Halef Ve Seleften Hangisi Tercih Edilmeli?
Yaradılışın Yolları (Fıtratın Kanunları)
Başkası Îçin Allah'tan Bağışlanma Dilemek
Çağrılmadığı Halde Şahitlikte Bulunmak
Cinlerin İnsanların Suretine Girmesi
Allah'tan Başka Şeylerle Yemin Etmek
Hz. Ali'nin Hikmetli Sözleri Soru:
Eğitimde Resim Ve Heykel Kullanmak
Doktor Olmayan Bir Kimsenin Parayla İnsanları Muayene Etmesi
Müslümanın Müslümandan Alakasını Kesmesi
İlimle İbadeti Beraber Yürütmek
İnsan Ancak Kendisinden Sorumludur
Tevekkülle Kayıtsızlık Arasındaki Fark
Başka Gezegenlerde Hayat Var Mi?
İslâm Davetini Duymayan Kişinin Hali
Sıkıntılardan Kurtulmak İçin Okunacak Dua
Âlimler Ve İdareciler Hakkında
Emr-İ Bil Maruf Ve Nehy-Î Anil Münker
Üzerinde Canlıların Resmi Bulunan Elbise
Aşağıdaki Beyitler Kime Aittir?
Müslümanlar Nasıl Kalkınabilir
Makam Ve Mevkînin İnsanı Değiştirmesi
İslâm'a Yeni Girenlerin Durumu
İnsanlarla Hurma Agacı'nın Benzerliği
Haya İle Mahcupluk Arasındaki Fark
Hayattan Ve İnsanlardan Nefret Etmek
Dine Karşı Yapılan İftiralara Cevap Vermek
Kendilerine İslâm Tebliği Ulaşmayanlar
İslam Hurafelere Savaş Açmıştır
Soru: Selef ve halef arasında dini bir konuda ihtilaf veya çelişki olursa ne yapmamız gerekiyor? Hangisinin sözünü nazar-ı itibara alacağımızı beyan eder misiniz?
Cevap: İslâmî hükümlerin ilk kaynağı Allah'ın kitabıdır. Ona önden ve arkadan batıl gelmez. Hamde layık, hikmet sahibi Allah'tan gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'den sonra, Rasûlullah'tan (s.a) sabit olan hadis-i şerifler gelir. Çünkü Nebi (s.a) rabbinin emir ve nehiylerinin tebliğci-si ve vahyinin açıklayıcısıdır. Vahiy konusunda emindir. Allah Nebisi için Necm Suresinde şöyle buyuruyor:
O hevasından konuşmaz, o (Kur'an) ancak ona vahyedilmiştir. (Necm/3-4)
Bu iki kaynaktan sonra Kur'ân ve hadise muhalif olmamak kaydıyla diğer kaynaklar gelir ki dini hükümler onlarla daha iyi anlaşılır. Bu kaynaklar da, icma, kıyas ve sahabe'nin (r.a) sözleridir.
Bir^şey hakkında Kur'ân ve hadiste bir hüküm varsa, artık o konuda ictihad yapılmaz. Çünkü kesin hükümle (nasla) beraber ictihad olmaz. Burada selef ve halefin sözüne de bakılmaz.
Ancak kitap ve sünnette bir hüküm bulamadığımızda selefin sözünü halefin sözünden önce değerlendirmemiz, bilhassa hulafa-i râşidî-nın sözlerini ve uygulamalarını dikkate almamız gerekir. Çünkü Rasû-toU (s.a) şöyle buyurmuştur:
Benim sünnetime ve benden sonraki Raşit halifelerimin sünnetine sarılın.
Şüphesiz Rasûlullah'ın ashabı dini hükümleri herkesten daha iyi biliyorlardı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in yanında bulunmuş, vahyin inişine şahid olmuş, uygulamalarını bizzat görmüş kimselerdir.
Bu nedenle İmam Ebu Hanife şöyle demiştir:
Ben önce Allah'ın kitabına müracaat ederim, onda bulamazsam Allah Rasûlünün sünnetine baş vururum. Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetinde bulmazsam, ashabın sözlerine başvururum. Onlardan dilediğimin sözünü alırım, dilediğimin sözünü bırakırım. Onların sözlerinin dışına çıkmam.
Yani İmam demek istiyor ki: Bize Rasûlullah'tan bir hadis gelmişse onu alırız. Sahabeden bir şey gelirse muhayyeriz. Tabiine gelince, biz de onlar gibi ictihad ederiz.
Bundandır ki Ebu Hanife bazı tabiilerin ismini vererek şöyle diyor:
Onlar ictihad eden bir topluluktur. Ben de Onların ictihad ettikleri gibi ictihad ediyorum.
Ve yine tabiinin görüşleri hakkında şöyle söylüyor: Onlar da adam biz de adamız.
Şunu belirtmek lazımdır ki, Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmed b. Hanbel güçleri nisbetinde dini hükümleri araştırdılar. Kur'ân'ı kendilerine imam tayin edip hadisi yol gösterici bildiler. Allah da onları bir çok şeye muvaffak kıldı. Onlar doğruya en yakın olanı buldular. Fakat bu, sonradan gelen ve ictihad şartlarına sahip olan âlimlerin ictihad yapmalarına bir engel teşkil etmez. Bu ise çok az âlim ve fakihe nasib olur. Hulasa olarak şunu söyleyebiliriz, selefin sözü halefin sözünden önce dikkate alınır. Ancak selefin bilmediği şeyler de olur. [1]
Soru: İslâm fıkhında mezheplerin ihtilafının sebebi nedir?
Cevap: Allah, Kur'ân'ı büyük bir düstur olarak gönderdi. Bu ilahî düsturda, esas ve temel meseleler vardır; akaid, ibadet, muamelat ve ahlak gibi. Allah Teâlâ bu düsturları kaide ve esasları açıklamak için Rasûlünü görevlendirdi. Rasûlullah'ın sünneti Kur'ân-ı Kerim'i tefsir eder.
Sonra müctehid imamlar geldiler, Kur'ân ve Sünnet ışığında güçleri nisbetinde içtihat ettiler. Her birisi Kur'an ve sünnetin pınarlarından doya doya içtiler. İmamlar farz olan ibadetlerde, dinin aslı olan akaidde ihtilaf etmediler. Onlann hepsi de Allah'ın birliğinde, Rasûlullah'ın risaletinde, namaz, zekat, oruç, hac ve diğer dini usullerde hemfikirdiler.
Mezhepler arasındaki ayrılık, bazı feri ve şeklî meselelerdedir. Bu da rahmet kapısı ve Allah'ın sağladığı bir kolaylıktır. Çünkü, zaman, mekan ve şartlar sürekli değişmektedir. Çok şiddetli soğukla, çok şiddetli sıcak bir olmaz, suyu bol olan bir şehirle, suyu olmayan bir şehrin bir olmadığı gibi. Mutlaka her imam yaşadığı çevrenin tesirinde kalmıştır. Nasıl ki maslahat da bir yerden bir yere göre değişir. İşte bu düşünceler imamların cüzi meselelerde, dinin feri (tali) hükümlerinde ihtilafa düşmelerine sebep olmuştur.
Yine ihtilafın sebeblerinden biri de, bazı imamların işi biraz daha sıkı tutmuş, bazılarının daha hafif, bazılarının ise işi ne sıkı, ne hafif tutmuş olmalarıdır. İnsanlar da azim ve himmet bakımından muhteliftirler. Kimisi ibadete çok düşkün olur, onlar işi sıkı tutar. Kimi de amelde zayıftır, hafifi alır. Kimi de mu'tedildir vasatı (yani ortayı) kabul eder.
insanlar uzun zamandan beri bu dört mezhebi benimsediler. Bu mezhep sahiplerine hürmet ettiler. Onların dini hükümleri iyi bilmelerinden, Kur'ân, hadis ve sahabenin sözlerinden daha iyi hüküm çıkarmalarından dolayı onlara saygı duydular. Biz bu dört imamın kitapla-nna baktığımız zaman onların çalışmalarında çok samimi olduklarını,
bize bıraktıkları fıkhî mirasın büyük bir deha eseri olduğunu görürüz. Allah hepsine rahmet eylesin. [2]
Soru: İbadette mezhepleri birleştirip bir mezhebe göre abdest almak, diğer mezhebe göre namaz kılmak caiz midir?
Cevap: Telfiki, yani kişinin ibadetin bir kısmında bir mezhebe diğer kısmında ise başka bir mezhebe tâbi olmasını bazı fakihler bir kolaylık ve bir hafiflik sayarlar. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor.
Allah, din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi. (Hac/78) Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Rasûlullah (s.a) de şöyle buyuruyor:
Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın.
Ancak fakihler, mezhepleri birleştirenin ruhsatlara tabi olmaması gerektiğini belirtmişlerdir. Çünkü bu dinin azimetlerinden ve asli hükümlerden kurtulmak demektir. Zira ruhsatlarda devamlı kolaylık vardır. Ruhsat lügatta kolaylık demektir. Dinde ruhsat, bir özürden dolayı ihtiyaç miktarı kadar o hükümden yararlanmaktır.
Bazen de ruhsat, bazı âlimlerin de zikrettiği gibi, geçmiş ümmetlere yüklenen namazın yalnız mescidde kılınması, malın dörtte birinin zekât olarak verilmesi gibi meşakkatlerin müslümanlardan kaldırılması anlamına gelir. Allah bu konuda kullarının diliyle şöyle buyuruyor:
Ey rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. (Bakara/286)
O Peygamber... ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir... (A'raf/157)
Ruhsat kullara olan genişliği de kapsar. Yani mubah olan şeylerden faydalanmak ve güzel şeylerden haz almak manalarına da gelir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.
Allah (c.c) kullarına rahmet ederek temiz şeyleri onlara mubah kıldı, nzık arama hususunda onlara ruhsat verdi. Bu Allah'tan bir kolaylıktır. Bu yüzden bunlara ruhsat denildi.
Müslümanlar yanında güvenilir bir mezhebe göre ibadetini yapan kişinin, ibadetin bir kısmında veya bir cüzünde başka bir mezhebi tak-lid etmeye mecbur veya muhtaç olması halinde, anılan şartlar dahilinde olmak kaydıyla buna herhangi bir engel yoktur. [3]
Soru: Allah'ın güzel isimlerinden olan el-Kuddus, el-Mü'min, el-Mûkît, el-Kayyum, es-Samed, el-Birr ve er-Reşid isimleri hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Allah Teâlâ Taha Suresinde şöyle buyuruyor:
Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur. (Taha/8)
Rasûlullah da (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları ezberlerse cennete girer.
Burada ezberlemekten maksat, onları anlamak, manasını düşünmek ve nefsinde eserini göstermek, yani onların muktezasıyla amel etmektir. Ancak bu takdirde cennete girmeye hak kazanır.
Sualde zikredilen isimlerin manalarına gelince:
el-Kuddus, noksanlardan uzak ve pak olan, kendisine yaraşmayan her şeyden ve her vasıftan beri demektir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyu ruluyor:
O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O işitendir, görendir. (Şura/11)
Gözler onu göremez, halbuki O, gözleri görür O, herşeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. (En'am/103)
Eserde şöyle söylenmiştir: "Allah kalbine gelen her şeyin hilafı-nadır."
el-Mûkit, herşeyi koruyan ve herşeye şahit olan demektir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah her şeyin karşılığını vericidir. (Nisa/85)
Ve yine el-Mûkit rızkı yaratan ve nimetleri veren manasına da gelir.
el-Kayyum; kendi başına kaim olan, başkasına muhtaç olmayan, başkasını da idare eden, kendisi herşeyden müstağni olmakla beraber, hiç bir şey kendisinden müstağni olmayan anlamında mübalağalı bir kiptir. Yani Allah her şeyden ganidir. Her şey ona muhtaçtır.
es-Samed; bütün ihtiyaç ve arzularda istenen, bütün üzüntü ve şiddet anında aranan manasına gelir.
el-Birf; ihsan ve nimet sahibi olan kullarına çok nimet verip çok lütufta bulunandır.
er-Reşid; hikmeti büyük olan, rüştün sonuna ulaşmış, bütün güzelliklerle mutassıf, kullarını dünya ve ahiret saadetine ulaştıran demektir. [4]
Soru: İslâm'ın bize rasgele yaşamayı öğrettiği, İslâm'da fazla bir nizam ve disiplin olmadığı iddia ediliyor. Bunun doğruluk derecesi ve İslâm'ın bu husustaki görüşü nedir?
Cevap: İslâm nizam ve disiplin dinidir. O öyle bir şeriattır ki ilk günden itibaren ona tabi olanların işlerini nasıl yapacaklarını, görevlerini nasıl ifa edeceklerini, vakitlerini nasıl tertip edeceklerini ve tertip ve nizama nasıl uyacaklarını belirtmiştir. Allah yeri ve göğü gayet güzel ve muhkem yaratmıştır. Onlarda bulunan her şeyi tanzim edip bir ölçüye göre yaratmıştır. Burada bizim de intizam içinde yaşamamıza işaret vardır. Çünkü intizam olmazsa yer ve gök fesada gider. Onlardaki her şey bozulur. Allah'ın elçisi Hz. Muhammed bize büyük bir numunedir. O hiç bir vazifeyi diğerine kanşürmamıştır. Zamanı gelmeyen bir şeyi zamanından önce yapmamıştır. Zamanında yapılması gereken bir şeyi de geciktirmemiştir. Böylece Rasûlullah bizi İslâm edebiyle edeplenmeyi ve intizama teşvik etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'e bir göz attığımızda görürüz ki bize bir nizam ve bir kural öğretiyor. Mesela her gün beş defa tekrarlanan namaz hakkında şöyle diyor:
Çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/103)
Yani namaz, hududu olan belli bir farzdır. Onun bir vakti vardır. İnsan onu vaktinden önce veya sonra kılamaz.
Allah oruç için de bir vakit ve bir miad koymuştur ki ona da riayet etmek lazımdır. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Oruç sizden Önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. Sayılı günlerde olmak üzere. (Sonra o sayılı günler olan) Ramazan ayı ki insanlara yol gösterici, doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân'ın indirildiği aydır. (Bakara/185)
Allah, önce orucun sayılı günlerden ibaret olduğunu ve bu günlerin de Ramazan ayında olduğunu belirtiyor.
Zekât da belli bir zamanda verilir. Biriken malın üzerinden bir sene geçince zekat eda edilir. Mahsulün zekatı da belli bir vakitte; hasad edildiği zaman verilir. Allah Kur'ân'da şöyle buyuruyor:
Meyvelerin devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekat ve sadakasını) verin! (En'am/141)
Yani onun da özel bir vakti vardır, ki bu hasat (devşirme) günüdür. Bu da bir nizamın bulunduğunu gösterir.
Haccın da bir vakti vardır. O vaktinden evvel veya sonra yapılamaz. Allah şöyle buyuruyor:
Hac, bilinen aylardadır. (Bakara/197)
Haccın yapılacağı aylar ise Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır.
Kur'ân-ı Kerim her münasebetle insanları intizama sevkeder. Dini farizalar şartlarıyla, vakitleriyle ve bütün levazimatlanyla bir intizamı gerektirir. Namazdaki saf düzeni de nizamı gösteriyor. Çünkü imam cemaate "Saflarınızı düzgün tutunuz, çünkü safların düzgünlüğü namazın tamamlanmasına vesiledir" der. Hasılı, İslâm bir nizam ve intizam dinidir. [5]
Soru: Rüya hakkında dinin görüşü nedir. Ruhun uyku anında bedenden ayrılıp şurada burada gezdiği, uyuyan kişinin de o esnada rüya gördüğü söyleniyor. Bu açıklamanın Allah'ın şu sözüyle bir alakası var mıdır?
Allah, ölenin ölüm zamanında, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır, ölümüne hükmettiği canı tutar, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. (Zümer/42)
Bozuk düşle, doğru düş arasındaki farkı nasıl anlayacağız?
Cevap: Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:
Rüyalar (düşler) üçe ayrılır. Birincisi doğru olan rüyadır ki bu Allah'tan bir müjdedir. İkincisi şeytandan bir üzüntüdür. Üçüncüsü ise insanların durumunu bildirir.
Rüya insanın gördüğü düşlerdir. Rüyanın birinci kısmı Allah'tan bir müjdedir. Buharî'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
Güzel rüya Allah'tandır.
Bir diğer rüya da vardır ki sahibini üzer. Bu da şeytandandır. İşte buna düş denilir. İmam Buharî'nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurul-maktadır:
Düş şeytandandır. Sizden biriniz düş görünce Allah%fiğinsin, soluna tükürsün, bu takdirde o ona zarar vermez.
Bir nevi rüya da vardır ki insanın şahsıyla ilgilidir, gündüz uğraştığı işlerle alâkalıdır.
Ayrıca karmakarışık düşler görenler de vardır. Nitekim bu Kur'ân-ı Kerim'de Yusuf Suresinde zikredilmiştir. Bunlar, karmakarışık ve rahatsız edici düşlerdir ki belli başlı bir konuları olmayıp karmakarışık ve tabire değmeyen rüyalardır.
Düşlerin bazen açık bir manası olur. Bazen de onlardan hiç bir mana anlaşılmaz.
Sadık rüyada bazen insan ileride olacak şeyleri sezer, bazen de ona delalet edecek bir misal görür. Bu da doğru bir tevile muhtaçtır. Allah Resulü şöyle buyuruyor:
Doğru rüya göreniniz, doğru sözlü olanmızdır.
Sözlerinde doğru olan kişinin rüyaları da genelde doğru olur. Çünkü o kişi uyanıklığında ve uykusunda doğruluk üzerinde olmayı tabiat haline getirmiştir. Bundandır ki şöyle denilmiştir:
Doğruların uykusu ilm'el-yakindir. Bu da ittifakla kabul edilen şu hadisle irtibatlandırılabilir: Müminin rüyası nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüzdür. Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Sizden biriniz hoşuna gidecek bir rüya görürse bu rüya Allah'tandır. O da buna mukabil Allah'a hamd etsin ve onu başkasına da anlatsın. Yok eğer onu üzecek bir rüya görürse o da şeytandandır.
Onun şerrinden Allah'a sığınsın, başkasına da anlatmasın. Çünkü o ona zarar verir.
İmam Râzi tefsirinde düşleri iki kısma ayırmış. Onların bir kısmı intizamlı ve insiyaklıdır. Bu tip rüyalarda hayalden hakikate geçmek gayet kolaydır. Onların bir kısmı da karışık ve ızdırap vericidir. Onlarda malum bir tertip yoktur. İşte bu kısma edgas yani karışık rüya denilir.
Şu ayet bununla ilgilidir:
Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı tutar, ötekini ise muayyen bir vakte kadar bırakır. Bunda düşünecek bir kavim için ibretler vardır. (Zümer/42)
Allah Teâlâ vefat anında bazı ruhları aldığı gibi uyku anında da ruhları alır. Yani ancak kendisinin bileceği bir şekilde ruhları kabzeder. Ancak ölenin vefatı uykudakinin vefatı gibi değildir. "Ölünün vefatı dünyanın sonuna kadardır. Onun için Allah kıyamete kadar onun ruhunu yanında alıkor. Ancak uyuyanın ruhunu geri iade eder. Onun eceli gelinceye kadar onun ruhu gelip gider. Bu da uyuyanın ruhunun orada, burada gezmesine engel değildir.
İmam Râzi'nin tefsirinde özetle şöyle deniyor: İnsanî nefs bir cevherdir. Bedene taalluk ettiği zaman bütün azalarda bir ışık meydana gelir, bedenle alakası kesildiğinde ölüm gerçekleşir. Ancak uyku anında bu nurun bedenin zahiriyle ilgisinin kesilip batınıyla kesilmemesi gösteriyor ki ölümle uyku, aynı cinstendirler. Ancak ölüm tam bir kesinti, uyku ise yarım kesintidir. Böylece anlaşılıyor ki Allah, nefsin cevherini bedenle üç surette bağlamıştır.
Onlardan birincisi; nefis ışığının bedenin bütün iç ve dış kısmına yayılmasıdır ki bu uyanıklık halinde olur.
İkincisi; nefsin (ruhun) ışığının bedenin zahirinden ayrılıp bedenin iç kısmında kalmasıdır. Bu da uyku halinde olur. Üçüncüsü ise, nefs ışığının bilkülliye bedenin iç ve dış kısmından çekilmesidir, bu da ölümle olur.
Bu da gösteriyor ki, Ölümle uyku nefsin ölmesinde ortaktırlar, sonra onlardan biri diğerinden Özel bazı hususlarla ayrılır. Bu şaşılacak tedbirin meydana gelmesi ancak herşeye kadir, her şeyi bilen ve hikmetle yapan Allah'a hastır. Allah'ın "Bunda düşünecek bir kavim için büyük ibretler vardır" sözünden de zaten bu anlaşılmaktadır.
Bu izahtan sonra rüyalar hakkında özel kitaplar bulunduğunu, bu konuyu bizden daha iyi bilen âlimler bulunduğunu da kaydedelim. Bu mevzu çok geniş ve çok yönlüdür. Bu konuda meraklı olanlar bu mercilere müracaatta bulunsunlar. [6]
Soru: Uğursuzluk nedeniyle çok yorgun düşüp acı çeken, rüyasında kötü manzaralar ve elem verici şeyler gören kimse hakkında dinin görüşü nedir? İnsan böyle bir durumdan nasıl kurtulabilir?
Cevap: Basiretli ve kültürlü bir adamın uğursuzluğa uğraması düşünülemez, çünkü o herşeyin tabii bir seyri olduğuna inanır. Hayır yolu insanı iyiliğe, şer yolu ise kötülüğe götürür. Kişiye, elinin kazandığı neyse o verilir.
İnsana çalışmasından başkası yoktur.
Hayır ve şer, fayda ve zarar Allah'ın elindedir. Bunlar kuşların, kargalann ve taşların elinde değildir. Çünkü bunlar acizdirler, hiçbir şeye kadir değildirler. Kültürlü insanın bunları bir tarafa atması gerekir. Cahil kişiler su-i zannından, emelde olan ısrarlarından, korkularından ve buna benzer şeylerden dolayı bunlara inanıyor. Onlar öyle şeyler söylüyorlar ki, hiç bir surette âlim ve ilmiyle amel eden ve Allah'ın hiçbir amel edenin amelim zayi etmediğini bilen kişiye bunlara inanmak yaraşmaz. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Kim iyilik yaparsa kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Senin rabbin kullarına zulmedici değildir.
Uğursuzluk inancı Arablar arasında çok yaygındı. İslâm bu bâtıl inanca karşı çıkarak onu kaale almamamız, onun sebeplerinden siir'at-le uzaklaşmamız gerektiğini bildirdi.
Hz. Peygamber kötü bir şeyle karşılaşıldığında dua edilmesini tavsiye etmiştir. Bir defasında Rasûlullah'ın yanında uğursuzluktan bahis açıldı, o şöyle buyurdu:
Uğursuzluktan bir şey gördüğün zaman şöyle dua et: Allahım! İyiliği veren ancak sensin. Kötülüğü savan da ancak sensin. Havi ve kuvvet seninledir.
Ka'b (r.a) şöyle söylerdi:
Allahım! Uğursuzluk da hayır da ancak seninledir. Senden başka rab yoktur. Havi ve kuvvet seninledir.
Allah'a yemin ederim ki bu tevekkülün başıdır. Kulun cennetteki hazinesidir. Kul bunu söylediği zaman artık ona hiç bir şey olmaz.
Mühim olan kulun yalnızca Allah'ın dilediğinin olduğunu ve olacağını bilmesidir. Böylelikle zihninden kötü şeyleri atmasıdır.-İnsan böyle yapmalı ki nefsi kötü ve batıl düşüncelere mahal olmasın.
Rüyalar hakkında Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
İyi rüya Allah'tandır. Kötü rüya şeytandandır. Kim kendisini tiksindirecek bir rüya görürse, soluna tükürsün, şeytandan Allah'a sığınsın. Böylece o rüya ona zarar vermez. Bu rüyasını kimseye anlatmasın. Eğer güzel bir rüya görürse onu başkasına da müjdelesin. Onu ancak sevdiklerine anlatsın.
Kötü rüya gören kimsenin sol tarafına tükürmesi, şeytandan Allah'a sığınması, rüyasını kimseye anlatmaması, yanını değiştirmesi ve namaz kılması kötü düşünceleri kalbinden atmasını sağlar. Allah'ın sağlam ipine bağlanmak ve evhamlara kulak asmamak gerekir. [7]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) davet ettiği fıtratın gerekleri nelerdir, onlardaki hikmet nedir?
Cevap: Fıtratın kanunlarından maksat, saf ve temiz olan insan yaradılışının gerektirdiği kurallardır ki, insanlar onları yerine getirmekle temizlenir. Çünkü İslâm hararetle insanı nezafete ve temizliğe davet ediyor. Rasûlullah şöyle buyurur:
Şu beş şey fıtrattandır: Etek traşı olmak, sünnet olmak, bıyıkları kırpmak, koltuk altlarını almak, tırnakları kesmek.
Başka bir hadisinde de şöyle buyuruyor:
On şey fıtrattandır (yani insan yaradılışı gereği bunları yapmalıdır.) Bıyıkları kırpmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak, burnu su ile yıkamak, tırnakları kesmek, parmak mafsallarını yıkamak, koltuk altlarını temizlemek, etek traşı yapmak, taharette su kullanmak ve ağzı yıkamak.
Anlıyoruz ki Hz. Peygamber'in teşvik ettiği ve İslâm'ın yol olarak benimsediği şeylerin başında mazmaza, yani ağzı su ile yıkayıp temizlemek gelmektedir.
İkinci olarak da istinşak, yani burnu güzelce su ile yıkayıp temizlemek gelmektedir.
Üçüncü olarak misvak kullanmak geliyor. Yani ağızı ve dişleri misvakla veya fırça ile temizlemektir. İslâm her zaman misvak kullanmayı teşvik etmiş, bilhassa abdest alırken, namazdan önce ve uykudan uyanınca kullanmayı önemle tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mizvak ağzı temizler, Allah'ı razı eder.
Dördüncü olarak tırnaklan kesmek geliyor. Çünkü tırnaklar kesil-mezse altlarında kir ve mikroplar birikir ve sahibini hasta eder. Tırnakların cumadan cumaya kesilmesi gerektiği hususunda rivayetler bulunmaktadır.
Beşinci olarak parmak mafsallarını yıkamak geliyor. Çünkü onlarda da kir birikir.
Altıncı olarak koltuk altlarını temizlemek geliyor. Çünkü bu ki-
sımlarda da kirler birikir ve kötü kokulara sebebiyet verir. Bu nedenle bu kısımda bulunan kılların da yolmak, traş etmek veya ilaç kullanmak yoluyla temizlenmesi gerekir.
Yedinci olarak bıyıkları kısaltmak gelmektedir. Bazı âlimler bıyıkları kökten kesmenin mekruh ve bidat olduğunu söylemişlerdir.
Sekizinci olarak, erkekler için sünnet olan sakal bırakmak geliyor.
Dokuzuncu olarak sünnet olmak geliyor. Bu da erkeklerin tenasül organlarının ön kılıfını kesmektir. Kadınlarda da terelerinin üstündeki deriden bir miktarını kesmektir. Çünkü bu iki deri parçası vücuttan ifraz edilen bir çok kiri toplar.
Onuncu olarak da etek traşı geliyor. Bu da kasıkların birleştiği noktada biten kıl ve tüyleri temizlemektir. Bunlar da kir toplar ve koku yapar. Bunu temizlemek lazımdır ki koku yapmasın.
Böylelikle İslâm'ın nezafete, temizliğe büyük önem verdiğini görüyoruz. İslâm, hem insanın sağlığım dikkate almış, hem de zinet yönünü ihmal etmemiştir. [8]
Soru: Öldürülen kişi katilin iradesiyle mi Ölmüştür, yoksa bu takdir edilmiş bir iş midir?
Cevap: Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden-dir. (Nisa/79)
Tefsir-i Menar'dsn da yararlanarak ayetin tefsirini şöylece özetleyebiliriz: Yani sana gelen iyilik mahza Allah'ın lütuf ve keremindendir. Çünkü menfaaatları sana musahhar kılan O'nun lütuf ve keremidir. Sana isabet eden kötülük ise kendi nefsindendir. Çünkü Allah sana kudret ve irade vermiş, seni işe muktedir kılmış. Hayır ve şerri ayırt edebilecek kabiliyet vermiş.
Allah Teâlâ, herşeyin yaratıcısı olmakla birlikte, insanoğlu yaptıklarını kendi iradesiyle yapar ve aklını kullanmayınca kusurlar işler. Kötülüklerden kaçmak ve iyilikleri işlemek konusunda azmini kullanmazsa bir çok hata yapar.
İnsan ilimle hükmeder, ihtiyarını güzelleştirirse, fıtrat kanunlarına ve şeriat hükümlerine tabi olursa, ~ki bunlar Allah katında iyi olan işlerdir- o zaman iyilik ve hayır yolunda yürür. Yok eğer ilimle hükmetmez, iradesini kötüye kullanır, fıtratın kanunlarının dışına çıkarsa o zaman kötü işlerin içinde boğulur.
Kainatta beşerin dahli olmayan durumlar sözkonusudur. Biz bu gibi şeylere teslim olmak ve boyun eğmek mecburiyetindeyiz. Hava, su, felekiyat ve yıldızlardaki kanunlar gibi, kainattaki işlerin cereyanı da bizim irademizin dışındadır. Allah'ın şu sözü bu manayı da kapsar:
Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. (Kasas/68)
Ancak bazı fiiller de vardır ki, insanlar akıl ve iradeleriyle bu işleri yapıyorlar. Şüphesiz onlar bu işlerden sorumludurlar. Çünkü onlar bunu irade ve ihtiyarlarıyla yapmışlardır. Onlar her ne kadar Allah'ın kullan da olsalar, yine de iradelerinde hürdürler. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
De ki: "Ey insanlar! Size rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (Yunus/108)
Allah'ın şu sözü de bu manaya gelir:
Fakat o dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. (Nahl/93) .
Yani dalaleti seçen kişiyi Allah iradesine göre onda bırakır. Onunla cezalandırır. Hidayeti seçene de Allah hidayet verir. Onu onda bırakır ve ona göre mükafatlandırır. Allah şöyle buyuruyor:
Onlar yoldan sapınca, Allah da kalblerini saptırmıştı. Allah, fasık-lar topluluğunu doğru yola iletmez. (Saf/5)
De ki: "Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır. Kendisine yöneleni de hidayete erdirir." (Rad/27)
De ki: "Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü'minler de görecektir." (Tevbe/105)
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)
Buna göre katil iradesiyle öldürmüştür. O ceza ve ikaba müstahaktır. Allah en iyi bilendir. [9]
Soru: Dinen akrabaları veya başkası için Allah'tan bağışlanma dilemek caiz midir?
Cevap: Eğer ba&ışlanma dilemekten maksat, o kişi için Allah'tan hayır duasında bulunmak ise, insan hem kendisi için hem de başkası için bu dilekte bulunabilir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'de bir çok ayet vardır. A'raf Suresinde Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurulur:
(Musa da) "Ey rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine k-abul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!" dedi. (A'raf/151)
Mü'min (Gafir) suresinde melekler hakkında şöyle Duyurulmuştur:
Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) rablerini hamd ile teşbih ederler. O'na iman ederler. Müminlerin de bağışlanmasını isterler. "Ey rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!" (derler). (Gafir/7)
Şura suresinde de şöyle buyurulmaktadır:
Melekler de rablerini hamd ile teşbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar, iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Şura/5)
Haşr suresinde de şöyle buyurulur:
Bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiç bir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin." (Haşr/10)
Nuh suresinde de Hz. Nuh'un şöyle dua ettiğini görüyoruz:
Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helakini artır. (Nuh/28)
Rivayetlere göre Hz. Ömer, umre yapmak için Rasûlullah'tan izin ister, Rasûlullah da izin verir, sonra ona şöyle der.
Kardeşcağızım duanda bizi unutma!
Hz. Ömer bundan çok memnun olur, şöyle der:
Bu beni o kadar sevindirdi ki bütün dünya bana verilseydi bu kadar sevinmezdim.
Ebu Dâvud ve Tirmizi'nin rivayetine göre, Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Çarçabuk kabul edilen dua, münimin münine gıyabında yaptığı duadır.
Yine Müslim ve Ebu Davud'un rivayetine göre Safvan b. Abdullah şöyle der: Şam'da Ebu Derda'nın evine gittim, fakat onu evinde bulamadım. Ümmü Derda evdeydi, bana "Bu sene hacca gitmek istiyor musun?" dedi. Ben de evet dedim. O da bana "Bizim için hayır duada bulun!" dedi. Çünkü Nebi (s.a), şöyle buyurdu: Müminin mümine gıyabında yaptığı dua kabul edilir. Onun yanı başında bir melek bulunur. ne zaman mümin kardeşine duada bulunursa müvekkel melek
"Amin, senin için de aynısı olsun!" der. Safvan devamla diyor ki: Ben çarşıya çıktım, Ebu Derda'ya rastladım o da bana Hz. Peygamber'den gelen bu rivayeti tekrarladı.
Bu ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, müs-lümanın, başkası için Allah'tan bağışlanma talebinde bulunması meşru bir şeydir, hiç bir engel yoktur. Allah doğruyu söyler, doğru yola iletir. [10]
Soru: Şahitlik için çağrılmadığı halde, şahitlikte bulunmanın hükmü nedir? Kişinin şahitlikte bulunmaması halinde hak zayi olacak ise şahitliği yüklenmenin hükmü nedir. İzah eder misiniz?
Cevap: Fakihlere göre, şahitliği yüklenen kişinin, çağırıldığında şahitliği yerine getirmesi lazımdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.
Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. (Bakara/282) Yine Allah şöyle buyurmaktadır:
Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkardır. (Bakara/285)
Müfessirlere göre eğer bir kişi birisinin malının diğerinde olduğunu bilirse şahitlik etmesi gerekir. Eğer mal sahibi ondan şahitlik etmesini isterse o zaman şahitlikte bulunması vacib olur. Yine eğer şahit olan kişi bir hakkın kaybolmasından korkarsa, meydana çıkıp şahitlikte bulunması vacib olur. Çünkü bu durumda şahitlik bir emanet gibidir. Bu emaneti eda etmek lazımdır. Yoksa o insanın boynunda bir vebal olur.
Bazı müfessirler de şöyle demişlerdir: Şahitliği yerine getirmek farzdır. Hakkın zayi olmasından endişe edilirse şahit olan kişiden talep edilmese dahi şahitlikte bulunması lazımdır. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Şahitliği Allah için yapın. (Talak/21) Rasûlullah (s.a) da şöyle buyuruyor:
Şahitlerin en hayırlısı kendisinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunan kişidir.
Ve yine şöyle buyuruyor.
Kardeşin zalim de olsa, mazlum da olsa ona yardımcı ol.
Yani zalim olursa onu zulmünden alıkoymak lazımdır. Onun hakkına karşı şahitlikte de bulunması lazım ki hakkı zayi olmasın.
Öyle ise, şu iki hadis arasında bir çelişki yoktur:
Şahitlerin en hayırlısı kendisinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunan kişidir.
Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Sonra da benden sonra gelen asırdır. Sonra öyle bir asır gelir ki, şahitlikleri istenmediği halde insanlar şahitlikte bulunurlar. Emin görünürler, hainlik ederler. Adak adarlar yerine getirmezler. Ve çok şişman olurlar.
İkinci hadisteki şahitlikten kasıt yalancı şahitliktir. Çünkü o bilmediği, görmediği hususta şahitlik etmektedir. Şöyle de anlaşılabilir: o kişi şahitliğe meraklıdır, şahitliği yerinde yapmamaktadır. [11]
Soru: Zenginlerin istedikleri an evlendiğini, fakirlerin ise evlene-mediğini görüyoruz. Bu Allah'ın bir takdiri midir, yoksa zenginlik ve fakirliğin eseri midir?
Cevap: Allah (c.c) herşeyi veren rezzaktır. O verdiğini bir ölçüye göre ve hikmetle verir, bir ölçüye göre kısar. Biz bazen bunu farkeder, bazen de farkedemeyiz. Ama biz her halükârda Allah'ın herşeyi bildiğine ve hikmet sahibi olduğuna inanıyoruz. Çünkü O kudret sahibi bir yaratıcıdır. O'nun dilediğine dilediği kadar verdiğine de inanmamız gerekiyor. Onun dilemesi de herşeyi bilmesinin neticesidir. Eğer dünyada kafire geniş bir imkan ve mal verirse, bu onun için bir imtihan ve istidraç olur. Ancak o ahirette, büyük bir azaba uğrayacaktır. Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız. Onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azab göreceksiniz. (Ahkaf/20)
Müminin malı dünyada az olur. Ancak o ahirette Naim cennetlerde bulunur. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyruluyor:
Kitabı sağ tarafından verilen: "Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der. Artık o meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) "Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, afiyetle yeyin için." (Hakka/19-24)
Zengin bir çok defa evlenebilir. Bununla beraber o evliliğinde ve hayatında mesut olmayabilir. Fakir uzun beklentiden sonra evlenip mutlu ve bahtiyar olabilir.
Müşrikler, fakir olması nedeniyle Hz. Peygamber'i küçümseyip vahyin Mekkeli zengin Velid b. Muğire veya Taifli Urve b. Mesut'a gelmesi gerektiğini iddia ettiklerinde Allah şöyle buyurmuştur:
Ve dediler ki: "Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?"
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuh-ruf/31-32)
İmam Râzi bu ayetin tefsirinde şöyle söylemektedir:
Biz kuvvet ve zayıflıkta, ilim ve cehalette, maharet ve beceriksizlikte, şöhret ve sönüklükte insanları farklı yarattık. Eğer biz herkesi eşit yaratsaydik, o zaman kimse kimseye iş gördüremezdi. Hiç kimse diğerine boyun eğmezdi. O zaman da dünya harab olur^ alemin nizamı bozulurdu. Hiçbir mahluk bizim bu hükmümüzü değiştiremez. Hiç kimse bizim bu hükmümüze karşı çıkamaz. Bizim bu geçici ve değersiz dünya nimetleri hakkındaki hükmümüze kimse karşı çıkamadığı gibi, peygamberlik gibi bir makam ve mansıbı kime vereceğimize de hiç bir kimse karşı çıkamaz ve itirazda bulunamaz.
Bu açıklamaktan sonra diyoruz ki eğer insanlar Hz. Peygamber'in sünneti üzerinde olsalar, evlilikte çok mala ihtiyaç kalmaz. Çünkü İslâm, israf ve lükse karşıdır. İnsanları hayatlarında iktisada, itidala çağırmıştır. Mehir ve nikah konusunda insanları, kolaylığa çağırmış. Ra-sûlullah, mehir için -^ğer kişi fakirse- bir demir yüzüğün bile yeteceğini söylemektedir. Ve mehirle ilgili şöyle buyurmuştur:
Kadınların en hayırlısı yüzü güzel ve mehri az olanıdır.
Eğer insanlar insaflı ve doğru olurlarsa, bu büyük uçurum olmayacak. Yanı zenginle fakir arasındaki fark kapanacaktır. Allah doğru yola iletendir. [12]
Soru: Ölen kişinin kalbinin, hasta bir kimseye takılması hususunda ne dersiniz?
Cevap:Bu Sorunun cevabına geçmeden evvel, şunu arzedelim ki leala (c.c) insanı dünyada dolaşsın, gücü yettiği kadar hayattan
beser vZruyaratmi§' ^ Ve Cefa Çeksİn diVe Yatmamıştır. Allah, beşeriyetin babası Adem için şöyle buyuruyor:
Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak ine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın. (Taha/118-119)
Derdi yaratan Allah, dermanı da yaratmıştır. Din, tedavi ve ilacı da emretmiştir. Rahatlık ve şifa bulmak için bunlar caizdir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Bu kaidelerin gölgesinde diyebiliriz ki, kalb naklinden asıl amaç, tedaviye muhtaç olan bir hastayı sıhhatine kavuşturmaktır. Bu meşru bir şeydir, din bunu menetmez. Bir çok fakih kan nakline cevaz vermiştir. Eğer hasta böyle bir şeye muhtaç ise bunda hiçbir sakınca yoktur. Ve yine fakihler göz nakline de cevaz vermişlerdir. Delil olarak da şu seri kaideyi öne sürmüşlerdir: "Zaruretler, haramları mubah kılar." Eğer bedeni parçalamak dinin yasakladığı bir şekilde değilse, bu ameliye caizdir.
Bundan dolayı diyebiliriz ki kalb naklinde gerekli şartlar yerine geldikten sonra hiç bir mani yoktur. Bu şartların başında şunlar gelir: nakilden asıl gaye hastayı sıhhatine kavuşturmak, bu ameliyenin başarılı olması, kalbi bağışlayanın ölümünden evvel buna razı olması, kalbini bağışlayan kişinin gerçek manada ölmesi, hasta kişinin de bu kalbin kendisine nakledilmesine rıza göstermesi. Bu şartlar tahakkuk ederse, kalb nakli caiz olur.
Şunu da hatırdan çıkarmamak lazımdır ki, kalb ameliyatı hâlâ tehlike arzetmektedir. Ancak nadir olarak kalb nakli başarılı ve faydalı olabiliyor. Onun için bunu yapmak isteyen herkese kapıyı açmak caiz değildir. Kalb ameliyatı bugün bizi uğraştın yorsa, yakın bir zamanda başka tedavi şekilleri de çıkacaktır. Bari ve Musavvir olan Allah, çok yücedir. O şöyle buyuruyor:
O, insana bilmediğini belletendir. (Alak/5) [13]
Soru: Bir kadavradan, diri birisine kalb nakli yapmak caiz midir. Bu konuda dinin görüşü nedir?
Cevap: Zararı defetmek, menfaati celbetmek İslâm şeriatının temel maksadıdır. Menfaati celb ve zararı def etmek, beşer nefsinin beka ve selameti için olursa cevaz ve mübahlık kapsamına girer.
Ölmüş birinden yaşayan insana organ nakletmek eğer fayda veriyorsa, dinen hiç bir sakıncası yoktur. Ölü (organ sahibi) ölmeden evvel rıza göstermişse veya onun velilerinin rızası olursa, bu ameliye yapılabilir.
Bu ameliye ölüye bir saygısızlık değildir. Yeter ki ölünün veya onun velisinin izni bulunsun. Ölünün otopsi yapılması, veya tıbbî bir meseleyi araştırmak için cesed üzerinde ameliyat yapmak da buna kıyas edilir. Çünkü zaruretler, haramları mubah kılar.
Bu bakımdan, ölmüş birinden diri olan birisine kalb nakletmede her hangi bir şer'i engel görmüyoruz.
Çağdaş fakihler ölüden diriye göz nakletmeyi caiz görmüşlerdir. Bu da ona kıyaslanır. Fetvanın özeti şöyledir: "Şüphesiz dirilerin ilaca olan ihtiyaçları zaruret mesabesindedir. Zaruret zamanında haramlar helal olur. Körlükle, kadavraya sdygıda bulunmayı karşılaştırdığımızda, ikincisini ihlal etmenin daha ehven olduğunu görürüz. Şeriatın temel prensiplerindendir ki, iki zararın bulunması halinde, az zararlı olan tercih edilir. Şüphesiz ölüye zarar vermek, diriye zarar vermekten daha hafiftir.
Şunu da bilmek lazımdır ki, ölünün gözlerini diriye nakletmenin zaruret derecesinde olması lazımdır. Çünkü şeriatta aslen mahzurlu olan şey, zaruret miktarı kadar takdir edilir. Bu nedenle, mecbur kalan kimse, ancak hayatını devam ettirebilecek kadar İaşeden yiyebilir. Ve yine boğulmak derecesine gelen kişi için bir yudum (yani boğulmayı önleyecek kadar) içki içmek caiz olur. Ve yine doktor ancak zaruri olan yerlere bakabilir. Yani rastgele avret yerlerine bakamaz.
Hükümleri, umumi kaideler ve külli meselelere göre çıkarmak ve cüzi meseleleri onlara kıyas etmek esastır. Eğer bu konuda açık bir hü-Kum yoksa bu külli kaidelerden faydalanılır. İşte bundan dolayı, şeriat /eni meseleler karşısında çözüm bulmakta zorlanmıyor. Çünkü bu konuda külli kaideler ve umumi, sağlam temeller vardır.
Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki kalb nakline herhangi bir şer'i engel yoktur. [14]
Soru: Kalb nakli İslâm'a aykırı mıdır? Bunun cevazını gösteren bir delil var mıdır?
Cevap: Ölmüş bir kişiden diriye kalb nakleden doktor, bir organ yapmıyor. Yeniden bir hayat yaratmıyor. Ancak o rabbinin yarattığı bir kalbi bir yerden bir yere naklediyor. Yaratılış ve hayat sırrı aziz ve ce-lil olan Allah'ın elindedir. Geçmişteki fakihler bu konuda herhangi bir hüküm koymamışlardır. Çünkü o zamanlarda böyle bir şey bilinmiyordu. Zira o zaman hayat basit ve sadeydi, hastalıklar az idi. Hayat sonradan karmaşıklaştı. İnsanlar israfa daldılar, bilinmeyen hastalıklar çıktı. İnsanoğlu refah ve medeniyet araçlarını buldukça türlü türlü hastalıklar da başgösterdi.
Şunu bir kere daha hatırlatalım ki dinin külli kaideleri vardır. O kaidelerden biri de insan için hayırlı ve faydalı olan herşeyin meşru ve mubah olmasıdır. Zarar veren herşey de haramdır. İnsanlardan zararı savmak şeriat-ı garranın en büyük gayelerindendir. Çünkü beşer hayatını korumak, dinin esas hedeflerindendir. Çağdaş fakihler kana muhtaç olan kişiye kan vermenin caiz olduğunu belirtiyorlar. Hatta bu kan bir gayr-i müslimin kanı olsa bile caizdir. Yine fakihler göz nakline de cevaz vermişlerdir. Onlar şeriatın "Zaruretler,, haramları mubah kılar" kaidesinden hareket etmişlerdir.
Şimdi kan insandan bir parça, göz insandan bir organ olduğuna göre, kalb bunlara neden kıyas edilmesin? Eğer kalb, anlayış ve vicdan yeridir, insanın esas muhasebe organıdır denilirse, buna cevap olarak denilebilir ki: bir çok insan Kur'ân'da zikredilen kalb ile maddi olan kalbi karıştırıyorlar. Anatomi bilginlerince kalbin adaleden, içi boş bir organ olduğu, göğüs kafesinde bulunduğu, kanı pompaladığı biliniyor.
Ama Kur'ân lugatmda kalp ise, ilim, anlayış, mertlik, ruh ve daha başka manalara gelir. Kur'ân şöyle der:
Şüphesiz ki bunda kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (Kaf/37)
Burada kalb akıl manasında kullanılmıştır, ilim ve anlayış manasına da gelir ve yine başka bir ayette, "Yürekler gırtlağa geldiği zaman" (Ahzab/10) denir ki bundan maksat ruhlardır. Ve yine "Fakat Kur'ânı anlamalarına engel olmak için kalblerinin üstüne perdeler gerdik" (En'am/25) buyurulur ki burada da akıl manasında kullanılmıştır.
Bunlardan, kalb naklinin mutlak manada mubah olduğu da anlaşılmasın. Çünkü organ nakli ince ve tehlikeli bir iştir. Bu tür ameliyatların çoğu da başarısızlıkla biter. Bazı vücutlar vardır ki diğerinin organlarını kabul etmez. Bu konuda tıbbın, daha birçok yol kat etmesi gerekiyor. Ta ki kalb ameliyatı ve organ nakli başarılı olabilsin. Başta doktorun, organ naklinin uygun olduğunu tesbit etmesi, bu ameliyatın başarılı olacağı kanaatine varması, ameliyattan başka tedavi yollarının bulunmaması, organ sahibinin ölümünden önce nza göstermesi, bu muvafakatin açık ve ihtiyarıyla olması ve bunda da başkasının menfaatini istemesi, Allah rızasını dilemesi ve maddi bir talepte bulunmaması gerekir.
Ve yine kendisinden organ alınacak kişinin hakikaten ölmesi şartı da vardır. Çünkü bazıları son anlarını yaşarlar ve Öldü denildiği bir anda, hatta gasil yapılırken kalkıp hayata döner, ondan sonra da uzun süre yaşar. Tarihte böyle vakalar çok olmuştur.
Ve yine hasta kişinin de buna muvafakat göstermesi şarttır. Onun da muvafakati açık ve net olmalıdır. Bu da başka tedavi yolları kalmadıktan ve bütün yollara baş vurulduktan sonra olmalıdır. Çünkü görüyoruz ki tıp hergün ilerlemektedir. Belki bugün tedavisi bulunmayan kalb hastalığına yarın tedavi imkanı doğacaktır Çünkü Allah buyuruyor ki:
O insana bilmediğini belletendir.
