KİTÂBÜ'L HARÂC.. 3

Önsöz. 3

MUKADDİME. 4

A) İmâm Ebû Yûsuf'un Hal Tercümesi 4

İlmî Şahsiyeti 7

İmâm Ebû Yûsuf'un Eserleri 10

B) Hârûne'r - Reşid. 13

C) İlk Tetvin Edilen İslâmî İlimler Ve Bazı Fıkhi Tabirler 14

İslâm Dini ve İçtimaî Hayat 17

İslâm Açısından Eşitlik. 17

İslâm Açısından Hürriyet 18

İslâm Açısından Esaret 18

İslâm Açısından Savaş. 19

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin İmâm Ebû Yûsuf'a Vasiyeti: 20

İmâm Ebû Yûsuf'un Harûne'r-Reşid'e Tavsiyeleri 24

Hadîs-i  Şerifler 26

Madenler : 37

Rikâz. 37

Fey ve Harâc. 38

Sevâd'da Yapılacak İsler Ve Muameleler 41

Şam Ve Cezire Arazisi 49

Beytü'l-Mâle Aid Olan Emvalden Hz. Ömer (R.A.) İn Sahâbe-i Güzin'e Verdikleri Sehim Ve Hisse. 50

Kara Ve Arazîden Beytü'l- Mâl İçin Alinmasi Lâzım Gelen Vergiler 54

Halîfe Bulunan Zatin Vergilerini Almak Üzere Şuna, Buna Verdiği Arazi Hakkındadır 56

Irak'ta İran Şahı Kisra İle Hanedanı, Yakın Adamları Ve Hudud Muhafızlarının Elinde Bulunan Beylik Arazi  Hakkinda  59

Hicaz Arazisi: 60

Haricîlerin Arazi Hakkındaki Görüşleri : 60

Basra Ve Horasan Arazisi : 60

Ehli Harbdem Ve Badiye Ahalisinden Kendi İstekleri İle Müslüman Olanların Mallari Ve Arazileri Hakkında. 62

Harb, Sulh Ve Diğer Yollarla Alınan Beldelerdeki Ölü Topraklar 63

İrtidad Ve Mürtedıerin Hükmü. 65

Öşür Arazileri İle Harâc Arazileri Arasındaki Fark. 66

Denizden Çıkarılan Şeyler 66

Bal, Ceviz,  Badem Ve Benzerleri Hakkında. 67

Necrân'ın Ve Ahaüsi'nîn Ahvâl Ve Ahkâmı 67

Zekâda Tabî Mallar, Zekâtın Miktarı Ve Zekât Mükelleflerine Nasıl Muamele Edileceği 70

Koyunların Zekâtı: 71

Develerin Zekâtı: 71

Zekâtın Noksan Veya Fazla Verilmesinin Ve Zekât Mallarının Sarf Edileceği Yerlerin Ahkâmı 73

Göllerdeki Balığı Satmak. 78

Ağaçsız Veyahud Ağaçlı Olan Tarlaları İcara Vermek. 79

Değirmen, Ev ve Gemilerin Ortağa Verilmesi 80

Dicle Ve Fırat Üzerindeki Adalar İle Su Bendleri Hakkinda. 81

Kanal, Ark, Kuyu Ve Nehirlerin Ve Sulardan Hisse Almanın, Faydalanmanın Ahkâmı 82

Mer'alar Ve Çayırlarla İlgili Hükümler 87

Sevâd  Mültezimliği 89

Tâğlib Hristiyanlarinın Ve Diğer Ehl-İ Zimmetin Durumları Ve Haklarinda Yapılacak Muamele. 98

Zımmîlerin Giyecekleri Elbiselerle Onların Şekil Ve Görünüşleri Hakkında. 102

Mecûsîler, Putperestler Ve Mürtedler Hakkında. 103

Öşürlerin Toplanması 105

Kilise, Havra Ve Sâlibler Hakkında. 109

Cürüm Ve Cinayet Erbabının Haklarında Vacip Olan Hadler 116

Hadd-ı Zina. 123

Hadd-i Şurb. 125

Hadd-i Kazif 126

Hadd-i Ta’zir 127

Mürtedlerin Ve Zındıkların Ahkâmı 130

Hırsızların Ellerinde Bulunan Mallar 133

Kaçak Ve Sahipsiz Kölelerin Durumu. 133

Haber Toplayan Ve Emire'l-Mü'mi Memurlar Hakkımda. 134

Kadıların Ve Âmillerin Maaşları 135

Ehl-I Harbden İslâm Karakollarına Uğrayanlarla Yakalanan Casuslar Hakkında. 135

Müşrikler Ve Bağilerle Savaşmak Ve Onları İtaate Davet Etmek. 137

Ganimetler Ne Zaman Taksim Edilmeli 141

Ganimetin Helâl Olduğu. 141

Ganimet Mallarının Taksimden Önce Satılamıyacağı Fakat Yenebileceği 141

Savaşta Hakemlik Konusu. 144

Emân Nedir? Kimler Emân Verebilir? Emân Verme Şekilleri Nelerdir?. 146

İsyan Eden Müslümanlara, Nasîl Muamele Edileceği Hakkinda: 153

HZ. ALİ (R.A.)'NIN MISIR  VALİSİNE MEKTUBU.. 155

İSLAM HUKUKUNDA KULLANILAN BAZI ÖLÇÜLER.. 161

Nakidlerle İlgili Ölçüler : 161

Diğer Ağırlık Ölçüleri 161

Uzaklık Ve Alanlarla İlgili Ölüçler 162

ISTILÂHLAR VE LÜGATÇE. 163

Lügatçe. 163

B.. 163

E. 164

I 167

L. 168

Ö.. 171

R.. 171

S. 171

Ş. 171

T.. 172

Ü.. 173

V.. 173


KİTÂBÜ'L HARÂC

 

Önsöz

 

İnsanoğlunu eşi ve benzeri olmayan bir şekilde yaratan, onu akıl nî'meti ile ni'metlendiripyücelten, Hz. Âdem (A.5.)e esma'yı öğreten, Emir Sahibi, Hayy ve Kerîm olan Cenâb-i Allah'a sonsuz ham ve nihayetsiz şükür olsun.

«Siz, nisanlar (in fâidesî) için (seçilip) çıkarılmış, en hayır­lı bir ümmetsiniz.»[1] âyet-i cefîfesinin müjdesince, rahmete ve selâmete eren ümmetinin, diğer ümmetlerden hayırlı olmasına ve ceza gününde, «Sizi insanlar üzerine (hakikatin) şahidleri kıldık.»[2] âyet-î kerîmesinin hükmünce de, yine ümmetinin diğer ümmetler üzerine şâhid kılınmasına sebep olan; mevcudatın en şereflisi ve var olan her şeyin varlığının sebebi, Hz. Ivîuhammed (S.A.V.) Efendimiz'e salât-u selâm olsun.

Allah-u TeâJâ'nın yüce rizası, İslâm ilmini bize en ince nok­taları ile aktaran, ashab-i kirâm'ın üzerine olsun.

Elinizde bulunan bu kitap, Müctehid İmamlardan, Ehl-î Sün­net ve'l-cemâatîn mefhari, Kadı Ebü Yûsuf Hazretlerinin «Kitâ-bü'I-Harac» adlı meşhur ve muteber eseridir.

İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, bu kıymetli eserini, Abbasî Halifelerinin 5. olan Hârûne'r-Reşîd'in talebi üzerine yazmıştır. Eserin konusu, devletin mâlî kaynakları, bunların nasıl toplana­cağı ve nerelere harcanabileceğidir.

İmâm Ebü Yûsuf Hazretleri, bu eserinde harâc, öşür ve şâire gibi beytü'l-mâle âid emvalin nasıl tahsil edileceğini, hak sahipleri arasında nasıl taksim edileceğini, bunların vasıflarını ve faydalarını şümullü bir şekilde yazmıştır.

Kitâbü'l-Harâc, sahasında ilk eserdir. Telif edildiği asırda, bir benzeri, bir eşi yoktu. Kitâbü'l-Harâc, aslında bu gün de, kıy­met bakımından eşi ve benzeri olmayan, üstün bir fıkıh hazine­sidir.

Elinizdeki Kitâbü'l-Harâc ise, Seyyid Hüseyin Cemil Paşa'-nın arzusu üzerine Müderris-zâde Muhammed Atâuilah Efendi tarafından tercüme edilerek, Sultan Abdülhamîd'e takdim edilen ve hâlen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan, el yaz­ması ve tek nüsha kitabın tarafımızdan notlar ilâve edilerek bu günkü dilimize nakledilmiş şeklidir.

Müdeı-ris-zâde Muhammed Atâuilah Efendi, 'mukaddeme'-sinde şöyle diyor:

«—...bu kitabın, söylenişinde tatlılık olan Türkçe'ye tercü­mesine, geçmişteki âlim ve fâzıl kişilerin çoğu tarafından teşeb­büs edilmiştir.»

M. Atâuilah Efendi'nin de söylediği gibi Kitâbü'I-Harâc'ın Türkçemize tercümeleri yapılmıştır. Fakat, bu faydalı eserin di­limizde kâfî miktarda tercümesi yoktur. Bu durumun da, şu sebeblerden kaynaklandığı düşünülebilir:

a) Kitâbü'l-Harâc ve benzeri eserler, doğrudan halkı ilgi­lendiren kitaplar değildir. Dolayısiyle yaygın bir talep olmamış­tır.

b) Kitâbü'l-Harâc ve benzeri eserlere ihtiyaç hisseden kim­seler, umumiyetle her türlü ilmî ve edebî metinleri anlayacak kadar Arapça bilen kimselerdi. Okumak istedikleri kitapların doğrudan doğruya Arabçasına müracaat ediyorlar ve onlardan gerektiği gibi istifâde edebiliyorlardı. Toplumumuzda bu seviye­de olan kimseler de küçümsenmiyecek miktarda vardı.

c) Osmanlı ulemâsı, temel eserleri tercüme etme lüzumu hissetmiyor, gerekirse onları şerh ediyor, ta'lîkâtta   bulunuyor veya telhis ediyordu.

d) Bu hususta bir de şu söylenebilir : Kitâbü'I-Harâc'ın ve daha nice kitapların, belki bu gün bilinenlerden daha çok tercü­meleri vardır. Kütüphanelerin ve arşivlerin henüz hakkıyla fiş­lenmediği, nerede neyin bulunduğunun bilinmediği bir külfür ortamında, bunun dışında bir kanaate sahip olmak elbette müm­kün değildir.

Bîr de, 60 yıl önceki coğrafî sınırlarımızla, bu günkü coğrafî sınırlarımız arasındaki fark, bu konuda da gözden uzak tutmama mecburiyetinde olduğumuz acı bir gerçek değil mi?

İstanbul'daki kütüphanelerimiz, nasıl bizim ilim, irfan ve kültür hazinelerimizle dolu ise, Medine'deki, Bağdad'daki, Şam'­daki, Beyrut'taki, Batum'daki, Selanik'teki, Trablusgarb'dakİ, Ka­hire'deki ve hatta bütün şarktaki ve garbtaki kütüphaneler de bizim ilim, irfan ve kültür hazinelerimizle dolu değil mi? Neyi nerede arayacaksın?... Neyi nerede bulacaksın?... Neyi nerede arayabileceksin ve neyi nerede bulabileceksin?.

Millet olarak, 10 asırdır -İslâm'la müşerref olalıberi- durmamışız, dinlenmemişiz, mektepler, medreseler, kütüphane­ler yapmışız. Âlimler, müellifler yetiştirmişiz. Ama şimdi, neyin nerede olduğunu bile bilememekteyiz. Sadece, Ankara'da Millî Kütüphane'de bulunan arab harfli Türkçe eserlerimizin sayısı onbinleri buluyor. Bu kitapların isim listesi, 10 ciltlik bir kitab hacminde ve şeklinde.

Türkçemizde bilinen ve tarafımızdan görülmüş olan Kitâbü'l-Harâc tercümeleri ise şunlar:

1) Kitâbü'l-Harâc Tercümesi: Elinizdeki  kitabın aslı. İs­tanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde 4652 numarada kayıtlı. Fev­kalâde güzel bir hadla yazılmış. Âyetler ve bazı başlıklar kırmızı mürekkeble yazılarak belli edilmiş. Kitap büyük boy ve 190 va­rak. Özel olarak meşinle ciltlenmiş ve aynı meşinden tezyinath bir kutu içine konulmuş. Kitabın Abdülhamîd Han'a takdim edil­diğine dair üzerindeki etikette not var.

2) Kitabü'l-Harâc Tercümesi: Mütercimi, Rodoslu-zâde Mehmed Efendi. İstanbul, Esad Efendi  Kütüphanesinde 571 ve 572 numarada kayıtlı. 168 varak. Üzerinde H, 1113 tarihi var.

3) Kitâbü'l-Harâc Tercümesi: İstanbul Üniversitesi   Kü­tüphanesinde 3271 numarada kayıtlı, kitapda, mütercimin   ismi ve tercüme tarihi yazılı değil.

4) Kîtabü'l-Harâc: Çeviren, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü Uzmanı AH Özek, İstanbul Üniversite­si Yayınlarından. 350 sayfa.

Ayrıca, Kitâbü'l-Harâc, Fransızca'ya da tercüme edilmiş vo 1921 yılında Paris'te neşredilmiştir.

Müderris-zâde Muhammed Atâullah Efendi, Tercümesinin mukaddimesinde, Kitâbü'l-Harâc'ın tarafından tercüme edilmesi için nasıl teşvik edildiğini ve bu işe nasıl başladığını şöyle an­latıyor :

«—...maârifin yayılıp umumileşmesinde, bütün devirleri ve asırları kendisine gıbta ettiren, şerefli asrında meydana geti­rilen, büyük ve kıymetli eserlerin belde ve şehirlerin kütüphane­lerinin pek çoğunu süslediği, es-Sultan ibnü's-Sultan es-Sultanü'J-Gâzî Abdülhamid Han İbnü's-Sultanü'l-Gâzî Abdülmecid Han Efendimiz Hazretlerinin, şerefli asırlarının eserlerine ilâve ola­rak ve adı geçen kitabın faydasının yalnız Arabca bilenlere münhasır kalmaması ve menfaatinin umumileştirilmesi maksadı ile, tarafımdan tercüme edilmesi, 1296 hicrî yılında, Firka-i As-keriye-i Şahane Komutanlığı yüksek görevi ile Haleb'e teşrif ede­rek, 11 ay sonra, Vilâyet-i Celîle Valiliği uhdesine tevcih edilen, Müşir ibn-î Müşir, tedbir ve doğru görüş sahibi, es-Seyyid Hü­seyin Cemil Paşa (Allah, ona dilediğini kolay kılsın) Hazretleri tarafından, arzu edilerek bu faydalı hizmetin yerine getirilmesi, hakkımdaki hüsn-ü zann-ı devletleri hasabiyle bu abd-i âciz-i pür günah, Müderris-zâde Muhammed Atâullah duacılarına havale buyuruldu.» demekte ve mukaddimesini duâ ile bitirmektedir.

Müderris-zâde Muhammed Atâullah Efendi'nin Kitâbü'I-Harâc Tercümesi'nin mikro-filmini Süleymaniye Kütüphanesi aracılığı ile aldık. Daha sonra, tab ettirerek okuduk ve bu günkü dilimize aktardık. Yalnız bu kitabın bir bölümü eksikti: «Sevâd Müfte-zimliği» ile ilgili bölüm. Onu da Beyrut'da Dârü'I-Ma'rifet'in neş­rettiği «Mevsû'atü'l-Harâc» isimli ve İmâm-ı Ebû Yûusufun «Ki-tâbü'l-Harâc-ı ile İmâm Yahya b. Âdem el-Kureşî'nin «Kitâbü'l-Harâc» ını ve İbn-i Recebi'l-Hanbelî'nin «el-İstihrâc Li ahkâmi'l-Harâc» isimli eserini ihtiva eden ve İmâm Ebû Yûsuf'un Kitâbü'i-Harâc'ınin Teymûriye ve Bulak nüshalarının da göz önünde tu­tulmaları ile yapılan baskısından tercüme ederek tamamladık. Ayrıca, M. Atâullah Efendi, Hadislerin ve bazı haberlerin senet­lerini yâni râvî silsilesini kitabına kaydetmemişti, bu eksikliği de, bahsi geçen arabca baskıdan tamamladık.

Bundan başka, günümüzdeki münevverlerin İslâm Fıkhına âid tâbir ve ıstılahları anlamakta güçlük çekebileceklerini göz önüne alarak, kitapda geçen geçen tâbir ve ıslahatları dip notlar halinde ajıkladık. Ayrıca, kitabın sonuna bîr   «Lügatçe» ekleye­rek, bazı kelimelerin mânâ ve izahını orada vermeye çalıştık.

Kitap'da geçen bazı şahıs ve yer isimleri ile tarihi vak'alar hakkında da gerekli açıklamaları dipnotlar halinde yaptık.

Kitaptan kolay istifâde edebilmek için yapılması gereken diğer işleri de elimizden geldiği kadar yapmaya çalıştık. Bir de, kitaba bir «Mukaddime» hazırlayarak, orada İmâm Ebû Yûsuf Hazreteri'nin hayatı ve eserleri ile zamanın halifesi Hârûn er-Reşid'in terceme-i hâl'ni ve fıkıh, cihad, hürriyet, mezheb gibî bazı konu ve ıslahları kısaca dercettik.

Gayret ve çalışmak bizden, Tevfik ise yalnız Allah (C.C.)dandır.

Ankara 8.4.1982

İsmail KARAKAYA

 

MUKADDİME

 

A) İmâm Ebû Yûsuf'un Hal Tercümesi

 

İsmi Yakup, babası İbrahim b. Habib eİ-Ensârî, şöhret ve künyesi ise Kadı Ebû Yusuf'tur. Nesebi sahâbe-i güzinden ve ensârın büyüklerinden Sa'd b. Hayseme (R.A.) Hazretlerine da­yanır. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Meke'den Medine'ye hicret buyurdukları esnada, Kubâ mevkiinde ikâmet buyururken, Sa'd b. Hayseme (R.A.) Hazretlerinin evine her gün uğrarlar ve ziya­retçilerini orada kabul buyururlardı.[3]

Ebû Yûsuf Hazretlerinin mübarek ceddi olan, Sa'd b. Heyse-me (R.A.) Hazretleri, Uhud Gazvesinde, kendisini de savaşa gö­türmesi için Peygamber (S.A.V.) Efendimize müracaat etmiş, fa­kat bu müracaatı yaşının küçük olmasından dolayı kabul buyu-rulmamıştır. Hz. Sa'd b. Hayseme (R.A.), bundan sonraki savaş­lara iştirak etmiştir. Daha sonra Sa'd b. Hayseme (R.A.) Hazret­leri Kûfe'ye gelip yerleşmiştir.

İmam Ebû Yusuf Hazretleri, hicrî 113 yılında (Milâdî 731} Kûfe'de dünyaya geldi. Ebû Yusuf çok küçük yaşlarda iken ba­bası İbrahim b. Habib el-Ensârî vefat etti. Annesi de fakir bir ka­dındı. Ebû Yusuf'un bir san'at öğrenip, istikbâlini kurtarmasını İstiyordu. Onun İçin Ebû Yusuf'u bir terzinin yanına çırak verdi. Fakat, O ilme âşıktı. Her fırsatta ilim tahsiline koşuyordu. Bir çok kimsenin ders halkasına oturdu. Lâkin en çok İmam-i Âzam Ebû Hanîfe'nin derslerinden feyz alıyor, bir an bile, bu dersler­den uzak kaimak istemiyordu. Bu duygularla, ustasının yanından kaçıp, Ebû Hanîfe Hazretlerinin ders halkasına koştu. Ebû Yu­suf'un ustasının yanından kaçtığını işiten annesi, geçim endişesi ile gelip İmam-ı Âzam'ın huzurundan oğlunu aldı ve ustasının yanına götürdü. Ebû Yusuf yine firar edip, İmam-ı Âzam'dan ders okumaya geldi. Annesi aynı duygularla, oğlunu tekrar san'at öğrenmesi için ustasına götürdü. Bu durum bir kaç defa tekerrür edince, annesi endişelendi.

İmam-rÂzam Ebû Hanîfe Hazretleri ise, Ebû Yusuf'daki ilim tahsil etme ve bu sahada kemâle erme aşkını, bu konudaki ka­biliyet va fevkalâde üstün zekâsını görüp tesbit etmiş, soy temiz­liğini sezmişti. Ebû Yusuf'un ilim sahasında ne büyük bir ma­kam sahibi olacağını, basiret nuru ile görüp, keşfetmişti.

Bir gün Ebû Yûsuf, İmâm-ı Âzam'ın ders halkasında iken, annesi çıkageldi ve oğluna :

—«Ey oğlum! Sen O'nunla bir değilsin. O'nun herşeyi ta­mam. Ekmeği pişmiş, yemeği hazır... Ama sen açsın ve yiyeceğe muhtaçsın...» dedi. Sonra İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerine dönerek :

—«Ya imâm! Sen oğlumun san'at öğrenmesine engel olu­yorsun. Ben fakir bir kadınım. Kimseye muhtaç olmadan geçine­bilmek için iplik eğiriyorum. Geceyi gündüze katıp eğirdiğim ip­liği işlemekte ve kendisini beslemekteyim. Maksadım oğlumun bir san'at öğrenmesidir. San'at öğrensin ki, elinde maişetini te­min edecek bir işi olsun, kimseye muhtaç olmasın.» dedi.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ise;

—Ey biçâre hâtûn! Sen İşine git. İşte bu oğlun fıstık yağlı falûzeç yemeği öğreniyor.» buyurdu.

Ebû Yûsuf şöyle anlatıyor:

—«...Bu durum karşısında, ben de mecburen, ilim öğren­mekten vazgeçmeyi ve annem için çalışıp ona hizmet etmeyi düşündüm. Bu hususta karar verdim ve istemeyerek    dersleri bıraktım. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri talebeleri arasında beni göremeyince; nede olduğumu sorarak, huzuruna çağırttı ve :

—Sen, niçin bizden ayrıldın? diye sordu. Ben de :

—Geçim sıkıntısından  efendim, dedim. Ders meclisi da­ğılıp, huzurda bulunanların hepsi gidince, beni çağırıp ihsan ve in'amda bulundular. Verdikleri şeylerin arasında çok miktarda gü­müş para'da vardı. Bana :

—Bunları harca, bitince bana bildir. Fakat ders halkamız­dan ayrılma. Buyurdular.

Bundan sonra, her defasında bana verdikleri para bittiği gün ve ben durumu kendilerine arzetmeden tekrar verirlerdi. Her zaman bu böyle devam etti. Kendi kendime, «Benim para­mın bittiğini, O'na Allahû Teâlâ bildiriyor.» derdim. İmâm'i Âzam Hazretleri'nİn bu lütuf, ihsan ve yardımlarından dolayı, huzurla­rına devam edip, ilimden de maksadıma ulaştım.»

Ebû Yûsuf, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin derslerine gelme­den önce, İbn-i Ebû Leylâ'nın derslerine devam ederdi. Sonra, O'nun derslerini bırakarak, İmâm-ı Âzam'ın ders halkasına de­vama başladı.

İmâm Ebû Yûsuf'un ilk hocası İbn-i Ebî Leylâ'nın derslerini bı­rakıp, İmâm-ı Âzam Ebû Hanİfe'nin derslerine devama başlama­sını, Şemsü'l-Eimme Serahsî şöyle anlatıyor:

«—Ebû Yûsuf, bidayette İbn-i Ebî Leylâ'nın derslerine ge­lirdi. Ondan dokuz sene ders aldı. Sonra Ebû Hanîfe'nin mecli­sine katıldı. Ebû Yûsuf'un, Ebû Hanİfe'nin ders halkasına katıl­masına sebep olarak şunu söylerler: İbn-i Ebî Leylâ ile beraber, bir adamın nikah merasiminde bulundular. Şeker saçildığı za­man, Ebû Yûsuf da onlardan aldı. İbn-i Ebî Leylâ bunu hoş gör­medi. Ve Ebû Yûsuf'u azarladı :

—Bunun haram olduğunu bilmiyor musun? diye çıkıştı. Ebû Yûsuf, Ebû Hanîfe'ye gelerek, bu mes'eleyi sordu. O da :

— Bunda beis yoktur, dedi. Ve şöyle ilâve etti: Zira bize kadar gelen haberler şöyledir =

Hz. Peygamber (S.A.VJ, ashabı ile birlikte Ensardan bir zaj tın nikâhında bulundu. Nikâh merasiminde hurma saçıldı. Hz. Peygamber (S.A.VJ Efendimiz de hurma topluyor ve bu sırada ashabına da :

—Yağma, kapışın, buyuruyordu.

Yine bize ulaşmıştır ki, Veda Haccmda, 100 deve kurban kestiği vakit, emri ve arzusu üzerine, her kurbandan birer parça et alındı. Ve sonra Peygamber (S.A.V.) Efendimiz :

—  Parça almak isteyen, kesip alsın, buyurdu. Bu kabil hediyeler şer'an müstahsendjr.

Bu İzahatı dinledikten sonra, Ebû Yûsuf, iki üstad arasın­daki  farkı  anladı  ve Ebû  Hanîfe'nin  meclisine geldi.

Bu hususta başka sebep gösterenler de var. Denildiğine göre, Ebû Yûsuf, Züfer'Ie münakaşa ve mübaheselerde bulunur­du. Züfer'in ortaya ne kadar kuvvetli deliller attığını görünce, Ebû Hanîfa ile İbn-i Ebî Leylâ arasındaki farkı anladı ve Ebû Hanîfe'nin ders halkasına geldi.

Ebû Hanîfe Hazretleri, İslâmi gerçekleri, söylemekten on­ları müdafaa etmekten, ilim adına yapılan yanlışlıkları tenkit et­mekten hiçbir zaman çekinmezlerdi. Hatta, bu gibi hataları resi mi kadılar yapmış olsa bile, verilen hüküm leyhte olsun aleyhte olsun, karan tenkid eder, o hususta doğru bildiği, haklı buldu­ğunu derhal söylerdi. Bu yüzden, kendisi şikayet edilmiş, hapse atılmış ve işkence görmüştür.

Hatta, zamanın kadısı İbn-i Ebî Leylâ da O'nu, Halîfe Ebû Ca'fer Mansür'a şikayet edenlerdendir.

Bir gün, bir adam deli bir kadına sataşarak, onu kızdırmış. Kadın da bu adama :

—  Sen, zani bir baba ile zaniye bir ananın oğlusun demiş. Adam tutmuş, bu kadını, babama ve anama kazfetti diye kadıya şikâyet etmiş. O zaman Küfe Kadısı bulunan İbn-i Ebî Leylâ, bu davaya bakmış. Kadını suçlu bularak, ona mescidde ayakta dur­duğu halde hadd-i kazf vurdurmuş. Kadın, adamın hem babasına hem de anasına zina isnadında  bulunduğu için, kadı, iki defa had vurdurmuş.

İmâm-ı Âzam Emû Hanîfe Hazretleri, bu hadiseyi duyar duy­maz, derhal :

—Bizim Kadı Efendi, bu mes'eiede tam altı yerde hata yap­mıştır demiş ve hataları şöylece sıralamıştır:

1- Hadd-i kazfi mescitte tatbik ettirmiştir. Halbuki mes-cidlerde hiç bir had vurulamaz.

2- 'Kadına ayakta olduğu halde had vurdurmuştur, halbuki kadıniara had oturdukları halde tetbik ve icra olunur.

3- Adamın  babasını zina  ile   itham  ettiği  için  bir had, anasını zina İle itham ettiği için de ayrıca bir had vurdurmuştur, halbuki bir kimse kalabalık bir cemaate bile zina iftirası atsa, ona yalnız bir had vurulur. Kendisine kazfedilenlerin sayısınca değil...

4- Kadı Efendi, iki haddi bir araya cem etmiştir, halbuki iki had birden vurulamaz.

5- Deli olan bîr kadına had vurdurmuştur, halbuki deliye had yoktur. Çünkü o, mükellef değildir.

6- Kadı Efendi, şikayetçi olan adamın anası ve babası için had vurdurmuştur, halbuki onlar gâibdirler. Mahkemeye gelip o kadından davacı olmamışlardır.

Bu tenkidler, îbn-i Ebî Leylâ'ya yetiştirilince, O Emîrin ya­nına gitti ve Ebû Hanîfe'yi şikâyet etti. Bunun üzerine Ebû Ca'fer Mansur, İmâm-ı Âzam'ın fetva vermesini yasakladı.

İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, İmâm-ı Âzam'dan önce bazı üstadlardan ders aldı. Hatta, O'nun derslerine devam ederken ve O'nun vefatından sonra da, bazı hadis âlimleri ile görüşüyor ve onlardan ilim tahsil ediyordu.

Fakat, hepsinden ziyâde bağlandığı ve aşk derecesinde se­verek takip ettiği desrler, Ebû Hanîfe'nin dersleri idi. Kendisi şöyle anlatıyor:

—«Babam vefat ettiği zaman cenazesinde bulunamadım. Babamın cenazesinin gasl, tekfin ve defn işleriyle komşularımın ve akrabalarımın uğraşmasını temin ettim. Zira, Ebû Hanîfe'nin ruhlara hayat veren bir dersinde bulunacaktım. Onun bir dersin­de bulunmamak bende, ölünceye kadar devam edecek bir hasret meydana getirecekti : O dersteki faydalı bilgilere kavuşamamak hasreti...»

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'den başka, Ebû Yûsuf'un kendile­rinden ilim tahsil ettiği hadis-i şerif dinleyip öğrendiği zatlardan bir kısmı şunlardır: Ebû İshak eş-Şeybânîf Süleyman et-Teymî, Yahya b. Sa'd el-Ensârî, İmâm Süleyman el-A'meş, Hişâm b. Urve, Atâ b. Sâib, Haccac b. Ertat, Leys b. Sa'd, Ebû Eyyüb b, Utbe, Hasan b. Dinar, Hanzala b. Ebû Süfyan, Muhammed b. İs­hak b. Yesâr... Ebû Yûsuf, bunlardan ve bu gibi diğer pek çolç zevattan fıkıh tahsil etmiş bilhassa hadis dinleyip rivayet et­miştir.

