7. BÖLÜM
HAC VE UMRE HAKKINDA
TATAVVU’ HACCI MI SADAKA MI ?
Kadının Mahremî Olmadan Haccetmesi
Uçakla Yolculuk Mu
Daha Efdal Yoksa Yürümek Mi ?
Küçük Yaşta Hac Yapmak
İlim Ve Din Arasında Zemzem Suyu
Zemzem
suyu içmek ne vaciptir ne de haccın sünnetlerindendir
Hacer'ul Esvet Hakkındaki Şüpheler
İlmin Tabiatı
Taşlardan Hayır Bereket
Dilemek Şirktir
Müzdelîfede Gecelemenin Hükmü
Nedir?
Hz. İbrahîm'in Makamı Ve Bu Makamın Başka Bir Yere Nakledilmesi Caiz Olur Mu?
Hac Niyabeti (Başkasının
Yerine Hac Yapmak)
8. BÖLÜM BAYRAMLAR VE KUTLAMALAR
Şaban Ayının On Beşinci Gecesinde (Berat Kandilinde) Yapılan Dua
Şaban Ayının Onbeşinci Gecesi (Berat Kandili)'nde Yapılan Meşhur Dualar Ve Bu
Gecede Bîr Araya Gelmek
Recep Ayı
Recep Ayında Oruç Tutmak
Kurban Bayramı Arefesinde Oruç
Tutmak
Kurban Kesmek
Kurban Bayramda Getirilen
Teşrik Tekbiri
Kurban Kesmenin Hükümleri
Aşura Orucu Büyük
Günahlara Keffaret Midir?
Yahudilerin Aşura Orucunun Müslümanlarla Aynı Güne Denk Gelmesi
Aşura
Gününde Sürme Çekmek Ve Aile Efradını Zenginleştirmek
9. BÖLÜM KADIN, AİLE VE BOŞANMA HAKKINDA
Kadının Herşeyi Şer Midir?
Peruk Takmak Ve Kadının
Kuaföre Gitmesi
Kadının Yüzünü Göstermesi
Ve Hicap Hakkında
Kadının yüzü avret değildir
Gözlerin bakılması
yasak olanlardan çevrilmesi
Örtünme adeti
Kadının Eşinin Oğluyla Yalnız
Kalması
Müslüman Kadının Şer'i Giysisi
Tahrik Edici
Görüntülerden Çabucak Etkilenmek
Nişanlı Bir Kişinin Nişanlı Olduğu Kızla Yalnız Kalması Doğru Mudur?
Yüksek Mihir
Başka Başka Anne Ve Babalardan Olan Erkek Ve Kız Üvey Kardeşlerin Evlenmesi
Müslüman Bir Kadın
Komünist Bir Kimseyle Evlenemez
Tırnakların Boyanması
Kadının Saçını Kapatması
Evlilik Ve Sevgi
Muharrem Ayında Evlenmek
Erkeğîn Evleneceği Kişiye Bakması
Müslüman Bir
Erkeğin Müslüman Olmayan Bir Kadıınla Evlenmesi
Dinsiz kadınlarla evlenilmez
Mürtedle evlenilmez
Bahailerle evlenilmez
Kadının Eşîne Hizmet Etmesi
Kadının Eşi Üzerindeki Hakkı
Eşler Arasında Cinsi İlişkiler
Hülle Nikahı
İddet Esnasında
Kadının Uyması Gereken Hususlar
Babasının Sağlığında
Ölen Bir Oğulun Çocukları
Komünist Bir Çocuk
Babasına Mirasçı Olabilir Mi?
Haram Kılınmış Bidat Talakının
Hükmü
Sarhoşun Talakı
Kızgınlık Halinde Boşamak
'Abdulmesîh" İsminî Koymak
Kadının Kendine Yetecek Kadar Ve Kocasının Maddî Durumuna Uygun Bir Miktarda
Nafaka Hakkı
Peygamberimizin Hanımlarının Dörtten Fazla Olmasının Hikmetleri
Babasının İzni Olmadan Evli Kızına Annesinin Bir Şeyler Vermesi
Çocuklara Güzel Îsîm Koymak
Talaka Yemîn Edilirse Vaki Olur
Mu?
Kadının Boşandığı
Erkekle Karşı Karşıya Bulunması
Cinsi İlişkide
Bulunmadan Önce Boşanan Kadının Durumu
Çocuğuna Karşı
Merhametsiz De Olsa Anne Hakkı
Günah İşlemeye Zorlanmakta
Mesul Olan Kim?
10. BÖLÜM YEMİN ve ADAKLAR HAKKINDA
Adağı Yerine Getirmek
Yemîn Kefffareti
Akdedilmiş Yemin
Kabe Adına Yemin Etmek
'Lağvi Yemîn' Midir?
Mubah Şeylerle Adakta Bulunmak
Söz Vermek
11. BÖLÜM TOPLUMSAL İLİŞKİLER HAKKINDA
Devletin,
İşçi Ve Memurun Ücretlerine Müdahalesi Hakkında
Gerektiğinde İslam Hükümetinin Ev Kiralarını Belirleme Hakkı Vardır
İslam Ve Ticaret
Bankadan Alınan Kârlar
Bankalarda Çalışmak
Şimdiki
Banknotlarda (Kağıt Parada) Faiz Düşünülebilir Mi?
Îslamın
Hükmetmediği Toplumda Müslüman Bir Ferdin Durumu
Cezalı Mahbusu Kurtarmak İçîn
Rüşvet
Yalan İmanın Sınırıdır
Uygun Yalan
Nisan Bir Aldatması
12. BÖLÜM YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA
Yabancı
Ülkelerden İthal Edilen Etler Ve Kesilmiş Tavuklar
İçkinin Haramlığı Dinin
Kesin Emirlerindendir
Bîra Îçmek
İçkide Faydalar Var Mıdır?
Varsa Nedir?
Kuran, Hadis
Ve Şeri Kaidelerin Işığında Sigaranın Hükmü
Haramdır diyenlerin
delilleri:
1- Sarhoş edicilik
2-
Gevşetmek ve hissizleştirmek
3- Zarar
Tahrimen mekruhtur
diyenlerin dayanağı
Mubah olduğunu
savunanların dayanakları
Sigara
hakkında açıklama ihtiyacı duyanların görüşleri
Asrımızda yaşayan
alimlerimizin görüşleri
İhtilaflar
arasında en iyi görüşün seçim ve tercihi
Aksırana
Teşmit (Yerhamukellah) Demenin Hükmü Ve Hikmeti
Aksırma anında hamd
etmek ve dua etmenin hikmeti
13. BÖLÜM TOPLUM SAĞLIĞI VE TIB HAKKINDA
İslamın Toplum
Sağlığına Ve Tıbba Verdiği Önem
Şarkı Dinlemek
Televizyon Seyretmek
Heykel Yapmak
Fotoğrafçılık
Dîn Ve Hürriyet
Ölümü Temenni Etmek
Ölüye Ağlamak
Mason Localarına Kayıtlı Olmak
İslam Düşmanlarıyla Ortak
Îşte Çalışmak
Savaşta Öldürülme Ve
Günahların Keffaretî
Müslümanın Bela
Ve Afet Halleri Karşısındaki Durumu
Yahudiler Ve Mesih İsa (As)'ın
Kanı
Büyük Günahlardan Tevbe Etmek
Maslahat
Dolayısıyla Eskimiş Kabirlerin Naklinin Caiz Oluşu
Tasavvufun İç Yüzü
Tasavvuf
7. BÖLÜM HAC VE UMRE HAKKINDA
TATAVVU’ HACCI MI SADAKA MI ?
SORU
Bazı müslümanlar her sene hac yapmaya büyük önem veriyorlar. Haccın yanısıra bir
de her ramazan ayında umreye gidenler oluyor. Her sene umre ile birlikte hac
yapmaları bazılarını büyük sıkıntılara sokabilmektedir. Kalabalığın
yoğunluğundan ayakta duramayıp yerlere düşenler oluyor özellikle de tavaf, sa'y
ve cemre esnasında düşenlerin sayısı oldukça fazla.
Nafile ( Tatavvu ) umre ve haccına harcanan paralar fakir fukaraya, hayır
müesseselerine veya islami kuruluşlara yardım amacıyla harcansa daha iyi olmaz
mı ? Bu hayır merkezleri geçim sıkıntısı çeken, eli darda olan insanlar için
oldukça hareketli çalışmalar yapmaktadırlar.
Yoksa ikinci veya üçüncü veyahutta daha fazla sayıda umre ve hac yapmak için
ayrılan ve harcanan paralar Allah yolunda, islamın zaferi için harcanmasından
daha mı efdaldir ?
Şer'i ölçülerin ve delillerin ışığında bu meseleyi aydınlatmanızı sizden rica
ediyorum. 1
Cevap
Bilinmelidir ki dini farizaları eda etmek mükelleften yapması istenen en önemli
sorumluluklardır. Özellikle de dinin rukunlarmdan olan sorumlulukların yerine
getirilmesiyle alakalı olan şeyler. Bunların dışında kalan ve Allah'ın hoşuna
giden nafile ibadetleri yerine getirmek ise kişiyi rıza-ı ilahiyeye yaklaştırır.
Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside şöyle geçmektedir. "Kulum bana
kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmekle yaklaşır.Nafile ibadetlerle de
yaklaşmaya devam eder ki (bunları yerine getirdiği için) kendisini severim. Ben
onu sevdim mi onun işinten kulağı, gören gözü olurum."
Ama bizim aşağıda vereceğim şer'i ölçüleri göz önünde bulundurmamız gerekir..
2
Birincisi:
Allah Teala farz ibadetler yerine getirilmeden yapılacak nafile ibadetleri asla
kabul etmez. Buna göre, nafile hac ve umreyi yapan kişilerin farz olan
zakatlarını vermekte cimrilik gösterdiklerini görebiliyoruz. Öyleyse onların
hacları da umreleri de kesinlikle kabul edilmez, merduttur.
Malın, zekatla temizlenmesi hac ve umrede harcanmasından daha iyidir.
Buna örnek olarak şunu verebiliriz, tüccardan veya başka bir yerden eşya alıp da
aldığı şeyin parasını zamanında ödememiş bir kişinin borcunu ödemeden önce
nafile hac ve umre yapması caiz değildir. 3
İkincisi:
Allah Teala bu nafileyi kabul etmez. Çünkü haram fiilden kurtulmak için
yapılacak gayretler nafile için yapılan gayretlerden önce gelir.
Nafile hac yapmak isteyenlerin kalabalığa sebep olmaları bu nedenle
hastalıkların ve zorlukların ortaya çıkmasına, bâzı insanların kalabalık sebiyle
sıksık düşmelerine ve ayaklar altında ezilmelerine neden olabilir. Buna bir yol
bulununcaya kadar kalabalığın azaltılması gerekir.
Bu durumda birden fazla hacca gidenleri engellemek için atılacak adımlar hac
farizasını henüz yerine getiremeyenlere büyük kolaylıklar sağlayacağı için güzel
bir yoldur.
İmam Gazali, haccı yerine getiren kişinin riayet etmesi gereken adaplardan şöyle
bahsediyor: "Haraç vermek suretiyle Allah düşmanlarına yardım etmemelidir.
Onlar, yollar üzerinde bekleyen bedeviler ile Mekke ileri gelenlerinden bazı
kimselerdir ki, Mescid-i Haram'a girmeğe mani olurlar. Muayyen yollarda bulunan
bu gibilere para vermek, zulme yardım ve zulmün sebeplerini kolaylaştırmak
demektir. Bu, (İnsanın düşmanı olan) nefsine yardım etmesi gibidir. Onlara para
vermemek için çareler araştırmalıdır. Eğer buna imkan bulamazsa; bazı ulemanın
dediğini yapmakta bir beis yoktur" Zulme yardımcı olmaktansa, nafile haccı
terkederek yoldan geri dönmek daha efdaldir. Çünkü onların yollar üzerine durup
bu paraları almaları bid'attir. Onlara uymak da bu bid'ati yerleştirmek; kendi
kendini zora sokmak olur. Ne yapayım zaruri olarak veriyorum gibi mazeretler
göstermek fuzilidir. Çünkü evinde dursan veya yoldan geri dönsen, onlar da
senden bu parayı alamazlardı. Hatta bazan kendisini zengin göstermekle onların
fazla para almalarına yardımcı olmuş olunur. Eğer kendisini fakir gösterseydi,
bu cizyeden kendisini kurtarmış olurdu. Kendisini müşkül vaziyete düşüren, asıl
böyle gösterişlerdir." 4
Biz bu nafile hac konusunda şunları söyleyebiliriz; nafile hac yaparken haram
olan şeyler de işleniyorsa veya hac seferi şurasında dönen zulüm çarkına (İmam
Gazali'nin değindiği haraç gibi) bizzatihi olmasa da destek veriyorsa bu tür
nafile haclar ne övülür ne de meşru bir statüde sayılırlar. 5
Üçüncüsü:
Fesadı ortadan kaldırmaya çalışmak, içinde maslahat olan işleri yapmaktan daha
iyidir. Özellikle müfsitlik genele, maslahat ise özele yönelik olduğunda. Bazı
insanların maslahatı, defalarca nafile hac yapmak olunca bunun sonucunda
binlerce hac farizasını yerine getirecek insanları eza ve sıkıntılara
sürükleyecek genel bir bozukluk ortaya çıkacaktır. Bu bozukluğu engellemek ona
sebep olan -ki bu da kalabalıktır- etkeni kaldırmakla olur. 6
Dördüncüsü:
Nafile olarak yapılacak ibadetler ve hayırlar oldukça fazladır. Allah Teala bu
alanda herhangi bir kısıtlamaya gitmemiştir. Basiretli mü'min durumuna en
hayırlı olanı ve zamanına en uygun düşeni hayır olarak yapandır. Nafile haccı
yerine getirmek diğer müslümanlara sıkıntı ve eziyet verdiğine göre Allah'ın
müslüman için hayır yönünden geniş imkanlar tanıdığı daha başka alanlara
yönelmesi gerekir. Böylece başkalarına eziyet vermeden nafile ibadetlerle
Rabbine yaklaşmış olur.
İhtiyaç sahibi yoksul kimselere sadaka verilmesine gelince, tabi ki özellikle
akraba ve yakınlara verilmelidir. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır. "Düşküne
sadaka vermek bir sadaka yerine geçer. Akrabalara sadaka ise iki sadaka yerine
geçer; birincisi sadakanın kendisi ikincisi sıla-i rahim (yapmak)dır."
7
Kendisi zenginken yakın akrabası fakir olduğu zamanlarda onlara yardım etmek
bazan (zengin olan) üzerine bir vecibe olur.
İslam'ın öngördüğü hakları yerine getirdikten sonra komşuluk hakkı bulunan
düşkün veya fakir bir komşuya yardımda bulunmak iyidir. Hatta bazen onlar için
istenen yardım farz derecesine yükselebilir. İhtiyacı artan kişiler haram
yollara daha çabuk saparlar.
Bu nedenle hadiste şöyle Duyurulmuştur. "Komşusu aç iken, tok geceleyen mü'min
değildir." 8
Bir de dini cemiyetlere, İslami merkezlere, Kur'an kurslarına İslami esaslara
göre kurulmuş olan sosyal ve kültürel müesseselere yardımların yapılması var.
Ancak bu müesseseler, ilgilenecek, onları geliştirip daha ileri seviyelere
getirecek kimselerin yokluğu nedeniyle ya kapanmakta ya da kendiliğinden yok
olup gitmektedir. Bunun yanında beşeri amaçlar için kurulmuş teşkilatlar
milyonlarca lira gelir sağlama imkanı bulabiliyorlar. Bunların bu paraları
müslümanların birliğini bozarak hiristiyanlaştıramasalar da onları dinden
çıkarmak için kullanmaktadırlar. Önemli olan sonuçta dinsiz olarak kalmasa da
İslami düşüncesinin çarpıtılmasıdır.
Bugün İslam ülkelerinden bir çokları dünyanın eh zengin ülkeleri arasında yer
alıyorlar. İslami projelerin fiyaskoyla sonuçlanıp tamamlanamaması müslümanların
ne mallarının azlığından ne de hayır yapacak müslümanların bulunamamasındandır.
Müslümanlar içerisinde hayır sahibi insanlar var ancak bunlardan çoğu harcama ve
infaklarını layık olmayan yerlere yapıyorlar.
Her sene nafile hac ve umre yapan binlerce insan, hac ve umre esnasında
harcadıkları milyonları islami projelerin ya da başlanılıp da bitirilemeyen
çalışmaların bitirilmesi için harcasalar bu, hem hayır olur, hem de ortamın
ıslahı yönüyle tüm müslümanları kapsayacak nafile bir ibadet olur. İslam daveti
için çalışan ihlaslı müslümanlar doğu veya batından gelen ve islam ülkelerinde
çeşitli şekillerde bulunan aynı zamanda gerçek islami yönelişlere engel olmayı,
onlara sekte vurmayı ve islam ümmetini parçalamayı planlayan beşeri kaynaklı
fikri akımlara karşı direnme gücünü kendilerinde bulabilirler.
Hac ve umre ziyaretlerini tekrar tekrar yapmaya büyük önem veren dindar ve
ihlaslı kardeşlerime tavsiyem bundan önceki ziyaretleriyle yetinmeleridir. Yok
eğer illa da yapmak istiyorlarsa Her beş sene de bir yapsınlar. Böylece
kendileri için ecri büyük olacak iki önemli faydadan da istifade etmiş olurlar.
9
Birincisi:
Bu yerlere ikinci bir defa için harcanan paraların islami da'vet, hayır ve tüm
islam dünyasındaki müslümanlara veya islam ülkelerinin dışında yaşayan ezilmiş
müslüman azınlıklara yardım için kullanılması. 10
İkincisi:
Diğer yerlerden hac farizası için gelen müslümanlara yer açmak. Hiç şüphesiz bu,
hac farizasını yerine getirenlere kolaylık sağlamak ve onlara rahat imkanlar
oluşturmak için daha uygundur. Dini bilen kişi, farz ibadetleri yapacaklara
kolay imkanlar sağlamanın kendisini Allah'a yaklaştıracağından şüphe duymaz.
Yaptığı amelin ve niyetin karşılığı da elbette vardır. "Her kişiye niyet
ettiğinin karşılığı vardır." 11
Cihat ameliyesi, hacc ameliyesinden daha efdaldir. Bu Kur’an'nın kesin
ifadeleriyle sabittir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hacca gidenlere su vermeyi, Mescid-i Haramı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe
inananla, Allah yolunda cihat edenle bir mi tuttunuz? Allah katında bir
olmazlar; Allah zulmeden milleti doğru yola eriştirmez. İnanan, hicret eden ve
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselere Allah katında en büyük
dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır." 12
Kadının Mahremî Olmadan Haccetmesi
Soru
Bedeni sıhhati iyi olup hac edebilmek için yeteri kadar parası olan her kadına
haccetmek bir farzdır. Ancak kadının, hac edebilecek bir eşi veya mahremi
bulunması mükün olmayabilir. Bu durumda bazı müslüman erkeklerle ya da müslüman
kadınlarla haccını yerine getirmesi caiz olur mu? Bugün artık yolların emin
olduğu belli birşey. Eskiden olduğu gibi yolculuk etmenin tehlikeli bir yanı
kalmadı. Ya da kadının haccı, kendisi için mahrem birini buluncaya kadar
ertelemesi mi gerekir? 13
Cevap
İslam şeriatine göre kadının tek başına seyahat etmemesi bilakis kendisine
arkadaşlık yapan eşiyle ya da bir mahremiyle seyahata çıkması esastır.
Bu hüküm, Buhari ve diğer hadis kitaplarının İbn Abbas (ra)'tan yaptıkları şu
rivayete dayanmaktadır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Kadın mahremi
olmadan yolculuk edemez. Yanında mahremi olmadan hiç bir erkek onun yanına
gelemez."
Hz. Ebu Hureyre (ra)'den merfu olarak şu hadis rivayet edilmiştir "Allah'a ve
ahiret gününe inanmış bir kadının mahremi olmadan bir günlük yola (gece ve
gündüz dahil) çıkması helal olmaz." 14
Ebu Said (ra)'den rivayeten "Bir kadın eşi veya mahremi olmadan İki günlük bir
yola çıkamaz." 15
İbni Ömer (ra)'den rivayeten "Kadın üç gece sadece mahremiyle beraber yolculuğa
çıkabilir." 16
Hadislerin ibarelerinden anlaşıldığına göre, rivayetlerin birbirinden farklı
olmaları konuyla alakalı soruların farklı olmalarındandır. Ebu Hanife bu konuda
İbn Ömer (ra)'in görüşünü tercih etmiş aynı zamanda Ebu Hanife mahremi kısa
mesafeli (yani namazı eksiltmeyi gerektirmeyen) alan içinde yapılan yolculuklar
için gerekli görmüştür.
Bütün bu hadisler her türlü yolculukları kapsıyor. İster ziyaret için olsun,
ister ticaret için isterse ilim öğrenmek için olsun değişmez.
Bazılarının düşündüğü gibi bu hükmün temelinde kadınlara ve onların ahlaklarına
karşı su-i zan güdülmemiştir. Sadece onlara karşı kalplerinde şehevi duygular
besleyenlerden, kötü niyetli saldırgan kimselerden, yol kesenlerden özellikle de
hiç bir güvenliğin, refahın bulunmadığı zamanımızda ve yolcunun her an
tehlikelerle burun buruna kaldığı çöl yollarında yolculuk ederken onu
korumaktır.
Peki ya beraberinde yolculuk edebileceği bir mahrem bulamazsa ne olacak? Bu
durumda kadının yolculuk etmesi vacip mi, müstehap mı yoksa mubah mı olur?
Beraberindeki bazı emin erkeklerle ya da güvenilir kadınlarla, yol emin ve
güvenilir olduktan sonra yolculuk yapabilir mi?
Fıkıh alimleri haccın kadınlar üzerine farz olduğunu açıklarken bu konuya da
değinmişler. Peygamber (s.a.v)'in kadının mahremsiz olarak yolculuk etmesini
yasakladığı hadislerini de açıklamışlardır.
a) Bazı fıkıh alimleri hadislerin zahiri manalarından hareketle kadının
mahremsiz yolculuğunu men etmişlerdir. Her ne kadar hac ona farz kılınmış olsa
da. Bu hükümden hiç bir şeyi kesinlikle istisna tutmamışlardır.
b) Bazı alimler de şehvetleri geçmiş yaşlı kadınları istisna tutmuşlardır.
Maliki imamlardan kadı Ebu Veüd elYaci'den de aynı görüş nakledilmiştir.
Hadislerin manalarında geçen umumi ifadeleri tahsisleştirmişlerdir. İbn Dakik
el-iyd'de bu görüştedir.
c) Bazıları da, yanında güvenilir kadınlarla birlikte yolculuk edenleri istisna
tutmuşlardır. Hatta bazı fıkıh alimleri güvenilir bir hür kadınla dahi yolculuk
edebileceklerini söylemişlerdir.
d) Sadece yol emniyetini yeterli görenler de vardır. Şeyh'ul İslam İbn
Teymiyye'nin görüşü de bu minvaldedir. İbn Muflih 'Furu' adlı kitabında İbn
Teymiyye'den şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Her kadın mahremi olmasa da yolun
emniyetli olduğuna güveniyorsa haccını yerine getirebilir. Yalnız yapılan
yolculuğun taat seferiyle alakalı olması gerekir." Kerabisi, nafile hac
hususunda da safinin aynı görüşte olduğunu nakletmiştir. Bazı safi imamlarda
ziyaret ve ticaret gibi her seferde kadın için mahremi olmasının şart olmadığını
söylemişlerdir.
Esrem, İmam Ahmet b. Hanbel'den şu şekilde rivayette bulunmuştur. "Farz olan
hacda mahrem gerekmez." Bunada şunu sebep olarak göstermiştir: "Çünkü o, diğer
müslüman kadınlarla yolculuğa çıkmıştır ve onların güvenliği altındadır."
İbn Şirin: Güvenilir müslüman bir erkekle olmasını yeterli görmüş,
Evzai: Adil bir toplulukla beraber çıkması yeterlidir, demiş İmam Malik: Bir
gurup kadınla çıkmasını kafi görmüştür.
İmam Şafi: Güvenilir bir gurup müslüman kadınla olması yeterlidir. Bazı safi
imamlar ise, yol emniyeti olduktan sonra kadının yalnız başına yolculuğunu caiz
görmüşlerdir. 17
Hafız İbn Hacer şöyle demiştir. "Şafii döneminde en meşhur görüş, ya kadının
zevcesiyle birlikte olması ya mahremiyle ya da güvenilir kadınlarla olması
yönündeydi. Kadının güvenilen bir kadınla olmasını yeterli gören görüşler ile
Kerasi ve arkadaşlarının 'el-Mezhep' adlı kitapta rivayet ettikleri; yol
güvenilir olduktan sonra yalnız başına yolculuk edebileceği görüşleri vardır.
Bu görüşler hac ve umre yolculukları için geçerli olduğuna göre tüm yolculuklar
için aynı hükmü vermemek gerekir. Bazı alimlerin bu yönde açık ifadeleri vardır.
Çünkü maksat, kadının korunmasıdır. Bu da sadece yol güvenliği ve güvenilir
müslüman erkeklerle müslüman kadınların bulunmasıyla mümkün olur.
Kadının, yol emniyetiyle ve güvenilir müslüman erkek ve kadınlarla yola
çıkabileceğine cevaz veren deliller şunlardır. 18
Birincisi:
Buhari Sahih'inde rivayet ettiğine göre Hz. Ömer (r.a) Peygamber hanımlarına son
hac senesinde hacc etmeleri için izin verdi. Beraberlerinde de Osman b. Affan'la
Abdurrahman'ı gönderdi. Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Abdurrahman b. Avf
(ra) ve Peygamber'in hanımları bu konuda icma etmişlerdir. Sahabeden hiç kimse
de Peygamberin hanımlarını erkeklerle birlikte hacca gittikleri için
eleştirmemiştir. Bu görüş icma olarak kabul edilir. 19
İkincisi:
Buhari ve Müslim'de geçen Adiy bin Hatim (ra)'in rivayet ettiği, bir hadiste
Peygamber (s.a.v) İslam'ın geleceğinden, yayılmasında ve yeryüzünün her
köşesinde minarelerin yükselmesinden bahsederken şunları da söyledi: "Öyle bir
zaman gelecek ki, bir kadın yanında kocası dahi olmadan, Kabe'yi ziyaret etmek
için Hiyra'dan (Irak'ta bir bölge) yola çıkacak ve Allah'tan başka kimseden de
korkmayacaktır."
Bu hadis yalnızca böyle bir zamanın geleceğini haber vermekle kalmıyor; aynı
zamanda bunun (kadının yola çıkmasının) caiz olduğunu da gösteriyor. Çünkü
hadis, İslam'ın gölgesinde yaşayanların emniyette ve güvencede olacağından
övgüyle bahsediyor.
Biz buraya iki önemli hükmü de eklemek istiyoruz.
1) Muamelatta asıl olan, imana ve maksatlara yönelmektir. İbadi hükümlerde asıl
olan ise mana ve maksatlara yönelmeksizin ibadetleri tam anlamıyla yerine
getirmek ve yerine getirilmesinde kusur etmemektir. İmam Şatibi de bunu tesbit
etmiş açıklamış ve buna delil olarak çeşitli görüşler ileri sürmüştür.
2) Zata haram olan şey sadece zaruret anlarında mubah olur. Aynı şekilde,
günahlara yol açacağından dolayı yasak edilen ameller de sadece zaruret
(ihtiyaç) anlarında mubah olurlar. Şüphesiz; kadının yanında mahremi olmadan
seyahat etmesinin haram olması da, bu türden bir hükümdür.
Ayrıca şunuda eklemek gerekir; günümüzde yolculuk etmek, eski devirlerde yapılan
yolculuklara hiç benzemez. O zamanlar yolculuğa çıkan kervanlar susuz çöllerden
geçerken hırsızlara yol kesicilere karşı koyabilmek için genç ve cesur kişilerce
korunurdu.
Şimdiki yolculuklar, bir çok insanı bir defada taşayabilen vapurlarla, trenlerle
ya da uçaklarla yapılmaktadır. Buda güvenilirliği ister istemez artırıyor. Kadın
için duyulan korkuda ortadan kalkar. Çünkü kadın artık yalnız başına değildir.
Bu nedenle emniyet ve itminanın hissedildiği bir atmosferde kadının haccını
yapmasında herhangi bir sakınca yoktur.
Tevfik Allah'tandır. 20
Uçakla Yolculuk Mu Daha Efdal Yoksa Yürümek Mi ?
Soru
Hacca uçakla ya da arabayla gitmek mi daha efdaldir, yoksa yürüyerek gitmek mi?
Burada bulunan bazı kişiler hac farizasını eda etmek için Pakistan'dan yürüyerek
gelmişler. Kendileri için büyük ecrin olduğunu söylüyorlar. Bu, doğru mu?
21
Cevap
İbadetlerde elde edilecek sevapların çokluğu sadece onların uğruna verilecek
meşakkatler üzerine kurulamaz. Aksine bir çok durumlar ve çeşitli şartlar
üzerine kurulur. Bunların en önemlisi; ihlas, aynı zamanda ibadetleri
erkanlarına ve adaplarına uygun yapmaktır. İhlasla birlikte sünnet ve adaplara
uygun olan her ibadette büyük ecirler vardır. Meşakkat bunlardan sonra gelir.
İbadet için azami çaba sarfedenlerin bu gayretleri Allah indinde zayi olmaz.
Ancak gayret sarfedeceğim diye külfete girmemesi de aranan bir şarttır.
Düşün ki mescit evine yakın olduğu halde büyük ecir elde etme gayretiyle yolu
uzatması dolambaçlı yollara girmesi olur mu? Bu, meşru olmayan bir davranıştır.
Ama tabiatıyla evi mescide uzaksa yürüyerek gitmesi halinde her adımı için
ecirler vardır. Beni Seleme kabilesi Peygamber Mescidi'nin yakınına yerleşmek
istediler. Bunun için evlerini mescidi nebevinin etrafına taşımak için izin
istediler. Allah Resulü (s.a.v) onların bunu yapmalarına izin vermediği gibi
Mescit'e gelmek için attıkları her adım için bir hasenenin olduğunu müjdeledi.
Onlar için yazılan bu haseneler Allah katında yine onlar için hazırlanan
terazilerdedir. Ancak bu demek değildir ki insan daha fazla hasene kazanmak için
yolu uzatması ya da adım sayılarını fazlalaştırması gerekir.
Şayet elinde uçak bileti alacak parası yoksa hayvanla veya yürüyerek gider
veyahut ucuz yolcu vapurlarıyla hac ya da umre ibadetine gelebilir. Hiç şüphesiz
bu şekilde yolculuk edenin Allah katındaki mükafatı yorgunluk çekmeden iki
saatte ya da daha az veya daha fazla bir zamanda gelenlerin ecrinden daha büyük
olacaktır. Önemli olan bunu kendisine gereksiz yere yüklememesidir.Yürüyerek
tegelebilir. Ne zaman ki Allah ona kullanabileceği bir binek verirse veya bir
araç nasib ederse, buna binerek gelmesi gerekir. İnsanın onun dışında başka bir
imkanı olamaması sebebiyle yüklendiği meşakketler kendisine külfet etmediği
sürece, karşılığı ecir olarak verilir. 22
Küçük Yaşta Hac Yapmak
Soru
Ondört yaşında hac yapmak sahih olur mu? Diyelim ki yaptı ve yaptıktan sonra da
münker bir fiil işledi, yaptığı haccı bozulur mu? Ve tekrar hac yapması gerekir
mi? 23
Cevap
Buluğ çağına varılmadan yapılan hac, farz olan hac olarak sayılmaz. Farz olan
hac, hiç şüphesiz buluğ çağma erişmekle gerçekleşir. Buluğ çağının tesbiti ise
ya yaşla ki bu yaşın üst sınırı onbeştir ya da ihtilam olmasıyla belirlenir.
Eğer bu ikisinden biri olmamışsa tekrar hac etmesi gerekir.
Hac farizasından sonra yapılan münker fiil haccı bozmaz. Çünkü kural olarak
kötülükleri işlemek, hasene olarak yapılan amelleri silip yok etmez. Yalnızca
elde edeceği semereyi azaltır ve sevabını düşürür.
Allah Teala insanları yaptıkları her büyük ve küçük ameline göre hesaba
çekecektir. Bu ameller ister taat yönünden olsun ister masiyet yönünden olsun
değişmez. Kıyamet gününde kurulacak olan tartı ona verilecek hükümdür. Bir
kefesine haseneler diğer kefesine de kötülükler konur. Sonra hangisinin daha
ağır bastığı gözlenir. İyilik ve kötülüğüne göre sevap ve cezasını görür.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa
onu görür." 24
"Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiç bir kimse hiç bir haksızlığa
uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören
olarak Biz yeteriz." 25
Müslümandan istenen doğru ve mebrur bir hac yapmasıdır. Hacdan sonra onun te'sir
ve izlerini kendisinde ve yaşantısında ortaya koymalıdır. Hacla birlikte tevbe
eder, Allah'a yönelir salih ameller işler, nefsine zulmeden ve günah işleyenler
tekrar önceki hayatına dönmez se kendisi için bembeyaz bir sayfa açılır ve bu
Allah'a (onun lehine) bir vesika olarak ulaşır. İşte karşılığı sadece cennet
olan bir haccın semeresi.
Soruyu yönelten kardeş buluğ çağına varmadan ve ihtilam olmadan evvel hac
yapmışsa farz olan haccı tekrar yapması gerekir. İnşaallah Allah Teala ondan
bunu kabul edecektir. Kendisi için başarılar diliyorum. 26
İlim Ve Din Arasında Zemzem Suyu
Soru
1960 Nisan ayında çıkan bir doktora tezinde Dr. Ahmet Muhammet Kemal,
Beytullah'a hac için gelenlere bir takım sıhhi ve tıbbi önergeler veriyor.
İçilebilen sularla ilgili çalışmasının bir yerinde Zemzem Suyu ile alakalı
olarak su tesbitlerde bulunuyor. "Tüm hacılar olmasa da çoğunun kafasında zemzem
suyundan birazcık hatta bir damla bile içmenin haccın kurallarından olduğu
düşüncesi vardır. Kabenin Rabbi olan Allah'a yemin olsun ki o sudan içmek için
Karun'un hazineleri verilse kesinlikle kabul etmem.
Bu senenin başında Allah Teala'nın bana nasip ettiği haccım sırasında da bir
fiil o zemzem suyundan içmeyi kabul etmedim. Bu su üzerinde yapılan tahliller,
onun kimyevi yönden kirli ve sıhhi yönden güvenilemeyecek bakteriler taşıdığını
gösteriyor.
Öyle sanıyorum ki, Mekke evlerinden çıkan sular yer katmanlarında bulunan
gözeneklerden sızarak kuyuya kadar ulaşıyor. Bana göre kuyunun yüksekçe bir
tepede bulunan Mekke evlerine nazaran aşağıda bulunması onlardan artık olarak
akan suların kuyuya karışabileceği imkanını doğuruyor. Kuyunun diğer kısımları
açık, açık olan kısımların inşası tamamlanıncaya kadar buralardan sular
kovalarla çekiliyordu. Bu da onu kirliliğe maruz bırakmıştır." Doktorun bu
tesbitleri şu son satırlara kadar uzuyor.
"Bence zemzem suyundaki tehlikenin engellenmesi için alınacak en iyi çözüm,
klorlama suretiyle ya da uzmanların uygun gördüğü bir şekilde suyu
temizlemektir."
Sizden bu konu ile ilgili olarak bizi aydınlatmanızı rica ediyorum.
27
Cevap
Doktorun makalesinde geçen bu konu oldukça önemli bir mevzu. Aynı zamanda Suudi
dergi ve gazetelerinde büyük yankılar yaptı. Hem makaleye hem de yazarına karşı
şiddetli saldırılar başlatıldı. İmani ve dini yönden suçlandı. Zemzem suyu ve
onun bereketi hakkında birçok nakiller ve hadisler delil olarak getirildi. Hiç
şüphesiz konunun birçok tehlikesi var. Bu da, müslümanların dini şiarlarıyla
alakalı bir mevzudur. Zihinlerindeki zemzem suyunun doğrudan Mekke ile, Kabeyle
ve ona yapılan hacla bağlantısı vardır. Hatta kim müslüman kardeşini zemzem
suyundan abdest almaya veya ondan içmeye davet ederse onu hacca davet etmiş olur
diye de bir tanımlamada bulunulur. 28
Dini Yönden Bakacak Olursak:
Meselenin tıbbı yönü suyun tahlilini içeren, sonra da onun hakkındaki görüşleri
belirten güvenilir resmi araştırmaları gerektirir. Dini yönüne gelince, konuyu
aydınlatmak ve ortaya atılan şüpheleri gidermek için şu sorulara cevap vermek
kaçınılmazdır.
Zemzem suyunun dinde özel ve kudsi bir yönü var mıdır ? Ondan içmek vacip mi
yoksa müstehap mıdır? Doktorun dediği gibi kirliliği tesbit edildiği halde ondan
içmek meşru mudur? Herhangi bir sebeple kirlenen zemzem suyunu dökmenin dinen
bir sakıncası var mıdır?
Yukardaki sorulara cevaplar verebilmek için zemzem suyuyla alakalı hadislere
bakmalıyız. Bu hadislerin subut ve delalet yönünden ilmi değerini hadis
otoriterleri ile senet ve metin uzmanlarının bilgisine göre anlayabiliriz.
1) Buhari sahihinin hac bölümünde zemzem suyuyla alakalı bir bab açmış. Burada
zemzem suyunun bereket ve fazileti hakkında herhangi bir şey varit olmamıştır
sadece Allah Resulü (s.a.v)'nün kalbi yarılıp göğsünün zemzem suyuyla
yıkandığını anlatan bir hadisle Allah Resulü'nün onu içtiğini belirten bir başka
hadis varit olmuştur. Her iki hadiste de fazilet ve berekete yönelik açık tek
bir delil bile yoktur. Bu söylediklerimiz Hafız İbn Hacer'in tesbitlerinin
aynıdır. 'El-Feth' adlı kitabında yukarda geçen birinci hadisi şerhederken
şunları söylüyor. "Sanki Buhari bu suyun faziletine yönelik sarih tek bir hadis
tesbit edememiş gibi." Ayrıca "Sikayet'ül- Hac" bölümünde İbni Abbas(ra)'tan
rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v), sikaye (hacılara su verilen yer)
yerine gelir ve orada su içmek ister. Bunun üzerine Hz. Abbas (ra); "Ya Fazl!
Annene git ondan Allah Resulü için su iste" diye seslenince; Allah Resulü şu
cevabı vermiştir: "Bana buradaki sudan ver." Hz. Abbas; (ra) "Ey Allah'ın
Resulü! (insanlar) ellerini ona değdiriyorlar" dedi. Peygamber yine de: "Bana su
ver" diye buyurdu ve içti. Sonra Zemzem (kuyusuna) geldi. Oradakiler hem zemzem
içiyor hem de çalışıyorladı. Onlara hitaben dediki: Çalışın! Çünkü sizler salih
bir amel üzeresiniz. Bir müddet sonra: "Eğer sizler bu işin üstesinden geliyor
olmasaydınız ben de bir ip alıp (onu omuzuma koyar) çalışırdım." Bu hadisten
anlaşıldığına göre Hz. Abbas (ra)ki sikaye işine o bakıyordu- Allah Resulü'ne
evden getirteceği başka suyu ikram etmek istedi. Suyun içilemeyeceğine sebep
olarak da; çevresinde bulunanların ellerini suya bulaştırmış olmalarıydı.
Allah Resulü (s.a.v) sadece müslümanlara güzel bir örnek olsun diye İbn
Abbas(ra)'ın bu teklifini kabul etmedi. Kendini orda çalışanlardan ayırmadı.
Aksine onların içtiği bu sudan kendisi de içti.
Peygamber (s.a.v) bu sudan herhangi bir zarar görmediği gibi endişede
duymamıştı. Sadece onun ayrı bir konumu vardı ki o da Hz. Abbas'ın açıkladığı
bir çeşit kirlilik meselesiydi.
Peygamber (s.a.v) kendisine dikkat ederdi. Zararlı olacak şeylerden sakınmaya
özen gösterirdi Ama aynı zamanda, genel olarak müslümanların yaşadığı bir şeyden
yüz çevirmeyecek kadar da tevazu sahibiydi.
Bu hadisle ilgili olarak Taberani'nin rivayeti şu şekildedir. "İbn Abbas (ra)
Peygamber (s.a.v)'e şöyle dedi: "Bu suya ellenmiş (el değmiş) Sana bizim evden
su getirteyim mi? Allah Resulü de: Hayır, ben de insanların içtiğinden içerim,
diye buyurdu."
Bu hadiste zemzem suyunun mukaddesliğine yönelik herhangi birşey var mıdır?
Hayır. Bu hadiste anlatılan şey İbn Hacer'in de dediği gibi zemzem suyunun
içilmesine yönelik teşviktir. Hadiste ayrıca Peygamber'in gösterdiği tavazu, pis
olandan sakındırma yiyecek ve içeceklerde zorluk çıkarmamak, eşyada aslolanın
temizlik olduğu ve Peygamber (sav)'in el değmiş bir suyu içmesi gibi konular
çıkarılabilir.
2) Müslim'in Sahihi'nde Zemzem suyu hakkında varit olan Ebuzer (ra)'in rivayet
ettiği şu hadis mevcuttur. "Şüphesiz zemzem bir yiyecektir" yani; içildiğinde
karnı doyurur manasına gelir.”
3) Ahmet b. Hanbel ve İbn Mâce, Câbir (ra)'den şu hadisi rivayet etmişlerdir.
"Zemzem suyu ne için içilirse onun içindir"
Bu hadis hakkında şunlar söylenmiştir: Hadis ravileri arasında bulunan Abdullah
bin Muhammed sebebiyle tenkid edilmiştir. Bu şahıs zayıf bir ravidir. Ayrıca
Beyhaki'nin rivayetindede Süveyd bin Said vardır ki bu da gerçekten çok zayıf
ravilerdendir. Bu ve benzeri tehlikeler sebebi ile bu hadis "münker" olarak
kabul edilmiştir. (Yani delil olamaz)
4) Daruktuni İbn Abbas (ra)'tan rivayet etmiştir. "Zemzem ne için içilirse onun
içindir. Şayet şifa bulmak amacıyla içersen Allah sana şifa verir. Doymak
amacıyla içersen Allah seni onunla doyurur. Susuzluğunu gidermek amacıyla
içersen Allah senin susuzluğunu giderir." Gerçekte bu hadisi İbn Abbas (ra)
kendisi söylemiştir. Direk Peygamber (s.a.v)'e dayanan merfu bir hadis değildir.
Hafız 'Telhis' adlı kitabında bu hadisi Peygamber (sav)'e dayandıran raviden
bahsederken hata yapmış ve hadisin şaz ve güvenilir hadis hafızlarının
ezberlerine muhalif olarak rivayetine göre hüküm vermiştir. Bahsi geçen hadis
İbn Abbas (ra)'ın sözü olsa da bu, sadece şahsi bir görüştür. İttiba etmek
gerekmez. Onunla iman edilip edilmemesi de söz konusu değildir. Allah Resulü
(s.a.v)'nün dışında hiç kimsenin sözü başlıbaşına bir delil olarak kabul
edilmez.
5) Bezzar, Ebuzer (ra)'den şu hadisi rivayet etmiştir. "Zemzem suyu aç olanı
doyurur. Hasta olana şifa verir." Münziri senedinin sahih olduğunu belirtmiştir.
Tayalisi de 'Müsnet'inde aynı hadisi rivayet etmiştir. Belki Bezzar'ın Ebuzer
(ra)'den rivayet ettiği bu hadis zemzem suyunun doyurucu ve şifa verici olduğu
hususunda dayanılabilecek tek ve yegâne bir hadis olabilir. Peki bu hadis
zemzemi, kainatta cereyan eden genel kanunlara baş eğmekten engelleyebilir mi?
Ya da Allah'ın genel sünnetine göre zemzemin herhangi bir sebepten ötürü
kirlenmeye maruz kalmasını önleyebilir mi? Gerçek ilmi tahliller suyun içenlere
zarar vermesinden korkulan bir kirlenmeyle karşı karşıya kaldığını vurguluyorsa,
bu hadise aykırı düşer düşüncesiyle ilmi bir çalışmadan elde edilen neticeyi
kabul etmeyip yalanlarsak olur mu? Hadis, ne delaleti ne de subûti kafidir.
Özellikle de hadiste geçen 'Hasta olanlara şifadır' sözü ne Buhari de ne de
Müslim de rivayet edilmiştir. Aynı zamanda itibar edilen diğer sünen
kitaplarının hiç birinde de geçmemektedir.
Allah Teala 'Bal'dan bahsederken:
"Onda insanlar için şifa vardır." 29 bu balın kirlenmesine engel değildir.
30
Zemzem suyu içmek ne vaciptir ne de haccın sünnetlerindendir.
Burada üzerinde durmamız gereken iki önemli durum söz konusudur.
Birincisi:Zemzem uyundan içmek müslümanlara göre bilinen hiç bir mezhebe göre ne
haccın menasıklarındandır ne de sünnetlerinden. Hatta Abdullah b. Ömer (ra),
sünnetlere azami derecede bağlılığı olan birisi olduğu halde, hac esnasında
zemzem suyundan içmezmiş. Kendisinden sebebi sorulduğunda, insanların bunu
haccın gereklerindenmiş gibi görebileceklerinden korktuğu için yapmadığını
söylemiştir.
Bazı alimler Peygamber (s.a.v)'in içtiğini bildiren hadislerden yola çıkarak
zemzem suyu içmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu görüşü 'Su
içmek yaradılış gereğidir.' diyerek kabul etmemişlerdir. Yaradılış gereği olan
şeylerden örnek alınamayacağı için bu hadis de zemzemi içmenin müstehap olduğuna
delil olmaz, demişlerdir.
Ikincisi: Bizim tesbitimiz sadece ilmin belirlediği yöndedir. Zemzeme geli'nce
onun bizlerde ta İbrahim ve İsmail (a.s)'e kadar uzanan aziz bir hatırası
vardır.
Bu suyun kirlendiğine dair elimizde herhangi bir belge yoktur. Suuddaki ve diğer
islam ülkelerindeki sağlık teşkilatlarının insan sağlığını korumak için kuyuya
dışardan sağlık bozucu şeylerin karışmasını önlemek için birbirleriyle
yardımlaşmaları gerekir. Böylece müslümanların kalplerini titreten bu konu
çevresinde oluşturulan şüpheleri de gidermiş olurlar.
Ben dine canı gönülden sarılanları her yönden tatmin etmeyi severim. İslam,
çıkarılan makalelerden veya yazılan kitaplardan veyahutta kendisine yöneltilen
saldırılardan etkilenecek değildir.Çünkü o muhkemdir, zannedilenden daha köklü
ve sağlam bir yapıya sahiptir.
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah
nurunu mutlak tamamlayacaktır." 31
Hacer'ul Esvet Hakkındaki Şüpheler
Soru
Elime bir kitapçık geçti. Müellifi kitabında 'Hacer'ul Esvet' çevresinde bazı
şüpheler olduğunu belirtiyor. Ona dokunulması ve öpülmesi yönünde varid olan
hadisleri tevhide ve putları yıkmaya çağıran islam davetine aykırı olduğu
iddiasıyla reddediyor.
Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? 32
Cevap
Sathi araştırmalar bize göre ilim öğrenen kişilerin uğrayabileceği en büyük
afetlerdendir. İlmin derinliğine varmadan, onu kendisinden daha iyi bilenlere
sormadan verilecek ani karar ve hükümler bu sathi araştırmaların kötü bir
neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Denilebilecek en doğru söz şudur; dinde
şüphesi olan kişiler ya cahillerdir ya da zihninde bir takım kaba saba ilmi
malumatlar bulunanlardır. 'Hacer'ul Esvet'in öpülmesi gibi mevzularda şüpheler
oluşturmak ve onun hakkında varit olan hadisleri reddetmek basit bir anlatımla
açık bir sapıklık aynı zamanda ilmin ve dinin tabiatından haberdar olmamak
demektir. 33
İlmin Tabiatı
İlmin tabiatı; meseleleri, kaidelerine uygun olarak incelenmeyi gerekli kılar.
Hadis ilminin, kendine has kaide ve kuralları vardır. Bu kurallar, hadis
alimleri tarafından reddedilen hadisleri, makbul olanlarından ayırmak için
konmuştur. Alimler olabildiklerince dikkat ve itinayla koydukları kuralları
tatbik etmişlerdir. Sünneti nebeviyyenin tenkit edilmesi yolunda batılın
gayretlerini boşa çıkarıp, onu bizlere ulaştırmışlardır. Peki 'Hacer'ul Esvet'
hakkında rivayet edilen hadislerin değeri nedir?
Bazılarından burada bahsedeceğiz.
Buhari İbn Ömer (ra)'den rivayet ediyor. İbn Ömer (ra)'e 'Hacer'ul Esvet'in
öpülmesi meselesi sorulduğunda o şu cevabı verdi. "Ben Allah Resulü (s.a.v)'nü
ona elini sürerken ve öperken gördüm."
Buhari, Nâfi'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ben İbn Ömer (ra)'in Hacer'ul
Esvet'i eliyle sıvazladığını sonrada onu öptüğünü gördüm. Sonra da İbn Ömer
şöyle dedi: "Ben Allah Resulü (sav)'in böyle yaptığnı gördüğümden beri aynı şeyi
yapıyorum."
Hz. Ömer (ra)'den Hacer'ul Esvet'i öperken şöyle dediği rivayet edilir.
"Biliyorum ki sen bir taşsın. Ne bir zarar ne de bir faydan dokunur. Allah
Resulü (s.a.v) seni öpmeseydi ben de seni öpmezdim." 34
Taberi şöyle demektedir. "Hz. Ömer (ra)'in böyle söylemesinin sebebi insanların
putlara taptıkları bir devrede olmalarında dolayıydı. Çünkü o, cahillerin
hacer'ul esvet'e dokunmayı taşa ta'zim cihetinden saymalarından korkuyordu.
Çünkü araplar cahiliye dönemlerinde benzer şeyler yapıyorlardı. Hz. Ömer (ra),
bu taşa el sürmenin Peygamber (s.a.v)'e ittibadan kaynaklandığını yoksa zati
itibarıyla onun herhangi bir zarar ve fayda vereceğinden kaynaklanmadığını
insanlara bildirmek istiyordu. Çünkü cahiliye arapları da putlara onlardan zarar
ve fayda geleceği niyetiyle ibadet ediyorlardı. Yukarda zikri geçen hadisler
sabit, kesin, sahih ve kavli olan hadislerdir. Taşı elle sıvazlamak ve öpmek,
asırlardan günümüze kadar kimseden tek bir protesto almadan nakledilegelmiş bir
amelî sünnettir. Selef ve halef alimlerinden hiç kimse bu ameli sünnet hakkında
ileri geri konuşmamıştır. Ümmetin alimleri bunun sapıklık olduğu yönünde
kesinlikle icma etmemişlerdir. Sadece yukardaki açıklamalarımız bile tek başına,
rivayet edilen tüm hadislerden ve söylenebilecek tüm sözlerden daha güçlüdür.
İşte bu açıklamalarımız ilmi yöndendir. Dini yönüne bakacak olursak; dinin,
öncelikle itikat noktasında ğayba iman ile, amel noktasında Allah'ın emirlerine
boyun eğme üzerine kurulu sorumlulukları yerine getirmek olduğunu her mü'min
bilir. İşte din lafzının ve ibadet lafzının manası budur.
Din olarak islam ibadetten yoksun olamaz. Özellikle de hacda bir çok ameli
ibadetler vardır. Bunlardan biri de 'Hacer'ul Esvet'i öpmektir. İbadi işler ise
cüz'i manası bilinmese bile külli hikmetinin nefse sorumluluk yüklemek ve
Allah'ın kullarını Resulün sünnetine uyanlarla onun sünnetinden yüz çevirenleri
birbirinden ayırabilmeleri için imtihana tabi tutmasıdır.
İbadete dair işler, Allah'a sadık olarak yapılan kulluğu zayıf ve şuursuz olarak
yapılan kulluktan ayırmak içindir. Sadık bir kul Allah'ın emrini duyduğunda
Allah Resulü (s.a.v)'nün ve mü'minlerin dediği 'Duyduk ve itaat ettik' sözünü
söyler. Rabbine karşı kafa tutan kul ise, daha önce işittik ve isyan ettik'
diyen yahudilerin söylediğini söyler. Kula yüklenen her sorumluluğun hikmeti
aklı vasıtalarla gerek özlü ve gerekse tafsilatlı anlaşılsaydı o zaman Rabbine
itaat etmesi gereken kul aklına itaat edecekti. Müslüman Kabe'yi tavaf ettiğinde
ya da elini 'Hacer'ul Esvet'e sürdüğünde onun 'Kabe' içindekilerinin de Hz.
İbrahim (ra)'den kalma eserler olduğunu bilir. Peki İbrahim kimdir? O; putları
kıran, tevhide çağıran bir resul, hanef dinine sahip toplumların babasıdır.
"İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir önderdi; puta
tapanlardan değildi." 35
Taşlardan Hayır Bereket Dilemek Şirktir
Soru
Mısır'ın Tanta kasabasında yatan Seyyit Ahmet Bedevi'nin makamında ve onun
makamının bulunduğu odanın bir köşesinde duvara dayalı hafif yüksekçe yerde
asılı duran bir taş var. Üzerinde de derince bir ayak izi bulunuyor, insanlar
bir taraftan elini sürüp bir taraftan da ondan hayır bereket diliyorlar.
İhtiyaçlarını gidermesi için bu taştan yardım istiyorlar. Taşta bulunan ayak
izinin Peygamber (s.a.v)'e ait olduğu söyleniyor. Gerçekten böyle bir taş var
mıdır? Taştan istenen bu hayır duaları şer'an caiz olur mu? 36
Cevap
Müslümanlar sadece ifrat ve tefritlerinden dolayı zayi olurlar.
Bazıları itikatta aşırıya kaçıyor öyle ki bu onları hurafelere inanma noktasına
kadar getiriyor. Dinin meşru görmediği ve Allah Teala'nın yapılmasına kesinlikle
izin vermediği bir takım taşlar- dan ve kalıntılardan medet umuyorlar.
Bazıları da belli bir inançtan öteye gitmezler çakılıp kalırlar. Sonunda
'Hacer'ul Esvet' çevresinde şüpheler uyandırmaya kalkışırlar. Oysa hakikat,
herlü ikisinin ortasında kendisine itidalli bir yol çizmiştir. İslam, her tür
taşlardan hayır dua beklenmesini batıl olarak kabul eder. Bu kaideden sadece
daha önce belirttiğimiz hikmetleri nedeniyle 'Hacer'ul Esvet'i istisna
bırakmıştır.
Tanta'da bulunan taş da diğer taşlar gibidir. Hiç bir özelliğe sahip tarafı
yoktur. Bu taşın Peygamber (s.a.v) döneminden kaldığına ve üzerindeki ayak
izinin O'nun ayak izi olduğuna dair herhangi bir tarihi hakikat mevcut değildir.
Bu birincisi.
İkincisi; Allah Resulü (s.a.v) ümmetine kendi ayak izinin bulunduğu yere
ellerini sürmelerine, oradan hayır duada bulunlamalarına yönelik herhangi bir
emir vermemiştir. Aksine Allah Resulü (s.a.v) ta'zimde aşırılık kokusu
hissettiği herşeyden ümmetini sakındırmıştır. Fitne girmesi muhtemel her kapıyı
kapamıştır. Bu nedenle şöyle buyurmuştur. "Benim kabrimi bayram (yeri) kılmayın"
"Benim kabrimi tapınılan bir put kılmayın," "Allah yahudilere ve hiristiyanlara
la'net etsin. Onlar Peygamberlerinin kabirlerini mescitler edinmişlerdir."
Onun hidayet üzerinde bulunan sahabeleri de aynı şeyi yapmışlardır. Hz. Ömer
(ra) mü'minlerin Allah Resulü (s.a.v)'ne Hudeybiye'de altında biat ettikleri
rıdvan ağacını kesmiştir. Bu biatin bahsi Kur'an'da geçmektedir. Hz. Ömer (ra),
insanların oraya gidip bu ağaçtan hayır dua dilediklerini görünce hemen
kesmiştir.
'Hacer'ul Esvet'in öpülmesi ise 'İbadi' bir iştir. İbadi işler, Allah'ın
emirlerine boyun eğmek içindir. Öyleyse 'Hacer'ul Esvet'e hiç bir şey kıyas
edilemez. Hz. Ömer (ra)'in şu sözü ne kadar güzeldir. "Şayet Allah Resulü'nün
seni öptüğünü görmesey- dim ben de seni öpmezdim."
Bazılarının şu hadise olan dayanaklarına gelince; "Şayet sizlerden biri bir taşa
inanırsa o kendisine fayda verir." Açıkça batıl olduğu bilinen bir gerçektir. Bu
hadis konusunda İbn Hacer "Kesinlikle aslı yoktur" demiş. İbn Teymiyye de bunun
uydurma olduğunu belirtmiştir. 37
Müzdelîfede Gecelemenin Hükmü Nedir?
Soru
Ben her yıl hac yapıyorum. Ancak Müzdelife'de gecelemiyorum. Sadece üç saat
kadar kalıyor sonra da dönüyorum. Benim için fidye gerekir mi?
Aynı zamanda her yıl hacca giderken beraberimde götürdüğüm bir de kız çocuğum
var. on, on iki yaşlarında Hac ve umreyi bir ihramla yaptı. Onun da üzerine
fidye gerekir mi? 38
Cevap
Müzdelife'de gecelemek konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Peygamber
(s.a.v)'in sabah güneşinin etrafı sarımsı bir renge boyadığı ana kadar
Müzdelife'de kaldığı gibi hacı olan kişinin de kalması mı gerekir yoksa akşamla
yatsı namazının cem edilerek kılındığı bir yer olma vasfına mı sahiptir? Bazı
alimler gece yarısına kadar kalınmasını şart koşmuşlar, Hanbeli mezhebinde
olduğu gibi. Bazı Maliki mezhep imamları ise "Sadece bir yerdir, akşamla yatsı
namazının birlikte kılındığı ve yemeklerin yendiği müddet dışında kalmak
gerekmez" demişlerdir.
Bence maliki mezhebinin görüşü daha uygun görünüyor. Ben de hac işleri konusunda
kolaylık taraftarıyım. Çünkü hacıların sayısı oldukça fazla. Şayet biz malikinin
dayandığı bu kolay görüşü tercihen almazsak insanlar üzerine ağır bir meşakkat
yüklemiş oluruz. Mesela herkese diyemeyiz ki "Ey İnsanlar! Sabaha kadar
Müzdelife'de kalın." Bu insanların sayısı milyonları aşıyor aynı zamanda her
sene bu sayı gittikçe katlanıyor. İnsanlar, gecenin başından sonuna kadar
dalgalar gibi akıp gitmezlerse bu, çok büyük bir sıkıntı verir. İlk devir
alimleri bizim gördüğümüz kalabalığı görselerdi herhalde bizim yukarda
söylediklerimizi söylerlerdi. Muhakkak ki Allah'ın dininde zorluk değil kolaylık
vardır. Hz. Peygamber (s.a.v); haccın işlerinden önce veya sonra yapılması
gerekenleri yanlış yapanlara "yaptığında bir günah yok" diyerek kolaylaştırırdı.
Bununla birlikte Peygamber (s.a.v) devrindeki kalabalık günümüzdeki kalabalığa
nazaran oldukça azdı.
Bu nedenle hac yapanın Müzdelife'de sadece akşamla yatsı namazını birlikte
kılabileceği zamanla, yemeğini yiyebileceği zaman süresince kalmasını yeterli
gören maliki mezhebinin görüşünü tercih ettim. Özellikle de kişinin yanında
hanımı veya çocuğu olunca bu kalabalık ortamda kendisini ve yanındakilerini
idare etmesi güçleşir. Öyleyse soruyu yönelten kardeşimizin fidye vermesi
gerekmez.
İkinci sorunun cevabına gelince. Kendisiyle beraber hacca götürdüğü on, oniki
yaşlarındaki kızın durumu, ihrama girmesi ve temettü haccına niyetetmesi
nedeniyle fidye kurbanı kesmeyi gerekli kılıyor. Sevabının tam olabilmesi için
bunu yapmalıdır.
Eğer kızcağız bu yaşlarda, henüz buluğ çağına girmemişse, bu yaptığı farz olan
haccın yerini tutmaz. Bu hacdan kendisi ve babası, herkesin aldığı gibi ecir
alırlar. İslamın emrettiği hac farizası ise ancak, buluğ çağından sonra
yapıldığında yerine getirilmiş olur. Bu da genç kızlarda hayız dönemlerinin
başlamasıyla, erkeklerde de ihtilam olmalarıyla belli olur.
Hz. Peygamber (sav)'e bir kadın, elindeki çocuğunu göstererek, bunun haccı oldu
mu? diye sormuş, O (sav) de cevaben, "Evet, aynı zamanda sana da ecir var!"
demiştir. 39
Hz. İbrahîm'in Makamı Ve Bu Makamın Başka Bir Yere Nakledilmesi Caiz Olur Mu?
Soru
Birçok islami dergi ve gazetelerde Mescit-i Haram içerisinde bulunan Hz. İbrahim
Makamı'nın başka bir yere nakledilmesinin caizliği konusu günlerce tartışıldı.
Çünkü şuanda Ka'be çevresinde tavaf edilen yer hac günlerinde oldukça aşırı bir
kalabalıkla karşı karşıya kalıyor. Bu alanın genişletilmesi isteniyor.
Genişletilmesi düşünülen tavaf alanı içerisine Hz. ibrahim (ra)'in Makamı da
giriyor.. Böylece onu, tavaf edenleri engelleme pozisyonundan kurtarmak için
başka bir alana nakledilmesi düşünülüyor. Bu konuda şer'i bir yasak var mıdır?
Açıklamalarınızı bekliyoruz. 40
Cevap
Hz. İbrahim Makamı nedir?
Yukarda belirttiğiniz mevzuya geçmeden evvel Hz. İbrahim Makamıy'la neyin
kastedildiğine değinmek istiyorum. 41
Birincisi:
Rivayete göre Hz. İbrahim (a.s) Mekke'ye geldi. O'nu evde olmayan oğlu İsmail'in
hanımı karşıladı. İsmail'in hanımı kafasını yıkaması için (yolculuktan gelen
kayınpederinin serinlemesi için) O'nu su dökmek istedi. Bir taş getirdi, İbrahim
(as) da sağ ayağını taşın üzerine koydu. Başının bir yanını gelinine doğru
uzatı, o da yıkadı. Sonra taşın üzerine koyduğu ayağını değiştirdi ve başının
öbür yanını uzattı, o da yıkadı. İşte İbrahim peygamberin ayağını koymuş olduğu
bu taş sonraları "Makam-ı İbrahim" diye adlandırılan taştır.
42
İkincisi
Bir başka rivayette de şöyle geçmektedir: Hz. İbrahim (a.s) Ka'be'yi inşa eder.
İsmail (a.s) da ona taş uzatır. Bina yükselince Hz. İbrahim'in eli yükselen yere
uzanmaz. İşini koylayca yapabilmesi için üzerine çıkabileceği bir taş getirir ve
inşaata devam eder. Bu olayı rivayet eden alimler şöyle demişler: "İşte bu taş
'Hz. İbrahim' makamıdır." Ekseri alimlerin tercih ettiği görüş de budur.
43
Üçüncüsü:
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Haccın tümü Hz. İbrahim Makamı'dır. Arafat'da
Hz. İbrahim makamında durmak, yine Hz. İbrahim makamında cemre yapmak, tavaf,
sa'y ve diğer hac menasiklerinin hepsi Hz. İbrahim'in makamıdır. Aydınlık bir
zihinden, derin anlayış kapasitesinden çıkan nefis bir sözdür bu.
Hz. İbrahim makamı Mekke vadisinde hakkı yerine getirilerek Allah için yapılan
her hacc menasikinin yeridir. Çünkü Hz. İbrahim (ra) oğluyla oraya hicret etti.
Yine Allah için O'nun izniyle Ka'be'yi inşa etti ve oğlunu kurban olarak
boğazlamak için getirdiği yer de burasıdır. Bunun yanında hac menasıklarından
bilinen diğer tüm şeyler Hz. İbrahim'in sünnetidir. Hz. İbrahim'in (a.s) Kabe'yi
inşa ederken üzerine çıktığı bu taş ise O'nun makamlarından biridir. Bu nedenle
o taşa 'İbrahim Makamı' adı verilmiştir. Müslim'in Câbir (ra)'den yaptığı
rivayete göre, Peygamber (s.a.v) Kabe'ye gelince elini 'Hacer-ul Esvet'e sürdü
sonra çabucak üç adım attı dördüncü adımla Hz. İbrahim Makamı'na geldi ve şu
ayeti okudu. "...İbrahim'in makamını namaz yeri edinin" Sonra iki rek'at tavaf
namazı kıldı. Bir rekatında "İhlas Suresini diğer rekatında da "Kafirun
Suresi"ni okudu.
Bu taş Hz. İbrahim (as)'in Kabe'yi inşası sırasında koyduğu konuma göre Kabe
duvarına yapışık şekliyle ilk konumunu almıştı. Allah Resulü'nün devriyle Hz.
Ebubekir (ra) devrinde bu haliyle korunmuştu. Hz. Ömer (ra) devrinde ise bir
müddet böyle kaldı daha soma Hz. Ömer (ra) tavafa engel olduğunu görünce -ki
aynı zamanda tavaf edenler onun yanında tavaf namazı kılanlarla bir karışıklık
durumuna düşüyorlardı- Kabe'nin doğu yakasına yani şimdiki bulunduğu yere
kaldırılmasını emretti.
Bugün Kabe çevresinde bulunan tavaf alanı genişletildi buna tavaf alanı içinde
bulunan "İbrahim Makamı' da dahil oldu. Tabiatıyla tavaf edenler makamın yanında
iki rek'at namaz kılan kişilerle sıkış oluyorlar ve bir karmaşalık alıp
gidiyordu. Aynı zamanda 'Makam' tavaf yapanlara kısmen engel de oluyordu.
Öyleyse Hz. Ömer' (ra)'n düşündüğü şeyleri bizlerin de düşünmesi yerinde bir
karar hatta bir zorunluluktur: "İbrahim Makamı zaruretten dolayı Hz. Ömer'in
naklettiği gibi nakledilsin mi?" Evet işte bunu ciddi ciddi düşünmek gerekiyor.
Bizden ayrı bir de işin takva yanını düşünenler var. "Hz. Ömer (ra) nerede biz
nerede?" diyorlar. "Hz. Ömer (ra) Peygamber (s.a.v)'in yaptığını yapıyordu.
Allah Resulü'nün çevresinde bulunan sahabeler O'nun yaptıklarını görüyorlar ve
O'na muarız tek bir şey bile hafızalarına almıyorlardı. Yukardaki husus ise
asırlardan günümüze kadar İslam alimlerinin Allah Reselü (s.a.v)'nün bu konudaki
davranış ve fiillerine gösterdikleri riayete dayanarak icma ile kabul
edilmiştir. Sahabenin İbrahim Makamı' konusunda razı oldukları bir konumu bizim
değiştirmemiz doğru olmaz. Kabe asırlar boyunca bir çok büyük olaylara maruz
kaldığı halde hiç kimse onun konumunda tek bir değişiklik yapmamıştır."
iddiasında bulunuyorlar.
Bunlar güzel aynı zamanda övülmeye değer sözler. Ancak biz deriz ki; Hz. Ömer
(r.a) apaçık bir sebepten dolayı 'İbrahim Makamı'nı naklettirdi. Hem zaruri bir
ihtiyaç vardı. Diğer sahabeler de onun bu görüşüne katılmışlardı. Bu günkü sebep
o günkü sebepten pek farklı değil. Şayet Hz. Ömer (ra) bugün yaşamış olsaydı
Kabe'nin bugünkü durumunu gördüğünde o gün naklettirdiği gibi yine naklettirmez
miydi?
Bizim de sahabeyi örnek almak hakkımız değil midir? O gün onlar maruz kaldıkları
sorunlar karşısında neler yapmışlarsa bizler de aynı şeyleri yapıyoruz.
Hiç şüphesiz tavaf alanı oldukça dardır. Hacla müşerref olan herkes çektikleri
kalabalık ve darlığı hep dile getiriyorlar. Kalabalığın sıklığında kadınların
çektikleri zorlukları ve maruz kaldıkları itiş kakışları hep anlatıyorlar.
Tavafta hızlı yürümek Peygamber (s.a.v)'in yaptığı bir sünnet olduğu halde
kalabalığın sebep olduğu darlıktan dolayı onu yapılmayacak hatta yürünemeyecek
hale getirdiğini söylüyorlar. Hiç şüphesiz müsamahalı dinimiz tavaf alanının
genişliğiyle hacılara geniş imkanlar sağlamayı düşünür. Böylece zorluk
çekenlerin üzerinden çektikleri zorluklar kalkacak Allah Resulü (s.a.v)'nün
teşvik ettiği ve bizzat kendisinin yaptığı tavaf hızlı bir şekilde yapılacaktır.
Oysa makam şu andaki yerinde kaldıkça bu güzel sünnetin yapılmasında birçok
zorluklar yaşanacaktır. Tavaf alanının ortasında kaldığı için, hiç şüphesiz bazı
zorluklar ve hoş olmayan manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Allah
Teala'nın "İbrahim'in makamını, namaz yeri edinin" buyruğunda, yeni
düzenlemelere rağmen tavaftaki kalabalık sebebiyle, namaz kılmaya müsait
olmamaktadır.
Bunun yanısıra, en azından orada namaz kılmaya çalışanların, namazları huşudan
ve kalp huzurundan uzak oluyor. İslam şeriatı; iki olumsuz durum karşısında daha
zararlı olanın ortadan kaldırılmasını uygun görmektedir. Burada, hiçkimse hac
ibadetlerine karışan bu olumsuz durumları ortadan kaldırmanın, Makam-ı İbrahim'i
nakletmekten daha önemsiz olduğunu söyleyemez. 44
Birincisi:
Hz. Ömer (r.a) Kabe duvarına bitişik olduğu halde onu bulunduğu yerden kaldırdı.
Onu Kabe'den uzaklaştırdı. Bugün bizim yaptığımız da onu birazcık olsun
uzaklaştırmak olur Başka birşey değil. 45
İkincsi
Hz. Ömer (r.a) Hz. İbrahim (a.s)'ın eliyle koyduğu, tam orada üzerine çıkıp
inşaata devam ettiği ve mukaddes hatıralarını medhedilerek söylendiği yerden
kaldırttı. 'İbrahim Makamı'nı 'İbrahim Makamı' dışında bir yere koydu. Bizim de
yaptığımız bundan başka birşey değildir.
Tüm bu anlattıklarımız taşın eski bulunduğu konumdan değişmesiyle
kaynaklanmıştır. İnsanlar, "İbrahim (as)'in yerini namaz yeri edinin, dedik"
ayeti inmeden önce bu taşın kendisini 'İbrahim Makamı' olarak biliyorlardı. Ayet
indikten sonra ise insanların zihninde 'İbrahim Makamı' yerinin mefhumu değişti.
Artık makam taşın Kabe'ye bitiştiği alan olarak algılanıyordu. Câbir (ra) ve bir
başkasının rivayetine göre Allah Resulü (s.a.v) tavaf sırasında 'İbrahim
Makamı'na gelince Hz. Ömer (r.a) O'na:
"Bu babamız İbrahim'in makamı mıdır?" diye sordu. Peygamber (s.a.v) de:
Evet dedi. Hz. Ömer (ra):
"Burasını mescit edinelim mi?" deyince Allah Resulü bir müddet sustu, sonra
yukarda bahsi geçen ayet nazil oldu.
Bu nedenle bilindiği gibi ayet buraya İbrahim Makamı' dediğinde sadece
insanların zihinlerinde sınırlan belli yeri kasdetmişti. Namaz kılmayı emredince
insanların zihinlerinde bulunan yerde namaz kılmayı emretmişti. Allah Resulü
(s.a.v), sahabe ve onlardan sonra gelenler namazlarını orda kıldılar. Bunun
manası şudur: Hz. Ömer (ra) İbrahim Makamı'nı yerinden kaldırtınca sadece
Peygamber (s.a.v)'in içinde namaz kıldığı ve ayetin kendisi için indirildiği
yeri kaldırtmıştı. Hiç şüphesiz biz de bugün aynı şeyi yapmış oluruz.
Bu vahyin kendisiyle alakalı olan yerde herhangi bir değişiklik yapmak değildir.
Peygamber (s.a.v)in namaz kıldığı yerden insanları alı koymuyoruz. Hz. Ömer (ra)
için mubah olan şey bizim için neden mubah olmasın?
Bu konuyla ilgili açıklamamız gereken başka birşey daha var. O da şudur:
Cahiliye dönemindeki Araplar Kabe'yi tekrar inşa etmek istediklerinde maddi
harcamaları yetersiz kaldı, ilk yapısına ve ölçüsüne göre yapmadılar. Sonra
kapısını yerle aynı düzeye getirdikten sonra bugünkü yüksekliğine kadar
kaldırdılar. Önceki ölçüsünden arta kalan kısım ise açıklık olarak kaldı. Şimdi
buraya 'Hicr' deniyor.
Müslim Hz. Aişe (r.anha)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ben 'Cedr' (Şu
anda açık olan ve 'Hicr' diye isimlendirilen yer) hakkında Peygamber (s.a.v)'e:
"Orası Kabe'ye dahil midir?" diye sordum. O (s.a.v) de: "Evet" diye cevap verdi.
Hz. Aişe (r.anha): "Niçin onu Kabe'ye dahil etmediler?" Peygamber (s.a.v):
"Senin kavminin parası yetişmedi." Hz. Aişe (a.anha): "Ya kapının yüksekliği?"
Peygamber (s.a.v): İstedikleri kimseleri almak, istemediklerini de engellemek
için senin kavmin böyle yaptı, diye buyurdu.
Peygamber (s.a.v) 'Hicr' denilen alanı da Kabe'ye katmak için onu tümden yıkmak
ve tekrar ilk haline göre inşâ etmek istiyordu. Çünkü Kur'an'ın da bildirdiği
gibi ilk konumunu Hz. İbrahim (a.s) inşâ etmişti. Şayet Peygamber (s.a.v)
cahiliye devrinden yeni yeni kurtuldukları için Mekke ahalisinin kendisini
protesto etmesinden ve kalplerinin kendisine karşı değişmesinden korkmasaydı
kesinlikle yıkıp yeniden eski ilk haline göre yapacaktı. Peygamber (s.a.v)'in
Hz. Aişe (r.anha)'ye söylediği söz de bunun bir kanıtıdır. "Ya Aişe! Şayet
kavminin küfre olan yakınlığı olmasaydı Kabe'yi yıkar İbrahim'in temeli üzerine
yapardım." bir başka rivayette ise "Şayet kavmin cahiliye hayatına yakın
olmasaydı; (kalplerinin çirkin karşılamasından endişe ediyorum) o zaman Kabe'ye
'Hicr'i dahil eder, kapısını yere doğru bitiştirirdim" demiştir,
İşte Allah Resulü (s.a.v) cahiliye araplarının Kabe'yi değiştirdiğini ve
konumunda bazı değişiklikler yaptıklarını gördü. Hem de onun kudsiyeti olduğu
halde. Allah Resulü (s.a.v) bu değişikliklere akideyi etkilemeyecek ve Kabe'ye
'Allah'ın Evi' ifadesini kazandıran rumuzların manevi kudsiyetinde bir
değişiklik yapacak anlamında bakmadı. O 'Allah'ın Evi'dir ister kapısı yere
yakın olsun ister yerden yüksek olsun. O 'Allah'ın Evi'dir İster bazı yerleri
ilk ölçülerine nazaran kısa olsun ister uzun olsun. Allah Resulü (s.a.v) onu
'Allah'ın Evi' diye isimlendirdi. Hem de üzerinde bir takım değişiklikler
yapıldığı halde. Vahiy onun "Allah'ın Evi' olduğunu belirtti. Geri kalan
kısımları, buranın Allah'ın evi olduğu izlenimini verebilecek nitelikte olduğu
için bizim için yeterlidir.
Öyleyse Kabe'nin değeri onun maneviyatında ve Allah Teala'dan aldığı
kudsiyetindedir. Kendisinde bulunan bereket taşlarında ve yapısındaki madende
değildir. Aksine Allah Teala ile kendisinde bulan manevi celalindedir.
Peygamber (s.a.v) cahiliye Araplarının Kabe'yi değiştirme kararlarına karşı
çıkmayı gerekli görmedi. Çünkü yeni bir kısım ekleme ve çıkarmalarıyla
oluşturulan yapının akideyle herhangi bir ilgisi ve bağlantısı yoktu. Kendisine
'Allah'ın Evi' denmesine sebep olan sırlar bu yapının taşları üzerine
serpilemezdi. Cahiliye Arapları nasıl yaptıysalar öyle kaldı. Böylece onların
cahiliye devrine yakın olan kalpleri de korunmuş oldu.
Biz burada şu sonuca vardık: Peygamber (s.a.v) kalplerin yakınlık ve ülfet
duyduğu cahili putperestlikten, putlara ibadetten, onlara olan itikadi
duygulardan aynı zamanda fal okları ve benzeri şeylerin alışkanlıklarından
onları kurtarmak için gönderilmişti.Allah Resulü (s.a.v) insanların yaptıkları
iğrenç ya da uygunsuz hareketlerine aldırmadan onları yukarda saydığımız çirkin
alışkanlıklardan kaç defa sakındırmaya ve döndürmeye çalışmıştır. Şayet
insanların hakaretlerinden ve kınamalarından korksaydı rîsaletinden hiç bir şey
veremezdi; Binaların ve taşların herhangi bir kudsi değeri ya da akidevi yönü
olsaydı insanların protestolarına aldırmadan Kabe'yi tekrar İbrahim (a.s)'in
temeline göre inşa etme isteğini yerine getirmek için yürürdü.
Hz. İbrahim (as)'in makamının bulunduğu ‘Hicr' hiç şüphesiz Kabe gibi mukaddes
kabul görülüp riayete mazhar olması için korunması gerekecek bir konuma
ulaşamaz. Kabe 'Allah'ın Evi'dir. İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Kabe
'Beytu'l Haram'dır. İbrahim Makamı onun gibi olamaz. Peygamber (s.a.v)'in
'Beytullah'ın ilk yapı sahasının korunması konusunda herhangi bir gayret ve çaba
göstermediğini görünce Makam-ı İbrahim konusunda onu Beytullah'dan daha fazla
bir kudsi konuma oturtmamız gerektiğini söylemek uygun olmaz."
'Beyt'in ilk temelleri üzerine tekrar kurulması hususunda Allah Resulü
(s.a.v)'nün azimet göstermediğini belirten Hz. Aişe (r.anha)'ye söylediği şu
sözü Müslim'in rivayetinde geçmektedir. "Senin kavmin Beyt'in yapımında kusurlu
davrandı, (yani onun mahiyetine uygun inşa etmediler) Şayet onlar şirke yakın
olmasalardı (yani şirkten yeni kurtulmuş olmasalardı) yapmadıkları yeri tekrar
yapardım. Benden sonra senin kavmin tekrar yapmaya kalkarsa gel sana onların
(yapmayıp da) bıraktıkları yeri göstereyim. Sonra Hz. Aişe (r.anha)'ye altı
ziraya yakın bir yer gösterdi." Peygamber (s.a.v)'in "Şayet benden sonra senin
kavmin tekrar yapmaya kalkarsa..." sözü yapma azimeti olmadığını gösteriyor. Bu
durum sadece tercihe kaldı ya da daha iyisi yapılır kabilinden en iyi şekliyle
bıraktı.. Peygamber (s.a.v) bu durumlara hakikat ve ruhaniyât penceresinden
bakıyor. Yoksa herhangi bir şekle sokulduğu için kalkıp da ona dokunmak ya da
karışmak gibi bir his içinden geçirmiyordu. Hz. Ömer (r.a)'in eski yerinden
şimdiki yerine kaldırtırken Makam-ı İbrahim'e bakışı da aynı bakışın izini
taşıyordu. Onun için yerin kime nisbet edildiği önemli değildi. Kabe'yle
bitişikken de, zaruret çıktığı anda o kadar Kabe'den ayrıldığında da. İşte bu,
Makam-ı İbrahim'dir. Bizde Hz. Ömer (ra) gibi ruhani değer yargısıyla bakarsak
zaruret anında onun naklettirdiği gibi biz de nakledebiliriz. Hem tavaf
yapanlara yer açılmış olur hem de onun yanında namaz kılanların daha huşulu
olmalarını ve kalp huzuruna kavuşmalarını sağlamış oluruz.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala herşeyi hakkıyla bilendir. Hamd
O'nadır. Salât ve selâm, seyyidimiz, Hz. Muhammed (s.a.v) ile onun âl ve
ashabınadır. 46
Hac Niyabeti (Başkasının Yerine Hac Yapmak)
Soru
Annem ve babam şuanda hayatta değiller. Hac farizasını da yerine getiremediler.
Bu farizayı yerine getirmek için benim yalnız başıma onların yerine hac yapmam
caiz olur mu? 47
Cevap
İbadetlerde özellikle de beden ile yapılan ibadetlerde asıl olan kişinin bizzat
kendisi yapmasıdır. Eğer yapma imkanı yoksa ölümünden sonra evladı onun yerine
yapabilir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Evlatlarınız sizin
kazancınız(dan)dır." Kişinin çocuğu kendisinden bir parçadır. Aynı zamanda
amelinin bir parçasıdır. Ölümünden sonra onun dünyada yaşayan bir uzantısıdır.
"Adem oğlu ölünce ameli kesilir ancak üç şey (lehine) devam eder: sadakay-ı
cariye (herkesin kullanageldiği bir hayır kuruluşu), kendisinden faydalanılan
ilim ve (ölümünden sonra) kendisine duada bulunan evlat." 48
Salih evlat babasının dünya hayatında bir uzantısı ve varlığının devamcısıdır.
Bu nedenle evladın babasının yerine haccı eda etmesi caizdir. Şayet baba ve anne
hayatta iken hac yapabilecek durumda değillerse kendi yerlerine onu yapabilecek
müvekkiller tayin edebilirler. Bir kadın Allah Resulü (s.a.v)'e babasının yaşlı
olduğu için tek başına deveye binemeyeceğinden haccını yerine getiremeden
öldüğünü söyler ve sonra da: "Ey Allah'ın Resulü! onun yerine ben hac yapabilir
miyim?" der. Peygamber (s.a.v) de: "Evet, yapalirsin" cevabını verir. İbn Abbas
(ra)'dan rivayet edilen bir hadiste, başka bir kadın Peygamber (sav)'e gelir ve:
"Annem Allah için hac yapmaya niyet ettiği halde yapamadan öldü, onun yerine ben
hac yapabilir miyim?" diye sorar. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v): "Onun
yerine hac yap! Şayet onun bir borcu olsaydı onu ödemez miydin?" dedi.
Kadın: "Evet!" deyince, Allah Resulü: "O halde haccı da yap, çünkü Allah vefa
gösterilmeye daha layıktır."
Bir rivayette "Allah'ın borcu yerine getirilmeye daha layıktır." diye
geçmektedir.
Mali işler konusunda çocuk nasıl ki babasının kalan borçlarını öder aynı şekilde
uhrevi ve ibadi işlerde de babasının veya annesinin kalan borçlarını ödemelidir.
İster kız çocuk olsun ister erkek her ikisi de babasınm veya annesinin yerine
hac yapabilirler. En azından yerine hac yapacak kişiyi tayin ederler. Yerine hac
yapacak kişinin kendi beldesinden olması gerekir. Nereden hacca gitmesi
gerekiyorsa oradan kendisi için vekil seçer. Mesela belli bir bölgede mi
bulunuyor? Vekil seçtiği zaman o bölgeden hacca çıkar. Yoksa onun dışındaki
herhangi bir beldeden değil. Şamda bulunduğunda Şam'dan hac eder. Eğer hac
ölenin bıraktığı malından yapılacaksa ve malı bunu karşılayamazsa imkan
bulduklarında bunu yerine getirirler.
Eğer çocuk onların yerine hac yapmayı üstlenirse ve bunu kendi malından
karşılasa bu da mümkündür.
Hacca gönderilen bir yabancı ise bu durumda, giden şahsın kendi haccını daha
önce yapmış olması gereklidir. 49
8. BÖLÜM
BAYRAMLAR VE KUTLAMALAR
Şaban Ayının On Beşinci Gecesinde
(Berat Kandilinde) Yapılan Dua
Soru
Şaban ayının onbeşinci gecesinde yapılan duanın hükmü nedir? Hakkında rivayet
edilmiş sahih hadisler varmıdır? Kısacası bu gece hakkında neler söylenebilir?
50
Cevap
Şaban ayının onbeşinci gecesi (yani berat kandili) hakkında sıhhat derecesine
ulaşan herhangi bir hadis gelmemiştir. Alimlerin hasen kabul ettikleri bazı
hadisler vardır. Ama bazı alimler de bunları kabul etmiyorlar. Şaban ayının
onbeşinci gecesi hakkında herhangi bir sahih hadis olmadığını belirtiyorlar.
Şayet biz bunlara hasen hadisler dersek demekki bu gecede Allah'a dua ve
istiğfar edilebileceğine yönelik hadisler vardır anlamına gelir. Belli bir
duanın ibaresi dahi varit olmamıştır. Bazı yerlerde yaşayan insanların bu
gecelerde okuyup basarak dağıttıkları duaların ise aslı yoktur. Zaten bu dualar
da hatalıdır. Ne akla ne de mantığa uygundur.
Bu gecede okunan bir dua aynen şu şekildedir:
(Allah'ım! eğer Sen yanında bulunan ana kitabında beni (nimetlerden) mahrum
kılınmış veyahutta (indinden) kovulmuş ve rızık konusunda muhtaç olan kişilerden
yazmışsan Ya Rabbi!
bu yazdıklarını sil yerine beni Sana itaatkar, rızıklanmış ve tüm hayırları elde
eden kimselerden olarak tesbit et. Sen bunu söylemiştin. Senin Peygamber'in
lisanıyla indirdiğin kitabındaki sözün haktır.
"Allah dilediğini siler dilediğini bırakır. Kendi katında ise, bütün kitapların
anası vardır." 51
Bu duada çok açık çelişkiler görülmektedir. Öncelikle ayetin manası yanlış
anlaşılmış; ayet "ümmül kitap"ta değişikliğin veya yeni bir şeyin ortaya
çıkmasınm mümkün olmadığını söylüyor. O halde nasıl olur da Ümmül Kitap'ta
değişiklik yapılması veyabazı şeylerin tesbit edilmesi istenebilir.
Sonra bu söz dua edebine aykırıdır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.
"Allah'tan birşey istediğinizde istediğiniz mesele için sözlerinizi cezmi
(talep) manada söyleyin." Yani şöyle demeyin: Ya Rabbi! İstersen beni affet veya
istersen bana merhamet et veyahutta istersen beni rızıklandır. Şüphesiz Allah
Teala için bunlar zor şeyler değildir. Aksine: Beni bağışla, bana merhamet et,
beni rızıklandır demek daha uygun ve daha yerinde olur. Çünkü bu tür dualar
Allah Azze ve Celle'ye dua eden kimseden asıl yapması istenen dualardır.
Dua edenin, "Eğer istersen" gibi bir şarta bağlıyarak, dua etmesi, duanın
üslubuna ve edebine uygun değildir. Buna Rabbine muhtaç bir kulun yalvarışı da
denilemez, bilakis bu şekilde dua etmek, Allah'ın kullarından kabul etmediği
sulu ve gevşek isteklere benzemektedir.
Bu da gösteriyor ki; insanların yaptığı ve hiç yoktan çıkardığı bu tür dualar
çoğu kez gerçek manayı vermekten yoksun haldedirler. Aksine bazan bu dualar
bozuk, birbirine zıt ve yanlış olabiliyorlar. Allah Resulü'nden rivayet edilen
dualardan daha eftal olmaları mümkün değildir. Allah Resulü'nden rivayet edilen
duaların harika anlam dizimleri, belagatı, az kelimelerle çok manalar ifade etme
gücüne sahip üslûpları vardır. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen dualardan
daha faziletli olmaları mümkün değildir. Çünkü O'ndan rivayet edilen duaların
iki ecri vardır. Birincisi; sünnete uymaktan dolayı onu yerine getirenlerin
alacakları ecir, ikincisi; duaları okurken alınacak ecir.Bizlerin daima nebevi
sünnetleri ezberlemesi ve onlarla dua etmesi gerekir.
Şaban ayının onbeşinci gecesine (berat kandiline) gelince, bu gecede
yapılanların hiçbiri kesinlikle ne Peygamber'den rivayet olmuş ne sahih ne de
sünnette yeri bulunan şeylerdir.
Küçük yaşlarımda insanları taklit ederek bu tür geceleri geçirdiğimi
hatırlıyorum. Ömrün uzaması niyetiyle iki rek'at namaz kılardık. İnsanlara
muhtaç olmama niyetiyle tekrar iki rek'at namaz daha. Yasin Suresi ardından bir
iki rek'at namaz daha. Bunun gibi şeyler işte.
Bu ibadetlerin hepsi de şeriatın emrettiği şeylerdendir. İbadetlerde olan
kötülüklerden seni sakındırmasıdır. Bir insanın kalkıpda istediği an yeni yeni
ibadetler icat etmesi elbette olacak şey değildir. İnsanlara ibadet koymaya ve
ibadetlerinin şeklini çizmeye en layık olan Allah Teala'dır.
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı
vardır?" 52
Bizler öncelikle Kitap ve Sünnette varid olan şeyleri yapmak ve onların üzerinde
durmak zorundayız. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilenlerin dışında başka bir
şey yapmamalıyız. Sonuç olarak böyle yapmak daha güzeldir.
Yine de en iyiyi ve en doğruyu bilen Allah Teala'dır. 53
Şaban Ayının Onbeşinci Gecesi (Berat Kandili)'nde Yapılan Meşhur Dualar Ve Bu
Gecede Bîr Araya Gelmek
Soru
Şuanda biz şaban ayındayız. Bazı müslümanlar bu ayın onbeşinci gecesini
namazlarla ve okudukları dualarla geçiriyorlar. Onların bu gecede yaptıkları
amelleri meşru mudur? Bu gecenin faziletine dair herhangi bir şey varmıdır?
54
Cevap
Şaban ayının onbeşinci (yani berat kandili) gecesinin faziletine dair bazı
hadisler vardır: "Bu gecede Allah Teala kullarına teceli eder. Bazı isyankar
davranışlar hariç Allah Teala bu gecede yapılan duaları kabul eder" Bazı alimler
bu hadisin hasen olduğunu bazıları da zayıf olduğunu söylemişlerdir. Fakih ve
Kadı Ebubekir b. el-Arabi der ki: Şaban ayının onbeşinci gecesine dair herhangi
bir hadis sabit değildir. Bu gecenin faziletine ve taatlarla ihyasına dair varid
olan hadisleri söylesek dahi bunlar ne Peygamber (s.a.v)'den varid olmuş ne
sahabeden ne de ilk devir alimlerinden rivayet edilmiştir. İnsanların
mescitlerde bu geceyi ihya amacıyla toplanmalarına, bazı özel dualar okuyup
namazlar kılmalarına dair hiç bir şey varid değildir. Bazı şehirlerde akşam
namazından sonra insanlar camilerde toplanıyorlar 'Yasin Suresi'ni okuyorlar,
akabinde ömrün uzun olması niyetiyle namazlar kılarken bazıları da insanlardan
beri olmak niyetiyle iki rekat namaz kılıyorlar. Sonra geçmiş alimlerden
birinden rivayet edilen bir dua okunur. Bu, uzunca bir duadır. Aynı zamanda
naslara ters, içinde çelişkili sözler bulunan, manaya aykırı bir duadır. Bu dua
ile ilgili açıklama bir önceki bahiste geçmişti.
Ayrıca bazıları bu geceyi, her hikmetli işe hükmedilen kadir gecesiyle
karıştırırlar. Bu da hatadır. Her hikmetli işe hükmedilen gece Kur'an'ın
indirildiği gecedir.
Bu da kadir gecesidir. Kadir gecesi de Kur'an'ın ayetiyle ramazan ayı içerisinde
olduğu kesindir. Allah Teala Duhan Suresi'nde şöyle buyurmaktadır.
"Hâ-mim.Apaçık ola kitaba andolsun ki, biz onu, kutlu bir gecede indirdik.
Doğrusu biz, insanları uyarmaktayız, katımızdan bir buyrukla, her hikmetli işe o
gecede hükmedilir. 55
Bakara Suresi'nde ise "O ramazan ayı ki onda Kur'an indirildi." diye
geçmektedir. Her muhkem işin birbirinden tefrik edildiği gece ise kesinlikle
Ramazan ayı içerisindedir. Bu da icma ile Kadir gecesidir. Katede'den rivayet
edildiğine göre Şaban ayının onbeşinci gecesi her muhkem işin birbirinden ayırt
edildiği gecedir, denmektedir. Bu zayıf ve aynı zamanda değiştirilmiş bir
rivayettir. Katede'nin bizzat kendisi her hikmetli işe hükmedilen gecenin kadir
gecesi olduğunu söylüyor. Bir hadiste şöyle ifadelerin geçtiği söylenir. "Şaban
ayının onbeşinci gecesi bir şabandan bir şabana kadar geçen zaman taranır." Bu
zayıf bir hadistir: İbn Kesir de aynı şeyi söylemiştir. Hem bu söz nasslara
muhaliftir. Bu nedenle yukarda bahsettiğimiz duanın yanlışlıklarla dolu olduğunu
görebiliyoruz. Ne Peygamber (s.a.v)'den varit olmuş nede sahabe ve onlardan
sonra gelen selef imamlardan rivayet edilmiştir. Bazı islam ülkelerinde
duyduğumuz ve gördüğüz gibi toplanarak o geceyi ihya ile geçirmek sonradan
çıkarılmış bidat olan şeylerdir. İbadet hususlarında Peygamber (s.a.v)'den varit
olan şeyleri yapmak en hayırlı ve en evlâ olanıdır. Her hayır selefe uymaktadır.
Her şer ise halefin bid'atindedir. Her bit'at sapıklıktır ve her sapıklık da
cehennemdedir.
Allah Teala bizleri Resulü (s.a.v)'den ve O'nun ashabından gelenlere uymada
muvaffak kılsın. 56
Recep Ayı
Soru
Çoğu kez cuma imamlarımızdan özellikle de recep ayının ilk günlerinde bu ayın
faziletine yönelik ve Bu ayda bir gün dahi oruç tutan kişiye Allah Teala'nın
büyük ecirler vereceğinden bahseden hadisler rivayet etmektedirler. Bu
hadislerden biri de şöyledir. "Recep Allah'ın ayıdır. Şaban ise benim. Ramazan
ise tüm ümmetimin ayıdır."
Bu hadisler hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bu hadislerin doğruluk payları var
mıdır? insanlara yalan hadis rivayet edenlerin durumları nedir? 57
Cevap
Recep ayı hakkında sahih herhangi bir şey yoktur. Ancak, o da hürmetli aylardan
biridir. Allah Teala kitabında şöyle buyurmaktadır.
"...bunlardan dördü hürmetli aylardandır... 58
Bu aylar da: Recep, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır. Recep ayının
faziletine dair herhangi özel bir hadis rivayet edilmemiştir. Sadece hasen bir
hadis vardır: Peygamber (s.a.v) tuttuğu oruçların en fazlasını şaban ayında
tutardı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda, "Çünkü, şaban ayı insanların
receple ramazan ayı arasında kendisinden gafil oldukları bir aydır" diye
buyurmuştur. Bu hadisten anlaşıldığına göre recep ayının bir fazileti var. Ama
"Recep Allah'ın ayıdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan da tüm ümmetin ayıdır"
şeklinde rivayet edilen hadis ise münker bir hadistir. Aynı zamanda da zayıflığı
kesin bir hadistir. Hatta alimlerden bir çokları bu hadisin mevzu bir hadis
olduğunu söylemişlerdir. Daha doğrusu uydurma bir hadis. Gerek ilmi yönden
gerekse dini yönden rivayet edilen bu hadisin herhangi bir kıymeti yoktur.
Aynı zamanda recep ayının fazileti hakkında; "Kim bu ayda şu kadar namaz kılarsa
onun için şu kadar ecir vardır. Kim de şu kadar istiğfarda bulunursa Allah
katında onun için şu kadar ecir vardır" gibisinden rivayet edilen diğer
hadislere gelince bunların hepsi olduğundan fazla abartma hadislerdir. Hepsi de
yalan ve uydurma hadislerdir.
Bu hadislerin mevzu olduğunun alametleri olduğundan fazla mübalağaların
yapılmasındadır. Alimler şöyle der: "Küçük bir işe karşılık büyük sevaplar
vadedildi mi, ya da küçük bir günaha karşılık büyük azap verileceği tehdidi
yapıldı mı bu durum, böyle hadislerin uydurma olduğunu gösterir."
Buna misal olarak Peygamber (s.a.v)'in lisanından şu örneği getiriyorlar. "Aç
bir kimsenin karnındaki bir lokma (yani aç bir insanı doyurmak) bin cami inşa
etmekten daha hayırlıdır." Bu hadis kesinlikle uydurma ve yalandır. Aç bir
kişinin karnındaki bir lokmanın bin cami inşa etmekten elde edilecek sevaptan
daha büyük olması akıl dışı ve mantık dışı bir şeydir.
Recep ayının faziletinden bahseden hadislerin durumu da aynı şekildedir,
Alimlerin bu hadisleri açıklamaları ve insanları bunlardan sakındırmaları
gerekir. "Yalan gördüğü bir hadisi rivayet eden bir kimse de yalancılardan biri
olur." 59 Bazan insan rivayet ettiği hadisin mevzu olduğunu bilmez. Aslında
bilmek gerekir. Hadislerin kaynaklarını tanımak gerekir. Güvenilir bir çok hadis
kitapları var. Özellikle de zayıf ve mevzu hadisleri bildiren kitaplar.
Bunlardan bazıları şunlardır. "El-Makasit El-Hasene" Sahavi'ye ait.
"Temyiz-i'1-tayyib min-el'habisi limâ yedru alâ elsineti'1-n 'Nâsi min'l-Hadisi"
İbn Diyb'in "Keşfu'l Hâfâ ve'l ilbâsi fimâ iştehere min-el'ehâdisi alâ
el'sinet-i'n-Nâsi" Acûlini'nin. Daha bir çok hadis kitapları mevcuttur. Bunları
hatiplerimize bildirmek gerekir. Hem de iyiden iyiye tanıtmak lazım gelir ki bir
daha kaynaksız tek bir hadis dahi rivayet etmesinler. Bugün islami kültürümüzün
içine sızan, hutbelerde, kitaplarda ve insanların ağızlarında revaçta tutulan bu
tür uydurma hadisler en büyük yıkım kaynağıdır. Gerçekte tümü uydurma ve dine
sonradan mal edilen şeylerdir.
Bu nedenle islam kültürümüzü bu çeşit hadislerden temizlememiz gerekir.
Allah Teala ulemadan insanlara sağlam gerçekleri öğretenlere muvaffakiyetler
ihsan etsin. Bize de bu alimlerden istifade etmek ve onların açtıkları ilmi
yolda ilerlemeyi nasip etsin. 60
Recep Ayında Oruç Tutmak
Soru
Bir gün recep ayı hakkındaki konuşmalarınızı dinledim. Siz bu konuşmanızda bu
ayla alakalı olarak Peygamber (s.a.v) hakkında herhangi bir sahih hadisin mevcut
olmadığını söylüyordunuz. Recep ayında tutulan orucun hükmü nedir? Sünnet mi?
Yoksa bid'at mıdır? 61
Cevap
Soruyu yönelten arkadaşın dinlediği konuşmada recep aynıdaki oruca dair herhangi
birşey söylemedim. Ben sadece bu ayın hürmet edilen aylardan olduğunu söyledim.
Hürmet edilen aylarda oruç tutmak ise müstehaptır aynı zamanda makbuldür. Ancak
Peygamber (s.a.v)'den ramazanın dışındaki diğer ayları oruçlu geçirdiğine dair
herhangi birşey rivayet edilmemiştir. En çok oruç tuttuğu ay şaban ayıdır. Bu
ayı da tamamen oruçlu olarak geçirmemiştir. İşte asıl sünnet olan budur. Allah
Resulü (s.a.v) bazı aylarda tutar bazı aylarda ise tutmazdı. "Bazan oruç tutardı
biz derdik herhalde hada orucunu açmayacak bazı zamanlar da tutmazdı biz derdik
herhalde daha oruç tutmayacak" 62 Bazı kişiler recep ayının tümünü oruçlu olarak
geçiriyorlar. Daha önce bazı bölgelerde bu gibi durumlara rastlamıştık. Bazıları
da recep, şaban, ramazan ve şevvalde de altı gün oruç tutuyorlar. Bu altı gün
orucuna da 'Eyyam-ı Bıyd' diyorlar. Bu üç ay ve altı gün oruçlarını sadece
bayram birbirinden ayırıyor. Böyle bir şey ne Peygamber (s.a.v)'den varit olmuş
ne sahabeden ne de selef-i salihinden rivayet edilmiştir. Ramazanın dışındaki
aylarda oruç tutmanın en evlası bir gün tutup bir gün terketmektir. Yoksa ardı
ardına oruç tutmak olmaz.
Kim birilerine uymak istiyor ve sevap elde etmeyi amaçlıyorsa Peygamber
(s.a.v)'e uysun. Recep ve şaban ayının tümünü oruçlu olarak geçirmesin. Bu daha
evla olanıdır. 63
Kurban Bayramı Arefesinde Oruç Tutmak
Soru
Arefe günü oruç tutmanın hükmü nedir? Bu orucun fazileti nedir? 64
Cevap
Arefe günü (Kurban'dan bir önceki gün) diğer normal günlerden daha faziletlidir.
Bu gün, zilhiccenin on günündendir. Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet
edilir. "Arefe günü orucu (Bu orucu) Allah'ın iki senenin günahlarına keffaret
(olarak) sayacağını umuyorum".
Bu günün fazileti büyüktür. Bu günde tutulan orucun fazileti de aynı şekildedir.
Bilindiği gibi arefe günü, zilhiccenin dokuzuncu günüdür.
Müslüman zilhiccenin sekizinci günü oruç tutmaya niyet edemediğinde hiç değilse
en azından bugünde oruç tutmaya niyet etmelidir. Herkesin günahı, gafletle
geçirdiği günleri olmuştur. İşte bu gün temizlenmek ve Allah katına amel
defterimizi tertemiz çıkarmak için büyük bir fırsattır.
Öyleyse müslüman arefe günü orucunu tutmakta acele davranmalıdır.
Bu oruç hac ibadetini yapanlar için geçerli değildir. Hacı olan kişinin
dualarını zikirlerini, yalvarış ve yakarışlarını kuvvetlendirecek bir arefe günü
oruç sünneti yoktur. 65
Kurban Kesmek
Soru
Kurban ne zaman meşru olur? Zengin ve varlıklı bir müslümanın kurban kesmemesi
caiz midir? Kurban nasıl dağıtılır? 66
Cevap
Kurban kesmek mezheplerin çoğuna göre sünnet-i müekkededir. Ebu Hanife'ye göre
ise vaciptir.
Ebu Hanife'ye göre vacip, farzdan düşük ama sünnetten bir derece yüksek olan
şeydir. Zengin ve varlıklı olduğu halde vacip olan bu ibadeti terkeden günahkar
olur.
Merfu ve mevkuf olarak Ebu Hureyre (ra)'den şu hadis rivayet edilmiştir.
"Varlıklı olduğu halde kurban kesmeyen kişi bizim namazgahımıza yaklaşmasın."
67
Bir başka hadiste Peygamber (s.a.v)'e kurban hakkında soruldu O şöyle cevapladı.
"Kurban kesmek babanız ibrahim'in Sünnetidir." 68
Bu nedenle kurban kesmek ya sünnet-i müekkede ya da vaciptir. Hanefi'nin
dışındaki diğer mezhepler de varlıklı olduğu halde kurban kesip de kendilerini,
ehlini, çevresinde bulunan fakir fukarayı ve komşularını sevindirmemeyi kerih
görmüşlerdir.
Kurbanın dağıtımı sırasında kurbanlık (Sünnet'teki uygulamaya göre) üçe ayrılır
üçte biri kendisi ve ev halkı için, üçte biri çevresinde bulunan komşuları için
üçte biri de fakir ve düşkün kimseler içindir. Şayet hepsi sadaka olarak
verilirse daha faziletli ve daha ikrama layık olur.
Allah Teala kurban bayramında ve kurban bayramından sonra insanlara genişlik ve
refahlık olsun diye kurban kesmeyi meşru kılmıştır. Kurban bayramı sabahı bayram
namazını müteakip, kurban kesmeye başlamak meşrudur. Bu konuda bazılarının hata
yaptıklarını işitiyorum. Kasapların durumunu göz önüne alarak bazı kimseler
kurbanlarını kurban gecesinde (yani arefe gününün akşamından sonra)
kesiyorlarmış. Bu Peygamber (s.a.v)'in şu hadisine aynen benziyor. "Koyun sadece
bir ettir." Yani bu demektir ki, kurbanlık hayvanın sevabı onun etinde değildir.
Kurbanlık hayvanın sevabı onun bayram günü, namazdan sonra en erken vakitte
kesilmesindedir.
Kurban kesmek Allah'a yaklaştıran bir ibadettir. Bu türden ibadetler belli
vakitlerle sınırlandırılmıştır. Kurban kesmek de bu türdendir. Kesilme vakti,
kurban bayramı namazından sonradır. Şehirde bir çok yer kurban bayramı namazını
eda etmek için ayrılır ve namazdan sonra hemen kurbanlar kesilmeye başlanır.
Kurbanı ikinci veya üçüncü güne ertelemek de caizdir. Bu günlere 'Eyyam-ı Teşri'
denir. Bazı alimler teşri günleri içerisinde gece veya gündüz herhangi bir
vakitte kurban kesmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. 69
Kurban Bayramda Getirilen Teşrik Tekbiri
Soru
Kuban bayramında tekbir ne zaman başlar? Tekbir konusunda rivayete göre
söylenmesi gerekenler nelerdir? 70
Cevap
Kurban bayramında tekbir iki çeşittir. Birincisi mutlak tekbir ikincisi mukayyet
tekbir.
Mutlak tekbir, zilhiccenin birinci gününden başlar bayram günlerine kadar devam
eder. Bu tekbir yolda giderken ve çarşıda pazarda alış veriş yapılırken
getirilebilir. Kişiler birbirleriyle karşılaştıklarında da bu tekbiri
getirirler.
Mukayyet tekbire gelince, bu farz namazlarının akabinde getirilir. Özellikle
cemaatle eda edilen namazlarda. Ekseri alimler cemaatle kılınan namazların
akabinde getirilmesini şart koşmuşlardır.
Aynı şekilde bayram namazının kılındığı yerde, bayram namazı kılmak için
giderken, ya da namaz kılınacak yerde otururken insanların bu tekbiri getirmesi
gerekir. Sus pus oturulmamalıdır. Ramazan bayramında da aynı şeyler geçerlidir.
Çünkü bu günler islam şiarlarının açık açık ilan edilmesi gereken günlerdir.
Bu şiarların en açık ifadesi de teşrik tekbirleridir. "Bayramlarınızı
tekbirlerle süsleyiniz" 71
Bu nedenle müslümanların bayram gününde inandıkları şiarları açıkça ilan
etmeleri gerekir. Namaz kılınacak yerlere gittiklerinde veya camide namazı
beklerken seslerini yükselterek "Allah-u ekber, Allah-u ekber, lâilâhe
illallâh-u Vallahu ekber Allah-u ekber. Ve lillâhil hamd." Bu sözler ve ifadeler
İbn Mes'ut'dan rivayet edilmiştir. İmam Ahmet b. Hanbel'de aynısını almıştır.
Bir de Hz. Selman (ra)'dan rivayet edilen sözler vardır. "Allah-u ekber. Allah-u
ekber. Allah-u ekber kebîran."
