İstikamet üzere olun, yoksa kendinizi koruyamazsınız.
Bunun içindir ki kendisinden herhangi bir hata zuhur eden kimse hakkında da bu dalal kelimesini kullanmak caizdir. Bu bakımdan dalal kelimesi peygamberlere de, kafirlere de nisbet edilmiştir. Halbuki her iki dalalet arasında çok büyük fark vardır. Görmüyor musun Hz. Peygamber hakkında yüce Allah şöyle buyurur:
O seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?
Yani sana verilen peygamberlik bilgisine daha önce sahip değildin. Kur'an-ı Kerim'de Yakub (a.s) hakkında şöyle denilir:
Sen hala eski şaşkınlığındasm. (Yusuf/95)
Yakub'un çocukları şöyle demişlerdi: "Doğrusu babamız apaçık bir şaşkınlık içindedir." Bu ifadeyle Yakub'un çocuktan, babalarının kardeşleri Yusuf a olan düşkünlük ve sevgisine işaret etmişlerdir. Musa'nın (a.s) yanlışlıkla adam öldürdüğüne dikkat çekmek için Allah şöyle demiştir:
Musa: "Ben o işi yaptığımda şaşkınlardandım" dedi. (Şura/20) [99]
Soru: Sahabilerden basiret sahibi olanlar kimlerdir?
Cevap: Basiret kalbe ait bir nurdur ki kalb onunla görür ve hidayete erer, yolunu bulur. Basar ise göze ait bir nurdur ve onunla görür ve bakar. Basiret kelimesi beyan, apaçık delil, kendisiyle öğüt alınan ibret, marifet ve yakîn/kesin bilgi anlamlarında da kullanılır.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Basiret kalbin inancı veya kesin olarak bir şeyi bilme ya da ilmi gerçeklerin kavrandığı bir kuvvet demektir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
Doğrusu size rabbiniz tarafından basiretler gelmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim. (En'am/104)
Yani bu âyetler size akli ve kozmik belgeler olarak gelmiştir. Ebedi saadete ulaştıracak kesin ve gerçek inançlara bu belgelerle ulaşılır.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
De ki: "İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzereyiz (basiret üzereyiz)." (Yusuf/108)
Bu Kur'an, rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır). İnanan bir kavim için hidayet ve rahmettir. (A'raf/203)
(Musa Firavun'a) "Pekala biliyorsun ki" dedi, "bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin rabbi indirdi." (İsra/102)
İbret manasını verdiğimiz keliînenin aslı besair/basiretler'dir.
Akıl ve basiret sahibi kimseler, eski çağlardan beri basireti (kalbin görmesini) basara (gözün görmesine) tercih ederler ve şöyle derler: Musibet, basarın yokluğunda değil, basiretin yokluğundadır, yani felaket, gözün körlüğü değil, kalbin körlüğüdür. Eski bir atasözü vardır: "Nice kör vardır ki, doğruyu bulur". Kur'an-ı Kerim'deki şu âyet-i kerime bu gerçeği dile getiriyor:
Yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir. (Hac/46)
Bu sebeple nazar (görüş) kelimesinin halk arasında daha çok gözle görmek anlamında kullanıldığını, aydınlar arasında ise daha çok düşünmek, bilgi ve marifet anlamında kullanıldığını görüyoruz.
1956 yılında Körlerin Dünyasında isimli kitabın birinci cildinde şunları söylemiştim: "Kur'an'ın çoğu yerde kör kelimesiyle gözleri kör olanları kastetmediğini, bununla manevi bir körlüğü, kalp körlüğünü veya akıl ve ruh körlüğünü kastettiğini görürüz. İbn Manzur Lisanü'l-Arab'ta şöyle der: Filan kimse kalb yönünden filan kimseden daha kördür, denilir, fakat gözü onun gözünden daha kördür denilmez. "Ne kadar da kördür" sözüyle, "Kalbi ne kadar da kapalıdır" anlamı kastedilir. Çünkü bu söz daha çok dalalette/sapıklıkta olan kimselere nisbet edilir, onlar için kullanılır. Kalbi kör olduğu zaman bir kimseye "kor adam" denilir. Körlük ise kalb gözünün kapanmasıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de ne zaman bir körü anmış ve onu kötülemişse, onunla kalp körlüğünü kastedmiştir. Aşağıdaki âyetler ve benzerleri bunun isbatıdır:
Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. (En'am/104)
İşte Allah'ın lanetlediği, sağır kıldığı ve kalp gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır. (Muhammed/23)
Ey Muhammed! Sana rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen kalp gözü kör olana benzer mi? (Rad/19)
Bu dünyada (kalbi) kör olan, ahirette de kör ve hatta daha şaşkındır. (İsra/72)
Arablar eskidenberi göz körlüğüyle iftihar ederlerdi. İşte Kureyş şairi gözleri kör olan Kureyş soylularının isimlerini saydıktan sonra şöyle der:
Senin derdin iyi bir derttir, seni kötü etmez Uyuklama temennisiyle seni geceletmez. Saygın bir derttir, korma, çünkü salgın değil Hamdolsun Allah'a nimetleri hep O'ndan bil.
Cahız el-Bursan ve'i-Arcan ve'î-Amyan ve'l-Havlan (Alacalılar, Topallar, Körler ve Şaşılar) isimli kitabında bu konuya temas eder. Bu kitabı ilk defa Daru'l-İtisam isimli yayınevi yakın bir zaman önce Prof. Muhammed Mersi el-Huli'nin tahkikiyle birlikte yayınladı.
Cahız bu kitabında gözü görmeyen büyük adamların diğerlerinden daha çok olduğunu da zikreder. Onların içinde bir topluluk vardır ki gözleri gören kimselerden daha çok idrak ve anlayış sahibidirler.
Bizi burada ilgilendiren, gözlerini kaybeden, bununla beraber basiretleri açık olan ve bu sayede önemli mevki ve makamlara gelen sa-habileri tanımaktır. Gözlerinin kör olması, hayatta başarılı olmalarını, sürekli ilerlemelerini engelleyememiştir.
Mesela Hz. Peygamber'in amcası el-Abbas ibn Abdulmuttalib bunlardan biridir. O gözlerini kaybetmesine rağmen büyük bir şahsiyet olarak hayatını devam ettirmiştir. Hatta İbn Hacer, ei-tsabe isimli eserinde sahabilerin, Abbas'ın faziletini kabul ettiklerini ve onunla istişare edip görüşünü aldıklarını zikreder.
Abbas, hazır cevaptı, soru sorana nazikçe cevap verirdi. Verdiği cevaplar doğru ve doyurucu olurdu. Birisi kendisine şöyle sormuştu: "Sen mi daha büyüksün, yoksa Hz. Peygamber mi daha büyük?"
Abbas ona şöyle cevap vermişti: "Şüphesiz Rasûlullah (s.a) benden büyüktür, fakat ben ondan önce doğdum."
İnsanlar kıtlığa maruz kalmışlardı. Hz. Ömer, dua etmesi için Ab-bas'ı çağırdı. Abbas, ayağa kalktı ve irticali olarak şu derin manalı güzel duayı yaptı:
Allahım! Senin katında bulut varsa, senin katında su varsa, bulutu yay ve içindeki suyu üzerimize indir. Onunla kökü sağlamlaş-tır, dalı uzat, memeyi sütle doldur. Allahım! Sen bir günah olmadıkça belayı indirmezsin, tevbe olmadıkça onu kaldırmazsın. Bu millet benimle sana yöneldi. Yağmurunla bizi sula. Allahım! Bunu kendimiz ve çocuklarımız için işitiyoruz. Allahım! Bize bol bol ve yararlı yağmurlar indir. Allahım! Biz yalnız senden isteriz, başkasına dua etmeyiz, başkasından istemeyiz. Allahım! Bütün açların açlığını, bütün çıplakların çıplaklığını, bütün korkanların korkusunu ve bütün zayıfların zayıflığını gider!
Sanki Abbas -basiret ile- rabbine yakarmanın sebeplerine bağlanmış gibidir. Allah Teâlâ onun duasını kabul eder ve az sonra bir yağmur sağnağı boşalır. İnsanlar onun hakkında şöyle demeye başlarlar: Mekke ve Medine'nin sulayıcısı.
Bir başka örnek Abdullah ibn Abbas'tır. Kur'an'ın tercümanı ve bu ümmetin büyük âlimi.. Halifelerin babası, Hz. Peygamber'in (s.a) am-cazedesi.. O da gözlerini kaybetmiş fakat basiretini kaybetmemişti. Ömer ibn el-Hattab -ki tam bir insan sarrafıdır- İbn Abbas hakkında şöyle der: "İbn Abbas olgun bir gençtir. Onun sorgulayan bir dili, akıllı bir kalbi vardır."
Bu ifade, Abdullah ibn Abbas'ın ulaştığı makam ve rütbeyi en açık bir şekilde gösteren bir nitelemedir.
Tabiinden Ubeydullah ibn Utbe diyor ki: "Hz. Peygamber'in sünnetini, Hz. Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz. Osman'ın verdiği hükümleri İbn Abbas'tan daha iyi bilen başka kimseyi bilmiyorum. Fıkhı, Kur'an tefsirini, Arab dilini, şiiri, hesabı ve feraiz ilmini ondan daha iyi bilen kimse yoktur. Bir gün fıkıh oturumu, bir gün tefsir oturumu, bir gün meğazi oturumu, bir gün şiir oturumu, bir gün de Arablarm önemli günleriyle ilgili oturum düzenlerdi ve bilgi verirdi. Onun kadar kendisine saygı gösterilen ve sorulan soruya onun kadar ilmi cevap veren başka bir âlim görmedim."