İmâm Ebû Yûsuf, sadece fikih'da değil, hadis ilminde de büyük bir üstaddi. Bu hususta İbn-i Cerîr et-Taberî şöyle diyor: «Kadı Ebû Yûsuf b. İbrahim, fâkih ve âlim bîr zât idi. Hadîs bilir­di. Hadis-i şerifleri ezbere bilmekle tanınmıştı. Muhaddislerin dersine gelir, bir derste elli - altmış hadis ezberler, sonra dersten kalkınca bunları yazdırırdı. Çok hadis bilirdi.[4]

Ebû Yûsuf Hazretleri'nin Medîne-i Münevvere'ye gidip îmâm-ı  Mâlik Hazretleri'nden de hadis öğrendiği sabittir.

İmâm Ebû Yûsuf, bir çok âlimlerin ders halkasına dahil ol­muş ise de, Onların da müşkil mes'elelerde Ebû Hanîfe Haz­retlerine müracaat ettiklerini görünce O'nun derslerine devama başlamış ve İmâm-ı Âzam Hazretleri vefat edinceye kadar, bU derslerden aynlmayarak kemale ermiştir. Ebû Yûsuf, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin derslerine 16 sene devam etti.

Gerçi, Ebû Yûsuf Hazretleri'nin, bir ara İmâm-ı Âzam Haz­retleri'nin derslerinden ayrılıp, müstakil bir ders halkası teşkil ettiğine dair şöyle bir rivayet de var:

İmâm Ebû Yûsuf, İmâm-i Âzam'in desrlerinden ayrılmış, mescidin bir köşesinde kendisi ders okutmaya başlamış. İmâm-ı Âzam Hazretleri, yanmdakilerin birine :

— Ebû Yûsuf'un meclisine git. Ona şu mes'eleyi sor: Bir adam, iki dirhem[5] ücretle, temizlemek üzere temizleyiciye bir elbise verse, elbisesini almak için gidip, istediği zaman evvelâ inkâr etse, aradan bir kaç gün geçtikten sonra, tekrar isteyince, bu defa elbiseyi temizlenmiş bir halde, sahibine verse, temizle­me ücretine istihkakı var mıdır? de. Eğer :

— Evet, vardır derse :

— Olmadı de. Şâyed :

— Hayır, yoktur derse, yine :

— Olmadı cevabını ver :

Adam, aldığı talimat üzerine, İmâm Ebû Yûsuf'a gider ve mes'eleyi sorar. İmâm Ebû Yûsuf:

— Evet, ücreti hak etmiştir der. Adam :

— Olmadı, deyince, biraz düşünür ve bu defa da;

— Hayır, ücret almaya hakkı yoktur, cevabını verir. Adam yine ;

— Olmadı, deyince, fevkalade zeki olan Ebû Yûsuf Hazret­leri, derhal bu sorunun nereden geldiğinin farkına vardı. Kalkıp, Ebû Hânife Hazretleri'nin dersine geldi. İmâm-ı Âzam Ebû Yû­suf'u görünce :

— Seni buraya temizleyici mes'elesi getirmiş olsa gerek dedi. Oda :

— Evet, cevabını verdi. İmâm-ı Âzam   :

— Henüz, böyle bir icâre mes'elesine cevap veremiyen kimse, Allah'ın  dininden  bahisle fıkıh  ilminden ders vermeye nasıl cesaret eder? buyurdu. Bunun üzerine Ebû Yûsuf:

— Bu mes'eleyi bana öğret, diye müracaatta bulundu. Ebû Hanîfe :

— Mes'eleyi ayırmak lâzım. Eğer inkâr edip, elbiseyi gas-bettikten sonra temizlediyse, ücret istemeye hakkı yoktur. Çün­kü inkâr etmesiyle icâre akti batıl olmuş ve elbiseyi kendisi İçin temizlemiş olur. Eğer elbiseyi, İnkâr etmeden önce temizlediğini isbat edebilirse, o zaman ücret istemeye hakkı vardır.[6]

Ebû Hanîfe Hazretleri'nin bu irşadı, takip buyurdukları ders usulü İle yakından alakadardır. Daha sonra, İmâm Ebû Yûsuf İlmi kemâle erinceye kadar İmâm Âzam'ın derslerine muntazaman devam etmiştir.

Ebû Hanîfe'nin ders verme usulü bambaşka idi. Talebelerine dersi yalnız takrir usulüyle vermezdi. Hoca ile talebe birlikte müzakere ederek, mes'eleyi müşavere ile haliederlrdi. Mesela, ortaya fıkhî bir mes'ele atılır; o mes'ele hakkında talebeler söz alır; her biri görüşünü söyler; delilini ibraz eder; itirazlar yapı­lır; cevaplar verilirdi. O mes'ele hakkında her isteyen konuşur; deliller çarpışır, mes'ele olgunlaşırdı. En sonunda İmâm-ı Âzam da re'yini söyler ve mes'ele hükme bağlanırdı. Bu münakaşalar yapılırken, bazen talebeleri Ebû Hanîfe Hazretleri'nin kıyas ve ve ictihadlarına itirazda bile bulunurlardı. Mes'eie her yönü ile İncelendikten sonra karara bağlanırdı. Bir mes'ele halledilince Cenâb-ı Hakk'a şükür için hep birlikte tekbir alırlardı. Dinî bîr mes'elenin halli onlar için bir zafer olurdu. Küfe mescidi tekbir sedaları ile inlerdi.

İşte böyle bir ders gününde, Ebû Hanîfe Hazretleri'nin sağ tarafında İmâm Ebû Yûsuf, soi tarafında İmâm Züfer Hazretleri oturuyorlardı. İkisi arasında fıkhî bir mes'ele tartışılıyordu. Mü­nazara sabahtan başlamış, öğleye kadar sürmüştü. Her ikisi de, görüşünün doğruluğ.unu isbat için deliller getiriyorlar ve mes'e­lenin vuzuha kavuşması için gayret sarfediyorlardı. Üstadfarının ve onca talebenin huzurunda, en kuvvetli delillerini serdedip, birbirlerini yenmeğe çalışıyorlardı. Bu esnada öğle ezanı okundu.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, eli ile İmam Züfer'în dizine vurarak :

— «Sen, Ebû Yûsuf'un bulunduğu bir yerde, reislik hevesine kapılma.» buyurdu. Böylece, bütün talebeleri huzurunda İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri'nin ilmî üstünlüğünü, herkese ilan etti.

İmâm-ı Âzam Hazretleri binlerce talebe yetiştirmiştir. Bun­lar arasında her biri başlı başına bir müctehid olmak kudretini gösteren büyük imamlar da vardır. Elbette, bunların birincisi ve en önde geleni İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri'dir.

Ebû Hanîfe Hazretleri, talebelerinden bahsederken, bir defasında şöyle buyurmuştur:

— «... İçlerinde 36 yetişmiş adam var. Bunlardan 28i ka­dılığa yarar. İkisi ise hem baş kadılığa, hem de fetva makamına lâyıktır. Bunlar da, Ebû Yûsuf'la Züfer'dir.»

Talha b. Muhammed b. Câ'fer der ki:

— «Ebû Yûsuf, İmâm-ı Âzam'm talebeleri arasında en âli­midir. Üstünlüğü aşikârdır. Fıkihda zamanının en yükseğidir. Fı­kıh usulünde, İmâm-! Âzam'm mezhebi üzerine olup, mes'eleteri açan, yazan, İmâm-ı Âzam'm ilmini bütün dünyaya yayan ve sa­çan O'dur,»

İmâm Ebû Yûsuf, ihocası İmâm-ı Âzam'a çok hürmet ederdi. İmâm Ebû Hanîfe'nin vefatından sonra da, kendi babasından ve anasından önce, O'na dua ederdi.

İbrahim b. Mesleme et-Tayâlisî şöyle diyor:

—  Ebû Yûsuf, îmâm-ı Âzam'a kendi annesi ve babasından önce dua ederdi. Ve «İmâm-ı Âzam da kendi hocası Hammad'e ebeveyninden önce dua ederdi.» derdi.

Ebû Yûsuf şöyle buyuruyor.

— Söylediğim sözlerin hepsini  Ebû  Hanîfe'den duyduğum için sıöyledim. Ama O, bazılarını söylemiş, sonra rücû' etmiştir.

 

İlmî Şahsiyeti

 

Şüphesiz kî, usûl-ü fıkih'da ilk kitabı yazan ve fıkıh mes'ele-lerini kitaba geçiren Ebû Yûsuf'tur.

İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, ilim ve kemâl bakımından en büyük müctehidlerden biridir. Kendisi İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerinin usûl ve menâhîcine bağlı kalmış, mes'eleelrde üs­tadına muhalefi bulunmakla beraber, O'nun ictihad yolunu tuta­rak, mezhebini devam ettirmiştir.

Ebû Yûsuf Hazretleri sadece fıkıhda değil diğer İsiâmî ilim­lerde de devrinin en büyük âlimlerinden birisi idi.

ıKendisi rey taraftan olmakla beraber, hadis ve tefsir ilim­lerinde zamanın en büyük âlimlerine gidip ilim tahsil etti. Fev­kalâde zekâsı ve kuvvetli hafızası sayesinde pek çok hadis-i şe-rîfi ve diğer nakilleri kısa zamanda öğrendi.

Bişr b. Kâsim'in nakline göre, Ebû Yûsuf Hazretleri şöyle, buyurmuştur:

—  «Ferâiz ve hayza âid bilgileri, îmâm-ı Âzam'm bir mec­lisinde, nahiv İlmini de âlim bir zâtın huzrunda bir defada öğ­rendim.»

İmâm Ebû Yûsuf, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin ilimce en büyük, ve en kuvvetli talebesi idi. İmâm-ı Âzam'ın Ic-tihâdlarını toplayarak, ilmin muhafazası yönünde büyük gayret ve muvaffakiyet sahibi olmuştur. Ebû Yûsuf Hazretleri, sadece İmâm-ı Âzam Hazretieri'nin içtihatlarını taplarnakla kalmamış, onların yayılmasında da büyük gayreti ve müessiriyeti olmuştur. Bu gayreti iledir ki, hanefî mezhebini âlemin her tarafına neş-retmiştir.

Bu sebebledir ki : «Ebû Yûsuf olmasaydı İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe tanınmazdı ve büyüklüğü bu zamana kadar gelmezdi» de­nilmiştir.

Ebû Yûsuf Hazretleri, Abbasî Halifelerinden Mehdî zama­nında Bağdat'ta kâdil-kudâd makamına tayin edilmiştir. Bu un­vanı ilk defa alan zât da kendisidir. İmâm Ebû Yûsuf'un bu görevi, Halife Hâdî ve Hâruner-Reşîd zamanında da devam etmiştir. 18 yıl kâdı'l-kudâd'lık yapan Ebû Yûsuf Hazretleri ilminin ve mesle­ğinin şeref vs itibârını korumasını bilmiştir.

İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri fevkalâde zeki bir zat idi. Ken­disine sorulan en girift sualleri anında cevaplandırdığı gibi, kar­şılaştığı yeni durum ve mes'eleiere de derhal çözüm bulurdu, hazır cevaptı.

İmâm Ebû Yûsuf, Hârüne'r-Reşîd ile hacca gitmişti. Arafatta cemaate imâm olup namaz kıldırdı. Kendisi seferi olduğu için iki rek'at kıldıktan sonra selâm verdi. Cemâate dönerek:

—  Ey Mekke'Mler! Siz namazınızı tamamlayın, zira biz mi­safiriz, diye onları uyardı.

Bunun üzerine Mekke'Iilerden biri :

—  Biz bu gibi fıkıh meselelerini, senden ve sana öğreten­den (İmâm-ı Âzam'i kastediyordu.) daha iyi biliriz, diye seslendi. İmâm Ebû Yûsuf:

—  Eğer sen fıkıh buseydin, namazda konuşmanın, namazı bozacağını öğrenirdin de böyle konuşarak namazını ifsâd etmez­din, dedi.

Bu cevap, Hârûne'r-Reşîd'in çok hoşuna gitti :

—  Böyle cevap verebilecek bir ilim sahibi olmaya, serveti­min yarısını bağışlardım, dedi.[7]

Bir gün Halîfe Hârûne'r-Reşîd, Hanımı Zübeyde'ye :

— Bu gece memleketinde yatarsan, benden üç talak üzere boşsun dedi. Sonra bu sözüne pişman oldu. Bu hususta âlimler­den kurtarıcı bir fetva aramaya başladı. Durum kendisine intikâl eden İmâm Ebû Yûsuf:

— Camilerde yat. Çünkü camiler senin değildir, «Muhakkak ki camiler Allahın'dır»[8] dedi.

Bilindiği gibi, İslâmda, bir kimse başka bir kimseyi öldür­meye mahsus âletlerden biri iie amden ve kasden öldürürse, öl­düren şahıs da kisâsen öldürülür. Tabiîdir ki, bu cinayetin usu­lüne göre sabit olması şarttır.

Hanefî mezhebine göre, kısasta can ve nefs müsavatı ara­nır. Hayat hakkı herkes için müsâvîdir, her can saygıya lâyıktır. Onun İçin, öldürülen kim olursa oisun, öldürenin kıydığı bir cari olduğundan, ondan kısas gerekir. İslâm ülkesinde sakin olan Müslümanlar gibi, Zimmîlerin de hayatları tecâvüzden masun­dur. Onun için bir zimmîyi, bir köleyi amden ve kasden öldüren kimse de kisâsen öldürülür.

Ebû Yûsuf Hazretleri, Kâdı'l-Kudüd iken, Bağdad'a bir Müs­lüman, bir Zimmîyi öldürür. Ebû Yûsuf Hazretleri kısasla hük­meder. Bunun üzerine, bir şahıs Ebû Yûsuf'a şu beyitleri gönde­rerek tarizde bulunur:

Ey kâfirden ötürü müslümanı öldüren cevrediyorsun. Çevreden adalet icra eden gibi değildir. Ey Bağdad ve etrafında olan halkın âlimleri ve şairleri İnnâ ileyhi râciûn okuyun ve dininiz üzerine yas tutun.

Cevre de sabredin. Çünkü sabredenler için ecir vardır. Dine cevr etmiştir Ebû Yûsuf Kâfirden ötürü (ona kisâsen) mü'mini öldürmekle.

İmâm Ebû Yûsuf, durumu Hârûn er-Reşîd'e arzetti. Halîfe fitne çıkmasından korktu. Ebû Yûsuf'a :

— Bu duruma bir çare bul dedi.

Ebû Yûsuf Hazretleri, öldürülen şahisdan dolayı kan dava­sında bulunup, kısas talep eden kimseleri çağırarak Öldürülenin Zımmî olduğuna dair delil ve belge istedi. Bunu gösteremediler. Böylece dava düştü ve hüküm infaz olunmadı. Böylece de bir fitnenin önü alınmış oldu.

Aslında, Ebû Yûsuf'a bu şekilde tarizde bulunulması, Şâfî mezhebinde bu konuda farklı ictihadda bulunulmuş olmasından ileri geliyordu. Şafiî ve Mâliki mezheblerince, aralarında müsa­vat yok denilerek, kölenin ve zimmînîn, müslüman ve hür kati­linden kısası caiz görmüyorlar.

Halîfe Hâ d î ile bir adam arasında, bir bahçenin sahip­liği hususunda ihtilaf vuku bulmuştu. Her iki taraf da bahçenin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Durum dava konusu öldü ve mes'ele İmâm1 Ebû Yûsuf Hazretleri'ne intikâl' etti. Zahirde Halîfe haklı görünüyordu ama aslında haklı olanf diğer şahıstı.

Halîfe   H â d î   bîr gün   Ebû Yûsuf'a:

— Bizim davanın durumu ne oldu? diye sordu.   Ebû  Yû­suf:

— «Karşı taraf, Emîre'MVIü'minîn'e yemin teklif etmemi is­tiyor. Çünkü şahidler onun haklı olduğuna şahidlik ettiler» dedi.

Halîfe Hâdî:

—  Senin görüşün de böyle midir? deyince,   'Ebu  Yû­suf;

—  «İbni    Ebî    Leylâ'nın   reyi böyleydi» dedi. Bunun üzerine Halîfe   H â d î;

—  «O halde bahçeyi karşı tarafa ver» dedi ve dava: böylece neticelendirilmiş oldu.

Ebû Yûsuf Hazretleri, Halîfe H â d î' nin yemin et-miyeceğini biliyordu. Davanın kısa sürede ve âdil bir şekilde-bit-mesi için bu yolu seçti.

Bir gün, aralarında Ebû Y Û s u f' un da bulunduğu bîr çok fâkih, Hârûn e'r-Re şîd'in huzurunda oturuyor­lardı. Bu esnada huzura, bir adam getirildi. Bu adamın geceleyin birisinin evinden bir mal aşırdığı iddia ediliyordu. Mal aşırmak­la itham edilen şahıs, meclisin huzrunda, aşırdığı iddia edilen" malı almış olduğunu itiraf etti. Hârâne'r-Reşîd'in huzurunda bulunan bütün fâkihler, İkrarı ile o şahsın hırsızlığı­nın sabit olduğunda ve elinin kesilmesi gerektiğinde ittifak et­tiler.   İmâm   Ebû   Yûsuf:

—  Bu durumda el kesilmez dedi. Diğer fâkihler:

—  Niçin diye sordular.   Ebû    Yûsuf    Hazretleri:

—  Çünkü bu adam, malı aldığını ikrar etti, çaldığını değil. Bir malı mutlak manası ile almak, e! kesilmesini icap ettirmez. Çünkü almak demek, çalmak demek değildir. Elinin kesilmesi için bu malı çaldığını itiraf ve ikrar etmesi şarttır, dedi.

Diğer bütün fâkihler, Ebû Yûsuf Hazretleri'nin bu gerekçesini haklı bulup, onu tasdik ettiler. Malı alan adama :

—  Sen onu çaldın mı? diye sordular. O şahıs :

—  Evet deyince, elinin kesilmesi  gerektiğine yine ittifak­la karar verdiler. Çünkü bu durumda adam çaldığını açıkça İtiraf etmiş oluyordu.   Ebû     Yû s u f   Hazretleri tekrar söz aldı ve şöyle dedi:

—  Evet, bu şahıs her ne kadar çaldığını itiraf etmişse de, elinin kesilmesi gerekmez. Çünkü, bu son ikrarı, daha önce bu malı aldığını ikrar etmesi sebebiyle malı ödemesi kendisine va­cip olduktan sonra vâkî olmuştur. O şahıs, bu ikrarı ile sadece üzerinden ödemeyi düşürür. Bundan dolayı, bu durumda onun ik­rarı dinlenmez.»

İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri âlim olduğu kadar da zühd ve takva sahibi bir zâttı.

Muhammed   b.   Semâ':

—  «Ebû   Yûsuf,    kâdı'I-kudâd olduktan sonra da, her gün yüz rek'at (nafile) namazı kılardı.» demiştir.

İmâm    Ebû   Yûsuf    Hazretleri şöyle buyururdu:

—  «Nimetin başı üçtür:    İslâm, sıhhat ve başkasına muh­taç olmayacak kadar zengin olmak. İnsanın refah ve saadeti an­cak bu üç şeyle tamam olur.»

Ali b. Ca'd'ın nakline göre Ebü Yûsuf şöy­le buyurdu :

—  «Dünya ve âhiret emellerinden geçmiyen, fıkıhta nihaye­te varamaz.»

Demek ki, A 1 i a h (C.C.) in emrinden, Peygamber (S.A.V.) Efendi mi z'in sünnet-i seniyyesinden ve müc tehid imamların yollarından aynîmadan fıkıhta böyle yüce mer­tebelere yükselmiş olan bu zevat, dünya ve âhiret endişesi çek meden, sadece rizâ-i ilâhî için çalışan Allah (C.C.) dostu büyük âlim kişilerdir.

İmâm Ebû Yûsuf, müttakî idi, mütevazı idi. Lâ­kin yerine göre Mmî vakar ve şahsiyetini korumakta tereddüt ve kusur etmezdi.

Bir gün H â rû n e'r-Reşîd ile bir mecliste bulu­nurlarken,    Hârûne'r-Reşîd:

—  Ben kimlerdenim bilir misiniz? diye sordu ve    Benî H a ş I m ' den olmakla övündü. Bunun üzerine    İmâm    Ebû Yusuf:

—  Sen ancak nesebinle, soyunla iftihar edebilirsin. Fakat, ilimde asrının yegânesi, zamanının bir tanesi olan kişi (yani ken­disi) soy bakımından şerefli olanlar gibi değildir. Bütün dünya­yı arasalar, ikinci birini, bir benzerini bulamazlar, diyerek   H â-rû n e'r-R e şîd'in    sözünü kesti.   Hârûne'r-Reşîd haline üzüldü, nefsini kötüledi ve :

—  Bunca servetim ve makamım oluncaya kadar, keşke ilim' tahsil etmiş oesaydım, elbette bu benim için    daha iyi olurdu, dedi.

İbrahim Cerrah  şöyle anlatıyor

—  Bir defa   İmâm    Ebû    Y û s u f' la hacca gitmiş­tim. Kendisi hac esnasında hastalandı. Ziyaretine gittiğim gün­lerin birinde hastalığının ziyadeleştiğini gördüm. Mübarek vücudunun hastalıktan dermansız kaldığını görünce, üzüldüm, gözle­rim yaşardı. Bu hasta ve bitkin haline rağmen hiç boş durmuyor, sorulan sualleri cevaplandırıyordu. Kendisine : «Ateşiniz pek yükselmiş, hastasınız, bu kadar çok yorulmayınız.» dedim. Bana cevaben :

—  Faydalı ilim okutup öğretmek hastalığın şiddetini hisset­tirmez, buyurdu.

Sadece bu nakil bile, İmâm Ebû Yûsuf Hazret­lerinin ilme ne büyük değer verdiğini, İslâm Dini'nin yüce emir ve kaidelerini insanlara öğretmek için ne kadar gayret sarfettiğN ni göstermeye kâfi...

İmâm Ebü Yûsuf Hazretleri, Kâdı'i-Kudâd olmuştur; atının üzengisini altından yaptıracak kadar zengin ol­muştur; fakat hiç bir zaman dünya-perest olmamıştır. Fakirlik zamanını unutmamış, zengin olduktan sonra, fakirlere bol bol yardım etmiştir.

İmâm Ebû Yûsuf, bir gün sarayda Hârune'r-R e ş t d ' le birlikte yemek yiyordu. Sofraya falûzeç yemeği ge­tirildi.   Hârûne'r-Reşîd:

—  Bu yemekten yeyiniz. Bu her zaman yapılıp sofraya ge­tirilmez dedi.

Ebû   Yûsuf   gülümsedi,    Hârûne'r-Reşîd:

—  Niçin güldünüz? diye sorunca,    Ebû   Yûsuf:

—  Çocukken    î m â m-i    Â z a m ' in    derslerine devam ediyordum. Annem gelip beni dersten ayırmak isteyince,   Ebû H a n î f e    Hazretleri anneme «oğlun falûzeç yemeği öğreniyor» buyurmuştu diyerek, talebiliği sırasında başından geçen bu ha­diseyi nakletti. Müştereken    İ m â m-ı    Âzam    Hazretlerine hayır dua ettiler, kerametlerini andılar.

Ibn-i   Abdülber   şöyle diyor:

—  «Hârûne'r-Reşid,    İmâm   Ebû   Yûsuf'a ikram eder, tazimde bulunurdu. O'nun nezdinde itibar sahibi idi, hatırı sayılırdı.»

B i ş r   b.   Kıyas:

— «EbÛ Yûsuf ile on yedi sene arkadaşlık ettim. O dünyaya hiç teveccüh etmedi; ama dünya ona yüzünü döndü. Sıkıntısız dünya malı, mevki ve mansab sahibi oldu.» demiştir.

İmâm Ebû Yûsuf makam ve mevkiî Üe gururlanan veya bu makam ve mevkiini koruyabilmek için tavizler veren bir şahıs da değildi. Ömrü boyunca İslâmî emirlere uymaktan hiç ayrılmadı.

Kendisinin, vefat edeceği gün şöyle dediğini m u h a m e d   b.   Sema'a nakeldiyor :

—  Ya Rabbi! Kulların arasında hüküm verirken, bile bile1 zu­lüm ve adaletsizlik etmediğimi sen bilirsin.   Senin kitabına ve-Resûlü'nün sünnetine uygun olmak üzere ictihâd ettim. Bulama­dığım hususta seninle benim aramda   Ebû    H a n î f e 'yi va^ sıta kıldım. Çünkü o hususu, o meseleyi O'ndan daha iyi bilen olmadığını biliyorum.»

Ebû   Yûsuf   Hazretleri şöyle buyururdu :

—  Söylediğim sözlerin hepsini,   'Ebû   H a n î f e 'den işittiğim için söyledim. Ama O, bazılarını söylemiş, sonra rücû etmiştir.

İmâm    Ebû   Yûsuf   Hazretleri, bir gün :

—  Bu dünyadan göç etme zamanım yaklaştı; artık çok yaşa­mam, buyurdular.

Bu sözü üzerinden bir ay geçmeden vefat etti.

Şeyh M a ' r û f-i K e r h î (K.S.), 'Ebû Yûsuf Hazretlerinin cenaze namazında bulunamadığı İçin çok mütessir oldu. Etrafındakiler:

—  Niçin üzülüyorsunuz? O, uzun müddet Kâd ı'l-Ku • d â d'Iik   yapıp,   sultanın   adamlarından   olmuştu,   deyiince M a ' r û f - İ   K e r h t   Hazretleri;

—  Dün gece, rüyamda cennete girdiğimi gördüm. Cennette diğerlerinden daha fevkalâde bir köşk gördüm ki hiç bir eksiği yoktu. Zemini döşenmiş, perdeleri asılmış, odaları   süslenmişti ve huriler, vildânlar hizmet için ayakta bekliyorlardı. Bu yüksek makam kimindir? diye sordum; »Ebû    Yûsu f'undur» de­diler.

—  Sübhânallah, bu makama hangi amelle kavuştu? dedim.

—  İlim öğrenmekle ve halkın eza ve cefasına sabretmekle bu makama kavuştu dediler.» buyurmuştur.

Biş r   b.   V e I î d 'in rivayetine göre, vefatı hastalığında İmâm Ebû Yûsuf  Hazretleri şöyle buyurmuştur:

—  «Ya Rabbi, nâmahremle bir arada bulunmadığımı, bir ku­ruş bile olsa haram yemediğimi Sen bilirsin.»

Ne yüce bir hâl ve ne temiz bir teslimiyet...

İmâm   !Ebû   Yûsuf   Hazretleri Hicrî 182 senesinde (Milîdî, 798) Bağdat'da vefat ettiler.

 

İmâm Ebû Yûsuf'un Eserleri

 

Şüphesiz ki, usûl-ü fıkhı ilk vaz1 eden İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri'dir. O, verimli ömründe, zamanının çoğu­nu, insanlar arasında dava halledip, hüküm vererek geçirmiştir. Ayrıca, önceleri ilim tahsili, İmâm-ı Âzam Hazretleri'-min irtihaiinden sonra da ilim neşri için tedris halkalarında geçir-diği zaman da göz önüne alınırsa, İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri'nin eser te'Iifi için fazla vaktinin kalmayacağı ortada­dır. Buna rağmen Hanefî Fıkhı'nın ilk ve mühim eserlerini yazaıi; da odur. Muteber kaynaklarda zikredilmiş olan eserlerini şöylece sıralayabiliriz'

1- Kitâbü's - Salât: İsminden de anlaşıldığı gibi namaz­la ilgili bir kitaptır.

2- Kitâbü'z - Zekât: Zekât'Ia ilgili bir eserdir.

3- Kitâbü's - Sıyâm : Oruçla ilgili bir eserdir.

4- Kitâbü'l - Ferâiz : İslâm hukukunda miras'ın nasıl tak­sim edileceği konusunda bir kitaptır.

5- Kitâbü'l - Büyü': İslâm hukukunda alış verişle ilgili mes'eleleri muhtevî bir eserdir.

6- Kitâbü'l - Hudüd : İslâm hukukundaki had cezalarını beyan eden bir eserdir.

7- Kitâbü'l - Vekâle : İslâm hukukunda vekâlet konusunu ihtiva eden bir kitaptır.

8- Kitâbü'l - Vesâya : İslâm hukukunda, vasiyetleri açık­layan bir eserdir

9- Kitâbü'l -Emâli fî'l-Fıkh: İmâm Ebû Yusuf Hazretleri'nin ders  notlarmdan, takrirlerinden müteşekkil bir eserdir.

10- Kitâbü's - Sayd ve'z-Zebâih: İslâmiyette avcılığın, av hayvanlarının ve hayvan kesmenin usûl ve şekillerini bildiren bir eserdir.

11- Kitâbü'l - Gasb ve İstibrâ :

12- Kitâbü'l - Harâc : Tercümesini sunduğumuz bu eser­dir. Hakkında ayrıca malûmat verilmiştir.

13-Kitâbü'n - Nevâdir :

14- Kîtâbü'c - Cevâmi': Ebû Yûsuf Hazretleri bu eserini Yahya  b.  Hâlid  için yazmıştır. Bu eserinde »İhtilaflı mes'eleleri ve bu mes'eielerin hallinde hangi re'yin alın­dığını zikreder.

15- Kitâbü’r - Red alâ Sayeri'l - Evzâî: Bu eserinde, İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, harp ahkâmı, emân verme, mütâ­reke, ganimetle İlgili hükümler konusunda, Ebû Hanîfe Hazretlerine muhalefet eden Evzâî'ye cevap vermektedir.

Bu eserinde, Ebû Yûsuf Hazretleri, bir konuda önce İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin re 'y ini alıyor, sonra bu konuda ki E v z â î' nin re'yini de yazıyor; de­lillerini de ortaya koyduktan sonra kendi kanaat ve tercihini bil­diriyor. Tabiîdir ki, ortaya koyduğu deliller, bildirdiği kanaat ve tercihlerle de E v z â î'nin re'yini red, Ebû Hanîfe Hazretleri'nin re'yini kabul ediyor. Kitaptan şöyle bir misâl ve­rebiliriz :

İmâm-ı Âzam1 Ebû Hanîfe Hazretleri, efen­disi ile birlikte harbe iştirak etmemiş olan kölenin verdiği emân'r kabul etmiyor. Evzâî İse, köle, efendisi İle iştirak etmiş olsun veya olmasın onun verdiği emânı kabul ediyor. Bu mes'ele kitapta şöyle zikrediliyor:

E b ü 'Hanîfe dedi kî : Köle, efendisi ile birlikte! harbte döğüşüyorsa, verdiği emân caizdir. Yoksa caiz değildir, bâtıldır.