Salavatlar ve onların akabinde getirilen diğer zikirler Peygamber (s.a.v)'den
varit olmamış şeylerdir. Buna örnek olarak şunu verebiliriz. "Allahumme! Salli
alâ seyyidina Muhammed ve alâ seyyidina Muhammet."
Peygamber (s.a.v)'e salat getirmek her an için meşrudur. Ancak yukardaki
şekliyle sadece bu zamana hasretmek Peygamber (s.a.v)'den varit olmamıştır.
Sahabeden hiçkimse de böyle bir rivayette bulunmamıştır.
Aynı şekilde bu münasebetle söylenen "Lâ ilahe illallah vahdehu, sadaka va'dehu,
nasara abdehu ve hezeme'l Ahzabe vahdehu." Bu ifadelerin bayram gününde
söylendiğine dair herhangi bir rivayet bulunmamaktadır. Ama yukarda söylediğimiz
teşrik tekbirleri kesinlikle rivayet edilmiş ve Peygamber (s.a.v)'den varit
olmuştur."Allah-u ekber, Allah-u ekber, lâ ilahe illallah val'lâhu ekber.
Allah-u ekber ve lil'lâhil hamd."
Tüm müslümanlar bu tekbiri getirmeye özen göstermelidirler. Namaz kılınacak
yerlerin tüm köşelerini bu seslerle inletmelidirler. Zilhicce'nin on günü
boyunca teşrik tekbirini her müslümanın getirmesi gerekir.
Namazların arkasından getirilen tekbirlere gelince (mukayyet tekbir) arefe günü
sabah namazıyla başlar bayramın dördüncü gününe kadar devam eder. Yani bayramın
dördüncü günü ikindi namazını müteakip bu tekbir sona erer. 72
Kurban Kesmenin Hükümleri
Soru
Kurban kesmenin vakti ne zamandır? Ondan elde edilecek mükafat nedir?
Bir aileye bir koyun yeter mi? Yoksa her fert için bir hayvan mı boğazlamak
gerekiyor? Hayvan kurban etmekmi yoksa kurban karşılığı para olarak sadaka
vermek mi daha efdaldir? 73
Cevap
Kurban kesmek Peygamber (s.a.v)'den gelen bir sünnet-i müekkededir. Peygamber
(s.a.v) kendisi ve al-i beyti için iki koç kurban etmişti. Kurban ederken şöyle
demişti "Ey Allah'ım! Bu benim ve aile halkım ve bir de ümmetimden kurban
kesemeyenler içindir." İmam Ebu Hanife şöyle der: Kurban kesmek vaciptir. Ona
göre vacip, sünnetin üzerinde farzın altında olan şeydir. Ebu Hanife varlıklı ve
zengin olan kişilerin kurban kesmesini vacip olarak görüyor. "Varlıklı olduğu
halde kurban kesmeyen bizim namazgahımıza yaklaşmasın" 74 Ebu Hanife bu hadisden
yola çıkarak vacip hükmünü vermiştir. Vacipliği kesin olmasa da sünneti
müekkededir aynı zamanda büyük faziletleri vardır.
Peygamber (s.a.v) bayram namazından önce kurban kesen kişinin kurbanın sadece
etten ibaret olduğunu, ibadet amaçlı kesilen bir kurban olmadığını söylemiştir.
Hatta bayram namazından önce kestiği hayvanın tümünü bağışlasa bile kendisine
sadece sadaka sevabı yazılır yoksa kurban kesilme sevabı yazılmaz. Çünkü kurban
kesmek bir ibadettir, ibadetlerin zamanını da sadece şari (kanun koyucu) tesbit
ve tayin eder. Konulan bu sınırlara bizlerin tecavüz etmesi kesinlikle mümkün
değildir. Mesela namaz gibi. Öğlen namazı vaktinden önce kılınabilir mi? Hayır
caiz değildir. Kurban kesmek de aynıdır. Onun da belli bir vakti vardır. Bazı
kimseler kurbanlarını (Bayramdan önceki) geceden kesiyorlar. Bu hatadır. Hem
asıl sünneti hem de kurban kesme sevabını kaybetmektir. Kurbanını tekar iade
etmesi gerekir. Özellikle de kendisine vacib olmadığı halde kurban kesmeye niyet
eden bir kişi böyle bir durumla karşıkarşıya kalınca, onun da tekrar kurban
kesmesi gereklidir. Kurban kesimi bayram namazından sonra başlar. Bizzatihi
bayram gününde kesmek meşrudur. İkinci ve üçüncü günde kesilebilir. Hatta
dördüncü günde kesilebileceğine dair bir görüş vardır. Yani son teşrik günü.
Önemli olan kurbanı öğlen vakti zevale kadar kesmektir şayet öğlen vakti girerse
kesilmez ikinci güne bırakılır. Bazı İslam alimleri şöyle der: "Hatta ister
gündüz ister gece kurbanını kesmesi sahihtir." Bu İslam alimleri tüm insanların
bayram namazının ilk gününde kurbanlarını kesmelerinin zaruri olmadığı
görüşündedirler. Şöyle ki; Kesim işi büyük zahmet gerektiren bir iştir. Bu
nedenle bazı müslümanların bayramın ikinci ve üçüncü gününe ertelemelerinde bir
mahsur yoktur. Ete bayramın ilk gününde daha fazla ihtiyacı olan insanlara ilk
günde, diğerlerine ikinci ve üçüncü günde dağıtım yapılabilir.
İşte kurbanın kesim vakitleri bunlardır.
Kurbanlık olarak kesilebilecek şeyler: Deve, sığır koyun. Bunlardan herhangi
birini kesmek caizdir. Bir kişi için bir koç. Bir kişiden kasıt; evin beyi ve
onun ehli. Peygamber (s.a.v) de aynı şeyi söylemişti "Ey Allah'ım! Bu, Muhammed
ve onun ehli içindir."
Ebu Eyyub (ra) şöyle der: "Biz Peygamber (s.a.v) devrinde iken bir kişi kendisi
ve ehli için tek bir koyun keserdi. Öyleki kavim bundan dolayı birbirine karşı
övünç duyarlardı. İşte asıl sünnet olan da budur.
Sığır ve devenin yedi yaşlarında olması yeterlidir. Bir ineğe veya bir deveye
yedi kişi ortak olabilir. Ancak sığırın iki yaşından, devenin de beş yaşından
küçük olmaması şartıyla. Keçi bir yaşından küçük olmayacak, koyun da altı aydan
küçük olmayacak. Ebu Hanife koyunun semiz (besili) olmasını şart koşmuştur.
Besili olmayan koyununsa bir seneyi tamamlamış olmasını şart olarak koşmuştur,
kurbanda kesilmesi gereken hayvanlar bunlardır.
Kurbanlık hayvanın daha semiz ve daha güzel olması tabiki en efdal olanıdır.
Çünkü o, Allah Teala'ya sunulan bir hediyedir. Bu nedenle müslümanın Allah
Teala'ya en iyi şeyleri sunması gerekir. Çirkin şeyleri Allah Teala'ya layık
göremez. Oldukça zayıf ve cılız aynı zamanda kör bir koyunun Allah Teala'ya
kurban olarak kesilmesi ya da boynuzunun büyük bir kısmı yok, kulakları oldukça
çirkin, ya da herhangi bir hastalığa tutulmuş bir hayvanın kurban olarak
kesilmesi kesinlikle caiz değildir. Hayır, müslüman en temiz ve en iyi şeyleri
Rabbine hediye olarak sunmalıdır. Öyleyse kul Rabbine hediye edeceği şeyi iyi
seçsin. Allah Teala'ya onların ne eti ne de akıtılan kanları ulaşır; ulaşa-cak
tek şey bu işte gösterilen takvadır.
"Kurban karşılığı para, sadaka olarak verilebilir mi?" sorusuna gelelim: Kurban
yerine onun miktarınca sadaka olarak para vermek mi yoksa kurban kesmek mi daha
hayırlıdır? Yaşayan kişi açısından düşünecek olursak;
Kurban kesmek daha hayırlıdır. Çünkü kurban kesmek Allah Teala'ya yaklaştıran
bir ibadettir.
"...Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes." 75
Biz de babamız Hz. İbrahim (as)'a uymak ve onun bu yüce anısını tekrar
hatırlayıp bir fiil yaşamak için kurban kesiyoruz. Rüya- sında oğlu İsmail'i
kurban edeceği vahyi geldiğinde vahyin buyruğuna uydu. Oğulcuğuna gitti, biricik
oğulcuğu İsmail (ra)'e.. İsmail, O'na yaşlılık döneminde, coşkuyla ve yalnızlık
anında gelmişti. Tüm bunlardan sonra, yani Allah Teala'nın kendisine bir oğul
ihsan etmesinden, onu tertemiz yumuşak huylu bir çocukla müjdelemesinden,
beraber yaptıkları gayretli çalışmalardan ve ümitvar olduğu oğlundan şimdi
vahyin gereği ayrılacaktı. Vahiy, oğlu İsmail'i kesmesi için sadık bir rüya
şeklinde tecelli etmişti. Bu bir imtihandı. Hemde bu yaştaki bir babaya zor mu
zor bir imtihandı. Bu durumda, kendisine temiz bir evlat bağışlanan, aynı
zamanda biricik evladından ümitvar olan bir babanın oğlunu kesmesine dair ilahi
vahiy geldi, "O'nu kes" diye. Allah Teala kulunu sınamak istiyordu. Gerçekten
dostu İbrahim'in kalbi Allah'a olan halis niyetinden bir şey kaybedecek miydi?
Yoksa zamanını kendisine verilen oğluyla mı geçirecekti? İşte bu apaçık bir
imtihandı. Hem zor hem de çok ince düşünülmüş bir imtihan. Ama İbrahim imtihanı
başaracaktı. Oğluna gitti. Onu aldatarak yada gaflet anında yakalayarak Allah'ın
emrini yerine getirmek istemiyordu. Bizatihi kendisine verilen ilahi emri oğluna
şu şekilde bildirdi.
"Ey Oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün
ne dersin?" 76
Babanın konumu değil de çocuğun konumu şaşırtıcı. Ne Allah'ın buyruğuna aykırı
davrandı ne de emrin yerine gelmesinde bir an bile tereddüt gösterdi. Aksine
mü'mine yaraşır bir güvenle ve güvenilir bir kimsenin imanı ile şöyle dedi.
"Allah dilerse sabredenlerden olduğumu göreceksin." 77
Bu öyle bir söz ki, imanın, kuvvetin, tevazünün ve Allah'a olan tevekkülün
pırıltılarını yansıtıyor. Kahramanlık iddiasıyla söylenmiş bir söz değildir.
Aksine, bunu yaşıyarak gösterdi. "Allah dilerse beni sabredenlerden
bulacaksın."Herşey Allah'a döner. Varlık alemindeki her şey Allah Teala'ya
döner. İnsana yakin (ölüm)i bağışlayan Allah Teala'dır. Ardından basiret vermiş,
sinirsel bir güç vermiştir.
"Böylece ikisi de Allah'a teslimiyet gösterdi." 78
Hem baba hem de oğul. Oğul boynunu babasına teslim etmişti.
"Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca" 79 Onu alnı üzerine devirdi, kendisine
emredileni yerine getirmek üzereyken müjde geldi
"Biz, Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın. İşte biz iyi davrananları böylece
mükafatlandırırız. Bu gerçekten çok açık bir imtehandır, diye seslendik ve Biz
ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik." 80
Cibril bir koyunla gelerek şöyle dedi: Oğlunun yerine bunu boğazla. İşte o gün
bugündür bu, sünnet olarak yapılageldi. Biz de bu olayı hatırlamak için kurban
kesiyoruz.
Her millet, geçmişte yaşadıkları güzel olayları ölümsüzleştirmeye çalışır. O
olayların hatıralarını canlandırırlar. Sırf onların hatırasına törenler
düzenlerler. İstiklal günü, zafer günü gibi. İşte bu da Allah'ın günlerinden bir
gün, Allah'a imanın gösterildiği bir gündür. Bugün, ölümsüz bir cesaretin
sergilendiği bir gündür. Allah Teala onun anısını kurban pratiğiyle
ölümsüzleştirmiştir. Müslüman bugünde kurban keser. Bu sünnettir. Hem de
karşılığında para ile yapılacak sadakadan daha hayırlıdır. Her insan
kurbanlığının yerine ona bedel miktarda para bağışlamış olsalar bugünün anlam ve
önemi ortadan kalkar yok olur gider. İslam bu anlamlı günü yaşatmak istiyor. Bu
nedenle hayvan kesmek daha efdaldir. Gerçekte bu hayatta olan her kişinin
üzerine bir görevdir.
Ancak kişinin ölmüş bir yakını varsa ve onun ruhuna gönderilmek üzere bir sevap
yapmak istediğinde; Ne yapacak? Kurban mı kesecek? Yoksa bu kurban miktarınca
sadaka mı dağıtacak?
Benim görüşüm şudur; kurban kesenlerin çok olduğu bir şehirde insanların ete
olan ihtiyaçları yoksa bu durumda kurban değerince o ölen kişi için sadaka
vermeleri daha efdaldir. Çünkü bu beldedeki insanların ete ihtiyaçları nasıl
olsa yoktur. Hepsi de bayram günü dağıtılan etten yeterince nasibini almış.
Belki de bu beldede yaşayan fakirlerin çoğunluğu için para daha ehemmiyetli
(ihtiyaç bakımından) çocuğuna bayramlık birşeyler almak isteyebilir. Ya da bir
oyuncak veya buna benzer şeyler. Muhtaç olan insanlar bu mübarek günde
kendilerine büyük kolaylıklar sağlayacak kişilere ihtiyaçları olabilir. Bu
durumda Ölü için kesilecek kurban yerine sadaka vermek daha hayırlıdır.
Ama etin az bulunduğu ve insanların ete ihtiyacı olduğu bir beldede ölü için
kurban kesmek ve onun etini dağıtmak daha efdaldir. Bu, benim tercih ettiğim bir
görüştür.
Burada bilinmesi gereken başka bir husus ta; Ölü adına sadaka vermenin meşruluğu
hususunda müslümanların icmasının olduğudur. Bu konuda ihtilaf edilmemiştir.
Demek ki burada mezheblerin ihtilaf etmediği iki yol söz konusudur; ölü için
sadaka verilmesi veya onun için dua edilerek affının istenmesi.
Yaşayanlar açısından, kendisi ve ailesi için kurban kesmek daha hayırlıdır.
Ölen kişiye nisbetle ise, şayet bir beldede et ihtiyacı varsa ölü için hayvan
kesmek gerekir. Eğer herhangi bir et ihtiyacı söz konusu değilse kurbanın
değerindeki parayı sadaka olarak vermek daha evla olanıdır.
Kesilen hayvanın dağıtılmasına gelince, bilindiği gibi hayvanı üçe bölerek
dağıtmak en evlâ olanıdır. Üçte birini ehl-i beyti yer (ev halkı) Üçte birini
çevresindeki komşularına ayırır. Özellikle de zor durumda olan komşularına. Üçte
birini de fakirler için ayırır. Şayet kestiği hayvanın tümünü tasadduk ederse bu
kendisi için daha efdal ve daha evlâ olur. Ancak kestiği hayvandan sünnet yerine
gelmesi niyetiyle bir parça alması şarttır. Meselâ, hayvanın ciğerini ya da
başka yerini yemesi gibi. Böylece tümünü tasaddukta bulunduğu hayvanın kendisi
tarafından da yenildiği doğrulanmış olur. Peygamber (s.a.v) ve diğer sahabeler
de aynı şekilde yaparlardı. 81
Soru
Zilhiccenin onuncu günü geldiğinde, kurban kesmek isteyen kişinin, saçlarını ve
tırnaklarını kesmesi gerekir mi? 82
Cevap
Hanbeli mezhebine göre saçın ya da tırnakların kesilmesi caiz değildir. Zilhicce
ayında kurban kesmek isteyen bir kimsenin sadece hilali görmesi yeterlidir.
Saçlarını ya da tırnaklarını kesmekten kaçnması gerekir. Bu da, haccın
ibadetlerini yerine getirmek için ihrama giren kişiye benzemek gibidir. Mukaddes
topraklara hac yapmak veya umre için gidemeyecek kişi, bulunduğu yerde iken
hacılara ya da umre yapanlara benzemeye çalışır. Benzemeye çalışırken saçını,
sakalını ya da tırnaklarını kesmesi ve benzeme ruhiyesi içine girmesi doğru
değildir. Böyle bir ortamda yaşayan kişinin bu gibi hallerden kaçınması gerekir.
Yoksa bazıları zevcesinden yada koku sürmekten de kaçınması gerektiğini
sanabilir. Hayır böyle birşey kesinlikle söz konusu değil aynı zamanda varit
olan herhangi bir delil de mevcut değildir. Sadece saçını ve tırnaklarını
kesmekten kaçınacak o kadar. Hacı olmayan bir müslümandan ihrama girmesi
istenmez. Zaten kişi hacı olamadığı halde bu niyetle saçını ve tırnaklarını
kesmesi mekruhtur. Tercih edilen görüş de budur. Saç ve tırnaklarını kesti
diyede fidye vermesi gerekmez. Bunun herhangi bir sorumluluğu yoktur. Şayet bir
kişi muhalefet olarak saçını tırnaklarını kesse üzerine fidye gerekmez sadece
Allah'tan istiğfar diler.
Bir şey mekruhsa eğer alimlerin dediği gibi mekruhuyetlik küçük bir ihtiyaç
hasıl olduğunda ortadan kalkar. Misal verecek olursak, çevreden saçını ve
tırnaklarını kestirmesi için herhangi bir zorlama geldiğinde bunun
mekruhiyetliği zorlama karşısında kesme zaruretini hisseden kişi için ortadan
kalkar. Mekruhu işlemiş olması onu affettirmek için herhangi birşey yapmasını
gerektirmez. Tüm bu anlattıklarımız, zilhicce ayında kurban kesmek isteyen
kişinin saç ve tırnaklarını kesmemesiyle alakalıdır. 83
Aşura Orucu Büyük Günahlara Keffaret Midir?
Soru
Aşura orucunun bir senelik günahlara keffaret olduğu doğru mudur? Büyük günahlar
da buna dahil midir? 84
Cevap
Aşura orucu hakkında bir çok hadis varid olmuştur. Bunlardan birini Müslim Ebu
Katade'den rivayet etmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Arefe orucu
iki -geçmiş ve gelecek-seneye keffarettir. Aşura günü orucu ise geçen bir seneye
keffarettir."
İnsanoğlunun hatalı olması noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teala'nın
hikmeti gereğidir. Hatalı olan kullara aynı zamanda onların hatalarını silecek
ve etkisini ortadan kaldıracak çeşitli keffaretlerin taktir edilmesi ise Allah
Teala'nın rahmeti gereğidir. Günahların etkisi, namazlarla, sadakalarla, hacla,
umreyle ve diğer hasenelerle giderilir.
"...Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir." 85
Peygamber (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır. "(Yapılan) kötülüklerin akabinde
iyilik yapın ki bu iyilikler (sizin) kötülüklerinizi ortadan kaldırsın"
Oruç insanı şehvetlerden uzaklaştırması, insanın nefsiyle mücadale etmesi,
şeytanın kanındaki hareket alanını daraltması yönüyle günahlar için en büyük
keffarettir.
Kulun, bir günlük oruçla bir senelik ya da iki senelik günahlarının silinmesini
Allah'a çok görmemelidir. Allah Teala'nın fazlı, mağfireti ve rahmeti oldukça
geniştir.
"...Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır."
86
Başta geçen hadis ise keffareti umumileştirmektedir. Küçük günahlarla
kayıtlanmamıştır. Fakat bazı alimler bu hadisi küçük günahlarla
kayıtlamışlardır. Buna delil olarak da Ebu Hureyre (ra)'nin Müslim'de geçen şu
hadisini getirmişlerdir. "Vakitten vakte kılınan namaz, cumadan cumaya kılman
namaz, ramazandan ramazana tutulan oruç, büyük günahlardan kaçınıldığı sürece
bunlar arasında yapılan küçük günahlar için keffarettir."
Bu hasenelerin günahlara keffaret olması büyük günahlardan kaçınılma şartına
bağlıdır. Bu şartın aşura orucu içinde geçerli olması daha evladır.
Nevevi şöyle der: Küçük günahlar olmasaydı büyük günahlar keffaretle
affedilecekti. Büyük günahlar olmasaydı herkesin Allah katındaki derecesi yüksek
olacaktı. 87
Yahudilerin Aşura Orucunun Müslümanlarla Aynı Güne Denk Gelmesi
Soru
Bir hadiste şöyle geçmektedir. "Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde
Yahudilerin aşura orucu tuttuklarını gördü. Peygamber (s.a.v) de tuttu ve
tutulmasını emretti. Bir çok konuda ehl-i kitab'a muhalefet edildiği halde bu
konuda niçin muvafakat sağlanmıştır? 88
Cevap
Soruyu yönelten kardeşimizin işaret ettiği hadis Buhari ve Müslim'de İbn Abbas
(ra)'tan rivayet edilmiştir. "Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin
Aşura orucunu tuttuğunu gördü. Bunun üzerine şöyle dedi: "Bu nedir?" Oradakiler
şöyle cevap verdiler: Bugün salih bir gün. Allah bugünde Musa (as)'yı ve
İsrailoğullarını düşmanlarında kurtardı. Bunun üzerine Allah Resulü de: "Ben
Musa (as)'yla birlikte olmaya, sizden daha çok layığım" diye buyurdu. Kendisi de
oruç tuttu ve tutulmasını da emretti."
Bir müslümanın "Ehli kitaptan olan kafirlere ve müşriklere muhalif davranmaya
büyük bir özen gösterdiği halde nasıl olurda aşura orucu konusunda bir Peygamber
Yahudilerle muvafakat sağlar? Halbuki O (s.a.v) değişik hadislerde "Yahudilere
ve Hiristiyanlara muhalif olunuz. Müşriklere muhalif olunuz" şeklinde sözleri
vardır" diye sorması garip karşılanacak bir şey değildir.
Ancak aşura orucu hakkında rivayet edilen hadisleri araştıranlar Peygamber
(s.a.v)'in bu orucu hicretten önce tuttuğunu göreceklerdir. Hatta, cahiliye
arapları bugün oruç tutar ve ta'zimde bulunurlar ve Ka'be'nin örtüsünü
değişirlerdi. Onların bugünü eskilerin şeriatından kabul ettikleri söylenir.
Arkame (ra)'den rivayet edildiğine göre; cahiliye döneminde Kureyşli biri bir
günah işlediğinde onu çok büyütürdü. Bunun üzerine kendisine aşura orucu tut bu
senin için keffaret olur derlerdi.
Öyleyse, Peygamber (s.a.v) de bu oruca Medine'de başlamadı. Yahudilere uymak
için tabiki tutmadı. "Musa (as)'yla beraber olmaya sizden fazla ben layığım." Bu
günü ululamak, Yahudilere de Allah'ın dininin bütün zamanlarda aynı olduğunu,
bütün peygamberlerin hak binasında birbirine geçirilmiş tuğlalar olduğunu
bildirmek için bu günün oruçlu olarak geçirilmesini emretti.
Onlar Hz. Musa (as)'nın getirdiği kitabı tahrif etmişlerdi. Dinlerini
değiştirmişlerdi. Aşura günü Fravun'un helakı, Hz. Musa (as)'nın zaferi
olduğunda bu aynı zamanda Allah Teala'nın Muhammed'i (sav) kendisiyle gönderdiği
şey hakkında bir zaferiydi. Musa (as) bu orucu Allah'a şükrünün ifadesi olarak
tuttuğuna göre müslümanlar Hz. Musa'ya uymaya Yahudilerden daha çok hak
sahibidirler.
Bundan da öte, aşura mübarek bir gündür. O günde hak batıla karşı, iman küfre
karşı bir zafer kazanmış. Ahmet b. Hanbel İbn Abbas (ra)'tan, gemi cudi dağına
geldiğinde Nuh (a.s) Allah Teala'ya şükür için aşura orucu tuttuğunu rivayet
etmiştir.
Şu kadar var ki, orucun temelinde Peygamber (s.a.v)'in Yahudilerle olan
muvafakati Medine Antlaşması'nın ilk dönemlerine rastlayan yıllardaydı. Çünkü
Allah Resulü (s.a.v) onları kendisine çekmek ve kalplerini ısındırmak için
nehyedilmediği bir işte ehl-i kitapla muvafakatta olmayı isterdi. İslam cemaati
Medine'ye yerleştiğinde ehli kitap İslam'a, onun Peygamber'ine, ve ona mensup
olanlara karşı düşmanca tavır almaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v)
de aşura orucunun aslına bağlıkalmak suretiyle tafsilatında onlara muhalif
olmayı emretti. Asla bağlı kalındığında daha önce bahsettiğimiz büyük manevi
özelliğiyle bu gün müslümanlar tarafından da kutlanacaktı. "Aşura orucunu
Yuhudilere muhalif olmak suretiyle tutun. Aşura gününden önce bir gün aşura
gününden sonra da bir gün tutun." 89
Medine devrinin sonlarına gelindiğinde, soruyu yönelten kardeşimizin müdahaleci
tavrı gibi sahabe de Allah Resulü' (s.a.v)'ne bu konuda müdahale ettiler. "Allah
Resulü (s.a.v) ümmetini inanç konusunda yahudiler ve hiristiyanlardan ayırmaya
büyük bir önem verdiği halde niçin böyle bir konuda yahudilerle muvafakat
sağlamıştı?" Bu sorunun cevabı Müslim'in İbn Abbas (ra)'ın şu sözündeki
rivayetinde ortaya çıkmaktadır. "Allah Resulü (s.a.v) aşura günü orucunu
tuttuğunda sahabeye de tutmaları emretti. Bunun üzerine sahabe şöyle dedi: "Ey
Allah'ın Resulü! Bu gün, yahudi ve hiristiyanların ta'zim ettikleri bir gündür."
O (s.a.v) da: "Allah izin verirse gelecek sene biz dokuzuncu günü de oruç
tutacağız." İbn Abbas devamla şöyle söylüyor. "(Bahsedilen ) gelecek sene
gelmeden Peygamber (s.a.v) vefat etmişti."
Bu cevapdan anlaşıldığına göre Allah Resulü (s.a.v) sadece onuncu günüyle
yetinmemişti bilakis yahudilere ve hiristiyanlara muhalif olsun diye dokuzuncu
günü de ilave etmişti
İbn Kayyım şöyle demiştir: "Aşura orucunun sıralaması üçtür: Ondan önce ve sonra
bir gün tutmak. Bunu dokuzuncu ve onuncu günü oruç tutulması takip eder. Bu
konuyla alakalı olarak bir çok hadisler vardır. Bu konuda sadece onuncu günü
oruca ayırmakla ilgili olanlar da gelmiştir." 90
Aşura Gününde Sürme Çekmek Ve Aile Efradını Zenginleştirmek
Soru
Aşura gününde oruçtan başka yapılması müstehap olan -süslenmek, sürme çekmek ya
da aile efradını zenginleştirmek (gönlünü almak) gibi- herhangi birşey varid
olmuş mudur? 91
Cevap
Aşura günü hakkında orucun dışında Peygamber (s.a.v)'den herhangi birşey varit
olmamıştır. Bu konuda çoğu kez söylenen bir hadis var "Kim aşura gününde aile
efradını zenginleştirirse Allah da onu tüm sene boyunca zenginleştirir."
(Taberani, Beyhaki senetlerinin tümünün zayıf olduğunu söylemiştir, ibn Cevzi
'Mevzuat' adlı kitabında rivayet etmiş, Irak'ı hasen olduğunu söylemiştir.
Suyuti 'Cami-ul'Sağir' adlı kitabında sahih alametlerle bu hadise işaret
etmiştir. Suyuti, bu gibi hadislerde oldukça müsamahalı davranırdı.)
Sürme çekme hususuna gelince Hakim, İbn Abbas (ra)'dan merfu olan bir hadis
rivayet etmiştir. "Kim sürme taşıyla aşura gününde sürme çekerse gözleri asla
hastalanmaz." Hakim, bu hadisin münker olduğunu söylemiştir. Sahavi ise mevzu
bir hadis olduğunu belirtmiş, İbn Cevzi de 'Mevzuat' adlı eserine almıştır.
Hakim şöyle der: "Aşura gününde sürme çekmek hususunda Peygamber (s.a.v)'den bir
şey varit olduğuna dair herhangi bir ize rastlanmamıştır. Bu; Hz. Hüseyin
(r.a)'in taraftarlarının ortaya çıkardığı bir bid'attir."
Bahsettiğimiz bu gibi rivayetlerin doğmasına sebep olan tarihi olayların
bilinmesi gerekir. Bu olaylar görüşler ve onların değerini ortaya çıkarmaya
yarayacak aydınlatıcı ışıklar tutacaktır. Kader Hz. Hüseyin (r.a)'nin muharremin
onunda öldürülmesini istedi. Onun taraftarlarından çokları o günü sürekli bir
hüzün günü olarak kabul ettiler. Hatta, tüm ayı yas olarak ilan ettiler. Bu ayda
kendilerini hertürlü zevkten, rahatlıktan dünyalık tattan mahrum bıraktılar.
Şialara karşı oldukça büyük kin güdenlere göre onların bu aşırılıklarına
karşılık kendilerinin de bu günde hertürlü rahatlığı ve herçeşit süslenmeyi
Allah'a yaklaşmak ve itaat olarak değerlendirmeleri bir aksi tepkinin sonucuydu.
Bu görüşlerini desteklemek için de uydurma bir çok hadisler ve rivayetler ortaya
sürdüler. Halbuki her iki fırkanında Allah'ın koyduğu sınırda durmaları, kör ve
sağır taassubculuk anlayışından kendilerini kurtarmaları en uygun olacak şeydir.
Onlar bölünmeden tümden Allah'ın ipine sarılmalıdırlar.
"Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara
uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır" 92
9. BÖLÜM
KADIN, AİLE VE BOŞANMA HAKKINDA
Kadının Herşeyi Şer Midir?
Soru
Mü'minlerin emiri Hz. Ali (r.a)'nin 'Nehc'ül-Belağa adlı eserinde "Kadının
herşeyi şerdir. Onda bulunması gereken herşey şerdir." diye bir ibare
geçmektedir. Sizin bu konudaki açıklamanız nedir? Bu söz İslam'ın kadın
karşısındaki tutumunu gösterir mi? Açıklamalarınızı bekliyorum, teşekkürler.
93
Cevap
Burada belirtilmesi gereken iki önemli şey söz konusudur. 94
Birincisi:
İslam'ın herhangi bir konuda görüşünü temsil edecek bir şey varsa o da; Allah
Teala ve O'nun Resulü (s.a.v)'nün görüşüdür. Bunların dışında kalan görüşler
Kur'an ve sahih sünnete uyduğu sürece alınır. Kur'an'ı Kerim ve Sahih Nebevi
Sünnetler ise bozulmaktan korunmuş kaynaklardır. 95
İkincisi:
Araştırmacılara göre, 'Nehc'ul-Belağa'da Hz. Ali (r.a)'ye nisbet edilen bazı
şeyler sahih olmadığı bilinen bir gerçektir. Onların bu konuda delilleri de var.
Hiç şüphesiz 'Nehc'ul-Belağa'da geçen görüşlerin, İmam Ali'nin devrini,
fikirlerini ve üslûbunu yansıtmadığını uyanık bir okuyucu ya da eleştirmen
kavramakta zorluk çekmez.
Bu nedenle 'Nehc'ul-Belağa'da geçen her sözün Hz. Ali'ye ait olduğunu düşünerek
delil olarak getirmek caiz değildir.
Şu da var ki; islam ilmine göre bir sözün söyleyenine nisbet edilmesi her türlü
noksanlıklardan uzak direkt söyleyene ulaştırabilecek doğru senetlerle olur.
Direkt İmam Ali (ra)'ye ulaştıracak senet hani nerede? Böyle bir sened olacak ki
biz de ona göre 'Bu söz Hz. Ali (ra)'nindir' diye hükmümüzü verelim?
Hatta bu sözü sahih bir senetle Hz. Ali (ra)'ye dayandırsak da reddedilmesi
gerekir. Çünkü bu söz, islami naslara aykırıdır. Bir sözde bulunan bozuk ve
çarpık bir illet hangi nasıl bir görüş olursa olsun reddedilmeyi gerektirir.
Senedi güneş gibi orta da olsa da.
Hem Hz. Ali (ra) nasıl böyle bir şey söylemiş olur. O, yaratılışta, Allah'a
karşı sorumluluklarında ve verilecek mükafatta kadınlarla erkeklerin eşit
olduğunu belirten Allah'ın kelamını okuyan bir kimse idi.
"Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden
pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının."
"Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen
erkekler ve kadınlar; doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve
kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve
kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve
kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine
mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır." 96
"Rabbleri dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek
olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam..." 97
"...Onlar sizin örtünüz siz de onların örtülerisiniz." 98
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve
rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet
için dersler vardır." 99
Peygamber (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır. "Muhakkak ki kadınlar erkeklerin
kardeşleridirler."
"Dünya bir faydalanmadır. Bu faydalanmanın en hayırlısı saliha bir kadındır."
100
"Üç şey insanı sevindirir: Saliha bir kadın, güzel bir ev ve güzel bir binek"
101
"Allah kime saliha bir kadın vermişse ona dininin yarısında yardım etmiştir.
Diğer kalan yarısı için de Allah'tan korksun." 102
"Dört şey var ki, kime verilirse dünya ve ahiretin hayrını elde etmiş olur."
Bunlardan birisi olarak ta 'Kendisinden malında veya şahsında günah olabilecek
işleri talep etmeyen salih bir eş" zikredilmiştir.103
Hz. Ali (r.a) bu naslara nasıl aykırı bir söz sarfetmiş olabilir? Nasıl "Kadının
herşeyi şerdir" demiş olabilir?
Bu söz gerçekte Hz. Ali (ra)'ye de ait olmuş olsa sorarız; Sizin zevceniz
hakkındaki görüşleriniz nedir? Size göre cennet ehlinin seyyitleri olan Hz.
Hasan (ra) ve Hz. Hüsey (ra)'nin annesi Hz. Fatıma (r.anha) hakkındaki
düşünceniz nedir? İmam Ali (ra) ya da tüm müslümanlar Hz. Fatıma (r.anha)
hakkında, "Onun herşeyi şerdir" demeyi kabul ederler miydi?
Kadının fıtratı erkeğin fıtratına ters değildir. Her ikisininde fıtratı hayrı ve
şerri, dalaleti ve hidayeti kabul edebilir.
"Kişiye ve onu şekillendirene. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyetleri
verene and olsun ki: kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen
kimse de ziyana uğramıştır." 104
Kadınsız yapılamadığı halde nasıl kadının herşeyinin şer olduğu düşünülebilir?
Allah Teala nasıl olurda bir şer yaratır ve insanları ihtiyaç ve zaruret
mihnetiyle yarattığı bu şerre sevk eder?
Aslında yaradılış üzerinde düşünen bir kimse, onda temelde faydaların
bulunduğunu görecektir. Bize görünen şer (kötülükler) ise külli, genel ve mutlak
faydanın bir parçasıdır. Gerçekte şer hayrın gereklerindendir. Bu nedenle
Peygamber (s.a.v')in Rabbi'ne yaptığı münacatta bunu dile getirmiştir. "Şer sana
isnat edilmez."
Kur'an'ı Kerim de ise:
"İyilik elindedir. Doğrusu sen herşeye Kadir'sin." 105
Geriye hakkında hadislerin varit olduğu nokta kalıyor. O da kadınların
fitnesinden sakınmak. "Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne
bırakmadım." 106
Ben de şöyle derim: Bir şeyin fitnesinden kaçınmak onun tamamen şer olduğu
anlamına gelmez. Bu demektir ki, kadının erkekler üzerinde büyük tesirleri
vardır. Onu Allah Teala ve ahiret meşguliyetinden alı koymasından korkulur.
Bu nedenle Allah bir çok ayetinde mal ve çocuklarla imtihan edilmekten
sakındırmıştır.
"Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah
katındadır." 107
"Ey İnananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın;
böyle olanlar
hüsrana uğrayanlardır." 108
Buna rağmen Allah Teala 'malı' Kur'an'ı Kerim'in bir çok yerinde 'Hayır' diye
isimlendirmiştir. Evladın da Allah'ın dilediğine verdiği bir 'Nimet' olarak
nitelemiştir.
"...Dilediğine, kız çocuk dilediğine de erkek çocuk verir."
109
Allah Teala'nın kullarına evlatlar ve torunlar vererek sınaması onlara güzel
şeyler vermesine benzer.
"Allah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var
eder. Size temiz şeylerden rızık verir." 110
Kadından sakındırılması evlattan ve maldan sakındırılmaya benzer. Bu da, verilen
bu nimetlerin şer olduğunu göstermez. Aksine bu imtihan (fitne) olacak şekilde
onlarla fazlaca meşgul olmak ve Allah'ı zikretmekten uzak kalmaktan, sakındırmak
içindir.
Çoğu erkeklerin, kadınların çekiciliği ve onların güzelliği karşısında zayıf
iradeli olduklarını hiç kimse inkar edemez. Özellikle erkekleri teşviğe ve
onlara karşı sükse yapmaya niyetlendimi... Çünkü böyle kadınların tuzakları
erkeklerin kurduğu tuzaklardan daha büyüktür.
Böylece erkeklerin bu tehlikeye karşı dikkatli ve uyanık olmaları bir zorunluluk
olmaktadır. Bu vesileyle arzularının ve cinsi güdülerinin peşinde gitmemiş
olurlar.
Günümüzde kadının yol açtığı fitnelerin önceki çağlara nazaran had safhaya
ulaştığını görebiliyoruz. Toplum düzenini hiçe sayanlar kadınları insanlık
değerlerini alt üst edecek bir araç olarak kullanmaktadırlar. Hem de gelişme ve
ilerleme adı altında.
Müslüman kadının yapması gereken, bu tür komplolara karşı uyanık kalmaktır.
Kendini, İslam'a karşı yıkıcı hareketlerde bulananların eline bırakmamalıdır.
İslam'ın parlak devrinde yaşayan bu ümmetin kadınlarının bulunduğu akide ve
inanç ortamına tekrar dönmelidir. Terbiyeli bir kız, saliha bir kadın, dini ve
ümmeti için çalışan hayırlı ve saliha bir insan olarak yaşamalıdır. Böylece her
iki yerde de (Dünya ve Ahirette) kurtuluşa erer ve her iki diyarda da saadete
kavuşur. 111
Peruk Takmak Ve Kadının Kuaföre Gitmesi
Soru
Müslüman bir kadının süslenmek için kuaföre gitmesi caiz midir? Çağımızdaki
sosyal hayatın gelişme göstermesi süslenme şekillerinin ve üslûplarının da
değişmesini beraberinde getirdi. Artık kadın evinde süslenemiyor.
Burada bu konuyla alakalı bir şey daha var. O da, çoğu kadınların giydikleri ve
'Peruk' diye isimlendirdikleri 'Suni Saçlar'. Bunları takmak şer'an caiz midir?
Bazı kimseler, peruğun sadece kadının asli saçını kapattığını söylüyorlar.
Kadının saçı avret olduğuna göre peruk da onun başını kapattığını iddia
ediyorlar. 112
Cevap
Bu soruyu iki şıkta cevaplamak istiyorum.
1) İslam, bazı dinlerin bildiği ve tanıdığı dar ve kıt görüşlere savaş açmak
için gelmiştir. Belli ölçüler içerisinde süslenmeye ve güzelleşmeye çağırır.
Allah'ın kulları için çıkardığı zineti haram kılanları protesto eder. Namaza
giderken zinetlerin takılmasını söylemiştir.
"Ey Ademoğlu! Mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin."
113
İslam, kadın ve erkek her ikisine de süslenmeyi ve güzelleşmeyi meşru kıldığına
göre kadının fıtratını ve kadınlığını göz önünde bulundurmuş erkeğe giymesi
haram olan ipekle, takması haram olan altını ona mubah kılmıştır.
İslam sadece, fıtratı bozduğu ve şeytanın insanları saptırmada kullandığı bir
metot olması hasebiyle birtakım süslenme şekillerini haram kılmıştır.
"Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim." 114
Bu konuda Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih rivayetlerin birinde şöyle
denmektedir. "Dövme yaptıran ve dövme yaptırmak isteyene lanet olsun, dişlerini
incelten ve inceltmek isteyene lanet olsun. Yüzündeki kılları alan ve aldırana
lanet olsun. Peruk takan ve taktırana lanet olsun."
Daha bir çok sahih hadis bulunmaktadır.
Hadiste rivayet edilenleri yapan ya da yapmak isteyen hem lanetlenmiş hem de
yapılması haram kılınmıştır.
Böylece 'Peruk' ve ona benzeyen şeylerin de hükmünü öğrenmiş olduk. Pekura'nın
sadece başı örttüğünü iddia etmek, gerçekleri saptırmak demektir. Saçın nasıl
kapanacağı gerek akli gerek örfi yönden bilinen bir şeydir. Peruka, tabi olan
saçtan daha süsleyici ve daha güzelleştirici bir özelliğe sahiptir. Bununla
birlikte onu kullanmak, bir yönden israftır, bir yönden çekicilik özelliğiyle
onun bunun nefsani güdülerini saptırmaktır. Bunların tümü de haramlılığını
doğrulayıcı bir özelliktir.
Said İbn Müseyyep şöyle der "Muaviye Mekke'ye geldiğinin son günü bize bir hutbe
verdi. Hutbede iken bir saç yumağı çıkardı ve şöyle dedi; bunu yahudilerden
başka bir kimsenin yaptığını görmedim. Peygamber (s.a.v) bunu 'Zevr' yani peruk
diye isimlendirmişti."
Bir başka rivayette Medinelilere şöyle demişti. "Alimleriniz nerede? Allah
Resulü'nün bu gibi şeyleri yasakladığını duymuştum."Sonra da devamla şöyle
demişti. "İsrailoğullarının kadınları bu gibi şeyleri kullandıkları zaman helak
edildiler." 115
Buradan şu iki sonucu çıkarıyoruz. 116
Birincisi:
Yahudiler, daha önceleri bu tür rezillikleri işliyorlarmış. Aynı zamanda bunları
revaçta tutanlarda onlar. Bunlarda, her fesadın gerisinde olan yahudilerden
alınmıştır. 117
İkinci:
Peygamber (s.a.v) takma saça 'Zevr’ adını vermiş. Böylece onun haram olduğuna
işaret etmiş oluyordu. O da bir nevi aldatmaca ve dolandırmacadır. İslam ise
aldatmacılığı asla kabul etmez. İster maddi ister manevi herhalükarda hilekarlık
yapanlardan kendini beri tutmuştur islam. "Kim hilekarlık yaparsa bizden
değildir." Diğerleri için de aynı şeyler geçerlidir.
Evde dahi olsa peruk takmak haramdır. Çünkü böyle kimseler lanetlenmiştir. Peruk
kişinin saçları için kesinlikle örtü olamaz. Açık sarih naslara aykırı
olduğundan takılması haramdır. "Baş örtülerini yakalarına alsınlar."
118 Hiç
kimse peruğun baş örtüsü mesabesinde olduğunu savunamaz. Kadınlara haram
olduğuna göre erkeklere haydi haydi haramdır.
2) Kadının süslenmek için yabancı bir erkeğe gitmesi ise kesinlikle haramdır.
Çünkü yabancı bir erkeğin müslüman bir kadına elini sürmesi caiz değildir.
Müslüman bir kadının da buna imkan ve ortam hazırlaması caiz değildir.
Bir hadiste şöyle geçmektedir. "Sizin birinizin başına demirden bir iğne
saplanması kendisine helal olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır."
119
Anlatıldığına göre kadın kuaförde bazan tek başına kalabiliyormuş. Böylece başka
bir haram daha işliyor. Kendisine yabancı olan bir erkekle yalnız kalmak.
Tüm bunlar İslam'ın metodu olan orta yoldan, doğru istikametten, gerçek
fıtrattan uzaklaşmanın doğurduğu hazin sonuçlardır.
Dinini yaşamak ve Rabb'ini razı etmek için gayret gösteren bir müslüman kadın
için kendisine mubah kılındığı şekilde evinde süslenmesi ve sokaklar için değil
sadece kocasına kendini beğendirmesi yeterli gelir. Bugün sokaklar için
süslenmek dünya siyonist teşkilatlarının hareketlendirdiği çağdaş bir salgın
hastalıkdır. 120
Kadının Yüzünü Göstermesi Ve Hicap Hakkında
Soru
Kadının yüzünü göstermesi veya örtmesi hakkında uzun uzun tartışmalar
olmaktadır. Kadının yüzü avret midir? Örtülmesi gerekir mi gerekmez mi? Bu
konuda tartışanlardan hiç kimse tatmin edici bir cevap veremedi. Biz de size baş
vurduk. Sizden seri nasslar ışığında cevap vermenizi bekliyoruz. 121
Cevap
İslam toplumu- Allah'a ve ahiret gününe imandan sonra- faziletli davranışlar,
iffetli olmak, erkek ve kadın arasında birbirini gözetmek esaslarına dayanan;
her şeyi mubah görenlere, ölçü ve sınır tanımaz şehvet düşkünlerine engel olmayı
amaçlayan bir topluluktur.
Aynı şekilde İslam şeriati de fesada götüren yolların tıkanması açık saçıklık,
yabancı erkek ve kadınların yalnız başlarına bir arada kalması gibi fitne
rüzgarları estiren kapıların kapanması, esasları üzerine kurulmuştur.
Aynı zamanda; kolaylık göstermek, zorluk ve sıkıntı verenleri kaldırmak esasları
üzerine de kurulmuştur. Bunu, hayatın zaruri olarak ortaya çıkardığı bazı
gerekleri mubah kabul ederek veya kaçınılması mümkün olmayan durumları affederek
yapmaktadır. Bunun örneklerinden birisi, bütün kadın ve erkeklerin gözlerini
harama bakmaktan sakındırmalarını ve namuslarını korumalarını emretmekle
beraber, kadınların ziynetlerinden kendiliğinden görünenleri mubah kabul
etmesidir.
"Mü'min erkeklere söyle gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem
yerlerini korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar."
122
"Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler,
iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna,
açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar." 123
Müfessirler "Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar"
ayetinin tefsirinde İbn Abbas'ın "Görünen kısımlarla ilgili şöyle dediğini
rivayet etmektedir. "El, ayak ve yüzüdür." İbn Ömer ise "Yüz ve iki elidir"
demiş. Enes "El ve ayakları" demiştir. İbn Hazm şöyle der: Bu sahabelerden gelen
bütün rivayetlerin hepsi de doğrudur. Hz. Aişe (r.anha) ve diğer bazı tabiin
imamlardan da aynı şeyler rivayet edilmiştir.
"Görünen yerler müstesna" ile ilgili ayetin tefsiri hakkındaki ihtilafa Mezhep
imamları da katılmışlardır. Onların görüşlerini Şevkani 'Neyl-u'1-Evtar' adlı
kitabında rivayet etmiştir. 124
Bazı Mezhep imamları şöyle demişlerdir. "Kadının yüzü ve iki eli hariç tüm
bedeni avrettir." Hadi ve Kasım da bu görüşü benimsemişlerdir. Ebu Hanife'nin
kendisinden rivayet edilen iki rivayetten birinde bu görüşü benimsediği
belirtilmektedir. İmam Malik de aynı görüşü benimsemişlerdir. Bir kısım mezhep
imamları ise "Yüzü, iki eli ve iki ayağıyla halhal kısımları hariç, diğer
kısımları avrettir." demişlerdir. Buna bir görüşte Kasım ve bir rivayette de Ebu
Hanife ile, Servi ve Ebu Abbas da katılmıştır.
Bir görüşe göre de; yüzü hariç bütün bedeni avrettir. Ahmet b. Hanbel ve Ebu
Davut da bu görüşü benimsemişlerdir. 125
Kadının yüzü avret değildir.
Kadının yüzünün avret olduğunu, bir rivayete göre Ahmet (ki bu görüşün ona
isnadı zayıftır) ve bazı safi imamlar dışında hiç kimse iddia etmemiştir.
Naslar ve gelen rivayetler gösteriyor ki, kadınların yüzü ve iki eli avret
değildir. İbn Abbas ve İbn Ömer ile diğer bazı sahabe, tabiin ve mezhep
imamlarından gelen rivayetler de bunun böyle olduğunu doğrulamaktadırlar. İbn
Hazm -İbn Hazm delillerin zahiri manasına göre hareket ederdi- "Baş örtülerini
yakalarının üzerine salsınlar" ayetiyle yüzün gösterilmesinin mubah olduğuna
dair delil getirmiştir. Çünkü burda örtünün yakalar üzerine salınması
istenmiştir. Yoksa yüze değil. Aynı şekilde Buhari'nin İbn Abbas'tan yaptığı
rivayette buna delil olarak getirmiştir. İbn Abbas Allah Resulü (s.a.v)'le
bayrama girmişti. Allah Resulü (s.a.v) bayram namazını kıldıktan sonra Bilal ile
birlikte kadınlar geldi. Allah Resulü (s.a.v) onlara vaaz-u nasihatta bulundu.
Onların tasaddukta bulunmalarını emretti. İbn Abbas devamla şöyle dedi:
Kadınların, üzerlerindeki değerli şeyleri, Bilal (ra)'in açtığı elbisenin
kenarına koymak için uzattıkları ellerini gördüm." İbn Abbas Peygamber (s.a.v)le
birlikte kadınların ellerini görmüştü. Bu da gösteriyor ki kadınların elleri
avret değildir.
Buhari, Müslim ve Sünen sahibleri İbni Abbas'tan rivayette bulundular. "Hasam
kabilesinden bir kadın 'Veda Haccı'nda Peygamber (s.a.v)'e birşeyler sordu. Fadl
İbn Abbas Peygamber (s.a.v)'e refakat ediyordu. Fadl, kadına bakmaya başladı.
Kadın güzeldi. Peygamber (s.a.v) Fadl'ın yüzünü diğer tarafa çevirdi." Bazı
rivayetlerde şöyle geçmektedir: Peygamber (s.a.v) Fadl'ın başını diğer tarafa
çevirdi. Hz. Abbas sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Neden amcanın oğlunun başını
çevirdin?" Allah Resulü (s.a.v) de şöyle cevap verdi: "Ben bir genç erkekle bir
genç kadın gördüm. Şeytanın onlara karşı (birşey yapmayacağından) emin olamadım.
Bir rivayette de: "Fitne meydana gelmeyeceğinden emin olamadım" diye buyurmuştu.
Bazı hadis alimleri ve fakihler bu hadisten hareketle fitneden emin olunduğu
taktirde kadına bakışın caiz olduğunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü
Peygamber (s.a.v) kadının yüzünü kapatmasını emretmemişti. Şayet onun yüzü
kapalı olsaydı İbn Abbas onun güzelliğini ya da çirkinliğini bilemeyecekti.
Fakih ve hadisciler şöyle demişlerdir. "Hz. Abbas bakmanın caiz olduğunu
anlamasaydı Peygamber (s.a.v)'e sormazdı. Şayet onun anladığı doğru olmasaydı
Peygamber (s.a.v)'e bunu vurgulatmazdı."
Bu olay hicap ayetinin nüzulünden sonra meydana gelmiştir. Yani veda haccı
döneminde yani hicretin onuncu senesinde olmuştur. Ayet ise hicretin beşinci
senesinde inmişti. 126
Gözlerin bakılması
yasak olanlardan çevrilmesi
Allah Teala'nın emrettiği gözlerin bakılması yasak olan şeylerden çevrilmesi
demek gözleri kapatılması ya da başın yere eğilmesi manasında değildir. Böyle
olsaydı insanın hiç kimseyi görmemesi gerekirdi. Bu da olacak şey değildir.
Ayette geçen mana gözünü dikip bakmamaktır. Yani iç duyguları ürpertici şekilde
güzelliklere bakıp bakıp durmaktır. Bu "gözlerin bakılması yasak olanlardan
çevrilmesi" tabirinin sırrıdır. Yoksa gözlerin saklanması anlamında değildir.
Erkeğin kadının avreti olmayan biryerine bakması caizdir. Ama bu bakış şehvetle
olmamalıdır. Şayet şehvetli bir tavırla bakarsa fitneye düşmeleri muhtemel olur.
Bu konuda kadın da erkekle aynı statüye sahiptir. Kadının da edeple ve erkeğin
mahrem olmayan yerine bakması caizdir. Ahmet b. Hanbel ve diğer bazı hadis
alimleri Hz. Aişe'den şöyle rivayette bulunmuşlar: “Habeşliler bir bayram günü
birbirleriyle oynuyorlardı. Ben de Peygamber (s.a.v)'in omuzundan onları izlemek
istedim. Peygamber (s.a.v) benim için omuzunu aşağı doğru eğdi. Ben de onları
seyrettim. En sonunda kafamı çevirdi."
Bazı safi alimler erkeğin kadına bakmasının caiz olmadığı gibi kadının da
erkeklere bakmasının helal olmadığını söylemişlerdir. Buna delil olarak da
Tirmizi'nin Ümmü Seleme ve Meymune'den riveyet ettiği -ki her ikisi de Peygamber
(s.a.v)in hanımlarındandır- şu hadisi getirmişlerdir. "Peygamber (s.a.v) Ümmü
Selem'e ile Meymune'ye Abdullah İbn Mektum'dan kendilerini saklamalarını
emretmişti. Onlar Allah Resulü (s.a.v)'e şöyle demişlerdi: "O âmâ bir adam bizi
görmez ki." Allah Resulü (s.a.v) de: "Siz de âmâmısınız? Onu görmüyormusunuz?"
diye buyurmuştu”
Bu hadis delil olarak getirilemez. Çünkü hadis gerek senet gerek mana yönünden
eleştiriye açık bir hadistir. Rivayet derecesi sahih olan hadislerin statüsünde
değildir. Bu konuda rivayet edilen diğer hadisler bakışın caiz olduğunu ifade
etmektedirler. Bunlardan birinde Peygamber (s.a.v), Fatıma binti Kays'ın Ümmi
Mektum'un evinde iddetini geçirmesini emretti ve şöyle dedi: "O âmâ bir adamdır.
Onun yanında elbiseni değiştirebilirsin."
Hafız İbn Hacer şöyle der: "Ummu Mektum'dan (Ummu Seleme ve Meymune'nin)
gizlenmelerinin emredilmesi belki de âmâ olan bir adamdan birşeylerin
görünebileceği zannedilmiş olabilirdi. Çünkü Arapların birçoğu peştamallerinin
altında herhangi birşey giymezlerdi."
Ebu Davut; Ümmü Seleme ve Meymune hadisinin Peygamber (s.a.v) hanımlarına has
olduğunu ve Fatıma bint.Kays hadisinin ise diğer tüm müslüman kadınlara şamil
olduğunu söylemiştir, ibn Hacer ve diğer bazı alimler de bu görüşün uygun
olduğunu belirtmişlerdir. Bizim de benimsediğimiz görüş budur. Çünkü Peygamber
hanımlarının özel bir konumu vardır. Allah Teala onlardan fahiş ameller işleyene
iki kat azap ve yine onlardan salih ameller işleyenlere ise iki kat ecir
olduğunu vurgulamıştır.
"Ey Peygamber Hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz..."
127
Onların mü'minlerin manevi anneleri olmaları konumları nedeniyle onlar için özel
hükümler vâz edilmiştir. Onların konumlarının diğer kadınlardan farklı olduğu
ahzap suresinde doğrulanmıştır. 128
Örtünme adeti
Kadınların örtünmelerindeki aşırılıklar islamın çeşitli devirlerinde ve değişik
devirlerde ortaya çıktığı bilinen yaygın bir adetti. Bu da, insanların ihtiyaten
ve kendilerine göre fesada aralanacak kapıların kapatılması olarak ortaya
çıkardıkları ve taklidi olarak uygulana gelen bir örfdü. İslamın emri
doğrultusunda ortaya çıkmış bir şey değildi.
İslam alimlerinin; kadınların, mescitlerde elleri ve yüzleri açık olarak
-Erkeklerin ardında saf tutmak suretiyle- namaz kılabilecekleri, ve ilim
meclislerine gelebilecekleri hususlarında icmaları vardır.
İslam tarihinden bilindiği gibi kadınlar erkeklerle birlikte cihat ve savaş
alanlarına yürüyen bir gölge ve yardımcı olarak bulunuyorlardı. Savaşlarda
müslaman erkeklerin yaralarını sarıyorlar, ve onlara su yardımı için
koşuşturuyorlardı. Rivayet edildiğine göre sahabe hanımları, 'Yermuk’savaş
alanında erkeklere yardımcı olmuşlardır.
Hacda ve umrede ihramlı olan kadınların tavaf, sa'y,” arefede vakfe, cem ve
diğer menasıklar sırasında yüzlerinin açık olacağı hususunda islam alimleri
ittifak etmişlerdir. Hatta cumhur ulema, ihramlı olan kadına yüzünü kapatmasını
haram görmüşlerdir. Buna delil olarak da Buharı ve diğer hadis kitaplarında
geçen şu hadisi getirmişlerdir. "İhramlı kadın yüzünü örtmesin eline eldiven
geçirmesin."
Hanbeli imamlardan İbn Akil'in, bugün fesat ortamında kadının ihramlı iken
yüzünü açması mı daha evladır yoksa kapatması mı? şeklindeki soruya karşılık
verdiği fetva, katı sayılabilecek fetvalardandır.
Ben şöyle cevap vermek istiyorum: Kadının yüzünü açması onun ihramının
karakteristik bir özelliğidir. Şer'an sabit olmuş bir hükmü, sonradan çıkma
(fesatın yaygınlaşması gibi) olaylarla yürürlükten kaldırmak caiz değildir.
Çünkü böyle yapmak hadiseler sebebiyle şer'i hükümleri neshetmek (kaldırmak)
olur. Bu da şer'i hükümeri sebepsiz olarak kaldırmaya kadar gidebilir. Şeriatın
kadının yüzünü açmasını ve erkeğe de yüzünü çevirmesini emretmesinde şaşılacak
bir şey yoktur. Böyle emretmesinin sebebi, onlar için en büyük bir imtihandır.
Bu şuna benzer, ihram anında av hayvanlarının yakalanmaya müsait oldukları halde
avlanmalarının yasak edilmesi gibi. İbn Kayyım ‘Bedai-i 'Fevâid' adlı eserinde
bu görüşü nakletmiştir.
Bu görüş, hicap hakkında şeriatin görüşünü en özlü biçimde anlatmaktadır.
En iyisini bilen Allah'tır. 129
Kadının Eşinin Oğluyla Yalnız Kalması
Soru
Kadının eşinin oğluyla yalnız kalması caiz midir? Özellikle de kadının eşi yaslı
oğlu genç olduğu zaman. Bu konuda neyin caiz neyin yasak olduğunu bilmediğimiz
için bir çok problemi ortadan kaldıracağı düşüncesiyle sizden şeri hükmün ne
olduğunu açıklamanızı istiyoruz? 130
Cevap
İslam şeriatinin kadına zinetinin bir kısmını bazı kimselere göstermesini -ki
bunlardan biri de kocasının çocuklarıdır- mubah kılmasının sebebi; bununla ondan
belli bir külfeti ve zorluğu ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Eğer kocasının
oğluyla bir evde oturdukları halde kadına bunu yasaklamış olsaydı yani kocasının
çocuklarının yanına her çıktığında tüm bedenini baştan aşağıya kadar kapatma
yükümlülüğünü koymuş olsaydı kadın aynı evde onunla karşılaştığı her defasında
tüm bedenini kapatmak ve kendini gizlemek zorunda kalacaktıki bu onun için
oldukça zor ve meşakkatli olacaktı. Bu nedenle Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri, veya oğulları kocalarının
oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin
oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış
hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan
başkasına göstermesinler." 131
İbn Ba'l ayette sayılan kişileri, daima birbirlerinin yanına girip çıkmak
durumunda olan kişiler olarak değerlendirmiş ve bu nedenle de kadının kendisine
tamamen yabancı olanlardan korunduğu gibi, bunlardan da sakınmasının mümkün
olmadığını, bu kişilerin yanında kadından saçını, ellerini, boynunu örtmesini
istemenin büyük zorluklar ve sıkıntılara sebep olacağını, oysa Allah'ın (cc) bu
dinde zorluk emretmediğini, söylemiştir.
Ama bu demek değildir ki İbn Ba'l bunu söylemekle ayette geçen kişileri onun
oğlu ya da kocası gibi kılmak düşüncesini taşıyor. Hayır fark gözetmek gerekir.
İmam Kurtubi ve diğer bazı islam alimlerinin görüşleri de bu doğrultudadır.
Özellikle yaşlı bir erkeğin oğlu olduğu halde yaşı yirmiyi aşmayan genç bir
kızla evlendiği zaman. Bu durumda kadınla kocası arasında oldukça belirgin bir
fark vardır. Böylece genç kadınla evlendiği kişinin oğlu arasında yaş konusunda
belirgin bir benzerlik ve yakınlık söz konusudur. Bu durumda fitneden korkulur.
Bu konuyla ilgili olarak islam fıkıh alimleri şöyle demişlerdir:
"Bu gibi durumlarda, mubah kılınan şeyler fitne korkusu olduğunda haram olur.
Bunun sebebi de fesada gidecek yolu engellemektir. Bu şuna benzer, haram olan
bazı şeylerin zaruret ve ihtiyaç anında mubah olması gibi. Mesela kadının kadın
doktor bulunmadığı anlarda erkek bir doktor eliyle tedavi görmesi gibi.
Buna mukabil olarak fitne korkusu olduğu zamanlarda mübah olan şeyler de
yasaklanabilir."
Düşünelim ki bu genç kadının kocası bir yolculuğa çıktı. Biz kalkar da fitne
olmasından korkulduğu halde bu genç kadınla kocasının genç oğlunun başbaşa
kalmalarının caiz olduğunu söylersek ne olur? Kesinlikle hayır. Şari'nin
tesettür konusunda kadına sağladığı hafifletici unsurlar şüpheye ve fitneye
sebep olacak halvet anlarında geçerli olmaz...
Kaynanaya gelince -ki o tabi olarak bir nevi anne konumundadır- şayet fitne
çıkmasından korkutuyorsa kişinin fitneye sebep olacak etkenlerden kaçınması
gerekir. Şer konusunda düşünmek olmaz. Kapı aralandımı bu kişiyi şerre götürür.
Şeytan fırsatı bulduğu anda bunu fitneye düşürmek için bir yol olarak kullanır.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Bir adam bir kadınla başbaşa kaldığında
şeytan onların üçüncüsüdür."
Bu nedenle bu gibi durumlarda ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Fitneye
düşmemek için fesat kapılarını kapamak gerekir.Herşeyin en iyisini bilen Allah
Teala'dır. 132
Müslüman Kadının Şer'i Giysisi
Soru
Kadınların kısa elbiseler giymelerinin hükmü nedir? Bu helal midir yoksa haram
mı? Sizden konuyla ilgili açıklamalar bekliyoruz. Kadının giymesi gereken şer'i
kıyafet biçimini en açık şekliyle çizmenizi sizden bekliyoruz. 133
Cevap
Aslına bakılırsa islam toplumunda bu tür soruların sorulması oldukça üzücü bir
şey. Çünkü İslamın bu konudaki hükmü açık ve bellidir. Yapılması gereken şüpheli
konularda soruların sorulmasıdır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur. "Helal
bellidir, haram da bellidir. İkisi arasında şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan
birçokları şüpheli olanları bilmezler." 134
Bazı alimler güzel bir örnek vererek şöyle diyorlar: "Kedi helali haramdan
bilir. Sen ona bir parça et verdiğinde o rahat rahat onu yer. Eti önünden birden
kapıp aldığında o da saldırır. Çünkü etin kendisinden haksız yere alındığını
bilir. Bu fıtraten bilinir."
Bir hayvanın durumu bundan ibaretken insanlar hakkında neler diyebiliriz?
Helal olan konular belli haram olan konular bellidir. Bunların yanı sıra bir de
şüpheli şeyler vardır.
Şüpheli konular hakkında soruların gelmesi doğaldır. Ancak çağımızda ne yazık
ki, açıkça belli olan konular şüpheli konuma düşmüştür. Bir çok kimse de haram
olduğu bilinen şeyleri genelde sorar dururlar. Aslında bu tür soruların
sorulmaması gerekir. Yukardaki soruyu yönelten değerli kardeşimizin sorduğu kısa
elbise de bu soru türlerinden biridir.
Açık bir elbisenin giyilmesinin haram olduğu hakkında kesinlikle şüphe yoktur.
Bu konuda şüphe duyulmamalıdır. Özellikle de kadın, kendisine yabancı bir
erkeğin karşısına çıkma gibi durumla karşı karşıya kaldığı bir ortamda. Evet
bazı kadınlar bunu yapıyorlar ama onların yapması ne hüccet ne de teşri
olabilir. Şu da var ki, sadece kadınların ve kızların bulunduğu okul içindeki
bayan hocalar bazı zinetlerini gösterebilirler. Ama erkek ve kadınların bir
arada bulunduğu caddelerde aynı şeyi yapmaları caiz değildir. Bir kadının başka
bir kadına göstermesi caiz olan yerler sınırlı ve bellidir. Tabii bugünkü gibi
değil.
Bugün bir kadın aşırı derecede açık elbiseler giyebilmektedir. Bunlar ahlak
dışı, din ve imanla alakası olmayan çağın ürettiği şeylerdir. Yahudiler
tarafından imal edilmiş ürünlerdir. Yahudiler dünyayı bir çıkmazın içerisine
sürüklemek ve her türlü ahlak değerlerini yıkmak niyetindedirler. Böylece
insanlığı kendi kontrollerine alabilecekler.Onlar şehevi duyguları depreştirme
peşindedirler. İnsanların boyunlarına hükmetme niyetindedirler. Bu düşünce,
siyonist düşüncenin ürünüdür.
Evet onlar insanların akıl ve fikirleriyle oynamaktadırlar. Her yıl hatta her
sene moda adı altında ürünler sergilemekteler. Kimi elbiseleri diz kapak
üzerinde kimilerini diz kapak altından kimilerini kol kısa kimilerini kolu uzun
belden açık şekilde yaparak aldatmacaya kaçıyorlar. Dindar müslüman bir kadının
bunlara hiç bir önem vermemesi gerekir. Özellikle de dışarıya çıktığında.
Kadının üzerine düşen şey, Allah'ın kendisine emrettiklerini yapmaktır. Bu emir
Kur'an'da bildirilmiştir.
"Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler,
iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna,
açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları
veya babaları veya kayınperdeleri, veya oğulları veya kocalarının oğulları, veya
kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları, veya kız kardeşlerinin oğulları
veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya
da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına
göstermesinler." 135
Kadının süsünü kendiliğinden görünen yerleri hariç yabancı erkeklere
göstermemeleri gerekir. Bütün müfessirlerin dedikleri gibi 'Kendiliğinden
görünen yerler’ iki el ve yüzlerdir. Bu bizim asrımız için en uygun ve en
yerinde bir görüştür.
Açık saçık şekliyle kadının sokaklara çıkmasına gelince bunu ne din ne ahlak ve
ne de mantık kabul eder.
Allah Teala kadının giyimini belirlemiştir. Peygamber (s.a.v) de onun nasıl
giymesi gerektiğini belirtmiştir. Bu mevzuyu "İslamda Helal ve Haram”adlı
kitapta ele aldım. Size orada yazdıklarımı burada da nakletmek istiyorum.
"Kadının cismani güzelliklerini yabancı bir erkekden gizleyen şey, giysisinin
islami ölçülere uygun olmasıdır. İslamın giysi konusundaki ölçüsü aşağıda
açıklayacağımız şu vasıflarda kendisini bulmuştur. 136
Birincisi:
Kadının, Kur’an'ın "...kendiliğinden görünen yerleri hariç" ayetiyle istisna
ettiği yerleri hariç tüm bedenini örtmesidir. Bu ayetin tefsirinde en tercihli
görüş daha önce de belirttiğimiz gibi iki el ve yüzdür. 137
İkincisi:
Elbise şeffaf olmamalıdır. Altındaki şey seçilmemelidir. Peygamber (s.a.v)
cehennem ehlinden olan kadınlardan bahsederken şunları söylüyor. "Cehennem
ehlinden olan kadınlar, açık giyinen hak ve itaatten sapıp başkalarınıda bu yola
teşvik eden kadınlardır. Onlar cennete giremezler. Onun kokusunu da
alamazlar."138 Onların giydikleri elbiseler örtünme vazifesi görmezler.
Giydikleri ince ve şeffaf olduğundan altlarındaki şeyler de gözükmektedir. Beni
Temin’den bir grup kadın Hz. Aişe'nin yanına geldiler. Üzerlerinde de şeffaf ve
ince elbiseler vardı. Hz. Aişe onlara şöyle dedi. "Şayet sizler mü'minseniz. Bu
(giydikleriniz) mü'minlerin elbiseleri değildir." Üzerinde şeffaf ve ince bir
baş örtüsü bulunan bir gelin Hz. Aişe'nin yanına girdiğinde Hz. Aişe şöyle
söyledi. "Bunu giyen bir kadın nur suresine inanmaz."139 Ya Hz. Aişe günümüzde
cam kadar şeffaf elbiseleri giyen kadınları görseydi ne derdi acaba?
140
Üçüncüsü:
Şeffaf ve ince olmasa da kadının güzelliklerini belirtmeyecek ve cisminin
şeklini göstermeyecek elbiseler olması gerekir. Bugün medeniyetin bizlere
sunduğu elbiseler şeffaf olmasa da kadının tüm cisimlerini ortaya çıkaracak ve
güzelliklerini teşhir edecek niteliktedir. Bu elbiseler, bedenin her noktasını
iç güdüleri harekete geçirecek bir şekilde hazırlanmıştır. Tabiki bu hem
tehlikeli hem de yasaklanmış bir şeydir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür
elbiseler yahudilerin ve laiklerin imal ettikleri giysilerdir.
Bu tür giysiler hadiste bildirilen 'Açık giyimli kadınlar' türünden kadınların
giydikleri elbiselerdendir. Onlar hadisteki tehdidin kapsamına gireceklerdir. Bu
tür elbiseler, ince ve şeffaf elbiselerden daha kötü ve fitneye daha çabuk
düşüren elbiselerdir. 141
Dördüncüsü:
Kadınların giydikleri elbiselerin erkeklerin giydikleri elbiselere benzememesi.
Bilindiği gibi erkeklerin giydikleri elbiseyle kadınların giydikleri elbiseler
arasında fark vardır. Hangi elbise erkeğe ve hangisi kadına aittir bu ayırt
edilebilecek birşeydir. Kadın erkeğin giydiği elbiseleri kesinlikle giyemez. Bu,
ona haramdır. Peygamber (sav) kendini erkeklere benzeten kadınlarla, kadınlara
benzeten erkekleri lanetlemektedir. Çünkü bu durum fıtrata aykırıdır. Allah
Teala erkekle kadını yaratmış ve onları birbirinden bir takım özelliklerle
ayırmıştır. Her ikisinin hayattaki vazifesini ayrı ayrı belirlemiştir. Bu ayrım
boşu boşuna yapıla gelmiş birşey değildir. Bir hikmeti vardır. Bizlerin de bu
hikmete muhalif olarak hareket etmemiz kesinlikle doğru değildir. Erkek kendini
kadına benzettiğinde erkeksel özelliklerini yitirir. Aslında onun kadın olması
kesinlikle mümkün değildir. Kendini erkeğe benzeten kadın ise asla erkek olamaz.
Her iki cinsin de yapması gereken şey, Allah'ın kendi fıtratları için
belirlediği sınırlarda durmaktır.
Bu, bir gerekliliktir. Giyim şer'i ölçülere göre olmalıdır. İnsan, şer'i
ölçüleri düşünüp ona göre hareket etme gücünü kendinde bulduğunda rahatladığını
görecektir. Ne yazık ki bugünkü kadınlar, 'Moda' diye adlandırılan bu yeni
aldatmacalara kanmaktadırlar. Erkekler de aynı şekilde bu aldatmacanın kucağına
sürüklenmektedirler. Erkekler gittikçe otoriterliklerini kaybediyor zayıfladıkça
zayıflıyor ve hiç bir görüş ifade edemeyecek konumlara düşüyorlar. Bir zamanlar
kadınlara karşı üstünlük statüleri varken bugün durum değişti şimdi herşey
tersine döndü. Bu; çağın getirdiği bir şer ve fitnedir. Erkeğin hanımına sözünü
geçirtememesi. Hatta kızına dahi birşey söyleyememesi. Ona edep ve haya
anlayışını veremeyişi erkeğin dininin zayıflığından, ölüm gerçeğine olan
inancının zaaflığından ve iman zaafiyetindendir.
Erkeğin tekrar eski konumuna yani erkekliğine dönmesi gerekir. İman olmazsa
erkeklik nerede? İman gerekir.
Aramızda müslüman erkeklerle müslüman kadınların bulunması ve devamlı artan
saldırılar karşısında önünde dimdik duran inançlı insanların bulunması Allah
Teala'nın fazl-ı keremindendir. Evet bu insanlar giyimlerinde ve kuşamlarında
islamın edeplerini yerine getiriyorlar. Dinlerine azami ölçüde sahip çıkıyorlar.
Allah Teala'dan bu tür insanları artırmasını ve toplumumuzda saliha kadınları
yaygınlaştırmasını temenni ediyorum. 142
Tahrik Edici Görüntülerden Çabucak Etkilenmek
Soru
Ben bir lise talebesiyim. Dinimi seviyorum. İbadetlere yöneliyorum. Ancak önümde
bir engel duruyor. Şehevi duyguları etkileyen görüntüler veya rüya nedeniyle
derhal boşalıyorum. Bu konuda neredeyse kendime hakim olamıyorum. Çok yıkanmak
nedeniyle devamlı zorluk çekiyorum. Bedenimi koruya bilmem ve ibadetimi devamlı
yapabilmem için bu problemi çözebilecek bir öneriniz var mıdır? 143
Cevap
Birinci olarak; kardeşimizin dini duyarlılığından ve ona olan bağlılığından ve
bu konuda gösterdiği gayretinden dolayı teşekkürlerimi belirtmek istiyorum.
ikinci olarak, kardeşimizin bir doktora gitmesini tavsiye ederiz. Belki problemi
sırf uzvi bir rahatsızlıktan kaynaklanıyor olabilir. Kendi dalında mütehassıs
olan doktorlar bu gibi hastalıklara şifa olabilecek ilaçlara sahiptirler. Allah
Teala şöyle buyurmaktadır. "Şayet bilmiyorsanız ehline sorun." Peygamber (s.a.v)
ise "Allah hiç bir dert indirmemiştir ki şifası olmasın." demiştir.
Üçüncü olarak; bu genç kardeşimizin mümkün mertebe şehevi duyguları harekete
geçirici ortamlardan kaçınmasını tavsiye ederiz. Mü'min kendi nefsini zorluğa
sürüklememelidir. Kendisini ve dinini fitne rüzgarlarının estiği kapılardan uzak
tutmalıdır. Eskilerden şöyle bir şey rivayet edilir. "Akıllı kişi, içine
düştükten sonra ondan, kurtulmak için çareler arayan değildir. Asıl akıllı kişi,
şerre yakalanmadan önce ondan kurtulmak için çareler arayan kişidir."
Salih kişiler şüpheli şeylerden kaçınmayı kendilerine huy edinmişlerdir. Bu
sebeple harama yakalanmazlar. Hatta bazı helallerden şüpheye düşmemek için
kaçınırlardı. "Bir kul ancak, kendisinde zarar olmayan birşeyi belki zarar
olabilir korkusuyla terkettiği an müttakilerin derecesine kavuşabilir."
Dördüncü olarak; insanın vücudundan çıkan (mesala, cinsel duyguları kabartan bir
resim görünce) her sıvı guslü gerektiren meni olmayabilir. Bu akıcı ve beyaz
renkte bir sıvıysa; cinsel organa dokunmak, şehevi duyguları kabartan görüntü
veya düşünceler sonucunda ortaya çıkan "mezi" de olabilir. Şayet akan bu sıvının
arkasında cinsi organında herhangi bir gevşeme olmuyor ve çıktığının farkına
varmıyorsa bu hükmü 'sidik' gibi olan 'mezi' olabilir. Abdesti bozar. Ama gusul
almayı gerektirmez. Hatta Peygamber (s.a.v)'den rivayet edildiğine göre bu
durumun elbiseyi yıkamak yerine elbiseye dökülecek çisintiyle giderilebileceğine
dair ruhsat verilmiştir.
Selh b. Hanif den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir. "Ben meziden dolayı
çok zorluklar çektim. Çokça yıkanmak zorunda kalıyordum. Bunu Allah Resulü
(s.a.v)'e açtığımda o (s.a.v) şöyle dedi: "Allah bu abdestinden dolayı seni
mükafatlandırsın." Ben de: "Ey Allah'ın Resulü! Elbise me isabet eden şeyi nasıl
temizleyeceğim?" deyince Allah Resulü (s.a.v) şöyle cevap verdi: "Bir avuç su
alır elbisene isabet etmiş olan (o pisliğin) üzerine serpersin."
Yukardaki bu hadisi Ebu Davut, İbn Mace ve Tirmizi de rivayet etmişlerdir.
Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir "Elbiseyi suyla
ıslatarak (yıkamak) hiç şüphesiz daha iyidir. Bir de vücudun pislenen yerinin
bir avuç suyla yıkanması tekrar tekrar yıkanmaktan daha iyidir. Bu, Allah
Teala'nın tekrar tekrar yıkanmanın zor geldiği durumlarda kulları için koyduğu
bir kolaylıktır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"...Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini
tamamlamak ister ki, şükredesiniz." 144
Nişanlı Bir Kişinin Nişanlı Olduğu Kızla Yalnız Kalması Doğru Mudur?
Soru
Evlenmek için bir genç kızı ailesinden istedim. Onlar da kabul edip evlenmemizi
uygun buldular. Bu nedenle akraba ve yakınlarımızı davet edebileceğimiz bir
tören düzenledik. Nişanlandığımızı böylece ilan ettik ve fatihalar okuduk.
Defler çaldık Bu ilan ve nişanımda bulunan kalabalık, benim nişanlımla başbaşa
kalabilmemi mubah kılan şer'i nikah hükmünde olur mu? Çünkü benim durumum resmi
nikah yapmaya şuanda elvermiyor. 145
Cevap
Nişan kelime, örfü ve seri manası olarak evlilik değildir. O, evliliğe bir ön
hazırlıktır. Daha doğrusu evliliğin gerçekleşmesine giden bir hazırlık. Bütün
lügat kitapları 'Evlilik'le 'Nişan' kelimesini ayrı ayrı almıştır. Araplarda
evli olan adamla nişanlı olan adamı birbirinden ayırırlar.
Şeriat ise, ikisi arasında açık bir ayırım yapmıştır. Nişanlılık sırasında
çağrılan kişilerin sayısı evlilik sırasında çağrılan kişilerin ve davetlilerin
sayısında her zaman için fazla olmaz. Çünkü evililik konusuna ayrı bir rağbet
vardır. Evlilik, akittir. Hem de kuvvetli bir akit. Belli şartları ve korunması
gereken hakları vardır.
Kur'an bu iki durumu da ele almıştır. Kocaları vefat etmiş olan kadınlar
hakkında şöyle demektedir.
"Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya içinizden
onlarla evlenmeyi geçirmenizde size bir sorumluluk yoktur. Allah onları
anacağınızı bilir. Sakın meşru sözler dışında onlarla gizli sözleşmeyin, müddet
sona erene kadar nikah akdine kalkışmayın."146
Nişanda hernekadar kalabalık da gelse bu, nişanın asıl statüsünü değiştirmez.
Nasıl olursa olsun, nişanlı olan kişinin herhangi bir hakkı nişana farklı bir
ayrıcalık kazandırmaz. Ancak nişanlı olan kızın alıkonması durumlarında iş
değişir. Yani, nişanlı olduğu kişinin dışındaki başka birinin ona nişanlılık
teklif etmesiyle onu asıl nişanlı olduğu kişiden alı koyması durumlarında.
"Sizden biriniz kardeşinin nişanını kendine nişan kılmasın."147
Önemli olan, naşanlı kızın, evlilik gerçekleşinceye kadar nişanlısına yabancı
olarak kalmasıdır. Gerçek seri akd yapılmadan nişanlandığı kadın onun zevci
statüsüne giremez. İslami akitte esas rukun, teklif ve kabuldür. Teklif ve
kabulün örf ve şeriatte belli bilinen kelimeleri vardır.
Nikah akdi gerçekleşmediği sürece evlilikte de ne örfen ne şer'an ve ne de
kanunen gerçekleşmemiş demektir. Evlilik akdini gerçekleştirmeyen çiftler
birbirlerine hep yabancı konumundadırlar. Birbirleriyle yalnız kalamazlar ve bir
mahremi olmadan beraber yolculuğa çıkamazlar. Şer'an nikah akdini yapan kişi bu
akd gereği hanımıyla cinsel ilişkiye girmeden onu terkederse akd sırasında
belirledikleri mihrin yarısını vermek zorundadır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden
boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vaz
geçmesi veya nikah bağı elinde bulunan (veli)nin vazgeçmesi hali müstesna."
148
Ancak nişanlı olan erkek nişanlı olduğu kişiyi terkederse onun için herhangi
birşey vermek gerekmez. Fakat, kendisine ahlakın ve örfün gerektirdiği bir takım
kınama ve azarlamalar yapılır. Bu durumda nişanlı olan bir kişinin nikah akdi
yapmış olan bir kişiyle aynı mesabede olması mümkün müdür?
Bizim soruyu yönelten kardeşimize tavsiyemiz bir an önce nikah akdini
yapmasıdır. Böylece soruda yönelttiği şeyler kendisi için mubah olur. Çünkü onun
dini ve erkekliği için en uygun olan şey, duygularını kontrol altına almasıdır,
nefsini önlemesidir, takva gemiyle kendini frenleme sidir. Helalken harama
götürecek birşeyde hayır olmaz.
Aynı şekilde babalara ve velilere de tasiyelerimiz şunlardır; çocuklarınız
hakkında basiretli davranın, nişanlıdırlar, zaman değişti diye çocuklarınız
konusunda gevşek davranmayın. Çocuklar konusunda gevşek davranmak onların
akıbetlerini perişan edecektir. Allah'ın çizdiği sınırda durmak hakkın yerine
gelmesi demektir.
"Allah'ın (koyduğu) sınırı aşanlar zalimlerin ta kendileridirler."
149
"Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'dan korkan ve O'ndan sakınan kimseler,
işte onlar kurtulanlardır." 150
Yüksek Mihir
Soru
Benim ve benim gibi bir çok genç kardeşimizin problemini size bildiriyorum.
Nişanlanmaya karar verdim bu işe atılırken yüksek mihir fiatıyla karşı karşıya
kaldım. Babası kızı için oldukça yüksek mihir parası istiyor. Eve alınacak
mobilyalar hariç. Ben de bir başka yerden evlenmeyi düşünüyorum. Bu şer'an mubah
olur mu? Yoksa istenen mihiri vermek zorundamıyım?
Ya istenen bu miktara sahip değilsem ne olacak? Sizden açıklamalarınızı
bekliyorum. 151
Cevap
Gerçekte bu, bir problem ve bir kördüğümdür. İnsanların kendilerine layık
gördükleri bir problem. Allah Teala'nın onlar için kıldığı kolaylıkları onlar
zorlaştırıyorlar. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Kadınların en
bereketli olanı mehri az olanlarıdır." Peygamber (s.a.v) kendi kızlarını
evlendirdiğinde en kolay mihir alırdı. Selef-i salihin de aynı şeyi yapmıştır.
Kızlarını evlendirecekleri kişilerin mallarını araştırmazlardı. Çünkü kız
satılık bir mal değildir. O, sadece bir insandır. Babanın ya da ona bakmakla
yükümlü velinin onun için dengi bir erkeği araştırması daha uygun olanıdır.
Kerim bir erkek, ya da dini yaşayan bir kişi."
Dininden ve ahlakından razı olduğunuz biri size geldiğinde onu evlendirin. Şayet
bunu yapmayacak olursanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat çıkacaktır."152
Önemli olan şudur; bir babanın araması gereken şey, din ve ahlaktır. Kızını
evlendirmek için zenginlik ararsa, onun için yüksek mihir parası isterse layık
olduğu erkeğe sırf babasının bu istekleri nedeniyle varamayan bir kızın, ahlakı
ve dini olmayan bir kişiyle evlenmesi sonucunda neler olacaktır biliyor musunuz?
Bu konularla alakalı olarak bir çok sorular yöneltiliyor. Evli kadınlar
soruyarlar; ramazan aylarında içki içen bir kocanın hükmü nedir? Ya da hanımının
"Yusuf dediği çocuğuna "Firavun" diyen babanın durumu? Bunun hükmü nedir şunun
hükmü nedir gibisinden daha binlerce sorular sorular. Tüm bunlar şuradan
kaynaklanıyor; babanın bütün gayreti daha fazla para kazanmak. Kızını
evlendirdiğinde ne kadar kazanırsa o kardır onun için(!) Ne dine ne ahlaka önem
verdikleri var. Eğer biz dinin bizden istediklerini ve İslam'ın bize meşru
kıldıklarını düşünseydik o zaman dinin ve ahlakın (evlendireceğimiz kişi için)
araştırmamız gereken en mühim birşey olduğunu görecektik. Aslında din ve ahlak
en önem vermemiz gereken bir konudur. Tüm babaların yapması gereken de budur.
Önemli olan kızını memnun edebilecek ve Allah'tan korkan bir kişiyi bulmaktır.
Bu nedenle selef alimleri şöyle demişlerdir. "Kızını evlendireceğin zaman dini
olan biriyle evlendir. Çünkü böyle bir kimse kızını sevdiğinde ona ikramlarda
bulunur. Ona kızdığında da zulm etme yoluna gitmez. Çünkü din buna elvermez,
ahlakı zulm yapmasına müsaade etmez." Karı kocanın birbirinden hoşlanmadığı
durumlarda ise bakın ayet-i kerime ne diyor.
"Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin,
hoşlanmadığınız birşeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." 153
İslam, kızların evlendirilmesi konusunda acele edilmesini emretmiştir. Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Üç şey geri bırakılamaz, bunlar; vakti gelen
namazı kılmak, zamanı gelen borcu ödemek, dengi bulunduğunda kızı evlendirmek."
Dengini bulduktan sonra babanın daha fazla şeyler elde etmek amacıyla bu
evliliğe engel olması kesinlikle uygun değildir. Sanki pazarlanacak bir malmış
gibi. Dengini bulan kızı evlendirmek müslüman babaların üzerine bir farizadır.
Müslüman babaların mihir nedeniyle bu evliliklere mani olmamaları gerekir. Eğer
engel olunacak olursa fesat fırtınaları esecek ve her tarafa yayılacaktır. Haram
yolları kolayca açılacak, gençler şeytanla omuz omuza verip iffet yollarını
terkedecekler, helal yollardan haramları kayacaklardır. Evlenmek isteyen bir
genç ne yapacak? Kendi önüne çıkarılan bu engelleri nasıl aşacak? Başka
yerlerden evlenme çarelerini araştıracak. Sonuçta ortaya fasit duygularla
bezenmiş bir gençlik yığını çıkacaktır. İşte yüksek mihir sebebiyle evlenemeyen
toplumun hazin sonu. Nice mektuplar alıyorum. Niceleri şikayetlerini
anlatıyorlar. Kimileri bu yolda önlerine çıkarılan engellerden bahsediyor.
Kimileri daha başka şeylerden.
Ey Müslümanlar! Bu şekilde evliliklerin önüne geçmek Allah'a yemin olsun
haramdır. Bizlerin, helal olan yolları açması, gençlerimizi helale götüren
yollara teşvik etmesi gerekir. İşte bu islamın meşru kıldığı şeydir. Bu İslam'ın
çocuklarımız için razı olduğu şeydir. Allah Teala'dan bizi rızasına ve sevdiğine
kavuşturmasını diliyorum. Dinimizde bizi anlayışlı kılmasını, bizleri cahili
adetlerden uzaklaştırmasını diliyorum. 154
Başka Başka Anne Ve Babalardan Olan Erkek Ve Kız Üvey Kardeşlerin Evlenmesi
Soru
Benim annemin eski kocasından olma bir üvey kız kardeşim ve babamın eski eşinden
olma bir üvey erkek kardeşim var. Bu ikisinin evlenmeleri caiz olur mu ?
155
Cevap
Evet evlenmeleri caizdir. Bu türden olaylara sıkça rastlıyoruz. Dikkat edilirse
yukarda sözünü ettiğiniz kişi kendi kızkardeşiyle evlenmiş olmuyor. Çünkü bir
erkeğin kız kardeşi; ya neseble (kan bağı) ya da süt kardeşliğiyle haram olur.
Bu kişinin; üvey kardeşleri evlendiğinde doğacak çocuğun hem amcası, hem de
dayısı olma durumu vardır. Annesi sebebiyle üvey kız kardeşinin çocuğunun
dayısı, babası tarafından da üvey erkek kardeşinin çocuğunun amcası oluyor.
Evet bu evlilik meşru bir evliliktir. Çünkü ne nesep yönünden ne kayın ve
baldızlık yönünden ne de aynı anneden süt emmeleri yönünden bir alakaları
yoktur. Allah Teala kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlardan bahsettikten
sonra şöyle demektedir.
"Bunlardan başkası size helal kılındı." 156
Müslüman Bir Kadın Komünist Bir Kimseyle Evlenemez
Soru
Önceleri komünist olduğu bilinen bir genç, kızımla evlenmek istedi. Kendisi
komünistlikte o kadar ısrarlı olan bir kişi değil. Resmi yönden müslüman adı
taşıması ve ailesinin mütedeyyin insanlar olması hasebiyle kızımı böyle bir
kişiyle evlendirmemde şer'an bir sakınca var mıdır? Yoksa akidesi bozuk biri
olduğundan bu evliliği kabul etmemem mi gerekir? 157
Cevap
Bu soruya cevap vermeden önce, komünizmin dine bakış açısından bir nebze
bahsetmek gerekir. Böylece soruyu yönelten kardeşimizin konuya vakıf olması
sağlanmış olur.
Komünizm, maddi bir görüş açısına dayanır. Duyularla hissedilen maddeden başka
hiç birşey tanımaz. Ne Allah inancı ne ruh inancı ne vahiy inancı ne de ahiret
inancı vardır. Kısacası gaypla alakalı olan hiçbirşeye inanmaz. Bu nedenle bütün
dinleri inkar eder. Onları cahillerden kalan bir hurafe olarak değerlendirir.
Komünizme göre din bir sömürge aracıdır. Kari Marx meşhur konuşmasında şöyle
diyor:
"Din afyondur. Allah kainatı ve insanları yarattı diyenleri protesto ediyorum.
Allah insanı yaratmamıştır. Aksine insan Allah'ı yaratmıştır. İnsan Allah'ı
yaratan bir canlıdır. Yani kendi düşünceleri ve tasavvurları doğrultusunda bir
Allah olgusunu ortaya atmıştır."
Lenin de şöyle demektedir:
"Bizim devrimci partimizin dine olumlu bakması mümkün değildir. Din, yalan ve
uydurmadan ibarettir."
Stalin ise "Bizler dini kabul etmiyoruz. Bizler 'Allah' fikrinin uydurma
olduğuna inanıyoruz. Ve yine bizler, dine inanmanın geleceğimizi saptıracağına
inanırız. Dini kendimize yönetim biçimi kılmak istemiyoruz. Çünkü bizler dinle
uyuşturulmak istemeyen bir topluluğuz."
İşte bunlar komünizmin din hakkındaki görüş ve iddialarıdır. Bu nedenle komünist
partinin ve komünist bir devletin tüm organlarını dine karşı propaganda yapmaya
ve onu tümden inkar etmeye yöneltmesinde şaşılacak birşey yoktur. Komünist
parti, dini söylemleri benimseyen her ferdi kendi partisinden uzaklaştırır.
Şayet bir komunist komunizmin itikadı ve fikri yönünü değil de bazılarının
dediği gibi sadece iktisadi ve içtimai yönünü almış olsa bu dahi islamdan yüz
çevirmeye ve ondan dönmeye yeterli gelir. Çünkü islamın iktisadi ve içtimai
hayat için ortaya koyduğu ve çizdiği sınırları komünizm kesinlikle kabul etmez.
Mesela, ferdi mülkiyet hakkına sahip olmak, miras, zekat erkek ve kadın
ilişkileri gibi. Tüm bu hükümler dinde zaruri olarak inanılması gereken
hükümlerdendir. Bunları inkar ise kesinlikle küfre götürür.
Tüm bunlardan da öte komünizm, tek düze bir sistemdir. Yani onun proleterya
inancıyla akidevi ve felsefi inancı arasında hiç bir fark yoktur.
İslam dini hiç bir şekilde müslüman bir kadının ehli kitaptan biriyle
evlenmesini caiz görmemiştir. Halbu ki ehl-i kitap, Allah'a kitaplarına ahıret
gününe belli şekillerde inanıyorlar. Ehl-i kitabın durumu bile böyle olduğu
halde müslüman bir kadının uluhiyete, peygamberliğe, kıyamete ve ahirete
inanmayan bir kimseyle evlenmesi doğru olur mu?
Komünist kişi, İslam'a göre mürted ve dinden sapmış bir kimsedir. Böyle bir
kimsenin hiç birşekilde müslüman bir kadınla evlenmesi caiz değildir. Allah'ı
Rabb olarak kabul eden, islamı din olarak benimseyen ve Muhammed (s.a.v)'i
Peygamber olarak bilen ve Kur'an'ı da yol gösterici olarak seçen bir kadının
böyle bir kimseyle evlenmeyi kabul etmesi mümkün değildir.
Eğer evliyse derhal ayrılmaları gerekir.
Komünist bir kişi bu akide üzerine öldüğünde ne yıkanır ne cenaze namazı kılınır
ve ne de müslümanların mezarlığına defnedilir.
Kısaca komünist bir kişiye dünyada islam şeriatine göre mürted ve zındık
muamelesi uygulanır. Ahirette de onu için azapların en şiddetlisi vardır.
"Güçleri yeterse sizinle savaşa devam ederler. İçinizden dininden dönüp kafir
olarak ölen olursa, bunların işleri dünya ve ahirette boşa gitmiş olur. İşte
cehennemlikler onlardır, onlar orada temellidirler." 158
Tırnakların Boyanması
Soru
Bazı kadınların adet olarak yaptıkları tırnak boyama hakkındaki görüşünüz nedir?
Helal mı haram mı ? 159
Cevap
Belki soruyu yönelten kişiyle bizim aramızdaki mesafe kısa olsaydı bu meseleye
hiçbir karışıklığa meydan vermeden gerekli cevapları verebilirdik. 'Makyaj' diye
isimlendirilen tırnak boyası, abdest suyunun cilde ulaşmasını engeller.' Bu
nedenle alınan abdest sahih olmaz. Bu haliyle namaza devam etmesi de
imkansızdır. Namazına büyük önem veren bir müslüman kadının hem de beş vakit
kıldığı halde bu tür şeyleri süslenme diye algılaması mümkün değildir. Çünkü
tabiatı itibarıyla bunlar namaza engeldir. Dinin direği olduğu halde namaza önem
vermeyen bir kişinin helal olmayan bu maddelerle elini ayağını boyayarak onun
bunun karşısına çıkmasında da herhangi birşey olmasa gerek. Denildiği gibi küfre
girdikten sonra işlenen günahın ne önemi kalır. 160
Kadının Saçını Kapatması
Soru
Kadının giyimi ve süsü hakkında benimle arkadaşlarım arasında bir hayli
tartışmalar oldu. Onların dedikleri şu; kadının saçı avret değildir. Saçı
kapatmanın farz olduğuna dair herhangi bir delil olmadığını iddia ederek
kadınların saçlarını açmalarının da haram olmayacağını söylüyorlar.
Ben sizden aramızdaki tartışmayı sonuca bağlayacak, bu konuya kesin hatlar
çizecek delile dayalı açıklamalar bekliyorum. 161
Cevap
Müslümanların arasına sokulan fikri komplolar ve fitnelerin en büyüğü, İslam'da
ne olduğu bilinen meseleleri tartışma ortamına çekmektir. İcma ile belirlenmiş
konular ihtilaf! konumlara çekilmektedir. Bu nedenle muhkem konular şüphe
duyulabilecek bir noktaya geliyor. Kardeşimizin yukarıda sorduğu soruda bu
türden konulardandır.
Her asırdaki fakihler, muhaddisler ve mutasavvıflar kadının saçını kapatması
gereken zinetlerden olduğu ve erkeklerin yanında kesinlikle açılmasının caiz
olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu icmanın senedi de Allah Teala'nın
kitabında açık ve muhkem bir şekilde belirtilmiştir. Nur suresinde Allah Teala
şöyle buyurmaktadır.
"Mü'min kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler,
iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna,
açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar." 162
Ayetten iki yönden delil çıkarılabilir. 163
Birinci yön:
Allah Teala kendiliğinden görünen kısmı müstesna kadının diğer zinet sayılan
yerlerini açmasını yasaklamış tır. Ne seleften ne de haleften hiç bir alim çıkıp
da 'Kendiliğinden görünen yerler müstesna' ayetine kadının saçınında dahil
olduğunu söylememiştir. Hatta kadının kendiliğinden görünen yerleri müstesna
derken bu Konuda çoğu islam aliminden daha toleranslı olanlar da buna dahildir.
Kurtubi yukarda bahsettiğimiz ayetin tefsirinde şunları söylemiştir. "Allah
Teala kadınlara zinetlerini kendilerini gören erkeklere göstermemelerini
emretmiştir.Ayetin diğer kısımlarında kadına bakabilecek kişilerin belirtilmesi
fitne çıkmasından uyarmak içindir. Sonra kadının zinetinden gürünen kısımlar
müstesna kılındı. Alimler bu gürünen yerlerin miktarı konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. İbn Mesud şöyle demiştir; "Zinetin görünen kısmı elbisedir. İbn
Cübeyr buna yüzünü de eklemiştir. Said b. Cübeyr de aynı görüştedir. Ata ve
Evzahi ise; yüz, iki el ve elbisesidir, demiştir. İbn Abbas, Katade ve Mesrur b.
Muhrime; kadının görünmesi caiz olan zinetleri onun sürmesi, bileziği, kınası ve
küpesidir. Kadının bir erkeğe bunları göstermesi mubahtır.
İbn Atiyye ise şöyle der: Bana öyle geliyor ki ayet kadına hiç bir yerini
göstermemesi gerektiğini emrediyor. Kendiliğinden görünen yerden müstesnadan
kasıt ise, kadının istenmeden yaptığı bir hareket sonucunda ortaya çıkan yerleri
manasına gelmektedir. Bu nedenle yüzünden açılan yer, zaruret anında istenmeyen
bir hareket sonucunda meydana gelmiştir ki bu da affedilebilir bir olaydır.
Kurtubi bu görüş için şöyle diyor: Güzel bir görüş. Ancak, genelde kadınların
namaz ve hac gibi ibadetlerinde yüz ve iki elleri açık olduğuna göre ayette
belirtilen istisnanın bu yerleri kapsadığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
Kurtubi buna delil olarak da Ebu Davut'un Hz. Aişe'den yaptığı şu rivayeti
getirmiştir. "Ebubekir (r.a)'ın kızı Esma Peygamber (s.a.v)'in yanına üzerinde
bir ince elbiseyle girdi. Allah Resulü (s.a.v) onu gördü ve şöyle dedi: Ya Esma!
Kadın buluğ çağına geldikten sonra, buraları hariç başka yerini göstermesi doğru
olmaz." Peygamber (sav) buraları derken, kendi yüz ve elini işaret ederek
göstermişti. Bu görüş ihtiyat noktasında en kuvvetli olan görüştür.
İnsanların fesatlarından korunmak için kadının ziynetlerinden kendiliğinden
görünen, yüz ve elleri dışında bir yerini göstermemesi gerekir. Doğru yola
ileten Allah'tır.
Bütün bu görüşler gösteriyor ki; "Kendiliğinden görünen kısımları" ifadesinin
içine saçlar hiçbir durumda girmemektedir.Hatta bazı alimler bırakın saçların
örtülmesini, yüzün bile örtülmesinin gerektiğini söylemişlerdir. 164
İkinci yön:
Allah Teala Nur Suresi'nde geçen ayette, kadınların örtülerini yakalarına
atmalarını emretmiştir. Yaka, omuzlarla birlikte elbisenin açık olan kısımlarını
kapatır. Baş örtüsü ise, tüm müfessirlerin de dedikleri gibi kadının saçlarını
daha doğrusu tüm başını kapatan bezdir.165 Buhari şerhinde Hafız b. Hacer şöyle
demektedir. "Kadının baş örtüsü, kişinin sarığı gibidir." Luğatların tesbit
ettikleri de bu manadır. El-Kamus adlı sözlükde baş örtüsünün tarifi şu şekilde
geçmektedir: 'Humar' mana itibarıyla ‘Nasif’ yani örtü peçe, yaşmak manalarına
gelir. 'Nasif’ başı örten herşeye denir. 'El-Misbah’ adlı sözlükte ise şöyle
geçmektedir. "Himar, kadının başını örten herşeye denir."
Böylece hadiste de "Kaplarınızın (üzerini) örtün" diye belirtildiği gibi
'Himar'ın herşeyi örten manasında kullanıldığı ortaya çıkmış oldu.
Bu konuda tartışmanın hiç bir anlamı yoktur. Zaten ayetin nüzul sebebi de örtü
ile ilgilidir.
Kurtubi şöyle der:
Bu ayetin nüzul sebebi şudur; o devirde kadınlar başlarını örtüyle
kapadıklarında saçlarının bir kısmını bağlayıp örtünün geri kalan kısmını
sırtlarına doğru atıyorlardı. Göğsün üst kısımları, boyun ve kulaklar açık
kalıyordu. Allah Teala örtülerini yakalarının üzerine almalarını emretti,
Kadınlar da göğüs kısımlarını kapatmak için örtülerini yakalarının üzerine
aldılar. Buhari Hz. Aişe (r.anha)'den rivayet etmiştir." (Örtülerini yakalarının
üzerine atsınlar) ayeti indiğinde kadınlar peştamallerini yırtıp onunla
başlarını örttüler." 166
Evlilik Ve Sevgi
Soru
Ben onbeş yaşında bir genç kızım. Ailem beni amcamın oğluyla evlendirmek
istiyor. Bense onu sevmiyorum. Sevdiğim başka bir genç var. Ne yapmalıyım? Bana
bir yol gösterin. 167
Cevap
Sevgi ve duygu meselesi. Günümüzde operaların, roman kitaplarının, film ve diğer
sanat türlerinin revaçta tutması sebebiyle gençlerin gündemini çokça meşgul eden
iki mesele. Genç kızlar sevgi kuruntularıyla kandırılmakta bir çoklarının gerçek
sevgileri alaya alınmaktadır. Özellikle de sorudaki genç kardeşimizin yaşında
olanlar. Tam erginlik çağı. Herşeyden boş bir kalbe etkileyici sözler hemen taht
kurmakta.
Burada bazı gençler ne yazık ki, genç kızları kandırıyorlar. Hatta biraraya
geldiklerinde biri, bir kaç gün içinde bir kaç kızla konuşmakla övünürler.
Benim müslüman genç kızlara nasihatim şu, onların tatlı sözlerine kanmayın. Anne
ve babalarınızın sözlerine kulak verin. Sadece duygular üzerine kurulmuş bir
düşünceyle evlilik hayatına atılmayın. Herşeyi yerli yerinde düşünmek gerekir.
Anne ve babalara da şunu söylemek istiyorum; kız çocuklarınızın isteklerini
kulak ardı etmeyin. Bir babanın kızının isteğini küçümsememesi gerekir.
Sevmeyeceği, nefret duyacağı bir evliliğin ortasına onları sürüklemeyin. Çünkü,
evleneceği erkekle sizler hayat geçirmeyeceksiniz kızınız geçirecek. Öyleyse onu
razı etmeniz gerekir. Bu, evlilik gerçekleşmeden önce iki cins arasında belli
duygusal ilişkilerin olmasını gerektirmez. Mutluluk gerçekleşsin ve gönül rızası
olsun diye en azından olması gereken bir etken olarak görüyoruz.
Bu nedenle islam, evlenecek erkeğin evleneceği kıza bakmasını emrediyor. "Bu en
uygun olanıdır. Sizin aranızdaki uygunluğun sağlanmasına vesile olur."168
İslam şeriati evlilik hayatının tüm yönleriyle rıza temelleri üzerindi
kurulmasından yanadır. Evlendirilecek kız evleneceği erkeğe razı olacaktır. En
azından bu konudaki görüşünü söylemekte hür olmalıdır. Edebinden dolayı birşey
söylememişse bu onun evliliğe olumlu baktığını gösterir. Sükut ikrardandır.
"Bekara sorulduğunda, susması izin olur. Dulun ise kendi kararını vermeye hakkı
vardır." Yani o daha önce bir kere evlenmiş olduğundan açıkça "ben razıyım ya da
muvafıkım" demesi gereklidir. Bekara gelince o kendisinden evlenmeyi isteyip,
istemediği sorulunca, utancından susabilir, veya sadece tebessüm edebilir, bu
onun rızası olduğuna delildir. Eğer hayır der veya ağlarsa, onu istemediği bir
işe zorlamamak gerekir. Hz. Peygamber (sav); rızası olmadan evlendirilen bir
kadının, nikahını iptal etmiştir. Bir hadistede; Babası tarafından istemediği
birisiyle evlendirilmek istenen bir genç kızın durumunu, Hz. Peygamber (sav)'e
şikayet ettiği, onun da bu genç kızı, evliliğe razı etmeye çalıştığı, ancak
kızın ısrarı karşısında, "Dilediğin gibi davranabilirsin" dediği, bunun üzerine
genç kızın da; "Ben babama karşı gelmek istemezdim. Ancak bu hareketimle, yalnız
babaların değil evlenecek insanların da söz haklarının olduğunun ortaya
konulmasını istedim." rivayeti vardır.
Bu konuda şu hususları da anlatmakta fayda var. Evliliğe hem genç kızın, hem de
babasının razı olmaları gereklidir. Ulema bunu nikahın şartı olarak
değerlendirmişler, bazıları da "Velinin izni olmadan nikah gerçekleşmez"
demişlerdir. Hadisi şerifte de: "Evlilik, velinin izni ve iki şahid olmadan
gerçekleşmez" ve "Bir genç kız kendini velisinin izni olmadan biriyle nikahlarsa
bu geçersizdir" denilmiştir.
Aynı şekilde annenin de rızası gözetilmelidir. Hadisi şerifte şöyle geçmektedir:
"Kadınların da kızları üzerinde yetkisi vardır." Anne kızının isteklerin daha
iyi bilir, böylece genç kız daha mes'ud olacağı bir hayata adım atar. Annesi de
razı olur, babası da razı olur. Eşinin ailesi de razı olur.
En güzeli evliliğin, İslam şeriatının koyduğu bu ölçülerle oluşmasıdır.
Başarı Allah'tandır. 169
Muharrem Ayında Evlenmek
Soru
Bazı kimseler Muharrem ayında evlenmenin uğursuzluk olduğunu veya haram olduğunu
söylüyorlar. Bu inancın islamda dayanağı var mıdır? 170
Cevap
Böyle bir inancın islamda herhangi bir dayanağı ve aslı yoktur. Muharrem ayı,
Allah Teala'nın ta'zimde bulunduğu dört hürmetli aylardan biridir. Bu ay içinde
savaş yapılması haramdır. Bu ayda (daha doğrusu bu hürmetli aylarda) yapılan
günah ve işlenen günahlar diğer aylardaki nazaran daha çirkin ve nefretle
karşılanmıştır. Peygamber (s.a.v) bu aya hürmeten onu Allah'ın ayı diye
isimlendirmiştir. Adamın biri Peygamber (s.a.v)'e nafile oruçtan sorunca Allah
Resulü (s.a.v) şöyle cevap verdi. "Eğer ramazandan sonra oruç tutacaksan
muharremde tut. Çünkü muharrem Allah'ın ayıdır. Bu ayda Allah'ın bir kavmin
tövbesini kabul ettiği bir gün vardır. (Yine) bu ayda (Allah Teala) başka bir
kavmin tevbesini kabul edecektir." Bu ayda insanları müjdelemek gerekir. Onların
bu ayda yapacakları evliliklerine engel olunmamalıdır. Bizler, Mısır'da yaşayan
ve muharrem ayını hüzün aynı zamanda keder günü diye kabul eden ve bu ayda
sevinç ve mutluluğa sebep verecek herşey den kaçınan -ki evlilik de bunlardan
biridir- Fatımi aşırıcılığın bıraktığı evhamlardan kendimizi kurtarmamız
gerekir.