Sizin bilmediğiniz daha nice şeyleri O yaratır.
Başarı veren Allah'tır. [15]
Soru: İçine cin girdiği gerekçesiyle ve cini çıkarmak için cindar-lara başvurmak doğru mudur?
Cevap: Bazı cahiller, hasta olan bazı erkek ve kadınların bedenine cinlerin girip o erkek ve kadınların ağzıyla konuştuklarına inanıyor ve cinleri çıkarmak için cindarlara müracaat ediyorlar. Bu çok tehlikeli bir inanç ve davranıştır. Böylece birtakım uyanıklar cahilleri soyuyor ve dini sömürüyorlar.
Halbuki bir kısım doktorların da dediği gibi bu tamamen sinirsel bir olaydır. Onun için sinir hastalan için en güzel tedavi yöntemi, ona iyi yemekler yedirmek, spor yaptırmak, hoş manzaralar içinde yaşatmak, üzücü olaylardan uzak tutmak, bazı ilaçlar vermektir. Çünkü derdi yaratan Allah dermanı da yaratmıştır. Nitekim Rasûlullah da bize böylece haber veriyor.
Bir kısım geçmiş âlimler derler ki bu hastalığı cinlere veya şeytanlara nisbet etmek, batıl bir şeydir. Çünkü Kur'ân şeytanın dilinden şöyle diyor:
Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. (İbrahim/22)
Bu âlimler "Faiz yiyen kimseler, (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar" (Bakara/275) ayetinde sözkonusu edilen şeytan çarpmasının, hakiki anlamda olmayıp bir teşbih olduğunu söylemişlerdir.
Ancak cumhur-u ulema insanlardan, cinlerden ve hayvanlardan olan her inatçı ve mütemerrid olana şeytan denileceğini ifade etmişlerdir. Şeriat örfünde cin, ifrit, diri olup, ateşten yaratılan ve mürekkep olmayan varlıklardır.
Bu ateşten yaratılmış varlıklar hava gibi cisimlere nüfuz ederler. Onların kimi hayırlı kimisi de şerli mahluklardır. Onların varlıkları Kur'an ve sünnet tarafından kabul edilmiştir.
Bir çok insan bunu kötüye kullanarak, sinirsel bir hastalığa yakalanan kişiye "Senin bedenine cin girip hakim olmuş, sen onun diliyle konuşuyorsun, iyileşmen için cindarlara müracaat etmelisin" diyorlar. Böylece istismar kapısı açılmış oluyor. Akıllı müslümanlar hep bundan şikayet ediyorlar. Ancak, bu istismar kapısını kapatmayı bir türlü başa-ramıyoruz.
Böyle bir hastalığa duçar olan kişiye gereken şey, Allah'ın tevfiki-ni isteyerek, güvenilir, ehil ve mümin bir doktora gidip tedavi olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ bir çok tedavi yolu yaratmıştır. O şöyle buyuruyor:
O insana bilmediğini belletendir.
Allah maddi ilaçların yanisıra ruhî tedavi yollarını da yaratmıştır. Normal doktordan şifa bulamayan kişi, ruh doktorlarına başvursun. Allah dilediğini doğru yola iletendir. [16]
Soru: Allah'tan başka nesnelere mesela güneşe, insana yemin etmek caiz midir?
Cevap: İstikamet sahibi olan bir mü'min, fazla yemin etmeye ih: tiyaç duymaz. Mümkün mertebe yemin etmekten kaçınır. Ancak o lüzumu anında yemin eder. Çünkü Allah Teâlâ çok yemin etmeyi yasaklamıştır:
Yeminlerinizden dolayı Allah'ı, iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın! Allah işitir ve bilir. (Bakara/224)
Kalem suresinde de şöyle buyuruyor: Alabildiğine yemin edene boyun eğme! (Kalem/10)
Yemin ancak büyük ve kutsal şeylerle yapılır. Şüphesiz ki nimetleri veren Allah yücelerin yücesi, büyüklerin büyüğü, kutsalların kutsalıdır. Bu nedenle, fakihler eğer yemin edilecekse Allah'ın ismiyle yemin edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü bütün müslümanlar Allah'ı yüceltmekle görevlidirler. O'nun ismini küçük düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Yemin edilecekse, Allah adına edilmelidir ve yemin eden kimse yalan yere yemin etmemelidir. Çünkü o en büyük olan Allah'a yemin ediyor.
Allah'ın ismiyle yeminin caiz olup, O'nun isim ve sıfatlarının dışında olan şeylerle yemin etmenin caiz olmadığına dair delil ise, Rasû-lullah'm şu sözüdür:
Yemin etmek isteyen Allah'ın adıyla yemin etsin ya da sussun!
Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) bir sefer esnasında Hz. Ömer'in babasıyla yemin ettiğini görünce şöyle buyurdu:
Allah sizin babanızla yemin etmenizi yasaklamıştır. Sizden kim yemin edecekse Allah'la yemin etsin ya da sussun.
Ömer (r.a) şöyle diyor: "Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah'tan bu sözü duyduğum günden beri kendim için olsun başkası için olsun kimse ile yemin etmedim."
İbn Ömer bir adamın "hayır Kabe hakkı için" diyerek yemin ettiğini görünce şöyle dedi: Rasûlullah'tan duydum şöyle diyordu:
Allah'tan başkasıyla yemin eden müşrik olur.
Bu hadis insanları başkasıyla yeminden menetmektedir. Bu hadisi, Ebu Dâvud, Tirmizi ve Ahmed hasen bir senetle rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ebu Dâvud şöyle rivayette bulunmuştur:
Kim emanetle yemin ederse o bizden değildir.
Yemin, kendisine yemin edilenin büyüklüğünü gerektirdiğine göre, yemin eden en büyük azametin Allah'a mahsus olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Yemine muhtaç olan kişi, Allah'a, Allah'ın zat ve sıfa-
tına dayanarak yemin etsin. Birisi çıkıp Allah Kur'ân'da kuşluk vaktine, geceye ve buna benzer şeylerle yemin etmiştir diye itirazda bulunacak olursa, ona denir ki: Allah'tan başkasıyla yeminin haram olması kullar içindir. Allah dilediğiyle yemin eder.
Allah adına yemin etmenin mubah olması, kişinin istediği kadar yemin edebileceği anlamına gelmez. Çünkü din çok yemin etmeyi yasaklamıştır. Rasûlullah "Çok yemin etmeyin!" buyurmuştur. Çünkü yemin malı sattırır, ama bereketi giderir. [17]
Soru: Ölüm tehditi karşısında yemin etmek zorunda kalan kişinin yemini geçerli sayılır mı?
Cevap: Bazı fakihler bu konuda işi sıkı tutup zorlanarak veya unutarak yemin edenin yemininin geçerli sayılacağını söylemişlerdir. Hanefi İbn Mevdud el-İhtiyar bi Talili'l-Muhtar adlı kitabında bu görüşü savunuyor ve delil olarak da şu hadisi öne sürüyor:
Üç şey vardır ki ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir. Onlar talak (boşama), nikah ve yemindir.
Hz. Ömer'den de şöyle rivayet edilmiştir: "Dört şey vardır ki, onlardan dönüş yoktur. Onlardan biri de yemindir."
Yine rivayetlere göre müşrikler, Huzeyfe'ye ve babasına Hz. Pey-gamber'e yardım etmemek üzere yemin ettirdiler. Olayı duyan Rasûlullah şöyle buyurdu:
Onlar (yani Huzeyfe ile babası) yeminlerine riayet etsinler. Biz de onlara karşı Allah'tan yardım dileriz.
Ancak yemine zorlanan kişi yemin etmemeye gücü yetiyorsa yemin etmemelidir. Ancak buna gücü yetmiyorsa yemin edebilir, ancak yeminine riayet etmesi gerekmez. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse, -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka- ve fakat kim kalbini küfre açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azab vardır. (Nahl/106)
Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Ümmetimden hata, unutkanlık ve zorlanma sonucu işlenen günahın sorumluluğu kaldırılmıştır.
El-Cami li Ahkam'il-Kur'an adlı kitapta zorlananın yeminin geçerli sayılmayacağı ifade edilmiştir. Yani bu yeminin gereği yerine getirilmez.
Ancak kişi Allah'a itaat etmek veya bir vacibi yerine getirmek hususunda yemine zorlanırsa mesela içki içmeyeceğine veya kimseyi kandırmayacağına dair yemin etmeye zorlanırsa ve yemin ederse, bu yeminin yerine getirilmesi lazımdır.
Zorla yeminin, geçerli olmadığının delili ise kişinin niyetinin, yaptığı yemine muhalif olmasıdır. Çünkü Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:
Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiği şey vardır.
Yine bazı fakihlere göre, kişi zorlanınca yemin edebilir. Yemin etmediği takdirde malı elinden alınacaksa, o zaman yemin edebilir. Fakat bu yemin onu bağlamaz. Çünkü bu yemini ancak malını kurtarmak için etmiştir.
Bu görüş, insaflı herkes tarafından kabul edilir. Bu da İslâmın kolaylığını ve Allah'ın kullarına olan rahmetini gösterir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi Allah şöyle buyuruyor:
Allah size kolaylık diliyor, zorluk dilemiyor.
Allah herkese taşıyabileceği yükü teklif etmiştir. Ve Allah insanlara çok acıyan ve merhamet edendir. [18]
Soru: Herhangi bir işi başardığı takdirde, yedi çeşit meyve dağıtacağını adayan, fakat adağını yerine getirmeyen adam, bir haram işlemiş olur mu? Ve eğer bu meyveleri alırsa kendisi ve ailesi onlardan yiyebilirler mi?
Cevap: Adak kişinin bir ibadet yapmayı veya bir sadaka vermeyi ve bir teberruda bulunmayı kendine vacib kılmasıdır. İmam Kurtubi el Cami' li Ahkam'il-Kur'ân adlı kitabında şöyle diyor:
Adağın hakikati, adak adayan kişinin kendisine vacib olmayan bir şeyi vacib durumuna getirmesidir. Kur'ân-ı Kerimde salih kullardan bahsedilirken şöyle deniliyor:
O kullar, şiddetli bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. (İnsan/7)
Bu şu demektir: mümin nefsine vacib kıldığı şeyi yerine getirir. Allah (c.c) hacılardan bahsederken de şöyle buyuruyor:
Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi (Kabe'yi) tavaf etsinler. (Hac/29)
Bu da Allah'tan hacılara bir emir olup eğer adakları varsa yerine getirsinler demektir.
Aziz ve celil olan Allah, Bakara Suresinde şöyle buyuruyor:
Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı muhakkak Allah bilir. Zalimler için hiç yardımcı yoktur. (Bakara/270)
Bu ayet de gösteriyor ki adağını yerine getirmeyen kimseyi Allah hesaba çekecektir.
Yine Allah (c.c) İmran'ın karısından sözederken de şöyle buyuruyor:
Imran'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karmmdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin." (Âl-i İmran/35)
Yine Kur'ân'ın bildirdiğine göre İmran'ın karısı bu adağını yerine getirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a) adakta bulunulan şeyi yerine getirmemekten sakındırmış ve şöyle buyurmuştur:
Adağınızı yerine getirin.
Ve yine şöyle buyurmuşlardır:
Kim bir şeyin ismini vererek adakta bulunmuşsa onu yerine getirmeye çalışsın.
Ve yine buyuruyorlar ki:
Kim Allah'a itaat edeceğine dair adakta bulunmuşsa Allah'a itaat etsin.
Bunlardan anlıyoruz ki, bir çok meyve toplayıp fakirlere dağıtacağına dair nezirde bulunan kişinin bunu yerine getirmesi lazımdır. Tabii ki nezre konu olan iş yerine gelmiş ise. Adağı yerine getirmemek haramdır. Onun ve ehlinin bu meyvelerden yemeleri de haramdır. Çünkü Sahih-i Buharı ve Müslim'de, Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet ediliyor:
İhramlı iken av avlayan kişi avladığından ve ceza olarak ödediği hayvandan yiyemeyeceği gibi, adak adayan kişi de adanan şeyden bir şey yiyemez. Bunun dışında, ceza olarak ödediği şeylerden yiyebilir.
Bu da adanan bir şeyden yemenin haram olduğunu göstermektedir. Ancak eğer adam bu meyveleri kendine ve çocuklarına sarfetmek için adakta bulunursa, o zaman hem kendisinin, hem de çocuklarının bu meyvelerden yemeleri mubah olur. [19]
Soru: Bazı kitaplarda "Çok olan şey-israfla çok değil, üretimleberaber az olan da az değil, günah tevbe edilirse, günah sayılmaz'1 sözlerini okudum. Bu sözler neyi anlatıyor ve kime aittir?
Cevap: Bu sözleri İbn Ebi Hadid Şerhu Nehc'ûl-Belağa adlı kitabında Hz. Ali'ye nisbet ediyor.
Onun, "İsrafla beraber çok şey çok değildir" sözünün manası şudur: çok mal, çok eşya, eğer sahibi onu itidal ve iktisatla kullanmazsa, günbegün azalacaktır. Çünkü israf onu yavaş yavaş tüketecektir. Halk arasında şöyle denir:
Dağ sürme olsa bile iğne onu bitirir. Hazıra dağ dayanmaz.
Allah (c.c) "İsraf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez" buyuruyor. Hz. Ali (r.a) burada israfçı, ahmak ve beyinsizleri uyanyor ve tutumlu olmayanın malının bir gün biteceğini söylüyor.
"Üretimle beraber az mal da az değil" sözüne gelince, bu da şu demektir: Madem ki üretim devam ediyor öyle ise bu mal küçük sayılmaz, çünkü devamı vardır.
Rivayetlere göre Hz. Ebubekir halife seçildiği zaman şöyle demiştir:
Benim sanatım, ehlimin geçimini sağlamaktan aciz değildi. Beni şimdi müslümanlarm işi meşgul ediyor. Bundan böyle Ebubekr'in ehli bundan (yani halifelik maaşından) yiyecek. O da müslümanlarm işine bakacak.
Hirfet (üretim, sanat) kazanç demektir. Şüphesiz sanatın devamı ve çalışmak azın çoğalmasına sebep olur.
Buna şöyle bir mana da vermek mümkündür: İktisat edenin malı azalmaz. Çünkü hirfetin bir manası da işin darlığı ve nafakanın azlığıdır. Eğer manadan bu kastedilirse, o zaman Hz. Ali insanların mahrum olmamalarını tavsiye ediyor. Bu durumda harcama yapan kişi, malı ye-nnde kullanmalıdır ki insanlar dara düşmesinler.
Tevbe ile beraber günah günah sayılmaz" sözüne gelince, insan tta. yanılma ve unutma nedeniyle günah işlese, sonra pişman olup bir daha ona dönmemeye söz verse, o zaman kişi sanki günah işlememiş gibi olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükafatı, rableri tarafından bağışlanma ve altlarında ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükafatı ne güzeldir! (Al-i Imran/135-136) [20]
Soru: İnsanlar tarihlerini bilsinler diye eşyaları müzelerde korumak caiz midir?
Cevap: Şüphesiz insanlarla ilgili bilgiyi en çok tarihi kaynaklardan elde ederiz. Yani, akideler, adetler, taklitler, lügatler ve diğer toplumsal olguları hep tarihten öğreniriz.
Şüphesiz tarih de çeşitli vesilelerle bilinir. O vesileler de binalar, tarihi eserler, camiler, mabetler, kaleler, ehramlar, su kanalları, bentler ve benzerleridir.
Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayet vardır ki insanları ibret almak için yeryüzünde gezmeye teşvik ediyor. Allah şöyle buyuruyor:
Sizden önce nice (milletler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezip dolaşın da (Allah'ın ayetlerini) yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş göıiin! (Al-i Imran/137)
De ki: "Yeryüzünde gezin de, günahkârların akıbeti nasıl oldu görün!" (Neml/69)
Rasûlüm de ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün, onların çoğu müşrik idi." (Rum/42)
Yine birtakım ayetler vardır ki, ibret almak için geçmiş kavimlerin eserlerine işaret ediyor. Bu eserlerin insanları düşünceye sevketti-ğini bildiriyor. Kur'an şöyle buyuruyor:
Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş görsünler. Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yer yüzündeki eserleri bakımından daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir.
(Gafir/82)
Yine Kasas suresinde şöyle buyuruluyor:
Biz, refahdan şımarmış nice memleketi helak etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmistir. Onlara biz varis olmuşuzdur. (Kasas/58)
Ahkâf suresinde de şöyle buyuruluyor:
Nitekim (o kasırga gelince) onlann evlerinden başka bir şey görülmez oldu. (Ahkâf/25)
Ve yine buyuruluyor ki:
Bizim, onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olmamız, kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların yerlerinde gezip dolaşırlar. Bunda elbette akıl sahipleri için ibretler vardır. (Taha/128)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Hâlen yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri helak edişimiz onları doğru yola sevketmedi mi? Bunlarda elbette ibretler vardır. (Secde/26)
Ad ve Semud'u da (helak ettik). Sizin için onların başına nelerin geldiği oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. (Ankebut/38)
Bu ayetler gösteriyor ki geçmişlerin eserleri, onların durumunu öğrenmek için birer vesile olup onların vardıkları son noktayı göstermektedirler.
ibret değeri olan bir şeyi muhafaza etmeye dair Kur'an'da delil de vardır.
Rasûlüm! Sana hücrelerin arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. (Hucurat/4)
Müfessirler, ayette geçen hücrelerden maksadın, Hz. Peygam-ber'in hanımlarının odaları olduğunu ifade etmişlerdir. Bunlar dokuz oda idi. Her bir hanımının bir odası var idi. Kapılarında da siyah yünlü birer perde asılıydı. Bunlar çok mütevazi odalardı, lüks yönü yoktu.
Hücreler (odalar) mescide bitişik olup kapıları mescide açılıyordu. Emevî halifelerinden Velid'in döneminde bunlar yıktırıldı ve mescide dahil edildi. Bundan dolayı insanların çoğu ağladılar. O gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: "Vallahi bu odaların öyle durmalarını isterdim. Ta ki dışardan gelen insanlar, Rasûlullah'ın (s.a) hayatında ne kadar az şeyle iktifa ettiğini görsünler. Ve yine bu insanların dünya nime-tiyle, bunların çokluğuyla gururlanmalarına bir engel olsun". Ebu Umame b. Sehl b. Hanif de buna benzer bir söz söylemiştir. Bundan da anlaşılıyor ki fayda verecek eserleri korumak, onları insanların ibretlerine sunmak dinin yasaklamadığı bir şeydir. [21]
Soru: Bazı gençler, vücutlarına aslan ve kaplan gibi hayvanların resimlerini nakşettiriyor. Dinin dövme hakkındaki görüşü nedir? Dövme işinde kullanılan maddeler pismidir? Dövme ile namaz kılmak caiz midir?
Cevap: Çağdaş âlimler dövmenin vücuda yapılan bir nişan olduğunu söylüyorlar. İnsanlar bunu çeşitli yollardan ve çeşitli renklerle yapıyor. Kimisi elinin dışına, kimisi pazusuna kimisi yanağına, kimisi de göğsüne yaptırıyor. Çok eskilerde de bazı insanlar bazı menfaatler için bunu yapmışlardır. Bazen de deriyi yarmakla yapılır ki bu bu hüzne delalet eder.
Bazı iddialara göre dövme kem gözlerden sakınmak için yapılır. Kimisine göre bir imtiyaz simgesidir, kimisi de bunu bir kabilenin ala-
met-i farikası olarak görür. Veya bir toplumsal mevki kabul edilir. Bazen de dövme dağlamakla beraber, suçlularda ve mahkumlarda kullanılmış. Medeniyet eseri olarak da milletlerde dövmeye rastlanmaktadır.
Dövme, iğne veya benzeri sivri bir şeyle cilte nakşedilir. Cahiliye döneminde bunu zinet olarak yapıyorlardı. Erkekler dövme yapılan organın kuvvetlendiğine inanıyorlardı.
Alusi Buluğ'ul-İrab adlı kitabında şöyle diyor:
Dövme yapmak çirkin ve kötü bir gelenektir. Bu nedenle İslâm şeriatı onu yasaklamıştır. Çünkü onda Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek vardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Allah Teâlâ dövme yapanı lanetlemiştir. İbn'ül-Esir şöyle diyor:
Vasime cildine dövme yapan kişi demektir. Dövme cilde iğne ile kazınır, sonra ona yeşil veya mavi renkli boya ya da sürme konur.
Bundan da anlıyoruz ki, dövme dinen haramdır. Allah Teâlâ bunu bilmeden yapan kimseyi bağışlar. Haram olduğunu bilerek yapan, fakat pişman olup tevbe eden kimseyi de Allah affeder.
Dövme işinde kullanılan maddenin temiz veya pis olmasına gelince, eğer o necis bir maddeden ise necis, temiz bir maddeden ise temizdir.
Dövme yaptıran kişi, eğer o dövmeyi yok edebilirse, hemen yok etmelidir. Herhangi bir yolla onu gideremezse, onun eserinin kalmasında ona bir günah yoktur. O da diğer müslümanlar gibi namaz kılabilir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Bakara/286)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Allah size kolaylık diliyor, zorluk dilemiyor ve Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [22]
Soru: Canlıların resim ve heykellerini yapıp okullarda bunlarla eğitim yapmak konusunda dinin görüşü nedir?
Cevap: Bir çok hadis-i şerifte heykel ve resim yapmak yasaklanmıştır. İmam Buharî'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde en şiddetli azaba çarpılacak olanlar canlı resmi yapan kimselerdir,
Abdullah ibn Ömer'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu suretleri yapanlara kıyamet gününde denilecektir ki: "bu suretlere hayat veriniz." Onun için bunlar kıyamet gününde azaba çarptırıl acakl ardır.
Abdullah b. Abbas da Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Dünyada suret yapan kişiden, kıyamet gününde ona ruh vermesi istenecek, tabii bunu yapamayacaktır.
Anlaşıldığı kadarıyla bu suretlerden gaye heykellerdir. Bunların yasaklanma sebebi, İslâm'ın putlara ve temsillere yapılan ibadetlere savaş açmasıdır. İşin başında kendilerine ibadet edilen heykel ve temsillere savaş açmak ve onların üstüne gitmek lazımdır...
Bu nedenle fakihler, canlı olmayan resimleri -onlara ibadet etmemek şartıyla- istisna etmişlerdir. Bazı fakihler ise resmin her çeşidine karşı çıkmışlardır. Fakat bu insanların resme olan ihtiyaçlarını dikkate aldığımızda işi zorlaştırır.
Yine fakihler kız çocuklarının oynadığı bebekleri de, bu yasağın dışında tutmuşlardır.
Bunlarla oynamanın caiz olduğuna dair şunu delil olarak öne sürmüşlerdir: Hz. Aişe validemizin yanında bu tür oyuncaklar bulunuyordu. Hz. Peygamber bunları gördüğü halde bir şey söylememiştir.
Buna dayanarak diyebiliriz ki, dersi izah için tahtaya çizilen resmin, bilhassa bu resim bitki ve cansız bir şeyin resmi ise, hiçbir sakıncası yoktur. Ve yine kültür ve eğitim için okullarda çamur ve benzeri şeylerden yapılan heykellerin de hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü bunlarda, tazim ve tapınma sözkonusu değildir. Ancak bu heykeller kutsamak için yapılırsa o zaman bütün fakihlerce haram olur. [23]
Soru: Şiir söylemenin ve dinlemenin yasak olduğunu iddia edenler bunu aşağıdaki ayete dayandırıyorlar:
Şairlere (gelince), onlara da sapıklar uyarlar. (Şuara/224)
Ayrıca şu sözü de görüşlerinin doğruluğuna delil sayıyorlar: "Şairler genelde mübalağa ve yalana sığınırlar, en güzel şiir içinde çok yalan bulunan şiirdir."
Şuara suresinde geçen ayet, İslâm'ın şiir hakkındaki nihai hükmünü mü bildiriyor, yoksa özel bir durumla mı ilgili?
Cevap: Şiir de nesirdeki gibi ibare ve lafızlardan meydana gelir. Ancak şiir vezin ve musiki ile nesirden ayrılır. İmam Gazâlî şiir hakkında şöyle diyor:
O bir kelamdır. Onun iyisi iyi, kötüsü de kötüdür. Rasûlullah (s.a) ise şöyle buyuruyor: Şiirin bir kısmı hikmettir.
Rasûlullah şair Tarefe'nin "Zaman senin bilmediğin şeyleri ve bilmediğin kişilerin haberlerini sana gösterecektir" sözünü duyunca, "bu nübüvvet haberlerine benziyor" diyerek, ondan hoşlandığını göstermiştir. Yani bu sözün vahiy eseri olmamakla beraber, peygamberlerin söyledikleriyle örtüştüğünü ifade etmiştir. Çünkü bu hak bir sözdür.
Kur'an-ı Kerim'de Rasûlullah'tan şairlik sıfatı reddedilmiştir. Si-lahu'ş-Şiir adlı kitapta da yazıldığı gibi Hz. Peygamber'e sihirbaz ve şair iftirasında bulundukları için Allah müşriklerin bu iftiralarını reddetti. Eğer Kur'an onların bu iftiralarına cevap vermese idi, müşrikler bu iftiralanyla kalırlardı. O zamanki şairlerin çoğu da -Ancak Allah'ın korudukları hariç ki onlar da az idi- günah, gaflet kibir ve yalanın şeytanları idiler. Eğer Hz. Muhammed de şair olsa idi, onların iddia ettiği gibi, Allah katından gelen Kur'an'ın da bir şiir olması lazım gelirdi. O zaman o ilahi ve mu'ciz bir kitap olmazdı.
Kur'an şöyle diyor:
Şairlere gelince, onlara da sapıklar uyarlar, onların her vadide başıboş dolaştıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip iyi işler yapanlar başkadır. (Şuara/224-237)
Buradaki şairlerden kasıt, yalan ve hayal vadilerinde dolaşan, fahiş konuşan, ırzları param parça eden, fitnenin yayılmasına çalışan, neseplere tan eden, hicveden, batıl vaadlerde bulunan, batılla iftihar eden, övgüye layık olmayanı öven, işi ile sözü arasında çelişki bulunan şairlerdir.
Aksi halde temiz ve salih kişinin söylediği şiir güzeldir. Bu şiir, zikir, iman, iyi işler, zafere teşvik ve zulmü defetmek için söylenirse o ne güzeldir. Bu nedenledir ki ayette istisna yapılmış ve devamında şöyle buyurulmuştur:
Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.
(Şuara/227)
Peygamberimizin şöyle dediği de rivayet edilmiştir:
Sizden birinizin kamının irin ile dolması, şiirle dolmasından daha iyidir.
Şiirin kötülüğüne dâir bu hadisi delil olarak gösteriyorlar. Ancak bu rivayetin tashihe ihtiyacı vardır. Hadisin tamamı şöyledir:
Sizden birinizin karnının irinle dolması kendisiyle hiciv yapılan şiirle dolmasından daha hayırlıdır.
Görüldüğü gibi kendisiyle hiciv yapılan ibaresi hadisten düşmüştür.
Hz. Peygamber'in bazı şiirler okuduğunu, dinlediğini ve şiir söylemeye teşvik ettiğini görüyoruz. Mesela şaire Hansa'dan bazı şiirler dinlemiş ve onu şiire teşvik etmiş ve haydi Ey Hansa! demiş. Yine Ka'b b. Züheyr'i dinlemiş ve şairi Hassan b. Sabit'i şiir söylemeye teşvik etmiş ve şöyle buyurmuş:
Müşrikleri hicvet, Ruh'ul-Kuds seni destekliyor.
Ka'b b. Mâlik "Ey Allah'ın Rasûlü! Şiir hakkında ne dersin?" diye sorduğunda, Rasûlullah şöyle cevap vermiştir:
Mü'min diliyle ve kılıcıyla cihad eder.
Özet olarak diyebiliriz ki, şiirin nazmı haram değildir. Çünkü o da nesir gibidir. Ancak onu su-i istimal etmek haramdır. Şiir nezih ve latif olduğu, insanları günaha ve masiyete sürüklemediği müddetçe onu dinlemek haram olmaz. Kur'an-ı Kerim'de kötülenen şairler, belli şairlerdir ki, onlara ancak günahkarlar tabi olur. Onlar yapmadıklarını söyleyen, batıl ve günah olan şeyleri hayal edenlerdir. İşte İslâm'ın şiir hakkındaki görüşü budur.[24]
Soru: Her türlü şarkının haram olduğunu söyleyenler var. Bu doğru mudur?
Cevap: Yazılı olsun, sözlü olsun her kelimenin bir tesiri ve bir kuvveti vardır. Eğer kelime (söz) güzel olursa, o güzeldir ve güzel bir z bırakır. Ve eğer söz kötü olursa kötü bir tesir bırakır ve kötü bir meyve verir.
Allah Teâlâ İbrahim suresinde şöyle buyuruyor:
Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.
Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.
Allah iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sağlam sözle tesbit eder. Zâlimleri ise, Allah saptırır. Allah dilediğini yapar. (İbrahim/24-27)
Bazen şifahî bir söz, yazılı bir sözden daha kuvvetli olur. Çünkü şifahî söz, hem kendi zati gücünü hem de söyleyenin gücünü kendinde toplar. Şiirde ise sözün gücü vezin ve ahenkle bir kat daha artar. SU lah'uş-Şür adlı kitap uzun uzadıya bundan bahseder. Bu yüzden Rasû-lullah "Şiirin bir kısmı hikmettir" buyurmuştur. Şimdi bu vezinli söz tatlı ve güzel bir sesle söylenirse, iyi şarkılarda olduğu gibi, onun tesiri bir kat daha artar ve tehlikesi büyür. Bundandır ki öncelikler, kara sevdaya yakalananları güzel sesle, müzik ile tedavi ederlerdi. Beşikte ağlayan bir çocuk ninni sesi duyduğunda sakinleşir ve uyur.
Hatta güzel ses yabani hayvanlara da tesir eder. Arablar eski asırlarda deveyi yürüyüşte coşturmak için şiir söylerlerdi. O da coşar hızını artırırdı. Öyle ki sonunda çatlardı. Bu nedenle Rasûlullah, develeri coşturan Enese'ye, "Ey Enese! Şişelere dikkat et!" buyurmuştur. Bununla da şunu kastetmiştir: Develeri fazla coşturma! Çünkü mahfeller-de cam şişeler gibi narin kadınlar vardır. Onlar hırpalanmasınlar ve yorulmasınlar.
İmam Gazâlî İhya-ı Ulûmi'd-Dîn adlı kitabında şöyle söylüyor:
Baharın, çiçeklerin heyecanlandırmadığı kişi mutlaka bozuk tabi-atlıdır. Onun bu hastalığına ilaç bulunmaz.
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir. (Lokman/19)
Bundan anlıyoruz ki çirkin ses insanları rahatsız eder. Güzel ses ise cezbeder ve tesir eder. Allah'ın yarattıklarında çok hikmetler vardır.
Müzik ve şarkılar iki yönü de keskin kılıca benzerler. İyiye kullanıldığında fayda, kötüye kullanıldığında zarar verir. Aslında müziğe iyi gözle bakmayan hükümlerle, müziği teşvik eden görüşleri uzlaştırmak mümkündür. Müziğe karşı çıkan âlimler, onun zarar veren çeşidine karşı çıkmışlardır. Müziğe cevaz verenler ise, şarkıların iyisine ve güzeline cevaz vermişlerdir. O tür şarkılar insanları hayra ve güzelliğe ve ruhi yüksekliğe sevkeder.
Şarkıların çoğunun ıslaha muhtaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu şarkıların çoğu yalnızca hissi isteklere ve şehvetle ilgili hislere hitap ediyorlar.
Günümüzde aşk denen şeyin etrafında cereyan eden şarkılardaki aşkı da düzeltmemiz lazımdır. Çünkü bunlar aşkı sadece dişi ile erkek arasındaki ilişkiye hasrediyorlar. Biz ise, yeri göğü yaratan tek Allah ve insanlığın numunesi olan Rasûlullah hakkında da şarkılar yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü onun hayatı, Allah yolunda çalışmak ile geçti. O insanlığın mutluluğu için çalıştı. Allah onun hakkında şöyle buyurdu:
Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik
Yine çocukları için hayatlarını feda eden, yorulan, geceleri uykusuz kalan ana-babalar için şarkı yapılsın istiyoruz. Allah ana-babalar hakkında şöyle buyuruyor:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. (İsra/23)
"Önce bana sonra da ana babana şükret" diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. (Lokman/14)
Yine vatan hakkında şiirler yapılsın, müzik yapılsın istiyoruz. Çünkü vatan sevgisinin imandan olduğunu bildiren eser vardır. Ve yine yerin ve göğün sırlarıyla ilgili, tabiat sevgisiyle alakalı müzik yapılsın istiyoruz. Çünkü tabiat Allah'ın varlığına ve kudretinin büyüklüğüne bir delildir. Çünkü her şeyde O'nun birliğine işaret eden,bir alamet vardır.
Ve yine kan-koca arasındaki sevgi ve fedakârlık hakkında şarkılar yapılsın istiyoruz. Çünkü Allah bu konuda şöyle buyuruyor;
Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. (Rum/21)
Aile sevgisiyle ilgili şarkılar yapılmasını istiyoruz. Ta ki bu müzik kişiyi ailesine bağlasın. Rasûlullah'm şu sözü de tahakkuk etsin:
Sizin en iyiniz ailesine karşı iyi olanınızdır. Ben ehlime karşı en iyi olanınızımdır.
Ve yine üstad ve öğretmenler ile ilgili şarkılar yapılsın istiyoruz. Ta ki bununla hoca ile talebeleri arasında güzel bir ilişki meydana gelsin.
Sözleri hayra teşvik eden, iyiliğe götüren müzik dinen haram değildir. Ancak günaha teşvik eden, kötülüğe götüren müzik dinde haramdır. [25]
Soru: Şarkı söylemek kadınlara helâl, erkeklere haram mıdır?
Cevap: Erkeklerin şarkı söylemeleri haram değildir. Yeter ki bu şarkı haram bir şeyi kapsamasın. Yeter ki şarkının sözleri insanı kötü bir yöne götürmesin. Rivayetlere göre, bazı gazvelerde bazı sahabîler şiir söylemişlerdir. Diğerleri de onlara eşlik etmişlerdir. Develeri coşturmak için söylenen şeyler de bir nevi şarkıdır. Hz. Peygamber, develeri yeden Enese'ye şöyle dedi:
Ey Enese yavaş! Şişelere acı!
Rasûlullah, bu sözüyle kadınlara işaret etmiştir. Zira develerin üstünde hevdeç .içinde kadınlar vardı. Develerin süratleri onları yoruyordu.
Erkeğin şarkı söylemesi bir çok fukaha nazarında, kadının şarkı söylemesinden daha ehvendir. Çünkü bir çok fukahaya göre kadının sesi avrettir. Hatta, fakihlerin çoğu, yaşlı kadının sesinin fitneye sebep olması halinde avret olacağını bile ifade etmişlerdir.
Hz. Ömer'in hayatım anlatan bir kitapta ifade edildiğine göre o, bir Seferinde şarkı dinliyordu. Şarkıcının edebe mugayir bazı şarkılar söylediğini görünce ona şarkı söylemeyi yasakladı. Bundan da anlıyoruz ki caiz olan müzik, insanları günaha sürüklemeyen müziktir. Mün-ker ve çirkini sevdirmeyen, rezilliğe çağırmayan müzik helâldir. Şarkıların en iyisi insanı güzelliğe ve fazilete teşvik eden şarkılardır. Bu yüzden şarkı söyleyenin Allah'tan korkması, onunla insanları ıslah etmesi ve hayra çağırması lazımdır. [26]
Soru: Aşkla veya diğer şeylerle ilgili şarkı dinlemenin dindeki yeri nedir?
Cevap: Bugünlerde müzik ve şarkılar iki yönü de keskin olan kılıca benziyor. O nedenle, iyiye kullanılırsa fayda, kötüye kullanılırsa zarar verir.
Aslında, müziğe karşı çıkan âlimlerle, mubah gören âlimlerin görüşlerini uzlaştırmak mümkündür, Müziğe karşı çıkan âlimler zarara sebebiyet veren, tehlike arzeden, cıvık ve rezilce eda edilen şarkılara karşı çıkmışlardır. Müziğe cevaz verenler ise şarkıların iyisine ve güzeline cevaz vermişlerdir. O tür şarkılar insanları hayra, güzelliğe ve ruhi yüksekliğe sevkeder.
imam Buharî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şarkı söylemeye ye def çalmaya cevaz vermiştir. Ve yine rivayetlere göre Hz. Aişe terbiyesini üstlendiği Faria adındaki kızı ensardan biriyle evlendirdi, gelinlik odasını hazırladı. Aişe eve dönünce Rasûlullah ona: "Ya Aişe! Oyunla ilgili bir şey varmıydı? Çünkö fensar oyunu seviyor" dedi. Baş-a bır rivayete göre şöyle dedi: "Şarkı söyleyecek ve def çalacak bir
kız gönderdiniz mi?" Hz. Aişe de "Ya Rasûlullah! O ne söyleyecek?" deyince, Rasûlullah "Size geldik size geldik. Bize selam verin biz de size. Eğer çörek otu olmazsa yanınıza gelmezdik" der buyurdu. (Bu
ensarın söylediği bir manidir.)
Neseî de Rasûlluh'tan şöyle dediğini rivayet ediyor:
Meşru evlilikle, gayr-i meşru evliliği birbirinden ayırdeden def ve şarkılardır.
Öyle ise bunlar dinen meşrudurlar. Çünkü def ve şarkı, nikahın aleniliğini gösterir. Defsiz ve şarkısız nikah ise, nikahın gizli, dolayısıyla da gayr-i meşru olduğuna delalet eder.
Yine İmam Buharı Hz. Peygamber'den şöyle rivayette bulunuyor: Nikahı alenileştirin, onu mescitlerde yapın ve def çalın! Tabii defe, şarkı da eşlik etmektedir.
Şunu da unutmamak lazımdır ki, bugünkü bir çok şarkıda güzellik unsuru yoktur. Ve çoğu caiz olmayan şarkılardır. Şarkıların yüksek ve ulvî şeylerle ilgili olmasını ne kadar isterdik. Bunlar Allah aşkı, Ra-sûl aşkı, anne-baba aşkı, kutsal vatan aşkı, Allah'ın sanatı olan tabiat aşkı, toplumun temeli olan aile aşkı, güzel ahlâk aşkıdır.
Rasûlullah (s.a) "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur. [27]
Soru: Islık çalmak haram mıdır?
Cevap: Allah (c.c) Enfal suresinde müşriklerden sözederken şöyle buyuruyor:
Onların Beytullah yanındaki salâtları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler!) İnkar etmekte oldu ğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadın! (Enfal/35)
Abdullah b. Abbas'm rivayetine göre müşrikler Kabe'yi çıplak olarak tavaf eder, ıslık çalar, el çırpalardı.
Seleften bazılarına göre ayette geçen müka Toygar kuşunun sesi, tesdiye ise serçe sesidir. Rivayetlere göre Rasûlullah (s.a) namaz kıldığı zaman, Hacer'ül-Esved'le Rükn-i Yemanî arasında namaz kılardı. Çünkü Kabe ile Kudüs'e birlikte yönelmek istiyordu, O namaza başladığı zaman bazı müşrikler gelir Toygar kuşu gibi ses çıkarırlardı. Islık çalarlardı. Onlardan bazıları da el çırpıp, Rasûlullah'm namazını bozmaya ve onu şaşırtmaya çalışıyorlardı.
Said b. Cübeyr'in rivayetine göre, Rasûluîlah beyti tavaf ettiğinde, Kureyşliler onunla alay edip ıslık çalıyorlardı. O nedenle şu ayet nazil oldu:
Onların Beytullah yanındaki salâtları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Enfal/35)
Rağıb el-İsfehani Kur'an'da geçen tesdiye'yi (ıslık çalmayı) şöyle tarif etmiştir: Tesdiye, söz olmadan ağızla çalman şey demektir. Onun bir faydası yoktur. İşte o müşriklerin duaları ve namazları öyle bir şey idi. Bunu, Rasûlullah'm namazına engel olmak için mi, onun huzurunu kaçırmak için mi yaptıkları önemli değildir.
Bundan şu hükmü çıkarıyoruz: Islık, ibadetle birlikte veya bir müslümanla alay etmek için çalınırsa haramdır. Ve yine kendisine hürmet gösterilen kutsal yerlerde de ıslık çalmak haramdır. Bu yerlerin başında da Mescid-i Haram ve camiler gelir.
Ancak ıslık çalan kişi, bununla insanlarla alay etmiyor veya kimsenin ibadetteki huzurunu kaçırmıyorsa, bahsi geçen kutsal yerlerde de çalmıyorsa, ıslığı yasaklayan kesin bir hüküm yoktur. Bazen çoban koyunlarını toplamak veya onlan suya teşvik etmek için ıslık çalmaya muhtaç olur. Bazen de bir kısım insanlar birbirlerini çağırmak veya bazı işaretlerde bulunmak için parola olarak ıslrk çalmaya ihtiyaç duyarlar. Bu gibi durumlarda ıslık yüksek ses gibidir. [28]
Soru: Evlerin duvarlarına resim asmak caiz midir? Resmin bulunduğu eve meleklerin girmediği doğru mudur?
Cevap: Fakihler, canlı olmayan, nehir, meyve, çiçek, ağaç gibi şeylerin resimlerinin yapılmasında herhangi bir mahzur görmemişlerdir. Abdullah b. Abbas'a resim hakkında sorulduğunda, şöyle demiştir: "İllâ da resim yapacaksanız, ağaç ve cansız varlıkların resmim yapınız."
Fakihlere göre canlıların resmini yapmak haramdır. Buna da Ra-sûlullah'ın şu sözünü delil gösteriyorlar:
Kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrayacak kişiler canlıların resimlerini yapan kimselerdir.
İnsanların azabça en şiddetlisi Allah'ın yarattıklarına benzer yaratıklar yapanlardır.
Suret yapanlar kıyamet gününde azaba uğrarlar. Onlara şöyle denilir: "Yaptıklarınıza can verin bakalım!"
Nevevi diyor ki: "Resim yapmak, her halükârda haramdır. Bunun elbisede, yaygılarda, paralarda, kaplarda, duvarlarda olması durumu değiştirmez."
Ancak bazı araştırmacılar diyolar ki "Haram olan suretler, tazim ve tapınma için yapılan heykellerdir. Çünkü bunlara tazimde bulunmak İslâm'ın harp açtığı putçuluğa dönüş demektir."
Yine fakihlere göre, üzerinde canlı resmi bulunan elbise, perde ve benzer şeyleri kullanmak da yasaktır. Buna bir çok hadis-i şerifi delil getirerek, resim bulunan evlere meleklerin girmeyeceğim iddia ettiler.
Nevevi Müslim şerhinde şöyle söylüyor: Hayvan resmi bulunan şey duvarda ise, veya giyilen bir elbise veya sarık ise bu haramdır. Resmin, gölgeli veya gölgesiz olması durumu değiştirmez. Eğer o resimler yaygılarda, sergilerde, yani basit ve hakir şeylerde ise haram olmaz.
Geçmiş âlimlerden kimisi de resmin, gölgeli olması halinde haram olduğunu söylemiştir. Bu da cüsseli heykeller için geçerlidir. Ancak gölgesi olmayan cisimlerin resmi hayvan olsun, bitki olsun, cansız olsun haram değildir.
Bazı fakihler çocukların oyuncak bebeklerle oynamasını caiz görmüşlerdir. Yine teferruatlı olmayan hayvan heykellerine de cevaz vermişlerdir. Ancak bunların yüksek ve tazim edilecek bir yerde değil, basit ve değersiz bir yerde olması gerekir. Buna da Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerifi delil olarak gösterirler:
Cebrail Rasûlullah'tan eve girmek için izin istedi. O da buyur etti. Bunun üzerine Cebrail "Ben nasıl senin evine girebilirim ki onda adamların ve atların heykelleri var; ya onları başsız hâle getirin, ya da yaygı yapın, çünkü biz melekler, içinde resim olan evlere girmeyiz" buyurdu.
Buradan şunu anlayabiliriz ki, bütün suretler haramlık sahasına girmezler. Çünkü bunlann çoğ elle yapılmazlar. Hepsinin cüssesi de yoktur. Onlar kağıt üzerinde kalan gölgelerden ibarettir. Kızlar için oyuncak bebek heykelleri yapmak caizdir. Eğitim, otopsi ve ameliyat tatbikatı için yapılan heykeller de caizdir. Tazim için olmayan resimleri kullanmak da caizdir. [29]
Soru: Erkeğin altın kullaması caiz midir? Hususi hallerde onu helâl kılacak bir durum mevcud mudur?
Cevap: Müsamaha dini olan İslâm, bütün zinet ve güzelliği mubah kılmış, ancak israf ve çılgınlıklarla da harbetmiştir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızıklan kim haram kaldı." (A'raf/32)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına emrederiz. Onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helaka müstahak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. (İsra/16)
İslâm, zinet ve güzellikte erkekle kadın arasında bir fark gözetmiştir. Kadına altın küpe, yüzük, gerdanlık, bilezik kullanmayı mubah kılmıştır. Erkeğe ise altınla süslenmeyi yasaklamıştır. İbn Mâce Hz. Ali'den şöyle rivayet ediyor: Rasûlullah ipeği sağ eline, altını da sol eline alarak şöyle buyurdu:
Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir.
Rivayete göre Rasûlullah (s.a) bir adamın elinde altın bir yüzük görünce, çıkartıp attı ve şöyle buyurdu:
Sizden birinizin elinde kor parçası varsa onu atsın!'
Bazıları Hz. Peygamber gittikten sonra, yüzüğün sahibine "Yüzüğünü al ve ondan yararlan!" dediler. O da "Hayır vallahi, Rasûlullah'ın attığı bir şeyi alamam" dedi.
Altından yapılan her şey altın yüzüğe kıyaslanır hepsi de bu ümmetin erkeklerine haramdır.
Ebu Musa Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
Altın ve ipek ümmmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haram kılındı.
Bazı fakihler zaruri hallerde az olmak şartıyla altın kullanmaya cevaz vermişlerdir. Çekilen diş için, kırılan burun ve ayak için altın kullanmanın meşru bir mazerete binaen caiz olduğuna hüküm vermişlerdir. [30]
Soru: "Sizden biriniz taşa da inansanız faydasını görürsünüz" diye bir hadis olduğunu söylüyorlar. Bu söz gerçekten hadis midir?
Cevap: Bu hadis değil, tamamen uydurma bir sözdür. el-Lu'luu'l-Mersu adlı kitapta şöyle deniyor: Bir kısım insanlar "Sizden biriniz bir taş hakkında dahi zannınızı iyileştirirseniz onun faydasını görürsünüz" diye bir hadis rivayet ediyorlar. Bu tamamen uydurma bir sözdür. İbn Teymiye "Bu putperestlerin sözüdür" diyor.
Bir mü'minin, Allah'ın bütün işlerin sahibi olduğuna iman etmesi gerekir. Zarar ve fayda veren yalnız O'dur. Aziz kılan da rezil eden de O'dur. O Al-i Imran suresinde şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsm. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de gece katarsın, ölüden diri çıkarır, diriden de ölü çıkarır-sın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin. (Al-i Imran/26-27)
Cin suresinde de şöyle buyuruyor:
Mescidler şüphesiz Allah'ındır, o halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin)!
(Rasûlüm!) De ki: "Ben ancak rabbime yalvarırım ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmam."
De ki: "Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim."
De ki: "Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam." (Cin/18-22)
Rasûlullah'a isnad edilen bu uydurma hadis zikrettiğimiz ayetlerle de çelişiyor. Müslümanlara gereken şey bu söze inanmamaları, onun bozuk manasına kulak aşmamalarıdır. Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir. [31]
Soru: Güven ve sükunet içinde uyumak ve güne iyi başlamak için bir dua var mıdır?
Cevap: Hz. Peygamber'in uykudan önce yapılmasını tavsiye ettiği dua şudur:
Allahım! Senin gazabından rızana, azabından afiyetine, senden sana sığınırım. Allahım! İstesem de seni hakkıyla sena edemem. Seni hakkıyla ancak sen sena edersin. Allahım! Senin adınla dirilir senin adınla ölürüm. Ey göklerin yerlerin ve her şeyin rabbi olan Allahım! Ey çekirdeği yarıp hayat veren, ey Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı indiren Allahım! Her şerlinin şerrinden sana sığınırım.
Dizginini elinde bulundurduğun her yürüyenin şerrinden sana sığınırım. Evvelinde hiçbir şey olmayan evvelsin, sonrasında hiçbir şey olmayan sonsun. Üstünde bir şey bulunmayan zahirsin. Altında hiçbir şey bulunmayan batınsın! Borçlarımın edasına yardımcı ol. Beni fakirlikten kurtar.