Evzâî diyor ki: Kölenin emânı caizdir. Zira, H z. Ömer b. Hattab (R.A.) onun emânını caiz gördü, dö-ğüşüp döğüşmediğine bakmadı.

Ebû Yûsuf da kölenin emânı hakkında der ki : Bu­rada sözün doğrusu Ebû Hanîfe1 nin dediği gibidir. Köle için emân verme hakkı yoktur. Onun şâhidliği de yoktur. Görmez misin ki, o kendisine bile mâlik değildir. Bir şey satın alamaz. Evlenme hakkına da mâlik değildir. Nasıl olur da, bütün müslü-manlar üzerine lâzım olan emân'ı muteber olabilir? Onun yaptığı kendi hakkında bile caiz değildir.

Şayet köle kâfir olsa, efendisi de müslüman o!sa, onun emânı caiz olur mu?.. Köle, bir ehl-i harbin kölesi olsa, dâr-i İs­lâm'a emânla gelip, müslüman olmuş bulunsa ve sonra tutup bütün ehl-i harbe âmân verse, caiz olur mu?...

Köle müslüman ise, efendisi zimmî ise, ehl-i harbe âmân ver­se, onun verdiği âmân caiz sayılır mı?-..

f u d a y I b. Z e y d ' den naklen Âsim bize şöylö rivayet etti :

Bir kavmin kalesini muhasara ettik; bir köle, üzerindö «âmân» yazılı bir ok attı. (H z. Ömer (R.A.) de bu âmânı-' muteber ve caiz gördü. Bize göre, bu köle dövüşen harbe işti­rak eden bir köledir. Hadis böyledir. Gerçekte âmânın caiz gö­rülmesi, orada olan herkes döğüşür da ondandır; eğer öyle ol­masa âmân hakkı yoktur.[9]

Harblerde elde edilen ganimetlerden, atlara verilecek hisse hakkında da böyle bir ihtilâf var. Misâl olarak onu da verelim :

E b û 'Hanîfe dedi ki : Bir adamın yanında iki atı olsa, ganimetten yalnız birine hisse verilir.

E v z â î'ye göre ise : İki ata hisse verilir; fazlasına ve­rilmez. Ulemâ da bunun üzerine karar kılmıştır; imamlar da bu­nunla amel eder.

Ebû Yûsuf dedi ki : Gerek Peygamber CS.A.V.) den, gerekse Ashâb-ı Güzîninden bize rivayet olunan hadîslerden yalnız bir hadiste, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in iki ata hisse verdiği naklolunuyor; bu ise haber-i vâhiddir. Haber-i vâhid bizce şazdır, O'nu delil tutmayız, imamlar bununla amel etti' sözüne gelince, bu söz, Hicaz ehli­nin : 'Sünnet böyle carî oldu1 sözü gibi umumîdir. Bu da kabul olunamaz. Bunda bir meçhullük var. Bununla amel eden hangi imâm?... Bunu kabul eden âlim kim?... Bunu bilmiyoruz ki, o, ilmine güvenilir bir zat mı bakalım! Nasıl olur da, iki ata hisse verilir de, üçe hisse verilmez? Bu niçin böyle?... Harbe başka atla gittiği halde, üzerinde harp yapılmadan hanesinde bağlı duran ata nasıl hisse verilir?... Bu zikrettiklerimizi anla ve Ev-zâî' nin    dediklerini bir düşün.[10]

16- İhtilâf-u Ebu Hanîfe ve İbn-î Ebî Leylâ: Bu kitapta İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, üstadı Ebû Hanîfe İle ilk hocası İ b n-i E b î E e y I â ' nın ihtilâf ettikleri mes'eleleri toplamıştır. Bu kitabı, İmâm Ebû Yûsuf 'tan İmâm    M u h a m m ed:   rivayet etmiştir.

Bu eser, o devirde ulemâ arasındaki ihtilaflı mes'eleleri öğ­renebilmek için son derece kıymetli ve önemli bir kaynaktır. İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, bu eserinde de ihtilaflı görüşleri, delilleriyle zikreder .Ekseriya, Ebû H a n î f e Hazretleri'nin re'yini benimsemesine rağmen, nâdir olarak da İbn-i Ebî Leylâ' nın re'yine taraftar olur. Bu nâdir olay-İardan bir tanesi Kitâb<ı Kszâ'da şöyle geçer:

«Ebû Yûsuf dedi ki : Kadı, mahkemede yapılan ikrarı ve şahitlerin sahiciliğini tesbit ve tescil etse, sonra bu ken­disine arz olununca hatırlamasa; Ebü Hanîfe'ye göre, buna cevaz verilmez. İ b n-i E b î Leylâ ise bunu caizi görüyordu. Biz de bunu kabul ediyoruz.

Ebû Yûsufda İbn-i Ebî Leylâ da kadılık görevinde bulunmuşlardır. Bu sebeble, divanda mahkeme sicili­ne tescil olunan bir şey, unutulsa da yine onu muteber tutarlar. Fakat, kadılıkta bulunmamış olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe,    bunu nazar-i itibâre almıyor.[11]

17- KitâbüVRed<alâ Mâlik b. Enes :

18- Kitâbü'l - İhtllâfü'l r Emsâr :

19- Kitâbü'l,- İmîâ: Bu eseri, Kadı Bişr b. V e I î d rivayet etmiştir. Ebö Yûsuf  Hazretleri'niri kurduğu mes'eieler hakkında 36 kitabı ihtiva etmektedir.

20- Kitâbü'l - Asl (el - Mebsût fî'l - Fıkh):

21- Edebü'l - Kâdî alâ Mezhebi Ebî Hanîfe :

22- Kitâbü'l - Âsâr: Bu kitabı, oğlu Yûsuf, İmâm Ebû Yûsuf tan, o da İmâm-ı Âzam Ebû Han î f e'den rivayet etmiştir. Kitapta geçen konuların senedi, İmâm-ı Âzam'dan sonra, ya Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'e veya Sahâbe-İ güzîn-den birine veyahut da tabiîn den birine ulaşır. Bu itibarla, bu eser, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri'­nin Müsned'i olmuş olur. O'nu İmâm1 Ebû Y û s u f , on­dan da oğlu Yûsuf nakletmiştir. Bu kitap Ebû Hanî-f e'«Tin müsned'i olmaktan başka, üsteiik onda Küfe fukahâsı-nın akvâlinden seçilmiş fetvalar da vardır. İhtilaflı olanların se­nedi de beyân olunmaktadır. Kitap fıkıh bablarına göre tertip olunmuştur.

Bu kitap şu bakımlardan fevkalâde İlmî kıymet ve ehemmi­yeti hâizdir:

1- İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe' nin Müs-ned'idir. O'nun rivayet ettiği hadislerin bir kısmını bu eserde gö­rüyoruz. Çıkardığı fıkhî hükümlerde ve fetvalarında itimat ettiği haberlerin bir kısmını da orada buluyoruz.

2- İmâm-ı Âz a m  Ebû   :H a n î f e'nin,   Sahabe fetvalarını nasıl aldığını, hadisin merfû' olmasını şart koşmayıp mürsel hadisi de nasıl kabul etmiş olduğunu bu eser bize açık­lamaktadır. Daha umûmi bir tâbirle,    itimat ettiği rivayetlerde İ m a m-1    Âzam    Hazretleri'nin şartlarını bu eser göster­mektedir.

3- Kitapda, tabiînden olan, Küfe ve umumiyetle Irak fu-kahasından seçilmiş bir kısım    fetvalar da vardır.    Bu itibarla o devirde   Irak fukahâsınca ma'lûm olup, aralarında İnceledikle­ri ve üzerine hüküm bina ettikleri, ona göre karara bağladıkları bir fıkıh mecmuasını önümüze sermiş oluyor. Bunları ve   Ebû Hanîfe   Hazretieri'nden rivayet olunan diğer fıkıh mes'elele-rini İncelemek suretiyle   İmâm-ı   Azam'ın hüküm çıkar­dığı o fıkıh devrini, onun eskilere nazaran aldığı rolü, umumi' olarak müctehidier arasındaki mevkiini öğrenmiş oluyoruz.[12]

İmâm Ebû Yûsuf 'Hazretleri'nin eserlerinden bir nebze bahsetmiş olduk. Fakat, şurası unutulmamalıdır ki, °E b û Yûsuf'un eserleri yalnızca bunlardan ibaret değildir. Aslında en mühim eserleri yetiştirdiği talebeleridir. Hanefî mezhebinin büyük İmamlarından olan, İmâm-ı Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Ebû Yûsuf Hazretleri'nin talebelerindendfr. Kitâbü'I-Âsâr'ı, nasıl Ebû Yûsuf Haz­retleri, İmâm-ı Âzam Hazretieri'nden rivayet etmişse, İmâm-ı Muhammed Hazretleri de bir çok eserini Ebû Yûsuf Hazretieri'nden rivayet etmiştir. Yani bu eser­lerin sahibi de   İmâm   Ebû   Yûsuf   Hazretleri'dir.

İmâm-ı Muhammed Hazretleri, İmâm-ı Âzam Hazretleri'ne de talebe olmuştur. Ama, Ebû Ha­nîfe Hazretleri'nin irtihâlinde henüz 18 yaşlarında bulunu­yorlardı. Hanefî fıkhım, uzun müddet talebeliğini yaptığı İmâm Ebû Yûsuf Hazretieri'nden tahsil etmiştir. İm â m-1 Muhammed Hazretleri, bazı, kitaplarında Ebû Yû­suf Hazretieri'nden rivayetler zikretmiştir. Câmiu's - Sağîr kltbrnın hepsi E b ü Yûsu f ten rivayettir. Zira, bu kitabın her 'faslının başında, faslın Ebû Yûsu f'tan rivayet oldu­ğunu zikreder ki, bu, o faslın tamamının O'ndan rivayet olduğu­nu gösterir.

Fakat, bakıyoruz ki, Câmî-i Kebîr'de bu yolu tutmuş değil­dir. O kitaptaki fasılların ve bablann başlarında 'Ebû Yû­suf'tan rivayet' olduğunu söylemiyor... iRivâyet zikretmeksî-zln mes'eleleri sıralıyor. Bu durumdan anlıyoruz ki, İmâm-ı M u h a hı m ed , bu eserinin tedvîninde yalnız Ebû Yû­suf Hazretieri'nden olan rivayetlere dayanmış değildir. Baş­kalarından olan rivayetleri, maklonunan müdevven mes'eleleri de almıştır ki, bunlar her halde, İrak fuhakâsi arasında meşhur ve-ma'rûf mes'eielerdi,

İ b n-i    N ü c e y m,   Bahr kitabında, 'teşehhüd' babında şöyle diyor:

« M u h a m m e d b. 'Hasan'ın 'Sagîr' vasfını ta­şıyan her eseri, mutlaka Ebû Y û s u f' la kendisinin ittifak ettikleri eserlerdir. 'Kebir' adını taşıyanlarsa böyle değildir. Zira, onları   Ebû   Yûsuf'a  göstermemiştir...»

Müdekkîk Âlim İ b n Emir Hac H a I e b î, Mün-ye Şerhî'nde tesmi' babında şöyle diyor:

« İ m a m-ı M u h a m m e d , kitaplarının ekserisini Ebû Yusuf'a okuyup arzetti. Yalnız 'Kebîr'adını taşıyan­lar müstesnadır. Zira bunlar sırf onun eseridir.[13]

İmâm    'M u h a m m e d ' den :

—  Câmi-i Kebîr kitabını,    İ m 8 m   Ebû   Yûsuf 'tan dinledin mi? diye sordular. O :

—  Hayır, dinlemedim. Halbuki, İmâm Ebû   Y û s uf bunları en iyi bilendir. Ben, ondan  Câmî-i Sagtr'i dinledim de­miştir.

Görüldüğü gibi, İ m â m -1 M u ıh a in m e d , eserleri­nin ekserisini, bilhassa 'Sagîr' unvanını taşıyanlarını İmâm Ebû Yûs uf'tan rivayet etmiştir. En azından bu gibi eser­lerini    İmâm    Ebû   Yûsuf'a    okumuştur.

Yukarıda zikrettiğimiz durumdan da anlaşılacağı gibi, mez-heb imamlarımızda eser telif etmek bir gaye olmamış... Onlar ilme tâlib olmuşlar, onu aramışlar ve gerçek ilmi nerede bul-muşlarsa, almışlar.

Ayrıca, fukahâ, ilim tahsilini de gaye edinmemişdir. Onlar ilmi, hayatlarında tatbik etmek 'maksadı ile tahsil etmişlerdir; 'âlim desinler' diye değil ...İşte, fukshâ-i kiramın mübarek hayat­ları ortada... Hepsi deümi ile âmil olan zatlardır.

Bu büyük 'İslâm âlimleri, hayatlarını 'belli bir zamana kadar ilim tahsil etmekle, ondan sonra da bu ilimlerini neşretmekle, talebe yetiştirip öğretmekle geçirmişlerdir. Kısaca, bunlar ilim öğrenmişler, öğrendiklerini hayatlarına tatbik edip, yaşamışlar; ilim öğretmişler Ve öğrenenlerin, bu doğru bilgilere uyarak, îs-lâmî bir hayat yaşamalarını temin etmişlerdir.

Bu arada, ilmin zayi olmaması ve gelecek nesillerin de bu sağlam ve doğru bilgilerden istifade edebilmesi maksadiyle, bu faydalı bilgileri satırlara geçirmiş, kitaplar yazmışlardır. Evet, eserlerini bu ihlasla kaleme almışlardır. Şöhrete ermek ve ser­vet sahibi olmak maksadı ile yazmamışlardır.

Şurasını da unutmamalıdır 'ki, Fukahâmız, eserlerinde nefsî ve indî görüşlere katiyyen yer vermemişlerdir. Kitaplarına dercettikleri her hangi bir mes'elenin halli İçin önce Cenâb-ı Hak­kın 'Kelâm-i İlâhîsi olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şan'a müracaat etmiş­ler; mes'elenin hallini orada bulamazlarsa, Peygamber (S.A.V.) E f e n d 'i m 'i z 'in sünnet-i seniyyelerine başvurmuş­lardır. ıMes'elenin çözümünü sünnet-i nebî'de de bulamazlarsa bu konuda icmâ-ı ümmet'in mevcud olup olmadığına bakmışlar ve Sahâbe-i Kirâm'ın bu husustaki tatbikatlarına ve kavillerin© müracaat etmişlerdir. 'Eğer mes'ele bu delillerle halledileme-mişse ictihâd edip kıyas yolu İle mes'eleyi halletmişlerdir. Müc-tehid Fakîhler, bir mes'eleyi hallederken ve bunları yazarken yani şer'î bir hüküm verirken ediile-î erbaa'dan ayrılmamışlardır.

Onların bu fedakârane gayretleri neticesinde, cihanda ken­disinden daha ulvî ve âdi! 'bir kanun bulunmayan Fıkıh yânî İslâm Hukuku bütün incelik ve teferruatı ile kitaplara 'geçirilmiştir. İs­lâm Hukuku'nun herkese menfaat veren hükümlerine tamamiyle) uyulduğu takdirde, beşeriyetin büyük bir huzur ve saadete maz-har olacağı şüphesizdir.

 

B) Hârûne'r - Reşid

 

Abbasî Halifeleri'nİn beşincisi ve en meşhurudur. Pey­gamber (S.A.V.) E f e n d i m i z' in muhterem amcalan imâm Abbas (R.A.) Hazretleri'nin beşinci batın evlâdın­dan olan Muhammed e I - M e h d î' nin sulbünden, İrak'ın Rey şehrinde, hicrî 148 yılında dünyaya gelmiştir. Annesi, Hayzurân isimli bir cariye 'idi. Babası Halife M u -h a m m e d el-Mehdî, Hayzlurân isimli cariyesin! azad etmiş ve aynı yıl kendisi ile evlenmişti.

H â r ö n !e ' r - R e ş î d , Hilâfet makamına geçmeden önce pek çok savaşlarda komutanlık yaptı. Anadolu'ya 'hatta Üskü­dar'a kadar geldi. Yaptığı bu savaşîardaki kahramanlıklar! ve di­rayeti ile tanınmış ve halk arasında sevilmişti.

H 'â r û n e ' r- R e ş î d , 22 yaşında iken hicrî 171 yılının rebîülevvel ayında [m. eylül 786) ağabeyi Mûsâ el-Hâdî'-nin yerine, Bağdad'da hilafet makamına geçti.

Hilafet müddeti 23 yıldan biraz fazladır. Bir sefer esnasın­da Tus şehrinde hastalandı. Henüz genç sayılacak bir yaşta hicrî 193 yılının cemâziyeiâhir ayının üçüncü gününde vefat etti. Tür­besi Meşhed'de hala durmaktadır.

H ârûne'r-Reşîd'in 12 si erkek 15 i kız olmak üzere 27 evladı vardı. 'M u h a m m -e d e I-E m i n isimli oğlu1 zevcesi Z ü b e y d e'den İdi. (Abdullah e I - M e ' m u n ve diğer çocuklarının anneleri ise    Ümmü'l - Veled idi.

Hârûne'r-'Reşîd, hilâfet makamına geçtikten son­ra da ordusunun başında pek çok harblere iştirak etmiş ve za­ferler kazanmıştır. H â r û n e ' r-R e ş î d , hilâfeti'nin ilk zamanlarında iç karışıklıkları bastırdı ve .hudud şehirlerini tah­kim ettirdi. Hemen her yıl vali ve komutanları düşman arazile­rine akın yaptılar. 182 hicrî yılında Bizans üzerine yaptığı sefer­de düşman ordusunu yenerek Bizans İmparatorluğu'nu vergiye bağladı. Bu sırada Bizans'ın başında Kraliçe İrene bu­lunuyordu. Bu vergi verme işi 186'hicrî yılına kadar devam etti.

Bu tarihte Bizans'ın başına geçen İmparator Nikep^ hor o s, H ârûne'r-Reşld'e müstehziyane bir mektup göndererek, daha önce Bizans İmparatorluğu tarafından ödenmiş olan vergilerin iade edilmesini istedi. Bunun üzerine H â -r û n e' r- R e ş î d , Bizans üzerine yeni bir sefer daha baş-iattı ve İmparatoru eski şartlarla sulh yapmak üzere zorladı. Fa­kat, İmparator vergi ödemeye yanaşmadı ve harbe devam etti. Hârûne'r-Reşîd Bizans ordusu ile karşılaştı. Çetin bir savaştan sonra İslâm ordusu, Bizans ordusunu yendi ve hezime­te uğrattı.

Zu zaferden sonra Hârûne'r-Reşîd, Bizans İm­paratorunu sadece eski vergilerini değil bunlara ilâve olarak kendisi ile ailesi için bir nevî baş vergisi vermeğe de mecbun etti.

Zamanında İslâm'ın hakimiyet sahası o kadar gelişmişti ki, Halîfe Hârûne'r-Reşîd gök yüzündeki bulutlara ba­karak şöyle diyordu :

«Ey sema yağmurunu nereye yağdınrsan yağdır, o yağmur la büyüyecek mahsulatın haracı yine bana gelecek.»

H â r û n e 'r-'R e ş î d , hilafeti zamanında dünyanın en büyük ve en güçlü lıükümdan idi. Zevcesi S e y y İ d e Z ü -beyde hasep, nesep, hüsnü ahlâk ve hayırhahlık bakımından misli bulunmaz bir hatundu.

Hârûne'r-Reşîd, devrinde 'ilim, san'at ve edebi-1 yat sahasında yükselmiş kimselere pek çok önem vermiş ve on­ların pek çoğunu sarayında toplamıştır. Bağdad, o zaman fevka­lâde imar edilmiş, zarif kubbeleri, yemyeşil bahçeleri İle güzel-, Mk numunesi olmuştu. İslâm âleminin her tarafındaki âlim ve fadıl kimseler akın akın Bağdad'a geliyorlardı. Bağdad, o devirde ilim, kültür ve san'at bakımından dünyanın gıbta ettiği bir şehir olmuştu.

Hârûne'r-Reşîd, zamanında İslâm ülkesi genişle­miş ve devletin geliri pek çok artmıştı. Devlet gelirlerini toplamakta, îslâmî esaslara hakkıyle uymak isteyen Hârûne'r-Reşîd, Ebû Yûsuf Hazretleri'ne Kitâbü'I - Harâc'i yazdırdı. Kitâbü'I - Harâc yazıldığı zamandan bu güne kadar pek çok İslâm ülkesinde maliye işlerini düzenlemede ve devlet ge­lirlerini toplama da esas kabul edilmiştir.

Hârûne'r- Reşîd, İslâmi emirlere riayetkar bir zat idi. Fâkihİere, edîblere saygı gösterir ve onlara bol bol lütuf ve ihsanda bulunurdu.. Hatta, bir şâire, bir beytinden dolayı beş bin altın, bir başkasına ise, yazdığı bir kaside için beş bin altın, bir at, bir hil'at ve on köle vermişti.

Hârûne'r-Reşîd, imâm Ebû Yusuf'u Kfidi'I-Kudâd'Iık makamına getirdiği gibi, Hanefî Mezhebî'nİn Muharriri nâmı ile anılan İmâm 'Muhammed Haz­retlerini de Adliye mekanizması içinde görevlendirmiştir.

Hârûne'r-Reşîd'in zamanında her sahada büyük âlimler yetişmiş ve nadide eserler vermişlerdir. Büyük dil bil­gini, eimme-İ nahvin imâmı (nahiv imamlarının imâmı) Sîb e-v e h y, Kuran okuma ilminin ve nahvin üstadlarmdan İ m â m -1 K i s a i, yine İ m â m -1 Â z am ' in telebelerinden E s e d - i Kûfî 'İmâm-ı Muhlmmed, İmâm-ı Mûsâ Kâzım, jmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Mâlik b. E n e s hazretleri de Hârûne'r-Reşîd zamanında yaşayan âlimlerdendir.

İmâm-ı K i s a î ile î m â m -1 Â z a m ' m ikinci talebesi Hanefî Mezhebî'nin muharriri olan İmâm-ı M u -h a m m e d aynı günde (hicrî 189) vefat etmişti. Bunun üzeri­ne   Hârûne'r-Reşîd:

—  «Bir günde Fıkıh ilmi ile nahiv ilmini defnettik» demiştir.

İmâm 'Mûsâ K â 2 ı m da hicrî 183 yılında Bağdad'da hapiste iken vefat etti. Hârûne'r-Reşîd, hicrî 179 se­nesinde hac için Hicaz'a gittiğinde, Medine'ye varıp, Ravza-î Mutahhara'ye girdiği zaman, etrafındaki insanlara övünür bir şe­kilde.    Peygamber   ı(S.A.V.) E f e n d i m i z ' i =

—  Es-se!âmün aieyke ey ammim (amcam) R e s û I a M a*h » diye  selamiamiştı.    Bunun    üzerine    İmâm    Mûsâ  da Efendimiz   (S.A.V.)'in huzuruna yaklaşarak ;

—  Esseiâmü aieyke ey babam» diye selamladı. Bu vaziyet karşısında  Hârûne'r-Reşîd'in rengi değişti ve   İmâm Mûsâ    Kâzım'a:

—  «!Bu tefahhur (öğünme) ne ya    Kâzım?» dedi. Hac bittikten sonra da    İmâm    Mûsâ   Kâzım'ı   yanına ala­rak Bağdsd'a götürdü ve orada hapsetti. İşte,    İmâm    Mûsâ Kâzım1    bu hapishanede iken vefat etti.

Pek çok İyi ve üstün vasıflarına rağmen H â r û n e'r-Reşîd, gazablı ve isabetsiz hareketlerde *de bulunmuştur. Kendi saltanatına 17 yıl müddetle yardımcı olmuş olan vezirî ve diğer yakınlarını aralarından seçmiş bulunduğu B e r m e -k î I e r e yaptığı kötü muamele ve küçük yaştaki çocuklarını veiiahd tayin etmesi bu cümledendir.

(Hârûne'r-Reşîd, dokuz defa hacca gitmiştir. Hi­lâfeti müddetince bir sene cifcâd-i fî-sebîli-IIah, bir sene de zî-yaret-i beytullah ederdi. Hac esnasında da, her gün kendi ma­lından bin dirhem halis sîm tasadduk ederdi. Hilâfeti esnasında bahşiş, ihsan ve sadaka olarak pek çok altın harcamış olmasına rağmen, vefatında da beytü'I-mâide milyonlarca altın bulunmak­ta idi. Seferleri ve cömertliği ile dillere destan ve binbir gece; masallarına konu olan Hârûne'r-Reşîd, zamanında şark kudret ve azametinin bir timsali olmuştu.

Kısaca, her şeye rağmen Hârûne'r-Reşîd, ilim ve faziletle ma'ruf salah ve adi ile mevsuf bir halife olarak ta rihteki yerini almıştır.

 

C) İlk Tetvin Edilen İslâmî İlimler Ve Bazı Fıkhi Tabirler

 

Kitabımızda sık sık, fıkıh, fakih, mezheb, icîîhad...gibi ke­limeler geçmektedir. Nedir bunların mahiyeti? Bir de günümüz­de bu konularda, ortaya yeni yeni fikir ve görüşler atan kimseler var, onların hakikat karşısında durumian ne? Kısa bir mukaddime içerisinde bu mes'eleleri tafsilâtı İle inceleyip, neticeye bağla­mak elbette mümkün değil. Lâkin, muhtasar da olsa, okuyucu­muza bu konularda, muteber kaynaklardan bilgi aktarmayı vazife sayıyoruz :

Asr-ı saadette yüce İslâm   ilimleri,    öz kaynağından yanî Re s û I u I I a h   (SiA.V.)   Efendimiz' den sorularak öğ­reniliyor ve bu bilgiler sahabeler tarafmdan biri birlerine ve di­ğer müslümanlara nakil ve rivayet edilerek yayılıyordu.

Daha sonra, İslâm memleketleri fütufatlarla kısa zamanda, büyük çapta genişledi. Müslümanların sayısı da buna paralel olarak hızla çoğaldı. Yeni fethedilen bu ülkelerdeki insanların pek çoğu kendi İstekleri İle İslâm'a girdiler; fakat beraberlerinde eski inançlarından bazı izler de taşıyıp getiriyorlardı. Ayrıca Asr-i saadetten sonra gelen ilk asırlarda, İslâm âleminde fevkalâde mühim, müessir ve müessif hadiseler de cereyan etti. Müslü­manlar tabiatiyie bu olaylardan etkilendiler ve hadiseleri kendi hissiyatları içinde değerlendirmeye başladılar. Bu gibi hadisele­ri istismar ederek, İslâm'a zarar vermek isteyen kötü niyetli ki­şiler de bu devirlerde zuhur etmeye ve müslümanları ifsâd et­meye çalışmaya başladılar.

Asr-ı saadeti müteakip meydana gelen savaş ve sair olay­larla tabiî vefatlar neticesinde, İslâmî İlimleri bizzat Reşûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz' den öğrenmiş bulunan Sahâbs-i Kirâm'ın sayılan da azalmıştı. Hayatta kalanlar da fet­hedilen diğer İslâm Ülkelerine dağılmışlar ve artık asr-ı saadet­teki gibi ilmi kaynağmdan öğrenip birinin diğerine nakil ve riva­yet etmesi ile mes'eleleri halletme imkânı kalmamış bulunuyor­du. Genişleyen ülke, çoğalan müslümanlar, zuhur eden hadiseler ve Islâırtı yıkmak isteyen fitnecilerin ortaya attığı fikirler yüzünden ilme ihtiyaç artmış, fakat islâmı bilen âlimler azalmıştı. Kı­saca artık, İlmi sadırdan sadıra (göğüsten göğüse) aktararak, mes'elelere çözüm bulma devri kapanmıştı.

İşte bu noktada, İslâmİ ilimlere hakkıyle vâkıf, dinî emirlere gerektiği gibi uyup, yasaklardan da dikkatle kaçındığı herkesçe bilinen, faziletli âlimler zuhur ederek, bu yüce ilimleri sadırlar­dan satırlara nakletmişler ve bu sayede de pek çok ilimler ted­vin olmuştur. Cenâb-ı Hak cümlesinden razı olsun.

Bu devrede tedvîn edilen ilimleri -kısaca- şöyle sıralaya­biliriz :

a) Kıraat İlmi: Kur'an-ı Kerîm'in bazı kelimeleri, bir kaç vecihle okunabilir. Bu vecihlerden yedisi    Peygamber {S.A.V. Efendiniz' den tevâtüren naklolunmuş bulunan okuyuş şeklidir ki bunlara Kirâat-î seb'a denir. Bunlardan başka sahih senet ile  Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz'den nakledilmiş bulunan üç okuyuş şekli daha vardır ki, ilk yedi ile birlikte, hepsine kErâat-i aşere denir. Bunların dışında kalan okuyuş şekillerinin senetleri sağlam değildir. Bunlar şâz'dır, ga-rîbdir. Bu ilim ilk tedvin edilen ilimlerdendir ve bu konuda pek çok eserler meydana getirilmiştir.

b) Tefsîr İlmi: Sahâbe-ı güzîn, âyet-i kerîmelerin mana­larını, inceliklerini, nâsih ve mensûhlarını, nüzul sebeblerini bi­lirlerdi. Bilemedikleri bir husus olunca da, doğrudan   doğruya Peygamber   (S.A.V.)   E f e n d i m i z ' den sorup öğrenirlerdi. Bu bilgilerini ise diğer müslümanlara şifahen nakl ve rivayet ederek öğretirlerdi. Fakat, sonraları bu yüce zatların sa­yısı çeşiıtli sebeplerle azalmaya başladı. Bu sebeble Kur'an ha-kîkatlarınm yazılı olarak şerh ve îzâhına ihtiyaç    hissedildi ve Tefsir İlmi tedvîn edilip bu sahada kıymetli eserler yazıldı.

c) Hadis İlmi : Kur'an-ı Kerîm'in yüce manâlarını anla­mak için çoğu   kere  Peygamber (S.A.V.)   Efendimizin sünnet-î seniyelerîne müraacaat   etmek lüzumu hasıl oîur.