Hergün ve her ay -islam'ın nazarında böyledir- evliliği en güzel bir biçimde
karşılar. Çünkü evlilik dinin bir sembolüdür. Aynı zamanda Peygamber (s.a.v)'in
bir sünnetidir. Kim evlenirse dininin yarısına kavuşmuş demektir. Dininin
yarısına kavuşana müjdeler olsun. 171
Erkeğîn Evleneceği Kişiye Bakması
Soru
Evlenek bir gencin evleneceği kıza bakması caiz midir? 172
Evap
Bu, önemli bir soru. Bu konuda, çevremizde bulunan insanlar değişik görüş
açılarına sahiptirler. Kimileri, evlenecek gencin bırakın evleneceği kıza
bakmasını onunla kolkola verip oraya buraya gezmesini, sinemaya veya tiyatroya
gitmesini teşvik ederler. Böylece genç çocuk evleneceği genç kızı daha iyi
tanımış ve onun hakkında daha iyi bir bilgiye sahip olmuş olur. Bu konuyla
alakalı olarak söylenecek daha çok söz var. Sonuçta, rezillikleri ortaya
çıkıyor. Aralarındaki birtakım anlaşmazlıklar birbirlerini terketmeya kadar
götürüyor. Kızın iffeti ve namusu onun bunun diline dolanıyor. İşte bu, batı
medeniyetinin kulları tarafından benimsenen bir evlenme çeşididir.
Bir de, hiç bir surette iki cinsi birbirleriyle görüştürmeyenler var. Kızın
nikahlanıncaya kadar evleneceği erkekle görüşmesine müsaade etmezler. Bu cinsten
insanlar da bağnaz ve körü körüne taklidin kurbanıdırlar. Her iki kesim de,
yerilmiş, bit'atçı türden insanlardır. Ama en güzel ve yapılması en doğru metod,
şeriatin izin verdiği, Peygamber (s.a.v)'in bizzat yaptığı metodtur. Her iki
cins de birbirlerini görmelidirler. Müslümanlardan biri gelir ve Allah Resulü
(s.a.v)'ne şöyle der. "Ben ensardan bir kadınla evlenmek için sözleştim. Allah
Resulü (s.a.v): "Ona baktın mı?" der, Adam: "Hayır"der. Peygamber (s.a.v) de:
"Öyleyse bak! Çünkü ensarlıların gözlerinde bir şey olur."
Muğire b. Şu'be evleneceğini Peygamber (s.a.v)'e bildirir. O da: "Ona baktın
mı?" der. Muğire(ra) ise: "Hayır" der. Allah Resulü (s.a.v): "Bakmak, aranızdaki
uygunluğu sağlamak açısından daha iyidir." Çünkü göz kalbin postacısı,
duyguların ise elçisidir. Bu nedenle, evlenmeden önce kişinin evleneceği kişiye
bakması gerekir. Bu, Peygamber (s.a.v)'den gelen bir emirdir. Aslında ve zahiri
itibarıyla bu emir, farz yerindedir. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biriniz bir kadınla evleneceği zaman, onunla evlenmeye neden olan
şeylerin bir kısmına baksın." Yine, evlenecek erkeğin evleneceği kişiye bakması
gereklidir. Kız tarafının da bu konuda kolaylık göstermesi gerekir. Birbirlerini
beğenmeye bilirler bu onların en doğal hakkıdır.
Evlenecek kişi evleneceği kıza bildirmeden onu görmelidir. Bazı kimseler bu
görme işine pek ehemmiyet verirler. Öyleki bazılarının evleninceye kadar bir çok
genç kızı gördüğünü ancak bir türlü içlerinden birini beğenemediği söylenir. Bu
demektir ki, bu gibi kimseler, bir çok genç müslüman kızın duygularını rencide
etmiş ve onların hislerini yaralamıştır.
Aslında görmek isteyen erkek evleneceği kıza hiç birşey bildirmeden nerede ve ne
zaman göreceğini ona hissettirmeden bakmalıdır. Ya evinin yakınında biryerde ya
da onun dışarda bulunduğu bir anda. Cabir b. Abdullah'dan rivayet edilmiştir ki,
o evlenmeden önce karısına saklandığı bir ağacın ardından bakmış.
Bir babanın da, kızını korumaya yardımcı olması gerekir. Yukarda bahsettiğimiz
her iki tefritçi arasında uygun olan yol da budur, îslam şeriati daima orta yolu
tercih eder. İslam ümmeti de vasat bir ümmettir.
"Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için vasat bir ümmet yaptık."
173
Müslüman Bir Erkeğin Müslüman Olmayan Bir Kadıınla Evlenmesi
Soru
Bu, araştırmak ve yazmak için uzun vaktinizi alacak bir konu. Müslüman bir erkek
kitap ehlinden biriyle evlenebilir mi? Onları putperestlerden ayıran önemli bir
takım özelilliklerin olduğu bilinmektedir.
Ben ve birçok kişi bu tür evliliklerin arkasında önlenemeyen büyük
karmaşıklıkların yaşandığına şahit oluyoruz. Özellikle de bu tür müslüman
olmayan kadınlardan olan çocuklar üzerinde. Müslüman olmayan kadın evini kendi
kültür ve değer yargılarına göre düzenliyor aynı zamanda çocuklarını da bu
kültürün etkisiyle yetiştiriyor. Ben bazı alimlere sordum onlar ehli kitaptan
olan kadınlarla evlenilebileceğini söylediler. "Kur'an ehli kitapla
evlenilmesini mubah görmüştür. Allah Teala'nın helal kıldığını bizim haram
kılmamız doğru olur mu?" diye de cevap verdiler.
Öyle inanıyorum ki, islam kendisinde zarar ve bozukluk olan şeyleri mubah
saymaz. Bende bu konuda görüşünüzü almak için size yazdım. Sîzin bu konuya
gerekli ehemmiyeti vereceğinizi biliyorum. Şer'i kaynaklar ışığında bu konuya
gerekli izahatları getirmenizi bekliyorum. 174
Cevap
Hamd, Allah'a aittir. Salat ve selam O'nun Resulü (s.a.v)'ne, aline, ashabına ve
onlara tabi olanlaradır. Allah bana, birçok kez Avrupa ve Amerika'ya gitme
imkanı verdi. Oralarda birçok müslümanla karşılaştım. Bu kardeşlerimiz oralarda
ilmi çalışmalarda bulunuyorlar.
Birçokları şu tür sorular soruyorlardı: Müslüman bir erkeğin müslüman olmayan
bir kadınla evlenmesinin hükmü nedir? Özellikle de bu evlendiği kişi yahudi ve
hiristiyan olursa. Asıl itibarıyla İslam onların dinini kabul ediyor ve onlara
başkalarının sahip olmadığı bir takım haklar ve hukuklar tayin ediyor.
Aslında şer'i hükmü açıklamak için, müslüman olmayan her çeşit kadının konumunu
ve şeriatın onlara bakış açısını irdelemek gerekir. Müslüman olmayan kadınlar
içinde müşrikler var, dinsizler var, mürtedler var aynı zamanda da kitap
ehlinden olanlar var
Müşrik kadınlarla evlenmenin haram olması
Müşrik kadınla evlenmenin haramlılığı Kur'an'la sabittir.
"Allah'a eş koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İnanan bir
cariye, hoşunuza gitse de putperest bir kadından daha iyidir."
175
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın." 176
Bu son ayette inkar eden kadınlardan kasıt 'müşrik kadınlar'dır. Yani putperest
olan kadınlar. Zaten ayetin nüzul sebebi de onlar hakkındadır.
Bu konudaki haramlılık açıktır. İslamla putperestliğin bir araya gelmesi
imkansızdır. Halis tevhid akidesi şirk akidesine ters düşer. Putperestlerin
itibara alınacak semavi bir kitapları da yoktur. Ve Nebileri de. O bir tarafta;
islam ise ona zıt taraftadır. Bu nedenle Kur'an'ı Kerim müşrik kadınlarla
nikahlanmayı nehyetmesine dair şu sebebi gösterdi.
"İşte onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırır."
177
Müşrik kadınlarla evlenmenin men edilmesi hükmü nasla ve icma ile sabittir.
İslam alimleri müşrik kadınlarla evlenmenin haram olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Aynı zamanda İbn Rüşt 'Bidayet-i'1-Müçtehidi ve diğer eserlerinde
bu konuya değinmiştir. 178
Dinsiz kadınlarla evlenilmez
Yani hiç bir dine inanmayan, uluhiyeti kabul etmeyen, ne peygamber ne kitap ve
ne de ahiret kabul etmeyen kadınlar. Aslında bunlarla evlenmek müşrik kadınlara
nazaran daha büyük bir haramdır. Çünkü müşrik kadınlar Allah'ın varlığına
inanırlar. Bu inançlarıyla beraber başka ilahlar ve kendisiyle Allah'a
yaklaşmayı umdukları başka putlar edinirler.
"And olsun ki onlara: Gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan, Allah'tır
derler." 179
"O'nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: Onlara bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." 180
Bu putperestler Allah'ı bir noktada kabul ettikleri halde onlarla nikahlanmak
yasakken hiç bir din, peygamber ve ilah kabul etmeyen bir kadınla evlenmek nasıl
caiz olsun. Bu tür kadınlarla evlenmek haram olduğu gibi bu evlilik de batıldır.
Buna bir misal verelim: Maddi felsefeye inanan komünistler dinin, toplumları
uyuşturan bir afyon olduğuna inanırlar. Dinleri yorumlarken maddi bir analizden
geçirerek yorumlarlar.
Bazı müslümanlar -kadın erkek- böyle bir felsefenin hakikatini bilmeden,
kendilerini kaptırıyorlar, aldatılıyorlar. Komünist propagandacılar, komünizmin
iktisadi ıslah olduğunu, ne dinle ve ne de akideyle kesinlikle hiç bir
alakasının olmadığını söylediklerinde saf insanlar bunlara kanıyorlar. Bu gibi
kimselere komünizm inancının hakikatini açıklamak, kafalarındaki şüpheleri
gidermek ve imanla küfür, karanlıkla nur arasındaki farkı, bütün açıklığıyla
onlara göstermek gerekir. Tüm bu çabalardan sonra, inandığı bu sapık fikirde
ısrar ederse, kafirdir, dinden sapmıştır ve hiç bir değeri yoktur. Onlara
hayatta iken ve öldükten sonra kafirlere uygulanan hükümler uygulanır.
181
Mürtedle evlenilmez
Mürted de, dinsiz gibidir. Mürted, mü'min olduktan sonra islam'dan çıkarak küfre
sapmış olan kimselerdir. İster başka bir dine girmiş olsun ister girmemiş olsun.
İster girdiği diğer din ehli kitaptan olsun ister olmasın. Müslümanken komünizme
veya pozitivizm itikadına veya hiristiyanlığa ve yahudiliğe veya budizm daha
doğrusu islamın dışındaki herhangi bir dine girmesi onu mürted kılar.
İslam hiç kimseye kendi inancına sahip olunması yönünde zorlama yapmaz. Herkes
kendi iradesiyle İslama girme hakkına sahiptir. Fakat girdikten sonra da çıkması
caiz değildir. Mürted için bazı hükümler ahiretle ilgili bazıları da dünya ile
ilgilidir.
Ahiretle ilgili olanlar; mürted olarak ölen kişinin daha önce yaptığı salih
amellerinin tümü silinir. Ebedi olarak cehennemde kalmaya müstehak olur.
"İçinizden dininden dönüp kafir olarak ölen olursa, bunların işleri dünya ve
ahirette boşa gitmiş olur. İşte cehennemlikler onlardır, onlar orada
temellidirler." 182
Dünya ile alakalı olanlar ise; mürted kişi islam toplumunun yardım ve desteğine
hiç bir zaman sahip değildir. Müslüman bir erkekle mürted bir kadın arasında
veya müslüman bir kadınla mürted bir erkek arasında hiç bir şekilde evlilik
hayatının gerçekleştirilmesi caiz değildir. Mürtedle evlenen kişilerin bu
evlilikleri geçersizdir. Evlendikten sonra eşlerden biri irtidat ederse
kesinlikle birbirlerinden ayrılmaları gereklidir. Bu hüküm, İslam alimleri
tarafından ittifakla kabul edilmiş bir hükümdür.
Burada belirtilmesi gereken bir husus daha vardır; bir müslümana mürted ve kafir
hükmünü vermek ona verilecek en son cezadır. Bu nedenle bu konuda ihtiyatlı
davranmak ve müslümanın durumunu İslaha götürmek için her yolu kullanmak
gerekir. Onun hakkında hüsn-ü zan beslenmelidir. Asıl olan islamdır. İslamdan
çıktığı ancak kesin delillerle sabit olduktan sonra kafir olduğuna hüküm
verilir. 183
Bahailerle evlenilmez
Bahai; aslında müslümanken Allah'ın hanif dinini terkedip sonradan icat edilmiş
bu batıl dine giren kişidir. Böyle bir kadın asıl itibarıya mürteddir.
Mürtedlerle evlenmenin hükmünü yukarıda açıklamıştık.
İster kendi isteğiyle mürted olsun ister aile ortamından etkilenerek olsun
değişmez. Belki mürtedlik atalarından miras yoluyla da gelmiş olabilir.
Herhalükarda böyle bir kimseye mürted hükmü uygulanır.
Diyelim ki aslı müslüman değil de böyle bir dine hiristiyanlıktan, yahudilikten
veya putperestlikten girmişse ne olacak?
İslam onun asıl dininin ne olduğuna bakmaz. Hz. Muhammed (s.a.v) geldikten sonra
bütün peygamberlerin hükmü geçersiz kalmıştır. Kur'an'dan başka bütün semavi
kitaplar batıldır. (Hükmü geçersizdir.) İslam'dan sonra yeni bir din
getirildiğini söyleyen kişi Allah'a iftira atan bir yalancıdır. Allah Teala
Peygamberliği Hz. Muhammed (s.a.v)'le noktalamış, dinini kemale erdirmiş ve
insanlara olan nimetini tamamlamıştlr.
"Kim İslamiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O,
ahirette de kaybedenlerdendir." 184
Müslümanın Bahai bir kadınla evliliği geçersizdir. Bunda şüphe de yoktur.
Müslüman bir kadının bahai bir erkekle evliliği de böyledir. İslam müslüman bir
kadının kitap ehlinden olan biriyle evlenmesine musade etmediğine göre böyle
biriyle evlenmesine nasıl musade etsin?
Bu nedenle müslüman bir erkekle Bahai bir kadın ya da müslüman bir kadınla bahai
bir erkek arasında evliliğin gerçekleştirilmesi caiz değildir. Ne başlangıçta
böyle bir evliliğin yapılması ne de müslümanken birbirleriyle evlendikten sonra
birinden biri bu dine geçtikten sonra bu evliliğin yürütülmesi caiz değildir. Bu
evlilik, geçersizdir. Nikah yapmış olanların da kesinlikle birbirlerinden
ayrılmaları gerekir.
Cumhur alimler kitap ehlinden olan bir kadınla evliliği mubah görmüşlerdir.
Alimlerin çoğunluğuna göre kitap ehlinden bir kadınla evlilikte asıl olan hüküm,
mübahlıktır. Allah Teala müslümanların ehli kitaptan olanlara damat olmalarını
helal kılmıştır. Maide süresinin bir ayetinde bunu şu şekilde açıklıyor.
"Bugün, size temiz olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal,
sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden
önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost
tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz taktirde- size helaldir. Kim imanı inkar
ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir."
185
İbn Ömer ve bazı müçtehidlerin görüşü Bu konuda, sahabeden Abdullah b. Ömer
(r.a) ihtilaf etmiştir. Ehli kitaptan bir kadınla evliliğin mubah olduğunu kabul
etmemiştir. Buhari'de ondan rivayet edilen şöyle bir hadis vardır. "İbn Ömer
(ra)'e hiristiyanlarla ve yahudilerle nikahlanmanın hükmü sorulduğunda o şöyle
cevap verdi: Allah Teala mü'minlere müşrikleri haram kılmıştır. (Mü'min oluncaya
kadar müşrikleri nikahınıza almayın.) Ben, Allah'ın kullarından olduğu halde
İsa'nın Rabb olduğunu söylemekten daha büyük bir şirk bilmiyorum."
Alimlerden bazıları İbn Ömer (ra)'in görüşünü kitap ehlinden kadınlarla
evlenmenin haram olduğuna değil de mekruh olduğuna yormaktadırlar. Ama ondan
gelen rivayetlerin ibarelerinden anlaşıldığına göre İbn Ömer (r.a) ehli kitapla
evliliği mekruhluktan daha ziyade saydığı anlaşılmaktadır.
Şia'nın İmamiyye kolu, Bakara süresinde geçen ayetle, Mümtehine suresinde geçen
ayetin umumi manasını delil alarak İbn Ömer (ra)'in görüşüne katılmaktadırlar.
"Müşrik kadınları nikahınıza almayın."
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın." 186
Cumhur ulemanın görüşünün tercih edilmesi
Gerçekte cumhur ulemanın görüşü daha tercihlidir. Çünkü bu görüş, maide
suresinin, kitap ehlinden kadınlarla evlenmeye delalet ettiğini açıklayan bir
görüştür.
"Müşrik kadınları nikanıza almayın"187 ayeti ile
"İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın"188
ayetine gelince, bu iki ayet geneldir. Maide suresi bu genelliği
hususileştirmiştir. Yahut da, bu iki ayet hakkında şu da söylenebilir; 'Müşrik
Kadınlar' Kur'an lügatına göre hiçbir zaman 'Ehl-i Kitap' diye ele alınmazlar.
Bu nedenle onlardan biri diğeri üzerine atfedilemez. Ayetlerde bu iki grubun
birbirlerine atfedilmediğini açık açık görelim. "Kitap ehlinden ve
putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinden kesin ve
en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir
peygamber gelene kadır dinlerinden vazgeçecek değillerdi."
"Kitap ehlinden olanlarla müşrikler (putperestler) ebediyyen
cehennemdedirler."189
Allah Teala 'Hacc Suresi'nde şöyle buyurmaktadır.
"Doğrusu, inananlar, ve yahudiler, sabii'ler, hiristiyanlar, mecusiler, puta
tapanlar arasında, kıyamet günü Allah kesin hüküm verecektir."
190
Böylece müşrik olanlar diğerlerinden ayrı bir sınıf olarak kabul edilmiş oldu.
(Müşriklerden kasıt putperestler). 'Mümtehine Suresi'nden geçen 'Kafirler'den
kasıtta "Müşrik Kadınlar'dır.
Ehli kitaptan kadınlarla evlenme anında riayet edilmesi gereken şartlar
Tercih edilen görüşün müslüman bir erkekle ehli kitaptan olan bir kadının
evlenmelerinin mubah olduğu anlaşıldığına -ki bu da o kişiyi İslam'a teşvik
ettirmek için ya da ehl-i kitabı müslümanlara yaklaştırmak için yapılır- burada
uyulması gereken bir takım şartlar vardır. 191
Birinci Şart
Öncelikle evlenilecek kadının kesinlikle ehl-i kitaptan olduğundan emin
olunmalıdır. Yani semavi dinler olan Yahudi ve Hiristiyan olduğunun bilinmesi
gerekir. Çünkü onlar biryönden Allah'a, peygambere ve ahirete inanırlar. Dinsiz
değildirler. Aynı zamanda semavi olmayan bir dinin mensupları da değildirler.
Bilindiği gibi batıda, her genç kız Hiristiyan anne ve babadan doğmamaktadır.
Aynı zamanda hiristiyan bir ortamda yaşayan her insanın zorunlu olarak
Hiristiyan olması gerekmiyor. Belki komünisttir. Ya da İslam'ın nazarında hiç
bir itibara sahip olmayan Bahailik gibi bir dine mensup da olabilir.
192
İkinci Şart
Bir de iffetli olmaları gerekir. Allah Teala her ehl-i kitab olanı mubah
kılmamıştır. Bizzatihi mubahlığı iffetli olmalarına bağlamıştır.
"İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli
kadınları..." 193
İbn Kesir şöyle der. "İffetli kadınlardan kasıt zina etmemiş olan kadınlardır."
Diğer bir ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları
halinde..." 194
"Müslüman bir erkeğin neidüğü belirsiz bir kişiyle evlenmesi caiz değildir.
Aksine evleneceği kişinin, şüphelerden uzak, edepli ve terbiyeli aynı zamanda
iffetli olması gerekir."195
İbn Kesir'in görüşü budur. İbn Kesir cumhurun görüşünden de bahsetmiştir.
"Cumhur ulemanın, zimmi olan kadının aynı zamanda iffetsiz olması halinde
evlenemeyeceklerini söylemeleri tercihe şayan bir görüştür. Böyle bir kadınla
evlilik o evliliği temelde geçersiz kılar. Bu evlilik de 'tartısı bozuk olandan
kaçın' misaline benzer."196
İmam Hasen El-Basri'ye bir adam gelip şöyle dedi: "Ben ehl-i kitaptan bir
kadınla evlenebilir miyim?" O da şu cevabı verdi: "Sana ne oluyorda ehl-i
kitaptan evleniyorsun. Müslüman kadınların sayısı oldukça fazladır. Şayet böyle
yapma niyetindeysen onun iffetli olduğundan ve musafehe olmadığından emin ol."
Adam da: "Musafehe ne demektir" dedi. Hasen El-Basri de: "Bir adam gözüyle ona
işaret ettiğinde buna karşılık vererek o erkeğe uyan (metres) kadınlar" diye
buyurdu.
Hiç şüphesiz çağımızda batı toplumunda bu tür iffetli hayat yaşayanlar oldukça
azınlıktadır. Batının bizzat kendisinin yaptığı istatistikler de bunu
gösteriyor. Bizim bekaret, iffet, şeref ve bunlar gibi sıksık" tekrarladığımız
şeylerin batı toplumunda hiç bir değeri yoktur. Arkadaşı olmayan bir kız, kendi
yaşıtlarından utanır. Hatta ailesinden ve kendi akrabalarından dahi bir erkek
arkadaş edinemediği için utanır. 197
Üçüncü Şart
Evlenilecek kadın müslümanlarla savaşan ve müslümanlara düşmanlık beslemeyen bir
kavimden olmamalıdır. Bu nedenle islam fıkıh alimlerinden bir grup zimmilerle
devamlı savaş halinde olanları birbirlerinden ayırmışlardır. Birinci kesimle
evlenilmesini mubah görmüşler ama ikinci kesimle evlenilmesini menetmişlerdir.
İbn Abbas (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilir. "Ehl-i kitaptan bir kısım
kadınlar vardır onlar bize helal değildir. Bir kısmı da vardır ki onlar bize
helaldir. Sonra şu ayeti okudu.
"Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hakdinini din edinmeyenlerle,
boyunlarını büküp kerndi elleriyle cizye verene kadar savaşın."198
Cizye verdikleri taktirde onların kızlarıyla evlenmek bize helal olur. Aksi
taktirde helal olmaz." Abdurrezzak Katede'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Ehl-i kitaptan bir kadınla sadece zimmette olduğunda evlenilir." Ali (r.a)'den
de aynı rivayet yapılmıştır.
İbn Cüreyh (ra)'in şöyle dediği rivayet edilir. "Bana ehl-i kitap'tan bir
kadınla sadece zimmet durumunda evlenilebileceği (haberi) geldi."
İmam Zeyd'i 'Mecmu'unda Hz. Ali (r.a)'dan şöyle bir rivayet vardır."Ehl-i harpla
nikahlanmak kerih kılınmıştır." Şarih ‘Er-Ravdu'n-Nadir’ adlı eserinde
'Kerahat'tan kastın 'Haram' olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar müslümanların
zimmetinde değildirler. Alimlerden bir kısmı bunu kerih olarak kabul
etmişlerdir. Haram olmadığını söylemişlerdir. Bunu da ayetin umumiliğine
dayandırmışlardır.
"Sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları."199
Ancak bu alimler de ehl-i kitaptan olanların İslam ülkesinde yaşıyor olmalarını
şart koştular.200 İslam ülkesinde yaşayan ehl-i kitaptan bir kişinin durumuyla
ehl-i kitaptan olduğu halde islam ülkesinde yaşamayan kişinin durumu birbirinden
farklıdır.
Hiç şüphesiz İbn Abbas'ın görüşünün düşünüldüğünde tercih edilebilecek yanları
vardır. Allah Teala damatlığı beşer arasında en güçlü rabıtalardan kılmıştır.
Damat bağı nesep ve kan bağından hemen sonra gelir. Allah Teala şöyle
buyurmaktadr.
"İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O'dur. Rabbin herşeye kadirdir."
201
Bu rabıta müslümanlarla ve onların savaş halinde oldukları bir topluluk arasında
nasıl gerçekleşir? Bir müslüman erkek nasıl olurda savaş halinde oldukları bir
kavme damat olur?
Allame Ebubekir Er-Razi'nin Kur'an'dan;
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin -babaları veya oğulları veya
kardeşleri ya da akrabaları olsa bile- Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere,
sevgi beslediklerini görmezsin..." 202 ayetini delil getirerek İbn Abbas'ın
görüşünü kabul edişinde şaşılacak bir şey yoktur. Evlilik sevgiyi gerektirir.
Allah Teala şöyle buyurmak-
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabebet
ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının delillerindendir." 203
Razi şöyle demiştir. "Harp ehlinden olan kadınlarla evlenmek mahzurludur. Çünkü
Allah Teala buyuruyor ki "Allah'a ve peygambere karşı gelenlere, sevgi
beslediklerini görmezsin." Bu da ehl-i harbe karşı geçerlidir. Onlara sevgi
beslenmez. Çünkü onlarla bizim aramızdaki konum bellidir."204
Şu ayet bu görüşü doğruluyor.
"Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları
ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost
edinirse, işte onlar zalimlerdir." 205
Şimdi onları dost edinmenin en kısa yolu onlarla evlenmekten geçmez mi? Onlardan
bir kadın, müslüman ailenin bir parçası hatta ailenin belkemiği olabilir mi?
Buna göre bir müslümanın günümüzde bir Yahudiyle evlenmesi caiz değildir. Hem de
bizimle onlar arasında sürekli devam edip gelen bir savaş olduğu halde.
Yahudilerle Siyonistlerin arasında bir ayırım yapılması gerektiğini söylemenin
herhangi bir kıymeti yoktur. Gerçekte bütün yahudiler siyonisttir. Siyonistlerin
akli ve ruhi tüm oluşumları temelde, tevrata ve onun şerhleri olan talmuta
dayanmaktadır. Yahudilerde her kadın yahudi ordusu için bir askerdir.
206
Dördüncü Şart
Kitap ehlinden biriyle yapılacak evliliğin sonrasında bir zararın ortaya
çıkmaması. Mubahları kullanmak zararın çıkmamasına bağlıdır. Şayet bu kullanımda
mutlak bir zarar ortaya çıkacaksa kullanılması engellenmelidir. Ortaya çıkacak
zarar büyüdüğünde işin yasaklama kısmı o kadar artar ve neticede bu yasaklama
haram kılmaya kadar dayanır. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Zarar
vermek de yok verilecek zarara katlanmak da yoktur."
Bu hadis, kesin bir şer'i kaideyi ortaya koyuyor. Çünkü, her ne kadar bu hadis
ahat bir hadis de olsa, mana bakımından Kur'an ve Sünnet'ten cüzi hüküm ve
nasslara uygundur. Bu da kesinlik ifade ettiğini gösterir.
Bu nedenle Veliyyu'l Emr'in (İslam devleti başkanı), zararlı olacağından
endişelendiği, bazı mubah davranışları sınırlama hakkı vardır.
Müslüman olmayanlarla yapılacak evlilikte duyulabilecek endişeler, bir çok
şekillerde kendini gösterir.
1) Evlilikte müslüman ve salih kadınların yerine gayr-i müslimlerle evlenmenin
tercih edilmesi sonucunda müslüman kadınların sayısı erkeklerin sayısına eşit ya
da onların sayısında fazla bir duruma gelir. Saliha kadınlarla evlilik sayısı da
diğerlerine oranla katbe kat düşer.
Gayr-i müslim kadınlarla evlenmeler arttıkça da müslüman ve sahila kadınlar
evlenmekten mahrum kalacaklardır. Özellikle de çok evliliğin azaldığı günümüzde.
Kesinlikle bilinmektedir ki, müslüman bir kadın müslüman bir erkekten başkasıyla
evlenemez. Aradaki dengenin sağlanabilmesi için, gayr-i müslim kadınlarla
evliliklerin engellenmesi gerekir.
Herhangi bir ülkede yaşayan müslümanlar azınlık oluşturuyorlarsa mesela Avrupa
ve Afrika'nın bazı ülkelerinde olduğu gibi, şeriatin mantık ve ruhuna göre
müslüman erkeklerin gayr-i müslimlerle evlenmelerini yasaklamayı
gerektirir.Gayr-i müslimlerle evlenmenin yasaklanmasıda müslüman kadınların
kendileriyle evlenecek müslüman bir erkek bulamamalarına bağlıdır. Böyle olunca
zaten müslüman bir kadın aşağıda vereceğimiz üç şeyden birine maruz kalır.
a) Gayr-i müslim bir erkekle evlenmek zorunda kalır. Ki bu evlilik İslama göre
geçersizdir, batıldır.
b) Sapıklıklar yaşanacaktır. Rezil bir hayata sürüklenmesi muhtemel hale
gelecektir. Bu da, işlenen günahların en büyüklerindendir.
c) Ya da evlilik ve annelik hayatından daima mahrum bir hayat yaşayacaktır.
Tüm bunlar İslam'ın razı olmayacağı şeylerdir. Bu durum; Müslüman kadınlar gayri
müslim erkeklerle evlenemeyeceği halde, erkeklerin gayri müslim kadınlarla
evlenmeleri neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda sıraladığımız zararlar, yazımızın başında da bahsettiğimiz ortaya
çıkması muhtemel zararlardandır. Mü'minlerin emiri Ömer İbn Hattap (ra) -İmam
Muhammet b. el-Hasen rivayet etmiştir- sahabelerden olan Huzeyfe b. Yeman'ın
Yahudi bir kadınla evleneceği haberini işitince ona şöyle bir kaç defa mektup
yazdı son yazdığı bir mektupta şöyle diyordu. "Bu mektubumu kaldırıp bir kenara
koymamanı diliyorum. Müslümanların sana uyup da sırf güzellikleri için ehl-i
zimmet kadınlarıyla evlenmeyi tercih etmelerinden korkuyorum. Bu da, müslüman
kadınlar içinde fitne çıkmasına yeterlidir."207
2) İmam Said b. Mansur da 'Sünen'inde Huzeyfe'nin evlilik kıssasına değiniyor.
Ancak O, Hz. Ömer'in Huzeyfe'yi evlenmekten men etmesine dair başka bir sebep
daha gösteriyor. Bu evliliği engelledikten sonra Hz Ömer şöyle dedi. “Ben
onların edepsiz olanlarıyla evlenilmesinden korkuyorum."
Her iki sebep de Hz. Ömer (r.a)'in amacını yansıtmaya mani değildir.
Birincisinde müslüman kızların gidişatlarını iyi görmüyor.
İkincisinde bazı kimselerin, Kur'an'ın ğayr-i müslimlerle evlenme kaydı olarak
koyduğu iffet şartında müsamaha gösterip ğayr-i müslim kadınlardan ebedsiz
olanlarla evlenmelerinden korktu. Her iki illet de evliliğin engellenmesi için
yeterli sebeptir. Belki de bizzatihi bu Hz. Ömer'in Talha b. Ubeydullah'tan
evlendiği bir yahudi kadınını boşamasını istemesine sebep olmuştu.
3) Vatanından, dilinden, kültüründen, örf ve adetlerinden ayrı ğayr-i müslim bir
kadınla yapılan evlilik, bu propleme insaflıca eğilenlerin hissedebileceği hatta
gözler önünde aşikar her kesin görebileceği bir takım tehlikelerin çıkmasına
sebep olur. Çoğukez, müslümanlardan Avrupa'ya veya Amerika'ya tahsil görmek ve
iş bulabilmek için giden gençler oluyor. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra
bu gençlerin beraberlerinde kendi kültüründen uzak yabancı kadınlarla geri
döndükleri görülüyor. Dinleri farklı, dilleri farklı, örf ve adetleri farklı,
anlayışları bambaşka bir kitle.
Evlendiği yabancı kadın yeni eşiyle kalma şartını kabul edipde kendisine yabancı
bir ülkeye geldiğinde bambaşka bir ortamla karşılaşır. Damat beyin ev halkı ise,
kendilerine yabancı, ev ortamı maddi ve manevi açıdan her şekliyle Amerika ve
Avrupa standartlarına göre düzenlenmiş bir ev haliyle karşılaştıklarında
garipserler. Çünkü burası 'Madam'ın evidir. Yoksa bizim bir müslüman
kardeşimizin evi değildir. Bu evde kadın erkeğe üstündür. Yoksa erkek kadına
değil. Damat beyin ev halkı, yakın akraba ve dostları kendi evlerine ya da
köylerine döndüklerinde, hayatta olduğu halde çocuklarını kaybettiklerinin
farkına varırlar.
Bu ailenin çocukları olduğunda ise işler daha da sarpa sarar. Çocuklar
annelerinin istedikleri eğitim doğrultusunda yetiştirilirler. Baba istese de
kendi kültürüne göre çocuklarını yetiştiremez. Çünkü çocuklar annelerine
babalarından daha yakın, onunla daha fazla temas halinde ve ondan daha fazla
etkilenmektedirler. Özellikle de, Avrupa gibi bir yerde yaşıyorlarsa. Çocuklar
annelerinin dini üzerine büyürler. Annesinin dini değerlerine, anlayışlarına,
örf ve adetlerine önem verirler. Her ne kadar görünüşte babalarının dinine
mensup olsalar da bu durumu değiştirmez. Babalarının dini sadece onlarda bir
isim ve şekil olarak kalır. 208
Önemli Bir Açıklama
Zaman zaman konuyla alakalı soruların değişmesiyle konuyla alakalı fetvaların da
değiştiği çeşitle konuların ve meselelerin ışığında burada basiretli kimselerin
gözünden kaçmayan bir meseleyi açıklamayı gerekli görüyorum. Bu mesele benim
nazarımda hayli büyük bir ehemmiyyete sahiptir.
İslam ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenme ruhsatı verirken iki önemli hususu
da göz önünde bulundurmuştur.
1) Ehl-i kitabın asıl itibarıyla kendine has semavi bir dini vardır. Böyle bir
kadın, müslüman bir erkekle evlilik hayatı kurduğunda onunla birlikte Allah'a,
risalete, ahirete, peygamberlerden miras olarak kalan ruhi değerler gibi ahlaki
değerlere iman hususunda müslüman bir erkekle ortak olacaktır. Bu inanç
ortaklığı genel manadadır tafsili anlamda değildir tabii. Sonuç itibarıyla,
kendisiyle İslam arasındaki mesafe yakınlaşabilecektir. Çünkü o kadın, kendi
dininin aslını itiraf edecek ama genel olarak İslam dininin usullerini kabul
edecektir. İslam dini onda gitgide baskın çıkacak yeni ve faydalı bir şekilde
onun bu yönünü tamamlayacaktır.
2) Ehl-i kitaptan olan kadın, mütedeyyin bir müslüman erkeğin gölgesinde evlilik
hayatına atıldığında, islam şeriatine göre hareket eden müslüman bir toplumun
yönetimi altında her an te'sir altında kalacaktır. Etkileme gücüne sahip
olmayacak verilenleri kabul eden olacak kendi inancıyla toplumun inançsal
değerlerini etkileyen olamayacaktır. Gün gelecek İslama girmek isteyecek, girmek
için ümit besleyecek. Her ne kadar İslam'a girmese deki dinde zorlama
olmadığından bu onun en doğal hakkıdır- toplumun adap ve kurallarına uyması
halinde yaşamsal planda İslama girmiş olacaktır. Şunu demek istiyorum; İslam
toplumunun içinde inanç bakımından erimese de yaşayış tarzı bakımından eriyip
gidecektir.
Bu nedenle, onun kocasını ve çocuklarını etkileyebileceği endişesi olmasın.
Çünkü çevresini bir ağ gibi saran İslam toplumunun onda etkisi, onun ortaya
koymak isteğini gayretlerden daha baskın ve daha kuvvetli çıkacaktır.
Müslüman bir babanın da aynı zamanda dininde gayretli olması, çocuklarını kendi
inaçlarına göre yetiştirmesi, ehli kitaptan olan hanımının tesirini çocuklar
üzerinde kırmak için azami gayret göstermesi gerekir.
Ama bugün İslam toplumu denen ve her türlü değer yargılarını kültürünü, anlayış
tarzlarını, yaşayış tarzalarını İslam'a göre biçimlendiren toplum nerede?
İslam toplumu olmayınca müslüman bir ailenin varlık sağlayabilmesi de
imkansızdır.
Bu nedenle asrımızda gayr-i müslimlerle evlilik, çeşitli zararlara ve fesatlara
yol açacağından engellenmesi gereklidir. Çünkü bir fesadın engellenmesi bir
maslahatın yerine getirilmesinden önce gelir.
Unutmayalım ki, gayri müslimlerle evliliğe ruhsat verilse de hiç bir şüphe
götürmeyen bir gerçek vardır ki, müslüman bir kadınla evlenmek bir çok yönlerden
gayr-i müslim bir kadınla evlenmekten daha efdal ve daha evladır. Çünkü eşler
hem dini yönden birbirlerine yardımcı olurlar hem de her konuda birbirlerini
daha iyi tamamlarlar. Hatta fikir ve mezhebi yönden uygunluk en efdal olanıdır.
Bundanda öte İslam sadece herhangi bir müslüman kadınla evlenmeyi yeterli
görmez. Aksine mütedeyyin bir kadınla evlenmeye teşvik eder. Çünkü dini gerçek
manada yaşayan bir kadın Allah'ın rızasını kazanmaya daha bir önem verir.
Evliliğin hakkını yerine getirmeye riayet eder. Kocasının malını, kocasından
olan çocuklarım ve kendini koruma hususunda daha bir önem gösterir. Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Sen dindar olanını tercih et."
209
Kadının Eşîne Hizmet Etmesi
Soru
Bir camide imamın biri şöyle diyordu: Kadının eşine hizmet etmesi gerekmez. Bu
dinen de böyle midir? Yoksa ev işlerini çekip çevirmek, çocuklara bakmak erkeğe
mi aittir? Şayet bu görüş doğruysa kadınlar erkekleri umursamaz. Evdeki ve
toplumdaki işler sarpa sarar. 210
Cevap
Bu imam'ın söylediğini bazı fıkıh alimleri de söylemektedir. Onların
söylediklerinin hiç biri de sahih değildir. Hatta bu alimler hem hata yapabilen
hem isabetli görüşlerde bulunabilen müçtehit insanlardır. Kim bir konuda
isabetli hükme varırsa onun için iki ecir vardır. Kim de hatalı hükme varırsa
ona da bir ecir vardır. İmam Malik şöyle söylemektedir. "Sözü alınıp da
terkedilmeyecek tek kişi Peygamber (s.a.v)'dir."
Aslında hak görüş, eviçi ile ilgili konulardaki hizmeti kadına vermek ve ona
yüklemektir. Buna delilimiz de şunlardır. 211
Birincisi:
Allah Teala kadınların konumu hakkında şunları beyan etmektedir.
"Kadınların hakları örfe uygun şekilde vazifelerine denktir."
212
Kadının erkeğine hizmeti, Allah Teala'nın bildirdiğine göre örfe uygun şekilde
olmasıdır. Ama kadının rahatlık içinde yaşayıp da erkeğin ev hizmetlerini eline
alması örfe uygun olanı değildir. Erkek dışarıda sıkıcı ve yorucu çalışmasından
soma bir de ev işlerine kalkışması olacak şey değildir. Adaletli olan, kadının
ev işleriyle meşgul olmasıdır. 213
İkincisi:
Yerine getirilen her hakkın karşılığını vermek vaciptir. Allah Teala, kadının
nafakasını karşılamasını erkeğe vacip kılmıştır. Üstüne üstlük bir de mihri var.
Açıkçası bu haklar, onları hak etmesine sebep olan amellerine karşılık verilir.
Mihir ve nafaka, erkeğin kadından faydalanmasının karşılığıdır. Dolayısıyla bu
faydalanma ameliyesi, ikisi arasında müşterek olarak gerçekleşir.
214
Üçüncüsü:
İbn Kayyım şöyle demektedir. "Kadınla erkek arasında yapılan mutlak akd, örfe
göre gerçekleşir. Örf ise, kadının hizmet etmesi, evin işlerini çekip
çevirmesidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler."215
Kadın erkeğe hizmet etmedimi -yani erkek kadına hizmetkar oldu mu- kadınlar
erkekler üzerine hakim olurlar. 216
Dördüncüsü:
Sahabe kadınlarından rivayet edildiğine göre, onlar kocalarına hizmette kusur
etmiyorlardı. Ev işlerini kadınlar yerine getiriyorlardı. Ebubekir'in (r.a) kızı
Esma'dan gelen şu rivayet doğrudur. Esma şöyle dedi: "Ben Zübeyr'e (Onun eşi)
hizmet ediyordum.
“Ev işlerinin tümünü ben yapardım. Zübeyr'in bir atı vardı ben o ata kuru ot
toplar, tımarını yapar ve hazır hale getirirdim.”
Kadınların efendisi Fatıma Zehra Hz. Ali (r.a)'ye hizmette kusur etmezdi. Ev
ihtiyaçlarını Hz. Fatıma yerine getirirdi. Hamur yoğurmak, ekmek yapmak hatta un
öğütürken ellerinde izleri kalmıştı. Peygamber (s.a.v)'e Hz. Ali (ra) ile
birlikte gelip ev hizmetlerinden şikayetçi oldular. Peygamber (s.a.v) ev
hizmetlerini yapmasını Hz. Fatıma'ya tenbih etti. Hz. Ali (ra)'ye de dışardaki
işlerle uğraşmasını söyledi.
Kadının hizmeti konusunda şöyle söyleyenler de vardır. “Yukardaki hadisler (Hz.
Fatıma ve Esma ile ilgili hadisler) hizmetin, nafileden ve güzel ahlaktan ileri
geldiğine delalet eder yoksa vacip olduğuna değil. Hz. Fatıma ve Hz. Esma'nın
yaptıkları hizmetler, gönülden gelerek yapılan hizmetlerdir.” Bu görüşte olanlar
Hz. Fatıma'nın Peygamber (s.a.v)'e ev hizmetleri nedeniyle şikayete geldiğini
unutuyorlar. Peygamber (s.a.v) onun şikayetini kabul etmedi. Hizmet yapman
gerekmez diye de birşey söylemedi. Tek söylediği 'Hizmet yapman gereklidir.'
sözüydü. Peygamber (s.a.v) kesinlikle verdiği hükümde sapmamıştır. Haktan uzak
bir hüküm vermemiştir. O'nun sözleri, amelleri ve susması sonucunda yapılanları
onaylaması bizin için şer'i hükümdür. Hz. Esma'yı Hz. Zübeyr de yanında olduğu
halde başının üstünde ot taşırken gördü de ona; “Bu hizmeti yapmak Zübeyr'in
işidir. Gerçekte bir kadının böyle hizmetler yapması zulümdür” demedi. Aksine,
Hz. Esma'nın yaptığı bu hizmeti ve çalışmayı onayladı. Diğer sahabe hanımlarına
da kocalarına hizmet etmelerini söyledi.
Kadının kocasına hizmeti bir gerçektir. Fıtratı gereği ev işlerini kadın
üstlenir. İslam toplumundan kalan örfü miras da bunu böyle olduğunu onaylıyor.
Şeri'at; dini konuda görüş ileri sürenlerin sözleriyle değişmez, Şeriat neyse
odur. Allah daha iyi bilir. 217
Kadının Eşi Üzerindeki Hakkı
Soru
Benden yirmi yaş daha büyük biriyle evlendim. Benimle onun arasındaki yaş
farkını ikimizin arasını uzaklaştıracak bir engel olarak görmüyorum. O bana
yüzüyle, diliyle ve kalbiye şefkat gösterdiğinde ben aramızdaki bu yaş farkını
unutacaktım. Ancak üzülerek söylüyorum, ben tüm bu iltifatlardan mahrum olarak
yaşıyorum. Ne yüzünden tatlı bir gülücük, ne güzel bir söz ne şefkat
görebiliyorum.
Mesken ve diğer birtakım giyim gibi ihtiyaçlarımı yerine getirmekte herhangi bir
cimrilik göstermiyor. Bana eziyet olabilecek herhangi bir davranışta bulunmuş da
değil. Ama, bir kadının bir erkekten beklediği şeyleri bulamıyorum. Ben kendimi
ona göre kıyaslıyorum da sadece yemek pişirme işleriyle uğraşan, çocuk doğuran
yada istediği zaman onun bir takım isteklerini tatmin eden bir kişi olarak
kullanıldığımı görüyorum.
Bunlar da beni bıktırıyor, usandırıyor. Çok sıkılıyorum. Hayatımı dar bir
kafesteymiş gibi görüyorum. Özelliklede aynı yaşıttaki ve durumdaki diğer
arkadaşlarımı mutluluk içinde gördükçe bu sıkıntılarım bir kat daha artıyor.
Bir gün bu şikayetlerimi kocama açtım bana şöyle dedi: Senin hakkını vermiyor
muyum? Yiyorsun içiyorsun, her türlü harcamaları yapıyorsun bunlarda herhangi
bir kısıtlamaya gidiyor muyum?
Şimdi benim evli çiftlerin bilmesi için sormak istediğim şey şudur: Yemek,
içmek, giymek gibi diğer maddi istekler erkeğin kadın için sağlaması yeterli
olan herşey midir? islam şeriatinin nazarında beşeri arzuların hiç bir değeri
yok mudur?
Ben fıtratım gereği bunun böyle olduğu kanısında değilim. Bu nedenle sizden
evlilik hayıtının nasıl olması gerektiği hakkında açıklamalar yapmanızı rica
ediyorum. 218
Cevap
Soruyu yönelten müslüman bacımızın söyledikleri, islam şeriatinin onayladığı
şeylerdir.
Şeriat, kadının maddi isteklerini -nafakası, giyimi, bazı ihtiyaçlarını
karşılanması gibi- yerine getirmeyi erkeği üzerine farz kılmıştır. Tabi her iki
tarafın durumuna göre.
Ancak kadın, insanın sadece onunla insan olabildiği ruhi ihtiyaçları konusunda
asla ihmal edilmemelidir. Eski bir şair de bakın ne diyor.
Ey Kadın! sen, ruhunla insansın cisminle değil.
Kur'an-ı Kerim de evliliği kainattaki Allah'ın ayetlerinden bir ayet,
nimetlerinden bir nimet olarak kabul ediyor ve şöyle diyor.
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet
ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen
millet için dersler vardır." 219
Ayet-i Kerime evlilik hayatının hedeflerinin ve değerlerinin neler olduğunu
belirliyor. Ruhi huzur, sevgi ve rahmet. Tüm bunlar ruhi değerlerdir. Yoksa
maddi değil. Evlilik hayatı ayetin belirlediği muhabbet, sevgi ve rahmet
çemberinden dışarı çıkınca asıl manasını yitirir. Cisimler her ne kadar
birbirlerine yakın olsa da eşler arasındaki ruhsal iletişimler birbirlerinden
oldukça uzakta kalır.
Bu nedenle, bir çok evli erkek yanlışlar yapabiliyor hatalara
sürüklenebiliyorlar. Onlar evliliğin kadının nafakasını temin etmek, giyim
kuşamını yerine getirmek bir de onunla yatmak olarak algılıyorlar. Onlara göre
bunlarm ötesinde başka birşey yoktur. Kadının yemek, içmek, giyinmek gibi maddi
ihtiyaçlarının yanında bunlardan daha önemli güzel bir söze, tebessüme, şefkate,
sevgi dolu ilişkilere ihtiyacı olduğunu düşünemiyorlar.
İmam Gazali evlilik hukuku ve ev hayatının adapları konusunda şunları
söylemektedir. Evlilik hayatı adab-ı muaşereden yoksun olarak devam edemez. Bu
adab-ı muaşereyi Kur'an ve Sünnet belirlemiştir.
Kadınlara güzel davranmak, ona eziyet etmemek, konusunda Allah Teala şöyle
buyurmaktadır:
"Onlarla güzel geçinin." 220
Kadınların hakkını tanzim konusunda da Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Ve onlar sizden sağlam teminat almışlardı." 221
"Yanınızdaki arkadaşa"222 buyrulmaktadır. Buradaki, arkadaş'tan kastın 'kadın'
olduğu söylenmiştir.
İmam Gazali şöyle demektedir. "Ben biliyorum ki, erkeğin kadınla güzel geçinmesi
sadece kadına eziyet yapılmaması anlamına gelmez. Erkek eşine kızdığında ve
sinirlendiğinde yumuşak olur. Allah Resulü (s.a.v)'e tabi olur. O'nun hanımları
bir sözü döndüre döndüre söylerlerdi, hatta onlardan bazısı bir gün bir gece
kendisiyle küserdi.
Peygamber (s.a.v) Hz. Aişe (r.anha)'ye şöyle diyordu: Ben biliyorum ki, senin
kızgınlığın senin razı olmandandır. Hz. Aişe (r.anha) şöyle buyurdu: "Nasıl
biliyorsun?"
Peygamber (s.a.v): "Çünkü hoşnutluk duyup razı olduğunda 'Muhammed'in ilahına
yemin olsun ki hayır!' diyorsun, kızdığın zaman da İbrahim'in ilahına yemin
olsun ki hayır!' diyorsun." Hz.Aişe: "Doğru söyledin ben sadece senin ismine
küsüyorum."
Gazalinin bahsettiği adaplar arasında şunlar da vardır: Kadınla şakalaşmak,
onunla oynamak bunların tümü kadının kalbini kazanmak içindir. Peygamber (s.a.v)
hanımlarıyla şakalaşırdı.
Hz. Ömer (ra) sert bir kişiliğe sahip olduğu halde şöyle söylüyordu. "Erkeğin
ailesine karşı çocuk gibi olması gerekir. Ama ailesi kendisinden birşey
yapmasını isteğinde bir erkek olduğunu anlasınlar."
Peygamber (s.a.v) dinin topluma yerleştirilmesi, islam toplumunun eğitimi,
içerde devletin güçlenmesi, dışarda devlete heran saldırmak için bekleyen
düşmanlara karşı İslam devletinin savunması sırasında üstün gayretlere ve
uğraşlara girmesine rağmen. Üstelik, Rabb'iyle devamlı irtibatlı olmasına,
oruçlarına, namazlarına, Kur'an okumasına ve zikirlerine hırsla sarılmasına
rağmen, bütün bunlar O'nun hanımlarıyla alakasını azaltmamıştı.
O (s.a.v) tüm bunlara rağmen hanımlarının üzerindeki haklarını yerine getiriyor,
onların insani yönleriyle, manevi yönlerini kesinlikle unutmuyordu.
İbn Kayyım şöyle demektedir. "Peygamber (s.a.v)'in hanımlarıyla yaşantısı şu
şekilde idi: Güzel geçinmek, samimi ilişkiler kurmak. Hz. Aişe (r.anha) ile
birbirlerine su atışarak oynarlardı. Hz. Aişe (r.anha)'nin kaptan içtiği yerden
kendisi de dudağını koyarak su içerdi. Onun etli kemik üzerinde yediği yerden
kendisi de yerdi."
Tüm bunları düşündüğümüz de, Peygamber (s.a.v)'in hanımlarına ne kadar değer
verdiğini görebiliriz. Hepsine aynı mesuliyet duygusuyla yaklaşıyordu. Peygamber
(s.a.v) bir yönden Hz. Aişe (r.anha) ile biraz daha fazla ilgileniyordu. Bunun
da sebebi vardı tabiki. Onun genç yaşta olması, çok genç yaşlarda iken onunla
evlenmesi, bir kadının erkekten istediği normal şeylerden daha fazla şeyleri
istemesinden kaynaklanıyordu. Bundan şunu kastedi- yorum, manevi ilişkiler, daha
fazla ilgi ve yakınlık beklemesi, daha derin duygu alışverişleri bu yaştaki
kadınların daha fazla bekledikleri birşeydir. 223
Eşler Arasında Cinsi İlişkiler
Soru
Bir defasında biz sizden şöyle birşey duymuştuk; dini konuları öğrenmede utanma
olmaz, dini bir konuda ne biliniyorsa .hem açıklanmalı hem de bilinmiyorsa
sorulmalıdır.
Simde ben de size, erkekle kadın arasındaki cinsi ilişkilerin nasıl olması
gerektiğini sormak istiyorum. Bu konu bizlerin arasında devam ede gelen bir
tartışma haline dönüştü. Çoğu kez bende aşırı istekler uyanıyor, bu nedenle
hanımımı istiyorum. O ise benim istediğim zamanlarda kaçınıyor, teklifimi
reddiyor. Bunun sebebi de ya yorgun olmasından ya da isteğinin olmamasındandır.
Ya da onun ileri sürdüğü her hangi bir takım sebepler aramızdaki bazı cinsi
ilişkilerin olmasına engel teşkil ediyor. Ben bu mazeretleri aramızdaki cinsi
ilişkilerin meydana gelmesine 'mani' olabilecek türden problemler olduğunu
düşünmüyorum.
Şeriat, hissi ilişkiler açısından kadın ve erkeğin uyması gereken bir takım
sınırlar çizmiş midir. Diyelim ki eşler karşılıklı cinsi ilişkilerinde
birbirlerine muhalefet etseler bunun şer'i hükmü nedir?
Bu nedenle eşimle ben bu meselenin halli için size danışmaya karar verdik.
Konuyla alakalı olarak şer'i hükümleri bilmek istiyoruz. Yeterli ve sadra şifa
açıklamalarınızı bekliyoruz. 224
Cevap
Dini konuları öğrenmede utanmamak gerekir. Bunda hiçbir tereddüte mahal yoktur.
Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha) Ensar kadınları hakkında şöyle söylüyor:
"Hayaları onların dinlerini öğrenmelerine mani olmazdı." Onlardan bazıları
öğrenmek için gerektiğinde; hayız, nifas vb. konuları soruyorlardı. Kimisi de
cünüplük, boşalma ve gusül hakkında sorabiliyorlardı.
Bu tür sorular karşılıklı konuşulması gereken türden sorulardır. Mektup yoluyla
cevap vermek ya da telefon yoluyla halledilebilecek türden sorular değildir.
Mescitlerde büyüklerin ve küçüklerin, evlilerin ve bekarların, yaşlı ve genç
kadınların bulunduğu ortamlarda dersler işleniyor. Bu derslerde, taharet
konuları, abdest konuları, gusül konuları, hayz konuları, nifas ve bunlara
benzer diğer fıkhı konular işlenir. Abdesti bozan şeyler arasında insanın her
iki yerinden çıkan pislikler, zekerin ellenmesi, kadına şehvetle veya şehvetsiz
olarak yaklaşılması, guslün vacipleri sırasında cima, ihtilam, istimna ve
bunların yanında cinsi konularla alakalı diğer hükümlerden bahsedilmektedir.
Mesela, tefsir ve hadis derslerinde cinsi münasebetle alakalı bir hadis veya bir
ayet geldiğinde ondan bahsedilir. Bir müfessirin ya da hadiscinin bu konulara
değinmeden geçmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir müfessirin ya da hadiscinin
Allah Teala'nın ya da O'nun Resulü (s.a.v)'nün konuyla alakalı hükümlerini
anlatmadan geçmesi kesinlikle caiz değildir.
Bu konuların anlatılmasında bazı çekingenliklerin olması da doğaldır.Çünkü
bilindiği üzere bu konudaki bilgiler, geniş, yaygın ve mahrem bir sahaya
serpilmişlerdir. Bunanla beraber konu dinin üstünlüğüne, mescidlerin heybetine
ve alimlerin vakarına gölge düşürecek boyutta da değildir.
Asrımızda cinsi eğitime önem verenler, cinsi eğitimin kapalı bırakılmadan,her
yönüyle anlatılması taraftarıdırlar.
Kardeşimizin açıklanmasını istediği hükmün fetvasına gelince;eşler arasındaki
cinsi ilişkiler, evlilik hayatında tesirleri ve bir takım ciddi yönleri olan
konudur. Gerekli önemin verilmemesi ve konumunun dışına çıkılması neticesinde
hayatın sıkıntılara ve zorluklara sürüklenmesine sebep olabilir.
Bazı insanlar dinin bu yöne gerekli ehemmiyeti vermediğini düşünürler. Bazıları
da dinin bu yöndeki eğitim ve yönlendirmelere girmekten daha yüce bir konuma
sahip olduğunu düşünürler.
Gerçekte İslam, insan hayatının hissi yönlerine ilgisiz bir din değildir. İslam
dininin bu konuyla alakalı emirleri ve yasakları vardır.
1) İslam öncelikle, cinsel arzuların fıtri olduğunu, insanın asli ihtiyacı
olduğunu, bazılarının bu konuda aşırı istekleri olabileceğini veya bazılarının
da cinselliği çirkin ve pis bir istek olarak görebileceklerini göz önünde
bulundurmuştur. Bu nedenle Peygamber (s.a.v) ashaptan, cinsi ilişkiden tamamen
uzaklaşmaya çalışanlara şunları söylemiştir. "Ben Allah'ı sizden daha iyi
biliyor ve sizden daha fazla O'ndan korkuyorum. Ancak ben hem namaz kılıyor hem
uyuyorum, hem oruç tutuyorum hem tutmuyorum, kadınlarla da evleniyorum. Kim
benim sünnetimi terkederse benden değildir."
2) Aynı zamanda evlendikten sonra bu güdülerin tatmin edilmesi konusunda her iki
cinsin haklarını da tesbit etmiştir. Cinsi ilişkinin Allah'a yakınlık ve O'na
ibadet olduğunu tesbit etmek suretiyle evli çiftler arasında bu amelin
yapılmasını teşvik etmiştir. Bir sahih hadiste şöyle geçmektedir. "Sizin
fercinizde (üreme organınızda) bir sadaka vardır." Sahabe şöyle dedi: "Bizden
biri (hanımına) şehvetle yaklaşırsa onun için de bir ecir var mıdır?" Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Evet, onu haram yollar için kullansaydı kendisi için
bir günah olmayacakmıydı? Helal yolda kullandığından dolayı da bir ecir vardır.
(Bu konuda) şerrin olabileceğini düşünüyorsunuz da hayrın olabileceğini
düşünemiyor musunuz?"225
İslam, fıtratı gereği erkeğin {cinsel ilişkiyi) isteyen, kadının da istenen
olduğunu kabul eder. Erkek kadından daha isteklidir. Kadının cinsi yönüne olan
dayanma sabrı oldukça azdır. Bazı kimseler kadının şehvetsel isteğinin
erkeğinkinden kuvvetli olduğunu iddia etseler de yaşanan vakıalar bunun tersini
göstermektedir.
a) Bu sebeplerden dolayı, erkeğin cinsi isteklerinin kadının cinsi isteklerinden
ağır basması sebebiyle karı-koca ilişkilerinde kadının kocasının bu yöndeki
isteklerine boyun eğmesini ona gerekli kılmıştır. Bu konudaki hadis şöyledir:
"Erkek hanımını (cinsel) ihtiyacı için çağırdığında hemen gelsin."226
b) Kadınların mazeretsiz olarak kocalarını reddetmeleri yasaklanmıştır, Böyle
bir durum erkeğin sinirlenmesine ve arzularının körelmesine sebep olabilir.
Hatalı davranışlara ve düşüncelere sebep olur. Sarsılmasına en azından
sinirlerinin gerginleşmesine yol açar. "Koca karısını yatağına çağırır ve karısı
da buna karşılık vermez ve kocası ona kızgın olarak gecelerse; melekler ona
(kadına) sabaha kadar lanet ederler."227
Ancak bütün bunlar, kadının hastalık, takatsizlik veya şer'i bir özür vs.
türünden bir mazereti olmadığı zamanlar için geçerlidir.
Kocanın da bu durumlara dikkat etmesi gerekir. Nitekim Allahu Teala -ki kulları
yaratan, onların rızıklarını veren ve hidayet eden odur- özür anlarında
kullarının yükümlülüklerini kaldırmıştır. Kullara yakışan ise buna uygun
davranmaktır.
c) Böylece mevzumuzu kadının nafile oruç tutmasının kocasının iznine tabi
oluşuyla tamamlayalım. Çünkü kocasının hakkını gözetip, buna riayet etmesi
nafile oruç sevabından daha önemlidir.
Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kocası
yanındayken onun izni olmadan hanımı için oruç tutmak yoktur."
"Buradaki oruçtan murad, başka bir hadisde e ifade edildiği gibi "nafile
oruç"tur.
3) İslam şehevi dürtüleri, erkek açısından dikkate aldığı gibi, bu işin kadınla
ilgili yönünün de, yaradılışından gelen kadınlık vasfını dikkate almak suretiyle
gözetmiştir.
Bundan dolayı Resulullah (sav), ashabtan Abdullah bin Amr'ın, "Gündüzleri
oruçla, geceleri de namazla geçireceğim" demesine karşılık; "Nefsinin ve ailenin
senin üzerinde hakları var" demiştir.
imam Gazali şöyle diyor: "Kişinin her dört gecede bir hanımına yaklaşması
gerekir. Bu adalete en uygun olandır. Eğer dört hanımı varsa, o zaman bu Ölçü
değiştirilebilir. Evet, karısının isteklerini gözetmek suretiyle bu süre
uzatılabileceği gibi kısaltılabilir de. Bu işin hanımının, iffetini koruyacak
şekilde gözetilmesi, kocanın üzerine vaciptir.228
4) Ayrıca İslam, erkeğin, hanımının duygu ve isteklerine önem vermeksizin,
bütünüyle kendi arzularını gözetmesini hoş karşılamamıştır.
Bu sebeple, bir hadis-i şerifte, eşlerin karşılıklı oynaşma ve öpüşmeyle
birbirlerini cinsel birleşmeye hazırlamaları söz konusu edilmiştir. Bu sayede,
yaptıkları sırf çiftleşmekten ibaret olan hayvansal bir birleşme olmasın.
Birçok İslam alimi ve hukukçusuna göre; eşlerin karşılıklı birbirlerini cinsel
yönden uyarmalarında -pekçok evli çift bundan gafil olsalar da- bir beis veya
günah yoktur.
Fıkıh ve tasavvuf alimi, Hüccetü'l İslam Ebu Hamid el-Gazali, takva ve vera
ehlinin hallerini ve cennet yolunun yolcularını resmettiği kitabı "İhya"da bu
konuda, "Cinsel birleşmenin bazı edepleri" başlığı altında şunları söylemiştir:
"Bu işe Allahu Teala'nın ismiyle başlamak müstehabdır. Nitekim Resulullah (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Sizden biri eşiyle birleşeceği zaman "Ey Allahım, şeytanı
bizden ve bize rızık olarak vereceğin (çocuk)den uzaklaştır" desin. Bu durumda
eğer Allah onlara çocuk- verirse, şeytan ona zarar veremeyecektir."229
"Kişi, eşini ve kendisini örtsün. Yumuşak, hoş (güzel), nazik sözlerle ve
öpücüklerle başlasın" meselesine gelince;
Resulullah (sav) şöyle söylüyor: "Sizden biri eşiyle hayvanlar gibi birleşmesin.
Araya elçi (vesile) kılsın."
Denildi ki: "Elçi nedir? Ya Resulullah!"
Resululah (sav) şöyle buyurdu: "Öpüşme ve konuşmadır."
Yine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Üç şey erkeğin acziyetindendir."
Peygamberimiz bu üç şeyden birisini de şöyle ifade etmiştir: "Bu bir erkeğin,
hiç konuşmadan, oynaşmadan ve sevişmeden hanımıyla birleşmesi, kendi ihtiyacını
giderdikten sonra da hanımının durumunu dikkate almadan ayrılması (onun
acziyetinden) dir.230
Gazali diyor ki: "Kişi isteğini giderdikten sonra, aynı şekilde karısına da
ihtiyacını karşılayıncaya kadar imkan tanımalıdır. Karısının boşalması biraz
daha geç olabileceğinden, onun durumuna göre kendisini ayarlamalıdır. Birden
bire ayrılması hanımına eza olur. Boşalma anındaki uyumsuzluk, tatminsizliğe
sebep olur. Genelde koca erken boşalmaktadır. Boşalma anındaki birliktelik kadın
için en elzem olanıdır. Koca yalnızca kendisini düşünmesin, karısını da
düşünsün. Karısı, çekindiği için bu konuları ona söyleyemeyebilir."
Gazali'nin görüşlerini naklettikten sonra, şimdi de konuyla ilgili olarak, büyük
İslam alimi İbn Kayyım'ın "Za'dü'l Mead" isimli eserinde, "Eşler Arasındaki
Cinsel İlişkide Nebevi Yol" başlığı altında zikrettiklerine bakalım. Burada
cinsellikle ilgili olarak, dini zorlamaların, ahlaki ayıpların, toplumsal
eksikliklerin -özellikle asrımızda bazı çevrelerin İslam'a eleştiri olarak
ortaya attıkları eksikliklerin- konunun dışında tutulduğunu görürüz.
İbarede şöyle geçiyor: "Evlenmek ve eşler arası cinsel münasebetler hakkında en
güzel örnekleri Hz. Peygamber (sav) vermiştir. O sıhhatli bir birlikteliğe
dikkat etmiş, gönül hoşnutluğunu ve haz almayı gözetmiştir. En önemlisi
evliliğin üzerine bina edildiği maksatları elde etmeye gayret etmiştir.
Evlilikte cinsel ilişkinin varlığının, üç temel hedefi vardır.
Birincisi: Nesli muhafaza etmek. Ve insanın bu alemde Allah'ın taktir ettiği
noktaya varmasının gerçekleşmesi.
İkincisi: Vücudda biriktirilmesi ve hapsedilmesi zararlı olan sıvının dışarı
atılması.
Üçüncüsü: Tatmin olmak, zekv almak ve nimetten faydalanmak.
İbn Kayyım şöyle devam etmiştir: "Faydalardan bazıları da şunlardır: "Gözü
muhafaza etmek, nefse hakim olmak, haramlardan iffeti koruyabilme gücünü
kazanmak ve kadın açısından da bunları temin etmek. Bu şekilde insan hem
dünyasına hem de ahiretine faydalı olur. Ayrıca eşine de faydalı olur. İşte bu
yüzden Resulullah (sav) de "Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi"
buyurmuştur."
İmam Ahmet bin Hanbel'in, "Kitabu'z-Zühd"ün'de bu hadise güzel bir ziyade
vardır: "Yemeğe, içmeye karşı sabırlı ol, ama hanımlarınla cinsel ilişkiye
değil."
Resulullah (sav) ümmetini evlenmeye teşvik etmiştir: "Evlenin! Çünkü ben sizin
çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı övünürüm." Yine şöyle demiştir: "Ey gençler,
sizden evliliğe imkan bulan evlensin. Çünkü böyle yapmak, gözü sakınmanın ve
ferci korumanın en iyi yoludur." Hz. Peygamber, Cabir (r.a) dul bir hanımla
evlenince şöyle demişti: "Senin onunla, onun da seninle oynaşacağın bir bakire
yok muydu?"
Sonra İbn Kayyım şöyle demiştir:
"Eşler arasında, oynaşmak, öpüşmek ve emmek, cinsel ilişkiye başlamanın
gereklerindendir. Resulullah (sav) da hanımlarıyla oynaşır ve onları öperdi."
Konuyla ilgili olarak Ebu Davud'da şöyle bir rivayet vardır.
"Nebi (sav), Aişe (ra)'yi öper ve dudaklarını emerdi." Cabir bin Abdullah
(ra)'dan ise şöyle bir rivayet gelmiştir:
"Hz. Peygamber (sav) oynaşma olmadan cinsel birleşmeyi nehyetmiştir."231
Bütün bunlar bize, İslam fukahasının bu tür konuların çözümlerinde "mutaassıb"
ve "tutucu" olmadığını bilakis, asrımızın tabiri ile "ileri görüşlü" kişiler
olduklarını göstermektedir.
Sözün özü şudur: Şüphesiz İslam, eşler arasındaki cinsel ikişkiyi ihmal
etmemiştir. Kur'an-ı Kerim, Bakara suresinde, iki ayrı yerde aile hayatının
tanzimiyle ilgili olarak şöyle buyuruyor:
Birincisi: Oruçtan bahseden ayetin konuyla ilgili yönüdür. Allahu Teala
buyuruyor:
"Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin
elbisenizdir, siz de onların elbisesisinîz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte
olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul edip sizi affetti. Artık şimdi onlara
yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazıp taktir etmiş olduğunu arayın. Şafağın
beyaz ipliği siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yeyin için, sonra ta gece
oluncaya dek orucu tamamlayın. Mescidlerde ibadete çekilmiş iken kadınlara
yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır." 232
Eşler arasındaki münasebeti anlatmak için, Allahu Teala'nın, "Onlar sizin için
elbise, siz de onlar için elbisesiniz" ifadesinden daha güzel, daha mükemmeli ve
daha isabetlisi yoktur. Burada güzellik, beğeni, bağlılık, sıcaklık, güven ve
mahremiyet gibi anlamlarla, eşler arasında karşılıklı ilişkinin gereği
olabilecek herşey "elbise" tabiri ile karşılanmıştır.
ikincisi, Allahu Teala'nın şu kavlidir:
"Sana adet görmeden soruyorlar. De ki: "O eziyettir." Adet halinde kadınlardan
çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah'ın
emrettiği yerden onlara varın. Allah tevbe edenleri sever; temizlenenleri de
sever. Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz, öyle
varın. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı
bilin (Ey Muhammed) inananları müjdele." 233
Pekçok hadis-i şerifte -birinci ayette geçen- "Kadınlardan çekilmek" ile ilgili
olarak gelen malumatlardan bunun "cinsel ilişkiden uzak durmak" olduğu
anlaşılıyor. Bu, hayatın çeşnisi olabilecek öpme, sarılma ve dokunmaya mani
değildir. Aynı şekilde ayette geçen "nasıl dilerseniz" tabirinden kasıd; cinsel
ilişkiye, dilediğiniz şekilde ve nasıl istiyorsanız öylece devam edin. Bu daha
önceki ayetteki öpüşme konusunun bir benzeridir.
Konuyla ilgili öğretiler (yol göstermeler) İslam'ın temel esaslarını içinde
bulunduran Kur'an-ı Kerim'de pek çoktur.
Başarı Allah (cc)'dandır. 234
Hülle Nikahı
Soru
Dört çocuk sahibi, evli bir kadın bazı sebeplerden dolayı kocasından
ayrılmıştır. (Üç talakta gerçekleşmiş). Daha sonra iki taraf tekrardan evlilik
hayatına dönebilmek için, kadının bir haftalığına başka bir erkekle hülle nikahı
ile nikahlanması yoluna gitmeye karar vermişler. Bu şekilde kıyılan nikahın bir
değeri var mıdır? Ve şer'an böyle bir yöntem caiz midir? 235
Cevap
Şüphesiz hanif İslam dini, nikah aktini sağlam bir ahid olarak belirlemiş ve
koruma altına almıştır. Evlilik hayatının, karşılıklı saygı esasına dayalı
olarak ve istikrarlı bir şekilde devam ettirilmesi benimsenmiştir.
Nitekim bu hayata giriş bir takım, kaide ve şartlara bağlanmış. Allah katındaki
kıymetiyle paralel olarak ve tehlikelerden korunmasını sağlayacak şekilde,
sağlam temellere oturtulmuştur.
Aynı şekilde bu hayattan çıkışta bir takım merhalelere ve girişimlere bağlı
olarak ve gerekli şartların tahakkuk etmesi ile gerçekleşebilir. Böylece bir
anlık ahmaklıkların, kızgınlıkların ve aşırılıkların evlilik hayatına zarar
vermesinin engellenmesi amaçlanmıştır.
Bu durumu Resulullah (sav) şöyle ifade ediyor: "Alah'ın en ziyade kerih gördüğü
helal boşanmaktır" ve "Gerçek bir terbiyesizlik dışında kadını boşama yoktur."
Buradaki terbiyesizlik; önü almamayacak ve sabredilmesı mümkün olmayan haddi
aşma hali yani "Kötü ahlaklı olması" durumudur.
Evliliğe sarılmayı emreden naslara gelelim. Allahu Teala hoşa gitmeyen olaylar
olsa bile evliliğe devam etmeyi emrediyor:
"Eğer onlardan hoşlanmazsanız, (biliniz ki) sizin hoşlanmadığınız bir şeye
Allah, çok hayır koymuş olabilir."236
Nitekim daha önce Resulullah (sav)'in bir hadis-i şerifinden hareketle
alimlerin, kızgınlık anındaki boşamaların geçersiz olduğunu söylediklerini
zikretmiştik. Hz. Peygamber'in (sav) sözleri şu şekilde idi: "Öfke anında
boşamak ve azad etmek yoktur." Hadiste geçen (iğlak) durumu kişinin kasıtlı veya
kasıtsız her halükarda başına gelebilecek bir durumdur.
Tercümanü'l-Kur'an olarak bilinen İbn Abbas (ra) şöyle söylüyor: "Boşanmak
niyetle ilgilidir." Öyle ki bu niyet kişinin şuurlu davranışları neticesinde
ortaya çıkmalıdır. Her türlü imkanlar denendikten sonra, en son çare olmalıdır.
Daha önce geçen hadisi şerifin ışığında ortaya çıkan bir gerçek; öfke anında
veya olağan dışı durumlarda ağızdan çıkan boşama sözlerinin bir değeri
olmadığıdır. Çünkü insan böyle durumlarda düşünmeden konuşur. Aslında ciddi
olarak niyetli olmadığı bazı işler yapabilir. Saçmalıklar işleyebilir. Sonra da
olaylara kendisi dahi şaşar kalır.
Bu noktada, soru soran kardeşimize şunları söyleyebiliriz; şüphesiz eşler
arasında kızgınlık neticesinde ortaya çıkan boşama durumu geçerli değildir. Bu
nedenle de halen eşler birbirlerine helaldir. Ve bu evliliğin devamı için, onu
haram kılan sebepleri ortadan kaldırmak düşüncesi ile bir takım yollar aramanın
hiçbir manası yoktur.
Çünkü evlilik hayatı kesilmemiştir ki, onu tekrar bağlamak için bir takım
çözümlere ihtiyaç olsun. Eşler arasında daha önce meydana gelmiş benzer
durumların hükmü de bu minval üzeredir.
Öncesi iki talakla, bu son talak bu türden boşamalardır. Geçerli kabul
edilmezler ve eşler arasında boşanmaya sebep olmazlar.
Eşler arasında cereyan eden durum şunlardan biri ise, mesela; "falanca ile
konuşursan" veya "falancanın evine gidersen" ya da "evden dışarı çıkarsan" veya
"şu işi yaparsan..." seni boşarım! Sonra da kocanın belirttiği bu durumlardan
birisini kadın yaparsa, mesela, konuşma dediğiyle konuşursa, gitme dediği yere
giderse, evden dışarı çıkarsa, yapma dediğini yaparsa... boşama gerçekleşmez.
Eğer koca bu husuta yemin etmiş ise bu da geçerli değildir. Böyle bir durumda
talak gerçekleşmez.
Yaygın olarak eşler arasında meydana gelen boşanmalar bu şekildedir. Yani
evlilik akdine tesir etmeyen, onu bozmayan davranışlar. Bizler boşanmanın
gerçekleşmediği durumları bilmediğimizden dolayı, bu tür olayları da şer'i talak
zannediyoruz. Oysa bu doğru değildir. Bu noktada her iki tarafa da sormak
istiyorum. Kadın hayızlı olduğu zamanlarda boşama geçer li midir? Veya temizlik
döne- minde olduğu, fakat kocası ile cima (cinsi münasebet) yaptığı zaman
boşanma geçerli olur mu?
Koca, hanımını hayız döneminde boşamaya kalkışsa bu bid'i talak olur. Aynı
şekilde temizlik döneminde ve cinsel birleşmeden sonra boşarsa bu da, bid'i
talak olacaktır. Talak'ı bid'inin de İslam şeriatında yeri yoktur. Pekçok İslam
alimi böyle bir boşamayı kabul etmemişler ve geçerli saymamışlardır.
Bu karı-kocaya tavsiyemiz, daha önceki boşanma olduğunu zannettikleri olaylara
baksınlar. Bunlar her seferinde ciddi niyet taşıyorlar mı? Yani düşünerek,
taşınarak ve isteyerek mi yapmışlar? Evliliklerin devamı için sarfedilen
gayretler netice vermemiş ve ondan sonra da ayrılığa mı karar vermişler? Ve yine
boşanmayı, eksisini, artısını iyece düşünüp gerçekleştirdilerse o zaman da bunun
bid'i mi, sünni mi olduğuna baksınlar. Bütün bu açılardan boşanma zannettikleri
şeyi değerlendirsinler. Eğer talak, sünni ise ve ciddi bir karar neticesinde
meydana gelmişse, artık kadın bain talakla boşanmış olur. Buna "Beynune Kubra"
denilmektedir. Kadın bir başka erkekle evlenip ayrılmadığı sürece de eski eşler
bir araya gelemezler.
Hülle nikahına gelince, bu caiz değildir ve zina yapmak gibidir. Resulullah
(sav) hülle yapan iki tarafa da lanet etmiştir. Hülle yapmak için alet olan
erkeğe, Resulullah (sav); "Sahte boynuzlu" demektedir. Bu kardeşimize ve
herhangi bir başka müslümana böyle bir günaha bulaşmak yakışmaz.
Ancak, eğer meydana gelen talaklardan bazılarının bid'i, bazılarının da sünni
olması gibi bir zan varsa, o zaman bilinsin ki sünni talakın dışında hiçbir
talaka itibar edilmez. Soruda belirsizlikler de vardır. Bu nedenle fetva vermek
yanıltıcı olabilir. Onun için biz burada hülle yapmanın haramlığı üzerinde
duracağız. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Erkek tekrar boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan
kendisine helal olmaz."237
Allah (cc), "başka bir erkekle nikahlanıncaya kadar..." demedi. Evleneceği
kişiyi açıkça "koca" olarak isimlendirdi. Erkek, sürekli olacak bir şer'i nikah
aktine niyet etmedikçe "koca" olamaz. Ve Allahu Teala'nın şu kavlinde belirttiği
lütufta gerçekleşmiş olmaz:
"Onun ayetlerinden biri de, size kendi nefislerinizden, kendileriyle sükun
bulacağınız eşler yaratmasıdır.238
Bu nedenle mehir tayini, yaşanılacak bir yuvanın hazırlanması gibi işler,
herkesin bildiği ve ciddi şekilde meydana getirilen bütün evliliklerde olması
gereken doğal işlerdir. Hiç şüphe yok ki, kardeşimiz hülle nikahında, yukarıda
saydığımız işlerden hiçbirisini yerine getirmeyi düşünmüyordur. Çünkü o bu
evliliği sadece, eski eşine kavuşmak için bir vesile olarak görüyor.
Umarım bu anlattıklarımızla, Allah (cc)'ın dininde helal hükmünün kapsamı da
yeterince ortaya çıkmış olur. 239
İddet Esnasında Kadının Uyması Gereken Hususlar
Soru
Körfez bölgesinde kocası vefat eden kadın hakkında garip inançlar vardır bu
inançlara göre iddet esnasında kadının uyması gereken bazı görevleri olduğu gibi
kendisine yasak olan bazı işlerde vardır.
Örneğin bu inançların bir kısmı şöyledir kocası ölen kadın hiçbir erkekle
konuşamaz erkekte kendisi ile konuşamaz onun bulunduğu meclise giremez hatta
bırak akrabaları ve komşularını; kocasının çocukları (üvey evlatları) ve
yeğenleri gibi mahremleriyle bile bir arada bulunamaz.
Dahası bu kadın yanlışlıkla bile başka erkeğe bakamaz bakarsa gusletmesi
gerekir.
Hatta daha da enteresanı kocası vefat edip iddet bekleyen kadın gökteki aya
bakamaz tuz ve baharata dokunamaz ayağını toprağa basamaz.
İddeti bitince ise baygın bir şekilde denize bakarak alınması lazım vs.
Şeriatımızda böyle adetlerin aslı var mıdır? 240
Cevap
İslamdan önceki ümmetlerin bu konuda değişik adetleri vardır. Hatta bazılarına
göre kocası ölen kadın kocasının hakkını verebilmek için hayatta kalmamalı
onunla birlikte ölmek için cüssesini yakmalıdır.
Bazıları ise bu kadar ileri gitmemiş ancak birinci kocası öldükten sonra kadının
başka bir erkek hakkında evliliği düşünmesini, yeni bir aile mutluluğuna
erişmesini çiçeği burnunda gençlik yıllarında bile olsa velevki önceki kocasıyla
bir gün yaşamış olsun yasaklamışlardır.
Cahiliyye devri araplarında böyle bir durumla karşı karşıya kalan zavallı kadın
hakkında bir dizi garip örf ve adetleri vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
Birincisi: Buhari Ebu Davud ve Nesei İbni Abbas (ra)'tan şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir:
"O dönemde böyle bir hal ile karşı karşıya kalan kadın hakkında kararı ölü
sahipleri verirdi bazıları dilerse onunla kendi evlenir dilerse başkalarıyla
evlendirir dilerse de hiç evlendirmezlerdi neticede söz hakkı kadının ailesinin
değil erkeğin ailesinindir."
İbni Ebi Hatem Yezid bin Eslem'den şu haberi aktarmıştır: Medine ehlinin
cahiliye dönemindeki adetlerine göre kocası ölen kadının söz hakkı erkeğin
malının mirasçısına kalırdı, ya kendisini evlenene kadar bekletir ya da istediği
kişiyle evlendirirdi.
Bu ve benzeri adetler devam ederken Allah (cc.)'nun şu ayeti nazil olmuştur.
"Ey iman edenler istemedikleri halde kadınlara zorla vasir olmanız size helal
değildir açık bir hayasızlık yapmadıkça onlara verdiğinizin bir kısmını alıp
götürmeniz için onları sıkıştırmayın onlara iyilikle muamele edin eğer onlardan
hoşlanmıyorsanız olabilirki hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah sizin için çok
hayır takdir etmiştir." 241
İkincisi: Kocası geride ne kadar büyük servet bırakırsa bıraksın ve kadın
nafakaya ne kadar muhtaç olursa olsun karısının bu mala miras hakkı yoktur
tabiatiyle kadın bir toplumda hayvan eşya ve kendisine konulan miras malı gibi
görüldüğü, mirasçı olacak insan yerine konulmadığı zaman bu gibi hadiselere
şaşmaya gerek yoktur. O dönemlerde araplara göre kadının miras hakkı yoktur.
Çünkü onların miras hukukuna göre miras hakkı silah kuşanan ve himaye edilmeye
ihtiyacı olmayan kimselerin idi bu vasıflara da sadece erkekler sahipti kadın ve
çocuklar değil.
Tefsirciler bu konuda Ma'n bin
asımın kızı kebişenin kıssasını anlatırlar rivayete göre bu kadının kocası
Ebulkays bin Eslef vefat etmişti oğlu ise kendisine zorluk çıkartıyordu. O
Resulullah (sav)'e gelerek ey Allah'ın elçisi kocama mirasçı edilmediğim gibi
evlenmemede müsade edilmedi deyince yukarıdaki ayeti kerime nazil olmuştur.
İbni kesir derki ayet cahiliyye dönemini kapsadığı gibi o döneme ait olan
adetleri adet edinen her dönemede şamildir.
Halbuki islam dini kocası vefat eden kadını her zaman dörtte birle sekizde bir
arasında mirasçı kılmıştır kendisine kocasının zürriyeti varsa sekizde bir,
yoksa dörtte bir hisse vermiştir.
Üçüncüsü: Cahiliye de kocası ölen kadına kötü bir yere girmesi kötü elbiselerini
giymesi iyi şeylere dokunmaması tam bir sene süslenmemesi emredilirdi. Tam bir
sene tamamlandıktan sonra kendisine bir takım manasız örf ve gelenekler
uygulanırdı hem öyle adetlerki köpeğin uğradığı tersi alıp atmak eşek ve koyun
gibi hayvanlara binmek gibi tamamen cahiliyyenin alçak ve değersiz işlerinden
ibaret olup sapıklıktan ileri gitmemektedirler.
İslamda kocası ölen ve iddet bekleyen kadının yapması gerekenler: İslam gelince
gerek kadının kendi ailesinden gerek kocasının ailesinden ve gerekse toplumdan
kendisine yöneltilen zulüm ve işkencelerin her türlüsünü ortadan kaldırmış ve
kocası öldükten sonra kendisine ancak şu üç görevi yüklemiştir. Îddet beklemek
süslenmemek ve evde beklemek (ihtiyaçlarının haricinde dışarı çıkmamak)
1) İddet beklemekten maksat kadının beklemesi, hamile değilse dört ay on gün
evlenmemesi, hamile ise çocuğunu doğurana kadar evlenmemesidir.
Dikkat edilirse hamileliğin dışındaki iddet burada normal boşama ile gereken
iddetten (ki bu iddette 3 adet veya 3 aydan ibarettir) biraz daha fazladır bunun
sebebi ise koca öldükten sonra hem hanımında hemde ailesinde boşama ile meydana
gelmiyecek şekilde üzüntü ve keder eserleri bırakmıştır tabiatıyla bu müddet
biraz daha fazla olmalı ki hem hanımının hem de ailesinin ızdırabı dinsin üzüntü
eserleri kaybolsun.
2) Kocası ölen kadının yas tutmasına gelince bundan kastedilen normalde her
kadının kocasına süslenmesi için kullandığı kühül ve boya çeşitlerini, güzel
kokuları ve güzel elbiseleri terk etmesidir.
Bunun delili ise Sahihayn'de242 müminlerin anneleri Ümmi Habibe ve Zeynep binti
Cahş (ra)'dan riyayet edilen hadistir. Bu rivayete göre Resulullah (sav)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kadına ölü ardından üç geceden fazla
yas tutması helal değildir, kocası hariç zira onun ardından dört ay 10 gün yas
tutabilir."
Yine Buhari ve Müslim'de Ümmü Seleme'den riveyet edilmiştir ki, bir kadın
Resulullah (sav)'a şöyle sordu: "Ey Allah'ın Resulü kızımın kocası vefat etti,
şimdi gözü rahatsızlandı, sürme çeksin mi?" Peygamber efendimiz (sav), "Hayır"
buyurdu. Kadın iki ya da üç defa sormasına rağmen, "Hayır" buyurdu. Daha sonra
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ama bu yas sadece 4 ay 10 gündür.
Halbuki sizden böyle bir hal ile hallenen herbiriniz cahilliyyede 1 sene
bekliyordunuz."
Yine Sahihayn'de var olan bir başka hadiste Resulullah (sav) Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Hiç bir kadın üç günden fazla yas tutmaz ama kocası hariç zira
kocasına dört ay ongün yas tutar, bu esnada aseb elbisesi hariç süs için
boyanmış elbisede giyemez ve sürme çekemez o kadın güzel kokuda süremez ancak
hayızdan temizlendiği sıralarda bir parçacık kast yahut zıfar sürebilir buyurdu.
Hadisteki "Asb" dan maksat asbla boyanmış yemen kumaşıdır. Yine Ebu Davud'un
rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (sav) Efendimiz, kocası ölen kadın
hakkında şöyle buyurmuştur: "O kadın aspur ve kırmızı boya ile boyamış elbise
giyemez. Aynı şekilde süslü elbise de giyemez kocası ölen kadın kına yakamaz
sürmede çekemez."
Yine Ebu Davud'un rivayet ettiği başka bir hadiste Resulullah (sav) Efendimiz
kocası ölen kadın hakkında şöyle buyurmuştur: "Koku ve kına ile taranmaz, zira
bunlarda boyanmanın bir çeşitidir." Bunun üzerine kadın, "Ya ne ile taranayım?"
diye sorunca o şöyle buyurdu: "Sidir ile başını köpükle ve taran. (Sidir köpük
veren ve temizlik için kullanılan bir ağaçtır)."
3) Kocası ölen kadının yapması gereken üçüncü görevi de kocasının olduğu evden
ayrılmaması ve iddet müddetince evi boş bırakmamasıdır. Nitekim Ebu Said El
Hudri'nin kız kardeşi Feria Binti Malikten rivayet edilmiştir ki; "Bu kadın
Resulullah (sav)"a gelerek kocasının kölelerini aramak amacıyla çıktığını,
dönüşte ise bu köleler tarafından katledildiğini bildirerek kendisine, "Aileme
döneyim, zira kocam beni sahip olmadığım bir evde terketti. Hem benim geçimim
için nafakam da yoktur" şeklinde halini arz ederek izin istedi. Bunun üzerine
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "İddetin bitene kadar evinde bekle.
Bundan sonra 4 ay 10 gün iddetini evinde geçirdi."243 Çünkü bu kadının üzerine
vacib olan sınırlı hareketler doğrultusunda evinde kalması daha doğru olacağı
gibi şüpheden daha uzak ve ölünün yakınlarınında daha huzurlu olmasına sebep
olacaktır.
Ancak ilaç ve evine lazım olan ihtiyaçlarını satın alacak kimse olmadığı
taktirde bu ihtiyaçları gidermek amacıyla evinden çıkması ve okula doktora
hemşireye vs. kadınlara mahsus özel işlerine gitmek amacıyla evinden çıkması
caizdir. Ancak gündüz ihtiyacını gidermek amacıyla çıktığı zaman gece çıkamaz.
Nitekim Mücahid'den gelen rivayete göre Uhut Savaşı'nda şehit olan erkeklerin
hanımları Resulullah (sav)'e gelerek, "Ey Allah'ın elçisi, biz gece korkuyoruz,
birimizin evinde geceleyebilir miyiz, sabah olunca hemen evimize gideriz"
dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (sav)şöyle buyurdu: "içinizden birinizin yanında
istediğiniz kadar oturun konuşun. Ancak uyumak istediğiniz zaman herkes evine
gitsin"
Çünkü geceleyin çıkmak genellikle şüphe ve töhmete sebep olur. Bu yüzden
zaruretin dışında çıkmak caiz görülmemiştir. Kocası ölen kadın mescide namaz
kılmaya, hacca, umreye ve benzeri ibadetlere de çıkamaz. Çünkü haccın vakti
geçmez ama iddet vakitle kayıtlı olduğundan geçer. İşte iddet bekliyen ve matem
tutan kadından beklenen şeyler bu üç maddede toplanmıştır.
Tabiatıyla bu üç madde paralelinde diğer insanların da uymaları gereken bir
takım görevleri vardır. Mesela iddet bekleyen kadın, iddeti esnasında evlenmek
amacıyla açıkça istenemez. Ama ima yoluyla ve kapalı sözlerle istenilebilir.
Kur'anı Kerim'de bu gerçeği şöyle beyan etmiştir:
"İddet bekliyen kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya bu
isteği içinizden geçirmenizde sizin için bir günah yoktur. Allah onları yakında
anacağınızı bilmektedir fakat onlarla gizlice vaatleşmeyin ancak meşru bir
şekilde konuşmanız müstesnadır iddet bitinceye kadar nikah akdine de
kalkışmayın. Bilin ki, Allah gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan
sakının. Şunu iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak Olandır"
244
İşte bu ayet kocaları ölen kadınlar hakkındadır hem ayet ima ve işaret yoluyla
evlenme teklifinin günahını ortadan kaldırmaktadır. İma yoluyla evlilik,
örneğin: "Benim evlenmeye ihtiyacım var. Saliha bir kadın arıyorum" ve buna
benzer kadına evlenme teklif edildiğini anlaştıracak sözler sarf etmesiyle olur.
Aynı şekilde bu ayet insanın içinden geçirdiği evlilik isteğininde günahını
ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insan kalbine ve nefsinin düşüncelerine malik
değildir. Kocası ölen kadın için yasak olan sadece onu açıkça istemek, veya
onunla gizlice sözleşmektir. Çünkü bunlar beraberlerinde şüpheyi getireceği gibi
bu lafların etrafında da şaiyalar yayılır. Ancak meşru bir şekilde konuşmasında
ise hiçbir beis yoktur.
"Kitap eceline ulaşınca" bu söz iddetin bitmesinden kinayedir. Artık kadın
dilediğiyle evlenme konusunda dilediği gibi evinden çıkma hususunda dilediği
gibi giyinme ve süslenme konularında hür olmuştur. Bu andan itibaren onunla
evlenmek isteyenler de kinaye yoluyla değil, açıkça bu teklifi kadına
iletebilirler ve isterse hemen nikah akdini gerçekleştirebilir (kadın kabul
ettiği taktirde) Allahu Teala buyuruyorki:
"Sizden ölen ve geride eş bırakan erkeklerin eşleri dört ay on gün iddet
beklerler iddetlerini tamamlayınca kendileri için meşru bir surette yaptıkları
işlerde size bir günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”245 Kocası
ölen kadın iddetini tamamladıktan sonra eskiden yapılan yaptığı, veya
bazılarının hala yapmakta olduğu hiç bir şeyi yapması kendisinden istenemez.
İşte tüm bu beyanlardan anlıyoruz ki körfez bölgesinde yaşayan insanların
genelinin, soru soran kardeşimizin bir kısmına işaret buyurduğu şeyleri iddet
bekleyen kadından istemelerinin şeran hiç bir aslı yoktur bu nedenle kocası ölen
kadın insanlarla meşru bir şekilde konuşabilir, İnsanlar da aynı şekilde bu
kadınla konuşabilirler. Kadının mahremleri onun yanına girebilir, namahremleri
de kadın tesettüre riayet ettiği bir şekilde halvet olmaması şartıyla onun
yanında bulunabilirler.
Kadın hakkında aynaya ve aya bakamaz, eliyle tuza dokunamaz, ayağıyla toprağa
basamaz, iddeti bittiğinde denize doğru yola çıkar, gibi sözlerin hiçbirinin
Allah'ın dininde asılları yoktur. Bunlarla hiçbir imam ve hiçbir mezheb hüküm
vermemiştir ve selefi salihinden hiç kimse de böyle şeyleri yapmamıştır. Zaten
bunun, için müslüman ülkelerinin çoğunun bu adetleri bilmediklerini hatta
duymadıklarını görüyoruz. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur. "Kim bizde
olmıyan işleri yaparsa o reddedilmiştir." Yani batıldır ve yapana geri verilir.
Muvaffakiyet Allahtandır. 246
Babasının Sağlığında Ölen Bir Oğulun Çocukları
Soru
Size bir problemimizi arz edeceğiz. Umarız kî bu problemi siz çözersiniz.
Biz üç kız kardeşiz, en büyüğümüz on dört yaşındadır. Babamız babasının yani
dedemizin sağlığında vefat etti. Daha sonra da dedemiz vefat etti ve amcalarımız
hemen dedemizin tüm varlığını bölüştüler. "Çocuk babasının sağlığında vefat
ettiği zaman dede öldükten sonra çocukları dedenin geride bıraktığı maldan
istifade edemezler, şeriatın hükmü budur" diyerek ne az ne de çok bize hiçbir
mal da vermediler. Biz de bunun üzerine dedemizin malından her şeyiyle mahrum
olduk. Amcalarımız zengin biz fakir ve yetim olmamıza rağmen tüm malları
götürdüler. Zavallı annemizse büyüyüp öğrenimimizi tamamlayıncaya kadar
ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla çalışmak zorunda kaldı. Amcalarımız ise bize
ne yiyecek veriyorlar ne de yardımcı oluyorlar. Bu amcalarımızın söyledikleri
doğru mudur, biz dedemizin torunları olmamıza ve tüm yükümüz annemizin sırtında
kalmasına rağmen şeriat bize dedemizin malından hiç vermiyor mu? Bize gereken ve
problemimize şifa verecek olan ilacı şeriata uygun bir şekilde açıklamanızı rica
ediyoruz. 247
Cevap
Bu problem babasının sağlığında ölen ve geride zurriyet bırakan babanın ve daha
sonra ölen dedenin problemidir. Dede öldükten sonra onun terikesine sadece
çocukların amcaları ve halaları mirasçı olabilirler, torunlarına hiç bir şey
düşmez.
Haddi zatında bu muamele miras olayı açısından doğrudur. Buna göre bizzat
çocuklar sağ oldukları müddetçe torunlar dedelerine mirasçı olamazlar. Bunun
sebebi ise, miras belli prensipler üzerine bina edilmiştir. Bunlardan biri de
ölüye derece bakımından en yakın olan daha uzak olandan önceliklidir. Mesela
burada baba ölmüştür ve geride çocukları bir de torunları vardır. İşte bu
durumda çocuklar mirasçı olurlar torunlar ise mirasçı olamazlar. Çünkü
çocukların dereceleri torunlardan daha yakındır. Zira çocuklar birinci derecede
akrabadırlar torunlar ise ikinci derecede akrabadırlar. Yahut başka bir deyimle,
dolaylı olarak yakındırlar. İşte böyle bir durumda torunlar mirasçı olamazlar.
Nasıl ki bir insan ölse ve geride ana baba bir kardeşlerle ana ya da baba bir
kardeşler bırakırsa anababa bir kardeşler mirasçı oluyorlar, tek yanlı kardeşler
mirasçı olamıyorlar. Neden? Çünkü anababa bir kardeşler ölüye hem anne hem de
baba vasıtasıyla ulaşıyorlar. Ama öbürleri öyle değil, onlar ya sadece baba yada
sadece ana tarafından ulaşabiliyorlar. Demek ki derece bakımından ölüye en yakın
olan miras hakkını alır ve kendinden sonra gelenleri mirastan düşürür.
İşte bu meselede de amcalar mani oldukları müddetçe torunlar dedelerinin
terikisine mirasçı olamazlar. Ama bu demek değildir ki ölen oğlun çocukları
terikeden tamamen ihraç ediliyorlar ve kendilerine hiçbir şey verilmiyor! Hayır,
şeriat bu meseleye birkaç alternatifle çözüm getirmektedir.
Torunlarını bu hal üzere bırakan dedenin malından biraz vasiyet etmesi
gerekirdi. Bu vasiyyet selef alimlerinin bazılarına göre farzdır. Çünkü bunlara
göre bazı yakınlar ve hayır kurumlarına ve özellikle bu yakınlar mirastan hiç
bir hakları olmayan kimseler iseler insanın malından bu yakınlara vasiyet etmesi
farzdır. Demek ki bir yere veya kimseye vasiyet edebilmenin tek şartı, vasiyet
edilen kişinin doğal olarak zaten mirasçı olmamasıdır. Nitekim Peygamber (sav)
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allah her hak sahibine hakkını vermiştir
binanaleyh varise vasiyet yoktur." Allahu Teala miras ayetlerini indirirken
mirasçıya "musaleh" olma hakkını tanımamıştır vasiyyet sadece mirasçı olamayanın
hakkıdır. Örneğin bir dedenin oğlu varken oğlunun çocuklarına vasiyet etmesi
gibi işte bu durumda vassiyet etmesi farzdır.
Zaten Allahu Tealanın bu konudaki buyruğu Kur'an'da açıkça belirtilmiştir:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya,
yakınlarına uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir
borç'tur." 248
Yukarıdaki ayetin metninde geçen "Ketebe" kelimesi farziyeti ifade etmekte hatta
var olan farziyyeti daha da tekid etmektedir bunun bir başka örneği Allahu
Tealanın şu sözlerindedir:
"Ey iman edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi Allah'tan
sakınasınız diye sizede farz kılındı" 249
Başka bir ayette:
"Ey iman edenler öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı."
250
Yine başka bir ayette:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." 251
Görüldüğü gibi yukarıda örnek olarak belirtilen ayetlerin hepsinde "ketebe"
-kelimesi kullanılmıştır bu da farziyyetin tekidine mebnidir.
İşte konuyla ilgili ayeti kerimede hayırlı bir mal bırakan kimsenin mirasçı
olmayan yakınlar için meşru biçimde vasiyyet etmesini bir borç olarak Allah farz
kılmıştır işte bu noktadan hareketle selef ulemasının bir kısmı vasiyetin farz
olduğu görüşündedir. Bazıları ise vasiyetin farz değil sünnet ve mustehab olduğu
görüşündedirler biz ise ayetin mensuh olduğunu söylemek yerine zahirini almayı
tercih ediyoruz çünkü ayeti izah ettiğimiz bu manada anlamak mümkündür.
Buna göre: Dedenin bu çocukları için vasiyet etmesi üzerine vacip idi. Çünkü bu
çocuklar oğlunun çocukları, kendine pek yakın akrabaları oluyorlar hem onlar,
kendileride söyledikleri gibi fakir ve yetimdirler. Babaları ölen bu çocuklarda;
yetimlik, fakirlik ve mirastan mahrumiyyet olmak üzere tam üç vasıf bir arada
toplanmıştır. Binanaleyh dedeleri bu açığı hakkı bulunduğu malının üçte birinden
vassiyet etmek suretiyle tedarik etmeliydi.
Malının üçte birinden dedik çünkü, vasiyet sadece üçte birden yapılabilir. Bunun
üzerine çıkılmaz nitekim Peygamber Efendimiz (sav) kendisine malının ne kadarını
vasiyet edebileceğini soran Sad bin Ebi Vakkas (ra)'e cevaben, "Üçte birinde bu
bile çoktur" buyurdu.252
İşte dedenin yapması gereken buydu. Bazı Arap ülkeleri bu ayetin ve bu görüşün
hükmünü "Gerekli vasiyet kanunu" başlığı altında şahsi durumlar kanununa
eklemişlerdir. Buna göre babalarının nasibine mirasçı olamayan çocuklara dede
malının üçte birini vasiyet etmek zorundadır yani en azından ya babalarının
hissesi ya da üçte bir vasiyet hakları vardır.
Bu kanun dedeye mecburiyyet bırakacak şekilde zorunluluk getirmektedir çünkü,
çoğu dedeler buna riayet etmiyorlar torunlarına vasiyet etmiyorlar. Dolayısıyla
bu kanunu çıkartanlar sağlam bir içtihada varmışlar ve dedeyi torunlarına
malının üçte birinden vasiyyet etmek zorunda bırakmışlardır.
Bu gibi durumlarda şeriatın başka bir alternatif yolu daha vardır. Buna göre
amcalar babalarının terikesini paylaşırken yiyenlerine de biraz ayırmaları
gerekirdi. Kuran-ı Kerim bunu bizzat ifade etmiştir. Nitekim miras ayetlerinin
zikredildiği Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Ölünün geride bıraktığı mal
bölüşülürken varis olmayıp orada bulunan akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir
şey verin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin."
Çünkü hakikaten çocukların gözü önünde onlara hiçbir şey vermeden bu taksimat
nasıl yapılabilir mallar nasıl dağıtılabilir? Dikkat edilirse ayette akrabalar
ilk olarak zikredilmişler, çünkü varislerden sonra malın ilk sahipleri
bunlardır. Peki babalan mirasçılardan bir fert durumunda olan yetim yiyenler
hakkında ne diyeceksin? O halde amcalar kendi aralarında uzlaşarak bu yetim
yeğenlerine de onların ihtiyaçlarına cevap verecek kadar hele hele paylaşılan
miras büyükse bir miktar mal vermeleri gerekirdi.
Şayet dede bu konuda kasıtlı olarak noksanlık yapmışsa amcalar kendi aralarında
bu noksanlığı telafi edip yeğenlerine o maldan biraz vermeleri gerekirdi.Çünkü
bu yeğenler kendi akrabalarının en yakınları durumundadırlar.
Sonra İslam şeriatının bu meseleye başka bir çözümü daha vardır. Bu çözüm de,
"İslam'da Nafakalar Kanunudur.
İslam şeriatını diğer sistemlerden ayıran başka bir özellikte yakını zor durumda
iken durumu iyi olanın zor durumda olana nafaka vermesinin üzerine farz
olmasıdır. Özellikle birbirlerine mirasçı olma durumları söz konusu ise, Hanbeli
mezhebinin görüşü de budur. Hanefi mezhebine göre ise zor durumda olan durumu
iyi olanın mahremi ise ona bakması üzerine farzdır. Yiyenler buna örnek teşkil
edebilir.
Binaenaleyh bu durumda amcaların yeğenlerine nafaka vermeleri gerekir durum bu
şekilde arz edilirse mahkemede buna karar verir.
Çünkü gerçekten yeğenleri var olan ve fakir olan mal mülk ve servet sahibi hiç
bir amcaya bile bile onları zor durumda bırakmak, annelerini yük altında
bırakmak yakışmayacağı gibi islam şeriatına göre de bu caiz değildir.
İslam şeriatı bu konudaki ciddi tutumuyla ve adaletiyle tanınır.
Merhum Doktor Muhammed Yusuf Musa Fransa'da öğretmenlik yaptığı sıradaki cerayan
eden ilginç bir kıssa anlattı. O dedi ki:
"Bir evde oturuyorduk,yüzünden asaletli ve şerefli olduğu okunabilen, aklı
başında, bulduğunu saçıp savurmayan bir kız o evde bizim hizmetimizi yapıyordu.
Söz o kızdan açılmıştı. Durumunun nasıl olduğu soruldu. Orada bulunanlar, "Onun
amcası falan oğlu falan milyonerdir" dediler. Bunun üzerine merhum Doktor
Muhammed Yusuf: "Amcası kendisine niçin bakmıyor? Meseleyi mahkemeye
kaldıramıyor mu?" diye sormuş. Ona, bu gibi olaylarda dayanılacak zorlayıcı bir
kanunun olmadığı söylenmiş. Daha sonra orada bulunan müslümanlara sormuşlar: "Ey
müslümanlar siz de bu konuda kesin ve bağlayıcı bir kanun var mıdır?" Merhum
Muhammed Yusuf Musa: "Evet, bu gibi durumda olan bir amcanın yiyenine nafaka
vermesi vaciptir. Şayet kız amcasını mahkemeye verse, mahkeme kızın lehine
hükmederek hakkını amcasından zorla alır ve kendisine zorla verir" dedi bunun
üzerine Fransız kız: Bizde de böyle bir kanun bulunsaydı çalışmak amacıyla çıkan
tek bir kadın bulunmazdı ama ne yapalım kadın çalışmazsa açlıktan ölecek."
İşte bu yüzden nafaka konusunda bağlayıcı tek şeriat tek sistem islam şeriatıdır
diğer sistemlerde, böyle bir kanun yoktur.
Haklarından mahrum bırakılan bu küçüklere amcaları haklarını başka bir yolla
vermiyorlarsa davalarını mahkemeye götürerek haklarını almaları mümkündür.
Allah daha iyi bilir. 253
Komünist Bir Çocuk Babasına Mirasçı Olabilir Mi?
Soru
Efendim sizin de çok iyi bileceğiniz gibi, kimi çocuk babasına bir nimet olduğu
gibi kimisi de babasına azaptır hayatında işi gücü babasını utandırmak olduğu
gibi öldükten sonrada lanet okumaktır. işte Allah benim çocuklarımdan birinin
böyle olmasını bana takdir etti ben kendisini arap üniversitelerinin birinden
mezun olup diplomasını alıncaya kadar okuttum terbiye ettim fakat malesef
diplomayı aldı ama akideyi kaybetti akideyi kaybedip adına kominizm denilen
yıkık ve dökük bir sistemi kucakladı artık akideside kendisinden başka hiç bir
şeye inanmadığı kominizm olmuştur ben ve kardeşleri kendisi ile tam bir cedel
içinde yaşamaya başladık çünkü bu ne namaza ne oruca ne hacca ve ne de zekata,
hiç birine inanmıyor helal haram hiç birini kabul etmiyor yani anlıyacağın biz
tüm aile bir vadide o tek başında başka bir vadide hatta biz kendisi ile
konuşurken bile dikkatli konuşuyoruz ki, kendisinden akaidimize karşı bir
tahakküm, şeriatımıza karşı bir alay duymayalım hatta bazen daha da ileri
gitmektedir.
Biz babadan dedelerimize kadar dinine bağlı bir aile olmamıza rağmen bu çocuk
böyle oldu.