Allahım! Beni yaratan da öldüren de sensin. Ölümüm de dirilmem de sana aittir. Allahım! Beni öldüreceksen bağışla, yaşatacaksan koru! Allahım! Dünyada ve ahirette senden afiyet diliyorum. Allahım! Adınla yatıyorum. Günahlarımı bağışla. Allahım! Kullarını toplayacağın günde beni azabından koru.
Allahım! Nefsimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. Senden başka sığmak ve kurtarıcı yoktur. İndirdiğin kitaba, gönderdiğin Peygamber'e inandım.
Uyanınca da sünnete uygun yapılacak dua şöyledir:
Ölümden sonra tekrar bizi dirilten Allah'a hamd olsun, tekrar O'na dönülecek. Sabahladık bütün mülk de Allah için sabahladı. Büyüklük ve hüküm Allah'ındır. İzzet ve kudret Allah'ındır. İslâm, fıtratı ve ihlas kelimesiyle sabahladık. Nebimiz Muhammed'in (s.a) dini üzere sabahladık. Babamız İbrahim'in milleti üzere sabahladık, o müşriklerden değildi.
Allahım! Seninle sabahladık, seninle akşamladık. Seninle dirildik, seninle ölürüz ve sana döneceğiz.
Allahım! Bizi bugün bütün hayırlara yöneltmeni istiyorum. Kötülüğe cesaret göstermekten ve bir müslümana kötülük getirmekten sana sığmıyorum. Çünkü sen kutsal kitabında şöyle buyurdun:
Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O'dur. (Enam/60)
Ey sabahı getiren, geceyi sakin kılan, güneş ve ayı iki delil kılan Allahım! Bu günün ve günde olanın hayrını senden dilerim. Onun ve ondakilerin şerrinden sana sığınırım. Bismillah, maşaallah, kuvvet ancak Allah iledir.
Allah'ın dilediği olur. Her nimet Allah'tandır. Maşaallah bütün hayırlar Allah'ın elindedir. Maşaallah ancak Allah kötülükleri insanlardan savar. Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Hz. Muhammed'e inandım. Rabbimiz sana tevekkül kıldık, sana yöneldik ve sana döndük. [32]
Soru: Bazı insanlar örtünmeyen kadınların cehenneme gideceklerim söylüyorlar. -Bu durumda bu asırdaki bütün kadınlar cehennemliktirler. Çünkü nerde ise örtülü kadın yok gibidir-. Bu fikir doğru mudur?
Cevap: Nur suresinde rabbimiz şöyle buyuruyor:
Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar. Namus ve iffetlerini esirgesinler, görünen kısımları müstesna olmak üzere zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. (Nur/31)
Bütün müfessirlere göre kadınların gizli zinetlerini teşhir etmele-1 haramdır. Bu zinetler, halhal, bilezik, küpe, ve gerdanlık gibi şeyler-
dir. Zahiri zinetini gösterebilir, bunlar elbise, sürme, yüzük ve bunun
gibi şeylerdir.
Yine Allah (c.c) Ahzab suresinde şöyle buyuruyor:
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına, ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıkacakları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve inticilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Azab/59)
Bu ayet de diğer ayet gibi kadınların örtünmesini emrediyor. Kadın bedeninin açılmasını yasaklıyor.
Allah Peygamberin hanımlarına da şöyle hitab ediyor:
Evlerinizde- oturun, ilk cahiliye kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın! (Ahzab/33)
Yine şöyle buyuruyor:
Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. (Ahzab/53)
Peygamber'in hanımları mü'minlerin anneleridirler, mü'min kadınlar için de en iyi numunedirler.
Şüphesiz buluğ çağma gelmiş müslüman bir kadının yabancı erkekler karşısında gösterilmesi haram olan yerlerini göstermesi büyük bir günahtır. Allah onu cezalandıracaktır. Ancak o bu halinden tevbe eder, pişmanlık duyar bir daha yapmamaya azmederse o zaman Allah bağışlayan ve merhamet edendir.
Bütün kadınların tesettüre riayet etmeyip açılıp saçıldıklarını söylemek doğru değildir. Az da olsalar çok faziletli ve Allah'ın hukukunu koruyan kadınlar mevcuttur. Tâbilerinin azlığı nedeniyle hak, bâtıl olmaz, tâbilerinin çokluğu nedeniyle bâtıl da hak olmaz. Açılıp saçılan bir müslüman kadın zarardadır. Çünkü o dinin kurallarına ve şeriatin öğretisine ters düşmüştür. [33]
Soru: Bir kimsenin, doktor olmadığı halde insanları parayla tedavi etmeye kalkışması caiz midir?
Cevap: Doktorluk önemli ve zor bir meslektir. Doktor olmak için, uzun bir eğitim ve öğretim görmek gerekir. Bu nedenle bir çok devlet tedavi işini iyi tahsil gören mütehassıs doktorlara bırakmışlardır. Doktorluğu da göz doktoru, kulak burun boğaz doktoru, göğüs hastalıkları doktoru, iç hastalıkları doktoru, cildiye doktoru, kadın hastalıkları doktoru gibi dallara ayırmışlardır.
İslâm öğretisinden ihtisas işine ciddiyetle eğilmek gerektiğini anlıyoruz. Ancak bu takdirde insanların hatalarını düzeltebilir, onlara faydalı olabiliriz. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Zarar görmekte yoktur, zarar vermek de yoktur.
Şüphesiz, deneyimsiz ve dirayetsiz olarak hastalıkları tedavi etmeye kalkışmak, insanların hayatlarını tehlikeye atmaktır. Halbuki dinin genel hükümleri arasında "zarar ortadan kaldırılır1' kaidesi vardır. Devlet bu cahillere yasak koymalıdır. Dinin ve şeriatın asıl hedefi de budur.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor: Herkes kendi yaradılışına uygun iş yapar
Bu hadisten de anlıyoruz ki, insanların yetenekleri sınırlıdır. Yeteneklerin çoğalmasıyla konular da çoğalır. Öyle ise, doktor ilaç yazar, din âlimi fetva verir, mühendisler imar için plan, proje yaparlar, kanun adanılan kanun yapar. Bir insan kalkıp ta bilmediği bir işe kalkışırsa nem hata eder hem de zarar verir.
Yine Rasûlulah (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah (c.c) yaptığı işi sağlam yapanları sever.
Ancak tıb bilimini tahsil eden kişi doktorluk yapmalıdır. Zira bu iş, insanın sağlığı ile alâkalıdır. Doktor insanın beden yapısını çok iyi bilmelidir, ki Rasûlullah'm da tavsiye ettiği gibi işini sağlam yapsın.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Her kim ki doktor olmadığı halde doktorluğa kalkışırsa ve başkasına zarar verirse o zamin olur. (Ebu Dâvud, Neseî ve İbn Mâce)
Yani kim yeterli dirayete ve tıp bilgisine sahip olmadığı halde ta-biblik yapmaya kalkar ve insanlara zarar verirse, verdiği zararın bedelini öder.
Beşinci raşit halife sayılan Ömer b. Abdulaziz de bu hadisi başka bir kanalla rivayet ediyor:
Doktor olmadığı halde doktorluk yapan kimse, yanlış tedavi nedeniyle verdiği zarardan sorumludur, telef ettiği şeyin zaminidir.
İmam Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkani (v.1255) en-Neyl'ül-Evtar isimli kitabında bu hadisin açıklamasında şöyle diyor: Bu hadisten anlaşılıyor ki, doktorluk yapan kişi eğer doktor değilse, meydana gelen zarardan sorumludur. Eğer o kişi doktor ise, tedavi neticesinde meydana gelen zarardan sorumlu değildir. Çünkü doktor, hastalığı ve onun ilacını bilen kişi demektir. Bu konuda o bir çok doktordan ders almıştır. O hocalar ona diploma vermişlerdir.
Mütehassıs doktorun çabasına rağmen hasta kurtarılamazsa, -bu konuda bir ihmal veya kusur da sözkonusu değilse- doktor bundan sorumlu olmaz. Çünkü o elinden gelen gayreti sarfetmiştir. Ancak doktor olmayan kişinin tedaviye kalkışması ve hastanın zarar görmesi veya ölmesi durumunda vaziyet değişir. Çünkü o bilmediği bir işe el uzatmıştı[34]
Soru: Salih babalar, günahkâr çocuklarının günahlarından sorum-lumudurlar, yoksa herkes kendi işinin netiesinden mi sorumludur?
Cevap: İslâm, akıl ve kalbimize şunu nakşetmiştir: İnsan ancak kendi nefsinden sorumludur, başkasının günahından sorumlu tutulmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)
Kim inkar ederse, inkarı kendi aleyhine olur. İyi işler yapanlara gelince onlar da kendileri için (cennette yer) hazırlamış olurlar. (Rum/44)
Artık insan, kendi kendinin şahididir. (Kıyamet/14) Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir. (Tur/21)
Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez. Kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiçbir yardım da görmezler. (Bakara/123)
Müfessirler yukarıdaki ayetleri özetle şöyle açıklıyorlar: Önünüzde olan büyük bir günden korkun, onda büyük hesap ve ceza olacaktır. İnsan ancak takva ile ondan kurtulabilecektir. O gün bütün işler muhasebeye alınacak, hiç bir kimsenin diğerine faydası olmayacaktır.
Hiç bir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. (En'am/164)
Bu günde Allah kime azap ederse ona hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez. O kişiden hehangi bir bedel veya fidye de kabul edilmez. Azaba uğrayanların azabını hafifletecek bir yardımcı da bulunmaz.
Biz bundan şunu anlıyoruz: baba Allah katında çocuğunun yaptığı işlerden sorumlu olmaz. Nitekim evlad da babasının yaptığından sorumlu sayılmaz. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne de evladın babası namına bir şöy ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın. (Lokman/33)
Yine Kur'an-ı Kerim bize öğretiyor ki her insan hesap gününde yalnız kendi derdiyle uğraşacaktır. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, işte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. (Abese/33-37)
Evet, Allah, babayı çocuğunun terbiseyini ihmal ettiğinden dolayı hesaba çeker. Çünkü çocuk babasına bir emanettir. Onu gözetmek, terbiye etmek, doğrultmak ve hatalarını düzeltmek babaya vacibtir. Çocuk büyüyüp, buluğ çağma erişince o zaman kendi kendinden sorumlu olur. [35]
Soru: Dini taassub nedir ve müslüman için zaruri midir? Bununla müsamaha arasındaki ilişki nedir?
Cevap: Eğer burada taassuptan kasıt din ve inancı aziz kılmak ve korumak ise, bu bütün müslümanlara farz olan bir şeydir. Allah şöyle buyuruyor:
Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerin-dir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Münafikûn/8)
Allah müslümanlar için de şöyle buyuruyor:
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın, Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmran/139)
Bir mü'minin, dininin şiar ve sembollerinden olan bir şeyi terket-mesi caiz değildir. Çünkü o kendi dininden olmayanları bu konuda razı edemez. Allah (c.c) hikmet dolu kitabında Rasûlüne hitaben şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim, siz de benim taptığıma tapı-
yor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır." (Ka-firun/1-6)
Fakat dini taassuptan kasıt, dini zulme bir araç kılmak ve muhalifleri ezmek, hak ve hukuklarını zayi etmek, onların dini vazifelerine set çekmek ise, işte böyle bir taassup mü'min için caiz değildir. Çünkü İslâm dini adalet, insaf ve müsamaha dinidir. Allah şöyle buyuruyor:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. (Bakara/256)
Allah Teâlâ Rasûlüne ehl-i kitaba karşı yumuşak davranmasını tavsiye ederek onlara şöyle söylemesini emretmiştir:
O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir. (Sebe/24)
Halbuki ehl-i kitap dinde Rasûlullah'a muhalif idiler. Yine Allah şerefli kitabında şöyle buyuruyor:
Ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücadele edin... (Anke-but/46)
Allah (c.c) davetin en güzel şeklim tasvir ediyor, ki bunda zorlama yoktur. O şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Sen rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en eyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.
(Nahl/125)
islâm daha da öteye giderek, kitap ehli bir kadınla evlenmeyi mubah kıldığı gibi ehl-i kitabın yiyeceklerini de müslümanlara helal kılmıştır. Dine muhalif bir şey olmadığı sürece onları ziyaret etmek, onlarla güzel geçinmek, onlara hediye vermek ve haram olmamak şartıyla onların hediyelerini almak da helâl kılınmıştır.
İslâm müslümanları, savaş halinde olmayan kâfirlerle iyi geçin-aeVe ve onlara iyi muameleye çağırmıştır. Allah şöyle buyuruyor:
Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
Allah yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır. (Mümtehine/8-9)
Müslümanlar katiyyen taassuba, teröre, zora ve zorbalığa taraf olmazlar. Onlar ancak hayra ve barışa çağırırlar. İnsanlığa hayırlı olacak işlere yardımcı olmalarında hiçbir sakınca yoktur. Haramın helâl, helâlin haramlaştırılmadığı sürece müslümanın tüm insanlık için hayırlı olan işlere yardımcı olmasında hiçbir sakınca yoktur. [36]
Soru: İki müslümanın bir aydan fazla küs kalmasını yasaklayan bir hüküm var mıdır?
Cevap: Allah (c.c) şöyle buyuruyor: Mü'minler ancak kardeştirler.
Kardeşliğin gereği görüşmek ve kaynaşmaktır. Sevgi gösterip bağışlamaktır. Bu nedenle, müslümanlara düşen şey kardeş kardeş yaşamalarıdır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Mü'min, mü'mine kenetlenmiş bir duvar gibidir.
Bu da mü'minin, mü'mine çok kuvvetli muhabbet beslemesini gerektirir.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: Birbirinize sırt çevirmeyiniz. (Buharî ve Müslim)
Bir müslümanın bir müslüman ile üç günden fazla küs kalması helâl değildir. Birbirlerine rastladıkları zaman biri oraya biri buraya gitmesin. Onların en hayırlısı işe selamla başlayanıdır. (Buharî ve Müslim)
Müslim Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet ediyor:
İnsanoğlunun amelleri hafta içinde pazartesi ve perşembe günleri Allah'a arz olunur. Her mü'min kul bağışlanır. Ancak müslüman kardeşiyle arası iyi olmayan kul müstesna.
Yine Müslim'in rivayetine göre, Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Cennet kapılan pazartesi ve perşembe günleri açılır. Müşrikler hariç her kul bağışlanır. Ancak kendisiyle din kardeşi arasında düşmanlık olan kişi bağışlanmaz.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Bir müslümana üç günden fazla din kardeşine kin gütmesi helâl olmaz. Kim sebepsiz olarak üç günden fazla kin güder ve Ölürse cehennemlik olur.
Yani eğer o bu halinden tevbe etmeden ölürse... Başka bir rivayette de şöyle buyuruluyor:
Kim din kardeşini bir sene terkederse sanki onun kanını akıtmıştır.
Ancak âlimler bu son iki hadisin tergib ve terhib amacıyla şevke-dildiğini söylemişlerdir.
Fakihlere göre iki mü'minin üç günden fazla küs kalmaları caiz olmaz. Bu nedenle, bir an önce barışmaları gerekir. Fakat bir tarafın barış teşebbüsüne rağmen diğer taraf yanaşmazsa, günah, yanaşmayana aittir.
Ancak İslâm için kin beslemek caizdir. Yani Allah'ı ve Rasûlünü kızdıracak bir şey yapana kızmak ve onunla ilişkiyi kesmek caizdir. Çünkü bu şekilde davranmak, toplumun maşlah atmadır. İnsanları, seren korur. Allah, emir ve nehiylerine riayet eden ve bu doğrultuda kardeşlik kuran mü'minlerin velisidir. [37]
Soru: Sinemaya gitmek haram mıdır, Ezher âlimlerinin bu konudaki görüşleri nedir?
Cevap: Herkese malum olduğu üzere sinema bir temsil bir canlandırmadır. Her ne kadar sinema tiyatrodan farklı olarak fotoğraflara dayanıyorsa da o da hayatın ve canlıların durumunu tahkik etmektedir. Bu yolla hata ve yanlışlar ortaya konur, iyilik ve güzellikler gözler önüne serilir, böylece bunlardan ibret alınması sağlanır.
Eğer sinema ve tiyatro böylesi yüksek bir gaye için olur, toplumun ahlâk kuralları dairesinde kalırsa, selim zevke hitap ederse, haya ve vakardan ayrılmazsa, din açısından herhangi bir sakınca taşımaz.
Ancak sinema ve tiyatro şehveti tahrik için veya akaidi yaralamak, faziletlerden uzaklaştırmak, rezaletleri sevdirmek veya gizli kalması lazım olan şeyleri açığa çıkarmak için kullanılırsa haram olur. Çünkü bu insanları şerre ve harama götürür. Harama götüren her şey haramdır. Bu dinde bir kaidedir.
Ezher âlimlerinin sinema hakkındaki görüşlerine gelince, benim anladığım kadarıyla onlar sinemayı iki tarafı da keskin bir kılıç gibi görüyorlar. Bazı filmler dine, ahlâka ve fazilete hizmet eder, vatan ve millet onlardan faydalanır. Bazı insanlar da bu tehlikeli silahı kötüye kullanıp bununla cinayete, rezilliğe, çözülmeye ve daha nice hissi, nefsi, ahlâki ve içtimai kötülüklere teşvik ederler. Bu durumda olan filmler bela ve veba gibidir. Bir çok hastalık ve belalara sebebiyet verir.
Bizim sinema silahından faydalanarak dine, ahlâki kurallara ve ruhi esaslara hizmet vermemiz lazımdır. Vatanın ve ümmetin hizmetinde, irşat ve tâliminde, yükseltilmesinde kullanmamız şarttır. Ezher âlimleri, din ve ahlâk kaidelerine riayet eden, faziletlere teşvik eden filmler yapılmasını arzu ediyorlar.
Ve yine Ezher âlimleri şunu temenni ediyorlar: Din âlimleri ile bilim adamları arasında güzel ilişkiler kurulsun. Bu da dinin esaslarını ayakta tutmak ve bilimin zirvesine çıkmakla mümkündür. Onun için
devamlı şunu söylüyorum: "Bilim adamları dindar, din âlimleri de bilimle ilgilenirler, hizmet ederlerse ne kadar güzel olur." [38]
Soru: İslâm'da bilimin yeri nedir, bilim dinle çelişir mi?
Cevap: Nereden bakarsanız bakın İslâm ilim dinidir. Bunun delili, Allah'ın, Kur'an'daki ilk emrinin oku olmasıdır. Allah şöyle buyuruyor:
Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak/1-5)
Allah'ın müslümanlara ilk kelimesi ve ilk emri oku'duv. Okumak ilim ve marifetin kapısıdır. Yine ilk inen ayetler "Kalemle yazmayı öğreten" buyurarak, yazmaya işaret ediyor. Yazının eğitimde yeri büyüktür. Başka bir ayet-i kerimede de Allah kaleme yemin ederek şöyle buyuruyor:
Nun, kaleme (ve kalem tutanların) yazdıklarına and olsun. (Kalem/l)
Yemin eden kişi yanında değeri olan bir şeyle yemin eder. Kur'an bu yeminiyle bize şunu ifade ediyor: Yazmak da okumak kadar önemli ve değerlidir.
Sonra Kur'an ilim taleb etmeye teşvik etmiş. İnsan başlangıçta bir §ey bilmez. Ancak Allah Teâlâ ona ilmini araştırmak için çeşitli yollar ve vesileler yaratır. Allah şöyle buyuruyor:
Allah, sizi analarımızın karnından hiçbir şey bilmez bir vaziyette çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar gözler ve kalpler verdi. (Nahl/78)
Size az bir bilgi verilmiştir. (İsra/85)
Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de Rasûlünü ve dolayısıyla müslüman-ları ilme teşvik ederek şöyle buyuruyor:
"Ey rabbim benim ilmimi artır!" de.
Kur'an-ı Kerim beşerin babası olan Adem'den bahsederken bu ibret dolu kıssayı Adem'i ilimle süslediğini ifade ederek perçinliyor. Adem'in ilim vasıtasıyla mükerem olan meleklerden daha faziletli olduğunu bildiriyor. İlminden dolayı meleklere Adem'e saygı duymalarını emretmiştir.
Yine Kur'an-ı Kerim bildiriyor ki, sağlam ve derin bir ilim Allah korkusunun anahtarıdır. Çünkü insanın ilmi arttıkça bir çok şey öğrenir, hayatın çeşitli yollarını görür. Yerde ve gökte bulunan ilahi kurde-tin tecellilerini idrak eder. Bu da onu kesin bir imana ve Allah'a derin bir saygıya götürür. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kulları içinden ancak âlimler (Allah'tan gereğince) korkar. (Fa-tır/28)
Derin bir ilme dayanan imanın, ilimsiz ve basiretsiz bir imandan daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur.
Kur'an ilmin ve âlimin değerini gözümüzde büyütmek, cahili ve cehaleti de gözümüzde kötülemek için bakınız ne buyuruyor:
De ki: "Hiç bilenlere bilmeyenler bir olur mu?" (Zumer/9) Cenab-ı Hak âlimlerin mevkilerini şöyle dile getiriyor:
İlimde yüksek gayeye erişenler ise "Ona inandık; hepsi rabbimiz tarafındandır" derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar. (Âl-i İmran/7)
Allah Rasûlü (s.a) ilmin şanını yüceltmiş, onun kadrini bütün derecelerin üstüne çıkarmış ve şöyle buyurmuş:
Şüphesiz melekler ilim ehline kanatlarını gererler.
Rasûlullah ilim öğrenmenin bütün müslümanlara vacib olduğunu ifade ederek şöyle buyuruyor:
İlim öğrenmek, kadm-erkek tüm müslümanlara farzdır.
Ne kadar uzak olursa olsun ilim diyarına gidip ilmi almak için de şöyle buyuruyor:
İlim Çin'de de olsa arayınız.
Ve yine şöyle buyuruyor:
Ben ancak muallim olarak gönderildim.
Böylece anlıyoruz ki İslâm'da ilmin yeri çok yücedir. İslâm ilme, akla, ikna ve fikre dayanan bir dindir. [39]
Soru: Müslüman ilimle ibadet arasında tercih yapmak zorunda kaldığında, hangisini tercih etmelidir?
Cevap: İlmin, dini farzları yapmakla çeliştiğini hiçbir akl-ı selim sahibi kabul etmez. İyi niyet olduktan sonra ikisini beraber yürütmek gayet kolaydır. Yani insan hem dini vecibelerini yerine getirebilir, hem de ilmi çalışmalar yapabilir.
Rasûlullah'ın da buyurduğu gibi her müslümana ilim talep etmek farzdır, islâm ilim ve marifet dinidir. İslâm'ın ilk emrinin oku olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Okumak ise, ilim ve marifetin kapısıdır. Rasûlullah'a ilk inen ayet-i kerime, ilmin iki temel kaidesini kapsamaktadır. Bunlar ise okumak ve yazmaktır. Allah (c.c) Alak suresinin evvelinde şöyle buyuruyor:
Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.. Oku! İnsana bilmediklerim belleten, kalemle (yazmayı) öğreten rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak/1-5)
Nitekim başka bir yerde de şöyle buyuruluyor: Rabbim, ilmimi artır de. (Taha/114)
Ancak farzları eda etmek de mühimdir. Farz ve rükünleri terket-mek bir müslüman için düşünülemez. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İslâm beş şey üzerinde bina edilmiştir. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak, yoluna gücü yetmek şartıyla haccetmek.
Allah'ın bize farz kıldığı şeylerin kimi -namaz gibi- günlüktür, kimi -zekat gibi- mevsimliktir, kimi -oruç gibi- seneliktir, kimi de, ömürde bir defa yapılır, hac gibi. Bütün bu ibadetler ile, farz olan ilmi beraberce yerine getirmek mümkündür. Mesela günde beş defa kılman namazı ele alalım: her namaz arasında çok geniş bir vakit dilimi vardır ki o zamanlarda ilim tahsil edilebilir. Çünkü ilim genelde günün başlangıcında olur. Sabah namazının vakti, güneşin doğmasıyla sona erer. Öğle namazına kadar insanın önünde bir hayli zaman vardır.
Ancak müslümanlar için en büyük ayıp, işlerine ve vakitlerine bir çeki düzen vermemeleridir. İlim taleb etmekle, farzları yerine getirmek arasında tercih yapmak gerekmez. Müslümanlara farz olan şey kendilerine çeki düzen verip her ikisini birden yapmaktır.
Ancak ibadetin edası bir ilme bağlı ise yani o ilim olmadan o ibadet sahih olmuyorsa o zaman öncelik ilmindir. Yani önce bilgi sonra ibadet gelir. Zira o ibadetin sahih olabilmesi için ilim lazımdır. [40]
Soru: İslâm nazarında kainat durgun mu yoksa hareket halinde midir? Zira Allah şöyle buyuruyor:
Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz onu elbette genilşletici-yiz. (Zariyat/47)
Sorumu da dikkate alarak bu ayetin ne demek istediğini açıklar mısınız?
Cevap: Bahsi geçen ayet Zariyat suresinin kırk yedinci ayetidir. Ayette geçen <?/den gaye kuvvet ve kudrettir. Ayetin kısaca manası şöyledir: Biz, göğü mükemmel yarattık, ondan daha mükemmelini ve muazzamını da yaratabiliriz. "Biz onu genişleticiyiz" ibaresine gelince, geçmişteki müfessirlerle muasır müfessirler arasında görüş farklığı vardır. Geçmiş tefsirciler Mefâüh'ul-Gayb isimli tefsirde geçtiği gibi bu ayetin manasında bir kaç vecih olduğunu ifade etmişlerdir:
Birincisi: Göğün çok geniş olmasıdır. Yani feza o kadar geniştir ki, yer ona nazaran sanki büyük bir sahraya atılan bir demir halka kadardır.
İkincisi: "Biz (onu) elbette genişleticiyiz" demek, onu genişletmeye gücümüz yeter demektir.
"Allah herkesi ancak gücü nisbetinde mükellef kılar" ayetiyle birlikte düşündüğümüzde, yukarıdaki ayetin manası şöyle olur: Biz göğü ve bir o kadarını daha yaratabiliriz. Nitekim Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyuruyor:
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır. (Yasin/81)
Üçüncüsü: "Biz elbette genişleciyiz" demek, biz insanların azıklarını genişletiriz demektir. Ancak çağdaş İslâm âlimleri şöyle söylüyorlar: Bu ayet bir çok ilmi konulara işaret ediyor. Onlardan biri Allah'ın bu kâinatı çok geniş yarattığını, dilediğini yapabileceğini ihtar etmiş olmasıdır. Ayetteki sema (gök) her şeyi içine alan şey demektir. Bütün semavi cisimler, yıldızlar ve güneşler bu kavrama dahildir. Sema o kadar geniştir ki idraklar onu kavrayamaz. Çünkü bundaki mesafe milyonlarca ışık yılına tekabül etmektedir,
Ayet-i kerimedeki "biz göaü genişleticiyiz" ibaresi buna işarete-diyor.
Nitekim kâinatın sürekli genişlediğini söyleyen bilim adamları da
dır- Yine bilimin keşfiyatına göre, kâinatın genişlemesi bilimsel bir
-rÇektır. Kısacası, bizim dışımızdaki yıldızlar topluluğu süratle biz-
den uzaklaşmaktadırlar. Belki de bütün fezadaki cisimler gittikçe bir birlerinden uzaklaşiyorlar. İlim adamları bu cisimleri el-Müntehab fi Tefsir'ul-Kıır' an'il-Kerim'de açıklamışlardır.
Gözlerin bu gök cisimleri sabit gibi görmeleri bunların hareketsiz olduklarını göstermez. Bunlar o kadar hızlı hareket ediyorlar ki sabit gibi görünüyor. Her şeyi yaratıp takdis eden Allah ne yücedir. [41]
Soru: Hz. Nuh zamanında meydana gelen tufan yeryüzünün tümünde mi, yoksa belli bir bölgede mi oldu? Eğer belli bir mıntıkada olmuşsa, burası neresidir? Nuh kavmi diye bir kavim tarihte var mıydı?
Cevap: Hz. Nuh zamanında meydana gelen tufanda yeryüzündeki bütün kâfirler helak olmuşlardır. Ancak Hz. Nuh ve ona iman edenler kurtulmuşlardır. Kur'an-ı Kerim, Hud suresinde bu olaya işaret ederek Hz. Nuh'un gemiyi nasıl yaptığından ve onunla beraber gemiye binenlerden bahsediyor:
Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "Canlı çeşitlerinin her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair)- aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.
(Nuh dedi ki:) "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir."
Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. (Hud/40-42) Ve yine Allah (c.c) Kamer suresinde bu konuya şöyle işarette bulunuyor:
Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık, yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki, su takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti. Nuh'u da tahtalardan yapılmış çi-
vilerle tutturulmuş gemiye bindirdik. İnkar edilmiş olana (Nuh'a) bir mükafat olmak üzere, gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur? (Kamer/11-15)
Tufanın Keldanilerin ülkesinde olduğunu söyleyenler vardır. Kel-danîler ise bugünkü Irak topraklarında ve Kürdistan sınırında yaşıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen Cudi dağı bu mıntıkada Ermeni dağlarına bitişen Diyarbakır vilayetinin topraklan içinde bulunuyor. Bu da Cizre'nin şehirlerindendir. Bazıları tufanın mevzi olduğunu söylüyorlar. Ancak el-Musıat'ül-Arabuyyet'ül-Muyessere adlı kitapta tufanın bütün yeryüzünü kapladığı söylenmektedir. Bütün neslin ve ziraatın yok olduğunu, yalnız Nuh'un ve Nuh'a iman edenlerin ve gemiye aldıkları hayvanların kurtulduğu ifade ediliyor.
Cumhura göre ise, Tufan umumi olmuş, onunla tüm kâfirler helak edilmiştir. Bazı müfessirler de, bazı karinelerden faydalanarak demişlerdir ki tufan ancak Nuh'un yaşadığı bölgede olmuş, ona inanmayanlar tufanla helak olmuşlar, inananlar ise kurtulmuşlardır. Bu görüşe göre tufan Nuh kavminin yaşadığı bölgede olmuştur. Çünkü o zaman kara parçalan ve Meskun yerler az idi. Jeoloji bilginleri diyorlar ki; yer güneşten koptuğu zaman, ateşli bir köz şeklinde idi. Sonra sulu bir küreye dönüştü. Ve sonra onda yavaş yavaş kara parçalan oluştu.
Ancak tufanın umûmi olduğu görüşü daha doğru görünüyor. Zira Allah şöyle buyuruyor:
Nuh "Rabbim!" dedi "Yeryüzündeki kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!" (Nuh/26)
Yine Hz. Nuh'un dilinden şöyle buyuruîuyor:
Bugün Allah'ın emrinden merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak yoktur. (Hud/43)
Yine Allah şöyle buyuruyor:
Biz yalnız Nuh'un soyunu kalıcı kıldık. (Saffet/77)
Kendisine tufan hakkında sorulan bir soruya Şeyh Muhammed Abduh şöyle cevap vermiştir:
Tufan konusu din âlimleri ile bilim adamları arasında tartışma konusu olmuştur. Din âlimleri tufanın umumi olduğunu söylerler. Bu görüşün doğruluğuna, yüksek dağların zirvesinde sadef ve taşlaşmış balıkların görülmesi bir delil teşkil etmektedir. Çünkü bunlar ancak denizlerde olur. Onların dağların zirvesinde bulunmaları gösteriyor ki bir zamanlar su dağları istila etmiştir. Bu da ancak tufanın yeryüzünü istilasıyla olmuştur.
Tufanın umumi olmadığım söyleyen bilim adamları da vardır. Ancak bir müslümamn tufanın umumiliğini inkar etmesi ve Kur'an-ı Kerim'deki ayeti tevil etmesi caiz olmaz. Dine inanan her kişiye vacib olan şey, ayetlerin zahir manasını ve senedi sahih olan ha-dis-i şerifleri inkar etmemektir. Mümkün olduğu kadar tevile kaçmamak lazımdır. Ancak başka bir mana kastedilmişse o zaman tevile gidilir. Bu konuda böylesi bir tevile kaçmak, büyük bir araştırmaya ve yorucu bir çalışmaya ihtiyaç gösterir. Jeoloji bilimi, zor ve incedir. Sadece kendi görüşüne itibar edene itibar edilmez.
Reşid Rıza, Ustad Muhammed Abduh'un görüşüne katılarak şöyle diyor:
Kur'an ve hadisin zahirine göre, tufan, umumi olmuş, yeryüzünde kendilerinden başka insan olmayan Nuh kavmi helak olmuştur. Buna böyle inanmak lazımdır. Ancak bu tufan bütün yeryüzünü istila etmemiş olabilir. Çünkü Nuh kavmi o zaman bütün yeryüzünü işgal etmiyordu. Sadef ve deniz hayvanlarının fosillerinin yüksek dağlarda bulunmasına gelince, bu durum, bunların tufan neticesinde oluştuğunu göstermez. Bu sadece kara parçalarının da sudan teşekkül ettiğini gösterir. Çünkü suyun dağları birkaç gün istila etmesi, bu gibi şeylerin meydana gelmesini gerektirmez.
Sonra, Reşid Rıza şöyle diyor:
Bu gibi meseleler Kur'an'm asli meselelerinden değildir. Bu nedenle onlar kesin bir nasla beyan edilmemiştir. Biz de nasların
(kesin hükümlerin) zahiriyle iktifa ediyoruz. Biz bunu dini akide olarak görmüyoruz.
Bununla beraber şunu da unutmamak lazımdır ki, tufan meselesine çok şeyler ilave edilmiş. Bilhassa asırlar boyunca Yahudilerin bu konuda çok tefsirleri olmuştur. Yani bu konuda bir çok israiliyat bulunmaktadır, ki bunlardan sakınmak lazımdır. Doğruya hidayet eden Allah'tır. [42]
Soru: "Günahını itiraf eden kişi sanki günah işlememiş gibi olur" deniyor. Bu sözün gerçeği nedir?
Cevap: Eğer burada günahı itiraf etmekden kasıt, ondan sakınmamak, pişmanlık duymamak, ona bir daha dönmemek değil de, sadece onu dile getirmek, itiraf etmek ise böylesi bir itiraf hiçbir günahı sil-mez ve gidermez, onun cezasını da düşürmez. Bir çok insan günahlarını açıktan itiraf ediyor, hatta günahlarıyla övünüyorlar. Halbuki Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Ümmetimin hepsi affedilecektir. Günahlarıyla iftihar edenler hariç. Günahıyla iftihar edenler, günahlarını görmeyenlere de onu anlatmış olurlar.
Ancak, günahları itiraf etmekle beraber kişi ondan ciddi bir pişmanlık duyup uzaklaşırsa, bir daha ona dönmemeye azmederse, günahını itaata ve Allah'a yaklaşmaya tebdil ederse, bu konuda niyetini halis kılar ve Allah'tan sakınırsa işte Allah böylesi insana merhamet eder, onun tevbesini kabul eder, günahlarını siler. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. O bütün günahları bağışlar. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Ciddi olarak günahından tevbe eden günah işlememiş gibi olur. Bu hadis-i şerifi îbn Mâce, İbn Mesud kanalıyla rivayet etmiştir. Beyhaki ve İbn Asakir Abdullah b. Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
Günahına tevbe eden kişi günah işlememiş gibidir. Günahına devam edip de bağışlanmayı dileyenler, sanki rableriyle alay ediyorlar.
Kuşeyrî Risalesinde (ki aynı hadisi, İbn Nacar da Enes'ten rivayet etmektedir) şu hadisi naklediyor:
Günahtan tevbe eden günah işlememiş gibidir. Allah bir kulunu sevdimi günah ona zarar vermez.
Bu hadisi olur olmaz yerde kullanmak, özellikle hadisin son kısmı dikkate alındığında günahkârlara günaha karşı bir cesaret verebilir. Oysa Allah Teâlâ ancak muttaki, vefalı ve halis kullarını sever. Onlar ki, Allah'ın rahmetini dilerler, O'nun azabından korkarlar.
Bir başka hadis-i şerifte -ki, insanlar bunu yanlış anlıyor- şöyle buyuruluyor:
Eğer siz günah işleyip istiğfar etmezseniz, Allah öyle bir toplum getirir ki onlar günah işlerler ve arkasından tevbe ederler, Allah da onları bağışlar.
Bu hadis-i şerifte günaha teşvik yoktur. Bu hadis insanın noksan ve taksirli yaratıldığını, hata işlememesinin mümkün olmadığını ifade ediyor. Bununla birlikte, hemen tevbeye sarılacaklarını, Allah'ın da onları bağışlayacağını belirtiyor. Allah'ın şu sözünü hep beraber gözden geçirelim:
Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!
O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tev-be-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki?! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar
etmezler.
İşte onların mükafatı, rablen tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükafatı ne güzeldir. (Âl-i İmran/133-136) [43]
Soru: Kötü bir kişinin ailesi onun kötülüğünden sorumlu mudur? Yoksa herkes kendi hatasından mı sorumludur?
Cevap: Şüphesiz Allah Teâlâ hakimlerin hakimi ve adillerin adilidir. Hiç bir kuluna zulmetmez. Dolayısıyla herkesi kendi yaptığından sorumlu tutmuştur. Kişi baliğ, muktedir, hür ve mükellef olduğu sürece Allah'a karşı sorumludur. Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayet bunu apaçık ifade ediyor. Allah şöyle buyuruyor:
Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. (Bakara/48)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. (En'am/165)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
O gün, herkes gelip kendini kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. (Nahl/111)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir. (Müddesir/38)
Ve yine buyurur ki:
3 gün hiç bir kimse başkası için bir şey yapamaz. (înfıtar/19)
Ve yine şöyle buyuruyor:
§te o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve Çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir «erdi vardır. (Abese/34-37)
Allah Rasûlü (s.a) de şöyle buyuruyor:
Ey Muhammed ehli! İnsanlar bana yaptıkları güzel işlerle gelirken, sizler soyunuzla gelmeyin! Çalışınız, benim Allah katında size bir faydam olmaz.
Kızı Fatıma'ya da şöyle diyordu:
Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Sen de Allah için çalış, benim Allah katında sana faydam olmaz.
Bu demek değildir ki kişi çocuğuna terbiye vermeyecek, onları gücü yettiği kadar kötülüklerden sakındırmayacak. Kişi onları ihmal ederse, kusurda bulunursa, günahkar olur. O evladlar onun himayesinde oldukları sürece, onlann yaptıkları kötülük babalarını ilgilendirir. Eğer çocuklar içinde kötü ahlâklı biri varsa, ailesi onu kötülüklerden alıkoyabildiği halde bunu yapmıyorsa Allah indinde sorumlu olurlar. Çünkü ihmalkarlık yapmışlardır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
Tavsiye ve nasihatte bulunulmalı ki toplum doğru yolu bulsun. Bu tavsiye bütün ümmet için geçerli olduğuna göre, aile ve akrabaların fertleri de bunun kapsamına girer.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
(İyilik ve Allah'ın yasaklarından) sakınmak üzere yardımlasın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın cezası çetindir. (Maide/2)
İyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak, mü'minler için vacib olduğuna göre, aile fertleri arasında haydi haydi vacib olur.
Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Sizden her kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbinden buğzetsin. Ancak bu imanın en zayıfıdır.
Aile reisi öncelikle bu hadisle amel etmelidir. Gücü nisbetinde aile fertlerini korumalıdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniyor:
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Bakara/286) [44]
Soru: Arab lügati nasıl oluştu? Rasûlullah'tan (s.a) önce Arab yarımadasında yaşayan peygamberler Arabça mı konuştular?
Cevap: Dillerin nasıl oluştuğuna dair kati ve kesin bir delil yoktur. Geçmiş âlimler dilin, tevkifi olduğunu söylüyorlar. Yani Allah insanı yarattığı zaman dili öğretmiş ve ona vakıf kılmıştır. Ancak bu öğretme ne zaman olmuş, nasıl olmuş? Buna dair kesin bir açıklama yoktur.
Bazıları da dilin, insanların tabiattaki sesleri taklit etmesiyle meydana geldiğini söylüyorlar. Yani rüzgar, yağmur, su ve taşların birbirlerine çarpmalarından meydana gelen sesleri insanların taklit etmesi neticesinde diller oluşmuştur.
Ancak bu doğru bir görüş değildir.'
Bazı araştırmacılar, "Eğer bu nazariye doğru olsaydı diller çoğal-maz, bütün diller birbirlerine benzerlerdi" diyorlar. Çünkü tabiattaki sesler aynıdır. Öyleyse dillerin de aynı olması lazım gelirdi. Tek manaya gelen lafızların birbirine benzemeleri lugatlar arasında çok nadirdir. Bu araştırmacılar şunu da ilave ediyorlar: Çağdaş dilbilimciler dillerin oluşmalarım lügat araştırmasından istisna ederler. Bu gibi şeyler ilimden ziyade felsefeyi ilgilendirir.
Buna binaen diyebiliriz ki, insanlık ilk asırlarda konuştukları dile sevkedilmişlerdir. Bu da Allah'ın yardımı ve ilhamıyla olmuştur. İşin başında bu diller basit idiler. Sonra gelişip zenginleştiler. Sonra lehçeler arasında farklar meydana geldi. Sonunda bu lehçelerin her birisi birer müstakil dil oldu. Muhtemel ki Arab dili de bu lehçelerden biridir, jpamanla müstakil ve zengin bir dil haline gelmiştir.
Arabçayı ilk konuşanın kim olduğunu tesbit etmemiz mümkün değildir. Peygamberle ilgili soruya gelince, şunu söyleyebiliriz ki, peygamberlerin çoğu Arab yarımadasından çıkmışlardır. Onların Arabça konuştuklarına dair elimizde kesin bir delil yoktur. Bu da Arabçaya az ya da çok hiç bir zarar vermez. Arabçanın Kur'an ve İslâm dili olması yeterlidir. Allah (c.c) aziz kitabında şöyle buyuruyor:
Anlay asınız diye biz onu Arabça bir kur'an (hitabe) olarak indirdik. (Yusuf/2) [45]
Soru: Allah'a tevekkül etmenin şartlan nelerdir? Tevekkülün hududu nerde biter, kayıtsızlık ne zaman başları?
Cevap: Tevekkül ile tevakül kelimeleri arasında çok büyük fark vardır. Tevekkül Allah'a iman etmek, O'nun vaadine ve yardımına güvenmek, bununla beraber sonuna kadar çalışmak ve didinmek demektir. Tevakül, yani kayıtsızlık ise, çalışmayı terkedip, fırsatları kaçırıp vazifeyi ihmal etmektir. Kur'an Müfredatı adlı kitapta tevakül şöyle tarif ediliyor: Tevakül, kişinin işini başkasına bırakması, başkasına ısmarlaması demektir. İslâm'da tevekkül var fakat tevakül yoktur.
İmam İbn Esir'in rivayetine göre Rasûlullah (s.a) ümmetini teva-külden sakındırdı ki insanlar tenbellik edip biri diğerine yük olmasın. Arablar kendi işini başkasına bırakanlara elvekl derler. Böylesi kişiler Arabların nazarında ahmak, aciz ve aptal sayılırdı.
Allah Rasûlünün yanma bir adam gelerek "Ya Rasûlullah! Devemi bağladıktan sonra mı yoksa bırakıp da mı tevekkül edeyim?" diye sorduğunda, Rasûlullah (s.a) ona "Bağla da öyle tevekkül et!" dedi.
Bundan anlaşılıyor ki insan elinden gelen bütün imkanlarını kullandıktan sonra irade ettiği şeye kavuşmak için imanla ve hazımkar bir yakin ile Allah'a güvenip çaba sarf etmelidir.
Bu esaslar dahilinde Kur'an-ı Kerim'de tevekkülden bahsedilmiş
mü'minler tevekkül etmekle emrolunmuşlardır. Tevbe suresinde şöyle Duyurulmaktadır:
Ey Muhammedi Yüz çevirirlerse, de ki: "Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir. (Tevbe/129)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
Hüküm Allah'a aittir, (onun için) ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar. (Yusuf/67)
De ki: "O benim rabbimdir. O'ndan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş O'nadır." (Rad/30)
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in yedi yerinde şu ayet-i kerime geçmektedir: Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül ederler.
Ayrıca İbn Teymiye'ye nisbet edilen Mısırın Kısa Fetvaları adlı kitapta şu kudsi hadis zikrediliyor:
Benim doyurduklarımdan başka, hepiniz açsınız, benim giydirdiklerimden başka hepiniz çıplaksınız.
Bu hadis-i kudside iki önemli esasa işaret edilmiştir.
Onlardan biri yiyecek ve giyecek hususunda Allah'a tevekkül etmenin vacib oluşudur. Allah'tan başka hiç bir kimse mutlak manada bunlara kadir değildir. Bazı kullara verilen kudret bazı sebeplere bağlıdır. Allah şöyle buyuruyor:
Çocuğun örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi, babaya aittir.
(Bakara/223)
Burada, çocuğun rızkının sebebi olarak babası gösterilmiştir. Zira mahlukatm hiçbiri kendi kendine yeterli değildir. Kim sebepleri terket-neyi tevekkülden sayarsa o vacibi terketmiştir. Bu nedenle böylesi damlar mahcup olurlar. Sebeplere yapışmayı terkeden ve bunu tevek-J g^eği sayan kişi cahil, Allah'ın emrine isyan etmiş bir kişidir. Allah şöyle buyuruyor:
O'na ibadet et ve O'na tevekkül et!
Biz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. (Fatiha/5)
Bu, sebeplere yapışmanın tevhid ve tevekküle aykırı olduğu fikrini de reddetmektedir.
Selef şöyle demiştir: "Başkasına değil, sadece Allah'a tevekkül et". Yani yalnız O'na güven, O'nun emirlerini yerine getirdiğin sürece ve senin önüne koyduğu vesile ve sebeplerden yararlandığın müddetçe korkma, yoluna devam et. Başkasına da yük olma. Muvaffak kılan Allah'tır. [46]
Soru: Başka gezegenlerde yaşayan insanlar varmıdır?
Cevap: İslâm dininde, insanları, fezanın keşfinden alıkoyacak bir engel yoktur. Diğer yıldızlarda hayat olup olmadığını araştırmaya da bir mâni yoktur. Bilakis Kur'an böyle bir keşfe insanları teşvik ediyor. Meselea bir ayette şöyle deniyor:
De ki: "Göklerde ve yerde neler var bakın (da ibret alın!)" (Yunus/101)
Yine diğer gezegenlerde hayat olduğu da Kur'an tarafından reddedilmiyor. Aksine bazı ayet-i kerimeler semada da kainatların olduğuna işaret ediyorlar. Çünkü semavat, semanın çoğuludur. Sema ise, bir şeyi kapsayan demektir. Allah, Şura suresinde şöyle buyuruyor:
Gökleri, yeri ve bunların içinde yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delilllerindendir. O dilediği zaman bunları biraraya toplamaya da kadirdir. (Şuara/29)
Müfessirlere göre Kur'an'da geçen dabbe, hareket eden, yürüyen hayvan demektir. Kur'an-ı Kerim dabbe'nin yerde ve gökte dağıldığını söylüyor. Şihabeddin el-Alusi (v.h. 1270) şöyle diyor:
Sahih hadîslere göre semada canlılar mevcuttur. Bunlar ise cennet ve cennetin dışındakilerin binekleridirler. Ve yine müvekkel meleklerin varlığına dair de hadisler vardır. Her bir semada hayvanat ve mahlukatın olması akıldan uzak değildir. Ancak biz bu canlıların suretlerini ve mahiyetlerini bilemiyoruz. Hadislerde de bunlar hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri yaratır. (Nahl/8)
Rasathanelerde bugün ay üzerinde bazı şeyler görüyorlar. Fakat araçlarının yetersizliğinden bunlara kesin bir teşhis koyamıyorlar. Bu mahlukların ay dışında da mevcut olmaları muhtemeldir. Bu gibi mahlukatın varlığı, dince inkar edilmemiştir. Bunlar hakkında konuşmak da dine herhangi bir zarar vermez.
Semavatdan kasıt, iklimleri/beldeleri kuşatan şey demektir. Yani her memleketin atmosferine sema denilir. Hayvanların sayısını ancak Allah bilir. Bazıları ancak aletlerle görülebilir. Bazıları da aletsiz olarak görülür.
Her ne olursa olsun, bize düşen dine, hariçten bir yük yükleme-mektir. Dinin kesin emirlerini, onun esas olan hedefinden saptırmamak lazımdır. Şeref olarak dine bu yeterlidir ki, o ilme çağırıyor, yerin ve göğün derinliklerini araştırmaya davet ediyor ve hiç bir zaman bilimle çatışmıyor. [47]
Soru: Ruh cesetten çıktıktan sonra geri dönüp yaşadığı yerleri ziyaret eder mi?