Peygamber S.A.V. E f e n d i m i z ' in mübarek sözlerine, kavil sünnet; fiillerine, fiilî sünnet; ümmetinden sadır o.an her hangi bir fiil veya sözü, reddetmeyip sükutla karşıla­malarına da takriri sünnet denir. Bazen bunların hepsine birden, umumiyetle de kavli sünnetlerine Hadis tabir edilir.

Peygamber (S.A.V.) E f e n d I m î z ' in sünnetleri, Şer'î delillerin asillarındandır. Dinî hükümlerimizin kaynaklarındandır. Bunun içindir ki, ashâb-ı kiram, bu sünnetleri büyük bir1 itina İle hıfzetmiş ve tâbâîne nakil ve rivayet buyurmuşlardır.

İslâm memleketlerinin genişlemesi üzerine, ashâb-ı kiram her tarafa dağıldı. Her hadis-i şerifi, herkesin bilmesine elbette imkân yoktu. Onun için bazan bir hadisi öğrenip anlamak için uzak diyarlara kadar giden zatlar bulunurdu.

Daha sonra muhaddis dediğimiz İslâm âlimleri, hadis-i şe-rîfleri müteselsil ve muntazam senetlerle, usulüne uygun olarak toplayıp tertibe çalıştılar ve bu yolla İslâmiyete pek büyük hiz­mette bulundular. Akılları hayrette bırakacak derecede titizlikle, çalışan bu hadis âlimleri, hadis-i şerîflerin lafızlarını zabt, mana­larını şerh, vürûd sebeblerini beyan ve râvîlerin hal tercemele-rini mükemmel bir şekilde tetkik etmişler ve râvîlerin ilmî ve an­layışlarını hıfz ve z&bt şekillerini, adslat ve mertebelerini, asr-ı saadete yakınlıklarını veya uzaklıklarını nazar-ı i'tibara alarak hadis-i şerifleri tasnif etmişlerdir.

Bu sonsuz gayret ve çalışma sayesinde ilm-ü rivayeti'! - Ha­dîs, ilm-ü dirâyeü'l-hacSis, ilm-ü tabakâtri-mukaddisin gibi bir çok   ilimler   meydana   gelmiş ve  Peygamber (S.A.V.) E f e n d i m İ z' in sahih hadisleri ortaya çıkmış, unutulmaktan ve kaybolmaktan korunmuştur.

Peygamber (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in hadislerini ilk defa İbn-i Şihâb ez-Zuhrî tedvin etmiştir. Son­radan bu sahada pek çok eserler te'lif edilmiştir. Hicrî 3. asırda yetişen büyük muhaddisler ise zu sahada en güzel eserleri mey­dana getirmişlerdir. İmâm1 Muhammed Buhâri'-nin Sahih-î Buharı isimli kitabı ile İm â m-.ı M ü s I i m'in Câmiû's - Sahîh adlı kitabı hadis konusundaki en büyük eserler­dir. Bu iki kitaba sahiheyn denilir. SünerH Ebû Davut, Sûnen-i Tirmîzî, Sünen-î Neseî ve Sünen-i İbn-i Mâce de en muteber hadis kitapîarındandır. Sahîheyn'le birlikte bu dört kitaba Kütüb-ü Siîte (altı kitap) denilir.

Hadis-i şerîfler, ravîlerinin sayısına göre şu kısımlara ayrı­lır :

1) Mütevâtir Hadîs: Yalanda birleşmeleri aklen caiz ol­mayan  cemaat (topluluk)ların birbirlerinden,  ilk cemaatın de doğrudan doğruya Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-den rivayet ettikleri ve R e s û I u I I a h (S.A.V.) Efen­dimiz 'den sadır olduğu konusunda tereddüde imkân oimayan hadis-i şeriflerdir.

2) Meşhur Hadis: İlk zamanlarda haber-i âhâd kabilin-s den iken, sonradan şöhrete eren ve yafan üzerine ittifak etmeîe-ri aklen caiz olmayan bir cemaat tarafından rivayet olunan ha-

3) Âhâd Hadis : Her devirde bir veya birkaç zat tarafın­dan rivayet olunan ve meşhur hadis noktasına ulaşamiyan hadis­lerdir. Şartlarını ihtiva ettiği takdirde amel hususunda delil olur: ve gereği ile amel etmek vâcibtir. Lâkin i'iikat konularında delil olamaz.

d) Fıkıh İlmî: İslâm dini sayesinde faziletli bir medeni­yet ve fevkalâde adii bir içtimaî nizam teşekkü! etmiş; herkes dinî, dünyevî bir takım vazifelerle mükellef ve bir takım haklara nail olmuşlardır. İnsanların İsiâmla kavuştukları hak ve vazife­lerini tayin ve tesbit; medenî, içtimaî, siyasî, işleri tanzim için müstakil bir ilim tedvinine lüzum görülmüştür. Bu sebebe binâen, eds!!e-i erfeaa dediğimiz, Kitâbu'llah, sünnet-i Resûlullah, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ'dan pek çok şer'i hükümler çıkarılıp alınmıştır. Yapılan bu çalışmanın sonunda da bütün İslâm âlemi­nin bir umumî kanunu olmak üzere yüce fıkıh iimi kurulmuştur.

Fıkıh ilmini hakkiyle bilen İslâm âlimlerine önceleri Kurra' denilirdi, daha sonra bu ilimle İştigal eden zevata fukahâ denil­miştir. Şüphesiz ki ilk fakihler HüSefa-i Raşîdin (H z. Ebû Bekir, Hz. Ömer, H z. Osman ve H _z. Ali (R. Anhüm) ile Ab d u i I a h İbn-i Mes'ûd, Ab­dullah İbn-i Abbâs, Zeyd İbn-i Sabit, Abdullah ibn-i Ömer, Z ü b e y r gibi ashâb-i kiratn'in büyükleridir. (R. Anhüm)

lini bu günkü tertib üzere vaz eden I m â m -1 Azam Ebû Hanîfe Hazretleri'dir. Fıkıh mes'elelerini muhtasar bir şekilde cem ve tetvin eden zat da İ m â m-ı Azam' Hazretieri'nin talebelerinden İ m â m -1 Mu'ham-m e d 'dir. Hicrî 2. asır veya en çok 3. asır geçmeden fakıh il­minin tedvini tamamlanmış ve fıkıhla İlgili çalışmalar ve eserler kemâl  mertebesine erişmiştir. Bu, gayretler sonunda İslâm âle­minde fevkalâde geniş bir hukuk meydana gelmiştir.

Dünyada fıkıhtan daha ulvî, daha adaletli bir kanun yoktur. Fıkhın yüksek hükümlerine tamamiyle uyulması halinde, beşeri­yetin büyük bir huzur ve saadete mazhar olacağı şüphesizdir.

İslâm fıkhının, sadece müslümanlara değil, bütün insanlara tesiri olmuş ve faidesi dokunmuştur. İslâm'ın bu tesiri hakkın­da şarkta ve garpda ciltlerle eserler yazılmıştır. Vaktiyle Avru-piların elde ettikleri ve özellikle Napolyon'un Mısır'­dan Avrupa'ya naklettiği pek çok kıymetli fıkıh kitaplarımızdan Batı hukukçulars hayli istifade etmişlerdir.

Fukahâ-i Kiram hazretleri ibâdât, muamelât ve ukubâta teal-lûk eden bazı şer'î mes'elelerde ihtilaf etmişlerdir. Bu sebeple de müteaddin fıkhî meahebler meydana gelmiştir. Şöyîeki Şer'î delillerin esası olan Kur'ân-ı Kerîm ile Hadis-î Şeriflerin bazı la­fızlarından muhtelif manaların anlaşılır olması, fâkihler arasında ihtilafa sebep olmuştur. Ayrıca, rivayet edilen bir hadis-i şe-rîfin hakikaten Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-den sâdır olup olmadığı; zahiren birbirlerine zıt görülen iki de­lilden hangisinin tercih edileceği mes'eieleri de bu ihtilaflara sebep olmuştur.

Ayrıca, sonsuz dünya olayları, örf ve adetlere dayanan bazı hükümlerin zaman ve mekanın değişmesi İle değişmesi gerekti­ğinden ve her hadise hakkında kat'î bir nas bulunmayacağından bu hususlarda fukaha'ntn İhtilafa düşmelerine sebep olmuştur.

Bunlar ve bunlara benzeyen diğer meşru' sebeplerden do­layı ortaya çıkan muhtelif fıkhî görüş ve reyler neticesinde de ehl-î sünnete mahsus olan, muteber fıkhî mezhebler meydana gelmiştir, kurulmuştur.

Beyan ettiğimiz veçhile, İlk zamanlarda ehl-i sünnet ve'l-ce-mâate bağlı mezheblerin sayısı çoktu. Lâkin, bu mezheblerden gerekli şartlan tamamiyle ihtiva eden, müslümanların ihtiyaçla­rını temine kâfî gelen ve umumun kabulüne mazhar olmuş buiu-nan dört mezheb yaşayıp payidar olmuştur. Bunlar, İ mâ m-ı Âzam Ebû Hanîfe, İ m â m -1 Mâlik, İmâm-ı Şafiî ve İmâm-s A h m e d b. H a n b e I Hazret-' leri'nin mezhebleridir.

Diğer mezhebler ise, ya zuhurlarının başlangıcında tabî olan­ları kalmıyarak, bu cihetten bitip tükenmişler veyahud da tabî olanları vakit vakit zuhur ederek İslâm dünyasının belli bir kıs­mına münhasır kalmışlardır. Abdullah b. Ş ü b r'u m e ve M u h a m m e d b. E bî L e y I â 'mn mezhebleri ilk zamanlarda tabiî kalmayan mezheblerden, D â v û d-i Z â-h i r î'nin mezhebi ise tabileri zaman zaman zuhur eden mez-heblerdendir.

Hakkında kat'i nas bulunmayan hususlarda fukahâ-i kiram'in şer'î usulü dairesinde îctihad etmeleri şer'an caizdir. İctihad: füru'attan olan bir şer'î hükmü, şer'î delillerinden istinbat ve is­tihraç hususunda, müctehid'in olanca ilmî kudret ve takatinf sarfetmesi demektir. Kitâbullahı ve sünneî-î Resüluliah'ı hakkiy-le bilen âlimlerin îctihad yapmalarının meşrü'iyyeti bütün müslü-manlar için ilâhî bir rahmet olmuştur. İçtihadın meşru' kılın­ması îctimâ'î işlerin en güzel bir şekilde tanzimini ve medenî terakkıyâtın sür'atle meydana gelmesini mûcibtir. İctihad, muaz­zam İslâm şer'iatının hikmet ve maslahat üzerine kurulmuş olduğunu, her asırda ve her yerde kâbil-i tatbik bulunduğunu is-bata kâfî bir esastır.

Fakat, şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki, ictihad'ın pek çok mühim şartları vardır. Öyle, her aklı esen kimse ictihad yapa­maz; istiihad'a muktedir olamaz. Hele, islâmî ilimlerle hakkıyle mücehhez olmayan, dine titizlikle bağlılığı ve fazileti herkesçe ittifakla kabul edilmiş bulunmayan kimselerin, ulu-orta içtihada kalkışmaları katiyyen doğru değildir. Böyle bir davranış, pek çok dinî mahzurları beraberinde getirir. Müslümanlar arasına boş yere İhtilaflar ve ayrılıklar sokar.

ictihad konusunda gerekli hassasiyeti göstermeylp, bilgisiz­ce, sorumsuzca ve yetkisizce içtihat yapmaya yeltenen, yakın zamanlarda yaşamış bazı kimselerin ve onların tarihteki ve günü­müzdeki uzantılarının İslâm âleminin başına ne büyük belâlar açtıkları ve nekadar yıkıcı fitneler çıkardıkları bu gün apaçık ortadadır. Birleştireceğiz derken dağıttılar ve güçsüz düşürdü­ler. Islah edeceğiz derken, bozuldular ve yabancıların oyununa geldiler. Kendilerinin ilim, diyanet ve faziletleri âmmece mü­sellem olmadığı halde, büyük müctehidlere dil uzatacak dere­cede hadlerini aştılar da, cehl, kibir, enaniyet ve kötü niyetle­rini ortaya koydular. Dört hak mezhebi -'haşa-  fazla görerek, birleştirmek sevdası ile herkesin İctihad edebileceğini İleri sür-düier de, herkese ictihad ettirerek, sayısız mezheplerin ortaya çıkması için kapı aralamaya çalıştılar.

Ama elbette kötü niyet ve kötü amelliler muvaffak olamı-yacaklardır. İslâm, elbette bütün ihtişamı ile kıyamete    kadar bakî kalacaktır.

e) Fıkıh Usûlü İlmi: Ashabı Kiram ve o örnek nesli ta­kip eden se!ef-i sâiâhîn, arapca lafızların bütün inceliklerine, ya­ratılışları ve bu dildeki üstün güç ve mehâretleri sayesinde ta­mamen vâkıf idiler. Arapça lafızlardan hüküm çıkarmak için ilim halinde tedvîn edilmiş bir takım usûl ve kaidelere muhtaç de­ğildiler. Bundan dolayı onların zamanında şer'i delillerden dinî hükümleri istinbât ve istihraç için müstakil bir ilim yoktu. Fakat, sonradan gelen âlimlerin büyük bir kısmı lisan bakımından bu iktidar ve mehâreti gösteremediklerinden, bu mahiyette bir ilme ihtiyaç hissedildi. Dolayssiyle ulemâmızın büyükleri tarafından Fıksh Usulü fimi tetvin edildi. Bu ilim sayesinde edîîle-î erbaa'. nın ahvâli ve bu delillerden şer'î hükümlerin hangi usûl ve yol­larla çıkarılacağı en güzel bir şekilde öğrenilir.

Kısa tarifi İle, şer'î hükümleri, tafsili delillerinden istinbâ-ta kendileri ile ulaşılan kaideleri ta'rife mütekeffil olan ilimdir. Mevzuu, kendisinden hüküm çıkan deliller; gayesi ise, hükümle­ri bilip, gereğince amel ederek, saadete ulaşmaktır.

Bu ilmi ilk vaz' eden İmâm Ebû Yûsuf Hazret­leridir. Diğer Hanefî fâkihleri de bu ilmin mes'elelerini genişle­tip, zenginieştirmişler ve süslemişlerdir. Hanefî Fâkihlerinden Ebû Zeyd ed-Debûsî de Fskıh Usulü İlmini kemâl mertebesine yükseltmiştir.

Hukuk, ceza, idare ve sair konulardaki fıkhî hükümler, fıkıh usulü ilmi kaidelerine uyularak şer'î delillerden çıkarılmıştır. Bu hükümlerden hiç biri başka milletlerin hukukundan alınmış değil­dir. Bu durum ise, dünyada sadece İslâm kanunu demek olan Fikha mahsus fevkalâde müstesna ve şerefli bir haldir.

Hanefî fıkhına hizmet edip bu konuda çalışan, eser verip, talebe yetiştirerek bizlerin yolunu aydınlatan fukahâ pek çoktur. Bu fukahâ'dan ilim ve hizmet itibariyle en başta gelenlerini şifr şu kıt'ada ne güzel toplamış :

«Fıkhı,    İ b n i    M e s ' û d    ekti. Ve   A Ik a m e biçti. Sonra    İbrahim    fNehaî)    harman yapıp dövdü.

(İmâm-ı   Azam   Ebû    Haîfetî'n-JNu'man Öğüttü ve

[İmâm    Ebû   Yûsuf)    Yâkub   (b.    İbrahim) hamurunu kardı.

(İmâm) M u h a m m e d de ekmek yapıp pişirdi. Di­ğer insanlar da hazır yiyorlar.»

Hanefî fıkhı, esas itibariyle İmâm-ı Âzam Ebû H a n î f e ' nin, İmâm Ebû Y û s u f' un ve İmâm Muhammed'in kavillerine dayanır. Mes'eleler umumiyetle bu üç büyük imâm tarafından incelenmiş ve hükme bağlanmış­tır. Fıkıhta., bu üç mübarek zata, üç imâm manasına «Eimme-İ Selâse» tabir edilir.

İmâm-ı Âz.a m Ebû Ha n î f e ile İmâm Ebû   Yûsuf'un ikisine «Şeyhaytı» tabir olunur1.

İmâm-ı Âz a m Ebû H a n î f e ile İmâm Muh a m m e d ' in  ikisine Tarafeyn» tabir olunur.

İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muham-m e d ' in   ikisine ise «Sâhîbeyn» veya «İmâmeyn» tabir olunur.

Fıkıh kitaplarında sık sık kullanılan, Eimme-i Selâse, Şeyhayn, tarafeyn, sâhîbeyn ve îmâmeyn gibi tabirler, yukarıda yazdığı­mız manalarda kullanılan tabirlerdir.

«Tarîh-i Bağdâcf» Hanefî Meshebî'nın dört büyük imâmı için şunları naklediyor:

M ü z e n î' ye birisi gelip Irak Fuhakâsım sorarak :

—  Ebû    Hanîfe    hakkında ne dersin?demiş o, da :

—  Onların efendisidir, ulusudur, cevabını vermiş, gelen şahıs:

Yar Ebû Yûsuf? diye sormuş.

Hadîse en çok tabi olanlarıdır, cevabını almış.

Muhammed   b.   Hasan?

Furû' mes'elelerini en çok açıklıyanlandır.

Ya,   Z ü f e r ?

Kıyasta en keskin olanıdır.

f) Hilâfiyat İlmî : Büyük müctehitler, hakkında nas bulun­mayan bazı meselelerde ihtilafa düşmüşlerdir. Aslında her bi­rinin bu konudaki içtihadı bazı delillere ve asıllara müstenittir. İşte müctehidlerin ihtilaf ettikleri mes'eleleri ve her birinin çı­karttığı  hükümleri  kendilerine bu  konuda muhalefet edenlerin reddetmesine karşı deliller ile müdafaa etmek üzere Hilâfiyat ilmi tedvin olunmuştur. Bu ilim bir bakıma, İslâm kanunlarını mu­kayese ilmidir.

Bu ilmin müessisi Ebû Zeyd ed-Debûsî1 nîn, Kitâbü't - Ta'Iîka; İ m â m -1 G a z â I î ' nin Kitâbü'l - Makasıd gibi eserleri bu konudaki mühim kitaplardandır.

g) Ahlâk İlmi: Bu ilim, insanın hayatını tanzime ve dav­ranışlarını düzeltip güzelleştirmeye yarayan bir ilimdir. Her mil­letin ahlâk ilmi olmuştur ve halen de vardır. İslâm'ın dışında ki ahlâk telakkileri  ve ahlâk  ilimleri  felsefeye dayanır. İslâmda ahlâk ilmi ise, Kur'an-ı Kerîm'İn naslarma,  Peygamber (S.A.V.) Efendimib'in   sünnetine ve İslâmî âdaba müs­tenittir.

Ahlâk'a ait ilk eser Abdullah b. Mübarek'in Kitâbü'z-Zühd'üdür.    İmâm-ı.Gazal î' nin İhyâu Ulûmi'd-

Dîn'i ve Kınalı-zâde Ali    E f e n d i' nin Ahlâk-ı Alâî'-si de muteber   ahlâk kitaplarındandır.

h) Tasavvuf İlmi : Ruhun terbiyesinden, kalbin tasfiyesin­den, seyr ve suluktan, ma'nevî zevklerden bahseden bir ilim­dir. Tasavvufun pek çok tarifi vardır. Biz bunlardan ikisini kay­detmekle yetineceğiz. Tasavvuf: Kalbi Allah (C.C.) a bağlamak ve mâsivâdan alâkayı kesmektir. Tasavvuf: Zahiri ve batını şer'î âdâbla süslemenin semeresi olarak, insanda tecellî eden feyz-i nebevinin kemâlatından ibaret bir haldir.

İslâm'ın ilk zamanlarında nefs mücadelesi ile ibadet ve taat-la meşgul olan zatlara âbid, zâhid denilirdi. Bu gibi zatlara soTı-ralan söfî, mutasavvıf denilmiştir.

Tasavvufun menbâı Kur'an-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerle, Hz. Ebü Bekir (R.A.) ve Hz. Ali (R.A.) gibi büyük sahabelerin yüce sözleridir. Bu kaynaklardan gelen ruhanî neşve sayesinde İslâmî tasavvuf doğmuştur. Yoksa, tasavvuf müslümanlara diğer millet­lerden gelmiş bir şey değildir. Bu iddia, olsa olsa, İslâmî haki-katları bilmeyenlerin câhilce bir iddiası ve iftirası olabilir.

Tasavvufta, İslâm'ın zahirine en ufak bir muhalefet olamaz. Ayrıca tasavvufun ümmetteki ruhî kabiliyeti inkişâf ettirdiği de bir gerçektir. Bu sahada da pek büyük ve faydalı eserler telif edilmiştir.

 

İslâm Dini ve İçtimaî Hayat

 

îslâm Dinî, beşeriyetin maddî, manevî kalkınmasını temin eden bir ilâhî nizamdır. Cemiyetlerin maddî kalkınması, o top­lumun iktisadî ve İdarî kuvveti ile orantılıdır, İslâmsa, her sa­hada çalışıp, ilerlemeyi ve birlik ve beraberlik içinde yaşamayı emretmektedir. Manevî kalkınma ise iiimie, İrfanla, fikir aydın­lığı ile dinî, ahlâkî İyi bir terbiye almakla mümkündür.

Yüce dinimiz bu hususlarda gereken âmil ve sebepleri be­şeriyete göstermiş ve öğretmiştir. Dinî kitaplarımızın muhtevi­yatına ve İslâm tarihinin şanlı sayfalarına bakanlar bu ifademi­zin kuru bir iddia olmadığını göreceklerdir.

 

İslâm Açısından Eşitlik

 

İslâm dininde bütün insanlar yaratılışta birdirler, bir aileden çoğalmışlardır. Hiç bir topluluğun diğer bir topluluğa, hiç bir kavmin diğer bir kavme üstünlüğü yoktur. Cinsiyet ve kavmi­yetle öğünrnek yasaktır. İnsanların Allah İndinde en mükerremi en çok takva sahibi olanıdır. Nitekim Rabbımız, Kur'an-i Azîmü'ş-sâmnda «Ey insanlar, muhakkak kî biz sizi bir erkekler bir dişi­den yarattık. Siz [sırf) hirbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en İleride olanınizdır. Hakiykaten i Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.»[14] buyurmuştur.

Müslümanlıkta zadeganlık unvanına ve İmtiyazına sahip özel bir sınıf da yoktur. İnsanlar yaratılışta eşit oldukları gibi hukuken de eşittirler. Bir hükümdar ile her hangi bir vatandaş arasında hukuk açısından bir fark yoktur. Mahkeme huzurunda her ikisi de aynı vaziyette bulunmaya dinimizce mecburdurlar.

Peygamber (SAV.) Efendimiz: «İnsanlar birbirlerine tarak dişleri gibi müsavidirler.» mealindeki hadis-i şerifleri yüce dinimizin insanlar arasında adalete ve eşitliğe ne kadar ehemmiyet verdiğini tereddüte mahal  kalmadan, ortaya koymaktadır.

İslâm Dininde ruhanî, cîsmânî diye iki içtimaî sınıf da yok­tur. Her müsluman aynı hukuka sahip, aynı vazifelerle mükellef­tirler, Müslümanların memleketinde herkesin şahsî, fikrî ve ilmî hürriyeti vardır ve bunlar meşru' bir şekilde korunmuştur.

İslâm dinî yalnız ruhanî veya yalnız cismânî bir din değil­dir. Dolayısiyîe, müslümanların vazifelen de yalnız ruhanî veya yalnız cismânî vazifeler değildir. İslâm, hem ruhanî hem de cis­mânî vazifeler değildir. İslâm, hem ruhanî hem de cismânî va­zifeleri içine alarak, inananları yüceltmek ister. Bunun i;indir ki dinimiz ibâdetlerimizi ve vicdanî vazifelerimizi bize öğretip, telkin ettiği gibi içtimaî, idarî, iktisadî ...vazifelerimizi de tayin etmiş ve göstermiştir. Bazılarınca söylenen «din yalnızca vicdan işidir» gibi sözler, İslâmiyet'in yüce hakikatini bilmemekten doğmaktadır.

 

İslâm Açısından Hürriyet

 

İslâm nazarında herkes hür olarak dünyaya gelir; herkes fik­rinde ve ilmî kanaatinde hürdür. Hiçbir kimse bir başkasının hür­riyetine haksız yere taarruz edemez. Tabiîdir ki, insanların böyle-, ce hür olmaları, kendilerinin bazı vazifelerle mükellef tutulma-maları ve bazı kayıtlarla bağlı olmamaları demek değildir. Gö­rülmez mi ki bu kâinatta tamamen hareket sarbestisine sahip, di­lediğini dilediği şekilde yapan bir zerre bile yoktur. İnsanlar ise, Allahu Teâlâ'nın lütfettiği akıl nimetine mâlik ve medenidirler. Diğer yaratılmışlara nîsbetle, kendilerine verilen kudretten, da­ha çok istifade edebilmektedirler. Bundan dolayı, kendilerine dünyevî ve uhrevî pek çok vazifeler verilmiştir. Bu vazifeler de yine kendi menfaatleri gereğidir. Onun içindir ki insanların ha­reket serbestisi kısmen tahdid edilmiş, sınılandırilmiştır. Ama, meşru1 olan hürriyet hakları dinimizce her şekilde mahfuz tu­tulmuştur.

Müslümanların 14 asırdır yaşadıkları bu hürriyet havasına Avrupalılar son zamanlarda ve kısmen nail oldular. Eriştikleri bu kısmî hürriyet onları âdeta sevinçten deli etti.

Bir bakıma Avrupalılar, nail oldukları bu kısmî hürriyetten dolayı sevinip, taşkın ve ölçüsüz hareket etmekte mazurdular.

Çünkö, hrisîiyan dünyası idarecilerin ve ruhban sınıfının baskı­sından dolayı asırlarca zati hürriyetten mahrum yaşamıştı. Hatta bazı zamanlarda, hükümdarlar bile papaların afarozuna uğramış­lar ve uzun ımüddet mahrumiyet içinde yaşamışlardır. Ruhanî reisler dilediklerini cennete gönderirler, 'istemediklerini de ce­henneme yollarlardı. İHatta, her hangi bir kimsenin hidayete erebilmesi için de kendilerinin tavassutunun şart olduğunu söy­lerlerdi. Dinî sırların, fikirle anlaşıiamıyacağıni, çözülemîyeceği-ni iddia ederler ve insanların dine körükörüne bağlanmasını İs­terlerdi. Böylece de, Allahu Teâlâ'nın İnsana büyük bir armağanı olan aklın kıymetini düşürmeye ve düşünme hassasını iptale çalışırlardı. Bu adamlar, sadece kendi imtiyazlı durumlarını ko­rumak ve dinî mahiyetlerini gizleyebilmek için, okumak ve yaz­mak işlerinin kendilerine has bir hak olduğunu savunmuşlar ve böyece de diğer insanları asırlarca ilmî ve fikrî hürriyetten mah­rum bırakmışlardır. Bu zihniyetin, nice bilgin ve düşünürleri ate­şe attığı ve nicelerine zehir içirdiği, nicelerini de giyotine ver­diği tarihen sabit gerçekler değil mi?

Bir de şerefli İslâm tarihine bakılsın. İnsanın şahsına, fikrî ve İlmî hürriyetine karşı işlenmiş herhangi bir cinayete her han­gi bir faciaya rastlanabilir mi? Elbette rastlanamaz. Çünkü İs­lâm nazarında herkes kendi ameline göre mükafat veya mücazat görür. Hatta Peygamber (S.A.V.) Efendimi? bile İsetdiğini bizzat hidayete nail edemez. Dilediğine 'hidayet eden ancak Cenâb-ı A I I a ıh 'tır. Nitekim, Kur'an-ı Kerîm'de : «Hakıykat sen (habibim) her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremez­sin. Fakat Allah'dır ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O, hida­yete erecekleri daha iyi bilendir.»[15] buyurulmuştur.

İslâm'da akim ve fikrin büyük bir kıymeti vardır. «Âhiret gününde mü'minlerin akıllarının dereceleri nisbetinde yüce mer­tebelere nail olacakları» bir hadis-î şerifte beyan buyurulmuştur.

Kur'an-ı Kerîm'de dinî hükümleri idrâk ve mahlukâtın ha­kikatim anlama hususunda akıl ve fikir kuvvetlerini kullanmıyanlar, «düşünmezler mi?», «akletmezler mi?» diye pek çok yerde îkaz edilmekte ve bu durumları kö­tülemektedir.

Dinimize 'göre, ilimler ve fenler herhangi bir had ile sınır­landırılmamış olduğu gibi herhangi bîr zümreye de tahsis edil­memiştir. Kadın ve erkek her müslüman için ilimleri ve fenleri tahsil etmek dinî bir vazifedir.

Bu vaziyet karşısında, İslâm'a düşman olan ve düşmanca davranan kimselerin bu konudaki cahilliklerine acımak ve şaş­maktan ve onlara gözünü aç da İnsafla İslâm'a bak demekten başka elden ne gelir.

 

İslâm Açısından Esaret

 

Esaret usûlü ilk asırlardan beri beşeriyette câri olmuş bir haldir. Vaktiyle milletler arasında aslî hal, harp hali idi. Bu sü­rekli harbelrde, 'her millet eline geçirdiği esirleri öldürürdü. Sonraları bu usûl biraz değişti. 'Esir düşenlerin hepsi öldürül­müyordu. Bunlardan bir kısmı Ziraatte ve diğer ağır işlerde ça­lıştırılıyordu.

Esirlik, sadece bu harblerin sonucunda meydana gelen bir du­rum da değildi. Habeşistan ve saire gibi bazı Afrika ve Asya ülkelerinden bir takım insanlar satın alınarak veya zorla kaçırı­larak köle ve câriye olarak kullanılırdı. Hatta borcunu Ödeyeme­yen veya oynadığı kumarda kaybedenler bile köle ittihaz edilebi­lirdi.

Eflâtun gibi batının iftihar ettiği bir 'çok filozoflar dahi bu esaret usulünden övgüyle bahsetmişlerdir.

İslâmiyet geldiği zaman, insanlardaki hürriyet anlayışı bun­dan ibaretti ve esaret bu derece yaygın bir hal almıştı. Esaret müessesesini bu halde bulan İslâm dini, onu birdenbire ortadan kaldırmayı hikmet ve maslahata uygun bulmadı. Fakat esaret konusunda birçok âdilâne hükümler va'z ederek bu müesseseyi ıslah etti ve pek çok sınırlamalar getirdi.