İbn Abbas'ın zekasına ve aklına delalet eden örneklerden birisi de şu olaydır: Bir gün Muaviye ibn Ebi Süfyan kendisini küçümseyerek şöyle der:
— Niçin gözlerinize hastalık isabet ediyor, ey Haşim oğullan? İbn Abbas ona hiç vakit geçirmeden şu iğneleyici cevabı verir:
- Sizin basiretlerinize hastalığın isabet etmesi gibi ey Ümeyye oğullan.
Muaviye artık hiçbir şey söyleyemedi.
İbn Abbas, Allah Teâlâ'nın kendisinden gözlerini almasına karşılık, ondan daha hayırlısını verdiğini biliyordu. Bu sebeple şöyle demiştir:
Allah gözlerimin nurunu almışsa bile Onların nuru dilimde ve kulağımdadır. Kalbim zekidir, aklımın sağlığı yerinde Ağzımdaki keskindir kılıç gibi, dolaşır dilden dile.
İbn Abbas'ın göğsünde parlayan bu basiret, zihnindeki bu ilim Hz. Peygamber'in (s.a) onun için yaptığı duanın bir sonucudur. İmam Buharî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) İbn Abbas'ı göğsüne yaslamış ve şöyle demiştir: "Allahım! Ona Kitab'ı ve hikmeti öğret!"
Gözleri âmâ bir sahabi daha vardır, bu sahabi Allah'ın özel korumasına mazhar olmuş, hakkında onu âmâ diye vasıflandıran Kur'an âyeti bile nazil olmutur. Bu sahabi Abdullah b. Ummii Mektum'dur. Gözlen kör olmasına rağmen İslâm'a ilk girenlerdendir. Dini ve rabbi uğrunda pek çok sıkıntıya tahammül etmiştir. Bu yüzden Mekke'den Medine'ye hicret etmiştir. Sesi güzeldir, vurgu ve nağmeleri tatlıdır. Bu sebeple Rasûlullah (s.a) kendisini müezzinlikle görevlendirmiştir.
Onun hakkında şu âyetler nazil olmuştur:
Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi. Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak; yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama, sen kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun. Onun arınmak istememsinden sana ne? Sen, Allah'tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun. Dikkat et bu Kur'an bir öğüttür. (Abese/1-11)
Ayetlerin işaret ettiği bu durum, İbn Ümmü Mektum'un kuvvetli bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir. İlim Öğrenmek ve dinde derinleşmek maksıdyla Hz. Peygamber'e koşarak gelir ve o esnada Hz. Pey-gamber'le konuşmakta olan Mekke eşrafına aldırış etmeksizin yüksek sesle ona şöye der: "Ya Rasûlullah! Beni okut ve Allah'ın sana öğrettiği şeylerden bana öğret!"
Ayetler onu kendisini temizlemek ve Öğüt almak isteyen, bunun için koşarak gelen ve Allah'tan korkan bir kimse olarak nitelendiriyor. Bunlar ne güzel niteliklerdir.
Allah Teâlâ onun yüzünden Peygamberini kınamıştır. Bunun içindir ki Rasûlulah (s.a) Abdullah ibn Ümmü Mektum'u gördüğü zaman ona şöyle iltifat ederdi:
Merhaba ey kendisi yüzünden rabbimden azar işittiğim kişi. Bir ihtiyacın var mı? Karşılayalım. Bir şey istiyormusun?
Rasûlullah (s.a) savaşlara çıktığı esnada onu Medine'de onüç defa kendi yerine vekil bırakmıştı. Veda Haccı için Medine'den ayrıldığında da onu vekil bırakmıştı. Onun sadece iki defa vekil bırakıldığına dair bazı kaynaklarda verilen bilgiler sağlam değildir. İmam Nevevi Tek libü'l Esma ve'l-Luğat isimli kitabında buna işaret etmiştir.
İbn Uramü Mektum gözleri âmâ olmasına rağmen, Fedaiyyunefi Tarihi'l-İslâm (İslâm Tarihindeki Büyük Fedailer) isimli kitapta verilen bilgilere göre kahramanlığıyla da tanınan bir kişi idi. Üzerine vacib olmadığı halde savaş meydanında bulunup çatışmaya fiili olarak katılmayı çok arzu ediyordu. Müslümanlarla düşmanları arasındaki çok önemli savaşlardan birisi olan Kadisiye muharebesi esnasında önüne böyle bir fırsat geldi. Savaş meydanına çıktı ve gözleri görmediği halde o savaşta sancağı taşıdı. Şöyle diyordu: "Sancağa doğru gelin, çünkü ben âmâyım, kaçamam beni safların arasında tutun."
Bu âmâ mücahid basiretinin nuruyla yolunu aydınlatarak savaştı. Nihayet savaş meydanında basiret sahibi bir müminin âza noksanlığına teslim olmadığını, aksine ölünceye kadar basiretiyle vuruştuğunu isbat ettikten sonra şehitlik nimetine nail oldu.
Bir başka örnek Peygamber'in şairi Hassan ibn Sabit'tir. Hassan'ın da gözleri âmâ olmasına rağmen basiretinin nuruyla Hz. Peygamber'i en güzel şekilde savunmuş, müşrik şairlerin iddialarını, iftira ve yalanlarını güzelce çürütmüş, İslâm'a ve dinin prensiblerine övgüler yağdırmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hassan ibn Sabit'in bu büyük gayretini hissetmiş ve şöyle demiştir:
Şüphesiz ki Allah Teâlâ, Hassan ibn Sabit'in Rasûlullah'ı müdafaasını Cebrail ile destekliyor.
İslâm şairi Hassan'a Hz. Peygamber şöyle derdi: Cebrail seninle beraberdir. Bir seferinde de şöyle demişti:
Söyle, Cebrail seni destekler.
Birinci halife Hz. Ebubekir'in babası Ebu Kuhafe'nin de gözleri görmezdi. Fakat onun basiretinin nuru isabetli görüşlerinde ve güzel sözlerinde kendisinin yardımcısıydı. Mesela Hz. Peygamber'in vefatını işitince: "Önemli bir olay" demiş, az bir müddet sükut etmiş sonra şöyle sormuştu: "Ondan sonra idareci kim oldu?" Şöyle cevap verdiler:
- O işi senin oğlun Ebubekir üstlendi. Tekrar dikkatle sordu:
- Abdumenafoğulları ve Muğireoğulları bu işe razı oldular mı?
- Evet.
- Allah'ın verdiğine hiç kimse mani olamaz, Allah'ın engellediğini hiç kimse veremez.
Bu konuşma Ebu Kuhafe'nin zekasını gösterir. Oğlunun yeni makamındaki konumunu sağlam görmek istemektedir. Bu sebeple el-Ak-kad Abkariyyetü's-Sıddtk isimli kitabında bu durumu şöyle ifade eder: "Bu onun iyi huylulukla yoğrulmuş bir deha olduğunu gösterir."
Âmâ sahabilerden birisi de Ümeyye ibn el-Eşkür el-Kinani el-Leysi'dir. Ümeyye, kavminin ileri gelenlerindendi. Gözleri görmez olmuştu. Kilâb isimli bir oğlu vardı. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde oğlu kendi isteği ile savaşa gitmişti. Ümeyye oğlunu şiddettle arzula-dı. Gözleri görmüyordu, rehberine, elinden tutmasını ve kendisini Mescid'de halifenin bulunduğu yere kadar götürmesini emretti. Halifenin huzuruna geldiğinde aşağıdaki beyitleri okudu:
Ey beni kınayan kişi, haksız yere kınadın Sen bilmiyorsun benim başıma gelenleri Eğer kınadıysan, Kilâb'ı bana geri getir Çünkü o Irak'a doğru yöneldi. Yiğitler yiğididir bolluk ve darlıkta Güçlü bir destektir kavuşma zamanında
Vallahi hiç aldırmadın sana olan sevgime Kalbim seni özler ve hep senin iştiyakında Beni sen ısıtırsın kışın soğuğunda Göğsüme yaslanıp bana sarıldığında Sevginin şiddeti kalbi parçalamış olsaydı Kalbim hüzünle dolardı infilakında Faruk'tan yardım isteyeceğim bir reistir o, Hacıların yöneldiği gibi Arafat Bisak dağında Allah'a yalvarırım niyazım yalnız O'nadır. Mekke vadisinde, onun Difak'ında Faruk göndermedi Kilâb'ı iki ihtiyara Zeval kuşu ah u figan eder feryadında.
Hz. Ömer bu şiiri dinleyince ağladı. Çünkü sevgi ve özlemle yanıp tutuşan, duygularını böylesine etkili ve derin üslupla ifade eden âmâ bir adamın bu şiiri terennüm ettiğini görüyordu. Kilâb'ı savaş cephesinden getirtti ve ona şöyle sordu:
- Babana hangi iyiliği yaptın?
- Ben daima onu tercih ederdim ve ihtiyaçlarını karşılardım. Onun için süt sağmak istediğim zaman, develerinin içinden en sütlü olanın yanma gelir, onu serbest bırakır, bir yerde duruncaya kadar onu terkederdim. Sonra memeleri soğutuncaya kadar yıkar, sonra onun için sütü sağar ve kendisine içirirdim.
Hz. Ömer Ümeyye'ye birisini gönderir, Ümeyye gelir ve orada hazır bulunur. Fakat halife onu oğlunun görmediği yerde bekletir.
Sonra Hz. Ömer, Ümeyye'ye şöyle sorar?
- Nasılsın ya Eba Kilâb (Kilâb'ın babası)?
- Gördüğün gibiyim, ey mü'minlerin emiri!
- Bir ihtiyacın var mı?
- Evet, ben Kilâb'ı görmeyi, onu koklamayı ve ölmeden önce onu bağrıma basmayı istiyorum.
Hz. Ömer tekrar ağlamaya başlar ve şöyle der:
- İnşallah bu konuda istediğine kavuşacaksın.
Sonra Hz. Ömer, Kilâb'a önceki yaptığı gibi babasının devesini sağmasını emreder. Süt kabını alır, Ümeyye'ye götürür ve şöyle der:
- İç bunu Ümeyye!