Şimdi benim bizzat sorduğum iki şey vardır:
Birincisi: Bu sapık çocuğun bana mirasçı olması, diğer kakdeşleri ve kız
kardeşleri gibi geride bıraktığım terikemden hissedar olması caiz midir? Halbuki
ben tam bir kararlılıkla ve kesinlikle onun benden benimde ondan uzak olduğumu
belirtiyor hatta onun cüretinden ve edebsizliğinden noksan sıfatlardan münezzeh
olan Allah'a sığınarak beri duruyorum.
İkincisi: Bir babanın çocuğunun sapıklığından mesuliyeti ne kadardır? Çünkü ben
dinine milletine hiyanet eden yolunu bulamıyacak kadar sapıtan, Allah'a Resulüne
ailesine ve milletine harb ilan eden bu kafirin küfrü yüzünden azaplandınlmamdan
korkuyorum.
Ben sizden bu iki noktaya Kur'an ve sünnetle tekid edilmiş, bir şekilde açıklık
getirmenizi umuyorum. Zaten biz sizi öyle tanıyoruz. 254
Cevap
Bu soru bana yaklaşık 10 sene önce sorulan benzeri bir soruyu hatırlatıyor ben o
soruya da "hak" dergisinde cevap vermiştim ve orada verdiğim fetva kaynak
belirtilmediyse de ufak bir değişiklik ile mısır kahirede vaiz ve irşad
ulemasının yayınladığı "Nurul İslam" dergisinde yayınlandı.
Oradaki soru müslüman bir kadının kominist bir erkekle evlenmesi hakkında idi:
Bu, islam nazarında caizmidir değirmidir? tabi o sorunun cevabı: Erkek
koministliğe devam ettiği tevbe etmediği müddetçe evlenmelerinin kesinlikle caiz
olmadığı şeklindeydi.
Tabi biz bu fetvayı kominizmin hakikatinin, İslam şeriatının İslam akidesinin ve
değerlerinin tam karşısında olduğunu, kominizmin Allah'a meleklerine kitaplarına
peygamberlerine ve ahiret gününe inanmıyan, hayatı ve tarihi tam bir maddeci
zihniyetle açıklayan, içinde Allah'a ve ruha yer olmayan maddeci bir sistemden
ibaret olduğunu açıkladıktan sonra vermiştik bu söylediklerimiz kominizm
felsefesinde vurgulanan ve onun köklerinde haddi zatında var olan şeylerdir
bunları koministlerde inkar etmiyorlar, ancak basit iyi niyyetli ve kültürsüz
insanların akıllarını çelmek istedikleri zaman bunların bir kısmını inkar
edebiliyorlar.
İşte bizi, koministliğe devam eden tövbe etmiyen, bir komünistin, babasının,
annesinin hanımının ve diğer yakınlarının, terikelerinde miras hakkı yoktur
şeklinde kesin bir hükme ulaştıran bu sebeplerin bizzat kendileridir. Çünkü
karşılıklı mirasçı olmanın şartı din birliğidir. Peygamber (sav) Efendimizin
sünneti (hadisi)de bunu beyan etmiştir. O, şöyle buyurdu; "Müslüman kafire,
kafir de müslümana mirasçı olamaz."
Hatta bu hükme Kur'an bizatihi Nuh (a.s) ve kafir oğlunun kıssasını ifade
ederken işaret etmiştir: Nuh (as) şöyle demişti
"Rabbim oğlumda şüphesiz benim ehlimdendir ve şüphesiz senin vadin haktır ve sen
hakimler hakimisin" Allahu Teala ise şöyle buyurdu:
“Ey Nuh o, senin ehlinden değildir ve bu salih olmayan bir ameldir o halde
bilmediğin şeyi sakın isteme" 255
Ve hemen oğlu ile arasındaki alakayı kesmiş ve onu ehlinden (ailesinden)
saymamıştır. Netice olarak onların arasını ayıran iman ve küfürdür.
Zaten sorudaki, "Ben içimden verdiğim kararla ve kesinlikle o benden değildir
bende ondan uzağım diyorum" sözüyle baba ayetteki bu manayı açık ve kuvvetli bir
şekilde dile getirmiştir.
Fıkıhçıların bir kısmı müslümanın kafire mirasçı olmaları konusunda ihtilaf
etmiş ve müslümanı kafir yakınına mirasçı kılmış ancak tersini yasaklamıştır.
Çünkü "İslam yücedir hiç bir sistem ondan üstün değildir" bu kural Peygamber
(sav) Efendimiz'in bir hadisinde de aynen gelmiştir. Bu görüşü savunan
fıkıhçilar bu hadisle delil getirdikleri gibi İmam Ali (r.a) Mesur'el-İcli'yi
irtidatı neticesinde öldürmesini ve malını müslüman mirasçıları arasında taksim
ettirmesini de delil olarak ileri sürmektedirler.
Kimi fıkıhçılar ise bu işlemi murtet üzerine hasrediyorlar. Çünkü murtedin
müslüman varisleri kendisine mirasçı olabilirler. İmam Ebu Hanife'nin
arkadaşları İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf un görüşleri de budur. Zeydiyye
mezhebinden olan İmam Hadi de bu görüştedir. İmamı Ebu Hanife'ye göre ise
murtedin irtidaddan önceki kazancı müslüman varisleri arasında paylaşılır
irtidaddan sonraki kazancı ise beytulmalındır.
Murtedin müslüman akrabalarına mirasçı olmalarına gelince ulemadan hiç kimse
bunu söylememiştir çünkü o, İslam nazarında ölü hükmündedir kanı ise değersizdir
o halde müslümanlardan olan bir başkasına nasıl mirasçı olsun? İslam'a karşı
İslam ehlinin malını nasıl kullansın ki? Bunun asla imkanı yoktur.
İşte buradanda anlaşılıyor ki, inancında ısrarlı olan bir komünist icma ile,
babasına annesine dedesine velhasıl hiçbir yakınına mirasçı olamaz çünkü o,
bilittifak İslam'dan dönmüştür. İslam'dan çıkıp kominizme girmesi ise küfrün en
kötü çeşidine girmesi demektir. Çünkü komümizm hiç bir ilaha hiç bir peygambere
hiç bir kitaba inanmadığı gibi ahirete de inanmamaktadır:
"Kim Allah'a meleklerine kitaplarına peygamberlerine ve ahiret gününe küfrederse
uzak bir sapıklığa düşmüş demektir” 256
Dikkat edilirse her defasında koministliğinde ısrar eden diyorum. Bu kaydı
koymamızın sebebi; çocuklarımızdan, iç yüzünü araştırmadan bu tür azınlık
felsefeleriyle aldananlar oluyor. Sebebi de; bu felsefelerin hilebaz davetçileri
bu sistemleri onlara, yalnız mutlu ve fakire zarar veren kesimi insafa çağırma
sistemi, yahut, fakirle zengini bir birlerine yaklaştırma ameliyesi olup din ve
akidelerle alakası olmayan rejim olarak takdim ediyorlar. Onlara göre komünizmin
iç politikası budur dış politikası ise emperyalizm ve sömürgeye karşı savaşmak
ve örgütlere bu sistemlerden kurtulma konusunda yardımcı olmakmış vs.
İşte bu yüzden koministim diyen herkese kominizmin İslam akaidiyle, İslam
şeriatıyla, Kur'an ve Peygamberin sünnetiyle olan çelişkisi beyan edilmeli,
tevbe etmeye ve hak yola dönmeye fırsat verilmelidir. Bütün bu açıklamalardan
sonra o, hala komünizmi savunmaya, onun ilkelerini benimsemeye devam ederse, o
zaman bizim murtedlîk hükmünü vermemizden başka çaremiz kalmıyor. Hatta o bu
hükmü haddizatında kendi kendine vermektedir. Babanın oğlunun düşünce ve meşreb
bozukluğundan mesuliyet derecesine gelince bu da babadan babaya değişir.
Örneğin bir baba çocuğunu küçükken terbiye edememişse ona gereken uyarma ve
efendilik hakkını ödeyememiş, onu kendi gözetimi altında tutamamışsa, bir baba
çocuğuna hikmet ve güzel vaazla nasihat etmekten eksik kalmışsa, yumuşaklık
gerektiğinde yumuşak, sertlik gerektiğinde ise sert bir şekilde terbiye
etmekten, evladına hayırda yardımcı olacak çevreyi hazırlamaktan, onu şerre
götürecek çevreden uzaklaştırmaktan; evet bir baba yapılması gereken bu
görevleri yapmaktan noksan kalmışsa ve oğluna karşı tüm görevinin ona bakmak onu
giydirmek ve onun maddi istikbalini temin etmek olduğunu zannedip kafasından
geçenlere kalbinin kime bağlı olduğuna aldırış etmezse, onu küçükken aşırı
derecede ihmal ettiği için biraz mesuliyeti olsa gerek. Nitekim Allah Teala
şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler kendi nefislerinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz"
257
Resulullah (sav) Efendimiz de: "Herbiriniz birer çobansınız ve herbiriniz
sürünüzden mesulsünüz. Her adam evinin çobanıdır ve sürüsünden mesuldür"258
Babanın mesuliyeti ihmal ve kusuru nisbetindedir. Ancak daha sonra nasuh bir
tevbe ile bunu telafi ederse durum değişir.
Bir baba çocukları karşısında tüm bu anlattıklarımızla, maddi akli ve ruhi
ihtiyaçlarını giderirse çocuklarını Allah ve Resulünü razı edecek şekilde
terbiye etmişse, ancak daha sonra çocuğu elinden çıkıp azgınlaştıysa, nefsine ve
havasına tabi olup aldatıcı olan şeytan boynuna bindikten sonra onu Allahtan
ahkoyduysa, bundan babanın hiç bir mesuliyeti yoktur. Çünkü Allah hiç bir nefse
gücünden fazla yük yüklemez. Bu adam da yapabileceğini yapmıştır insan sadece
haddi aştığmdan dolayı cezalandırılabilir ve Allah'ın adaletide budur. Rabbin
hiç kimseye zulm etmez.
Nitekim O (Allah) bize mümin baba ile kafir oğlu, Nuh (as) ile oğlunun
kıssasını, aynı şekilde mümin oğlu ile kafir babası İbrahim (as) ile Azer'in
kıssalarım, Kur'an'ın da anlatmıştır.
Yine Kuran'da mümin koca ile kafir hanımının, Nuh (as) ile hanımı ve Lut (a. s)
ile hanımının, tam tersi Firavun ile hanımının kıssalarını da bizlere, O
anlatmıştır.
Bütün bu anlatılanlar içinde hidayete eren hiç biri, babasının ya da oğlunun
hanımının ya da kocasının sapıklığından asla azaplandırılacak değildir. Nitekim
Allah (cc) elçisine şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz sen sevdiğine hidayet edemezsin lakin Allah dilediğine hidayet verir"
259
Haram Kılınmış Bidat Talakının Hükmü
Soru
Ben evli biri erkek biride kız olmak üzere iki çocuk babasıyım hanımımla
aramızda olan görüş ayrılığı onu boşamama kadar vardı onu boyadıktan bir hafta
sonra hanımımın üç aylık hamile olduğu ortaya çıktı. Bu boşama geçerli midir
değil midir? 260
Cevap
İslam şeriatına göre talak (boşanma) kendisine ancak zaruret halinde yani
kendisinden daha acıklı bir eziyet söz konusu olduğunda baş vurulan büyük bir
yara ameliyatıdır işte burdan hareketle bir hadisi şerifte, "Helallar içinde
Allah'ın en fazla buğuz ettiği şey talaktır" Duyurulmuştur. Bu hadisi Ebu Davud
rivayet etmiştir. İşte bu öneme binaen ufak bir sebepten ve gerekli seviye
oluşmadan kutsal bir yuvanın bozulmaması için İslam şeriatı bir takım şartlar
koymuştur. Bu kayıtlardan biride bu iş için münasib bir zaman seçmektir. Buna
göre hanımını boşamak istiyen bir koca boşamaya münasib bir zamanı seçmek
zorundadır.
Bu konudaki sünnet hanımını içinde cinsi münasebetin vuku bulmadığı temizlik
müddetinde boşamasıdır çünkü Allah Teala bu konuda:
"Ey nebi kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddet içinde boşayın"
261
İbni Mesud (ra) ve İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ederken şöyle demişlerdir:
"Yani onları boşamak istediğiniz zaman cinsi münasebette bulunmadığınız ve
hayızın bulunmadığı temizlik müddetini tercih edin denilmektedir."
Aynı şekilde cinsi ilişkide bulunduğu temizlik müddetindede onu boşayamaz çünkü
bu müddet içinde kadın hamile kalmış ancak bunu bilmiyebilir çoğunlukla da soru
soran kardeşimizin de başına geldiği gibi hamilelik belli olduğu zaman bu
düşünceden vaz geçilmektedir.
Bu yüzden bu konuda meşru olan hanımını içinde kendisine yaklaşmadığı bir
temizlik müddetinde yada hamileliği belli olduktan sonra boşamasıdır. Bu hüküm
de bu şekilde boşamanın, mertebe bakımından daha önce olduğuna delalet
etmektedir.
İmam Ahmed bin Hanbel der ki: "İbni Ömer (r.a)'tan rivayet edilen, "Onu temiz ya
da hamile iken boşasın" hadisine istinaden hamile iken boşama sünnete göre
boşamadır.
Buna göre hayız anında ya da hanımıyla birlikte oltuğu temizlik zamanlarında
boşamak sünnetten değil haram olan bidat talakındandır. Soru soran kardeşimizin
durumuda budur. Çünkü o da hanımını içinde kendisine dokunduğu bir temizlik
müddetinde boşamıştır, fakat bu durumda talak vaki olurmu olmaz mı?
Ulemanın çoğunluğu haram da olsa bu durumda talak vakidir. Ancak daha sonra
kocanın hanımına dönmesi müsttehabdır, görüşündedir hatta bazıları bu dönüşün
vacip olduğunu söylemektedirler.
Maliki mezhebinin görüşü de budur aynı zamanda. İmam Ahmed bin Hanbel'den de bu
konuda bir rivayet gelmiştir. Onların delili Sahihayn'de bulunan İbni Ömer'in
hadisidir. Rivayete göre İbni Ömer (ra) hanımını hayızlı iken boşamış Resulullah
(sav) de hanımına dönmesini kendisine emretmişti.
Zahir olan da vacib olmasıdır.
Ulemadan bir taifede talak vaki değildir çünkü bu şekilde olan bir talak
Allah'ın meşru kılmadığı ve izin vermediği bir şeydir dolayısıyla onun
şeriatındanda değildir hal böyle iken onun nüfusundan ve sıhhatından nasıl söz
edilebilir? Nitekim sahih bir hadisi şerifte şöyle Duyurulmuştur: Kim bizim
yapmadığımız bir işi yaparsa kendisinden reddedilir" demektedir.
Bu konu fetvanın gerektirmediği bir biçimde biraz daha tafsilata muhtaçtır
umarım başka bir münasebetle konuyu doyurucu bir şekilde izah ederiz.
Muvaffakiyet Allahtandır, 262
Sarhoşun Talakı
Soru
Nasibimde içki içen bir erkekle evlenmem varmış, babam ve ben dinini ahlakını
yolunu araştırmadan onunla evlenme görüşünde idik onun servet ve nüfuz sahibi
olması bizi aldattı.
Anlatmak istediğim şudur: Benim ondan çocuklarım vardır o, seneler geçmesine
rağmen olduğu gibi devam etmektedir ve ben her ne zaman kendisine nasihat
ettiysem bana küfretti ve dalga geçti bazen hiç aldırış etmeden ağızına talak
kelimesini aldı çünkü içki içmekle zaten kafasını oynatıyor.
Ben onun ağzından çıkan talakın hiç bir kıymeti yoktur zannediyordum çünkü o,
aklını kaybetmiş deli hükmündedir. Fakat daha sonra bazıları bana, "Sen
yanılıyorsun kocan sarhoşta olsa talakı geçerlidir. Çünkü o, kendi isteği ve
iradesiyle aklını yok etmiş ve bundan dolayı talakının geçerliliği ile
cezalandırılmıştır dediler." Buna göre talak kelimesi ondan defalarca çıkmış
olduğuna göre aramızdaki evlilik bağı kopmuş demektir, bunun manasıda evimin
harab olması, aile bireylerinin darmadağın olması, benimle çocuklarımın
ayrılması ve onların hizmetlerini yapamıyacak bir babanın ellerinde
kalmalarıdır.
Bu olaya siz ne diyorsunuz insanların bu söyledikleri gerçekten şeriatın kesin
hükmümüdür değilse sizin görüşünüz nedir? 263
Cevap
İslam fıkhında bu talak konusunda Mutekaddimin ulemasının iki ayrı görüşü
vardır.
Birincisi: Talakın vakuunu tamamen kolaylaştırmaya yöneliktir hatta bu görüşü
taşıyanlar içinde bunakların, zorlama (ikrah) altında hanımım boşayanın, hata
ile boşayanın, şakayla boşayanın talakının geçerli olduğunu ileri süren alimler
vardır. Hatta bunlardan bazıları kim içinden hanımını boşarsa bu kelimeyi
telaffuz etmese bile hanımı boş olur demektedirler. Eh bu görüşte olanlar
mutlaka olacaktır, buna hiç şaşmamak lazım.
İkincisi: Talak konusunu oldukça daraltmaya yöneliktir. Buna göre talakın tamam
olabilmesi için başka şartların yanında akim yerinde olmasıyla bu işe kast
edilmesi de gerekmektedir.
Mutekaddimin ulemasından bu görüşün sahiplerinden biri de "Cami'us-Sahih" sahibi
İmam Buharidir.
İmam Buharı, Cami'inde bu konuya ayırdığı bölümü; "Kızgının, mükrehin, sarhoşun,
delinin talaktaki durumları" ve "şaşıran ve unutan kimsenin talaktaki ve şirke
düşmedeki durumları bablarında işlenmiştir. Onun bu bablarda anlatmak istediği,
Talakın yukarda sayılan durumlarda gerçekleşmeyeceğidir. Çünkü hüküm akıllı,
kasıtlı ve hatırlayarak söz söyleyene verilir İmam Buhari bu fetva için bir çok
delil getirmiştir bunlardan bazıları şöyle:
1) "Ameller ancak niyyetlere bağlıdır herkes için ancak niyyet ettiği şey
vardır" hadisi. Deli sarhoş ve benzerleri gibi akıl ve i-radesi elinde
bulunmayan kimsenin sözünde ve fiilinde hiç bir niyyeti yoktur. Şaşıran unutan
ve herhangi bir konuda zorlanan kimse de böyledir. (Hafız İbni Hacer de böyle
demiştir).
2) Peygamber (sav) sarhoş olup yeğeni Ali (ra)'nin develerini kesen Hz. Hamza'yı
yargılamamıştır. (Bu dönemde henüz içki içmek haram kılınmamıştı) Nitekim
Peygamber (sav) kendisini yerince, O: siz benim babamın kölelerinden başka kimse
deyilsiniz, demişti. Bu söz öyle bir sözdür ki ayık olarak bu sözü söyleseydi
Peygamber (sav) onun küfrüne karar verirdi ama O, Hz. Hamza'mn sarhoşluktan
saçmaladığını bildiği için ona hiç dokunmadı. Peygamber (sav)'in bu davranışı
sahroşun sarhoşluk halinde söylediği talak ve benzeri şeylerden mesul
olmadığının delilidir.
3) Hz. Osman (ra)'dan gelen hadiste o, şöyle demiştir: "Deli vesarhoşun talakı
yoktur." Buhari bu hadisi muallak olarak (raviler arasında kopukluk) rivayet
etmiştir. Bu hadis Hz. Hamza'nın kıssasından çıkartılan hükmün tekidi mahiyetini
taşımaktadır. İbni Ebu Şeybe ise Zuhri'den bu hadisi ravileriyle Hz. Osman'a
şöyle ulaştırmıştır: "O şöyle dedi: "Bir adam Ömer bin Abdulazize: "Sarhoş iken
hanımımı boşadım" dedi. Ömer bin Abdulaziz'in görüşü de bizim görüşümüzle
beraber, ona had uygulamak ve kendisini hanımından ayırmaktı. Ta ki Eban İbni
Osman bin Affan; babasından şöyle dediğini Ömer bin Abdülaziz'e anlattı: "Deli
ve sarhoşun talak'ı yoktur." Bunun üzerine Ömer, "Siz bana ne emrediyorsunuz? Bu
adam bana Hz. Osman (ra)'dan hadis rivayet ediyor?" diye bize çıkıştı ve ona had
cezası uygulayıp hanımını kendisine geri verdi."
4) Buhari'nin yine İbni Abbas'a muallak olarak dayandırdığı hadisde İbni Abbas
şöyle dedi: "Sarhoş'un ve zorlananın talakı yoktur." İbni Hacer, İbni Ebi Şeybe
ve Said İbni Mensur'un bu hadisi şu şekilde İbni Abbas'a mufassal bir senete
dayandırıyorlar: "Sarhoşun ve mağlubun talakı yoktur" demektedir.
5) Yine İbni Abbas'tan rivayet edilen şu hadis, "Talak ihtiyaçla olur, azad ise
kendisi ile Allah'ın rızasının kastedildiği şeydir."Yani Talak boşayan kişinin
bu ihtiyacı hissetmesi ile olur. Sarhoşun ise böyle bir şeye ihtiyacı yoktur.
Zira sarhoş ne dediğini bilmez, sadece saçmalar.
6) Hz. Ali'den gelen birhadiste, "Her talak caizdir matuh hariç." Matuh aklı
noksan olan demektir. Dolayısı ile içine çocuk deli ve sarhoş da girer. Hafız
İbni Hacer Cumhur (ulemanın çoğu) sarhoşun sözlerine itibar edilmediği
görüşündedir" der.
İmam Buhari'nin sarhoşun talakının sahih olmadığı konusunda ileri sürdüğü
deliller bunlardır. Seleften bir topluluğun görüşü de budur. Bunlardan bazıları:
Ebu Şahsa, Ata, Tavus İkrime, Kasim, Ömer bin Abdulaziz. Onların bu görüşlerini
İbni Ebi Şeybe sahih senetlerle kandilerinden aktarmıştır. Rebia, Leys, İshak ve
Muznide buna göre hüküm vermiştir. Tahavi de bu görüşü tercih etmiş ve selefin
aklı az olanın talakının sahih olmayacağı konusunda icmaya vardıklarını da delil
kabul ederek: "Sarhoş da sarhoşluğu sebebiyle aklının bir kısmını kaybetmiştir"
demiştir. Buhari'nin bu görüşlerini İbni Hacer Fethu'l Bari'sinde nakletmiştir.
264
İmam Ahmed bin Hanbel'in son görüşü de budur. Nitekim Abdulmelik El-Meymuni,
İmam Ahmed bin Hanbel'in şu sözünü nakletmiştir: "Ben sarhoşun talakı geçerlidir
diyordum, taki araştırdım ve ben de sarhoşun talakının sahih olmayacağı görüşü
galib geldi. Çünkü sarhoş ikrar ederse ikrarında zorlanamaz alış veriş yapsa
geçerli olmaz" ve "Cinayet işlerse sorumludur bunun dışında hiçbir şeyden
sorumlu değildir."
İbnu'l Kayyim derki, Hanefi mezhebinden Tahavi ve Ebu'l Hasanu'l Kerhi'nin, Safi
mezhebinden İmamul Haremeyn'in, Hanbeli mezhebinden Şeyhuîlİslam İbni
Teymiyye'nin tercihi ve Şafii'nin iki sözünden biri de budur.
Said İbni'l Museyyeb Hasan el-Basri, Zuhri ve Sabi gibi tabiin ulemasından
sarhoşun talakının geçerli olduğunu söyleyen bir taife vardır. Evzai, Sevri,
Malik ve Ebu Hanife'nin görüşü de budur. Şafii'nin bu konuda iki fetvası rivayet
edilir. Fakat bu iki fetva arasında Şafii'nin gerçek fetvası, geçerli olmasıdır.
İbnu'l Murabit şöyle der: "Sarhoşun aklının tamamen gittiği konusunda kesin
bilgimiz varsa, talakı gerekmez, aksi halde gerekir. Nitekim Allah Teala sarhoşa
uygulanacak haddi ne dediğini bilmemesine bağlamıştır.265
İbni Hacer el-Haskelani der ki: "İbnu'l Murabitin yaptığı bu değerlendirmeyi,
"Onun talakı sahih değildir" diyenler de kabul etmektedirler. Ancak İbni
Hacer'in bu sözü biraz sonra zikredeceğimiz değerlendirmeye muhtaçtır. Sarhoşun
talakının ve bilumum tasarrufatının sahih olduğunu söyleyenler de bir takım
deliller göstermişlerdir. Bu delillerin önemlilerini iki başlık altında toplamak
mümkündür.
Birincisi: Onun talakının sahih olması kendi istek ve iradesi ile işlediği suçun
bir cezasıdır. İbni teymiye bu delili zaif görmüştür:
a) Şeriat hiç kimseyi bu şekilde yani boşamak ya da boşamamak yoluyla
cezalandırmamıştır
b) Hemde bu hükümde suçsuz olan hanımını veya varsa çocuklarını cezalandırmak
vardırki bu da caiz değildir zira hiç bir şahıs başkasının işlediği bir suçtan
ötürü cezalandırılamaz.
c) Hem sonra şeriat sarhoşun cezalandırılma şeklini sopa ve başka şekliyle
belirlemiştir. Bundan sonra ona bir başka şekilde ceza vermek şeriatın getirdiği
kanunu değiştirmektir. 266
İkincisi: Teklifin hükmü sarhoş üzerine geçerlidir. Sarhoş teklifin üzerlerinden
kaldırıldığı deli ve uyuyan gibi değildir bazıları bu hükmü şöyle tabir
ediyorlar: Bu adam kendi isteğiyle asi olmuştur içki içmesiyle yahut başka bir
günah işlemesiyle Şari'in hitabı kendisinden ayrılmış değildir çünkü bu adam
sarhoşluğa düşmeden veya sarhoşken üzerine farz olan namaz ve diğer ibadetleri
kaza etmekle memurdur o halde mükelleftir.
Hanefi imamlarından olan Tahavi bu delile şu şekilde cevap vermiştir: "Aklı
kaybolan bir insanın hükümleri, bu işin kendi tarafından olması veya başkası
tarafından olması ile değişmez. Çünkü Allah tarafından gelen bir özürle namazda
kıyamdan aciz olmakla, kendi tarafından gelen bir özürle kıyamdan aciz olmak
arasında hiç bir fark yoktur. Mesela bir adam ayağını kendisi kırmışsa üzerinden
kıyam farzı düşer."267
Yani evet, bu adam kendi nefsine zarar vermesiyle günahkar olmuştur. Ancak bu
kendi eliyle aciz olması neticesinde kendine uygulanacak acz hükümlerine mani
değildir. Mesela bir adam kendisini deli yapacak bir ilaç içse onu aklı başında
iken içtiği için günahkar olur ancak, onun bu işi delilik hükümlerinin neticede
kendisine uygulanmasına mani olmaz.
Aynı şekilde Hanbeli mezhebine mensub İmam İbni Kudame şöyle der: "Hamile bir
kadın karnına vursa ve neticede nifas olsa üzerinden namaz düşer. Yine bir adam
başına vursa ve deli olsa mükellef olmaktan düşer."268
Şeyhu'l İslam İbni Teymiye sarhoşun -talak dahil- hiç bir tasarrufun sahih
olmadığına bir kaç delil getirmiştir:
Birincisi: Müslim'in Sahihi'nde rivayet ettiği Cabir bin Semurenin hadisidir.
Buna göre Peygamber (sav), zina yaptığını kabul eden Maiz İbni Malik'in ağzının
koklanmasını emretmiştir. Bunu, sarhoş olup olmadığını öğrenmek amacıyla
yapmıştır. Onun bu hareketi sarhoşluk olsaydı itirafına itibar etmiyeceğini
ortaya koymaktadır.
İkincisi: Sarhoşun namaz gibi ibadetleri de icma ile sahih değildir. Nitekim
Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın"
269
Aklının kaybolması sebebiyle ibadeti batıl olan her insanın akit ve
tasarrufatınında batıl olması daha evladır ve daha iyidir. Çünkü aklındaki
noksanlığı sebebiyle insanın, söz ve akitleri sahih olmuyor, ama ibadetleri
sahih oluyor. Örneğin çocuk ve mahcurun aleyh (kadının hükmüyle ticareti
yasaklanan) gibi.
Üçüncüsü:Tüm söz ve akitlerde akıl ve temyiz (eğriyi, doğrudan ayırma
kabiliyeti) şart koşulmuştur. Binanaleyh temyiz ve aklı bulunmayan kimsenin
şer'an hiç bir sözüne itibar edilmez.
Bunun böyle olması gerektiği Şari'in vurgulaması yanında akılla da
bilinmektedir.
Dördüncüsü:"Ameller niyyetlere bağlıdır" hadisinde de ifade edildiği gibi, tüm
akit ve tasarrufların (muamelelerin) geçerliliği için "kasıt" şart koşulmuştur.
Binanaleyh yanılgı sürçülisan veya akılsızlık sebebiyle konuşan kimsenin
ağzından maksatsız olarak çıkan hiçbir söze seri hüküm terettub etmez.270
Bu delillere bir de az önce Buhari'den naklettiğimiz delilleri eklediğimiz zaman
açıkça görüyoruz ki, sahih (doğru) olan görüş, Kuran, Sünnet ve sahabenin
içinden sözlerinin muhalifi olmayan iki kişi Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra)'nin
sözlerinin desteklediği görüştür. Şeriatın kökleri ve genel prensipleride bu
görüşü teyid etmektedir: Sarhoşun talakı vaki olmaz çünkü sarhoşta bilgi, temyiz
ve kasıt yoktur.
Burada fetvayı kendisi ile noktalıyacağım ufak bir açıklama kaldı. Bu da;
sarhoşluğun hakikati nedir, sorusuna getirdiği açıklamadır. Hafız İbni Hacer'in,
İbni'l Murabbit'ten naklettiğine göre sarhoş; aklı kaybolan ve tamamen kârını,
zararını bir birine karıştıran kimsedir. Ama İbnu'l Kayyim'in de dediği gibi,
ulemanın çoğunluğu bu şartı (akim ve temyizin gitme şartını) gerekli
görmemişlerdir. Bilakis İmam Ahmed ve diğerleri şöyle demişlerdir: "Sarhoş
sözlerini karıştıran ve kendi gömleğini başkasının gömleğinden ayıramayan, kendi
işini başkasının yaptığı işten ayıramıyan kimsedir."
İbnu'l Kayyim der ki: "Sarih (açık) ve sahih olan hadiste buna delalet
etmektedir. Nitekim Peygamber (sav) zina ettiğini itiraf eden adamın ağzının
koklanmasını emretmiştir. Halbuki bu esnada adamın aklı ve zihni yerinde olmakla
beraber anlaşılan ve düzgün bir şekilde konuşuyor ve hareketleri de normaldi.
Buna rağmen Peygamber (sav) Efendimiz kendisi ile aklının ve ilmini olgunluğu
arasına girebileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak ağzının koklatılmasını
ve kendisinde sarhoşluk bulunup, bulunmadığını öğrenilmesini emretmiştir."271
Bütün bu açıklamalardan sonra, soru soran bacımız kocasından sarhoş ve dalgınken
sudur eden talakın vaki olmadığı konusunda rahat olabilir. Çünkü böyle bir
boşama İslam şeriatına göre geçerli değildir. Bizim Allahu Teala'dan niyazımız;
bu mü'mine kadının sıkıntısını gidermesi, asi kocasının da tevbesini kabul
etmesidir. Allah'tan İslam ülkelerindeki idarecilere tüm kötülüklerin anası olan
içkiyi yasak edip, içenleri cezalandırma hususunda muvaffakiyet vermesini,
hülasa gerektiği şekilde yardım etmesini diliyoruz. Ancak O yardım eder ve O
muvaffak kılar. 272
Kızgınlık Halinde Boşamak
Soru
Ben sinirli sert mizaçlı ve çabuk kızan birisiyim. Bu durumun önüne geçemiyorum.
Zira bildiğiniz gibi bu hal irsi bir olaydır. Kızgınlığımdan dolayı özellikle
aile hayatımda olmak üzere bir çok sorunla karsı karşıya kalıyorum. Hanımımın
ufak bir sözüne; veya bir hareketine sinirleniyorum ve ortam münakaşa ortamına
dönüşüyor ve düşünmediğim beklemediğim bir anda olay talakla sonuçlanıyor. Bazen
hanım da sebep oluyor fakat ben kızdığım zaman ne yaptığımı bilmiyor hiç
düşünmediğim bir takım sözler söylüyor ve istemediğim davranışlarda bulunuyorum
bazıları buna asebilik (ruhi delilik) diyorlar. Allah Teala bütün bunlara sebep
olan öfkeyi ortadan kaldırsın.
Bu şekilde hanımımı iki kere boşadım. Bazı hocalar her seferinde talakın vaki
olduğunu, fakat hanımıma (rici olduğu için) dönebileceğimi söylediler ve öyle
yaptım. Şimdi ise bir kaç günden beri aramızda bir huzursuzluk peyda oldu ve
yine talakla sonuçlandı bu sefer bana: hanımın ancak muhelli ile (ikinci koca
ile evlendikten sonra) helal olur çünkü bu üçüncü talak oldu denildi.
Şunu belirteyim ki ben hanımımı boşadığım zaman aynı aşırı kızgınlıktan sıtma
hastalığına yakalanmış kimse gibiydim. Kendimi her şeyi yapmaya hazır
hissediyordum.
Fakat kızgınlığım geçince son derece pişman oldum. Bana daha önce de söylenmiş
olan "muhallilden" başka bu problemine çözüm getirecek bir çare biliyor musunuz?
Şeriat, insanın dengesiz bir anında daha önceden tasavvur edilmeyen ve
düşünülmeyen basit bir sözün ağızdan çıkmasıyla bir ailenin hayatının
yıkılmasına ve bütün bir ailenin parçalanmasına göz yumar mı?
Şunu da ilave edeyim ki, içimizdeki kötü niyyetli fitnecilerden bazıları bana
hanımımın, beni kızdıracak, kendisine karşı sinirlendirecek laflar sarfettiğini
aktardılar. Tabi bu da son kavgamızı körüklemiş oldu. Daha sonra onların bu kötü
niyetlerini ve hanımımın bu söylenenlerden beri olduğunu anladım şayet bunu daha
evvel bilyesdim bütün bu olanlar olmazdı ama ne yapalım demek Allah'ın
takdiriymiş, sizin bu probleme bir çözüm yolu bulacağınızı ümit ediyorum. Allah
yardımcınız olsun. 273
Cevap
1) Soruyu soran kardeşimize artık kim anlatmışsa anlatmış, üç talakla boşadığı
karısıyla tekrar evlenmek amacıyla onu geçici olarak başka bir erkekle
evlendirmeyi düşünüyor. Bu ise dinen haramdır, kesinlikle caiz değildir. Nitekim
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Üç
talakla boşanan kadına dönmek amacı ile onu geçici olarak başka bir erkeğe
nikahlıyana da bu kadını, eski kocasına helal kılmak amacı ile nikahı altında
bulundurana da Allah lanet etsin." Efendimiz (sav) bu işi başka bir hadisi
şerifinde: "Emanet alınmış teke" olarak nitelemiştir.
Birinci kocaya helal kılmak amacı ile kıyılan nikahın sahih olmadığı konusunda
sahabenin icması vardır. Nitekim bu işin haram olduğu Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.
Ali, İbni Mesud, İbni Ömer, İbni Abbas'tan sahih yollarla bize aktarılmıştır.
Hatta Hz. Ömer, "Bana bu işi yapan erkek ve kadın getirilirse onları recmederim"
buyururken, Hz. Osman da: "Nikah ancak isteyerek ve evlenmek amacı ile kıyılan
nikahtır, göstermelik olarak yapılan nikah caiz değildir" buyurmaktadır. İbni
Abbas ise: "Kadını eski kocasına helal kılmak amacı ile nikah kıyan karıkoca
yirmi sene nikahlı olarak bekleseler bile Allahu Teala kıyılan nikahın amacının
kadını eski kocasına helal kılmak olduğunu bildiği için zina etmeye devam
ediyorlar" diyor.
Bazı sahabiler de: "Biz bunu Peygamberimizin zamanında zina kabul ediyorduk; bu
nedenle hiç bir müslümana Allahu Teala'nın haram kıldığı şeyi helal kılmak amacı
ile bu batıl hileye baş vurmak helal olmaz" demektedirler.
2) Kızgınlık anında talak kelimesini söylemeye gelince bu konuda fukaha
sahabenin görüşlerine uymaya çalışarak kimileri konuyu geniş tutmuş kimisi de
dar altmışlardır. İhtilaflar olsa da şeriatın maksatlarına en yakın olanını
tercih etmek amacı ile her iki firkanında delillerini incelemek zorundayız.
3) Kızgın kimsenin talakı hakkında tercih edilen görüşü açıklamadan önce, konuyu
geniş tutanlarla daraltanların hakkında ihtilafa düştükleri "gazabı",
tanımlamamız lazım.
Allame İbni'l Kayyım der ki: "Gazab üç kısımdır.
Birincisi: Kızgınlığın ilk belirtileri, ne söylediğini ve maksadının ne olduğunu
bilecek bir seviyede, aklında ve zihninde olağan üstü bir değişiklik olmayacak
kadar bir insanın sinirlenmesi halidir.
ikincisi: Kızgınlığın ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyecek seviyede son
haddine ulaşmasıdır daha önceden de belirttiğimiz gibi bu durumda talakın vaki
olmadığı konusunda ihtilaf yoktur. Zira gazab akim gitmesidir, dolayısıyla
kişinin ne söylediğini bilmediği bir derecede aklının gitmesi söz konusu ise bu
durumda hiç bir sözünün geçerli olmadığı şüphesizdir. Çünkü bir mükellefin
sözünün geçerli olabilmesi için:
1) O mükellefin kendisinden sudur eden sözleri bilmesi,
2) Sarfettiği sözlerin manasını bilmesi, düşünmesi.
3) O, sözü kendi isteğiyle söylemiş olması gerekmektedir.
Buna göre birinci şart uykuda olanı, deliyi zature hastasını sar hoşu ve soruda
bahsedilen kızgını kapsam dışına çıkartır, zira bunların hiç biri ne
söylediklerini bilmez.
İkinci kısımda bir şeyler demiş ancak söylediğinin manasını asla bilmeyen
kimseyi istisna ederki bu sözün gereği zaten lazım olmaz.
Son şart ise söylediğinin lafzını da, anlamını da bilen ancak zorla konuşturulan
kimseyi (mukrehi) istisna eder.
Üçüncüsü: Kızgınlığın kısımlarından üçüncüsüne gelince. Bu da gazabının daha
önce sayılan iki mertebenin ortasında olmasıdır. Yani ilk belirtilerinin arız
olması hatta geçmesi ancak deli gibi ne söylediğinden habersiz bir seviyeye
ulaşmamasıdır. İşte ulemanın ihtilafa düştüğü ve herkesin kendi görüşünü sunduğu
nokta burasıdır. Ama seri deliller; geçerli olabilmesi için istek ve rızanın
şart olduğu, talak, azat ve akitlerin bu durumdaki kızgınlık içinde geçerli
olmadığına delalet etmektedir. Zira imamlarında açıkladığı gibi gazabda az sonra
sunacağımız delillerden olan hadisin içinde geçen (iğlak) kelimesinin kapsamı
altındadır.
1) Kızgın kimsenin talakı da içinde bulunmakla beraber talakın vukuunu
zorlaştıran sebepler birçok delillere dayanmaktadırlar.
a) Hz. Aişe (r.anha)'nin Peygamber Efendimiz (sav)'den rivayet ettiği: "İğlak'ta
boşama ve azad geçerli değildir" hadisin metninde geçen "iğlak" kelimesi Ebu
Davud'un rivayetinde "ğilak" olarak geçmektedir ki, Ebu Davud, zannediyorum bu
kelimenin manası gazab (kızgınlık)tır demiştir. Hanbeli der ki: "Ben Ebu
Abdullah'tan, yani Ahmed bin Hanbel'den, hadiste geçen iğlak kelimesi için, 'O
gazabdır' dediğini işittim."
Lugatçıların bir kısmı şöyle der: "İğlakın iki manası vardır. Birincisi ikrah
(zorlama), ikincisi de kişinin ne söylediğini bilmediği bir haletin üzerine arız
olmasıdır. İmam Buhari'nin Sahihi'ndeki konu başlığı da bunu göstermektedir.
Zira Buharı şöyle der: "Babuttalak filiğlak (elgazabi) ve-1 kurhi (elikrahi) ve
vessekrani
velmecnuni." (Yani, iğlak, gazab, ikrah, sarhoşluk ve delilik anında talak
hakkındaki bölüm.)
Buharinin "iğlak" kelimesini diğerlerinden ayırması ona göre iğlak'ın gazab
anlamında olduğuna işaret etmektedir.
İmam, İbni'l Kayyim şöyle der: "Zaten iğlak kelimesinin gazab (kızgınlık)
anlamında olduğunu birçok lügat ehli savunmuştur."
b) Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Allah yemininiz deki yanılmadan dolayı sîzi sorumlu tutmaz. Fakat kalbinizde
kötü niyyet tutarak yaptığınız yeminden dolayı sizi sorumlu tutar."
274
İbni Cerir Et Taberi, İbni Abbas'ın bu ayetin tefsirinde şöyle dediğini rivayet
eder: Yemininde yanılman kızgın olarak yemin etmenle olur.
Yine İbni Abbas'ın en seçkin arkadaşlarından biri , onun şöyle dediğini bize
aktarır: "Kişinin kızgınken yaptığı hiç bir yemine keffaret gerekmez." İbni
Abbas bu görüşüne yukarıdaki ayeti delil olarak göstermiştir. İbnu'l Kayyim
şöyle devam ediyor: "Maliki mezhebinin fetvalarından bir tanesi de budur. Buna
göre yeminin "lağvı" (boşu) kızgınken yapılanıdır." Maliki mezhebinin en seçkin
ve en faziletli ulemasından olan Kadı İsmail bin İshak'ın mutlak olarak tercih
ettiği görüşte budur. Yani ona göre, kızgın kimsenin yemini geçerli değildir.
İbni'l Kayyim'in sözü burada bitiyor.
c) Kur'an'ın, Musa (a.s.)'nın, kavimine üzüntü içerisinde ve kızgın olarak
döndükten sonraki hareketini anlatırken ilave ettiği şu ayeti kerime ve devamı,
kızgın kimsenin talakının geçerli olmadığına delildir. Musa kavmine kızgın ve
üzgün olarak dönünce:
"Ben ayrıldıktan sonra yerime geçip ne kötü işler yapmışsınız rabbinızin emrimi
beklemeyip buzağıya mı taptınız" dedi elindeki tevrat levhalarını bırakıp
kardeşi Harun'un başından (saç ve sakalından) tutarak kendine doğru çekti Harun:
Ey annemin oğlu bu millet gerçekten beni küçümsediler, az kaldı beni
öldüreceklerdi, sen de bana düşmanları sevindirecek hareketlerde bulunma. Böyle
beni zalimler topluluğuyla beraber tutma" 275
Ayeti kerimenin delil olması şurdan kaynalınr. Bilindiği gibi Musa (as) ne
Allah'ın kendine verdiği "levhaları" (sayfaları) yere atar, ne de kendisi gibi
bir Peygamber olan kardeşine kaba hareketlerde bulunurdu. Onu bütün bunları
yapmaya iten sebep kızgınlığıydı. Zaten kızgınlığı kendisinde irade bırakmadığı
için Allah Teala onu mazur gördü ve yaptıklarından dolayı kendisini azarlamadı.
d) Aynı surenin devamında olan şu ayeti kerime meseleyi biraz daha
aydınlatmaktadır:
"Musa gazabı dindiğinde levhaları aldı" 276
Görüldüğü gibi ayeti kerimede gazab kelimesi tebasına (yap) ya da (yapma) diyen
ve emri altındakilerinde dediğinden çıkamadığı bir padişah yerine konularak
kendisine dindi kelimesi isnad edilmiştir. Binanaleyh kızgm kimse mukrehten
(zorla bir iş yapmak zorunda bırakılandan) daha mazurdur.
e) Allah Teala buyuruyor ki:
"Eğer Allah, insanlara, hayır çarçabuk istedikleri gibi fenalığı da (istedikleri
zaman) hemen acele olarak verseydi elbette ecelleri hemen son bulurdu (yok
olurlardı)." 277
Mucahid yukarıdaki ayeti tefsir ederken şöyle der: "İnsanların şerri (kötülüğü)
istemelerinden maksat, çocuğuna veya malına kızdığı zaman, "Allah belasını
versin, Allah lanet etsin" gibi sözlerdir. Eğer Allah hayır duaları kabul ettiği
gibi bu (şer) duaları da kabul etseydi onları helak ederdi." İbni'l Kayyim
derki; "Dolayısıyla Allah katında icabeti en çabuk olan duanın kabulüne bile
gazab mani olmuştur. Çünkü kızgın insan söylediğini kalbinden kast etmemiştir."
f) Kızgınlık, insan ile onun sağlam fikir üretmesi, ve doğru düşünmesi arasında
perde oluşturduğundan onun meselenin hakikatına vakıf olma ve doğru karar verme
yeteneğini daraltmaktadır. Bu yüzden sahih bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
"Hiçbir kadı kızgınken hüküm veremez." Halbuki talak ta erkeğin kadın hakkında
verdiği bir hükümdür. Binaenaleyh erkeğin de kızgınken hüküm vermemesi, verdiği
zamanda kadın ve aileyi korumak amacı ile geçersiz kabul edilmesi gerekir.
g) Sarhoşun talakının sahih olmadığı konusunda dayandığımız delillerin hepsi
"kızgın"ı da kapsamaktadır. Hatta ikincisi birincisinden daha kötü bir haldi.
Zira hiçbir sarhoş intihar etmez, çocuğunu yüksekten atmaz ama kızgın insan
bütün bunları yapabilir.
Şer'i kural şudur: "Kişisel arızaların söylenen sözün geçerliliğinde veya
geçersizliğinde, kabul edilmesinde veya edilmemesinde de tesiri vardır." Kişisel
arızalar; örneğin unutma yanılma, ikrah (silah zoruyla bir işi yapmak
mecburiyetinde kalma) sarhoşluk, delilik, korku üzüntü gaflet ve dalgınlık
gibidir. Bu durumlarda (kişinin halinin fiiline etkisi büyük olduğundan)
yukarıda saydığımız arızalardan birine sahip olan kimseden diğerine sahip
olandan farklı bir hareket bekenebilir. Biriyle mazur olan kimse diğeriyle mazur
olmayabilir.
Çünkü kasıt ve irade bağımsız değilse ve kendisini söylediği söze iten bir sebep
varsa bu hal kendisinden beklenebilir işte bu yüzden sahabe içlerinden biri bir
şey adadığında kendisine sorardı: Bunu gönlünden mi adadm yoksa kızgın iken mi
adadın? Eğer kızgın iken adamışsa kendisine yemin keffareti vermesini önerirdi
buna delil olarak ta: Kızgın iken bir şeyi adamakla yemin aynı hükmü iktiza
eder. Zira her ikisini yapmaya iten sebep aynıdı. O da o andaki maksadının
yeminde olduğu gibi o andaki sıkıntıyı def etmek ve karşı tarafı ikna etmektir,
ibadet değil. Hem de Allah Teala kızgınlığı kişinin kendisi ve ailesi için
yapacağı bedduanın kabul edilmesine, ikrahı bu esnada küfür kelimesini kullanan
kimsenin küfrüne, hata ve unutmayı da bu esnada söylenen ya da yapılan işten
sorumlu tutmaya mani kılmıştır.
Gazab (kızgınlık) arızası bazen yukarıdaki arızalardan daha kuvvetli oluyor öyle
ise bu arızalardan dolayı maksat ve istek olmadığı için söylenen sözün gereği
yerine gelmiyorsa aynı şekilde sözünün gereğini kasdetmeyen kızgının da onlardan
daha özürlü olmasada en azından onlarla eşit olması gerekir.
Evet biz şimdi kızgınlık anında yukarıdaki delillere itimad ederek talakın
geçerli olmadığı görüşünü tercih ettik ancak talakın vuku bulmadığı kızgınlık
ölçüsünü diğerlerinden ayırabilmek amacıyla belirlememiz gerekir. Çünkü bu gibi
hususları belli başlı kurallara bağlamadan bırakmak işi kargaşaya ve zorluğa
götürür.
İmam İbni Kayyim ve ondan önce Şeyhu'l İslam İbni Teymiye'nin maksadı ve
söylediğini bilmemeyi bu konuda ölçü tuttuklarını görüyoruz. Dolayısıyla bir
kimse maksadını ve ne söylediğini bilmez ise talakın vaki olmadığı "iğlak"
halindedir.
Fakat Hanefi alimlerinden Allame Şeyh İbni Abidin, Durilmuhtar üzerine yazdığı
meşhur Haşiye'sinde İbnul Kayyim'in "gazab" hakkındaki kelamını 3. kısmıyla
birlikte, aynen ibnul kayyimin kızgın kimsenin talakı hakkında yazdığı
risalesinde olduğu gibi aktardıktan sonra kızgın ve şaşkın kimsenin talakının
vaki olmaması için ne söylediğini bilmeyecek kadar ileri gitmesine gerek
olmadığını bilakis bu konuda apuk sapuk konuşmanın, söz ve davranışlarında
eskiden olmadığı kadar bozukluğun görülmesinin ve saçma sapan davranışlarıyla
ağır başlılığını kaybetmesinin yeterli olacağını ileri sürmüştür ve şöyle devam
etmiştir: "Esas itimad edilmesi gereken hüküm de budur. Bu sebeple ne
söylediğini bilse ve yaptığını iradesiyle yapsa bile söz ve davranışlarda
olağanüstü bir bozukluk söz konusu ise tam bir idrak olmadığı, hareketlerini
kontrol edemediği için akıllı bir çocuğun sözleri muteber olmadığı gibi böyle
bir insanın sözleride muteber değildir."278
Bana göre İbni Abidin'in belirttiği, ölçü doğrudur ve yerindedir. Buna göre söz
ve fiillerin geçerli olmaması için itibar edilen "gazab" insanın söz ve
davranışlarında normal bir halinde söylemediği ve yapmadığı şeyleri söyleyecek
ve yapacak kadar ölçüyü kaybetmesidir.
Biz insanı etkisi altına alan kızgınlığı diğerinden ayırmak için bir başka
alamet daha ekliyelim ki İbnil Kayyim bu alameti Zadu'l Mead'ında tenbih
etmiştir. Bu alamette, insanın kızdıktan sonra, kızgınken yaptıklarına pişman
olmasıdır. Kızgınlık üzerinden geçtiğinde pişman olması onun bu esnada talakı
kastetmediğinin delilidir.
Allah daha iyi bilir. 279
'Abdulmesîh" İsminî Koymak
Soru
Cevabını beklediğimiz sorumuzu sizlere arzediyoruz: Yanımızda müslüman bir hanım
var, kocası da müslüman bir erkektir. Bu hanım hamile kalıyor, çocuğunu selamet
içinde doğruyor, ancak doğumdan az sonra çocukları ölüyor. Bazıları çocuğun
yaşaması için ismini Abdulmesih (İsa'nın kulu) koy diyor. Müslümanların isminden
olmayan bu ismi çocuğa koymak caiz midir? ikincisi bu isimle çocuğun yaşaması
arasında bir alaka var mıdır? Bizi aydınlatır mısınız? 280
Cevap
Bu ismi koymak haramdır. Haramdır, yani onun haramiyeti kat kattır. Çünkü bu
ismin haram oluşu biryönden değil üç yönden kaynaklanmaktadır.
Birincisi: İster peygamber olsun ister sahabi olsun veya isterse salih
insanlardan biri olsun Allah'tan başkasına kulluğu ifade eden bütün isimler
müslümanların icmai ile haramdır. Binanaleyh hiç bir müslümanın Abdunnebi,
Abdurrasul, Abdulhuseyn, Abdulkabe ve bunlara benzer isimlerle adlandırılması
caiz değildir. İbni Hazm der ki, "Abdulmuttalib hariç Abduluzza (Uzza'nın kulu
bir putun ismidir) Abdulhubel (Hubel'in kulu yine bir putun ismidir) Abdul Ömer
(Ömer'in kulu) Abdulkabe (Kabe'nin kulu) gibi Allah'tan başkasına kulluğa
delalet eden bütün isimlerin haram olduğu konusunda ulemanın ittifakı vardır.
İkincisi: Özellikle bu isim gayri müslimleri ayıran ve ilk telaffuzu ile
sahibinin dini hüviyetini ortaya koyan isimlerden biridir. O halde bu isim sırf
Hırıstiyanlara mahsus bir isimdir. Bu isimle adlanmak ise Hıristiyanları dini
yönden diğer milletlerden ayıran özelliklerden biridir. Bu yüzden bu konuda
onlara benzemek şu hadisi şerifin dairesine girmektedir: "Kim bir millete
benzerse o onlardandır." Bu hadisten maksat, onların özellikle dini
simgelerinden birini takınma noktasında onlara benzemekdir.
Üçüncüsü: Bu isim soruda ifade edilen sebepten dolayı ve belirtilen problemi
izale etmek amacı ile konuluyorsa buda islamın kendisi ile savaş içinde olduğu
şirkin bir çeşitidir. Çünkü böyle bir hareket Allah'tan başkasına itimad etmek
ve onun bu varlığın nizamım bağladığı doğal kuralları ve tabiî sebepleri bir
tarafa itmektir. Bu nedenle böyle bir isimle adlandırmak haddi zatında Peygamber
Efendimizin (sav) şirk kabul ettiği katır boncuğunun (nazar boncuğu) aynısıdır
ve son derece tehlikelidir.
Ne akıl, ne bilim ne de din açısından, çocuğun ismiyle yaşaması veya ölmesi
arasında hiç bir bağlantı yoktur karıkocaya ya da çocuğa velilik eden tüm
yakınlarına, doğal kanunlara saygılı olmak meşru sebeplere sarılmak kadını uzman
doktorlara göstermek ve daha sonra kendisini ve çocuğunu muhafaza edip afiyet
vermesi konusunda dua ederek Allah'a tevekkül etmek vaciptir.
Ama böyle bazı avamın aldatılıp yaptığı gibi gayri müslimlere ait olan isimleri
koymak, kiliseye veya gayri müslimlere ait mabedlere gitmek veya çocuğu
doğduktan soma vaftiz suyuyla yıkamak gibi batıl adetlerin hepsi ikaz edilmeye
ve hatırlatılmaya rağmen ısrar edildiği taktirde insanı islam dairesinden
çıkaran, şirkin çeşitlerindendir. Tüm ilim sahiplerinin halkı bu gibi adetlerden
sakındırmaları, sapıkların ve deccalların, kendilerini çektiği şirke düşmemeleri
için onlara bilmedikleri şeyleri öğretmeleri vaciptir. 281
Kadının Kendine Yetecek Kadar Ve Kocasının Maddî Durumuna Uygun Bir Miktarda
Nafaka Hakkı
Soru
Ben, bolmiktarda gayri menkulü ve bankalarda parası bulunan, ancak paraları
yalnızca birhayli mücadeleler neticesinde elinden çıkarabilecek kadar cimrilik
hastalığına yakalanan bir zenginin eşiyim, bu durum benim hayatıma da yansıyor.
Kocam ev ihtiyaçları için bu durumda olan bir adama yakışmıyacak kadar cüzi bir
meblağı zorla çıkartıp veriyor. Bu yüzden geliri kısıtlı olan birçok insanın
evleri bile benim evimden daha güzel, onların hanımları görüntü bakımından
giyecekte, ziynette ve asrımızın muhtaç olduğu sair durumlarda benden daha
düzgün ve onların çocukları da benim çocuklarımdan daha iyi durumda. Peki şeriat
Allah Teala'nın zengin ettiği ve lutfundan çok şeyleri bahşettiği bu kocaya bize
karşı elini kapatmasını caiz kılıyor mu?
Bir kadına kocası nafakada eksiklik yapıyorsa o kadın ne yapmalı, meselesini
mahkemeye mi götürmeli? Öyle olursa bunun ardından feci bir şekilde toplumsal
bir çöküş gelmez mi? Aile hayatı temelden çökmez mi? Yoksa kadın kocasının
haberi ve bilgisi olmadan başarabilirse kocasının malından alabilir mi? Alırsa
bu hali ile günahkar olur mu? Çünkü kadın sahibinin izni olmadan onun malını
almıştır. Bu da olmaz ise o halde çözüm nedir? Bize bu konuda fetva veriniz.
Allah mükafatınızı versin. 282
Cevap
Malesef bu konuda aileler tamamen bir çelişki içindeler. Bazen öyleleri oluyor
ki, yuları hanımının eline vermiş o da kendi nefsi için faydalı faydasız
ihtiyacı olan olmayan, her şeye para harcıyor. Onların yegane amaçları
gururlarını okşamak, kibirlerini doyurmaktır. Vatana millete ve aileye faydası
var mı, yok mu bakmadan Avrupa'nın Amerika'nın ve Asya'nın en son çıkarttığı
modayı takib etme yarışma girmişlerdir. Yarının getireceği faciaların hiç
umurunda bile değillerdir. Bunun yanında ellerinde olduğu halde hanımlarına
cimrilik yapan, onların boğazlarından kısan, onlara yetecek ve makul bir şekilde
ihtiyacını karşılayacak kadar bile para vermeyen insanlara da rastlıyoruz.
Halbuki Allah (cc.) kitabında harcama konusunda israf ile cimriliğin arasında
orta bir yolun takip edilmesini farz kılmıştır. Nitekim noksan sıfatlardan
münezzeh olan Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş
cimri gibi cimri olma israfa dalarak elini tamanen açma sonra kınanır açıkta
kalırsın"283
Allah Teala, Rahman'ın has kullarını şöyle vasıflandırmıştır:
"Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar İkisi
arasında orta bir yol tutarlar" 284
Şeriat kadına verilecek nafaka konusunda ne paradan ne de başka bir şeyden
(altın gümüş) belli bir miktar sınırlamamıştır. Bu konuda vacip olan uygun bir
şekilde onun ihtiyacını karşılamaktır. Tabiatıyla bu ihtiyaçta bir asırdan başka
bir asra, bir çevreden başka bir çevreye, bir bucaktan diğerine, bir adamdan
başka bir adama değişir. Buna göre şehirli köylü gibi değildir yerleşik göçebe
gibi değildir, kültürlü ümmi gibi değildir, nimetin bolluğu içinde bulunan,
zorluğun pençesinde doğan gibi değildir, zengin bir erkeğin hanımı, orta haldeki
bir erkeğin hanımı gibi değildir. Nitekim Kur'an bunların bir kısmına şöyle
işaret etmiştir:
"Varlıklı kimse nafakasını varlığı ölçüsünde versin rızkı dar olanda Allah'ın
kendisine verdiği kadar versin Allah kişiyi ancak verdiği şeyle mükellef tutar"
285
Kur'an boşanan kadına verilecek eşya konusunda da bu manayı şöyle tenbih
etmiştir.
"Zengin kendi imkanına göre fakir de kendi imkanına göre usulüne uygun bir
şekilde onlara (Boşanan kadınlara) faydalanacakları birşeyler verin, bu,
iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur" 286
İmam Gazali, İhya'sında nikahın edeplerinden biri olan nafaka konusundaki
itidalden bahsederken ne güzel söylemiş: "Erkek kadınlara ihtiyaç masraflarını
verirken cimrilik yapamaz, israf da edemez orta yolu tutmalıdır." Allah teala
buyuruyor ki:
"Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz"287
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma israfa dalarak da elini tamamen
açma sonra kınanın açıkta kalırsın”288
Bunun yanında Resulullah (sav) Efendimiz de şöyle buyuruyor:"Sizin en hayırlınız
ailesine en iyi davrananızdır"289 Yine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle
buyurmuştur: "Bir dinar ki, sen onu Allah yolunda (cihadda) harcadın bir dinar
da vardır ki, sen onu köleyi azad etmek için harcadın, bir dinarla da miskine
tasadduk ettin, bir başka dinar da vardır ki, sen onu ailene harcadın işte bütün
bu harcamalar içerisinde mükafatı en büyük olan ailene harcadığın dinardır"290
Rivayete göre, Hz. Ali' (ra)nin dört hanımı vardı ve bu hanımlarının her birine
bir dirhemle her dört günde bir et satın alırdı.
İbni Şirin derki: "Erkeğin ailesi için çalışması ve her cuma günü ona tatlı
getirmesi mustehabdır."
İmam Gazali de şöyle der: "Tatlı mühim yiyeceklerden olmasa da tamamen
terkedilmesi adeten cimriliktir. Yenmesi helal olan her hangi bir yiyeceği
ailesinden esirgeyip yedirmezlik yapması iyi olmaz. Çünkü, böyle bir hareket
kalplerin kırılmasına ve düzgün bir geçimden uzaklaşmaya sebep olur. Eğer böyle
bir işe azimli ise de kendisi ailesine çaktırmayacak şekilde gizli yesin.
Erkeğin yedirme niyyetinde olmadığı bir yemekten ailesinin yanında bahsetmesi
uygun olmaz bir şey yediği zaman tüm aile fertlerini sofraya oturtmalıdır.291
Fakat İslam şeriatının kadına ayırdığı nafaka ve geçim gerekleri nelerdir? Bu
konuda kitap ve sünnete dayanan fıkıh kitaplarına kulak verelim:
Hanbeli mezhebine mensup Şeyhu'l İslam İbni Kudame "El-Kâfi" isimli kitabında
der ki: "Kadına normalde geçimini temin edecek kadar nafaka verilmesi vaciptir,
çünkü Peygamber Efendimiz (sav) Ebu Sufyan'ın hanımı Hind'e şöyle demişti:
"Normalde sana ve çocuğuna yetecek kadar nafaka al."292
Aynı şekilde Allah (cc) da şöyle buyuruyor:
"Kadınların rızkını temin etmek şekilde giydirmek erkeğe aittir”
293
Ayette geçen "maruf (iyilik uygunluk) tan maksat yetecek kadardır. Çünkü nafaka
ihtiyacı gidermek amacı ile konulmuştur nasılki bir köle nafakasını vermeyen
efendisini hakime şikayet ederse hakim ona yetecek kadar nafaka ayrılmasını
emredebilir, aynı şekilde kadında kendisine yeteri kadar nafaka ayırmayan
kocasını mahkemeye verir ve kadı (Hakim) kendisine yetecek kadar ekmek ve erzak
tayin eder. Bugün azık tayininde ekmekte tayin etmek vaciptir çünkü örfen katık
olarak ekmek kullanılmaktadır.
İbni Abbas, Allahu Tealanın: "Ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden" sözünü
tefsir ederken şöyle demiştir: "Buradaki orta dereceli yiyecek; ekmek ve zeytin
yağıdır." İbni Ömer'den rivayet olunduğuna göre, "Ekmekle tere yağı, ekmekle
zeytin yağı ve ekmekle hurmadır. Kişinin ailesine yedirdiği en değerli yiyecek
ise: ekmek ve ettir."
Nafakanın tayininde azık olarak şehirde kullanılan yiyeceklerden kadının
ihtiyacı kadar temin etmek gerekir. Bunlar da, zeytinyağı, sıvı yağlar, tere
yağı, süt et ve diğer azıklardır. Çünkü bugünün şartlarına uygun (maruf) yiyecek
bunlardır. Allahu Teala Resulü'ne (marufu) emretmiştir.
Tabiatıyla bu nafaka meselesi kocanın maddi durumunun iyi veya kötü olmasına
göre değişir çünkü Allah teala bu konuda şöyle buyuruyor:
"İmkanı geniş olan nafakayı imkanına göre versin rızkı daralmış bulunanda
nafakayı Allah'ın kendisine verdiğinden (maldan) ayırsın. Allah hiç kimseye
gücünün yettiğniden başkasını yüklemez” 294
Nafakanın tayininde kadının durumuda göz önünde bulundurulmalıdır. Normalde sana
ve çocuğuna yetecek kadar (nafaka) al" Binaenaleyh zengin bir erkeğin nikahı
altında bulunan kadının nafakasını ekmek ve azık olarak en kaliteli ve kendi
durumlarında olan bir ailenin yediği yiyecekler nazarı itibare alınarak tayin
etmesi, fakir bir erkeğin nikahı altında bulunan kadının nafakasını ise;
kalitesi düşük olan ekmek ve azıklardan kendi durumlarında olan bir ailenin
yiyeceklerini nazarı itibare alarak tayin etmesi, orta halli bir erkeğin nikah
altında bulunan kadının nafakasını da yine kendi durumlarında olan bir ailenin
yieceklerine göre tayin etmesi gerekir.
Onlardan (karı kocadan) bir tanesi zengin öbürü fakir ise o zaman her biri kendi
durumuna göre yiyeceklerini alır. Çünkü zenginlerin nafakasını fakire yüklemek,
fakirlerin nafakasını da zengine kadına vermek uygun değildir ve böyle bir
durumda birinin diğerine zarar vermesi söz konusu olur.
Nakli delillerden ayet ve hadisten, akli olarak ise bedenin devamlı korunması
gerektiğinden dolayı erkeğe nafaka vacib olduğu gibi hanımını giydirmesi ona
elbise almasıda vaciptir. Zengin bir erkeğin nikahı altında bulunan kadına örfen
yaşadığı şehrin en kaliteli giyeceklerinden (ibrişim kumaşı, ipek, pamuk ve
ketenbezi) gibi giydirmesi, fakir bir erkeğin nikahı altında bulunan fakir bir
kadına örfen yaşadığı şehrin kalitesiz kalın pamuk ve keten-bezi gibi
kumaşlardan giydirmesi, orta halli bir erkeğin nikahı altında bulunan orta halli
bir kadına da durumuna göre, veya biri zengin öbürü fakir ise nafakada
belirttiğimiz gibi her ikisinin ortasında, giyeceklerde adet ne ise ona göre bir
yol takib etmeleri gerekir.
Kadına oturacağı bir evi de temin etmek gerekir. Çünkü kadın sığınmak ve
kendisini namahrem gözlerden korumak için içinde rahat hareket edebilmesi ve
faydalanması için bir eve muhtaçtır. Tabii bu evin tezyinatıda nafakada
bahsettiğimiz gibi karı kocanın maddi durumuna bağlıdır. .
Eğer kadın kader ve kaza gereği kendine hizmet etmekten aciz, veya hasta ise o
zaman kadına bir hizmetçi bulmak vaciptir, Çükü Allah Teala "onlarla iyi
geçinin" buyurmaktadır ihtiyacı olduğu taktirde ona hizmetçi tutmakda iyi
geçinmenin kısımlarındandır. Ama bir hizmetçiden fazlası gerekmez. Çünkü kadının
hakkı kendi hizmetinin yapılmasıdır bu hizmetinde bir hizmetçiyle elde edilmesi
mümkündür kadına kadından, mahreminden veya çocuktan başkasının hizmet etmesi
caiz değildir.295
Er-Ravzatu'n-Nedviyye isimli eserin müellifi, kadının kocası üzerindeki
haklarını sayarken nafaka konusunda şöyle demiştir: "Bu mesele zaman mekan şahıs
ve konumlara göre değişir. Mesela; zor durumda olan kimse için maruf (uygun)
olan nafaka maddi durumu iyi olan kimse için maruf değildir. Çölde göçebe
yaşayan ve genel için maruf olan nafaka şehirde apartmanlarda yaşayanlar için
maruf değildir. Aynı şekilde farklı derecedeki zenginler için maruf olan nafaka
fakirler için, Başkan ve Bürokratlar için maruf olan nafaka alt tabakalar için
maruf değildir. Binaenaleyh hadisi şerifte geçen maruf; sabit bir şey değildir
bilakis konumlara göre değişir."
İmam Şevkani "Fethu'r Rabbani" isimli kitabında nafakanın belli bir miktarda
tayin edilmesi veya edilmemesi konusunda, mezheplerin farklı görüşlerini
aktarmıştır. Buna göre ilim ehlinden bir cemaat ki cumhurun görüşü budur.
Nafakanın belli bir miktarı yoktur. Ancak onun miktarı kadına yetecek kadardır.
Nafakanın belli bir miktarı olduğunu söyliyen fıkıhçılardan nakledilen görüşler
de farklıdır. Mesela İmam Şafi şöyle der:
"Yiyeceğini zorla kazanan bir fakirin hanımına vermesi gereken nafaka, bir
mud'dur. Yaklaşık 1 litrelik sıvı yağ. Durumu orta halli olan ise bir buçuk mud
vermek zorundadır imam Ebu Hanife ise bu konuda şöyle der. Durumu iyi olan bir
erkeğin aylık hanımına vermesi gereken nafaka (yedi sekiz) dirhemdir, fakir bir
erkeğin hanımına vermesi gereken nafaka da, dört-beş dirhemdir.
İmam Ebu Hanife'nin mezheb arkadaşlarından bazıları şöyle demiştir: "Bu miktar
yiyeceğin ucuz olduğu zamandır. Eğer ucuzluk söz konusu değilse nafaka yetecek
kadar tayin edilir."
Şevkani şöyle der: "Yer zaman konum ve şahıslar farklı olabileceğinden doğru
olan miktar tayin etmiyenlerin görüşüdür. Zira şüphesiz bazı zamanlar oluyor ki,
o zamanlarda yemek diğer zamanlarda yemekten daha pahalıya mal olur, zira bazı
yerler vardır ki, oranın insanları günde iki sefer yerler bazıları da var ki,
günde üç sefer yerler. Hatta bazıları günde dört sefer yerler. Bolluk anında
insan darlık anından daha çok yemek ister. Şahısların durumu da aynıdır.
Bu farklılığın varlığı muhakkaktır bu farklılık ortada iken nafakayı belli bir
miktara bağlamak hata olur, adaletsizlik olur."
Sonra, nafaka belli bir miktara nasla (ayetle hadisle) bağlanmamıştır. Bilakis
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuyu uygun ve yetecek miktara bağlamıştır. Hz.
Aişe (r.anha)'den Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Ahmed bin Hanbel ve
diğer hadisçilerin rivayet ettikleri hadiste olduğu gibi; Ebu Sufyan'ın hanımı
Hind, Efendimiz'e sormuş: "Ey Allah'ın Resulü! Ebu Sufyan cimri bir adamdır,
bana ve çocuklarıma yetecek kadar para vermiyor. Ancak onun haberi yokken ben ne
alıyorsam onunla idare ediyorum." Bunun üzerine Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:
"Sana ve çocuklarına yetecek uygun bir miktarda al."
Sahih olan bu hadiste tüm hüküm marufla kayıtlı olmakla beraber yetecek miktara
bağlanmıştır. Maruf kelimesinden ise toplumda kabul edilen ve yadırganmayan
miktar kastedilmektedir. Yoksa hadisten sabit bir miktar veya belli bir yerin
örfü kastedilmemiştir. Bilakis tüm mesele her yörenin alışılmış ve yetecek kadar
olan miktarın tayin edilmesidir. Her yöre kendi örfüyle itibar edilir, alışılmış
bu örften caymak, ancak karşılıklı gönül rızasıyla helal olur.
Bu konuda benzeri bir görev hakim için de geçerlidir o da, kocanın zengin ya da
fakirliğini göz önünde bulundurmak suretiyle zaman mekan konum ve şahıslara göre
hüküm vermek zorundadır. Çünkü Allah Teala;
"Varlıklı olan gücüne göre fakir olanda gücüne göre versin buyuruyor."
296
Şimdi sen yiyeceğin belli bir miktar olarak tayin edilmesinin caiz olmadığını
kavradıysan aynı şekilde kumanyanın da belli bir miktarda tayin edilmesinin caiz
olmadığını anlarsın aksine ölçü uygun olarak yetecek miktardadır.
Bahr sahibi şöyle anlatır: "Durumu iyi olan kimse için günlük iki ükiyye yağ
(yaklaşık 50 ile 100 gr. arası) orta halliler için bir-buçuk ükkiyye yağ durumu
zaif olan kimse için de bir bir ukiyye yağ tayin edilir."
İrşadın şerhinde de şöyle denilmiştir: Azık konusunda münakaşa söz konusu olduğu
zaman hakimin içtihadıyla, tayin ettiği miktara itibar edilir ve yetecek kadar
azık tayin edilir zengin için bu miktar iki ile çarpılır, durumu orta halli
olanlar için ise ikisinin ortası tayin edilir. Et konusunda da şehrin zengin
orta halli ve fakirleri hakkındaki adet ölçü alınır.
Rafiide: "Eğer zamanlarında adeten meyva yaygınsa oda vaciptir" demiştir.
Şevkani der ki: "Cins çeşit ve miktar yörenin bu konudaki adetine göredir. Meyva
konusu da böyledir. Eğer örf bu konuda nafaka verilmesi gereken kimseye bir
miktar tayin etmişse bunu çiğnemek helal olmaz. Aynı şekilde bayram ve benzeri
günlerde de bir genişlik söz konusu ise bunu da ihlal etmek helal değildir.
Kahve ve nebati yağlarda bu konuya dahildir. Netice olarak diyebiliriz ki.;
Peygamber Efendimiz bu konuya "normalde yetecek kadar" şeklinde açıklık
getirmiştir. Konuyu tüm detayıyla açıklayan bu sözün üzerinde söz yoktur.
Sonra Peygamber (sav)'in; "Normalde sana ve çocuğuna yetecek kadar al" sözünden
anlaşılan odur ki, bu hadisten sadece yemek içmek değil," insanın muhtaç olduğu
her şey kastedilmektedir. Bundan hareketle sadece temel gıda maddeleri değil,
yiyemediği taktirde üzüntü ve keder getirecek tüm gıda maddeleri de bu hadisin
mefhumu altındadır. Tabiatıyla bu da şahıs zaman mekan ve konumlara göre
değişir. Hadisi şerifin içine ilaç ve benzerleri de girmektedir. Allah Teala'nın
şu sözü de buna işaret etmektedir:
"Onları uygun bir şekilde yedirmek ve giydirmek koca üzerindedir"297
Çünkü bu ayet bizzat üzerine nafaka vacib olan kimsenin nafaka vereceği kimsenin
rızkını temin etmesi gerektiğine delalet etmektedir. Haliyle rızık kelimesi
yukarıda saydıklarımızın hepsinide kapsamaktadır.
İntişar sahibi der ki, "Safi mezhebine göre hamam ücreti ilaç ve muayene
paraları erkeğe vacip değildir. Çünkü nasıl ki, kiracı evden eskiyip dökülen
yerlerin tamir parasını ödemek zorunda değilse, aynı şekilde vücudun korunması
da sahibine aittir. Binanaleyh bu amaçla yapılan masraflar kocaya yüklenemez.
Yine Elgays isimli kitabında şöyle der: "Gerçek kıyasa göre ilaç ruhu korumak
yönüyle nafaka hükmündedir."
Bana göre İmam Şevkani'nin görüşü doğrudur. Çünkü gerek Efendimiz (sav)'in "Sana
yetecek kadar" sözü, gerekse Allah Teala'nın, "onların rızkı" sözü umum ifade
ettiğinden ilaç ve tedavi masraflarını da içerisine almaktadır. Zira ilk ifade,
ikincisi de genel ifadelerdir. Bu kelimenin nafaka sahiplerine mahsus olması
onun umum genel ifade etmesine engel değildir. Seyyid Sıddık Hasan Han'ın, Erra
Vuzatunnediyye adlı kitabında naklettiği imam Şevkani'nin görüşü doğrudur.
Bu açıklamadan sonra soru soran bacımızın sorusunun iki şıkkını da (cimri
kocasından nasıl nafaka alabileceği ve kocasının izni olmadan parasından alıp
alamayacağı) Efendimiz (sav)'e kocasının cimriliğinden şikayet eden Ebu
Sufyan'ın hanımı Hind'e söylediği, "Sana ve çocuğuna normalde yetecek kadar al"
sözünün içerisinde bulunan "Kifayet" ve "maruf" kelimeleri etrafında ulemanın
yorumlarıyla cevap verdik. Aynı zamanda fetva isteyen kadının cimri kocasına
karşı nasıl hareket edeceği konusuna da tam bir açıklık getirmiş olduk. Yukarıda
yeteri kadar cevab vermeye çalıştık.
Başından sonuna kadar tüm hamdler Allah'a aittir. 298
Peygamberimizin Hanımlarının Dörtten Fazla Olmasının Hikmetleri
Soru
Müslümanlara dört hanımdan fazlasıyla evlenmek haram iken Peygamberimiz (sav)
niçin dokuz hanımını nikah altında toplamıştır? Bu hükmün hikmetini izah
edermisiniz? Siz misyoner ve müsteşriklerin bu konuyla ilgili olarak, insanların
arasına attığı şüphe ve yalanları biliyorsunuz. 299
Cevap
İslam dini evliliğin birden fazla ve hiçbir sınır, kural ve şart olmadığı bir
dönemde geldi. Bir erkeğin istediği kadar kadınla evlenme hakkı vardı. Bu eski
ümmetlerde de vardı. Tarih kitaplarında bu konuyla ilgili pekçok bilgiler
vardır. Dörtten fazla evlenen bir kişi müslüman olduğunda Peygamber Efendimiz
(sav) ona: "Onlardan (hanımlarından) dört tanesini seç, diğerlerini boşa"
buyurdu. Böylece o kişinin nikahı altında dörtten fazla hanımı bulunmaz oldu.
Binaenaleyh evlenme sayısı dört hanımla sınırlıdır, artmaz. Hanımların birden
fazla olabilmesi için gereken şart aralarında adaleti sağlamaktır. Aksi halde
Allahu Teala'nın
"Adaletsizlikten korkarsanız birle yetinin" 300 ayeti kerimesinde buyurduğu gibi
birle yetinilir. Bu, İslam'ın getirdiği bir hükümdür. Ancak; Allah Teala,
Nebi'sini istisna ederek, müminleren farklı olarak evlendiği dokuz hanımım
kendisine helal kılmasıdır. O'na hanımlarını boşamasını veya başka hanımlarla
değiştirmesini veya bu hanımlarının üstüne başka hanımlar almasını veya onlardan
birini bırakıp başkasıyla değiştirmesini farz kılmamıştır.
"Güzelliği hoşuna gitse bile bundan sonra hanımlarını başka bir hanımla
değiştirmen veya başka hanım nikahlaman helal değildir. Ancak cariyeler
müstesna"301
Bunun nedeni; Peygamber Efendimiz (sav)'in hanımlarının özel bir yeri ve hususi
bir hürmetin olmasıdır.Kuran-ı Kerim onları bütün mü'minlerin annesi diye tarif
etmiştir. Allahu Teala (cc);
"Peygamber mü'minlere kendilerinden daha yakındır. Peygamberin hanımları ise
müminlerin anneleridir"302 diye buyurmuştur. Peygamberimiz'in hanımları
müminlerin anneleri durumunda olduklarından, peygamberimizden sonra müminlerle
evlenmelerini Allah Teala (cc) haram kılmıştır. Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Sizin Resulullah'a eziyet etmeniz ve kendisinden (kendisi evlendikten sonra)
sonra ebediyyen hanımlarıyla evlenme hakkınız yoktur".303 Bu ayetten maksat
şudur: Peygamberin boşayacağı kadın ehli beyte nisbet edilmemekle beraber
başkasıylada ömür boyu evlenemez. Bu işe onun işlemediği bir günah üzere ceza
görmesidir. Hem sonra Peygamberimizin dokuz hanımından dört tanesini seçip
diğerlerini boşamasıyla emrolunduğunu düşünsek o zaman şüphe yok ki, dört
tanesinin mü'minlere manevi anne olduğu için seçilmesi ve diğer beş hanımının bu
şereften mahrum olması son derece güç ve zor bir iş olurdu. Bu faziletli
hanımlardan hangisinin ehli beytten uzaklaştırılmasının gerektiğine nasıl karar
verilirdi? Kazandığı bu şeref hangisinden çekip alınırdı. İşte bundan dolayı
ilahi hikmet umumi kaideden istisna olarak ve Peygamberimiz Efendimiz (sav)'e
mahsus olarak hepsinin Peygamberimiz'e zevce olarak kalmasını gerekli kıldı.
"Fazilet Allahu Teala'nın kudretindedir onu dilediği kimseye verir. Onun kudreti
geniştir, o herşeyi bilendir"304
Peygamberimizin baştan bu dokuz hanımıyla evlenmesinin-hikmetine gelince buda
malumdur. Hikmeti gizli değildir. Peygamberimizin yerine getirdiği bu evlilik
misyoner ve müsteşriklerin insanlar arasına attığı yalan ve iftiralarda
belirtilen maksatlardan birine mebni değildir. Bu dokuz hanımdan biriyle bile
olsun Peygamberimiz (sav)'i evlenmeye sürükleyen, şehvet veya cinsi etken
olmamıştır. Şayet Peygamberimiz'e söylenen yalanlar ve Peygamberimiz'e attıkları
iftiralar doğru olsaydı, biz onun hayatının baharında, gençliğinin ilk
yıllarında ve ömrünün olgunluk devresinde olmasına rağmen kendisinden 15 yaş
büyük bir kadınla evlendiğini duymazdık. Nitekim 25 yaşındayken 40 yaşında olan
Hz. Hatice (ra) ile evlenmiştir. Hem de Hz. Hatice Peygamberimiz'den önce iki
kere evlenmişti ve başkasından çocukları vardı ve eşlerinin en mutlu olduğu bir
şekilde gençliğinin hepsini bu yaşlı kadınla yaşadı. Onun vefat ettiği yılı
hüzün yılı diye isimlendirdi. Ölümünden sonra onu devamlı överdi. Onu takdir ve
sevgiyle anardı. Hatta Hz. Aişe (Hz. Hatice vefat etmiş olduğu halde) onu
kıskanmıştır. Peygamberimiz Hicret ve Hz. Hatice'nin vefatından sonra 52
yaşındayken diğer hammlarıyla evlenmeye başladı. Ev hanımı olsun diye Şevde
binti Zem'a ile yaşlı iken evlendi. Sonra hakkında "Mağarada bulunan iki kişiden
biri idi" ayeti inen dostu ve arkadaşı Ebu Bekir ile dostluk bağlarını
güçlendirmeyi istedi ve kızı Hz. Aişe ile evlendi. Halbuki Hz. Aişe küçük ve
olgunlaşmamıştı. Fakat Hz. EbuBekir'i sevindirmek için evlendi. Peygamber
Efendimiz (sav) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in arkadaş olduğunu biliyordu.
Peygamber Efendimiz (sav)'e göre evlilik hususunda bu ikisinin eşit olması
gerekiyordu. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.
Bu evlilikten önce de Hz. Ali'yi kızı Hz. Fatma ile evlendirdi. Hz. Osman'ı da
ilk önce Rukuiyye sonra da Ümmü Gülsüm ile evlendirdi.
Eşlerinden Hz. Ömer'in kızı Hafsa da dul ve çok ta güzel olmayan bir kadındı.
Aynı şekilde Ümmü Seleme ile de dul kaldıktan sonra evlenmişti. Ümmü Seleme,
Peygamberimizle evlenmeden önce, ashabdan Ebu Seleme ile evliydi. Ümmü
Seleme'nin gözünde kocasından daha faziletli bir kimse yok gibiydi. Onunla
beraber hicret etmiş, İslam uğrunda birlikte eziyet çekmişlerdi. Ümmü Seleme'nin
başına bir takım hastalıklar gelince, kocası ona Resulullah (sav)'dan öğrendiği
şu duayı öğretmişti; "Başına musibetler geldiğinde şöyle de:
"Biz Allah Teala'dan geldik ve O'na döneceğiz. Ey Rabbim! Beni musibetimden
dolayı mükafatlandır. Ve musibetimin ardından bana hayır ihsan eyle." Ebu Seleme
vefat ettikten sonra bu duayı okudu ve "insanlar arasında Ebu Seleme'den daha
hayırh bir kimse var mıdır" diye kendi kendine düşündü. Fakat Allah Teala Ebu
Seleme'nin yerine kendisine daha hayırlı birisini bahşetti. O da Resulullah'dır.
İslam uğruna ailesinin adetlerini terk edip hicret ettiği için kocasının yerine
geçti. Peygamber efendimiz (sav) Ümmü Seleme'nin üzüntüsünü ve sıkıntılarını
azaltmak için evlenme teklifini yapmıştı. Aynı şekilde kavmi kolayca müslüman
olsun ve Allahu Teala (cc)'nın dinine rağbet etsin diye Haris'in kızı Cüveyriye
ile evlenmiştir. Bu olay beni Müstalik savaşında sahabenin Cüveyriye'nin de
içinde bulunduğu esirleri yakalamasıyla gerçekleşmiştir. Sahabe Peygamber
Efendimiz (sav)'in Cüveyriye ile evlendiğini öğrenince yakaladıkları esir ve
cariyeleri azat ettiler. Çünkü onlar artık Peygamberimizin hısımları olmuşlardı.
Böylelerini köle olarak kullanmak yakışmazdı. Binaenaleyh; Peygamberimizin
evliliklerinin hepsinde bir hikmet olduğu anlaşılmıştır. Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü
Habibe'ye gelince kocası ile Habeşistan'a hicret etti. Orada kocası İslam
dininden dönüp kafir oldu. Ebu Süfyan müslümanlara karşı malıyla övünürdü, kızı
ise müşriklerin dininden kaçmak için zevcesiyle hicret etmeyi tercih edip
babasını terk etmişti. Sonra kocasına olan oldu. Gurbette tek başına kaldı.
Şimdi Peygamberimiz (sav) ne yapacaktı? Onu yardımsız ve tek başına mı
bırakacaktı? Hayır. Bilakis korkusunu gidermek ve kara kara düşünmekten
uzaklaştırmak için ona yardım elini uzattı. Necasiye, evlilik hakkında onu
kendisine vekil tayin ettiğini bildirecek bir elçi gönderdi. Aralarında çöller
ve denizler olduğu halde onunla evlendi. Bunu, gurbette onun halini gözetmek
için yaptı.
Belirtilmesi gereken bir başka hikmetide Peygamberimiz (sav) Ebu Süfyan'ın
kızıyla evlenmesinde Ebu Süfyan'ın İslam'a karşı bir sempati duymasını umuyordu.
Bu olaydan sonra Ebu Süfyan'ın İslam'a karşı düşmanlığı azaldı.
Bu akrabalıkla Peygamberimizle aralarında bir bağ oluştuğu için Peygamber
Efendimiz (sav)'e karşı olan kini de hafifledi. Şayet Peygamber Efendimiz'in
evliliği hakkında bir araştırma yapsak, muhakkak ki, Peygamberimizin evliliğinde
hedeflediği bir hikmet olduğunu anlayacağız. Kesinlikle şehvet, lezzet veya
dünyaya rağbet için evlenmedi. Bilakis bir takım hikmetler, maslahatlar ve
insanları bu dine rağbet ettirmek için evlendi. Özellikle Araplar arasında
akrabalık ve yakınlığın büyük bir ehemmiyeti ve kıymeti vardı. Bundan dolayı
Peygamberimiz onların bu dine toplanmaları ve İslam'a rağbet edip kaynaşmaları
için bu evlilikleri yapmıştır. Bu evliliklerle birçok şahsi ve toplumsal
problemler çözüldü.
Sonra Peygamberimizin hanımları kendisinden sonra ümmetin anneleri ve ailevi
meselelerde öğretmenleri durumunda oldukları için Peygamberimizin en özel
durumlarına varıncaya kadar ailevi meseleleri insanlara aktarmışlardır. Çünkü
onun hayatında insanlardan saklanılması gereken hiç bir gizlilik yoktur.
Halbuki tarihi didik didik etsek kendisine mahsus gizli sırrı olmayan kimseye
rastlayamayız. Fakat Efendimiz Aleyhissalatu vesselam ümmetini öğretmek ve irşad
etmek amacıyla, "Benden anlatın" buyurmaktadır.
Detayı ve açıklaması buraya sığmayan ancak bilinmesi gereken bir gerçek daha
vardır. Ancak en önemlisi şudurki; Efendimiz (sav) dünya hayatında, ister dünya
ile ister ahiret ile ilgili olsun her konuda müslümanlar için güzel bir
önderdir. İşte kişinin ailesiyle ev halkıyla olan karşılıklı ilişkileri de
Efendimiz (sav)'in önderliğinde olması gereken yaşantı biçimlerinden biridir.
İşte kişi dul veya bekar bir hanımın kocası ise, hanımı kendisinden küçük ya da
büyük ise veya hanımı güzel ya da değilse veya arap ya da acemi ise veya
arkadaşının ya da düşmanının kızı ile evli ise bütün bunlarla yaşama biçiminin
en güzel örneğini Resulullah (sav)'de görebilir.
İnsan yukarıdaki şekillerin tümünde karı koca ilişkilerinin en olgun ve en güzel
bir şeklini Resulullah (sav)'in hayatında görebilir.
O halde netice olarak diyebiliriz ki, Efendimiz (sav) bir veya daha çok
hanımıyla güzel geçinmede, şeriata uygun olarak karşılıklı ilişkilerde her
kocanın önderidir. Hanımı nasıl olursa olsun onunla güzel ve uyumlu olarak
yaşayabilmek için Efendimiz (sav)'in aile hayatındaki güzel ve olgunlaştırıcı
örnekleri asla terk etmemesi gerekir.
Efendimiz aleyhissalatu vesselamın dörtten fazla hanımla evlenmesinde tecelli
eden hikmetlerin en güzellerinden biri de bu olsa gerek. 305
Babasının İzni Olmadan Evli Kızına Annesinin Bir Şeyler Vermesi
Soru
Bir adam ile kızı arasında kızını kendisini ziyaret etmekten ve kendisi ile
konuşmaktan alıkoyacak derecede kötü bir anlaşmazlık çıkıyor. Bunun üzerine
babası "-Beni ziyaret etmeyecek, benimle konuşmayacak olan benim hayırlarımdan
yiyemez" diyor. Fakat annesi, kocasının (kızın babası) malından, kocasının
göremeyeceği bir gizlilik içerisinde eşiyle beraber oturan kızının bazı
ihtiyaçlarını gideriyor.
Durum ne olacak? 306
Cevap
Babasının söylediği doğrudur. Çünkü bir kızın babasından sıla-i rahim
(ziyaret)'i kesmesi ona karşı böyle bir kabalıkta bulunması, sonra da annesinin,
babasının peşinden gelip kızına izinsizce babasının hayırlarından malından ve
kazancından vermesi caiz değildir. Caiz olmamasında iki sebebi vardır:
1) Bir kadının kocasının izni olmaksızın onun malından tasarrufa bulunmaya,
hatta tasadduk etmeye bile hakkı yoktur. Kadının ancak kocasının izni ile onun
malından tasadduk etmesi caizdir. Sözlü olarak veya bu konudaki ortamın delaleti
ile kadın izinli olur. Aksi taktirde kadının, özellikle kocasının böyle bir işe
kızdığını bildiği halde veya kocası kendisini bundan alıkoyduğu halde bu işi
yapması uygun değildir. Buna göre kadının kocasını dinlemeyip izni olmadan onun
malında tasarrufta bulunması caiz değildir.
2) Bu kadın kocasından gizli olarak kızına bir şeyler vermekle sanki ona babası
ile arkasındaki bağı koparmak hususunda cesaret vermiş, destek olmuş gibi
oluyor. Halbuki anneden beklenen kızına karşı, babasına muhtaç olduğunu, ona iyi
davranması, daima onu ziyaret etmesi, onu hoşnut etmesi gerektiğini ifade edecek
şekilde tavır takınmasıdır. Çünkü babasının onun üzerinde, bilmesi ve ödemesi
gereken büyük hakları vardır.
Birbirine yabancı olan kimselerin araları bozuk olduğunda Allah Teala'nın onları
salih kulları zümresine kabul edip bağışlaması için birbirlerini sık sık ziyaret
etmeleri gerekiyorken Nerede kalsın akrabalar! Nerde kalsın baba ile kızı ve
kızı ile babası? Bunların birbirlerini haydi haydi ziyaret etmeleri gerekir.
Nitekim Allah Rasülü Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuşlardır: "Her pazartesi ve perşembe günü bütün ameller Allah Teala'ya
sunulur. Cenab-ı Allah Celle Celalühü kendisine şirk koşmayan bütün kullarını
bağışlar. Ancak müslüman bir kardeşi ile arasında sorun olan müstesna. Bunlar
hakkında da şöyle buyurur: "Bu iki kişiyi barışıncaya kadar bekletin. Bu iki
kişiyi barışıncaya kadar bekletin. Bu iki kişiyi barışıncaya kadar bekletin"
Binaenaleyh onlar sıla-i rahimi tekrar başlatıncaya, suları kanallarına
döndürmek için uzlaşıp barışıncaya kadar Allah Celle Celalühü haklarındaki
mağfiretini bekletir. 307
Çocuklara Güzel Îsîm Koymak
Soru
Ben yirmi yaşında bir bayanım. Kocam yolculuğa çıkmıştı. O geri dönmeden, ben
dünyaya bir erkek çocuk getirdim ve adını "Yusuf koydum. Bunun sebebi de, okulda
öğrenci iken Yusuf suresini okudum ve Yakub (as)'ın oğlu Yusuf a olan hasreti ve
üzüntüsü beni çok etkiledi. O zaman karar verdim ki, "Eğer Alah teala bana
evlenmeyi nasip edip bir erkek çocuk sahibi olursam adını Yusuf koyacağım
demiştim." Ve adadığım bu görevimi yerine getirdim.
Fakat malesef kocam yolculuktan döndüğünde oğlunun adını "Firavun" koymaya yemin
etti. Bu olay karşısında çok üzüldüm ve ağladım. Ben bununla beraber ne
yapacağım? Ne namaz kılar ne oruç tutar, ne de diliyle olsun bir kere Rabbini
anar. Onunla nasıl geçineceğim? Kocam üç seneden beri benim anne babama gitmeme
veya onlarla mektuplaşmama izin vermiyor. Ben de ağlamaktan kahroldum. Bana anne
babama gitmemi yasakladı. Anne babam ise kocamın yüzünden çektiğim acıyı
bilmiyor. Allah Teala sabredenlerle beraberdir.
Bu problemime bir çözüm getirmenizi istiyorum işi Allah'a bırakıyorum.
308
Cevap
Doğrusu bu hanımın kocasından daha takva daha olgun daha anlayışlı ve daha
faziletli oluşu takdire değer bir durum. Nitekim o, çocuğuna güzel bir isim
koymuştur. Halbuki hadisi şeriftede buyrulduğu gibi babanın çocuğuna güzel bir
isim koyması ve onu güzel bir şekilde terbiye etmesi çocuğun babası üzerindeki
haklarındandır bu yüzden Efendimiz (sav) güzel isimlerle Peygamber isimleriyle
ve Allah'ın en çok sevdiği: Abdullah ve Abdurrahman gibi isimlerle isimlenmemizi
bize emretmektedir.
Çocuğa güzel bir isim koymak onun anne ve babası üzerindeki haklarının ilkidir.
Bu müslüman hanım bu hakka riayet ederek Çocuğuna Kur'an-ı Kerim'de şerefle
anılan Peygamberlerden biri olan İbrahim oğlu ishak oğlu Yakub oğlu "Yusuf
(as)ın ismini koymuştur: Hadisi şerifte de bu Peygamberlerden Kerim'in oğlu
Kerim'in oğlu Kerim'in oğlu Kerim" şeklinde bahsedilmiştir.
Fakat, üzüntü vericidir ki: olgun, akıllı ve iyi düşünen bir adam olması
gerekirken bu adam öyle olmamış. Halbuki bunun gibilerden beklenen işin şuurunda
ve bilincinde olmalarıdır. Hal böyle iken bir de bakıyorsunuzki bu güzelim ismi
Allah ve tüm insanlar nazarında çirkin olan "Firavun" gibi bir isimle
değiştirebiliyor.
Bu olay bana; insanlar kendisine; "Ey Ebu Leheb" desinler diye çocuğuna "Leheb"
ismini koyan bir adamı hatırlatıyor (ebi baba demek olduğundan "ebuleheb:
lehebin babası anlamında olup kendisini Ebu Leheb'e benzetmek amaçlanmaktadır)
Oysa Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Ebu Leheb'in iki eli kurusun ve kurudu da."309
Düşünün ki bir kadın oğluna Yusuf ismini koyuyor. Kocası ise bunu değiştirip
Firavun ismini veriyor. Bu biçare kadının çektiği çile nedir. Kadıncağızın suçu
yok. Asıl suç o biçareyi, Allah' Teala'ya büyüklüğü yakıştıramayan ve ahiret
günü hesaba çekileceğini düşünemeyen bir insanla evlendiren babasınındır. Bir
babanın kızını Allah'ı anmayan, namaz kılmayan oruç tutmayan bu gibi adamlarla
evlendirmesi nasıl olur? Halbuki kızı boynunda bir emanettir. O halde onu
emanete riayet eden, onu koruyan (onlar) "emanetlerine ve ahidlerine riayet
eder"310 Bir erkeğe vermesi babası üzerine vaciptir. Bu hanımın yapacağı bir şey
varsa o da sabretmesidir. Sabrederse belki Allah kocasına hidayet verir. Kalbini
bir nefha ile uyandırır da neticede Allah'a döner, veya kocasını ondan ayırırda
kadın da kurtulur. Bundan başka çözüm yoktur. Ancak şunu söyleyebiliriz: Allah
Teala'ya bol bol dua etsin. Umulur ki Allah Teala bu mübarek günler hürmetine
duasını kabul eder. 311
Talaka Yemîn Edilirse Vaki Olur Mu?
Soru
Boş bulunduğum bir anda, şu günde dışarı çıkmaması ve evde beklemesi hususunda
talak ile hanımım üzerine yemin ettim. Söylediğim şuydu: "Şartım olsun bayram
münasebetiyle dışarı çıkmayacaksın" tabi benim böyle yapmakdaki amacım onu
terbiye etmekti. İslamın bu konudaki hükmü nedir? Şayet çok önemli bir işten
dolayı şartı bozup benim isteğimle çıksa bu taktirde boşama (talak) vaki olurmu
bu konuda sizin görüşünüz nedir? 312
Cevap
Soruyu soran bu yemininde hata etmiştir. Zira İslam'da talak üzerine yemin etmek
diye bir şey yoktur. Talak yemin olsun diye meşru kılınmamıştır. Yemin yalnız
Allah "azze vecelle"ye yapılır. Bu yüzden hadisi şerifte şöyle buyunılmuştur:
"Kim yemin edecekse ya, Allah'a yemin etsin, ya da bıraksın (yemin etmesin)."
Talakın yemin olarak kullanılması islamın amaçlan arasında değildir. Zira
İslam'ın talak (boşama) daki amacı karıkoca arasındaki bağlar tamamen kopmuşsa
ve ne nasihat, ne korkutma ne terbiye, hiç bir şey kadına tesir etmiyorsa,
ailenin erkeği ile hanımı arasını düzeltecek iki hakemin girişimleri de tesir
etmiyorsa son çare olarak talaka baş vurmak (kadın ile erkeği birbirinden
ayırmaktır. Çünkü uyumun olmadağı yerde ayrılıkvardır:
"Şayet aynhrlarsa Allah her birini genişliğinde (mülkünden) zenginleştirir"313
Talakı yemin olarak kullanmak ise hem mahzurlu, hem zayıflık hem de yasaktır.
Peki haram olsa bile talak vaki olur mu olmaz mı? İşte bu konuda selef uleması
arasında görüş farklılığı vardır. Ama fukahanın çoğunun, özellikle dört imamın
görüşü; böyle bir hadisede talakın vaki olduğu yönündedir. Onlar bu kelimelerle
yemin eden kimsenin talakının vaki olacağı (geçerli olacağı) görüşündeler.
Muteahhirin uleması başta olmak üzere bütün mezheplerde meşhur olan görüş de
budur. Ancak bazı imamlar şöyle demişlerdir: Bu gibi durumlarda talak vaki
değildir. Çünkü Allah talakı bu gibi lafızlarla, bu gibi yeminlerle meşru
kılmamıştır. O halde şayet talakla (yeminde olduğu gibi) birini bir işi yapmaya
zorlamak ya da birine bir işi yasaklamak kastedilmiş ise bu talakın maksadından,
talakın tabiatından çıkmış demektir. Netice olarak bazı imamlara göre talakla
yemin edilmiş ise hiç bir şey lazım gelmez." İbni Teymiyye gibi bazı alimlerin
görüşüne göre ise amaç yerine gelmez ise yemin keffareti gerekir. Yani böyle bir
durumda talak üzere yapılan yemin, Allah azze vecelle üzerine yapılan yeminin
yerine geçer. Mesela bu sorudan örnek verirsek; kadın evden çıkarsa yemin
keffareti gerekir. Yani ortalama ailesine yedirdiğinden on fakiri doyurması
gerekir şayet bulamaz ise üç gün oruç tutması gerekir. Benim tercih ettiğim ve
kendisi ile fetva verdiğim görüşte budur. Yani soruyu soran kardeşimizin de
dediği gibi kadının evden çıkması illa da gerekiyorsa çıksın, yeminini
bozduğundan kocanın en azından yemin keffareti vermesi gerekir. Çünkü böyle bir
yemin ile İslam'ın sağlam metodunun dışına çıkmıştır. Binaenaleyh Allah'tan
bağışlanmasını istemesi. Keffaret ödemesi ve Allah'a yönelmesi gerekir. Çünkü bu
olay isyana sebep olan bir şeyi adamaya benzemektedir. Hadisi şerifte de
belirtildiği gibi böyle bir durumda yemin keffareti gerekir. 314
Kadının Boşandığı Erkekle Karşı Karşıya Bulunması
Soru
Bir kadının boşandıktan sonra önemli bir ihtiyaç için, boşandığı erkekle karşı
karşıya bulunması caiz midir? 315
Cevap
Bir kadın kocasından boşanıp iddetini doldurduktan sonra kocası kendisine
tamamen yabancı bir erkek gibi yabancı olur. Binaenaleyh kocası aynen yabancı
erkeklerin durumundadır. Onunla karşılaşması caizdir ancak halvet olmamak şatı
ile. Çünkü halvet İslam'da haram kılınmıştır. Bir erkek yabancı bir kadınla baş
başa kaldığı müddetçe üçüncüleri şeytan olur. O halde halvet yasak olunca onunla
meşru ölçüler ve dini edepler içerisinde şeri kıyafetle insanların huzurunda
halvet olmadan süslenmeden ve haram kılıcı hiç bir sebep olmaksızın, diğer
erkeklerden her hangi biriyle karşılaşabileceği bir şekilde karşılaşabilir.
Tabi bu hüküm kadın iddetini tamamladıktan sonra böyledir. Ama yok iddeti
sırasında ve rici talakla boşamış ise veya birinci ya da ikinci talak ise o
zaman kadın onunla karşı karşıya gelebilir. Hatta kadın ve erkeğin beraberce
aynı evde kalmaları vaciptir. Çoğu kadınların yaptığı gibi kocası boşadığından
kızdığı için babasının evine gidiyorlar. Kadın böyle yapamaz, evinden çıkamaz.
Kur'an diyor ki:
"Ey Peygamber hanımlarınızı boşamak istediğiniz zaman onları iddet içinde
boşayın ve iddeti sayın Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz, onları evlerinden
çıkarmayınız, kendileri de çıkmasınlar. Ancak açık bir terbiyesizlik yaparlarsa
başka. Saydıklarımızın hepsi Allah'ın kanunlarıdır. Kim onları çiğnerse kendi öz
nefsine zulmetmiş olur. Bilemezsin belki Allah bundan sonra (yeni) bir iş ortaya
çıkarır."316
Kur'an'ın ifadesine göre; kadın evlilik yuvasında (aile evinde) kaldığı zaman,
belki erkeğin kalbi temizlenir de kadına yeniden ısınır ve meyleder de
aralarındaki alaka eskisinden daha iyi olur. Binaenaleyh rici (bir ya da iki
talakla boşama) talakla kadının kendisinin çıkması ya da kocası tarafından
evlilik evinden çıkarılması caiz değildir. 317
Cinsi İlişkide Bulunmadan Önce Boşanan Kadının Durumu
Soru
Bir adam bir kadınla evleniyor, cinsî ilişkide bulunmuyor ve bir hafta sonra
kadını boşuyor. Bu kadının iddet beklemesi gerekirmi ve mehir isteyebilir mi?
318
Cevap
Cinsi ilişkide bulunulmadan önce boşanan kadın Kur'an-ı Kerim'de beyan olunan
delillere göre iddet beklemez. Cenab-ı Mevla Celle Celalühü şöyle buyuruyor:
"Ey mü'minler, mümin kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan
(beraber yatmadan), onları boşadığınız için üzerlerine sayacağınız hiç bir iddet
yoktur. (Hemen başka kocaya varabilirler.) Bu taktirde onlara, hemen nikah
haklarını verip kendilerini güzel bir şekilde boşayın" 319
Bu iddet beklememesinin sebebi ise iddetin bir hikmete mebni olmasıdır. Bu
hikmet de iki mana çerçevesinde şekillenir.
1) Kadının bilmediği halde kocasından hamile olma ihtimalini gözönünde
bulundurarak rahmini temizlemektir. Binaenaleyh kadının rahminde erkekten bir
şey kalmadığı konusunda bilgi sahibi olabilmesi için rahimin temizlenmesi
gerekir.
2) İddet, geçmişteki aile hayatını koruyucu bir sur kılınmıştır.
Binaenaleyh bir kadının, ister uzun, ister kısa olsun bir müddet bir adamla
yaşayıp daha sonra ondan ayrılması ve ikinci gün de başka bir adamla yaşaması
uygun bir şey değildir. Cinsi ilişkide bulunmama durumunda ise gerçek bir
evlilik ve karı-koca arasında birleşme olmamıştır ki kadının rahmi temizlensin
ve geçmiş evlilik sebebi ile beklenilmesi gereken bir zamana ihtiyaç duyulsun.
320
Çocuğuna Karşı Merhametsiz De Olsa Anne Hakkı
Soru
Ben 5 aylık iken annem tarafından terkedildim ve halam tarafından büyütülüp,
terbiye edildim. Şu anda 14 yaşındayım. Ana-baba hukukunu ve Cennetin annelerin
ayakları altında olduğunu işittim. Acaba O (annem) beni istemediği müddetçe
benim onu ziyaret etmeyişime Allah Teala kızar mı? 321
Cevap
Annenin büyük bir fazileti vardır. Allah'u Teala anne-babaya yapılması gereken
iyiliğin önemini kitabında en kuvvetli bir şekilde vurgulamış ve bunu bütün
dinlerin birleşme noktası olan iyiliğin temel prensiplerinden saymıştır. Nitekim
Allah'u Teala Yahya aleyhissalam'ı "Anasına, babasına'da itaatkar idi, serkeş
(zalim), asi değildi"322 sözüyle vasıflandırmıştır. Aynı şekilde İsa
aleyhisselam'ın beşikte söylemiş olduğu şu sözle onu vasıflandırmıştır:
"Beni anne-babama hürmetkar kıldı. Bir zorba, bir isyankar yapmadı."
323 Ve yine
bu kabilden olarak; Kur'an-ı Kerim nazil olmuş ve sadece Allah Teala'ya
ibadetin, O'nun birliğini şartsız kabul etmenin farziyyetinden sonra anne-babaya
iyi muamelede bulunmak emrolunmuştur.
"Allah Tealaya ibadet edin ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayın ve valideyne (anne
babaya) iyilik edin" 324
"Bana ve anne babana şükret" 325
"Rabbin kesin olarak ondan başkasına ibadet etmemenizi ve anababaya iyilik
etmenizi emretmiştir" 326
Özellikle anneye iyilik etmek gerekir. Zira nice zahmetler çekerek insanı
taşıyan ve nice zahmetler çekerek onu doğuran annedir. Ona hamile iken
doğururken ve emzirirken nice zorluklara katlanır bundan dolayıdır ki,
Resulullah (s.a.v) Efendimiz, anneye iyiliği üç defa tavsiye ederken babaya
iyiliği bir defa tavsiye etmiştir. Hatta küçük çocuğuna acımayarak onu küçük
yaşındayken bırakan bu anneye bile iyilik yapmayı emretmiştir. Çünkü ne de olsa
bir annelik hakkı vardır. Anne annedir.. Atalarımız diyorlar ya, kana su demek
mümkün değildir. Kur'an müşrik anne babaya da hak vermiştir. Ebu Bekir (ra)'ın
kızı Esma (r.a.) Peygamber Efendimize, "Eğer müşrik annem beni ziyaret etse ona
gidebilirmiyim?" diye sorunca şu ayeti kerime nazil oldu:
"Allah din uğrunda sizinle savaşmayan yurdunuzdan çıkarmayan kimselere sadakat
göstermenizi ve
onlara iyilik yapmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adil olanları sever"
327
Ve yine Allah Teala evladı mümin olmasına karşılık müşrik veya kafir yapabilmek
için son derece çaba sarfeden ana baba hakkında lokman suresinde şöyle
buyuruyor:
"Eğer her ikiside (anne-baba) bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman hususunda
seni zorlarlarsa onlara itaat etme (fakat) onlarla dünyada iyi geçin"
328
Evet onlar kafir etmek için Allah'ın yolundan, imandan çevirmek için var
güçleriyle uğraşsalar bile onlarla iyi geçinmekle emrolunduk.