Cevap: Ruh, insan hayatının kendisiyle kaim olduğu şeydir. Ruhun hakikat ve cevherini açıklayacak kesin bir bilgi yoktur. Belki de lah Teâlâ insanların araştırması için ruh hakkında bilgi vermemiştir. Bunu şu ayetten anlayabiliriz:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: "Ruh, rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (îsra/85)
Burada "size ancak az bir bilgi verilmiştir" sözü onu araştırmaya bir teşviktir ki az bilgi çoğa dönüşsün. Yani siz bunu araştırın ve çok bilgi sahibi olun demektir. Bu söz Allah'ın şu sözünü hatırlatıyor:
Ve "Rabbim, benim ilmimi artır!" de. (Taha/114) Ve yine Allah'ın şu sözüne dikkat edelim:
Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur. (Nisa/113)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
İnsana bilmediğini belleten O'dur. (Alak/5)
Geçmiş âlimler ruhu şöyle tarif etmişlerdir: Ruh nurani, ulvi, diri, cisimlere benzemeyen bir cisimdir. Onun varlığıyla beden hayat bulur.
Onlardan bazıları da şöyle tarif etmişlerdir: Ruh hava gibi latif bir şeydir. O suyun ağaca hayat verdiği gibi, bedene hayat verir. Ruhun bedenden ayrılmasıyla insan ölür. Ruhun kaynağı ve yeri, ölümlü mü ölümsüz mü olduğu hakkında, eski ve yeni âlimler arasında ihtilaflar olmuştur. Ancak biz dini kaynaklardan anlıyoruz ki, ölüm amnda-ruh cesetten ayrılınca, bir kuvvet olarak durur, onun hakikatini ancak onu yaşatan Allah bilir. Ruh şüphesiz kendi kabrini ziyaret edeni ve kendine selam vereni bilir, görür. Acı ve sevinci hisseder. Ruhun yeryüzünün bazı yerlerim gezemeyeceğine dair herhangi bir engel yoktur. [48]
Soru: Allah Teâlâ'nın bağışlamadığı günah hangisidir? Namazı terketmek mi, fahiş konuşmak mı, yoksa zina mı daha büyük günahtır. Allah'ın rahmetinden mahrum olanlar kimlerdir?
Cevap: İslâm öğretilerinden anlaşıldığı kadarıyla, tevbeden önce ilan bütün günahlar bağışlanır. Bu demektir ki kişi müslüman olduktan sonra, küfrü zail olur. İslâm olmakla onun önceki küfrü bağışlanır Çünkü İslâm kendinden önceki günahları siler. Hadis-i şerifte böyle söylenmiştir. Allah Teâlâ da Enfal suresinde şöyle buyuruyor:
İnkar edenlere (sana düşmanlıktan) vazgeçerlese, geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle! (Enfal/38)
Yani eğer onlar müslüman olurlarsa Önceki günahları bağışlanacaktır.
Ancak bundan sonra kişinin işlediği ve ölünceye kadar tevbe etmediği günahlar vardır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır. O dilediğinin günahını affedir. Ancak şirk bundan müstesnadır. Çünkü Allah (c.c) şirk hakkında şöyle buyuruyor:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. (Nisa/116)
Rivayetlere göre Rasûlullah "Allah bütün günahları bağışlar" (Zü-mer/53) ayetini okuyunca, orada bulunan bir kişi "Ya Rasûlullah şirk de buna dahil midir?" diye sordu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar.
imam Kurtubi tefsirinde şöyle diyor:
Bu bütün imamlarca kabul edilmiş, ihtilafsız bir hükümdür.
Yine İmam Kurtubi bu ayetin tefsirinde şöyle söylüyor:
Bu ayet gösteriyor ki büyük günah işleyenlerin durumu Allah'ın dilemesine kalmıştır. Allah dilerse günahlarını affeder, dilerse onları cezalandırır. Ancak şirk bunun haricindedir. Allah, büyük günahlardan kaçmakla küçük günahları bağışlar. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyuruyorlar:
Beş vakit namaz, cuma namazları Ramazan orucu -büyük günah işlenmezse— günahlara kefaret olur.
Bazı âlimler Allah'ın şu ayette bu durumu kasdettiğini söylemişlerdir:
Eğer yasakladığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz. (Nisa/31)
Yani Allah büyük günahlardan kaçınanların küçük günahlarını dilerse bağışlar. Ancak büyük günah işleyenleri affetmez.
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, Allah Teâlâ, samimi bir şekilde tev-be etmesine rağmen büyük günah işleyen kimseleri de affedecektir. Çünkü Allah şirkten başka bütün günahları affedeceğini beyan ediyor. Kimisine göre de Allah, büyük günah işleyip tevbe etmeden ölenleri dahi bağışlayacaktır. Çünkü eğer ölümden önce tevbe ederse ve ondan dolayı bağışlanacak olursa o zaman o günahlarla şirk arasında bir fark olmazdı. Çünkü müşrik de şirkinden tevbe edip İslâm'a girerse o da bağışlanır.
Müfessirlere göre ancak kâfirler devamlı cehennemde kalacaktır. Müslümanların asileri bir müddet cehennemde kaldıktan sonra Allah'ın rahmetiyle oradan çıkarlar.
Dahhak'ın rivayetine göre bir ihtiyar Rasûlullah'a gelerek "Ya Ra-sûlullah! Ben günah ve hatalara batmış bir ihtiyarım. Ancak ben Allah'ı tanıdığım günden beri O'na hiç ortak koşmadım. Benim Allah katında durumum ne olacak?" diye sorduğunda, şu ayet nazil oldu:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. (Nisa/116)
Günahların bazıları diğerlerinden daha büyüktür. Çünkü zaraları daha fazladır. Kurtubi tefsirinde şöyle söylüyor:
Kur'an nassıyla sabittir ki şirk affedilmeyecek günahlardandır. Şirkten sonra en büyük günah Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Allah şöyle buyuruyor:
Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser. (Hicr/56)
Ondan sonra günahlara dalıp Allah'ın mekrinden (tuzaklarından) emin olmakdır. (Yani günahlara gömülüp Allah'a güvenmektir).
Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın mühlet vermesinden emin olamaz. (A'raf/99)
Bundan sonra adam öldürmek sonra da zina gelir, sonra içki içmek, sonra yalancı şahitlik, kumar, hırsızlık, geçmiş büyüklere sövmek, yalan yere yemin etmek, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak gelir. Şeriatın ceza ile tehdit ettiği her şey büyük günahlardan sayılır. Keza zararı çok olan her şey büyük günah sayılır. [49]
Soru"Hak, Hakka boyun eğer" sözü ne anlama gelir?
Cevap: Hakk, Allah'ın bir ismidir. Nitekim hak gerçekten varolup sabit olan şey demektir. Aynı zamanda doğru ve vakıaya uygun olan şeye de hak denir. "Hak Hakka secde eder" sözü şu manaya gelir: Kâinattaki her doğru şey, Allah'a boyun eğmiştir. Çünkü ilk hak odur. Her hak da ondan geliyor. Hakka razı olan da O'dur. Hayatta olan bütün hak şeyler, O'nun hikmet kudret ve saltanatına boyun eğmişlerdir.
Meşhur sufi Eba Muhammed el-Ceriri diyor ki: Rüyamda birisi bana şöyle diyordu: "Allah katında her şeyin bir hakkı vardır. Allah katında en büyük hak hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti ehline vermezse, Allah onun hakkını ondan alacaktır. Allah kimden hak talebinde bulunursa o davayı kaybeder." [50]
Soru: Mezheplerin çoğalmasının sebebi nedir? Bunda bir hikmet Mevcut mudur?
Cevap: Sanıyorum soruda kasdedilen mezhepler, fıkhi mezheplerdir. İslâm tarihinde meşhur olan fıkıh mezhepleri ise Hanefilik, Mâli-kîlik, Şafiilik ve Hanbeliliktir.
Mezheplerin meydana gelmesine sebep olan en önemli faktör, Kur'an'daki hükümlerin külli ve umumi olmalarıdır. Çeşitli hallerde bu ayetler uzun uzadıya tafsilatta bulunmamışlardır. Her konuda tafsilat verilmemesinin hikmeti ise, her zaman ve her mekanda uygulanabilme gayesine yöneliktir. İşte bu ortamda bu büyük şahsiyetler yetişmişlerdir, onlardan her biri ictihad etmiş ve hükümleri, tesbit etmişlerdir, ayrıca bu hükümlerin delil ve burhanlarını da tertib etmişlerdir. Bazı meselelerde bunların sözleri arasında hüküm çıkarmada, delil getirmede farklılıklar ve ihtilaflar vardır. Şüphesiz hepsi de Kur'an ve sünnetten hareket ediyorlar.
Bu fikri ihtilaf müslümanlar için bir rahmettir. Çünkü müslüman-lar çeşitli çevre ve atmosferlerde yaşıyorlar. Bir imamın hükmü bazılarına, diğerinin hükmü ise başkalarına daha uygun geliyor. Bu bakımdan, bütün müslümanları tek bir mezhep etrafında toplamak zaruri değildir. Ayrıca bu kolay da değildir. Ancak bu mezhepler arasındaki uzlaşmayı da bilmek lazımdır. Ta ki insanlar arasında ihtilaf olmasın. [51]
Soru: Biz mezhep imamlarının seri meselelerde ortaya koydukları hükümlerin hak olduğunu kabul etmekle beraber "Hak birdir, bir çok hak yoktur" diyenlere ne diyeceğimizi bilmiyoruz. Yine müctehid imamların fıkhi bir mesele üzerinde niçin birleşemedikleri sorusuna da bir cevap veremiyoruz. Bu konuda bize bir kitap tavsiye edebilir misiniz?
Cevap: Fıkıh mezheplerinin imamları, fıkhın feri meselelerinde ihtilaf etmişlerdir. Fakat şeriatın asıl konularında ittifak sağlamışlardır. Onların sabit olan bütün sözleri, şeriatın umumi kurallarına uygundur, tali meselelerde ihtilafları, meseleyi hafif veya sıkı tutmalarından kaynaklanıyor.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. (Tega-bün/16)
Allah Rasûlü (s.a) de şöyle buyuruyor:
Size bir şey emrettiğim zaman gücünüz yettiğince onu yerine getirmeye çalışın!
Bunlardan da anlıyoruz ki, müctehid imamlar, Allah'ın yolunda gitmişlerdir. Onlar fıkhın ve teşriin kaynaklan olan Kur'an ve sünnetin ruhundan faydalanmışlardır. Bu konuda Abdulvehhab eş-Şara-ni'nin el-Mizan adlı kitabına müracaat etmek lazımdır. Zira Şarani, kitabında imamların ihtilaflarını ve ihtilafların sebeplerini anlatıyor. Ve yine Şeyh Muhammed b. Abdurrahman ed-Dımeşki'nin Rah-met'ul-Ummeh bi-İhtilâfil-Eimme isimli kitabına müracaat etmek faydalı olur. [52]
Soru: İslâm hakkında hiçbir şey duymayanın durumu nedir?
Cevap: Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz. (İsra/15)
Allah Teâlâ, insanlara dinin öğretilerini tâlim eden bir peygamber göndermedikçe onları mesul tutmaz. Bir kişiye peygamberin tebliği ulaşmamışsa, o kişi mükellef değildir. O kişi sorumluluktan ve cezadan beridir.
Ancak insan İslâm'ın davetini duyduğu zaman onu öğrenmekle ve araştırmakla mükelleftir. Ta ki Allah'ın emir ve yasaklarına vakıf olsun. [53]
Soru: Sıkıntılı durumlarda okunacak bir dua tavsiye edebilir misiniz?
Cevap: Abdullah ibn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber sıkıntı anında şu duayı okurdu:
Allah'tan başka ilah yoktur. O çok büyük ve hilm sahibidir. Allah'tan başka ilah yoktur. O büyük arşın sahibidir. Allah'tan başka ilah yoktur. O göğün yerin ve büyük arşın sahibidir.
Yine Hz. Peygamber'den şu dua rivayet edilmiştir:
Allahım! Senin rahmetni umuyorum. Beni göz açıp kapayıncaya kadar bana bırakma! Benim hâlimi sen düzelt. Çünkü senden başka hiçbir ilah yoktur.
Yine rivayet edildiğine göre Rasûlullah bir sıkıntıya maruz kaldığı zaman şu duayı okurdu:
Ya hayyu ya kayyum (ey diri ve devamlı ayakta olan) Allahım! Senin rahmetinden medet diliyorum.
Bunlara benzer daha birçok dua bulunmaktadır, ki bunlar hadis, tasavvuf ve ahlâk kitablarında nakledilmiştir. Dualar hakkında müstakil kitaplar bile yazılmıştır. İmam Nevevi'nin eî-Ezkar adlı kitabı bunlardan biridir. Ancak ben soru soran kardeşime bir sıkıntıya uğradığında, Hz. Peygamber'in hicret ettiği zaman okuduğu şu duayı okumasını tavsiye ederim:
Ben hiç bir şey değilken beni yaratan rabbime hamdolsun. Allahım! Dünya korkularına karşı bana yardım et. Zamanın şerrinden, gece ve gündüzün musibetlerinden beni koru! Allahım! Seferimde bana arkadaş ol, ehlimi sana bıraktım, rızık olarak verdiklerine bereket ver. Beni sadece kendine boyun eğdir, huyumu ve ahlâkımı güzelleştir! Beni insanlara bırakma! Sen zayıfların rabbisin! Sen benim rabbimsin. Ey yerleri ve gökleri aydınlatan Allahım! Sana sığmıyorum. Ey nuruyla karanlıkları dağıtan, öncekilerin ve
sonrakilerin işi kendisiyle düzelen Allahım! Senin gazabından, bana kızmandan sana sağmıyorum. Senin nimetlerinin benden gitmesinden, azabının bana gelmesinden, afiyetinin değişmesinden sana sığmıyorum. Senin rızan bana yeter. Havi ve kuvvet senin elindedir.
Bu dua Peygamberimizin Taife gidip oranın halkını İslâm'a davet ettiği ve buna mukabil saldırıya uğradığı zaman yaptığı şu duaya benziyor:
Allahım! Kuvvetimin zayıflığını sana şikayet ediyorum. İnsanlar üzerindeki etkisizliğimi de sana iletiyorum. Ey alemlerin rabbi! Sen zayıfların rabbisin! Sen merhametlilerin merhametlisi s in! Ve sen benim rabbimsin! Beni kime bırakıyorsun! Beni uzaklara mı atıyor sun. Yoksa işimi kendine havale ettiğin bir düşmana mı? Bununla birlikte sen bana kızmaszan ben bunlara da aldırmam. Ancak senin afiyetin daha güzeldir. Ey karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini onunla yürüten nur sahibi Allahım! Senin yüzünün nuruna sığınıyorum. Senin gazabının ve darılmanın bana ulaşmasından sana sığmıyorum, senin rızan bana yeter. Havi ve kuvvet senin elindedir.
Soru soran kardeşimiz bu duaları okuyabilir, zira bunlar Hz. Peygamber'in sıkıntılı hallerde okuduğu dualardır. Bu duaların okunması Allah'ın rahmetini, yardım ve gözetmesini mucib olur. [54]
Soru: Bir eve girmeyeceğine dair altı defa yemin eden, fakat zaruretler nedeniyle yeminini bozan kişiye, ne lazım gelir?
Cevap: Yemin, ancak bir hakkı isbat etmek veya bir haksızlığı °nlemek için yapılır. Dolayısıyla bir müslümana vacib olan şey çok yemin etmemesidir. Ancak zaruret ve ihtayaç duyarsa yemine baş vurulu
Yapmamak üzere yemin ettiği şeyden daha hayırlısını gören kimsenin, yemininden dönüp o işi yapması gerekir. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir şeyi yapmayacağına dair yemin eden, sonra da yapılmasının daha hayırlı olduğunu gören kimse o işi yapsın ve yemini için de kefaret versin.
Rivayetlere göre Hz. Ebubekir -kendisine kötülük eden- bir fakir akarabasma yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Allah Teâlâ bunun üzerine Nur süresindeki ayeti indirdi:
İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. (Nur/22)
Meselâ bir kişi evine girmeyeceğine dair yemin etmişse, sonra -soruda da ifade edildiği gibi- girmesi zaruret haline gelmişse, o şahsın yeminini bozup evine girmesi ve yemini için de kefaret vermesi gerekiyor.
Kefarete konu olan yemin Maide suresinde zikredilmiştir:
Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek yahut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan ise üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size ayetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz. (Maide/89)
Bundan anlaşılıyor ki, yemin kefareti on fakiri doyurmak ya da giydirmek (doyurmanın ve giydirmenin ölçüsü örftür) ya da bir köle azat etmektir. Yemin eden bunları yapmaktan aciz kalırsa üç gün oruç tutar. Böylelikle yeminine kefaret vermiş olur. [55]
Soru: Radyolarda okunan şarkıları dinlemek helâl mıdır?
Cevap: Şarkı dinlemenin haram veya helâl olması, şarkıya göre değişir. Eğer şarkıda şehveti tahrik eden unsur ağır basıyorsa onu dinlemek haramdır. Çünkü bu insanı günaha sürükler, fitneye sebep olur. Fakat şarkının sözleri münker ve haram unsurlar içermiyor, şehveti tahrik etmiyor, fitneye sebebiyet vermiyorsa, o şarkıyı söyleyen de iffetli ve şerefli ise, güzel ahlâka ve himmetin yücelmesine sebep oluyorsa, o zaman onu dinlemek haram olmaz.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, evlenen Rebi ibn Muav-vız isimli kişiyi tebrik için evine gider, orada def çalan cariyeleri gördüğü halde onları bundan menetmez. Onlardan biri Rasûlullah'ı görünce şöyle demeye başlar: "İçimizde yarın ne olacağım bilen bir Nebi vardır." Bu sözü duyan Hz. Peygamber, hemen müdahele ederek şöyle der:
Öyle söyleme, biraz Önce söylediklerini söyle!
Nitekim İslâm evlilik ilanı için def çalmayı ve şarkı söylemeyi mubah kılmıştır. [56]
Soru: Müzik dinlemek haram mıdır?
Cevap: Eski ve yeni fakihler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan kimisi müzik ve şarkı dinlemenin haram olduğunu, kimisi de günah, münkerât ve fitne olmadığı zaman müzik ve şarkı dinlemenin he-al olduğunu söylemişlerdir. Şimdi hem haram diyen hem de helâl dilerin sözlerini inceleyip meseleye açıklık getirmeye çalışalım.
Ibn Mevdul el-Hanefîyeye ait olan el-İhtiyar Şerh'ul-Muhtar isim-sıtapta özetle şöyle deniyor:
Flüt, kaval ve benzeri müzik aletlerini dinlemek haramdır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Müzik aletlerini dinlemek günahtır. Onların yanında oturmak fa-sıklıktır. Onlardan keyif almak ise küfürdür.
Dikkat edilirse buradaki hüküm, gayet şiddetlidir. O nedenle kişinin müzik dinlemekten kaçınması gerekir. Ancak aniden müzik duyan kimse mazurdur. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bir çalgıyı dinlememek için parmaklarıyla kulaklarını tıkamıştır. Hasan b. Zi-yad'dan rivayet edildiğine göre nikahı ilan etmek için def çalmanın bir mahzuru yoktur. Düğün dışında kadının çocuğuna def çalması sorulduğunda Ebu Yusuf mekruh olmadığını, fakat def eşliğinde fahiş şarkılar söylenirse, mekruh olacağını söyledi.
Yine Ebu Yusuf a göre dışarıdan çalgı sesi duyulan eve izinsiz girilebilir. Çünkü münker bir şeyden insanları alıkoymak farzdır. Eğer bu eve izinsiz girmek caiz olmazsa, insanlar bu farzı yerine getiremezler.
Şeyh Şeltut el-Hanefî'nin el-Fetava adlı kitabında özetle şöyle deniliyor:
Fakihler ittifakla, hacıları yolcu ederken, askerleri savaş ve gazaya gönderirken, bayramlarda ve düğünlerde, gurbette olan birisinin evine dönmesi durumunda müzik ve şarkı dinlemenin mubah olduğunu ifade etmişlerdir.
Karşımıza iki görüş çıkıyor. Biri şarkı dinlemenin -hadis ve eserlere- dayanarak haram olduğunu, diğer görüş ise müziğin helâl olduğunu ifade etmektedir. Her iki taraf da bu görüşlerini hadis ve belgelere dayandırıyorlar. Müzik dinlemenin helâl olduğunu savunanlar, bu konuda ayet ve hadislerde herhangi bir yasak olmadığını, haram olduğunu söyleyenlerin öne sürdükleri rivayetlerin sahih olmadığını iddia ediyorlar.
Bu konuda on birinci asrın fakihlerinden olan takva ve vera sahibi olarak bilinen Hanefî eş-Şeyh Abdulgani En-Nablusi'nin İzah'ud-Delalatfi Sıma'ıl-Alat adlı kitabında özetle şöyle deniliyor: Eğer şarkı ve çalgı içki, fısk, fücur eşliğinde olursa haramdır.
Eğer müzik harama bir araç olursa veya harama sürüklerse haram-jjr gğer müzik bunlardan salim ise, o zaman onu dinlemek mubahtır. pjz peygamber, sahabe, tabiin, fakih imamlar, müzik dinlemişler, bu tür meclislerde bulunmuşlardır.
Ezher şeyhi olan ve onüçüncü asırda yaşayan Hasan el-Attar müzik dinlemeyi çok sever ve müzikten anlardı, bazı kitaplarında şöyle diyor:
Bir alet eşliğinde, nehirlerin kenarında ve ağaçların gölgesinde söylenen şiirden lezzet almayan kişi kaba tabiatlı bir eşek sayılır.
Binaenaleyh güzel ses veren bir çalgıyı dinlemek haram olmadığı gibi, insan sesini dinlemek de haram değildir. Ancak bunlar, insanları bir farzdan alıkoydukları zaman haram olurlar.
Bu konudaki görüşleri özetledikten sonra müziğin helâlliği ve ha-ramhğı hakkında mübalağa yapılmamasını diliyorum. Çünkü Allah'ın haram kılmadığını haram, helâl kılmadığını helâl kılmak veya haramı helâl kılmak Allah'a iftiradır. Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf/33)
Bu beyanlardan anlaşıldığı kadarıyla bu konuda mutedil olmak gerekiyor. Doğru yola ileten Allah'tır. [57]
Soru: insanın imanını kuvvetlendirmesi için hangi yollara başvurması lazımdır?
Cevap: iman insanın nefsinde olan bir inançtır. Bu da onu göstere bilinir. Ona uygun amellerde bulunmayı gerektirir. Kişi gereği olan sâlih ameller yaptığı zaman iman onda kökleşir.
Çünkü hakiki mü'min, aklı ve kalbiyle inanan, diliyle şehadet kelimesini getiren ve bunun gereği olan farzları ve rükünleri yerine getiren kişidir.
İnsanlar imanlarını Allah'ın yarattıklarını düşünerek, O'nun hükümranlığını tezekkür ederek, O'nun ayetlerini tefekkür ederek kuvvetlendirebilirler. Çünkü bunlar hep O'nun varlığının ve birliğinin ale-metleridirler. İnsanlar bunları düşünerek imanlarını ziyadeleştirirler. [58]
Soru: Aşağıda zikredilecek ayetle, hadis-i şerifi nasıl uzlaştıracağız? Ayet-i kerime şudur:
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye rab-bin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu. Ve dedi ki: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" (Onlar da) "Evet (buna) şahit olduk" dediler. (A'raf/172)
Hadis-i şerif de şudur:
Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar.
Cevap: Yukanda geçen ayetin manası şöyledir: Allah Teâlâ Adem'in (a.s) sulbünden insanları çoğalttı ve onları kendi rabhğına ve birliğine şahit kıldı. Çünkü her akıl sahibi bilir ki tüm mahrukatın bir tek rabbi vardır. Bu bilmek şahitlik ve ikrar makamındadır.
Bazı rivayetlere göre de Allah bizzat onların ruhlarıyla konuşmuştur. Onlar da onun rablığını ikrar etmişler ve buna şahitlikte bulunmuşlardır. Bazı fakihler de şöyle demişlerdir: "Bu insan ile yapılan ve onun yerine getirmesi gereken bir sözleşmedir. Her ne kadar insanoğlu bunu hatırlamasa da." Yani bu ruhlar aleminde yapılan bir mukaveledir, insanlar dünyaya gelince bunu hatırlamazlar.
Hadis-i şerifte "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar" Duyuruluyor. Aslında ayetle bu hadisi uzlaştırmak gayet kolaydır. Çünkü buradaki
fıtrattan kasıt, Allah'a iman etmek fıtratı, Allah'ın bütün insanları üzerinde yarattığı fıtrattır. Bu da ister hakikat ister mecaz olsun ruhların ikrar ettikleri ve bela dedikleri fıtrattır. Sonradan kötülüğü emreden nefis, insanları bu doğru yoldan çevirir. Kendileri yoldan çıktıkları gibi zürriyetleri de yoldan saparlar. [59]
Soru: Tedbir takdire engel olabilir mi?
Cevap: Bu tartışmalı konulara bir müslümanın girmesi hiç de yakışık almaz. Çünkü insanlar bu konulan bilgileriyle kuşatamazlar. Allah Teâlâ da bu konulara fazla dalmayı bizden istememektedir. Çünkü her şeyin hükmü ve tedbiri O'nun elindedir. Aciz bir mahlukun, kadir olan Allah'ın karşısında durması olacak iş değildir. Bu nedenle Ali b. Ebi Talib şöyle demiştir: "Bütün işler kadere boyun eğmiştir. Nerde kaldı ki Ölüme tedbir alınsın".
Ancak şunu da hatırdan çıkarmayalım: Allah Teâlâ insanlara bir kudret vermiştir. Kim iyilik yaparsa kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onu görür. (Zilzal/7-8)
iyi işe davet, iyiliğe teşvik Kur'an ayetlerinde çok göze çarpmaktadır.
Hz. Ali'den rivayete göre Hz. Peygamber bir gece onun kapısını Çalıp "Siz namaza kalkmıyor musunuz?" dedi. Ben de "Ya Rasûlullah! Ahumuz Allah'ın elindedir. O bizi uyandırırsa uyanırız" dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah bana bir şey söylemeden dönüp yürü-eye k°yuldu, bir yandan da dizini döverek şu ayeti okuyordu:
Varlıkların en tartışmacısı insandır. (Kehf/54)
Biz iyi işlere bakalım, iyilik işleyelim. Allah çalışanların mükafatını verir. [60]
Soru: Birisini öldüren kişi, bunu, kader öyle istediği için mi yapmıştır?
Cevap: Yeri ve göğü, bütün mahlukatı ve kâinatı yaratan Allah'tır. Olanı, olacağı bilen O'dur. O'nun ilmi alemde olan herşeyi kuşatmıştır. Ancak biz O'nun ilmine vakıf olamayız. Bu nedenle de hâdiselere hükmedemeyiz. Çünkü Allah gaybı dilediğine bildirir. Gaybın anahtarları O'nun elindedir O'ndan başkası bilmez. Ancak Allah Teâlâ bize akü ve irade vermiştir. Bu yolla hayn ve şerri birbirinden temyiz edip istediğimizi yapabiliriz. Allah şöyle buyuruyor:
Biz insana iki yol verdik ve yine şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik, ister şükredici olur, ister nankör. (İnsan/3)
İrademiz nisbetinde Allah bizi hesaba çekecektir. Mesela bir adam bir adamı öldürüp "Bu ezelden yazılmıştır" diyemez. Çünkü Allah bu günahından dolayı onu hesaba çekecektir. Çünkü o akıllıdır. Hayrı şerri birbirinden ayıracak ve öldürmekten kaçınacak durumdadır. [61]
Soru: Kaza ve kader meselesi devamlı kafamı kurcalıyor, kendi kendime "İnsan hayatta tamamen hür müdür yoksa mutlak iradenin zorlaması altında mıdır?" diye soruyorum. Eğer hür ise, Allah'ın hükümranlığı nerde kalır. Yok eğer hür değil ise, neden yaptığının mukabilinde cezalandırılacak. Bu konuda izahat verebilir misiniz?
Cevap: İnsanlar kaza ve kader konusunda çok konuşuyorlar, fakat pek azı isabetli konuşuyor. Şimdi bu konuyu bir tarafa bırakalım, biz
kendi işimize bakalım, azmimiz kırılmasın. Bu konuda birçok hadis-i şerif vardır ki, kaza ve kader konusuna dalmayı yasaklıyorlar. Buna emen |-,u konuda bir kaç veciz kelime söyleyeceğim. Zira bir çok insan kaza ve kader konusunu kavramaktan acizdir.
Akıl ve anlayışlara bir ışık tutmak için bu konuda söyleyeceğim şudur: Allah Teâlâ'nın emri yüce ve hikmeti yüksektir. Allah kudretinden birazını insana verdi. O'nun kudretinin yanında insanın kudreti pek azdır. Sonra O, insanları çalışmaya ve iş yapmaya teşvik etti. Ta ki hedefine doğru ilerlesin. Eğer o hedefine varırsa ne âlâ. Eğer o bütün didinmelerine rağmen hedefine varamazsa, anlar ki, sonsuz kudret onda tasarruf etmiş ve onun gücüne galebe çalmıştır. Ama yüksek kudret bunu onun maslahatı için yapmıştır, ki bu maslahat ya hemen görülür veya daha sonra görülür. Ya da umumi bir maslahat içindir ki burada ferdin menfaati umumun menfaatine feda edilmiştir. Bu öyle bir şeydir ki biz mahdut anlayışımızla bunu izah edemeyiz. Çünkü anlayış ve kuvveti zayıf olan insanlar bunu kolay kolay idrak edemezler.
Allah Teâlâ insana verdiği bu kudretin çalıştırılmasını istiyor. Allah şöyle buyuruyor:
İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve yine şöyle buyuruyor:
De ki: "(Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü'minler de görecektir." (Tevbe/105)
Kişinin çalışmaya yönelmesi onun himmetini tazeler, planlarını genişletir, azmini güçlendirir, ona hikmet ve tecrübe kazandırır. Böylece o kişi zamanı daha iyi değerlendirir, yüce kudrete inancı daha da artar. O gücü yettiği şeyi yapar, gücünün yetmediğini Allah'a bırakır, gurura saplanmaz. Ona şöyle ilham edilir: acizlik insanları hayırlı üreticiliğe götürür. Büyük bir edip bu konuda şöyle bir hâdise nakletmektedir:
Babam çok şefkatli ve tedbirli bir adam idi. Basit işlerle oyalanmamı, mesela kelebeklerin kozalarını toplamamı isterdi. Baharda kelebeklerin çiçek gibi kozalarından çıkmalarını seyretmemi isti-
yordu. Yavruların kozalarından dışarıya çıkmaları, cehd içinde çalışmaları benim çok hoşuma giderdi. Bir gün babam bir makasla çıkageldi. Çıkacak olan tırtıla yardım olsun diye üstündeki ince ipek zan makasla kestim. Ancak koza çıkmadan öldü.
O zaman babam dedi ki: "Tırtılın gösterdiği gayret vücudundaki zehiri atmak içindir. Bu zehir vücudundan çıkmayınca o ölür. İşte insanlar da böyledir hedeflerine varmak için çalışırlarsa, kuvvet ve azim sahibi olurlar. Ancak tenbellik yaparlarsa, zayıf ve cılız kalırlar, birçok fırsatları kaçırırlar."
Ben bugün hayatın ağır yüklerini taşımaya alışmış bir insanım. Çünkü babam küçüklüğümden itibaren bana bu gerçeği öğretmiştir.
Büyük kudret sahibi Allah sana da küçük bir kudret vermiştir. O küçük kudret o büyük kudrete bağlıdır. Ancak senin küçük kudretin üzerinde mutlak kudretin tasarrufu vardır. Veya orada kaderin külli bir dairesi vardır. Onun bayrağı altında veya onun içinde küçük daireler vardır. O değişik şekillerde hareket ediyor. O vakit zaman da büyük daireye tabi oluyor. Çünkü o da onun bir cüzüdür ve ona tabidir.
Bu işi iyi anlamak istersen şu misale kulak ver: Bir efendi hizmetçisine nezaret etmekle beraber bir iş verir. Eğer hizmetçi bu işin üstesinden gelirse mükâfata nail olur. Eğer o işi başaramazsa, efendisinin gazabına uğrar. Efendisi işi onun elinden alır. Çünkü o işi ona veren efendisi idi. Bununla beraber o iş üzerinde hizmetçinin de iradesi vardır. Her ne "kadar biz bu işi onun efendisine nisbet etsek de, hizmetçinin de bunda bir tasarrufu söz konusudur. Bu konunun anlaşılması için verilen bir misaldir. En yüce misaller ise Allah içindir.
En boş görüş ve en sapık fikir bir takım zayıf ve tenbel insanların "Allah herşeyi önceden biliyor" veya "bu kaderdir" demeleridir. Acaba o kişiye Allah'ın bu ilmini kim bildirdi. Allah'ın bildiklerine onu kim muttali kıldı. Bu kişi neden çalışma meydanına atılıp elinden geleni yaptıktan sonra Allah her şeyi biliyor demiyor? Bunlar şeytanın tuzaklarıdır ki, insanları sapıtmak için onunla insanları avlıyor. Allah bu konuda ne güzel bir işarette bulunmuştur:
Biz onun önüne iki yol koyduk. (Beled/10)
Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olur, ister nankör. (İnsan/3)
Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. (Şems/9-10)
Şurası bilinsin ki insanlar, iradelerinde hürdürler. Ancak o yine de Özünde Allah'ın kuludur ve neticede Allah'ın meşiyetinin dışına çıkamaz.
Ey hayat faaliyetinden mahrum boş adamlar! Ey boş dünyalarını uzun laflarla dolduran, kaza ve kader hakkında boş konuşan kişiler! Bu gibi şeyler ağız dalaşıdır ve ayakların kaymasıdır. Her şeyden haberi olan, latif ve habir olan Allah sizin bilmediğiniz nice şeyleri biliyor, haberiniz var mı? [62]
Soru: "İyi işler yapan kimsenin ömrü uzar" diyenlerin bu sözü, Allah'ın şu ayetiyle bağdaşır mı?
Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de ileri gidebilirler (A'raf/34)
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de ileri gidebilirler. (A4raf/34)
Yunus suresinde de şöyle buyuruyor:
Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler. (Yunus/49)
Yine Allah buyuruyor ki:
'Mm geldiği zaman onlar ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebıhrler. (Nahl/61)
Şüphesiz Allah'ın takdirinde her ferdin bir ömrü ve bir eceli vardır. Allah'ın ilminde olan şey değişmez. Bu sebep ve neticeyi inkar etmeyi gerektirmez. Öldürülen veya boğulan kişi için, tabii ve takdiri ömründen önce öldü deniliyor. Ancak o Allah katındaki hakiki eceliyle ölmüştür.
Fıtır sadakası, sıla-ı rahm, dua gibi sâlih amellerin ömrü uzatması meselesine gelince: Bunlar takdiri ve tabii ecele nisbet iledir. Bu da Allah'ın sünnetindeki sebep ve neticede görünen şeyden ibarettir. Çünkü sıla-ı rahm mutlu yaşamanın sebeplerindendir. Aynı şekilde menşei iman olan dua da insanın ömrünün uzamasına sebep olur. Ancak Allah katındaki ömür değişmez ve şaşmaz. [63]
Soru: Kıyametin alametleri nelerdir?
Cevap: Kıyametin alametleri bir hayli çoktur. Bu konuda uzun ve kısa birçok kitap yazılmıştır. Bu alametler iki kısma ayrılır. Büyük ve küçük alametler, Büyük alametlerin görülmesinden sonra dünya kısa bir zamanda helak olur. Bu büyük alametler ise Deccal'in çıkması, İsa'nın inişi, insanlarla konuşan Dabbet'ül-Arzın çıkışı, güneşin batıdan doğması gibi alametlerdir. Küçük alâmetler ise şunlardır: Rezaletlerin yaygın hale gelmesi; faiz alınıp verilmesi, içki içilmesi, iyiliğin azalıp kötülüğün çoğalması, kişilerin mescitlerde birbirlerine karşı öğünmeleri, mescitlerin yol olarak kullanılması, şefkat ve merhametin azalması, kötü komşuluk, ilmin azalması, cehaletin yaygınlaşması, işin ehline verilmemesi, dünyanın en mutlu insanlarının kötülerden oluşması...
Rivayet edildiğine göre, Cebrail, Hz. Peygamber'e 'kıyametin ne zaman kopacağını' sorduğunda, Rasûlullah "Bu konuda kendisine sual sorulan kişi, sorandan daha bilgili değildir" cevabını verdi. Cebrail'in "Öyleyse onun alametlerinden haber ver!" demesi üzerine de Allah Ra-sûlü şöyle buyurdu:
Cariyenin kendi efendisini doğurması, baldın çıplakların yüksek bina yapmalarıdır.
Bu hadis şöyle yorumlanmıştır: çok ülkeler fethedilecek, çok insan esir alınacak, evlilikler olacak, bunların çocukları çoğalacak, sonra bazı evladlar hürleştirilecek, sonra gençler köle olan annelerini satın alacaklar ve bilmeden annelerini çalıştıracaklar.
Hadisin ikinci kısmına gelince, insanların düşükleri ve fakirleri, reis olacaklardır. Onların malları çoğalacak, onlar yüksek binalarla iftihar edeceklerdir.
Başka bir hadis-i şerifte şöyle deniliyor:
Her kabile münafığını reis etmediği sürece kıyamet kopmaz.
Nitekim başka bir hadiste de şöyle buyuruluyor:
İlmin azalması, cehaletin çoğalması kıyametin alametlerindendir.
Sabi şöyle diyor: İlmin cehl, cehlin ilim sayılması da kıyametin alametlerindendir. Bütün bunlar, hakikatlerin ters yüz edilmesi, gerçeklerin tersine inkılap etmesidir ki kıyametin alametlerindendir.
İbn Ömer'den rivayet edilen merfu bir hadiste şöyle deniliyor:
Şerefli insanların düşüp düşük insanların yükselmeleri de kıyametin alametlerindendir.
Kıyametin alametleri hakkında sorulan bir suale Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir:
İş ehline verilmediği zaman kıyameti bekleyiniz. İmam Alusi şöyle diyor:
Bu konuda yazılan kitaplara bakıldığında, zamanın haline bir göz atıldığında görülür ki alametlerin çoğu ortaya çıkmıştır. Ama bununla beraber yine de kıyametin zamanı meçhuldür. Söylenecek en kesin şey şudur: Dünyanın kalan ömrü geçen ömründen daha azdır.
Ve yine şöyle diyor:
Gerçek şudur ki Allah'tan başka hiç bir kimse dünyanın ne kadar ömrü kaldığını bilemez, o ne kadar uzun da olsa kısadır. Çünkü dünya hayatı az bir metadan ibarettir. [64]
Soru: İsra ve Miraç hadisesinde Hz. Peygamber'in cennetlikleri cennette, cehennemlikleri cehennemde gördüğü ifade ediliyor. Bu cennet ve cehennemin şu anda mevcut olmalarını gerektirir. Onlar şimdi mevcut mudur, mevcutsa nerededir?
Cevap: Cennet ve cehennem hakkında çok tartışmalar yapılmış, şu an mevcut olup olmadıkları, mevcutsa nerede bulundukları hakkında çok konuşulmuş. Kimisine göre onlar şimdi mevcutturlar, kimisine göre de onlar bu dünya hayatından sonra olacaklardır. Şu an mevcut olduklarını söyleyenler de yerleri hakkında ihtilaf etmişlerdir.
İman edilmesi gereken, mükâfat için bir cennetin ve ceza içinse bir cehennemin olmasıdır. Şu an mevcut olup olmadıkları veya nerede oldukları önemli değildir. İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir:
Cennet yedinci göktedir. Allah bunu kıyamet gününde istediği yere koyacaktır. Cehennem de yerin yedinci tabakasının altındadır.
Rivayet edildiğine göre Mücahid şöyle diyor: İbn Abbas'a cennetin nerede olduğunu sorduğumda, "O yedi kat göğün üzerindedir" dedi. "Cehennem nerede?" diye sorduğumda ise yedi kat denizin altındadır" cevabını verdi.
îbn Mesud da,şöyle demiştir: Kıyamet günü gelince Allah bunları dilediği yere kor.
Bir kısım fakihler cehennemin şu anda mevcut olduğuna şu ayeti delil göstermişlerdir: Allah Firavun kavmi hakkında şöyle buyuruyor:
Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar, kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek). (Gafir/46)
Bir kısım ayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla cennetle cehennem sonradan olacaklardır. Ka'b "Yer başka bir yere gökler de (başka göklere) tebdil edildiğinde..." (İbrahim/48) ayetine dayanarak cennet ve cehennemin kıyametten sonra oluşturulacağını ifade ediyor.
Huzeyfe'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ben miraç gecesinde cenneti ve cehennemi gördüm ve şu ayeti okudum: m
Semada da rızkınız ve size vâdedilen başka şeyler vardır. (Zarri-yat/22)
Sanki ben bu ayeti bugüne kadar hiç okumamıştım.
Cennet ve cehennem şu anda mevcuttur diyenlerin görüşlerini kabul edersek, o zaman Rasûlullah (s.a) onları, gerçekten görmüştür. Eğer ikinci görüşü (yani onların sonradan yaratılacaklarını dikkate alırsak Allah (c.c), Rasûlünün gözünden perdeyi kaldırmış ve ileride yaratılacak olan cennet ve cehennemi ona göstermiş demektir. Yani onlar olacakları gibi ona gösterilmiştir.
imam İbn Receb el-Hanbelî bu konuda şöyle bir fikir serdeder:
Bu gizli bir şey değildir ki, Rasûlullah (s.a) semada cehennemi görmemiştir. Yine bu hadis sahih de olsa onun semada olduğuna delalet etmez. Ancak o semada iken onu görmüştü. Aynı şekilde ölü de kabrinde cennet ve cehennemi görür. Halbuki cennet yerde değildir. Yine Rasûlullah (s.a) Kusuf (yani güneş tutulması) namazı kılarken cenneti cehennemi yerde iken görmüştür. Ve yine Ebu Hureyre kanalıyla elen ısra ve miraç hadisinde Rasûlullah'm cennet ve cehennem ehline jhği, oradan da Kudüs'e eriştiği ifade ediliyor. Bu da cennetin yer-°lduğunu göstermez. Huzeyfe hadisini, yani Rasûlullah'ın cenneti e cehennemi gökte gördüğünü kabul etsek bile, bu onun semada olcunu göstermez. Allah daha iyi bilir.
Kalbin mutmain olduğu görüş şudur: Allah İsra ve Miraç gecesinde Peygamberinin gözündeki perdeyi açmış. Bu sayede Rasûlullah, Allah'ın ayetlerini seyretmiş, orada sevap ve cezayı gerektiren şeylerin yerini görmüş. Fakat bunları, yeterince açık dile getirmemiştir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (Kaf/37) [65]
Soru: Cennetle cehennem şu an'tnevcud mudurlar? İnsanlar öldükten sonra onlara girecekler mi? Yok eğer onlar şimdi mevcut değillerse ölenlerin ruhları nereye gidiyor? Mü'minlerin ve kâfirlerin ruhları nerede bulunuyor?
Cevap: Tirmizî'nin rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Allah cennet ve cehennemi yarattıktan sonra Cebrail'e şöyle buyurdu: Git; cenneti onun ehline nasıl hazırladığımı gör. Git cehennemi de ehline nasıl hazırladığıma bak!
Bu hadisin zahirine bakılırsa cennet de cehennem de şu anda mevcutturlar.
İmam Kurtubî'nin el-Cami li-Ahkâm'il-Kur'an adlı tefsirinde özetle şöyle deniliyor:
Bütün yorumculara göre cennet şu anda mevcuttur. O Adem'in içinde olduğu cennettir. Onun anahtarı da iblisin elinde idi. Sonra o günahından dolayı ondan atıldı. Hz. Peygamber isra gecesinde ona girdi. İşte o, ebedî olan cennettir.
Kurtubi Ebi Hasan b. Battal'dan da şu sözü nakleder: "Ehl-i Sünnet meşayihlerine göre daimi olan cennet Hz. Adem'in kendisinden atıldığı cennettir. Bu görüşe muhalefet edenlerin sözlerine değer verilmez."
Ancak cennetin tahdidi hakkında bazı sözler önce sürülmüştür. Onun varlığı, yeri ve sayısı hakkında çok şeyler söylenmiştir. İmam Razi şöyle diyor:
Bu konuda susmak ve onun ilmini Allah'a bırakmak en iyisidir. Ancak kesin olan bir şey vardır ki o da şudur: İyi ve salih olan mü'minler cennete, kâfirler de cehenneme girecektir.
Mü'min ve kâfirlerin ruhlarına gelince, onlar muhtelif yerlerde olacaktır. Ruh sahibi doğrulardansa nimetlere mazhar olacak ve bunu bilecektir. Bozuklardansa azab görecek ve bunun farkında olacaktır. [66]
Soru: İyiliklerine mukabil, nankörlük gören, iftiraya uğrayan kimse ne yapmalıdır?
Cevap: Bu hayatın şaşmaz bir kaidesidir. İnsanların tabiatı öyledir. İyilikleri inkâr edilen, bununla da yetinümeyip kendisine iftira atılan kimse, karşısındakilere mukabele-i bilmisilde bulunmamalıdır. Aksine onlara daha fazla iyilikte bulunmalıdır. Zira, tarih şahittir ki iyi insanlar kıskanılmış, onlara düşmanlık yapılmıştır.
Kendilerine düşmanlık yapılanların başında peygamberler gelmektedir. İnsanlığın en yüce numuneleri olan peygamberler bir sürü iftira ile karşılaştılar. İşte Nuh (a.s). O kavmini hakka çağırdı. Onlar onu yalancılıkla yaftaladılar. İşte onların sözleri:
Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de göremiyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz. (Hud/27)
Seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz. (A*raf/60)
ioplumuna bir din ve bir şeriatla gelen Hud'a, toplumunun verdiğe karşıhk şudur:
Biz ilahlarımızdan biri seni fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz. (Hud/54)
Ve yine şöyle söylediler:
Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz. (A'raf/66)
Şuayb peygamber de toplumuna dosdoğru din ve şeriatle geldi. Onun mukabilinde onlardan şunları duydu:
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız." (A'raf/90)
Ve işte Hz. Musa... Ona sihirbaz ve deii dediler. Onun fahişe bir kadınla yatıp kalktığını söylediler. Ancak Allah onları rezil edip hilelerini boşa çıkardı.
İşte Yusuf (a.s)... Ona da iftira atıldı. Efendisinin karısına göz dikip saldırdığım ve hain olduğunu söylediler. Azizin karısı kapıları kilitleyip Yusuf u zinaya davet ettiği halde o Allah'a sığınarak bu teklifi reddetti. Çünkü o Allah'ın nurunu gördü. O kadın ise ona iftirada bulundu da kocasına şöyle söyledi:
Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir! (Yusuf/25)
Daha sonra Hz. Yusuf kardeşlen tarafından hırsızlıkla suçlandı:
Kardeşleri dediler ki: "Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı. Yusuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı (kendi kendine) dedi ki: "Siz çok kötü bir durumdasınız! Allah sizin anlattığınızı çok iyi bilir." (Yusuf/77)
İşte bütün kadınların hanımefendisi Hz. Meryem... Allah'ın tertemiz yarattığı, iffetli namuslu kadın. Melekler bile ona şöyle nidada bulundular:
Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti.
Ey Meryem! Rabbine ibadet et. Secdeye kapan, O'nun huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil. (Âl-i İmran/42-43)
Oysa Yahudiler onu en kötü sıfat olan zina ile vasıflandırdılar ve şöyle dediler:
Nihayet Meryem İsa'yı (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: "Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi." (Meryem/27-28)
Sözlerini yerine getirmediklerinden ve peygamberleri öldürdüklerinden ve aynı zamanda Meryem'e iftirada bulunduklarından dolayı Allah Yahudileri helak etmiştir.
İşte İsa (a.s)... O Allah ruhu ve kelimesi olduğu halde ona zina çocuğu dediler. Marangoz Yusuf un onun anasıyla zina yaptığını ve ondan dünyaya geldiğini söylediler. Halbuki Kur'an onun hakkında şöyle diyor:
O beşikte iken şöyle söyledi: "Ben Allah'ın kuluyum. O bana ki-tab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti. Beni anneme saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır."
İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa hak söz olarak budur. (Meryem/30-34)
işte geçmiş ve geleceklerin efendisi, nebilerin önderi, elçilerin sonuncusu, takva sahiplerinin nişanı, kıyamet gününde nurlu taifenin komutanı, efendimiz Hz. Muhammed (a.s)... onun kavmi da ona iftirada bulundular. Ona yalancı, sihirbaz, deli, iftiracı ve kahin dediler. Bır gnıp Rasûlullah'ın iffetli eşi, Sıddîk'ın kızı olan ve masumiyeti Al-h tarafından tescil edilen Hz. Aişe'ye iftirada bulundular. Zeyneb «iti Cahş hakkında da Rasûlullah'a iftira ettiler. Onun çok evliliği, di-s şeriatı hakkında da iftira ettiler. Oysa ki Allah onun hakkında Şöyle buyuruyor:
Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki; sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Tevbe/128)
Bunlar, insanların en temizi olan peygamberlerin hayatlarından birer kesittir. Görüyorsunuz ki beyinsizler onlara iftirada bulunmuşlardır. Yüksekliği ve yüceliği nisbetinde insanlar hased ve iftira ile karşı karşıya kalırlar. Alçak bir insana neden hased edilsin!
Herşeye rağmen insan bu iftiraları güzellikle bertaraf etmelidir. Tehevvüre kapılmdan, sevabını Allah'tan bekleyerek onu savmalıdır. Yoksa müfteriler onun üstüne daha fazla gelir. Fakat onlara güzellikle mukabele edilirse, kendi kin ve gayz ateşinde yanarlar.
Ey arkadaşım! Sabret! Nimete mazhar olan her insan kıskanılır. Her fazilet sahibine kızılır. Her bela döner dolaşır kötüyü bulur. Allah hiç kimsenin yaptığından habersiz değildir.
Allahu a'lem. [67]
Soru: Katilden daha eşed olan fitne nedir? Fintenin başka manaları da var mıdır, varsa bu manalar arasında ne gibi bağlantılar vardır?
Cevap: Fitne imtihan, ibtila, saptırmak, küfür manalarına gelir. Kelimenin aslı, altını ateşe koyup safını, saf olmayanından ayırmaktır. Yine fitnenin pişmek manasını geldiğini, söyleyenler de vardır. Allah'ın şu sözü de bu manayı teyid ediyor:
O gün onlar ateşe sokulacaklardır. (Zariyat/13) Yani ateşte pişip kavrulacaklar dır.
Kur'an-ı Kerim'de/z'me kelimesi şu ayette ibtila, imtihan manasına kullanılmıştır:
Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. (Taha/40)
Bazen de azab manasına kullanılır:
İnsanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. (Ankebut/10)
Bazen de Allah'ın yolunu kapatan engel manasına kullanılır:
Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni alıkoymamaları için dikkat et. (Maide/49)
Bazen de fitne sapıtmak ve bozgunculuk manasına kullanılır:
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. (Al-i İmran/7)
Ancak, katiden daha beter olan fitneye (Bkz. Bakara/217) gelince bu, kâfir olup insanları dinden alıkoymaktır. Bu ayetin nüzul sebebinde bu husus gayet açıktır. Rivayetlere göre Hz. Peygamber Abdullah b. Cahş el-Esedi komutasında bir seriyyeyi Bedir gazvesinden.iki ay önce müşrikleri takip etmek için gönderdi. Seriye (müfreze) Nahle vadisine geldi. Orada düşman olan müşrikleri gördüler. Amr b. el-Hadremi bir Kureyş ticaret kervanının başında bulunuyordu. Müslümanlardan bazıları Recep ayında oldukları düşüncesiyle Amr'a saldırmak istediler. Onlardan kimi savaşın haram olduğu aylar içinde bulunduklarını düşündüklerinden savaşmak istemedi, kimi de bunlar düşmanımızdır, yanlarında da bize rızık olacak ganimet vardır. "Bu günün savaşın haram sayLİdığı günlerden olup olmadığını da bilmiyoruz" dediler. Oysa o gün, Cemâziye'l-Âhir'in son günüydü.
Son görüş kuvvet kazandı. Amr b. el-Hadremi'ye hücum ettiler, onu öldürdüler, kervana, ganimet olarak el koydular. Haber Kureyş müşriklerine ulaştı. Amr, müşriklerle müslümanlar arasında savaşta ilk öldürülen kişidir. Müşriklerden bir grup Rasûluliah'a gelerek "Haram olan aylarda savaşmak helâl midir?" dediler. Bunun üzerinde Allah'ın Şu ayeti nazil oldu:
Sana haram ayı, (yani onda savaşmayı) soluyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani ol-
mak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır." (Bakara/217)
Hadis-i şerifte de fettan, şeytan manasına kullanılmıştır:
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Fettana (şeytana) karşı yar-dımlaşırlar.
Kusuf hadisinde de şöyle buyurulmuştur:
Siz kabirlerinizde fitneye, (yani münker ve nekir sualine) maruz kalacaksınız.
Allah Rasûlü (s.a) kabir, Deccal, diri ve ölülerin fitnesinden çokça Allah'a sığınıyordu. Yine hadiste şöyle buyurulmuştur:
Mü'min imtihana tabi olarak yaratılmıştır.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer fitneden Allah'a sığınan birisini görünce, "Allah'ın sana mal ve evlad vermesini istemez misin?" diye sorar. O bununla Allah'ın şu ayetini kasdediyordu:
Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir (imtihan vesilesidir). Büyük mükafat ise, Allah'ın yanındadır. (Tega-bün/15)
Herhalde bu kadar izah kafidir. Fitnenin mecazi manaları da vardır. Onları burada zikretmekle konuyu uzatmaya gerek yoktur. Alla-hım! Fitneden sana sığınıyoruz. Nimetinin devamını diliyoruz. Çünkü sen bize acıyan ve merhamet edensin. [68]
Soru: Din devletine hücumda bulunup onun istibdat ve gizlilik üzerinde bina edildiğini söyleyenler vardır. Bunun sıhhat derecesi nedir? Din devleti ile İslâm hükümeti arasında bir fark var mıdır?
Cevap: Din Devleti muhaliflerince, korkunç bir idare olarak kabul edilir, aynen Kayserler gibi din adına, dünya işlerinin adaletsiz, düşün-
cesiz danışmasız katı bir şekilde yürütüldüğü iddia edilir. Bu görüşlerine dayanak olarak da Kilise'nin tahakkümünü, hakim zümrelerin menfaati için halkı sömürmesini, mazlumlara işkence etmesini gösteriyorlar, ^ira Kilise, yetkisini tanrıdan alıyordu ve yanılmazdı. Dolayısıyla Kilise'yi eleştirmek, ona karşı çıkmak sözkonusu olamazdı. Yine bazı dönemlerde bir kısım insanlar Kur'anla hükmediyoruz diyerek ümmeti köle gibi süründürdüler. Sesini yükseltmek isteyen bir nasihat-çı çıktığı zaman yöneticiler, kendilerinin yeryüzünde Allah'ın gölgesi olduğunu, yaptıkları her işin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu iddia edip zulümlerini sürdürdüler.
İnceden inceye araştırıldığı zaman görülür ki, hanif ve temiz olan İslâm dini sözü geçtiği şekilde bir Din devletine yer vermez. Ondan hoşnut olmaz. Her ne kadar bazı zâlimler din adına çirkin şeyler yapmışlarsa da İslâm'da katiyyen böyle bir şey yoktur.
İslâm, "Ben sizi Kur'an ve sünnete göre idare edeceğim" diyen bir kişinin, bu sözüne itibar etmez. Zira hikmetli bir idareci, Kur'an ve sünnetten alınmış bir kanun ve ehl-i hal ve akt, cemaat ve ferdin hakkını koruyan kayıtlar olmadan onun herşeyi Kur'an ve sünnete göre idare edeceği sözü havada kalır, boş bir sözden öteye gitmez.
İslâm için kötülük düşünen garaz sahihleri, mutlak otorite manasına gelen Din devleti ismini işittikleri zaman tarihte kötüye kulanılan o isme karşı bir nefret duyarlar. Halbuki Kur'an umumî, muhkem ve açık bir ilahî hükümdür. O kıyamete kadar baki kalmak üzere indirilen Allah'ın kitabıdır. Her zaman ve mekan için geçerlidir. Kur'an umumî ve külli kaideleri kapsar, hususî teferruatla uğraşmaz. Bu müslüman ümmete düşen bir vazifedir. O halde bir idareci, Kur'an'ı bir eline kılıcı da diğer eline alıp, kendi anlayışına göre insanları Kur'an'a itaata çağıramaz. İslâm asla buna razı olmaz. Buna rağmen bir kişi çıkıp böyle yaparsa, görüşlerin, anlayışların değişik olması hasebiyle ayrılıklara ve Parçalanmalara sebep olur. Oysa Kur'an insanların arasını bulmak ve onları birleştirmek için indirilmiştir.
u insanları kendi hükmü altına kör, sağır ve dilsiz olarak çağır-z- bilakis o insanları gündüzden daha aydın olan şeriatına çağırır.
İslâm hem dindir, hem de devlettir, bu doğru ve kabul edilmiş bir sözdür. Bunu cahillerden ve İslâm düşmanlarından başka herkes kabul eder. Peki İslâm Devleti nedir? İslâm devleti reşit, adil, açık bir hükümetin gölgesinde olan devlettir. O hükümet ehl-i hal ve akttan, görüş sahibi olanlardan, İslâm ümmetindeki hukukçulardan müteşeklidir. Onlar Kur'an-ı Kerim ve sünnetten hüküm ve kanunlar çıkarır. Bunlarla adalet, eşitlik, hürriyet, kardeşlik ibadete yönelmek, madde ile ruh arasında uzlaşma sağlanır. İslâm devletinde her ey şeffaftır. İslâm'ın prensipleri hakimi mahkumdan önce bağlar. Böylesi bir İslâm hükümetinde kapalılık, belirsizlik ve istibdat yoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'a isyan olan yerde kula itaat yoktur.
Adalete, eşitliğe, hürriyete, kardeşliğe ve takvaya muhalif olan her şey Allah'a isyan demektir.
İslâm idareciye din adına istediğini yapma, istediği tasarufta bulunma yetkisini vermez. İslâm devletiyle, din devletini karıştırmamak gerekir. İslâm, bazı çevrelerin hile ve tuzakları sebebiyle böyle bir töhmet altında bırakılmıştır. Bunlar İslam'ı, müstebit bir taifenin anlayışına göre yorumlamışlardır. Bu müstebidler başa gelirlerse muhaliflerinin ve gayr-i müslimlerin tamamını keserler.
Ey Allah'ın dinini tahrif edenler! İslâm bu değildir. Şüphesiz ki İslâm sizi cendereye sokan bu nizamdan daha şefkatli, daha merhametli ve daha adaletlidir. Hiçbir akıl sahibi diyemez ki, İslâm, istibdadı, düşmanlığı, taassubu ve muhaliflerin haklarını çiğnemeyi öngörür. Veya diğer grupların vecibelerini ihmal eder. Hiç bir görüş ve rey sahibi İslâm hükümetinin tatbikat ve tasarrufunda yalnız "Hüküm Kur'an'da-dır" sözüyle yetindiğini iddia edemez. Daha Önce de dediğimiz gibi Kur'an veciz ve muhkem bir kitaptır. O ancak usûl ve hedefleri açık-lamiştır. İslâm ümmeti bu külli kaideler ışığında adil ve açık nizamını kurmuştur. Zaman ve mekana göre bu usûl ve hedefler belirlenir. Böylelikle eşitlik, adalet ve müsamaha devleti yeryüzünde kurulur. Kapalılık ve istibdat bunun neresinde? Böyle olan bir İslâm devleti nerede, kapalı ve korkunç olan Din devleti nerde?
Müslümanlar bu sese kulak vermelidir. Ta ki bilmeyenlerin zihnine takılan şeyler giderilsin ve garazkârların davası boşa çıksın. Bu konunun her yerde konuşulmasını ve haykırılmasını ne kadar isterdim, bir bilseniz. Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki hükümlerinin tafsilatının ortaya konulmasını ne kadar temenni ederdim. Böylelikle İslâm hükümetinin düsturları açığa çıkardı. Garaz sahihleri de susar veya ikna olurdu. Böylece "Adil İslâm Hükümeti" kavramına karşı çıkanlar da fitnelerine bir son verirlerdi. İnanıyorum ki bu devirde İslâm'ın kalkınması için en büyük vazife bunu açık açık ortaya koymaktır. Çünkü İslâm'ı ve küllî kaidelerini net bir şekilde ortaya koymak, ümmetin takip edeceği siyaset için kanun maddelerini özetlemek ve bunları hikmet ve basiretle açıklamak, binlerce heyecanlı hutbeden, umumi konferanslardan ve belirsiz bağrış mal ardan daha iyidir. Doğru yola ileten Allah'tır. [69]
Soru: İslâm ülkelerinde âlimler çoğaldı, ilim yayıldı. Hutbe ve vaazlar arttı, buna rağmen şer galip, hayır azdır, Alimlerin sözleri dinlenmiyor, idareciler yanında bir ağırlıkları yoktur. Bunun sebebi nedir? Burada sorumluluk kime aittir? Bu durumu düzeltmek için en iyi yol nedir?
Cevap: Geçmişteki âlimlerin etkili olmasının sebebi dünyalıklarının hafif olup hayatın lüksünden sırt çevirmiş, mal ve mevkîye önem vermemiş olmalarıdır. Hiç bir insan onları yolundan çevirmezdi. Onlar konuştukları zaman açık ve cesur konuşurlardı. Hiç kimseden korkmazlardı. Sadece Allah'ı ve milleti düşünürlerdi, eğrilik ve fesattan uzaktılar. Fitne ve ızdırap sebepleri onları sarsmazdı. Onlar salah, akva ve ihlasa dayanıyordu. Bu yücelikler önlerini açıyor, doğru yola iletiyordu.
Diğer taraftan âlimin, müslümanlar yanında bir değeri vardı. Hak-Çagıran ihanet ettiği zaman ona karşı kızgınlık olurdu. Âlim sustuğu zaman onun üzerine gidilirdi. Batıl açığa çıkınca ona meydan okunuyordu. İslâm'ın bu kuvvetli görünüşü nasihatçıya ve vaize bir güç verirdi.
Yine, idarecilerin kalbinde Allah korkusundan bazı kırıntılar vardı. Onlar ilim sahiplerine itibar edip mümkün mertebe faydalanırlardı, muhalefet ettikleri zaman açık ve gizli mazeretler ileri sürerlerdi. Devlet yetkililerinin nasihatçıları böyle karşılamaları görevlerini yerine getirme hususunda onlara bir arzu ve güven veriyordu.
Çok gariptir ki bu durum, ufak tefek ihtilaflarla beraber karanlık asırlar dediğimiz çözülme zamanlarında dahi devam etmiştir. Vahy'ül-Kalem adlı kitapta Rafii'nin yazdığı Ümeraü Lilbey isimli makalede Şeyh Tüveyrülleyl ile İbn Dakik'ul-îd arasında geçen dialogta Şeyh Tüveyrülleyl, İbn Dakik'ul-Id'e şöyle soruyor: "Efendim! Görüyorum ki, sultanla halkla konuştuğun gibi konuşuyorsun, ona ey insan veya ey kişi diye hitapta bulunuyorsun. Sana kızmıyor mu? Nifak ehli ona Allah'ın gölgesi gibi sözlerle hitap ediyor. Onun karşısında kendilerini küçültüyor, adeta onu yüce bir varlık gibi görüyorlar."
Buna karşı ibn Dakik'ul-Id tebessüm eder ve der ki:
Evladım! Bu ne demektir? Biz insanız, kelimelerden ibaret değiliz. Kelimeler konuşana göredir, kendilerine göre değildirler. Din adamlarının şeriatın yasakladığı bir şeyle konuşmaları yasaktır. Eğer bir din'münafıklaşırsa din olmaktan çıkar. Eğer din âlimi münafıklaşırsa, diğer bütün münafıklar ondan daha şerefli olurlar. Beyaz elbiseye bulaşan leke, siyah elbiseye bulaşan lekeye benzemez. Münafık hayatında çok gizlidir. Ancak Din âlimi bütün hayatında açık ve şeffaftır. O hidayet için çalışır. Karıştırıcı değildir. Onda nur vardır, zulmet yoktur. Din âlimi amelle, açıklıkla gayeye ulaşır. Münafıklık yaptığı an o yalancı olmuş kandırmış ve hainlik etmiştir.
Âlim, insanları Rasûlullah'ın yoluna iletmelidir. Bunu da burhanla ve Peygamber'in ahlakıyla ahlâklanarak yapmalıdır. Tıpkı aynanın ışığı yansıttığı gibi.
Yine rivayetlere göre İz b. Abdusselam, birgün Sultan Necmeddin
Eyyub'a gelerek, herkesin duyması için caminin ortasında yüksek sesle "Ey Eyyub!" diye hitapta bulundu. Ardından da kötü olarak gördüğü bir şeyin kaldırılmasını istedi. Eyyub da onun talebini yerine getirdi. Daha sonra İz b. Abdisselam'a "Hiç sultandan korkmadın mı?" diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "O zaman Allah'ın korkusu beni kuşatmıştı. Sultan gözümde bir kedi kadar kalmıştı."
Yine Rafii başka bir yerde şöyle yazıyor:
Doğru, kamil ve ilahi ahlâka sahip olan bir şeyhin bulunmadığı belde tümüyle cahildir. O beldenin bütün halkı âlim de olsa her yerinde medreseler de bulunsa, her evde kütüphaneler de bulunsa, bunlar insanlara fayda vermez. Bunlar insanlara ancak aklî şeyleri öğretebilirler. Fakat kamil Şeyh insanların ruhlarına hitap eder. Onun tesiri ilimden daha fazladır. Çünkü o bizzat canlı bir numunedir. Onun hayatı gözler önündedir.
Ancak bugün görüyorsun ki, din adamlarını en çok dünyaları meşgul ediyor veya işi daha da hafifleterek söyleyelim, onları içinde bulundukları toplum bu hale getirdi. Şüphesiz devlet yetkilileri de, hakkı tebliğ edenleri dinlemeye rağbet etmediler, bundan göğüsleri daraldı. Onlar da gırtlaklarına kadar eğlencelere daldılar. Onlar şiddet yanlısı ve cesaretlilere karşı fırsat bekliyorlar. Ümmetin de, doğruları destekleyecek, inatçıları cezalandıracak bir gücü yoktur. Öyleyse durumun daha da kötüye gitmemesi için hiçbir sebep yoktur.
Dinin davetçileri ihlas ve azimle tekrar işe koyulur, bütün kuvvetlerim davalarına verirler, Allah hakkında hiçbir kınayıcmın kınamasından korkmazlar, büyüklerin nefislerinde de hidayet ve reşat fikri yenilenirse ümmet için umumî bir İslâmî görüş doğarsa, o zaman diyebiliriz ki ümmet özünü bulur ve hakimiyetini korur. [70]
Soru: Amer'k£t ve Avrupa'da beyazlarla siyahlar arasında ayrımcılık yapıldığını duyuyor ve okuyoruz. Irkçılık hakkında İslâm'ın fikri nedir? -
Cevap: İnsanların çoğu bu esef verici aynmcılıklara karşı seslerini yükselttiler. Fakat bu zulüm devam etti. Beyaz siyaha karşı defalarca bu zulme baş vurdu. Bu siyahtaki kusurdan veya işlediği suçtan değildi. Yalnızca onların renginin siyah olmasmdandı. Niye Allah onların cildini beyaz değilde siyah yapmıştı?
Beyazlar, siyahlara eziyet ediyor, onları otellerden, lokantalardan, arabalardan, trenlerden, oyun salonlarından kovuyorlardı. Beyazlara ait okullardan, üniversite ve enstitülerden birine, hasbel kader bir siyah girerse, beyazlar buna karşı kaba davranırlar, bütün münasebetlerde kötülük yaparlar, onu her gördüklerinde "Ey siyah kişi! Bizden uzak-laş!" derler.
Beyazlar umumî yerlerde de siyahlara eziyet ettiler. Siyah adam hiç bir zaman, hayatından emin olmadı. Çünkü beyazlar onu çeşitli işkencelere tabi tuttular. Onu çiğnediler, yumrukladılar, bıçakladılar. Beyazlar, siyahlara kanun önünde eşit olma hakkı tanımadılar. İki dolar çalan siyaha idam verdiler. Dünya buna karşı feryada başlayınca idam edemeyip başka ağır cezalar verdiler. Buna mukabil bir beyaz hırsızlık yapınca ona hafif hapis cezası verdiler. Beyazlar kiliseleri bile siyahlara yasakladılar. Sanki beyazların Tannsı, siyahların Tanrısından başka idi.
Beyazların yaşadığı bir köyde yaşayan bir siyahın evini ailesiyle beraber yaktılar. Çünkü onlar siyahların komşuluğunu istemiyorlardı.
Bütün bunları medeni ve kültürlü olduklarını iddia eden yirminci asırda yaşayan Batılılar yapıyordu.
Irkçılık, zulüm ve alçaklığı da temsil ediyor. Mesela beyaz adam Afrika'ya giriyor, orayı işgal ederek siyahları zelil kılıp kendi zevklerine alet ediyor, sonra oranın ahalisini en tabii haklarından mahrum bırakıyor.
Amerika'dan bir beyaz adam geliyor, Afrika'ya yerleşiyor ve Afrikalıları köle olarak görüyor, onları bütün haklardan mahrum bırakıyor.
Yine Avrupalı beyaz adam Kızıl derilileri ülkesine götürüyor ve işlerinde çalıştırıyor. Onlara hiç bir zaman iyi muamelede bulunmuyor.
Irkçılık bugün de devam ediyor. İslâm'ın bu konudaki fikri güneş kadar açıktır, islâm hiç bir zaman nesep, ırk, renk ve cinsiyet ayrımcılığını kabul etmez. Bu yolla gelen ayrıcalığa İslâm hiç bir değer vermez. İslâm nazarında bütün insanlar bir tek asıldan meydana gelmişlerdir. Onların hepsi de bir tek yola; Allah'ın yoluna davet edilmişlerdir. Irk ve renk hiç kimsenin hiç kimseden üstün olmasını sağlamaz. Üstünlük takva iledir.
İslâm aslın birliğine şöyle işarette bulunuyor:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve eşini de ondan yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-nizden sakının. (Nisa/l)
İslâm nübüvvet rahmetinin bütün insanlara geldiğini ve bütün insanların muhatap olduklarını kabul ederek şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiya/107)
Ve yine şöyle buyuruyor:
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim." (A'raf/158)
İslâm fert ve toplum için, çalışmasından başka bir gösterge tanımıyor. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. (Necm/39-40)
_ Nitekim, İslâm gayet açıklıkla beyan ediyor ki insanlar arasında üstünlük ancak takva ile olur. Kur'an şöyle buyuruyor:
Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. (Hucurat/13)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:
insanlar eşittirler, Arabm Arab olmayana üstünlüğü yoktur, üstün-^k ancak takvadadır.
Yine Rasülullah (,s.a) şöyle Duyuruyor:
İnsanlar iki sınftırlar: Biri Allah'tan korkan, Allah yarımda değerli olan, diğeri, günahkar ve Allah katında değeri olmayandır. Bütün insanlar Hz. Adem'in çocuklarıdırlar. Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Rasülullah veda hutbesinde insanlara şöyle hitab etmiştir:
Haberiniz olsun, rabbıniz birdir, Arabın Arab olmayana, Acemin de Araba üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaza, kırmızının da siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünük ancak takva iledir. Allah katında en değerli olanınız O'ndan en çok korkanmızdır. Tebliği ettim mi? Orada bulunanlar da "Evet ya Rasülullah!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Öyle ise, burda olanlar, burda olmayanlara iletsin.
Amr b. As, Mısır'ı fethettiği zaman Mukavkıs'a bir grup müslü-man gönderdi. Onların başında Ubade b. Samit vardı.
Ubade b. Samit siyah tenli idi. O bütün harplere katılmış bir saha-bi idi. Rasülullah onu sadakalara bakmakla yükümlü tutmuştu. Hz. Peygamber döneminde Kur'an'ı ezberleyen beş kişiden biri idi. Hz. Ömer onu Humus halkına öğretmen olarak göndermişti. O Filistin kadılığına atanan ilk kişi idi. Ve o hiç bir kınayıcınm kınamasından korkmayacağına dair, Rasûlullah'a beyat etmişti.
Amr b. As'ın gönderdiği grup Mukavkıs'ın yanına vardı. Ubade (r.a) öne çıktı, konuşmak istedi. Mukavkıs: "Bu siyahı benden uzaklaştırın konuşmak için başka birini seçin!" dedi. Müslümanlar ise şöyle dediler: "Bu görüş ve ilimce hepimizden daha üstündür. O bizim en hayırlımız ve efendimizdir. O bizim üzerimize emir olarak tayin edilmiş, biz hepimiz onun görüşüne bağlıyız onun sözünü dinleriz." Bunun üzerine Mukavkıs onlara şöyle dedi: "Bunun, sizin en aşağınız olması gerekirdi. Nasıl oldu da onu kendinize efendi kabul ettiniz?"
Müslümanlar "Gördüğün gibi o her ne kadar siyah ise de makamca en hayırlımız, ilim ve rütbece en üstünümüzdür. Bizde siyah olan ki-
' dışlanmaz." Bunun üzerine Mukavkıs onunla konuşmaya razı oldu.
Ebu Zer ile Bilal-i Habeşi tartıştı. Ebu Zer Bilal'e "Ey siyah kadının oğlu!" dedi. Haber Peygamber'e ulaşınca, Ebu Zer'e şöyle dedi:
Sen ölçüyü kaçırdın, onu anasıyla ayıpladın. Sende hala cahiliye kalıntısı vardır. Beyazın oğlunun, siyahın oğlu üzerinde bir üstünlüğü yoktur, üstünlük takvada ve salih ameldedir.
Ebu Zer pişman olup üzüldü ve tevbe istiğfar etti. Bilal'den, nalin-leriyle yüzüne basmasın istedi.
İşte size Ata b. Ebi Rabah, o ilim ve amelce tabiinin en büyükle-rindendi. Mekke ve Harem'in fakihi idi. Fetvada İbn Abbas'ın halifesi idi. Mekke halkına "Ata b. Ebi Rabah sizin için ne ifade ediyor?" diye sorulduğunda, şöyle cevap verdiler: "O değeri ancak hastalık anında bilinen sıhhat gibidir." Hac mevsiminde yetkililer, Ata b. Ebi Ra-bah'tan başkası fetva vermesin!" diyorlardı.
İşte bu Ata siyah, kör, yassı burunlu ve kıvırak saçlı idi. Annesi de Bereke isminde siyah bir cariye idi.
Soy ve ırk sebebiyle insanlar arasında yapılan ayrımcılık hakkında İslâm'ın sözü budur işte. Bu İslâm'ın büyüklüğünü, onun tarihinin yüceliğini ve düşünen insanlar için büyük ibret ve nasihatlarla dolu olduğunu gösterir.
Müslüman idarecilere düşen görev, yeryüzünün çeşitli kıtalarında beyazlarla siyahlar arasında cereyan eden bu kanlı olaylara müdahele-de bulunmak, ırk ayrımcılığı yerine İslâm'ın eşitlik, kardeşlik, adalet ve takva ilkelerini ikame etmektir.
insanlar için bir fırsat olan bu ilkeleri siyahlara zulmeden beyazlara, kendi aralarında birbirlerini ezen siyahlara ve bütün İslâm münte-sıplerine sunmak lazımdır ki siyahı ezen beyazın bundan haberi olsun; 1 ağızlarını doldura doldura hürriyetten, kardeşlikten, insan hakların-an, adaletten bahsedenler, bunların gerçeğini görsünler. Yine işkence-tabi tutulan siyahlar da anlasınlar ki İslâm dini müsamaha, kardeş-i Ve adalet dinidir. Ve İslâm onları kurtuluşa çağırıyor. Onlar da bu
çağrıya kulak assınlar. Ve yine bu kuralları bilmeyen İslâm müntesip-leri de böylece dinlerini öğrenirler.
Allah'ın boyasıyla boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin). (Bakara/138) [71]
Soru: Akıl mı üstün ilim mi?
Cevap: Herşeyden önce şunu ifade edelim ki insanın böyle faydasız şeylere kafasını yormaması lazımdır. Çünkü aklın da ilmin de çok büyük faydaları vardır. Biz hem akıllı ve hem de âlim olmak isteriz. Akıllı ve âlim bir kişiye "Akıl ve ilimden hangisini tercih edersin?" diye sorulsa, o kişi samimiyetle şu cevabı verecektir: "Onlardan hiçbirisini terketmem. Çünkü onların ikisi de bana lazımdır. Ve onlar birbirinden ayrılmazlar."
Akıl, kendisiyle ilim öğrenilen bir hassadır. O bir nurdur ki kalbe açılır, insan eşyayı onunla tanır. İmam Cürcani Tarifat adlı kitabında aklı şöyle tarif ediyor:
Akıl kalbte bir nurdur. İnsan onunla eşyanın hakikatini anlar. Onun yeri ya kalp ya da kafadır. O akıl ile gaip ve manevi şeyleri bilir. Müşahade ile de görünen eşyaları bilir.
Cürcani ilmi de şöyle tarif eder:
İlim kuvvetli bir sıfattır ki insan onunla külliyatla-cüziyyatı anlar. Kimisine göre de ilim, nefsin eşyanın manasına ulaşması demektir.
Bu tariflerden de anlaşılıyor ki akılla ilim birbirine yakın şeylerdir. Ancak kabule en yakın olan şudur ki, akıl insanın kendisiyle ilme ulaşılan şeydir. Burada akıl bir araç, ilim ise gayedir. İnsan aklıyla ilme ulaşır, sonra onun gereğiyle işler yapar. Bu bakımdan, İmam Ebu Hamid el-Gazâlî İhyau Uiumiddin adlı kitabında şöyle diyor:
Ahiretin yolu dinî ilimlerle kat edilir, ilim de ancak olgun akılla ve kalb sadeliğiyle elde edilir. Akıl insanın en şerefli vasfıdır. Çünkü onunla Allah'a ulaşılır. Ama umumî menfaat din ilmiyle elde edilmez. Çünkü onun fayda ve meyvesi ahiret saadetidir.
İmam Gazâlî şöyle devam ediyor:
İlmin şerefi akıl iledir. Akıl ilmin menbaı ve esasıdır.
Ağaç için meyve ne ise, akıl için de ilim odur. Işık güneş için ne ise, ilim de akıl için odur. Akıl ile ilmin münasebeti görme ile gündüz gibidir. Dünya ve ahiret saadetine vesile olan şey şerefli olmaz mı?
İmam İbn'ül-Cevzi de Seyd'ul-Hatır adlı kitabında şöyle diyor:
"İlimden şerefli hiç bir şey yoktur. İlimden dolayı Adem'e secde edildi. Allah'a en yakın olanlar âlimlerdir. İlim sadece faydasından dolayı değil, bizatihi güzeldir. Ona ancak onunla amel etmek isteyenler ulaşır.
Yine İbn'ul-Cevzi kitabının başka bir yerinde şöyle diyor:
İşler hep akıl etrafında dolaşır. Çünkü akıl çoğalınca, onun sahibi kuvvetli delillerle iş yapar. Aklın meyvesi söyleneni anlamak, kastedileni kavramaktır. Her kim demek istenileni anlar ve delil ile iş görürse, o sağlam temel üzerinde bina inşa etmiş gibidir.
Özetle diyebiliriz ki, akıl ve ilim iki şerefli hassadır. Akıl ilmin anahtarıdır, ilim ise aklın meyvesidir. Onların birinden uzak durmak mümkün değildir. Bu nedenle, onlardan birini diğerine tercih etmek doğru değildir. [72]
Soru: Bazı kimseler, yapmadığı şeyi başkasına emretmeyi, yaptı-ır Şeyi başkasına nehyetmeyi caiz görmüyorlar. İşin hakikatini be-eder misiniz?
Cevap: Şüphesiz yaşayarak örnek olmak, kuru sözden daha tesirlidir. Allah Teâlâ söyleyip de gereğini yapmayanları tehdit ederek şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır. (Saf/2-3)
Arab bir şair de nasihat edip de, nasihatinin gereğini yapmayanı uyararak şöyle söylüyor:
Ey başkasına muallimlik yapan kişi, niye önce kendine öğretmiyorsun. Sen ilacı hastalara tavsiye ediyorsun ancak sen neden iyi-leşmiyorsun. Çünkü sen de hastasın. Görüyoruz ki sen aklımızı iyiliğe sevkediyorsun, ancak sen iyilikten mahrumsun. Sen kendinden başla, nefsini kötülükten" koru, sen onu yaptığın zaman iş yapmış olursun. Yaptığın bir şeyden insanları alıkoyma. Eğer böyle yaparsan çok büyük ayıp işlemiş sayılırsın.
Ancak, yapmadığı veya yapamadığı bir şeyi tavsiye etmemeyi de doğru bulmuyoruz. Çünkü bazı şeyler vardır ki bazı insanlar onu yapmaya muktedir olamaz. Fakat onun tavsiyesiyle başkaları yapabilirler.
Yapılan nasihata -doğru olması şartıyla- uymak gerekir. Nasihat-çının onu yapıp, yapmaması onu bağlamamalıdır. Yoksa hayır işlerinin birçoğu atıl kalır. Raşit halifelerin beşincisi sayılan Ömer b. Abdülaziz, bir devlet yetkilisini uyararak şöyle diyor: "Ben nefsime zulmettiğim halde (yani bu işi yapmadığım halde) sana nasihat ediyorum. Ben de bir çok işleri yapamıyorum." İnsan bizzat yapmadığı birşeyi tavsiye de etmezse, emr-i bil mar'uf nehyi anil münker ortadan kalkar. O zaman haramlar, helâl hale getirilir, yeryüzünde Allah için nasihat edenler ve çalışanlar azalır.
Muaviye insanlara şöyle hitap ediyordu:
Ey insanlar! Bizim kötü işlerimiz, bizden duyduğunuz iyi işleri yapmanıza engel olmasın.
Şair de bu konuda şöyle söylüyor:
Ben işlerimde kusurlu isem de sen sözlerime bak.
Benim sözlerim sana fayda verir, kusurlarım sana zarar vermez.
Allahu a'lem. [73]
Soru: Elbiselerin üzerinde bulunan insan ve hayvan resimlerinin haram olduğunu söyleyenler var. İslâm'ın bu konudaki görüşü nedir?
Cevap: Şurası kesindir ki yoktan vareden sadece ve sadece Allah Teâlâ'dır. Yerin ve göğün yaratıcısı O'dur. Bütün nefisleri yaratan da O'dur. O'ndan başka hiç bir kimse bir şey yaratamaz ve meydana getiremez. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! (Size) bir misal verildi. Şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvaldıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de.
Onlar, Allah'ın kudretini hakkıyla takdir edemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür. (Hac/73-74)
Ancak bazı hadislerde canlı resimlerin haram olduğu ifade ediliyor. Haramlığm sebebi ise, şurada burada mevcut olan putperestlik ve şirke karşı kararlı olmaktır. Çünkü öteden beri cahiller salih kulların resimlerine taparak şöyle söylemişlerdir:
Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz. (Zümer/3)
Eski ve yeni âlimler resim hakkında ihtilaf etmelerine rağmen, he-
^en tamamı heykellerin haramhğı üzerinde ittifak etmişlerdir. Ancak
Jz_ Çocukların oyuncakları olan bebekleri, bitki ve cansız nesnelerin
resimlerini, çizgi resimleri bundan istisna etmişlerdir. Nitekim Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ancak elbiselerdeki çizgili resimler hariç.
Çünkü elbiselerdeki çizgili resimler hiç bir zaman halk için tapılan bir şey olmamıştır. Bundan dolayı bu resimler için bir engel görmüyoruz. Tabi ki bu resimler bir zarar ve bir fitneye sebebiyet vermedikleri sürece bu böyledir. Bazı âlimler de "Asırlarca putperest olan insanlar putlara tapmaktan uzaklaştılar, öyleyse bu resimlerin hiç bir zararı yoktur" diyorlar. Tabii ki tazim ve ululuk makamına konulmamak, onlara arz-ı ubudiyyet etmemek şartıyla.
Allahu a'lem. [74]
Soru: Ezher-i Şerifi kim inşa etti. Onun inşasının ana hedefi, milli ve İslâmi yeri nedir?
Cevap: Fatimiler hicri dördüncü asırda Mısır'ı fethettikleri zaman, Kahire'yi başkent yaptılar. Halife el-Müizzûddin'in baş komutanı olan Cevher es-Sıkılî, Ezher Üniversitesinin temelini attı. Binanın yapımına h. 359 yılında Cemaziye'1-U'lâ ayının altısında cumartesi günü başlandı. Birbuçuk sene sonra yedi Ramazan hicri 361 senesinde tamamlandı.
Ezher-i Şerifin temel amacı, Fatımîlere bir dini tahsil yuvası olması idi. Burada İsmailî Şiiliğinin öğretileri talim edilecekti. Fatımîler Mısır'da hakim oldukları sürece bu böyle devam etti. Bundan sonra Ezher Üniversitesi İslâm ve Arab Üniversitesine çevrildi.
Ezher-i Şerifin yalnızca Şii öğretilerin talim edildiği bir üniversite olmaktan çıkarılıp İslâm ve Arab üniversitesi haline getirilmesinin en başta gelen sebebi, Fatımîlerin münkariz olması ve Mısır'ın, Eyyu-bilerin eline geçmesidir. Hicri 567 senesinde büyük komutan Salahad-din el-Eyyubi Mısır'ı fethetti. Mısır'ı tekrar eski durumuna iade edip layık olduğu yere getirdi.
Artık Ezher-i Şerifte sadece Şia fıkhı değil, meşhur dört mezhep
fıkhı da okutuldu. Ezher-i Şerifin âlimleri bütün memlekete din ve lügat ilimlerini öğretmeye başladılar.
Sonra Zahir Baybars el-Bendakdari 658 senesinde Mısır'a geldi ve Ezher'e bir canlılık kazandırdı. Hilafet merkezinin nakledilmesiyle Bağdat eski özelliğini kaybedince, Kahire dini ve ilmi bayrağı taşımaya namzet oldu. Yeryüzünün her yerinden ilim ehli Kahire'ye akın etti. Ezher-i Şerifte din ve lügat ilimleri tahsil ettiler.
Dünyanın hiç bir yerinde Ezher Üniversitesi gibi kendisine her yandan akın akın gelen başka bir üniversite yoktur. Ezher, on asırdan bu yana üniversite olarak kullanılmaktadır. Müslümanlar dinlerini öğrenip toplumlarını aydınlatmak için hep ona koştular. Hacı olmak için Kabe'yi ziyaret ettikleri gibi, ilim öğrenmek için de yeryüzündeki bir çok müslüman Ezher'e koştu.
Ezher'in esas temeli İslâmi ve Arabi ilimlere dayanıyordu. İslâmi ve Arabi ilimlerde öncü olanlar ondan mezun oluyorlardı. Şüphesiz uzun zaman Ezher içtimai hayattan uzak kaldı. Bunun bir çok sebebi vardır. Onları burada zikretmeye vaktimiz yoktur. Islahatçılar defalarca Ezher'i medeni hayatla ve içtimaiyatla birleştirmek ve yapılandırmak istediler. Böylelikle Ezher'e matematik, mühendislik, resim, lügat, sosyal bilimler, tabiat ve kimya gibi bilim ve sanatlar da girdi.
Sonra devlet, Ezher'e muamelat, tıp, hendese gibi bilimleri koymak isteyince uzun münakaşalar oldu. Bu mevzu etrafında münakaşalar çoğalınca biz Ezherlilerin, hayat lazimesi olan şeylere yapışmasını, içinde bulunduğu toplumla kaynaşmasını şiddetle arzuladık. Bu da ancak müsbet ilimleri tahsil etmekle ve umumun kültürünü elde etmekle mümkün olur.
En mühim olan şey, Ezher'in büyük tarihi değerini korumasıdır. Bu da İslâmi ve Arabi ilimlere bir kale olmasıyla mümkündür. Sorumaların bunu hiç bir zaman unutmamaları, yegane samimi dileğimizdir.
Ezher'in milleti yönlendirmede tarih boyunca büyük rolü olmuş-tar, islâmi ve milli şuuru uyandırmada Ezher'in büyük bir yeri vardır. Vunkü manç ve imana çağıran kişilerin Arab Cumhuriyetlerinde büyük yerleri vardır. Onların aralarından çıkan bir sese ümmet kulak verir. Bakınız meşhur şair Şevki Ezherliler hakkında ne diyor:
Köyleri mağaralarından kaldırın,
Allah'a yemin olsun ki siz
Memleketlerin can damarları mesabesindesiniz.
Ezher'in, İslâmî ilimler ve Arab dili üzerinde önemle durması gerekir. Zira Arabça İslâm için mühim bir kaptır. İslâm ise Arabça'nın ve Arabın ruhudur. Arablar aziz olurlarsa, İslâm da aziz olur. Arab kazanırsa, İslâm da kazanır. Rasûlullah şöyle buyurdu:
Arab zelil olursa, İslâm da zelil olur.
Onun için Ezher bütün himmetim milleti yönlendirmek için kullanmalıdır. İslâm ve Arab izzeti için gösterilen hedeflere iştirak etmelidir. Çünkü vatan sevgisi imandandır.
Bilinmelidir ki Arab birliği milyonlarca müslümana hürriyet, izzet ve yücelik getirecektir. [75]
Soru: Gana'da İslâm'ın durumu hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Avrupa işgalinden sonra yeniden hürriyetine kavuşan Gana, 6 Mart 1957 senesinde hürriyet ve istiklâlini kazandı. Yakın bir zamana kadar Gana'ya "Altın Sahil" ismi veriliyordu. O Afrika kıtasının ortasmdadır.
Afrika uzun asırdan beri güzel hasletlerini korumuş bakir bir kıtadır. İslâm Asya'dan çıktı. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
İnsanlar için ilk kurulan mabed Mekke'dedir.
İslâm'ın sesine kulak veren ilk kıta Afrika'dır. İslâm hicri birinci asırdan beri Gana'da tanınıyor. Müslüman fatihler ve İslâm'la şerefen Afrikalılar, Afrika'nın ortalarına kadar nüfuz ettiler. Bu arada Ga-a'va da girdiler, Ganalılara İslâm'ı öğrettiler. Miladi dokuzuncu asırdan itibaren müslüman Arablar Gana'da hakimiyet kurdular. Avrupalılar ise, ancak miladi on beşinci asırda Gana'yı tanıdılar.
Müslümanlar Gana halkına İslâm hidayetini, Kur'an güneşini götürdüler. Allah şöyle buyuruyor:
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi.
Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Maide/15-16)
İslâm, Gana'ya sömürmek ve soymak veya hakimiyyet kurup kan içmek için girmedi. Avrupalılar Gana ve diğer ülkelere girince sağmal bir inek gibi onları sağdılar ve aç bıraktılar. Girdikleri ülkelerin halkı-' m zelil edip türlü hakaretlere maruz bıraktılar. İşte müslümanlarla Avrupalıların girişi arasındaki fark budur.
Gana'nın nüfusu beş milyona yakındır. Bunun bir milyonu müslü-mandır, ki yüzdesi %20'dir. Ancak, garazkâr bazı gazeteciler ve yazarlar, müslümanların %4 olduğunu yazıyorlar.
Gana'da üç din vardır. Çoğunluk Hristiyandır. Sakinlerinin beşte biri müslümandır. Az bir kısmı da yerli dine mensupturlar.
Şüphesiz, Gana kendilerine dinlerini ve kültürlerini öğretecek ve onlara el uzatacak insanlara muhtaçtır. [76]
Yazışmalardan bir kaç tanesini misal olarak verebilir misiniz?
kayet (nT eî~Tevkiat' nalıfenin veya valinin kendisine arz edilen şi-hipleri ~ Çesİne y^1!1 kisa ve veciz sözlerdir. Bu dilekçelerin sa-oldntı ǰgU keZ bu yazı ile hakh olduklarını veya bir şeye müstehak âklarını kanıtlamak isterler.
Arab edebiyatında bu yazışmalar büyük bir yer tutar. İnsanların bir çoğu hala bu yazışmaları taklit edip duruyorlar. Bu yaygın yazışmaları edebiyat kitaplarında bulabilirsiniz. el-îkd'ul-Ferid, Zahr'ul-Edep ve başka kitaplarda onların örnekleri çoktur. Eğer biri bunların üzerinde bir çalışma yapıp bu konuda bazı kaideler ve deliller bulsa şüphesiz edebiyata büyük bir hizmet yapmış olur.
Örnek olması için bazı yazışmalardan misaller verelim:
Adil halife Hz. Ömer, valisi olan Amr b. As'a şöyle bir mektup yazdı:
Emirinin sana nasıl davranmasını istiyorsan sen de ahaline öyle
davran!
Bir adam Hz. Osman'a Muaviye'yi şikayet etti. Hz. Osman Mu-aviye'ye şöyle yazdı:
Sana, kendini geçindirecek kadar harcama yetkisi verdik, Allah'ın malında israfçılar için bir fazlalık yoktur.
Hz. Ali'ye Selman-ı Farisi'den gelen bir mektupta: "İnsanlar kıyamet gününde nasıl birden hesaba çekileceklerdir?" diye soruluyordu. Hz. Ali ona cevap olarak şöyle yazdı:
Nasıl hep birden rızıklanıyorlarsa, hesaba da öyle çekileceklerdir.
Rabia b. Asel el-Yerbûi Muaviye'ye bir mektup yazarak yaptığı evin inşası için kendisine yardımcı olmasını istemişti. Basra'da yapılacak bu evin maliyeti on iki bin deve fiyatına mal olacaktı. Muaviye ona şöyle cevap yazdı:
Evin mi Basra'da olacak yoksa Basra mı evinde olacak?
Haccac, Velid'in israfını kötüleyerek ona bir yazı gönderdi. Velid ise Haccac'a şöyle cevap yazdı:
Ebedi olarak yaşayacaklar gibi mal toplayacağım, yarın ölecekmiş gibi dağıtacağım.
Kuteybe b. Müslim, Süleyman b. Abdülmelik'e kendisini tahtan indireceğini yazmıştı. Süleyman ona şöyle cevap yazdı:
Ferezdak'm sıtmadan öleceğini kendisi iddia etti. Ey sıtmalı adam sen çok yaşa.
Ömer b. Abdulaziz'in bir valisi şehrini ıslah etmek için bir mektup göndermiş idi. O da cevaben şöyle yazdı:
O şehri adalet üzerine bina et ve onun yollarını zulümden temizle!
Bir adam, Hişam b. Abdulmelik'e yapılan zulmü şikayette bulunarak şöyle yazdı:
Eğer doğru isen sana yardım ulaşsın, eğer yalancı isen sana ceza ulaşsın. Ya Öne çık ya da geriye çekil!
O da ona ve şikayetçi olan Medinelilere şöyle cevap yazdı: Bunları Allah Rasûlünün hatırına bağışlayın. Enbarlılardan bir cemaat Seffah'a şöyle yazdılar:
Evlerimiz elimizden alındı. Arazilerimiz Emirlik binasına katıldı, paralarımız verilmedi.
Bunun üzerine Seffah evlerinin parasının verilmesini emreden şu mektubu yazdı:
Bu takva olmayan bir temeldir.
Mısır valisi; Ebu Cayere Nü'in suyunun azaldığını yazdı o da şöyle cevapta bulundu:
Askerini bozukluktan koru, Nil'de sana bir şeyler versin.
Rum Meliki, Harun Reşid'e şöyle yazdı:
Ben bütün memleketimin kahramanlarıyla sana geliyorum.
Harun Reşid de ona şöyle yazdı:
Kâfirler, zaferin kime ait olacağını göreceklerdir.
Ibn Hasan Memun'a "Bize zulüm yapılıyor" diye şikayette bulun-u" Memun ona şöyle yazdı:
Şerefliler kendilerinden daha üstün olanlara zulmederler, onlardan daha aşağıdakiler ise onlara zulmederler, sen bunlardan han-gisisin?
Bir adam Zeyyad'a çocuğunun isyankarlığını şikayet etti. O da ona şöyle yazdı:
Oğulun isyankârlığı çoğu zaman babasının verdiği kötü terbiyeden kaynaklanır.
Kuteybe b. Müslim, Haccac b. Yusuf a mektup yazdı. Mektubunda çekirge afetinden ve kıtlıktan dert yanıyordu. Haccac ona şöyle cevap yazdı:
Hazinendeki mal azalınca onu raiyyenin maslahatı için harca. Beytül malı yetim, dul ve çok çocuklulara harcamaktan daha iyidir.
Ebû Müslim Horasani'ye bir vali şikayet edildi. O da valiye şöyle yazdı:
Senin hakkında şikayetler çoğaldı, sana teşekkür edenler ise azaldı. Ya adil olursun ya gidersin.