Müslümanlar da vaktiyle esirleri köle ittihaz ederlerdi. Fa­kat onları kendi ailelerinin fertleri gibi korurlar, en yüksek mek­tep, medrese ve daru'l -fünûn'1-arda okuturlar, liyakatli olanları­nı da en yüksek devlet "hizmetlerinde istihdam etmekten zerre kadar çekinmezlerdi.

H z.   Ömer   (R.A.) in :

— Ebû Huzeyfe'nin azadlısı S â M m sağ ol­saydı, onu veliyiahd ederdim» dediği meşhurdur.

Kur'an-ı Kerînı'de Yüce Rabbimlz, Köle ve ca­riyelerinize rıfk ve ihsanla muamele ediniz.» diye müteaddit emir ve tavsiyelerde bulunmuştur.[16]

Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz   de:

— «Köle ve carîyeteleriniz hakkında A I I a h ' tan kor­kunuz! Onlara yediğiniz yemekten yediriniz ve giydiğiniz elbi­selerden giydiriniz. Kendilerine tâkatlanndan fazla iş teklif et­meyiniz.» buyurmuşlardır.

Bununla beraber İslâm dininde köle ve cariyeleri azad et­mek en büyük ibadetlerden sayılmıştır. Köleliği ortadan kaldır­mayı gerektirecek pek çok sebep ve ahkâm mevcuttur.

Hataen adam öldüren, ramazan-ı şerîf orucunu teammüden bozan, yemin ettiği halde onu yerine getiremeyen kimselerin, ceza olarak köle azad etmeleri bu cümleden olan şer'î sebeblerden-dir.

Şurası kesin olarak bilinmelidir ki, İslâmiyetin kabul ettiği esaret müessesesi ve bu konudaki tatbikatı ile yakın zamanlara -hatta günümüzde de- kadar medenî (!) Avrupa'da carî olan esaret usulü asla mukayese edilemez.

Avrupalılar ve Amerikalılar esirlerini hayvanların bile yapamıyacakları kadar ağır olan işlerde çalıştırırlar ve bunları her türlü insanî haklardan mahrum bırakırlardı. On sekizinci yüz­yılın sonlarına kadar zavallı zencilere yaptıkları zulümler en katı kalpleri bile titretecek vahşette idi. Bu gün bile, esaret mües­sesesi ilga edilmiş olmasına rağmen, medenî (!) batılıların müstemlekelerinden getirerek, kendi millî ve siyâsî varlıklarını korumak için, cephelere bol bol ve sorumsuzca sürdükleri on-binlerce Afrikalı ve Asyalılara uyguladıkları dayanılmaz muame­le, eski esaret sisteminin yeniden hortlatılmasmdan başka ne olabilir? Batılıların «paralı asker» yaftası altında, başka millet­lerin evladlarını kendi nâm ve hesaplarına cebhelere sürmeleri, yaşayabilmek için, gözlerini kırpmadan onları ölüme gönderme­leri esaretten başka ne İle îzah edilebilir?

 

İslâm Açısından Savaş

 

H z. M u b a m m e d [S.A.V.) Efendi m I z kendisine Peygamberlik vazifesi tedvi' edilince, insanları sene­lerce mevizay-i hasene ile rıfk ve mülâyemetle hak yol olan is­lâm dinine da'vet etti. Kâfirler ise bu güzel Öğütlerden, bu fev­kalâde ince ve yumuşak muamelelerden gerekli nasihati alma­dılar, İslâm'a gelmediler. Aksine âlemlere rahmet olmak üzere gönderilmiş bulunan o yüce Peygamberimize ve O'nun ashabına tecavüz ve taarruzda bulundular, zulüm ve iş­kence ettiler. Küffârm bu zulüm ve işkencesi neticesinde şehid olan sahabeler olduğu gibi, pek çok sahabî de bu sebeple öz memleketleri olan Mekke'yi terk ederek başka diyorlara hicret etme mecburiyetinde kaldılar. Habeşistan'a yapılan hicretlerle, Mediney-i Münevvere'ye yapılan hicretler ve Resûl-ü Ek­rem (S.A.V.) E f e n d İ m i z ' in de Medine'ye hicret buyur­ması bu cümledendir.

Nihayet, Peygamber (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in hicretlerinden bir veya iki sene sonra, R a b b ı m ı z cihad'a izin verdi.

Görüldüğü gibi, müşrikler İslâm'ı iyilikle kabul etmiyorlar ve kabul etmemekle de kalmayıp, müslüman olanların en tabiî ve mukaddes hakları olan inanma hürriyetlerine de müdahale ediyorlardı. Müslümanlar bütün insanların cehaletten ve şirkten kuitulmasim talep ediyorlar, müşrikler ise bu ulvî gayenin tahak­kukunu engellemek için gayr-i meşru' her yola, zulme, işkenceye, su-i kaste başvuruyorlardı.

Mukaddes bir hakkın, ulvî bir gayenin muhafaza ve müda­faası sulh yolu ile yapılan bütün çalışma ve gayretlere rağmen mümkün olmuyordu. Bunun için -sulh İçin 'her yol denendikten sonra-kuvvete başvurmaktan başka çare var mı? Sulh yolu ile mümkün olmuyorsa, en mukaddes haklar ve ulvî gayeler uğruna kuvvete başvurmaktan daha meşru' ne olabilir?

Bazı1 batılılar, dinimizin cihâd hakkındaki hükümlerine ba­karak, İslâm dininin kılıç kuvvetiyle yayıldığını, hristiyanliğin ise bil'akis sulh ve barış içinde genişlediğini iddia ederler. Bu iddia bütünü İle hakikata muhaliftir.

Bu İddianın Islâmiyetle ilgili başlıca yanlışlıkları şunlar:

a) İslâm dinî esasen hikmet ve nasihat üzerine kurulmuş­tur. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîminde :

—  (İnsanları)  Rabbının yoluna hikmetle (hakkı açıklayan, şüpheleri gideren delillerle, sağlam hüccetlerle) ve güzel öğüdle (ikna' edici hitabelerle, faideli tâbirlerle) da'vet et. Onlarla mü­cadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap[17] buyurmaktadır.

İslâm'ın kılıç zoru ile yayıldığını iddia edenler şu sorulara nasıl cevap verecekler?

—  Hz.   M u >h a m m e d    Mustafa   (S.A.V.)   E f e n -d im ize,    Peygamberlik vazifesinin   verilmesinden hemen sonra İslâm şerefi ile şereflenen bir çok münevver ve kudretli zatın Müslüman olmasında hangi kılıcın tesiri olmuştu acaba?...

—  Habeşistan    İmparatoru    Necaşî   han­gi kuvvetten korktuğu için İslâmiyeti kabul etmişti dersiniz?

—  Hîcret-i Nebevî'y' takiben Müslümanlığı seçen milletler, bir avuç insandan korktukları için mi müslüman olmuşlardı?

— Ya bu gün! ...Bu günkü duruma ne dersiniz : Müslüman­lar asırlardan beri zor ve baskı kullanabilecek bir durumda ol­madıkları halde, dünyanın her tarafında, bilhassa bütün Afrika'­da, Amerika'da, Avrupa'da, Hindistan'da, Endonezya'da binlerce, on binlerce insanın İslâmiyeti kabul etmeleri hangi kuvvete da­yanmaktadır sizce?

Güneşin balçıkla sıvanamıyacağı gibi, İslâm'ın da sırf insan­lığı dünyada ve âhirette huzur ve saadete erdirecek yegane ni­zam, hak din olmasından dolayı yayıldığı ıgerçeği de örtbas edi­lemez, saptırılamaz. Çünkü gerçek sadece budur.

b) Bununla beraber, İslâm cihanşümul bir dindir. Bundan dolayıdır ki tarihte pek büyük İslâm devetleri meydana gelmiş­tir. Günümüzde de bir milyara yakın müslüman ve İslâm devlet­leri vardır. Böyle bir dinîn harb ile alakalanmaması, bu konuda kaideler vaz' edip, hükümler İhtiva etmemesi mümkün olur mu?

Görülüyor ki, insanlar arasında harb eksik olmamış ve ek­sik olmayacağa da benzemektedir. Şuursuz ihtiraslara sahip.insan, oğlunun aralarında hayat mücadelesinden harbden eser kal-mıyacak bir olgunluğa erebileceği ümid bile edilememektedir.

Islâm'sa, kaçınılması mümkün görülmeyen bu mücadeleleri bir takım İnsanî ve ahlâkî kaide ve usullerle kayıt altına alıp tahdit etmiştir. Bu konuda vaz' ettiği yüce ahlâkî hükümlerle, harbin facialarını hafifleştirmiştir.

İddianın hristiyanlıkla ilgili kısmına gelince :

a) Bu iddianın «hristiyanlıkta cihad yoktur, cihadia ilgili hükümler yoktur.» bölümü üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur.

Hz. İ s a (A.S.) dünyada bulunduğu müddetçe kendisine pek az kimseler inanmıştı. Durum böyle olunca, H z. İsa (A.S.) m cihada mezun olması zaten düşünülemez.

Ayrıca, hristiyanlar: «Hz. İsa (A.S.), Hz. M û s â (A.S.) in şeriatını neshetmemiştir.» iddiasında bulunuyorlar. M û s â A.S.) in şeriatında ise cihad mevcuttur. H z. İsa (A.S.), H z. M û s â (A.S.) in şeriatı ile amel ettiğine göre H z.    İsa' nın şeriatında da cihad var demek değil midir?

b) Hristiyanlığın sulh  ve   barış yoluyla genişleyip yayıl­dığı iddiasına gelince; bu da hilâf-ı hakîkat bir iddiadır.

Sulh ve barış yanlısı bir dine mensub olduklarını iddia eden hristiyanlann, milâddan bu yana harbsiz geçirdikleri bir asır var mı? Hâlen birbirleri ile ve diğer dinlere mensup milletlerle sa­vaşan hristiyanların mevcudiyeti ne ile izah edilebilir?

Hristiyanlığın yayılmasında kılıcın pek çok müessir olduğu tarihen sabit bir gerçektir: K o s t a n t i n siyasî bir mak­satla hristiyanlığı kabul etmiş ve bir dinin yayılması için pek çok savaşlar yapmıştır. Bu gerçeği kim inkâr edebilir.

Saksonyahları kuvvet kullanarak Ş a r im a n ' in hristîyan-laştırmiş bulunduğu tarih kitaplarında yazılı değil midir?

 

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin İmâm Ebû Yûsuf'a Vasiyeti:

 

Ey Ya'kub!

Sultana (devlet başkanına) saygılı ol. Kendi vakarını da mu­hafaza et. Onun makam ve mevkiine de ta'zim et.

İlmî bir mes'ele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırma-dikça, huzuruna girmekten kaçın. Çünkü, onun huzuruna lüzum­lu-lüzumsuz girip çikarsan, sana itibar etmez, kıymet vermez. Onun indinde değerin düşer, mevkiin sarsılır.

Sultan ile ilişkilerinde, ateşten faydalandığın gibi davran; uzakça dur; ona çok yaklaşma. Ateş çok yaklaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan da ateş gibidir, herşeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de bşka kimsede görmez.

Sultanın huzurunda, -bilhassa ilmî konularda- çok konuş­maktan sakın. Çünkü söylediklerini alır ve sonra bunları senin aleyhine kullanır. Kendisini etrafındaki kimselere senden daha âlim gösterebilmek için, senden öğrendiklerini kendi bilgisi imiş gibi söyler. Hatta seni hatalı çıkarmaya çalışır. Muhitinde göz­den düşersin. Sultanın huzuruna girdiğin zaman, hem kendi kad­rini, hem de başkalarının kadrini bil ve koru. Sultanın yanında tanımadığın bir âlim varken huzura girme : Çünkü, sen ilim ci­hetinden ondan aşağı bir durumda bulunabilirsin ve ola ki huzur­da yaptığın konuşma ile ondan üstün gözükebilirsin. Bu sebeple adamın seni bir zarara uğratmak için çalışması muhtemeldir.

Bu hâlin tersi de mümkündür: Sen ondan daha bilgili olabi­lirsin. Buna rağmen, sultanın huzurundaki konuşmalarla ondan aşağı bir seviyeye inebilirsin; öyle gözükebilirsin. Bu takdirde de sen sultanın gözünden düşersin.

Sultan sana ilmî, fıkhî bir iş, bir görev teklif ederse, dü­şün ve ancak senin şahsiyetine ve mezhebine uygun görürse» kabul et. Sana ve mezhebine rıza gösterilmeyeceğini anlarsan o işi, görevi kabul etme.

Sultanla buluşmak için, onun adamlarını ve etrafındaki ki­şileri vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş. Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şere­fin ve merteben yerinde kalsın.

'Halkın önünde lüzumsuz konuşma, sadece sordukları sualle­re cevap ver.

Halk ve tüccarlar arasında da zarurî ve dinî ilimlerle ilgili olmayan sözlerden sakın. Böyle yaparsan mal ve dünyaya rağ­betinden bahsedilmez. Aksi halde halk ve ticaretle iştigal eden­ler, haklarındaki hüsn-ü zannıni kötüye yorarlar ve onlara rağ­bet etmeni, kendilerinden rüşvet almış olman şeklinde yorumlar­lar.

Halk arasında gülme ve hatta gülümseme. Çarşı ve pazar yerlerine de fazla çıkma.

Halkla ve halkın ihtiyarları ile birlikte yol ortasında yürü­me. Çünkü onların arkasında yürürsen, bu durum senin ilmine hakaret olur. Onların önlerinde yürürsen, bu durumda da onlar seni ayıplarlar. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendi­miz: «Küçüklerine sevgi, büyüklerine saygı göstermiyenler bizden değildir.» buyurmuşlardır.

Yol ağızlarında ve köşebaşlarında oturma. Bir yerde otur­man gerekiyorsa, mescitlerde veya mescitlerin avlularında otur. Dükkanlarda da oturma.

Çarşıda, sokakta ve mescitlerde bir şey yeme.

Yol kenarlarındaki çeşmelerden, musluklardan ve sakaların ellerinden su içme.

Safî ipekten veya ipekten yapılmış atlas gibi kumaşlardan elbise giyinme. Zira bunlar, insanı gevşekliğe ve ahmaklığa sevkeder.

Eşinin yanında başkalarının hanımlarından ve hizmetçilerin işlerinden bahsetme. Böyle şeylerden söz edersen, karın sana karşı edepsizlik ve küstahlık eder. Sen başka kadınlardan bah­sedince, karın da kendinde, yabancı erkeklerden söz etmek hak­kını bulabilir.

Mümkünse, dul bir kadınla veya yanında babasını veya ana­sını veya Önceki kocasından olan kızını getirecek olan kadınla evlenme. Bu mümkün olmaz da bu vasıftaki kadınlardan birisi İle evlenirsen, en yakın da olsa hiç bir akrabasının, kadının yanına girmemesini şart koş. Çünkü, kadın seninle evlenerek mal ve servet sahibi olunca, babası onun bütün malının kendisine aid olduğunu ve kızının elinde emaneten bulunduğunu iddia edebi­lir. Elinden geldiği kadar iç güveysi de olma.

Başka kocasından çocuğu olan dul kadınla da evlenme. Çünkü, o kadın, bütün malı o çocuklar için toplayıp biriktirir. Senin malından çalar ve onlara harcar. Zira, her kadın için ev­lâdı senden daha kıymetlidir.

Sakın bir evde iki hanımım birlikte bulundurma. Birden faz­la evlenmişsen, onları ayrı evlerde oturt. Evlilik hayatının bütün maddî ihtiyaçlarını temin etmeye muktedir olduğunu anlama1 dan evlenme.

Önce ilim tahsil et; sonra helâlinden mal ve servet temin et; daha sonra da evlen. Çünkü, ilim tahsil ettiğin sırada, ha­yatını kazanmak için de uğraşırsan, ikisini bir arada yürütemez ve tahsilini noksan bırakmak zorunda kalırsın. İlim tahsilinden1 önce kazanacağın servet ise seni dünya ile meşgul olmaya, köle ve cariyeler alıp hizmetçiler edinmeye teşvik eder. Bu durumda da vaktin boşa gider. İlim tahsilinden önce evlenirsen, çoluk ço­cuğa karışırsın; nüfusun artar. Onların ihtiyaçlarını temine ça­lışırken ilim tahsilini bırakmak mecburiyetinde kalırsın.

Gençken, kuvvetli iken, gönlünü meşgul eden şeyler yokken ve kafan zinde iken ilim sahibi olmaya çalış. Sonra da mal ve servet sahibi olmaya çalışırsın. Zira, çoluk-çocuğun çoğalması zihnini meşgul eder. Hayatını kazanınca da evlenebilirsin.

Daima C e n â b -1 Hak' dan kork. Kötülüklerden uzak dur. Emânetleri ehline, sahibine teslim et.

İster avamdan olsun, ister havastan, ister büyük olsun, is­ter küçük her kişiye iyilik et ve nasihatta bulun.

Sakın, hiç bir kimseyi küçük görme. Vakarını koru ve her­kese hürmet göster. Halk ile fazla içli dışlı olma, lüzumu halin­de onlar seni arayıp bulsunlar. Seni ziyarete gelenleri güleryüz-Ie karşıla. Onlara iyi davran ve sordukları mes'elelere cevap ver. Eğer sual sahibi, sorduğu konu hakkında malumat sahibi ise, ilgisi artar ve ilimle iştigal eder. Eğer sorduğu konu hakkında ma­lumat sahibi değilse bu takdirde de sana hürmet ve muhabbet besler. Soru sahipleri karşısında dinî naslara delil arayıp, onla­rı ilm-i kelâm mes'eleleri ile isbat etmeye kalkışma. Çünkü on­lar, ilim yönünden seni taklid eden kimselerdir. Dolayısiyle, öyle yaptığın takdirde onlar da, bu gibi mes'elelerle uğraşmaya kal­kışırlar ve bu'gibi konularda hataya düşerler.

Sana bir şey sormaya gelen kimselerin sadece sorduklart suallerine cevap ver. Cevabı kısa tut, uzatıp ilaveler yapma. Çün­kü, sorusuna aldığı uzun cevap, soru sahibinin aklını teşviş eder, zihnini karıştırır.

On yıl, kazançsız ve azıksız kalsan bile ilim tahsil etmekten geri durup, yüz çevirme. Çünkü, tahsilden vazgeçmen halinde, yine geçim sıkıntısı çekmen muhtemeldir.

Fıkıh bilgilerini derinleştirmek ilim ve anlayışlarını artır­mak maksadı ile sana müracaat eden talebelerin, İlme karşı rağ­betlerini artırman için her birine evladınmiş gibi muamele et, onlara yardımcı oî.

Halktan ve etrafında bulunan kimselerden hiç birisi İle tar­tışma ve münakaşa etme. Çünkü bu gibi kimselerle münakaşa etmen .senin itibarını düşürür.

Sultan bile olsa, hiç bir kimsenin yanında hakkı anlatmaktan ve söylemekten çekinme.

Başkalarının yaptığı ibâdetten daha çok İbâdet yapmadıkça ve başkalarının verdiği hayırlardan daha çok ihsanda bulunma­dıkça gönlün rahat etmesin. Böyle yapmazsan, halk senin kendi yaptıkları ibâdet ve ihsandan fazlasına ehemmiyet vermediğini görür ve senin ibâdet ve ihsana rağbetinin azlığına hükmederler. Kendilerinin cahillikleri ile yaptıkları ibâdet ve amelleri senin ilminle yaptığın ibâdet ve amellerden daha üstün görürler.

Alimi çok olan herhangi bir beldeye vardığın zaman, O memleketi kendine tahsis etmeye ve halkı etrafında toplama­ya çalışma. Ancak sen de oranın sakinlerinden biri gibi ol. Böy­le yaparsan senin orada bir mevki kazanmak için gayret etme­diğini bilirler. Böyle yapmazsan, o memleketin âlimlerinin hep­si, senin aleyhinde bulunmaya başlarlar. Mezhebini tenkit ederler. Halkı aleyhine kışkırtırlar ve seni göz altında tutarlar. Bu durumda da boş yere aleyhinde bulunulmuş ve tenkid edilmiş olursun.

Eğer, âlimlerden senden belirli mes'eleleri soranlar olursa, cebabında, onlara her hususu açık delilleri ile anlat. Onlarla verdiğin cevaplar üzerinde münakaşa ve münazara etme.

Hoca ve üstadlanna dil uzatmaktan kesinlikle sakın. Yoksa onlar da sana ta'nederler ve seni arkandan çekiştirirler. Halktan da dâima çekin.

Açıkta yaptığın davranışlarınla gizlide yaptığın davranışla­rın farklı olmasın. Allah {C.C.} İçin gizli halinde iken nasıl-san, açık halinde de öyle ol.

İlmî bir konuyu çözerken etraflıca mütalaa et. O konuyu İçi iie dışını birleştirerek çözmeye, ıslah etmeye çalış.

Sultan tarafından, sana hoş gelmeyen bir işe memur edi-r iirsen, bu vazifeyi kabul etme. Yalnız bu görevin sana sadece il­minden dolayı verildiğini anlarsan, onu kabul et.

Münazara ettiğin meclislerde, asla korku ve endişe İçinde konuşma. Çünkü korku ve endişe hali, mes'eleleri geniş bir şe­kilde kavrama ve anlama kabiliyetine noksanlık getireceği gibi, diline ve ifâde kuvvetine de ağırlık verir.

Çok gülme, çünkü çok gülmen kalbini karartır, öldürür. Yürürken aceleci ve mütekebbir olma, sakin ve vakarlı yürü.

Hiç bir işinde de aceleci olma. Çünkü, arkasından çağırı­lanlar, ancak hayvanlardır.

Konuşurken de bağırıp, çağırma, gürleme; yüksek sesîe bîle konuşma. Daima,'sakin ve suskun olmayı tercih et. Lüzumsuz ve boş hareketlerden de kaçın. Az hareket etmeyi âdet edin ki, halkın indinde sebatın ortaya çıksın.

İnsanlar arasında da Allah (C.C.) ı çokça zikret ki, onlar da bunu senden duyup öğrensinler.

Namazların sonlarda, kendini alıştırıp dâima yerine getire­ceğin bir vird seç ve aonu îfâ et. Meselâ vird olarak, namazlar­dan sonra, Kur'an-ı Kerîm okuyabilirsin, Cenâb-ı Hakk ı n yüce isimlerini zikredebilirsin; belâ ve musibetlere kar­şı ihsan buyurduğu sabır ve tahammül gücüne veya bahşettiği çeşitli nimetlere şükredebilirsin...

Her ayın belirli günlerinde oruç tutmayı itiyat haline getir kî diğer insanlar da bu hususta sana uysunlar.

Nefsini daima murakabe altında bulundur ve başkalarına karşı da onu koru. Eğer böyle yaparsan, dünya ve âhirete teal-lük eden âmellerinde, ilminden istifade edebilirsin.

Dünyaya ve sahip oiduğun dünya malına ve servetine gü­venme. Haline ve makamına da güvenip dayanma. Unutma ki, Cenâb-i Hak sahibi bulunduğun bütün varlığından sana hesap soracaktır.

Sultana yakın olmak için vesîle ve aracı arama. Sultanın seni yakınları arasına almasını da arzu etme. Şayet sultan, ken­diliğinden seni yakınları arasına alırsa, bu durumu da halka açık­lama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan, sana bir takım işler havale ederler. Bu işleri takip edip, üzerinde durursan Sultan seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmaz­san bu sefer de halk seni ayıplar. Her İki hal de senin için kü­çüklüktür.

Hata ve günahlarında insanlara uyma. Allah (C.C.) indinde makbul olan, sevaplı işlerde onlara tabî ol.

Kötülüğünü busen bile, hiç bir insanı o kötülüğü ile yâd etme. O İnsanda bile iyilik, hayır ve salah ara ve insanları iyi halleri ile an. Ama, o insanın kötülüğü din hususunda olursa du­rum değişir. Eğer fenalığı o kimsenin dinî durumunda olursa ve sen bu hali görürsen, bu halini diğer İnsanlara da söyle ki, yanı-larak ona tabî olmasınlar ve onun fenalıklarından sakınsınlar. Zira, Resul -ü Ekrem (SAV.) Efendimiz bu hususta şöyle emir buyurmuşlardır: «Bir fâciri -mevki ve mer­tebesi ne olursa olsun - kendisinde görülen günahı ile anıp, ya-dedîn ve durmunu başkalarına da haber verin ki, insanlar ondan sakınsınlar.» Açık olan bu emre uyarak, din hususunda kendi­sinde bozukluk ve aksaklık gördüğün bir kimseyi; bu hal ve dav­ranışı ile zikret, onun makamından da korkma. Çünkü A 11 u h u T e â I â senin yardımcın ve koruyucundur. Dinin koruyucusu ve yardımcısı da O'dur. Bunu bir defa   yaptığın zaman senden korkarlar,  heybetin  onlara  tesir eder, böylece de dinde  bid'at çıkarmaya kimse cesaret ve teşebbüs edemez.

Sultanından ve âmirinden dîne uymayan bir hal ve davranış gördüğün zman, kendisine itaat etmekle beraber, onu bu husus­ta münasip bir dille ikâz et. Çünkü o, iktidar cihetiyle senden kuvvetlidir. Meselâ, ona şöyle diyebilirsin ­ -«Siz benim âmi­rim ve suİtanımsmiz. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Şu kadar varki, dîne uymayan hal ve davranışlarınızı da size haber vermekten kendimi alamıyorum.» Bu ikâzı bir defa yapman ye­terlidir. İkâzını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip, aşırı davra-nırsan, sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice itibariyle, ikâz hususundaki tekrar ve ısrarın -şahsınla birlikte -dînin -tatbikatta- alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir.

Aslında bîr veya iki defa ihtar ve ikâzda bulunmanla dîn hususundaki ciddiyetin ve emr-I bi'l-ma'ruf konusundaki aşırı arzu ve sebatın da anlaşılır.

Eğer, o sultan veya âmir dîne aykırı hal ve hareketini bir kaç defa tekrarlarsa, bizzat kendin, o yalnızken huzuruna çık ve dîn konusunda kendisine nasihatta bulun.

Eğer, o sultan veya âmir, bir bid'atçi ve teViIci ise onunla çekinmeden ilmî münazara ve tartışmada da bulun. Ama o, hak mezheblerden birine bağlı ve dindar bir zat ise, O'na Kur'an-ı Kerim'den ve hadis-i şeriflerden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ. Ama kabul etmezse, Allah {C.C) dan seni ondan korumasını niyaz ederek yanından ayrıl.

Ölümü daima hatfrla!

'Kendisinden ilim tahsil ettiğin üstad ve hocaların için Allahu   T e â I â ' dan af ve rahmet dile.

Kurran-ı Kerîm'i okumaya devam et.

Kabirleri, büyük zatları ve mübarek yerleri çok ziyaret et.

Halktan herhangi bir kimse, sana rüyasında H z. Pey­gamber (S.A.V.) Efendimiz'i görmüş olduğunu söylerse bunları camilerde, türbelerde veya makberlerde buiu-& nan mübarek kimselerin rüyalarını iyi karşrlayıp, bunların söz ve haberlerini red ve inkâr etme.

Nefsânî arzularının peşinde koşan ve hayvanî zevklerine düşkün olan kimselerde oturup-kalkma. Yalnız, kendilerini dine ve dinin emirlerine uymaya davet etmek maksadıyle, böyle kim­selerle beraber bulunmakta herhangi bir mahzur yoktur,

Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp-sayılan yerlere girme.

Ezan okunduğu zaman, hemen camiye 'gitmek için hazırlan. Böyle yaparsan halk senden ileri geçmemiş olur.

Sultanın sarayına, konağına yakın yerde ev tutma.

'Komşularında gördüğün kötü hal ve davranışları gizle ve ört. Çünkü bu bir sırdır, sır İse sana emânettir. İnsanların gizli taraflarını da açığa vurma.

Her hangi bir hususta sana takıl danışmak seninle istişare etmek isteyen kimseyi dinle. Seni A İlah (C.C.) a yaklaştıra­cağını bildiğin hususları ona söyle.

Cimrilikten kaçın! Çünkü bütün 'insanlar cimrilere buğzeder.

Tamahkâr olma. Yalan söyleme. İnsanlar arasında karıştırı­cılık ve kışkırtıcılık da yapma. Her işinde haysiyetini ve insanlı­ğını koru. Gazel huylu ve güzel hareketli ol. İnsanları incitmek­ten sakın.

Her zaman ve 'her yerde beyaz (temiz) elbise giyin*.

Nefsini, dünyaya rağbeti ve hırsı azaltarak temizle. Dünya­ya rağbeti ve hırsı içinden at. Mâsivadan kalbini temizle.

Fakir olsan bile, fakirliğini belli etme. Kimseye el açma.

Gayret ve himmet sahibi ol. Çünkü, azim ve gayreti zayıf olanın, makam ve mevkiide zayıf olur.

Yolda yürürken sağa sola bakma, dâima önüne bak.

Hububat gibi ölçekle satılan şeyleri veya tartı ile satılan şeyleri satın alırken kendin ölçmeye veya tartmaya teşebbüs etme. Satan şahsın ölçüsüne, tartısına itimat et.

Dünyayı ilim adamları nezdinde hakir göster. Çünkü, A I-I a h (C.C.)'ın nezdinde bulunanlar, dünyadakilerden daha ha­yırlıdırlar.

İşlerini, o işten anlayan ehil kimselere havale et. Eğer böy­le yaparsan, bilgiye, tecrübeye ve ihtisasa olan itimadın ve hürmetin artıp sağlamlaşir. Ayrıca, böyle davranmakla, ihtiyaçlarını kolay temin etmiş ve menfaatini korumuş olursun.

Aklı kısa olan kimselerle konuşma. Münazara usu! ve ada­bını bilmeyen, ortaya attığı iddialarına delil getirip onları isbat edemeyen ilim adamları ile konuşmaktan kaçın.

Makam ve mevki peşinde koşan, halk arasındaki günlük ve basit mes'elelere dalarak, bu yolla kendilerine şöhret ve dünya menfaati sağlamak isteyen kimselerin söz ve sohbetlerine katıl­ma. Onlarm aralarına da girme. Çünkü, o gibi kimseler, bir ko­nuda senin hakir olduğunu bilseler dahi teslim olup senin haklı olduğunu söylemezler. Sözlerine de değer vermezler. Bunlar şar­latanlıkla seni susturmaya ve mahcup etmeye kalkarlar.