Ümeyye süt kabını alınca ağzına yaklaştırır ve şöyle diyerek bağırır:
-Vallahi ey mü'minlerin emiri, ben bu kapta Kilâb'm ellerinin kokusunu hissediyorum.
Ömer yine ağlamaya başlar. Kilâb'm getirilmesini emreder. Kilâb'ı getirirler. Hz. Ömer Ümeyye'ye der ki:
- İşte Kilâb yanında, onu sana getirdik. Ümeyye yerinden sıçrar, oğlunu kucaklar, öpmeye ve koklamaya başlar, duruma şahit olan Ömer ve orada bulunanlar ağlarlar.
Burada âmâ bir babanın oğlunun kaptaki kokusunu, o kabı sadece eline alıvermekle tanıyabilen hassas duygusunu açıkça müşahede ediyoruz. Bu bize Yakub (a.s) ile Yusufun durumunu hatırlatıyor. Oğlunun ayrılığına üzüldüğü için Yakub'un (a.s) gözlerine ak düşmüştü. Yusuf (a.s) babasına gömleğini gönderdiği zaman, Yakub (a.s) oğlu Yusufun kokusunu hissetmişti
Kur'an-ı Kerim, bu olayı şöyle anlatır:
"Şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün; görmeye başlar; bütün çoluk çocuğunuzla bana gelin!" Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babalan: "Doğrusu, ben Yusufun kokusunu duyuyorum; ne olur bana bunak demeyin" dedi. (Yusuf/93-94)
Abdullah ibn el-Erkam isimli sahabinin de gözleri görmezdi, bununla beraber onurlu ve kanaatkar bir kişi olarak yaşadı. Basireti ile hidayeti buldu, Allah ona gözlerinin nuruna karşılık basiret nuru ihsan etti. Hz. Osman ona hediye olarak üçbin dirhem göndermişti. Fakat Abdullah takvası ve iffetinden dolayı bunu kabul etmedi.
Gözlerinin değil, basiretinin nuruyla gören sahabilerden birisi de Ebu Abdirrahman Said ibn Yerbu el-Mahzumi'dir. Edeb, zevk ve nezaket sahibi bir kişidir. Bir defasında Rasûlullah (s.a) kendisine "Hangimiz daha büyük, ben mi, sen mi?" diye sormuştu.
O şöyle cevap verdi "Sen benden büyüksün, ben yaşlıyım." Rasû-lullah'a karşı bir nezaketsizlik olmasın diye "ben senden yaşlıyım" demedi, sadece "ben yaşlıyım" dedi.
Bazılarımız bu tür cevapları şimdi de verebilir. Çünkü biz buna benzer şeyleri ya okuduk veya işittik ve öğrendik. Fazilet öncü olana aittir. Çünkü o önderdir ve ilk defa yapandır. Bu güzel cevap yaklaşık binüçyüz sene önce söylenmiş bir sözdür. Biz bunun benzeri bir cevabı daha önce el-Abbas ibn Abdulmuttalib'e nisbet ederek de nakleşmiş-tik. Allah hepsinden razı olsun.
Bir diğer örnek Umeyr ibn Adiy el-Hutami'dir. Gözleri âmâ bir sa-habidir. Asma bintu Mervan isimli suçlu ve lanetli bir kadını öldürmüştür. Bu kadın kafir, müşrik ve lanetli bir kadındır. Sanki bir şeytandır. Sadece şirk ve küfür ile yetinmemiş, İslâm'a saldırmaya ve Rasûlul-lah'a sövmeye de başlamış, Hz. Peygamber'in öldürülmesini ve ortadan kaldırılmasını açıktan teşvik etmiş ve bu maksatla şiir söylemiştir.
Umeyr ibn Adiy, İslâm'a, Peygamber ve müsîümanlara olan saygısından dolayı ona çok kızmış, basiretinin aydınlığından kadına gitmiş ve geceleyin onu öldürmüştür. Sonra geri dönmüş, Hz. Peygamberle birlikte sabah namazını kılmış ve yaptığı şeyi Hz. Peygamber'e haber vermiştir. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle demiştir:
İki keçi gece toslaşmaz.[100]
Hz. Peygamber'den böyle bir söz ilk defa işitilmiştir. Rivayete göre Hz. Peygamber kendisine Umeyr el-Basir (gören Umeyr) ismini vermiştir.
Ömer ibn el-Hattab'ın cahiliye döneminde Züneyra ismli bir cariyesi vardı. İslâm güneşi cihanı aydınlattığında bu cariye de Allah'ın dinine koştu ve henüz müslüman olmayan Ömer'in karşı çıkmasına aldırış etmedi. Bu yüzden kavmi ve onlarlara beraber henüz müslüman olmayan Ömer onu işkenceye tabi tuttular. Hatta o kadar ki bu yüzden gözlerini kaybetti. Fakat o haline razı olup başına gelen bela ve musibetlere aldırmayarak ve karşılığını Allah'tan umarak bütün bunlara sabretti. Gözlerini kaybettikten sonra basiret nuruyla (dünyasını) aydınlattığına işaret eden şu sözleri söylemiştir: "Gözlerim kapandı, kalbim açıldı". Ne güzel bir söz!
Hz. Ebubekir bu cariyeyi satın aldı ve Allah rızâsı için hürriyetine kavuşturdu.
Kaderlerinin kendilerini gözden mahrum bıraktığı fakat buna karşılık daha kıymetlisini, basiret nurunu onlara bahşettiği bu büyük şahsiyetlere selam olsun. Basiret, basardan (gözden) daha kalıcı ve daha kıymetlidir. [101]
Soru: Rasûlullah'ın dilinden ifade edilen şöyle bir söz vardır:
Kuvvetli bir mümin, dört kafirle savaşabilir.
Bu konuda ne dersiniz?
Cevap: Enfal sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yirmi kişi, onlardan ikyüz kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti; sizden sabırlı yüz kişi onlardan iki yüz kişiyi yener. Ve eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir. (En-fal/65-66)
Bu âyet-i kerimeler müslümanları, kafirlere karşı savaşırken sebat göstermeye, hatta bir kişinin birden fazla kişiye karşı sebatla mücadele etmesini teşvik ediyor. Rivayete göre "Sizden sabırlı yirmi kişi onlar-
dan iki yüz kişiyi yener" âyeti nazil olduğu zaman, Allah Teâlâ bir müs-lümanın on kâfirden kaçmamasını emrettiği için bu müslümanlara ağır geldi. Sonra hafifletici âyet nazil oldu ve yüce Allah şöyle buyurdu:
Şimdi Allah yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi onlardan iki yüz kişiyi yener. Ve eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ mü s lü m anların önce yirmi kişisinin iki yüz kişiden çekinmemesini emretti. Sonra onların yükünü hafifletti. Artık yüz kişinin iki yüz kişiden çekinmemesi gerekir. Müslümanların sayısı, düşmanlarının sayısının yarısı kadar olsa bile onlardan çekinmemeleri gerekir. Yarısından az olurlarsa o zaman savaşmak onlara vacib olmaz. [102]
Soru: Rasûlullah'ın (s.a) mümini arıya benzettiği doğru mu? Eğer doğruysa nerede ve niçin benzetti?
Cevap: İmam Zerkeşi'nin el-Burhanfi Ulumi'l-Kur'an isimli eserinde verilen bilgiye göre el-Hakim et-Tirmizî Nevadiru'l-Usâl isimli kitabında şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
Bilal, arı gibidir. Arı, sabahleyin erkenden çıkar, acı tatlı herşey-den yer, sonra onların hepsini tatlandırır.
Hz. Peygamber, Bilal'i bir bal ansına benzetmiştir. Çünkü bal arısı, ekşi, kuru, yaş, sıcak ve soğuk hertürlü çiçekten yer ve bal yapar. Arı, kendi arzusunu tatmin için sadece tatlı yiyeceklere yönelen diğer böcekler, kuşlar gibi değildir. Allah Teâlâ bunun karşılığında ona şifalı olma özelliğini lütfetmiştir. Bu, tıpkı şu hadiste ifade edilen duruma benzer:
İnek sütü içiniz. Çünkü o her türlü bitkiden yer.
Hz. Bilal (r.a) rahmet âyetlerini ve cennetin özellikleriyle ilgili âyetleri okurdu. Rasûlullah (s.a) ona sûreleri Allah'ın indirdiği şekilde karışık olarak okumasını emretmiştir. Çünkü kulların dertlerinin deva ve ihtiyacını en iyi Allah bilir. Şayet Allah dileseydi âyetleri bölüm bölüm tasnif ederdi ve onları ayrı bölümler halinde indirirdi. Fakat onları gönüllere bıkkınlık vermeyecek şekilde birbirine karıştırmıştır.
İbnü'l-Esir'in en-Nihaye isimli eserinde İbn Ömer'den gelen "Mü'min bal arısına benzer" hadisi izah edilir. Bal ansıyla mümin arasındaki benzerlik yönü arının maharet ve zekası, zararsızlığı, küçüklüğü ve yararlı oluşu, kanaatkarlığı, geceleyin çalışması, pis şeylerden uzak durması ve temiz şeyleri yemesi, başkalarının kazancını yememesi, ince ve zarif oluşu ve lidere itaatidir. Arıyı çalışmaktan alıkoyan afetler vardır. Karanlık, bulut/sis, rüzgar, duman, su ve ateş bunlardan bazılarıdır. Mü'mini de salih amelden alıkoyan âfetler, gaflet karanlığı, şüphe bulutları, fitne rüzgarları, haram olan içecek ve tütsüler ve şehevi arzuların ateşidir. [103]
Soru: Satıcı ve müşteri bir malın üzerinde mesela altibin dirheme anlaşmış olsalar, müşteri bu bedeli ödemeyi kabul ettikten sonra o esnada bir başka müşteri gelse ve aynı mala onbin dirhem verse malı almaya hangisi hak sahibidir: İkinci müşteri mi, yoksa birinci müşteri mi?