Bir adam Cafer b. Yahya'dan bir şey istedi; o da verdi. Tekrar isteyince Cafer ona şöyle yazdı:
Memeyi bırak biraz süt toplasın, sana topladığı gibi. Bir şair Hasan b. Sehl'e şu şiiri yazdı:
Rüyada bir ata bindiğimi gördüm.
Bir çocuğum ve elinde de para vardı.
Bana akıllı insanlar dediler ki: sen hayrı görmüşsün.
Her düş için bir tabir vardır.
Yarın Emir'e uğra hükmünde hayır görür,
Rüyanın müjdesini alırsın.
Hasan ise, beyitlerin aşağısına şu ayeti yazarak cevap verdi:
Karmakarışık rüyalardır.
Biz bunların tabirini bilmeyiz.
Sonra ona istediğini verdi.
Ebu Cafer el-Mansur, Ebi Osman Amr b. Ubeyd'e şöyle yazdı:
Arkadaşlarınla beraber bana yardım edin, çünkü onlar adaletli, doğru ve doğruya yardımcıdırlar.
Amr ise ona şöyle yazdı:
Sen doğruluk sancağını kaldır, o zaman doğrular seninle olurlar.
İşte çeşitli asırlardan seçtiğimiz yazışmalardan bazıları bunlardır. Onların gayet veciz, beliğ olduğu görülmektedir. [77]
Soru: Okuduğum bir kitapta Sıkıntıdan Sonra Ferahlık isimli bir kitaptan bahsediliyordu. Acaba bu isimde bir kitap var mı?
Cevap: Bu konuda bir kaç kitap vardır ki isimleri el-Ferecbade Şiddeh yani sıkıntıdan Sonra Ferahlık. Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Medayini'nin bu ismi taşıyan küçük bir kitabı vardır. Ebubekir Abdullah b. Muhammed b. Ebi'd-Dünya'nın da bu isimde bir kitabı bulunmaktadır. Bu kitapta bir çok hadis-i şerif, sahabe ve tabiinden eserler rivayet etmiştir. Onda biraz da şiir mevcuttur. Kadi Ebu Hüseyin Amr b. Kadi Ebu Amr Muhammed b. Yusuf el Kadi'nin de aynı ismi taşıyan bir kitabı vardır ki onda bir çok haber mevcuttur.
Yine Ebu Ali Hasan b. Ebi'l-Kasım Ali b. Muhammed b. Ebi'l-Fehm Dâvud b. İbrahim b. Temim et-Tenuhî el-Basrî'nin de aynı ismi taşıyan bir kitabı bulunmaktadır. H. 327 yılında doğan bu zat, aynı zamanda şairdir ve bir çok yerde kadılık yapmıştır. Onun ayrıca Nişva-w l-Mühadere ve el-Müstecad min Fealati'l-Ecvad adlı kitapları da vardır. Hicri 384 senesinde Bağdat'ta vefat etmiştir.
Elferec Bade'ş-Şiddeh isimli kitabı defalarca tab edilmiştir. İki cilt halinde dörtyüz sahifeye yakındır. Tenuhî bu kitabında aynı ismi taşıyan diğer kitaplardan da bahsedip onlardan yararlandığını yazıyor. Ancak kendi kitabının daha kapsamlı olduğunu söylüyor. Hayatın zorluklarına karşı bu kitabları okumanın kudret helvası kadar şifalı olduğunu, zorluklarla karşılaşanlara, zorluklardan sonra ferahlığın geldiğini, bu konuda bir çok ayet, hadis, haber ve eserlerin mevcud olduğunu yazıyor. [78]
Soru: Bir gazeteci, günlük bir gazetede fasih Arabça konuşan bir edebiyatçıyı alaya alıp dil konusunda bu kadar katı olunmamasını, halkın anlayacağı şekilde konuşulmasını tavsiye ediyor. Bu konuda bir açıklama yapar mısınız?
Cevap: Evet meseleyi ben de okudum ve çok üzüldüm, üzüldüm çünkü üniversite okumuş kültürlü insanlar Arabça cümlelerin manasını doğru dürüst bilmiyorlar. Halbuki normal bir Arab kültürüne sahip olanlar için bu cümleleri anlamak hiç de zor değildir.
Çok üzücü bir olaydır ki fasih Arabçayi bilenlerin sayısı gittikçe azalmaktadır. Halbuki bir milletin oluşmasında en büyük amil dildir. Arab milletinin Arabçasız aziz olması düşünülemez. Çünkü fasih Arabça Kur'an'ın, Arablann ve Arab edebiyatının dilidir. Bu Arab mirasıdır ki bizi kültürümüzü, birliğimizi koruma yollarına ulaştırır ve şereflendirir.
Yine üzüntü vericidir ki, kültürlü gençlerimiz Arab dilinde çok zayıftırlar. Eski yazışmaları, hutbeleri ve mütalaaları korumuyorlar. Derslerde ve basm-yayın alanında -fasih Arabça üzerinde önemle durulmalıdır.
Bundan gaye ise Arabçanın aziz olup ağlanacak duruma düşmemesidir. Hiç bir millet diliyle aziz olduğu kadar aziz olmamıştır.
Allahu alem. [79]
Soru: "İki ilim bir ilimden iyidir" ve "Tehlikeler gelip geçicidirler" sözleri, ne anlama gelir ve ne tür durumlarda kullanılır?
Cevap: "İki ilim bir ilimden iyidir" sözünü, Meydani Mucemu'h Emsal isimli eserinde şöyle açıklıyor:
Bir adam oğluyla yolculuğa çıkar. Adam oğluna, "Ey oğul! Yolun durumunu iyice öğren!" der. Oğlu da babasına "Babacığım ben yolu çok iyi bilirim" diye cevap verir. O da "Evladım! İki ilim (bilgi) bir ilimden daha hayırlıdır" der.
Bu atasözü istişare ve araştırmanın her zaman güzel ve faydalı olduğu durumlar için söylenir. Burada oğul yolu iyi bildiğini söylüyor. Ancak babası daha iyi öğrenmesi için araştırmasmı istiyor. Ta ki daha emin olsunlar.
İkinci atasözüne gelince, Ebu'1-Ali et-Tenuhi el-Ferec Ba'de'§-Şiddeh adlı kitabında el-Ağleb'ül-Acli adlı meşhur Arab şairinin bir şiirinde şöyle dediğini naklediyor:
Tehlikeler gelip geçicidirler,
Onlar bir giderler bir daha geri gelmezler.
Rivayetlere göre geçmiş Arablar bir şiddet ve musibetle karşılaştıkları zaman gayba inanarak şöyle diyorlardı: Tehlikeler gelip geçicidirler. Zorluklar ve şiddet erkeklere gelir, onlar o tehlikelere açılırlar, ona sabrederler, sabır ve yakin içinde kalırlar. [80]
Soru: Sen bilgiyi iyice koruyup, muhafaza etmezsen, kitapları sa-n imanın bir faydası olmaz.
Bu sözler kime aittir?
Cevap: Bu beytin sahibi şair Muhammed b. Yesîr er-Riyaşi'dir. Onun, meşhur şair ve edip el-Abbas b. Ferec er-Riyaşi'nin de mensubu bulunduğu Riyaş kabilesinin efendisi olduğu söyleniyor. O hiç Basra'dan ayrılmadı, mal için halifeye gitmedi. İsfehani, el-Ağani adlı kitabında şu beyitle beraber aşağıdaki beyitlerin de ona ait olduğunu ifade ediyor:
Her duyduğuma kulak versem, her topladığımı korusam, topladıklarımın dışında hiç bir şeyden yararlanmasam bana çok kabiliyetli âlim diyecekler. Ancak benim nefsim bütün ilimleri dinler ve sonra onları atıverir. Topladıklarımı koruyamıyorum. Benim ilmim kitaplarla bırakılmıştır. Kim ilminde böyle ise, onun zamanı tekrar geri döner. Sen kulak verip ilmi koruyanlardan değilsen, senin kitaplan toplaman bir fayda vermez.
Burada şair, insanların sadece kitapları satın almakla yetinmeme-si gerektiğini, o kitaplarda ne var ne yok onu bilmesi gerektiğini söylemektedir. [81]
Soru: Bir mecliste birisi ibareyi yanlış okudu. Bazıları kendini kınayınca da dedi ki: "Kelamın iyisi hatalı okunanıdır". Sonra da bu sözün meşhur bir Arab şairine ait olduğunu söyledi. Bu sözde doğruluk payı var mıdır?
Cevap: Her şeyden evvel sözkonusu kelimenin lugattaki manasına bakmamız lazımdır. Konuşmada lahn, ya kelimenin irabını yanlış yapmakla veya onu asıl manasından başka bir manaya çevirmekle olur.
Arablar "Ona lahnda bulundum" derler, ki bu "onun anlayacağı, başkasının anlamayacağı bir şey söyledim" demektir. Kur'an-ı Ke-rim'de de lahn bu manada kullanılmıştır:
Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. (Muham-med/30)
Yani münafıklar üstü kapalı ve müslümanlar hakkında incitici konuşurlardı. Tırmah da bu manada bir söz söylemiştir: sen insanlara zor gelen ve bilinmeyen sözlerle konuşuyorsun." Lahn bazen şarkı söylemek müzik yapmak manasına da gelir. Lahn'm çoğulu elharidır.
Lahn iki kısma ayrılır. Birisi sözde yanlış konuşmadır. Bu da mu-tad konuşmalarda çirkin bir şeydir. Dini nasları yanlış okumaksa haramdır. İkincisi ise, konuşmalarda bir nevi şifre ve bilmecedir. Sebep varsa üstü kapalı konuşmak caizdir. Bazı yerlerde de güzeldir. Rivayetlere göre Hz. Peygamber Beni Kureyza'nın durumunu öğrenmek için bazı arkadaşlarını gönderdi. Onlara şöyle söyledi:
Gidiniz durumlarına bakınız eğer durum bize ulaştığı gibi ise, yani gerçekten hıyanet ediyorlarsa, onu insanlara ifşa etmeyin. Yok eğer onlar hala bize vefa gösteriyorlarsa, o zaman onu insanların arasında yayın.
Lahn burada konuşanla konuşulan arasında ancak ikisinin anladığı bir şifredir. Nitekim hata manasına gelen lahn da yanlış konuşmaktır. Seyrafî şöyle söylemiştir: "Ben nahiv ilminin hakikatim onun zıddı olan lahn da buldum. Çünkü lahn yanlış konuşma, nahiv ise doğru konuşma demektir."
Manası anlaşılırsa ha'mn fethasıyla lehen olur ve ha'run kesresiy-le lehin olursa bu muhatabın şifreyi anlamış olduğunu gösterir. Mâlik b. Esma bir şiirinde şöyle diyor:
Sen bazen şifreli konuşuyorsun, Konuşmaların en güzel şifreli olanıdır.
Canız bu beyti tefsir ederken şöyle diyor: "Şair burada demek istiyor ki bazen genç kızların böyle şifreli konuşmaları güzel karşılanır."
Bazıları ise bu yorumu yanlış bulmuşlardır.
Haccac'ın Hint binti Esma binti Harice adındaki hanımı bir gün kocasının yanında lahn yaptı, kocası ise, onu azarladı. O da kardeşi Mâlik b. Esma'nın "Konuşmaların en güzeli şifreli olanıdır" sözünü delil olarak getirdi. Hacacc ona şöyle cevap verdi: "Kardeşinin demek istediği bu değildir. Onun demek istediği şey bir nevi bilmecedir." O zaman kadın sustu. Cahız bu sözü işitince şöyle söyledi: "Eğer bu söz bana el-Beyan ve't-Tebyin adlı kitabımı yazmadan önce ulaşsaydı, bu konuda daha önce söylediklerimi söylemezdim." Ona "sen bunu değiştiremez misin?" dediler. O da "artık iş işten geçmiştir" dedi.
Zahitlerden biri şöyle söylüyor: Biz konuşmalarımızda gayet açığız, lahn yapmıyoruz. "Biz işlerimizde hata yaptık onu düzeltemiyoruz. Cahilliği getirmedik ancak ilmin yüzünü cehaletle kapattık. Biz konuşmada lahn yapmaktan tiksiniriz. Ancak fillerimizdeki (lahnlara) hatalara aldırmayız."
Anlaşılmıştır ki iki kişi arasındaki şifreli söze lahn denilir. Bu kimseye zarar vermediği sürece caizdir. Ancak konuşmada lahn yapmak büyük bir ayıptır. Bundandır ki Abdullah b. Mervan şöyle demiştir. "Minberde konuşurken hata yapma korkusu beni ihtiyarlattı." Fiil-lerdeki hatalar ise hepten kötüdür. O konuşma hatalarından da büyüktür. Allah bizi kötü, yanlış konuşmalardan ve kötü ve yanlış hareketlerden korusun. Allah bizi muvaffak kılsın. [82]
Soru: "Eğer ehl-i ilim ilmini koruyup onu insanlar arasında yay-saydılar, kendileri de büyük olurlardı" sözü kime aittir ve ne manaya gelmektedir?
Cevap: Bu söz, Ebu'l-Hasan Ali b. Abdulaziz el-Cürcani'ye aittir. O hicretin 366. senesinde vefat etmiştir. Cürcan'da dünyaya gelmiş, Nişabur şeyhlerinden ilim almıştır. îlim öğrenmek için Şam ve Irak'ı dolaşmıştır. Fıkıhta Şafii olan Ebu'l-Hasan, itikatta arkadaşı vezir, edip Sahib b. Ubbad gibi Mutezili'dir. Cürcani edep konusunda çokça eser
vermiştir. Kadılık görevini de yürütmüştür. Rey şehrinde baş kadılık rütbesine kadar yükselmiştir.
O hem şiir hem de nesirde mucid idi. Onun şiiriyle nesirleri arasında bir fark görülmezdi. Fıkıhta lider, tarih ilminde hüccet olan Cürcani, gazel ve güzel atasözleri söylemede de usta idi. O edebi tahlil ve şiir tenkidi hakkında bir çok kitap yazmış. Bu konuda en meşhur kitabı el-Vısatatü Beyne'l-Müîennebi ve Husumihi isimli eseridir. Arab edebiyat tarihinde tahlil ve tenkit konusunda yazılmış en büyük kitaptır. Onun ayrıca Taberî tarihinin özeti olan bir de tarih kitabı vardır.
Yukarıda bahsi geçen sözün manasına gelince, bu, ilme ve âlime saygıyı ifade etmektedir. Yani eğer âlimler ilmin değerini koruyabilir-lerse, heybetlerini, büyüklüklerini de korurlar. Eğer onlar ilmin şerefini korumazlarsa, kendilerinin de bir kıymeti kalmaz. Şu aşağıdaki beyitler çok güzel bir kasideden alınmıştır:
Bana diyorlar ki sen de bir tutukluk vardır. Ancak anlamlar kendini zilletten alıkoyan birini görürler. Görüyorum ki onlara yaklaşan onların yanında hakir olur. Kim nefsini korursa o izzetli olur.
Her isteği kendime basamak yapsam, ilmin hakkını vermemiş olurum.
Irzımı korumakla öyle bir yere yükseldim ki, orada siyanetimi bir ganimet buldum.
Bu bir içme kaynağıdır denilince ben hür insanın nefsi bazen susuzluğa katlanır dedim.
Nefsini onu kötüleyecek şeylerden korusun. Çünkü düşmanlar her zaman neden ve niçini araştırırlar. Cimrinin kınamasından kurtulup, cömertin dünyasına girdim, enden bir fırsat kaçınca onun arkasından hiç pişman olmadım.
Bana beyan edilen özürü kabul ettim, neden ve keşke demedim.
Kendimi bir çok nazlardan alıkoydum.
Onlardan uzak durunca insanın haysiyeti yerinde olur.
Acı gülümsemeden nefsimi alıkoyuyorum.
Medhedenle kötü karşılaşmayı da istemem.
Yüce nimetlere talip olan niceleri vardır ki büyük reis de olsalar ulaşamazlar.
Nice nimetler vardır ki onlar hür insanlara işkencedir. Nice nimetler vardır ki hür insanlar onu bir diyet kabul ederler. Her rastladığıma hizmet etmek için kendimi ilme vermedim. Ancak hizmet yapılsın diye ilim okudum.
Kötü bir ağaç dikip kötü bir meyve devşirmekten, cahilliğe tabi olmak daha yeğdir.
Eğer ehl-i ilim ilmin izzetini bilirse, onlar diğer insanların yanında daha büyük olurlar.
Ancak onlar ilme ihanet ettiler. O da onları terketti.
Onun diriliğini tamahla lekelediler, o da yüzünü kerih gösterdi.
Bana görünen her şimşek beni korkutmaz.
Yeryüzündeki herkes razı da olsa beni kurtarmaz.
Ancak bana bir dostluk ve zaruret arız olunca, fikrimi bir kurtarıcı ve bir itham edilen şey görüyorum.
Onu anmakla boğulmayacağım bir şeyi görünce
O zaman başardım ve nimete mazhar oldum diyorum.
Keşke bütün âlimler bu güzel beyitlerin manasım göz Önünde bu-lundursalardi. Bu beyitlerin derin manalarını her zaman düşünselerdi. Böylece alçalmaktan ve basitlikten kurtulurlardı. Âlimin kerameti ve
mürüvveti nasıl korunur öğrenirlerdi. O zaman iyi bir numune olup ilim ve ahlâkta taklit edilirlerdi. [83]
Soru: Bir gazetede satılık köpek ilanı gördüm. Bu caiz midir?
Cevap: Bu dünyada insandan daha garip bir varlık görmedim. O hak sese kulak verir, hayır nurlarıyla hidayete erişirse, o zaman rabbanilerden olup meleklerden biri gibi olur. Ancak bazen de öyle kötülüklere dalar ki şeytanlardan bir şeytan olup çıkar. Kur'an ne güzel buyurmuştur:
Müslüman olanlar (teslimiyet gösterenler) doğru yolu arayanlardır. Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır. (Cin/14-15)
Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. (Tin/4-5)
Kahrolası insan ne kadar da nankördür. (Abese/17) Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür. (İbrahim/34)
Köpeğini satmak için gazeteye ilan veren kişi mutlaka ilan parası vermiştir. Öyleyse bu adam refah ehli biridir. Her halde o adam gafletten uyandı ve köpekler yerine insanlarla ilgilenmenin daha hayırlı olduğunu anladı. Onu, israfından dolayı biri hesaba çekmeden önce o bu köpekten kurtulmak istedi. Yoksa iş bunun tersi midir? Adam bakıyor ki köpeklere değer veriliyor. Onlar artık sokaklara atılmıyor, parasız verilmiyor. Arabalara bindiriliyor, yataklarda yatırılıyor. En güzel eti yiyorlar. İpek ve atlas giydiriliyor. Boyunlarına altın ve gümüş tasmalar takılıyor. Öte yandan milyonarca insan, yeryüzünün çeşitli yerlerin-- aÇ ve çıplak olup günlük yiyeceklerini bile ancak zorluk ve zilletle kazanabiliyorlar.
Yoksa refah ehli varlıklı adam köpeğin, hayır söylemeyen insan-an daha iyi olduğunu mu düşünüyor? Bu hususta İbn Abbas'a nisbet edilen şu söz ibret vericidir: "Emin, güvenilir bir köpek hain bir insandan daha hayırlıdır." İnsanların arasında güvenin kalmadığı bir devirde köpeğin tabiatındaki vefayı mı dile getiriyor?
İmam Suyuti ve İbn Merzuban gibi zatlar köpeklerin bazı insanlardan daha vefalı olduğuna dair kitaplar yazmışlardır. Ve kitaplarına Köpeklerin, Elbise Giyen Birçok Kişiden Üstünlükleri ismini vermişlerdir. Onlar böyle demekte haklıdırlar. Ebu Zer (r.a) zamanın ehlini şöyle tarif ediyor: "İnsanlar dikensiz gül gibi idiler. Şimdi ise, onlar gülsüz diken gibidirler." Acaba Ebu Zer zamanımızda olsaydı ne derdi (Allah ondan razı olsun). Her halde o da ondan sonra gelip aşağıdaki sözü söyleyen kimse gibi söylerdi: "Sen öyle bir toplumdasın ki onlardan ayrılınca senin bütün güzelliklerini çirkinliğe yorarlar. Seni gördüklerinde "Sen insanların en iyisisin" derler. İnsanları hiç samimi görmüyorsun. Bütün sevgiler sahte oldu."
İnsanların sefillerindeki bu kötü ahlâk nerde, defalarca sahibinin evinden kovulduğu halde tekrar geri dönen köpeğin tabiatındaki vefa nerde? O defalarca dövüldüğü halde bunu unutur, sahibi ölünce onun gamından ve yasından yemek yemez. O bazen ölünceye kadar sahibinin kabrinin başında bekler. İbn Abbas çok doğru söylemiştir: "Güvenilir bir köpek, hain bir adamdan daha hayırlıdır."
Beşeriyetin ahlâkının "Vefalı bir köpek, alçak bir insandan daha hayırlıdır" dedirtecek kadar sükut etmesi, ne kadar acıdır. Ve yine bir köpeğe bir insandan daha fazla değer verilmesi ne acıdır. Bundan daha aşağı ne olabilir ki, namuslu olan insanın yüzü kızarıyor.
Allah daha iyi bilendir. [84]
Soru: Müslümanların kusurları sayılıp, döküldü, onları ıslah etmek için bazı yollar gösterildi. Bu hususta sizin görüşünüz nedir?
Cevap: Bir çok yerde müslümanların en büyük eksiklik ve kusur-
1 arının, dinlerini iyi bilmemeleri olduğunu ifade ettim. Onlar dini, haram olan dünyalığı elde etmek için kullanırlar. Din onları güzel şeylere çağırınca onlar dine sırt çevirirler. Mezheb taassubu birbirlerine zulmetmelerine sebep olur, onları yaratıldıkları şereften alıkor. Emir ve komuta makamında olanların bir çoğu milleti umumi hedeflerden ve meşru isteklerden uzaklaştırır. Böylelikle ümmet şahıslarla uğraşır. İntikamcı partiler hiçbir temel esasa dayanmadan birbirleriyle çekişip duruyorlar. Onların olaylara bakış tarzları çok yüzeyseldir. Görüşleri kapsamlı, derin, köklü değildir. Onlar kendilerini de iktidarlarının hududunu da bilmezler. Onlar medeniyetin mal, köşkler arabalar, şehvet ve meta olduğunu sanıyorlar. Onlar bazı konularda bir şeyler yapıyorlar ancak işin kaynağına inmiyorlar. Medeniyetin asıl kaynağına da inanmıyorlar.
Müslümanların kalkınabilmeleri, Kur'an'ın da ifade ettiği gibi tek bir ümmet olabilmeleri için şu aşağıdaki emirleri yerine getirmeleri lazımdır:
1. Her şeyden önce tüm müslümanların Arabça'yı çok iyi bilmeleri lazımdır. Çünkü Arabça hem Kur'an'ın hem de İslâm'ın dilidir. Dillerinin farklı oluşu müslümanlar arasında tam bir birlik oluşturmayı engelliyor.
2. Her İslâmî teşekkül, cemaat ve fütüvvet ruhunu geliştirmeli, nefislerde ve bilhassa yeni yetişen nesilde dindarlık ruhunu meydana getirmelidir.
3. Din hayat için gelmiştir. Yani hayatı yönlendiren dindir. Öyle ise bize vacib olan şey, İslâm'ı mükemmel bir şekilde öğrenmektir, ki din hayatın yolunu göstersin. Dinin gösterdiği bu yolu fertlerin, milletler ve hükümetlerin tatbik etmesi gerekir.
4. Bütün İslâmi toplumları güçlü bir konuma getirip kalkındırmak azimdir. Bu da bedeni terbiye, kültürel kalkınma, ferdin ve toplumun
uakını düzeltmek, maddi hayatı düzenlemek, mimariyi geliştirmekle Bu güç ve kuvvet bir hazırlık ve bir savunma aracı olmalı, bu güç bir zaman saldın ve tecavüz aracı olmamalıdır.
5. Bir çok müşkilâtın ve zorluğun tedavisi iktisada dayanıyor. İktisadın, ahlâkta, emniyette ve ilişkilerde çok büyük rolü vardır. İslâm milletlerini iktisadi kalkınmaya yönlendirmek için büyük bir çaba sar-fetmek gerekiyor.
6. İslâm coğrafyasında büyük hazineler ve güzellikler vardır. Yerin altında ve üstünde, yağmur sularında, deniz ve nehirlerin gücünde nice bereketler vardır. Müslümanların bu hazinelerden mümkün olduğunca faydalanmaları şarttır. Bunlardan faydalanmak, bunları geliştirmek, onların fazlalarım muhtaçlara dağıtmak gerekir.
7. Kitap, dergi, gazete, tiyatro, sinema ve diğer yayın organlarını Allah'a davet, umumi bir İslâmî görüş oluşturmak, bu organları İslâmi bir renge sokmak hususunda özel bir gayret gösterilmeli, zira kalkınma ancak bunları doğru kullanmakla mümkün olur.
8. İslâm âlimlerinin ve İslâm davasını yüklenenlerin arasını bulup, onlan bir araya getirmek gerekir, ki bu da mektuplaşma, ziyaret ve toplantılarla olur. Kitap ve neşir konusunda mübadelede bulunmak, müslümanlan ilgilendiren konularda şura prensibine riayet etmekle mümkündür.
9. İslâm bütün dünyanın dinidir. Kur'an bütün alemlere rahmet olarak indirilmiştir. Bu nedenle, müslümanların Kur'an-ı Kerim'i anlaşılır bir şekilde tefsir edip çeşitli dünya dillerine çevirmeleri lazımdır. Ta ki Allah'ın bu hidayeti İslâm milletlerine ve diğer milletlere ulaşsın.
10. Yine müslümanların kullanabilmeleri için "İslâm Dünyası Yıllığı" adı altında bir kitap hazırlayıp, bu yıllıkta İslâm milletlerinin problemlerini, sıkıntı ve arzularını, bugün ve yarınlarını tartışıp bir takım kararlar almaları gerekir. Böylece her müslüman vatanında neler olup bittiğini Öğrenir ve geleceğine olan inancını takviye eder.
11. Muhtelif İslâm mezheplerinden olan insanlar arasında bir kongre düzenlemek, o kongrede, ihtilaflı konuları araştırmak, ihtilafları bertaraf etmek lazımdır. Çünkü ihtilaflar büyük fitnelere sebebiyet veriyor, büyük kuvvetler boşa gidiyor, güç tükeniyor, kıskançlıklar,
kinler meydana geliyor. Asgari müştereklerde ve İslâm bayrağının kardeşlik ve muhabbet gölgesi altında birleşmek lazımdır.
12. Her durumda İslâm rengiyle renklenmek lazımdır. Bu da İslâmi bir eğitimle olur. Ancak bu şekilde memleketine güvenen, inancı için cihada hazır olan bir nesil meydana gelebilir.
Yukarıda zikrettiğimiz maddeler müslümanların kalkınabilmeleri için yerine getirilmesi gereken şeylerdir.
Not: Daha geniş bilgi için Müslümanların Kalkınmaları İçin Araçlar adıyla Kahire'de 1959 yılında neşredilen kitabımıza müracaat edilebilir. [85]
Soru: Başına bir musibet gelen, bu nedenle ümitsizliğe düşüp yerli yersiz konuşan bir dostuma nasıl bir nasihatta bulunabilirim?
Cevap: Allah insanoğluna sayısız nimetler verdiği halde, insan bunları unutur, şükredeceği yerde nankörlük eder. Allah ona bolca rı-zık, eşya ve nimet verince, ifsat eder, ihmal ve zayi eder. Kader onu günün birinde imtihan ederse, onu dünya ve ahirette daha yüce bir mev-kiye getirmek için bir az sıkarsa, onun dünyası başına yıkılır. Kendine bahşedilen bütün nimetleri unutur. O ancak içinde bulunduğu saati hatırlar, hayatı bir oyuncak bahçesi veya bir oyun parkı zanneder. Halbuki hayat cihad ve mücadeleden ibarettir, o rahatla beraber bir yorgunluktur, çalışmadan sonra bir mutluluktur.
Kur'an-ı Kerim insanlardaki bu kötü huyu şöyle tasvir eder:
Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder, ona imkan verildiğinde ise pinti kesilir. (Mearic/19-21)
Ancak Allah (c.c) sadık kullarını bunlardan istisna ederek ayetin devamında şöyle buyuruyor:
Ancak şunlar öyle değildir, namaz kılanlar -ki onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler)— mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar, ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar, rablerinin azabından korkanlar, ki rablerinin azabı(na karşı) emin olunamaz. (Me-aric/22-28)
Ey kardeş! Eğer arkadaşın, Allah'ın bu saymakla tükenmeyen nimetlerini hatırına getirseydi, Allah'ın ona yapmış olduğu iyilikleri ve vermiş olduğu yaratılış ve akıl, beden ve sağlık nimetini ve daha nice nimetleri göz önünde bulundursaydı Allah'ın büyük bir lütufta bulunduğunu anlayacak; darlıkta ve genişlikte sabredecekti. O'nun verdiği genişlik bir ikram, darlık ise bir kıvamdır. Musibetler gidicidirler. Her geceyi bir sabah izler. Darlıktan sonra genişlik gelir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. (İnşirah/5-6)
Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Bir zorluk iki kolaylığı yenmez.
Allah rahmet etsin bir mü'min ne güzel söylemiş:
Eğer insanlar belada gizli olan şeyi bilselerdi, hayatlarının hep bela ile geçmesini isteyeceklerdi.
Bir mü'min de şöyle demiş:
Ben nimet ve genişliğe sevindiğimden daha çok belaya sevinirim. Çünkü nimetle beraber sonu belli olmayana, bir aldatmaya kapılabilirim. Ancak bela ile birlikte hiç kimsenin kapısından mahrum dönmediği zâta yönelir ve ümide kapılırım.
Nerede erkeklere, kahramanlara layık olan sabır ve tahammül? Çocuk ruhuyla yaşayan insanın hayatta değeri nedir ki? Çünkü çocuklar en ufak şeyde bağırırlar ve ümitsizliğe kapılırlar.
Gerçekten Kur'an-ı Kerim'de sabıra büyük önem verilmiş olup
müslümana dağlar gibi sabit durması tavsiye ediliyor. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de doksandan fazla yerde sabırdan bahsetmiştir, ki Kur'an-ı Kerim ancak önemli şeyleri tekrar eder. Kur'an sabrı salih ve sadık kulların vasıflarından saymıştır. Biz Kur'an'da geçen sabırla ilgili ayetlerin bir kısmını zikretmekle iktifa edeceğiz:
Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyîe
mükafatlarını vereceğiz. (Nahl/96)
İşte onlara sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve salamla karşılanacaklardır... (Furkan/75)
Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim, onlar, hakikaten muratlarına erenlerdir. (Mü'minun/111)
Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu yapılmaya değer işlerdendir. (Şuara/43)
Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder. (İnsan/12)
(Ey Muhammed!) Sabırlı ol, çünkü Allah güzel iş yapanların mükafatını zayi etmez. (Hud/115)
Başına gelenlere sabret, doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. (Lokman/17)
Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir. (Zü-mer/10)
Ey arkadaş! Ağlamak, sızlamak ve şikayet etmek mertlik ve yiğitliğe sığmaz. Allah sana lütufta bulunsun, güzel bir sabır ve rıza nasip buyursun. [86]
Soru: Bir mevki işgal eden kimselerin ahlâklarının bozulup tabiatlarının değiştiğini, tanıdıklarına karşı büyüklenmeye başladıklarını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Bunun yegane sebebi; tabiatların adiliği ve nefislerin küçüklüğüdür. Bir makam ve mevkiye geldiğinde ahlâkı değişen kişi o makam ve mevkiyi hazmedememiş, o makam ve mevki ona galip gelmiş, onu köle etmiş demektir. Geçmişlerimiz (Allah rahmet etsin onlara), makam ve mevki faziletlerinden bir şey götürmediği halde, devletten makam ve mevki kabul edenleri kınarlardı. Makam ve mevkiye yenik düşeni tohum gibi yere saçar onunla alay ederlerdi.
Makam ve rütbe ancak ufku dar, gayesi küçük olan insanları sevindirir. Ancak geniş ufuklu, azimli olan kişi şerefli olmaya çalışır. Şeref ona gelirse o onunla kani olmaz. O gözünü daha yükseklere diker, hedefini sürekli büyütür. Bununla beraber her zaman fazilet ve ahlâkını da korur. Bu konuda en büyük örnek Ömer b. Abdulaziz'dir.
Halife olmadan önce ipek elbiseleri dahi sert ve kaba bulan Ömer b. Abdulaziz, halife olduktan sonra yünü dahi yumuşak bulup yünden daha kaba bir elbise arıyordu. Ömer b. Abdulaziz durumunu şöyle dile getiriyor:
Bende çok ihtiraslı bir nefis vardı. Gördüğüm bir şeyin hep daha büyüğünü istiyordum. Nefsim işin sonuna varınca artık ahirete meyletti.Bir gün Ebu Hazm Seleme b. Dinar el-Hünaseri halifenin huzuruna girdi. Ömer onu tanıdığı halde Ebu Hazm tanımadı. Sonra Ömer yaklaş dedi. Ebu Hazm yaklaşıp "Sen emir'ul-mü'minsin değil mi?" diye sorup da evet cevabım alınca tekrar "Sen Medine valisi değil miydin?" dedi "O zaman bineğin ve elbiselerin güzel, yüzün parlak, yemeğin iştah çekici, evin muhkem, hizmetçilerin fazla idiler. Şimdi sen halife oldun, seni değiştiren ne oldu?"
Ömer, ağlamaya başladı ve "Ey Ebu Hazm! dedi "Sen beni öldükten üç gün sonra kabrimde görsen, o zaman beni gözlerim, yanaklarımın üzerine dökülmüş, dilim kurumuş, karnım deşilmiş, içimden kurtlar çıkmış olarak bulur, şimdiki hâlimden daha fazla beni tuhaf bulurdun. Bana Medine'de söylediğin hadisi tekrarla!"
Bunun üzerine Ebu Hazm, Ebu Hureyre'den işittiği şu hadisi nakletti:
Önümüzde engebeli, eğri büğrü yokuşlar, engeller vardır. Ancak onları zayıf, hafif cüsseli insanlar geçebilecektir.
Ömer uzun uzadıya ağladı. Sonra "Ey Ebu Hazm! Ben o engelleri geçmek için nefsimi zayıflatmayayım mı? Yine de ben o engelleri geçeceğimi hiç sanmıyorum. Çünkü bu kadar insanın idaresini üstüme almış bulunuyorum" dedi.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Benim havzımm büyüklüğü (Yemen'in) Aden (şehrin)den (Ürdün'ün) Amman el-Belka şehrine kadardır. Onun suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun bardakları yıldızlar sayısmcadır. Kim ondan bir yudum içerse ebediyyen susanıaz. Ona ilk defa inenler Muhacirlerin fakirleridirler.
Ömer b. Hattab "Ya Rasûlullah! Onlar kimlerdir?" diye sorunca, Rasûlullah buyurdular ki:
Onlar, başlan tozlu, elbiseleri kirli, zengin kadınlarla evlenmeyen, kendilerine başarı kapılan açılmayan kişilerdir.
Ömer b. Abdulaziz bunu duyunca dedi ki: "Ben zengin kadınlarla evlendim. Bana başarı kapılan da açıldı. Ben ancak Allah'ın rahmetini bekliyorum. Şüphesiz ben başım tozlanıncaya kadar yağlamayacağım, elbiselerim de kirleninceye kadar yıkatmayacağım."
İşte büyük insanlar böyledirler. Onlar yükseldikçe tevazu gösterirler. Küçük insanlar ise, ufak bir başarı ile sapıtır. Allah bizi ıslâh etsin ve doğru yola iletsin. [87]
Soru: Bir ailenin ferdine zulümde bulunup sonra ortadan kaybolan adamın kardeşine saldırıda bulunan ailenin bu yaptığı caiz midir?
Cevap: Arablar, cahiliye döneminde, kendisinde adalet ve ölçü bulunmayan cahiliye hükmüyle hüküm veriyor, intikam almada çok aşırı gidiyorlardı. Hatta bir kişi mukabilinde bir kaç kişiyi öldürüyorlardı. Çoğu zaman katilden başkası öldürülüyordu. İslâm aydınlığıyla doğunca, bu düşmanlığı haram kıldı. Bunun yerinde kısas hükmünü getirdi.
Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (Öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa, artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (Öldüren gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azab vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız. (Bakara/178-179)
Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralar da birbirine kısastır. (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir. (Maide/45)
İslâm suç işleyenin cezalandırılmasını emretmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. (Necm/39)
Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir. (Müddesir/38)
Allah, bütün kuvvetlilerden daha kuvvetlidir. Herkesten daha yücedir. Allah, günahın hesabını, yalnızca onu işleyenden sorar, başkasından sormaz. Onun yerinde onun bir yakınını tutmaz, ona azab etmez. Bu aklın da onayladığı bir adalettir. Ancak bir cahil ve zâlim buna karşı çıkabilir.
Emeviler zamanında bir tutuklu firar eder. Ziyad, onun yerine kardeşini hapsetmek ister. Firar eden tutuklunun kardeşine şöyle der: "Kardeşini getirmediğin sürece seni serbest bırakmayacağım." Bunun üzerine adam der ki: "Sana mü'minlerin emirinden, serbest bırakılmamı emreden bir mektup getirsem beni bırakır mısın?" Ziyad evet cevabını verince, adam şöyle der: Ben sana Aziz ve mecid olan bir kitaptan -ki o benden de senden de emirül mü'mininden de daha azizdir- delil getirip Hz. İbrahim ile Hz. Musa'yı da şahit göstersem yeterli olmaz mı? Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Yoksa Musa'nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim'in suhuflarında yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi? Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsana kendi çalışmasından başka bir şey yoktur, çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/36-41)
Bunun üzerine Ziyad şöyle dedi: "Bu adamı serbest bırakın. Çünkü Allah ona savunmasını iyi öğretmiştir."
Yine Kur'an-ı Kerim Yusuf un durumunu şöyle dile getiriyor: Yusuf un kardeşleri hırsızlıkla müttehem olan Bünyamin'in yerine içlerinden birisinin tutulmasını istediklerinde, o bunu reddeder. Çünkü bu apaçık bir zulüm ve sapıklık olurdu. Allah şöyle buyuruyor:
Dediler ki: "Ey aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz." Dedi ki: "Eşyamızı yanında bulunduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zâlimler oluruz." (Yusuf/78-79)
Beşeriyetin efendisi Hz. Muhammed (s.a) Uhud gününde necis müşrikler şehitlerin efendisi Hz. Hamza'yı öldürdükleri zaman kızdı ve şöyle söyledi:
Onlara galip gelirsem yetmiş kişinin organları üzerinde müsle yapacağım (yani Ölülerinin organlarını dahi ibret için keseceğim).
Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:
Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabredersen, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. (Nahl/126)
Kur'an kısasta sadece cürüm işleyenin öldürülmesiyle iktifa edilmesi gerektiğini bildiriyor:
Zulmen öldürülen kimsenin velisine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak o da kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını almıştır. (İsra/33)
Bunlardan da anlaşılıyor ki İslâm'da mücrimden başkasına tecavüzde bulunmak haramdır. Artık o başkası suçlunun yakını veya dostu olsun durum değişmez, zira işlediği cinayetin cezasını ancak suçlu olan kişi çeker. [88]
Soru: Bir çok kişinin, araştırmadan İslâm'a girdiklerini, sonra da ona aykırı işler yaptıklarını görüyoruz. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?
Cevap: İnsafla araştıranlar İslâm'ın alemlerin rabbi olan Allah'ın dini olduğunu, onu insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderdiğini anlarlar.
İslâm'la şereflenen kişiler, bir takım hatalar işleyip bazı görevlerinde gevşeklik gösterseler de bu dinden vazgeçmiyorlar. Yine günah işleyen bazı müslümanlarm, inancına bir şey dokunduğu zaman, gayrete gelip harekete geçtiğini görürüz. Her ne kadar ihmal ve ten-bellikle onun kalbi paslanmışsa da inancın kökü onun kalbinde kök salmıştır.
Müslümanların yeryüzünde sayıları çoğaldı. Öyle ki yüz milyonlarla ifade ediliyor. Bir milyon fazla veya eksik olması bir şey ifade etmez. Ancak mühim olan şey dinlerini tatbik etmeleridir. Kendi milletlerinin temellerine yapışmaları, fiileriyle sözlerine tercüman olmaları önemlidir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır. (Saf/2-3)
Bir çok gayr-i müslim İslâm'a girip bunu ilan ediyorlar. Avamdan olan müslümanlar da buna çok seviniyorlar. Halbuki müslümanlıklan-nı izhar eden bu kimseler, İslâm'ın asla onaylamayacağı şeyler yapıyor, bu da gösteriyor ki onlar gerçekten müslüman olmamışlardır. Bunların kimi, eşinden ayrılabilmek, kimi müslüman bir kızla evlenebilmek, kimi de miras ve benzeri problemlerini halledebilmek için müslüman olduklarını söylüyor. Bu işler tamamlanınca onların çoğu tekrar İslâm'dan dönüyorlar.
İslâm ve müslümanlar bu gibi insanlarla aziz olmaz. İslâm hiçbir zaman bir köprü, bir atlama tahtası olmaya ve ondan garaz sahiplerinin geçmesine rıza göstermez. Allah kullarından ihlâs ile dinine girmelerini ister. Araştırıp öğrenerek iman eden ve hiçbir çıkar gözetmeyen kimsenin kalbinde iman kök salar. İşte ancak böyleleri hiçbir kmayıcı-nın kınamasından korkmaz. Dini için yorulmaktan ve zorluğa katlanmaktan çekinmez. Allah şöyle buyuruyor:
Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip canını vermiştir, kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiç bir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. (Ahzâb/23)
Müslümanlar dinlerini böyle istismar edenlere imkan vermemelidir. Güçleri yettiği kadar, dinlerinin faziletini açıklayıp göstererek insanları dinlerine (İslâm'a) hikmetle, bilgi ve güzel nasihatlarla çağır-malıdırlar. İslâm'a girmek isteyenlerin niyetlerinin doğru olup olmadığına dikkat etmelidirler. Bu meyanda dine girmek isteyen de İslâm dininin hak din olduğuna kani olmalıdır. Ancak o zaman dinimize girenlerin bize bir güç vereceklerine ve dinde bizim kardeşlerimiz oldukla-nna inanabiliriz.
Müslümanlar bunu, İslâm'ın saygınlığım ve cemaatlerini koru-, kötü maksatlarını gerçekleştirmek için İslâm'ı bir maske olarak
kullanan bozguncu ve sömürücülerin yollarını tıkamak için yapmalıdırlar. Burada şunu da hatırlatalım: İslâm tarihinde bir çok kişi yalandan İslâm'a girmişler sonra müslümanlara bir çok tuzak kurmuşlardır. Maalesef bunlar ağaç kurtları gibi İslâm ağacını kemirip devirmişlerdir.
Bugün müslümanların sayısı bir buçuk milyarı aşmıştır. Eğer bunlar varlıklarını isbat eden arılar gibi vızıldasaîardı, dinleyenlerin kulaklarını sağu- ederlerdi. Ancak zaman uzadı, onların kalbleri katı-laştı, azimleri kırıldı. Bugün ise, yerin ve göğün rabbi, dünya ve ahi-ret'in rahmanı, fetih ve yardım müjdesi veriyor. Hayrın bize doğacağını müjdeliyor.
Müslümanlar yerlerini görsünler, saflarını sıklaştırsınlar, defterlerini temiz tutsunlar. Çünkü onlar çokluğa muhtaç değillerdir. Zaten onlar çokturlar. Ancak onlar güce ve ihlasa muhtaçtırlar. Allah şöyle buyuruyor:
Allah, kendisine (dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz, Allah, güçlüdür galiptir. (Hac/40) [89]
Soru: Şu aşağıdaki sözler kime aittir?
Ben müslüman olarak öldürüldükten, ölümüm Allah için olduktan sonra nerede ve kim tarafından öldürüldüğüme hiç aldırmam.
Bu söz hangi münasebetle söylenmiş ve başı-sonu var mı?
Cevap: Hubeyb b. Adi müslümanların zayıflarından olup din uğrunda işkence görenlerden idi. Bir grup müşrik onu yakaladı. Ona işkence yaptılar, onu asmak istediler, Hubeyb iki rekat namaz kılmak üzere müsade istedi, alınca da hafifçe iki rekat namaz kıldı. Sonra da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki eğer korktu, demeseydiniz namazı uzatacaktım ve sonra şöyle bedduada bulundu: "Allahim! Müşrikleri kahret, onlardan tek bir tane bırakma" ve sonra şu şiiri söyledi:
Bakıyorum ki bütün hizipler etrafımda toplanmışlar, Çocuklarını ve kadınlarım da yanlarına alarak. Ben de darağacına yaklaşıyorum. Ben gamımı ve garipliğimi Allah'a şikayet ediyorum Bütün hizipler başımda toplanmışlar. Arşın sahibi bu konuda bana sabır verdi. Onlar benim etimi parça parça edecekler, Benim de arzum yerine gelecektir. Beni küfre zorladılar, halbuki ölüm ondan daha iyidir. Benim gözlerim yaşsız doldu.
Ben de ölüm korkusu yoktur. Çünkü dönüşüm ancak Allah'adır. Ben müslüman olarak öldürüldükten sonra kim tarafından ve nerede öldürüldüğüme aldırmam. Bu benim işim Allah içindir. O dilerse çürümüş ve parçalanmış cesetleri de mübarek kılar.
Ebu Süfyan ona "Şimdi burada senin yerine Muhammed'in boynunun vurulmasını ve senin de ehlinin içinde selamette olmanı istemez miydin?" diye sorduğunda, Hubeyb hiç tereddüt etmeden şöyle cevap verdi: "Hayır vallahi ben ehlimin içinde selamette bulunurken, Hz. Muhammed'in ayağına bir dikenin batmasına bile razı olmam." [90]
Soru: Bütün varlığımla dünyaya yönelip kazandığımı, topladığımı, fakat faydalananıadığımı, infak edemediğimi, gamsız, tasasız ve amelsiz olarak uzun yaşama arzusu taşıdığımı, ihmal ve isyan içinde olduğumu, hatırıma ibret almanın gelmediğini görüyorum. Şu ölü kalbimi nasıl canlandırabilirim. Dünyaya bu kadar alaka duyan nefsimi nasıl arındırabilirim?
Cevap: Ebu'l-Hasan el-Ebheri şöyle anlatıyor: Bahau'd-Devle beni el-Kâdir Billah'a gönderdi. Yanına vardığımda şu şiiri okuyordu:
Olacak her şey hakkında kader hüküm verdi.
Allah'a yemin olsun ki senin rızkın teminat altındadır.
Tüketeceğin kadarını tut arta kalanı bırak
Sen o zaman hadiselerden emin olursun.
Sen dünya ehlini ve onların ölüm yerlerini görmüyor musun?
Ey hain kişi! Dünyadan ayrılacağın gün için çalış.
Ey babası ölesice, sen dünyada topladığını başkası için topluyorsun.
Ey dünyayı imara çalışan kişi; sen ölmekle
Hiç kimsenin içinde kalamayacağı evi imar ediyorsun.
Sen de biliyorsun ki ölüm haktır,
Ancak sen onu hatıra bile getirmek istemiyorsun
Ölüm geldiği zaman ne izin ister ne de bir an gecikir.
Ben "Mü'minlerin emirini buna muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" deyince, o da şöyle dedi: "Bizi zikrine muvaffak kılan Allah'a hamd olsun ki O bizi kendisine şükretmeye de muvaffak kıldı. Sen Hasan Basri'nin günahkârlar hakkındaki sözünü duymadın mı? O şöyle demişti: "Onlar Allah'ı basit gördüler, O'na isyan ettiler. Eğer onlar Allah'ı ululasalardı, Allah da onları günah işlemekten koruyacaktı." [91]
Soru: Tarikat nedir ve şeriatla ilgileri var mıdır?
Cevap: Tarikatlar, dini ve milli kurumlardır. Her tarikat bir şeyh ile ona tâbi olan müritlerden meydana gelir. Her şeyh kendi gücü ve ih-lası ölçüşünce gayret gösterip müritlerini doğru yola ve Allah'a ibadete yönlendirir, onları güzel ahlâkla ahlâklandınr, onları Allah'ı düşünmeye ve O'ndan sakınmaya çağırır.
Tarikatlar, Hz. Peygamber'den çok sonra meydana çıkmıştır. Kurumsal ve şekilsel olarak tarikatlar, Rasûlullah zamanında bilinmiyordu.