Seçkin ve kibar kimselerin iştirak ettiği meclislere girdiğin zaman seni İzzetle karşılayıp yer göstermedikçe, geçip onlardan üst tarafa oturma. Oturursan, onlardan sana üzüntü verecek bir şey gelebilir.

Herhangi bir cemaat'içinde bulunduğun zaman, sana hürmet edip öne geçirmedikçe, kendiliğinden ön saflara geçme. Aynı şekilde, hürmet görmez ve teklif almazsan öne geçip imamet yapma.

Halka mahsus mesîre yerlerine çıkıp dolaşma.

Zalim sultan ve amirlerin yanlarında bulunma. Eğer, kendi­lerine söyliyeceğin hak söz ve tavsiyelere inanıp uyacaklarını bilirsen yanlarında bulunabilirsin. Ama mümkündür ki, zalim sultan ve amirler, senin yanında yapılması doğru ve helâl olma­yan 'her hangi bir işi yaparlar; sen de onları bu kötü işlerinden men edemezsin... Bu durumda insanlar eğer tam karşı koyaca­ğın vakitte, sükût ettiğini görürlerse, onların bu kötü söz ve dav­ranışlarının hak olduğunu savunurlar.

İlim meclislerinde kızmaktan ve şiddet göstermekten sa­kın.

Halkla konuşurken, onlara hikâye ve vak'a anlatma. Şüphesiz ki hikâye anlatanlar yalan söylerler veya en azından anlattıkla­rına yalan karışır.

İlim adamlarından her hangi biri ile, fıkhî mes'elelerde, £ir mecliste oturup konuşmak istersen, oraya iyice hazırlanarak git. O mecliste, bildiklerini bütün incelikleri ve delilleri İle söyle. İyi bilmediğin mes'elelerden bahsetme. İyi bilmediğin mes'eleler-den bahsedersen, konuşmalarınızı dinleyenler, senin o mecliste bulunmana sinirlenirken, hayal kırıklığına uğrarlar. Ayrıca, haksız ve isabetsiz olarak, karşındaki kimseyi senden daha âlim sanır­lar.

Eğer, katıldığın meclis, bir fetva meclîsi ise ve sorulan mes'eieler de fetvâ'ya müsaitse cevabını verirsin. Müsait de­ğilse sebebini söylersin ve sözü kısa kesersin. Karşındaki şah­sın, senin huzurunda izahat vermeye kalkışmasına ve başkasına ders vermeye başlamasına mahal bırakmamak için oradan kal­kar gidersin. Yalnız orada adamlarından birini bırakarak, muarı­zının ilminin, derecesini, görüşünü ve sözünü anlarsın.

Talebelerinden her hangi birinin va'zıni da meclisinde din­leme. Çünkü, senin bulunman onu sıkar ve şaşırtır. Ama, tale­benin va'zında itimat ettiğin bir adamını bulundur. Onun va'zını dinlemeleri için mahalle halkını teşvik et ve cemaatinin çoğal­masını temin et.

Senin makam ve mevkiinden istifade eden, aynca başkala­rına tavsiye ve tezyike ettiğin bir kimseye va'z meclisi kurdurt­ma. Bu işi, mahallenin halkına ve kendilerine inandığın uzak dostlarından birisine havale et. Onlar takdir ve inha etsinler. Ma­kam ve mevkiinden istifade eden kimseleri de vaizlik ve im­tihanına tabi tut. Sen de imtihan heyetinde bulunma.

Nikâh işlerini semtinin hatibine bırak. Cenaze ve bayram namazlarını da semtin hatibine havale et.

Beni de hayır duadan unutma.

Bu vasiyet ve öğüdümü kabul et ve tut. ;Bu saviyetimi sa­na .ancak senin ve müslümanlann İyiliği için yapıyorum.

İşte, Hanefî mezhebinin kurucusu 1 m â m -1 Âzam E b û H a n î f e Hazretleri'ni nen büyük talebesi, usûl-1 fıkıh ilminde ilk eseri telif eden İmâm E b û Yûsuf'a va­siyeti bu.

Muhteşem vasiyet ve bu vasiyete harfiyyen riayet ederek bize örnek olan muhteşem zat, İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri ortada. Başka söze ne 'hacet... Onlar, o büyüklerimiz, İslâm'ı söylemişler ve ıİslâm'ı yaşamışlar...

 

İmâm Ebû Yûsuf'un Harûne'r-Reşid'e Tavsiyeleri

 

Cenâb-ı Hak Hilâfet tahtını süsleyen, Emîre'l-Mü'-mînîn hazretlerinin, ni'met tamamliğı ile keramet, büyüklük ve şanını ilelebed devamlı kılsın. Bu nimetlerini âhiretin yüce ve sonsuz nimetlerini elde etmeye ve orada Resûlullaha kavuşmaya bir vesile eylesin.

EmlrüM-Mü'minîn hazretleri, bütün halkın refah, istirahat, emniyet ve adalete nail olmaları (gibi yüce bir maksatla haraç, öşür ve saireyi tahsil etmek konusundaki mes'eleleri içine alart ve seran düstûrü'l-amel olmak üzere, Peygamber (S.A.V.) E f e n d i m i z' in hadis-i şeriflerini ve ashab-ı kiram'ın ha­berlerini ihtiva eden bir 'kitapın toplanıp yazılmasını emir ve İrade buyurdular, bu da Emirü'I-Mü'minİn hazretlerinin doğruluk ve muvaffakiyetlerine açık bir delildir. \A ilah EC.C.) ken­disine isabetli görüş ve düşünce nasib etsin. Çok mes'ûllyetll bir makam olan hilafette Cenâb-ı H a !k yardımcısı olsun. Korktuklarından emin, umduklarına nail eylesin. Benden sorulan mes'ele ve hükümlerin açıklanmasına ve izahına başlıyorum :

Ey mü'mînlerin emiri! Cenâb-ı Hak k a hamdolsun ki, sizi sevabı en büyük ve cezası en şiddetli olan, büyük bir işle vazifelendirdi. Al I ah u Teâlâ bu ümmet-i Muham-med'in mes'ele ve işlerinin görülmesini size havale buyurmuş­tur. Bunun için, A i I a h ' m rızasına uygun olarak adalet icra ederseniz ecir ve sevabınız çok büyük olacağı gibi, bilakis Al lah (C.C.) in rızasına aykırı hareketiniz ise azâb-ı elime uğramanıza sebep olacaktır. Allah (G.C.) tarafından sorum­luluk ve emanetiniz altına verilerek, gözetilmeleri sizden talep edilen bütün insanlar İçin, gece gündüz icra etmekte olduğunuzj hükümler, âhirette kurtuluşunuza ve dilediğinize kavuşmanıza vesile olacağı 'gibi dünyada da temiz İslâm şeriatının habl-i me­tini olan Kur'anı Kerîm'e sarılmanız kurtuluş ve mutluluğunuza sebep olacaktır. Çünkü temeli olmayan binanın ayakta kalamıya-cağı aşikârdır. Yürütmekle görevli olduğunuz her İşi, sağlam te­mel olan takva ve salah üzerine bina etmeniz bu esaslar dahilnde yapmanız lâzımdır. Reayanın bütün mes'ele ve işlerinin ke­sin olarak halli sizin emirlerinize ve yasaklarınıza bağlıdır.

Diğer insanlar gibi siz de mesulsünüz. Her işi yapmak için lâzım olan kuvvet ve iktidar Cenab-ı Hakkın   yardımı­na bağlıdır. Bunun için her hangi bir işi, gelecek vakta ve gele­cek saate bırakıp tehir etme. Bu gün bitirilmesi gereken işi ya­rma bırakma. Reayanın bütün işlerini hakkaniyete uyarak hemen görüp, yürütünüz. Günde bir saat de olsa adaiet icra ediniz. Zira, reayanın refah ve saadeti ancak adalet icra etmekle hasıl olur. Dünyada reayasının saadetine sebep olan emir (idareci) kıyamet gününde herkesten daha çok saadete kavuşacaktır. İdarecilerin hakkaniyet yolundan ayrılmaları İse halkın (idare edilenlerinreayanın) birbirinin hukukuna tecavüzlerine ve düşmanlıklarına sebep olur. Cenâb-ı Hakkın cezasından korkarak âhiret sevabını, dünya nimetine tercih ediniz. Bütün işlerde heva ve nefse uymaktan sakınınız. Gazap hali ile, nefsiniz için, her­hangi bir kimseden intikam almaktan sakınınız. Dünya fânî, âhi-retse bakîdir. Reayadan size yakın ve uzak olanian adalette eşit tutunuz. Böyle yaparsanız, bu konuda hiç bir kimsenin darılma­sından veya tenkit etmesinden çekinmenize lüzum kalmaz. Kor­ku kalbî ve manevî işlerdendir. Takva denilen haslet ise, nefsi1 yasaklanmış olan fiillerden korumak demektir. Cenâb-ı Haktan   ziyadesi ile korkunuz. Temkinli olunuz. Allah'ın yasak­ladığı işleri yapmaktan nefsinizi sakındırmaya ve muhafazaya gayret ederseniz, Allah tarafından bu hususta muhafaza edile­ceğiniz ve korunacağınız aşikârdır. Bütün işlerinizde ve ibadet­lerinizde ihlası kalbinizden çıkarmayınız. Zira, mahşer gününde kulların kalpleri mahv ve fena derecesine ulaşır. Delillerin isba-tından da netice hasıl olmayacaktır. Bütün mahlûkat Allah (C.C.) in azameti karşısında zelil ve hakir olarak hesabı kazayı] (hükmü ilâhiyi) bekleyeceklerdir. Amel ve taatlerinde İhlası oh mayanlarm, o azim durak yerinde, zikredilen halleri görünce, hüs­ran ateşi ve nedametle kalpleri yanarsa da, bu halin kendilerine asla faydası olmaz.

Cenâb-ı Hak, Kur'ân-i Kerim'inde buyurmuştur ki: «Hakıykat, Rabbınm indinde bir gün sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir.»[18] Zira ona vakit ve hüküm câri olmaz. Tehir edilerek vakit geçlrilemez.  Allah-u Teâlâ ne zaman diterse azabı gönderir.

Yine Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki :

«Bu gün hak ve batılın ayird edileceği bîr gündür. Ki sizi ve sizden evvel gelip öldükten sonra dirilmeyi  inkâr edenleri topladık.»[19]

Ve yine Cenâb-ı Hak Buyurmuştur ki :

«Hak ile batılın fark ve temyiz edildiği gün insanların top­lanacağı vakittir.»[20]

Ve yine  Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki:

«Onlar tehdit edilmekte oldukları (azabı) görecekleri gün sanki kendileri (dünyadsf gündüzün bir saatinden başka durma­mış gibi (olacaklardır). (Bu yeter) bîr tebliğdir. Öyle ya, fasiklar güruhundan başkası helak edilir mi? (Asla)»[21]

Yine Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: «Onlar bunu görecekleri gün sanki (günün) bir akşamından, yahut! bir kuşluğundan başka durmamışlardır.»[22]

Ceza gününde hüsran ve nedametin hiçbir faydası olmaya­caktır. Gece ile gündüzün durmadan birbirini takip ederek devam etmesi, gaflet nazarı ile uzak sanılan, âhiret gününü yakınlaş­tırıyor. Vadedilmiş olan hesap ve ceza gününü getiriyor. «(Onlar kabirlerinden şundan dolayı kalkacaklardır ki:) Allah herkese kazandığının cezasını versin. Şübhesîz ki Alfai, hesabı çabuk gö­rendir.»[23] âyeti kerimesinin yüce manasınca, Cenab-ı Hak her nefs ve ferdin yaptığı amele göre karşılığını verir. O'nun he­sabı da çok sür'atiidir. Bir hesap O'nu başka bir hesaptan alıkoy­maz. Dünya fânidir. Bütün mahlukat helak olacaktır. Âhiret ise bakîdir. Her şeyin devamlı kalacağı yerdir. Cenâb-ı Hak-k i n hesabı azim ve çetindir. Âhiret gününde kullarına amel ve taatlannca muamele eder. Yukarıda ki âyet-i kerîmeler ve başka âyetlerle hadis-i şerifler âhiretin korkunçluğunu ortaya koymaya kâfidir. Hal böyle olunca, zulüm yoluna girmekten kaçinınız. «Biz onsanları ve cinleri ancak Bize ibadet etsinler diye yarattık.»[24] âyet-i kerimesinin yüce manasınca, C e n â b-i Hak k a taat, yaratılışımızın yegâne sebebidir. Dolayısiyie boş yere yaratılmadık. İçinde bulunduğumuz dünya nimetlerini nere­den kazanıp nereye harcadığımızdan ve her türlü fiil ve hareket­lerimizden mesul olduğumuzu bilmeliyiz. Buna göer de A 11 a h - u T e â I â ' nın emirlerine sarılıp yasaklarından da kaçınmak lâ­zım gelir. Çünkü, mahşer gününde herkes yaptığının hesabını verecektir.

P e y g a m b e r (S.A.V.) Efendim ii 2 şöyle bu­yurmuştur : «Mahşer gününde herkesden dört şey sorulacak­tır. Kendisine Âüah tarafından veriîesı ilmî nerede kullanmıştır? Onunla amel etmişmedir? Ömür müddetini ne ile geçirmiştir? Sahip olduğu malları nereden kazanıp nereye harcamıştır? Vücudunu ne ile meşgul etmiş, hangi fiil ve amelde kullanmıştır?»

Ey Mü'minierin emîri! İşbu suallere şimdiden cevap hazırla­malıdır. Çünki sizden hangi şey sadır olmuşsa, âmel defteri­nize yazılır. Bunlar mahşer gününde, birer birer okunarak sizden1 sual olunacaktır. Bu durumda Cenâb-ı Hakka karşı mahcubiyeti ve bütün insanların toplanacağı o yerde ortaya çı­kacak rüsvalığı, utancı hatırdan çıkarmamak ve o dayanılmaz utanca sebep olacak fiillerden sakınmak lâzımdır.

Ey Mü'mînlerîn Emîri! Allah (C.C.) in emâneti olan, reayanın korunması ve gözetilmesi, senden istenmektedir. Bu yüce vazifeyi en iyi bir şeküde yapmaya ihtimam etmeniz lâ­zımdır. Bu görevde hatır ve gönüle bakmadan, insanar arasında hükmü icra ediniz. Aksi halde, hidayet yolunu şaşırırsınız ve kork­tuğunuz her şeyin başınıza gelmesi beklenir. Nefs-î emmare sizi hakkaniyetten başka bir yola sevkedebilir. Bu takdirde nefs mü-cahedesinden geri durmayın. Felah ve salahınıza vesile olacak olan müstakim yoldan zerre kadar ayrılmamanız gerekir. Zira, malumdur ki bir çoban emanetine verilen hayvanlardan mes'ul-âür. Çobanın bu hayvanları zayi ve telef olmaktan korunacak­ları, selâmette kalabilecekleri yerlere götürmesi gerekir. Çoba­nın sürüsünü terk etmesi veya başka bir işie meşgul olması se­bebiyle sürüde bulunan hayvanlar zayi veya helak olursa, çoban onları tazmin etmeye mecbur olur. Bu bakımdan hayvanların helâkı çobanın helâkına da sebep olabilir. Çobanın İyi güdüp gözet­mesinden ve korumasından dolayı sürüde hasıl olacak olan iyi hal ise kendisinin sadetine ve verdiği emeğe mukabil haketmiş olduğu ücreti almasına sebep olacaktır.

Cenâb-ı R a b b ü ' I - â ! e m T n ' in âhlrette sizi mes'ul ve ecirden, sevabdan mahrum etmemesi için, size ema­net olarak birakdığı kullarına zulmetmekden ve hükümleri icra ederken hakkaniyete uymayarak hallerinin bozulmasına sebep olmaktan sakınınız. Zararı talâfi etmeye bakınız. Zira, binanın ta­miri, telâfisi ancak harap olmasından önce mümkündür. Kıyamet gününde sizin kurtuluşunuz ve üstünlüğe ermeniz ancak, reaya­nın iyi hallerine sebep olacak olan adaletle hükmetmenizle müm­kün olacağı gibi onların kötü hallerine sebep olacak olan zulm ise, sizin, C e n â b -i Hakkın cezasına uğramanıza sebep olacaktır. Allah (C.C.) indinde mes'ul ve O azim durak yeri olan âhirette hor, 'hakir olmamak için reayanızın ahvâlinden gafil olmayınız. A I I a h - u T e â I â tarafından uhdenize tev­di buyuruian emir ve hususları asla unutmayınız. Gece ve gün­düzden bir vaktinizi Cenâb-ı Hakkın1 hamd ve şükrü ile kainatın varlığının sebebi olan1 Fahr-ı Kâinat (SAV.) Ef en d i miz'in salat ve teslimine tahsis ediniz. Bu dünya­da bundan hasıl olan uhrevî menfaatinizi de zayi etmemeniz lâ­zımdır. A I I a Jı-ır T e â I ıâ , lütuf ve ihsanı ile emir (ida­reci) leri, yeryüzünde halife tayin buyurdu. Reaya ve berâya arasında müşki! ve karışık görülen husus ve işlerin halledilme­leri neticelendirilmeleri için A I I a h-u T e â I â'nın emirlerini yasaklarını içinde toplayan temiz şeriat şe sahabe-î güzin ile eslaf-i tabiîn 'hazretlerinin fiil ve sözleri ile gösterilen sünnet-i senîyyeyi Allah (C.C.) tarafından nur makamın­da halkedilmiştir. Din-I mübinin hayatı, bu sünnetin İhyâsı ile kabildir.

Bir idarecinin zulm ve düşmanlık etmesi, idare ettiklerinin telefini hazırlar. Mevsuk ve mu'temed olmayan kimselerden yardım istemek ve onlarla istişare etmek, umumun helâkına se bep olur.

Cenâb-ı Hakkın size ihsan buyurduğu nimetlere hamdediniz ve şükrediniz. Zira, Allah-u Teâlâ buyur­muştur ki:

«Andolsun, şükrederseniz elbette sizin (nimetlerinizi) artı­rırım. Andolsun, nankörlük ederseniz (nimetimi sizden alırım) hiç şüphesiz benim azabım çetindir.»[25]

İki kişinin arasını ıslah etmek Cenab-ı Hakkın rızasını muciptir. İki kişinin arasını ifsad, Alla h (C.C.) m emirlerine karşı gelmek ve küfran-ı niğmette bulunmak da Allah (C.C.) indinde gazab ve cezayı icab ettirir. İster iste­mez küfran-ı nimete duçar olup da hemen tevbe ve isti'far ile cürümlerini ortadan kaldırmayan kavimlerin nimetlerini giderme, ellerinden alma ve düşmanlarını üzerlerine musallat etme âde-tuüah'dandir.

Ey Mü'minlerin Emin, hilafet işlerinde, size, marifet ihsan eden, Cenâb-ı Vâc ü b ü'l-Vü c û d'dan başka sual mercii yoktur. İşte, O Cenâb-ı Hayy-ı Lâyezâl'-den tazarru' ve niyaz ederim ki, işlerinizin tedbirini nefsinize bırakmayarak, evliya ve asfiyası hakkında ihsan buyurdukları tedbir ve tevfîkını size de inayet ve ihsan buyursun.

İşte cem ve telifini emir ve irade ettiğiniz kitabı yazıp, size lâzım olan iş ve hükümleri açıkladım. Bu kitabı koruyup, müta­laa ederek mal ve malla ilgili hükümleri mülahaza ve gere­ği ile amel edeceğinizi ümid ederim. Çünki sizin için say' ve gayretimi sarf ettim. Mes'uliyet ve âhiret cezasından kaçınıp, Allah (C.C.) rızası için, gerek sizin ve gerek şâir müslü-manlarm nasihatında kusur etmedim. Adı geçen kitabın içine aldığı hüküm ve mes'elelerle amel edildiği takdirde, gerek ehl-i İslâm ve gerekse, ehi-i zimmet ve sâireden bir kişiye bile zulm etmez ve beytü'i-mâle aid olan haraç ve diğer malların top­lanmasında zorluk çekmezsiniz. 'Hilafetiniz sayesinde, kolaylık ve güzellikle hepsini toplarsınız. Hilafetinizin gölgesinde bulu­nan reayanın size bağlılığını tekmil buyurmasını Cenab-ı H a k d a n ümid ve temenni ederim. Çünkü, reayanın iyi hal­leri ve bağlılıkları, temiz şeriat hükümlerinin icrası ile zulmün kalkmasına; aralarında anlaşmazlık sebebi olan hususların düzel­tilmesine vesile olur.

Cem ve telifini emrettiğiniz bu kitabın içindekilerle amel etmeniz ve bu kitaba olan rağbetinizi artırmanız maksadı ile bazı seçkin hadisleri de topladım ve kitaba yazdım.

 

Hadîs-i  Şerifler

 

Cenab-ı Hak, sîze yardımlarını yoldaş kılsın. Beni de kulların fiillerini düzeltmekte vasıta olmaya lâyık buyursun.

* Yahya  b. S a î d’in    bize   Ebu'z-Zübeyr" den, O'nun da   Tavus'dan, O'nun da     M u a z   b.   C e b e i 'den1   rivayet ettiğine göre    R e s û 1 u 1 I â h    (S.A.V.) Efendimiz   şöyle buyurmuştur:

«AmeM hasene (iyi ameller) içinde Allah'ı zikretmek­ten başka, insanları cehennem ateşinden daha çabuk kurtara­cak bir amel yoktur.» Peygamber Efendimiz fS.A.V.) in bu mübarek sözleri üzerine, 'hazır bulunan sahabilerden bazıları:

«— Ya Resûlallah, Allah yolunda cihad da mı onun kadar üstün değildir?» diye sordular.

Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz:

«— Kslmcm ile sende kuvvet kalmaymcaya kadar Allah yo­lumda cîhad etsen bile yine onun kadar üstün değildir.» buyur­dular ve bunu üç defa tekrar ettiler.

Ey Mü'mînSerin Emîs-il Allah yolunda cihad en büyük taatlardan olduğu halde, Allah (CC.) zikretmenin ondan efdal olduğu bu hadis-i şerîfin yüce mealinden anlaşılmaktadır.

© Cihadın faziletleri hakkında bazı hocalarımın bana kendilerine N â f i' in, ona da İ b n - i Öm e r (R.A.) in şöyle rivayet ettiğini naklettiler:

«Hz. Ebû Bekir (R.A.) Efendimiz cihad için Yezîd b. Ebû Süfyân maiyyetine bir miktar asker vererek, Şam-ı Şerîf tarafına gönderir. Onları uğurla­mak İçin, Medine-i Müroevvere'den çıkıp, yaya olarak 8 bin zirağ (2 mil kadar) yürüdükten sonra, kendisine :

«—Ey Allah Resjj-lü'nün halifesi bu kadar yürümeniz kâfidir. Dönseniz olmaz mı?» denilerek, geri dönmesi temennisinde bulunuldu. 'Hz, E b Û Bekir    (R.A.) :

«— Bana, dönmemi teklif etmeyiniz. Zira, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurdular ki : «Kimin ayağı gaza yo­lunda tozlanırsa, Cenâb-i Hak onun ayağını ahirette cehennem ateşinde yakmaz.» Parçanın zikri, küllün iradesi kabi-lindendir. Bunun için o kimse cehenneme girmez. Böyle, sevabı pek çok olan, bir ibâdeti yapmama engel olmayınız.

& Sahâbe-i güzîncten Ebû Hureyre (R.A.) hazret­lerinden, Ebû Haz im vasıtasiyle Muhammed b. Adan bana rivayet ederek, dediki : Peygamber CS.A.V.)     Efendimiz   buyurdular ki:

«Allah yolunda bir sabah ve akşam yürüyüşü, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.

M e k h û I hazretleri bu hadis-i şerîfi şöyle açıklamıştır: Allah yolunda, gaza ve cihad için, bizzat bir defa gitmek yahud geümek, - gaza ve cihada gitmeden - büîün dünyayı ve içindeki­leri Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır.

© Yine Muhaddislerden, E b â n b. Ebû İ y â s, E n e s    b.   ıM â 1 i k   hazretlerinden rivayet eder ki :

Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur =

«Herkim ki, bana bir defa salavât-ı şerife getirirse, C e n â b -1 Hak mükafat olarak o kimseyi on defa rahmetine" mazhsır kslsr ve on günahını affeder.»

© Bazı şeyhlerimin bana Abdullah b. es-Sâîb'-den O'nun da Abdullah b. Mes'ûd (RA) hazret­lerinden rivayet ettiğine göre,

Peygamber-i zîşan Efendimiz şöyle bu­yurmuştur : «Cenâb-ı Hakkın yeryüzünde dolaşan bazı melekleri vardır. Bunlar ümmetimin saEât-u selâmlarını bana tebliğ eder­ler.»

Nitekim bazı hadis-i şerîflerde« Ya Muhammed, üm­metinden filan kişi sana salavat getirdi derler» tarzında rivayet olunmuştur.

Görüldüğü gibi salavat-ı şerife getirmenin pek çok fazilet ve sevabı vardır.

İmâm A'meş'in bize E b Û S â I I h' den, O'nun da    E b û    S a î d ' den rivayet ettiğine göre :

Peygamber £S.A.V.) Efendimiz «Dünya­dan niçin lezzet almıyorsunuz?» şeklinde vâki olan suâle ceva-ben şöyle buyurmuştur:

Sahibü’l  - kam (İsrafil aleyhisselâm) sûru ağzına koyup, cebhesini eğerek, kulaklarını vererek suru üflemek için ne za­man emrolunacağını beklerken ben nasıl dünyadan lezzet alır, rahat ederim?»

Bunun üzerine ashabdan :

a—Yâ Resûlaiiah, sûrun üflenmesi esnasında fitneye kapıl­maktan korunmak için hangi sözü söyliyelim?» tarzında vâkî olan suale cevaben de Peygamber (SA.V.) Efen­dimiz:

«— Hasbünallahi   ve   ni'mel-vekil,   Alallahi    tevekkelnâ.» deyiniz buyurmuş ve bu kelamı onlara öğretmiştir.

0 Y e z î d b. Sinan: bize A i z u 1 I a h b. İd -r i s ' in şöyle dediğini rivayet etti :

Ashâb-i güzinden Ş e d d a d b. Evs hazretleri'nîn bir hutbesinde insanlara : Dikkat ediniz, ben R e s û i a I I a h [S.A.V. in şöyle dediğini işittim. Buyurdu ki: Muhakkak ki hay­rın hepsi cennetdedir. Şerrin hepsi de cehennemdedir. Dünya­da hayır işlemek cennete girmeye, şer işlemekse chenneme gir­meye, sebep olacaktır. Dünyada nefsin kötü gördüğü musibet vesaireye sabredip, rıza gösterenler cennete girenlerden olacağı gibi, hevayi nefs ve şehvetlerine uyanlar da cehnnem, ehlinden

Şeddad b. Evs, bu hadis-i şerîfi zihrettîği hutbe­sinde, âhiretde cennet menzillerinde karar kılabilmek için, Cenâb-ı Hak' dan başka hakim olmayan mahşer günün­de fevz ve necatınıza sebep olacak olan hakki elden birakmaj-mak lâzımdır, diyerek bitirdi.

© İmâm Â'meş, bize, Yezîd er-Rakk*â-ş î vasıtası ile E n e s b. Mâlik (R.A.) hazretlerinin şöyle dediğini rivayet etmiştir :

«Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tfsrâ (miraç) gecesinde, semaya çıkıp, göğe yaklaştıklarında bir gürültü işite­rek,   Cebrail'   Aİeyhisselam'dai   !

—  Ey   Cebrail,   bu nedir?» diye sordu. Cebrail de :

—  Yetmiş sene evvel cehennemin kenarından bir taş bı­rakılmıştı. Şimdi cehennemin dibine ulaştı. Bu gürültü onun gü-rültüsüdür.

® Yine imâm Â'meş, bize Yezîd e r-Rakkası vasıtasiyle E n e s b. Mâlik (R.A.) haz­retlerinin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Peygiamber (SA.V.) Efendimiz şöyle buyur-^ dular :

«Cehennem ehli, azabın şiddetinden, gözlerinde yaş kal-mayıncaya kadar ağladıktan sonra, göz yaşlarının akmasından yüzlerinde izler ve çukurlar meydana gelinceye kadar tekrar ağ­larlar.»

& [M u h a m m e d b. İ s h âk' m bize Abdullah b. M u g î r e ' den onun da Süleyman b. Amr' dan rivayet ettiğine göre, Ebû Sâjd el-Hudrî şöyle de­miştir-

Peygamber (S.A.V.) .Efendimiz' in şöyle bu­yurduğunu işittim :

«— Kıyamet gününde cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. Üzerinde deve dikenine benziyen sivri dikenler vardır. İnsanların ondan geçmeleri emrolunduğu zaman, bir kısmı kurtulup, selâ­metle geçer. Bazıları mezkur dikenlerden müteessir olup, yara­lanarak geçer. Bir kısmı da geçemeyip cehenneme düşer.»

& S a' id b. M ü s I i m'in, bize  m i r'den, O'nun Abdullah b. Zübe'yr1 den> O'nun A v f b. e I - H â r i s ' den O'nun da ümmü'I-mü'minîn H z.  i ş e - i    S ı d d î k a   (R.A.) dan rivayet ettiğine göre :

Fahr-i Kâinat (S.A.V-) .Efendimiz, Hz. Â i ş e 'ye hitaben :

—  Ey Âişe, günahların küçük ve değersiz olanlarından da kaçın ve onları da işleme. Zira, onları dahi   Cenâb-t    Hak senden sual buyurur.

Bize Abdullah b. Vâkıd'ın, O'na da M u -h a m m e d    b.    M â I i k ' in rivayet ettiğine göre,

Sahâbe-i güzinden Berâ b. Âzib (R.A.) hazretle­ri şöyle demiştir:

__ Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Hazretleri'nin de şe­ref verip katıldığı bir cerasze merasiminde bulunuyorduk. Kab­rin kenarına gelindiği zaman Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz çömeldi. Ben de kabrin kenarmı dolaşıp, karşısına geldim. Bir müddet ağladıktan sonra buyurdular ki: «Ey benim kardeşlerim! Böyle bir gün için ameS-i sâlih hazırlayın.»