Cevap: Hz. Peygamber (s.a) bir müslümanin, müslaman kardeşinin nişanlısına evlilik teklif etmesini veya satışının/pazarlığının üzerine pazarlık yapmasını yasaklamıştır. Bu yasağın sebebi müslümanları birbirine bağlayan kardeşlik bağlarını korumak, kuvvetlinin zayıfı veya zenginin fakiri ezmesini engellemektir. Hz. Peygamber'in bu sünnetinin ışığında deriz ki, taraflar arasında ahş-veriş tamam olduğu, icap ve kabul açık ve net bir şekilde bulunduğu müddetçe ikinci müşterinin bir asalak gibi onların anlaşmalarının arasına girmesi ve halk arasında pek çok örneğini gördüğümüz gibi hileli bir şekilde fiatı artırmaya çalışması haramdır.
Bu sebeple, yukarıda verilen örnekte mal birinci müşteriye aittir, satıcıya ait olmaktan çıktığı için ikinci müşterinin hakkı yoktur. [104]
Bu bölümde Hz. Peygamber'in (s.a) hadislerini rivayet eden sahabi-lerden bazıları anlatılmaktadır. Sahabiler hakkında yöneltilen bu sorular Hadis Ravileri diye isimlendirilen bir radyo programında yayınlanmıştır. [105]
Hz. Ebubekir es-Sıddîk (r.a), Rasûlullah'm (s.a) halifesidir. İman eden erkeklerin ilki odur. Raşid halifelerin de birincisidir. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Ebubekir, cehennemden azat edilen kişidir.
Hz. Ebubekir, Peygamberimizin bu sözü söylediği günden itibaren Atik (azatlı) diye isimlendirildi. O, cennetle müjdelenen on sahabi-den birisidir. Ümmet, onun Sıddîk diye isimlendirilmesinde görüş birliği etmiştir. Çünkü o, Rasûlullah'ı hemen tasdik etmiş ve doğruluktan ayrılmamıştır. Rasûlullah'a karşı hiçbir kusur ve itirazı olmamıştır. Özellikle isra ve hicret olaylarındaki tutumuyla İslâm'da yüksek bir mevkiye sahiptir. Savaş ve barışta Hz. Peygamber'den hiç ayrılmamıştır. O, Rasûlullah'la beraber mağrada bulunan iki kişinin ikincisidir. Kur'an-ı Kerim Tevbe sûresinde şöyle buyurur:
Muhammed'e yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşı Ebubekir'e, "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askederle onu desteklemiş, inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür, hakimdir. (Tevbe/40)
Tarih Rasûlullah'm vefat ettiği gün, insanlar korku ve endişe içinde iken onun ifa ettiği misyonu asla unutmayacaktır. İnsanların arasında durmuş ve onlara şöyle hitab etmiştir:
Kim Muhammed'e tapıyorsa, Muhammed artık ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa Allah diridir, ölmez.
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gensin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mü-kafaatlandıracaktır. (Âl-i İmran/144)
Ebu Hureyre, Rasûlullah'm (s.a) şöyle dediğini rivayet ediyor:
Kim Allah yolunda herhangi bir şeyi çift çift harcarsa, cennet kapılarından ona şöyle seslenilir: "Ey Allah'ın kulu! Bu bir hayırdır." Namaz ehlinden olan namaz kapısından çağrılır. Zekat (sadaka) ehlinden olan sadaka kapısından çağırılır. Oruç ehlinden olan Reyyan kapısından çağrılır.
Bunun üzerine Ebubekir dedi ki: "Ya Rasûlullah! Kişi (sadece) o kapılardan birinden mi çağırılacak, (yani) o kapıların tümünden çağrılmaz mı?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Evet, senin onlardan olmanı umarım, ey Ebubekir.
Hz. Peygamber'in katiplerinden birisi olması hatta onların en faziletlisi olması Hz. Ebubekir'i hadis rivayetiyle ilgili hale getiren bir özelliktir. Ebu Said el-Hudri şöyle demektedir:
Ebubekir, bizim en bilgili olanırmzdır.
Hz. Peygamber'den yüz kırk iki tane hadis rivayet etmiştir. Aslında onun bu sayıdan kat kat daha fazla hadis rivayet etmesi beklenirdi, çünkü Hz. Peygamber'in ilk sahabisidir ve ondan hiç ayrılmamıştır. Fakat o, henüz hadislerin yayılmasından ve tabiilerin onları işitmeye, öğrenme ve ezberlemeye başlamasından önce vefat etmiştir. Kendisinden onlarca sahabi ve tabii rivayette bulunmuştur.
Hz. Ebubekir'in en büyük iyiliklerinden birisi de kendisinden sonrası için hilafet makamına adaletli yönetici, raşit halife Hz. Ömer'i aday göstermiş olmasıdır. Hz. Ömer'e bu konuda bir tavsiye mektubu yazmıştır ki bu mektup, nasihattaki samimiyetin ve yönlendirmedeki isabetin bir delili sayılır. Mektupta şöyle demektedir:
Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Ebu Kuhafe oğlu Ebubekir'in, dünyadan ayrılırken, ömrünün sonunda ve ahirete gideceği dönemin başında ve kafirin iman etmek, facirin gerçeği görmek, yalanlayıcının tasdik etmek mecburiyetinde kaldığı bir anda yaptığı bir görevlendirmedir. Ben, kendimden sonra Ömer ibn el-Hattab'ı size halife tayin ediyorum. Onu dinleyin ve ona itaat edin. Muhakkak ki ben, Allah'a, Rasûlüne, O'nun dinine, kendi nefsime ve size karşı yapmam gereken iyiliklerin hiçbirisini ihmal etmedim. Ömer de şayet adaletli olursa -ben de zaten öyle olacağım umuyorum- ne a'lâ ne güzel. Eğer adaletten uzaklaşırsa, herkesin yaptığı kendinedir. Benim maksadım iyiliktir. Zulmedenler kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğini yakında göreceklerdir. Esselamu aleyküm ve rahmetullah.
Ebubekir der ki:
Allahım! Muhakkak ki ben böyle yapmakla sadece onların iyiliğini istedim ve aleyhlerine olacak bir fitneden korktum. Ben, senin daha iyi bildiğin bir kimseyi onların içinden ayırdım, onların en hayırlısını, en güçlüsünü ve onları doğru yola sevketmeye en çok düşkün olanını onların başına geçirdim.
Allah Teâlâ kendisinden razı olsun. [106]
Hz. Ömer el-Fâruk müminlerin emiridir, raşit halifelerin ikincisidir, adaletli ve eşsiz bir yöneticidir. İlham sahibidir. Rasûlullah'm dilin-
den cennetle müjdelenen o sahabiden birisidir. Müslüman oluşu, İslâm ve müslümanlann onurunu yükseltmiş ve onlara zafer getirmiştir. İbn Mesud der ki: "Ömer'in İslâm'a girişi bir fetihtir, hicreti bir zaferdir, hilafeti ise bir rahmettir."
Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ doğruyu, Ömer'in kalbine yerleştirmiş, onun diliyle söyletmiştir. O, faruktur, Allah Teâlâ hak ile batılı onun vasıtasıyla ayırmıştır.
Yine Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Sizden öncekilerin içinde kendilerine ilham edilen kişiler vardı. Şayet benim ümmetimin içinde öyle birisi varsa, o Ömer'dir.
Pek çok konuda Kur'an-ı Kerim'in onun görüşüne uygun olarak nazil olması Hz. Ömer'in kalbinin temiziiğindendir. Ömer şöyle der: "Şu üç konuda rabbime muvafık düştüm/rabbim benim temennimi gerçekleştirdi. Ey Allah'ın Rasûlü! İbrahim'in makamını namazgah edin-sek? dedim. Hemen "İbrahimin makamını namazgah edinin" (Bakara/125) ayeti indi. "Ey Allah'ın Rasûlü! İyi ve kötü herkes senin hanımlarının yanma giriyor, örtünmelerini emretsen iyi olur" dedim. Hemen bunun üzerine hicap/örtünme âyeti nazil oldu.
Peygamber'in hanımları ona karşı kıskançlıkta birleştiler. Dedim ki: "Kimbilir sizi boşarsa belki Allah ona sizden daha iyi kadınlar ihsan eder." Dediğim oldu ve bu mealde bir âyet nazil oldu.
Hz. Ömer'le ilgili buna benzer daha başka örnekler de vardır.
Hz. Ömer'in hicreti hakkında Hz. Ali şunları anlatır: "Hicret eden kimi biliyorsam Ömer'den başka hepsi gizlice hicret ettiler. Ömer ise hicrete karar verdiği zaman kılıcını kuşandı, yayını omuzuna attı, eline okları aldı ve Kabe'ye geldi. Kureyş'in eşrafı Kabe'nin avlusunda bulunuyordu. Kabe'yi yedi defa tavaf etti. Sonra makamın yanında iki rekat namaz kıldı. Sonra müşriklere şöyle dedi: "Kahrolasıcalar! Kim annesini mahzun, çocuğunu yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa, şu vadide benim karşıma çıksın." Hiç kimse onu arkasından gidemedi."
Hz. Ömer (r.a) en çok hadis rivayet eden sahabilerden birisidir. Beşyüz otuzdokuz tane hadis rivayet etmiştir. Onlarca sahabi ve tabii de kendisinden rivayette bulunmuştur.