Onlar çocuklarını çevirmek için tüm güçlerini sarf etmelerine rağmen Allah
Teala: "Onlara itaat etme ancak onlarla dünyada iyi geçin" buyurmaktadır.
İşte, anne baba ne kadar zalim, ne kadar eziyet eden olsa bile islamın getirdiği
kurala göre evlat anne babasına iyilik yapmak zorundadır. Ahlakların en güzeli
senden uzaklaşana yaklaşman seni itene eğilmen, sana vermeyene vermen, sana
zulmedeni affetmen, sana kötülük yapana iyilik yapmandır. Tabii bunlar tüm
insanlar için geçerli. Peki mahremlere karşı nasıl olmalı? Ana babaya karşı
nasıl olmalı? Hele hele Allah'ın cenneti ayaklarının altına verdiği anneye karşı
nasıl olmalı?
Biz soru soran bacımıza annesine iyilik yapmasını, ona karşı lütuf ve ihsan
sahibi olmasını bu konuda vesveselere uymamasını taysiye ediyoruz. Belki bu
yolla Allahu Teala kesilen sevgi bağlarını yeniden ekler.Anne her halükarda
annedir.
Zannediyorum bahsi geçen bu annenin şu anda kızına ulaşamaması kendine mahsus
özel durumlarının varlığından kaynaklanmaktadır ve ileride mutlaka kızına
ulaşacaktır. Ana şefkatim vurgulamaya ve bu konuda tavsiyede bulunmaya gerek
yoktur. İslam tavsiye ederken sadece çocukların ana babalarına iyilik
yapmalarını tavsiye etmiş bu konuda ana ve babalara hiç bir şey tavsiye
etmemiştir. Çünkü onlar bu konuda tavsiyeye muhtaç değillerdir. Özellikle anne
çünkü onun kalbi şefkatle yoğrulmuştur. Binaenaleyh her hangi bir anne bu
şefkatten çıkmışsa onu bu duruma götüren üzüntü verici etkenlerin varlığı, onu
böyle bir gidişata götüren sebepler mutlaka vardır. Zannediyorum bacımız
gençliğe doğru ilerlediğinde annesini bu üzücü gidişata götüren sebeplere vakıf
olacaktır. 329
Günah İşlemeye Zorlanmakta Mesul Olan Kim?
Soru
Ben iki çocuk annesi bir kadınım, kocam beni devamlı beraberinde kokteyllere
götürüyor öyle ki artık bu içki ve sigara partilerine gide gele usandım ama bu
toplantıları bırakacak gücüm kesinlikle yoktur. Size sormak istedim: Bu işin
günahı bana mı geliyor yoksa kocama mı? Beni aydınlatırmısın? 330
Cevap
Ne kötü. ne kötü İslam toplumunun bu seviyeye gelmesi, kadın erkek bu
seviyesizliğe düşmesi çok kötü. Her halükarda bu olayda günah, her iki tarafında
üzerindedir, erkeğinde kadınında, koçanında hanımınında.
Evvela günah koca üzerindedir. Çünkü o ehlini ateşten korumakla mükelleftir.
Allah Teala'nın mümin erkeklere seslenerek:
"Ey iman edenler yakıtı ateş ve insanlar olan ateşten nefislerinizi ve ehlinizi
koruyunuz" 331
Yani erkeğin ailesini ateşten koruması lazımdır. Çünkü o, çoluk çocuğuna yemek
elbise okul ilaç ve benzeri dünyevi malzemeleri temin etmekle mesul olduğu gibi
aynı şekilde onları cennete yaklaştırıp cehennemden uzaklaştırmakla da
mükelleftir. Yoksa hanımına yiyeceklerin en lezizini içeceklerin en tatlısını
eşyanın en çoğunu temin edip sonrada Allah muhafaza cehenneme sürüklemenin ne
kıymeti vardır? Evet çocuklarına diplomaların en değerlisini temin edip ya da en
yüksek kademede görev almalarını sağlayıp sonrada yerini cehennem yapmanın ne
kıymeti vardır? Bütün bunların bir değeri var mıdır?
O halde insan kendini ve ehlini ateşten korumakla yükümlüdür.
"Kendinizi ve ehlinizi koruyun"332
"Her biriniz birer çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz, devlet reisi çobandır,
sürüsünden mesuldür, kişi evinde çobandır, sürüsünden mesuldür"333.
Bu ve bunun gibi kocaların görevi hanımını bu tür pisliklerden; içkiden
kokteyllerden, özellikle kadın erkek karışık toplantılardan sınırlara kurallara
riayet edilmeyen batılı adetlerden korumaktır. Bunlar öyle batık kurallar ki
dünya hayatımızı A'dan, Z'ye batı renkleriyle boyamış ve İslam toplumuna her
yönüyle nüfuz etmiştir. Evet bu koca mesuldür. Çünkü o, hanımını ateşten
kurtaracağı yerde içine doğru kuvvetli bir şekilde çekmektedir. Sonra kadında
aynı şekilde mesuldür. Çünkü o, döndürüldüğünde dönecek sallatıldığında sallanan
bir boyun bükme aleti olmadığı gibi yularından tutulup çekildiğinde, çekenin
peşini takip eden bir hayvan da değildir. Hayır o, bilhassa Allah'a isyan olduğu
yerlerde hayır, diyebilen aklı ve iradesi olan bir insandır. Çünkü bu durumda
"yaratıcıya isyan olduğu yerde yaratılana itaat yoktur." İşte tüm güçleri eriten
olay budur. Hiç bir amir memurunu isyana itemez hiç bir baba çocuğunu günah
işlemek zorunda bırakamaz. Hiçbir koca hanımını kötülüğe zorlayamaz, hiç bir
efendi hizmetçisini Allah'a isyana mecbur kılamaz ve hiç bir komutan askerlerini
isyana sebep olan bir iş yapmaya zorlayamaz. Bütün bunların yapılması asla caiz
değildir.
Nitekim hadisi şerifte "Günahla emrolunmadığı müddetçe ister hoşuna gitsin ister
gitmesin laf dinlemek ve boyun eğmek her müslüman üzerine haktır (farzdır)" (Bu
hadis muttefekun aleyhtir). O halde kocası ona günahı emrediyor, ya da onu
yapmaya mecbur ediyorsa onun hakkı hatta görevi dobra dobra, "hayır" demektir.
Çünkü bu durumda koca hakkı ile Allah hakkı çatışmıştır kocanın hakkı ona itaat
etmek, Allah'ın hakkı da günahı terketmektir. Burada Allah'ın hakkı öncedir. Hem
bu durumda kocanın kesinlikle hakkı yoktur. Böyle bir işe zorlamak onun
haklarının dışındadır. Binaenaleyh, koca, hanımını kokteyllere veya içki olan
bir yere götürmek istediği zaman boşanmaya bile götürse onun bu isteğini
reddetmek kadın üzerine farzdır. Evet kocası mesul olduğu gibi bacımız da
mesuldür ve en kısa zamanda aklını başına alıp tevbe etmesi lazımdır.
Bu mektup kocalarının kötülüklerinden şikayetçi olan bir çok hanımefendinin
gönderdiği mektupların çok gerisindedir. Sabahlara kadar dışarda kalıp gecenin
sonunda sağını solundan ayıramayan (sarhoş) nice kocalara hanımları emri
bilmaruf yapıp namaz kılmayan kocasına namazı hatırlatıyor ve onu kötülüklerden
alıkoymaya çalışıyor. Onlar kötü huylarından vazgeçmese de, laf dinlemeseler de
bunu yapıyorlar. İşte kocasına hayırda ve Allah'a itaat konusunda yardımcı olan
hanım böyle olur. Evet hem bacımız hem de kocası, her ikisi de mesuldürler. Biz
her ikisinin karı-kocanın Allah'a verecekleri hesabı hatırlatıp dünya- da da
ahirette de zararla biten bu bataklık yolundan vaz geçmelerini umarız.
334
10. BÖLÜM
YEMİN ve ADAKLAR HAKKINDA
Adağı Yerine Getirmek
Soru
Ben yaklaşık yedi senedir evli bir gencim. Allah Teala bana evlat vermedi. Bana
ve zevceme göre buna bir engel (tıbbi yönden) yoktur. Erteleye erteleye doktora
gitmekten üşendim. Bir gün, sabah vakti ezanla uyandığımda kapının önünde durup
ellerimi açtım ve Allah'tan yardım dileyerek duada bulunarak şöyle dedim; eğer
karım hamile kalırsa arkadaşlarıma bir davet vereceğim. Allah Teala benim bu
isteğimi kabul etti ve hanımım hamile kaldı. Bununla birlikte hemen daveti
gerçekleştirme kararı aldım. Lakin bazı arkadaşlar, bu davetin doğumdan sonra
verilmesini bazıları da davete harcayacağın masrafları fakir fukaraya ver
dediler. Ben de ne davet verdim ne de onun için yapacağım masrafı fakir fukaraya
dağıttım. Karım bir kız çocuğu doğurdu. Sağlığı son derece iyiydi. Ancak,
doğumundan beş günden fazla geçmemişti ki, çocuğun sağlığı gittikçe bozuldu.
Şiddetli sancılar çekiyordu. Ben de aldım hastaneye götürdüm. Fakat ilahi irade
tüm ilaçlardan daha baskın çıktı. Sonunda Allah Teala onu kendi yanına aldı.
Ben sizden açıklama bekliyorum. Acaba bu çocuk doğumundan önce onun için söz
verdiğim adağı yerine getirmediğim için mi öldü? Ben bütün kalbimle bu adağımı
yerine getirmek istiyorum. Çocuğun ölümünden sonra yapacağım bu adak geçerli
olur
Bana tatminkar cevaplar vermenizi diliyorum ve teşekkürlerimi sunuyorum.
335
Cevap
Bu güzel soru için şunu derim:
Allah çocuğunun yerine sana hayırlar versin. Kıyamet gününde onu senin mizanına
koysun. Çocuğun ölmesi Allah Teala'nın kaçınılmaz kazasının bir gereğidir. Her
yaşayanın bir eceli vardır. Ecel bitince kimse onu ne bir an ileri ne de bir an
geri alabilir.
"Her ümmet için belirli bir süre vardır, vakitleri dolunca ne bir saat
gecikebilir ne de öne geçebilir." 336
Burada ölümle, adağın yerine getirilmemesi konusunda herhangi bir bağlantı söz
konusu değildir. Ölüm, tâbi bir olaydır. Çeşitli sebeplerle gerçekleşir.
Bunlardan bir kısmını biz bilebiliriz bir kısmını ise bilemeyiz.
"..Ömrü az olanın yaşaması ve ömürlerinin azalması şüphesiz Kitap’dadır. Doğrusu
bu, Allah'a kolaydır."337 Senin, Allah'a karşı yapmaya söz verdiğin adağı
şüphesiz yerine getirmen bir borç olmuştur. Allah Teala adakların yerine
getirilmesini emretmiştir.
"Adaklarını yerine getirsinler" 338
İyilikler Allah tarafından kulun övgüsüne ve medhedilmesine sebep olur. Allah
Teala şöyle buyurmaktadır.
"Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden
korkarlar." 339
Adaklarını yerin getirmeyenleri de azarlıyor.
"Aralarında: Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka
vereceğiz ve iyilerden olacağız, diye O'na söz verenler vardır. Allah onlara bol
nimetinden verince cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten dönektirler. Allah'a
verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O’nunla karşılaşacakları
güne kadar Allah kalplerine nifak soktu." 340
Ebu Davut'un rivayetine göre bir kadın Peygamber (s.a.v)'in yanına geldi ve
şöyle dedi. "Ben sana -sevinci ve mutluluğu göstermek için- def çalmayı adadım.
Peygamber (s.a.v) de; o zaman adağını yerine getir diye cevap verdi."
Çocuğun ölümü, nezirin vucubiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü nezir onun hayatına
bağlı değildir. Aksine hanımın ona hamile kalmasına bağlıdır. O da hamile kaldı.
Doğuruncaya kadar hamilelik süresi de tamamlandı. Doğumdan sonra bir kaç gün
daha yaşadı.
Bu kardeşimizin derhal adağını yerine getirmesi gerekir.
Çünkü iyiliklerin en hayırlısı acele yapılandır. Burada nezir konusunda
açıklamaya gerekli gördüğüm ki önemli faydadan bahsetmek istiyorum.
341
Birincisi:
Alimlerin çoğu adadığı şeye güvenerek onunla bir takım şeyleri elde edeceğine
inanmayı kerih (uygunsuz) görmüşlerdir. Adanan şeyin, namaz, oruç veya sadaka
cinsinden olması bunu değiştirmez. Buna delil olarak da Ahmet b. Hanbel, Buhari,
Müslim ve diğer hadis imamlarının rivayet ettikleri şu hadisi getiriyorlar.
Peygamber (s.a.v) bu tür nezirleri nehyetti ve şöyle dedi. "Bu nezir hiç bir şey
vermez. Böyle bir nezir sadece cimriden çıkar."
Bir rivayette de şöyle geçmektedir. "Hayır getirmeyen nezir sadece cimriden
çıkar."
Bu şekilde adanan nezirin kerih görülmesinin sırrı; insanların bu şekilde
kaderlerini değiştirebileceklerini zannetmeleri endişesidir. Ya da adağın özel
isteklerini yerine getireceğini düşünürler. Ya da Allah Teala'nın bu nezir
sebebiyle onların isteklerini gerçekleştireceğini düşünürler. Bu nedenle hadisi
şerifte "Bu nezir hiç birşey vermez" Veya "hayır getirmeyen nezir" diye
buyruldu.
Burada başka bir tehlike daha söz konusu; mükafatların nezir olarak istenmesi.
"Şayet Allah bana erkek bir evlat verirse ya da çocuğuma şifa bağışlarsa,
ticaretimde bol kazanç elde etmeyi nasip ederse fakirlere sadaka vereceğim. Ya
da bir mescit yaptıracağım. Bunun manası şudur: Adakta bulunan kişi sadakasını
veya cami inşaatını kendi şahsi amacının gerçekleşmesine bağladı. Şayet amacı
gerçekleşmezse sadaka da vermeyecek cami de yaptırmayacaktır.
Bu, kişinin Allah'a yaklaşmak niyetinde samimi olmadığını gösterir. Gerçekte
onun durumu malından hiç bir şey çıkmayan bir cimri gibidir. (Çünkü karşılığı
olmadan bir şey vermiyor) Bu nedenle "Böyle bir nezir sadece cimriden çıkar."
Neziri yerine getirmenin mekruh olması konusundaki üçüncü sır, o da nefse zor
gelen bir şeyi adamaktır. Bu tür nezirler yapılabilir de yapılmaya bilir de.
Bazan insana tembellik, cimrilik ve nefsani dürtüler nezirin yerine
getirilmesine engel olurlar. Bazan insan, kendisine ağır geldiği için ya da
istemeye, istemeye yerine getirir ki, bunun da herhangi bir hayrı kalmaz.
Her ne kadar sözü mekruh olan nezir üzerine bağladıksa da aslında icma, adağı
yerine getirmenin vacip olduğu şeklindedir. Kitap ve Sünnet, adakta bulunup ta,
sonra onu yerine getirmeyenleri yermiştir. 342
İkincisi:
Adağın gerçek konumu, onun gerçekte Allah'a yaklaştıracak şekilde adanmasıdır.
Sadaka, namaz, oruç, hayırlı ameller ve buna benzer şeyler gibi. Şöyle bir hadis
rivayet edilmiştir: "Nezir, sadece Allah'ın rızasının istendiği bir konuda
olur."343
Bu nedenle bazı alimler şu görüştedirler: "Eğer adak içinde (Allah'a
yaklaştıracak bir) taat yoksa o adak adak sayılmaz. Bu, mubah bir şey yapmayı
adamak gibidir."
Buradan hareketle soruyu yönelten kardeşimizin, arkadaşlarına vereceği davet
yerine fakirlere sadaka ve buna benzer şeyler vermesi daha hayırlıdır. Şu da var
ki, arkadaşları davet etmek, Allah için yapılan arkadaşlık nedeniyle adağın taat
için olmasına vesile olabilir. Bu davetle aralarındaki dini bağı güçlendirmeyi
ve Allah Teala'nın şahsında aralarındaki muhabbeti canlandırmayı düşünüyorlarsa
ne âlâ.
En doğruyu bilen Allah Teala'dır. 344
Yemîn Kefffareti
Soru
Benim üzerimde on yoksulu doyuracağıma dair yemin keffareti var. Bütün bir öğün
olarak mı doyurucağım yoksa sadece bir öğün için mi geçerlidir bu? On yoksuldan
daha fazlası veya daha azı için keffaret vermek gerekir mi? 345
Cevap
Keffarette istenen -ayete uygun olarak- on yoksulu yedirmektir. Bu yedirme üç
durumdan biriyle olur.
Birincisi: Yoksulların doyurulmasına; kendi ev halkına verdiği normal yiyecekten
doyuncaya kadar iki öğün yedirmek. Bir öğün etle pirinç yemeği verir, bir öğün
de sadece prinç yemeği verir.
Bazı alimler bir öğün vermenin yeteceği görüşündeler. Ama birinci görüş daha
evlâdır.
İkincisi: Bu on kişiden her birine yarım sa'y buğday veya hurma ya da başka bir
şey de verilebilir. Bu, sahabe ve tabiinden bir grubun görüşüdür. İbn Kesir
tefsirinde bu görüşe yer vermiştir. Ebu Hanife ise şöyle der: Yarım sa'y buğday
ve tam sa'y başka bir şey vermek geçerlidir.
İbni Abbas'dan rivayat edildiğine göre: bir mud buğday ve yanında katık olması
gerekir. Yani, her yoksul için. Bu, sahabe ve tabiinden bir grubun görüşüdür.
Şafı mezhebine göre, yemin keffareti için bir mud vardır. Katığı söylememiştir.
Ahmet b. Hanbel:, "Vacip olan bir mud buğday veya iki mud buğdayın dışında bir
şey vermektir."
Üçüncüsü: Verilecek yiyeceğin değerini para olarak vermektir. Bu, Ebu Hanife ve
onun görüşünde olanlara göre caizdir.
Bu yollardan hangisi kişiye kolaylık sağlayacaksa onu yapar.
Bu üç yoldan birini tercih etmen gerekse ben, birinci yolu tercih ederim çünkü
birincisi Kur'an'ın lafzına daha yakındır.
"Yemin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek..."
346
Kur'an'ın belirlediği sayı her zaman için on olarak kalması gerekir. On kişiye
verilecek yemeği yada onun değerini bir kişiye vermek güzel bir şey olmaz. Her
ne kadar Hanefiler bunu caiz görmüşlerse de aslında Kur'an'ın zahiri manasına
terstir. Bana öyle geliyor ki, şari (kanun koyucu)nin bu sayıyı on kişi olarak
tesbit etmesinde bir hikmet vardır. Hatta bazılarında bu sayı altmış yoksula
kadar çıkar. Bu yemeği on kişiden ya da altmış kişiden sadece bir kişiye vermek
şariin hikmetine uygun olmaz. Şayet bir beldede, on kişiden az yoksul varsa o
zaman zarurete binaen on kişinin yemeğini bulunanlara vermek caiz olur.
347
Akdedilmiş Yemin
Soru
Benimle komşum olan kadın arasında bir tartışma oldu. Ben bir daha bu kadınla
konuşmayacağıma ve evime onu sokmayacağıma dair Allah'a yemin ettim. Aileme de
'Onunla kanuşmayın' diye telkinde bulundum. Bir gün, bu kadın benim evime girdi.
Benim karşıma gelip bana selam verdi. Şimdi yaptığım yeminin hükmü ne olacak?
348
Cevap
Bu yemine münakid (akdedilmiş) yemin denir. îslam şeriatınde yeminler üç kısma
ayrılır. Birincisi, ğamus (yalan) yemin; yalan söylediğini bildiği halde yalan
yere yaptığı yemindir. Buna ğamus denmesinin sebebi, yemin sahibini dünyada
yalana ahirette de ateşe batırdığı içindir. Facir yeminle benzerlik taşır. Facir
yeminde kişinin, hiçbir şey yokken ülkeyi terkedeceğini söylemesi gibidir. Bu
yeminler hakkında Allah Teala tarafından tehdit vardır.
"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların,
ahirette bir payları yoktur. Allah onlara kıyamet günü hitap etmeyecek, onlara
bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Elem verici azap onlar içindir."
349
İkincisi, lağvi (Boşyere yapılan) yemindir.
"Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı değil, fakat kalplerinizin
kasdettiği yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, Halimdir."
350
Mesela, birkişi arkadaşına buyur gel dediğinde o, vallahi olmaz gelmem. Arkadaşı
da, "Gelmen gerekiyor gel" deyince diğer arkadaşı "Hayır vallahi olmaz gelmem
dediği hal bu kapsama girer. İşte bu 'Lağvi Yemin'dir. Aslında yukardaki yemin
yapan kişinin niyetinde yemin yapmak gibi bir şey yoktur. Öyle olduğunu
zannettiği birşey için yemin ettiğinde yemininin tersi çıkabilir.
"Allah'a yemin olsun bunun olmasını çok uzak bir ihtimal olarak görüyorum." Kısa
bir zaman sonra tersi çıkar. Hatalı olduğunu anlar. İşte bu yemin de 'Lağvi
Yemin'dir. Allah bundan sorumlu tutmayacaktır.
Üçüncüsü, Münakit Yemin'dir.
"Allah size rasgele ettiğiniz yeminlerinizden dolayı değil bile, bile ettiğiniz
yeminlerden ötürü hesap sorar." 351
Gelecekteki birşeye yemin etmektir. Şöyle şöyle yapmayacağım ya da sigara
içmeyeceğim, falancanın evine girmeyeceğim gibi. Bu gibi yeminler 'Munakid
Yemin'lerdir. Yapılan yeminin yerine getirilmesi gerekir. Özellikle hayırlı bir
için yemin edilmişse. Sigara içmemek gibi.. Sigara içmeyeceğine dair verdiği
sözü dosdoğru tutması gerekir. Eğer içinde şerrin bulunduğu bir şeye yemin
etmişse mesela, komşuluk ilişkilerini kesmek gibi ya da artık yoksullara sadaka
vermemek, cemaatle namaz kılmamak gibi böyle bir yeminin yerine getirilmemesi
gerekir. Yeminine karşılık da keffaret verir. Bu kadınla konuşmamaya yemin eden
arkadaşa gelince, kadın evine girmiş, evin sahibiyle barışmış ve evin sahibi de
bizzatihi onunla konuşmuş. Bu durumda yemin bozulmuş oldu. Keffaret gerekir.
Keffaretin dışında başka birşey gerekli değildir.
" Allah size rasgele yeminlerinizden dolayı değil bile bile ettiğiniz
yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin
ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir.
Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yeminlerinizin keffareti budur. Yemin
ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allah size böylece ayetlerini
açıklıyor." 352
Soruyu yönelten kardeşimizin on miskini iki öğün doyurması ya da tutarı kadar
onlara para vermesi gerekir. İnşaallah Allah Teala kendisinden bunu kabul
edecektir. 353
Kabe Adına Yemin Etmek 'Lağvi Yemîn' Midir?
Soru
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı hesap sormaz. 354
Kabe'ye, şeref üzerine veya ataya yemin etmek 'Lağvi Yemin' midir? Yoksa 'lağvi
Yemin' hiç bir ihtiyaç hissedilmeden Allah adına yapılan yemin midir?
355
Cevap
Allah'ın dışında başka şeyler adına yemin etmek haramdır. Böyle bir yemin şer'an
yasaklanmıştır. Peygamber (s.a.v) müslümanın atası adına yemin etmesini
yasaklamıştır.
"Atalarınızın adıyla yemin etmeyin. Yemin edecekse, Allah'ın adıyla yemin etsin
ya da yemin etmekten kaçınsın."
"Allah'ın dışında başka şeylere yemin etmek (Allah'a) şirk koşmaktır."
Çünkü yemin, kendisiyle yemin edilen kişiyi bir tür tazim etmektir. Mü'min bir
insanın Allah Teala'nın dışında başka bir şeye tazimde bulunması caiz değildir.
Bu nedenle, Kabe'nin adını kullanarak yemin etmek caiz değildir. Kabe'nin Rabbi
adına yemin ederse bu olur. Peygamberin adıyla, veli bir insanın adıyla,
'Şerefime' demek suretiyle ya da çocuğunun hayatı için veya vatan adının
kullanılması suretiyle yeminler yapmak caiz değildir. Sadece ve sadece Allah'ın
adıyla yemin yapılır.
İslam'ın benimsediği budur. Bu da bir nevi akide hürriyeti ve tevhid
hürriyetidir.
İbn Mesud (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilir. "Allah'ın adını kullanarak yalan
yemin yapmak bir başkasının adını kullaranarak doğru yemin yapmaktan daha
hayırlıdır." İbn Mes'ut, doğru birşeyi şirkle birlikte yapmanın yalan bir şeyi
tevhidi inançla yapmaktan daha beter olduğunu biliyordu. Allah'ın adıyla yemin
etmek O'na tazim etmek olduğunu biliyordu. Yalan olarak yemin etse de sadece
yalan söylediği için günah olacaktı. Ancak Allah'ın adının dışında bir başka şey
adına doğru bir yemin onu şirke götürecekti. Sonuçta doğru birşey de söylemiş
olsa da kendisine günah olarak şirk kalacaktı. Bu da büyük bir günahdır.
Doğruluktan elde edeceği sevap işleyeceği şirk günahının yanında zayıf kalır.
Böyle bir durumda Tevhidi muhafaza etmek doğruluktan önce gelir. Bu nedenle
müslümanın Allah adının dışında başka şeylerle yemin etmesi caiz değildir. Bu
tür bir yemin 'Lağvi Yemin' değildir. 'Lağvi Yemin'in iki manası vardır.
356
Birincisi:
Allah adının yemin kastedilmeden ağızda iki de bir söylenmesidir.
Mesela, 'Billahi yanımıza geleceksin' ya da 'Allah'a yemin ediyorum bunu
yiyeceksin' veyahut bunlara benzer şeyler.. Aslında burda herhangi bir yemin söz
konusu değildir. Allah'ın adını ağzına alışkanlık yüzünden ya da çok kullanması
sebebiyle alır. 357
İkincisi:
Kişinin doğru sandığı birşey için yemin etmesi. Bir müddet sonra sandığı şeyin
öyle olmadığını anlar. Düşündüğü şeyin doğru olduğunu düşünerek yemin eder
fakat, belli bir müddet sonra hiç de düşündüğü gibi olmadığını görür. Bu da bir
nevi 'Lağvi Yemin'dir. Günah olmaz. Günah sadece 'Ğamus (yalan yere yapılan)
Yemin'dedir. Ya da münakid olduğu halde yerine getirmediği yemin için günah
olması söz konusudur.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi yeminler üç kısımdır. 'Lağvi Yemin’, 'Ğamus
Yemin' Bir de 'Münakid Yemin.'
İnsanların genelde yaptıkları yeminlerden çoğu bu son yemindir. İlerde bir işi
ya yapacaklarına ya da yapmayacaklarına dair yemin ederler.
Bu yemin Allah'ın adı söylenerek yapıldığında geçerli olur. Başkasının adına
yemin edilmesi ise haramdır. Böyle bir yemin için keffaret yoktur sadece nasuh
bir tevbe ve ameli salih ile af dilenmek vardır. 358
Mubah Şeylerle Adakta Bulunmak
Soru
Ben bir bayanım. Çocuğumu sünnet ettirdiğimde onun için sevinçli ve güzel bir
gün düzenleyeceğime dair adakta bulunmuştum. O zamanlar yaşı yediydi. Allah
Teala o yıl kocamın hapse düşmesini takdir etti. Bende on senedir kocamın mahkum
olması sebebiyle adağımı yerine getiremedim. Oğlumsa büyüdü. Yası on yedi oldu.
Adağım hala duruyor. Şuanda adadığım şeyi yapmak istemiyorum. Ne yapmam gerekir?
Bu adağımı yapayımmı? Yoksa onun yerine oruç veya sadaka mı vereyim?
359
Cevap
Adak, seviçli bir gün düzenlemek gibi mubah bir şeyle verildiğinde bunun adak
olup olmadığı hakkında alimler ihtilaf etmişlerdir. Aynı zamanda benim de tercih
ettiğim görüş, söz verilen adakların Allah'a yaklaştıracak şeylerle
yapılmasıdır. Mesela fakirlere sadaka verilmesi, oruç tutulması, hacca gidilmesi
ya da namaz kılınması gibi. Ahmet b. Hanbel ve Ebu Davut Peygamber (s.a.v)'in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Adak, sadece Allah'ın rızası istenen
şeylerde olur." Bu da ibadetler, ve Allah'a yaklaştıracak taatlardır. Hanbeliler
mubah şeylerle yapılan adaklar için şöyle demişlerdir. "Böyle bir şey üzerine
adak yapan kişinin iki şeyden birini yapması gerekir. Ya bizatihi yaptığı adağı
yerine getirecek ya da yemin keffaretini de verecektir. Yemin keffareti
bildiğimiz gibi:
"Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
yahut giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutar"
360
Soruyu yönelten kardeşimizin adağını yerine getirme imkanı bulamadığına göre
şimdi yemin keffaretini yerine getirebilir. Yani, on düşkünü tam iki öğün olarak
doyurabilir. Ya da her düşküne bir mud yiyecek yanında da bir katık verebilir.
Allah'ın izni ile bunlar yapılabilecek ve kalbinizi mutmain edecek şeylerdir.
361
Söz Vermek
Soru
Ben bir genç sevmiştim. Bir gün ona şöyle dedim: "Eğer Allah Teala bana nasip
ederse sana kendi ellerimle bir kazak öreceğim." Ancak bir sene sonra başka bir
erkekle evlendim. Şu anda böyle bir şey yapma imkanım yok. Ne yapmam gerekiyor.
Yaptığım bu adak sayılır mı? Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Onlar verdikleri sözü yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden
korkarlar" 362
Cevap
Soruyu yönelten kardeşime şunu söylemek isterim: Yapmayı vadettiğin bu şey mubah
işlerdendir. Yoksa Allah'a itaat olacak bir şeylerden değildir. Bunu adak olarak
kabul edersek yemin keffareti vermen gerekir. Bana göre bunun bir başka
açıklaması daha vardır. O da bunun adak olmadığı, bir çeşit söz niteliğinde
olduğudur. Sen bu gence bir söz vermişsin. Niyetinde de "evlendiğin taktirde" bu
sözünü yerine getirmek var. Bu şartlı ve belli birşeyle kayıtlı bir yemindir.
"Eğer Allah bana nasip ederse sana şöyle şöyle yapacağım." Bu şart da yerine
gelmemiş..Allah Teala sizin evlenmenizi dilemediğine göre şarta bağlı olan sözün
şartı da yerine gelmemiş demektir. Bu nedenle herhangi bir şey yapmak gerekmez.
Vadini yerine getirememenden dolayı herhangi bir günah söz konusu değildir.
363
11. BÖLÜM
TOPLUMSAL İLİŞKİLER HAKKINDA
Devletin, İşçi Ve Memurun Ücretlerine Müdahalesi Hakkında
Soru
Devletin işveren ile çalışanlar arasına girmesi; çalışanların ücretleri, çalışma
saatleri, ikramiyeleri, senelik tatilleri ve emeklilikleri gibi, asrımızda
ortaya çıkmış bir takım sosyal haklarına müdahale etmesi, islam dini açısından
doğru bir davranış mıdır? 364
Cevap
Ben burada şeriatın üzerinde önemle durduğu, fakat çoğu insanların gafil
kaldığı, veya bilmediği bir hususu hatırlatacağım.
İslam devletinin görevi sadece iç veya dış güvenliği sağlamak ya da, bazı
iktisatçıların söylediği gibi, işsizlerin hakkını, işadamlarından almakta değil,
aynı şekilde yaşanan olayları ve zamanında iyi değerlendirmektir. Çünkü İslam'ın
en güzel özelliklerinden biri de; zulmü kaldırıp, insanlar arasında adaleti
sağlamak, ve insanların birbirlerine verdikleri zararları, kavga ve çekişmeleri
araştırıp kaldırmak ve bunların yerine kardeşlik ve sevgiyi yerleştirmektir. Bu
konudaki delillerimiz:
1) Halifenin temsil ettiği devletin mesuliyeti, mutlak bir mesuliyettir.
Herhangi bir kayıtla kayıtlı değildir. Resullallah (sav)'in de buyurduğu gibi:
"Herbiriniz birer çobansızın. Herbiriniz sürüsünden mesulsünüz." Bu nedenle Hz.
Ömer; "Fırat kenarındaki bir oğlak kaybolsa kıyamet gününde Allah onu benden
sorar" buyuruyor. İşte hayvana karşı mesuluyet duygusu olanın durumu. Bir de
insana karşı olan mesuliyet duygusunu düşününüz!
2) İnsan hayatında adaleti sağlamak İslam'ın büyük hedeflerinden biridir.Yer ve
gök bunun için var, Peygamberleri Allah cc. bunun için gönderdi. Kitapları bunun
için indirdi.
"Muhakkak ki biz Peygamberlerimizi apaçık mucizelerle gönderdik. İnsanlar
arasında adaleti hakim kılsınlar diye o peygamberlerine kitap ve ölçü indir.
365
Bu ayetteki "kist" kelimesi, hiçbir tarafın etkisi altında kalmadan ve bir
tarafın baskın görünmesine aldanmadan, adaleti gözetmek manasına gelmektedir. Bu
ve diğer bir başka ayette işaret edilen "mizan (ölçü)"; insan hayatındaki zaruri
dengeler olsa gerek. Bu sebeple Allah (cc), mizana büyük bir değer vermiştir.
Onu iki ayette karine olarak ortaya koymuştur. O göğün yükseltilmesinde bir
karine olmuştur.
"Göğü yükseltti, ölçüyü koydu ki, tartıyı aşmayın. Tartıyı adaletle yapın,
tartıda noksanlık yapıp sınırı aşmayınız.366
İslam'ın işçilerle işverenler, mal sahipleriyle kiracılar, üreticilerle
tüketiciler, satanla müşteriler arasında çok büyük haklar koyduğuna ve eğer
haksızlık varsa giderdiğine hiç şüphe yoktur.
Allah (cc) Devlet erkanındaki yetkililere iki temel görev yüklemiştir:
Emanetleri ehline vermek ve adaletle hükmetmek.
"Allah (cc) size emanetleri ehline vermezini ve insanlar arasında adaletle
hükmetmenizi emrediyor" 367
O halde; zulmü kaldırıp yerine adaleti koymayı hedef edinen bir icraat ve sistem
İslam'la bağdaşır.
3) İslamiyet zararı ve adaletsizliği vargücüyle yasaklıyor, eğer varsa kaldırma
yoluna gidiyor. Bu konuda bir hadisi şerifte: "Ne zarara uğramak var, ne de
zarar vermek var" buyurulmuştur. İslam nazarında bu konu kesinlik kazanmış ve
Kur'an da pek çok değişik ayette bu manayı tekit etmiştir. Hatta bu kuraldan
birçok cüz-i hükümler türemiştir. Zarar giderilir ama zarar zararla giderilmez.
Umumun zarar görmemesi için, şahısların zararına katlanılır. Büyük zararın defi
için küçük zarara katlanır. O halde insanların birbirlerine verecekleri
zararları önleyen bir kanun ve tedbire İslam'da yer vardır ve onu kendi
prensiplerinden kabul eder.
Örneğin bu yüzden ulema trafik akışını takip eden düzenleyen sürücülere bazı
esaslar belirleyen ve bu esaslara uymayanlara yaptırım uygulayan, kısacası
toplum menfaatine uygun trafik kurallarına karşı çıkmıyor. Fertleri korumak için
trafik kazalarına karşı tedbir aldığımıza göre toplumun birbirine düşmemesi için
elbetteki daha dikkatli davranacağız.
4) İslam hukukunda devlet başkanının yapması gereken şer-i siyaset kapısı İslam
devletine açıktır. Şeriatla belirtilen muhkem esaslara ters düşmediği sürece
devlet; toplum esasına menfaatine uygun gördüğü cüz'i kanunlar çıkartabilir.
Ortaya çıkacak olan çevre konusunda sağlıklı ve önleyici tedbirler alır,
kısacası devlet başkanı topluma faydalı gördüğü bir kuralı da koymağa, zararlı
gördüğü bir kuralıda kaldırmağa yetkilidir. Hatta bunu yapmak onun görevleri
arasındadır. Aslında bu konuda ayet ya da hadis yoktur ama Hulefa-i Raşidin,
bunu daha önceden Resulullah'ın yapmamasına ve en küçük bir ruhsat dahi
vermemesine rağmen yapmışlardır.
Burada muhakkak ki İbni Kayyim'in kitabına aldığı ve Hanbeli mezhebine mensup
allame İbni Akil ile, Şafi bir imam arasında geçen karşılıklı bir konuşmayı
nakletmek yerinde olacaktır. Böylece yukarıda işaret ettiğimiz İslam siyasetinin
ufuklarını daha da aydınlatmış olacağız.
İbni Akil; "Fünun" isimli eserinde şöyle demiştir: "Yöneticilerin, şer'i
siyaseti gözeterek bir takım işler yapmaları, işlerin doğru yürütülmesi için
gereklidir, bu durum imamların görüşlerine de uygundur.
Şafii olan şahıs ise şöyle dedi: "Şeriata muvafık olmayan siyaset (İdari
düzenlemeler) kabul edilemez."
Bunun üzerine İbni Akil şunları söyledi: "Siyaset'ten kastedilen, insanları
huzura yaklaştıran ve fesattan uzaklaştıran davranışlardır. Bu konuda bir hadis
veya ayet olmaması durumu değiştirmez. Senin "Şeriata muvafık" sözünün manası
eğer; "şeriatın sözlerine aykırı olmayan" demekse bu doğrudur. Yok, eğer
söylemek istediğin; "şeriatın söylediklerinin dışında siyaseti yoktur" demekse
bu yanlış olur. Çünkü bu söz, sahabeyi kiramı da yanlış yapmakla itham demektir.
Hulefa-i Raşidin, daha önce sünnette benzerini görmediğimiz, öldürme ve teşhir
cezalarını tatbik etmişlerdir. Hz. Osman (r.a); Kur'an-ı bir araya (bugünkü
mushaflara benzer bir şekilde) toplatmış ve İslam alemindeki belli başlı
beldelere yollamıştır. O bu davranışını halkın faydasına olduğu inancıyla
yapmıştı.
Buna benzer, Hz. Ömer'den olsun, Hz. Ali'den olsun çeşitli davranışlar bize
kadar ulaşmıştır.
İbnu'l Kayyim der ki: "İşte bu nokta ayakların kayma noktası zihinlerin yanılma
noktası olmuştur. Burası, dar geçit ve çetin savaş meydanıdır. Kimi tefrite
varmış, İslam'ın kanunlarını yürürlükten çıkartmış, hukuku çiğnemiş ve
insafsızları kötülük yapmaya cesaretlendirmiştir. İşte böylece şeriata sanki,
kulların haklarını gözetemez, başka sistemlere muhtaç görünümü vererek,
kendilerinde, hakkı bulan ve savunan görünümünü verdiler ve neticede; siyasetin
(idari düzenlemelerin) realiteye uygunluğunu, ve gerekliliğini hem kendileri hem
de başkalarının bilmesine rağmen, şeriatın ileklerine muhalif olduğunu
zannederek, onu büyük bir boşluğu itmişlerdir. Ömrümü elinde tutan Allah'a yemin
olsun ki, onlar siyaseti, (yeni idari düzenlemeler) şeriata ve Kur'an'a,
içtihada zıt kabul etseler bile şeriatla siyaset arasında bir çelişki yoktur.
Onları bu yanlışlığa iten şeriatı tanımadaki noksanlıkları ile siyasetin ne
demek olduğunu kavrayamayıp çeliştiğini zannetmeleridir. Bunun sonucunda; İş
başındaki yöneticiler, ulemanın tutumunu ve insanların huzurunun ulemanın
şeriatı yorumladığından öte bir yorum gerektirdiğini görünce kendi kafalarından
idare şekilleri uydurdular.
Böylece işler karıştı. Ulemaya da şeriatın hakikatini uygulayıp insanları bu
sıkıntılardan kurtarmak oldukça güç geldi. Kimi ulemada, bu konuda ifrata varmış
Allah cc. ve Resulün hükmünün zıddına varıncaya dek şeriatı genişletmişlerdir.
İşte iki taifenin yanlışı da Allah'ın Peygamberini ve kitabını göndermesindeki
gayeyi tam anlayamamaktan kaynaklanmaktaydı. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh
olan Allah (cc) Peygamberini ve kitaplarını gönderdi ki, insanlar eşitliği
sağlasınlar. İşte yer ve göğün yaratılmasındaki gayenin sırrı olan adalet budur.
O halde ne şekilde olursa olsun adaletin belirtileri görüldü mü işte Allah'ın
şeriatı oradadır. "Siyasetin şeriatla alakası yok" denilemez. Aksine siyaset
(yeni idari düzenlemeler) şeriatın getirdiği prensiplere uygundur. Hatta
onlardan biridir. Siyaset sırf Allah'ın ve Resulü'nün adaletidir. Bunun
vasıtasıyla adaletin emareleri görülür. Bizim buna siyaset dememizin sebebi,
sizin adaletle yönetim şekline siyaset terimini kullanmanızdır. Bu yüzden
diyoruz ki; tüm sistemlerin üstünde olan ve işçinin çalıştırılmasına dikkat
ettirmekle birlikte hakkında tam olmasını sağlayan İslam şeriatıdır ve Dünyanın
düzenini kurmuştur. Bu konuda Peygamberimiz, "İşçiye alnının teri kurumadan
hakkını veriniz"368 buyuruyor. Yine başka bir hadistede, "Kıyamet gününde
Allah'ın hasımlık yapacağı üç kişiden biriside işçi çalıştırıp işini yapan ama,
hakkını vermeyenlerdir" buyuruyor.369
İşçilerin ücretlerinin adil bir şekilde tespitine yarayacak düzenlemeler,
çalışma ortamının işçi ve işveren açısından olgun bir şekilde oluşturulması
çabaları, kuvvetlinin zayıfı veya bir grubun, diğer bir gurubu ezmesine mani
olma gayretleri, bu sayede işçileri, "Sizin haklarınızı en iyi biz koruruz"
diyerek sömürmek isteyenlerin yollarının kapatılması. Bütün bunlar İslam
şeriatını rahatsız etmez, O'nun göğsünü daraltmaz. İslam bu tür faydalı
düzenlemelere açıktır."
Bizim bahsini yaptığımız bu konuları İslam hukukçuları incelemişler ve
halifenin, -eğer ihtiyaç varsa- işçi ve işveren arasında bazı durumlarda
müdahale etme yetkisinin olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda Şeyhülislam, İbni
Teymiyye "Hasabe" isimli eserinde işlemi ve bu müdahalenin hedefini şöyle
açıklamıştır. "Devlet reisinin müdahalesi şahısların veya grupların birbirlerine
yapabilecekleri haksızlıkları önleyici tedbirler olmalıdır. Örneğin, insanların
birbirine muhtaç olduğu, ziraat, tekstil, inşaat vb. konularda Devlet başkanı
bütün bunların ücretlerini belirleyerek, onların birbirlerine karşı
yapabilecekleri her türlü adaletsizlikleri önlemiş olacaktır. Çünkü bu konuda
insanların maslahatı böyle tamamlanır. Şeyhülislam, Allah'ın Rahmeti üzerine
olsun az sonra diyor ki: Toplumda bu tür işleri yapabilenler azınlıkta olunca,
onların toplunun ihtiyacı olan bu mesleklerine devam etmeleri, farzı ayın olur.
Örneğin insanlar çiftçiye mi muhtaçtırlar, tekstilciye mi muhtaçtırlar,
inşaatçıyamı muhtaçtırlar. İşte bu meslek sahiplerine bu meslekleri yapmak seri
bir görevdir. Dolasıyla devlet resi o işin piyasada fiyatını belirleyerek,
onları çalışmaya mecbur kılar. Tayin edilen miktardan fazla istemelerine engel
olacağı gibi işlerini yaptıran şahıslarında az para vererek onlara haksızlık
yapmalarınada mani olmuş olur. Bundan sonra İbni Teymiyye şu neticeye varıyor.
"İşte görev belirlemek, işleri yoluna koymak buna derler."
Piyasa karşılığı dediğimiz bu konuyu fıkıh alimlerimiz, kitaplarında şöyle
belirlemişlerdir: Yapılan iş tüm boyutlarıyla gözden geçirilerek tüketilen
emekler hesap edilerek piyasa şartlarına uygun bir şekilde çalışana
zulmetmeksizin, iş sahibine de haksızlık etmeden konulan standart ücrete, piyasa
değeri denir. Hatta biz diyoruz ki tabiin devrinde İslam hukukçuları devletin
piyasa kıymetini belirlemesine cevaz vermişlerdir. Halbuki asrı saadette
Resulullah'tan fiyatların yükselmesi karşısında bunu yapması istenmiş o ise buna
yanaşmamıştır. Hz. Enes rivayet ediyor.
"Rasulullah zamanında fiyatlar yükselmişti. Bunun üzerine sahabe, "Ey Allanın
Rasulü, şu piyasayı belirlesen" deyince, Allah'ın Rasulü "Veren, alan,
belirleyen Allahtır. Benim isteğim Allah'ın huzuruna hiçbirinizin benden ne mal,
ne de can hakkında, şikayetçi olmadan çıkmamdır.370
Hadisi şerif; asıl olanın serbest piyasaya da hiç müdahale etmeden ilgili
kuruluşların kurallarına bırakmak olduğunu gösteriyor, ama ne var ki, böyle
yapıldığı takdirde kafalarına göre bilhassa insanların ihtiyaç duyduğu konularda
fiyatlarla oynayan ve bu konunun uzmanı olmayan insanlar, piyasaya müdahale
ediyorsa o zaman Devletin konuyu ele alması ve bir piyasa belirlemesi
uymayanları zorlaması Allah'ın şeriatının bir cüzü olur. Şeyhülislam İbni
Teymiyye der ki: "Öyle fiyat belirlemek var ki; zulümdür, haramdır. Ama öylesi
de var ki; sırf adalettir,caizdir. Eğer piyasa şartları, insanların razı
olmayacakları şekilde satıcıyı zorla belli bir fiyata bağlamayı ve Allah'ın
haram kıldığı şekilde (faiz gibi) satmayı gerektiriyorsa haram olur, yok eğer
adaleti taşıyorsa örneğin; insanları sattıkları mallarda değerinin üzerine
çıkmamaya mecbur bırakıyor, ya da Allah'ın haram kıldığı faizi yasaklıyorsa o
zaman caizdir. Hatta vaciptir."
Birinci kısmın örneği yukarıda zikrettiğimiz hadis olabilir. Çünkü meşru bir
şekilde zulüm yapmadan işin azlığından veya çokluğundan fiyatlar yükselmişse
(burada iarz ve talep) kanuna işaret vardır.
Satıcıyı illa ki belli bir fiatta sabit tutmak, haksız yere bir zorlama olur.
İşte hadiste Peygamberimiz'in müdahale etmemesi bu yüzdendir. İkinci kısma
gelince örneğin; İnsanlar muhtaç olmasına rağmen ilgililerin illa değerin
üzerine çıkarak insanları zor durumda bırakmaları gibi bir durumda müdahale
etmek onları belli bir fiatta mecbur kılmak adalettir. Piyasaya müdahalenin
manasıda işin değerini belirleyerek insanları Allah'ın mecbur ettiği adalete
zorlamaktır. Şeyhülislam İbni Teymiye, çalışanın ücreti meselesini işledikten
sonra mal meselesine dönüyor ve diyor ki: "Tüketim malları konusuna gelince;
insanlar cihad için silah ve gerekli aletlere muhtaç olduğu zaman ilgili esnafın
piyasa değeri olan karşılığını almak suretiyle bu tür malları satmaları
gerekir,. Değerinin üzerine çıkma veya stok etme hakları yoktur." İbni Teymiyye
devamla diyor ki; "Hz. Peygamber'in zamanında piyasa belirlenmemesinin sebebi,
onlarda ticaret amacıyla un fabrikaları, ekmek fırınları yoktu, onlar buğdayı
satın alıp evlerde, değirmenlerle un haline getirdikten sonra ekmek
pişiriyorlardı. Ayrıca o dönemde buğdayı perakende satanlara kimse
rastlayamazdı. Bu tür şeyleri toptancıdan alırlardı bu sebebten Peygamberimiz;
"Pahalıcılar melundur (kovulmuştur) toptancılar "rızıklandırılmıştır"
buyurdular. Aynı şekilde onlarda tekstilci de yoktu. Kervanlar Şam'a gider ve
insanların, bu tür ihtiyaçlarını oradan satın alırlardı."
Şeyhul İslam diyor ki: "İlla ki Peygamberin bu sözüyle piyasa belirlemenin her
türlüsünün yasaklandığına delil getirenler varsa ona cevaben denilir ki: "Bu
Rasulullah'ın o an için verdiği bir hükümdür. Her zamana şamil değildir." Hem bu
hadiste, "Birisi insanların muhtaç olduğu malları satmadı diye bir şeyde yok." O
an Rasulullah'tan bu konuyu ele alması istenmiş, o da meselenin farkında olduğu
için müdahale etmemiştir. Hem malumunuz bir şeye rağbet fazla oyun ancak malın
kendisi az olursa o malın fiyatının yükselmesi genellikle görülen bir olaydır.
Bu hemen müdahaleyi gerektirmez. Rasulullah bu sebebden müdahale etmemiştir."
Bu konuda Şeyhülislam netice olarak diyor ki: "İnsanların maslahatı illaki
piyasanın belirlenmesine bağlı ise adil bir şekilde bu iş yapılır. Ne çok fazla
ne de eksiğe kaçılmaz. Ama hiç müdahale etmeden bu iş insanların mashalatına
dokunmadan gidiyorsa hiç el sürülmez. Demek ki, gerek piyasa konusunda gerekse
başka konularda hükümlerin etrafında döndüğü temel nokta, insanların maslahatı
ve zararlarının giderilmesidir."
İbni Teyyimiyye'nin sözü doğrultusunda; madem ki insanların menfaati söz
konusudur. Rasulullah'ın da müdahale etmemesinin sebebinin 'belki zulüme sebeb
durumunda, kıyamet gününde benden hak istersiniz' şeklinde düşünmesi olduğuna
hadis işaret ediyor. O halde zulmü önlemek için iş ve mal piyasasına müdahale
etmek neden caiz olmasın. Sonra buna ihtiyaç da var? Aksine dalalet eden ne ayet
ne de hadis var. Hem İslam hukukunda bir kural var: Şeriatın getirdiği tüm
hükümlerde aksine bir delil yoksa asıl olan helalliktir. Gene şeriatın getirdiği
tüm kurallar dünya ve ahirette insanların huzurunu temin etmek içindir.
ÖZETLE; İslam şeriatı, çalışanların ücretlerinin belirlenmesi hususunda müslüman
devletlere izin vermiştir, İhtiyaçlar ve halkın menfaati bunu gerektiyorsa ve
zulüm kaldırılıp, adalet getirilecekse, çekişmelere ve kavgalara son verecekse,
her türlü zarar görme ortadan kaldırılacaksa. Konunun uzmanı olan kişiler ve din
adamları toplanarak, adil bir ücret belirleyebilerler. Hiçbir tarafın yani ne
işçi ne de memurun, esnafın hakkını yemeden adil bir ayarlama İslam devleti
tarafından yapılabileceği gibi aynı zamanda mesai, hafta ve sene tatilleride
ayarlanabilir. Buna paralel olarak ücretin yanında ikramiyeler de ayarlanabilir.
Buna paralel olarak ücretin yanında hediye, bahşiş vs. iş hayatının geleneksel
olarak getirdiği bir takım sosyal haklar, devlet tarafından ayarlanabilir.
Ayrıca bu konularda insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kanunlar da
çıkarılabilir, tabii önceki insanların kalplerini geri getiremezsin, haya ve
teslimiyyet insanların haklarını vermeğe yetiyordu. Devletin müdahalesine gerek
kalmıyordu. İşte bu sebebten İslam hukukçuları zaman, yer ve şartların
değişmesiyle bir takım hükümlerin de değişebileceğini vurgulamışlardır. Bu ve
benzeri durumlar, daha önce de belirttiğimiz gibi her şeye, her olaya çare
bulabilen İslam şeriatının örnek siyaset şekillerinden bazılarıdır.
Başarı, Allah'tandır. 371
Gerektiğinde İslam Hükümetinin Ev Kiralarını Belirleme Hakkı Vardır
Soru
Hükümet son zamanlarda konut kiraları hakkında bir kanun çıkardı buna göre
kiracı ve mal sahibi arasındaki anlaşmalar yeniden belirlendi, kiralar ancak
belli miktarda artırılabilecek aynı şekilde mal sahibi kafasına göre kiracıyı
çıkaramayacak ancak belli başlı şartlarla çıkarabilecek.
islam şeriatı, müslüman devletler için böyle bir kanun hakkı tanımış mıdır? Ve
herkesin bu kanuna uyma mecburiyeti var mıdır? Yoksa bir takım insanların, biz
malımızın sahipleriyiz, istediğimiz yaparız.Demeğe hakları var mı? Tabii bunlar
görünüşte dindar insanlar namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, hacca, umreye
gidiyorlar.
Bizim ve diğer insanların bu konuda helali haramdan güzelce ayırabilmemiz için
şeriatın bu konu üzerindeki görüşlerini açıklama lutfunda bulunmanızı
istiyorum... Teşekkür ederim. 372
Cevap
Bu soruda cevap itibarıyla İslam devletinin gerektiğinde, toplum adına, iş ve
işçi piyasasını belirleme işçi ve iş sahiplerinin arasını düzeltme konularında
müdahale etme hakkı olması yönünden bir önceki soruyla aynı türdendir. Biz orada
konu hakkındaki seri delilleri ve göz önünde bulundurulması gereken noktaları,
konuyu araştıran alimlerin görüşlerini ve nakilleri açıklamıştık. Bu yüzden'
aynı şeyleri bir daha burada aktarmaya lüzum yok, hüküm aynıdır. Şöyle ki: İslam
devletinin kişisel bazı haklara müdahalesi sadece toplum maslahatını temin
etmek, zararları giderip adaleti yerleştirmek, zulmü kaldırmak ve böylece
insanların birbirlerine verecekleri zararları önlemek içindir. İslam şeriatının;
şimşek gibi değişebilen olaylara karşı eli kolu bağlı, güçlülerin zayıfların
ihtiyaçlarını suistimal ederek ve onları tahakküm altına alarak sömürmelerine
göz yuman, olumlu hiçbir alternatif bulamayan bir din olduğunu zannetmek doğru
değildir.
Şüphesiz bu eşsiz şeriatın temel özelliği; bütün kaide ve esaslarının
sıkıntılara çare bulan, darlıkları genişliğe çeviren, vakıadaki olayları dikkate
alan ve hayatın her anında karşılaşabilecek yeni, yeni sorunlara, en etkili
ilaçları ve en adil çözümleri bulup çıkarmasıdır.
Son asırlarda bile İslam hukukçularının İslam'ın bu çare bulabilirlik, olaylara
duyarlılık meziyetine sahip olduğunu kavraması, dolayısıyla zaman bozukluğu
denilen insanların hayatının değişik boyutlara ulaşması ve ahlaklarının
bozulması karşısında haklı bir tutum sergilemişlerdir. Bu yüzden İslam'ın
siyasetini biraz daha genişleterek, kadı ve hakimleri çoğaltmışlar ve böylece
yeryüzünden zulmü kaldırıp, bozukluğun kökünü kazıyıp, yerine adaleti hakim
kılacak tedbirler almışlardır. Hanefi mezhebine mensub büyük alim, Alaeddin
et-Trablusi, "Müini'l Hikem" isimli eserinde şöyle bir nakil yapar: "Karafi der
ki, "İdari konularda hakimlere tanınan genişliğin şeriata muhalif olmadığını,
aksine uygun olduğunu ve şer-i delillerin bunu gösterdiğini bilmelisin." Şimdi
konuyu birkaç yönden inceleyelim.
1) Son zamanlarda fesat çoğaldığı gibi aynı zamanda yayılmıştır da, asrı saadet
ve tabiinde böyle bir şey yoktu. İşte bu yüzden şeriat dairesinden çıkmamak,
şartıyla hükümleri zamanın şartlarına göre Rasulullah'ın buyurduğu, "Zarar
görmek te vermek te yoktur" ilkesi çatışı altında düşünülmesi gerekir.
Bahsettiğimiz bu kuralları terketmek zarara götürür.
2) Maslahati mürselenin delil olduğunu ulemadan bir çoğu savunmuştur. Maslahatı
mürsele demek; şeriatın uyulması veya terkedilmesi hususunda açık bir emrinin
olmadığı konulardır. Yapılacak olan amel, maslahati mürsele ile dahada
kuvvetlenebilir. Sahabe-i kiram (Allah hepsinden razı olsun) sadece maslahata
uygun olduğu için birtakım işler yapmışlardır. Hakkında hiç görüş ve delil
olmadan mushafın yazılması, yine herhangi bir delil bulunmadan Hz. Ebu Bekir'n,
Hz. Ömer'i veliahd tayin etmesi, sahabenin şurayı altı kişiye bırakması, nakit
paraya geçilmesi, hapishane yaptırılması Hz. Ömer'in Mescidi Nebevi etrafındaki
vakıfları mescidi genişletme amacıyla, yıktırması, Hz. Osman'ın mushafları
yazdırarak dağıtması, Cuma ezanının çarşıda tekrar okutulması ve daha niceleri
sırf, mashalata dayanılarak yapılmıştır.
3) Şeriat şahitlik konusunda taraflar arasında düşmanlık olmasın diye hadis
rivayetinden daha titiz davranmış ve bu yüzden, sayı ve hürriyeti şahitlik için
şart koşmuştur. Gene ihtiyaç olduğu için birçok sözleşmelerde genişlik
getirmiştir. Örneğin malın başkasına ait olmasına rağmen kirasız yararlanma
antlaşması karz-ı hasen (süresiz borç verme) vs. aslında şeriat kurallarına göre
caiz olmaması gereken, ancak ihtiyaçtan dolayı serbest bırakılan akitler bu
kabildendir.
Ama aynı şeriat, zina şahitliği konusunda, dört şahit tarafından ve çok açık bir
şekilde görülmedikçe şahitliği kabul etmemiştir. Katil şehadetinde iki kişiyi
yeterli görmüş, halbuki kan davaları daha büyüktür, ama unutmamak gerekir ki,
İslam'ın maksadı kapatmak ve kaybetmektir. Karı koca arasındaki lian
(birbirlerini zina ile suçlamaları neticesinde hakim önünde bunu Allah'ın
lanetiyle savunmaları) meselesinde ise hiç şahit ve delili gerekli görmediği
gibi iftira cezası da öngörmemiştir, uygulamamıştır. Halbuki diğer insanların
iftiralarına hat uygulamıştır. Bunun sebebi ise bilhassa aileler arasında
şüpheyi giderici işler yapmak, sevgiyi engellememek birbirlerini nefret
ettirecek olaylardan sakındırmaktır. Buna gerçekten ihtiyaç vardır. Görülüyor ki
şartlar değiştikçe bu tür zıtlıklara çok rastlanır. Demek ki, zaman içindeki
şartları göz önünde bulundurmak gerekir. Meseleye bu yönden baktığınız zaman
toplumun idaresi için gereken cüzi kanunlar. Yukarda sözünü ettiğimiz maslahati
mürseleye (toplumun genel menfaatlerine) değil, bununda üzerinde şeriatın temel
kurallarına dayandığını göreceksiniz.
4) Toplum için gerekli bu kanunların her hükmü için kendine has bir delil
(kitaptan hadisten) vardır. Eğer yoksa hakkında delil olan başka bir hükme kıyas
edilerek hüküm verilir. Biz bu mevzudan önce bu konuları işlemiştik, yine de
bazı alimlerin görüşlerini aktaralım:
Ulema der ki: Eğer şahitlik için gerekli adalet şartını bulamazsak o zaman
insanlar arasında en az günahkar olanı, en uygun olanını şahit yaparız. Yargı
hakim ve benzeri idari makamlara adam atamak içinde aynı yolu izleriz ki, toplum
maslahatları zayi olmasın, hukuk kuralları muattal kalmasın. Ben bu konuya
muhalif birinin olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Allah (cc) insanları güçlerine
göre mükellef kılmıştır. Fesadın yaygınlığı nedeniyle fasık şahitlerin
şehadetleri kabul edilebiliyorsa zaman ve insanların İslam'a bağlılıklarının
bozulması nedeniyle idari alanlarda da genişlik getirilmesi caiz olur. Bakın
Ömer bin Abdulaziz der ki: "İnsanlar bozulduğu ölçüde hükümler doğar." Karafi
de: "Zamanımızın hakimleri, valileri, güvenilir insanları, Asrı Saadet'te
olsalardı idareciliğe tayin edilmezlerdi. Çünkü bu tür insanları o devirde iş
başına getirmek fasıklıktı. İşte zamanımızın seçkin insanları o devrin alçak
insanları idi. Alçak insanların işbaşına getirilmesi ise fasıklıktır, ama ne
yapalım artık çirkinler güzel, dar olan da genişlemiş, zamanların değişmesiyle
hükümler de değişmiştir."
5) Şeriatın, süt emziren anneye farkında olmadan bebeğinin necaset
geçebileceğini göz önünde bulundurmak suretiyle (süt elbisesini temiz kabul
edip) genişlik tanıması yağmurun oluşturduğu çamurun necaset ihtiva
edebileceğini ihtimaline rağmen kolaylık olsun diye temiz kabul edilmesi İmam
Muhammed, çamur hakkında bu fetvayı vermiştir. Bizim yukarda savunduğumuz
fetvaların, doğruluğunu daha da kuvvetlendirmektedir. Ayrıca yaralılara
yaralardan çıkan çoğu cerahatlerde kolaylık sağladığı gibi basur hastalarının
hissettikleri ıslaklıklardada kolaylık sağlamıştır. Allah Teala korku, savaş,
anında kılınan namazda, namaz ve benzeri gibi zor durumlarda kılınan namazlarda,
rükün ve şart aramamıştır. Bu tür kolaylıklar saymakla bitirilemez. Bu yüzden
İmam Şafi, "Herşey daraldıkça genişler" diyerek bu gerçeği ifade ediyor.
O halde aynı şekilde toplum asayişini sağlamak için zor durumda kaldığımız
zamanlarda da aynı kolaylıklar söz konusudur. İşte buna dayanarak diyoruz ki,
insanların sosyal ilişkilerini sağlam temellere oturtması zulmü kaldırıp yerine
adaleti huzur ve refahı istikrarı getiren nizam ve kanunlar koyması çekişme ve
kavgaya sebep olacak unsurları yok edip Allah cc. maksadı olan toplum ıslahını
temin etmesi, bunun aksinin kökünü kazıması İslam hükümetinin temel
görevlerindendir. İslam hükümetinin bir gruba başka öbür gruba başka kurallar
koyması asla caiz değildir. Aksine adaletle herkese eşit davranması gerekir.
İşte Ululemrin görevi, işte şeriat otoritesinin gerektirdiği anlayış. Biz
çalışanların ücretlerini belirleme konusundaki fetvamızı buna dayanarak verdik
tabi toplum mashalatı gerektiriyorsa bu yapılabilir dedik.
İnsanlar arasında adaleti tesis etmek Allah (cc)'ın peygamberini göndermesinin,
kitapları indirmesinin en büyük gayelerinden biridir. Hadid suresinde Allah (cc)
şöyle buyuruyor:
"Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti
yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. "373
Allah (cc) adaleti emrediyor, O'nun güzel isimleri arasında El-hakem ve El-Adl
bulunmaktadır. O halde insanlar arasında adaleti yerleştirecek her iş, muhabbet,
huzur ve güven getirecek her tohum. Allah'ın sevdiği dininde ve şeriatında
emrettiği işlerdendir.
"De ki Rabbim adaleti emretti." 374
İslam devletinin eşitliği titizlikle araştırıp yerleşim bölgelerine hakim
kılması başlıca görevlerinden birisidir. İdare edilenlerin görevi de bu eşitliğe
saygı göstermek itaat etmektir. İşte dinimiz bunu emrediyor. Allahü Teala
müminlere bunun için hitap ediyor
"Ey inananlar Allaha, Rasulune ve sizden olan idarecilere itaat edinin."
375
İdarecilere itaat sadece şeriat ölçüsüne göre vardır. Yoksa yaratana isyanda
yaratılana itaat yoktur. Toplum çıkarı için hakkı yerleştirip adaleti hakim
kılmak için çıkartılan kanuna itaat etmek dinen vaciptir. Buna itaat etmemek
dinin diğer emirlerine itaat etmemek gibidir.
Sahih ve müttefekunaleyh bir hadiste ifade edilen, "Allah'a isyanla
emrolunmadığı müddetçe hoşuna gitsin veya gitmesin, mümine düşen emre kulak
vermek ve itaat etmektir. Ama isyanla emronulursa o zaman dinlemek ve itaat
etmek yoktur" buyruğu bu amaçla söylenmiştir. Hoşuna gitse de gitmese de,
Peygamberin sözüne bak. Çünkü bazı insanlar kulak verip itaat eder ama çıkarına
olduğu zaman. Çıkarlarına ve kişisel menfaatlerine ters düştüğü zaman hakkında
verilecek kararı kaldırmak için "şeriata muhaliftir" diyerek isyana kalkışır.
Ona göre kendi çıkarlarına kişisel isteklerine sahip çıkan kanunlar makbul ama
aleyhine olan özel menfaatıyla bağdaşmayan hiçbir kural, kural değildir. Kanun
deyince sanki kendi çıkarlarını kastediyor. Şu bir gerçektir ki; toplumun
maslahatları ile istek ve çıkarlar çoğu zaman birbiriyle çatışır, çelişir
Ululemrin yapması gereken; konulacak kurallardan fayda görecekler ile zarar
görecekleri hesaplayıp bir denge yapmaktır. Hz. Ömer ve diğerleri, yani
halifeler şer'i siyasetle insanları böyle idare ediyorlardı. Daima çoğunluğun
çıkarına olan kararları araştırıyorlardı. Mesela Hz. Ömer, et hayvanlarının
tüketicinin ihtiyacına cevap veremeyecek durumda olduğunu görünce kasapların
ardarda iki gün et kesmelerini yasaklamış ki, diğer günlere de et kalsın. Demek
ki, Ululemrin bazı mubahları toplumun yararına gördüğü zaman kayıtlamaya hakkı,
yetkisi vardır. Bu yüzden Hz. Ömer bizzat kendisi Züberyir bin Ammar'ın
kasaphanesini teftiş etmiş ve yasakladığı günlerde et kesilip kesilmediğini
kontrol etmiştir. Bunun maslahatı da etlerin diğer günlerde yetmesini
sağlamaktır. Bunun gibi konulan kanunlar insanların menfaatlerini ortaya
koyuyor. Aralarında güven ve huzuru sağlıyorsa bu kanunlara itaat etmek ve
gereğini uygulamak vaciptir. Birtakım insanların çıkıp, "Ben malımın sahibiyim,
mülkümde dilediğimi yaparım ve hukuki devletin koyduğu kuralları aşayım"
şeklinde bir itirazda bulunmaları tabiatıyla hatadır. Çünkü hiç kimse malını
istediği gibi harcamak konusunda hür değildir. Bu tür fikirler olsa, olsa Şuayb
(as) kavminin mazeriyetleri olabilir. Şuayb Aleyhisselam kavmine:
"Ey kavmim ölçü ve tartıyı tam olarak ve adaletle yapın insanlara eşyalarını
eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk karışıklık çıkarmayın. Kavmi, Ey Şuayb!
Atalarımızın tapındığını bırakmamızı veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı
terketmemizi sana namazın mı emrediyor.”376
Onların mantığının ne derece hatalı olduğunu görünüz. İşte bu olsa, olsa mal
sahibine dilediği gibi harcama yetkisi veren kapitalizmdir. Yoksa İslam bu
düşünceden tamamen farklıdır. Aslında insan malının emanetçisidir. İşte İslam
düşüncesinin iktisat anlayışının temeli budur. Buna göre insan malının gerçek
sahibi değildir. Malın gerçek sahibi ise ancak Allah'dır. İnsan o malın
vekilidir. Allah cc. onu o malı korumak ve kendi şeriatına göre harcamak için
onu vekil tayin etmiştir. Bunun için Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Sizleri vekil kıldığı mallardan infak edin." 377
Demek ki mal aslında Allah'ın malıdır.
"Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin."
378
Buna benzer diğer bir ayette de:
"Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun
kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler." 379
İşte malın maddesi ve faydalanılabilir duruma gelmesi kimin eseri olabilir.
Şüphesiz ki Allah'ın eseridir. Ektiğin tohuma bitki haline getiren kimdir?
"Söyleyin bakalım ektiğinizi siz mi bitiriyorsunuz. Yoksa bitiren biz miyiz."
380
Evet yerden fışkıran suları, gökten dökülen yağmurları kim organize ediyor. Aynı
toprağa hem tadı hemde tuzu içerme gücünü vererek kimi bitkilerin tuzlu kiminin
tuzsuz kiminin acı kiminin tatlı olmasını sağlayan güç kimdedir. Hiç şüphesiz
Allahu Teala'dadır.
Evet, aynı şekilde senin tüccar olduğunu düşünürsek ticaretini yapabilmen için
rüzgarları yeryüzünde, gemileri denizde hizmetine seferber eden kimdir. Senden
alış veriş yapacak müşterileri ayağına kadar getiren kimdir. Hiç şüphesiz
Allah'tır. Örnekler çokça sıralanabilir. Demek ki, mal ve ona ulaşabilmek için
gerekli sebeplerin hepsi noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın, insanlara
gereken ortamı hazırlamasıyla mümkündür. O halde mal, aslı itibariyle düşünürsek
Allah'ın malıdır. İnsanın onun kendinin olduğunu iddia etmesi ise boş laftır.
Başka bir yönden düşünürsek onlar toplumunda malıdır. Dolaysıyla ona toplumunda
katkısı bulunması lazımdır. Bizzat ya da dolaylı yoldan uzaktan ya da yakından,
malın piyasaya çıkarılmasında, üretilmesinde toplumun katkısı olduğu
şüphesizdir. Kişi tek başına ne çiftlik kurabilir ne de sanatkar olabilir. Ne de
tüccar olabilir. Ortamı oluşturan toplum olmasa fert hiçbir şey yapamaz. Allahu
Teala'nın Nisa suresinde:
"Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin"
381
hitabının topluma olmasının sırrını da buradan anlıyoruz. Yani söylenmek istenen
odur ki, içinizde ticaretin kurallarını bilmeden, sağa sola savurganlık yaparak
malını helak edecek ve toplumu zarara uğratacak, aklı ermezler varsa, onun
sermayesini hacr altına almak suretiyle ticaret hayatından uzaklaştırmalısınız
Fakat bu maksadı Kur'an şu şekilde ifade ediyor: "Aklı ermezlere mallarınızı
vermeyin." Bu tabiri kullanarak malı topluma maal ediyor.
Halbuki diğer ekonomik meselelerde herkesin malı kendine izafe edilerek,
"malları" şeklinde gaib zamiri kullanılmaktadır. Ama burada maksat; esas mal
toplumun malıdır. Çünkü içlerinden kendini bilmezin biri har vurup harman
savurursa onun zararı eninde sonunda topluma gelecek tek bir şahısta
kalmayacaktır.
İste buradan İslam'ın ekonomiye nedenli değer verdiği ortaya çıkıyor birisi
kalkıpta efendim mal benimdir. Malımda bağımsızım dilediğimi yaparım diyorsa, bu
sözünde yanılmıştır.
Eğer konulacak kurala uymuyorsa haram işlemiş olur, çünkü kendini nüfus ve
kuvvet sahibi kabul ediyor. Halbuki devletin bu konuda çıkartacağı kanuna boyun
bükerek itaat etmesi gerekiyor, çünkü isyanı gerektirmeyen emre itaat etmek
lazımdır.
Burada konuyla ilgili olması sebebiyle bana aktarılan bir hadiseyi nakletmek
istiyorum. Bir zengine; "Devlet fakirleri ve zayıfları korumak için kanun
çıkardı" denildiği zaman, zengin kızarak, "Ne demek, Allah fakirleri güçlü ve
zengin etmiyorsa bizim suçumuz ne? Fakirler için bizi sorumlu tutmak doğru
mudur?" şeklinde cevap vermiştir. Evet ne acaib düşünce, ne kötü mantık
Kur'an'ın Yasin suresinde kafir ve müşrikler hakkında naklettiği mantığın
aynısı. Allah (cc) buyuruyor ki:
"Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin denildiğinde, kafirler
mü'minlere dediler ki; ancak Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz
mi doyuracağız?"382
İşte aynı söz aynı mantık. Yine bu sebebten Mevla, kafirlerin akıbetini şöyle
dile getiriyor.
"Siz apaçık bir sapıklıktan başka birşey de değilsiniz." Yani bu düşünceye sahip
olan insan sapıktır. Çünkü Allanın düzenlediği doğal kanunlardan habersizdir.
Şüphesiz Allah insanların bir kısmını diğerleri vasıtasıyla rızıklandırır. İşte
bu Allah'ın düzenlediği bu varlığı bağladığı değişmez, sebebler ve bu sebeplerin
neticelerinden biridir. Buna rağmen insanların bazlarının malında hür ve serbest
olduğunu ve dilediğini yapabileceğini ileri sürmeleri affedilemeyecek hatırı
sayılır hatadır. Bilhassa soruda da ifade edildiği gibi bu tür hataların,
dindar, namazlı, oruçlu, hac ve umre yapanların işlemesi daha da kötü hatadır.
İşte maalesef dinimizde yanlış bilinen bir düşünce var. Eğer dini vecibeler
adamın işine gelmiyorsa, kaldırıp atıyor. Bu adam hem de nafile hac ve umrede
yapıyor. Peki madem ki bu kadar dindarmış fakir kardeşine neden yardımcı
olmuyor? Kalkıp fakirleri korumak için devletin çıkardığı kanuna karşı gelerek
malıyla söz sahibi olan mal sahibinin kiracıyı haksız yere evden çıkarmasına yol
açıyor.
Hayır, bu dinen caiz olmadığı gibi böyle yapanların esasen dindarlıklarınada
şüpheyle bakmak lazım, çünkü böyle dindarlığın içine çoğu zaman başka şeyler
karışır. Allah muhafaza böyle dindarlığın içinde çoğu zaman riya vardır.
Bunlardan biri bakarsın namaz kılıyor, oruç tutuyor, haccını, umresini yapıyor,
ama sıra haram korkusundan kaçmaya gelince kaçmıyor, ya da insanlar arasında
eşitliği ön gören işlere sıra geldiği zaman maddiyat tarafı ağır basıyorda,
nefsine uyarak şeytanın izini takip ediyorsa, işte o zaman böyle insanlar,
fitneyi yaygınlaştırmış, din ve ehline saldıranlara iyilik yapmış olmaz mı?...
Din daima güzel muameleyi emreder, hatta o kadar ki, artık müslümanlar arasında
"din güzel muameledir" sözü yaygınlaşmıştır. İşte bu kural senin hiç kimseye
zulmetmemeni aksine iyiliği senden başkasına da ulaştırmanı gerektiriyor. Hukuku
koruyan adaleti yerleştirip terazisini kuracak olan kanunlara muhalefet edenler
gerçekte bizzat dine muhalefet etmiş olurlar. Çünkü din beraberinde isyanı
getirmeyen hakkın emrettiği çerçeve dahilinde getirilen bu tür kurallara itaat
edilmesini aynen emrediyor.
Allah daima hakkı söyler ve o yolu gösterir. 383
İslam Ve Ticaret
Soru
İslam'ın ticareti sevmediği doğru mudur? Hz. Peygamberin bizzat veya işaretle
kıyamet gününde ticaretçiler günahkar olarak dirilecekler" buyurduğu söyleniyor.
Böyle bir hadis var mı, varsa bu hadis helal malların ticaretini yaparak helal
kazanç temin eden ticaretçilere de şamil midir? Bu konuya açıklık getirir
misiniz? 384
Cevap
Bu soru bilhassa günümüzde çok önemli bir konuya parmak basıyor. İslam hiçbir
zaman ticareti kötülememiştir. Çünkü ticaret meşru kazanç yollarından biridir.
Hatta bu konuda Kur'an güzel bir övgü getirerek,
"Allah'ın lütfundan arıyorlar" 385 ibaresini kullanıyor.
Böylece Allah'ın vereceği rızkı aramaya Allah'ın lütfundan arama ismini veriyor.
Aynı şekilde başka bir ayette:
"Rabbinizin lütfundan aramanızda bir sakınca yoktur" 386 buyuruyor.
Bu ayeti kerime hac mevsiminde inmiştir. Yani hac ibadetini yaparken dahi
insanın hac da bile alış veriş yapmasına izin veriliyor. Bu ayet inmeden,
müslümanlar bu konuda zorlanıyorlardı ama bu ayet müslümanlara bu büyük mevsimde
ticareti serbestçe yaparak büyük kolaylık getirmiştir.
Cuma namazı hakkında Allah (cc) şöyle buyuruyor:
"Namaz kılındığı zaman yeryüzüne yayılarak Allah'ın lütfundan isteyin."
387
Konuyla ilgili o.larak Hz. Ömer der ki: "Benim için Allah yolunda cihattan sonra
içinde ölmeği istediğim en güzel yol çoluk çocuğumun nafakasını temin etmek için
girdiğim alış veriş yoludur." Hz. Ömer: Bu düşünceyi Allah (cc)'ın şu sözünden
almıştır:
"Allah biliyor ki içinizden diğer bir kısmınız. "Lütfundan (rızık) aramak üzere
yeryüzünde yol tepecekler. Başka bir kısmınızda Allah yolunda
çarpışacaksınız."388 demek ki ticaret dinimizde ne kötü görülmüş ne de
yadırganmıştır.
Allah (cc) Kureyşe verdiği nimetleri sayarken, yaz kış ticaret için Şam'a,
Yemen'e, kervan göndermelerini de zikrediyor. Allah (cc) şöyle buyurur.
"Kureyşe sevdirilmiş olmasından yani kış ve yaz seyahatleri onlara sevimli
kılınmasından ötürü Kureyşliler kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit
korkudan emin kılan bu evin rabbine kuluk etsinler." 389
Başka bir ayette:
"Biz onlara kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp
getirildiği güvenli dokunulmaz bir yere mekkeyi mükerremeye yerleştirmedik mi?
Fakat onların çoğu bilmezler." 390
Peygamberimiz (sav) ashabından tüccar olarak tanınan kimseler vardı.
Örneğin: Hiç sermayesi olmadan Mekke'den Medine'ye hicret etmiş.
Peyggamberimizde onu ensardan, Saad bin Rabi' ile kardeş yapmış olduğu
Abdurrahman bin Avf, bunlardan biridir.
Saad ona, "Kardeşim ben mal bakımından insanların en zenginlerindenim, gel
istersen malımı bölüşelim. Kardeşim benim iki de hanımım vardır. Hangisini
beğenirsen onu boşayayım, iddeti bitince onunla evlenirsin. İki de dairem var,
birinde sen birinde ben otururuz." Bu büyük tevcih karşısında Abdurrahman bin
Avf. gayet tevazu ve alçak gönüllülük içinde, "Kardeşim, Allah mal ve aileni
mübarek kılsın. Ben esnaflık ve ticaret işinden iyi anlarım bana çarşıyı
gösterin." Onlar da çarşıyı gösterdiler. Alış veriş yapmağa başladı. Ticarete
atıldı, derken yahudi tüccarları geride bırakarak büyük bir servet sahibi oldu.
Hatta vefat ettiği zaman dört hanımı vardı. Bu hanımlardan birine 8/1 vererek
anlaştılar bu para o zaman 80.000 dinara eşitti yani bu toplam malın 1/32'sini
teşkil ediyordu. O zaman dinarın satın alma gücünüde göz önünde bulundurmak
lazımdır. İşte bütün bunlar ticaretin eseridir. Oysa malum. Abdurrahman bin avf.
Cennetle müjdelenen sahabelerdendir. Eğer ticarette beis ve günah olsaydı,
Abdurrahman bin Avf. cennetle müjdelenmezdi. Demek ki ticarette bir beis yoktur.
Ancak ticaret yapan kimse daima bir korku içinde bulunmalıdır. Çünkü ticarette
öyle şeyler varki onları bertaraf etmeyen kimse Allah'ın gazabına ve yakıcı
cehennemine girebilir. Allaha sığınırız. Bunun için, hadiste; "Kıyamet günü
ticaretçiler günahkar olarak dirileceklerdir. Allah'tan korkanlar, iyilik ve
doğruluktan ayrılmayanlar müstesnadır.391 Demek ki, kıyamet gününde
ticaretçilerin sığınacakları kale doğruluktur. Başka bir hadiste ise Rasulullah
(sav) Allah'ın yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağı kişilerden biride yalan
yere yemin ederek satışını kolaylaştırandır.392 buyurmuştur. Yine ticaretçiler
hakkında bize ulaşan başka bir hadis: "Onlar konuşuyorlar. Yalan söylüyorlar.
Yemin ediyorlar. Günah işliyorlar."393 Yine bir hadiste, "Artık Allah sermayesi
olmuştur. O'nun yeminiyle satıyor. Onun yeminiyle alıyor"394 buyurmuştur.
İşte ticaretine Allah'ı alet eden Allah'ı yeminiyle sermayesi yapmaktan
korkmayan her alış verişte bin bir yemin ederek büyük günah işleyen Allah'ın
kendisine rahmet nazarıyla bakmayacağı ticaretçi bu hadislerde belirtilmiştir.
"Allah'ın adını yeminlerinize alet etmeyin." 395
Şüphesiz Allah'ın ismi daima yüce ve mukaddes tutulması lazım. Öyle ufak tefek
şeylere alet edilmez. Peki Allah'ın adını kazancına katkı yapmak için, hile ve
batıl yollarda yalan yere yemin ederek kullananın durumu nasıl olur. İşte
ticaretin felaketi de ticretçinin helal haram dinlemeden sadece kazancını
düşünmesidir. Eğer böyle düşünen varsa yukarıda bahsettiğimiz hadise, giderek
kıyamet günü hüsranda olan tacirlerden olur. Ama Allah'ın rızasını hak etmiş
tüccar; diğer ticaretçilerin büyük çoğunluğunun içine düştüğü felaketlere
düşmemiş şu aşağıdaki şartları kendisinde bulunduran tüccardır.
1) Daima mubah olan malların ticaretini yapacak şer'an yasaklanmış malların
ticaretini yapmak, içki domuz gibi maddelerin ticaretini yapmak müslümana caiz
değildir. Hatta böyle şeylerin gayrı müslime satılması bile yasaktır. Çünkü
Peygamber (sav) içkide on şeyi lanetlemiştir. İmalatı için üzümünü
sıkanı,-süzeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, sulayanı, satanı ve nihayet
kullananı velhasıl piyasada bulunmasına katkıda bulunan herkes lanetlenmiştir.
Bir gün bir adam elinde içinde içki bulunan bir kabla peygamberimize gelerek,
elindeki içkiyi peygamberimize hediye etmek istediğini belirtti. Resulullah
(sav) ona: "Allah içkiyi haram kıldı" dedi. Bunun üzerine adam; o zaman ben de
bunu götürüp satayım dedi. Bunun üzerine peygamberimiz; içmesini haram kılan
Allah satmasını da haram kıldı" deyince, o adam onu bir yahudiye ikram edeyim
dedi. Peygamberimiz, "Satmasını ve içmesini haram kılan Allah, ikram etmesini de
haram kıldı" buyurdu. Adam, "Peki bunu ne yapayım?" deyince, Peygamberimiz "Git
ve içindekini yola boşalt" buyurdu.
Biz bu hadisten öğreniyoruz ki, içkiyi imal etmek ithal ve ihraç etmek velhasıl
onunla her yönüyle ilgilenmek haramdır. Hatta bunun da üzerine çıkarak
peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Kim üzümü yahudiye ya da hıristiyana ya da onu
içki yapacak herhangi birine satarsa göz göre, göre cehenneme yuvarlanır"396
Demek ki, birinci prensip; ticaretçi, haram işlerin ticaretini yapmayacak.
İkincisi; aldatmayacak. Peygamberimiz: "Malına başka bir şey karıştırırsa bizden
değildir"397 buyurmuştur. Üçüncüsü; stok yapmayacak. Çünkü stok haramdır.
Peygamberimiz stoku; "Ancak yanılan yapar" buyurmuştur.398 Bu stok işi gıda
maddesi olsun olmasın müslümanlara lazım olan herşeyin piyasasını
ilgilendiriyor. Sonra "yanılgıdadır" sözü o kadar basit bir söz değildir. Çünkü
Allahu Teala, Firavun'u Hamam ve askerlerini yanılgıyla vasıflamıştır.
"Şüphesiz Firavun Haman ve askerleri hata edenlerdendiler."
399
Dördüncüsü; yalan yere yemin etmeyecek. Hatta yeminden doğru olsa bile mümkün
mertebe kaçınacak. Peygamberimiz (sav) yalan yere yapılan yemine (gamus) adını
vermiştir. Yalan yere yapılan yemin sahibini dünyada günaha, ahirette de
cehenneme götürür. Allah (cc) kıyamet gününde yalan yemin sahibinin yüzüne
bakmayacaktır. Hem yalan yere yapılan yemin evleri boş bırakır ve harab eder.
Allah'a sığınırız.
Beşincisi; Müslümanlara fiyatları yükseltmeyecek. Örneğin hükümet belli bir
piyasa belirler. O da belirlenen piyasanın üzerine çıkar ve müslümanların
ihtiyacını istismar ederek çok kar etmek için fiyatları caiz olmayacak derecede
yüksetmek gibi.
Hükümet son zamanlarda kamu personelinin maaşlarını artan hayat pahalılığı
karşısında yükseltti diye bunu fırsat bilen ticaretçiler helal olmayan yoldan
kısa sürede zengin olmaktan başka meşru hiçbir sebep olmadan derhal onlar da zam
yaptılar. Böyle durumlarda müslümanlara fiyat yükseltmek aslında haramdan başka
bir şey değildir. Çünkü bu davranış insanların geçimlerinin daralmasına sebep
oluyor. Birçok insan bu yüzden geçim sıkıntısına düşmüş, bunun için Mukil İbni
Yesar, konuyla ilgili hadisi rivayet etmek ihtiyacını hissetmiştir.
"Ölüm hastalığındayken etrafındakilere "Beni oturtun size Allahın Rasulü'ndan
duyduğum bir hadisi okuyayım" dedi. Onlar da, Malik'i oturttular ve şöyle söze
başladı. Ben Rasulullah (sav)'ın şöyle dediğini duydum: "Kim fiyatları
yükseltmek için müslümanların piyasasına girerse onu ateşten bir kemik üzerine
oturtmak, Allah'ın üzerine bir haktır." Yanındakiler, "Yani sen bunu
Rasulullah'dan böylece duydun mu" diye şaşkınlık içinde sorunca; "Evet, hem de
defalarca" buyurmuştur"400.
Demek ki önemine binaen Rasulullah birkaç defa irad etmiş. Evet ticaretçiler
makul kazançla yetinsinler. Fukarayı ezmesinler neden % 100 kazanacaklar % 20 %
10 kar oranı yetmiyor mu? Bu açgözlülük niye, bu kâr hırsı neden? Kâr etme
hesabı en fakir tüketicinin asgari geçim standardının göz önünde
bulundurulmasıyla yapılmalıdır değil mi? Ucuz sat sürümden kazan, bu daha
güzeldir. Dünyayı iki elinin arasına almaya çalışıyorsun ve biriktirdiğin bütün
malının da helal olduğunu zannediyorsun. Bu düşünce yanlıştır. Çünkü İslam
adaleti getirmiştir. İslamiyet'te belli bir kâr oranı yoktur. O zaman bu oranı
İslam'ın savunduğu adaleti göz önünde bulundurmak suretiyle ayarla.
Altıncısı; Rabbini hoş tutmak isteyen ticaretçi malının zekatını vermeye düşkün
olmalıdır. Böylece malının her sene hesabını yaparak 1/40'ını çıkartması ve bunu
zekat olarak vermesi gerekir. Yani % 2,5'unu vermelidir. Bu hesaba gelir getiren
bütün mallar ve değeri belli olan ticaret eşyası da girmektedir. Ama yerinde
duran maddeler girmez. Örneğin; ev, kitaplar ve terazi, ticaret eşyalarının depo
edildiği ardiye gibi. Bu mallar zekat hesabına dahil edilmez. Zekat sermayesine
sadece para piyasada satılabilen dövizler ve ticaret eşyasının getirdiği
gelirler girer. Alacaklarını da gene zekata ilhak eder ama borçlarını da aynı
zamanda zekatın nisabından eşit miktarda düşer ve gerisinin zekatını verir.
Müminin şeytanın vesveselerine aklanmaması gerekir.
"Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise
size katından bir mağfiret ve lütuf vadeder." 401
"Siz Allah için ne verirseniz o yerine daha hayırlısını verir. O rızık
verenlerin en hayırlısıdır."402
Yedincisi; Müslüman ticaretçiyi, yapmakta olduğu ticareti dini görevlerinden,
Allah'ın zikrinden, namazdan, hacdan, anne babaya iyilik yapmadan, akrabaları
ziyaret etmekten komşuluk haklarını eda etmekten alıkoymamalıdır. Evet bütün bu
uyarılar bilhassa tüccarlara yapılmıştır. Çünkü umumiyetle, ticaretçi madde
içerisinde boğulup kalıyor. Artık yaşamını rakam ve hesaplar arasında
sürdürüyor. Sabahını akşamını düşünmüyor. Sadece kârını, kazancını, kasasına
gireni düşünüyor, bütün ömrü bu düşüncelerle geçiyor. İşte buna huturet (ahirete
karşı gevşeklik) derler. Buna binaen Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Sadakatli
tüccar peygamberlerle, doğrularla, şehitlerle beraber olacaktır"403 .
İşte alış veriş ve tüm işlemlerinde emaneti ve doğruluğu düstur edinen ticaretçi
kıyamet gününde peygamberlerle şehit ve sıddıklarla beraber haşrolunacaklardır.
Başka bir hadiste ise bu gerçek şöyle açıklanmıştır: "Konuştukları zaman yalan
söylemeyenler, söz verdikleri zaman, sözlerinden dönmeyenler, güvenildikleri
zaman hiyanet etmeyenler, sattıkları zaman mallarını yalan yere övmeyenler,
satın aldıkları zaman kötülemeyenler, alacaklı oldukları zaman karşı tarafa
zorluk çıkartmayanlar, borçlu oldukları zaman karşı tarafa zorluk
çıkartmayanlar, borçlu oldukları zaman borçlarının süresini
geciktirmeyenler"404.
İşte bu hadiste sayılan vasıflara sahip olan ticaretçiler, kıyamet gününde
peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacaklardır. Bu arkadaşlar ne
güzel arkadaşlardır. Bu vasıfları kendinde bulunduran insanları Allah'ın (cc) da
açıkladığı gibi ticaretleri Allah'ın zikrinden, ibadetinden alıkoyamaz.
"Onlar,ne ticaret, ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar kalplerin ve
gözlerin allak bullak olduğu günden korkarlar. Çünkü Allah kendilerini
yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla
verecektir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.' 405
Netice olarak diyebiliriz ki; ticareti, kendisini dini görevlerinden
alıkoymayan, malının zekatını veren Allah'ın sınırlarını, kendini stokçuluğa
malını karıştırmayan, yalandan yemin etmeyen, ticaret ilişkilerinde harama
tevvessül ettirecek derecede aç gözlülüğe sahip olmayanlar. İşte bu saydığımız
vasıflara sahip olanlar Allah'ın istediği gibi onun sınırları içerisinde onun
isteklerinden çıkmadan ticaret yapan kıyamet günündede sıddıklarla şehitlerle
beraber bulunacak olan ticaretçilerdir. Aslında isteyen her ticaretçi bu
vasıfları kendinde bulundurabilir, fakat malesef bu gibi insanlar oldukça
azınlıktadır. İnsanlar dini görevlerini çok az hatırlıyor, helalle kanaat
etmiyor, haramdan kaçınıp, başkalarını kendisine tercih etmiyorlar. Allah'tan
bizi haramdan uzaklaştırarak, helalinden zengin etmesini günahtan uzaklaştırarak
itaatkar kılmasını, başkasına muhtaç kılmadan lütfundan vermesini istiyoruz.
406
Bankadan Alınan Kârlar
Soru
Ben orta gelirli bir memurum. Maaşımdan belli bir miktarı biriktirip bankaya
yatırıyor, ve üzerine kâr alıyorum. Bu yaptığım doğru mudur? Malumunuz Şeyh
Şaltut, bankanın verdiği kârın caiz olduğuna fetva vermiştir. Ben bu konuyu
çeşitli alimlere sordum kimisi izin verdi, kimi de vermedi. Şunu da hatırlatayım
ben bu paranın zekatını da veriyorum, fakat paranın kârı, verdiğim zekatı
geçiyor. Eğer bankadan kâr almak caiz değilse ben bunları ne yapayım?
407
Cevap
Bankadan alınan kâr faizdir, haramdır. Çünkü faiz iki taraftan birinin ödemesi
şart koşulan, fakat sermayeden fazla olan her paranın adıdır. Yani ticaret
yapmadan alın teri dökmeden sermayenin üstü faizdir işte bu sebeble Allah (cc)
şöyle buyuruyor
"Ey iman edenler Allahtan korkun ve eğer inanıyorsanız geride kalan faizi
terkediniz. Eğer yapmazsanız Allah ve Rasulu tarafından ilan edilen bir harbin
içinde olduğunuzu biliniz. Eğer tevbe edip faizlerden vazgeçerseniz, sermayeniz
sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz haksızlıkta edilmezsiniz."
408
Burada tövbeden maksat insanın sermayesiyle baş başa kalması demektir. Bundan
fazlası ise faizdir. Bankalardan alınan kârlar İslam hukukunda helal olan şirket
ve ticaretin hiçbir çeşidine girmiyor. Bunun dışında kalan ise haram kılınan
faizdir. Hocamız Şeyh Şaltut; faizin içerisine giren (bildiğim kadarıyla) kâr
ortaklığına fetva vermemiştir. O sadece, kişisel veya toplumsal zaruret
bulunduğu zaman bankadan para çekmenin mubah olabileceğini söylüyor. Fakat
zarureti de oldukça geniş tutuyorlar. Biz bu konuda Şeyh Şaltut'la aynı görüşte
değiliz. Allah Rahmet eylesin.
Ben Şeyh Şaltut'un sadece tasarruf sandığına fetva verdiğini biliyorum. Bu da
bankadan kâr almaktan başka bir şeydir. Ama ne olursa olsun ben bu konuda da
onun görüşünde değilim. Şüphesiz islam sermayeyi bir yerde bırakarak onun
üzerine belirlenmiş bir kâr koymayı mubah kılmıyor. Çünkü eğer adam ortaksa
parasına göre kârda da ortaktır, zararda da ortaktır. Kâr ve zarar oranları ne
olursa olsun, örneğin: Kâr olmazsa hiçbir şey olamaz. Eğer zarar varsa kendi
hissesi ölçüsünde zarara da ortak olur. Ortaklık dediğin mesuliyyete tahammül
ederek böyle olur. Ama sınırlı kâr payı böyle değildir. Banka isterse kâr etsin,
isterse zarar etsin, isterse bazen olduğu gibi % 80 % 90'lara varan kâr etsin,
ortakçının olacağı az bir miktar, yani % 5, % 6'yı geçmez. Ne olursa olsun bazen
ciddi zarar etmesine rağmen iştirakçi bu zarara ortak edilmiyor. Velhasıl bu
yol, Allah rahmet eylesin günahlarını bağışlasın, Şeyh Şaltut fetva verse bile
bu yol İslam'ın yolu değildir. Evet kardeşimiz bankanın verdiği bu paranın
alınıp alınamayacağını soran kardeşimize cevap veriyorum. Bankanın verdiği
fazlalık helal değildir. Dolayısıyla bunun alınmasıda caiz değildir. Bankaya
koyduğu paranın zekatıda onu helal kılmaz. Bu fazlalık haramdır. Alan insanın
mülkü olmadığı gibi bankanın malı da değildir.
Ben derim ki; bu parayı ne yapalım sorusu karşısında, onu tasadduk etmek
gerekir. Aslında şüpheli şeylerden kaçınan araştırmacı ulemamız böyle paranın
tasadduku için bile almamasına karar vermişlerdir. Aksine onu almamak ya da alıp
denize atmak gerekir. Çükü faiz bir pisliktir. Pisliğin sadakası da olmaz
demişlerdir. Ama böyle düşünmek malı zayi etmek ya da onunla kimseye yardım
etmemeyi yasaklayan şeriatın emriyle bağdaşmıyor. Onunla mutlaka birinin
faydalanması gerekir. O takdirde mademki kardeşiniz bu paranın sahibi değildir.
Onu alıp fakirlere tasadduk etmesi ya da herhangi bir hayır kuruluşuna
bağışlaması gerekir. Ya da müslümanların ihtiyaçlarını karşılayan bir kuruma
vermesi caizdir.
Çünkü yukarıda da belittiğimiz gibi haram para kimsenin mülkü değildir. O zaman
bankanın verdiği faiz ne bankanın ne de iştirakçinin hiç kimsenin malı değildir.
Olsa, olsa toplumun malı olur. İşte haram olan tüm malların durumu böyledir.
Zekatının verilmesi bir fayda ifade etmez. Çünkü zekat haram malı temizlemez.
Haram malı ancak onu kaybetmek temizler. Bu konuda Rasulullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah "ğalulun" sadakasını kabul etmez"
409.
"Galül", insanın toplumdan yürütmüş olduğu mala denir. Allah (cc) bu malın
sadakasını kabul etmiyor, çünkü bu mal elinde bulunanın malı değildir. Peki,
bankanın vereceği kar haram olduğu için bankada bırakılabilir mi? Bırakılamaz
çünkü, bu para faizle çalışan bankayı daha da güçlendirir. Zaten alan adam onu
kendine almayacak sadece oradan alıp bir hayır yoluna harcayacak. Bazıları diyor
ki; banka iflas ettiği zaman zarar oranı parasını yatıran kişiye de yansıyacak,
bankada para kalmayınca haliyle zarar da paylaşılacaktır. O halde yine şirket
sayılır. Ben diyorumki oysa bu gibi haller yani bankanın zarar etmesi, iflas
etmesi bu kuralı bozmaz, velevki parasını yatıran bankanın iflasıyla tamamen
zarar etsin. Çünkü bu tür haller nadiren görülen mesabesindedir. Halbuki
Allah'ın şeriatı, hatta beşerin kanunları bile çok az rastlanan olaylara göre
hüküm olmazlar. Çünkü herkes kabul ediyor ki, nadirler yok gibidir. Dolayısıyla
hükümleri de çoğun hükmünü alır. O halde belli bir olayla genel bir kuralı iptal
etmek doğru olmaz. Genel kural ise şudur: Malını faize veren kişinin malı daima
kâr eder zarar etmez. Demek ki, eğer zarar eden varsa bu nadirdir. Belki bir kaç
defa vuku bulmuştur. Nadirler ise hüküm oluşturmazlar. Soru soran adam itiraz
edebilir. Derki, o bankaya yatırılan paralarla ticaret yapıyor, o halde yaptığı
kardan neden almayayım? Diyorum ki, tamam bankaya yatırılan paralarla ticaret
yapıyor ama yatıran şahıs, ticaret işine girmiş midir? Tabii ki değildir. Ama
daha işin başında bankayla ortaklık anlaşması yapmış ve bu anlaşma; "Eğer banka
zarar ederse bu zarar iştirakçilere yüklenecektir" maddesini ihtiva ediyorsa o
zaman böyle bir itiraz söz konusu olabilirdi. Ama gerçek odur ki, banka iflas ya
da zarar ederse iştirakçiler paralarını almak için ellerinden geleni yaparlar.
Buna karşılık banka da herhangi bir direnç göstermeden hisselerine göre eğer
azsa birden, çoksa taksite bağlayarak, nasıl uygun olursa paraları ödüyorlar.
Banka iştirakçileri kendilerini hissedar ya da zarardan mesul kabul etmiyorlar
aksine verdiği paraları eksiksiz alma yoluna giriyorlar. 410
Bankalarda Çalışmak
Soru
Ben iktisat fakültesi mezunuyum. Epey rızık peşinde koştum, ama sadece bankada
iş bulabildim. Hemen belirteyim ki, ben bankaların faizle işlediğini bildiğim
gibi dinimizin faizin yazıcılığını da lanetlediğini biliyorum. Bu işi kabul
edeyim mi? Yoksa rızkımın oradan geleceğini bile bile reddetmem mi gerekiyor?
411
Cevap
İslam'ın iktisadi sisteminin temeli, faizle savaşmaya, onu fert ve toplumun
bereketini yok eden, dünya ve ahirette belayı gerektiren büyük günahlardan
görmeye dayanır. Bu gerçeği kitap, sünnet ve icma dile getirmektedir. Allah'ın
(cc) şu sözünü okumam sana ışık tutacaktır:
"Allah faizi mahveder. Sadakaları çoğaltır. Allah günahında ısrar eden günahkar
kafirleri sevmez." 412
"Ey iman edenler Allah'tan korkun eğer gerçekten inanıyorsanız. Faiz olarak
artan miktarı almayın şayet yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından ilan edilen
bir harble karşı karşıyasınız.”413
Faize bakışım öğrenmek için şu hadiste yeterlidir, bir köyde zina ve faiz ortaya
çıktığı zaman Allah'ın azabını kendilerine helal kılmış olurlar. Hakim rivayet
etmiş ve senedinin sahih olduğunu bildirmiştir.
İslam'ın koyduğu prensiplerdeki metodu: Müslümana daima isyanın karşısında
olmayı emreder, eğer buna gücü yetmezse,söz veya fiilinde masiyeti asgariye
indirmeğe çalışır.Bu yüzden günah ve düşmanlıkta da yardımlaşmayı gerektirecek
tüm dayanışmayı haram kılmış masiyetin her türlüsüne yardımcı olanı yapanla
suçta ortak kabul etmiştir. Mesala; Öldürme, (cinayet) hakkında Rasulullah (sav)
şöyle buyuruyor:
"Şayet bir müminin kanında gök ve yer ehli ortak olsa Allah onları cehenneme
yollar.”414
Peki içki hakkında bakın Rasulullah ne buyuruyor:
"Allah içkiyi içeni içireni sıkanı süzeni, taşıyanı, kendisine taşınanı,
lanetlemiştir."415
Rüşvet belası hakkında ise peygamberimiz lanet yağdırıyor. "Rüşvet veren,
aracılık yapan ve alan mel'undur" buyuruyor. İbni Hibban ve Hakim'in de rivayet
ettiği gibi, faiz hakkında Peygamberimizin tutumuna gelince, Cabir İbni
Abdullah'ın rivayetine göre Rasulullah (sav) Efendimiz; faizi yiyeni, yedireni,
bu anlaşmaya şahitlik yapanı lanetlemiş ve bunlar eşittir, demiştir.416
İbni Mesud rivayet ediyor: "Peygamberimiz (sav) faiz yiyeni, yedireni,
şahitlerini ve yazıcısını lanetlemiştir" 417. Ayrıca İbni Hebban ve Hakim
inceleyerek sahih kabul etmişlerdir. Nesei ise şöyle rivayet etmiştir: "Faizin
haram olduğunu bildikleri halde yiyen yediren ve şahitliğini yapanlar kıyamet
gününde Muhammed (sav)'in diliyle lanetleneceklerdir. İşte açık ve sahih olan bu
hadisler, yazı, ya da gelir alma itibariyle faize ortaklıktan uzak kalmayan
bütün kurum ve kuruluşlarda çalışan müslümanları vicdan azabına boğuyor.
Ama sonunda belirteyim ki faiz, sadece banka görevlisi ya da şirket katiplerinin
sorunu olmakla kalmıyor. Şimdi faiz memleketimizin mali ve iktisadi oluşumunun
temelini oluşturuyor. Rasulullah Efendimizin bir hadislerinde de belirttikleri
gibi; "Faiz artık umumi bela olmuştur. İnsanlar üzerine faiz yemiyenin kalmadığı
yemiyenede tozundan isabet ettiği bir zaman illa ki gelecektir"418.
Bu düzen içerisinde banka ya da şirkette çalışan insanların kendilerini
kurtarmak için çekilmeleriyle banka ya da şirketlerin sayıları ne ortadan
kalkıyor, ne de eksiliyor. Ancak yapılacak iş; insanların kanını emen bu
kapitalist sistemi değiştirip, tüm yetkisi kendinde bulunan alternatif bankalar
açmak ve istediği gibi çalıştırmaktır. Böylece basamak, basamak sistem
değiştirilebilir. Hatta insanları ve şehirleri belaya sürükleyen bu iktisadi
kuruluşlar bu iğrenç problemi çözmek için yavaş yavaş yapılan çalışmalara İslam
mani değildir. Örneğin; faizin haram kılınmasında içkinin haram kılınmasında
islam bu yolu takib etmiştir. Önemli olan çalışmaktır istemektir. Niyet doğru
olduktan sonra yollar açılır biiznillah.
Sistemi değiştirmek isteyen her müslüman eliyle diliyle meşru olan her vesileyle
bizim iktisadi sistemimizi getirmek için çalışması çaba göstermesi lazımdır ki,
İslam'ın terbiyesiyle bağdaşarak bir sistem kuralını bu düşünce günümüzde tatbik
edilemeyecek kadar uzak değildir. Çünkü dünyada faizle çalışmayan nüfuzu 100
milyonlara ulaşan gelişmiş ülkeler vardır. Eğer biz her müslümanı bankada
çalışmaktan alıkoyarsak bunun neticesinde oralar müslümanlardan başka, yahudi,
hristiyan vs. elinde kalacak, istedikleri atı oynatacaklar. Bu da İslam ve
müslümanların aleyhine olacaktır. Hem sonra bankadaki bütün işler faizden ibaret
değildir ki. Çoğu işler var ki helaldir, haram değildir. Örneğin, simsarlık,
komisyonculuk, emanetçilik, havale, çek, senet, vesaire bir sürü haram olmayan
işler...
Bankanın yaptığı işler vardır. Bankanın yaptığı işlerin en azı faizle ilgilidir.
İstemeyerek bankada çalışmayı kabul etmekte bir beis yoktur. Bu düzeni
değiştirip yerine dininin ve vicdanının uygun bulduğu düzeni kurmak için, bu
doğrultuda yani hem kendinin, hem Rabbinin, hem de ümmetin istediği sistem
doğrultusunda "ameller niyyetlere bağlıdır" hadisi şerifi gereği niyyetini temiz
tutarak işine devam edebilir.
Biz bu fetvamızı noktalamadan önce geçim ihtiyacını, İslam hukukçularının
zaruret adını verdiği, soru sahibininde işine başlamadan geçim sıkıntısının ön
planda olduğunu belirttiği gibi, çoluk çocuk için gerekli rızık kaynağını da
unutmuyoruz. Allahu Teala şöyle buyurur:
"Kim mecbur kalırsa saldırmaksızın sınırı da aşmadan bunlardan yemesinde bir
günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok esirgeyendir."
419
Şimdiki Banknotlarda (Kağıt Parada) Faiz Düşünülebilir Mi?
Soru
Kamuoyunda alacaklının borçlusundan istediği vade farkı, meselesi etrafında
bayağı tartışmalar dolaşıyor: Adam 1000 dirhem borç alıyor. Belli bir süre sonra
1100 ya da 1200 dirhem olarak geri ödüyor tabii bu işlemi kağıt (Banknotlarla
yapıyor. Bazıları böyle yapıldığı taktirde faiz olmayacağını, helal olacağını,
faizin sadece altın ve gümüşte belli vadelerde alınacak farkla
düşünülebileceğini savunuyorlar. Delil olarak da Resulullah (sav)'ın zamanında
sadece altın-gümüşün varlığını ve faizin hükmününde bunlarda geçerli olacağını,
bu yüzden banknotlarda haramın söz konusu olmayacağını gösteriyorlar.