Tasavvufun İslâm'la olan bağı hakkında bazı araştırmacılar şunları söylüyor: Eğer tasavvuf ve onun ehli dosdoğru gider, birtakım numaralarla mal toplamaz, ihsan mertebesine yükselmek için gayret göste-rirlerse, bu tür tasavvuf güzeldir.
Bir kısım tasavvuf ehlinin "Şeriatla, tarikat arasında çelişki vardır" sözü tamamen yanlıştır. Çünkü İslâm'da insanların en hayırlısı Allah'ın davetine kulak veren, şeriatına bağlanan, hükümlerini yerine getiren kişidir. İlahi şeriata olan bu bağlılık insanı yüceltir, onun ruhunu ve ahlâkını yükseltir.
Sahih tasavvufun şeriata bağlı olduğuna en büyük delil ise, İmam Kuşeyri'nin risalesidir. O risalesinde şöyle söylüyor:
Bu işin temeli ve esası şeriatın adabını korumaktır. Şüpheli ve haram olan işlere el uzatmamaktır. Duyulan sakıncalı şeylerden korumak, nefesleri gafletle tüketmemek, zaruret zamanında dahi bir hardal tanesi kadar şüpheli şeyleri helâl görmemektir. Mürit olan kişi her zaman şüpheli şeylerden kaçmaya çalışır. Çünkü şehvetine tabi olan kişinin saflığı, duruluğu gider. Müridin Allah'a verdiği sözde durması lazımdır.
Allah daha iyi bilendir. [92]
Soru: Allah'a yalvardığını zaman sıkıntım azalıyor, tekrar kendime geliyorum. Sıkıntılı hallerde okunacak duaların hangileri olduğunu söyler misiniz?
Cevap: Evet, kalbleri evirip çeviren, gaybı bilen, insanlara konuşma kabiliyeti veren ve günahları bağışlayan Allah'a münacatta bulunmak, ona yalvarmak öyle bir lezzettir ki, ancak arifler ona erişir.
Dualarda nice nefesler vardır ki, onlar sıkıntıları giderir, gamları kaldırır, nefisleri yatıştırır ve insanın yakinini pekiştirir. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm, o halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğ-nı yolu bulalar. (Bakara/186)
Hz. Peygamber'in (s.a) "dua ibadetin Özüdür" sözü gayet önemlidir. Duanın da en hayırlısı doğru olan ve doğruluğu aşikar olup tasdik edilen kişinin, yani Rasûlullah'ın ve onun temiz ashabının yaptığı dualardır. Allah dilediğini doğru yola iletir.
İzzetle kaim olan, izzeti seven Allah'ı tenzih ederim. Şerefe bürünen ve şerefle mükerrem olan Allah'ı tenzih ederim. Kendisinden başkasına teşbih edilmeyen Allah'ı tenzih ederim. Nimet ve fazilet sahibi olan Allah'ı tenzih ederim. Şeref ve kerem sahibi olan Allah'ı tenzih ederim. Celal ve ihsan sahibi olan Allah'ı teşbih ederim.
Allahım! Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan amelden, kabul görmeyen duadan, doymayan nefisten, korkmayan kalbten, yaşarmayan gözden sana sığınırım. Allahım! Senden bütün hayırları isterim. Bildiğim ve bilmediğim bütün hayırları... Bildiğim ve bilmediğim bütün kötülüklerden de sana sığınırım. Bütün işlerde sonumuzu iyi yapmanı senden diliyorum. Bizi ahiret azabından ve dünya rüsvaylığmdan korumanı diliyorum. Allahım! Bizi iyilik yapınca sevinenlerden, kötülük yapınca istiğfar edenlerden, nimetlerine şükredenlerden, senden gelen geçim darlığı ve diğer musibetlere sabredenlerden, koşun dediğin zaman koşanlardan ve senin için cihad edip de kazananlardan eyle!
Allahım! Bizi fazlalaştır azaltma, bize ikramda bulun bizi aşağılama, bize ver bizden kesme, bizi etkili kıl, başkasından etkilenenlerden eyleme, bizden razı ol bizi razı kıl, çünkü biz senin nimetinin yok olmasından korkuyoruz.
Senin afiyetinin yön değiştirmesinden, azabının ansızın gelmesinden ve gazabından korkuyoruz. Allahım! Senin kazana rıza gösterdim. Senin belana sabrettim. Senin nimetlerine şükrü bana müyesser kıl. Darlığında ve genişliğinde beni yakin üzerinde sabit kıl. Çünkü ben bütün kötü ahlâklardan, işlerden, arzulardan ve görüşlerden sana sığınırım. Allahım! Kulaklarımdan ve gözlerimden yararlanmayı bana müyesser kıl. Onları bana varis kıl. Bana zulmedene karşı beni galip kıl, benim intikamımı ondan al!
Allahım! Kalbimi hidayete erdirecek bir rahmet diliyorum senden. Öyle bir rahmet ki, onunla işlerim toparlansın, dağınıklığım giderilsin, gizli şeylerim onunla ıslah olsun, görünen şeylerim onunla yücelsin. İşlerim onunla düzelsin. Onunla bütün kötülüklerden korunayım. Ey yüce yaratıcım! Senden karada kurtuluş, mutlu bir hayat, düşmanlara galebe ve şehitlerin mertebesini diliyorum. Ey yüce kuvvet sahibi ve ey iyi işlerin sahibi! Korkulu günde senden eminlik diliyorum. Ebedi alemde sana yakın olan kişilerle beraber cennete girmeyi senden diliyorum. Beni, sözlerini yerine getirenlerle beraber hasret, çünkü sen çok acıyan ve çok seven ve dilediğini yapansın.
Ya rab! Sen, konuşmalarımı duyuyor, yerimi biliyorsun. Sen gizli ve aşikâr her şeyimi biliyorsun. Benim hiç bir şeyim sana saklı değildir. Ben yoksul bir fakirim. Senden imdat diliyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Bir miskinin yakarışıyla yakarışta bulunuyorum. Zelil günahkarların yakarışıyla sana yalvarıyorum. Korkanların yakanşıyla yakarıyorum. Sana boynunu bükenlerden, senin için gözü yaş dökenlerden ve sana boyun eğenlerden oldum. Allahım! Senin duanı terkedenlerden eyleme beni! Bana acı, merhamet et! Ey sorulanların en hayırlısı ve ey verenlerin en iyisi olan Allahım.
Allahım! Kuvvetimin zayıflığımı, çaremin azlığını ve insanlar üzerinde olan etkisizliğimi sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların rabbisin. Sen benim rab-bimsin. Beni kime ısmarlıyorsun? Beni kerih karşılayan düşmana mı? Yoksa işimi eline verdiğin bir yakına mı? Eğer bana kızgın değilsen aldırmam. Ancak afiyetin benim için daha hayırlıdır. Ey yeri ve göğü, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işini yükselten rab, sana sığınırım.
Senin gazabından ve bana kızmandan sana sığınırım. Allahım sen razı ol yeter. Çünkü bütün kuvvet ve kudret senin elindedir. Hazinesi senin yanında olan şeyleri isterim. Senin rahmetinin gereklerini isterim. Senin mağfiretini ve bütün günahlardan selameti, bütün hayırlardan yararlanmayı, dinimde, dünyamda, ehlimde ve malımda senden afiyeti isterim.
Allahım! Bizimle günahlarımızın arasına girecek kadar bize korku ver. Bize cennetine koyacak kadar ibadet ve taat nasib kıl. Dünya musibetlerini hafifletecek kadar bize yakın ver! Ve bize zulmedenden intikamımızı al. Bizi düşmanlarımıza galip getir. Bizim musibetimizi dinimizde kılma. Dünyayı en büyük derdimiz ve ilmimizin gayesi kılma. Bizden olmayanı başımıza getirme. Allahım! Seni görüyormuşçasına senden korkmamı sağla. Beni takvanla mutlu kıl. Beni masiyetinle mutsuz kılma. Beni kazanda hayırlı kıl, kaderinde mübarek kıl. Ta ki geç vereceğin şeyin acelesine sevinmeyeyim veya acele vereceğin şeyin de gecikmesine sevinmeyeyim. Allahım! Kalbimi nifaktan temizle, amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözlerimi hıyanetten koru. Çünkü sen gözlerin hainliğini ve kalblerin gizlediklerini bilirsin. Allahım! Nefislerimizi takva üzere kıl, onları tezkiye eyle, çünkü nefisleri en iyi tezkiye eden sensin. Sen nefislerin velisi ve mevlasısm. Senin gücün her şeye yeter. [93]
Soru: "Nefsi, Bahile'den olan kişiye, soyca Haşimoğullarından olmanın bir faydası olmaz" sözü, ne anlama geliyor?
Cevap: Haşimoğulları Kureyş kabilesinin bir koludur. Bu kabile fazilet, haseb, yücelik ve soylulukla meşhurdur. Kelbi'nin beyanına göre, cahiliye döneminden İslâm'a geçen Kureyş'ten on batından on kol vardır. Bu on kolun içinde en meşhuru Haşimoğuİlandır ki, Abbas b. Abdulmuttalib Haşimi idi. O cahiliye döneminde de İslâm döneminde de hacılara su dağıtmakla görevlendirilmişti.
Çünkü hacılara su vermek, Beytullah'ın imarım üstlenmek ve ilan etmek Haşimoğullarında idi. O zaman reis kur'a ile seçilirdi. Kur'a da Abbas'a isabet etti.
Bir adam Şa'bi'den Haşimoğullarıyla, Ümeyye oğullarını sordu. O da "Eğer dilersen bu konuda Hz. Ali'nin dediğini sana aktarayım" dedi. Adam peki deyince, Şa'bi şöyle söyledi: "Haşim oğullan bol bol yemek yedirirler ve hayır işlerine koşarlar. Ümeyye oğulları ise, çok halimdirler, ulaşılmayacak işe ulaşırlar."
Muaviye'ye "Bize Ümeyye oğullarından ve Haşim oğullarından bahseder misiniz?" denilince şöyle söyledi: "Haşim oğullarından bir tane eşraf vardı. Bizdeyse eşraf çok idi. Ancak onlardan öyle bir kişi çıktı ki, bütün evvelki ve sonrakileri geçti." Onlardan bir tane eşraf vardı sözüyle Abdulmuttalib b. Hâşim'i, evvelki ve sonrakileri geçen kişiyle de Rasûlullah'i kasdediyor.
Bahile ise, Beni Haşim'e nazaran küçük, basit bir kabile olup iftihar edilecek bir kabile değildi. Bahile oğulları Beni Mâlik b. Asar'ın kabilesidir ki bunlar anneleri Bahile'ye nisbet edilirler. Bazı şairler Bahile kabilesini küçümseyerek anarlardı. Çünkü mütevazi bir kabile idi.
Şiirde bahsi geçen asalet, aba ve ecdadın asaletidir. Kişinin kendi özü ise, yaptığı iş ve ameldir. Yani şair demek istiyor ki, insanın soyu ne kadar yüce olursa olsun, kişinin iyi bir işi ve ameli olmazsa, bu ona bir fayda sağlamaz. Nice soylular vardır ki aba ve ecdatlanyla iftihar ederler, fakat iyi bir iş yapmazlar. Bu durumda soyu ona fayda vermez. Ancak bazı insanlar vardır ki asalet ve soyları mütevazidir. Fakat o hayatta nefsini korumuş, kendi şerefini kendi eliyle bina etmiştir. Çalışmasıyla büyüklüğünü oluşturmuş, yıldızı parlamış ve yücelmiş, çalışmayan soylulan geride bırakmıştır.
işte islâm'ın bahşettiği hediye budur. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:.
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, ondan en çok kor-kamnızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. (Hu-curat/13
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve
çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/39-41)
Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun Rasülullah da buyuruyor ki:
Hepiniz Adem'densiniz, Adem de topraktandır, insanlar eşittirler. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.
Ve yine kızı Fatıma'ya şöyle buyurmuştur:
Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Çalış, çünkü benim Allah katında sana faydam dokunmaz.
"Mevkilerimiz yücelse de kendimizi babalarımıza bırakmayız. Geçmişlerimiz gibi biz de iyilik yapmaya çalışırız" diyen kişi -Allah için— ne güzel söylemiş. [94]
Soru: "Zaman kötüye gidip de daralırsan sabret. Çünkü darlıktan sonra genişlik gelir. Hurma ağacı gibi kıskançlıktan yüksek ol, çünkü o taşlanır, fakat hurma verir" sözünün sahibi kimdir ve bu sözün anla-minedir?
Cevap: Bu sözün sahibini bilmiyorum. Ancak bu söz hikmet ve nasihatla doludur. Şair burada insanları tahammüle, güzel sabra ve güzel hasletlere, karşılık beklemeden hayra ve sevaba çağırıyor, nankörlükle de karşılaşsa kişiyi ihsana teşvik ediyor. Birinci beyitte şöyle demek istiyor: Sana hile de yapılsa, dünya başına dar da gelse, zaman be-lalarıyla sana galebe de çalsa, yine de sen sabret. Çünkü şiddet ve darlıktan sonra mutlaka genişlik gelir.
Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır. (Talak/7)
Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. (İnşirah/5-6)
Allah Rasûlü (s.a) de şöyle buyuruyor: Bir darlık iki kolaylığı yenemez.
İkinci beyitte ise şair bir temsil getirerek şöyle demek istiyor: Yüce ve meyveli bir hurma ağacı gibi olun. Onun gibi hasetten ve kıskançlıktan uzak bulunun! Bütün aşağılıklardan, ucuz düşmanlıklardan ve adi tuzaklardan sakının. İbret gözüyle hurma ağacına bakınız, bu konuda o size bir örnek olsun. Çünkü insanlar onu taşlarlar, fakat o ne kızar ne tehevvüre kapılır. Bilakis insanlara iyilikte bulunur. Onların düşmanlıklarına karşı iyilik eder, taşlanmalarına rağmen çok güzel ve tatlı meyveler verir.
Bana öyle geliyor ki bu şair bu beytin manasını Peygamberimizin bir hadisinden almıştır. Buharı ve Müslim Sahihlerinde Abdullah b. Ömer'den Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
Ağaçların içinde bir ağaç vardır ki yaprakları dökülmez. O ağaç müslümana benziyor, bana söyleyin o hangi ağaçtır?
Abdullah b. Ömer şöyle devam ediyor: Orada bulunanlar, o ağacın herhangi bir ağaç olduğunu düşündüler. Ben ise onun hurma ağacı olduğunu anladım, fakat söylemeye utandım. Sonra ashap "Ya Rasülullah! Bize onun hangi ağaç olduğunu söyler misin?" dediler. Rasülullah "O, hurma ağacıdır" dedi. Abdullah diyor ki: ben konuya babama anlattım. O da dedi ki: "Sen Rasûlullah'm yanında aklına geleni söyle-seydin, bana bütün dünya malından daha sevimli olurdu."
Doğru, salih müslümanla, hurma ağacı arasında bir çok benzerlik vardır. Hurma ağacının hiç bir külfeti yoktur. O ziraat ve sulamak yönünden sahibini yormaz. Müslüman da öyledir. Onun yiyeceği, giyeceği hafiftir. Ona az bir azık, az bir geçim yeter. Müslüman israf ve teb-zırde bulunmaz. Çünkü israfçılar şeytanın arkadaşıdırlar. O acıkmadan yemez, yeyince de tıkabasa karnını doldurmaz. Belini doğrultacak bir kaç lokma ona yeter. Müslüman midesinin üçte birini yemek, üçte bi-nnı su ve üçte birini de nefes için ayırır. Ve o inanır ki, iki kişiye hazırlanan yemek üç kişiye, üç kişiye hazırlanan yemek dört kişiye kafi gehr. Bu bizzat Rasülullah tarafından ifade edilen bir şeydir.
Ve yine hurma ağacı yüksek ve yücedir. Müslüman kişi de öyleden vr ^tT^' ^a^an semadadır, adi işlerden, haris ve alçak şeyler-fpj9 ., Ir O alçaltıcı şeye karşı bütün varlığıyla hayır der, kendini ra «jj ' vunKü o rabbinden izzet ve şerefi miras olarak almıştır. Zi-ildie ' Resulüne ve mü'minlere hastır. Hadiste de ifade
dildie
ledir n *ere hurma ağacının yaprakları dökülmez. Müslüman da öy-meZ) v ainıyla, terbiyesiyle her zaman kendini korur, onun işi değiş-
ağacı ov SaPmaz- başı ancak rabbi için eğilir. Onun başı tıpkı hurma m] diktir.
şeyi yoı a a&acı doğrudur, müslüman da öyledir. Onun gizli kapaklı riayet m r' rabbinden bir basiret ve hidayet üzeredir, helal ve harama
r' Şüpheli şeylerden kaçınır.
devam], | ma yaz kı§ yeşildir. Müslüman da öyledir. Onun kalbinde yata kart; sönmeyen, solmayan bir yeşillik vardır. O devamlı ha-Ümitlidir) hayattan tad alır.
me beya ,^ın özü olan beyazlığa Arabçada cimar denir, -ki bu kelidir, ten)j? Jm en koyusu için kullanılır- müslümanın da kalbi beyaz-İnsanlar. 'r' ^nc*a haset, kin yoktur. Bilakis o berrak bir ayna gibidir, dana gej; Zanı^n hak yoldan uzaklaşırlarsa kalbte siyah bir leke mey- öu siyah lekeler kalbi kaplayınca, o kalb mühürlenir.
fa mevcut, ^ rma ta*lı ve i§tan Çekici bir meyve olup onda gıda ve şi-konuşma r' Müslüman kişi de öyledir. O hayatında hep meyve verir; ve dağıtIr ' Ve hareketleri hep güzel meyveler verir, herkese mey- ^kü
hayata ]av ^nkü hikmet ilmine göre, yalnız kendisi için yaşayan kişi ^ğüdir. Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
dımCı ^ kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da ona yardımcı olur. [95]
Soru: zulürn]e nsan^rın, özellikle dostların zulmünden gönlüm daraldı. ^e kurtulmanın çaresi var mıdır?
Cevap: İnsanlar birbirine ezelden beri zulmedegelmişlerdir. Bu, kıyamete kadar da devam edecektir. Zira bu tutum insanın tabiatında olan bir şeydir. Ancak Allah kime merhamet ederse, o kişi ondan kurtulabilir. Böyle kişiler de çok azdırlar. İnsanın insana zulmü, ilk insan Hz. Âdem'den beri devam etmektedir. Aynı kıza talib olmaları nedeniyle Hz. Âdem'in iki oğlu arasında niza başgösterdi. Hz. Âdem bu müşkili gidermek için dedi ki:
İkiniz de Allah için birer kurban kesin, kimin kurbanı kabul edilirse kız onun olsun.
Hüküm çok adil idi. Her ikisi de kurbanlarını takdim ettiler, fakat Allah -gökten bir ateş indirerek- Hâbil'in kurbanını kabul etti.
Ancak Kabil bu durumu kabul etmeyerek kardeşini öldürdü. Kur'an-ı Kerim bu kıssayı veciz bir şekilde şöyle hikâye ediyor:
Onara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi' de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise, kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden) "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder" dedi (ve ekledi:) "Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan da ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben alemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın. Zâlimlerin cezası işte budur." (Maide/29)
Nihayet nefsi onu, kardeşini Öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. (Maide/27-30)
Araştırıldığında görülür ki; eski ve yeni Arab ediblerinin kimi açık bir dille, kimi rumuzlarla, kimi feryad ile bu kötülüğü dile getirmişlerdir.
Evet, zaman zaman çok sevdiğimiz, kendisi için çok fedakârlıklara katlandığımız kişilerden de kötülük görürüz. İbn Zeydun şiirinde
Şöyle söylüyor:
Sen sözünde durmadın, ancak ben durdum.
Sen benim sevgimi sattın.
Ve önce fazla veren var mı dedin, sonra da sattım dedin.
Beni istediğin fiyata ver, beni bırak
Sen birazdan pişman olursun,
Sen bizden başkasıyla da imtihan olacaksın,
İnsanları tecrübe ve imtihan et.
Yine şair gadreden sevgiliye üzüntüsünü dile getirip onu tekrar geri dönmeye iknaya çalışarak, kendini ona fedaya hazır olduğunu şöyle ifade ediyor:
Sen bana ünsiyet verdikten sonra
Zaman beni yalnız bırakmaz.
Sen benim güneşim olduktan sonra
Gündüzlerim kararmaz
Ümitlerimi senin sevginde dikiyorum.
Diktiklerimin meyvesini ölüm olarak devşiriyorum.
Vefama karşılık sen zulme saptın
Ve sen benim sevgimi ucuz bir fiyata sattın.
Eğer zaman benim hükmüme kulak verseydi,
Onun kötülüklerine kendi nefsimi feda edecektim.
Bu konuda en büyük etken, sevgi ve nefretteki aşırılıktır. Öyle ise, nefret ettiklerinden aşın nefret etme. Çünkü kader karşına çoğu kez hesapta olmayan şeyler çıkarır. Yarın o kişi senin dostun olabilir. Sevgide de aşırı gitme. Çünkü sen kalbinin dönmesinden emin olamazsın. Bugün çok sevip senden bir parça imiş gibi gördüğün kimseden, yarın ayrılabilirsin.
Kaderin, hesapta olmayan ani cilvelerine sabretmek gerekir. Bugün sana gelen, yarın başkasına gelir. Zira, kader her halükârda hükmünü yürütür. Onun önüne geçilmez. [96]
Soru: Aşağıdaki beyitleri açıklarmısmız?
Eğer ben alçak ve küçük bir adamı cezalandırmak istersem
Mevkim ve dinim beni bundan alıkor.
O bana gıyabımda saldırır,
Ancak beni görünce bana yaltaklanır.
Eğer sabrın bir dizgini olmasa idi
Koca erkek deve, deve yavrusunun karnını ayaklarıyla deşerdi.
Bana dediler ki: o sana küfrediyor.
Ben de dedim ki: o ormandaki aslana havlayan bir köpektir.
Cevap: Cimrilik, pintilik, yüzsüzlük, kıskançlık bir çok insanın tabiatı durumundadır. Şerefli insanlar tarih boyunca böyle insanların saldırısına uğramışlardır. Şerefli kişiler bu saldırıları kendilerinin üstün, kötülerin ise düşüklüğüne verirler. Çünkü kıskançlık yüksek olan kişileri alçaltabilir, ancak muhkem olan suçların duvarlarını yıkabilir.
Kötü insan beyinsizlikte ileri giderken, iyi insan sebat ve güzellikte ileri gider. Beyinsizin şirreti artar, iyinin makamı yükselir. Nihayet kötü insan kin ve gayzla yanar ve kötülükleriyle başbaşa kalır.
"Sefih (beyinsiz) konuşunca ona cevap verme, ona verilecek en iyi cevab sükût etmektir. Ona cevap verirsen onu sevindirirsin, onu muha-tab almazsan o üzüntüsünden ölür" diyen kişi ne güzel söylemiştir.
Kendisine karşı ileri-geri konuşan biri için Hz. Hüseyin -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir: "Keşke birisi bizim yerimize şu sefihe cevap verseydi. Vallahi beyinsizlere nasıl cevap vereceğimizi bilmiyoruz."
Şimdi soruda sözü edilen beyitlere gelelim. Bu Endülüslü bir şaire aittir. Bu beyitlerde nimetlere nankörlük eden düşük kişilerden, sözünü yerine getirmeyenlerden, iki yüzlülerden, hile ve nifak silahını kullananlardan bahsediliyor: Eğer ben alçak ve düşük bir adamı cezalandırmak istersem, mevkim ve dinim beni bundan akkor, yani bu adam ceza ve muahezeyi hak etmiştir. Ancak ben ne zaman onu cezalandırmak istesem, aramızdaki büyük farkı göz önüne getiriyorum. Onun kötü tabiatı onu alçaltın Benim güzel huyum beni zirvelere çıkarır. Bundandır ki onu cezalandırmak istemiyorum, bilakis onu affediyorum. Çünkü benim şerefim, ahlâkım, alçalmama müsade etmiyor. Dinim de böyle bir ceza vermekten beni alıkoyuyor. Kur'an şöyle buyuruyor:
Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. (Mü'minun/3)
Onlar boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. (Furkan/72)
Yine de sen onları affet ve aldırış etme! (Maide/13) Affetmeniz, takvaya daha uygundur. (Bakara/237)
O, bana gıyabımda saldırır, ancak beni görünce bana yaltaklanır. İşte alçaklık insanlarda böyle yerleşir. Çünkü eğer o açıkça saldırırsa onun kötülüğü az olur. Ancak o alçaklığın en sonuna ulaşmıştır. Çünkü o bana gıyabımda saldırır ve istediği kadar ileri gider. Ancak beni görünce başlar beni övmeye. Halbuki o beni gıyabımda hep örselemiş ve bana diliyle hücum etmişti.
Eğer ben onun bu kötülüğüne sabretmeseydim dinimin ve ecdadımın temiz yolunda olmasa idim ve yumuşak huyluluk insanları kötülükten alıkoyan bir dizgin, insanlarla kötülük arasına giren bir engel olmasa idi, o zaman bu alçak yaptığı çirkinliğin cezasını görürdü. Fil veya devenin o büyük ayaklarıyla küçük yavruyu nasıl ezip geçtiğini anlardı. Bu alçak insan sürekli annesinden ayrılmayan deve yavrusu gibidir.
Şair burada sabrını ve affını dile getirip büyüklüğünü gösteriyor. Alçak ruhlu insanın da nasıl küçüldüğünü belirtiyor.
Bana dediler ki sana küfretmiş,
Ben de dedim ki o cehaletinden bunu yapmış,
Aslana havlayan köpek gibi.
Yani bazı insanlar bu alçağın dediklerini bana naklettiler, bana yapılan yalan ve iftiraları söylediler. Onların bu sözleri beni hiç etkilemedi, harekete geçirmedi. Ona cevap vermek bile istemedim, çünkü ona cevap verseydim onu rahatlatırdım. Onun gibi havlamadım. Onun yaptığı gibi ben onun şerefini sakız haline getirmedim. Çünkü onun şerefi çok düşüktür. Onlara şöyle söyledim: onu kendi haline bırakınız. O kudurmuş bir köpek olmaktan kurtulamadı. O cahilliğiyle, parçalayıcı-lığıyla ve ahmaklığıyla kalsın. O çöl arslanına saldırmakla, ona havlamakla gittikçe küçülecektir. O zanneder ki gazanfer arslan ona muka-bele-i bilmisilde bulunacaktır. O da böylelikle bir şeref kazanmış olacaktır. Ama heyhat! O temenni ettiği şeye ulaşamayacaktır. Onu kendi haline bırakın da barsaklan yırtılmcaya ve damarları çatlayıncaya kadar havlasın. Çünkü böylesi beyinsizlerin ilacı ancak budur. Allah geçmişlerimize rahmet etsin ne güzel söylemişlerdir:
Sinekler ne zaman onlarla uğraştığımı sanarlarsa,
O zaman üstüme üstüme gelirler.
Yine şöyle söylemişler:
Her havlayanın ağzına bir taş atarsan,
O zaman taşın gramı bir dinara çıkar.
Yine şöyle demişler:
Hadiselerin zorluğu benim kılıcımı yumuşatmadı.
Ben yumuşaklığımla hiç bir insanı aşağılamadım.
Korkunun üstüne üstüne gittim, sefih olandan uzaklaştım.
Hiç bir cahili cehaletinden dolayı dışlamam,
İşim iştir, günler benim elimdedir.
Kötülükler ortalıkta gezip duruken ben sabredip öfkemi yutuyorum,
Çünkü kıskançlık insanı yakar.
Yine şöyle denmiştir:
Kıskancın sözünü duydum geçin geçin dedim.
Beni bu konuda kınadılar,
Ancak ben hicap duymadım.
İki yüzlü adam bana açık bir dille geliyor, Ancak arkamdan beni çekiştiriyor. Onun bu kusurlarını duydum, onu affettim, Mekanımı ve dinimi korumak için.
Şurası muhakkak bilinsin ki, şerefli insanlar buna benzer alçaklıklarla devamlı mutsuz olmuştur. Tedavisi ancak şudur: Bırakınız ejderhayı zehrini akıtsın. Bir gün onun zehiri kendisini yok edecektir. Ondan sonra da sonuç ve zafer takva sahiplerinin olur. Allah en iyi bilendir. [97]
Soru: Bir dergide yayımlanan İslâm ve Kölelik başlıklı makalenizi okudum. Ondan şunu anladım ki İslâm'dan önce de sonra da kölelik bir çok yerde ve bir çok ülkede varolagelmiştir. Ancak buna dair misaller vermemişsiniz. Acaba bu konuda misaller verir misiniz?
Cevap: Kölelik Yunanlılarda yaygın bir şey idi. Onların hiç bir filozofu bunu kötü görüp reddetmemiştir. Eflatun, köleliği faziletli cumhuriyetin temellerinden sayıyordu. Köle cumhuriyette vatandaşlık haklarından yararlanamıyordu. Aristo da köleliği desteklemiştir. O da insanları doğuştan hür olanlar ve doğuştan köle olanlar diye ikiye ayırmıştır. O köleleri şöyle tarif ediyor. "Köle, canlı bir alet veya bir eşyadır ki, hayat onunla ayakta durur".
Eski Yunanlılar, insanları ihtiras ve hırsızlıkla köle edinirlerdi. Hükümet de insanları köle edinirdi. Köle hürriyetine kavuşunca da, diğer insanların yararlandıkları haklardan yararlanamazdı.
Romalılarda durum daha da vahim idi. Borçlu olan kişi borcunu ödeyemediği zaman alacaklının kölesi olurdu. Romalılar küçük çocukları çalıp satıyorlardı. Kadınları da çalıp götürüyor fuhuş yaptırıyorlardı. Köle alış verişi hayli karlı bir şey idi.
Farslar da ise, köleliğin her çeşidi vardı. Mal ve çobanlık için bir çeşit köle, zinet için bir cins köle, kötü ve kabih işleri yaptırmak için bir tür köle, bir de zor işleri yapmak için görevlendirilen köleler vardı.
Kölelik türlerinde -her ne kadar akıl sahibi kişilerin uyarısıyla bir dereceye kadar hafiflemiş olsa da- hayli israf edenler vardı. Büyük Yunan tarihçisi Herodot şöyle diyor: "Hiç bir Farslı suç işleyen kölesine ağır ceza vermekle yetinmezdi. Aynı suçu ikinci defa işlemesi durumunda efendisi onu idam etme yetkisine sahipti."
Hindistan'da bütün ahlâki kurallar Manu şeriatına göre düzenlenmiştir. Bu şeriatta insanlar sınıflara ayrılmışlar. Onların bir kısmına es-Sudra deniliyor. Bunlar Brahmilerin düşük işlerde çalıştırdıkları insanlardır. Başka insanlar da bunları köle ve hizmetçi edinirlerdi.
Manu kanunlarında şöyle deniliyor:
Brahmilerden biri bir köleyi satın alırsa, onu hizmetine zorlayabilir. Çünkü Allah Teâlâ bunları Brahmilere hizmet etmek için yaratmıştır.
Yine bu şeriatta kölelere öyle ağır cezalar konulmuştu ki tarifi mümkün değildir. Buna mukabil aynı suçu işleyen hürlere ise hafif cezalar verilirdi.
Bir Brahmi bir Sudra'dan (bir köleden) bir şey çaldığında az bir para ile cezalandırılırdı. Ama bir Sudra bir Brahmi'den bir şey çalarsa onun cezası ateşte yakılmaktı. Bir Sudra bir Kadı'ya vurma cesaretinde bulunduğunda, diri diri kızgın demirlerin üzerine atılır ve yakılırdı. Buna mukabil bu suçu- bir Brahmi işlediğinde hafif para cezasına çarptırılırdı.
Çok üzülecek bir olaydır ki, Fransa 1685 senesinde -tüm sömürgelerde uygulanmak üzere- siyahlarla ilgili bir kanun çıkardı. O kanunda şöyle deniliyor: Bir köle efendisine saldırırsa veya onun malını Çalarsa cezası ölümdür.
Çin'de de kölelik mevcut idi. Onlar köleleri içerden ve dışardan ediniyorlardı. Devlet bizzat köle ticareti yapıyordu. Bir çok fakir kendilerini veya çocuklarını açlık ve fakirlikten kurtulmak için satıyorlar-
di. Ancak Çin'deki kölelik kısmen hafif idi. İmparator Kuvancun zamanında köleler lehine bazı kanunlar çıkarıldı.
Eski Mısırlılar zamanında da köle iş görmek için bir aletten başka birşey değildi. Onlar köleyi zinet ve böbürlenme için edinmiyorlardı. Köle sahibi istediği zaman kölesini öldürebilirdi. İsrailoğulları yanında da köle servetin bir parçası sayılırdı. O dört ayaklı bir hayvana benzetiliyordu. Halbuki onların peygamberleri, kölelere iyi muamele edilmesi hususunda sürekli tavsiyede bulunurlardı.
Hristiyanlık var gücüyle, muhabbete, kardeşliğe ve sulha davet ettiği halde, kölelik müessesesinin ilgasına yönelik herhangi bir sarih hüküm getirmemiştir. Aziz Bulis Efsus halkına mektup yazarak; kölelere, efendilerine korkarak ve çekinerek itaat etmelerini ve bunu İsa Mesih'e gösterdikleri bağlılık derecesinde ilerde tutmalarını söylüyordu.
Yine Aziz Tomas şöyle diyordu: "Tabiat bazı insanları köle olarak yaratmıştır." Aziz Ayzidurus da kölelere şöyle tavsiyede bulunuyordu: "Size köle kalmanızı tavsiye ederim. Hatta ve hatta efendileriniz size hürriyetlerinizi bağışlasalar da köle olarak kalın. Çünkü siz köle olarak kalırsanız cezanız ve hesabınız az olacaktır. Çünkü sen yerdeki efendine ve gökteki efendine hizmette bulunmuşsun."
Fransız meşhur Hristiyan vaiz Busumi şöyle diyor: "Harb zamanında galip gelenler harb esirlerini öldürebilirler. Ancak kazanan kişiye bir tercih daha vardır o da harp esirlerini köle edinmektir."
Hristiyan kaynaklarında köleliği ilga etmek konusunda herhangi bir hüküm olmadığı gibi, onu sınırlandırmaya yönelik de bir hüküm mevcut değildir.
Amerika'da kölelik daha da katı idi. Efendi evinin bir eşyası üzerinde nasıl tasarruf yetkisine sahipse, kölesi üzerinde de öyle tasarrufta bulunma yetkisine sahipti. Caddede yedi siyahın yan yana gelmesi suç kabul edilirdi. Onları gören her beyazın onlara yirmi kırbaç vurma hakkı vardı. Onlara göre köle bir eşyadır, insan değildir.
Çağımızda da "Siyahların kanunu" adı altında köleler hakkında bazı düzenlemeler yapılmıştır. Fransa-biraz önce de geçtiği gibi köleler için kanunlar düzenlemiştir. O kanunda şöyle bir madde vardır: "Bir köle iki kez firar ederse, onun kulakları ve iki bacağı kesilir. Kızgın demirlerle işkence edilir. Üçüncü defa da ise, öldürülür."
İngiliz sömürgelerinde ise, kölelerle ilgili şöyle bir kanun vardır: Bir ay firar eden kölenin cezası idamdır. Siyah bir insanla evlenen beyazın -ne kadar soylu ve şerefli olursa olsun- efendiliği düşer. Siyahlarla ilgili bu kanunlar Fransız ihtilaline kadar bütün kötülüğüyle devam etti. Ancak Fransız ihtilalinden sonra kölelik yasaklandı.
1859 senesinde Kanun Koyucular Cemiyeti Birleşik Amerika'nın Arkansan, Missiori ve Loziyana eyaletlerinde şöyle bir kanun çıkardı: "Bütün Kızıl Derililer ülkeyi terketmek zorundadır. Her kim Ocak 1860 tarihine kadar bu eyaletleri terketmezse hükümet onları derdest edecek ve onları mezat yoluyla köle olarak satacaktır."
Aynı zamanda bu eyaletlerde her kim köleler lehinde bir şey söylerse veya onları efendilerine karşı kışkırtırsa onun da idamına hükmedilirdi.
Bu açıklamalardan da anlıyoruz ki İslâm'dan önce de sonra da kölelik dünyanın her tarafında yaygın idi. İslâm nuru parladıktan sonra köleliğin sınırlarının daraldığını, birçok çeşidinin ortadan kalktığını görüyoruz. Yine bir yandan birtakım hatalar nedeniyle mecburi olarak kölelerin azad edilmesi emredilirken, diğer yandan Allah rızası için kölelerin hürriyete kavuşturulmaları teşvik ediliyor. Böylece, köleliğin kaldırılması yolunda büyük kapılar açılmıştır. [98]
Soru: İyi günlerde birlikte çok saadet yudumladığımız bir dostum belalara giriftar oidu. Şimdi bu dostum, o belaların bana da bulaşmaması için kendisinden uzak durmamı istiyor. Bu durumda ben ne yapmalıyım?
Cevap: Bu çok ince ve nazik bir durumdur. Bu durumda hüküm, sebep ve sonuca göre değişir.
Zararı defetmek, menfaati celbetmekten daha önce geldiğinden, duyguların değil aklın sesine kulak vermek gerekir. Bu durumda, senin de belaya bulaşmaman için arkadaşından uzaklaşman iyi olur. Şu tarihî hâdiseyi de hatırlatmak isterim: İnsanlar Mervan b. Muham-med'i terkettiler, Abbasiler onu mağlup ettiler, o zaman Mervan, katibi Abdulhamid b. Yahya'ya şöyle söyledi: "Şu anda senin benim düşmanlarımın yanında olmanı isterim. Onlara beni terkettiğini söyle. O zaman onlar senden hoşlanırlar, senin hakkında iyi düşünürler. Gücün yeterse bana böylelikle yardımcı olursun. Yoksa ölümümden sonra da rahatsız olma!"
Buna mukabil Abdulhamid şöyle söyledi: "Senin dediklerin senin için faydalı ama benim için zararlıdır. Ben vefalı bir kimseyim. Allah seni muzaffer kılıncaya veya ben ölünceye dek seninle beraber kalının."
Ve sonra şu şiiri okudu:
Vefamı gizleyip, gadrimi açığa mı vuracağım.
İnsanlar bana baka baka nerden özür beyan edeyim.
Mervan onu epeyce dinledi. Sonra ona aynı sözü tekrarladı. Abdulhamid ise şu ayeti okudu:
Onlar ki, antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir, sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabreder... (Bakara/177)
Mervan ölünceye kadar Abdulhamid ondan ayrılmadı. [99]
Soru: Bir küfür kelimesini söylemek için zorlanan kişi kâfir olur mu? Yaptığından ötürü tevbe etmesi gerekir mi?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe
açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır. (Nahl/106)
Bu ayet-i kerime işaret ediyor ki sadece diliyle inkar edenle, hem diliyle hem de kalbiyle inkar eden arasında fark vardır. Sadece -zorlanması nedeniyle- diliyle inanmadan inkar eden gerçekte kâfir olmamıştır. O nedenle Kur'an bunu, hem diliyle hem de kalbiyle küfredenden ayırmış "Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka" diyerek onu istisna etmiştir.
Siyercilerin rivayet ettiğine göre Bilal b. Ebi Rabah müşriklerin işkencelerine sabretti; hiç bir zaman küfür kelimesini söylemedi; her işkence ettiklerinde o "Ahad, Ahad, Ahad" derdi. Ancak herkes Bilâl kadar sabırlı değildir. Nitekim bazı sahabîler, zor karşısında küfür kelimesini söylerdi.
İmam Razi tefsirinde şöyle rivayet ediyor: Müşrikler, Ammar b. Yasir'e işkence ettikleri zaman o onların istedikleri sözü söyledi. Rasû-lullah'a Ammar'm kâfir olduğu söylendiğinde, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Hayır, Ammar tepeden tırnağa iman ile doludur. îman onun kanına ve etine işlemiştir.
Ammar ağlayarak Rasûlullah'a geldiğinde, Rasûlullah onun yüzünü sildi. Ona şöyle söyledi:
Onlar sana yine işkence ederlerse sen de söylediklerini tekrarla.
Müfessirler, kalbi imanla dolu olan kişinin -zorlanması durumunda- küfür kelimesini söyleyebileceğini ifade etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim geçen ayetten sonra şu ayeti zikrediyor:
Sonra şüphesiz rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısı dır. Bütün bunlardan sonra rabbin elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir. (Nahl/110)
Bu ayetten de anlaşılıyor ki zorlanma durumunda küfür kelimesini söyleyen kişinin tevbe etmesi, Allah'ın himayesine sığınması, O'na hicret etmesi ve yasaklanan şeylerden kaçınması ve gücünün yettiği kadar cihad edip itaat hususunda sabretmesi gerekir. Böylece Allah onu bağışlar, hayra muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [100]
Soru: Duadan sonra yüzü sıvazlamak hakkında görüşünüz nedir?
Cevap: Et-Tac el-Cami li'l-Usul adlı hadis kitabının haşiyesinde şöyle deniliyor:
Duanın adabı şöyledir:
Yönlerin en şereflisi olan kıbleye yönelmek, elleri kaldırmak ve duadan sonra yüzü sıvazlamak, duaya Allah'a hamd ederek, teşbih ve senada bulunarak başlamak. Duanın başında ve sonunda Hz. Peygamber'e salat ve selam getirmek, talebte çok azimli olmak, duada devamlı ve ihlaslı olmak, şartlan yerine getirdikten sonra kabul edileceğine inanmak. Bu şartların en büyüğü de, helâl yemek, haramlardan uzaklaşmak ve farzları yerine getirmektir.
Bu konuda iki tane hadis-i şerif vardır. Hz. Ömer'den yapılan rivayete göre, Hz. Peygamber dua esnasında ellerini kaldırınca yüzünü sıvazlamadan, ellerini indirmezdi. Allah'ın rahmetinin o ellere indirildiğini düşünerek bunu yapardı. (Ebu Dâvud ve Tirmizî)
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Allah'tan elinizin içiyle isteyiniz, ellerinizin sırtıyla istemeyiniz, duayı bitirdiğinizde elinizle yüzünüzü sıvazlamayınız. (Ebu Dâvud)
Umulur ki yüzlerini sıvazlayan ve sıvazlamayanlar bu hadislere dayanarak bu işi yapıyorlardır. Ancak hadis âlimleri her iki hadisin de zayıf bir senetle rivayet edildiğini söylüyorlar. Her ne olursa olsun mühim olan ihlasla dua edip şartlan yerine getirmektir. [101]
Soru: Haya ile mahcupluk arasında fark bulunduğunu işittim, bu doğru mudur?
Cevap: Bana da öyle geliyor ki mahcuplukla haya arasında fark vardır. Nitekim bazı lügat kitapları, hayayı haşmet ile, mahcupluğu da utangaçlıkla açıklamışlardır. Mahcupluk, kişinin işin içinden çıkamaması demektir. Bununla anlaşılıyor ki mahcuplukla, haya arasında fark vardır.
İmam Alusi Ruh'ül-Meanî adlı tefsirinde "Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisineği, hatta ondan daha küçük ve önemsiz bir varlığı misal getirmekten çekinmez" (Bakara/26) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle diyor:
Bu çekinme, utanma hakkında tefsirlerde çok şeyler söylenmiştir. Fakat haya -Ragıb'm da dediği gibi- çirkinlikler karşısında kişide iffet nedeniyle meydana gelen bir şeydir. Mahcupluk böyle değildir. Mahcupluk, aşırı utangaçlıktır. Bunlar her ne kadar birbirlerini gerektiriyorsa da aralarında fark vardır. Bazılarına göre ise, mahcupluk, kişinin istemediği bir' şeyin kendisinde meydana gelmesiyle olur. Ama haya böyle değildir. Bazen olmayan şeylerde de haya meydana gelir. [102]
Soru: Aşağıdaki beyitler kime aittir ve onların manası nedir?
Cehaletin kardeşi şunu bilsin ki,
Ayaklan benden ileride de olsa o bana ulaşamaz.
Çoğu kez haris ve cimri olan çakıl taşlarını incilere tercih eder.
Benim nail olduğum şerefe beni kıskanan ulaşamadı.
Onun için hezeyanda bulundu ve bana kızdı.
Cevap: Bu beyitler büyük şair, kelam ve kılıç sahibi Mahmud Sa- el-Basudi'ye aittir. Bu çok aziz ve kerim bir haykırıştır ki günahlar
ve çirkinlikler su yüzünde kabaran kabarcıklar gibi yükselince, mücevheratlar da dibe çökünce, toplumda vaziyet değişince ve ümmetin işi bozulunca, alçaklar öne çıkarlar. Bu arada yüksek ruhlular da zayi olup ihanete uğrarlar. Burada hür ve kerim insanlar mahcup olurlar. Yadırganacak bir şey yoktur. Seyyid Abis Kays b. Züheyr şöyle diyor:
Dört grup insan vardır ki bunlar muktedir olmazlar: Padişah olan köle, zengin olan fakir, varis olan cariye ve evlenen çirkin kadın.
Bir arabiye "Kim daha fazla merhamete layıktır?" diye sorulduğunda, şöyle söyledi: "Cimrinin tasallutuna uğramış olan cömert ve cahilin tasullutuna uğramış akıllı kişi."
Basudi (rahmetullahi aleyh) şöyle demek istiyor: Bu adi, cahil, kaba ve ahmak öyle biri ki sanki cehaletle öz kardeş olmuş, kendisinin bana yetişemeyeceğini bilmelidir, o hiç bir zaman benim rütbeme erişemeyecektir. Her ne kadar maddeten ilerlemişse de o bana yetişemez. Çünkü maddi ilerleme önemli değildir, çakıl taşları da tartıda mücevherlerden ağır gelirler. Bu çakıl taşlarının inciden daha kıymetli olduğunu göstermez. Aralarında yerle gök arası kadar fark vardır. Bu kişi nereye gidiyor? Allah'ın beni nail kıldığı ululuk ve şerefe o nail olabilir mi? Beni çekemeyen kişi kin ve gayızla dolmuş, gittiğim şerefli yolu kaybetmiştir. Bu yüzden hezeyanda bulunuyor, saçmalıyor, sıtmalı ve karıştırıcılar gibi konuşuyor. O bana kızıyor, çünkü benim ulaştığıma ulaşamıyor.
Akkad da şöyle söylüyor:
Bize zulüm yapıldığı zaman insanlık adaletini isteriz, terazilerin adaletini değil. Hür kişi ile aşağılık kişinin arasını terazi ile tart-san o zaman terazinin denkliği zulüm olur. Çünkü terazi kefesi zi-net eşyasıyla çakıl taşları arasında bir fark gözetmez.
İbn Rumî'nin de bu manada çok güzel bir sözü vardır:
Zamanın çok değersizleri yüceltip bir çok şerefliyi de alçalttığını görüyorum. Deniz boğduğu her canlı gibi; onların Ölülerini de üste çıkarır. Terazi de her şeyi tartar ancak her zinet hafiftir yukarı çıkar.
Evet ey dünya! Sende nice azizler ihanete uğradı ve nice düşükler yükseldi ve övüldü. [103]
Soru: Çoğu kez hayat bana zor geliyor, göğsümde bir daralma hissediyor, insanlardan nefret ediyorum. Hatta o esnada öyle kötü şeyler düşünüyorum ki onu burada tasvir edemem. Bundan kurtuluş çaresi nedir?
Cevap: Ey dara düşmüş kişi! Nefsine acı, hayat güzeldir. Onun güzelliğini ancak kötü kullanmanız yok ediyor. Göğsünün daralması, gelip geçici bir iştir. Bu da yapılan hatalardan ve noksanlıklardan kaynaklanmaktadır.
Bu gibi şeylerden kurtulmak mümkündür. Senin de göğsün açılabilir. Herşeyden önce göğsünü daraltan şeyden uzak durman lazımdır. Yerini değiştir, arkadaşlarından uzaklaş, durumunu biraz da olsa değiştir. Her şeyden önce imanının doğruluğuna, yüce Allah'a sığınman ve O'ndan yakin nurunun feyzini istemen lazımdır. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İman nuru kalbe girerse o kalb açılır ve genişlenir.
"Bunun alameti nedir?" diye sorulunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Daimi olan diyara (ahirete) yönelmek, aldatıcı olan diyardan (dünyadan) sakınmaktır.