Ebubekir'in ölümünden hemen önce hilafet makamı için Hz. Ömer'i vasiyet etmesi onun ilim, fazilet ve adaletinin en açık delilidir. İnsanlar Hz. Ömer'den onun sert ve katı tutumundan çok korkarlardı. Hz. Ebubekir gibi yumuşak ve şefkatli bir kişiden sonra halifeliğe onun gelmesi insanların gözünü korkutmuştu. Fakat halifelik makamına geçtikten sonra durumunda değişiklik oldu ve çok merhametli ve şefkatli bir kişi haline geldi. Sanki Allah Teâlâ onun duasını kabul etmişti. Rabbine yakarıyor ve sertliğini yumuşaklığa çevirmesini niyaz ediyordu.
Hz. Ömer, ömrünün son günlerinde rabbine şöyle dua ediyordu:
Allahım! Yaşlandım, kuvvetim zayıfladı, çarem azaldı, ülkem genişledi. Ya rabbi! Senin emirlerinden herhangi birini zayi etmeden ve aşırılığa düşmeden benim ruhumu al. Allahım! Canımı Rasûlü-nün beldesinde (yani Medine'de) al.
Allah Teâlâ onun duasını kabul etti ve arzusunu gerçekleştirdi. Hak ve İslâm yolunda şehit olmayı ona lütfetti ve Medine-i Münevve-re'de vefat etmeyi, en büyük dostu efendimiz Hz. Muhammed'in yanına defnedilmeyi nasibetti.
Hz. Ömer'e ait hatırladığımız en güzel hatıralardan birisi de onun hilafet makamına geçtikten sonra irad ettiği şu hutbedir:
Ey insanlar! Ben hakka davet ediyorum, siz de destekleyin. Allahım! Ben katıyım, sana itaat edenlere karşı bana yumuşaklık na-sib et. Hakka uygun davranmayı, senin rızanı ve ahiret yurdunu gaye edinmeyi bana lütfet, senin düşmanlarına, suçlulara ve münafıklara karşı, benden bir haksızlık, aşırılık olmaksızın katı ve sert olmayı nasib et. Allahım! Ben cimriyim, saçıp savurmaya, gösteriş ve riyaya yönelmeden bana cömertlik ihsan et. Senin rızanı ve ahiret yurdunu isteyenlerden kıl. Allahım! Beni merhametli ve şefkatli kıl. Mü'minlere beni yumuşak kıl. Allahım! Ben
çok unutkan ve dalgınım. Her durumda bana seni ve ölümü hatırlamayı ilham et. Allahım! Sana itaatte zayıf kalıyorum; bana bu konuda güç ve kuvvet ver. Bununla beraber iyi niyet nasib et. Güzel niyet ancak senin lütf u ihsanınla olur. Allahım! Beni kesin bir iman, iyilik ve takva üzere sabit kıl. Daima senin huzurunda bulunduğumu ve senden haya etmemin gerekliliğini hatırımdan çıkarma. Benden razı olacağın amellerde huşu içerisinde olmayı, kendimi hesaba çekmeyi, vakitlerimi yararlı hale getirmeyi ve şüpheli şeylerden sakınmayi bana nasib et!
Allah Teâlâ kendisinden razı olsun. [107]
Künyesi Ebu Abdillah, adı Osman b. Affan ibn Ebi'l-Âs'tır. Müminlerin emiridir. Raşit halifelerin üçüncüsüdür. İlk müslüman olanlardandır.' İki defa hicret etmiştir. Zinnureyn'dir/Hz. Peygamber'e iki defa damat olmuştur. Allah yolunda bol bol mal harcamıştır. Allah yolunda şehit olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), o eşiyle birlikte hicret ettiği zaman şöyle buyurmuştur:
Allah'a yemin olsun ki o, İbrahim ve Lut'tan (a.s) sonra ilk hicret edendir.
Hz. Osman, Peygamberimizin iki kızının eşi olduğu için Zinûreyn diye isimlendirilmiştir. Önce Rukiyye ile evlenmiş, (onun vefatından ) sonra da Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Rasûlullah'ın iki kızıyla izdivaç yapan başka bir kimse yoktur. Hz. Peygamber'in cennetle müjdelediği on kişiden biridir. Vefat ederken kendilerinden razı olduğunu ifade ettiği altı kişiden birisidir. Hz. Osman, yahudilerden Ravme ka-yusunu satın almış ve onu müslümanlara vakfetmiştir. Tek başına bir orduyu kendi malıyla teçhiz etmiştir. Hz. Osman, Tebuk seferine çıkacak olan ve Ceyşu'1-Usre denilen orduyu teçhiz ederken yeninin altında bin dinar getirip Hz. Peygamber'in önüne sermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bugünden sonra Osman ne yaparsa kendisine zararı dokunmaz.
Buharî'nin şu rivayeti Hz. Osman'ın nasıl bir konumda olduğunu gösterir: Buharî'nin rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir:
İmdi, Allah Teâlâ, Muhammed'i (s.a) hak ile ve bir peygamber olarak gönderdi. Ben, Allah ve Rasûlüne icabet edenlerden idim. Allah'ın, onunla gönderdiği şeylere iman ettim. Sonra iki defa hicret ettim. Rasûlullah'ın (s.a) sohbetinde bulundum. Ona damat olma şerefine nail oldum. Allah'a yemin olsun ki ona hiç karşı gelmedim ve onu hiç aldatmadım. Nihayet Allah onu vefat ettirdi. Sonra Ebubekir'e ve Ömer'e de benzeri şekilde davrandım.
Osman ibn Affan, başka kimsenin ulaşamadığı büyük bir övgüye mazhar olmuş ve onunla temayüz etmiştir. Şöyle ki: Beyat-i Rıdvan (Rıdvan sözleşmesi) yapılırken görevli olarak Mekkelilerin arasında bulunduğu için orada hazır bulunamamıştı. Rasûlullah (s.a) bu esnada şöyle demiştir:
Osman, Allah ve Rasûlünün verdiği bir görevi ifa etmektedir.
Hz. Peygamber böyle söylemiş ve ellerinden birisini diğerine vurarak Osman'ın biatini yapmıştır. Hz. Peygamber'in Osman için kendi elini bedel sayması orada bulunanlara kendi ellerinden daha hayırlıdır.
Hz. Osman son derce utangaçtı/haya sahibi idi. Bu konuda rivayet edilen ona ait güzel örnekler vardır. Hz. Osman, Rasûlullah'ın huzuruna girmek istediği zaman Peygamberimiz (s.a) elbisesini üzerine almış ve kendisine çeki düzen vermişti. Sebebini sorduklarında şöyle cevap vermişti: "Meleklerin haya ettiği bir kişiden ben haya etmeyeyim mi?"
Hz. Osman, hilafet makamına müslümanlardan aldığı biat neticesinde gelmişti. O, raşit halifelerin üçüncüsüdür. Hilafet görevini üstlendikten sonra on iki sene kadar bu makamda kalmıştır. Hz. Osman'ın Rasûlul-lah'tan (s.a) yüzkırk altı tane hadis rivayeti vardır. Kendisinden de çok sayıda sahabe ve tabiin rivayette bulunmuştur. Allah, hepsinden razı olsun.
Hz. Osman, hilafetin sonunda kendisine başkaldıran fitneciler tarafından kuşatılmıştır. Fitneciler onu, Kur'an okurken muhasara etmişler-
di. Evinden onlara şöyle seslendi: "Allah aşkına söyleyin! Siz Peygam-ber'in ashabısınız, siz bilmiyor musunuz, Rasûlullah (s.a): "Kim Ravme kuyusunu açarsa cennetlik olur" demişti de ben o kuyuyu açtırmıştım?" "Doğru söyledin" dediler, fakat buna rağmen fitneciler davalarından vazgeçemediler ve geri çekilmediler. Halbuki İbn Habbab es-Sülemi isimli bir sahabi de şöyle demişti: "Ben şahit oldum, Rasûlullah (s.a) Ceyşu'1-Usre (Usre ordusu)nin teçhizi için teşvikte bulunmuştu. Osman dedi ki: "Ya Rasûlullah! Çullan ve semerleri ile birlikte yüz deveyi hazırlamak bana ait." Rasûlullah (s.a) sonra yine teşvik etti. Osman tekrar ayağa kalktı ve "İkiyüz deve benden" dedi. Rasûlullah (s.a) yine teşvik etti. Osman: "Üyüz deve benden" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: "Bundan sonra Osman ne yaparsa kendisine zararı dokunmaz."
Hz. Osman hicri 35 yılında Zilhicce ayının o sekizinde bir cuma günü şehit edildi.
Allah kendisinden razı olsun. [108]
Künyesi Ebü'l-Hasen, adı Ali ibn Ebi Tâlib'tir. Allah kendisinden razı olsun. Raşit halifelerin dördüncüsü, müminlerin emindir. Hz. Pey-gamber'in amcasının oğlu ve kızı Fatıma'nın eşidir. Hz. Peygamber'in adeta kardeşidir. Hasan ve Hüseyin'in babasıdır. Cennetle müjdelenen on sahabiden biridir. Hz. Peygamber'in ölünceye kadar danıştığı ve kendilerinden razı olduğu kimselerdendir. Rabbani bir âlimdir. Meşhur bir kahramandır, anılan bir zahiddir ve çocuklardan ilk müslüman olandır. Oniki yaşında iken müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a) hicret edeceği gece yatağında uyuması ve kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine geri vermesi için kendi yerine onu bırakmıştır. Hz. Peygamber'in yanındaki emanetleri sahiplerine vermiş, tavsiyelerini yerine getirmiştir. Hz. Ali, Rasûlullah'la birlikte bütün savaşlara katılmış, sadece Tebuk seferine iştirak etmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Medine'de onu kendi yerine vekil bırak-
mıştı. Hz. Peygamber pek çok yerde sancağı ona vermiştir. Hayber günü de sancağı ona vermiş ve fethin Allah'ın izniyle onun elinde gerçekleşeceğini bildirmiştir.