Bazıları da muamelatta altın, gümüşle banknotlar arasında bir farkın olmadığı,
altın ve gümüşün olmadığı yerde bunlar gibi kullanılan banknotların aynı işleme
tabi olacağı görüşünü savunuyorlar.
Dolayısıyla bunlarla yapılan faiz anlaşması da aynen haramdır, diyorlar. Şimdi
biz zatialinizin önünde bu iki görüşü getirdik. Sizden ricamız, bu konuda
şeriatın hükmünü bize açıklar mısınız? 420
Cevap
Ben bu sorunun hükmünü soran kardeşimize ikinci görüşün doğru olduğunu, bundan
başka doğru görüşün olmadığını belirtmek istiyorum. Buna göre banknotlar (kağıt
paralar) aynen altın ve gümüş yerine kaimdir. Dolayısıyla altın ve gümüş ile
banknotlar arasında herhangi bir fark yoktur.
Artık günümüzde insanlar altın ve gümüşü bırakıp işlemlerini tamamen
banknotlarla yapıyorlar. Peki insanlar banknotlarla işlemlerini yapıyorlar diye
altın ve gümüşe yönelmek istemiyorlar diye İslam hukukunda çok önemli bir yer
tutan faiz meselesini iptal mi edelim?
Bu paralara sahip olan insanlar halk nazarında zengin sayılıyorlar. Zenginlere
farz olan zekat onlara da farzdır. Bu adamların altın ve gümüşü yok diye fakir
kabul edip onlara zekat verilir diyen de yok. Biri kalkıp böyle bir şey söylese
aptal ya da deli kabul edilir. Evliliği helal kılmak için bu kağıtlar mehir
olarak verilebilir. Çünkü bunlar maldır.
Bir şey satın almak isteyen, bunları karşılık olarak ta verebilir. Çalıştırılan
insana ücret olarak ta verilebilir. Yanlışlıkla birisi öldürüldüğü zaman diyet
olarak da verilebilir. Dolayısıyla öldürdüğü insanın kan bedeli olur. Tüm
muameleler bunlarla yapılabilir. Netice olarak diyebiliriz ki, bu kağıtlar artık
altın ve gümüşün yerini almış durumdalar, bunun aksi düşünülemez. Kimsenin bu
konuda şüphesi olmasın. Böyle olsaydı, kan parası olarak, kızına mehir olarak,
sattığı malın karşılığı olarak, ya da ev kirası olarak veya herhangi bir mal
yerine almaya razı olur muydun.?
Evet onu nakit olarak gördüğümüz için muamelelerimiz de artık nakit
durumundadır. Şeriatın hükmüyle yöneten padişahlar da buna karşı çıkmadığı için,
altın ve gümüş piyasada para olma konumunu kaybetmiş ve yerlerini kağıt
banknotlara bırakmıştır. Ben hiçbir düşünürün bu konuda şüphe edeceğine ya da
başkalarını şüpheye düşüreceğini zannetmiyorum. Dolayısıyla kağıt paradan,
karşılıksız fark almak ta, vermek te kesinlikle faizin ta kendisidir. Kim böyle
yaparsa Allah ve Rasulünün açmış olduğu bir savaşın içindedir ve kimde bu faiz
anlaşmasına ortak olmuşsa faizi yiyeni, yedireni, yazıcısını, şahitlerini,
lanetleyen Muhammed (sav)'in diliyle lanetlenmiştir. 421
Îslamın Hükmetmediği Toplumda Müslüman Bir Ferdin Durumu
Soru
Çok değerli hocam, bu size gönderdiğim üçüncü mektubum. Ben bu mektupta bundan
önceki iki mektubun özetini de tescil edeceğim. Ben bu mektubumu sizin yüksek
ilminizi, meselelere derin inceleme kabiliyetinizle bakış açınızı, gerek dini
gerekse dünyevi ilimlere isabetli maharetinizi bilerek, sağlam inceleme
metodunuzun farkında olarak size gönderiyorum. Ben bu arada yaranmak için değil
benim ne kadar ciddi olduğumu bilesiniz diye bu vasıflarınızı sayıyorum. Çünkü
samimiyetten başka beni bu vasıfları anlatmaya götürecek hiçbir sebep yoktur.
Efendim ben bu mektubu televizyon ya da radyodan cevap istemiyorum. Bu sadece
kişisel bir sorudur. Bu yüzden zarfın üzerine kendi ad ve adresimi yazdım.
Muhterem Hocam asrımızda sahabe tabiin ve mezhep imamlarının asrında olmayan
yeni sorunlar türedi. Ben İslam'ın bu sorunlara çözüm getirebileceğini
biliyorum. Lakin bu çözümleri çıkarabilecek müçtehidler nerede? Müçtehidler olsa
bile her sorunun çözümü için onları biraraya kim getirecek? Hem sonra iş
hayatını, ticareti, ticaretin problemlerini değiştiren düzeni, bunun
sıkıntılarını (yeni, yeni, türlü, türlü) işlemleri bilip onlarla güreşebilecek
uleme nerede.?
Bizim din alimlerimizin en büyükleri sadece evvelki ulemanın kitaplarında tertip
ettiği muamelat (alış veriş) vs. sosyal ilişkilerde karşılıklı anlaşmalar,
cinayet ve benzeri kazayı (hakimin vereceği hükmü) gerektiren hükümleri, o
kitaplardan çıkarıp aktarmayı biliyorlar. İşte bu yüzden kitapların içerdiği
zorlukları bilmiyorlar. Halbuki çözüm kitap (Kur'an) ve sünnette ya özel veya
genel olarak vardır. Ama bunun için meselelere dalmak ve içtihat gerekir.
Ulemamızın bu durumu aynen döktürün hasta ve hastalığın niteliğini incelemeden,
kitaptan ilacı tarif etmesine benziyor özel sebeblerden ve ortamın gereği olarak
bu konulardaki kesin ayetlere rağmen, hırsızın elini kesmek, müellefeyi kulüp
(kalpleri ısındırılmak istenenler) den zekatı kaldıran, içki içirene şurb haddi
(içki cezası) uygulatmayan Ömer İbnulhattab (ra) benzerleri nerede? işte islam'a
semha (müsamahalı) adını kazandıran faydalı sağlam ve diri olan ilim buna
derler. Son zamanlarda benim ticaret yaptığım yabancı ülkelerden birini ziyarete
gelen ilimde kökleşmiş, fakat kendilerinden izin almadığım için burada
isimlerini veremeyeceğim. Ama siz mutlaka tanırsınız. İki Arap alim gördüm. Ben
onlara şu anda hatırımda olan birkaç tane mesele sordum. Mesela., onlardan
birisi ticaret mallarını veya başka şeyleri güvence altına alan, sigorta
meselesi? Sigortacılar bunu ısrarla istiyorlar ve bu kuruluşlarda bizim
vereceğimiz cüzi paralarla ayakta duruyorlar. İkincisi ise iş ve 'kazancı
büyütmek 'için bankadan kredi alma meselesi. İşte işi büyütmek için gereken
büyük sermaye karşısında kitaplardaki bilgileri tatbik etmek hemen hemen
imkansız. Ne çalışanlar ne de bankalar kendi kurallarının dışına çıkamıyorlar.
Allah selamet versin. Bir tanesi bu meselenin içtihad ve dolayısıyla icma
gerektirdiğini ve kendisinin buna gücünün yetmediğini cevabını verdi. Bunun
üzerine ben ona dedim ki, ben senden fetva istemiyorum, sadece özel görüşünü
soruyorum. O da cevaben, madem ki özel görüşümü soruyorsun, bana göre illa ki
gerekli zamanlarda bu iki meselede bir beis yoktur.
ikinci hocaefendi ise daha başında hiç tereddüt etmeden bir borç yoktur dedi?
Ancak gayri müslim bir şirketin ilişkisinde bulunma! emrini verip bunu şart
koştu ve merhum Şeyh Balit'in buna fetva verdiğini sözlerine ekledi. Şimdi benim
yeni bir meselem daha var. Zati alinizden fetva istemiyorum, ancak sizin özel
görüşünüzü soruyorum. Çünkü bu da esasen çok zor bir soru mesele şu: Ben yabancı
ülkelere ticaret yapan bir iş adamıyım. Bu ülkeler müslüman ve gayrimüslümlerden
oluşmuştur. Tabii burada herkes Batı kanunlarına tabidir. Bu ülkenin hükümeti
diyor ki; senin vereceğin gümrük vergi vs. her gider müslüman ya da
gayrimüslimlere gitmektedir. Fakat işin belası, bu ülkelerin vergisi aklı
selimin kabul edebileceği, gönlün hoşnut olabileceği bir boyutta değil. Eğer
normal bir vergi olsaydı o zaman mesele basit olurdu ve benim hiçbir problemim
olmazdı. İsterseniz diğer 10 çeşit vergiyi bir tarafa bırakarak sadece yüksek
gelir vergisine birkaç örnek verelim de diğerleriyle beraber bu vergi oranını
bir düşünün.
1- senelik gelirin 40.000 dirhem ise bunun vergisi 12.000 dirhemdir.
2- senelik gelirin 100.000 dirhem ise bunun vergisi 75.000 dirhemdir.
3- senelik gelirin 100.000 aştığı zaman, vergi oranı %89 ulaşır.
4- Bir insanın senelik tüm vergilerini topladığımız zaman gelerinden % 108'in
üzerine çıkmaktadır. Yani adam evine harcama yapıyor bu harcamanın % 8 vergisini
sermayeden veriyor. Çünkü ev ve kişisel harcamalar vergi oranı tayin edilmeden,
gelirden düşülmüyor. Mesela şahsen ben geçen sene 70.000 dirhem sadece gelir
vergisi verdim. Şimdi sormak istediğimiz şudur. Verdiğim vergiyi müslüman
sakinlere gidiyor, niyetiyle verip zekat niyet etsem ve böylece zekatı düşürsem
mümkün mü? çünkü hükümete verdiğim verginin üzerine çıksam bunu bünyem
kaldıramaz. Bu soru üzerine görüşünüzü almadan önce sorudan doğabilecek bazı
istifhamların kafanıza takılabileceğini bildiğim için, önce bunların cevabını
vereyim.
Birincisi, diyeceksiniz ki; sen bu vergiyi isteyerek vermiyorsun ki bilakis
zorla veriyorsun. Cevabım, evet olacak Zaten isteyerek verseydim böyle bir
problemim olmazdı. Ama bunun yanında çıkartacağım bedele müslümanları niyet
ederek isteyerek verebilir miyim? Mektup çok uzadığından ben sorabileceğim
soruları aşağıda kısaca cevaplarıyla zikredeyim. İkinci olarak diyeceksiniz ki
bu ülkeleri neden terk etmiyorsun. Cevabı: "Çünkü bu ülkelerin hükümeti
sosyalist dolayısıyla sermayemi alıp çıkartmama müsade etmiyor."
Üçüncü olarak diyeceksiniz ki, paranı bırak kendin çık sosyalist olmayan arap
ülkelerine yeniden iş kur.
Ben şu anda 65 yaşındayım. Ama Allah'a hamd olsun buna rağmen dinçliğimi
koruyorum. Ömrüme yemin olsunki bu olmaz mümkün değil, demiyorum. Ama bu yaş
gençlik yaşı gibi değildir. artık ortam farklı. Hem ailevi meşguliyetlerim
oldukça fazla, hem de bunlara karşın lüks yaşama son vermem gayet zor olacak.
Çünkü, toplumda saygın bir konuma sahibim. Yani çevrem farklı.
Dördüncü olarak; bir hastalıktan şikayetiniz var mı diyeceksiniz. Biyolojik
olarak yok ama aklım bazen bozuluyor. Sinirsel bir hastayım. Bu yüzden kuvvetim
gidebiliyor. İstikrarsız ve huzursuz oluyorum.
Beşincisi; neden bir ruh doktoruna gitmiyorsun? Cevap;: çalmadık kapı
bırakmadım, fakat şu intibaha vardım ki tedaviye en muhtaç olan ruh
doktorlarıdır. Bu da gösteriyor ki, ortada gerçek bir ruh doktoru yok. Fakat
buna göre benim doktorum olaylara vakıf olabilen isabetli ve tecrübeli ortamı
gözetebilen bir doktordur. Bu da din aleminde gizlidir. Umarım ki Allah bu
mektupta bana kaybettiğim yolu buldurur. Ne olur benim içinde bulunduğum durumu
güzelce inceleyin, sonra beni rahatlatacak görüşünüzü açıklama lutfunda bulunun,
inşallah. 422
Cevap
Değerli kardeş! Allah selamet versin ve muvaffak kılsın. Allah'ın selamı rahmeti
bereketi üzerinize olsun. Şimdi, önce mektubunuzda bana yönelttiğiniz güzel övgü
ve vasıflardan dolayı size çok teşekkür ederek mektubunun cevabına başlıyorum.
Allah beni saydığımız vasıflara ehil eylesin. Hakkımdaki hüsnü zannınızın doğru
olmasını bilmediğiniz kusurlarımı da af etmesini Yüce Mevla'dan dilerim.
Gerçekten insan hayatının karşılaştığı problemleri tam manasıyla dile getiren
anlayış ve bilgi ifadeleriyle dolu olan mektuplarınız beni sevindirdi. Ben bu
mektuplarınıza cevap vermeyi geciktirdiğim için özür diliyorum. Ama gerçek şudur
ki, ben kasıtlı olarak ihmal ettiğim için değil, güzel bir amaçtan dolayı
cevabınızı geciktirdim. Çünkü İslam'ın hükümlerini öğrenmeye meraklı olduğunuzu
açıkça ifade eden mektubunuza göz attığımda bunu anladım ve çok daha ayrıntılı
bilgi vermek için hep boş vakit bekledim.Gerçekten, bu tür önemli meseleler
hayatımızın çok önemli parçasını oluşturmaktadır.Tabii aradan epey zaman
geçmesine rağmen sorduğun meseleyi inceleme fırsatı bulamadım ve bu arada son
mektubun geldi. Böylece meşguliyetin çokluğu zamanın darlığına rağmen beni
biryeşler yazmağa mecbur ettin, bizim gibilerin problemide yapılması gereken
görevlerin vakitlerden çok olmasıdır.
Tabii zaman beklemiyor, insanlarda özürlerimizi dinlemiyorlar. Ömür kısa
bünyemizde kaldırmıyor, hekimin biri Allah'tan yükünü hafifletmesini değil,
bünyeni kuvvetlendirmesini iste, demiş. Cevabını istediğin soruların hepsi aynı
kaynaktan doğuyor. Aynı problemi ifade ediyor, o da, müslüman bir ferdin İslami
olmayan bir nizamın gölgesinde yaşaması gayri İslami bir hayat sürdürme
problemi. Şüphesiz sorduğun her soru, örneğin,: ticaret mallarının sigortası
meselesi, ticareti genişletebilmek için bankalardan kredi alma meselesi zekatın
farz olmasının yanında birde bazı ülkelerin istediği yüksek gelir vergisi, işte
toplum Allah'ın şeriatına uygun yaşasaydı, İslam nizamı hakim olsaydı, bu gibi
olaylar başımıza gelmeyecekti. Fakat bizi bu kötülüklere iten sebep, Batı
sistemlerini taklit etmemizdir. Bilhassa mali ve iktisadi konularda bu iş daha
da ileridedir. İşte bu kapitalist düzenler, bizim felsefemizin dışında kalan,
bizim bakışımızın dışında kalan dünya ve mal felsefesi üzerine kurulan
sistemlerdir.
Mesela kapitalizme göre faiz, damarlardaki kan gibidir. Hayat onunla vardır.
Faize insanlar daima muhtaçtır. Aldatmaya yönelik tüm işlemler bu çarpık düzenin
çarklarından türemiştir. İşte bunun için İslam'ın cüzleriyle bu batıl düzenlerin
açıklarını yamamaya kalkışmamız, insanlığa yapacağımız en büyük zulümlerdendir.
Çünkü bu cüzler ilerideki iflas eden düzenin yedek parçası olacaktır. Bu da
doğru değildir, esasen bizim hatamız İslam'dan kaynaklanmıyan problemlere İslam
içinde çareler aramamız başka nizamdan aldığımız hastalıklara İslam'ın korunma
prensibine uymadan İslam içerisnide tedavi istememizdir.
Batılı -faizci- Yahudi icadı bu bankacı borsacı sistemler kendi düzenlerini ve
işleyişlerini bize empoze ediyorlar. Biz de bu sistemlere boyun eğiyoruz, tüm
işlemlerimizi bu sistemin temeline bağlıyoruz ondan sonra da kalkıp, bankalarla
ilgili faiz problemimizi çöz diye fetva arıyoruz.
İslam'ın size en doğru cevabı şudur: Bırakın bu bankaları, eğer inanıyorsanız
kendinize faizsiz ve Allahın şeriatına dayalı işlemler yapacak bankalarınızı
kurun.
Evet bu bankaları kurmak aslında gayret ve niyyetler doğru olduktan sonra, zor
ya da imkansız değildir, hani bir söz var, gayret bulunduğu zaman yollar açılır.
Mali ve iktisadi konularda çok önemli araştırmalar yapan islam araştırmacıları,
ve iktisatçıları İslami bankalar kurma düşüncesi etrafında da çok eserler yazmış
ve bunu hayata geçirecek İslami kurallar koymuşlardır. Bunun için sadece mali
yapılanmaya ihtiyaç vardır.
Diyeceksin ki toplum bozuk olduysa ferdin ne günahı var ki ya da nizam ve
hükümetler bozuksa ferdin suçu ne? Bir kişi ne yapabilir ki? Ne damarı
kesebilir, ne de kan akıtabilir (elinden hiçbir şey gelmez)? Ben de cevaben
diyorum ki; toplumu sadece fertler oluşturur, toplumun yaptığına susmak ve razı
olmakla ferdin de bunda payı vardır. Hatta gayri İslami kuruluşlarla uyum içinde
çalışmak bile onların oluşturduğu İslam dışı ortama yardımcı olmaktır. Müslüman
fert, kendini daima rahatsız hissetmesi ve etrafında dönen eğri sistemlerden
sıkılması lazımdır ki; onun bu şuuru, birgün, İslami olmıyan sistemleri
değiştirecek toplum hayatını İslamileştirerek yönlendirecek, İslami sistemleri
dünya hayatına hakim kılacak, imanlı erlerle yardımlaşmaya götürecek ve ön ayak
olacaktır.
Bu batıl sistemlere karşı duyulan hoşnutsuzluk ve düşmanlık, arzu ettiğimiz
değişimlerin başlangıcı olacaktır. Kendi içimizdeki bu kızgınlığımız ve karşı
koyuşumuz olmadan çarpık düzenin doğrulması ya da tahrif edilmiş nizamın tashih
edilmesi, için yapılan çalışmalar boşunadır.
Bahsettiğimiz kanunların gölgesinde yaşamaya mecbur edilen müslüman fert, günah,
sıkıntı ve ızdırabın farkında olmalıdır. Çünkü bu tür duygular imanın bünyede
var olduğunun belirtilerindendir. Çünkü bu sıkıntının manası, iyiyi iyi kabul
etmek kötüyü de kötü kabul etmektir. Nitekim kötülerle uzun bir müddet beraber
olmanın neticesinde maleasef müslümanlarımızın uğradığı en kötü musibetlerden
biride kötüyü iyiden ayırabilme duygusunu yitirmeleri olmuştur. Artık
müslümanımızın hakkı batılla karıştırmaları yolları ve ölçüleri kaybetmeleri ve
bunun neticesinde kötüyü iyi, iyiyide kötü görmeleri normal hale gelmiştir.
Nedense müslümanlarımız delalet içinde kıvrana kıvrana çok kötü ve çirkin bir
duruma gelmişlerdir. Kötülüğü emrededip iyilikten nehyetme marhalesi; yani
neredeyse İsrailoğullarının yaptığı gibi adaleti savunanları öldürecekler.
Ben ve İslam'a gönül vermiş, onun hakikatlerini ve hükümlerini bilen bütün
alimler; İslam'ın hükümlerinin yüzeysel olmadığını aksine toplumun ihtiyaçlarını
gözettiğini bilmekteyiz. Ben öyle düşünüyorum ki, bir müslüman ferd hakiki
müslümanlaşmak istediğinde (yani sadece adı müslüman olarak değil) bu hükümler
ona yeterli olacaktır.
Ama bununla beraber dinimizin gönderilme amacı; insanların gelişen olaylar
karşısında sıkıntılarının çözümü için ona yönelerek yücelmeleridir. Yoksa Batı
taklidi sistemlerin eksik ve gediklerini gidermek ve onların devamını sağlamak
değildir. Dünya hayatımızda bizleri iyice sarsıp köşeye sıkıştıran beşeri
sistemler içerisinde fıkhı çıkış yolları arayıp sorunları geçiştirmekten öteye
gitmeyen fetvalar çıkartmanın da kişinin dininin ve bu dini hayata geçirecek
toplumun duraklamasına sebep olmak anlamına geleceğinin de farkındayım.
Şüphesiz bizim, ruhi ve fikri yapımız itibarıyla Batı alemi önünde bozguna
uğramamız onların çalışmalarının yanında bizim de eksik olduğumuzun farkına
varmamızı gerektiriyor. Bizi bu garip konuma yani hayatı dine itaat ettirmek
yerine dini hayata itaat ettirme girişiminde bulunma konumuna getiriyorlar.
Sonra biz hangi hayattan bahsediyoruz? Halbuki o hayatı biz istiyerek akıl ve
ellerimizle icad etmedik ki. Aksine icad edildi ve biz onu olduğu gibi aldık. O
halde biz kendilerine munasib olanı üreten değil, verileni alanız, icad eden,
söz sahibi ve iş yapan ise onlar.
Onların çarpık maddi sistemlerini istemeyerek de olsa kabullenmek caiz olsa da,
onların fikir ve yaklaşımları asla benimsenemez. Diyelim ki İslami kimliğimizi
yitirdik, gaflete geldik neticede istemiyerek ticaret piyasasını onlara
kaptırdık. Ama adına fetvalar dediğimiz yürütülen İslami kaynaklı fikirleri
batının eseri yabancı kaynaklı, nizamlara elbise yapmamız caiz değildir.
Batı kanunlarından bağımsızlığımızın, onlara boyun eğmeyip efendi oluşumuzun ilk
belirtilerinden biri de o kanun ve felsefe karşısında, dinimizin benimsemediği
sistemlere göğsünü gere gere "hayır" diyebilmemizdir.
Biz dinimizi Siyonistlerin emrine amade ederek, sağcısıyla solcusuyla,
kapitalistiyle, sosyalistiyle bağdaştırmaya çalışarak, onların her kuralına
fetva aramamız neticesinde onda şeref ve saygınlık bile bırakmadık. Dinimizi
adeta "buyur gel" görevlisi haline getirdik. Sanki onun işi, her yeni kanuna
merhaba demesi, her yeni düzene, tebrik ederiz demesidir. Kapitalizmin
iktidarında, faizi stokçuluğu pahalılığı, sömürgeyi helallaştırarak, sosyalizmin
iktidarında da halkı haksız vergilere, diktatörlüğe, fetva vererek bunu yaptık.
Kardeşim demek ki, problem sadece senin problemin değildi.. Problem asrımızda
islam aleminin problemidir. Şimdi sen İslamı önder edinerek onun kanunlarını
dirilterek onun gölgesinde mi yaşamak istiyorsun, yoksa batının insanlığa bela
ettiği iki sömürge aracının, yani kapitalizmin, ya da sosyalizmin gölgesi
altında inim, inim inlemek mi istiyorsun?
Başka bir ifade ile İslam nizamı içerisinde onurlu, idare eden, asker değil
komutan olan bir insan olarak mı yaşamak istersin, yoksa maymunlar gibi işi gücü
başkalarından gördüğünü yapmak olan taklitçi mi olmak istersin?
Kardeşim, mesele senin bildiğin gibi kolay değildir. Fıkıhla iştagal eden bazı
acelecilerin bildiği gibi de değildir. Onun için senin gibi düşünmiyen din
alimlerine yüklenme, din ve hayat hakkında bilgisizlikle itham etme. Şuna güven
ki, mektubunda bahsettiğin Hz. Ömer (ra) bugün sağ olsaydı top yekûn bu
kanunları atar, yerine İslam'ın kanunlarını getirir ve kesinlikle bu kanunlara
islam içerisinde yer aramazdı.
Şimdi senin sorduğun sorular, kabul etmek ya da etmemek bakımından aynı derecede
değildir. Bazıları kabule biraz yakındır. Mesela; mali sigorta meselesi, şayet
diğer sigortalar gibi, faizle bulaşır bir yani yoksa kabule yakındır.
Ortamın gerektirdiği ve ihtiyacın varlığı nisbetinde sermaye sigortasına cevaz
verilebilir. Ama hayat sigortası hariç. Çünkü böyle bir sigorta İslam'ın
muamelat sistemine çok uzak olduğu gibi buna mecbur edecek bir ihtiyaçta yoktur.
Bankadan kredi alma meselesine gelince bu kesinlikle haramdır. Çünkü bu,
Muhammed (sav)'in alanı, vereni, yazıcısını ve şahitlerini lanetlediği faizin
kendisidir. Böyle kesinlikle haram olan işlerin helallik kazanabilmesi için
aşırı ihtiyaç olması lazımdır. Mesala çocuklar için gerekli azık, elbise ve
tedavi edilmediği takdirde hayata mal olacak hastalık gibi. Ama ticareti
geliştirmek istemek, Allah'ın yiyenlerini Allah ye Resuluyle savaş içinde
olduklarını belirttiği faizin helal olabilmesi için gereken zaruretten
sayılamaz. Müslüman çok haram alıp sonunda bereketsiz kalacağına, az da olsa
helalla yetinip malının bereketini görsün daha iyidir. Çünkü faizin azıda çoğu
da aynı hükümdedir.
Bahsettiğin devlete verdiğin yüksek vergiyi zekattan sayma konusuna gelince bu
devlet dini bir devlet olmadığı için, velevki sakinleri arasında müslümanlar
olsa da, verdiğin vergiyi bunları korumak amacıyla vermen, hiçbir surette caiz
değildir. Verilen malın zekattan hesab edilebilmesi için şu üç şartın eksiksiz
tamam olması gerekir.
1- Resmen zekat ismi kullanılarak verilmesi lazım, yani zekatın şartlarına
uyularak ölçüsüne riayet edilerek verilmesi lazım. Çünkü zekat İslam'ın en büyük
şiarlarındandır. Şiarların şekil ve unvanlarının kalması esastır.
2- Zekatın şeran Allah'ın emrettiği yerlere verilmesi lazımdır. Bu da birinci
şartla bağlantılıdır.
3- Zekat verilirken zekat niyyetiyle verilmesi lazımdır. Çünkü o bir ibadettir,
niyyetsiz vermek kâfi değildir.
Üçüncü şartın varlığını kabul etsek bile bir ve ikinci şartlar sizin durumunuzda
söz konusu değildir.
Ben "Zekat fıkhı" isimli kitabımda İslam ülkelerinde bile çıkartılan vergi
kanunlarına göre alınan vergilerin zekattan hesaplanamıyacağı görüşünü tercih
etmişken, putperestlerin ya da ateistlerin ülkelerinde bunun aksi nasıl
düşünülebilir. Kimbilir belki de hükümetlerinin gelirinden az bir miktardan
başka müslümanlara ayrılan gelir de yoktur, hatta bu bile olmayabilir.
Benim bu kitapta tercih ettiğim görüş aynı zamanda Allame Muceddid Seyyid Raşid
Rıza ve Ezher'in eski Rektörü Mahmut Şaltut'un kendisi ile fetva verdikleri
görüştür.
Son olarak, Kahire'de 1965 yılında kurulan İslami ilimler Araştırma Kurulu
kongresinde alınan bir kararı okudum. Kararın metni şu:
"Devletin yararı için alınan vergiler, farz olan zekat yerine geçmez."
Bunun için iradeni takviye ederek (gücünü kullanarak) Allah'ın sana verdiği
nimetinin şükrünü eda etmen, nefsini ve malını temizlemen için malının zekatını
çıkartıp vermelisin.Devlete verdiği vergilerin nefsini, malını temizlediğini ve
Allah'ın nimetlerinin şükrünü yerine getirdiğini ben zannetmiyorum, zaten sen de
buna inanmıyorsun.
Yani demek istiyorum ki; dindar müslüman başkasının tahammül etmediği mali
zorluklara tahammül eder. Bu söz doğrudur. İşte bu da dini hassasiyetin
zayıfladığı, sağlam inancın azaldığı asrımızın, imanı İslam vergisi olsun, bu
yüzden bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Bu zaman da dinini tutan ateşten
kor tutan gibidir." Bu asrın fitnelerinin keskinliğine rağmen dinine bağlı
müslümana elli sahabe ecri vardır.
Sorduğum sorunun yeterli cevabının bu sahifeler içerisinde olduğuna, ve isabetli
temellere dayandığına inanıyorum. Kalemi elime aldığım zaman bu kadar detaylı
cevap vereceğimi zannetmiyordum. Birkaç satırlarla cevap vereceğimi zannetmiştim
ama, yazdığım kadar yazabilme gücünü bana Allah verdi. Umarım bu bilgiler
yararlı ve ibret verici olur.
Şikayetçi olduğun takatsizlik can sıkıntısı ve ruhi bunalım için ise, manasına
vakıf olarak düşünce ve tevazu içerisinde bol bol Kur'an okumanı tavsiye
ediyorum.
Elinden geldiği kadar salih insanlarla oturmaya, onların menkıbelerini okumaya,
kulluk noktasında olduğunu hatırlamaya gayret et, çünkü kalplerin şifası
buralardadır.
Ruh doktorları hakkındaki derin ve manalı cümlelerin beni gerçekten memnun etti.
Allah'tan istediğim; gönlünü rahat ettirsin, işlerini kolaylaştırsın, ayaklarını
hakdan ayırmamasını sana karanlıklarda yürüyebilmen için iman nuru, şüpheli
şeyleri ayırabilmen için ayırma gücü versin. Helalini vererek harama, lütfundan
verip başkalarına muhtaç etmesin, bu dualarda bizi de sizinle hissedar eylesin.
Allah'ın selamı rahmet ve bereketi üzerinize olsun. 423
Cezalı Mahbusu Kurtarmak İçîn Rüşvet
Soru
Herhangi bir yerde uyuşturucu kaçakçılığından hüküm giymiş bir mahbusun amcası,
yiğeninin işlediği suçu onaylamamasına rağmen, sadece 15 sene gibi uzun bir süre
içerisinde, çoluğuna çocuğuna bakacak kimse olmadığı için, onu hapisten
çıkartmak amacı ile rüşvet vermesinin şer'i hükmü nedir? 424
Cevap
Bu uyuşturucu kaçakçılığı cürmünü işlemek, ilgili şer'i makamların vereceği
cezayı gerektirir. Çünkü uyuşturucu maddelerinden çok insanları bozgunluğa
uğratan başka bir kötülük yoktur. Yani uyuşturucu içki gibidir, ya da onun
kardeşidir. Bu noktadan hareketle İbni Teymiye, bu maddeyi alanın had cezasına
(içki cezasına) çarptırı lmasını, onun helal olduğunu kabul edeninde küfrüne
hüküm verilmesini savunmuştur. Hatta uyuşturucunun zararı içkinin zararından
büyüktür. Çünkü uyuşturucu insanı hayal aleminde yaşamaya mahkum ediyor, uzak
olanı yakın yakın olanı uzak görme alışkanlığı, olmayacak şeyleri düşünme
alışkanlığı veriyor.
Alkolik bir adamın sözüne bakın: "Keyifsiz bir kafa kesilmeyi hak etmiştir." Bu
gibi adamlarla israille savaşa bile gidilmez. Bunlarla ümmet savunulmaz,
bunların yaşadağı yerde rahat bir hayat bile sürülmez. Demek ki uyuşturucu
kaçakçılığı, yahut ticareti yaparak insanların fesadına çalışan bir suçlu, iyi
bir cezayı hak etmiştir. Devlette böyle bir cezayı vermek için 15 seneyi uygun
bulmuşsa bu adam bu cezayı hak etmiş ve yatması gerekir. Hal böyle iken, bu
gibilerini hak ettikleri cezadan kurtarmak için çaba göstermek batıl bir iş ve
büyük günahtır.
Birde böyle bir işi rüşvet yoluyla yapmak daha büyük bir günahtır. Çünkü
kötülüğe başka bir kötülük eklemek suretiyle onu arttırmış oluruz. Arkadaşımızın
bu zehiri yayarak yaptığı kötülük yetmiyormuş gibi biz de, bu bozgunculuğa bir
başkasını ekliyoruz, ahlaki çöküntüyü ekliyoruz. Görevlilerin yahut bu
makamlarda rüşvetle birşeyler yapabileceklerin ahlakını bozuyoruz. Bu rüşvet
haramdır haram. Şüphesiz bunu organize eden de büyük bir haram işlemiş olur.
Peygamberimiz (sav) rüşveti, alanı vereni ve organize ederek ortamı sağlayanı,
lanetlemiştir.. Rüşvetle ilgilenen yardımcı olan herkes Muhammed (sav)'in
diliyle lanetlenmiştir. Toplumumuzu rüşvet gibi hiçbir şey bozmamıştır, bu
rüşvet herşeyimizi berbat etmiştir. İşler, sadece onu atmakla, uzaklaştırmakla
yoluna girer.
İşte hayatın fesadı, toplumların helaki, sadece bu gibi şeylerle düşünülebilir.
Bu adam -amca- cezayı hakeden yiğenini hapisten rüşvet yolu ile çıkarmak
istiyorsa büyük bir günah yükleniyor demektir.
Rüşvet verecek yerde bu parayı mahbusun çocuklarına versin. Madem ki, bakmakla
yükümlü olduğu insanlar var onların perişan olmalarından korkuyor, onları
seviyor, rüşvet vermek için para biriktirip insanlar arasında dolaşacak yerde bu
parayı yiğeninin ailesine vermesi daha uygundur.
Ama esasen mahkumların ailelerinin geçimlerini temin etmek bana göre hükümet
yetkililerinin görevidir. Tabiiki, şüphesiz beşeri sistemlerin eksiklerinden
biri de budur. İnsanları hapse atarken geride kimleri var kimleri yok hiç
araştırmıyor, tabiatıyla bu da başka bir fesada sebep oluyor. Çünkü çocuklar
yeteri kadar parasız ya da, gözetimsiz bırakıldıkları zaman şer ellerin
kendilerini uzanmalarına, zararlı şeyleri öğretmelerine ortam hazırlanıyor. O
halde, toplumu korumak için toplumsal gözetim ya da bir başka yola baş vurmak
gerekir. Allah daha iyi bilir. 425
Yalan İmanın Sınırıdır
Soru
Ben hayret ediyorum, bir müslüman ki, tüm farzları eda etmesine rağmen yalandan
sakınmıyor. Şimdi bu adam Salihlerden sayılır mı? 426
Cevap
Yalan kötü bir ahlaktır, ne müminlerin ne de salihlerin ahlakından değildir.
Peygamber (sav) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: "Münafıkın üç alemeti
vardır; konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünü tutmaz, emanete
hıyanet eder" 427. Başka bir rivayette ise: "Dört şey vardır ki bunlar kimde
bulunursa, o, tam bir münafık olur. Kimde de bunlardan bir tane bulunursa onu
terk edene kadar, münafıklık sıfatlarından birini kendinde bulundurmuş olur:
Konuştuğu zaman yalan söyliyen, emanete hiyanet eden, sözleştiği zaman aldatan,
çekiştiği zaman küfreden" 428.
O halde yalan müminlerin işi değil, olsa olsa daima yalan söyleyen ve
yalanlarına inandırmak için yemin eden münafıkların işi olabilir. Hatta
münafıklar Allah'ın huzurunda bile dünyada müslümanlara yaptıkları gibi yalan
söyleyecekler ve aynı şekilde yalanlarını yeminle inandırmaya çalışacaklar.
"Onlar bir şey yaptıklarını zannediyorlar ama dikkat edin onlar yalancıların ta
kendileridirler". 429
Kur'anı Kerim'de bu konuda şöyle buyurulmuştur:
"Allaha inanmayanlar ancak yalan uydurur. İşte onlar yalancıların
kendileridirler".430
Peygamberimiz (sav)'e; "Mü'min korkak olur mu?" diye sorulmuş. "Evet" diye
buyurmuş. "Cimri olur mu?" diye sorulmuş. "Evet" buyurmuş. "Peki yalancı olur
mu?" diye sorulmuş. "Hayır buyurmuş "431.
Bazı insanlar cesaretsiz ve zayıf olduklarından korkak olabiliyorlar. Bazıları
da cimri olup eli sıkı olabiliyorlar. Bu iki sıfat aslından ve tabii olabilir.
Ama yalan böyle değildir çünkü yalan sadece istenerek kazanılan bir vasıftır
işte islamın sorguladığı ve son derece zorlaştırdığı nokta burasıdır. Peygamber
(sav) şöyle buyurur:
"Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk iyiliğe, iyilikte cennete götürür."
Kişi doğruluğa ve ona ulaşmak için çalışmaya devam ederse Allah katında
"sıddık'lardan yazılır. Yalandan da kaçınınız çünkü yalan kötülüğe, kötülükte
cehenneme götürür kişi yalancılığa ve bu uğurda çalışmaya devam ederse Allah
katında "kezzab" (çok yalancı) yazılır" 432.
Demek ki doğruluk, çalışma ile, devamlı yapmakla, riyazatla kazanılan bir
alışkanlıktır, o halde müslüman, daha ayaklarını dikmeden çocuklarını doğruluğa
alıştırması, yalandan sakındırması lazımdır. Hatta Peygamberimiz, bir adamın
çocuğuna, sana şunu vereceğim bunu vereceğim dediğini işitince, ona dönerek
gerçekten vermeye niyetin var mı? Adam, "Hayır" deyince Peygamberimiz; "Ya
vereceksin ya da doğru konuşacaksın, çünkü
Allah yalanı yasaklamıştır" buyurdu. Adam, "Ey Allah'ın resulü! Bu da yalan
mıdır?" diye sorunca Peygamber; "Evet her şey yazılır. Kandırmak, kandırmak
olarak, yalan da yalan olarak yazılır."433.
Tabii ki yalanın dereceleri de kesinlikle farklıdır. Zararı çoksa yasağı da o
derece büyük, günahı da o derece büyük olur. Yalan vardır küçük günahlardandır,
yalan vardır büyük günahlardandır.
Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlara
rahmet nazarıyla bakmıyacağı gibi günahlardan de temizlemiyecektir ve onlar için
çok çetin bir azab vardır: Zina eden İhtiyar, yalancı Padişah ve kibirli fakir"
434.
Hadiste zikredilenler, zaruret olmaksızın günaha yönelenlerdir. Mesela ikincisi,
yalan söyleyen devlet başkanı ya da belediye başkanı, bunlar insanları
aldatıyorlar halbuki gönül ister ki insanlara güzel öncü olsunlar, bu yüzden
böylelerinin yalanı büyük olacağından günahı da büyüktür.
Üçüncüsü, kibirlenen fakir ki bunu gerektirecek sebep yokken kendisini hayra
yöneltecek vaaz ve nasihatları dinlemeye yanaşmıyan ve kibreden fakir. Hikmet
yaşına gelmiş gençlik yaşını geçmiş ihtiyarın zina etmesi de aynı şekilde
abestir.
İşte bu üç kişiye Allah kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmayacak onları
günahlardan temizlemiyecek ve onlar için elem verici azab vardır.
435
Uygun Yalan
Soru
Ardakaşıma belli bir gün için ziyaret sözü vermiştim. O gün gelince bazı ailevi
meşgalelerden dolayı verdiğim sözde duramadım. Daha sonra onunla
karşılaştığımda, kendisinden utandığım için, "Eve misafirlerim gelmişti, evi
bırakıp gelemedim" diye özür beyan ettim. Acaba yalanın bu çeşidi haram mıdır?
Hem benim bu yalanım ne arkadaşıma, ne de bana zarar vermedi aksine nazikçe beni
eziklikten kurtardı. İşte bundan dolayı adına ak yalan dendi? Bu yalan
alışverişteki, karşılıklı ilişkilerdeki yalan gibi bir takım maddelerin
karıştırılmasını veya aldatmayı içeren, yahut yalan yere şehadet gibi neticede
karşı tarafın hukukunu zayi eden veya benzeri denen haram olduğunda şüphe
olmayan, yalan çeşitleri gibi değildir. Ben ve başkaları, insanların günlük
hayatında tabiileşmeye yüz tutmuş, hatta asrımızın alametleri arasına girmiş
olan bu yalana çok düşüyoruz.
Bu yüzden bu belanın dindeki yerini bize açıklamanızdan memnun olacağım. Umarım
bizi rahatlatacak, sırtımızı dayandıracağımız bir izin bulursun yoksa Allah'ın
rahmet ettiği kullar hariç ki, onlar da çok azdır, biz ve asrımızın insanları
yandık.Vay bizim başımıza geleceklere. 436
Cevap
Tabiiki İslam aliminden fetva isteyip te herhangi bir konuda ruhsat isteyerek
rahatlama ümidi, şer'an sakıncalı değildir. Aynı şekilde fetva verecek alimin de
soranı, şaşkınlıktan can sıkıntısından günahta mıyım, şüphesinden kurtaracak
ruhsat (izin) araması da dinen sakıncalı değildir. Bu konuda fıkıh, hadis, ve
vereğ (şüpheli şeylerden kaçınma) da öncü olan Süfyani Sevri (ra) şöyle der:
"Esasen ilim güvenilir bir ruhsat bulmaktır. Yoksa zorlaştırmayı herkes
becerebilir."
İslam, yalanı her yönden tehlikeli görüyor, onu küfrün yahut nifakın
alametlerinden sayıyor. Mesela Kur'an'da okuyoruz:
"Yalanı, ancak Allah'a inanmıyanlar uydurur işte onlar yalancıların
kendileridirler. 437
Sünnette de görüyoruz ki münafığın alameti üçtür: "Konuştuğu zaman yalan söyler,
söz verdiği zaman sözünde durmaz anlaştığı zaman aldatır" 438.
Müslim'in rivayet ettiği hadiste ise şu cümleler eklidir; "Bu adam her ne kadar
namaz kılsa oruç tutsa ve gerçek bir müslüman olduğunu zannetse bile." Gene,
Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadiste de: "Dört şey vardır ki
kimde bunlar tam olursa halis bir münafık olur. Kimde de bunlardan bir tane
bulunursa onu bırakana kadar münafığın vasıflarından birini kendinde bulundurmuş
olur. Emanete hiyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, anlaştığı zaman
aldatır, çekiştiği zaman küfreder." Bu yüzden Hz. Ebu Bekir'den şöyle rivayet
edilir: (Ya kendi sözü ya da efendimizin sözüdür) "Yalan imanın
sınırlarıdır"439.
Sad ibni Ebi Vakkas (ra)'ten rivayet edilmiştir. O da Peygamber (sav)'den
rivayet ediyor: "Hainlik ve yalan hariç her bozuk hal mü'minde bulunabilir”
440.
Malik'in rivayet ettiği mursel bir hadiste de, Efendimiz'e sorulmuş, "Mü'min
korkak olur mu?", "Evet" demiş, "Cimri olur mu?" "Evet" demiş. "Peki yalancı
olur mu?" diye sorulunca, "Hayır" buyurmuştur"441.
Bu yüzden Resulullah (sav), Hz. Aişe (r.a)'ye "Yalandan daha kötü gelen hiç bir
ahlak yoktur" buyurmuştur.442
Fakat ruhsat istenen her şey, insanın gücü altında değil ki, onu çıkarsın. Bu
yüzden yalan konusunda biraz sonra açıklayacağım bütün deliller ister ardından
zarar gelsin ister gelmesin İslam'ın bütün gücüyle yalandan kaçtığını
çocuklarıda bu temizlik üzerine terbiye etmek gerektiğini göstermektedir. İlla
zarar getirmesi şart değil, yalan olması, realiteye ters düşmesi, nifak ehline
benzemiş olması yeter.
İnsanların doğruluğa sarılması için illa ki, doğruluğun menfaat getirmesi,
yalandan kaçınmaları için zarara sebep olması gerekmez. Ardından kişisel bazı
zararlar gelse bile efendiliğe sarılmak gerekir. Aynı şekilde bir takım
menfaatlere ters düşse bile rezillikten kaçınmak gerekir.
Sana nasıl davranmalarını istiyorsan insanlara öyle davran, kuralı gereği, bir
insan başkasının kendine yalan söylemesini, değersiz özürlerle batıl sebeplerle
aldatmasını istemiyorsa, kendisi de başkalarına yalan söylememesi lazımdır. Hem
sonra yalanın en büyük zararlarından biri de, dilin ona alışması, dolayısıyla
bir türlü kurtulamamasıdır. Bu denenmiş bir olaydır. Şairin de ta eskilerde
ifade ettiği gibi;
"Dilini daima doğruyla çevir ve ondan memnun ol çünkü dil neye dönerse onu adet
haline getirir."
Resulullah (sav) bizleri, Allah katında yalancılardan yazılmaya götüren, bu
kapıdan girmemizi yasaklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyiliğe, iyilikte cennete götürür,
kişi doğruluğa ve ona ulaşmak için çalışmaya devam ederse Allah katında
sıddıklardan yazılır."
"Yalanlardan kaçınınız, çünkü o sahibini kötülüğe, kötülükte ateşe götürür, kişi
yalancılığa ve bu uğurda çalışmaya devam ederse Allah katında çok yalancılardan
yazılır"443. Bununla birlikte İslam'ın en büyük özelliklerinden biri de idealizm
ile onun realiteye geçirilmesini ayrı ölçüde tutmasıdır. Yoksa Allah'ın
varlığını kabul eden bazı idealist ahlak felsefecilerinin yaptığı gibi
insanların yaşadığı ve tatbik edilebilmesi için gerekli olan yeryüzüne inmeden
ideal havalarında kanatlanıp uçmamıştır. Örneğin meşhur Alman filozofu "Kant"
yalan ve benzeri kötülükler nerede nasıl, hangi sebepten ve neticesi ne olursa
olsun yalan söylemeye izin vermemiştir.
Ama İslam, insanların ihtiyaçlarını ve hayatın gerçeklerini en iyi bilen Allah
(cc)'ın yoludur. Bu nedenle, belirli durumlarda, insan tabiatının bir neticesi
olarak ortaya çıkan olaylarda, zaruretten veya önemli bir ihtiyaca binaen, yalan
söylemeye ruhsat (izin) verilmiştir.
Ben bu meseleyi, İmam Ebu Hamid el-Gazali'nin, İhya'u Ulumid'din adlı eserinde
inceleyerek açıkladığı gibi, aydınlatıcı başka bir açıklamaya rastlayamadım o
yüzden konuyla ilgili bir kaç paragrafı buraya nakletmem yerinde olacak:
"Şunu bil ki, yalan aslında haram liaynihi (içki kumar gibi özü kastedilmiş bir
haram) değildir aksine karşı tarafa ya da bir başkasına zararı dokunacağından
dolayı haram kılınmıştır. Yalanın en az zararıda haber verilen şahsın bir şeyi
olmadığı gibi inanmasıdır. Dolayısıyla bilmemiş olmasıdır. Bazen de yalan
söylenmesinde bir başka türlü zarar olabilir ama bazı bilinmiyen işlerde de
maslahat ve fayda vardır. Eğer yalan fayda olan bilmemeyi gerektiriyorsa o zaman
yalan söylemeye müsade edilmiştir. Yalan söylemenin farz olduğu yerler de
vardır.
Meymun bin Mehran der ki: "Bazı yerlerde yalan söylemek doğru söylemekten
hayırlıdır. Mesela bir adam kılıçla öldürmek için bir başkasının arkasından
koşsa, adam da bir eve girse peşinden koşan adam da o eve gelir, falancayı
gördün mü? Dese sen ne derdin? Görmedim, demez miydin? Doğruyu gizledin, işte
yalanın böylesini söylemek farzdır."
Netice olarak diyeceksin ki, sözler maksatları ifade için sarfedilir. Eğer hem
yalanla hem de doğruyla güzel bir maksat ifade edilebiliyorsa orada yalan
söylemek haram olur. Ama aynı neticeye yalanla ulaşılıp doğruyla ulaşılamıyorsa,
maksadın ifade edilmesi de mubahsa orada yalan söylenilmesi mubahtır. Yok eğer
maksadın ifadesi vacibse orada yalan söylenilmesi vacib (farz) olur.
Eğer harbin, maksadının tamamlanması, iki müslümamn arasını düzeltmek, ya da
kendini kaybetmiş olan şahsın kalbinin yatıştırılması yalanla mümkünse, burada
yalan söylemek mubah olur. Ama gene de mümkün olduğu kadar yalandan kaçınmak
gerekir. Çünkü kendisine yalan kapısını bir defa açtı mı, hiç gerek duyulmayan
anlarda, zaruret olmadığı zamanlarda da yalan söyleyebileceği tehlikesi doğar. O
zaman diyebiliriz ki, yalan aslen haramdır, zaruret hali müstesna.
Yalanın haram oluşundan istisna edilebilmesinin delili de, Ümmü Gülsüm'den
rivayet edilen hadistir. "Üç hal hariç, ben Resulullah'ın yalana müsade ettiğini
duymadım. İki kişinin arasını bulmak için yalan söylemek, savaşta yalan
söylemek, kocanın hanımına, hanımın da kocasına yalan söylemesi"444,
Gene Ümmü Gülsüm'den Resulullah (sav)'in şöyle söylediği rivayet ediliyor: "İki
kişinin arasını bulmak için hayır söyleyen, ya da hayır isnad eden (ravinin
şüphesidir), yalancı değildir" 445.
Esma binti Yezid rivayet ediyor: "Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Ademoğlunun
söylediği her yalan ona yazılır, ama iki müslümanın arasını bulmak için söylenen
yalan hariç" 446.
İmamı Gazali diyor ki: "İşte bu üç mesele hakkında açıkça istisna vardır,
bunların dışındada kendisi ya da bir başkası için şer'an kabul edilebilecek bir
maslahat varsa gene istisna vardır.
Kendisi için olan maslahat. Örneğin, zalimin biri onu yakalamış ve parasının
nerde olduğunu soruyorsa onu inkar edebilir, ya da zalim bir sultan onu
yakalamış, kendisi ile Allah arasında kalmış bir günahtan soruyorsa onuda inkar
edip, zina yapmadım hırsızlık yapmadım diyebilir. Peygamber (sav) buyuruyor ki:
"Kim bu pislikleri işlemiş de Allah da onları örtmüşse, o da örtsün"447. Çünkü
fuhşu açıklamak da başka bir fuhuştur. Adam zulmen alınacak malını korumak için
yalan söyleyebiliyorsa yalancı da olsa diliyle ırzınıda koruyabilir.
Başkasının ırzını korumak için de yalan söyleyebilir. Örneğin bir kardeşinin
sırrından soruluyorsa onu inkar edebilir. İki müslümanın arasını bulmak için,
keza yalan söyleyebilir, hanımlarından kumalar arasında ıslah için, mesela her
birine ayrı ayrı ben en çok seni seviyorum demek suretiyle yalan söyleyebilir.
Eğer hanımı dediğini yapmak için gücünün yetmediği bir mükafat istiyorsa o an
onu rahatlatmak için, veya bir başkasının canını rahatlatmak, ancak yapılan bir
suçun inkarını, ya da çok sevdiğini izhar etmeyi gerektiriyorsa özür dilemek
için yalan söylemekte bir beis yoktur.
Fakat sınır şu olacak, yalan her zaman mahsurludur eğer yukarıda saydığımız
yerlerde doğru söylemiş olsaydı bir mahsur doğacaktı."
O halde doğru ile yalanı karşılaştırmak onları aynı ölçüde tartmak gerekir, eğer
doğru söylediği zaman şer'an tehlikeli görülen bir hataya daha da yakınlaşıyorsa
yalan söyliyebilir ama yalanın maksadı doğrunun maksadından dinen daha hafifse
doğru söylemek vacib olur. Bazen de her ikisi karşı karşıya gelip maksatlarda
tereddüt ediliyor. İşte o zamanda doğruya meyletmek daha iyidir. Çünkü yalan
zaruret ve mühim bir ihtiyaçtan dolayı mubah olur. Eğer ihtiyacın mühim olup
olmadığında şüphe varsa asıl olan haram olmasıdır, o durumda yalan haramiyete
dönüşür.
İfade edilmek istenen amaçların anlaşılır dereceleri kapalı olduğu için mümkün
mertebe yalandan kaçınmak gerekir. Evet ihtiyaç duyduğu zaman bile eğer kendisi
içinse terketmek gerekir. Zararına katlanmak gerekir. Ama eğer başkasının
menfaatına ise, başkası hakkında müsamaha etmek gerekir, ona zarar vermek caiz
değildir." Ama insanlar genellikle kendi çıkarları için yalan söylerler. Hem bu
çıkarların da dünyalık ve malları arttırmak için olduğu da çoğunluktadır. Yani
terk edilmesinde sakınca olmayan basit şeylerden dolayı yalan söyleniyor. Hatta
bazı kadınlar, kumalarını darıltmak için kocası hakkında kendisini övücü bir
sürü yalan sayıyor. Böyle şeyler haramdır.
Esma anlatıyor: "Bir kadının Resulullah'a (sav) gelerek şöyle sorduğunu duydum:
"Ey Allah'ın elçisi, benim bir kumam var, onu kızdırmak için kocamın yapmadığı
şeylerle onu kıskandırmaya, kızdırmaya çalışıyorum Bu yaptığımdan bana zarar var
mıdır?" Bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Verilmediği halde
doyduğunu gösteren yalan elbiselerini giymiş gibidir"448.
Kadınların çocuklarına yalan söylemeleri ise eğer çocuk okula, medreseye ya da
namaza illa ki vaad ile ya da korkutma ile yöneliyorsa o zaman mubah olur.
Evet hadislerde yalanın yazıldığını da aktardık ancak mubah olan yalanda
yazılır, bunun hesabı da verilir, maksadın ne olduğu sorgulanır, maksad tashih
edildikten sonra affedilir. Çünkü yalanın mubah oluşu düzeltmek içindir. Böyle
olduğu için hiç ishal olmadan zahiren ishal için yalan söylediğim yutturmak
isteyenler ve kendi menfaatini düşünenler de var. İşte bu yüzden yalanın her
çeşidi yazılır. Yalan söyleyen herkes içtihat boşluğuna düşmüştür. Bu adamı
yalan söylemeye iten sebep şer'an doğrudan önemli midir, değil midir, bunu
anlayabilmek herkesin işi değildir. Çünkü bu nokta çok kapalıdır. Haram aksi
gerekmediği sürece terkedilmelidir. Ama yalan söylemek vacib ise o zaman sıdkı
terkeder örneğin doğruyu söylemek kan dökmeye götürüyorsa veya nasıl olursa
olsun başka bir masiyete götürüyorsa terkedilmesi gerekir.449
Bu yeterli açıklamaların ışığında, sorulan soruya dönelim. Soruda belirtilen
mazeret günahtan kurtulmak için tam yeterli bir mazaret olmadığı gibi hadiste
istisna edilen üç hususa da girmiyor peki bu üç hususa kıyas edilebilirmi? Yoksa
asıl olan haramın içinde mi kalacak?
Haddi zatında fetva isteyen bacımızın sorusuna baktığımız zaman kendisinin iki
hata işlediğini görüyoruz. Birincisi, arkadaşına söz vermiş ama sözün de
durmamış. Halbuki yukarıda da bahsettiğimiz gibi özür hali hariç verilen sözde
durmak vacib olmakla birlikte durmamak münafıklık alametlerindendir.
ikincisi, bacımız sözünde durmamaya saçma bir özür göstererek onu uydurmaya
çalışmış yani anlayacağınız hatayı başka bir hatayla tedavi etmeye çalışmıştır.
Şairin dediği gibi:
Bir hastalığa bir başkasıyla şifa istersen
Seni hasta edeni şifa verenle öldür
Bacımıza yakışan, eksiği ortaya çıksa bile hakikati söylemesi idi. Hem burada
arkadaşına nazikçe yumuşakça yalan söyleyecek yerde nazikçe mubah olan üstü
kapalı sözleri tercih etmemiz uygundur. Üstü kapalı sözler sarfetmek yalandan
başka bir şeydir, sözü selefi salihinden nakledilmiştir.
Hz. Ömer der ki: "Kişiye yalan yerine üstü kapalı sözler yeter"450. Bu söz İbni
Abbas ve başkalarındanda rivayet edilir. Tabii ki bu sözden ihtiyaç duyulduğu
zamanı kastetmişlerdir. Yoksa ihtiyaç ve zaruret olmadan açık ve gizli hiçbir
surette yalana baş vurmak caiz değildir, ama üstü kapalı olarak söylemek, tabii
ki biraz daha ehvendir.
Üstü kapalı yalana örnek: Tabiinin meşhur aydın alimlerinden Mutarrif bin
Abdillah, Emevilerin tanınmış Valisi Ziyad İbni Ubeyh'in yanına ziyaret için
girince vali, ziyaretinde niçin geciktiğini sormuş, o da, cevaben: "Emirimizden
ayrıldığımdan beri Allah kaldırmasaydı bir tarafımı kaldıracak değil idim" dedi.
Tabii Vali bu sözden Mutarrifin hasta olduğunu ifade ettiğini anladıysa da
esasen sağlam insan dahi Allah kaldırmadan sırtını yerden kaldıramaz, işte
Mutarrif de zaten bunu kasdetmişti.
Bacımızın yaptığı gibi üstü kapalı cevap vermek mümkün değilse ya da o an
hatırlayamamışsa açıkça yalan söylemek caizmi?
Tabiki bu sorunun cevabı, iki arkadaşın birbirlerine bağlılık derecesine
dayanır. Acaba olay olduğu gibi anlatılsa bu arkadaşlığın yok olmasından ya da
zayıflamasından korkulur mu? Eğer böyle bir neticeden korkulur. Bu neticeyi
bastırmak için arkadaşın gönlü de böyle bir mazeret ileri sürmekle ancak rahat
ediyorsa o zaman bu meselede zaruret babından olur ki, yeteri kadar taviz
verilebilir. Tabi bu arada meseleyi ihtiyaç olduğu zaman da, olmadığı zaman da
rahatlıkla yalan söyliyerek, adet haline getirmemesi lazımdır.
Yalanın bu bölümünde, biraz titiz davranmamız onun haramiyetinin, alış verişte,
muamelatta şahitlik ve benzeri çok önemli yerlerde söylenen yalanlarla, aynı
anlam ve derecede olduğunu göstermez. Çünkü yalanın mertebeleri çoktur. Netice
olarak küçük haramlardan olan yalanlar vardır,
Büyük haramlardan olan yalanlarda vardır. Örneğin Peygamber (sav)'in kebair
günahların en büyüklerinden saydığı, Kur'an ve sünnetin Allah Teala'ya şirkle
bir arada zikrettiği yalan yere şahitlik yapmak, gene aynı şekilde
ticaretçilerin ticaretlerine biraz daha işlerlik kazandırmak için yalan yere
yemin etmeleri bu bölümlerdendir. Zira Peygamber (sav) bir hadisinde: "Kıyamet
gününde Allah Teala üç kişiyle ne konuşacak, ne de rahmet nazarıyla bakacak,
verdiği hediyesi sebebiyle başa kakana, yalan yere yemin ederek ticaretine
işlerlik kazandırana, kibir ve böbürlenmek için elbisesinin paçasını yerden
süpürtene" 451.
Yine yukarıdaki yalanın bir başka çeşidi arkasında aldatma ve saptırma olduğu
için devlet başkanları ve belediye başkanlarının yalan söylemeleri konuyla
ilgili sahih bir hadiste: "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah kendilerine
rahmet nazarıyla bakmayacağı gibi onları günahlardan da temizlemiyecek ve onlar
için çok çetin bir azab vardır: Zina eden ihtiyar, yalancı devlet reisi, ve
kibirli fakir."
Asrımızda haber muhabirleri ve gazetecilerin dikkat çekmek ve traflarını
arttırmak için yalan söylemeleride kebair günahlardandır.
Mütevatir bir hadiste de açıklandığı üzere yalanlar her çeşidinin en kötüsü
Allah ve Resulüne yalandan bir şey nisbet etmektir: "Kim kasıtlı olarak bana
yalandan bir şey nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın."
452
Nisan Bir Aldatması
Soru
Telefon çaldı, çıktım arkadaşlarımdan biriydi. Bana çok üzücü haberler verdi.
Üzüldüğümü gören çocuklarıma, bana verilen haberleri aktardım onlarda üzüldüler.
Tabi aradan az bir zaman geçti biraz önce telefon eden arkadaşım, bu defa az
önceki haberin asılsız olduğunu nisan bir amacıyla şaka yaptığını belirtti. Ben
de böyle şeyler haramdır, caiz değildir dedim. Arkadaşım cevaben, kendisinin
Nisan bir münasebetiyle herkesin yaptığı gibi sadece şaka yapmak istediğini
belirtti.
Böyle asılsız haberlerle amaç şaka dahi olsa başkalarını taklit ederek insanları
üzmek, tedirgin etmek hakkında sizin görüşünüz nedir? Şeriatta bu tür şakalara
yer var mıdır? 453
Cevap
Yalan kötü bir huy, şeriatın imana sınır olarak gördüğü en büyük kötülüklerden
biri ve münafıklık alametlerindendir. Geçmiş fetvalarda zikrettiğimiz belirli
yerlerin dışında şeriat yalan söylemeye izin vermemiştir. İzin verilen
hususlarda da şaka vari yalan söylemek diye bir şeyde yoktur.
Değil üzmek, aksine insanları güldürmek için bile yalan söylemeyi Peygamberimiz
(sav) tehlikeli sayarak, şöyle buyurmuştur. "İnsanları güldürmek için yalan
haber verenlere birşeyler uydurarak anlatanlara yazıklar olsun, yazıklar olsun
yazıklar olsun” 454.
Başka bir hadislerinde: "Kişi doğruda olsa cedeli (tartışmayı) ve şaka ederken
yalanı bırakmadıkça gerçek mümin olamaz"455. Sonra ister ciddi olsun ister
şakayla olsun Peygamberimizin mü'min kardeşini tedirgin etmekten korkutmaktan
sakındıran çok hadisi vardır.
Ebu Davud senediyle Abdurrahman bin Ebu Leyla'dan rivayet etmiştir. O da şöyle
der: "Muhammed (sav)'in ashabı bize anlattı. Onlar Peygamber (sav)'le birlikte
geceleyin gidiyorlardı, içlerinden biri kalktı, peşinden de birkaç sahabi
yürüyerek elinden ipi çekip aldı. Bunun üzerine adam çok korktu. Olayı gören
Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Hiç bir müslümanı, müslümanın korkutması helal
değildir."
Beşir'in oğlu Numan (Allah her ikisinden de razı olsun)'dan rivayet edilmiştir.
O der ki: "Bir seferde geceleyin Resulullah'la beraberdik, adamın birisini
hayvanı üzerinde uyuklama tutmuştu. Bir başkası da uyuklama tutan adamın ok
kubrundan bir ok çekiverdi. Tabi adam birden uyanıverdi ve korktu bunun üzerine
Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Hiçbir mümine, mümini kortukmak helal
değildir"456.
Abdullah İbni Saib, İbni Yezid'den, o da babasından, o da dedesinden (Allah
onlardan razı olsun) rivayet etmiştir, o da Resulullah (sav)'in şöyle
buyurduğunu işitmiştir: "Ciddi olsun şaka olsun, hiçbiriniz kardeşinin eşyasını
almasın"457.
Peygamber (sav), sana güvenen, kulağıyla, kalbiyle seni dinleyen bir kardeşine
yalan söylemeni hıyanetlerin en büyüklerinden saymıştır. Bu itibarla şöyle
buyurmuştur: "Sana güvenerek ve inanarak seni dinlediği halde ona yalan söylemen
ne büyük hıyanettir"458.
Bilhassa bu şekliyle ve bu münasebetle düşündüğümüz zaman hadislerin ışığında
yalanın bu şeklinin 4 yönden haram olduğunu görürüz.
Birincisi: Kuran ve sünnetle yalanın haramiyeti sabittir.
İkincisi: Bu olay hiç gerek yokken hem adamın kendisini hem de ailesini, belli
bir zaman tedirgin etmek ve korkutmak gibi şeriatın cevaz vermediği bir hareketi
de beraberinde getirmektedir.
Üçüncüsü: Sana güvenerek inanan bir insana yalan söyleyerek ona hiyanet
ediyorsun.
Dördüncüsü: Bizden yeşermeyen, çevremizde doğmayan alçak adetleri batıl
taklitleri çevremizde yaygın hale getirmek gibi bir sakıncası vardır. Tabiatıyla
bu işte, gayri müslimlerin basit ve alçak adetlerini yayarak onlara benzemekten
ibarettir.
Bugünün (Nisan bir) içerisinde söylenen bu tür yalanlar çoğunlukla topluma zarar
verecek başka türlü davranışlara da yol açmaktadır.
Özetle söyleyebiliriz ki, yalan söylemek her gün için haramdır. Ama saydığımız
hususlardan dolayı bilhassa bugünde haramlık derecesi daha da artmaktadır.
Dolayısıyla bu yalanın işlerlik kazanmasına yardımcı olmak hiç bir müslümana
yakışmaz.
Allah muvaffak etsin. 459
12. BÖLÜM
YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA
Yabancı Ülkelerden İthal Edilen Etler Ve Kesilmiş Tavuklar
Soru
Dışarıdan ithal edilen muhafaza edilmiş etler ve tavukları yemenin hükmü nedir?
460
Cevap
Şüphesiz dışarıdan ithal edilen muhafaza edilmiş etler ve tavuklar çeşitlidir.
Bunlardan bir kısmı Ehli Kitap yanından gelir, onların yiyeceklerini ve
kestiklerini Kur'an mubah kılmıştır. Allahu Teala buyuruyor:
"Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara
helaldir. " 461
Ancak müslümanlardan bir kısmı kesilme şeklinin bilinmesini ve kesilen üzerine
Allah'ın isminin zikredilmesini şart koşuyorlar. Diğer kısım ise bu hususu
kolaylaştırıyorlar. Delilleri şudur: "Bazı kimseler Resulullah (sav)'a sordular:
"Bir kavim bize etle geliyor, biz ise onların etler üzerine besmele çekip
çekmediklerini bilmiyoruz." Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu. "Et üzerine
Allah'ın ismini zikredin ve yiyin."
Bazı alimler buradan bir kaide çıkarmışlardır. "Hakkında bilgi sahibi olmamızın
mümkün olmadığı şeyleri sormamalıyız. Ne zaman ki yemeğin Ehli Kitabdan olduğunu
bilirsek onu yeriz ve yeme anında da besmele çekeriz, bu bize yeter."
Lakin, komünistlerin yanından gelenler ise başka bir durum arzeder. İşte burada
boğazlamak için şartlar vardır. Bu şartlardan bazısı boğazlama mahallinde,
bazısı boğazlama aletinde, bazısı da boğazlıyanın kendisiyle alakalıdır. Öyleyse
her kesicinin boğazladığı helal değildir. Şeriat ancak müslüman ve kitabi
kesicilere izin vermiştir. Bazıları kendilerine kitap verilmiş fakat kitabı
terketmişlerdir, örneğin Mecusiler gibi. Şüphesiz ki cumhurufukaha Mecusilerin
boğazladıklarını caiz görmemektedir. Onlar hakkında Resulullah'tan hadis
gelmiştir. "Ehli Kitab'a uyguladıklarınızı onlara da uygulayın fakat
kadınlarıyla nikahlanmayın ve kestiklerini yemeyin." Hadisin son kısmı
"Kadınlarıyla nikahlanmayın ve kestiklerini yemeyin" zayıf senedle gelmiştir.
Bunu Ebu Sevr, İbn Hazm ve başkaları almamışlardır. Müslümanın Ehli Kitabilerin
kestiklerini yemelerine izin vermişlerdir. Kitabı olup olmadığı şüpheli
olanların hükmü ise Mecusi gibidir.
Bizim kanaatimiz de bu kimselerin kestiklerini yemenin caiz olmadığı yönündedir.
Elbette kesicide müslüman olması ya da semavi bir kitaba inanması şartı
aranmaktadır. Bu boğazlama Allah Teala'nın yarattığı nefsin yok olmasıdır, Allah
tarafından,ancak Allah'a iman edenlere, vahye inananlara ve ahirete inananlara
izin verilmiştir. İşte bunlarda müslüman ve kitabilerdir.
Allah'ı ve gönderdiklerini inkar eden Allah'ı hakim olarak tanımayan kimse için
Allah canlıların ruhunu silmek, canlı varlıkları ve mahlukları kesme hakkını
vermemiştir. Ona bu hak yoktur ve ona böyle bir izin de yoktur.
Bu nedenle Müslüman kestiği zaman "Bismillah Allahuekber" der.
Yani ben Allah'dan izin verilmiş olarak bu canı alıp boğazlıyorum. Bu canı
almaya yanımda ilahımın ruhsatı vardır. Bu canlı varlığı Allah'ın ismiyle
öldürüyorum. Allah'ı kabul etmeyen kişiye ise canlıyı boğazlama izni nasıl
verilebilir? Ona bu hak nasıl bağışlanır ve bu ruhsat ona nasıl verilebilir?
Allah kesinlikle bu hakkı ona vermedi.
Allah'a ve Resulü'ne iman etmeyen, hiç bir semavi dine inanmayan, Allah'ın
indirdiği hiç bir kitaba iman etmeyen ve Allah'ın hiç bir peygamberine iman
etmeyen, sapık ve mürtedlerin ki komünistlik te bunun gibidir, icmaen kestikleri
helal değildir.
İşte bundan dolayıdır ki, komünistlerden gelen etler ve tavukların yenmesi
müslümanlar için caiz değildir. Çünkü bunları, Allah Teala'yı inkar eden bir
topluluk boğazlamıştır.
Müslümanlar veya Hıristiyanlar için asıl olan şudur ki, şüphesiz bu toplum Allah
ve Allah'ın dinine harp için kurulmuş bir toplumdur, milletler için örtülü,
faydasız, boş fikirlere itibar üzere kurulmuş bir toplumdur.
Bütün din sahipleri ve özellikle müslümanlar için onların boğazladıklarını
onlara geri çevirmeleri ve şöyle demeleri gerekir; canlı varlıkları ve nefisleri
öldürmek ve kesmek sizin hakkınız değildir. Kesinlikle Allah size bu hakkı
vermedi.
Fetva budur ve benim kalbim de bununla tatmin oluyor.
Müslüman satıcı ve tüccarlar için bu çeşit tavuk ve etleri dışardan ithal etmek
caiz değildir aynı zamanda tüketiciler içinde almak caiz değildir. Müslümanlar
için bu etler ve tavuklardan faydalanmak ve tüketmek caiz değildir.
462
İçkinin Haramlığı Dinin Kesin Emirlerindendir
Soru
Kuveyt gazetelerinden birinde bir yazarın makalesini okudum, Kuveyt hükümeti ve
parlemantosu için övünç kaynağı saydığımız içkinin haram kılındığı kanuna
saldırıyordu. Yazar diyordu ki: "Allah'u Teala kitabında içkiyi nehyetmiş fakat
haram kılmamıştır." Yanımda bulunanlardan biri de bu sözü savundu. Benden
Kuran'da içki haramdır diye açık bir ayet istedi. O anda ayetleri
hatırlıyamadım, ancak içkiyi taşıyanı, yapanı, içeni lanetliyen bazı hadislerden
anlattım. Arkadaşım dedi ki: "Ben Kuran'dan delil istiyorum hadisden değil."
Kuranın içkiyi haram kılmadığı doğru mudur? Böyle sanan kimsenin hükmü nedir?
463
Cevap
Buna benzeyen bir konu hakkında daha önceki bir cevabımda şöyle demiştim:
"Elbette kesin emirler en büyük fitnedir ve yine üzerinde icma olan emirlerde
ihtilaf çıkarmak büyük fitnelerdendir. Nesiller boyunca İslam ümmetinin üzerinde
icma etmesi içkinin haramlığını açık bir şekilde doğrulamaktadır. İslam dininde
zarureti diniyyeden olmuştur. Nasıl ki namaz ve zekatın farziyetinde, faiz ve
zinanın haram oluşunda tartışma ve delile ihtiyaç yoksa, içkinin haram oluşu
hususunda da tartışma ve delile ihtiyaç yoktur. Dinden olan her şeyi hatta temel
konuları ve zarureti diniyyeden olanları söz ve çekişmeyle laf pazarı haline
çevirmek isteyen yıkıcıları bilgisiz saymamız da aslında tehlikedir.
İslam uleması, dinin asli hükümlerinden birini inkar eden kişinin kafir olacağı
ve din dairesinden çıkacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu kişinin İslam
yurdundan uzak bir beldede yaşıyor olması da mazeret değildir. Böyle insanlardan
tevbe etmesi ve sapıklıktan vaz geçmesi istenir, aksi takdirde ona mürted
(dinden dönmüş) muamelesi yapılır.
Hal böyle iken İslami bir yörede yaşayan kimse, İslam'ın hükümlerini,
delillerini ve doğrularını öğrenebilme imkanına da sahipken bu tip fikirler
ileri sürecek olursa o da tabiatıyla mürted kabul edilecektir.
İçkinin haramlığı meselesi ve bunu kabul etmenin dinin temel ilkelerinden
olduğu, aslında çok açık olmakla beraber, yine de bazı şeyler söyleyelim;
İçkinin haramlığı, bir çok yönden sabittir.
Birincisi: Kur'an-ı Kerim'den. Allah (cc) buyuruyor:
"Ey iman edenler, içki kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak
şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bun(lar)dan kaçının ki muradınıza
eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi
Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil
mi?" 464
Bu iki ayette bir çok yönden içkinin haramlığını tekit vardır.
1) Fal okları ve dikili taşlar birbirinin benzeridir. Allah fal okları için
(sizin için fisıktır) demiştir. İbn. Abbas (r.a.) dedi ki:"İçki haram kılınınca
Resulullah'ın ashabından bazısı bazısını ziyarete gitti ve dediler ki; içki
haram kılındı ve şirke denk tutuldu"465. Şüphesiz içkiyi de putlarla denk kabul
ettiler. Ahmed bin Hanbel rivayetinde de şöyle bir hadis gelmiştir. "İçkiye
devam eder halde ölen kimseyi Allah puta ibadet eden kişiyi karşılar gibi
karşılar."
2) Kuran'ın haber verdiğine göre, bütün bunlar (pisliktir). Bu lafın Kur'an'da
yalnızca putlar ve domuz eti için kullanılmıştır. Bu da şiddetli nefret ve
yasağa delalet etmektedir.
3) Bununla da yetinmeyip onu (şeytan ameli) saydı şeytan ameli de şüphesiz
şerdir, çirkindir, hak olmayan iştir. Allah Teala buyurdu:
"Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki O, kötülüğü ve gayri meşruluğu
emreder." 466
4) Ardından şöyle buyuruyor."Ondan kaçının umulur ki kurtuluşa erersiniz."
Sakındırma emri öyle bir ifadedirki, Kur'an onu putlardan men etmede
kullanmıştır ve Allah şöyle buyurmuştur:
"O halde murdardan, putlardan kaçının, yalan sözlerden çekinin."
467
"Allah'a kulluk edin putlara tapmakten kaçının." 468
"Tağuttan ona tapmaktan kaçınanlar." 469
Bu "ifadeyi büyük günahların terkinde de kullanmıştır. Allah (c.c.)'ın şu
sözünde olduğu gibi:
"Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız sizin (öbür)
kabahatlarınızı örteriz." 470
"O güzel hareket edenler ufak, ufak suçları) hariç olmak üzere, günahın
büyüklerinden ve fuhuşlardan kaçınanlardır" 471
5) Ayrıca kurtuluş sakınma-üzerine terettüb etmiştir. "Umulur ki kurtuluşa
erersiniz"472 Bu ayet delalet ediyorki, bu sakınma güçlü bir farzdır. Böylece
kurtuluş sebeblerinin meydana getirilmesi lüzumlu bir vecibedir.
6) Sonra ayet; içki ve kumarın namazdan alıkoyma, Allah'ı anmadan alıkoyma,
maddi ve manevi bağları kesme gibi dini ve içtimai bazı zararlarını açıklamak
suretiyle sakındırma emrinin sebebini bildirmiş oluyor. Ayet, Allah'ın şu
sözüyle sona erdi. "Artık vazgeçtiniz değil mi." Müminler bu kavli işitir
işitmez dediler ki:
"Ey Rabbimiz vazgeçtik, Ey Rabbimiz vaz geçtik."
Gördüğümüz gibi bu iki ayet, çok açık olarak içkinin yasak olduğuna ve
haramlığına delil olmaktadır. Bu hususta münakaşa edenler dil ve şeriatteki
cehaletlerinden dolayı konuşuyorlar.
Onlar şöyle sanıyorlar, şüphesiz ki haram kılma ancak "haram kıldı", "haram
kılıyor" kelimelerinden elde edilir. Bu ise köklü bir cahilliktir. Çünkü harama
Alimlerin icmasıyla bir çok kelime delalet eder. Örneğin yapıcısını lanetleyen
veya şeytana benzeten veya bir şeyin pislik olduğunu haber veren kelimeler
harama delalet eder.
Dikkat edilirse bu itirazcıların sözleri hırsızlık, öldürme, zina veya faiz
yemek, yetim malını yemek gibi konularda değildir. Onlar haramlığı kat'i olan
böyle konularda itiraz etmiyorlar. Fakat buna rağmen Kur'an'daki "Lafzen Haram"
olan hükümleri reddetmiş oluyorlar.
Biz bu kibirlilere diyoruz ki; Kuran-ı Kerim içkinin haramlığına lafzen
delildir. Bu hususta Allah'u Teala, Araf suresinde şöyle buyuruyor.
"De ki, Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber
(her türlü) günahı, haksız isyanı haram kılmıştır." İsm (günah) ayetten delille
haramdır, sonra Allah'u Teala Bakara suresinde buyuruyor ki: "Sana içkiyi ve
kumarı sorarlar. De ki:
"Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faideler vardır. Günahları ise
faidelerinden daha büyüktür." Günah haram olduğuna göre içkide de büyük günah
olmasıyla Kuran'dan nasla hiç şüphesiz içki haramdır.
İkincisi: Sünnetten!
Buhari ve Müslim'in İbn Ömer'den rivayetinde, Resulullah (sav) buyurmuştur ki:
"Her sarhoşluk veren içkidir ve her sarhoşluk veren de haramdır."
Yine Buhari ve Müslim'in, Ebu Hureyre'den rivayetinde Resulullah (sav), şöyle
buyuruyor: "İçki içen mümin olarak içmez."
İmam Ahmed'in, İbn Abbas'dan nakledilen sahih rivayetinde Resulullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Bana Cibril geldi ve dedi ki, "Ya Muhammed, Allah Teala, şaraba,
şarabı sıkana, şarabı sıktırana, içene, taşıyana, taşıyana yardım edene, satana,
satın alana, içene verene, içki satılan ve dağıtılan yerlere lanet eyledi." Bu
hususta daha bir çok hadis bulunmaktadır.
Kim ki sünnetten delil çıkarılmaz diye yanlış bir kanıya kapılırsa, Kur'an onun
kendisini yalanlar. Resulullah Kuran'ın açıklayıcı ve şerh edicisidir. Allah
Teala buyuruyor:
"Biz sana Kuran-ı indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça
anlatasın." 473
Şayet insanlar Kur'an'la iktifa ederek sünneti red ederlerse namazı, zekatı ve
haccı bilemezler. Çünkü bunların hepsi Kuran'da kapalı olarak gelmiştir ve
onları sünnet açıklamıştır.
Bir adam Tabiinden olan Mutraf b. Abdullah'a dedi ki:
"Bize yalnızca Kur'an'dan bahset. Mutraf da ona: "Vallahi Kuran'ı tam olarak
isteyemeyiz, fakat Kuran'ı bizden çok daha iyi bilen Resulüllah'tan
isteyebiliriz."
Bundan dolayı Kuran, Resulullah'a itaati ve ona teslim olmayı emretmiştir.
Allah'a itaat emrine yaklaşmak için Allah: "Kim Resule itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur" 474 buyuruyor.
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" 475
"Resulullah size neyi verirse onu alın sizi neden neyh ederse ondan sakının"
476
"Şayet bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygambere döndürün, eğer
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" 477
Üçüncüsü: İcmadır.
İslam alimleri bütün asırlarda içkinin haram olduğunda birleşmişlerdir, icma
etmişlerdir. Öyle ki münakaşasız, şüphe olmayan kesin bir icma ile, hatta bu
husus zarureti diniyyeden olmuştur.
Dördüncüsü: Şeriatın genel kaideleridir:
Şayet bu meselede nas ve icma olmasaydı, Umumi şer'i kaideler ve külli
prensipler içkinin haramlığına delalette kafi olurdu.
İslam'da haram pisliğe ve zarara tabidir, şayet bir şeyde husisi nas yoksa, yine
de o şeyin ferde veya topluma zararı varsa o haramdır.
Kişinin dininde, bedeninde, aklında, ruhunda ve malında içkinin meydana getirmiş
olduğu zararlarda şüphe yoktur. İçkinin aile hayatı ve ilişkilerindeki
zararlarında da şüphe yoktur.
Biz görüyoruz ki, sarhoşlar hanımları ve çocuklarına karşı mesuliyetlerini
yerine getiremiyorlar, gözetimlerini, terbiyelerini ihmal ediyorlar. Halbuki
nafakaları onların üzerinedir, onlara bakmakla yükümlüdürler. Kim bunları inkar
edebilir. Hepsi de toplumun zararınadır ve hepsi rahatsızlığın yayılmasıdır,
ahlakın bozulmasıdır, evlerin harab olmasıdır, malların zayi olmasıdır ve
hastalıkların yayılmasıdır. Bu ise sonuçta toplumu umumi çözülmeye ve bozulmaya
götürür. Hangi insan aklını ve dinini noksanlaştıran böyle bir şeyi mubah (caiz)
görebilir? Bu apaçık bir fesattır, içki kötülüklerin anası ve şerlerin
anahtarıdır. Beni hayrette bırakan; böyle bir kötülüğü mübahlaştırmak için İslam
şeriatının alet edilmeye çalışılmasıdır. 478
Bîra Îçmek
Soru
İslam'da bira içmenin hükmü nedir? Bira haram olduğu halde niçin kahvelerde,
soğutucularda açıktan açığa satılmaktadır? Şu anda satılan biraların üzerinde
alkolsüzdür diye yazılmış. Konuyla ilgili araştırmaların neticesinde birada %
3.5 oranında alkol olduğu ortaya konulmuştur. 479
Cevap
Kendisine bira ismi verilen içeceklere gelince bana ve fetva ehline göre her
içeceğin ilk elementlerine kadar tahlil etmek ve içerisinde neler olduğunu
bilmek o kadar önemli değildir.
Burada şunu söyleyebilirim: İçkiyle mücadele eden bütün devletler, birayı da
yasaklanması gereken zararlılar arasına almışlardır.
Ne olursa olsun her halükarda şer'i kaide şudur: Her sarhoşluk veren içkidir ve
her içkide haramdır. Sarhoşluk verenin çoğuda azı da haramdır.
Üzerinde ittifak edilmiş hadisi şerifte Ebu Musa: "Ya Resulullah! Yemen'de
yaptığımız iki içecek hakkında bize cevab ver. Birincisi Bit'u dur baldan
nebizdir mayalanıncaya kadar bekletilir, ikincisi el Mizr'dir. Darı ve arpadan
yapılır, mayalanıncaya kadar bekletilir. Ebu Musa dedi ki, Resulullah az sözle
çok şey ifade ederek şöyle dedi. "Her sarhoşluk veren haramdır"
480.
Cabir (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Yemen'e bağlı bir mıntıka olan
Ceyşan'dan bir kişi, Peygamber (sav) Efendimize, kendi yörelerinde içtikleri
"mizr" denilen bir şarap hakkında soru sormuştu. Peygamber Efendimiz ona: "Bu
sarhoş edici midir?" diye sorduğunda O; "Evet" demişti. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz kedisine şöyle dedi: "Sarhoş edici her şey haramdır. Cenab-ı Allah'ın
sarhoş edici şeyleri içen kimselere sözü vardır ki; onlara habal çamurundan
içirecektir." Dediler ki; "Ey Allah'ın Resulü! Habal çamuru nedir?" Dedi ki:
"Cehennem ehlinin teridir veya cehennem ehlinin vücudlarından akan bir
sudur"481.
Haramiyeti sarhoşluk üzerine binaendir. Tahkik ehli ve araştırmacılar tarafından
belirtildiği gibi sarhoşlukta etkili madde "alkoldür."
Birada alkol olmadığı sabit olduğu zaman, müslümanın kalbi onun içilmesinde
sakınca yoktur, diye kanaat getirir. Fakat birada alkolden bir miktar olsa,
azıcıkta olsa, çoğu sarhoş etmesinden dolayı bira da haramdır.
Şayet bu hususta bir kimse şüphe ederse, şüphe duyduğu ve duymadığı yönleri bir
araya getirsin. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa o dinini ve ırzını korumuş olur.
Kim şüpheli işlere düşerse o harama düşer. Bu; başkasının bahçesi etrafında
hayvanlarını otlatan çoban misalindeki gibidir. Hayvanlar heran, o bahçeye
girebilirler.
Bu tür içeceklerin üzerinde içki yazmaması müslümanlan aldatmamalıdır. Çok kere
ambalajlar aldatıcı olabilir.
Ebu Malik el-Ensari'den rivayet edildiğine göre o, Peygamber (sav)'in şöyle
buyurduğunu nakletmektedir: "Ümmetimden bazı kimseler içkiyi içerler ve ona
adından başka ad takarlar"482.
Sahabelerden birinden Peygamber (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu Nesai
rivayet etmiştir. "Ümmetimden bazı kimseler içkiyi içerler ve ona adından başka
bir ad takarlar."
Soruyu soran kardeşimize son olarak şunları söylemek isterim; Çarşılarımızda
satılan pek çok meyva suları ve asitli meşrubatlarda aslında biradan pek farklı
değillerdir.
Tertemiz, çeşit çeşit helal gıdaları, Allah (cc) fazlı keremi ile bize vermişken
bu şüphelilere bulaşmanın anlamı yoktur. 483
İçkide Faydalar Var Mıdır? Varsa Nedir?
Soru
Allah azze ve celle "İçkide faydalar vardır" diye zikretti. Öyleyse o faydalar
nedir? Zararları nedir? Ve içki ne zaman haram kılındı? 484
Cevap
Allah'u Teala şöyle buyuruyor:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki, onlarda hem büyük günah hemde insanlar
için ufak tefek bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha
büyüktür" 485
Öyleyse içkide Kur'an nassıyla belirtilen; büyük günah ve bazı faydalar vardır.
İçkideki faydalardan kasıt üretim ve ticaret yönünden iktisadi faydalardır.
Bazı beldelerde bira üreticilerine satmak için üzüm ekiyorlar ve onun sırtından
milyonlar kazanıyorlar.
Bu faydalar öyle faydalardır ki, bugün bir çok insanı içki ticaretine
kaydırmaktadır bu faydalarla turistleri çektiklerini ve turistlere dayanarak zor
işleri halledeceklerini sanıyorlar, bu önemli bir şeydir.
Fakat Hanif İslam şeriatı, bu faydaları iptal etti. İçkideki fert, aile ve
toplum üzerindeki çok korkunç zararlar ve büyük günah karşısında, böylesine
küçük faydalara önem vermedi.
İçkinin fert üzerindeki büyük zararları bedenen, aklen ve nefsendir.
Doktorlardan bir çoğuda bu durumu yazmışlardır. İnsanın aklını silip götüren
kendini abuk sabuk konuşturan, yanlışlıklara daldıran şeyi kendi isteği ile
yapması hakikaten hayret vericidir. Şişenin kölesi ve esiri oluyor, onu devamlı
içiyor. Eski bir şairin dediği gibi:
"Öldüğüm zaman beni üzüm bağının yanına gömün ki
Ölümümden sonra kökleriyle kemiklerimi sulasın."
İçki şahsın sıhhatini tedricen siler taki vücudu bir çok hastalıklarla dolar.
İçkiye olan bu bağımlılık ruhsal, sinirsel yönden bir hastalıktır ve aile
üzerinde içkinin tehlikesi yönüyle de bir hastalıktır yani bir derttir. Böylece
sarhoş, eşini ve çocuklarını onlar yardıma muhtaç oldukları halde terkediyor ve
çok pis, zararlı olan, sarhoş edici içecekleri parasıyla satın alıyor sonunda bu
durum, erkeği ailesinden uzaklaştırıyor, dışa atıyor.
İçki, dünya ve ahiretine fayda verecek işler yapmasına, akrabalarını ve
arkadaşlarını ziyaretine, çocuklarını terbiyeyle şereflendirmesine ve ailesiyle
yakın ilişkilerde bulunmasına engel olarak, onu karanlık darlıklar ve yok oluş
içerisine atar. Böylece ümmet, değersiz sarhoşlardan oluşan bir toplum olur.
Savaş alanında sabit duramaz, düşman önünde sebat gösteremez. Ümmet, böyle bir
toplulukla güçlü olarak ayakta duramaz böyle ümmetin bayrağı da yükselmez.
Öyleyse içkinin fert, aile ve toplum üzerindeki zararları şüphe götürmeyen
zararlardır.
Bu ayeti kerimeden elde edilen kaide şudur: Zararı faydasından büyük olan her
şey haramdır.
İslam, tamamen faydalı olan veya faydası zararından çok olan şeyi meşru kılar ve
tamemen zararlı veya zararı faydasından çok olan şeyide haram kılar.
Ama içki ne zaman haram kılınmıştır, biz biliyoruz ki içki tedricen kademe
kademe haram kılınmıştır.
İçkinin durumu hakkında inen ilk ayet, Allah'u Teala'nın Bakara süresindeki,
"Ey Resulüm! Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." kelamıdır. Sonra Allah'u
Teala'nın Nisa süresindeki kavlidir, "Siz sarhoşken namaza yaklaşmayınız..."
Sonra Maide süresindeki kesin haram emri geldi.
"Ey iman edenler şarap, kumar oynamak, ibadet için dikilen putlar, fal okları;
hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki,
kurtulasınız. Muhakkak şeytan, şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin
düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık
vazgeçtiniz değilmi?" 486 ayeti kerimenin sonundaki, "Artık vaz geçtiniz
değilmi?" cümlesini duyduğu vakit Hz. Ömer, "Vaz geçtik Ya Rab" diye nida etti.
Maide suresinin içine aldığı bu ayet hakkında Kuran'ı Kerimin en son inen
ayetlerdendir dendi. Umulur ki bu ayeti kerime hicretin dokuzuncu senesinde veya
bu sıralarda inmiştir. Yani Medine döneminin sonlarında inmiştir.
487
Kuran, Hadis Ve Şeri Kaidelerin Işığında Sigaranın Hükmü
Soru
Ben, zati alinize sigara helal midir, haram mıdır diye sormak istiyorum. Soruma
aşağıdaki noktaları dikkate alarak cevap vermenizi rica ediyorum:
1- Helal ve haram adlı kitabınızda onun vücuda zararlı olduğunun isbatına
dayanarak haram olduğuna fetva verdiniz.
2- Televizyon programında bizlere sigaranın ya haram ya da tahrimen mekruh
olduğunu haber verdiniz.
3- Biritanya Tıp Fakültesi Tabibler Birliği'nin yayınladığı bir karar var;
Sigarayı söküp atın, yoksa ölüm sizlere daha erken gelecektir.
4- Din alimlerinin büyüklerinin sigara hakkında, haram, mekruh ve göz
yumulabilen dereceleri olduğuna fetva verdikleri haberi de bize ulaşıyor. Onlara
göre:
A) Sigara masraflarını karşılayacak güce sahip olmayan insanların sigara
içmeleri haramdır.
B) Bu masraflara maddi gücü olanlar için mekruhtur.
C) İçen adam hasta ise ve sigara içtiği zaman canı rahat ediyorsa buna da şeran
müsamaha edilir.
Biritanya Tıp Fakülteleri Tabibler Birliği'nin açıkladığı, sigara içmenin
zararlarınıda şöylece sıralayabiliriz:
1- Senede 27.500 Britanyalı, sigaradan ölmekte ve içenlerin yaşları, ortalama 34
ila 65 arasıda değişmektedir.
2- Biritanyada her sene seksen yaşlarındaki, yüzellibeşbin kişi, akciğer
kanserinden ölmektedir.
3- Akciğer kanserinden ölümlerinin %90'nını sigara içenler oluşturmaktadır .
4- Sigara içen insanların başlıca ölüm sebeplen şunlardır: Buronşit, midenin
çürümesi, akciğer kanseri, beyinsel atar damar hastalıkları, nefes darlığı,
boğaz kanseri; gırtlak enfeksiyonu. Sigara içen kadınların doğurduğu çocuklar
normal ağırlıktan düşük doğuyorlar, aynı zamanda hamile kadınların düşük yapma
ihtimali de çoğunluktadır.
Biritanya'da yayınlanan Lance adlı tıbbi ve saygın bir dergide açıklandığı gibi,
sigara bir hastalıktır, yoksa adet değildir. Veya ailenin çoğunu saran bir
beladır, ya da kişiyi zebunlaştıran bir adettir. Sigaradan dolayı hastalanarak
ölenlerin sayısı araba kazaları neticesinde ölenlerin sayılarından kat kat
fazladır ve bu dergide sigara kullanan bir doktor sigara kullanılmasını
önerirken kendisinin de sağlığından emin olmadığını ifade ediyor.
Bu anlattığım zararları da göz önünde bulundurursanız umarım Kuran ve hadise
dayanan kesin bir fetvaya ulaşırız da bu konu münakaşa konusu olmaktan çıkar.
Özellikle sigaranın zararları konusunda dünyaca tanımış ünlü tıp heyetleri
tarafından 150 ayrı karar çıkartılmıştır.
Benden size binlerce selam olsun Allah daima muvaffak kılsın.
Doktor. F.H. 488
Cevap
Hamd Allaha, salat ve selam onun elçisine, ailesine ve ashabına, ve onun
metodunu takip eden herkese olsun. Şimdi adına sigara denilen bu tanınmış bitki,
hicri onuncu asırda meydana çıkarılmış ve insanlar arasında kullanışı yayılmaya
başlamıştır. Tabii bu durum ulemaya da hadise hakkında şer'an araştırma görevini
yüklemiştir.
Hadisenin yeni olması, geçmiş fukahanın, müçtehidlerin veya mezhepte müçtehid
vb. alimlerin konuyla ilgili hükümlerinin bulunmaması, sigara ile ilgili yeterli
araştırmanın ve zararlarının ortaya net bir şekilde konulamamış olması konuyla
ilgili ilmi etüdlerin de ortaya konamaması, sigarının hükmü hakkında ihtilaf
edilmesine sebep olmuştu.
Kimisi haramdır demiş, kimisi mekruh olduğuna fetva vermiş, kimisi mubah
olduğunu savunmuş, kimisi tam bir hüküm belirtmeden açıklamaya gitmiş, kimisi de
hiçbir şey söylememiş, susmayı tercih etmiştir.
Dört mezhebe mensub olan alimlerdende haram, mekruh ve mubah olduğunu
söyleyenler vardır.
Bu nedenle yalnızca bir mezhebin görüşünü alarak; mubahtır, haramdır veya
mekruhtur diyemeyiz. Konuyla ilgili görüşleri ve delileri görelim:
489
Haramdır diyenlerin delilleri:
Sigaraya haramdır diyenler, şer'i birçok dayanak göstermişlerdir. Biz bu
ayrıntıları şöylece toplayabiliriz. 490
1- Sarhoş edicilik:
Fıkıhçılardan bazıları sigara için sarhoş edicidir, sarhoş edici olan her şey de
dinimizce haramdır, o halde sigarada haramdır, demişlerdir. Tabi buradaki sarhoş
edicilikten maksat, aklı tamamen içki gibi götürmek olmasa bile akıl üzerinde
etkili olmasıdır.
Bu fıkıhçılar bahsedilen sarhoşluğun ilk sigara içen kimsede çok açık
belirdiğini de ileri sürüyorlar.
Bir kısmı da; "Biliyorsunuz duman içen herkes nasıl olursa olsun mutlaka sarhoş
olur tabi buradaki sarhoşluktan maksat içen kişinin sigara olmadan canının rahat
etmemesidir. Yoksa içki gibi bedensel bir sarhoşluk değildir" demişlerdir.
Hatta bazı fıkıhçılar buna binaen sigara içen şahsın imameti bile sahih değildir
demişlerdir. 491
2- Gevşetmek ve hissizleştirmek:
Sigaranın haram olduğunu söyleyenler sigaranın sarhoş edici olduğu kabul
edilmese bile; içeni gevşettiği (rahatlattığı), hissizleştirdiği zayıflattığı
bir gerçektir, demişlerdir. Delil olarak da; Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un,
Ümmi Seleme (ra)'ten rivayet ettikleri, "Resulullah (sav)'ın her sarhoş edici ve
gevşetici den nehyetmiştir" hadisini ileri sürerler.
Bu fıkıhçılar hadisteki "mufettir" kelimesinden maksat sigara içenlerin içerken
gevşemeleridir ve bu hadis sigaranın haram oluşu hakkında sana yeterli delildir,
demişlerdir. 492
3- Zarar:
Burada iki çeşit zarardan bahsedilmektedir:
a) Bedensel zarar: Sigara gücü düşürür, yüz rengini sarılaştırır, şiddetli
öksürük getirir ki bu da verem hastalığına sebep olur. Fıkıh ulemasından
bazılarının şu görüşlerini burada aktarmak meselenin ciddiyyetine verdikleri
önemi ortaya koyacaktır: "Bir anda zarar verenle, zamanla zararlı olan arasında
haram olmaları bakımından bir fark yoktur. Çünkü, hemencecik zararlı olması veya
yavaş yavaş vermesi neticede aynıdır.Hatta ikincisinin tedavisi daha da zor
olmaktadır."
b) Mali zararı: Sigaraya verilen para, malı olur olmaz yere harcamaktan saçıp
savurmaktan ibarettir. Yani ne vücuda, ne ruha ne de dünya ve ahirette hiç bir
şeye faydası olmayan şeye para harcanıyor. Halbuki hem Resulullah (sav) bunu
yasaklamış hem de konuyla ilgili olarak Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Gereksiz yerde saçıp savurma! Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların
dostlarıdırlar şeytan ise rabbine karşı çok nankördür" 493.
Bir alim der ki, "Eğer bir şahıs sigarada hiç bir fayda yoktur dese şeran ona
haram olması gerekir. Kullanma yönüyle değil malını gereksiz yerde harcama
yönüyle haram olur. Çünkü malı denize atarak zayi etmekle, yakarak telef etmek,
ya da bir başka şekilde heder etmek arasında hiç bir fark yoktur."
Sigaranın haram oluşuna hüküm veren ve onu yasaklayan alimlerden bazıları
şunlardır: Şeyhu'l İslam Ahmed es-Senhuri, Şeyhu'l Maliki İbrahim el-Likani,
Mağrib alimlerinden Ebu'1-Gays el-Kaşşaş, Dımeşk alimlerinden Nemmeddin bin
Bedreddin, Yemen alimlerinden İbrahim bin Cem'an ve öğrencsii Ebubekir bin
el-Ehdel.
Ayrıca Haremeyn alimlerinden Muhakik Abdulmelik el-İsami ve öğrencisi Muhammed
bin Allame ve Seyyid Ömer el-Basri, Türk illerinden şeyhu'l Azam Muhammed. Bütün
bu alimler sigaranın haram olduğuna fetva vererek onun takdim edilmesini de
yasaklamışlardır. 494
Tahrimen mekruhtur diyenlerin dayanağı
Sigaranın mekruh olduğunu söyleyenler aşağıdaki açıklamalara dayanmışlardır.
a) Sigaranın zararlı olduğu açıktır. Az içilse bile zamanla bu alışkanlık
yaparak çoğalmaktadır.
b) Sigara malı eksiltir. İsraf, tebzir (saçıp savurma) ve malı ziyan etmek kadar
değilse bile yine de para kaybıdır. Çünkü sigaraya harcanan para sahibine ve tüm
insanlara faydası olan bir hayra yatırılabilirdi.
c) Koklayan herkesi rahatsız eden pis kokuya sahip olup, tüm insanların ortak
oldukları havayı kirleterek onlara eziyet etmektedir. Halbuki dinimizde böyle
olan herşey mekruhtur. Örneğin ağız kokusu yapan soğan, sarımsak, ve benzeri
helal yiyeceklerde olduğu gibi.
d) Toplumda faziletli ve olgun insanlara göre şahsiyeti düşürücü kabul edilmesi.
e) Gerektiği gibi ibadet etmeye engel olması
f) Sigaraya alışan şahsın bulamaması halinde can sıkıntısına uğraması ve gün
boyu onu düşünmesi.
g) Toplumda böyle şeyleri kullanmanın şahsiyete yakışmaması ve kullananların
toplumdaki insanlardan sıkılarak kullanması. Hanefi mezhebine mensub Şeyh Ebu
Sehl Muhammed İbnu'l Vaiz der ki, "Kafi deliller onun mekruh oluşunu, zanni
deliller de haram oluşunu göstermektedir. Ama hala onun mekruh olmadığına
direten varsa, olsa olsa hakka karşı çıkan inatçı ve kibirli insanlar olabilir.
Çünkü dinen kötü koku veren her şey mekruhtur örneğin soğan gibi hal böyle iken
bu pis dumanın mekruh olması daha akla uygundur. 495
Mubah olduğunu savunanların dayanakları
Sigaranın mubah olduğunu savunanlar ise, her şeyde asıl olan mübahlıktır
kuralını, delil gösteriyorlar. Haram olduğunu ileri sürenlerin delil
gösterdikleri sarhoş edicilik ve uyuşturuculuk vasıfları hakkında ise: böyle bir
şeyin iddiası doğru değildir çünkü sarhoşluk demek; azaların hareket etmesine
rağmen aklın gitmesi demektir. Uyuşturmak demek; azaların durmasıyla beraber
aklında gitmesi demektir ki, sigara içen kimse için bu iki hal de
sözkonusu değildir. Evet sigaraya alışmamış ilk içen kimse için bir anormallik
olsa da bu onun haram oluşunu gerektirmez diyorlar.
Onun israf olduğunu savunanlara da israfın sigaraya mahsus olmadığını
söylüyorlar. Bu görüş Allame Şeyh Abdulgani en-Nablusi'nin görüşüdür.
Hanbeli fıkhına ait "gayetulmuntfeha" adlı eseri şerh eden (açıklıyan) Şeyh
Mustafa es-Suyuti er-Ruhbani der ki:
"Dinin temel ve ayrıntılarına muttali olan her araştırmacı alim, nefsani
havasına kapılmadan, sigaranın yaygın olduğu bir zamandan sonra insanlar onu
tanıdıktan ve onlara zarar verdiğini ve sarhoş edici olduğunu ileri süren ve
onun haram olduğunu iddia edenlerin delillerinin batıl yersiz olduğu da ortaya
çıktıktan sonra, onun haram olup olmadığmdan sorulduğunda sadece onun mubah
olduğunu söyleyebilir. Çünkü hakkında haram olduğuna dair ayet ve hadis
bulunmayan şeylerde asıl olan onların haram olduğuna dair delil sabit oluncaya
kadar mubah ve helal olmalarıdır. İslam hukukçuları şer'i bir dayanak olmadan
akılla varılan hükümlerin batıl oldukları konusunda görüş birliğine
varmışlardır.
Tabi bu görüş onun devrindeki şartların ortaya koyduğu durumdan kaynaklanmıştır.
Biz biliyoruz ki günümüzde olduğu gibi sigaranın zararları açık ve net olarak
ortaya konsaydı o mutlaka görüşünü değiştirirdi. 496
Sigara hakkında açıklama ihtiyacı duyanların görüşleri
Sigaranın haram olabilmesi için açıklama gerektiğini söyleyen alimler ise şöyle
demişlerdir:
Bu bitki haddi zatında temizdir sarhoş edici ve pislik üreten bir şey değildir,
o halde aslına baktığımızda onun mubah olduğunu görürüz. Buna göre şer'i
hükümler şu şekilde ortaya çıkıyor:
Eğer içen şahısların ne aklında ne de vücudunda bir zarar olmuyorsa o şahsın
sigara içmesi caizdir.
Ama sigara kullanmaktan zarar gören kimse, sigara yerine bal da olsa zarar
veriyorsa o bile haram olacak idiyse, aynı şekilde sigara kullanması da
haramdır.
Tam tersine eğer sigara bir hastalığın yok olmasına sebepse onu kullanmak vacib
olur.
Tabi bu hükümler sonradan meydana gelecek şeylerdir, yoksa haddi zatında onun
mubah olduğu açıktır. 497
Asrımızda yaşayan alimlerimizin görüşleri
Geçmiş alimlerimizin konuyla ilgili görüşlerine gözlerimizi kapatıp asrımızda
yaşayan alimlerimizin görüşlerine baktığımız zaman sigara için konulacak hükümde
alimlerimizinde görüş farklılıkları içerisinde olduklarını görüyoruz. Onların
bir kısmının görüşü, örneğin Mısır'ın eski müftüsü Şeyh Mahluf Haseneyn
bunlardandır.
Geçmiş alimlerimizin görüşünü yansıtarak asıl olan mubah olmasıdır. Onun haram
ve mekruh olması daha sonraki eteklerden kaynaklanır mesela gerek malda gerek
canda veya her ikisinde az veya çok zarar meydana gelmesi ya da başkasının
hakkının zayi olması, örneğin sigaraya para harcıyarak çoluk çocuğunun ailesinin
veya geçindirmekle yükümlü olduğu herkesin hakkının zayi olması gibi sonradan
meydana gelecek etkenler sebebiyle duruma göre haram ya da mekruh olduğuna hüküm
verilebilir. Ama bu saydığımız etkenler ve bu etkenlerin şüpheleri söz konusu
olmadığı zaman sigara içmek helal olur, demiştir.
Diğer bir kısım ulemamız da sigaranın kesinlikle haram olduğuna hükmetmiş ve bu
konuda çeşitli kitapçıklar yazmışlardır. Necd ulemasının çoğu sigara için
haramdır demişlerdir. Bilhassa din aliminin meslekdaşından sigara alıp içmesi
olayına çok kızmışlardır. Nitekim zamanında Mearifi Suudiyye'nin Müdürü Katar
ulemasının büyüğü, Allame Şeyh Muhammed İbni Mani Gayetulmuntehi adlı kitaba
yazdığı haşiyesinin 2. cildi, 332. sahifesinde şöyle der: "Sigaranın mubah
olduğuna hüküm vermek saçmalamaktır. Bir defa görülen zararı, hissedilen
tehlikesi, çirkin kokusu sebebiyle ve olmadık yere harcanılacak paraya acınarak
ondan kaçmak lazımdır. Sakın ha ona mubahtır diyenlerin sözlerine aldırma, çünkü
Resulullah hariç herkesin sözüyle amel edilebilir de edilmeyebilir de."
Sigara hakkında belirtilen görüşlerin en dengelisi, getirilen delillerin en
doğrusu her halde Mısır'ın eski şeyhi büyük alim Mahmut Şaltut'un fetvaları
arasında zikrettiği şu cümlelerin içerisinde olacak:
"Sigaranın tütünü sarhoşluk getirmese bile, aklı bozmasa bile onun zarar veren
eserlerini içerde içmeyende hasta değilken bile hissetmektedir hem doktorlar
onun maddesini tahlil etmiş geçte olsa onda insan sağlığını tehdit eden ölüm
mikrobunu bulmuşlardır. O halde artık onun eziyet ve zarar aracı olduğuna şüphe
etmemek gerekir. Bir başkasına eziyet ya da zarar vermek ise İslam düşüncesinde
içinde bulunduğu şeyin mahsudu ve pis olmasını gerektirir.