® Mâlik b. M i ğ v e 1 bize, e 1-F a d I vasita-siyle U b e y d b. U meyr'in şöyle dediğini rivayet et­miştir :

«İnsan vefat edep, kabre konulunca, kabir kendisine lisân-ı hal, veyahud Iisân-ı kal ile :

—  Ey âdem oğlu, benîm için sâlih amellerden ne hazırla­dın? Benim gurbet yeri olduğumu bilmez misin? Dünyada olan mal ve talih burada sana fayda vermez. Buradaki yalnızlık, akra­ba ve arkadaşla giderilemez. Burada sana fayda verecek ve yal­nızlığını giderecek olan şey ancak ve ancak sâlih ameldir, der.

© Mu h a m m e d b. A m r' in bize Ebû Se­leme 'den O'nun da Ebû Hureyre (R.A.) hazretlerin­den rivayet ettiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz,    bir kudsî hadisde şöyle buyurmuştur:

—  Allahu Teâlâ Hazretleri   buyuruyor ki:    «Sâiih   kullarım için, hiç bâr gözüa görmediği, hiç bîr kulağın işitmediği, hiç bir kimsenin Ita'binden ve hatırandan dahî geçirmediği nimetler ha­zırladım. Bu nimetlere kavuşmayı dileyen kimse (Artık onlar için, yapmakda olduklarına bir mükafaat olarak, gözlerin aydın ola­cağı (nimetlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kim­se bilmez.) âyet-i kerîmesini okusun.[26]

(Sâlih kimseler cennette gözlerin aydın olacağı, lezzet ala­cakları, dünyada İşledikleri sâlîh amellere mükâfaat olarak ken­dilerine verilen leziz ve yüce nimetleri bilmezler.)

Muhakkak ki, -gözler görmemiş şeylerden- bir ağaç vardır ki, süvari bir kişi, yüz sene müddetle gölgesinde yürüse yine onu geçip bitiremez.

Nitekim âyet-i kerîmede «... uzun (yayılmış) bir gölge...[27] buyurulmuştur. Muhakkak ki cennette bir asâ' boyu yer, dünya ve onun içindeküerden daha hayırlıdır. Nitekim âyet-i kerîme'-de «O vakit) kim o ateşten uzaklaşdırıhp cennete sokulursa ar­tık o, muhakkak muradına ermiş olur. (Bu) dünyâ hayatı aldan­ma meîâından başka (bir şey) değildir.[28]

Cehennemden nefsini kurtarıp, cennete giren kimse fevz ve necata nail olur. Dünya ancak zayıf ve yıpranmış bir meta' gi­bi olduğundan rağbete şayan değildir.

® Bize, e I - F a d 1 b. Merzûk[29] un A t i y y e b. S a ' d' 'den onun da Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) den rivayet ettiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efendi -m i z    şöyle buyurmuştur :

— «Elinin altındaki ahaliye ve reayasına adaletle hükmeden emir, bana herkesten çok sevgilidir. Kıyamet gününde derecesi — herkesten çok— bana yakın olacaktır. Kıyamet gününde, ba­na, insanların en sevimsizi ve azabı en şiddetli olanı ise, reaya­sına zulmeden ve onların haklarına tecavüz eden emirdir.»

© H i ş â m b. Sa'd'm bize e d - Da !h h â k b. M ü z â h i m ' den onun da A b d u I [ -a >h b. A b b â s (R.A.) Hazretlerinden rivayet etiğine göre,

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz şöyle bu­yurmuşlardır:

«— Cenâb-ı Hak, bir kavmin hayra mazhar olmasını murad ederse, hilmle (yumuşaklık) muttasıf kimseleri onlara emir ta­yin eder. Rızıklarını da cömert ve ikram sahibi olan kullarının yed-i tasarruftna ihsan buyurur. Böylece o kavmi bahtiyar eyler.

Cersâb-ı Hak, eğer bir kavmin belaya uğramasını murad eder­se, sefih olanlarını onların üzerine emir tayin eder. Riziklarını da cimrilerin eline verir. Ta ki iki cihetten zahmet çeksinler!»

Bu hadis-İ şeriften anlaşılıyor ki, emirin zulüm ve haksızlığı, reayanın kusur ve kötü fiillerinin semeresidir. «Sîz ne halde ise­niz (sizi idare için) başınıza o halde olanlar getirilir.» hadis-i şe-rîfinin manasmca kendileri salih olsalardı, emirleri de muhak­kak salih olacaklardı. Bunun için emirlerinde zulm ve haksızlık hissettikleri zaman, kendileri bunun hakettikleri bir ceza oldu­ğunu anlayıp, 'hemen tevbe ve istiğfar ile amellerini İslah ede­rek zulüm sebeplerinin mafov ve izalesine .çalışmaları lâzımdır.

frnir olan zevat dikkat etmelidir ki, Muhammed (S.A.V.) ü m m o t i n i n bazı işleri veya bütün işleri kendi­sine havale edilen, bu işlerle vazifelendirilen kimse, ih­tiyaçlarında kendilerine nfk ve hilmie muamele ederse, muhtaç olduğu bir günde de Cenâb-ı Hak ona rıfk ve hilm'e muamele eder.

Aksine, kim, Ümmst-i Muhammed'in İşlerini görmezlikten gelir ve onları ihmâl ederse o kimse kıyamette A I 1 a h-u T e â i â    dan mahcup olur ve zuhur edecek ihtiyacı giderilmez.

© Abdullah b. A I i ' nin bize, E b û'z-Z i -n â d ' dan, onun e I - A ' r e c ' den onun da Ebû Hurey-r e [R.A.) Hazretlerinden rivayet ettiğine göre, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

— «Muhakkak ki imâm (halîfe, idareci), reayasını korumak ve korktuğundan kurtarmakta kalkan gibidir. Cihad ve kıtalde kendisine uymak arkası sıra mukâtele etmek reayaya k\rz olduğu gibi, reayayı muhafaza etmek de o emire lâzımdsr. Tsıat ile emredip, adalet icra ederse çok ecre ve sevaba nail ur. Aksi belde ise günahkâr ve Allah indinde mes'uî olur.»

# Yahya b. Saîd 'bize el-Hâris b. Zi-yâd1dan şöyle nakletti :

H z.    Ebû    Ze r r   (R.A.) emirliğe tayinini talep edip, bu hususu   kendisinden   sorduğu   zaman,    Fahr-i    Kâinat (S.A.V.)    Efendimiz,    O'na:

— «Sen zayıf bir kimsesin. Emirlik bir emânettir. Emaneti yoriris getiremeyen ve emiriiktan dolayı kendisine vacip olan hukuku ifa edemeyen kimse kıyamet gününde nadim olur ve azap görür.» buyurdular.

© I 4 r â % I' in bize Ebû I s h â k ' dan onun da Yahya b. Husayn' den rivayet ettiğine göre Yahya b. H u s a y n/ın ninesi ve aynı zamanda kadın sahabaier-den olan Ümmü Husayn şöyle demiştir:

— Rasulul-üah (S.A.V.) Efendimizi, elbisesinin bir kssmını toplamış ve kol­tuğunun altına sıkıştırmış olduğu halde gördüm. Şöyle buyuruyordu :

— «Ey insanlar! Allah'tan korkunuz. Emirlerini dinleyip on­lara uyunuz. Yasaklarını dinleyip onlardan kaçınınız. Emir sahîb-lerine uyunuz. Emisiniz bir Habeşi! köle bile olsa -hakir görmeyip - emrini dinleyiniz ve ona itaat ediniz.

# A ' m e ş ' in 'bize Ebû Salih' den, onun da H z. E b u H u r e y r e £R.A.) den rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz   (S.A.V.)    buyurmuştur ki :

itaat ederse, Cenab-i Hakka itaat etmiş halifeye, emire) itaat ederse, Bana itaat etmiş olur. Emirlersna itaat etmeyen, Cenâb-ı Hakka isyan etmiş olur. İmâma (halifeye - emire) itaat etmeyen, Bana itaat etmemiş olur». Yani, Emir'e itaat etmek, Cenâb-ı Hakkın ve Fahri Risalet (S.A.V.) Efendimizin rızasını mucip olacağı gibi aksini yapmak da gazap ve ıkablarını mucip olur.

® Şeyhlerimizden bazıları bize H a b î b ' den (yani î b n - i E b î Sabit' ten) o da E b û ' I - B a h t e r î' den H u z e y f e (R.A.) hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet et­mişlerdir :

—  «Emir'in itaatındam çıkıp, ona isyan etmek ve ona karşı si­lah çekmek İslâm sünnetinden değildir.»

@ M u t a r r i f b. T a r îf' in bize Eb û'l-C ö-hem' den onun H â I i d b. V e h b a n ' dan onun da Ebû 2 e r r (R.A.) dan rivayet etiğine göre Peygamber (S.A.V.)   Efendimiz   şöyle buyurmuştur:

— «Kim İslâm cemaatından veyahud İslâmdan bir karış ayrılır-sa yani ehl-i sünnete aykırı bir itikatta   bulunursa   veyahudda emirü'l-mü'minine itaattan ayrılırsa, boynundaki İslâm bağını koparmış ve İslâm'ın hil'aH beyzasını üzerinden çıkarmış olur».

© Muhammed    b. İ s h â k   bize   A b d ü s s e i â m ' dan, o da    ez-Zührî' den    o da,,    Muhammed

b. Cübeyr    b. le rivayet etmiştir.

 ut'an    (R.A.)'dan o da babasından şöy-

«RasûluIIah (S.A.V.) Efendimiz, Mina'da Hayf îsîmli yerde ayakta durarak şöyle buyurdu : (Benim sözü­mü işitip de, ta'bir ve tahrif etmeden tebliğ ve rivayet edenleri, Cenâmb-i Hak kiyameî gününde ehl-i cennetten eylesin. Zira, öyle haber götürenler, hadîs rivayet edenler vardır ki, fehim ve ilmi olmadığı halde tebliğ ve rivayette sehiv veya kusur edip, hadisin yanlış anlaşılmasına sebep olurlar. Benden bazı hadis işi­tenler de vardır ki, nakil ve rivayet ettikleri şahıslardan iiim ve anlayış bakımından daha aşağî olurlar. Mü'mİn kişinin kalbi üç şeyi ketm ve ihfa eylemez (tutmaz ve saklamaz.) — Üç haslet vardır ki mü'mîn kişinin kalbi anlarda aldanmaz. Yani kötülüğe sapmaz.— Birincisi : Amal ve taatte îhlas, ikincisi ve üçüncüsü : Emli' sahiplerine, bütün İsSâm cemaatı hakkında hile ve hainlik etmeyip nasihat etmek ve umum hakkında menfaatti, dünya ve âhireife faydalı olsn şeyleri tercih etmektir. Çünkü, ulu ' l-emre raasihat etmek ve hayırlı olan hususları ona arzetmek, diğer rea­yaya da bîr görevdir.»

© Ceylan b. Kays el-Hemdânî bize, E n e s b. Mâlik (R.A.) Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Ashab-i güzînin bizden daha büyük olanları, bize emir­lerimize karşı gelmekten, isyan etmekten ve onlara sövmekten bizi men ederlerdi. Şayed, haksızlık ve zulmederlerse, sabır, iba­det ve   Cenâb-ı    Hakka   yalvararak bu hâle tahammül etmeyi emrederlerdi.»

© İsmâîl b. İbrahim b. Muhacir bize, Vâil    b.    Ebû    Bekir1 in şöyle dediğini nakletti :

—  Hasan-ı    B a s rî'nin şöyle dediğini işittim:

—  Beygamberİmİz    [S.A.V.) şöyle buyurmuştur :

—  «İdarecilerinize, emirlerinize sövmeyiniz. Zira onlar, âdil olurlarsa çok sevaba nasıl olurlar. Bu halde size gereken de hamd ve şükürdür. Aksine, haksızlık ve zulümde bulunurlarsa, kendî-Sori günahkâr ve ahiretde azaba duçar olurlar. Bu durumda ise size sabsr ve tahammül etmek gerekir. Çünkü, haksız ve zâlim olan emirler, Cenab-i Hakkın dilediği asî, hak eden, günahkâr kullarından intikam almak için bir âletdir. Bu halt öfke ve İsyan ile karşılamamak; aksine, tevbe, istiğfar, islah-ı nefs, sabır ve Allah'a yalvararak karşılamak lâzımdır.»

& A' m e ş bize, Z e y d b. V e h b' den, A b -durrahman b. Aıbd-i Rabbi'l-Ka'be' nun şöyle dediğini nakletti :

— Abdullah b. Ömer'in yanına vardım. O, Ka'be'-nin gölgesinde oturmuştu ve etrafına insanlar toplanmıştı. Şöyle dediğini işittim ;    RasûluIIah    (S.A.V.) şöyle buyurdu :

«Bir imama (emire, idareciye) biat eiîni uzatan, hulûsu kalp ile onu imamlığa seçen kimse, artık elinden geldiği kadar ona iîaat etsin. Eğer bir başkası çıkar da ona karşı geîirse, onu kat­lediniz.»

® Bazı Şeyhlerimizin bize M e k h 0 I 'den rivayet etti­ğine göre, Muâz b. Cebel (R.A.) Hazretleri P e y-gatn'ber   (S.A.V.)    Efendimiz, bana,

— «Ey Muâz, her emîre s'taat et, her imâmın arkasında na­maz kıl, ashabımdan hiç birine sövme.» buyurdu demiştir.

Emîr adil olsa da zalim olsa da kuvvetli bulunsa da, zayıf olsa da, yüz çevirmeyip, ona itaat gereklidir.

Namaz kıldırmakta olan imâm,.eğerek salih olsun, gerek fâ-s\k olsun ona uymak lâzımdır.

Ashab-ı güzîn'den hiç birisine sövmemek lâzımdır. Çünkü, As­habı- Kiramın ihepsi müetehiddir. Bunlardan içtihadında isabet eden iki, içtihadında hata edense —niyeti sâlih olduğu için — bir sevab alır. Gerek Hz. Ali (R.A.) ile H z. M u â v i y e (R.A.) arasıda ve gerekse diğer ashab-ı güzin arasında, vaktiyle meydana gelmiş olan olaylardan dolayı hiçbirini ta'riz etmemek tenkit etmemek, lanetlememek ve onları hayr ile yadetmekle memuruz. Onlara karşı kötü söz söylemekten dilimizi tutmalıyız.

© İsmâîl b. E b ü H â I i d bize K a y s ' m şöyle dediğini nakletti:

— Hz.    Ebû    B e 'k i r   (R.A.)    bir gün hutbe okurken

Allah-ü    Teâlâ'ya  hamd ve senadan sonra buyurdular ki:

— «Ey insanlar; sizler (Ey iman edenler; Kendi nefislerinize bakınız. Siz dozru yolda olduğunuz takdirde, sapıtanlar size zarar vermez.[30] âyet-î kerimesini okuyup, bu âyetten nehy-i anil mün-kerin vücöbunu anlayarak, kötülüğü değiştirmekten geri durma-yasınız. Zira âyet-i kerîmenin mânası birbirinize emr-i bilma'ruf ve  nehy-i  amil-müraker  ederek nefsinizi  muhafaza ediniz. Yani herkes nefsinin muhafazasına memur oBup, bu da ancak emr-İ bil maruf ve nehy-i ani! münker iîe mümkün olabilir. Nitekim Fahr-i Kâinat (S.A.V.)   Efendimiz: «İnsanlar, kö­tülüğü görüp de —ortadan kaldırması veya düzeltmesi mümkün iken — ortadan kaldırmaz veya düzeltmezse   Cenab-i Hak­kın,   O insanların hepsini cezalandırmasından korkulur.» bu­yurduğunu İşittim.

%) Yahya b. S a İ d bize [İbrahim1 den][31] 0 da İsmail b. E b û Hakim' den Ömer İ b n - i A b d ü I a z i z 'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  «Bîr kısım insanların amel ve günahlarmdan dolayı, bütün insanlar sigaya çekilmezse de hîç kimse tarafından manî olun­maz veya izâle edîlmszse veya bu hususta gayreî gösterilmezse o kavimde kî bü£ün insanlar ceza ve azaba müstahak olurlar.»

© İsmail b. E b û H â I İ d bize, Z e y d b. e 1 - H â r i s [veya hb n - i S â lb ı t}ın[32] şöyle dediğini nakletti:

H z. E b û Bekr (R.A.) vefatı yaklaşınca hilafet İçin Hz. Ömerü'l-Faruk (R.A.) u yanına davet etti. Buna Buna karşılık, 'hazır bulunan insanlar kendisine :

— Bizi idare etmek üzere katı ve sert bîr kimseyi mi ha­life tayin edeceksin? O, hafife olduktan sonra, daha katılaşacak ve sertleşecektir. Oreu halife tayin edip de, sonra   Cenab-ı Hakka   ne cevap vereceksin? diye itiraz ettiler   Hz. E b û Bekir   (R.A.) bu itirazlarına cevaben :

— Beni Rabbimla korkutuyor musunuz? «Ya Rabbi, en hayır­lı olan zâtı kullarının üzerine emîr tâyin ettim» derim dedi.

Sonra, halife tâyin etmek üzere, H z. Ömer'i huzu­runa çağırıp ona şöyle vasiyet etti :

— Size öyle bir vasiyette bulunacağım ki, lâyıki İle dinle­yip onunla amel ederseniz, dünyaya rağbetimiz kalmayıp âhireti tercih eder ve her hal ve mekânda size gelmesi muhtemel olan ölüm, gelince, sizin İçin ölümden sevgili bir şey olmayacaktır. Bilakis, bu vasiyetimle amel etmeyip, fani dünyayı seçerseniz, o takdirde de,  indînizde ölümden daha fena, daha korkunç bîr şey olmayacaktır.   A I I a h ı n    gece farz kıldığı ameli gündü­ze, gündüz  farz kıldığı   ibâdeti  geceye tehir etmeyiniz.    Tehir ederseniz kabul olunmaz.  Üzerinize farz olan ibadetleri yapma­dıkça, hiç bir nafile ibadet    makbul olmaz.    Kıyamet gününde, amel  (sevap)  terazisinin  hafifliği  dünyada  batsla  uymaktendır. Filhakika, batılla dolu olan terazinin hafif oüması iktiza eder. Kı-yamst gününde terazinin ağır basması ancak,    dünyada hakka uymakla mümkündür. İçine hakkaniyetten başka bir şey konma­yan terazsnîn ağır basması zarurîdir. Yukarıda beyan ettiğim gi­bi, bu vasiyetimle âmil olursanız, gözle görülmeyen ve her can-h hakkında meydana gelmesi zarurî olan ölüm gibi makbul bir şey görmeyeceksiniz. Aksine, vasiyetimi unutup, kaybederseniz, kaçmakla kurtulmanız mümkün olmayan ölüm,  indinizde gayet çirkin ve kerih olur.»

Bazı rivayetlerde de Mûsâ b. Ukbe' nin, Esma b i n t i U m e y s ' den yine Hz. Ebû Bekir (R.AJ'İn H z.   Ömer   {HA.) e şöyle söylediği 'bildirilmektedir:

—  Ey   Ibnü'l-Hattafo-   Seni halife tayin   edişim, benden sonra kaîan müslümanlar içindir.    Fahr-i    Âlem ES.A.V.)    Efendi mi z'e   çok arkadaşlık ettik. Onun şeref­li sohbetinde çok bulunduk. Kendisi muhtaç iken bize ikram et­ti. Bizi, kendi nefsine tercih buyurdu. Bizim evlâd-ü iyâlimizi, kendi evlâd-ü iyiline tercih ettiğini gördünüz. Eviâd-ı iyalimize, kendi ehl-i beytinden daha çok hediye verdiği zehabına kapılır­dık.

Siz de, bana müsahib oldunuz ve Peygamber (S.A.V.) Efendimiz1 İn feyizli yolundan ayrılmadığımı, Sünnetine uyduğumu gördünüz.

Al la h'a yemîn ederim ki, hiç uykuya dalmadım ki rü-yaîanayım. Vehme kapılmadım kî, hata vakî olsun. Girmiş oldu­ğum hak yoldan asla şaşmadım ve sapmadım.

Ey Ömer- Her şeyden önce, helak sebebi olan nefsi­nize uymaktan sizi sakındırırım. Çünkü nefs-i emmareye uyup, şehvet ve lezzet aldığı şeyleri kendisine verirseniz onun ününe geçemezseniz; sîzi daha büyük fenalığa sevk eder.

İkinci olarak : Seni, asırdasın olan ashabdan sakındırırım. Çünkü, yüce hilafet makamının liyakatli ukdenize verilmesinden, kalplerinde bir imtila hasıl olabilir. Hilafet makamını, kendi nefisleri için çok arzu etmelerinden dolayı bu makamda gözleri kalabilir. Böyle olunca daima sîzden bir hata vukuunu ar­zu edebilirler, bekliyebiiirler. Bunun içindir kî, hataya düşmek­ten sakındırırım.

Şurasını bilmelisiniz ki, Siz C e n â b-1 Hakkın ce­zasından korkarak, istikâmet üzere oldukça, kendileri de sizden çekinip, istikâmetten ayrılmazlar. İşte vasiyetim budur. Vesse­lam.»

$ A ib d u r r a frı m a n b. İ s h â k 'bize Abdul­lah K u r e y ş î' den o da Abdullah b. H a k î m ' -den şöyle nakletti:

Hz. Ebû Bekir'i Sıddık (R.A.) bir hutbesin­de şöyle buyurdular:

— «A I ! ah-u Teâlâ' dan korkup, müstahak olduğu hamd ve şükrün ifasını size tavsiye ederim. Birde havf ve re-câyı kalbinizden asla çıkarmayınız. Yani korku ile ümid arasın­da bulununuz. Allah 'tan bir şey istediğiniz zaman ve ona dua ederken ısrarlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü C e n a b- ı Hak, Hz, Zekeriya (A.S.) ve ehli beytini överken «Hz. Zekeriya ile ehli- beyti iki dünyada kurtuluş ve felaha eriş sebebi olan hayratı yapmak için süratle koşarlar ve Cenâb-ı Hakkın rahmetini ummakla beraber, cezasın­dan da korkarak hudu ve huşu ile dua ederlerdi.[33]

Ey Allah'ın kulları- Bilmelisiniz ki, Cenâb-ı V â c I-bü'l-Vö cûd'un, sizin üzerinize farz kılınmış olan hukuku*

na karşı nefsinizi rehin, ilm-i ezelde bunun üzerine sizden mîsak almıştır. Az amelinize mukabil, ahirette bol sevap ve hayır ih­san buyuracaktır.

Elinizde bulunan, icazı kıyamete kadar baki, hidayeti zeval siz ve sonsuz olan Kur'an-ı Azimü'ş-Şamn kavlini tasdik ediniz. Kur'an âyetlerinin ahkâmına sımsıkı sarılınız. Zulmet günü olan kıyamette, muhtaç olacağınız hidayet nurunu Kur'an âyetlerin­den hakkıyle tahsil ediniz. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Sizi ancak kendisine ibâdet için halk etmiştir. Ve her fiilinizi amel defterinize yazmak için Kirâmen Kâtibîn'i tayin etmiştir.

Ey Allah'ın kulları! şurasını da bilmelisiniz ki, dünyada ka­lacağınız vakit ve eceliniz sîzce meçhuldür ve muvaffakiyetiniz her halükârda Cenâb-ı Hakkın yardımına bağlıdır. Bunun için, gafletle, serbest gezip do!aşmaktansa taat ve ibâ­dete devam ederek, ecel-i mevudunuzun ansızın gelmesi halin­de, siz fiil-İ hayr üzerinde bulunmuş olasınız. Filhakika, insanla­rın bu dünyadaki kısa ömürleri, taat ve ibadet için bir mehilden ibarettir. Mehil müddeti bitipte kötü amelinize kavuşmadan ön­ce, bu mehilde sâlih amele yapışınız. Nefsinizi unutup da, belli ömürlerini, başkalarının menfaatına sarf edenlerden olmayınız. Kendisinden kurtulunması tasavvur bile edilemeyen Ölüm sürat­le size de gelmekte ve yetişmekte olduğundan, mühleti boşa ge-çirmeyerek derhal, kultulmanıza ve felaha ermenize sebep ola­cak olan, hayırlı amel ve güzel fiilleri yapmaktan geri durmama­nızı tavsiye ve ihtar ederim.»

m Ebû ıB e k i r b. Abdullah el-Hüzelî 'bize   Uasan-ı    B a s r î' den şöyle nakletti :

Bir gün, bir adam,   Hz.   Ömer   'Efendimize:

—  A ll a h y tan    kork, yâ Ömer! dedi ve bunu bir kaç defa tekrar etti. Bunun üzerine orada bulunanlardan birisi, o kişiyi azarladı ve susmasını İstedi.   !H a z r e t i    Ömer    (R.A.) o kimsenin sustululmasma razı olmadı ve susturmak isteyen şahsa:

—  Azarlama, söylesin.   Zira söylemezlerse   günahkâr ola­cakları gibi, biz de bu ikâzı kabul etmezsek mes'ul oluruz» bu­yurmuştur.

® Ubeydullah <b. Ebû Humeyd bize Ebu'l-M ü I e y h b. Ebû Ü s â m e el - H ü z e I î' nin şöyle dediğini nakletti:

H z.    Ömer    [R.A.)   bir 'hutbesinde şöyle buyurmuştur;

—  «Ey insanSar! Sîzin üzerinize cavib olan râiyyelik hakkı, bize nasihat etmek ve gaibâne dahi halifelik hukukumuzu koru­makla, hayrımıza yardımcı olmaktır.

Ey reâyâ! Halifenin hilmî ve rıfkı reayası hakkın­da nezâket ile muamelesi, umumun menfaatine ve Cenâb-ı Hakkın rızasına en uygun davranıştır, ahlâktır. Al la h - u T e â I â' nın en çok buğzettiği, kerih gördüğü ve zararı umuma şâmil olan ahlâk ise, müslümanların imâm'imn cehaleti ve raiy-yesî hakkında sertlik göstermesidir.

Kim, güzel ahlâk ile ahlâklaomasını ister ve bunun meyda­na gelmesi için gayret eder, külfete girerse, Cenab-ı Hak kendisine kolaylık ihsan buyurur.

#' D â v u d b. Ebû H İ n d 'bize Âmir' den Abdullah b. Ab bas (R.A.) Hazretlerinin şöyle buyur­duğunu nakletti:

—  H z.   Ömer   (R.A.) yaralandığı zaman, vefatından önce, huzuruna girip kendisine :

—  İnsanlar küfür karanlığı içinde iken, siz müslüman oldu­nuz.   F a h r - i  I e m   (S.A.V.)   E f e n d i m i z ' i   herkes tekzib ederken, Siz O'nun yüce maîyyetinde gaza ve cîhad etti­niz. Âhireti teşrif edinceye kadar rızalarından zerre kadar ayrıl­madınız. Hilâfetinizde asla ihtilaf vuku bulmadı. Şehid olarak âhi-rete gideceksiniz. Sizi cennete girmekle müjdelerim.»   deyince, bana:

—  «Bu sözü tekrar ediniz» diye emir 'buyurdu. Ben bir kere daha tekrar edince de :

—  «Yerde ve gökte kendisinden başka ilâh bulunmayan A I -I a h ' a yemin ederim ki,   Hak   T e â I â   hazretlerinin uku­betinden çok korkuyorum. Yer yüzünde beyazdan sarıdan (altın­dan - gümüşten) ne versa hepsi bana verilmiş olsaydı, ceza gü-' nünde hasıl olacak dehşetten kurtulmak için hepsini feda eder­dim.» buyurdular.

0 Bazı Şeyhlerimizin bize, A t) d ü I m e I i k b. M ü s -I i m' den onun da Osman ıb. A t â el - Külâî' den riva­yet ettiğine göre :

Ömerü'l-Fâruk (R.A.) Efendimiz, bir hut­besinde Cenâb-ı 'Hakka hamd ve senadan sonra şöyle buyurmuştur:

— «Kendisi Bakî, kendisinden başka herşey helak olucu ve fânî olan, kendisine taat eden dostlarını aziz ve kendisine isyan eden düşmanlarını zelil eyleyen, Cenâb-ı Hakka, itaat, ibâdet ve takvaya devam etmenizi tavsiye ve ihtar ede­rim. Çünkü, tâat zaramyle ma'sıyet işleyen ve ma'sıyet zannıyla ibâdeti terk eden kullar Allah indinde ma'zur tutulmaz. Ca-cillîkleri kendilerini mes'uliyetten kurtaramaz. Halife ve imâmın ralyyesî hakkında en çok itina göstermesi gereken şey. C e • nâb-ı Hakkın hidayet ve delâlet buyurduğu dîn-i mübine ait vazifelere ve hukuk-u ilâhiye riâyettir. Zira, bizim üzerimize vâcib olan şey, ancak Cenâb-ı Hakkın emir buyur­dukları tâati bildirip onunla size emretmek ve nehy buyurdukları meâsiyi bildirip ondan nehyeyiemektir, Hudud-u ilâhiye ve ah-kâm-i cehlede yakın ve uzağı bir tutup, onların ikâme ve icrasın­dan geri durmamaktır. Biz bunları yerine getirdikten sonra, mes'-uliyet size âld olur. Aklınızı başınıza alınız ve biliniz kî, Ce­nâb-ı Hak, beş vakit namazı farz, vüdu', huşu1, rüku" ve sücûdu da şart kılmıştır.

Bir de şunu biliniz ki, insanların ellerinde bulunan mallara tamah etmeyiniz. Tamah, fakirliğe ve rahatın bozulmasına sebep olur. İnsanların ellerinde bulunan mallara tamah etmemek (ka­nâat) ise servetin temizliğine, zenginliğe sebep olur. Kötü kim­selerle beraber olmaktansa, uzlete çekilen kimse rahat yaşar.

Yine bilmelisiniz ki! Gerek hoşa giden, gerek hoşa gitmeyen durumlarda ilâhî takdire rıza göstermek lâzımdır. Çünkü, bir mu­sibetin vukunda rıza göstermeyen kimse, bir nimetin nasıl ol­masında da Cenâb-ı Hakka şükretmeye muvaffak ola­maz.