Rasûlullah'tan (s.a) çok sayıda rivayette bulunan kişilerden birisi de Hz. Ali'dir. Beş yüz seksen altı tane hadis rivayet etmiştir. Belki bunun sebebi onun küçüklüğünden itibaren Hz. Peygamberle (s.a) beraber oluşudur. Hz. Peygamber'in damadı oluşunu, onunla bir arada bulunmaya ve ondan ilim almaya düşkünlüğünü de buna ilave edebiliriz. Belki de bu Hz. Ali'nin Rasûlullah'tan (s.a) sonra insanları en fazla etkileyen kişi olmasının sebebidir.
Hz. Ali'den pek çok sahabi rivayette bulunmuşlardır. Abdullah ibn Mesud şöyle demekteydi: Biz, Medinelilerin en büyük hâkiminin Ali olduğunu söylerdik. Çünkü sahabenin büyükleri zor meselelerde ona müracaat ederler ve onun fetvasını alırlardı.
Hayber savaşında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu:
Yarın sancağı Öyle bir kişiye vereceğim ki Allah onun elinde fethi nasib edecek. Allah ve Rasûlü onu sever, o da Allah ve Rasûlü-nü sever.
Rasûlullah (s.a) sabahleyin "Ali ibn Ebi Talib nerde?" diye sordu. Oradakiler "Ya Rasûlullah! O, gözünden rahatsızlandı" diye cevap verdiler. Rasûlullah şöyle dedi: "Onu bana gönderin! Hz. Ali geldi. Rasûl-i Ekrem onun gözlerine tükrüğünü sürdü ve dua etti. Bunun üzerine Hz. Ali iyileşti ve Hz. Peygamber'in buyruğunu yerine getirdi, Allah da fethi onun eliyle nasib etti.
Hz. Ali'nin Peygamberimizin yanındaki değerini gösteren şeylerden birisi de Peygamberimizin şu sözüdür:
Ali bendendir; ben de Ali'denim.
Hz. Ali Peygamerimizden rivayet ederek şöyle demiştir:
Taneyi yaran ve insanlara şifa veren Allah'a yemin olsun ki, Rasûlullah (s.a), beni ancak müminin sevdiğini ve benden ancak münafığın nefret ettiğini bildirmiştir.
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra, Rasûlullah'ın mescidinde Hz. Ali'ye hicretin 35. senesinde biat edilmiştir. Hz. Ali hicri 40 yılında Ramazan ayının on yedinci gecesi şehit olmuştur.
Hz. Ali'ye nisbet edilen hutbeler, tavsiye ve öğütlerin toplandığı bir kitab vardır. Hikmet ve belagat talipleri için zengin bir kaynaktır. Nehcü'l-Beîağa diye isimlendirilen bu kitapta bulunan tavsiyelerinden birisi de Ebu Zerr'e (r.a) yaptığı şu edebi tavsiyedir. Hz. Ali bu tavsiyeyi Ebu Zer, insanları ellerindeki mallarını infak etmeye/Allah yolunda harcamaya çağırdığı zaman onların kendisini Rebeze köyüne sürgün ettirdikleri zaman yapmış ve şöyle demiştir:
Ey Ebu Zer! Şüphesiz sen Allah için öfkelendin, Allah'tan ümidini kesme. İnsanlar dünyalıklarını kaybedecekleri için senden korktular. Sen ise onların yüzünden dininin zarar göreceğinden korktun. Kaybedeceğiz diye korktukları şeyi bırak, onların olsun. Sen korktuğun şeyi/dinini koru yeter. Senin kendisi için korktuğun şeye onlar ne kadar da muhtaçtırlar. Onların vermediği şeye ise senin ihtiyacın yoktur. Kimin kazançlı olduğunu ve kimin daha çok hasetçi olduğunu yakında bileceksin. Gökler ve yer bir kulun üzerine kapansa, sonra o kul, Allah'tan hakkıyla korksa, Allah o kul için bir çıkış yolu gösterir. Seni hak ve hakikatten başka hiçbir şey memnun etmesin, batıldan başka da hiçbir şey sana rahatsızlık vermesin. Eğer onların dünyalarına razı olursan, seni severler; eğer sen de bir miktar dünyalık sahibi olsan (yani onların yanında yeralsan) senden emin olurlar.
Bu kitaptaki hikmetli sözlerinden bazıları da şunlardır: Tamahkarlık/açgözlülük ebedi bir köleliktir.
Ey Ademoğlu! Azığının/ihtiyacının üstünde kazandığın şeylerde sen, başkasının bekçisisin.
İman kalb ile tanımak, dil ile ikrar etmek ve organlarla amel etmektir.
Herkesin kendi malında iki ortağı vardır: Varisleri ve beklenmedik olaylar.
Allah Teâlâ ondan razı olsun. [109]
Kıymetli bir sahabidir, iyi bir Kur'an okuyucusudur. İsmi, Ubey ibn Ka'b ibn Kays ibn Abeyd el-Ensari el-Hazreci en-Neccari el-Me-deni'dir. Allah kendisinden razı olsun. Künyesi Ebu'l-Münzir'dir. Bu künyeyi ona Rasûlullah (s.a) vermiştir. Hz. Ömer'in kendisine verdiği başka künyeler de vardır. Hz. Ömer ondan şöyle sözederdi: "O, müs-lümanların efendisidir." Ubey ibn Ka'b, sahabenin meşhur şahsiyetlerinden olan yetmiş kişiyle birlikte ikinci Akabe Beyatmda, Rasûlul-lah'la birlikte Bedir savaşında ve diğer savaşlarda bulunmuştur. Fetva veren altı sahabiden biridir. Bu altı sahabi şunlardır: Ali ibn Ebi Talib, Ömer ibn el-Hattab, Abdullah ibn Ömer, Zeyd ibn Sabit, Ebu Musa el-Eş'ari ve Ubey ibn Ka'b.
Ubey ibn Ka'b, Rasûlullah (s.a) Medine'ye muhacir olarak geldiğinde kendisine ilk katiplik yapan kişidir.
Tirmizî'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en iyi Kur'an okuyucusu Ubey ibn Ka'b'dır.
Sahih bir hadiste Abdullah ibn Amr Rasûlullah'ın (s.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Kur'an'i dört kişiden öğreniniz: Abdullah ibn Mesud, Ebu Huzey-fe'nm mevlâsı Salim, Muaz ibn Cebel, ve Ubey ibn Ka'b.
Allah hepsinden razı olsun.
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) Ubey ibn Ka'b'a Beyyine sûresini okumuş ve bu sûrenin sonuna gelir gelmez kendisine şöyle demiştir:
Allah Teâlâ bu sûreyi sana okumamı bana emretmiştir.
Bu, Ubey ibn Ka'b için övünülecek bir husustur ki başka hiç kimse böyle bir şeye mazhar olmamıştır. Ubey ibn Ka'b müslümanlığı kabul etmeden Önce de yahudilerin büyük bilginlerinden birisi idi ve eski kitaplara aşina idi. Okurdu ve yazardı. İslâm'dan Önce cahiliye döneminde yazmayı bilirdi. Arablarda yazı yazanların sayısı çok azdı. Müslümanlığı kabul ettiği zaman Rasûlullah'ın (s.a) vahiy katiplerinden birisi de o olmuştur. Allah Teâlâ, Peygamberine Kur'an'ı Ubey ibn Ka'b'a okumasını emretmiştir. Ubey ibn Ka'b 164 tane hadis rivayet etmiştir. Kendisinden sahabenin büyüklerinden bir topluluk rivayette bulunmuştur. Çok sayıda tabiin de ondan rivayette bulunmuşlardır.
Ubey ibn Ka'b, Kudüslülerle yapılan anlaşmayı yazan kişidir. Ayrıca Osman ibn Affan Kur'an'ın toplanmasını da ona emretmiş ve o da Kur'an'm toplanmasına iştirak etmiştir. Rivayete göre Übey ibn Ka'b, Hz. Ömer'in yanında otururken şöyle demiştir: "Şüphesiz ki dünya bizi ahirete ulaştırır ve onda bizim ahiret azığımız vardır. Biz, dünyada yaptıklarımızın ahirette karşılığını görürüz." Orada bulunanlardan birisi: "Bu kimdir, ya emiru'l-mü'minin?" diye sorunca Hz. Ömer: "Bu müslümanlarm efendisi Übey ibn Ka'b'tır" diye cevap vermiştir. Übey, Kur'an-ı Kerim'le çok ilgilenir ve sekiz gecede onu hatmederdi.
Ubey ibn Ka'b insanlara fetva da verirdi, fakat sadece vuku bulan şeyler hakkında fetva verirdi. İnsanların vukubulmamış şeyler ve hayalî olaylar hakkında soru sormalarını engellerdi. Mesruk'tan rivayet edildiğine göre o şöyle anlatmıştır: Ubey ibn Ka'b'a bir mesele sordum. Dedi ki: "Yeğenim! Böyle bir şey olmuş mudur?" Dedim ki: Hayır. "Öyleyse, böyle bir şey oluncaya kadar bize sorma! Olduğu zaman senin için ictihad eder, görüşümüzü söyleriz" dedi. İbn .Damre anlatır: Ubey ibn Ka'b'a dedim ki: "Ey Rasûlullah'ın ashabı! Size ne oluyur ki, biz uzak yerlerden geliyoruz, sizden birşey öğrenmeyi umuyoruz, siz ise bizi hafife alıyor ve önemsemiyorsunuz?" Ubey dedi ki: "Vallahi eğer şu cumaya kadar ömrüm olursa, size o cumada öyle şeyler anlatacağım ki artık ister beni öldürün, ister sağ bırakın hiç umurumda değil."
Cuma günü olduğunda Medine'ye geldim. Bir de baktım ki Me-dineliler dalga dalga sokaklara dökülmüşler, birisine sordum: "Bu insanlara ne oluyor?" Dedi ki: "Sen buralı değil misin? Bugün müsıü-
manların efendisi Ubey ibn Ka'b öldü." Ubey hicri 30 yılında Medine'de vefat etti.