Ya bununla birlikte bir de paraya muhtaçken ya da daha önemli yerlerde harcaması
gerekirken insanın sigaraya harcadığı paraları düşündüğümüz zaman? İşte bu
yönüne baktığımız zaman onun mahsurlu olduğunu ve mubah olmadığını gösteren bir
de mali yönü bulunduğunu göreceğiz."
İşte bütün bunlardan ve tütünün kötü eserlerinin varlığı konusunda edindiğimiz
güvenilir bilgilerden hareketle şeriatın sigaraya ne kadar kötü baktığı ve onu
istemediği kanaatına varıyoruz.
İslam'ın bir şeyin haram ya da mekruh olduğuna hükmetmesi illa ki o şey hakkında
özel bir nassın bulunmasını gerektirmez.
Çünkü şeriatın umumi prensiplerinin bilinmesi sigaranın hükmünün verilmesine
yeter. İşte bu illet ve prensipler sayesinde islam insanların yeni icad
ettikleri meselelerin haram ya da helal olduklarını rahatlıkla ortaya koyar.
Tabi bu hükme varabilmek için bir şeyin en çok özellik ve bırakacağı eserleri
bilmek gerekiyor, eğer bu eser ve özelliklerde zarar hakim ise o şey mahsurlu
olur ama yok eğer sırf fayda ya da çoğunluğu fayda olursa o şeyi yapmak mubah
olur. Fayda ile zarar tarafları eşitse onu tehlikeli görüp kaçınmak daha iyidir.
498
İhtilaflar arasında en iyi görüşün seçim ve tercihi
Bana öyle geliyor ki; sigaranın ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile beliren
hükmü ihtilaf daha çok sigarayı kullananların farklı durumlarından
kaynaklanmaktadır. Yoksa alimlerin meseleye bakışları paralellik arzediyor. Yani
demek istiyorum ki; akla yahut vücuda zararlı olan her şeyin alınmasının haram
olması konusunda alimler aynı görüştedirler ama aynı hükmün sigara konusunda
tatbik edilmesi konusunda ise ihtilafa düşmüşlerdir.
Örneğin kimi, sigara için kendine göre bir sürü fayda sayıyor, kimi faydaları
kadar aynı zamanda zararda sayıyor bir başkasıda hiç bir faydası yoktur derken
zararlı olduğunu da kabul etmiyor, işte bu şekilde çoğaltılabilir.
Buradan şunu anlıyoruz ki; şayet ulema bu maddede zarar olduğu konusunda kesin
bir karara varsaydı hiç çekinmeden onu haram kılarlardı.
Yalnız burada şunu belirtmek isteriz: Sigara ve benzeri içilen maddelerde
zararın olup olmamasını isbat etmek fıkıh ulemasının işi değil, aksine tıp ve
laboratuarcıların işidir. Bu maddede zarar var mı, yok mu onlar mesuldür. Çünkü
bu konuda alim ve bilirkişi onlardır.
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Onu bilir kişiye sor" 499
Bir başka ayetteki;
"O sana bilirkişi gibi haber veremez" 500
Tıp bilginleri ise bu konuda üzerlerine düşeni yaparak onun zararlarını, ciğer
ve solunum başta olmak üzere genel olarak belirtmek suretiyle yerine
getirmişlerdir. Son zamanlarda sigaranın sebep olduğu akciğer kanseri de onun
haram olduğunu haykırmaktadır.
Hem artık bugün sigaranın zararlarını bilmiyen kimse yok gibi. Kültürlü,
kültürsüz herkes onun zararlı olduğunu bilmektedir, bunun için uzman doktorun ya
da kimyevi tahlilcinin (laborant) isbatına neredeyse gerek yoktur.
Yukarıda ulemadan naklettiğimiz bir kuralı burada da zikretmek yerinde
olacaktır. Hemen olan bir zararla, zamanla olan zarar arasında bir fark yoktur,
her ikisi de haramı gerektirir. Bu yüzden kalbe hemen tesir edecek olan zehirle
geç tesir edecek olan zehirin eşit seviyede haram oldukları şüphesizdir.
Buna göre sigaranın haram ya da mubah olduğu konularında alimler arasındaki
ihtilafın kaynağı onun zararlı olup olmadığının bilinmemesidir.
Bazılarının çıkıp, efendim ayet hadis olmadan kafanıza göre bu gibi bitkileri
nasıl haram kılarsınız? sorusuna ise şöyle cevap veririz: Şari'i şöyle demiştir:
"Allah (cc)'in, her haram için ayrı ayrı hüküm belirtmesi gerekmez, gerekli olan
bir çok ferdi meseleyi ve cüzi hükümleri içerisine alacak şekilde genel kurallar
belirtmesidir."
Kuralları saymak mümkündür ama bu kurallar için her cüzi meseleyi belirtmek
mümkün değildir.
Şari'in, zarar veren ve pis olan her şey haramdır demesi, pis ve zararlı olan
yiyecek ve içeceklerin her çeşidinin haram mefhumu altına girmesi için yeterli
bir kuraldır. İşte bu kurala dayanarak haşhaş ve benzeri uyuşturucu maddelerinin
haram olduğuna, ayet ve hadis bulunmamasına rağmen, alimler icma etmişlerdir.
Bakın, Zahiri mezhebine mensub İmam Ebu Muhammed İbn Hazm'ın, ayet ve hadislerin
zahirleriyle delil getirdiğini görüyoruz, ama buna rağmen ayet ve hadislerin
geneline bakarak, yenildiği taktirde zarar getirecek olan yiyeceklerin haram
olduğunu kabul etmektedir nitekim o, şöyle der: "Zararlı yiyecekleri yemek
haramdır. Çünkü bu konuda Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah her şeye
iyilik, yapmayı farz kılmıştır." O halde kim kendine ya da başkasına zarar
verirse iyilik yapmamış olur. Dolayısıyla Allah'ın herkesi farz kıldığı iyiliğe
muhalefet etmiş olur ki bu da haramdır" 501.
Bu hükme varmak için Peygamber (sav)'in şu hadisiyle de delil getirilebilir: "Ne
kendine ne de başkasına zarar vermek yoktur" aynı şekilde Allahu Teala'nın şu
sözüyle de delil getirilebilir:
"Kendi kendinizi öldürmeyiniz şüphesiz ki Allah size çok acıyandır"
502
İmam Nevevi'nin zararı olan yiyeceklerin haram olması konusunda Ravzası'nda
sunduğu şu cümleler bu konudaki ibarelerin en iyilerindendir: "Cam taş ve zehir
gibi, yendiği takdirde zarar verecek olan herşeyin yenmesi, haramdır. Aynı
şekilde yendiği takdirde zarar vermiyen ve temiz olan her şeyin yenmeside
helaldir, ancak insanların pis kabul ettikleri şeylerin yenmeleri sahih olan
görüşe göre haramdır."
İmam Nevevi şöyle bitirdi: "İçinde az zehir olan ancak çoğu sağlıklı olan ilacın
içilmesi ihtiyaç olması şartıyla caizdir."
Bazı kimseler Şari'in haram olduğunu belirttiği şeyler hariç "Eşyada asıl olan
ibahedir" kuralıyla sigaranın helal olduğunu savunuyorlar.
Bunların görüşü şöylece reddedilebilir: Usulcülerden bu kuralın tam tersini
söyleyenler de var. Şöyle ki; şeriatın mubah kıldığı şeyler hariç eşyada asıl
olan yasak olmasıdır.
Bence en doğru olan ne onların ne de bunların sözüdür. Gerçekte bir açıklamaya
ihtiyaç vardır, Yani; faydalı şeylerde asıl olan mubah olmasıdır, çünkü Allahu
Teala kullarına takdir ettiği nimetleri arz ederken buyuruyorki:
"O yer yüzünde ne varsa top yekûn sizin için yaratandır"
503 Malumdur ki, Allah
Teala haram kıldığı şeyleri O nimetlerin arasında saymaz. Zarar veren şeyler
ise, vücuda, cana, yahut her ikisine birden eziyet eden şeylerdirki, bunlarda
asıl olan haram olmalarıdır. Sonra sigarada bilinmesi gereken başka bir zarar
daha vardır ki bu, yakıni bir zarardır. Şüpheye dahi mahal yoktur. Bu zarar da,
ekonomik zarardır. Yani demek istiyorum ki, ne dünyada nede ahirette faydası
olmayan bir şeye parasını harcamaktır. Sigaraların fiyatları da yüksektir.
İçilirken bir kısmı atılarak yapılan israfı da göz önünde bulundurursan, hatta
bazılarının tam bir aile masrafına yetecek kadar para harcamalarını da hesaba
katacak olursan o zaman başka bir şey araştırmaya gerek yoktur.
Bazı kimselerin sigara içtikleri zaman canlarının rahat etmesine gelince, bu
onun içinde vücuda yarayan bir menfaat bulunması manasına gelmez. Bu olsa olsa
içenlerin onu adet haline getirdiklerinin, vücutlarını ona alıştırdıklarının
belirtisi olabilir. Sonra bu sadece sigaraya mahsus değil ki. Zarar ve eziyeti
ne kadar büyük ve nasıl olursa olsun kişinin alışkanlık haline getirdiği
herşeyde aynı durum sözkonusudur.
İbn Hazm Muhalası'nda der ki: "İsraf haramdır, şöyle ki:
1- Az olsun çok olsun hatta velevki sivri sineğin kanadı kadar olsun Allah
(cc)'ın haram kıldığı şeylere para harcamak.
2- Var olan parasını harcayacak şekilde zaruri ihtiyacı olmadan parasını saçıp
savurmak.
3- Az da olsa önemsemiyerek malı zayi etmek.
Allahu Teala buyuruyor ki: "İsraf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez"
504. Sigaraya harcanan paranın onu zayi etmek manasına geldiği de açıktır.
Yukarıda naklettiğim alimlerden birinin sözü gerçekten çok güzel. Bir şahıs
sigaradan hiç bir şekilde fayda görmediğini itiraf ederse sigaranın ona haram
olması gerekir. Çünkü bu taktirde onu içmek, malı zayi etmektir. O takdirde malı
denize atarak zayi etmekle, onu yakarak zayi etmek arasında veya nasıl olursa
olsun onu telef etmek arasında hiçbir fark yoktur.
Peki ya bu mali zarar yanında bir de bedensel, kesin, yahut zanni bir zararın
varlığını da düşünürsek o zaman mesele nasıl olur? Yani bir kimsenin hem malı,
hem de vücudu aynı anda zarara uğrasa durum nice olur?
Gerçekten bile bile hem de kendi isteğiyle hem malını hem de vücudunu zarara
uğratan bir şeyi satın alana ben şaşıyorum.
Bu konuda yazı yazanların gafil kaldıkları başka bir zarar daha var. O da
psikolojik zarar. Yani demek istiyorumki, günün birinde nasıl olmuşsa kendini
sigaraya kaptırmış olan insan adeta onun kölesi olmuş ve ona esir olmuş durumda.
Elinde hürriyeti kalmamış kolay kolay kurtulamıyor, hem zararı kendinden başka,
çocuklarını dahi etkiliyor. Bu yüzden onları örnek bir terbiye ile
yetiştiremiyor. Aynı şekilde belki mâli olarak başka türlü ne sıkıntıları ya da
ne kadar daha önemli ve faydalı vereceği yerler vardır ama mecburen sigarasına
para ayırmak zorunda.
Psikolojik olarak, sigaranın kölesi olmuş insanların çoğunu bu yüzden
çocuklarının azıklarına zulmederken ailesinin zaruri ihtiyaçlarını da kısarken
görüyoruz. Halbuki ailesinin nafakasını temin etmek zorunda ama ne yapsın
kendini bir defa kaptırmış kurtulmak istiyor ama kendini bu konuda güçlü
görmüyor çünkü artık gücü kalmamış kendi elinden çıkmış.
Ailevi ya da bir başka sebepten sigaradan kendini alıkoyamayan bu tür insanların
hayatı gerçekten mutsuz, hayat terazisi bîr türlü dengesini toparlayamaz bir
halde. Durumu çok kötü kafası karışık, sebepli sebepsiz daima sinirli ve kızgın
bir hayat sergilemekte.
Şüphesiz sigara hakkında bir hükme varmak istiyorsak bu psikolojik durumu da göz
önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu
araştırmadan şu çıkıyor: Sigara kullanmanın mubah olduğunu rahatlıkla söylemek
mümkün değildir. Bu olsa olsa açık bir yanılgı ve meselenin detayından
gaflettir. Sigaranın haram olması için, faydasız yere parayı zayi etmek,
bulunduğu yerdeki insanlara o pis kokuyla eziyet etmek, kesin yahut büyük bir
ihtimalle vücuduna zarar vermek yeterli sebeblerdir.
Evet tarihte Hicret'in bininci yıllarında bu bitki ilk yayılmaya başladığında
alimler arasında onun zararı daha kesinlik kazanmamışken belki bir derece yolu
vardı, ama ilmi, ve tıbbi olarak herkesin sigaranın zararlarını haykırdığı,
kültürlü kültürsüz her kesin bu zararları bildiği, istatistik rakamlarında bu
realiyeti teyid ettiği günümüzde onun helal olabilmesi için hiç bir yön
kalmamıştır.
Soruda belirtilen dünyaca saygın bir tıp heyetinin bu konuda sıraladığı ve kabul
ettiği kesin zararların varlığı davamızı isbatta yeterli bir delildir.
Sigaranın mubah olduğu iddiası böylece çürüdükten sonra geride sadece haram ve
mekruh olma ihtimalleri kalmıştır.
Yukarıdaki açıklamalardan anlıyoruz ki onun haram olması, mekruh olmasından daha
kuvvetli ve daha uygundur. Bizim görüşümüz de budur. Çünkü sigarayı kullanmak
alışkanlık haline geldiği zaman, biyolojik ve ekonomik zararın olacağı
kaçınılmazdır.
Peki haram değil de mekruh olduğu söylense akla tenzihen mekruh mu gelir,
tahrimen mekruh mu? diye sorulduğunda, akla en yatın ikincisidir. Çünkü durum ve
delilleri incelediğimizde onun haram olması gerektiğini görüyoruz. Yani adam
haram demiyor, tahrimen mekruhta mı demesin.
Ne olursa olsun küçük günahlar büyük günahları oluşturur. Bu yüzden ben mekruhta
ısrar etmenin harama yakınlaştıracağından korkarım.
Bu konuda insanların bazılarını ilgilendiren bir nokta var. Meseleye değişik
yönlerden baktığımız zaman bazıları hakkında haramlık derecesinin daha da yüksek
olduğunu görüyoruz. Tabiiki mekruh olduğunu düşünenler içinde kerahat derecesi
yükselir. Hatta haramlık derecesine yükselir.
Bu yönler, örneğin sigaranın belli bir şahsa kendi tecrübesi ile yahut
başkalarının kendisinde gördükleri olumsuz gelişmeler veya güvenilir bir
doktorun ifadesi ile zarar verdiğinin sabit olması durumunda, aynı şekilde
sigaraya vereceği paraya çoluk çocuğunun ailesinin velhasıl geçindirmekle
yükümlü olduğu şahısların muhtaç olmaları durumunda.
Aynı şekilde, tüketilen sigaraların başka ülkelerden ithal edilmiş olması ve bu
paraların müslümanlara tecavüz ve işkence eden ülkelere güç takviyesi olarak
gitmesi durumunda. Gene şer'i ululemrin sigara içilmesini yasak etmesi halinde.
Çünkü Allah'a isyan olmadığı yerde Ululemre (İslami devlet idarecileri) itaat
etmek vacibtir.
Bir de sigara içen şahsın din ve ilimde insanlara örnek ve imam olan kimselerden
olması durumunda ki, doktorların durumuda hemen hemen aynıdır. Şimdi biz burada
sigara hakkında bir hükmü belirtirken meseleye değişik bir kaç maddeyi de
eklememiz gerekiyor ki, bakışımız adil ve herkesin haline şamil olsun.
Birincisi: içip te ondan en kısa zamanda kurtulmak isteyen ancak melun maddeyi
bıraktığında eziyetle karşı karşıya da kalacak şekilde insanların damarlarına
kadar girip yerleşmesi neticesinde onlara hürriyet bırakmamış olması nedeniyle
bırakamıyan nice sigara içenler vardır. İşte bu tür insanlar uğraşıları ve
neticede aciz kalmaları miktarınca özürlü kabul edilmişlerdir. Herkese niyyet
ettiği şey vardır.
İkincisi: Bizim şeri yön ve durumları araştırmamız neticesinde sigara
kullanmanın haram olduğu görüşüne meyletmemiz onun mesela içki kumar ve zina
gibi olduğu anlamında değildir. Çünkü İslam'da haramın dereceleri vardır,
bazıları küçük, bazıları da büyüktür. Her haramın karşısında kendi hükmü ve
derecesine göre günah vardır.
Kebair haramları sadece nasuh üzere tevbe yok eder ama küçük olan haramların
keffareti için beş vakit namazın hakkıyla eda edilmesi aynı şekilde cuma namazı,
ramazan orucunu tutmak ve geceleri ibadet etmek ve benzeri ibadetleri yerine
getirmek hatta kebair günahlardan kaçınmak faydalı olur.
İbn Abbas ve selefi sahilinden bazı kişilerin küçük günahlara devam etmenin
büyük günahları oluşturacağına dair bir rivayet gelmiştir ancak bu hadis
konusunda hadisçiler arasında görüş birliği yoktur.
Üçüncüsü: Muhtelefun fiih olan (ihtilaflı olan) haram muttefekunfih (üzerine
görüş birliği olan) olan haram derecesinde değildir. Bunun içindir ki bu tür
haramları işleyen insanlara fasık demek şahitliğinin geçersiz olacağını ve
benzeri seri hükümlerde söz sahibi olmadığını bilhassa belanın yaygın olduğu bir
dönemde ileri sürmek çok zordur.
Bunlar böylece bilinmesi lazımdır bir de, bu dersimizden de anlaşıldığı gibi
soru sahibinin bazı alimlerden naklettiği, sigara hakkında verilmiş hükümlerin
bir çoğu sadece ekonomik gücün olup olmaması etrafında dolaşmaktadır. Sigara
kullanan şahsın sigara masraflarını karşılayamaması durumunda haram
karşılayabilmesi durumunda ise mekruhtur görüşü, doğru ve kapsamlı bir görüş
değildir, çünkü biyolojik ve psikolojik zararı da ekonomik zararın yanısıra
düşünmek gerekir.
Ayrıca zengin, malını istediği gibi istediği yerde zayi etme hakkına sahip
değildir. Çünkü evvela mal Allah'ın, sonra da toplumun malıdır.
Soruda belirtilen "Din alimlerinden bir çoğu sigara kullanmaktadırlar" sözü de
delil olamaz. Çünkü onlar, kendilerinin masum olduklarını iddia etmedikleri gibi
aynı zamanda da bu hastalığı gençlik ve delikanlılık yıllarında mubtela
olmuşlardır.Daha sonra da iradeleri o kadar zayıfladı ki bu zıkkımdan bir türlü
kurtulamadılar. Bu alimler arasında kendisi kullanmasına rağmen sigaranın haram
olduğuna fetva verenler de vardır. Doktorlar arasında da sigaranın zararlı
olduğuna inanan, bu konuda konferans veren makale yazan ancak kendisini
kullanmaktan bir türlü koparamıyan insanlar vardır.
Sigara kullanmak erkekler hakkında bu kadar kötü olunca haliyle kadınlar
hakkında daha da kötüdür. Çünkü sigara kadının güzelliğini karıştırmakta,
dişlerinin rengini değiştirmekte ağızının kokusunu çirkinleştirmektedir. Halbuki
kadının kendisini güzelleştirmesi vaciptir.
Sigara içen herkese benim nasihatim şudur: Bu belayı kuvvetli bir kararla samimi
bir istekle söküp atsınlar çünkü böyle şeylerde yavaş yavaş hareket etmek
yeterli olmuyor.
İradesine sahip çıkamayan insanlarda gücü yettiği kadar onun şerrini azaltmaya
baksın onu kimseye güzel göstermesin başkalarına takdim ederek yahut
misafirlerine uzatarak onları bunu içmeye teşvik etmesin. Aksine sigaranın
ekonomik, biyolojik ve pisikolojik zararlarını anlatmalı, bu zararların en
yakınında kendisinin sigaranın kölesi haline geldiğini bir türlü
kurtulamadığını, Allah'tan bu beladan kurtulmak için devamlı yardım istediğini
anlatmalıdır.
Bilhassa gençlere şunu tavsiye ederim: Sıhhatlerini bozacak olan kuvvet ve
dinçliklerini zayıflatacak olan bu belaya düşmekten kendilerini uzak tutsunlar.
Sigaranın erkeklik ve delikanlılık alameti olduğu zannına kesinlikle
kapılmasınlar çünkü o tuzağa düşenler bir an önce ondan kurtulmak istiyorlar.
Ondan kurtulmanın yolu ve ilk adımıda o sana galip gelmeden ve kökleşmeden senin
ona galip gelmendir. Yoksa kendini onun pençelerine kaptırdın mı Rabbin merhamet
edip kurtarırsa kurtarır, yoksa biraz zor.
İletişim araçlarının da onu kötüleyici programlara muntazaman ağırlık vermesi
lazım. Film, roman ve reklamcılarında her yerde münasebetti ya da münasebetsiz
sigarayı çıkartarak ona teşvik edici hal ve hareketlerden sakınmaları lazım.
Devletin de vatandaşını bu beladan kurtarmak için onunla var gücüyle mücadele
etmesi lazım. Evet belki depoladığı sigaralardan milyonlarca zarar edecek ama,
pisikolojik ve fiziksel olarak toplumu koruma altına almak milyonları kaybetme
korkusundan daha değerlidir. 505
Aksırana Teşmit (Yerhamukellah) Demenin Hükmü Ve Hikmeti
Soru
Ben inanıyorum ki islam, hikmetsiz hiç bir hüküm koymamıştır. Fakat bu
hükümlerin hikmetini kimi anlar kimide anlayamaz. Bazen de hiç kimse anlayamaz,
çünkü Allah (cc) kullarını böyle şeylerle imtihan ediyor.
Bununla birlikte müslümanın şer'i hükümlerinin hikmetlerini bilmediği takdirde
bilenlerden öğrenmek istemesinin araştırmasının da bir sakıncası bulunmadığına
inanıyorum.
Ben buna dayanarak ve affınıza sığınarak insanlar arasında meşhur olan aksırma
ile ilgili bir şey sormak istiyorum. İnsan aksırdıktan sonra niçin
"Elhamdülillah" diyor? Bunu duyan bir başkası da ona dua ederek neden
"yerhamuke'llah" diyor? Şeriat sözlüğünde de buna "Teşmitul'atıs" (aksırana dua
etmek) deniyor halbuki aksırma işi hastalık halinde de sıhhat halinde de
herkesin başına gelebilen tabii bir haldir.
Aksıranın hamdetmesi, bunu duyan insanında ona dua etmesi, aksıranın tekrar
karşılık vermesi şeran gerekli midir yapılıp yapılmaması eşit olan edeplerden
olup, terkedilebilir mi? 506
Cevap
a) Kardeşimiz Allahu Teala'nın hikmetsiz hiç bir şeyi meşru kılmadığı inancı
gerçekten çok güzel. Bunun sebebi Allah'ın isimlerinden birisinin "Hekim"
olmasıdır. Bu isim Kuran'da çok tekrar edilir.
Demek ki Allah yaratmasında takdir etmesinde hakim olduğu gibi kullarına
emrettiği veya nehyettiği dini hükümlerde de hakimdir.
O halde Allah, iş olsun diye şeriat göndermemiş ve boşu boşuna yaratmamıştır.
Akıl sahiplerinin dediği gibi, "Rabbimiz sen bunu boşuboşuna yaratmadın biz seni
noksan sıfatlardan tenzih ederiz" 507.
Bu konuda, İmam İbni Kayyım şöyle diyor: "Kur'an-ı Kerim ve Resulullah (sav)'nin
sünneti, hükümlerin sebepleri, hikmetleri ve faideleri ile dopdoludur. Yine
buralarda yaratılışın hikmetlerini de görmek mümkündür. Şer'i ahkamın üzerine
bina edildiği prensiplerin hikmete vakıf olmak da mümkündür.
Eğer bunlar Kur'an'da ve sünnette belli sayılarda, mesela yüz tane veya ikiyüz
tane olsalardı bunları hepimiz bilir, kolayca sayardık. Ama o kadar çoklar ki,
bu hikmetlerin hepsine muttali olmak mümkün değildir"
.
b) Kardeşimizin ikinci güzel tesbiti, hükümlerin bazılarının bir kısım insanlara
açık olmasının yanında diğer bir kısmına da kapalı kalabilmesidir. Hatta yine
başka hikmetlere binaen bazen tüm insanlara gizli kalabiliyor. Bu hikmetlerden
biri Allah'a itaat edenle aklına itaat edenin, Resule tabi olanlarla sırtını
dönenlerin ortaya çıkmasıdır. Bir diğeri de; insanlar kafalarını çalıştırsın,
hikmet ve faydalardan gizli kalanları çalışarak, gayret ederek aydınlatsınlar,
ortaya çıkarsınlar. Bu çalışmalar sayesinde, gözden kaçabilecek bir çok hikmet
ve maslahatların bilinmesi ve ortaya çıkartılması sağlandı. Yine de insanlar,
keşke Allah yolu kısaltsaydı da her hükmün ardından onun hikmet ve maslahatını
onların çalışmasına gerek bırakmadan belirtiverseydi, diye düşünürler.
c) Kardeşimizin üçüncü güzel hareketi de kendisine gizli kalan bir hikmetli konu
hakkında bilgili zannettiği ilim ehline danışarak araştırmasıdır. Ancak bu durum
onun bir takım şüpheleri olmasından ve bunları araştırma çabasından
kaynaklanmıyor. Aksine onun kalbinin mutmain olabilmesi için daha da yalan,
istediğinin delilidir. Geçmişte bunu İbrahim Aleyhisselam da yapmıştı o, şöyle
dedi:
"Ey Rabbim nasıl ölüleri diriltirsin bana göster? Rabbi dedi ki yoksa inanmıyor
musun? O da; Evet inanıyorum, ancak kalbimin daha da rahat etmesi için
soruyorum, dedi" 509.
Aynı şekilde bu davranış başka bir yönüyle de kardeşimizin ilmini ilerletmek
istediğine delalet eder ki Kur'an bunu emrediyor, şöyle ki: "Ey Habibim de ki:
Ey Rabbim benim ilmimi artır"510.
Yine Allah Resulü'nün da teşvik ettiği bir davranıştır. Şöyle ki: "Mümin son
durak cennet oluncaya dek hayırdan asla doymaz"511.
Aksıran ve onu duyanın uyması gereken edepler:
d) Kardeşimizin sorduğu, aksıranın yapacağı hamd ve onu duyan kişinin tesmit
olarak vereceği karşılığın hikmetine geçmeden önce islamın bu konudaki hükmü
hakkında ufak bir ışık tutmak benim için güzel olur diye düşünüyorum çünkü hüküm
hikmetten öncedir:
1- Aksıranın ilk görevi Allah'a hamdetmesi ve "elhamdülillah" veya
"elhamdulillahi alaküllihalin" veya "elhamdulillahi rabbil'alemin" demesidir. Bu
konuda bir çok hadis vardır. Bu işin müstehab olduğunda görüş birliği vardır.
Nevevi de böyle demiştir.
2- Aksıranın uyması gereken edeplerden bazılarıda şöyledir: Sesini oldukça alçak
tutacakki meclis arkadaşlarını ve toplum bireylerini ürkütmesin, hamd; yüksek
sesle yapacak ki etrafındakiler onu duyabilsin hapşırırken yüzünü kapatacak ki
meclis arkadaşını tiksindirecek bir şey ağzınn ya da burnundan çıkmasın. Ebu
Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmiştir: Peygamber (sav)
aksırdığı zaman eliyle ağızını tutar ve oldukça sessiz bir şekilde aksırırdı"
512.
3- Sonra hamdettiğini duyduğu kişiye de yerhamukellah diyerek dua etmesi
vaciptir. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Ya'la'nın rivayet ettikleri bir hadistede bu
konu şöyle dile getirilmiştir: "Sizden biriniz aksırdığı zaman, yanında
bulunanlarda, "Yerhamuke'llah" desin bu, müslümanın müslüman üzerindeki
haklarındandır.
Fakat bu konuda varid olan hadislerin bir çoğuna baktığımızda onun farzı ayin
olduğu görüşüne varıyoruz. Hadislerin bir kısmında bizzat vücub lafzı
kullanılarak beş şey müslümana vaciptir" (Buradaki vacip farz demektir) şeklinde
ifade ediliyor. Bir kısımında da bu manaya delalet eden hak kelimesi
kullanılarak, "müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır" ibaresi yer alıyor.
Diğer bir kısmında aynı anlama gelen "Ala" kelimesi istimal ediliyor, hatta
direkmen farz için kullanılan emir sigası ve sahabinin: "Resulullah bize
emretti" gibi sözleriyle gelen hadisler arasından İbnu'l Kayyim'in de dediği
gibi, şüphesiz fıkıhçılar yukarıdaki kadar açık olmıyan delillerle bir çok şeyin
vacip olduğunu belirtmişlerdir. Ehli zahirin bir çoğunluğu ile, ulemanın bir
çoğuda aynı görüştedirler.
Fıkıhçıların bir kısmıda: Aksıran kişiye dua etmek farzı kifayedir bir kimse
yaptımı diğerlerinden bu farziyet düşer, görüşündeler. Maliki mezhebinden İbni
Rüşd ve İbnu'l Arabi bu görüşü tercih etmişlerdir. Hanefiler ve Hanbeliler'in
bir çoğu da bu hükmü belirtmiştir.
Malikilerin bir bölümü bu duanın müstehab olduğunu bir kısmının yapmasıyla
diğerleri için yeterli olacağını söylüyorlar. Şafiilerin görüşüde aynıdır. Delil
yönüyle tercihe yalan olan birinci görüştür. Yani farz olmasıdır hafız (hadis
hafızı) İbni Hacer el-Askelani'nin de dediği gibi, onun farz olduğunu gösteren
hadisler kifaye olmadığını göstermez. Çünkü aksırana yapılması gereken duanın
emri mükellef olanların umumuna şamil olabilen farzı kifaye ile de sahih olan
görüşe göre gene toplum muhataptır, bazılarının yapmasıyla diğerlerinden düşer.
4- Aksırana dua etmekle ilgili hükmün de istisnaları vardır şöyle ki:
a) Aksırdıktan sonra "El-hamdu Lillah" denmediği taktirde. Çünkü duanın şartı
hamd'dır. Nitekim Buhari'nin, Enes bin Malik'ten rivayet ettiğine göre, Enes der
ki: "Peygamber (sav)'in yanında iki adam aksırdı. Peygamber (sav), birine dua
etti, öbürüne etmedi. Bunun sebebi sorulunca o, şöyle buyurdu: "Bu adam
"El-Hamdu Lillah" dedi, fakat bu adam demedi, buyurdu."
b) Nezleye yakalanmış bir adam da üç kereden fazla aksırdığı zaman gene dua
etmek gerekmez. Çünkü bu adam hastalığı icabı defalarca aksıracak yanındaki
adamın da her defasında dua etmesi zorluk getireceğinden bu da, istisnalar
arasında yer almaktadır. Aksırma duası yapmaması diğer başka dualar da
yapmayacak anlamına gelmez. Başka türlü, örneğin afiyet, şifa ve benzeri dualar
da bulunabilir. Ancak bunlar konumuzla ilgili değildir.
c) Kafir aksırdığı zaman ona da dua edilmez. Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet
edilmiştir. O der ki: "Yahudiler Allah Resulünün huzurunda demesi için
birbirlerine işaret ederek aksırıyorlardı. Ama Resulullah şöyle diyordu: "Allah
size hidayet versin kalbinizi ıslah eylesin"513.
Bundan anlaşılıyor ki, onlara mahsus başka bir dua vardır, yoksa mutlak olarak
istisna edilenler arasında değillerdir.
d) Cuma günü imam hutbede iken aksırana da dua edilmez. Çünkü imam hutbede iken
her türlü konuşma yasaklanmıştır. Ama imam hutbeden ayrıldıktan sonra dua etme
imkanı vardır.
5- Ebu Hureyre'nin de rivayet ettiği, Buhari ve başka eserlerde bulunan bir
hadisinde olduğu gibi, aksıran kimsenin de ona dua okuyan kimseye, "yehdina ve
yehdikümullah" diyerek dua okuması vaciptir.
Hadis şöyle: "Sizden biriniz aksırdığı zaman "El-Hamdu Lillah" desin, kardeşi,
ya da (ravinin şüphesidir) ardakaşı da: "Yerhemuke'llah" desin o, dediği zaman
aksıran "yehdikümullahu ve yuslihubaleküm" desin.Yahud İbni Mesud'un hadisinde
olduğu gibi dua edene aksıran mağfiretle dua edecekki "yağfirullahulenaveleküm."
Alimlerin bir kısmı her iki duanında birleştirilmesini caiz görmüşlerdir.
Nitekim Muvetta'da geçen bir hadiste, Nafi'den, o da İbni Ömer'den rivayet
etmiştir ki, İbni Ömer aksırdığı zaman ona deniliyordu, o da "Yerhamuna'llah ve
iyyakum ve yağfirullah lena ve leküm" diyerek karşılık veriyordu.
514
Aksırma anında hamd etmek ve dua etmenin hikmeti:
e) Aksırmanın edebini ve hükümlerini öğrendikten sonra bu konudaki hikmet ve
maslahatın yüzünü açma zamanı geldi. Bu hikmet gerçekte şu üç şeyin içinde
bulunacaktır.
Birincisi: İslam'ın edeplerdeki çalışması her zaman ve her halükarda müslümanı
Allah'a bağlamakta yoğunlaşmaktadır. Bunun için de hergün bir ya da bir kaç defa
tekrarlanan tabii ve fıtrat gereği hadisleri fırsat bilmektedir ki, müslüman
Rabbini zikretsin, O'nun ipine sarılsın. Böylece dua ederek yemeden içmeden önce
Rabbini hatırlasın. Yedikten içtikten sonra, uyumadan, uyanırken, girip
çıkarken, vasıtaya binerken, elbiseyi giymeden, sefere çıkarken, döndükten sonra
ve benzeri hallerde bilinen belli başlı duaları okumanın sırrı da burada
gizlenmiştir.
O halde müslüman aksırdığı zaman hamd etmesi kardeşinin de ona "yerhemuke'llah"
diyerek rahmet okuması, sonra kendisinin tekrar dua etmesinde hiçbir yoktur.
Çünkü böylece Rabbani manalar toplum ve fertlerin hayatının içine yayılmış
oluyor.
Ama aksıranın özellikle hamd etmesinin hikmetine gelince; bu konuda Allame
el-Huleymi şöyle demiştir: "Bunun hikmeti; Aksırmak, düşünce kuvvetini içinde
saklayan, duyu organlarının madeni olan damarların kaynağı durumunda bulunan
azaların selameti onun selametine bağlı olan, beyindeki bir mikrobu dışarı
atmaktadır. O halde onun ne büyük bir nimet olduğu ortaya çıkıyor ve dolayısıyla
hamdla karşılıklı bir münasebeti olduğunu anlıyoruz. Çünkü hamdın manası;
Allah'ın büyük bir yaratma güç ve kudretine sahip bulunduğunu ve yaratılanların
tabiata değil Allah'a izafe edilmesi gerektiğini kabul etmektir."
Duyan kişinin "Yerhamuke'llah" demesinin hikmetine gelince; onu da Kadi İbnul
Arabi şöyle vurgulamıştır: "Aksıran bir insanın başındaki her organ ve o organa
bağlı damar vs. bir anda durduktan sonra tekrar çözülüp harekete geçmektedir.
Dolayısıyla "Yerhamuke'llah (Allah sana merhamet ediyor)" dendiği zaman sanki
şöyle denmiş oluyor: Bedeninin tekrar eski sıhhatini alması başka türlü hale
girmemesi Allanın sana verdiği bir rahmet ve merhametinin eseridir."
İbni Ebi Cemre, aksırma ile ilgili açıklamasında şöyle der: "Burada Allah'ın
lütfunun büyüklüğüne işaret vardır. Şöyle ki; aksırmanın nimetiyle kulundan
mikropları dışarı atmış, ona hamd etmesini meşru kılarak mükafatlandırmış, sonra
da kendisine hayır duası edildikten sonra, onun da hayır dua etmesini meşru
kılmıştır. Bütün bunların az bir zaman içinde olması da yine ondan bir lütuf ve
ihsandır" 515.
İkincisi: Aynı şekilde İslam âdabı müslümanı müslüman kardeşlerine bağlamaya çok
düşkündür. Başka bir ifade ile islam adab" insanlar arasında kardeşlik hoşgörü
ve sevgiyi yaymaya çalışmıştır. Çünkü toplumdan monotonluğu kin ve nefreti
kaldırarak hayır yapma yolunu gösteren hayata tat veren sevgi kaynaşma ve
kardeşliktir.Enaniyet, egoistlik, haset ve buğz Peygamberimizin de ifade ettiği
gibi toplumun hastalığı ve dinin öldürücüsüdürler.
Toplumda istenen acıma sevgi ve dayanışmayı yerleştiren, gaddarlık kin ve
kopukluğu söküp atan toplumsal barış çizgilerinden biri olan aksırma ile ilgili
İslam'ın edebine şaşmaya gerek yoktur. İbn Dakıku'1-Iyd der ki: "Akrısana dua
etmenin faydalarından biri de, müslümanlar arasında kaynaşma ve sevgiyi
getirmesi, ayrıca aksıran insan kibir halinde ise, onun nefsini kırarak tevazu
etmeye yöneltmesidir." İşte bütün bunlar insanlardan beklenecek güzel şeylerdir.
Üçüncüsü: İslam aksırma ile ilgili edebinde, hayata zarar veren cahiliyye
devrinde ne akla ne de nakle dayanmıyan ve bu inançların eserleri olan fıtraten
çirkin görülen örf ve adetleri ortadan kaldırmayı gaye edinmiştir.
Allame İbni'l Kayyim'in bahsettiğine göre, cahiliyye insanları aksırmayla
birbirlerine fal çekip, kıble rüzgarlarını uğursuz saydıkları gibi aksırmayı da
uğursuz kabul ediyorlardı.
Ru'be İbnu'l Acac, geçtiği bir çölden bahsederken, "Kat ettim onu aksırmadan
korkmuyorum" diyor.
İbu'l Kays, şöyle diyor: "Aksırmalar büyüyüp çoğalmadan ben kalkıyorum."
İbnu'l Kays, burada kendisinin aksırmaları duyup uğursuzlanmamak için, insanlar
daha uyanmadan av için uyandığını ve erken kalktığını anlatmak istemektedir.
Cahiliyede insanlar, sevdikleri aksırdığı zaman ona: "Çok yaşa, genç kalasın"
diyorlardı. Kızdıkları kimseler aksırdığı zaman da, "geberesin, patlayasın"
diyorlardı.
Adam uğursuz kabul ettiği bir aksırma duyduğu zaman aksırana: "Senin başına,
bana değil" derdi. Yani Allah aksırmanın uğursuzluğunu sana isabet ettirsin,
bana değil. Peşpeşe aksırmayı da çok uğursuz görüyorlardı.
Ama Allahu Teala, İslam'ı gönderince, onun elçisi Hz. Muhammed (sav) de
cahiliyye ehlinin içinde bulunduğu delaleti kökünden kazıyınca, ümmetine
uğursuzluğu ve fal çekmeyi yasaklayarak, kötü şeylerle birbirlerine beddua
yerine rahmetle dua etmeyi meşru kılmıştır.
Aynı şekilde aksıran insana beddua etmek nasıl bir zulüm ve kötülük idiyse bunun
yerine duyan insanın rahmet okuyarak hayır dua ile memur olması, aksıranın da
tekrar kendine dua eden insana mağfiret hidayet ve ıslah ile dua etmekle
emredilmeside o zulmün zıddı bir alternatifdir.
Aksıran insanın kendine dua okumasına karşılık hidayet dilemesinin hikmetine
gelince bu da, o insanın cahiliyye adetlerinden yüz çevirerek Allah elçisine
itaat yolunu tuttuğu için bu yolda sebatını sağlamak amacıyla yapılan bir
duadır.
Aksıranın, "Allah sizi top yekûn ıslah eylesin" diyerek dua etmesi de, aynı
şekilde top yekûn bir düzelme anlamına gelen bir kelimedir. Kardeşinin kendine
rahmetle dua etmesine karşılık olsun diye buna münasip top yekûn bir dua
etmesinden ibarettir.
Yine aksıranınn mağfiretle dua etmesi de, hem kendine hem de ona dua edene şamil
her ikisinin günahlarının affı için yapılan bir duadır.
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır. 516
13. BÖLÜM
TOPLUM SAĞLIĞI VE TIB HAKKINDA
İslamın Toplum Sağlığına Ve Tıbba Verdiği Önem
Soru
Aşağıdaki soruma açıklık getirme lütfunda bulunursanız memnun olurum.
islam'da bulaşıcı hastalık diye birşey yoktur görüşü doğru mudur? Çünkü
Peygamber (sav) Efendimiz, "Hastalık geçmez" buyuruyor. Hem herşey Allah (cc)'ın
ezelden takdirine bağlıdır. O halde bulaşıcı hastalıklardan korunmanın ne anlamı
var diye, toplum arasında dolaşan fikirler var. Bu tür fikirler çevre toplum
sağlığı ve tıp alanında, hizmet veren personelin işini önemli ölçüde
zorlaştırıyor. Bir cuma hutbesinden de duyduğum kadarıyla, bu tür fikirleri,
bilhassa din kisvesi altında bulunan, şeyhlerin, imamların, halka aşılaması da,
meseleye başka bir boyut kazandırıyor. Bunlar doğru mudur? Bizler inanıyoruz ki,
islamiyet, toplum sağlığına düşkün, hastalıklara karşı koyan, hasta olmadan
korunmayı, hasta olduktan sonra tedavi olmayı ve bulaşıcı hastalıklardan
kaçınmayı emreden bir dindir. Ama yine de toplumun sağlığını korumada sizin de
katkınız olsun, diye kitap ve sünnetin ışığı altında islam'ın toplum sağlığına
bakışı, hakkında bilgi vermenizi istiyoruz. Allah (cc) sizleri hayırla
mükafatlandırsın. 517
Cevap
Asrımızda İslam'a vurulan darbelerin, en büyükleri bu tür, anlamsız sözler
sarfeden, adlarından vaiz, hatip, öğretmen, diye bahsedilen, gerçekte cahil veya
talebe olan din adamı görünüşünde insanlardan gelmektedir. Bu kişiler ufak
tefek, nakillerle veya birbirine karıştırdığı bilgilerle, öğrendiği zayıf,
uydurma, hatta sahih olup manasını veremediği, veya yanlış yorumladığı böylece,
hem kendini, hem de başkalarını saptırdığı hadislerle insanları yanlış
yönlendirmektedirler. Fakat işin kötü tarafı, bu tür bilgisizler, doğruyla
yanlışı seçemeyen avam tabakasının kalbinde de ayrı bir yer tutuyor. Çünkü
bunlar, insanların en nazik yerlerini, hassas davrandıkları konuları abartarak,
kısa ve hikaye anlatmak suretiyle, duygu sömürüsünde bulunuyorlar.
Gerçek şudur ki, İslam'ın, sağlık ve korunmaya verdiği önemi hiçbir din
vermemiştir. Temizlik İslam'da ibadettir, Allah'a (cc) yakınlıktır, hatta dini
görevlerden birisidir.
1) Dikkat edilirse bütün İslami eserlerin (şer'i fıkıh) ilk konusunun "Temizlik"
olduğu görülecektir. Yani bu eserlerin ilk öğrettikleri şey İslam dininin
prensiplerine uygun bir şekilde temizlik vazifesinin yapılışıdır.
Bunun anlamı da şudur, günlük ibadet olan namazın anahtarı temizlik. Cennetin
anahtarıda namazdır, abdest almak suretiyle küçük pislikten, (abdestsizlikten)
yıkanmak suretiyle, büyük pislikten (cünüplükten) temizlenmediği müddetçe,
hiçbir müslümanın namazı kabul olmaz. Kirlenmeye, tozlanmaya, terlemeye, sahne
olan abdest azaları, günde birkaç defa yıkanmak suretiyle, temizlenmektedir.
Buna paralel olarak, elbiseyi, namaz kılınacak yeri ve vücudu temiz tutmakla
namazın sahih olabilmesinin şartlarındandır. Buna ilave olarak Kur'an ve sünnet
de, temizlik ve temiz olanlar övülmüştür.
Örneğin, Allah Teala,
"Allah tövbe edenleri ve temiz olanları sever" 518.
"Orda temizliği seven erkekler vardır. Allah temiz olanları sever"519 buyurarak
Küba Mescidi'nin cemaatini övmüştür. Peygamberimiz, temizlik imanın yarısıdır
buyuruyor. Bu hadisi Müslim sahih hadisler arasında rivayet etmiştir. Tebarani
de; "Temizlik sahibini imana, imanda cennete götürür." şeklinde, bir hadis
rivayet etmiştir.
İşte İslam'ın temizliğe verdiği önemin büyüklüğüne binaen müslümanlar arasında
ün kazanan hikmet dolu bir söz vardır "Temizlik imandandır." Bu sözü ilim ehli
olsun, cahiller olsun, herkes bilir. Bu gibi örnekler başka hiçbir sistemde
görülmemiştir ve yoktur. Bu konuda, "Temiz olunuz, çünkü İslam temizdir.
Ümmetler arasında, nişane oluncaya dek temizleniniz" şeklinde hadisler vardır.
Peygamberimiz (sav) temizliğe büyük önem vererek, insanları yıkanmaya
çağırmıştır. Özellikle cuma gününde buna daha çok önem vermiştir. Bir hadiste,
yedi gün içinde birgün, her müslümanın, mutlaka başını ve vücudunu yıkaması
gerektiği vurgulanmıştır" 520.
Peygamberimiz (sav) ağız ve diş temizliğine de büyük önem vererek, "Misvak ağzın
temizliğine, Rabbinin de rızasına sebebtir" buyurmuştur 521.
Peygamberimiz (sav), saç temizliğine önem vererek, "Kimin saçı varsa (onu
yıkamak suretiyle) ona ikram etsin" buyurmuştur 522.
Peygamberimiz (sav) insan vücudunun artıklarının temizlenmesi konusuna da, önem
vermiştir. Örneğin, koltuk altı, ve etek traşı ve de tırnakları kesmek gibi...
Aynı şekilde ev çevresi ve eve bağlı durumların temizliğine değinerek, "Muhakkak
Allah (cc) güzeldir, güzeli sever, paktır, pakı sever, temizdir, temizi sever, o
halde evlerinizi temiz tutunuz. Yahudilere benzemeyiniz" buyurmuştur
523. Tüm
çevre temizliğine önem veren Peygamberimiz yolların temizliğine de değinerek,
yollara engel veya pislik atanları ikaz etmiştir.
2) İslam dini, bazı cahillerin neticelerini düşünmeden, çevreye yapacağı etkiyi
göze almadan birtakım çirkin işler yapmalarının, çok tehlikeli bir iş olduğunu
haber vermektedir. İslam'ın tehlikeli gördüğü işlerin bulaşıcı hastalıkları
oluşturan, mikropların başları olduğuna dikkat çekmek isterim. Bunun da ötesinde
bu tür çirkin işlerin aklı selim ve temiz karakterle bağdaşmadığı da açıktır.
İşte bunlardan bazıları; suya bevletmek, (bilhassa durgun sulara) banyolarda
bevletmek, gölgelerde, içme suyuna yakın yerlerde dışkısını yapmak, vs. iğrenç
şeyler, bu tür insanlık dışı hadiseleri Peygamberimiz (sav) üç melanet diye
isimlendirmiştir. Çünkü bu üçşey önce Allah'ın (cc) sonra meleklerin, sonra
salih kulların lanetini üzerine çeker.
3) İslamiyet çalışkanlığı, zindeliği, atikliği, teşvik ettiği gibi gevşeklik,
tembellik ve durgunluğun insan vücuduna sakıncalı olduğunu haber vererek, yüzme,
nişancılık ata binme ve benzeri sportif faliyetlere çağırmıştır. Hatta
çocukların babaları üzerindeki haklarından biri de babaların bu konuda onlara ön
ayak olmalarıdır. Bu yüzden İslamiyet, bu tür faliyetleri, insanları
cesaretlendirmek için meşru kılmış, hatta Peygamberimiz (sav) yaptırdığı at
yarışması birincisine hediye vererek ödüllendirmiştir. İşte tüm bunlar İslam'ın
insan sağlığına verdiği önemin ifadesidir.
4) Öte yandan, sarhoş edici zevklendirici vasıfları ihtiva eden uyuşturucu
çeşitleri vs. adları ne olursa olsun alanları, caydırıcı seri cezalarla
cezalandırmış, bütün bu maddelerin üretiminde, katkısı olanlarıda büyük günah
işledikleri için uyarmış, hatta içki konusunda on defa lanetlemiştir. Bu da
İslam'ın, insan sağlığını, ön planda bulundurduğunun delilidir.
5) İslamiyet'in insan vücuduna verdiği önemin, başka bir ifadesi de, Allah'ın
helal kılmış olduğu hoş ve temiz nimetleri, ister cimrilikten, isterse borçtan
dolayı kendisine yasaklamış olanların karşısına çıkmasıdır. Yüce Allah;
"De ki, Allahın kulları için meydana getirdiği süslenilecek şeylerle temiz
rızıkları haram eden kimdir." 524
"Ey iman edenler. Allahın size helal ettiği temiz ve helal şeyleri kendinize
haram etmeyin. Aşırı da gitmeyiniz."525
Öte yandan İslamiyet insan sağlığına zarar gelmesin diye, yemek ve içmekte,
israf etmeyide, yasaklamıştır. İslam herşeyin normalini seven bir dindir. Bu
konuda;
"Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz" 526 buyruluyor.
6) Yine aynı şekilde, ibadet için olsa bile gece uyumamak, aç durmak ve çok amel
etmek, gibi insan vücudunu yıpratan şeyleride, haram kılarak, insan sağlığına
ehemmiyet damgasını vurmuştur. Nitekim ashabdan üç kişi yanına gelerek, biri
geceleri hiç uyumayacağım, biri gündüzleri hep oruç tutacağını, diğeri, hiç
evlenmeyeceğini söylemeleri üzerine, Peygamberimiz (sav), "Aranızda Allah'ı (cc)
ençok bilen ve ondan en çok korkanınız benim, ama ben geceleri ibadet için
kalktığım gibi uyuyorum da, oruç tutuyorum, bazen de yiyiyorum. Hem ben
kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden
değildir" buyurarak, onları uyarmıştır.
Aynı şekilde ibadetle aşırı giden Osman İbni Mezun, Abdullah İbni Amr ve benzeri
sahabileri vücutlarının ve ailelerinin ve toplumun kendileri üzerinde hakları
olduğu konusunda uyarmıştır.
7) İslam'ın insan vücuduna verdiği önemin başka bir örneği de şudur. Farz olan
ibadetlerde gerektiğinde, yani insan vücuduna zarar söz konusu olduğu takdirde
azimetin terkedilip ruhsatla amel edilmesidir. Eğer azimetle amel etmek
hastalığa veya var olan bir hastalığın tedavisinin gecikmesine veya ek bir
külfete neden oluyorsa o zaman azimet terkedilerek, ruhsatla amel edilir.
Örneğin, abdesti terk edip teyemmüm etmek, ayakta kılmak yerine oturarak kılmak,
ramazanda orucu yemek ve benzeri kolaylıklar.
İslam'da vücut sağlığının dini ibadetlerden önce geldiğini de artık bilmeyen
yoktur.
8) İslam dini, sağlığı korumaya verdiği önem kadar, koruycu hekimliğe ve ilaçla
tedaviye de önem vermiştir. Ancak korunmaya verdiği önem daha fazladır. Çok iyi
bilinen bir gerçek te şudur; "Bir dirhem harcayarak alacağın önlem, kantar
kantar ilaç kullanmaktan daha faydalıdır."
Nebi (sav)'den nakledilmiş, bazı hastalıkların tedavilerini öğretici pek çok
hadis vardır. Alimlerden bir kısmı bu hadisleri, ilahi vahyin bir parçası olarak
telakki ederek konunun üzerine eğilmişlerdir. Ancak burada dikkat edilmesi
gereken bir husus, bu haberlerin bazılarının yaşanılan dönemin ve çevrenin
özelliğini taşıdığı gerçeğidir.
Örneğin; Arabistan çöllerinin sıcağının, hava şartlarının, iklim özelliklerinin
etkisi ile ortaya çıkan bazı durumlarda vardır. Bu durumları bütün insanlara
şamil saymamız mümkün değildir. İbn Kayyım'ın da konuyla ilgili olarak bu yönde
açıklamaları vardır.
Burada konunun çok önemli bir başka yönünü de dikkate almamız gerekmektedir. O
da pekçok kişinin yeterince bilmediği, İslam tıbbı veya Nebevi tıb ile ilgili
hadislerin gösterdiği yoldur. Bütün bu hadisler bizi; dini bir gayretle ve
Peygemberi vazife anlayışıyla bir bakış açısına ulaştırmaktadır.
Tahrif edilmiş ve putperestleşmiş dinlere, pekçok saçma fikirlerle, hurafeler
girmiştir. Bütün bunlar, doğru tıbbi yaklaşımları engellemiş, bu konulardaki
gelişmelere de ket vurmuştur. Nitekim İslam peygamberi (sav) geldi ve bu
kuruntulara bir son verdi. Yanlışlıkları düzeltti ve ortaya eşsiz prensipler
koydu. Öyle ki bu çaba; sağlam ilmi verilere dayanarak yükselecek ve gelişecek
bir tıbbın kurulmasına esas (temel) teşkil etmiş oldu. Bu eşsiz prensiblerden
bazıları aşağıda sıralanmıştır.
1) Hz. Muhammed'in (sav) vücudun değerini sahibi üzerindeki hakkını
vurgulayarak, kutsal çağrının ilk adımlarını "vücudunun üzerinde hakkı var"
nidasıyla atmıştır. Vücut acıktığı zaman onu doyurması, yorulduğu zaman,
dinlendirmesi, kirlendiği zaman temizlenmesi, hastalandığı zaman tedavi etmesi
vs. İslam hukukunda unutmaya, ihmale gelmeyen çok mühim ve Allah'ın hakkı olup
hesaba çekeceği görevler arasındadır.
2) Çeşitli dinlere mensup olan insanların gözünde, imanın kaderle olan problemi;
inanan insanın kazaya boyun eğmesi, belalara sabretmesi, gerektiğini bu yüzden
tıp ve tedavinin imanla bağdaşmadığını savunmaları neticesinde, ortaya çıkar.
Bu konuyla ilgili olarak Ebu Huzame (ra)'nın rivayet ettiği bir hadiste şöyle
buyrulmuştur: "Ben, Allah Rasulüne,
"Ya Resulallah, edinmek istediğimiz köleler, tedavi olduğumuz ilaçlar, ve
kaçtığımız tehlikeler hakkında ne buyurursun?" Allah Rasulu:
"Bu yaptıklarınız da Allah'ın kaderidir." 527
Müsned'de rivayet edilmiştir ki, Bedeviler,
"Ya Rasulallah, tedavi olalım mı?" diye sormuşlar. Allah Rasulü,
"Olun, çünkü, Allah'ın karşılığında şifasını vermediği hiçbir hastalık yoktur"
buyurmuştur. İşte ne güzel cevap değil mi? Çünkü sünnetullah gereği sebepler ve
neticelerini yaratarak, kaderi, kederle gidermiştir. Örneğin; açlık bir
kaderdir. Yemek suretiyle bunu gidererek, başka bir kadere dönüştürmüştür. Yine
susuzluğu suyla, hastalığı ilaçla gidermiştir. Neticede, her gideren ve
giderilen Allah'ın kaderidir. Hem de Peygamber (sav), kendine tedavi uygulamış,
gerek ailesinden, gerekse ashabından, hasta olanlara, aynı şeyi emretmiştir.
Cabirin sahih bir hadisinde, Peygamber (sav) Ubey İbni Kab'e, bir doktor
göndermiş, o da ince bir kemiği yarasına dağlamak suretiyle onu tedavi etmiştir.
Hz. Ömer, Şam'a gittiği zaman burada taun hastalığının yaygın olduğunu
bildiğinden, daha gitmeden hastalığın dönüşte bulaşabileceği endişesiyle
arkadaşlarıyla görüş alış verişinde bulundu ve heyetin tehlikeli yerlere
girmemesi konusunda karar aldılar.
Bunun üzerine Ebu Ubeyde, "Ey müminlerin emiri, Allah'ın kaderinden mi
kaçıyorsun" diye çıkışınca, Hz. Ömer, "Evet Allah'ın kaderinden yine Allanın
kaderine kaçıyorum, keşke bunu sen değil de başkası söyleseydi. Hem biri otlak
diğeri de çorak olmak üzere iki arazin olsa; hayvanlarını otlak olan yere
götürüp salsan yine de Allah'ın kaderi ile onları beslemiş olmuyor musun.
3) Allah'ın Resulü, bulaşıcı hastalıklar konusunda Sünnestullah'ı yerleştirmiş,
bundan kaçınmayı, genel hastalıklara karşı, örneğin; taun ve benzeri hastalıklar
için sağlık kuruluşları vasıtasıyla müdahale etmeyi emretmiş, bunu da aşarak,
korunma dairesini yabancı bölgelerin hayvanlarına varıncaya dek, genişletmiştir
ve şöyle buyurmuştur.:
"Sakın hastaları hasta olmayan hayvanlarla karıştırmayın"528. Yani su içme
esasında hasta olan develeri hasta olmayan develerle karıştırmayın, demektir.
Müslim'de rivayet edilen, bir hadiste, Sekif kabilesinden, cüzzcamlı bir adam
Rasulullah'a biat etmek istedi, O da bir elçiyle haber göndererek,
"Tamam biat ettik dönebilir" buyurmuştur. İbnu Mace'de rivayet edilen başka bir
hadiste,
"Cüzzamlılara çok bakmayın" buyurulmuştur. Yine Rasulullah (sav);
"Cüzzamlıyla konuştuğun zaman aranızda en az bir veya iki mızrak boyu mesafe
bulunsun," buyurduğu da anlatılır. Veba hakkında Peygamberimiz (sav),
"Bu hastalığın bulunduğunu duyduğunuz yere gitmeyin" buyurmuştur. Veba hakkında
kısaca böylece bilgi verdik.
Sorunuzda zikrettiğiniz; "Hz. Peygamberin, hastalığın sirayeti" diye birşey
yoktur" sözü doğrudur ve bu hadisi Buhari sahih olarak rivayet etmiştir. Ancak
bunun manası şudur; hastalıklar cahiliyyede inanıldığı gibi kendi kendine değil,
bilakis Allah'ın takdiri ile ve onun doğal kanunları çerçevesinde geçerler.
4) Hz. Peygamber "Tıbbı Ruhani" adını verdikleri şeyin karşısına çıkmış ama
tecrübe ve sebeplere bağlı güncel tıbba ise saygı göstermiştir.
Putperestlerin, cahillerin hatta yahudi ve hıristiyanların zahiri sebepleri bir
tarafa iterek, gizli etkenler, meçhul kuvvetlere dayanan, örneğin; fal, büyü ve
benzeri sihirbaz ve deccalların koyduğu batıl inançları da iptal etmiştir.
İmam Ahmed bin Hanbel, Abdullah İbni Mesud'un hanımından, rivayet etmiştir:
"Abdullah bir ihtiyacını giderip eve geldiği zaman kapıya varır, içerde
istenmeyen bir halle karşılaşmamak için öksürür. Sonra kapıyı çalardı. Yine
birgün geldi ve öksürdü, bu sırada yanımda beni kırmızılık hastalığından okuyan
bir kadın vardı, ben onu müsait bir yere aldım. Kocam, içeri girdi, boynumda bir
ip gördü, bu neyin nesi diye sorunca, ben içinde bana ait bir muska var dedim.
Abdullah hemen onu kopardı. Abdullah'ın ailesinin şirkle alakası yoktur. Ben
Resulullah'tan: "Şüphesiz nazar boncuğu, sihir boncuğu şirktir" buyurduğunu
duydum, dedi. Bunun üzerine ben, "Niye öyle dersin, halbuki benim gözümde bulut
vardı, ben onu falan yahudiye okuttum ve geçti" deyince. Abdullah "Evet, ama bu
şeytandandır buyurdu. Okuduğun zaman, elini kaldırır ve iyileşirsin. Allah
Resulünün şu duası sana şifa olarak yeter: "Ey insanların Rabbi, bu hastalığımı
gider. Çünkü sen şifa verensin, senin şifandan başka şifa yoktur. Hem zehirleri
silip süpüren şifa yine sendendir" 529
Yine senedini İsa ibni Abdurrahman'a dayandırdığı bir hadisinde, İsa der ki:
"Abdullah İbni Hakim, hasta idi. Ziyarete gitmiştim, birisi ona (boncuk)
cinsinden bir şey taksaydın ya" dedi. Bunun üzerine Abdullah, "Kim ne takarsa
ona tevekkül etmiştir" buyurdu."
Ukbe bin Amir'den, o da Resulullah'dan rivayet ettiğine göre, "Peygamberimiz,
kim muska takarsa Allah'a şirk koşmuştur."
Başka bir rivayette:
"Kim muska takarsa Allah onu iyileştirmesin, kim boncuk takarsa Allah onu da
iyileştirmesin" buyurmuştur"530
Allah Resulü, tabip olduğunu iddia edip te gerçekte hiç alakası bulunmayanların
önünü de seri bir metodla kesmiştir:
"Kim doktor olduğunu ilan ederse ve ondan böyle bir meslek tanınmamışsa yaptığı
zararları öder" 531,
Ama içinde ayetlerin yazılı olduğu muskalara gelince. Bunlar, Allah'a yalvarış
ve duadan ibarettir. Yoksa gerçek bir ilaç değildir. Çünkü peygamberimiz,
zamanının ilaçlarını üç şeyde toplamıştır ve şöyle buyurmuştur: "Şifa üç
şeydedir. Bal şerbeti içmek, kan çektirmek (Hacamet) ve cildi ateşle dağlamak"
Bu şifalar arasında muskayı ve benzerlerini saymamıştır.
5) Hz. Muhammed (sav) hem hastaların hem de doktorların önüne, bütün
hastalıkların, şifası konusunda yeni kapılar açmıştır. Çalışma sahalarını
genişletmiştir. Bu hastalıklar, gerek uzun ve daimi olsun gerekse ince
hastalıklar, dediğimiz kötü hastalıklar olsun. Örneğin, Buhari'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste, şöyle buyrulur.:
"Allah'ın karşılığında şifasını göndermediği hiç bir hastalık yoktur."
Müslim ve Ahmed'in Cabir'den rivayet ettiği başka bir hadiste de: "Her
hastalığın bir ilacı vardır. Hastalık gelip o ilaca tosladığı zaman Allah'ın
izniyle kişi iyi olur" buyrulmuştur.
Ahmed, başka bir hadiste, Hz. Peygamber (sav)'in, şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Allah indirdiği her hastalık için mutlaka bir şifa göndermiştir, ama
bilen bilir, bilmeyen bilmez."
Şevkani der ki, bu hadiste, kendisinde bir hastalık bulunan, çaresi bulunmayan
bir hastalığın tedavisine ısrar edilebileceğine delil vardır.
İbnü'l Kayyim, Za'dül Meadı'nda, "Her hastalığın bir de ilacı vardır” hadisi
üzerinde şöyle duruyor: "Bu hadis hem doktora, hem de hastaya bir moral
kaynağıdır. Hasta için ümitle ilaç aramaya, doktor içinde çalışmaya vesiledir.
Çünkü, mesela; hasta iyileşeceğine inandığı zaman, ümit kapıları açılır, yeis
(ümitsizlik) kapıları kapanır. Böylelikle morali düzelecek, moral düzelince,
hastanın mikroplara karşı direnme gücü artacak ve neticede, hastalık
kendiliğinden yavaş yavaş yok olacaktır."
Doktor için de mesele aynıdır. Örneğin doktor, bir hastalığın ilacının varlığına
inandığı zaman onu bulmak için kendini araştırmaya verecek ve bir şeyler
yapacaktır. Hem vücut hastalıkları ile kalp hastalıkları eşittir. Oysa Allah
bütün kalp hastalıklarına mutlaka tersi ile bir şifa vermiştir. Hasta onu bilir
kalbinin hastalığının şifasına rastlarsa Allah'ın izniyle kurtarılır.
6) O nefsin sıhhatına da çok büyük değer vermiştir. "Sen nefsinle insansın
cisminle değil." Şüphesiz nefis ile cismin birbirlerine kuvvet ve zayıflık
sağlamlık sakatlık eşitlik eğrilik bakımından tesirleri vardır. Bunu çok önceden
nefs alimleri ile doktorları vurgulamışlardır.
Geçmişte "sağlam, akıl, sağlam vücuttadır" demişler. Belki de sağlam vücut
sağlam akıldadır demiştir. Hem Hz. Peygamber; ruhun vücut üzerindeki etkisine
işaret etmiştir. Nitekim mescit inşa ederken Ashab-ı Kiram teker teker taşırken
Hz. Ammar ikişer ikişer taşıyordu. Hz. Peygamber: "Şüphesiz Ammar baştan aşağı
imanla doludur" buyurdu.
Başka bir defasında da Resulullah ashabını visal (gündüzün orucuna geceyide
eklemek) orucundan nehyetmişti. Sahabe: "Bize yasaklıyorsun ama kendin
yapıyorsun" deyince O da şöyle buyurdu: "Hanginiz benim gibisiniz? Beni
geceleyin Rabbim yediriyor içiriyor dedi" 532.
Kimin ruhu Hz. Peygamberin ruhu gibi olabilir ki, onu katlandığına katlansın.
Mümin ruhuyla nefsiyle insanların en kuvvetlisi ve en sağlıklısıdır. Çünkü onun
imanı, kalıbını, huzur, gönül hoşluğu ve çalışkanlıkla doldurmuştur. Nefsini de
kin, buğuz ve kahredici kalp hastalıklarından temizlemiştir.
"Ateşin odunu, yediği gibi hasette iyilikleri yer bitirir" denilince bundan
başka şeyleri de yediğini görüyoruz. Örneğin, "insan sağlığını ve damarlarını da
yer bitirir" diyen ne güzel söylemiş. Aferin şu hasede, ne kadar da adilmiş önce
sahibini yiyor. Ya şu şiir:
"Hasetcilerin hilelerine kafayı takma, senin sabrın onları öldürür, görmüyor
musun ateş yakacak birşey bulamayınca kendini bitirir." (Şiir)
Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde: "Sizden evvelki insanlarda bulunan, haset ve
tırmalayan buğuz hastalığı sizde de vardır."
Hasedin kişisel ve toplumsal hastalık olduğunda şüphe yoktur. Ama fiziksel bir
hastalık, olduğu da ortadadır.
İşte İslam'ın damgasını vurduğu Resulullah'ın yerleştirmeye çalıştığı, önemli
meseleleri bir kaç başlık altında anlatmaya çalıştık. Bütün bu anlattığımız
prensipler; dikkate alınır ve hakkıyla uygulanırsa, sağlam kuvvetli dine karşı
saygılı, dünyayı kalkındırmaya elverişli nesiller yetiştirme, konusunda
sevindirici neticeler alınabilir.
Başarı Allah'tandır. 533
Şarkı Dinlemek
Soru
Bazı insanlar, şarkının her çeşidini şu ayete dayanarak, haram kılıyorlar.
"İnsanlardan bazıları bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve alay edinmek
için boş haberleri satın alıyorlar" 534.
Bu ayette geçen "Lehve'l-hadis" kelimelerinin, bazı sahabelerin "şarkı" olarak
tefsir ettiğini söylüyorlar. Ayrıca onlar, "Boş sözler işittiklerinde ondan yüz
çevirirler" ayetini de delil olarak ileri sürüyorlar. Onlara göre "şarkı"da bir
çeşit boş sözdür. Şarkı konusunda sizin görüşünüz nedir? Ayetleri bu konuda
delil göstermek doğrumudur? Lütfen bu mühim konuda bize fetva verin, çünkü bu
konuda oldukça kargaşa var hem de bu konu detaylı olarak açıklanmaya muhtaçtır.
Teşekkür ederiz. Allah mükafatınızı versin. (Amin). 535
Cevap
Şarkı meselesi (müzikli veya müziksiz) ilk dönemlerden itibaren İslam
fukahasının tartıştığı meselelerden olmuştur. Konunun bazı yönlerinde ittifak,
bazı yönlerinde de ihtilaf edilmiştir.
Fakihler; fuhşu, kötülüğü, günah işlemeyi teşvik eden şarkıların haram olduğu"
görüşünde ittifak etmişlerdir. Eğer sözler çirkinse şarkıda çirkin kabul edilir.
İslami edebe aykırı her söz haramdır. Bu durumu şarkının namesinin, bestesinin
veya icrasının güzel olması değiştirmez.
Tabi bunun dışında meşru olan sevinç, eğlence günlerinde, müzik dinlemenin
sakıncası olmadığında da görüş birliği vardır. Bu meşru günler, örneğin, düğün
töreni, bayram günleri, kaybolan birinin gelmesi vb. Bu konuda hadisler vardır.
Ancak ulema, yukarıdaki hususların dışında kalan durumlarda şarkı dinleme
konusunda ihtilaf etmiştir. Kimi müzikli olsun müziksiz olsun caizdir demiş,
kimi de ister müzikli, ister müziksiz olsun kesinlikle haramdır, demiştir.
Fakat bizim tercih ettiğimiz ve aklımıza yatan görüş odur ki; şarkı haddi
zatında helaldir. Çünkü aksine kesin ayet ve hadis bulunmadıkça eşyada asıl olan
helalliktir. Şarkının haramlığı hakkında varid olan deliller açıktır ama, sahih
değildir. Ya da sahihtir fakat açık değildir. Sorunuzda zikrettiğiniz iki ayet
bu kabildendir (Sahihtir, açık, net değildir).
Birinci ayete gelince, Sahabe ve tabiinden bir kısmı şarkının haramiyetine
bununla delil getirmişlerdir, ancak bize bu konuda yani, onların tefsirine
karşılık, yarayacak en güzel cevap, İmam Ubni Hazm'in Muhali ası'ndan yaptığımız
nakildir. O der ki, "Birkaç sebepten dolayı bu ayetle kimse delil getiremez.
1) Resulullahtan başka kimse bu ayetle delil getiremez.
2) Delil getirenlere, getirmeyen sahabi ve tabiin ihtilaf etmiştir.
3) Ayetin kesin ifadesi onların delillerini iptal etmektedir. Zira ayetle,
Allah'ın yolundan saptırma ve ayetlerini hafife almak amacı ile bilgisizce boş
şeyler satılanlar anlatılıyor. Gerçekte bu işi yapanların küfrüne ayet açıkça
delalet etmektedir ve bunları yapanların kafir olacağında ihtilaf yoktur. Adam
Allah (cc)'ın ayetleriyle dalga geçmek ve onun yolundan saptırmak amacı ile bir
Kur'an satın alsa yine kafirdir. Allah'ın kötülediği kimseler bu amacı
güdenlerdir. Yoksa Allah, bu ayetle boş şeyleri satın alıpta gayesi onun
yolundan saptırmak olmayan, sadece nefsini eğlendirmek için yapanları kesinlikle
yermemiştir. Yine aynı şekilde adam kasıtlı olarak namazı geçirmek için her ne
yaparsa yapsın, ister Kur'an okusun, ister hadis okusun, ister sohbet etsin,
ister müzik dinlesin, fasıktır ve Allah'a asi olmuştur. Ama yukardakilerini
yapmak suretiyle, farzları kaçırmamışsa bilakis iyilik yapmış olur.
İkinci ayete gelince:
"Onlar boş şeyler duyunca onlardan yüz çevirirler. 536
Biz bu ayetin şarkıya delil getirilmesini de kabul etmiyoruz. Çünkü ayetin
zahirine baktığımız zaman, "lağv" dan maksatın sövmek, küfür etmek olduğunu
görüyorsunuz. Zaten ayetin devamı da bunu kanıtlıyor: "Onlar, boş sözler
dinlediği zaman ondan yüz çevirirler ve sizin işleriniz sizin, bizim işlerimiz
bizim olsun, bizden size bir zarar gelmez. Bizim cahillerle işimiş yok derler."
Bu ayet Furkan suresinde geçen Rahman'ın kulları ile ilgili; "Onlar, cahillerle
muhatab oldukları zaman selam derler" ayetinin bir benzeridir.
Ayetle geçen "lağv"dan maksadın, şarkı olduğunu kabul etsek bile ayetin şarkıdan
yüz çevirmeyi müstehab gördüğünü ve yüz çevirenleri övdüğünü görüyoruz. Ayette
yüz çevirmenin illaki gerekliliğine dalalet yoktur. "Lağv" kelimesi, batıl
kelimesi gibi faydasız şeyler demektir. Faydasız şeyleri dinlemek bir hakkı zayi
etmediği veya farzdan geri bırakmadığı müddetçe haram değildir.
Rivayet olunur ki, şarkı dinlemeğe izin veren İbni Cerih'e sormuşlar: "Kıyamet
gününde amel defterinin iyilik tarafına mı konulacak, kötülük tarafına mı?" İbni
Cerih: "Ne iyilik tarafına konacak, ne de kötülük tarafına, çünkü o boşa yemin
gibidir. Allahu Teala buyuruyor:
"Allah sizleri boş yeminlerinizden yargılamayacaktır"537
İmam Gazali der ki: "Yemin ederek, Allah'ın ismini boş yere yani yemininde
samimi olmaksızın faydasız ve şeriata muhalif olarak zikreden kişi
yargılanmayacak da şiir ve şarkı dinleyen mi yargılanacak?"
Kaldı ki, her müzik boş da değildir. Müziğin boş yani lağv hükmünü alması
sahibinin maksadına bağlıdır. Çünkü iyi niyet: eğlenceyi ibadet, türküyü
yakınlık yapar. Ama kötü niyet, ibadeti bile isyan yapar. Örneğin, riya amacı
ile yapılan ibadetlerde olduğu gibi bunların içi gösteriş dışı ibadetten
ibarettir. "Şüphesiz Allah şekillerinize bakmaz aksine kalblerinize bakar."
Burada İbni Hazm'ın şarkıyı reddedenlere Muhallası'nda verdiği güzel bir
reddiyyeyi nakletmek istiyorum. O derki: "Haramlığını savunanlar der ki, müzik
hak mıdır değil midir? Üçüncü bir şık zaten yoktur, çünkü Allah (cc) Haktan
başka herşey sapıklıktır" 538 buyuruyor.
Bunlara cevabımız şudur. Allah (cc) muvaffak etsin Resulullah (sav) efendimiz:
"Ameller ancak niyete bağlıdır, herkes için niyet ettiği şey vardır" buyuruyor.
O halde şarkıyı Allah'a isyan amacı ile dinleyen fasık olur. Ama vücudu Allah'a
ibadete hazırlamak amacı ile dinlemek için dinlerse bu adamda itaatkar ve iyilik
sahibi olur ve onun yaptığı bu işi de haktan sayılır.
Bir adam da ne isyan, nede ibadete hazırlık için dinlemiyorsa bu da lağv olur
ki, bunu da Allah (cc) affetmiştir. Örneğin; adamın keyif yapmak için bahçesine
çıkması, hava almak için gezmeye çıkması elbisesini çeşitli boyalarla boyaması
vs. işleri gibi.
Müziği haram görenlerin delil olarak öne sürdükleri hadislere gelince. Bunların
içinde sahihlik bakımından itiraz edilmeyen, veya manası daha değişik
yorumlanmayan bir hadis yoktur.
Kadı İbni Ebu Bekir Arabi der ki, "Bu konuda varid olan hadislerin hiçbiri sahih
değildir." Gazali ve İbnu Nahvide Umdesi'nde böyle demiştir. İbn Hazm bu konuda
rivayet edilen hadislerin hepsi uydurmadır, diyor.
Haliyle haram olması için öne sürülen delilleri çürütünce geride asli helallik
kalıyor. Nasıl olmasın ki çalgının helal olduğuna dair bir sürü hadis var. Biz
bunlar arasından Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadisi zikretmekle
yetineceğiz. Hz. Ebu Bekir birgün Peygamberimiz Hz. Aişe'nin odasındayken
yanında iki cariye şarkı söylüyorlardı. Olaya öfkelenen Hz. Ebu Bekir,
"Peygamber'in evinde neden şeytanın mızmızını çalıyorsunuz?" diye çıkıştı. Bunun
üzerine Resulullah, "Bırak ey Ebu Bekir, bu günler bayram günleridir" diye
karşılık verdi. Tabi bu, bayram günlerinin haricinde haramdır anlamına gelmez,
böyle birşey zaten bize ulaşmamıştır. Ancak burada söylenmek istenen, bayram
günleri sevinç, eğlence günleridir. Tabii bu da müzik, vs. eğlence araçlarıyla
mümkündür.
Fakat bu fetvayı bitirirken dikkat edilmesi gereken bir kaç hususu hatırlatmak
gerekir. Söylenen şarkıların konusu İslam adabı ve terbiyesiyle bağdaşması
şarttır.
A- Mesela; İslam'ın içkiyi şeytanın pisliği kabul ettiği, kadeh tutanı, içki
yapan, yaptıranı, satanı, taşıyanı ve her türlü katkıda bulunana lanetlediği
ortadayken, sigaranın zararıda belli iken "Dünya sigara ve kadehtir" demek
İslam'a aykırı ve haramdır. Yine mahrem tanımayan, kadının gözlerini öven
şarkılar da İslam adabına muhalif ve terstir.
Çünkü Kur'an meydan okuyor.
"Mümin erkeklere söyle gözlerini haramdan korusunlar, namuslarını muhafaza
etsinler" 539.
"Mümine hanımlara da söyle gözlerini haramdan korusunlar"
540.
Hem Allah'ın Rasulu: "Ey Ali ikinci defa namahreme bakma, çünkü ikincisi
aleyhinde olur" buyurmuştur. Bu deliller çoğaltılabilir.
B- Sonra şarkıyı söyleme tarzı çok önemlidir. Bazen öyle oluyor ki, şarkının
sözlerinde herhangi bir tehlike olmuyor ama şarkıcının kıvrak ve kırık sesinin
dinleyenlerini heyecanlandırması ve kalplerini hastalığa itmesi şarkıyı helallik
dairesinden haramlık dairesine sokuyor. Örneğin dinleyenlerin çok istedikleri
nağmeleri yah, yuh, yih, gibi olan şarkılar gibi burada Peygamber Efendimiz'in
hanımlarına Mevla'nın emirlerim hatırlatalım: "Konuşurken sesinizi inceltmeyin,
çünkü kalbinde hastalık bulunan tema edebilir" 541.
C- Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da; İslam dini ibadet dahil herşeyin
aşırısını ve israfını haram kılmıştır. Peki mubah olsa bile bütün vakitlerini
eğlence ile geçirmeğe ne diyeceksin. Şüphesiz vakitleri boş şeylere harcamak
kalbin büyük hedeflerden ve önemli görevlerden yoksun olduğunun delilidir. Yine
kişinin sınırlı vaktinden yapması gereken başka görevleri ihmal ettiğininde
delilidir. İbnu'l Mukaffi'in şu sözü ne kadar doğru ve yerindedir. Nerde bir
israf gördüysem mutlaka bir görev ve hakkı zayi etmiştir.
D- Bir de dinleyen insanın bu şartlarla beraber nefsine sahip olabilmesi
gerekir, çünkü şarkı veya buna benzer şeyler, insanı fitneye teşvik ediyor ve
insanı nefsin bataklıklarında yüzdürüyorsa, tabii ki bundan kaçınması gerekir ve
bu tarafa esen rüzgârların önünü kesip nefsi istirahat ettirmek gerekir.
Tabii şüphesiz bu kurallar sayı ve şekilleriyle şarkının konusu, söyleniş tarzı
ile İslam'dan ve ahlak kurallarından uzak olanların ellerinde olması sebebiyle
zamanımızda çok az tamamlanabilir.
O halde onların reklamlarına katkıda bulunmak, seslerini duyurmalarına yardımcı
olmak, mü'mine asla yakışmaz, unutulmamalıdır ki onlar seslerini böylece
duyuruyorlar.
Bu yüzden dinine bağlı müslümana yakışan odur ki, daima şüphelerden kaçınarak,
azimetle amel edecek, haram kokusundan kurtulamamış bütün şeylerden nefsini uzak
tutacak, ama kim "Ben ruhsatla amel edeceğim" derse nefsini korumak için çok
araştırsın, gücü yettiği kadar günah kokularından en uzak olanını seçsin
dinlemek için bu kadar tehlike varsa ya o şarkı sanatçılığının içinde bulunmak,
gerçekten çok tehlikelidir. Bu işten sağlam imanla çıkmak az olan vakalar
arasındadır.
Tabi bu tehlikeler erkekler içindir. Kadını hiç karıştırma. Çünkü onun için bu
işler çok daha tehlikeli ve korkunçtur. Bu yüzden Allahu Teala, kadınlara
giyimleriyle, kuşamlarıyla, gezişleriyle, konuşmalarıyla erkeklerden
sakınmalarını emrediyor ki, erkeklerin kötü bakışlarından, eziyetlerinden
korunmuş olsunlar. Bilhassa kalblerinde hastalık bulunan erkeklerden böylelikle
korunmuş olsunlar. Allahu Teala bir ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
"İşte böylece onlar çok zor tanınacak dolayısıyla da eziyet edilmeyecekler."
Başka bir ayette de:
"Seslerini inceltmesinler. Çünkü kalbinde hastalık bulunan kimse onları tama
eder" 542, buyruluyor.
Kadının şarkıcı olması onun fitneye düşmesine veya düşürülmesine ve uzak durması
mümkün olmayan, haramlara düşmesine yol açar. Çünkü mesleği gereği protokol,
konser vs. işleri için yabancı erkeklerle beraber olması gerekecektir. Kadının
yabancı erkeklerle beraber olmasına İslam müsaade etmemiştir 543
Televizyon Seyretmek
Soru
Ben onsekiz yaşında bir delikanlıyım. Küçük kardeşlerim var. Televizyon
seyretmek için komşunun evine gitmek istiyorlar, ben de babama, biz de
televizyon alalım ki komşuları rahatsız etmeyelim, deyince "Televizyon haramdır,
onu evime koymam" diye karşılık verdi. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
544
Cevap
Televizyonun hükmü hakkında daha önce konuşmuştum; helal mi yoksa haram mı? Bu
mevzu Katar'da yayınlanan "İslam'ın Yolu" isimli televizyon programının ilk
bölümünün konusuydu. Orada demiştim ki televizyon, radyo, gazete, dergi gibidir.
Bütün bunlar iletişim ve basın yayın araçlarıdır. Bizatihi bunların kendilerine,
iyidir, kötüdür, helaldir, haramdır denmez, ancak birer araçtırlar,
kullanıldıkları amaca bağlıdırlar. Örneğin kılıç, sen bunu Allah için savaşan
insanın elinde görürsen cihat aleti olur, ama teröristlerin elinde görürsen suç
aletidir. Demek ki, herşey kullanıldığı amaca bağlıdır. İletişim araçları da
kendi amaçlarına göre helallik ya da haramlık kazanırlar.
Televizyon toplumsal yapılanma, fikri, ruhi, ahlaki ve içtimai olgunlaşma
amacıyla kullanılması mümkündür. Tabiki aynı şekilde radyo, gazete ve dergilerde
kullanılabilir.
Aynı şeklide toplumsal bozulma, fesad vs açısından televizyon ve onda gösterilen
programların olumsuz etkilerinin olduğu da açıktır. Bu durumda bizim
diyebileceğimiz odur ki, bu araçların iyi olanı var kötü olanı var, helal olanı
var, haram olanı var. Ama hemen şunu hatırlatayım, Müslümanın nefsini kontrol
altına alması lazım, örneğin televizyonu ya da radyoyu açtığı zaman eğer İslama
uygun program varsa, seyreder yoksa kapatır. Haberleri dinler, kültürel, dini ve
bilimsel proygramları seyreder. Tabii çocuklarda kendilerinin hoşlarına giden
çizgi filmleri eğitim öğretim programlarını seyredebilirler. Ama televizyonda
öyle şeyler varki bunlara bakmak caiz değildir. Mesela malesef Arap yapımı çoğu
filmler toplum ahlakını tahrip edici ve bozucudur. Filmde oynayan her kızın
mutlaka bir erkek arkadaşı olacak, mutlaka sevgi ve aşk sahneleri olacak,
böylelikle ailesine karşı yalan söyleyebilecek, evden kurtulmanın, ailesinden
kopmanın eğitimini görecek, şöyle böyle kendine özellik arayacak.
Gerçeği söylemek gerekirse, filmlerin maksatlarının en kötüsü de budur. Çünkü
hiç bir film, cinsi arzuya teşvikten, içki ve nefsani danstan yoksun değildir.
Bütün bunlar rezaletlerin öğretilmesinden başka birşey değildir. Diyorlar ki;
film bunlarsız olmaz, aşk, içki ve dans sahneleri gereklidir, hem zaten dans
artık dünya kültür ve sanatı olmuştur. Dans etmesini bilmeyen bir genç insanın
çağdaş olabilmesi mümkün değildir. Genç kız ve erkeklerin bir arada bulunmasında
arkadaşlık yapıp sohbet etmelerinde ne kötülük olabilir?
İşte dinine bağlı çoluk çocuğunun ahlakını korumaya düşkün insanları
televizyondan soğutan sebep budur. Çünkü televizyonun, şerri, hayrından, zararı,
faydasından çoktur. Böyle olunca da dinen haramdır.
Bilhassa bu gibi araçların nefisleri ve akılları kontrol altına alması çokça
görülüyor. Kaldı ki, televizyon ve benzerlerinin, insanların vakitlerini çalmak
suretiyle onları dini görevlerden alıkoyması da başka bir sorun.
Şüphesiz bu tür meselelerin üzerine, kötülük ve bozukluğun yaygın olduğu bu
dönemde ihtiyatla gitmek gerekir. Ama ne yazıkki bela umumidir. Çoğu insanlar
istese de bu beladan kurtulamıyorlar.
Özellikle televizyonun olumlu ve yararlanılabilecek tarafları vardır. Bu yüzden
dediğim gibi en iyisi bize yarayacak hayırlı taraflarını alacağız. Bize
yaramayan ya tamamı ya çoğu zararlı olan örneğin bahsettiğimiz film ve
programları bırakacağız.
İnsanın bu gibi kötülüklerden kurtulması radyo ve televizyonu kapatmakla, eğer
gazetede de çirkin fotoğraf ve kötü makaleler varsa onu okumamakla mümkün olur.
Mesele bu kadar basit.
Deme ki insan nefsinin müftüsüdür ve onun amiridir, onu bozukluk ve kötülük
kapısından geri çekebilir, ama nefsine ve ailesine sözü geçmiyorsa en iyisi bu
tür iletişim, araç ve cihazlarını, kötülüğe giden yolu, önlemek için eve
sokmamaktır. Benim bu konuda görüşüm budur. Doğru yolu gösteren ve en iyi yola
ulaştıran Allahu tealadır.
Bu konuda en büyük sorumluluk devlete düşmektedir. Çünkü Allah (cc), bu iletişim
araçlarını insanlara taşıdıklarından onları sorumlu tutup sorgulayacaktır. O
halde onlar da gelsin cevap versinler. 545
Heykel Yapmak
Soru
İslamda heykellerin hükmü nedir? Bende eski Mısırlılara ait heykeller var.
Onları evde süs olarak asmak istiyorum. Ama bazıları karşı çıkıyor, heykel
haramdır diyor. Heykel gerçekte haram mıdır? 546
Cevap
İslam dini hayvan olsun, insan olsun, bütün heykel çeşitlerini haram kılmıştır.
Bilhassa inanç yönünden kutsal kabul edilmişse haramiyeti daha da artar.
Örneğin, Melek, Mesih (İsa as) ve Üzeyr (as) gibi veya heykel putperestler
tarafından ilah kabul edilmiş olursa, örneğin; Hindistandaki inekler gibi, işte
bu çeşit heykellerin haramiyeti diğerlerine nazaran çok daha kuvvetlidir, hatta
bazen küfür veya küfre yakINda olabilir. Tabii bunları helal kabul etmek zaten
küfürdür.
İslamiyet daima tevhidi korumaya düşkündür. Tevhidle az çok bağlantısı olanlara
da diğer bütün kapıları kapatmıştır.
Bazıları der ki, efendim bu, Mekke döneminde putlara ibadet edilirken
geçerlidir. Ama günümüzde putlara tapan yok ki, o halde heykelden kaçınmanın ne
anlamı var? Bu tür görüşler, doğru değildir, çağımızda ineklere, keçilere, tapan
insanlar var.
İşte Avrupa'da yaşayan insanlar putperestlerden pek eksik değillerdir. Mesela,
bakıyorsun esnaf iş yerinde nazar boncuğu asıyor veya arabasına binerken yanına
herhangi birşey alıyor. Demek ki, insanlar hurafelere inanmaya devam ediyor.
İnsanda bulunan akılda biraz zayıflık olduğu için, bazen doğru olmayan şeyleri
kabul edebiliyor, hatta kültürlü insanlar bile bazan o kadar gülünç hataya
düşüyorlar ki? Bir cahil bile onun o hatasını tasvip etmez. Onun için İslamiyet,
putperestliğe götürecek veya kendisinde putperestlik kokusu bulunan konularda
çok hassas davranmış ve onu haram kılmıştır. Eski Mısırlılar'a ait heykellerde
bu kabildendir. Hele bazen insanlar heykellerin kafalarını nazar değmesin cin
çarpmasın diye yanlarına alıp, muska yapıp taşıyorlar.
İşte bu da harama haram katıyor, çünkü muskanın haramiyeti de heykelinkine
eklendi mi haram artı haram oluyor. Heykel çeşitlerinden sadece çocuk
oyuncakları helaldir, diğer bütünü haramdır. O halde müslümana yakışan ondan
kaçınmalarıdır. 547
Fotoğrafçılık
Soru
Benim bir fotoğraf makinem var. Uygun zamanlarda yolculuklarda değişik yerlerin
fotoğraflarını çekiyorum. Bu yaptığım harammıdır. Bir de yatak odamda bazı
artistlerin resimleri ve içinde kadın fotoğrafı bulunan gazeteler var. Bunların
yanımda bulunmalarında bir sakınca var mıdır? İslamın bu konuda ki hükmü nedir?
548
Cevap
Fotoğraf makinası ile resim çekmek konusunda büyük alimlerden Mısır'ın eski
Diyanet İşleri Başkam Allame Şeyh Muhammed Bahit el-Muti, "Fotoğrafçılığın
helalliği konusunda yeterli cevap" adlı kitapçığında kamera ile çekilen
tasvirlerin helal olduğunu savunuyor. Diyor ki, "Fotoğraf çekme işi yaratmaya
benzetilemez, hadisi şerifte geçen "Benim yarattığım gibi yaratsın" ifadesi
fotoğrafı kapsamaz. Çünkü bu iş gölgeleri hapsetmekten ibarettir. Zaten ismini
koyan ve ne güzel koymuş, akis (yansıma), kameramana da yansıtan diyorlar. Böyle
denmesinin nedeni, ayna gibi gölgeyi yansıtıyor olmasından dolayıdır.
Heykeltıraş ve ressamların yaptığı gibi icat değildir. Bu yüzden de, haramiyet
dairesine girmez, aksine mubahtır."
Şeyh Muhammed Bahit'in bu fetvası çoğu ulemanın görüşüylede aynıdır. Ben de
helal ve haram adlı kitabımda bu görüşü benimsedim.
İşte bu gibi tasvirler, içinde şeran haram olmayan suretler bulunması şartıyla
helaldir. Örneğin filmde açık kadın ve genç kızlar, ve seyrettirilmesi dinen
caiz olmayan manzaralar bulunursa bu caiz olamaz. Ancak filme, çocuklarını,
arkadaşlarını, doğal manzaraları çekmişse, tabi ki bunda bir sakınca yoktur.
Ama bazen öyle anlar oluyor ki fotoğraf çekmek zaruri oluyor. Mesela nüfus
cüzdanı, pasaport veya birbirlerine karıştırılan insanların fotoğrafları gibi.
Artislerin, sanatçıların fotoğraflarını saklamak dinine bağlı hiç bir müslümana
yakışmaz.
Sanatçı veya artistlerin resimleriyle müslümanın ne işi var.
Böyle işleri yapanlar, broşür bastırıyor, bakıyorsunki ahlaksız kadın
fotoğraflarıyla doludur. Bilhassa zamanımızın kadını artık reklam aracı haline
gelmiş durumda kadınlar sanki balıkçıların üzerine çullandığı ağ gibi.
Bakıyorsunuz kadının elinde bir yiyecek resmini çekmişler, neymiş reklam
yapıyorlar, daha neler neler.
Gazete ve dergiler bu metodu takip ediyorlar, gençlerin resimleri büyük ticaret
gelirine vesile oluyor ve böylece bir sürü genç kızların fotoğraflara çıkmasına
neden oluyorlar.
Soru soran kardeşimiz genelde bilgi ve kültürünü geliştirmek açısından belli bir
dergiye abone ise gayeside fotoğraf değil ancak, bu fotoğrafları eşya olarak
saklıyorsa pek zararı yoktur. Ama yine de en iyisi edep dışı bu çirkin işlerden
kurtulmasıdır. Buna gücü yetmiyorsa bunları görülmeyecek bir yere atsın ve
bakmasın, sadece okumakla yetinsin.
Resimleri asmak ise kesinlikle caiz değildir. Bu şeriata muhaliftir. Çünkü bu
tazimdir. Halbuki tazim ise Alemlerin Rabbi olan Allah'adır. Ondan başkasına
olmaz. 549
Dîn Ve Hürriyet
Soru
İslamda hürriyete yer var mıdır? Bazı gençler din hürriyetin zıddıdır diyorlar.
İslam'ın getirdiği hürriyet ve bunun sınırları nelerdir? 550
Cevap
İslam gelir gelmez hemen hürriyetin temellerini yerleştirmiştir. Nitekim
mü'minlerin emiri Hz. Ömer (ra) bu konuyla ilgili meşhur bir konuşmasında şöyle
der: "İnsanları ne zaman köleleştirdiniz. Halbuki anneleri onları hür
doğurmuştur." Hz. Ali bir vasiyyetinde, "Kendinden başkasının kölesi olma, zira
Allah seni hür olarak yaratmıştır" buyurmuştur. Demek ki, Allah insanları aslen
hür olarak yaratmıştır. Onlar hürdürler, köle değildirler. İnsanların
birbirlerini fikri, siyasi, iktisadi, içtimai ve dini olarak köleleştirdiği bir
zamanda İslam gelerek inanç, fikir, söz ve ekonomik hürriyeti getirmiştir. Bu
saydıklarımız beşerin en çok aradığı hürriyetlerdir. İslam dini, bir din olarak
gelmiş ve din hürriyetini, inanç hürriyetini yerleştirerek insanları kendine
boyun eğdirmeye zorlamadığı gibi başka bir dinin de insanları kendine boyun
eğdirmeye zorlamasına da asla müsade etmemiştir. İslam, bu konuda Kur'anda
duyuruda bulunuyor:
"Ey Muhammedi Eğer Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin hepsi iman ederdi, o
halde iman etsinler diye insanları zorluyor musun?" 551.
Bu ferman, Mekke döneminde inzal buyurulmuştur. Medine döneminde ise Bakara
suresinde şöyle buyurulmuştur:
"Dinde zorlama yoktur, artık hak batıldan seçilip çıkmıştır"
552.
Bu ayetin nüzul sebebini incelediğimiz zaman İslam'ın hürriyeti ne derece
mukaddes tuttuğunu ve ne derece önem verdiğini açıkça müşahade edebiliyoruz.
Nitekim cahiliyye döneminde Evs ve Hazrec kabilelerinde bir adet vardı. Kadın
hamile kalmak istemediği zaman, eğer hamile kalırsa çocuğunu Yahudileştireceğine
yemin ederdi. Bu çirkin adet yüzünden Arap olan Evs ve Hazrec kabilelerinden
bazı Yahudi çocuklar türedi. Hal böyle iken İslam dini gelip, Allah (cc)
insanları bu dinle yüceltince, kendi ifadesi ile nimetini onlara tamamlayınca,
bir kısmının babaları çocuklarını hem kendilerinin hem de zamanın dini olan
İslam'a döndürmek suretiyle onları yahudilikten çıkartmak istediler. Onları
yahudiliğe sokan konum ve ortama, müslümanlarla yahudiler arasındaki gergin hava
ve savaşlara rağmen İslam dini kimsenin zorla kendi dininden çıkartılıp bir
başka dine -İslam olsa bile- sokulmasına müsade etmemiştir. İşte bu yüzden,
"Dinde zorlama yoktur" fermanı inzal buyurulmuştur. Bir zamanlar Bizans devleti,
"Ya Hıristiyanlık ya ölüm" diyordu. Faris ve Rum diyarında da din ıslahçıları
(din hürriyetini savunanlar) ağıza yakışmıyacak şekilde ayıplanıyorlardı vs.
Toplumun şuurunda olduğu hürriyet, reform, araştırma ve mücadele ya da fikir
ihtilali sonunda elde edilmiş bir olgu değildir. Toplumun şuurunda olduğu bu
hürriyet fikri İslam'ın gelmesi ile beraber yer yüzünde yaşayanların şeref ve
haysiyetlerinin korunması amacı ile getirilmiştir.İslam beşeriyete din ve inanç
hürriyetini kabullendirerek, onları fikir sahasında yükseltmeyi amaç edinmiştir.
Ancak İslam'ın vurguladığı din ve inanç hürriyeti, dini insanların elinde
oyuncak gibi evirip çevirme aletine dönüştürülmemesi şartıyla getirilmiştir.
Yahudiler diyorlar ki, "İman edenlere indirilene (Kuran'a) gündüzün iman edin.
Gündüzün sonunda onu inkar edin ki belki dönerler." Yani sabah inanın akşam
vazgeçin ve deyin ki: "Biz Muhammed'in dinini şu şu eksiklikten dolayı terk
ettik. Veya bir gün inanın ertesi gün, ya da bir hafta sonra küfredin. Bu
şekilde yeni olan bu dini ayıpladılar. Bu yüzden Allah (cc), bu dinin
Yahudilerin yaptığı gibi oyuncağa dönüşmemesi amacı ile şu yaptırımı
getirmiştir: Kim tam olarak araştırdıktan ve bu araştırma sonucu gönül
rahatlığıyla İslam dinine girerse dinine sahip çıkmak mecburiyetindedir yoksa
riddet (dinden dönme) haddine maruz bırakılır. Demek ki insana ilk önce din ve
inanç hürriyeti verilmiştir.
İnsana tanınan ikinci hürriyeti ise fikir ve düşünce hürriyetidir. Nitekim İslam
gelir gelmez insanları kainattaki incelikleri tefekkür ve incelemeye davet
etmiştir, şöyle ki:
"Size bir tek öğüdüm var ikişer ikişer ve teker teker Allah'a yönelin sonra
düşünün" 553
"Ey habibim de ki, bir bakın yer ve göklerde ne var" 554
"Onlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Bari bu yolla düşünecek kalplere ve
işitecek kulaklara sahip olsunlar gerçek şudur ki, gözler kör olmaz ancak
göğüslerdeki kalpler kör. 555
İslamiyet zan ve vehimlerin peşine düşenlerin çok dağınık bir yük
yüklendiklerini belirterek şöyle demiştir:
"Zan hakdan (doğrudan) hiç bir şey def edemez” 556
Atalarını büyük reislerini taklit eden ve nevalarına tabi olanların da kıyamet
gününde söyleyecekleri şu yükü yüklemiştir.
"Ey Rabbimiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik onlar ise bizi
doğru yoldan saptırmışlar" 557
"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Şüphesiz biz onların izlerini takip
edeceğiz"558 diyenlerin sırtına bir başka yük yüklemiş ve onları hayvanlara
benzetmiş hatta daha da aşağılamıştır. İşleri güçleri başkalarını taklitten
ibaret olan donuk insanları düşünce ve araştırma hürriyeti ile kafalarını
çalıştırmaya davet eden İslam var gücüyle seslenmiştir:
"Eğer doğruysanız delillerinizi sunun" 559
İslam kendi akidesini isbat için akli delilleri esas almıştır.
Bu yüzden İslam uleması şöyle demiştir: "Akli selim sahih naklin temelidir."
Nitekim Allah'ın varlığı gerçeğinin isbatı aklın isbatına dayanır Hz. Muhammed
(sav)'in peygamberliğinin isbatı da evvela aklın isbatına dayanır. Çünkü, bu
adam peygamberdir, tüm mucizeler onun peygamberliğini ortaya koymuştur diyen,
akıldır. Bu adam yalancıdır, deccaldir, yaptıkları mucize değildir diyen de
akıllıdır. İşte İslam'ın akla ve düşünceye saygısı.
İşte bütün bunlara dayanarak ilim dünyasında da fikir hürriyetinin varlığını
görüyoruz bakıyoruz ki ulema bir konuda çok çeşitli görüşler ortaya atabiliyor.
Bir kısmi diğer bir kısmının hatalı olduğunu söylerken bir kısım da onun bu
görüşünü açıkça reddediyor ve bütün bunlarda sakınca olduğunu hiç kimse
savunmuyor. Bir kitabta hem Mutezile'ye mensub alimin hem de ehli sünnete mensub
alimin görüşünü bulabiliyoruz. Mesela Keşşaf Tefsiri Mutezile mezhebine mensub
Zamahşeri'ye aittir. Buna rağmen ehli sünnet alimleri bu tefsirden faydalanmış
ve herhangi bir yadırgamada da bulunmamışlardır.
Ehli sünnet ulemasının fertlerinde her biri diğer mezhebe mensub alimin kitabına
haşiye yazabiliyor. Örneğin İbnil Münir "El-İntisaf Minel Keşşaf" adlı eseriyle
keşşaf tefsirine haşiye yazmıştır: "Ehli sünnet ulemasından imamlar bile aynı
yolu takip etmişlerdir. Örneğin meşhur hadis Hafız ibni Hacer el-Askelani,
el-Kafi eş-Şafi fi Tahrici Ahadisi'l-Keşşaf adlı eserini Keşşaf tefsirinde geçen
hadisler hakkın da telif etmiştir.
İşte böylece bazı alimler bazılarının kitaplarından faydalanabiliyor, ortak bazı
görüşleri paylaşabiliyorlardı. Ama aynı alimler rahatlıkla fıkhi birçok
konularda ihtilaf edebiliyorlar. İşte bütün bu örnekler İslam'ın kendi içinde
ilim ehline tanıdığı ilim ve fikir hürriyetinin göstergeleridir.
Konuşma ve anında karşılık verme hürriyetini de İslamiyet yerleştirmiş, hatta
bilhassa ümmetin ahlak ve maneviyatıyla ilgili olduğu zaman gerektiğinde vacib
olma derecesine kadar çıkmıştır. Buna göre ümmetin maslahatı için kimsenin
yadırgamasından korkmaksızın sadece Allah için hakkı söylemen, emri bilmaruf ve
nehyi anilmunker için hakkı söylemen, emri bilmaruf ve nehyianilmunker yapman,
hayra davet etmen, iyilik yapana iyilik yapman, kötülük yapana da karşı çıkman,
eğer bunu yapan başka kimse yoksa, yahut susman neticesinde ümmetin zararı,
yahut umumun huzurunun bozulması söz konusu ise, hakkı söylemen gelecek zarardan
korkmaman sana vacip olur.
"İyiliği emret kötülükten sakındır başına gelen belalara sabret şüphesiz böyle
yapman büyük işlerdendir" 560.
İşte İslam'ın ulaştırdığı zirve. İslam'da insanların düşüncelerine kilit takma,
ağızlarına gem vurma ve ancak izin verilirse inanabilme gibi kısıtlamalar
yoktur. Firavunun inananlara dediği gibi:
"Ben size izin vermeden nasıl ona (Musa'ya) inanırsınız?"561. Yani ona göre
izinsiz kimse inanamıyacağı gibi yüksek kademelerden müsade almaksızın konuşmak
olanaksızdır.
İslam gelmiş ve insanların düşüncelerini serbest bırakmıştır. Hatta onlara
düşünmeyi emretmiş ve neticede kafalarının doğru olduğuna yattığı dine
inanmaları konusunda onları serbest bırakmış, bununla da kalmayıp silah zoruyla
dahi olsa inanç sahibine inancına sahip olma görevini yüklemiştir. Müslümanlara
da yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar ve inanç
hürriyetini müdafa için gereken her şeyi yapmalarını emretmiştir. Fitneyi yok
etmek için yani kimse inancı ve dini uğruna baskı altına girmemesi için kılıç ve
silah zoruyla hürriyeti savunmak ve işkenceyi defetmek söz konusu olabilir.
Allahu Teala mü'minlere savaş ve cihadı meşru kıldığı ilk ayetinde şöyle
buyurmuştur:
"Zulme uğradıkları için kendileriyle savaşanlara (savaşmaları için) müsade
edildi" 562.
Yine bu konuda:
"İnsanların bir kısmı diğer bir kısmını (savaşarak) def etmeseydi, içlerinde
Allah'ın çok anıldığı manastırlar Kayralar ve mescitler yıkılırdı"
563.
Allah mü'minler gibi hürriyetten yana olan tüm insanların hürriyetlerini savunan
insanları, diğerlerinin başına kılıçla musallat etmeseydi, yeryüzünde Allah'a
ibadet eden ne bir fert ne bir kilise, ne bir havra, ne bir mescit ve ne de
Allah(cc) ın içinde anıldığı hiç bir mabed kalmayacaktı. İşte İslam'ın getirdiği
hürriyetler.
Evet, İslam hürriyeti getirmiş ama, hukuk hürriyetini. Hürriyet bugün adına
kişisel vicdan hürriyeti (özel hayat) dedikleri, istediğin gibi zina etmen, içki
içmen, ahlakı tahrib eden, helak eden kötülükleri istediğin gibi yapman
değildir. Sonra eğer hürriyet bu ise toplumsal olaylarda maslahat söz konusu
olduğu zaman ortada hürriyet diye bir şey kalmıyor. Tenkit etme, inancının
gereğini söyleme, iyilik yapana iyilik yaptın deme, topala topalsın deme.
Velhasıl demede deme...
Senin ancak özgürlüğün var. Ne özgürlüğü, ahlakını, kalbini, ibadetini, aileni
bozma özgürlüğü, İşte sana tanınan özgürlük bunlar. Eğer özgürlükten maksat bu
ise, İslam böyle bir özgürlüğü kabul etmiyor. Çünkü bu özgürlük yoldan çıkma
özgürlüğüdür, hukuk özgürlüğü değil. İslam'ın kabul ettiği özgürlük, fikir
özgürlüğüdür, ilim özgürlüğüdür, görüş, söz ve tenkit özgürlüğüdür. İnanç, din
ve vicdan özgürlüğüdür. İşte saydığımız bu özgürlükler ki hayatın temellerini
teşkil etmektedirler, muamele ve tasarruf özgürlükleridirler. Meşru kural ve
şartlar ölçüsünde ne kendine ne de başkasına zarar vermeksizin yapılacak mal
edinme özgürlüğüdür. İşte İslam'ın genel prensibi, ne kendine, ne de başkasına
zarar vermek yoktur.
Netice olarak diye biliriz ki, kendisine, nefsine ya da başkasına zararın söz
konusu olduğu hangi hürriyet olursa olsun yasaklanması gerekir. Hürriyeti bu
şekilde kayıtlamak gerekir. Çünkü başkasının hürriyetinin başladığı yerde
seninki biter. Sen bir yandan hürriyet hürriyet diye bağıracaksın sonra da
hürriyet adına başkalarını çiğneyip geçeceksin bunu kimse kabul etmez.
Evet senin yolda yürüme özgürlüğün vardır, fakat yürüme adabına riayet etme
mecburiyetin de vardır. İnsanlara, arabalara çarpamazsın, yayalara çarpamazsın,
yolda yürüme kurallarını çiğneyemezsin. İşte senin yoldan geçme özgürlüğünü
bağlayan unsurlar. Kırmızı ışıkta duracaksın, sağdan yürüyeceksin vesaire,
vesaire bütün bu kurallar toplumun genel maslahatını temin için gerekli
kurallardandır. Tüm din ve nizamlarda bu gibi kurallar ve özgürlüğün bağlı
olduğu hususlar mutlaka mevcuttur. İşte İslam'ın getirdiği ve beşerin ulaşması
gereken en faziletli özgürlük anlayışı budur.