Ve yine ilimle meşgul olmanı, bilgini artırmanı tavsiye ediyorum. Bu da çok okumakla ve dinlemekle olur. Çünkü bilgi insanın ufkunu açar, insana fikir ve akıl lezzetini tattırır. Bunlarla beraber ibadet de etmelisin. Çünkü ibadet insanın içini ve dışını temizler, onu keder ve boş meşgalelerden kurtarır. İnsanlara da ihsanda bulun. Çok az insana da olsa iyilikte bulun. Çünkü iyilik en güzel şeydir. Ve yine kalbini kinden, hasetten ve insanlara olan su-i zandan temizle ki kalbin Allah'ın
bütün yaratıklarını sevsin. İyinin daha iyi olmasını, kötünün de hidayet ve doğruluğa ulaşmasını dile. Ve yine dengeli olarak nefsini bir ruhi ri-yazata tabi tut. Zikirle, namaz ve dua ile Allah'a sığın. Çünkü yücelerin yücesinin dergahına sığınmak insanların dertlerini dağıtır, kalbleri-ni yatıştırır, çünkü O her şeyi duyan ve dualara icabet edendir. Allah daha iyi bilendir. [104]
Soru: İslâm'da umumi bir zararı bertaraf etmek veya toplumun maslahatı için bazı zamanlarda kişiyi bazı şeylerden alıkoymak ve onun şahsi hürriyetini kısıtlamak caiz midir?
Cevap: Şer'i bir yetkilinin Allah'ın hudutlarını korumak için gerektiğinde ferdin hürriyetini kısıtlaması caizdir. Bu da bazı şartlara bağlıdır. Böyle bir şeyin yapılabilmesi için mutlaka bir zaruret olmah ve bununla sadece Allah'ın rızası ve ammenin menfaati gözetilmelidir.
Bu konuda Hz. Ömer güzel bir Örnektir. O bir gece Medine sokaklarında yürürken bir kadının şöyle dediğini duyar: "Ya içki içmeye veya Nasr b. Haçcac'a gitmeye bir yol bulsaydım." Hz. Ömer bunu duyunca "Ben yaşadığım sürece genç kadınların, örtüleri altında ismini sayıkladıkları bir kişiyi Medine'de barındırmam" dedi. Gerçekten de Nasr b. Haccac bir erkek güzeli idi. Sabah olunca Nasr b. Haccac'ın getirilmesini emretti. Hz. Ömer ona "Ey Haccac! Sen Medine kadınlarını fitneye soktun. Allah'a yemin ederim ki benim kaldığım şehirde sen duramazsın" dedi. Nars ona "Ey mü'minlerin emiri! Benim burada günahım ne?" dedi. Hz. Ömer ise, "sana dediğim gibi" dedi ve onun haklarını koruyarak Basraya gönderdi.
Nasr Basra'dan Hz. Ömer'e şöyle bir mektup gönderdi:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Nasr b. Haccac'tan Allah'ın kulu olan Emir'ül-Mü'minin Ömer'e. Sana selam olsun. Selamdan sonra, ey mü'minlerin emiri! Senin beni nefyetmen, beni mahrum bırakman ve şerefime dokunman sana haramdır, kadınlar
bir gün ölümü de terennüm ederler, kadınların bazı hayalleri devamlıdır. Hak olmayan bir zanda bulundunuz. Suçum yoktur ki, üzüleyim. Şüphe dahi edilmeyen bir şerefim vardır. Sen bana iyilik yapmak istiyorsun, halbuki beni mahrum bırakıyorsun. Benim ata ve ecdadım da şerefli insanlardı. Benim atalarım namazlarında ve oruçlarında idiler. İşte benim hâlim budur. Artık beni geri çağınr mısın? Çünkü benim hâlim perişandır.
Ancak kadınların Nasr'a düşkünlüğü meşhur idi. Onun güzelliği kalbleri sarsıyordu. Hz. Ömer'in yanmda ahlâk ve iffet her şey demekti. Onu geri çağırmadı, ancak ona haklarını verip özür diledi ve ayrıca da bir ev ve arazi bağışlayarak onu orada bıraktı.
Görüldüğü üzere Hz. Ömer, umumun maslahatı ve ümmetin kadınlarının şerefini korumak için Nasr'ı Medine'den çıkarıyor, ancak ona kötülük yapmıyor, ondan özür diliyor. Bundan da anlıyoruz ki İslâm, ferdi toplum, toplumu da fert için koruyor. [105]
Soru: Doğum, evlilik, nişan günlerinde satın alman oyuncaklar yasaklanan heykellerden midir?
Cevap: Keşke müslümanlar hanif olan dinlerinin müsamahalı yönünü iyice bilselerdi. O zaman anlayacaklardı ki, rableri onlara her zaman kolaylık üilemiş, hiç bir zaman zorluk dilememiştir. Ve yine bileceklerdi ki Allah hiç bir nefse gücünün üstünde yük yüklemem iştir. Ve yine anlayacaklardı ki Allah kullarına şerrinden korunsunlar ve kötülüklerinden uzak dursunlar diye sadece pis olan şeyleri haram kılmıştır. Şimdi gelelim oyuncaklar meselesine, bu oyuncaklar bu halleriyle haram kılınmamışlardır. Çünkü bir çok âlime göre bunlarda haramlık sebebi olan şey bulunmuyor. Bu oyuncaklar o heykellerden değildirler.
Rivayet edildiğine göre Hz. Aişe'nin dolabında oyuncak bebekler vardı. Rüzgar esip de dolabın perdesi açılınca Hz. Peygamber onları gördü ve "Ey Aişe! Bunlar nedir?" dedi. O da "Bunlar benim bebekle-
rimdir" dedi. Oyuncaklar içinde iki kanatlı bir de at bulunuyordu. Ra-sûlullah bunun ne olduğunu sorunca, Hz. Aişe at olduğunu söyledi. Ra-sûlullah "Hiç kanatlı at olur mu?" deyince, Aişe "Hz. Süleyman'ın kanatlı atları olduğunu-duymadın mı?" dedi. Rasûlullah azı dişleri görü-nünceye dek tebessüm etti.
Bu hadis-i şerife göre çocuklar ve genç kızların oyuncak bebeklerle oynaması caizdir. Onları üretmek, alıp satmak da caizdir.
Kurtubi de aşağıda zikrettiğimiz ayetin tefsirinde, haram olan resimlerden kız çocukların oyuncaklarını istisna etmişdir.
Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. (Sebe/13)
Yine helva ve hamurdan yapılan şeyleri de müstesna kılmıştır. Bunları istisna tutmalarının sebebi ise, Allah'tan başka ibadet edilen şeylerin heykellerinin bu tür şeylerden olmayışıdır.
İmam Maverdi Ahkam 'üs-Sultaniye adlı kitabında şöyle kaydediyor: Ebu Said el-Estağn -ki İmam Şafii'nin arkadaşlarındandır-Muktedir zamanında Bağdat'ın güvenlik işlerine bakıyordu. Bunun yanısıra oyuncak çarşısını da kontrol ediyordu. Fakat kimseyi oyuncak satmaktan ve almaktan menetmiyordu. Aksine bunun caiz olduğunu ifade ediyordu. Gerekçe olarak da Hz. Aişe'nin Rasûlullah'm huzurunda bebeklerle oynadığını, Hz. Peygamber'in ise onu bundan menetmediğini gösteriyordu. Zira, rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: "Ben ve arkadaşlarım Rasûlullah'm yanında bebeklerle oynuyorduk." [106]
Soru: Hem ülkemizde yazılan, hem de dışarıdan gelen bazı kitaplarda dine ve dinî sembollere dil uzatıldığını, yöneticilerin ise kıllarının kıpırdamadığını, hatta bunların yayımlanmasına yardım ettiklerim görüyoruz. Bu konuda neler yapılmalı?
Cevap: Kangren olan azayı kesmek gerekir. Fitnenin üzerine gitmek, hikmet ve maslahat gereğidir. Bununla beraber delili, delille çürütmek daha iyidir. Öyle ise İslâm'a yönelen saldırıları sadece şiddetle bertaraf etmek yetmez. Yani izahsız ve tafsilatsiz bu işi yapmak çare değildir. Çünkü böyle yapmakla fitnenin sonu gelmez. Bununla batıl yok edilmez. Çünkü batıl bu defa elimizin kolumuzun yetişmediği başka bir yerden zuhur eder ve bizim hakimiyetimizden çıkar.
Biz bu yayınlara yasak koysak, insanlar yasaklanan şeylere daha fazla rağbet gösterirler. Ayrıca bunları yasaklamakla, bir nevi onlara değer vermiş gibi olur, adı sanı bilinmeyen hakir kişileri öne çıkarmış oluruz.
Bu konuda yöneticilerin de sultasından korkulur. Bugün olmazsa yann olur. Çünkü muhalefet, ayrılığa sebep olur, o zaman yönetimin de tutumu kötü olur. Bu konuda bir işaret ve ima açık konuşmaktan yeğdir.
Şunu hatırda tutmak lazımdır ki delili delil ile karşılamak, batılın çürüklüğünü meydana çıkarır, insanlar hurafelerde ahmaklık ve basitlik görürler. Bu delillere delille karşılık vermek, din adamlarını milletin koruyucusu, dinin müdafii haline getirir ve insanların uyanmalarını sağlar. Alimler bu tür konulan araştırıp dine yapılan iftiralara karşı gerektiği gibi cevap vermelidirler. Ayrıca bu konuda dersler tanzim edilmelidir. Böylelikle kültürel ufuk genişler, ilmî mahsuller çoğalır.
Şüpheler ve saldırılar ne kadar çok olursa olsun, kuvvetli olan İslâm'a hiç bir zarar gelmez. Çünkü İslâm zorluk gördükçe kuvvetlenir. Zira Allah şöyle buyuruyor:
Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr/9)
Nice İslâm düşmanları, ona tuzaklar kudrular. Ancak hak geldi, batıl zail oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkumdur.
Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım. Kâfirlere mühlet ver, onları biraz kendi hallerine bırak. (Pek yakında desteğimiz sana gelecek). (Tarık/15-17)
Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. (Saf/81)
İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider, insanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir. (Ra'd/17)
Bu izahtan da anlaşılıyor ki, batıla galebe çalmak ve onu yok etmek için deliller ikame etmek lazımdır. Buna hiç bir engel yoktur. [107]
Soru: İslâm tebliğinin kendilerine ulaşmadığı insanlar kıyamet gününde cezalandırılacaklar mı?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz. (îsra/15)
Allah daha iyi bilir ya, bu şu anlama geliyor: Allah Teâlâ kendilerine davet ulaşmayanlara azap etmekten nefsini tenzih ediyor. Çünkü kendilerine emir ulaşmayan memurları cezalandırmak bir zulümdür, ki, rahman olan Allah zulme razı olmaz.
Buradan yola çıkarak deriz ki, bir mağarada veya bir dağın başında veya insanlardan uzak bir yerde yaşayan ve kendisine İslâm'ın ulaşmadığı kişi, fetret ehlinden sayılır. Veya şeriatın içerdiği tekliflerden dolayı o kişi sorumlu tutulmaz. Ancak İslâm, bir tebliğci tarafından ona ulaştınlırsa, o kişi şeriatın emir ve nehiylerinden sorumlu olur.
İslâm'dan haberdar olan kişi, onu araştırmakla görevlidir, aksi takdirde mesul duruma düşecektir.
İslâm şarkta ve garpta biliniyor, öyle ki onu bilmeyen ve duymayan hiç bir millet yoktur.
İslâm, düşmanları tarafından yanlış anlatılmaktadır. Öyleyse âlimlere çok iş düşmektedir. İslâm'ı yaymak için âlimlerin çok çaba sarfet-meleri lazımdır. Böylece İslâm hakkında ortaya atılan şüpheleri bertaraf etmiş olurlar. Aksi halde, bu kusurlarının cezasını kıyamet gününde göreceklerdir. [108]
Soru: Dostumu hayra, güzelliğe çağırdığım zaman bana darılıyor ve inat ediyor. Benim söylediklerimin tersini yapıyor. Bu durumda ne yapmalıyım?
Cevap: Mü'min mü'min kardeşinin aynasıdır. Nasihat en değerli hediyedir. Ancak onu yerine getirmek çok zordur. Çünkü hak acıdır. Hatalarını açığa vurmak kişiyi utandırır ve kızdırır. İnsan bencil ve inatçı bir yaratıktır. Bana öyle geliyor ki biz nasihati iyi yapamadığımızdan dolayı ters tepki meydana getiriyor. Onun için Allah Teâlâ, Ra-sûlüne şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Sen, rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel (şekilde) mücadele et! (Nahl/125)
Kimbilir belki de arkadaşın üslubundan hoşlanmamıştır. Nasihat-çiler keşke Hatem'in şu sözüne göre davransalar:
Dindar kardeşinin ayıbını, kusurunu saklasan ona hainlikte bulunmuş olursun. Onun ayıbını başkasına anlatsan onu gıybet etmiş olursun. Onun kusurunu ona yöneltsen onu şaşırtırsın. Ancak ona imada bulun, onu olağan bir konuşma imiş gibi ona anlat. [109]
Soru: Nefsim beni bir kötülüğe sevkedince hemen tevbe ediyorum. Ancak bazıları bana bu konuda genişlik olduğunu; Allah'ın affının bol olduğunu söylüyorlar. Bu hususta nasıl davranmalıyım?
Cevap: İşlediği günahtan ötürü hemen tevbe eden bu kardeşimizin —Allah daha iyi bilmekle beraber- samimi ve iyi niyetli olduğunu görüyoruz. Allah'ın affı boldur düşüncesiyle günah işlemeye veya işlediği günahtan pişman olmamaya gelince, bu yanlış ve tehlikeli bir düşüncedir. Böyle düşünen bir kimse, kötülüklerini sürekli artırır. Evet, tevbe etmek güzeldir, ancak bundan daha güzeli, devamlı istikamet üzere olmaktır.
Allah daha iyi bilendir. [110]
Soru: Bir kişinin şu beyiti okuduğunu duydum:
Ey kalbdekileri bilen Allah
Her olacak şeyin hazırlayıcısı sensin.
Bu beytin sahibi kimdir, devamı var mıdır?
Cevap: Bu beyt, büyük âlim Ebu'l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah el-Hasami es-Süheyli el-Endülüsî el-Mâlikî'ye aittir. Bir çok telifa-ta sahip olan, Ebu'l-Kasım çok beliğ bir şair, lügat ve kıraat ilminde üs-taddır. Ebu'l-Kasım, İbn Tıravat ile münazara etmiş, Sibeveyh'in kitabını incelemiştir. Hadîs ve kıraat okutan, rivayetle dirayet arasını ce-meden Ebu'l-Kasım, İbn Hişam'ın Siret'un-Nebeviye isimli eserini er-Ravdul-Unuf adıyla şerhetmiş ve et-Tarif ve'l-İ'lam bimâ fi'l-Kur'an Mine'l-Esmai ve'l-İ'lam isimli bir eser kaleme almıştır.
Aslen -Fas'ta bulunan- Vadi Süheyle'den olan Ebu'l-Kasım Mare-keş kadılığını üstlendi. 581 yılında vefat etti. Frenklerin tahrib edip halkını kılıçtan geçirdiği şehri için Ebu'l-Kasım şu mersiyeyi yazmıştır:
Ey memleketim hani senin o güzel taşın ve toprağın, Hani senin bana güzel görünen komşuların Sevgilinin evi hala dipdiri duruyor, ancak kimse benim Selamıma karşılık vermiyor. Onlar dilsiz mi kesildiler
Yoksa biz uzun zamandan beri onları unuttuk mu?
Göz yaşlarım şahidimdir ki ben onları unutmadım.
Tatlı yemek sevene haram oldu.
Ölüm sessizliğini, üstümden attım,
Aşk şarkıları söyledim gözyaşları döktüm.
Ey memleket! Günler senin başına neler getirmiş
Günler sana zulmetmiş.
Halbuki günler zulüm görmezler.
Soruda sözü edilen beyitten sonra dua ve yakarış hakkında birkaç beyit daha vardır:
Ey kalptekileri bilen Allah!
Her olacak şeyin hazırlayıcısı sensin.
Ey bütün şiddetlerde umulan Allah,
Ey bütün korku ve şiddetlerde kendisine başvurulan Allah,
Ey rızık hazinesi kün'de olan bize nimette bulun.
Çünkü senin yanında hayır sonsuzdur.
Sana fakirliğimden başka bir vesilem yoktur.
Fakirliğimle seni çağırıyorum rabbim!
Senin kapını çalmaktan başka hiç bir şeyim yoktur.
Sen de beni kapından kovarsan nereye gideyim?
Kimin ismini çağırayım sen bu fakire bakmazsan?!
Bir asiyi ümitsiz kılmak senin yüceliğine yaraşmaz.
iyilik daha güzel, mr vhibeler daha geniştir. [111]
Soru: Şükürle olan selamet mi, yoksa sabırla olan hastalık mı daha efdaldir?
Cevap: Bu suale en iyi cevap Ala b. Şahir'in şu sözüdür: "Şükürle olan afiyet, sabırla olan beladan daha iyidir."
Süfyan-ı Sevri de şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hz. Süleyman'ı afiyetle methetti ve şöyle buyurdu:
Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o daima, Allah'a yönelirdi (Sad/30)
Eyyub -ki o belalara duçar olmuştu- hakkında da şöyle buyurmuştur:
O, ne iyi bir kuldu! Daima Allah'a yönelirdi. (Sad/44)
Burada afiyet ve bela eşit tutulmuş, şükür bela yerine geçmiştir. Bunlar eşit olunca, şükürle olan afiyet sabırla olan beladan daha iyidir. [112]
Soru: Bir dostumun hatasını toplum içinde düzeltmeye kalkarak ona nasihat ettim. Fakat o bana kızıp "İnsanların yanında beni niçin rencide ettin?" dedi. Oysa amacım hayrdan başka birşey değildi. Böylesi durumlarda nasıl hareket etmeliyim?
Cevap: Din nasihattan ibarettir. Ancak nasihat için de birtakım şartlar lazımdır. Bu şartlar yerine gelmezse nasihat şer olur. Nasihatin şartları şunlardır: Başta ihlas olmalıdır. Ondan sadece hayır murad edilmelidir. Onun vaktini iyi ayarlamak lazımdır. Gösteriş yapmaktan ve bilgiçlik taslamaktan sakınmalıdır. Sert konuşmaktan mümkün olduğu kadar kaçınmak lazımdır. Bundan şunu çıkarabiliriz ki, kişi bir toplumun huzurunda dostuna nasihata kalkışırsa, onun hatasını yüzüne vurursa, o dostunu inada ve kötülükte ısrara sürükler. Onun için nasihat ettiğimizde Hatim'in şu aşağıdaki sözünü göz önünde bulundurmamız gerekir:
Dostunun ayıbını saklasan ona hainlikte bulunmuş olursun, onun kusurunu başkasına söylesen onu gıybet etmiş olursun. Hatasını
yüzüne söylesen onu kızdırırsın; en iyisi kinaye yoluyla, konuşmanın bir parçası imiş gibi ona hitap etmektir. [113]
Soru: Bazıları, yabancı dil öğrenenleri, özellikle de Ezher talebelerini kınıyorlar ve bunun yabancılara benzemek, Arab dilini zayi etmek, Arab milliyetçiliğini zaafa uğratmak anlamına geldiğini söylüyorlar. İslâm'ın bu konudaki fikrini beyan eder misiniz?
Cevap: İslâm bu batıl ve yalan olan şeylerden uzaktır. İnsani ve alemşümul olan İslâm böylesine dar görüşlülükten beridir. Bu dar görüşlülük İslâm'a faydadan çok zarar getirir. Bu ters ve çarpık bir gayrettir. Bunu söyleyenin iyi niyetine katılsak dahi, bize düşen şey bir an önce nasihat edip onu doğru yola iletmektir.
Halbuki Rasûlullah (s.a) her kabileyle onların lehçe ve üsluplarıyla konuşuyordu. Farz-ı muhal eğer ona hiç Arabça bilmeyen bir topluluk gelseydi, Rasûlullah onlara dini anlatmak için bir vesile (tercüman) arayacaktı. Şimdi, yabancı dil öğrenmenin günah olduğu nasıl söylenir?!
Elbette din adamlarının, tebliğcilerin, Ezher talebelerinin, muhtelif milletlere İslâm'ı tebliğ edebilmek, İslâm'a yöneltilen suçlamalara cevap verebilmek ve Batı'nın fikrî yapısını ortaya koyabilmek için yabancı dil öğrenmeleri gereklidir. Her ne kadar Allah'ın nuru zatında hiç bir delile muhtaç değilse de, gündüzden daha aydın ve güneşten daha açık ise de yabancıların yazdığı kitapları okumada fayda vardır.
Evet, kendi dilini doğru dürüst bilmeyip de başkasının dilini öğrenmeye kalkışan genç kınanır. Zira konuşma ve yazıda yabancı dil kullanmak milli dili unutturur. Ancak her zaman'iki rezalet arasında bir fazilet mevcuttur. Her zaman ifrat ve tefrit olmuştur. İşlerin hayırlısı vasat (orta) olanıdır.
Allah en iyi bilendir. [114]
Soru: "Ben Ezher-i Şerifin âlimlerindenim" diye başlayan ve sonunda da imzası bulunan bir makale okudum. Yanımda bulunanlardan bazıları, bunun çok ayıp olduğunu, bir âlime yakışmadığını, boş bir övünmeden ibaret bulunduğunu söylediler. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Bir insanı bundan dolayı suçlamak hiç doğru değildir. Belki de o kişi muayyen bir sebepten dolayı ismini ve unvanım zikretmiştir. Ancak makaleye bu şekilde başlanmayabilirdi. Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Andolsun ki, biz Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar: "Bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. (Neml/15)
Görülüyor ki, iki büyük Rasûl de ilim nimetiyle gurur duymuşlardır. Onunla ilahi nimeti dile getirmişler ve Allah'a şükürde bulunmuşlardır. Büyük müfessir Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: "Bu ayetten anlaşılıyor ki, âlimin ben âlimim demesi caizdir". Sahabeden Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve başkaları da kendilerinin âlim olduklarını ifade etmişlerdir. Fakat "Ben âlimim diyen kişi cahildir" şeklinde bir hadis zikrediliyor.
Bu Yahya b. Ebi Kesir'in sözüdür. Yahya tabiînin küçiiklerinden-dir. Çünkü o sadece Enes b. Mâlik'i görmüştür. Bazı raviler bunu Ra-sûlullah'a isnad etmişlerdir. Bu hadis Suyûtî'nin Azâb'ul-Menâhil isimli kitabında incelenmiştir.
Bunu hadis kabul etsek bile, zahirinden anlaşılan manada olduğunu söyleyemeyiz. Bundan maksat -Allah daha iyi bilir ya- âlimi gurur ve kibirden sakındırmaktır.
Ancak bir insanın kendinde olan bir şeyden bahsetmesinin, münasip zamanlarda bunu dile getirmesinin bir zararı yoktur. Haddini bilenlere ne mutlu. Allah bizi tevazu ve güzel ahlâkla güzelleştirsin. [115]
Soru: Sinema bütün denaat ve şenaatıyla pisliklerini kusmaktadır. Hatta, film aralarında sinemalar canlı dansöz oynatmaktadır. Kadın ve erkeklerin şehevî hislerini depreştiren filmler hakkında dinin görüşü nedir?
Cevap: Kötülerin yararlandıkları her şeyden, iyiler de yararlanırlar. Fazla olarak Allah'ın rızasını da kazanırlar. Allah Teâlâ temiz bir hayat için bütün şartları yaratmıştır. Aslında sinema bir kültür aracıdır. Eğer ona İslâmî bir anlayış kazandırıhrsa, o, iyiliğe, edep ve güzelliğe bir sebep olacaktır. Ancak bugünkü sinema nerde bu gayeler nerde? Çünkü bugün sinema kötü filmler, günah kokan manzaralar, cinselliği tahrik eden hikayelerle doludur. Sinemanın, günah ve fitnelerle dolu olan bu halini İslâm kabul etmez. Müslümanlar da buna razı olmazlar. Soruda sözü edilen canlı dansözleri oynatmak ise çirkefliğin en kötüsüdür. Yetkililerin buna müdahale edip, bu vebayı durdurmaları gerekmektedir. Çünkü bu gibi şeyler toplumun ahlâkını kötülük çukurlarına doğru götürürler.
Allah daha iyi bilendir. [116]
Soru: İslâm namaz, oruç ve diğer ibadetler hususunda birtakım ruhsatlar veriyor. Kişinin bu ruhsatları kullanması mı, yoksa gücü ölçüsünde bunları mükemmelen yerine getirmesi mi lazım?
Cevap: Ruhsat, Allah'ın (c.c) kullarına bir rahmetidir, meşru olduğu durumlarda kulun bunlardan faydalanması mubahtır. Mesela şifa buluncaya kadar hastanın, misafirliğinin bitimine kadar misafirin oruç tutmaması ve yine misafir olanın dört rekat namazları iki rekat olarak kılması veya İslâm'ın fıkıh kaynaklarında geçtiği gibi iki vakti bir araya getirmesi bu ruhsatlardandır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ azimetlerin yapılmasından hoşnut olduğu gibi, ruhsatların yapılmasından da hoşnut olur.
Azimet Allah'ın edasını istediği şey demektir. Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Kul Allah'ın kendisini bağışlamasını dilediği gibi Allah da kulunun ruhsatlarım kabul etmesini diler.
Bu nedenle ulema, ruhsatlan yapmanın, terketmekten daha iyi olduğunu söylüyorlar. Çünkü ruhsat Allah'ın kuluna vermiş olduğu bir hediye mesabesindedir. Kulun bu hediyeyi, geri çevirmesi uygun olmaz. Çünkü hediye veren Allah'tır.
Ancak bazı kişiler farzları tam olarak yerine getirmenin, ruhsatları kullanmaktan daha efdal olduğunu söylüyorlar. Ancak bunu söyleyenler, şunu demek istiyorlar: Eğer kişi hiç yorulmadan, zorlanmadan farzları yerine getirmeye muktedirse bunu yapsın. Bununla beraber Allah'ın aşağıdaki sözü hiç bir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır:
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185) Allah Rasûlünün şu sözünü de unutmamak lazımdır: Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! [117]
Soru: Baskıya maruz kalarak kerhen günah işleyen kimse ceza görür mü?
Cevap: Allah (c.c) Nahl suresinde şöyle buyuruyor:
Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır. (Nahl/106)
Rivayetlere göre, bu ayet-i kerime Ammar b. Yasir (r.a) hakkında
nazil olmuştur. Müşrikler onu ve bir kısım kimsesiz zayıf müslüman-ları çok şiddetli işkencelere maruz bıraktılar. Küfür kelimesini söylemesi için zorladılar, o da onların işkencesinden kurtulmak için bu kelimeleri söyledi.
Sonra korkarak ve titreyerek Allah Rasûlünün huzuruna vardı. Allah Rasûlü ona "Kalbin nasıl idi?" diye sorunca, "Kalbim iman ile dolu idi" cevabını aldı. Bunun üzerine ona şöyle söyledi:
Onlar bir daha aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi yap!
Bundan hareketle bazı âlimler, eğer bir şahsa dine muhalif bir şey dayatılırsa, o da bu durumu herhangi bir şeyle bertaraf edemiyorsa, Allah o zaman o kişiyi söyledikleriyle ve yaptıklarıyla sorumlu tutmaz. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Ümmetimden hata, unutkanlık ve cebir neticesi yaptıklarının sorumluluğu kaldırılmıştır.
Fakihler ölümle tehdit edilen kişinin, diliyle küfrü kabul etmesinde bir sakınca olmadığını ifade etmişlerdir. Bu durumda onun karısı boş olmaz, o küfürle itham edilemez. İmam Mâlik'in, zorlanma neticesi içki içen veya namazı terkeden veya orucunu bozan kişiye herhangi bir günah olmadığı, günahın ancak onu zorlayana ait olduğunu söylediği rivayet edilmiştir,
Ancak âlimler başkasını öldürmek için zorlanan kişinin, öldürmesinin caiz olmadığı hususunda da ittifak etmişlerdir.
Çünkü kişinin kendini veya bir başkasını öldürmesi -hiç bir durumda- helâl olmaz ve yine zorlanan kişinin boşaması da geçerli değildir. Çünkü o kişi karısını boşamaya niyet etmemiştir.
Bununla beraber, küfre zorlanan kişi eğer ondan sakınır ve ölümü göze alırsa büyük bir sevap kazanır. Ruhsata yapışan ise daha fazla sevap alır. Habbab b. Eret (r.a) şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber Kabe'nin gölgesinde, abasına bürünmüş bir vaziyetteyken "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim için dua et!" dediğimde buyurdu ki:
Daha önce inananları diri diri toprağa gömer, demir testerelerle ikiye biçerler, demir taraklarla etlerini tararlar, fakat onlar dinlerinden dönmezlerdi. Vallahi bu iş tamamlanacak, öyle ki bir yolcu Sana'dan kalkıp Hadramut'a kadar gidecek de -Allah'tan başka— kimseden korkmayacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.
Yine rivayetlere göre Müseylemet'ül-Kezzab iki müslümanı yakalayıp birine "Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlikte bulunuyor musun?" diye sordu, evet cevabını alınca, "Benim de peygamber olduğuma şahitlikte bulunuyor musun?" dedi. O da "Evet şehadet ediyorum" dedi. Diğerine sorunca, "Ben sağırım seni duymuyorum" dedi. O da birini öldürüp diğerini serbest bıraktı. Serbest bırakılan adam Rasûlullah'a gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben helak oldum" dedi. Rasûlullah (s.a) "Seni helak eden nedir?" dedi. O da ona konuyu anlattı. Hz. Peygamber ona şöyle söyledi: "Senin arkadaşın imamyla gitti. Ancak sen ruhsata yapıştın." Sonra Nebi (s.a): "Şu anda kendini nasıl hissediyorsun?" dedi o da "Ya Rasûlullah! "Senin rasûl olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. Rasûlullah da "Sen üzerinde bulunduğun şey üzerindesin" buyurdu.
Sözün özü şudur: Kim ki bir cebre maruz kalır da gayr-ı meşru bir iş yaparsa, sorumlu tutulmaz. Günah icbar edene aittir. [118]
Soru: Dişi düşen çocuğun onu güneşe karşı atıp, güneşten daha iyi bir diş dilemesinin dinde yeri var mıdır?
Cevap: İslâm Dini, hurafelerle, batıl ve vehimlerle savaşmak için gelmiştir. O insanları düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. İnsanları düşünceye sevkeden ayetlerin bazılarını aşağıda kaydedeceğiz:
İnsan yediğine bir baksın. Yağmurlar yağdırdık, sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bi-
tirdik, (bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir. (Abese/24-32)
(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? (Gaşiye/17-20)
Yine Kur'an, yegane tasarruf sahibinin ve dilediğini yapanın Allah olduğunu bildiriyor:
(Rasûlüm!) De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüze de geceye katarsın. Ölüden diri çıkarır, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız nzık verirsin." (Al-i İm-ran/26-27)
Allah Mülk suresinde de şöyle buyuruyor:
Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir. Ve O'nun her şeye gücü yeter. O ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O mutlak galiptir. Çok bağışlayıcıdır. (Mülk/1-2)
Bundan anlıyoruz ki her şeyi yaratan, dilediğini dilediğine veren, her şeyin hükümranlığı elinde bulunan Allah'tır.
Düşen dişin yerine gelecek olan dişe güneşin müdahalesi olamaz, o dişin güzelliğini ve çirkinliğini de güneş tayin edemez. Akıllı bir insanın böyle şeylere inanması mümkün değildir. Bir müslümanın böyle yapması caiz değildir. Bir insanın güneşin insana bir diş vereceğine inanması küfürdür, sapıklıktır.
Hurafelerle ilgi olarak Nehcu'UBelağa şerihinde şöyle deniyor: "Geçmiş milletlerin hurafelerinden birisi de şuydu: Bir çocuğun dişi düşünce o onu başparmağıyla şehadet parmağının arasına alıp doğan güneşe doğru atarak şöyle derdi: "Ey güneş! Bunun yerine bana daha güzel bir diş ver!"
Yine el-Ibda fî Mezar'ıl-İbtida adlı kitapta şöyle anlatılıyor: Çocuk düşen dişini güneşe doğru fırlatır ve güneşe hitaben şöyle derdi: "Al sana eşek dişini ver bana damat dişini."
Bunlar çocuksu şeylerdir. Bunların hiç birkıymet-i ilmiyesi yoktur.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, böyle şeylere inanması ve böyle şeyler yapması müslümana yaraşmaz. Bilakis o bütün işlerini, bütün alemlerin rabbi olan Allah'a teslim etmelidir. [119]
Soru: İslâm sadece Arabların hidayeti için mi gelmiştir?
Cevap: İslâm, tüm insanların dinidir. Allah onu şu veya bu toplum için gönderilmedi. Bilakis, o her zaman ve mekanda bütün toplumlar için gönderilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Alemler kelimesi yetmiş yerde geçmektedir. Allah (c.c) Rasûlüne hitaben şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim." (A'raf/158)
İslâm'ın, Peygamber dönemindeki cemaatına baktığımızda, yabancıların Arablarla kaynaştıklarını görürüz. O cemaatın içinde İranlı Selman vardı. Selman, Hendek harbinde Rasûlullah'a hendek kazılmasını tavsiye etmiş ve böylece düşmanların Medine'ye girmeleri önlenmişti. Hz. Peygamber onun hakkında "Selman ehl-i beytimizdendir" buyurmuştur. Yine İslâm cemaatinde Habeşistanlı Bilal vardı, ki o İslâm'da ilk müezzin oldu. Beyt'ül-malm da görevlisi idi. Onun hakkında Rasûlullah şöyle demiştir: "Bilâl Habeşistan'ın ilk meyvesidir." Ve yine bu cemaatın İçinde Süheyb-i Rumî vardı. Onun hakkında Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Süheyb Rumların ilk meyvesidir.
İslâm'ın dünya dini olduğuna dair Kur'an'da işaret vardır:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-nizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının; şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyiçidir. (Nisa/l)
İslâm'ın cihan dini olduğuna dair en büyük belirti ise, İslâm'ın tâ-bilerine bütün semavi dinlere ve bütün peygamberlere inanmalarını emretmesidir. Kur'an-ı Kerim bunu bir kaç yerde dile getiriyor:
Peygamber, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız" dediler. (Bakara/285)
De ki: "Biz, Ali alt'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakup oğullarına indirilene, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz ancak ona teslim oluruz." (Al-i Imran/84)
İslâm, kendi toplumunda ehl-i kitap dediği unsurların da yaşamasına izin vermiş, onların Allah ve Rasûlü katında bir zimmetleri olduğunu bildirmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki İslâm dünya dinidir, herkese hitap eder, hiç bir toplumun Özel veya millî dini değildir.[120]
Soru: Bütün davaların bazı temel esas ve kaideleri vardır. İslâm davasının temel esasları nelerdir?
Cevap: İslâm öyle bir dindir ki, Allah (c.c) onunla kullarına dünya saadetini ve ahiret nimetlerini vaadetmiştir. İslâm'ın temel esasları Allah'ın birliğine ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılma;c, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak, yoluna güç yetirmek şartıyla hac yapmaktır. Hz. Peygamber (s.a hu Konuda şöyle buyuruyor:
İslâm beş temel üzerinde bina edilmiştir: Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve yoluna gücü yeten için beyti ziyaret etmektir.
Bunlarla beraber İslâm bir kısım temel esasları daha içermektedir. Şöyle ki:
Evvela: İnancın netleşmesi, iknaya dayanması, itikat, görüş ve araştırmada şahsi hürriyete kefil olması.
Kur'an şöyle buyuruyor:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. (Bakara/256)
İkinci olarak: İnsanla rabbi arasındaki yolu açmak, Allah ile kul arasında hiç bir vasıta kabul etmemek lazımdır. Her müslüman, vasıtasız rabbine ibadet edebilir. Kur'an bu konuda şöyle buyuruyor:
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok y?.k,nım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (Bakar/186)
Üçüncü olarak: İnsanlar arasındaki eşitliktir. İslâm cinsiyete, renge, neseb ve mala bakmaz. İslâm bir tek şeye değer verir o da insanın takvası ve iyi işidir. Kur'an şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanmızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. (Hucurat/13)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Beyazların siyahlar üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvada ve salih ameldedir.
Dördüncü olarak: Şura esasını getirmiş olmasıdır. Kur'an şöyle buyuruyor:
Onların işleri, aralarında danışma iledir. (Şura/38) Allah Teâlâ, Rasûlüne de şöyle buyuruyor: İş hakkında onlara danış. (Âl-i İmran/159)
Yine, Allah'a isyan olmadığı yerde emir sahiplerine itaat etmenin emredilmesidir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Allah'a isyan olduğu yerde kula itaat olmaz.
Beşinci olarak: İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, hayra çağırmak ve bu konuda gayret göstermektir. Allah şöyle buyuruyor:
Siz, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü meneden bir toplum olun! İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmran/104)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
İşte bunlar İslâm'ın bazı temel kaideleridir. [121]
Soru: Herhangi bir kötülüğü görüp de ondan nehyetmemenin hükmü nedir? Zira münkerden sakındırmayan kişinin, onu yapmış gibi olduğu söyleniyor. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emredip kötülük-
ten men ederler, hayırlı işlere koşuşurlar, işte bunlar iyi insanlardandır. (Âl-i îmran/114)
Siz, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir toplum olun! İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmran/104)
Allah Tevbe suresinde de şöyle buyuruyor:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Allah ve Rasûlüne itaat ederler, işte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir. (Tevbe/71)
Kur'an, mü'min ve faziletli ümmeti Âl-i İmran suresinde şöyle tasvir ediyor:
Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. (Âl-i îmran/110)
Bu ve buna benzer ayetlerden de anlıyoruz ki iyiliği emredip kötülükten nehyetmek müslümanların temel görevlerinden olup İslâm'ın güzel çehresini gösterir. Bunu terketmekse, Allah'ın lanetini celbeder. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! (Maide/78-79)
Rasûlullah (s.a) de şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz bir münkeri görürse onu eliyle, ona gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin! Ancak bu imanın en zayıf derecesidir.
Bir başka rivayette ise, son cümle şöyledir: "Bunun ötesinde (yani kalben buğzetmenin ötesinde) bir hardal tanesi kadar iman yoktur."
Hadis-i şerifin güç yetirmeden bahsetmesinden anlıyoruz ki eğer mü'min güç yetirirse münkeri düzeltecek, gücü yetmezse hiç olmazsa
kalben buğzedecek. Ancak bu şekilde o günaha ortak olmaktan kurtulur. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Allah herkesi, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Bakara/286)
İslâm âlimleri münkeri bertaraf etmek için bazı şartlar Öne sürmüşlerdir. Başta insan o işin kötü (münker) olduğunu bilecek ve sonra da onu ortadan kaldırmak için sağlam yollara başvuracak. Bir taraftan kötülüğü ortadan kaldırırken, diğer yandan daha büyük bir kötülüğe yol açmayacak. Ve buna muktedir olacak. Bu nedenle bazı âlimler şöyle demişlerdir: Kötülükleri elle değiştirmek yetkililere, güç sahiplerine, dille değiştirmekse, mürşit ve yönlendiricilere, kalple değiştirmek-se, hiç bir şeye gücü yetmeyenlere düşer.
Çünkü günahı bertaraf etmenin en düşük derecesi, müslümanın günahın varlığından tiksinmesi, ondan ve onu yapandan uzaklaşmasıdır. Bu da kalbini ıslah için Allah'a dua etmek ile olur. [122]
Soru: Candan bir dostuyla bozuşan, dostunun ölümü üzerine onun cenaze işleriyle ilgilenen kişi, dostuyla barışmış olur mu?
Cevap: Allah şöyle buyuruyor: Mü'minler ancak kardeştirler.
Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir, ben de sizin rabbinizim, öyle ise benden sakının! (Mü'minun/52)
Mü'minler arasında Allah için kardeşlik vardır. İman ve vatan birliği vardır. İnsana yaraşan şey bu hakları muhabbetle, safa ile korumaktır. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Mü'minler, tıpkı birbirlerine kenetleyen bir binanın taşlarına benzer.
insan dostunun bazı sıkıntılarına katlanmalıdır. Kusursuzluk sadece Allah'a mahsustur. Mekme adlı şair şöyle diyor:
Bir kişinin kusurlarının sayılması ona şeref olarak yeter.
Kur'an-ı Kerim de değil dostların, bütün insanların eziyetlerine tahammül etmemiz gerektiğini söylüyor.
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle, o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. (Fussilet/34-35)
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Allah, bana zulmedeni affetmemi, benden kesene vermemi, benimle ilgisini kesenle alaka kurmamı emretti.
O nedenle dostların, hayatlarını muhabbetle, sevgi ile birbirlerine katlanarak geçirmeleri, şeytanın aralarını bozmalarına meydan vermemeleri gerekir. Eğer aralarında bir soğukluk oluşmuşsa hemen aralarını düzeltmek için harekete geçmeleri gerekir. Bu hususta ilk harekete geçen sevabın büyüğünü alır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İki müslümanın üç günden fazla küs durmaları helâl olmaz. Onların en hayırlısı birbirleriyle karşılaştıklarında ilk selam verendir.
Soruda ifade edilen duruma gelince, bozuşan dostlardan biri vefat etmiş, diğeri de ona karşı vazifesini yapmış, bozuşmaktan pişman olmuştur. Dolayısıyla Allah Teâlâ ona niyetine göre mükâfat verir inşa-allah. Zira Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Ameller niyetlere göredir. Her kişiye niyetine göre muamele edilir. Ve yine şöyle buyuruyor:
Allah sizin kalplerinize ve işlerinize bakar. Sizin sözlerinize ve
suretlerinize bakmaz.
Hayatta kalan dosta düşen şey ölen dostuna dua etmesi, onun ba-
ğışlanmasını dilemesi ve sevdiklerini sevmesidir. Allah Teâlâ çok ba-ğışlayan ve çok merhamet edendir. [123]
Soru: Dostlar arasında olan husumet hakkında ne dersiniz?
Cevap: İslâm'a göre müslüman müslümanın kardeşidir. Çünkü onların dini birdir. Kur'an şöyle diyor:
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın;'parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, o gönüllerinizi birleştirmişti. Ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. (Al-i İmran/103)
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz. (Hucurat/10)
Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir, ben de sizin rabbinizim. Öyle ise benden sakının. (Mü'minun/52)
Rasûlullah da (s.a) müslümanların kardeşliklerini pekiştirmek için şöyle buyuruyor:
Mü'minler, tıpkı birbirlerine sımsıkı kenetlenmiş bir binanın taşlan gibidir.
Mü'minler tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiğinde, bedenin diğer organları da müteessir olur ve uykusuz kalır.
Bu nasslardan anlıyoruz ki mü'minlerin Allah için kardeşlik içinde olması lazımdır. Müslümanın, müslüman kardeşinden alakasını kesmesi helâl olmaz. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İki müslümanın üç günden fazla küs kalması helâl olmaz. Birbirlerine rastladıklarında biri o tarafa diğeri bu tarafa çeker. Onların en hayırlısı selamla işe başlayandır.
Evet, müslümanın açıktan günah işleyen fasığa kin beslemesi ve onu terketmesi caizdir. O fısk ve günahından dönünceye kadar böyle devam etmek lazımdır. Bu da kendisine nasihat edildikten sonra olmalıdır ki onun herhangi bir bahanesi kalmasın. Allah (c.c) Maide suresinde şöyle buyuruyor:
İyilik ve Allah'ın yasaklarından sakınma hususunda yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmaym. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası ağırdır. (Maide/2)
Rasûlullah (s.a) de şöyle buyuruyor:
Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımın dadır. [124]
Soru: Allah'ın zalim olduğuna inanan kişi hakkında dinin hükmü nedir?
Cevap: Allah Teâlâ hakimlerin hakimi ve adillerin adilidir. O bütün ayıplardan münezehhtir. Her çeşit noksanlıktan ve kötülüklerden bendir. O mutlak ve kamil adaletle muttasıftır. Esma-ı Hüsnası arasında el-Adl ismi de vardır. Bu şu demektir: O hevaya meyletmez ki zulüm yapsın. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
Muhakkak ki Allah, adaleti emreder. (Nahl/90)
Hiç bir akıl kabul etmez ki Allah adaleti emretsin de kendisi bunu yapmasın.
Allah'tan zulmü nefyeden onlarca ayet-i kerime vardır, o ayetlerden bazıları şunlardır:
Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. (Nisa/40)
Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler. (Tevbe/70)
Şüphesiz ki Allah insanlara hiç bir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmediyor. (Yunus/44)
Senin rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)
Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiç bir şekilde haksızlık edilmez; (yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya/46)
Allah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir. (Gafir/31)
Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)
Buna benzer daha nice ayetler vardır. Allah (c.c) bir hadis-i kud-side de şöyle buyuruyor:
Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Onu size de haram kıldım. Öyle ise birbirinize zulmetmeyiniz.
Kim bundan sonra Allah'ın zalim olduğuna inanırsa o Allah'ı, İslâm'ı ve Kur'an'ı inkar etmiş olur. Çünkü o Allah'a iftirada bulunmuştur. Halbuki tüm mahlukatı Allah yaratmış, azıklarını ihsan etmiştir. İnsanlara lütfederek yol göstermiştir ve onlardan itaat etmelerini istemiştir. Kim itaat ederse kendi lehine, kim de isyan ederse kendi aleyhinedir.
Allah'ın ilmine hiç bir kul muttali olamaz. Hiç bir kimse onun künhüne ve hakikatına varamaz. Kula yaraşan rabbine iman edip gücü nisbetinde O'nun emir ve yasaklarını yerine getirmesidir. Çünkü Allah Teâlâ bize gücümüzün üzerinde yük yüklememiştir. O bizim için zorluk dilemez. O şöyle buyuruyor:
O din, hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi. (Hac/78) Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Bakara/286)
Allah Teâlâ, insanlara akıl, kulak, göz, temyiz kabiliyeti ve tercih hakkı vermiş ve bu kabiliyetleri hayır ve taatta kullanmasını istemiştir.
Güç ve takat olduğu sürece insan bu işleri yapmakla mükelleftir ve ona göre hesaba tutulacaktır. Allah şöyle buyuruyor:
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)[125]
[1] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/7-8.
[2] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/9-10.
[3] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/10-11.
[4] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/11-12.
[5] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/12-14.
[6] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/14-17.
[7] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/17-18.
[8] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/18-20.
[9] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/20-22.
[10] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/22-24.
[11] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/24-25.
[12] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/25-27.
[13] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/27-28.
[14] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/28-30.
[15] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/30-32.
[16] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/32-33.
[17] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/33-35.
[18] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/35-36.
[19] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/37-38.
[20] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/38-40.
[21] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/40-42.
[22] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/42-43.
[23] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/44-45.
[24] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/45-47.
[25] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/47-50.
[26] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/50-51.
[27] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/51-52.
[28] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/52-53.
[29] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/54-55.
[30] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/55-56.
[31] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/56-57.
[32] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/58-59.
[33] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/59-60.
[34] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/61-62.
[35] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/62-64.
[36] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/64-66.
[37] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/66-67.
[38] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/68-69.
[39] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/69-71.
[40] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/71-72.
[41] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/72-74.
[42] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/74-77.
[43] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/77-79.
[44] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/79-81.
[45] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/81-82.
[46] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/82-84.
[47] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/84-85.
[48] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/85-86.
[49] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/86-89.
[50] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/89.
[51] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/89-90.
[52] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/90-91.
[53] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/91.
[54] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/92-93.
[55] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/93-94.
[56] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/95.
[57] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/95-97.
[58] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/97-98.
[59] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/98-99.
[60] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/99-100.
[61] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/100.
[62] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/100-103.
[63] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/103-104.
[64] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/104-106.
[65] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/106-108.
[66] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/108-109.
[67] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/109-112.
[68] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/112-114.
[69] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/114-117.
[70] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/117-119.
[71] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/119-124.
[72] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/124-125.
[73] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/125-127.
[74] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/127-128.
[75] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/128-130.
[76] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/130-131.
[77] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/131-135.
[78] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/135-136.
[79] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/136-137.
[80] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/137.
[81] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/137-138.
[82] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/138-140.
[83] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/140-143.
[84] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/143-144.
[85] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/144-147.
[86] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/147-149.
[87] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/149-151.
[88] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/151-154.
[89] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/154-156.
[90] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/156-157.
[91] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/157-158.
[92] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/158-159.
[93] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/159-162.
[94] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/162-164.
[95] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/164-166.
[96] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/166-168.
[97] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/169-172.
[98] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/172-175.
[99] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/175-176.
[100] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/176-178.
[101] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/178.
[102] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/179.
[103] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/179-181.
[104] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/181-182.
[105] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/182-183.
[106] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/183-184.
[107] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/184-186.
[108] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/186-187.
[109] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/187.
[110] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/187-188.
[111] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/188-189.
[112] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/189-190.
[113] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/190-191.
[114] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/191.
[115] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/192.
[116] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/193.
[117] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/193-194.
[118] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/194-196.
[119] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/196-198.
[120] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/198-199.
[121] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/199-201.
[122] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/201-203.
[123] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/203-205.
[124] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/205-206.
[125] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/206-208.