Allah kendisinden razı olsun. [110]
Allah yolunda malını mülkünü sarfeden cömert bir sahabidir. İsmi Ebu Muhmmed Abdurrahman ibn Avf ez-Zuhri el-Kuraşi'dir. Cennetle müjdelenen on sahabiden birisidir. Hz. Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi belirlemek için seçtiği altı kişilik danışma meclisinin üyelerinden birisi de Abdurrahman'dır. Hz. Ömer, bu kişiler hakkında şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) ölürken bunlardan memnun olarak ölmüştür." Abdurrahman ibn Avf, Rasûlullah (s.a) el-Erkam ibn Ebi'l-Er-kam'm evini karargah olarak kullanmaya başlamadan önce müslümanlığı kabul etmiş bir kişidir. Müslümanlığı ilk kabul eden sekiz kişiden birisidir ve müslümanlığı Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla kabul eden beş kişiden biridir ve ilk muhacirlerdendir. İki defa hicret etmiştir. Birincisinde Habeşistan'a, ikincisinde Medine'ye hicret etmiştir. Hz. Peygamber onunla Sa'd ibn Ubey er-Rabî'i kardeş yapmıştır. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Abdurrahman ibn Avf, göktekilerin de yerdekilerin de eminidir/ güvendiği kişidir.
Abdurrahman ibn Avf Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Rasû-lullah'la beraber bulunmuş, Beyat-ı Rıdvan'a ve diğer önemli olaylara iştirak etmiştir. Hz. Peygamber Dümetülcendel üzerine gönderdiği se-nyyenin komutanlığına onu tayin etmiş, kendi eliyle başına sarık sarmış, sarığın uçlarını iki omuzuna sarkıtmış ve müjdeleyerek ona şöyle demiştir: "Allah sana fethi nasib edecek ve o kavmin en soylu kızıyla evlenceksin." Hz. Peygamber'in bu müjdesi gerçekleşti, fetih ona na-sib oldu ve kabile reisinin kızıyla evlendi. Evlendiği kızın ismi Turnadır idi. Allah Teâlâ bu kadından ona Ebu Seleme isimli bir çocuk verdi. Abdurrahman ibn Avf, cesur ve kahraman bir kişi idi. Rivayete göre Uhud savaşında yirmi bir tane yara aldı. Aldığı yaralardan bir tanesi ayağında idi. Ayrıca Ön dişlerinden iki tanesi de düşmüştü.
Abdurrahman ibn Avf (r.a) cömert bir kişi idi ve Allah yolunda bol bol verirdi. Çok zengindi. Ticaretten çok kazanırdı. Bir gün müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin yanma girdi ve ona dedi ki: "Anacağım! Malımın çokluğunun beni helak etmesinden korkuyorum." Ümmü Seleme ona dedi ki: "Evladım, o halde infak et/Allah yolunda harca!" Abdurrahman ibn Avf bu çağrıyı kabu etti ve Allah yolunda infakta bulundu. Rasûlullah'm (s.a) zamanında kırk bin dinar tasadduk etti, sonra kırk bin dinar, sonra bir kırk bin dinar daha tasadduk etti. Daha sonra Allah yolunda beşyüz at ve beş yüz deve bağışladı. Abdurrahman ibn Avf dörtyüz bine satılan bir bahçeyi müminlerin annelerine (yani Peygamber'in hanımlarına) vakfetti. Malının büyük bir kısmı ticarete bağlı idi. Vefatından sonra geride koyun ve develerden başka altından büyük bir servet bıraktı. Bu altın (o kadar büyüktü ki) baltalarla parçalanmıştı.
Abdurrahman ibn Avf m pek çok menkıbesi vardır. Bunlardan öyleleri vardır ki başka hiç kimsenin başından geçmemiştir. Mesela Te-buk seferinde insanlara namaz kıldırırken Rasûiullah da onun arkasında bir rekat namaz kılmıştı.
Abdurrahman ibn Avf Rasûlulllah'ın hanımlarını/müminlerin annelerini çok iyi korur ve kollardı. Çünkü Rasûiullah (s.a) şöyle buyurmuştu:
Benim eşlerimi benden sonra koruyup kollayacak kişi samimi ve iyi bir kişidir.
Abdurrman ibn Avf onları dışarı çıkarır, onlarla birlikte hacceder, develerinin mahfelinin örtüsünü verir ve geçit vermeyen yollardan onları geçirirdi.
Abdurrahman ibn Avf Rasûlullah'tan (s.a) beş tane hadis rivayet etmiştir. Sahabe ve tabiinden pek çok kişi de ondan rivayette bulunmuştur. İbn İyas el-Huzeli'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Abdurrahman ibn Avf bizim yakın arkadışımızdı. -ne kadar iyi bir arkadaştır- Bir gün bizi davet etti, evine gittik. İçeriye girip abdest aldı. Sonra bi«e, içinde ekmek ve et bulunan genişçe bir sahanda yemek getirdi. Yemek ortaya konulunca ağlamaya başladı. "Ya Eba Muhammedi Niçin ağlıyorsun?" diye sorduk. Şöyle cevap verdi:
- Rasûiullah (s.a) ve ehl-i beyti, arpa ekmeğiyle dahi doyamadan şu dünyadan göçüp gittiler. Zannetmiyorum ki biz, hayırlı olan Öbür dünya sevabına nail olalım.
Abdurrahman ibn Avf vefat ettiği zaman Hz. Ali onun hakkında şöyle dedi: "Git ey îbn Avf! Artık mutluluğa eriştin tasa ve kederden
kurtuldun.11
Abdurrahman ibn Avf, hicretin 32. yılında vefat etti ve Baki kabristanına defnedildi.
Allah ondan razı olsun. [111]
Bu değerli sahabi de iki defa hicret etmiştir. İsmi, Ebu Abdirrah-man ibn Mesud el-Hüzeli'dir. Annesi muhacir sahabilerden ümmü Abd binti Abdived'dir. Abdullah ibn Mes'ud sahabiye oğlu sahabidir. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden önce müslümanhğı kabul etmiştir. Abdullah ibn Mesud şöyle demiştir: "Ben kendimi, müslüman olanların altıncısı olarak gördüm. Yeryüzünde bizlerden önce müslüman olan başka kimse de yoktu." Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etti. Bedir savaşına katıldı ve Ebu Cehil'i öldürdü. Ayrıca, Uhud, Hendek, Be-yat-ı Rıdvan ve diğer önemli olaylarda Rasûiullah'la beraber bulundu. Yermuk savaşına iştirak etti.
Abdullah ibn Mesud, Rasûlullah'm kendilerinin cennetlik olduğuna şahitlik ettiği kimselerdendir. Hz. Peygameber'e çok hizmet etti. Müslim'in rivayetine göre o şöyle demiştir: Rasûiullah (s.a) bana şöyle dedi: "Örtüyü kaldırmana ve ben sana mani olmadıkça sırlanma/özel hayatıma vakıf olmana izin veriyorum.1'
Abdullah ibn Mesud, Rasûlullah'tan çok sayıda hadis rivayet eden bir sahabidir. Kendisinden sekiz yüz seksen dört tane hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Ömer, Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Zübeyr, Ebu Musa el-Eş'ari, Enes, Cabir, İmran, Ebu Hureyre ve diğer sahabüerle, çok sayıda büyük tabiin kendisinden hadis rivayetinde bulunmuştur.
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edildiğine göre Abdullah ibn Mes'ud şöyle anlatır: "Rasûlullah (s.a) kendisine Kur'an okumamı istedi. Dedim ki: "Ya Rasûlullah! Kur'an sana iniyor, ben sana nasıl okurum?" Rasûlullah dedi ki: "Ben, başkasından dinlemeyi severim." Bunun üzerine Nisa sûresini okumaya başladım ve "Her bir ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!" (Nisa/41) ayetine geldiğim zaman bana: Yeter! dedi. Dönüp baktığımda gözlerinden yaşlar boşandığını gördüm."
Yine Buharî ve Müslim'den rivayet edildiğine göre Mesruk şöyle anlatmıştır: Abdullah ibn Amr ibn el-As'ın yanında Abdullah ibn Me-sud'dan söz edilince şöyle dedi: "Ben onu daima severim. Rasûlullah'ı (s.a) şöyle derken işittim:
Kur'an'ı şu dört kişiden alın: Abdullah ibn Mes'ud, Salim, Muaz ibn Cebel ve Ubey ibn Ka'b.
Abdullah ibn Mes'ud şöyle derdi: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki Kur'an'da hangi sûre olursa olsun, ben onun nerede indiğini ve hangi âyetin hangi şey hakkında indiğini bilirim. Şayet Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu ve deveyle ona ulaşabileceğimi bilseydim, deveye biner ona giderdim."
Nevevi, Abdullah ibn Mes'ud'un sahabenin büyüklerinden, ileri gelenlerinden ve âlimlerinden olduğunu söyler. Kur'an'ı, fıkhı ve fetvayı en iyi bilenlerindendir. Öğrencisi en çok olanlardandı.
Hz. Peygamber'in eviyle kuvvetli bir ilişkisi vardı. Hatta Ebu Musa el-Eş'ari şöyle anlatır: "Ben ve kardeşim Yemen'den geldik. Bir müddet bekledik. Abdullah ibn Mes'ud ve annesinin, Rasûlullah'ın evine girip çıkmalarından ve ondan hiç ayrılmamalarından dolayı biz, onun ve annesinin Ehl-i Beyt'ten olduğunu zannettik."
Abdullah ibn Mesud hastalandığında Hz. Osman kendisini ziyarete gelmişti. Ona sordu:
- Şikayetin nedir?
- Günahlarım.
- Neyi arzu ediyorsun?
- Rabbimin rahmetini.