Şüphesiz ki Allah (cc) en doğrusunu bilendir. 564
Ölümü Temenni Etmek
Soru
Namaz kılıp canını alması için Allah'a yalvaran bir kadın hakkında ne dersiniz?
565
Cevap
Böyle bir düşünce şeran caiz değil. Çünkü hiç bir insanın ruhunu acele alması
için dua etmeye, yahut ölümü temenni etmeye hakkı yoktur. Nitekim Peygamber
(sav) şu hadisiyle böyle bir hareketi yasaklamıştır: "Sizden hiç biriniz sakın
ha başına gelen bir zarardan dolayı ölümü istemesin. Çünkü ya iyilik sahibidir
ki yaşamakla iyilikleri artar, veya kötülük sahibidir ki belki yaşamakla
kötülüklerinden vazgeçerek tevbe eder" 566. Yani ölümü acele istemek veya
temenni etmek doğru değildir. İnsan iki durumdan biriyle karşı karşıyadır. Ya
iyilik sahibidir ki ömrünün uzunluğu ona daha fazla iyilik yapma fırsatı
verecektir veya kötülük sahibidir, umulur ki çok yaşamakla Allah ona tevbe
fırsatı verir, hoşnut olur ve bu şekilde Allah'a döner. Peki ölümü niçin
istesin? Başka bir hadiste şöyle buyurulur: "Ama illa ki böyle bir şey yapacaksa
şöyle desin: "Allahım eğer yaşamak benim için hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek
daha hayırlı ise ruhumu al" 567. Demek ki işi Allah'a bırakmak lazım, kendi
isteğine değil. Eğer yaşaması hayırlı ise uzun ömürlü olmak da hayırlı ve
istenebilir demektir. Nitekim bir hadiste, "İnsanların en hayırlısı uzun ömürlü
ve güzel amele sahip olandır" 568. Demek oluyor ki insanın hayatta kalmasında
hem kendisi için hem de başkaları için fayda olabilir. Zaten ölümü hayırlı ise
Allah ruhunu kabzeder. Çünkü olan olacaktır, eceli uzadığı zaman akıbeti iyi
olmayan işler de yapabilir. O halde en iyisi işi Allah'ın ilmine, iznine ve
dilemesine bırakmaktır. İşte Allah'ın mü'minden beklediği edep budur.
Ama sadece dünya belalarından birine uğramakla mesela hanımı, kızı yahut oğlu
öldüğünde veya bir hastalığa uğramakla hayattan ayrılmayı istemesi, hayatını
cehenneme döndürmesi doğru olmaz. Zira böyle yapan hayatını bedbaht etmiş
demektir. Çünkü insan mümkün olduğu kadar hayatını, olaylara karşı razı almak ve
yakinen inanmak suretiyle mutlu etmek ve bahtiyar olmak zorundadır bazı
hadislerdede rivayet edildiği gibi: "Allah Teala, adaleti gereği sevinç ve
rahatlığı, kadere rıza göstermekte ve yakinen inanmakta gizlemiştir. Keder ve
üzüntüye de kızmak ve şüphe etmekte gizlemiştir"
Sevinç ve rahatlık rıza ve yakin'dedir. Zira insan Allah azze ve celle'nin
yanında, başına gelenlere ve onun kazasına razı olur sonra da bunların
karşılığını Allah (cc) katında alacağına yakinen inanır, gününden memnun
yarınına da yakinen inanırsa işte onun bu inancı ona rahatlık, sevinç huzur ve
gönül hoşluğu verir. .
İşte selef uleması bu yüzden şöyle demiştir: Biz öyle bir mutluluk içindee
yaşıyoruz ki, melikler bizim bu mutluluğumuzu bilse kılıçlarla bizimle
savaşırlardı" esas mutluluk altın ve para mutluluğu, köşk ve saray mutluluğu
değil gönül huzurudur. 569
Ölüye Ağlamak
Soru
Kızım öldü ben arkasından çok ağlıyorum. Bazı insanlar bana ölüye ağlamak dinen
sakıncalıdır, diyorlar. Şeriatın bu konudaki hükmü nedir? 570
Cevap
Çok sevgiden acıdan neden olursa olsun ağlamak rahmettir kalbi katı olanlar,
hariç herkeste bu hal vardır. Peygamber (sav)'in torunlarından birisinin ölümüne
ağlaması bazı sahabeyi hayrete düşürdü. Bunun üzerine sahabiler: "Ağlıyormusun
ey Allah'ın Resulü, halbuki sen ağlamayı yasaklamıştın?" O, şöyle buyurdu "Bu
rahmettir, zira Allah şefkatli kullarına acır."
Peygamber Efendimiz (sav) de insandır, O'nun kalbi taş parçasından yapılmış
değildir insanın kalbi mutlaka etkilenir. Önünde küçük bir çocuk ölüme hazır bir
durumda son nefeslerini yaşıyor yani ağlamasın mı? Hayır ağlasın, çünkü onda
insan kalbi vardır. Böyle olduğu müddetçe ağlamasında bir sakınca yoktur.
Oğlu İbrahim vefat edince Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Göz mutlaka
yaşarıyor, kalp üzülüyor, ama Rabbimizi razı edecek sözden başka birşey
demiyoruz." Önemli olan ağlarken Allah'ın razı olacağı sözlerden başka bir söz
söylememektir.
Ayrıca şu duaların okunması da kişinin faydasınadır: "Şüphesiz biz Allah'tan
geldik ve neticede ona döneceğiz, verdiği de aldığı da Allah'ındır. Allah'ım
verdiğin musibette bana yardımcı ol ve bunun yerine bana daha hayırlısını ver."
Kıyamet gününde teraziye ağırlık vercek olan bu gibi güzel şeyleri söylemesi
gerekir. Ama yanaklarını koparması, elbiselerini yırtması cahiliye insanlarının
yaptığı gibi bağırıp çağırması, velvele yapıp kendini parçalaması gibi mahzurlu
ve Resulullah'ın, beri ve uzak olduğu işleri yapması tabiki caiz değildir. Yoksa
sadece ağlamakta her hangi bir şey yoktur. Çünkü bazılarının yaşları yakındır
ufak bir şeyden dolayı hemen ağlayı verirler. Zannediyorum soru soran bacımızda
şefkatli ve çok hassas olduğu için her hatırladığında ağlıyor. Bunda hiçbir
sakınca yoktur. Lakin her hatırladığında şöyle demesi lazım: "Biz Allah'tan
geldik ve ona döneceğiz." Böyle yaparsa umulur ki onun kızı kıyamet gününde
terazisine konulur ve inşallah ateşle kendisi arasında perde olur. Ama bacımız
farkında olmadan yalnışlıkla Allah Teala hakkında edepsizlikte bulunmaktan
sakınmalıdır. Allah (cc)'m kazasına razı olmalıdır. Bu düşüncede iken bazen
gözleri yaşla dolsa bile bir sakıncası yoktur. 571
Mason Localarına Kayıtlı Olmak
Soru
Aramızda ihtilaf ettiğimiz bir konu hakkında açıklamalarınızı rica ediyoruz. Bu
konu "masonluk" meselesidir. Kimi diyor ki, masonluk, yahudiliği onarmak için
kurulan Siyonist bir kuruluştur. Kimi de: hayır masonluk insani bir çağrıdır.
İnsanları özgürlüğe, kardeşliğe ve eşitliğe davet eder, diyor.
Bu cemiyetin ve fikirlerin karanlıkta kalmış yönlerini açıklar mısınız? Şer'an
bu cemiyete katılmakta ve bu cemiyetin üye ve yardımcılarıyla bir arada
bulunmakta bir beis var mıdır? 572
Cevap
Ben kendimi bu fikir ve cemiyetin iç yüzünü ortaya çıkartmaya maksatlarını
belirtmeye ve sırlarını açıklamaya zorunlu hissetmiyorum. Ben sadece soruyu
soran kardeşlerimize hakkında şüphe ve ihtilaf olmayan şu hakikatleri
açıklamakla yetineceğim:
Birincisi: Müslüman açık bir insandır. O, hırsızlar gibi bodrumlarda, yarasalar
gibi gölgeliklere gizlenmez. Ancak aydınlığı sever ve aydınlıkta yaşar o, Allahu
Tealanın da vasfettiği gibi:
"Rabbinden bir nur üzeredir” 573
Bu sebepten ötürüdür ki, mü'min basiretsiz, delilsiz ve araştırmaksızın, hiç bir
daveti kabul etmez. Çünkü onun bünyesi güçlü ve Allah'ın kendisine hibe ettiği
aklı, saygı değerdir. Bu noktadan hareketle Allah Teala, Resulü'ne şu şekilde
hitab ediyor:
"Söyle ey habibim işte bu, benim yolumdur ben ve bana tabi olanlar bir basiret
üzerindeyiz" 574
O halde hiç bir müslümana maksat ve hedeflerini bilmediği bir kuruluşun davetine
icabet etmek yakışmaz. Çünkü bu maksatlar olur ya dinine aykırı, şeriatında
mahzurlu olabilir. Örneğin bu cemiyetin üyelerinin başkalarından üstün olmasa
bile üstün gösterilmesi veya buna benzer daha değişik maksatlar gibi.
İkincisi: gayelerinin ne olduğu her taraftan kapalı bulunan, etrafını şüphelerin
kapladığı bir cemiyete üye olmaya, hiç bir müslümanın en ufak bir ihtiyacı
yoktur. Halbuki Peygamberimiz (sav) her müslümanın önüne en güvenilir yolu ve
ölçüyü şöylece göstermiştir: "Seni şüpheye sokandan, kendinde şüphe bulunmayana
kaç." "Kim şüphelerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur."
Maddi ve manevi sakıncası yoksa, müslüman gücü yettiği müddetçe ihtilaflı
konulardan hakkında ihtilaf olmayan şeylere, şüpheli şeylerden şüphesiz şeylere
kaçmak yaklaşımından vaz geçmemesi gerekir.
Üçüncüsü: Eğer masonların amacı insan haklarını savunmak ve doğal kardeşliğe
davetse ki, öyle deniliyor, biz müslümanlar olarak kaynak ve temelleri yabancı
olan ve bizi kardeşlik, eşitlik ve özgürlük anlayışına davet eden, veya bize
sevgi ve uzlaşmayı öğreten böyle bir cemiyete muhtaç değiliz. Çünkü dünyaya bu
güzel gayeleri öğreten ve öncülüğü yapanlar bizleriz.
Eğer masonların, ancak kurucularının ve ileri gelenlerinin bildiği bir takım
gizli hedeflen varsa ve bunları uzmanlar dışında kimsede anlayamıyorsa dikkatli
davranmamız gerekir. Biz nereye sürüklendiğini bilmeyen, otlağa gittiğini
zannederken, kasabın eline düşen hayvanlar gibi değiliz.
Hulasa; eğer bu teşkilatın amacı İslam'da olduğu gibi ise, zaten Allah (cc) bizi
buna muhtaç etmemiştir, yok İslam'a muhalifse biz dinimizi doğulu ve batılıların
çıkarları uğruna satamayız.
Dördüncüsü: Bu cemiyet bizim kültürümüzden uzak, aramıza sonradan giren azınlık
durumunda olan bir cemiyet. Bizim yurdumuz da yeşermemiş, bizim ellerimizle icat
olunmamış ve bizim fikirlerimizle yeşermemiş bir cemiyet. Nitekim bu cemiyet
bizden olmayan bir milletin fikirleriyle ve başka ülkelerde oluşturulan bir
kuruluş, yani demek istiyorum ki, bu kuruluş ne Arap ne de diğer müslüman
ülkelerin eseri değildir. Onu biz icat etmedik, aksine kendilerine has bir takım
gizli maksat ve hedeflerine varmak için batılı Yahudi ve Hıristiyanların icat
ettikleri bir teşkilattır.
Rabbimizin kitabından öğrendiğimiz ve tarihsel olaylarında gösterdiği kadarıyla
bu tür insanlar tüm güçleriyle bizleri öz benliğimizden, kıblemizden ve
inancımızdan çevirmek için çalışıyorlar. Bundan başka hiçbir şekilde bizden razı
olmazlar. Yüce Allah (cc) ne güzel ve ne doğru söylemiş:
"Sen yahudi ve hiristiyanların dinlerine tabi olmadıkça onlar senden asla razı
olmazlar. And olsunki, eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların bir takım
isteklerine uyarsan Allah katında ne bir dostun ne de bir yardımcın kalmaz.
575
Beşincisi: Bu cemiyete üye olan herkes cemiyetin tüzüğünde öngörülen esaslara ve
bu esasları uygulamaya kayıtsız şartsız bağlı olmak zorundadır. Bunun manasıda
şudur; Cemiyetin emirleri Allah'ın emirlerinin üzerindedir, yasakları Allah'ın
yasaklarının üzerindedir ve bu teşkilatın yaptırımı ve gücü kendi gücü dahil tüm
güç ve otoritelerin üzerindedir.
Herkes yakinen biliyor ki, İslam dininde körükörüne ve kayıtsız şartsız bu tür
bağlılık hiç bir müslüman için caiz değildir. Çünkü bu tür bir hareket, şirkin
ve Allah'dan başkasına kulluk yapmanın bir çeşitidir. Oysa kayıtsız şartsız
itaat edilmesi ve boyun bükülmesi gereken Allahu Teala'dır. O zatıyla ve
sıfatıyla herkesten üstün ve yüce olan yaratıcımızdır. Onun dışmda kalan beşere
itaat etmek İslam dininin düsturları içerisinde olmakla kayıtlıdır. Çünkü
yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.
Hatta şer'i otoritenin tamamına sahip olan ve kendisine dinen itaat edilmesi ve
sevgi beslenmesi gereken halifeye bile Allah'a isyan noktasında itaat edilmez.
Sahih bir hadisi şerifte de bu hüküm belirtilmiştir: "Eğer O, (halife) Allah'a
isyanı emrederse dinlemek ve itaat etmek yoktur."
O halde gaye ve amaçları içlerinde saklı olan bu teşkilatın liderlerine kayıtsız
şartsız itaate söz vermek açık ve net bir haramdır.
Altıncısı: Herkesin de bildiği gibi bu teşkilat laiklik esasına dayanan bir
kuruluştur. Laiklik demek, din ile devletin birbirlerinden ayrı olması demektir.
Laikler buna böyle inanırlar, yani hüküm koyma yetkisi parti başkanlarına aittir
Allah'a değil. Bu düşünce Hrıstiyanlık dininde vardır mesih. "Kayzerin hakkı
Kayzere, Allah'ın hakkı Allah'a." Ama İslam Allah'tan başka kimseye hüküm koyma
hakkı vermemiştir. Allah'ın helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram
kılmıştır. İslam sadece insanları, Allah'ın şeriatının ışığı altında hükümlerin
netleşmesi için çalışmalarına müsade etmiştir. Allah'ın indirdiği ile
hükmetmemek ise Kur'an'ın ifadesi ile zulümdür, küfürdür ve fısktır.
Yedincisi: Bu cemiyet, din bağını parçalamaya çalışmaktadır. En azından zayıfı
iyice batırırken, kuvvetliyi de yüceltmektedir.
Oysa İslam müslümamn diğer müslümanla kardeşliğini ve bu kardeşliğin imandan
sayıldığını söylüyor:
"Mü'minler kardeştirler" 576
İnançla akrabalık ve neseb çatıştığı zaman islam dini inanç birliğini ön planda
tutuyor Allahu Teala'nın şu sözünde de bu gerçek dile getirilmiştir:
"Allaha ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri
yahut akrabaları da olsa-Allah'a ve Rasulü'ne düşman olanlarla dostluk ettiğini
göremezsin." 577
Halbuki bu cemiyet kendi birliğini diğer tüm dini sistem ve birliklerin üzerinde
görmektedir. İşte bu yedi noktadan hareket ettiğimiz zaman karşımıza çıkıyorki
her müslüman kendi diniyle şerefli ve izzetli olacağı gibi kendini Rabbini razı
etme yolunda azimkar hissetmelidir. Aynı şekilde hiçbir müslümana evveli bilinse
bile gaye ve amacının nedirliği belli olmayan karanlık yollara girmesi caiz
değildir.
Masonluğun iç yüzüne gelince bu konuda çok değişik kitaplar yazılmıştır ama
bunların en iyisi bir Türk generali olan Rıfat Atılgan beyin (masonluğun
sırları) adlı, ve Arapçaya çevrilen masonların kaynaklarından alarak rakam ve
belgelerle yazdığı kitabıdır ki, bu kitabın içinde yeterli ve yararlı pek çok
bilgiler vardır.
Allah herşeyi daha iyi bilendir. 578
İslam Düşmanlarıyla Ortak Îşte Çalışmak
Soru
İslam şeriatının, müslüman bir ferdin, islam ve vatan düşmanlarıyla ister barış
anında, ister savaş halinde ticari, iktisadi veya diğer alanlarda ortak
işbirliğine gitmesi hakkındaki hükmü nedir? Bu konuda bizleri aydınlatırmısınız?
579
Cevap
Şüphesiz her müslüman gücü nisbetinde cihadın tüm çeşitleriyle, eliyle, diliyle
kalbiyle veya küserek din ve vatan düşmanlarıyla mücadele etmekle emrolunmuştur.
Müslüman düşmanını zayıflatacak, onun şevkini kıracak işleri, gücü nisbetinde
mümkün olduğu kadar yapmalıdır. Hiçbir müslümanın, hiçbir surette düşmanın
dinine yahut vatanına yardımcı olması caiz değildir. Düşmanın, yahudi putperest
veya bir başka dine mensub olması bu hükmü değiştiremez. Her müslüman daima,
kendisinin haklarını kısıtlayan ve onu tüm gücüyle dışlayan düşmanlarına cephe
almak mecburiyetindedir. Allah, din ve vatan düşmanlarıyla dost olan herkes o,
düşmanlardandır. Allahu Teala bu konuda şöyle buyuruyor:
"Sizden kim onları dost edinirse o, onlardandır" 580. Yani kalbiyle, diliyle,
yardımlaşmasıyla, malıyla veya hangi yol ve üslubla olursa olsun, onlara sevgi
besleyen onlardandır ve onların zümresine katılmıştır. Kur'an müslümanları böyle
davranmaktan bir çok sure ve ayette sakındırmıştır. Kafirlere sevgi ve dostluk
besleyenleri onlardan bir cüz ve parça kabul etmiştir...
"Küfredenler birbirlerinin dostudurlar" 581
O halde müslüman kafirle dost olamaz iyi kötüyle dost olamaz, olursa ne olur? Bu
dostluk onun imanının eksik olduğuna ve Allah muhafaza müslümanhğının gitmesine
delil olur ki, bu da bir nevi murtedliktir (dinden dönme), İslam'dan başka bir
renktir. Müslümana farz olan; müslümanların, düşmanlarıyla kılıçla savaşamadığı
zaman en azından onlarla küserek veya alakayı keserek cihat etmektir. Gerek
ticari gerek iktisadi ve gerekse ekonomik olsun hiçbir surette onların
kalkınmasına yardımcı olamaz. Çünkü vereceği her kuruş, onun düşmanına
gitmektedir. Bunun manası da şudur: Sen düşmanlarına mermi veya mermi parası
veriyorsun, sonrada bunlar dönüp dolaşıp müslümanın kalbine saplanıyor.
İşte Yahudiler Amerika'da veya başka ülkelerde yardım toplarken şu sloganı
kullanıyorlar: "Bir dolar ver bir Arap veya Müslüman öldür." Çünkü öldürecek
silahı satın alan maldır. İşte böylece sen bir müslüman olarak müslümanlarla
savaşmakta olan bir müşrike, bir ateiste veya bir asiye yardımcı olduğun zaman
sen de bu yardım sayesinde müslüman bir canı katletmiş sayılırsın ki: bu da,
büyük günahların en büyüğüdür. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"...Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın
(haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur..."
582
" Kim kasten bir mü'mini öldürürse onun karşılığı içinde kalacağı cehennemdir.
Allanın gazabı ve laneti onun üzerine olsun Allah onun için büyük bir azap
hazırlamıştır" 583
O halde müslümanlardan beklenen ebediyyen düşmanlarının yanında yer
almamalarıdır. Kafirler ne kadar hüsni niyetlerini izhar ederlerse etsinler
gerçekte bu yalandır. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz zalimler birbirlerinin dostudurlar" 584
"Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır"585 Ve yine buyuruyorki.
"İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak
Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın” 586
İşte bunları mutlaka ve iyice anlamalıyız ve her müslüman İslam ümmetinin ve
dininin yanında olmalıdır, en azından bu yapılabilir. Bu hal tüm ümmetlerde
bulunan fıtri bir vasıftır. Hem insan bir başkasıyla savaştığı zaman illa ki,
silahla savaşmaz aksine bir çok araçla savaşabilir. Alakayı kesmekle de
savaşabilir. Nitekim Mekke'de müşrikler Peygamber (sav)'le harbe başladığı zaman
ilk harpleri silahla olmadı, aksine sadece ekonomik ambargo uygulamakla oldu.
Müşrikler hem kendisi ile hem ashabıyla hem de Muttalib ve Haşimoğullarından ona
yardım edenlerle alakalarını keserek onları kuşatma altına aldılar. Onlara bir
şey satmadılar, onlardan hiçbir şey satın almadılar, onlara kız vermediler,
onlardan da kız almadılar. Bunun anlamı; ekonomik savaştır ve hazırlıklı
olmaktır. Müşrikler böyle yapıyorlarsa, müslümanlar da buna karşılık, Allah'ın
ve müslümanların tüm düşmanlarıyla ilişkilerini kesmelidirler. Bu anlayıştan
dışarı çıkan herkes Allah'a, Resulü'ne ve tüm müslümanlara hıyanet etmiş
demektir. 587
Savaşta Öldürülme Ve Günahların Keffaretî
Soru
Müslüman bir gencin kutsal topraklara gidip (Filistin'e) orada savaşanlarla
birlikte savaşması ve sonra takdiri ilahi savaş yerinde öldürülmesi hakkında
islam'ın hükmü nedir? Bu adam şehit sayılır mı? Daha önceden işlemiş olduğu
günahları bağışlanır mı? Örneğin, önceden bazı farzları eksik yapmıştır veya
işlemiş olduğu bazı haramlar vardır, bunlar af olunur mu? 588
Cevap
Allah'tan başka ilah olmadığına Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şehadet
eden ve İslam'dan her hangi bir soğukluk hissetmiyen (örneğin bir akideyle alay
etmek veya bir farzı inkar etmek veya hakkında icma olan seri bir meseleyi
hafife almak veya kesinlikle haram olan bir şeyi helal kabul etmek gibi dinden
döndürecek sebeplere tevessül etmeyen) herhangi bir müslüman müslümanlar
arasında savaşarak, Yahudi kafirler tarafından katledildiği zaman müslüman
şehitlerden bir şehittir ve kendisine şehitlere uygulanan İslam'm hükümleri
aynen uygulanır. Yıkanmaz, kefenlenmez ve içinde öldürüldüğü elbiselerle
birlikte defnedilir ki, üzerinde bulunan kan ve yara izleri kıyamet gününde ona
şahitlik etsin. Bu adamın savaşı ve ölümü Allah yolunda sayılıp sayılmıyacağı
konusuna gelince. Bu konu İslam'da tüm amellerin temelini oluşturan niyyet
maksat, ve savaşa götüren etkenlere bağlıdır zira hadisi şeriflerde şöyle
buyurulmuştur: "Allah hiç birinizin görünüşüne bakmaz, O ancak sizin kalp ve
amellerinize bakar." "Ameller ancak niyetlere bağlıdır ve herkese yalnızca
niyyet ettiği şey vardır."
Cihat dünyevi ve maddi bir iş değildir o sadece Allah (cc)'a yaklaştıran
ibadetlerin en büyüklerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, bu ibadette yalnızca
Allah için ihlas, samimiyet ve şöhret, cesaretli desinler ya da akrabalık ve
benzeri tüm dünyevi etkenlerden kalbi temizleme şartı getirilmiştir. Bu konuda
Ebu Musa'dan rivayet edilen Buhari, Müslim ve diğer eserlerde bulunan bir hadis
varid olmuştur. Şöyle ki:
"Bir bedevi Arap, Peygamber (sav)'e gelerek: "Ey Allah'ın elçisi bir adam ki,
ganimet için savaşmıştır. Öbürü kahramanlıkla anılsın diye savaşmıştır. Bir
başkası da hatırı görülsün diye savaşmıştır. Peki bunlardan hangisi Allah
yolundadır?" Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: "Kim Allah'ın kelimesi
üstün olsun diye savaşmışsa işte o, Allah yolundadır."
Burada Allah kelimesinden maksat İslam davasıdır.
Ebu Davud Abdullah İbni Amr İbnu'l As'tan rivayet etmiştir: (Allah her ikisinden
de razı olsun) Ki Abdullah şöyle demiştir: Ey Allah'ın elçisi, bana cihat ve
savaştan haber ver." Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: "Ey Amr'ın oğlu Abdullah,
eğer sabrederek ve karşılığını Allah'tan bekliyerek savaşırsan Allah seni
sabırlı ve yaptığının karşılığını kendisinden bekleyen olarak diriltir. Ama yok
eğer sen, görsünler ve desinler diye savaşırsan Allah da seni niyetin üzere
diriltir. Ey Amr'ın oğlu Abdullah, hangi niyet üzere savaşır ve öldürülürsen
Allah seni o hal üzere diriltir."
Şehidin daha önce işlediği günahlara gelince bunlarda iki kısımdır:
1- Gasp, hırsızlık, borç, emanet ve benzerleri gibi başkalarının hukuk ve malına
tealluk eden günahlar ki, şehitlik bu günahlara keffaret değildir, onları yok
edemez. Çünkü bunlar kul haklarındadandır.
İmam Müslim, Sahih'inde Abdullah bin Amr'den rivayet etmiştir ki, Resulullah
(sav) şöyle buyurmuştur: "Borç hariç şehidin tüm günahları bağışlanır."
Ebu Katade R.A.'ten rivayet edilmiştir ki; "Resulullah (sav) ashabı içinde ayağa
kalkarak onlara: "Allah yolunda cihad etmek ve ona inanmak amellerin en
faziletlisidir" buyurarak hatırlatmalarda bulundu. Bunun üzerine bir adam
kalkarak şöyle dedi: "Ey Allanın elçisi ne dersin, yani ben Allah yolunda
öldürülürsem günahlarıma keffaret olur mu?"
Resulullah (sav) Efendimiz bunun üzerine şöyle cevap verdi: "Evet sabredici
olduğun, Allah'tan karşılığını beklediğin ve daima ileri gidip geri kaçmadığın
halde öldürülürsen günahlarına keffaret olur." Az sonra Resulullah (sav):
"Sorunu bir daha tekrarla" dedi. Adam: "Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma
keffaret olur mu, diye sormuştum" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle
buyurdu: "Evet, eğer sabderek ve yaptığının karşılığını da Allah'tan umarak geri
dönmeden ileri giderek öldürülürsen borç hariç tüm günahların yok olur. Cebrail
bana bunu söyledi." Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.
2- İçki içmek namaz oruç ve benzeri ibadetleri terketmek gibi inkar ve hafife
almadan kul ile Rabbi arasında olan günahlara gelince. Ayet ve hadisler, şehide
mahsus olmak üzere bu tür günahları Allahu Teala'nın bağışlıyacağını ve onu
lütuf ve rahmetiyle bu günahların izlerinden temizliyeceğini açıkça ifade
etmektedir. Nitekim birçok hadiste, şehidin ilk kanı aktığında günahlarının
affdileceği ifade edilmiştir. Hatta bunun da üzerine birçok hadiste, şehide
ailesinden 70 kişiye şefaat hakkı verileceği belirtilmiştir.
O halde Allah korusun dinden dönme ve münafıklık derecesine varmamış olan her
günah Allah'ın şehitlere yaptığı mağfiret dairesine girmektedir.
Zannediyorum bu maksadı en güzel Peygamberimizin şu hadisi şerifleri açık bir
şekilde ifade etmetedir. Darimi Utbe İbni Abdisselam (ra)'ten rivayet ettiğine
göre, bu sahabi demiştir ki:
"Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Üç çeşit öldürülüş vardır. Birincisi malıyla,
canıyla Allah yolunda cihad eden mü'mindir ki, düşmanıyla karşılaştığı zaman
öldürülene kadar savaşır." Resulullah (sav) bu adam hakkında şu hükmü verdi:
"İşte bu adam süzülmüş şehittir." (Yani Allah (cc) bu kişinin kalbini takva ile
süzüp temizlemiştir ve gönlünü de ferahlatmıştır.) Kıyamette Allah (cc) arşının
altında bir gölgelikte gölgelenir. Peygamberler, bu kişiden yanızca nübüvvet
sebebiyle faziletlidirler.
İkincisi, yine bir mü'mindir ki, salih amelle kötü ameli karıştırmıştır. Bununla
beraber malıyla, canıyla Allah yolunda cihad etmiştir. Düşmanla karşılaştığı
zaman o da öldürülene kadar savaşmıştır." Resulullah (sav) bu adam hakkında da
şu hükmü vermiştir: "Temizlenip pak olmuştur." (Yani günahlarından temizlenmiş
hataları silinmiştir.) Kılıç, hataları kazıyan bir araçtır dilediği kapıdan
cennete girdirilecektir.
Üçüncüsü de, yine malıyla canıyla cihad eden ama münafıktır. Bu adamda düşmanla
karşılaşır öldürülene kadar savaşır. İşte bu adam ateştedir, çünkü kılıç nifakı
kazıyıp atmaz."
İbni Hibban ise Sahihi'nde ikinci adamı anlatırken şöyle rivayet etmiştir: "Bir
adam ki, günah ve hatalarıyla nefsinden korkmuş halde iken malıyla canıyla cihad
etmiş."
Peygamberin (sav) açıklamasından sonra başka bir açıklama yapılmaz. Şüphesiz
kılıç hataları ortadan kaldıran ve günahların pisliklerinden temizleyen bir
araçtır. Bu adam ister farzları terk etsin, isterse mahzurlu işler yapsın Allahu
Teala'nın rahmetini kimse engelleyemez, kılıç hataları siler ama, nifakı
(münafıklığı) ebediyen silemez. Küfürü, inkar pisliklerini temizleyemez.
Demek oluyor ki, müslümanların isimlerini taşıyıp onların sırtlarından geçinip,
sonra da gizlice hatta bazen alenen İslam'ın eksik ve yetersiz olduğunu, onun
hükümlerinin hafif ve düşük olduğunu iddia eden, O'nun davetçilerine cephe
alanlar alçak yahudilerle savaşarak onların elleriyle katledilseler bile
pisliklerini hiç bir şey temizleyemez.
Muhakkak ki Allah (cc), kimlerin kendi dininde samimi olduklarını daha iyi
bilir. 589
Müslümanın Bela Ve Afet Halleri Karşısındaki Durumu
Soru
Ben bir öğrenciyim, ailemle bir kaç sene gayet mutluluk içinde yaşadım, sonra
babam vefat etti. Annem iddetini tamamladıktan sonra bir başka erkekle evlendi.
Annem ve beyi ile iki sene daha yaşadıktan sonra amcam beni evden kovdu bana
merhamet edecek ne anam, ne de babam olmaksızın evden çıktım, intihar mı edeyim?
Sabırmı edeyim? Ne edeyim bilemiyorum. Ben şu anda lise çağındayım.
590
Cevap
Aman oğulcağızım senin yapacağın tek iş Allah'ın bize hayat sıkıntılarıyla karşı
karşıya kaldığımızda emrettiği sabır ve namazla O'ndan yardım istemektir.
"Ey iman edenler, sabır ve namaz ile yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah,
sabredenlerle beraberdir" 591. İnşallah sabır genişlemenin anahtarıdır.
Müslümandan beklenen, başına gelen musibetlere, cesaretle, kendine güvenle ve
demir gibi iradesiyle karşı koymasıdır. O Allah (cc)'a tevekkül eder. Allah'ın
sağlam kulpuna (İslam) tutunur. O'nun ipine (Kur'an) sımsıkı sarılır. Allah'a
güvenip, dayanır.
Yarınlar onundur gecenin sonunda fecir vardır, her zorlukla bir kolaylık gelir,
aynı halin devamı imkansızdır. Tarihte ün yapmış olarak tanıdığımız nice
insanlar acı ve mahrumiyet okulundan geçmişlerdir. Bütün noksanlıklardan
münezzeh olan Allah (cc), tüm peygamberlerini küçükken acı çektirmiştir. Tarihte
ağzında altın kaşık bulunan, huzur, saadet ve refah içinde yaşayan, nimetlere
boğulan hiç bir peygambere rastlayamayız. Peygamberlerin çoğu elem beşiğinde
azab terbiyeleri arasında yetişmiştir. Efedimiz Musa (as) daha doğumundan az
sonra denize atılmıştır. Nitekim Allahu Teala annesine, "Onu denize at, hiç
üzülme ve korkma" diye ilham etmişti. Tabi daha sonra hem Allah'ın hem de
kendinin düşmanı olan Firavun tarafından bulundu. Hem o Firavunki, Musa'dan
kurtulmak için İsrail oğullarından dünyaya gelen tüm erkek çocuklarını
katlediyordu. Evet, işte böylece ilahi mucize meydana geliyor ve Musa Firavun'un
evinde onun kucağında büyüyor ve terbiye ediliyordu.
Efendimiz Yusuf aleyhisselamın kıssasını da Kur'an'da okuyor ve daha tırnakları
yumuşakken azabı nasıl yudumladığını öğreniyoruz. Kardeşleri onu çekemeyip
kurtulmak için onu öldürmek istediler. Sonra kuyuya atılması konusunda karar
aldılar ve atıldı da. Daha sonra kuyudan çıkartıldı ve en sonunda sebze,
meyvelerin satıldığı gibi satıldı. Sonra köleler gibi hizmetçi olarak
çalıştırıldı, sonra serserilerin itham edildiği gibi iftirayla itham olundu,
cürüm işleyenler gibi senelerce hapis yattı.
Peki bunlardan sonra ne oldu?
Evet, işte tam bu belaların ardından, Allah yeryüzünde ona fırsat ve yer verdi,
şehrinin azizi (ileri gelen yöneticisi) oldu. En son söz hakkı kendinde olan,
mali ve iktisadi işlerden sorumlu bakan oldu. Evet tüm doğu ülkelerini kıtlık ve
açlık kapladığı zor günlerde o, bolluklarla karşılaşıyordu. İşte bütün bu
güzellikler sabrın neticesinde oldu. Allah (cc), Yusuf suresinde şöyle
buyuruyor: "Zira kim korkar (sakınır) ve sabrederse (Allah onun ecrini verir).
Çünkü Allah, iyilik yapanların ecirlerini zayi etmez."
Takva ve sabır, bu ikisi zaferin anahtarı, dünya ve ahirette kurtuluşun
yoludurlar.
İntihar etme fikrine gelince bu fikir kesinlikle müslümana yakışan bir fikir
değildir.
Malesef müslümanların okuması için yazılan hikaye ve romanların büyük bir bölümü
intiharla noktalanıyor. Yani sanki insanı rahatlatacak, hoşlandıracak ve onu
hayatın dar geçitlerinden kurtaracak başka bir şey kalmamıştır, illa ki intihar
edecek. Hayır. Çünkü insanın canı onun mülkü değildir, o sadece Allah'ın (cc)
mülküdür. Bu yüzden insan kendine emanet edilen bu hayatı yıpratamaz. İntihar
etmek suretiyle hayattan ebediyyen ayrılamaz. Hem de intihar büyük günahların en
büyüklerindendir. Allah muhafaza neredeyse küfür derecesine yaklaşmaktadır.
Çünkü intiharın ötesinde Allah'ın rahnetinden ümid kesmek vardır. Halbuki Allahu
Teala şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz gerçek odur ki, Allah'ın rahmetinden sadece kafirler ümid keser"
592.
Ben bu öğrenciye; sabretmesini, kuvvetli bir azimle sarsılmaz bir irade ile
imana bağlanarak zor durumlar ve bu zorlukların içerdiği sıkıntı ve azap
karşısında sebat edip, başka şeylere aldırmadan hayatına devam etmesini tavsiye
ediyorum. Umarım ki Allahu Teala kendisine sabahı aydınlatacaktır. Farkında isen
gecenin karanlıkları içinde belli bir süre kaldıktan sonra sabah gelir. Sabah
gelecektir inşallah. Bu konuda hiç bir şüphen olmasın. Bu kardeşimiz, hayatı
güzel bir sabırla karşılasın. Allah onu muvaffak edecek ve engellerini
kaldıracaktır. Umarım toplumumuzda bu seslere kulak verecek ve kendisi ile
ilgilencek birisi bulunur. Zira amellerin en büyüklerinin başında yetimle
ilgilenmek ve ona iyilik yapmak gelmektedir evlerin en hayırlısı, içinde
kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. 593
Yahudiler Ve Mesih İsa (As)'ın Kanı
Soru
Katolik kilisesi Vatikan'da yahudilerin Mesih'in kanından beri (uzak)
olduklarına dair bir karar çıkarttı. Tabi bu karar sonrası devamlı siyasi bir
savaş içinde bulunan Arap aleminde bir fikir sarsıntısı meydana geldi. Bu karar
Mesih'in asıldığını kabul etmiyen bu fikre hayır, Allah onu kendi katına
yükseltti şeklinde karşılık veren islamın görüşüne muhalif sayılırmı?
Çağımızda yasayan yahudiler geçmişlerinin yaptıklarından dolayı azap çekecekler
mi? 594
Cevap
Müslümanların inancına göre, Mesih (as) ne öldürülmüş, ne de çarmıha
gerilmiştir. Kura'ni Kerim açıkça bunu ifade etmektedir. Lakin İslam'ın bu
düşüncesi yahudilerin öldürmeye yeltenmeleri, senaryolar tertip etmeleri ve bu
uğurda birbirlerine yardım etmeleri konusundaki tarihi mesuliyetlerinin olmadığı
anlamında değildir.
Evet Yahudiler Mesih'i bil fiil öldürmedilerse de niyyet, itikat ve bu öldürme
iddiasmı ileri sürmeleri onu öldürmüşlerdir. Bu konuyu Kur'anı Kerim onlar
hakkında tescillemiş, onları kurtaran Musa (as)'dan Muhammed (as)'a kadar
tevatür yoluyla peygamberlere karşı işledikleri cürüm zincirini birbir takip
ettiklerini haber vermiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurur:
"Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri, haksız yere
peygamberleri öldürdükleri ve kalbimiz kapalıdır dedikleri için onlara lanet
ettik. Doğrusu Allah inkar etmeleri sebebiyle onların kalplerine mühür
vurmuştur, onlardan pek azı iman gder İnkar edip Meryem'e büyük bir iftira
attıkları ve Meryem oğlu Allah'ın Resulü Mesih İsa'yı biz öldürdük, dedikleri
için, Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsa'yı ne öldürdüler, ne de astılar.
Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü" 595 .
"Ödürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü"den maksat, yani ona benzeyen birini
görüp, o zannettiler ve öldürdüler. Yahudilere büyük bir pay düşen öldürme
olayını Mesih üzerine gerçekleştirmiş olmasalar bile Mesih olduğuna inandıkları
kimse üzerine gerçekleştirmeleri yeterlidir. Ameller niyetlere bağlıdır.
Kuran'da belirtildiği gibi yahudilerin Mesih'i katlettiklerini itiraf etmeleri
ve başardık demeleri bize yeter.
Yahudiler fiilen Meşini katletmiş olmasalar bile ondan önceki peygamberlerden
olan Zekeriyya (as), onun oğlu Seyyid Yayha ve diğer peygamberleri
katletmişlerdir. Kur'an onlara hitab ederek şöyle diyor: "Ey Yahudiler her
peygamber size, nefislerinizin istemediği şeyleri getirdiği zaman büyüklük
taslayıp bir kısmını yalanlatıyor, bir kısmını da öldürüyor musunuz?"
Allahu Teala buyuruyor ki:
"Allah'ın ayetlerini inkar edenleri haksız yere peygamberleri öldürenleri,
insanlardan adaleti emredenleri öldürenleri can yakıcı bir azapla müjdele. İşte
onlar dünya ve ahirette amelleri boşa çıkanlardır, onların yardımcıları da
yoktur" 596.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahu Teala Yahudiler hakkında şöyle
buyuruyor:
"Onlara zillet ve yoksulluk damgası vurulmuştur Allah'ın gazabına uğramışlardır
bu onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerindendir bu, isyan etmelerinden ve haddi aşmalarından ileri gelmektir"
597
Evet çağımızda yaşayan Yahudiler de cürüm, isyan ve haddi aşma konularında
atalarıyla aynı mesuliyeti paylaşmaktadırlar. Bunun sebebi de, onların
atalarının yaptığı cürümlerden razı oldukları gibi bu cürümleri işledikleri için
onları övdüklerinden dolayıdır. Fakat, eğer şimdiki yahudiler atalarının
yaptıklarından beri olduklarını kamuoyuna ilan eder de onlara bu yaptıklarından
dolayı kızarlarsa, o zaman durum değişir. Ama heyhat işte bu noktadan hareketle
Kur'an Peygamber (sav)'e çağdaş olan yahudileri, babalarının işledikleri
cürümlerle itham edip eşit görmektedir. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki:
"Bir zaman da Musa ile kırk gece için vaatleşmiştik onun arkasından siz buzağıyı
ilah edindiniz ve zalimlerden oldunuz" 598
"Hani ey Musa! biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz" demiştiniz de,
gözünüz göre göre sizi bir çığlık yakalayıvermişti. Sonra şükredesiniz diye
ölmüşken size tekrar hayat verdik" bulutları üzerinize gölgelik yaptık"
599
Bilindiği gibi Peygamberimize çağdaş olan Yahudiler buzağıya tapmamışlardı. Bu
dediklerini kendileri dememişti ama geçmişlerinden memnun olmaları ve onlarla
övünmeleri kendilerini de aynı suçta ortak haline getirmektedir. Allahu Tealanın
şu sözü de bu manadadır:
"Söyle ey habibim! Eğer mü'min iseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin
öldürüyordunuz?" 600
Evet Yahudiler, geçmişlerinin işledikleri cürüm vesairelerle damgalanmışlardır.
Ama onlar bunlara rıza göstermekle kalmayıp, asırlar geçmesine rağmen
gaddarlıkta kalpleri ürpertecek seviyede cürüm üzerine cürüm eklemişlerdir bize
gaddarlık olarak yahudilerin mukaddes topraklarda çocuk, kadın, ihtiyar demeden
sergiledikleri vahşi ve insanlık dışı hareketleri yeterlidir.
601
Büyük Günahlardan Tevbe Etmek
Soru
Her hangi bir şahıs, az sonra sayacağım büyük günahlardan bir kısmını, ya da tüm
kebair günahları islemiş olsa, bir kadın ki fahişelik veya benzeri şeyleri
yapsa, iffetli kadınlara iftira atmak, batıl yolla insanların mallarını yemek
gibi suçları işlese, ama bunlarla beraber bu şahıs nasuh bir şekilde tevbe etse.
Başkalarının mallarını yemesine gelince, bunları az olsun, çok olsun sahiplerine
verebilme gücüne sahip olmadığından ve parasızlıktan geri veremese. Bu şahıs
hakkında siz ne diyorsunuz? 602
Cevap
Kardeşimiz bize üç cürümdan soruyor. Bunlardan ilki zina suçudur. Bu suçtan
Allah'a tevbe edebilir, pişman olur, Allah (cc)'dan bağışlanması için af diler,
memeden çıkan sütün tekrar geri dönmeyeceğine inandığı gibi bu gibi günaha
ebediyyen dönmiyeceğine karar verirse tevbesi kabul edilir.
Bazı alimler bu konuyu biraz daha zorlaştırıyorlar. Bu çerçevede, zina eden bir
insanın tevbe edebilmesi için zina ettiği kimsenin ailesine gidip affedilmek
istemesi gerekiyor. Çünkü bu iş kul hakkına tealluk eden bir mesele dolayısıyla,
kulların kendi hakları için müsamaha etmeleri, günah sahibinin tevbesinin
şartıdır diyorlar. Burada söylenmek istenen şudur; Mesela zina eden adam
affedilmek istediği kimseye gidecek, ben senin hanımınla veya kızınla zina ettim
beni affet, hakkını helal et, diyecek. Tabiatıyla böyle bir işi yapmak aklen
mümkün değildir. Çünkü gideceği adam onu öldürecek veya türlü işler yapacaktır.
'
İşte bu sebepten ötürü hukuk araştırmacıları zinadan dolayı yapılacak tevbenin
kul ile yaratıcısı arasında olduğunu vurgulamışlardır. Tevbe edip Allah'a
sığınır pişmanlık hisseder ve istiğfar dilerse umulur ki Allah onu bağışlar ve
kendisini affeder. İffetli, namuslu, hiçbirşeyden habersiz mü'mine hanımlara
iftira atmasına gelince; bu cürüm, dünya ve ahirette helak eden cürümlerden
biridir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"İffetli hiç bir şeyden habersiz mü'min hanımlara zina isnat edenler, şüphesiz
dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.
Kıyamet günü onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik
edecektir" 603
Allahu Teala dünyada iftira atmaya bir ceza koymuştur. Bunun adı haddi kaziftir.
Haddi kazif, seksen sopadan ibarettir ki bu, maddi bir cezadır. İftira atanın
bundan sonra yapacağı şahitliği kabul etmiyor ki bu da, medeni, terbiyevi bir
cezadır. Bu cezayla o şahsın toplumdaki itibarı düşüyor ve bundan sonra
şahitliğinin kabul olunmaması ile de kişisel bir ağırlığı kalmıyor iftira atanın
bir de dini bir cezası vardır. Bu ceza da Allahu Tealanın şu sözüdür:
"İşte onlar fasıkların ta kendileridirler" 604;
Yani zina suçu isnad edenlere bir de fısk sıfatıyla damga vurulmak vardır.
"Ancak bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hariç doğrusu Allah
gafurdur rahimdir" 605
Peki bu suçtan nasıl ve ne ile tevbe edilir?
İşte bu konuda fıkıhçılar ve imamların farklı görüşleri vardır.
Bir defa burada hem Allah (cc)'ın hem de iftira atılan kadının hakkı vardır.
Bu isnadı bir topluluğun önünde yalanlaması gerekiyorki Allah ondan razı olsun
veya iftira attığı hak sahibine gidip helallik isteyecek.
Yok hem kadının ırzını lekelesin, rüzgarın yayıldığı gibi anında her tarafa
yayılabilen, hem kendine hem de ailesine leke bırakacak alçak sözler sarfetsin,
sonra da dönüp; ben tevbe ettim Allah'a yöneldim, desin. Hayır bu kadarı yeterli
değildir. Kendini yalanlaması yalan söylediğini itiraf etmesi veya hak sahibinin
rızasını alması lazımdır. Hak sahibinin müsamaha etme yetkisi vardır, aksi
taktirde seksen sopa yemek için kendi rızasıyla gelecek sonra tevbe edecekki
tevbesi kabul olunsun.
Batıl ve gayri meşru yollarla insanların mallarını yemesine gelince. Ben diyorum
ki, mali haklarda mutlaka mal sahiplerine baş vurmak mecburiyetindedir. Hatta
üzerinde kul hakkı bulunan insan Allah (cc) yolunda şehit olsa bile bu hak insan
için silinemi-yor. Şüphesiz insan için Allah yolunda şehit olmaktan daha büyük
bir tevbe yoktur. Buna rağmen Peygamberimiz'e birisi soruyor: "Ey Allah'ın
Resulü, ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarım silinir mi?" Peygamberimiz
(sav) cevaben: "Evet"buyuruyor. Biraz sonra Peygamber (sav) sorusunu tekkar
ettirmek amacıyla, "Az.önce ne demiştin?" diye sordu . Adam, "Şöyle demiştim..."
diye sorusunu tekrar edince, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Borç hariç, tüm
günahları yok olur. Bunu da az önce Cebrail bana haber verdi"
606.
Borç ve onun gibileri mutlaka sahiplerine verilmelidir.
Günahkar şahsın insanların mallarını rüşvet, gasp yağma ya da karıştırarak veya
haram olan hangi yolla olursa olsun yedikten sonra, ben Allah'a tevbe ettim,
demesi veya hacca gitmesi veya cihad edip şehit düşmesi yeterli midir? Hayır.
Mali olan tüm haklar sahiplerine geri verilmelidirler. Nitekim meselenin bu yönü
için hak sahibinin müsamahası dahi yeterli değildir. Ama ödeyemiyecek kadar
acizse, hak sahiplerine gitsin ve onlardan rızalık istesin. Umulur ki onlar razı
olurlar, razı olmasalar bile en azından içinden, ne kadar mal bulursa ilk planda
hak sahiplerine vereceğine niyyet etmesi gerekir.
Bu hal üzere vefat edip mal sahiplerinin haklarını tamamlayamamışsa bile kıyamet
gününde Allah (cc) onun hasımlarını razı edecek güce sahiptir.
Allah bağışlayan ve affedendir. 607
Maslahat Dolayısıyla Eskimiş Kabirlerin Naklinin Caiz Oluşu
Birleşik Arap Emirlikleri'ne bağlı "Duba" şehrinin belediye idaresinin bize
gönderdiği mektup:
"imdi dün zati alinizle aramda geçen telefon görüşmesine işaret ediyorum. O
görüşmemizde Duba şehrinde halen devam eden kanalizasyon çalışmasından
bahsetmiştik. O görüşmemizde çalışmayı yürüten mühendis ve fen memurlarının
görüşlerini içeren raporun ışığında ilgili problemi zatialinize arzetmiştim.
Buna göre boruların 10 seneden beri kullanılmıyan eski bir okulun bahçesinde
bulunan mezarlıktan geçme zorunluluğu var. Boruların geçmesi gereken
mezarlıktaki ölülerin en yenisi 25 seneliktir.
Eğer kanal buradan geçmezse şehrin içinden geçecek ki, bunun neticesinde de
toplumun maslahatlarını ilgilendiren büyük zararlar meydana gelecek şekilde
trafik akışının aksamasından tutun da, oluşan su birikintileri şehirde iş,
ticaret ve bunlarla ilgili toplumsal hayatı tamamen felç edecek, kazılan
kanalların paralelindeki binalarda kendilerini tehdid eden tehlikelerle başbaşa
kalacaklardır.
Bu problemin çözümü İslam dininin emri doğrultusunda olacaktır o yüzden sizden
ricamız kardeş Katar'ın üstün alimleriylede konuyu görüşüp şeriatımız islam
dininin bu konudaki görüşünü bize bildirmenizdir. Biz de bu sayede çalışmamızı
şeriatın ışığı altında yürütebilelim.
(Kardeşiniz Duba Belediye Müdürü) 608
Cevap
Duba şehrinin belediye müdürü çok muhterem değerli müdür efendiye cevap:
Allah'ın selamı rahmet ve bereketi sizinde üzerinize olsun.
Şimdi hicri 17 Rebiülevvel 1390, miladi 22.5.1970 tarihli, mühendis ve
uzmanların boru hatlarının illaki oradan geçmesi gerektiğine dair kararlarını
içeren, eski bir mezarlık konulu mektubunuza karşılıktır.
Uzmanların, meşru şahsi kararlarına vakıf oldum. Boru hatlarının tek alternatifi
olan şehirden geçmesi halinde gelecek zararları da öğrendim.
Kanunun şer'i yönünü kitaplarımızda bulunduğu kadar tetkik ettikten ve olayı da
anlatılanlardan anladığım kadarıyla aşağıdaki açıklamayı yapıyorum.
Aslında mezarları nakletmek, ölüleri çıkartmak ve yerlerinden faydalanmak,
ölünün saygınlığını ve hürmetini korumak amacıyla caiz değildir. Bu durum İcma
ile sabittir. Ancak mezarlarının naklini meşrulaştıracak sebepler bulunursa o
zaman caiz olabilir.
1- Mezar üzerinden epey bir vakit geçtiği bilinecek öyleki ölü toz ve toprak
şeklini almış olacak bu da bilirkişiler tarafından tesbit edilecek bunun tesbiti
için yer ve konumlar şehirlere göre farklıdır.
2- Ölü bu kabirde bulunmaktan rahatsız olduğu zaman; örneğin mezar çok eski olup
su kanalizasyon ve benzeri rahatsız edici pisliklere mahal olduğu zaman,
3- Kabir veya bizzat ölü üzerinde hayatta olan bir insanın haklı olduğu zaman.
Hatta fıkıhçılar böyle bir durumda kasten veya hataen değeri az da olsa, ölü bir
malı yutmuşsa, karnının yarılmasına dahi cevaz vermişlerdir. Bazı fıkıhçılar da
mezar sahibinin satın alındığı kişiye para ve benzeri borçlu olması, veya bir
başkasının mezarı şufa hakkı ile satın alması halinde mezarın nakledilmesini
caiz görmüşlerdir.
Hanefilere göre ise ölünün üzerine toprak atıldıktan sonra insan oğlunun hakkı
olmadan, örneğin kabre çok değerli bir eşya düşmesi veya gasb edilmiş bir bezle
kefenlenmesi veya kasıtlı olarak ölüyle birlikte değerli bir eşyanın gömülmesi
gibi kul hakları olmadan çıkartılması caiz değildir görüşündedirler. Hatta
Hanefiler diyorlarki, "O mal 1 dirhem (50.000) lira olsa bile çıkartılır."
Aynı şekilde ölü daha önceden gömülmek amacıyla bir mezar satın alıp oraya
defnedildikten sonra malın eski ortağı veya bitişikteki komşusu kalkıp şufa
hakkıyla mala sahip olursa, bu kişi serbestir. İsterse ölüyü oradan çıkartır
veya olduğu yerde bırakır. Kabrin üstünü de ekip ekmemekte veya üzerine bina
yapıp yaplamakta serbestir. Hanefiler şöyle devam etmişlerdir: "Çünkü malın
içindede dışında da tasarruf etmekte mal sahibi serbestir isterse içerdeki
hakkını bırakıp dışardakini alır isterse her ikisini birden alır."
İslam hukukunda ferdin böyle bir hakkı bulunduğu zaman bu şekilde tasarruf
edebiliyorsa, aynı hakka toplum sahip olduğu zaman onların maslahatını temin
etmek zararlarını def etmek söz konusu ise kendileri içinde böyle bir tasarruf
bulunması ve bu hakkı kullanmaları hali caizdir.
4- Mezarlığın hepsine veya bir kısmına umumun (müslümanların hepsinin) maslahatı
tealluk ediyorsa ve bu maslahat ölülerin kemiklerinin kalkmasını gerektiriyorsa
o zamanda kabrin nakledilmesi caizdir. Bu hükmün sebebine gelince, İslam
şeriatındaki umumi kurallar şunlardır: "Küllün maslahatı cüzün maşlahatından
öncedir. Kamunun maslahatını temin için ferdin zararına tahammül edilebilir."
Hatta şeriat bir nehrin geçirilmesi için veya yol yapımı için veya cami
yaptırmak yahut genişletmek için kişinin arazisinin veya evinin istimlak
edilmesine evinden barkından çıkartılmasına müsade etmiştir. Diri olan bir insan
için bu kuralları tatbik etmek caizse hayatta olsaydı kardeşlerinin eziyetini
istemiyecek olan bir ölü için haydi haydi caizdir.
Ölünün nakledilebilmesi için gereken bu sebepleri öğrendiğimiz zaman, aşağıdaki
şartların tahakkuk etmesi halinde, bahsettiğiniz mezarlığın nakledilmesine cevaz
verecek iki sebebin varlığını göreceğiz:
Birinci sebep: Çevredeki binaların varlığı sebebiyle kanalizasyon ve pisliklerin
mezarlığın üzerinden geçip pis koku oluşturması ve çevre sağlığını olumsuz yönde
etkilemesidir. Hanbeli mezhebine mensup Ellame İbni Kudame "Muğni" isimli
eserinde der ki: "İmam Ahmet Bin Hanbel'e, bir kabrin olduğu yerden çıkartılıp
başka bir yere nakledilmesinin hükmü sorulmuştu, o da ölüyü rahatsız edecek şu
vs. gibi eziyet edici şeylerin bulunması durumunda bunun caiz olduğu cevabını
verdikten sonra şöyle dedi. "Nitekim Talha ve Aişe'de naklolunmuştur. Yine İmam
Ahmed bin Hanbel'e bostan ve değersiz yerlere gömülen mezarların ne olacağı
sorulunca, başka yerlere nakledilmelerine bir beis görmemiştir"
609.
Şaafi mezhebine mensup "El-Marudi" Ahkami Sultaniyesi'nde şöyle der: "Kabre, sel
ya da feleket uğradığı zaman, nakledilmesi caizdir." Ebu Abdullah ez-Zubeyri de
nakli caizdir, demiştir. Diğerleri, caiz değildir, demişlerdir. İmam Nevevi:
"Zubeyri'nin fetvası en doğrusudur. Sahihu'l Buhari'de, Cabir bin Abdullah
(ra)'dan rivayet edildiğine göre: "Cabir babasını Uhud sonrası başka bir adamla
aynı kabire gömmüştü. Cabir diyor ki: "Sonra canım rahat etmedi, altı ay sonra
babamı çıkartmak istedim. Bir de ne göreyim, nasıl koymuşsam o şekilde duruyor,
kulağı bile gevşememiş." Buhari'deki bir başka rivayeti, "Sonra onu çıkartıp tek
başına bir başka kabre gömdüm" hadisi vardır.
İmam Nevevi der ki: "İbnu Kuteybe, Mearif isimli eserinde der ki: "Cennetle
müjdelenen 10 kişiden biri olan Talha bin Ubeydullah, Uhud'ta şehit olup
defnedilmişti."
Defnolunduktan otuz yıl sonra kızı Aişe, onu rüyada gördü Hz. Talha kızına,
kabrine çok su sızıntısı olmasından şikayet etti. Bunun üzerine Aişe, babasının
kabrinin açılmasını emretti ve yaş olarak çıkartılıp Basra'daki evine
defnedildi."
İkinci sebep: Mezarlığın durması halinde fen memurlarının saydığı zararlarla
şehir halkının karşılaşması durumudur. Halbuki şeriat, zararı ortadan kaldırmak
mümkün mertebe onu aza indirmek, iki zarardan en hafifine katlanmak, iki
maslahattan en alasını temin etmek için, en hafifini feda etmek gayesiyle
gelmiştir. Bütün bunlar üzerine hiç kimsenin farklı görüşü bulunmayan görüşler
olmakla birlikte şeriatın genel prensiplerindendir.
O halde mezarlığı olduğu gibi bırakmak, müslümanların hayatta olanlarına zarar
verecekse, dirilerin maslahatını temin etmek tercih edilir ve mezarlıktan
faydalanmak caiz olur mezardaki ölüler ise bir başka mezara nakledilir.
Nitekim Şeyhülislam İbni Teymiye, fetvaları arasında şöyle der: "Muaviye
halifeyken Medineye kaynak sular akıtmak istedi. Bu kaynakların adı "uyunu
hamza"dır. Bundan önce Medine'de bir tane akar çeşme yoktu. Tabi bu suların
temini şehitlerin kabirlerinden nakledilmelerini gerektiriyordu. Bu yüzden
onları yaş yaş naklettiler, hatta taşıyıcı bir daha varmadan ayakları kan içinde
kalıyordu."
Şüphesiz Muaviye bütün bunları içinde çok sahabi bulunan Medine'de yapıyordu,
hiç kimse de onun bu hareketini yadırgamadı. İşte bu işte şer'an icma sayılır.
Buna binaen (icmaya dayalı olarak) şer'an mezkûr mezarlıktan aşağıdaki şartlar
eşliğinde kamu adına yararlanılabileceğini görüyoruz:
Birincisi: Gereken ihtiyaç, üzerinden en az yirmibeş sene geçmiş olan kabirle
giderilecek, bunun dışındakilere kesinlikle dokunulmayacak ancak, ihtiyaç
öbürlerinin cüzlerinin de kaldırılmasını gerektiriyor, ya da çalışan sular diğer
kabirlerdeki ölülerin cüzlerine de ulaşılır veya zanni galible ulaşmasından
korkuluyorsa o takdirde kemik tozlarının nakledilmesi caizdir.
İkincisi: Nakil işini yapacak olan işçiler kazarken azami ölçüde ölülerin
kemiklerini kırmamaya dikkat edecek, zira Ebu Davud, Peygamberimiz (sav)'e
isnaden şu hadisi rivayet etmiştir: "Ölünün kemiklerinin kırılması dirinin
kemiklerinin kırılması gibidir."
Üçüncüsü:Üzerinde çalışılan büyük bir saygıyla nakledilen ölünün kemikleri
bilirkişilerin ve din adamlarının talimatı altında ve göstedikleri şekilde
toplanmalıdır. Bu konuda bizim anladığımız bu kadar.
Allah (cc) muvaffak kılandır. 610
Tasavvufun İç Yüzü
Soru:
Sofilik ve tasavvufun iç yüzü, hakkikatı nedir? Tasavvufun islam'daki yeri
nedir? Duyuyoruz ki sofilerden bazıları ilmiyle, ameliyle İslam'a hizmet
etmektedir. Bununla beraber sofilerin diğer bir kısmının da İslamı bid'at ve
dalaletlerle yıktığını duyuyoruz, bunlarla öbürlerinin arasındaki fark nedir?
611
Cevap:
Tasavvuf bir çalışma metodudur. Hemen hemen bütün dinlerde bulunur. Daha çok
ruhani tarafa dalmayı esas alıp bu konularla fazla ilgilenmekten ibarettir.
Bu şekil bir çalışma diğer bir çok dinlerde bulunur.
Hintliler'de bu şekil bir çalışma vardır. Hindistan'da fakir insanlar güya
kendilerine göre ruhlarını terbiye edip terakki (yükselme) amacıyla kendilerine
türlü eziyetler ediyorlar. Hıristiyanlıkta da bu tür çalışma vardır. Rahiplik
sisteminde ise daha çoktur.
Fârisilerde ruhu yüceltmek için Maniy mezhebi vardır. Yunanlılar da bu amaçla
Revakiler mezhebi ortaya çıkmıştır. Daha birçok memleketlerde de insanların
fiziki yapılarına verdikleri önemi ruhi yapılarına da vermeleri gerektiği
konusunda bir sürü çekişmeler yaşanmıştır.
Ama İslam gelir gelmez ruh ile beden, akıl ile vücut hayatlarını eşit bir
şekilde ölçüye koymuştur.
İslam'ın tasavvur ettiği manada insan: Beden, akıl, ve ruhtur. O halde bu
cüzlerden her birinin hakkını vermek müslümanın görevidir.
Zira Peygamberimiz (sav) ashabı arasında bu cüzlerden birine daha fazla önem
verenleri ikaz etmiştir.
Nitekim devamlı oruç tutup hiç yemiyen, devamlı ibadet edip hiç uyumayan ailevi
ilişkilerini tamamen askıya alan Abdullah bin Amr İbni As'ın haberi
Peygamberimiz'e ulaşınca Peygamber (sav) kendisine şöyle buyurmuştur:
"Ey Abdullah, şüphesiz gözlerinin, ailenin ve vücudunun senin üzerinde hakkı
vardır, o halde her hak sahibine hakkını ver."
Aynı şekilde sahabelerden bir kısmı, Peygamber (sav)'in hanımlarına onun
ibadetinden sorduktan sonra sanki azımsayarak birbirlerine şöyle dediler:
"Resulullah (sav) nerde biz nerde. Zira onun geçmiş ve gelecek bütün günahları
affedilmiştir." Bunun üzerine içlerinden bir tanesi; "Ben bundan sonra devamlı
oruç tutacağım. Bir günümü dahi yiyerek geçirmeyeceğini." Diğeri, "Ben de
geceleri hep ibaretle geçireceğim, kesinlikle uyumayacağım." Bir başkası da,
"Ben de kadınlardan kaçınacağım, kesinlikle evlenmeyeceğim" diyerek belli
ibadetlere nezrettiler.
Onların bu sözleri Peygamber (sav)e ulaşınca, onları derhal toplayarak şu
konuşmayı yaptı: "Dikkat edin, içinizde Allah'ı en çok bileniniz, ondan en çok
korkanınız benim. Buna rağmen ben gecenin bir kısmında kalkıp ibadet ediyor,
diğer bir kısmında da uyuyorum. Bazen oruç tutuyor, bazen yiyorum, hem ben
kadınlarla da evleniyorum. O halde kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden
değildir."
İşte İslam'ın hayat ölçüsü bu noktadan hareketle başlamış ve her cüze kendi
hakkını vermiştir. Ancak tasavvufçular insanların madde ve akla ehemmiyet
verdikleri sırada kendilerini göstermişlerdir. İnsanların maddeyi önemsemeleri
de fetihlerin yaygınlaşması neticesinde bazı insanların zenginleşmesi ve
insanların iktisadi hayatlarının güllük gülüstanlık olması neticesinde ortaya
çıkmıştır. Maddeye aşırı derecede ağırlık veren insanlar her şeyi akıllarıyla
halletmeye başladılar. Bunun neticesinde iman adeta felsefeye, kelam ilmine ve
münakaşaya dönüşmüş gibi bir hal ortaya çıktı. Bunlar da ruhu doyurmuyorlardı.
Hatta Fıkıh ilmi bile sanki azalarla yapılan ve insanın dış yüzüne ait kalple
alakası bulunmayan, ibadetlerin zahiri görünümüyle ilgilenen bir ilimden ibaret
olmaya yüz tutmuştu.
İşte tam bu sırada tasavvufçular bu boşluğu doldurmak ve ne fıkıhçıların ne de
kelamcıların beceremediği bu işi becermek istediler. İnsanların dıştan önce iç
yüzlerini temizlemeyi, kendilerini nefislerinin hastalıklarından kurtarmayı amaç
edindiler. Kalp amellerine öncelik tanıyan ruhi ve ahlaki terbiye ile meşgul
oldular, var güçleriyle parlak düşünceleriyle ruh ve ahlaki yapılarını
temizlemeye yönelten tasavvufçular ortaya çıktı. Hatta bazı sofiler, "Tasavvuf
ahlaktır, kim ahlakını artırırsa tasavvufunu artırmış olur", demişlerdir.
İlk sofiler kitap ve sünnete bağlı, Allah'ın belirlediği sınırlar önünde duran
düşüncede ve sülükte bidat ve uydurukları kaldırıp atan insanlardır.
Tasavvuf önderlerinin eliyle bir çok insan İslama girmiş bir çok insan, hatta
sayılmayacak sayıda günahkar tevbe etmiştir. Onlar ancak taassup ve kendini
beğenenlerin inkar edebileceği, Ruhi marifet ve tecrübeler servetini geride
bırakmışlardır.
Ne var ki tasavvufçulardan da bir çoğu bu konuda çok aşırı giderek işi aslından
ve doğru yolundan çıkarttılar. Öyle ki bazılarının İslami olmayan sözler
söyledikleri herkesçe bilinmektedir. Mesela, hakikat ve şeriat mefhumlarını
ortaya atmaları gibi... Buna göre mahluka da kim şeriat gözüyle bakarsa onlara
zulmetmiş olur. Kim hakikat gözüyle bakarsa onları mazur görür. Tasavvufçuların
bazılarına göre vicdanlar ve gönüller hükmün kaynağını oluşturabilmektedir. Yani
kişi bir hükmü çıkartmak için kalbine ve vicdanına danışabilir. Yine bunların
bazıları hadisçilerin, "bana filanca şahıs falanca şahıstan aktardı" dedikleri
gibi, "bana Rabbimden aktarıldı" veya şöyle derler: "Siz ilminizi ölülerden
alıyorsunuz, bizse ilmimizi hiç ölmeyen diriden (Allah'tan) alıyoruz" yani
kendilerine göre direkt semadan vahiy almaktadırlar.
Bu taşkınlığın bir çeşididir. Yine buna benzer bir başka çeşidi de, terbiye
yönüyle müridin şahsiyetini yok sayacak şekilde taşkınlık yapmaktır. Onların şu
sözleri buna örnektir: "Şeyhinin huzurunda mürid, gasilin önündeki ölü gibi
olmalıdır. Kim şeyhine "Niçin?" derse felah bulamaz, kim itiraz ederse dergahtan
kovulur."
Bu tür hareketler müslüman çocuklarının bir çoğunun azimlerini katletmekte ve
onlara olumsuz teslimiyet ruhunu oluşturmaktadır. Mesela onların: "Kullarına
dilediğini yapıyor. Mülkünü sahibine bırak, yaratılanı yaratanla başbaşa bırak"
vs. sözleri buna örnektir.
Yani böyle demekle tüm değişimin fesat, zulüm ve diktatörlüğün önünde elpençe
durulması gerektiğini ifade etmektedirler. Bu düşüncede öbürleri gibi sofilerin
sayesinde ortaya çıkan bir uyduruktan ibarettir.
Fakat şunu ifade edelim ki, ehli sünnet ve selef ulemasının çoğu, tasavvuf
ilimlerini kitap ve sünnetle tashih ederek onlarla bağdaşmayanları ortaya
koymuşlardır. Özellikle selef ulemasının araştırmacıları bu konu üzerinde
uyarıda bulunmuşlardır. Mesela İbni Kayyim gibi bir alimin, ne ifrata ne de
tefride kaçmadan tasavvuf ilimlerini itidal içerisinde kitap ve sünnet
terazisiyle tarttığını görüyoruz. Bu ölçü dahilinde tasavvuf konularını içeren
değerli bir eser yazmıştır. Bu eserin adı "Midracussalikin
İlame-nazilissairin"dır. Bu eser Hanbeli mezhebine mensub Şeyhülislam İsmail
el-Harevi'nin "Menazilussairin ila mekamati iyyake nebudu ve iyyake nestein"
adlı kitapçığının şerhi (açıklamasıdır.) Bahsettiğimiz kitap üç ciltten ibaret
olup konuları tamamen kitap ve sünnet ışığı altında işlenmiştir. Biz bu kitabı
rahatlıkla okuyup istifade edebiliriz.
Meselenin özü şudur: Her insanın söyledikleri doğru olacak, diye bir şey yok,
söylediklerinin bazıları alınıp bazıları terkedilebilir. Hüküm hatadan masum
olan, kitab ve sünnetten ibaret olan nastadır.
Dolayısıyla biz; tasavvufçuların, Allah (cc)'a itaat etmek insanların
birbirlerini sevmeleri, nefsin kusurlarını, şeytanın tuzaklarını ve bunların
ilacını öğrenmek ve kalpleri yumuşatacak ahireti hatırlatacak metodlarına önem
vermek gibi aydınlatıcı taraflarını alabiliriz.
Biz kendimize lazım olan çoğu ilimleri onların kötü ve aşırı taraflarından
sakınarak, kitap ve sünnet terazisiyle tartan bazı tasavvufçulardan (İmam Gazali
gibi) öğrenebiliriz. Tabii bunu yapabilmek için ilim ve marifet ehli olmak
lazım, yoksa herkesin bu işe gücü yetmez.
Allah (cc) muvaffak etsin. 612
Tasavvuf
Soru
Biz, kültür ve meşrepleri değişik olan insanlar biraraya gelerek oturmuş bazı
dini konularda tartışıyorduk. Bu sırada laf lafı açarak konuşma bizi tamamen
görüş farklılığı içinde olduğumuz bir konuya getirdi.
İhtilaf içinde olduğumuz konu tasavvuf onun kitapları tarikatları fikri ve
terbiyevi metotlarıdır.
Kimimiz tasavvufu tamamen silip atarak onu esas İslam'ın zıddı kabul ederken
kimimiz de tasavvufun marifet zevk ve suluk bakımından islam'ın özüne ulaştıran
tek yol olduğuna itibar ederek onu kayıtsız şartsız kabul etti.
Her birimizin düşünce yolunu çizen kültür yapısı değişik olduğu için hiç birimiz
bu konuda ortak ve kesin bir görüşe varamadık.
Bu yüzden bizim sizden istediğimiz tasavvufun çerçevesini doğuşunu amacını,
seçkin ve ayıp taraflarını açık ve net bir şekilde açıklamanızdır ki, biz de bu
sayede lehine ve aleyhine hiç bir taassuba kapılmadan bir delile dayanarak
tasavvuf konusunda tavrımızı belirleyelim.
Allah istediğiniz her konuda sizleri muvaffak etsin ve ilimlerinizle
müslümanları faydalandırsın. 613
Cevap
Biz bundan önceki fetvamızda bu konuyu arz etmiştik. Ancak gerek övenlerin
gerekse yerenlerin ifrat içinde olmaları; bu nedenle meselenin hakikatini ortaya
koyamamaları sebebiyle, ehemmiyetine binaen konuya bir defa daha dönmemize bir
mani yoktur. Zaten yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü konu biraz daha
açıklamaya muhtaçtır.
Tasavvufa bilinçli bir şekilde yönelmek isteyenlerin yolunu biraz daha
aydınlatmamızda bir beis görmüyorum.
Sahabe ve onların terbiyesi altında yetişen tabiin devrinde müslumanlar,
İslam'ın tümünü kendi ölçüsünde eşit bir şekilde ifrata tefrite kaçmadan
gerektiği kadar detay ve derinliğe dalarak hem öğreniyor, hem de öğretiyorlardı.
Onlar bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmiyor. Hepsine eşit ölçüde değer
veriyorlardı. Bedenin batınıyla (iç yüzüyle) ilgilenirken dış yüzünden gafil
kalmıyor, dış yüzüyle ilgilenirken de, iç yüzünden gafil kalmıyorlardı. Bilakis
onlar, akıl, ruh ve bedenle toptan ilgileniyor, aynı ehemmiyeti gösteriyorlardı.
Toplumu fertle beraber değerlendiriyor, dünya ve ahiret maslahatlarını daima
gözetiyorlardı. Fıkıhçıların: "Kulların maslahatları hem dünyada hem de
ahirettedir" sözlerinin en güzel örneği idiler. Ama dahili veya harici
nedenlerle hayat gelişip zor şartlarla karşılaşılınca İslam toplumunda kimileri
(Kelamcılar gibi) tüm maksadlarını akıl tarafına sığdırdı. Kimileri de, mesela
fıkıhçılar gibi, büyük bir ağırlıkla zahiri amellerle ilgilendi. Bu arada
kimilerini de dünyanın değersiz hayat ve madde sevgisi meşgul ederek onları
madde ve geçim derdine boğdu. Örneğin zengin yöneticiler ve onların kafilesinde
yürüyen dünyanın diğer talipleri gibi. Bu sırada tasavvufçular ortaya çıkarak
çok önemli ve ihmal edilen, ne fıkıhçıların ne de kelamcıların dolduramadıkları
boşluğu doldurmak ve insanlığı dünyanın eşya ve süslerinden kurtarmak için İslam
hayatında ruh ve nefis taraflarını ilgilendiren tasavvuf mefhumunu gündeme
getirdiler.
Selef uleması yukarda belirttiğimiz gibi İslam'ı bir bütün olarak kabul ediyor,
dini oluşturan İslam iman ve ihsan mefhumlarını eşit ölçüde yaşıyorlardı. Daha
sonra fıkıhçılar İslam'ın zahiri hükümlerini öğrenmekle tanındılar ve yalnızca
bu tarafla ilgilendiler. Kelamcılarda itikadi konular ve bu konuların etrafında
ihtisas yaptılar. Hal böyle iken geride yalnızca ihsan mefhumu kalmıştı,
tasavvufçularda gelip biz de ihsan konusunda ihtisas sahibiyiz dediler. Tasavvuf
insanı her şeyden çekip yaratılışın son gayesine ulaştırmaya çalışmaktadır. O
gayede nefisle mücadele ve lüks hayatı terketmek yoluyla insanı, Allah'ın
gazabından ahiretin azabından kurtarıp şeriatın edebiyle edeplemek ve ona
Allah'a saygıyı öğretmektir. Sonraları tasavvuf alimlerinden nefis
terbiyecilerinden bazıları Allah'tan (korkmak ve korkutmak) tarafında
çalışmıştır. Örneğin Hasan-i Basri Hazretleri gibi daha sonra bu mefhum yerini
yavaş yavaş, hubbi ilahi (Allah'ı sevmek) adı altında yeni bir unsur almıştır.
Bu unsur Rabiatu'l Adviyye (ö. hic. 180)'nin şiirinde, Ebu Süleyman ed Derani
(ö. hic. 210)'nin Zinnu'l Mısri (ö: Hic. 245)'nin, Ebu Yezid el-Bestami ve diğer
tasavvufçuların sözlerinde görülmektedir. Bu alimler Allah'a itaati ve farzları
yerine getirmeyi ne cehennem azabı korkusuyla ne de cennet isteğiyle
yapmadıklarını bilakis Allah'ı sevdikleri ve ona yaklaşmak istedikleri için
yaptıklarını serahaten (açıkça) söylüyorlardı.
Hatta bu konuda Rabia'nın şu sözü, şöhret kazanmıştır: "Onların hepsi ateş
korkusundan ibadet ediyorlar, ondan kurtulmayı büyük bir pay görüyorlar, veya
cennet bahçelerine girip nimetlerden nasiplerini almak ve selsebil adındaki
cennet çeşmesinden içebilmek amacıyla ibadet ediyorlar. Benimse cennet ve
cehennemde payım yoktur, çünkü ben sevgimin yerine geçecek bir şey aramıyorum."
Daha sonra tasavvuf ruhi ve ahlaki terbiye olmaktan çıkıp İslam'ın temel
prensiblerinden tamamen uzak garip kavramlara sahne olan bir felsefe halini
almıştır. Bunun en bariz örneği, hulul ve vahdetü'l vücud mefhumunu savunmaktır.
(Hulul ve vahdetü'l vücud, Allah'ın kainattaki tüm eşyanın suretine girmesi ve
onda zuhur etmesi anlamında bir kavramdır, dileyen konuyu akaid ve kelam ilmine
ait kitaplardan detayıyla öğrenebilir). Evet tasavvuf aldatıcının aldatmasına
uğrayıp, ben Allahım diyen Hallacı Mansur'un eliyle epeyi bir değişiliğe
uğramıştır ve bu söz yaratıcının (Allah'ın) yaratılanın suretine hulul ettiğini
söyleyen bir mezhebin görüşüne göre söylenmiştir.
Hıristiyanlar da Mesih (İsa a.s.) hakkında böyle söylemişlerdi. Hallac'ın bu
değişimi tüm fıkıhçıların gazabını kazanmasına neden oldu ve hicretin 309.
senesinde katledildi tasavvufçuların bir çoğu kendilerinin Hallac'ın
düşüncesinden uzak olduğunu söylemektedirler.
Daha soma "vahdeti vücud" felsefesinin bu değişiminin Muhyiddin Arabi'nin kendi
mezhebi üzerine telif ettiği eserlerden anlaşıldığına göre, daha da arttığını
görüyoruz. Muhyiddini Arabi (ö. Hic. 638) ve onun gibi, Allah'tan başka hiç bir
varlığın olmadığını kainatta ikiliğin düşünülemiyeceğini iddia edenlere göre
tasavvuf tamamen değişmiştir. Bunlara göre yaratan ve yaratılan Rab ve merbub
olayı ortadan kalkmıştır.
Ahlakın direği olan mesuliyeti tamamen ortadan kaldırıp iyilerle kötüler,
muvahidlerle putperestler arasını eşit kabul eden bu felsefeye göre, her şey
hakkın (Allah'ın) ekranıdır.
İbni Arabi bu amaçla şöyle demiştir:
"Andolsun ki benim kalbim her şekli kabul eder hale geldi. Benim kalbim
rahiplere manastır, geyiklere mera (otlama yeridir) putlara ev, Kabe'ye örtü,
Tevrat ve Kuran mushaflarının kabıdır."
Gerçekte bu mezhep viraneler mezhebinden ibarettir.
Bu tasavvufi akımların ardından insanlar, tasavvuf konusunda farklı görüşleri
taşımaya başladılar. Kimisi onların lehinde taassuba dalmış, onların daima
iyiliklerini dile getirmiştir. Her konuda onların düşünceleri doğrultusunda
kendini yönlendirerek hata bile olsa, onları himaye etmiştir. Hatta onların hata
ile hükmedebileceklerini hiç bir zaman düşünmemiştir. Kimisi de tasavvufçuların
aleyhinde bir taassuba kapılmış ve her konuda onları kötüleyerek, tasavvufun
İslam'la alakası olmadığını hatta Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve diğer
dinlerden alınıp İslam'a sokulduğunu iddia etmiştir.
Ama insafın gereği şunu söylememiz lazımdır ki; tasavvufun İslam'da inkar
edilmiyecek kökü, kimseye gizli kalmıyacak derecede genel prensiplerini içeren
özü vardır. Biz bu hakikati Kur'an'da, sünnette, Efendimizin ashabının sade
hayatlarında müşahade ediyoruz. Örneğin Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra), Selmani
Farisi (ra), Ebu Zer Gıfari (ra) ve daha birçok sahabi.
Kur'an ve sünneti okuyan herkes, bu iki kaynağın birçok kere dünya hayatının
fitne ve süslerinden sakındırıp tüm arzuları Allah'a ve ahirete yönlendirdiğini,
kalpleri cennete ve içinde olan Allah'ın rızasına, O'nun yüce cemaline bakmaya
teşvik için tahrik ettiğini, cehennem ve içinde olan maddi ve manevi azaptan
korkuttuğunu müşahade edecektir. Bununla birlikte Allah'ın kullarını sevdiğini
ifade eden ayetlere de rastlayacaktır. Örneğin Allahu Teala'nın şu sözleri: "O,
onları seviyor onlar da onu seviyor." "İman edenler Allah'ı herşeyden daha çok
seviyorlar." "Allah ihsan sahiplerini sever." "Allah sabredenleri sever."
"Şüphesiz Allah, onun yolunda tek bir sıra olarak kurşunla dökülmüş bina gibi
sağlamca savaşanları sever." Bütün bunlarla birlikte Kur'an ve birçok hadiste,
Züht, tevekkül, tevbe, şükür, yakın, (tam teslimiyyet) takva, murakabe
(yaptıklarını kontrol etmek) ve benzeri dini değerlerin varlığım görecektir. Bu
değerlerle ilgili açıklanılan, yorumlan kendi aralarındaki düzenleme ve fazilet
sıralamalarını tasavvufçuların haricinde kimsenin gerektiği kadar yapmadığını
görüyoruz.
İşte bu yüzden tasavvufçular, ümmetin taifeleri içinde nefsin ayıplarını daha
iyi tanıyor, kalb hastalıklarını şeytanın tuzaklarını daha güzel biliyorlar.
Aynı şekilde tasavvufçular suluk (tarikatte ilerleme) ve saliklerin
(ilerleyenlerin) hallerine ve onları terbiye edilme metoduna daha çok yardımcı
oluyorlar. Bu sayede nice isyankarlar onların yol göstermesiyle tevbe etmiş,
nice kafirler de müslüman olmuştur. Fakat tasavvuf ilk devirde dini ibadetlerde
ahlakı terbiye etmek ve ibadetleri yalnızca Allah'a yapmak amacını taşıyordu.
İbnu'l Kayyim'inde dediği gibi, kıvamı kişinin iradesi altında idi. Ama daha
sonra İslami ahlakın ilmi olmaktan çıkmış bir marifet nazariyesine dönüşmüş,
nefsi temizleme yolundan yürüyerek keşif ve feyzi ilahi olmaya koşmuştur. Daha
sonra da bildiğimiz değişiklikler meydana gelmiştir.
Bu yüzden yabancı etkenlerden bazı şeylerin tasavvufa sızdığını inkar etmek,
kişiyi ifrat ve tefritin ortası olan İslam'da itidal vasfından çıkartıp
rahiplerin uğradığı katılık gibi katılığa, Budistlerin uğradığı aşırılık gibi
aşırılığa götüren mukaberet (büyüklük taslamak)tan ibaret olur.
Sofilerin yanında meydana gelen değişim görüntülerinin bazıları şöyledir:
1- İyiyi kötüden, doğruyu yalnıştan ayırabilecek bir seviyede şahsi zevk, vicdan
veya ilhamın varlığına itibar etmek, hatta bu konuda tasavvufçuların bazıları
daha da aşırı giderek, hadis ulemasının, "Falan hadisçi filancadan, o da
Resulullah'tan bize aktarmıştır" sözlerine karşılık, "Kalbim bana Rabbim'den
aktarmıştır" gibi sözler sarfetmelerine sebep olmuştur..
2- Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmaları ve şu sözleri: "Kim mahlukata
şeriat gözüyle bakarsa onlara zulmetmiş olur, kim de hakikat gözüyle bakarsa
onları mazur görür." Bu söze göre ne kafirle harbedilir ne de inkar eden
yadırganabilir.
3- Kur'an ve sünnetin metoduna uymayan bir tarzda dünya işini aşırı bir biçimde
hakir görmeleri. "Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver." "Ey
Allahım kurtuluşumun bağlı olduğu dinimi güzelleştir. (Yani kurtulmamın temelini
oluşturan dini konularda beni başarılı kıl) İçinde yaşadığım dünyamı da
iyileştir (yani geçimimi güzelleştir)." Onların bu tutumu sahabenin metoduna da
muhaliftir. Nitekim sahabenin tutulan ve diğer sahabilerce benimsenen şu sözü bu
metodu ifade etmektedir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi
ahiret için çalış."
4- Müslümanların genelini etkisi altına alan ve onlara, "insan belli bir yolda
yürütülendir, seçenek hakkı yoktur" fikrini aşılayan, "yapılan yıkımlara karşı
durmanın, batılla savaşmanın hiçbir faidesi yoktur," fikrinin temeli olan ve
tasavvufçuların bir çoğunda bulunan iradesizlik ve zorunluluk fikri... Bu fikre
göre Allah (cc) kullarını dilediği doğrultuda götürür kulların seçenek hakları
yoktur. Hatta bu fikre binaen aralarında şu söz meşhur olmuştur: "Mülkünü
sahibine, yarattığını halikine bırak." Bu fikir müslümanların bir çoğunda
hezimet ve sürünmek ruhunun galip olmasına sebep olmaktadır.
5- Suluk ve düşünce terbiyesiyle müridin şahsiyetini inkar, itiraz bir yanda
dursun, onun münakaşasını bile yapmayacak. Yok demek bir tarafta kalsın, "niçin"
bile diyemeyecek derecede hiçe saymak. Bu fikre dayanarak şu kelimeleri sarf
etmektedir ler: "Şeyhinin huzurunda mürid yıkayıcının önündeki ölü gibi
olmalıdır" "Şeyhine "niçin?" diyen felah bulamaz."
Son zamanlarda bu tür fikirler yaygınlaşmış ve samimi olmalarına rağmen birçok
müslüman da bu fikirleri kabul etmiştir. Bu yüzden müslüman ülkelerde yeniden
İslami kalkınma hamlesinin sabahı yaklaşınca, birçok kültürlü insan bu olumsuz
fikirlerin İslam olduğunu zannederek İslam'ın asıl evrensel hükümlerini
bilmedikleri için ondan yüz çevirmiş çok azı geri dönmüştür.
Hem burada şunu da eklemeliyiz ki, ifrat ve tefritten uzak olan ve itidal
içindeki ilk sofiler haktan uzaklaşmanın ve değişimin çok tehlikeli olduğunu
belirterek, şeriatın yanılmaz ve sarsılmaz prensiplerine bağlı kalmanın
gerekliliğini vurgulamışlardır.
İbnu'l Kayyim, değişime uğrayan bu sofilerin şeyhlerinden bu konuda birçok
sözler nakletmektedir. Bunların arasında bu taifenin şeyhlerinden ve
büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi de vardır (ö. hic. 297). Mesela Cüneydi
Bağdadi şöyle diyor: "Mahrukata bütün tarikatlar kapalıdır. Ancak Resulullah
(sav)'ın izlerini takip edenler hariç." Başka bir sözünde: "Kim Kuran
ezberlemiyor, hadis yazmıyorsa bu yolda imam olamaz, çünkü bizim ilmimiz kitap
ve sünnete bağlıdır."
Ebu Hafs şöyle der: "Kim hal ve hareketini kitap ve sünnetle tartmaz
kötülüklerini yermezse divani ricalden (meşayihten) sayılmaz."
Ebu Süleyman Ed-Derani der ki: "Bazen günlerce kalbime kavmin başına gelen
nükteler düşmektedir. Ama ben bunları yalnız iki adil şahitle kabul ediyorum. O
şahitlerde Allah'ın kitabı, Resulü'nun sünnetidir."
Ebu Yezid el-Bestami der ki: "Kendisine havada uçacak kadar keramet verilen bir
adam görseniz onun Allah'ın emir ve yasaklarına karşı tutumuna, sınırları
korumasına, ve şeriatı harfiyyen yaşamasına bakmadan kerametlerine aldanmayın."
Umuyorum tasavvufçular hakkında yapılan yorumların en adaletlisi bir soru
üzerine İbni Teymiye'nin verdiği cevaptır. Onun cevabı arasında şu cümleler
yeralmıştı: "Onların tarikatları konusunda insanlar çekişmişlerdir. Bir taife
sofilik ve tasavvufu kötülemiş ve şöyle demiştir: "Onlar sünnetin dışına çıkan
bidat ehlidirler." İmamlardan bir taifenin onları kötüleme konusunda malum
sözler sarfettikleri, kelam ve fıkıh ulemasından da bu taifenin görüşünü
paylaşanlar olduğu nakledilmiştir. Başka bir taifede onları övme noktasmda ileri
gitmiş ve onların peygamberlerden sonra mahlukatın en faziletlileri olduklarını
iddia etmişlerdir. Ama her iki tarafta kötüdür."
Doğru olan şudur: Tasavvuf alimleri de diğer alimler gibi Allah'a itaat için
içtihat etmektedirler. Dolayısıyla içlerinden kimileri içtihadına göre ilerlemiş
ve hakikate yaklaşmıştır. Kimileri de yine cennet ehlinden olmakla birlikte
iktisatta kalmıştır. Her iki sınıfla da içtihad edip hata yapan günah işleyip
tevbe eden veya etmeyen insanlar olabilir.
Bunlara intisab edenlerden de nefsine zulmeden, Rabbine isyan edenler vardır.
Nitekim kendilerine bidat ve zındık ehlinden intisab eden taifeler vardır. Fakat
araştırmacılara göre bu tür insanlar tasavvufçulardan değillerdir. Mesela
Hallacı Mansur'u tarikatının efendisi Cüneydi Bağdadi gibi bu tarikatın birçok
meşayihi, yadırgamış ve onu tarikattan çıkarmıştır.
Allah (cc) herşeyi daha iyi bilendir. 614
=======================================
=======================================
1 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/7.
2 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/7-8.
3 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/8.
4 İhya ulum Ed-Din c.l. s. 236 Ya da kitabımız1 el-ibadet fil İslam s. 364'de'
bakın.
5 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/8-9.
6 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/9-10.
7 Ahmet b. Hanbel, Tirmizi, Nesei, Hakim.
8 Ebu Ya'li ibn-i Abbas (ra)'tan rivayet etmişler. Hakim Hz. Aişe(ra)'den,
Tabarani ve Bezzar Hz. Enes(ra)'den değişik lafızlarla rivayet etmişlerdir
9 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/10-11.
10 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/11-12.
11 Hadis.
12 Tevbe: 9/19-20. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar,
Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/12.
13 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/13.
14 Malik, Buhari ve Müslim, Tirmizi, İbn Mace.
15 Buhari ve Müslim.
16 Buhari ve Müslim.
17 Furu' c. 3 s, 447.
18 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/13-16.
19 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/16.
20 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/16-17.
21 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/18.
22 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/18-19.
23 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/20.
24 Zilzal: 99/7-8.
25 Enbiya: 21/47.
26 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/20-21.
27 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/22-23.
28 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/23.
29 Nahl: 16/69.
30 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/23-26.
31 Teybe: 9/32. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/26-27.
32 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/28.
33 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/28.
34 Buhari, Müslim, Ahmet b. Hanbet, Ebu Davut, Nesei, Tirmizi ve ibn Mâce.
35 Nahl: 16/120. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/28-30.
36 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/31.
37 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/31-32.
38 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/33.
39 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/33-34.
40 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/35.
41 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/35.
42 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/35-36.
43 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/36.
44 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/36-38.
45 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/38-39.
46 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/39-43.
47 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/44.
48 Müslim, Buhari.
49 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/44-45.
50 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/49.
51 Rad: 13/ 39.
52 Şura: 42/2-1
53 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/49-51.
54 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/52.
55 Duhan: 44/1-4.
56 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/52-54.
57 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/55.
58 Tevbe: 9/36.
59 Müslim.
60 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/55-57.
61 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/58.
62 Buharı, Müslim ve Ebu Davut.
63 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/58-59.
64 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/60.
65 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/60.
66 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/61.
67 Hâkim Ebu Hureyre (ra)'den merfu olarak rivayet etmiştir.
68 Tirmizi, Hakim. Hakim senedinin sahih olduğunu söylemiştir.
69 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/61-62.
70 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/63.
71 Taberani.
72 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/63-64.
73 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/65.
74 Hadis.
75 Kevser: 108/2.
76 Saffat: 37/102.
77 Saffat: 37/102.
78 Saffat: 37/103.
79 Saffat: 37/103 .
80 Saffat: 37/ 104-105.
81 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/65-71.
82 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/72.
83 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/72-73.
84 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/74.
85 Hud: 11/114.
86 A'raf: 7/156.
87 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/74-75.
88 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/76.
89 Ahmet b. Hanbel.
90 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/76-78.
91 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/79.
92 Enam: 6/153. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/79-80.
93 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/83.
94 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/83.
95 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/83.
96 Ahzab: 33/35.
97 Ali-i İmran: 3/195.
98 Bakara: 2/187.
99 Rum: 30/21.
100 Müslim, Nesei ve İbn Mace.
101 Sahih bir isnatla Ahmet b. Hanbel rivayet etmiştir.
102 Taberani, Hakim hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.
103 Taberani 'Kebir' ve 'Evsât' adlı kitaplarında rivayet etmiştir.
104 Şems: 91/740.
105 Al-i İmran: 3/26.
106 Buhari.
107 Teğabun: 64/15.
108 Münafıkun: 63/9.
109 Şura: 42/49.
110 Nahl: 16/72.
111 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/83-89.
112 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/90.
113 A'raf: 7/31.
114 Nisa: 4/119.
115 Buhari.
116 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/90-92.
117 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/92.
118 Ayet.
119 Taberani rivayet etmiştir. Ravileri güvenilir. Ayrıca Munziri ve Beyhaki de
rivayet etmişlerdir.
120 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/92-93.
121 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/94.
122 Nur: 24/30.
123 Nur: 24/31.
124 Neyl-u'l- Evtarc.2s.68.
125 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/94-96.
126 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/96-97.
127 Ahzap: 33/32.
128 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/97-99.
129 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/99-100.
130 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/101.
131 Nur: 24/33.
132 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/101-103.
133 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/104.
134 Buhari ve Müslim.
135 Nur: 24/ 31.
136 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/104-106.
137 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/107.
138 Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
139 Kurtubi tefsiri.
140 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/107.
141 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/107-108.
142 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/108-109.
143 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/110.
144 Maide: 5/6. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/110-112.
145 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/113.
146 Bakara: 2/235.
147 Buharı ve Müslim.
148 Bakara: 2/237.
149 Bakara: 2/229.
150 Nur: 24/52. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/113-115.
151 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/116.
152 Tirmizi, İbn Mace ve Hakim rivayet etmişler. Tirmizi hadisin hasen olduğunu
söylemiştir.
153 hiba 19.
154 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/116-118.
155 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/119.
156 Nisa: 4/24. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/119.
157 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/120.
158 Bakara: 217. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/120-122.
159 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/123.
160 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/123.
161 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/124.
162 Nur: 24/31.
163 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/124-125.
164 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/125-126.
165 Kurtubi c. 12 s. 230.
166 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/126-127.
167 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/128.
168 Hadis.
169 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/128-130.
170 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/131.
171 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/131-132.
172 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/133.
173 Bakara: 2/ 143. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar,
Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/133-135.
174 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/136.
175 Bakara: 2/221.
176 Mümtehine: 60/10.
177 Bakara: 2/221.
178 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/137-138.
179 Lokman: 31/24.
180 Zümer: 39/3.
181 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/138-139.
182 Bakara: 2/217.
183 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/139-140.
184 Al-i İmran: 3/85.
185 Maide: 5/5.
186 Mümtehine: 60/10.
187 Bakara: 2/221.
188 Mümtehine: 60/10.
189 Beyyine: 98/1.
190 Hacc: 22/17.
191 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/140-144.
192 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/144.
193 Maide: 5/5.
194 Nisa: 4/ 25.
195 İbn Kesir Tefsiri c.2,s.20.
196 Tefsir-i İbn Kesir c. 2 s. 20.
197 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/144-146.
198 Tevbe: 9/29.
199 Maide: 5/ 5.
200 Er-Ravdu'n-Nadir c. 4 s. 270-274.
201 Furkan: 25/54.
202 Mücadele: 58/22.
203 Rum: 30/21.
204 Ahkam-ı Kur'an e.2 s. 397,398.
205 Mümtehine: 60/9.
206 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/146-149.
207 Bu konuda 'Şeriat-u'l-İslam' adlı kitabımıza bakın.
208 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/149-152.
209 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/152-154.
210 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/155.
211 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/155.
212 Bakara: 2/228.
213 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/155-156.
214 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/156.
215 Nisa: 4/34.
216 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/156.
217 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/156-157.
218 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/158-159.
219 Rum: 30/21.
220 Nisa: 4/19.
221 Nisa: 4/2.
222 Nisa: 4/36.
223 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/159-162.
224 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/163.
225 Müslim.
226 Tirmizi.
227 Buhari, Müslim.
228 Gazali – İhya.
229 Buharı, Müslim.
230 Ebu Mamur Deylemi.
231 Zadü'l-Mead, clid 3.
232 Bakara: 2/187.
233 Bakara: 2/222,223.
234 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/164-172.
235 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/173.
236 Nisa:14/9.
237 Bakara: 2/230.
238 Rum: 30/21.
239 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/173-176.
240 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/177.
241 Nisa: 4/19.
242 Buhari, Müslim.
243 Ebu Davud, Tirmizi.
244 Bakara: 2/235.
245 Bakara: 2/234.
246 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/178-183.
247 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/184.
248 Bakara: 2/180.
249 Bakara: 2/181.
250 Bakara: 2/178.
251 Bakara: 2/216..
252 Buhari ve Müslim.
253 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/185-190.
254 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/191-192.
255 Hud: 11/46.
256 Nisa: 4/136.
257 Tahrim: 66/6.
258 Buhari ve Müslim.
259 Kasas: 28/56. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/192-196.
260 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/197.
261 Talak: 65/1.
262 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/197-199.
263 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/200.
264 C.11 S. 307 baskı: elhalebi.
265 Fethu'l Bari.
266 İbni Teymiye Fetvalar.
267 Fethu'l Bari.
268 El-Muğni.
269 Nisa: 4/43.
270 İbn Teymiye Fetvalar.
271 İbn Kayyım.
272 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/ 201-206.
273 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/207-208.
274 Bakara: 2/225.
275 Araf: 7/150.
276 Araf: 17/54.
277 Yunus: 10/11.
278 İbn Abidin'in Haşiye'sinden.
279 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/208-215.
280 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/216.
281 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/216-217.
282 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/218.
283 İsra: 17/29.
284 Furkan:25/ 67
285 Talak: 65/7.
286 Bakara: 2/236.
287 A'raf: 7/31.
288 İsra: 17/29.
289 Tirmizi.
290 Müslim.
291 Gazali, İhya.
292 Buhari, Müslim.
293 Bakara: 2/223.
294 Talak: 65/7.
295 İbni Kudame, el-Kafi.
296 Bakara: 2/236.
297 Bakara: 2/233.
298 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/219-228.
299 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/229.
300 Nisa: 4/3.
301 Ahzab: 33/52.
302 Ahzab: 33/6.
303 Ahzab: 33/53.
304 Ali İmran: 3/73.
305 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/229-234.
306 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/235.
307 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/235-236.
308 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/237.
309 Leheb: 111/1.
310 Mü'minun: 23/8.
311 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/238-239.
312 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/240.
313 Nisa: 4/130.
314 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/240-241.
315 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/242.
316 Talak: 65/1.
317 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/242-243.
318 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/244.
319 Ahzab: 33/49.
320 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/244-245.
321 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/246.
322 Meryem: 19/11.
323 Meryem: 19/32.
324 Nisa: 4/36.
325 Lokman: 31/14.
326 İsra:217/3.
327 Mümtehine: 60/ 8.
328 Lokman: 31/15.
329 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/246-249.
330 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/250.
331 Tahrim: 66/6.
332 Tahrim: 66/6.
333 Buhari.
334 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/250-252.
335 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/255-256.
336 A'raf: 7/734.
337 Fatır: 35/ll.
338 Hacc: 22/29.
339 İnsan: 76/7.
340 Tevbe: 9/75, 76, 77.
341 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/256-258.
342 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/258-259.
343 Ahmet b. Hanbel, Ebu Davut.
344 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/259.
345 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/260.
346 Maide: 5/89.
347 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/260-261.
348 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/262.
349 Ali İmran: 3/77.
350 Bakara: 2/225.
351 Maide: 5/89.
352 Maide: 5/89.
353 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/262-264.
354 Maide: 5/89.
355 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/265.
356 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/265-266.
357 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/266.
358 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/267.
359 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/268.
360 Maide: 5/89.
361 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/268-269.
362 İnsan:76/ 7. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir
Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/270.
363 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/270.
364 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/273.
365 Hadid: 57/25.
366 Rahman: 55/7-9.
367 Nisa: 4/58.
368 İbni Mace.
369 Buhari.
370 Ebu Davut, Tirmizi.
371 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/273-282.
372 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/283.
373 Hadid: 57/25.
374 Araf: 7/29.
375 Nisa: 4/ 59.
376 Hud: 11/85-87.
377 Hadid: 57/7.
378 Nur: 24/33.
379 Ali İmran: 3/180.
380 Vakıa: 56/64.
381 Nisa: 4/5.
382 Yasin: 36/ 47.
383 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/283-293.
384 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/294.
385 Müzemmil: 73/20.
386 Bakara: 2/198.
387 Cuma: 62/10.
388 Müzemmil: 73/20.
389 Kureyş: 106/l-4.
390 Kasas: 28/57.
391 Tirmizi.
392 Müslim.
393 Ahmet bin Hanbel.
394 Tebarani.
395 Bakara: 2/224.
396 Tebarani.
397 Müslim.
398 Müslim.
399 Kasas: 28/ 8.
400 Ahmet bin Hanbel, Taberani.
401 Bakara: 2/268.
402 Sebe: 34/39.
403 Tirmizi.
404 Bey haki.
405 Nur: 24/37-38.
406 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/294-302.
407 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/303.
408 Bakara: 2/ 279.
409 Müslim.
410 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/303-306.
411 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/307.
412 Bakara: 2/276.
413 Bakara: 2/278-279.
414 Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve hasendir demiştir.
415 Ebu Davud ve İbni Mace rivayet etmiştir.
416 Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
417 Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi rivayet
etmiştir.
418 Bu hadisi Ebu Davud ve İbni Mace rivayet etmiştir.
419 Bakara: 2/173. Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar,
Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994: 2/307-310.
420 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/311.
421 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/312-313.
422 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/314-317.
423 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/318-325.
424 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/326.
425 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/326-328.
426 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/329.
427 Buhari ve Müslim.
428 Buhari ve Müslim.
429 Nahl: 16/105.
430 2.
431 İmam Malik.
432 Buharı, Müslim.
433 Ahmet bin Hanbel.
434 Müslim.
435 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/329-331.
436 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/332.
437 Nahl: 16/105.
438 Buhari, Müslim.
439 Beyhaki.
440 Bezzar.
441 İmam Malik.
442 Ahmet bin Hanbel.
443 Buhari, Müslim.
444 Müslim.
445 Buharı, Müslim.
446 Ahmet bin Hanbel.
447 Hakim.
448 Buharı, Müslim.
449 İhyau Ulumud'din.
450 Beyhaki.
451 Müslim.
452 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/333-341.
453 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/342.
454 Ebu Davud.
455 Ahmet bin Hanbel.
456 Taberani.
457 Tirmizi.
458 Ahmet bin Hanbel Taberani.
459 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/342-344.
460 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/347.
461 Maide: 5/5.
462 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/347-349.
463 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/350.
464 Maide: 5/90.
465 Taberani.
466 Nur: 24/21.
467 Hacc: 22/30.
468 Nahl: 16/36.
469 Zümer39/17.
470 Nisa: 4/31.
471 Necm: 53/32.
472 3.
473 Nahl: 16/44.
474 Nisa: 4/80.
475 Tegabün: 64/12.
476 Haşr: 59/7.
477 Nisa: 4/59.
478 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/350-356.
479 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/357.
480 Buharı ve Müslim.
481 Ahmed, Müslim, Nesai.
482 Ahmed, Ebu Davud.
483 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/357-359.
484 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/360.
485 Bakara: 2/219.
486 Maide: 5/ 90-91.
487 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/360-362.
488 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/363-364.
489 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/365.
490 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/365.
491 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/365-366.
492 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/366.
493 l
494 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/366-367.
495 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/367-368.
496 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/368-369.
497 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/369-370.
498 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/370-372.
499 Furkan: 25/59.
500 Fatır: 35/14.
501 Muhalla.
502 Nisa: 4/29.
503 Bakara: 2/29.
504 En'am: 6/141.
505 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/372-381.
506 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/382.
507 Ali İmran: 3/191.
508 Miftahu Darus's-Saade.
509 Bakara: 2/260.
510 Tahlili.
511 Tirmizi.
512 Ebu davud, Tirmizi.
513 Ebu Davud.
514 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/383-387.
515 Fethu'l Bari.
516 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/387-390.
517 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/393.
518 Bakara: 2/222.
519 Tevbe: 9/108.
520 Buharı ve Müslim.
521 Ahmed.
522 Ebu Davud.
523 Müslim.
524 Araf: 7/32.
525 Maide: 5/87.
526 Araf: 7/31.
527 Tirmizi.
528 Buhari.
529 Ahmet bin Hanbel.
530 Ebu Davud.
531 Buhari.
532 Buhari.
533 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/394-404.
534 Lokman: 31/6.
535 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/405.
536 1.
537 Bakara: 2/225.
538 Yunus: 10/32.
539 Nur: 24/30.
540 Nur: 24/31.
541 Ahzab: 33/32.
542 Ahzab: 33/32.
543 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/405-411.
544 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/412.
545 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/412-414.
546 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/415.
547 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/415-416.
548 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/417.
549 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/417-418.
550 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/419.
551 Yunus: 10/69.
552 Bakara: 2/257.
553 Sebe: 34/46.
554 Yunus: 10/101.
555 Hacc: 22/46.
556 Necm: 53/27.
557 Ahzab: 33/67.
558 (3).
559 Zuhruf: 43/22.
560 Lokman: 31/123.
561 Araf: 7/123.
562 Hacc: 22/39.
563 Bakara: 2/251.
564 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/419-426.
565 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/427.
566 Buharı ve Müslim.
567 Buhari, Müslim.
568 Tirmizi.
569 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/427-428.
570 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/429.
571 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/429-430.
572 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/431.
573 Zümer: 39:22.
574 Yusuf: 12/108.
575 Bakara: 2/120.
576 Hucurat: 49/10.
577 Mücadele: 58/22.
578 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/431-436.
579 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/437.
580 Maide: 5/51.
581 Enfal: 8/73.
582 Maide: 5/32.
583 Nisa: 4/93.
584 Casiye:45/19.
585 Maide: 5/51.
586 Maide: 5/82.
587 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/437-440.
588 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/441.
589 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/441-445.
590 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/446.
591 Bakara: 2/153.
592 Yusuf: 12/87.
593 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/446-448.
594 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/449.
595 Nisa: 4/155,156,157.
596 Ali İmran: 3/21.
597 Bakara: 2/61.
598 Bakara: 2/51.
599 Bakara: 2/55,56,57.
600 Bakara: 2/91.
601 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/449-452.
602 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/453.
603 Nur: 24/22-24.
604 Nur: 4/4.
605 Nur: 24/5.
606 Müslim.
607 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/453-456.
608 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/457-458.
609 Dürri'l Muhtar.
610 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/458-462.
611 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/463.
612 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/463-467.
613 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/468.
614 Prof . Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, Tahir Yayıncılık,
İstanbul, 1994: 2/469-476.