- Sana bir ikramda/bağışta bulunulmasını emredeyim mi?
- İhtiyacım yoktur.
- Belki kızlarının ihtiyacı olabilir.
- Kızlarımın fakir düşmesinden mi korkuyorsun? Ben onlara her-gece Vakıa sûresini okumalarını emrettim. Çünkü ben, Rasûlullah'ı (s.a) şöyle buyururken işittim:
Kim her gece Vakıa sûresini okursa ebediyen yoksulluk yüzü görmez.
Abdullah ibn Mes'ud hicri 32 yılında Kûfe'de vefat etti. Allah kendisinden razı olsun. [112]
Ebu Musa Abdullah ibn Kays el-Eş'ari el-Kûfi sahabenin ileri gelen şahsiyetlerindendir. Annesi "Taybe bint Vehb'dir. Annesi müslü-manlığı kabul etmiş, Ebu Musa el-Eş'ari de hicretten önce Hz. Pey-gamber'e gelmiş ve onun vasıtasıyla İslâm'a girmiş, sonra Habeşistan'a hicret etmiş sonra da Hayber'in fethini müteakip iki gemi dolusu insanla birlikte Rasûlullah'ın yanma Medine'ye dönmüştür. Hz. Peygamber (s.a) Hayber ganimetinden, bu savaşta bulunmayan hiç kimseye -hatta onunla birlikte gelenlere dahi- pay ayırmadığı halde Ebu Musa el-Eş'ari'ye pay ayırmıştır. Hafız es-Sicistani Şeriatü'l-Kari isimli kitabında, Ebu Musa'nın Hz. Peygamberin ashabından hiç kimsenin sahip olmadığı şu faziletin sahibi olduğunu söyler: O, üç defa hicret etmiştir; Yemen'den Rasûlullah'ın yanma Mekke'ye hicret etmiştir. İkinci olarak da Mekke'den Habeşistan'a, üçüncü olarak da Habeşistan'dan Medine'ye hicret etmiştir. Bu sebeple kendisine "üç hicretin sahibi" denilmiştir.
Ebu Musa el-Eş'ari Hz. Peygamer'den üçyüz altmış tane hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) kendisini Aden, Zebid ve Yemen sahiline vali tayin etti. Hz. Ömer ise onu Basra ve Kûfe'ye vali olarak tayin etti. Ürdün'de Ebu Ubeyde'nin vefatına ve Cabiye'de Hz. Ömer'in hutbesine şahit olmuş, Şam'a da Muaviye'nin yanına gitmişti.
Ebu Musa el-Eş'ari iyi niyetli, temiz kalpli bir kişiydi. Çok ibadet eder ve teheccüde kalkar ve çok oruç tutardı. Senenin en sıcak günlerini gözetir, nefsini sabır ve dayanıklılığa alıştırmak için o günlerde oruç tutardı. Fidaiyyûne fi Tarihi'l-lslâm isimli kitabımda ilaveten şu bilgiler vardır: Cihatta maharetli, kahraman, cesur ve atılgındı. Hatta Hz. Peygamber'in onun hakkında: "Kahramanların efendisi Ebu Musa el-Eş'ari'dir" dediği rivayet edilir. Hz. Peygamberle birlikte Zaturrika savaşma katıldı. Bu seferin, cihadın zorluklarına katlanma yönünden ayrı bir özelliği vardır. Hicretin dördüncü yılında cereyan etmiştir. Bu gazve hakkında Ebu Musa el-Eş'ari şunları söyler: "Hz. Peygamber (s.a) ile bir gazaya çıktık. Biz altı kişilik bir gruptuk, bir deveye sırayla biniyorduk. Ayaklarımız yara olmuştu. Benim ayaklarım da yara olmuş, tırnaklarım dökülmüştü. Bu nedenle ayaklarımıza bez parçası sardığımız için bu sefere Zaturrika gazası denildi."
Ebu Musa el-Eş'ari bir de amcası Ebu Amir el-Eş'ari ile birlikte bir sefere çıktı. Düşmanlarına hücum etmek için Evtas denilen Heva-zin diyarındaki bir vadiye fedailer seriyyesi olarak görevlendirilmişlerdi. Seriyye komutanı Ebu Musa'nın amcası Ebu Amir idi. Bu savaşta düşmanlardan birisinin attığı bir ok Ebu Amir'in dizinin hassas bir yerine isabet etti. Ebu Musa süratle koşarak oku atan kişiyi öldürdü. Sonra döndü ve amcasının dizindeki oku çıkardı. Fakat amcası bir müddet sonra öldü. Müfrezenin komutanlığına da Ebu Musa geçti. Amcası ölürken ona şöyle demişti: "Rasûlullah'a git, benden selam
söyle ve ona de ki: Ebu Amir için istiğfar et. Ebu Amir Rabbine şehit olarak kavuştu."
Allah hepsinden razı olsun. [113]
[1] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/9-12.
[2] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/12-14.
[3] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/14-15.
[4] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/15-18.
[5] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/18-19.
[6] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/19-21.
[7] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/21-22.
[8] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/22-24.
[9] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/24-25.
[10] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/25-28.
[11] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/28-30.
[12] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/30-32.
[13] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/32-33.
[14] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/33-35.
[15] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/35-36.
[16] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/36-39.
[17] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/39-40.
[18] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/40-42.
[19] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/42-45.
[20] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/45-46.
[21] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/46-48.
[22] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/48-51.
[23] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/51-53.
[24] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/53-54.
[25] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/54-56.
[26] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/56-57.
[27] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/57-58.
[28] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/58-60.
[29] Bu konuda iki tane rivayet vardır. Tirmizi’nin Tefsir bölümünde İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre İbn Abbas, İsra Suresi 60. ayette geçen rü’ya kelimesinin Hz. Peygamber’in Mirac’da rabbini gördüğü anlamına geldiği görüşündedir. Diğer rivayet ise Müslim’in İman bölümünde geçer ve Hz. Aişe’den rivayet edilen uzun bir hadistir. Bu rivayette Hz. Aişe “Kim Muhammed Rabbini gördü derse Allah’a karşı büyük bir iddiada bulunmuş olur” demekte ve Miracda Rabbini görüp görmediğini Hz. Peygamber’e sorduğunda Mirac’da rabbini değilCebrail’i gördüm, cevabını aldığını nakletmektedir. Bu rivayetlerin ikisi de sahihtir. Fakat İbn Abbas’ın rivayeti mevkuf, Hz. Aişe’nin ise merfu hükmündedir. (Çeviren)
Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/60.
[30] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/61-64.
[31] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/64-65.
[32] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/65-67.
[33] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/67-68.
[34] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/68-69.
[35] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/69-70.
[36] Bîr hadisin isnad zincirindeki şahısların sayısı az olursa çok olana nisbctle "ali isnad"'; scncd zincirindeki şahısların sayısı çok olursa az olana nisbetle "nazil isnad" adını alır. Nazil isnad. hadiste bir zayıflık olarak kabul edilir. (Çeviren)
[37] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/70-71.
[38] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/71-72.
[39] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/72-73.
[40] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/73-76.
[41] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/76-79.
[42] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/79-81.
[43] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/81-84.
[44] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/84-86.
[45] Vacıkü'ş-Şebabil-Arabiy isimli kitabıma bakınız, s.71. 1. Bsm. Matbaatu'r-Risale, Kahire, 1948
[46] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/86-92.
[47] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/92.
[48] Bkz. Vesâilü Tekaddümü'J-Müsîimin isimli kitabımın Beyn'el-Urûbeti ve'l-İslâm bölümü, s. 118-130. Matbaatü Dâru'l-Âlemi'l-Arabiy, Kahire, 1959
[49] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/92-93.
[50] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/94-95.
[51] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/95-96.
[52] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/96-97.
[53] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/97-98.
[54] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/98-99.
[55] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/99-100.
[56] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/100-101.
[57] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/101-102.
[58] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/102-103.
[59] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/103-106.
[60] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/106-107.
[61] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/107-112.
[62] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/112-113.
[63] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/113-125.
[64] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/125-129.
[65] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/130-131.
[66] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/132-136.
[67] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/136-139.
[68] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/140-145.
[69] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/146-147.
[70] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/147-148.
[71] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/148-151.
[72] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/151-157.
[73] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/158-159.
[74] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/159.
[75] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/160-161.
[76] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/161-162.
[77] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/162-163.
[78] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/163.
[79] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/163-164.
[80] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/164.
[81] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/165.
[82] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/165-166.
[83] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/166-167.
[84] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/167-168.
[85] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/168-169.
[86] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/169-170.
[87] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/170.
[88] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/170-171.
[89] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/171-172.
[90] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/172-173.
[91] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/173-191.
[92] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/191.
[93] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/191-202.
[94] Yani topluluk, içlerindeki zayıflara göre kendilerini ayarlamalı ve onları gözetmelidir (Çeviren)
[95] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/202-211.
[96] Hz. Muhammed'in Arab soyundan geldiği hususunda lafı bu kadar uzatan, genel manada bütün islâm ümmetini öven ve yücelten ayet ve hadisleri sanki sadece Arab milletine yönelikmiş gibi göstermeye çalışan müellif keşke bu gayretinin bir kısmını da o yüce Peygamber'in alemlere rahmet olarak gönderilen evrensel bir peygamber olduğunu anlatmak için sarfetmİş olsaydı. (Çeviren)
Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/212-225.
[97] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/225-237.
[98] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/237-240.
[99] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/240-243.
[100] Ikı cambaz bir iple oynamaz anlamında bir söz. (Çeviren)
[101] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/243-254.
[102] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/254-255.
[103] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/255-256.
[104] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/256-257.
[105] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/257.
[106] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/257-259.
[107] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/259-262.
[108] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/262-264.
[109] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/264-267.
[110] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/267-269.
[111] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/269-271.
[112] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/271-273.
[113] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/273-275.