Yîne biliniz ki- Cenâb-ı Hakkın bazı seçkin kul­lan vardır ki, onlar batılı terkederek ve ondan ayrılarak, onu mah­vettiler, onu öldürdüler. Cenâb-ı Hakkı zikr ve tefek­kür ederekte, hakkı dirilttiler ve açığa çıkardılar.   C e n â b-i

Hakkın, Ümitlendirmesine ve korku t mas ma tâbi olarak, kor­ku ve ümid arasında bir halde bulunurlar. İlâhî cezadan korkar­lar. Allah ve Ra s û I ü ' nün haber verdikleri şeyleri gör­medikleri halde, gözleri ile görmüşcesine kendilerine kuvve-İ yakın hasıl olur. Kolaylıkla mâsivadan alakalarını keserler. C e-nâb-ı Hakkın cezasının korkusu, kendilerinin ihlasla gü­zelleşmelerine sebep olmuştur. Bakî olan âhiret hayatım kazan­mak için, fânî dünyanın şehveterini terketmişlerdir. Böyle zatlar için hayat bîr nimet, ölüm ise keramettir.»

• İsmail b. E b û H a I i d ' in bize Z e b î d i' 1 -Eyyam?' den[34] naklettiğine göre :

'H z.   Ömer   (R.A.) buyurmuştur ki:

—  «Benden sonra halife olacak zâta, takvada sebatlı olma­sını vasîyyet ederim. İlk muhacirlerden olan sahabelerin miktar­larını ve haklarını bilip kendilerine hürmet ve İkram etmelidir. En-sâr hazretlerinin de faziletini bilip, onlardan iyilik yapanların iyi­liğini, güzellikle kabul; mes'uliyetlerini de afvetmelidir. Beldeler­de yaşayan ahâlî, İslâmm yardımcısı ve düşmanların hedefi ol­duklarından, kendilerine iyilik ve adaletle muamele etmeli, ken­dilerinden toplanacak mallarının da iyilik ve rızaları üs fazla malla­rından alınarak, fakirlere verilmelidir. Bâdiye ehlinden olan arab-lar, arap kavminin aslı ve İsiâmin rüknüdürler. Onların zenginle­rinin mallarının fazlası, usûlüne uygun olarak tahsil edilmeli vo fakirlerine dağıtılmalıdır. Ehl-i zimmete gelince, onlarla yapılan anlaşmalar yerine getirilmeli, onlar korunmalı ve himaye edilme­lidir.. Kendilerine takat getiremeyecekleri gÖrevve tekliflerin yük­lenmemesini de ihtar ederim.»

@ S a i d b. E b û Ur û b e ' n'in bize Katâde'-den onun ela Salim b. E b û ' I - C a ' d ' dan, onun da M i ' d â n b.   E b û   T a I h a1   e I-Ya'mû rî' den naklettiğine göre :

Hz.   Ömer   (R.A.)    bir hutbesinde,   Al!ah-u   T e â I â ' ya   hamd-ü senadan ve   Fahr-İ   R i s â 1 e t   (S.A.V.) Efendimizle,    Hz.    E'bû    Bekir   (R.A.) ı zi'kr ve on­lara dua ettikten sonra:

—  «Ya    Rab,   şâhidimsin ki belde ve şehirlere tayin edip gönderdiğim emirleri, ancak herkese dinî işlerini ve   Resûl-ii Ekrem (S.A.V.) Efendim i z ' in sûnnet-i seniyyesini anlatmak ve öğretmek, toplanmış olan vergileri onlar arasında taksim etmek ve insanlar arasında adaletle hükmederek hakkani­yetten ayrılmamak üzere gönderdim. Bir müşküle karşılaşıp, şüp­heye düştükleri hususlarda bana müracaat etmelerini emrettim.»

© Abdullah b. , A i i bize, İmâm Zuhrî'-nin şöyle dediğini nakletti :

Bir kimse gelip,   Hz.   Ömer   (R.A.) a   hitaben :

— «Ey Mü'mînlerîn Emiri! Benim için Allah'ın emir ve hü­kümlerini icra ederken, hiçbir kötüleyicinin azarlamasına ve ten­kidine aldırmamak mı veya kendi vazifemle meşgul olmak mı daha hayırlıdır?» diye sorunca,   Hz.   Ömer   (R.A.):

— «Halkın işlerini yürütmeyi üzerine alan kimselere, her­hangi bir kimsenin kötülemesinden korkmamak, bunların dışında kolan kimselerin de, kendi nefislerinin ıslahına çalışmaları ve emir sahibîerine bağlanıp, onlara itaat ederek nasihatta bulun­maları hayırlıdır.»

$ Yine Abdullah b. Ali, bize İmâm Zuh­rî' nin şöyle dediğini naklediyor:

H z. Ömer (RA) 'bana va'z ve nasihat ederek buyur­du ki:

—  «Lüzumsuz işlerle uğraşmaktan sakın.   Sana düşmanlığı olan kişilerden uzak dur .Emin ve mütedeyyin olan kişilere hiç­bir şey denk ctamiyacağsndan bunlar müstesna olmak üzere, dos­tundan da kendini koru. Fasik olan kimsenin fisk ve fücuru bu­laşıcıdır. Fasiklarla arkadaşlık etmekten ve onlara sırlarını aç­maktan sakın. Bütün işlerinde, kalpleri Allah korkusu ile dolu olan sâîih kişilerle istişare et.»

@ İsmail b. E b û H â I i d bize S a î d b. Ebû    Bürde' den şöyle nakletti:

Hz. Ömer (R.A.), bazı İslâm memleketlerine tâyin et­tiği âmillerden (vali - İdareci) biri olan E b u Musa el-E ş 'a r î'ye şöyle yazdı :

«Elinin altındakilerin, reayasının saadetine vesîle olan emîr, Allah indinde herkesten daha çok saadete mazhar olmaya lâyık olduğu gibi, bilakis baskısı ve zulmü sebebiyle reayanın şekâvetine sebep olara emîr ise, Allah nezdinde herkesten daha çok ukubete duçar olacaktır. Tayin edeceğiniz memurlar da, hakdan uzaklaşırlar. Böyle olunca da durumunuz bir yeşillik gö-rüpde, orada devamlı otlayan, semizlenen ve semizliği ölümüne sebep olan hayvanın durumuna benzer, vesselam!»

® Mis'ar'ın 'bize bîr şahıstan naklettiğine göre, H z. Ömer   (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «İlâhî hükümleri ve şer'î hsbleri, ancak yardım istemekten intikam alma düşüncesinden, bîr kimseyi taklid ve ona tâbi ol­maktan, dünya meîâırea tamahdan âzâde olan   kimseler icra ve ikâme edebilirler. Ve himmetleri noksanlaşmayan, kötülenmek-ten, azarlanmaktan çekinmeyen kimseler buna muvaffak olurlar.»

® Bazı Şeyhlerimiz bize Hz. Osman b. Affa n (R.A.) in azadlısı    H â n î' nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

Hz, Osman (R.A.) Efendimiz, bir kabri görün­ce sakalı ıslanmcaya kadar ağladı.

— Cennet veya Cehennem anılınca, ağiamayıp da bir kabir görünce bu kadar ağlamanıza sebep nedir? diye kendisinden so­runca :

—  «Kabir âhiret menzillerinin îlkidir. Kabir azabından kurtu­lan kimse, ondan sonra uğrayacağı cezaları kolayca geçirecektir. Kabir azabından kurtulmayanların ise ondan sonra görecekleri azap daha şiddetli olacaktır. Ağlamama bu hali mülahaza sebep olmuştur» diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurmuşlar­dır ki :

—  «Âhiret menzilleri içinde,   kabirden daha çirkin bir daha fena bir menzil yoktur.»

® E'bû Hanîfe Hazretlerinin şöyle dedi­ğini işittim :

«Hazreti Ömer (R.A.) haiife seçildiği zaman, H z. Ali (R.A.) kendisine hitaben şu tavsiyelerde bulundu­lar:                                                                                         

— «Her îşde selefinize uyunuz. Haîtaf elbisenizi yamamak, üzerinize giydiğiniz izan tavâzu ile giymek, ayakkabınızı tamir etmek, dünya emellerinizi imkan Ölçüsünde azaltmak ve yemeği doyuncaya kadar yememek gibi hallerde de selefinizin yolundan ayrılmayınız.»

©    Bazı şeyhlerimiz bize   Ata    b.    Ebî    Rebah'dan şöyle rivayet etmişlerdir:

—  «Müminlerin Emîrî   H z.   Ali   (R.A.)   bir tarafa göndere­cekleri askerlere beni emir (komutan) tayin ettiler ve şöyle ten-bih ve nasihatta bulundular:

— «Hesap gürsünds, mükafat veya mücazaatı île karşılaşmanız kaçınılmaz azap ve cezasından kaçmanız imkansız olan C e n â b-ı Hakka itaat ediniz. Emirlerine uyunuz ve yasaklarından ka­çınınız. Üzerinize aldığınız bu emirlik (komutanlık) vazifesini ifa ederken istikâmetten ayrılmayınız. Allah'a yakın olanlar­dan olmaya sa'y ve gayret ediniz. Çünkü, Al I a h ' in rızasını kazanmak için dünyadan neyi terk ederseniz, onun kat kat fazla­sın;   Allah    nezdinde bulursunuz.»

©    İsmail    b.    İbrahim    b.    el-Muhâcir e I -B e c e I î bize A b d ü I m e 1 İ k b. U m e y r' in şöyle de-ı

diğini nakletti :

—  Sakîyf Kabilesinden bir kişi bana şöyle anlattı :    H z. A 1 i    (R.A.)   beni    U kb e r â 'ya   âmil (vali) tayin etti ve in­sanların içinde bana şöyle buyurdu :

—  «Vazifelendirildiğin yerin haracını, eksiksiz tahsil et. Bu sırada onlara ruhsat verme ve sende zaaf hissetmesinler» Bu tenbihten sonra, «filân tepenin yakınında, benimle buluş» buyur­dular. Olayı nakeden zât diyor ki : Denilen yere vardığım zaman bana şöyle hitap ettiler:

—  «Emânetiniz altında, bulunan cemaat huzurunda sana ver­diğim emir ve tenbihEer bir hikmete mebnî idi. Çünkü, o ce­maat,   arasında   husûmet ve düşmanlık   olan   bir   topluluktur Yanlarında böyle îenbihatîa bulunmak lâzımdır. Lâkin, memuri­yet mahallinize varınca, gerek kışlık veya yazlık elbiselerinden, gerek yiyeceklerinden ve gerekse hayvanlarından hiç birini sat-'.tıayiniz. Haracı tahsil maksadı île hiç birisini dövmekten, ayak üzerinde durdurmaktan sakininiz. Haraç malı için, emtia ve yer­erini almaktan kaçınmaz. Zira, ancak reayanın malının fazlasın­dan atmakla emrolunduk. Bu emrimi dinlemeyip, tersini yaparsanız. Allah İndinde yalnız sîz mes'ul olursunuz. Emirle­rime aykırı hareket ettiğinizi duyarsam, sizi derhal memuriyeti­nizden azlederim.» buyurdu. Ben :

—  «Demckki buradan ayrıldığım gibi -bir iş yapmadan- dö­neceğim» dedim.   H z.    Ali      [R.AJ :

—  «Evet, velev çıktığın gibi dÖnsen bile emrime muhale­fette bulunma» buyurdu.

Bunun üzerine, emirlerine uyarak gidip, terihib ettikleri gibi hareket ederek, vazifemi güzelce yapmaya muvaffak oldum ve haracın tamamını toplayarak döndüm.

0 Şeyhlerimizden bazıları bana, M u <h a m m e d b. Ka'b'ın   şöyle dediğini naklettiler:

—«Emevî halifelerinden, adaleti ile meşhur olan Ömer İ b n - İ A b d ü I a z i z (Allah ona rahmet etsin) hilafete tâ­yin olunduğu zaman Medîne-i Münevvere'de idim. Beni davet etti. Derhal yola çıkıp Şam'a vardım. Huzurlarına çıktığım za­man, teaccüb ve hayretime sebep olan bazı hallerden dolayı de-van.lı olarak kendisine bakıyordum. Bunu görünce bana hitap ederek :

— Ey İbn-î Ka'b! Sen, bana daha önce bakmadığın bir dik­katle bakıyorsun. Nedir bu dikkatinin sebebi? diye sordu. Ben de:

—  Yüzünüzdeki değişiklik,  bedeninizdeki incelik zayıflık, saçınızdaki dağınıklık ve her yönden sizde umduğumun, dışında gördüğüm haller dikkatimi cei'betti. dedim. Bunun üzerine :

—  «Ölüp kabre konmamdan üç gün sonra, gözlerimin, yüzü­me aktığını, burnumdan kan ve irin çıktığını görmüş olsaydın, bundan daha çok teaccüp ve hayret ederdin.» dediler.

#    Bazı Şeyhlerimizin bize   Ömer   t>.   Zer1 den nak­lettiğine göre :

Ömer İbn-i A'bdülaziz, 'hilafet makamına ta­yin olunduktan sonra, vakit ve himmetinin en çağunu zulmün gi-dedilmesine ve herkesin beytul-mâl'de bulunan hakkının taksimi­ne inhisar ettirirdi.

•    Şam ahâlisinden !bir şeyh şöyle rivayet etti:

«Ömer 1 b n - i A ıb d ü I a z i z , 'halife tayin edilin­ce, reayanın işlerinin kendisine yüklediği mes'uliyeti bir mihnet ve belâ addederek, uhrevî sorumluluktan korkarak iki ay müd­detle üzüntü ve ağıtla vakit geçirdi. Sonra halkın işlerini yürüt­meye yöneldi. Zulmü kaldırıp, mazlumun yaralarını sarmaya baş­ladı. Kendi işlerinden daha çok halkın işlerine ihtimam ediyor­du. Vefat edinceye kadar, bu yoldan asla ayrılmadı, İrtihal edin-cs, devrin âlim ve fâkihieri, merhumun ölümünün müslümanlar için umumî 'bir musibet olduğunu beyanla taziyette bulunmak üzere hanımına gittiler. Ölümün musîbetir.i beyan ettikten sonra, kişinin -halini en iyi ehl-İ beytinin, 'hanımının bilebileceği ifâde ederek, halîfenin ahvalini ve ölümünden önce hangi amelle meş­gul olduğunu sorup araştırdılar.

Hanımı, yemin ederek halife'nin ahvâlini anlattı. Sonra şöy­le dedi :

—  O'nun, oruç tutması, namaz kılması    sizden daha fazla değildiyse da, bsn,   A İlah' tan    O'rîan fazla korkan ve bu korku ile O'ndan fazla titreyen hiç bir kimse görmedim. O, nef­sini, halkın umur ve hysus&tını görmeye vakfetti. Bazı kimsele­rin işi, akşama kadar uzar ve bitmezse, çoğu zaman geceyi gün­düze katar o işi bitirmeye uğraşırdı. Bir gün, raâya'nın işi akşa­ma bitti. Kendi şahsî malından olan kandili istedi. İki rekat na­file namaz kıldı. Sonra sakalını iki elinin arasına alıp, böylece ssbafoa kadar gözlerinden yaş cüöküp sğldı. Ertesi gün de oruç tuttu. Kendisine :

—  Bu gece, sizde gördüğüm bunca ayıt ve feryadın elbette bir sebebi vardır. Bu sebep nedir? diye sordum. Bana:

—  Ümmeî-i Muhammed'in hepsine halife oldum. Yeri, yur­du, yardımcısı olmayan garipler, ihtiyaç içinde olan fakirler kahr ve zelil ediSe^ esirler ve bunlara bsrczeyen reaya ve bsrâyâ, bana A I I a h' m   emâneti oldukları halde, nazarımdan uzak, yerleri­nin bile bana meçhul olmasından dolayı Cenâb-ı Hak-k ı n beni mes'uî tutacağını ve Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin dahi, onlar için bana muhâsım olacağını ha­tırıma getirdim. Şayeî, mazeretim huzuru R a b b ü I    Âle­minde   haklı bulunmaz ve ortaya koyacağım burhan ve de­liller   Peygamber    (S.A.V.3    Efendimiz1 in   nezdin-cle kabul buyurulmazsa diye korktuğumdan ağladım.» buyurdu­lar.

Şurasını da size söyliyeyim ki, pek çok gecelerde yatakta beraberinde bulunduğum halde, bu gibi uhrevî mes'uliyet hatı­rına gelince o kadar ıztırap çeker, ağlar ve ferya-d ederdi ki, acı­yarak üzerimizde bulunan yorganı atardım. Izdırabı biraz teskin olunca :

—  «Keşke, halifelik bana, doğu  ile batı arası kadar uzak olsaydı.» temennisinde bulunurdu.

@ Kûfo'Ii şeyhlerimizden birisi, Medine'li bir şeyhin ken­disine şöyle dediğini nakletti :

—  Kim ki yürüyüş bir seviyyedir derse onu kabul ve tasdik etmem. Zira,    Ömer    İbn-i    Abdülaziz'i    halife tayin edilmeden önce bir gün Medine'de gördüm.   O, İnsanlar arasında en güzel koku sürünerek, en güze! elbise giyerek ve gururla yürüyordu. Halife olduktan sonra ise insanlar arasında zahidier ve âbidier gibi gezdiğini gördüm.

© Bazı şeyhlerimiz bize, İsmail b. Ebû Ha­ki m' in    şöyle dediğini naklettiler:

—'Ömer Ibn-î Abdülaziz, mizaç olarak öf­keli bir kimse idi. Bir gün bir 'husustan dolayı kızdı. Şiddetli olan öfkesi geçtikten sonra, oğlu A b d ü 1 m e I i k, kendisine hitaben :

—    Ey mü'minlerin emiri!    Cenab-ı    Hakkın   size ihsan buyurduğu nimete, tayin buyurulduğunuz makama ve kulla­rın işlerinin görülmesi u'htenize yüklenmiş olduğuna göre, gazap ve şiddetin sizden vukuunu garip gördüm, deyince, Ömer b.   Abdülaziz:

—  «Ne söyledin?» dedi. O da sözünü tekrarladı. Ömer   b.   Abdülaziz:

—  Ey   Abdülmelik!    Sen gazab etmez misin? diye sorunca oğlu şu cevabı verdi :

!i olmayacak kadar öfkemi tutamazsam, C e n â b-1 Haktan korkmamın bana ne faydası olur. C e n â b-i Haktan korkumdan dolayı, öfkemi tutarım, içimde sakla­rım.

Ey Mü'minlerin Emiri, düşmandan ganimet olarak alınan malların ne şekilde taksim edilmesinin lâzım geleceğinin beyan ve izahını emir ve talep buyurmuştunuz. Cenâb-i Hak Kur'an-ı Kerim'inde onun nasıl taksim edileceğini şöyle beyan buyurmuştur.

«Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz, her hangi bir şe­yin, beşte biri (1/5) A II a h ' sn, R a s û I ü ' nün, yakın ak­rabası olan ehl-s beytinin, yetimlerin, miskinlerin, yolcuların­dır.»[35]

Âyet-i  kerîmede lafza-İ  Celâlin zikri, tazim içindir. Çünkü Cenâb-ı    Vacibü'l-Vücud,   her şeyden müstağ­nidir. Yanı manası, ganimet   malının   beşte biri    Cenâb-ı Hakkın' dır. İşbu beş bölüme taksim edilmesi   Allah-u - T e â İ â'nın    irâdesi müktezâsidır. Cenâb-ı Hakka ve Bedir vak'asmda Mü'minier ile kâfirler harbde karşılaştıkları günde, pek az olan mü'minlerin yardımına melâike göndererek, Re s û !-ü    Ekrem'e   vâki olan misrat-ı nahiyeye iyman eylediğiniz halde, ganimet mallarının  beşte birini, mezkûr beş sınıfa İhsan buyurduğunu bilip, herkesin hissesini kendisine tes­lim edin demektir. İşte bu İlâhî hüküm ve taksimi İslâm asker­lerinin, müşriklerden ganimet olarak aldıkları  mal, meta, silâh ve hayvanlarda câri olup, beşte biri ayrılarak, âyet-i kerîmede bildirilen sınıflara verilerek, kalan beşte dördün, asker arasında taksim edilmesi ve hadîs-i şeriflerde vârid olduğu gibi, piyade askere ve süvârî askerin kendisine bir bindiği ata iki olmak üze­re cem'an üç sahim verilmek lâzım gelir. Binilen hayvanların bir­birinden farklı olması nazar-ı itibare alınmaz. Yani, gerek kühey-lan ve cins at olsun, gerek beygir olsun, gerek besili bulunsun ve gerekse zayıf olsun, hisse verilirken hepsi müsavi tutulur. Silâhları tam ve kendisi şecaati  ile tanınan neferlerle; kılıcın­dan başka silâhı olmayan ve korkak bilinen nefler de ganimet taksiminde eşit tutulmalı ve bazısına çok bazısına az verilmeme­lidir. Çünkü Cenâb-r    Hak:

«Hem onlara binmeniz için, hem de zînet için, atları, katır­ları, merkepleri yaratdı.»[36]

«Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihfid için) bağlanıp beslenen otlar hazırlayın ki bununla (bu hazırlanma île) hem A I I a h' in düşmanı ve ffoem de) sizin düşmss^sz olanlar)ı ve bunlardan başka sizin bâlmsyip da A I I o h'm bildiği diğerlerini korkutasınız.[37] buyurmuştur.

Bu iki âyet-i kerîmece hepsi müsâvî tutulmuş ve biri diğe­rinden farkedilmemiştir.

Ayrıca, arap dilinde de, ister cins at oisun, ister beygir ol­sun her ikisi de «at» kelimesi ile İsimlendirilir.

Ayrıca, beygirin pek çok cins attan kuvvetli ve muharebe için daha elverişli olduğu, tecrübe ile sabittir.

® Hasan b. Ali b. U m â r e bize, Hakem b. U t e y b e ' den o da M u k s i m ' den o da Abdul­lah    b.     Ab b a s    (R.A.) dan şöyle nakletmiştir:

—  «Fahri  Âiem  (S.A.V.)  Efendimiz, Bedir Gazvesinde ga­nimetleri taksim ederken, faris olan mücahide 2 sehim, piyade olan mücâhide ise 1 sehim verdi.»

© Kays b. er-Rabi' bize, Muha'mmed b. Ali' den, o da İshâk b. Abdullah' dan, o da Ebû H â z İ m ' den, E b û Zerri'l-Gıfârî (R.A.) Hazretlerinin şöyle dediğini rivayet etti :

—  «Benimle    biraderim,     F a h r-i    Alem      (S.A.V.) Efendimizin    maiyyetinde Hayber Vak'asinda süvari ola­rak bulunduk. Ganimet mallarından ikimize üçer sehimden altı s oh i m çıkarıp, dört sehmi iki hayvanımız için ,iki sehmi de bi­zim için verdiler. Biz de bu alta sehmi Vak'a yerinde iki düve ile İmâm-i Âzam Ebû Hanîfe' irin kavli­ne göre= Hayvan için bir seh'im, şahıs için de keza bir sehim verilmelidir. Zira, hayvan için bir sehim fazla verilmesi, hayvanın insana tercihine sebep olacağından hayvana ziyade verilme­sine cevaz verilemez.

I m â m -1    Âzam'm    bu kavline delili şudur:

H z. Ömer (R.A.) tarafından, Şam Vilâyetinde bir bel­deye emir tayin edilen bir zat, ganimet mallarının taksiminde, şahsa bir sehim, hayvana bir sehim vermek suretiyle taksimi yapmış, bu taksim H z. Ömer (R.A.) a arzedilince, onu caiz görüp, tasdik ve infaz buyurmuştur. Bu taksimi reddedip, bozmamiştir.                       ,   .

Lâkin, hayvan için iki, insan için bir sehim verilmesi hak­kında hadîs-i şerifler ve haberler de vârid olmuştur. Ekseriyet de bununla amel etmiştir. Hayvana fazla sehim verilmesi, onun üstünlüğü yönünden olmayıp, ancak, fslâmin harp alet ve vası­talarını hazırlamada insanların birbirleri ile yarışmaları ve bun­ları satın alarak Allah (C.C) yolunda bağlamalarını teş­vik etmeleri hikmetine dayanır. Ayrıca, hayvan için çıkarılan seh-min o hayvanın sahibine verilmesi de bu konudaki rağbeti ar­tırmak içindir. Mâmaafih, İmâm-ı Âzam Ebû Ha­nîfe Hazretlerinin beyan ettiği mahzur, insan ile hayvanın mü-savî tutulması halinde bakidir.

Gazada bulunan mücâhitler   gerek muvazzaf   olsun, gerek gönüllü bulunsun, ganimet taksiminde eşit tutulmalıdır.

Bu İki görüşle de amel etmek caiz olup, bu bir nevî geniş­liktir.

Ey Mü'minlerin Emirl, hangisi ile amel etmeyi hayırlı görür­seniz, onu seçiniz ve o yönde amel ediniz.

Lâkin, bir adamın bîr çok hayvanı bulunsa bile, kendisine iki sehimden fazla hisse verilmemesi görüşündeyim.

Yahya b. S a id 'bize İmâm-i Hasan' dan şöyle rivayet etti:

Bir adam, bir kaç hayvanla gaza'ya iştirak etse, ganimet mallarından kendisine ne kadar hisse verilir? sorusuna karşı Hasan-i   Basrî:

— İkiden ziyade hayvan için hisse Ve sehim yoktur, demiştir.

® .Muhammed b. İshâk bize Y e z î d b. Yezîd b. Câbir vasitasiyle M e k h û I ' ün şöyle dediğini rivayet etti :

—  Bir kişiye, iki hayvana verilenden daha fazlası verilmez.

© Ganimet malından ayrılması lâzım gelen beşte blr'in tak­simine gelince : M u h a m m e d b. S â i 'b el-Kelbl bize E b û S â I i h ' den A b d u I I a 'h b. A b b a s (HA.] jn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  Bu, beşte bir, Fahr-İ   Âlem   (S.A.V.)   Ef e n d î -m iz'in zaman-ı saadetlerinde,     Allah   ve   Rasûlü için bir, akrabaları için bir, yetimlere,   miskinlere, yolculara da birer sehim olmak üzere cem'an beş hisse olarak taksim olun­muş ise de,    Hz.    E b û    B e ik i r,    Hz.   Ömer   ve   H z. Osman   (R.A.)   Cenâb-ı   Hak   ile   Rasûl-ü   Zi-şanına   ve akrabaîara ait olan iki sehmi düşürerek, bu beşte biri yetimler, miskinler ve yolculara ait olan üç sehme taksim etmişler, daha sonra   H z.   Ali    (R.A.)   da   Hz.   Ebû   Be­kir,    H z.   Ömer   ve   Hz.   Osman   gibi bu şekle uya­rak taksim etmiştir.

©   H z.   Abdullah   b.   A b b a s   buyuruyorlar kî:

-Hz. Ömer, dul kalanlarımızın evlendirilmesine, borçlu olanlarımızın borçlarının Ödenmesine mahsus olmak üze­re akrabalara âİt sehmi bize verecek olmuş ise de bîz bu şartla kabul etmeyerek, şartsız verilmesini talep ettik. Kendisi de bu şekilde vermekten imtina etti. Talebimizi kabul etmedi.

• Mu'hammed ib. 1 s h a k bize, Eib û Cafer'-den şöyle nakletti:

—  «Hz,   Al i"nin bu beşte bir hakkında görüşü ne idi» diye ona sordum.   Ebû   Cafer:

—  Bu hususta,   H z.   Ali   ehl-i beytin görüşünde idîyse-de,   H z.   Ebû    B e k i r' le    H z.   Ömer'e   muhalefet­te bulunulmasını caiz görmemiştir.» dedi.

9    M u ğ î r e   bize    î b r â h î m ' in :

—  Âyetteki «Allah   için beşte bir» lafzının manası «rîer şey   Cenâb-ı    Hak   içindir» demektir. Buda ayrıca bir cüm­ledir. Sözün anahtarıdır, dediğini rivayet etti.

® Eş' as !b. Sevvar bize Ebû'z-Zübeyr vasıtasiyle Sahâbe-i güzinden Cabir b. Abdullah'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «İslâmin ilk zamanlarında, ganimet mallarının beşte biri ayrılarak, ondan müslümanîara terettüp eden tazminat ve diyet­ler ödenirdi. Daha sonra, ganimetlerin çoğalması üzerine, yetim, miskin ve yolculara sarf olundu.»

0 Bize, Muhammed b. İshâk* m önada ez-Z i h r î' nin ona da S a i d b. M ü s e y y e b ' İn naklet­tiğine göre Cübeyr b. Mut'im Hazretleri şöyle buyur­muştur :

— «Zevi'l-kurbâ (akraba) ya ait olan beşte biri, Peygam­ber CS.A.V.) Efendimiz, Benî Hâşim ve Benî Mut-talib'e taksim ederdi.»

© Muhammed b. Abdurrahman b. E b î Leylâ bize babasının şöyle dediğini nakletti: 'H z. A M ER.A.) in şöyle buyurduğunu işittim :

Fahr-I   Âlem    (S.A.V.)    Efendimize   hitaben:

—  Ya   Rasülallah,   sizden sonra, bize bir kimse­nin muhalefette bulunmaması için, irâdeniz olursa, akrabaya ait olan sehmin taksimi ve dağıtılmasına beni memur ediniz kî ha­yatınızda taksim edeyim diye arz ve ifade etmem üzerine, beni memur tayin buyurdu. Hayatta kaldığı müddetçe her vakit ben taksim ederdim. Daha sonra, gerek   H z.    Ebû    Bekir,   ge­rek   H z.   Ömer,   bu sehmin taksim işini bana havale eder­ler, ben de taksim ederdim.

Bu durum, H z, Ömer'in hilâfetinin son senesine ka­dar devam etti. O sene pek çok ganimet malı geldi. H z. Ömer zevi'i-kurbâya ait olan sehmi ayırarak, benî çağırdı onu alıp, hak sahiplerine taksim etmemi emrettilerse de bu aralık, bu se­nimden müstağni olduğumuzu (ihtiyacımızın bulunmadığını) ve buna ihtiyacı olan müslümanlarm bulunduğunu kendisine arzet-tim. Bunun üzerine, bu sehim beytü'l-mâle iade edildi. O yıldan beri bu sehim, hiç bir kimse tarafından bize verilmedi.

Hilâfete tayin olunduğum zaman H z. A b b a s b. Ab-dü'l-muttalib,   beni görünce :

— «Ey Ali, öyle bir haktan mahrum olduk ki, bu mah­rumiyetimiz kıyamet gününe kadar uzayacak» dedi.

©M u h a m m e d b. İ s b â k bize, İ m â m -1 2 ü h -r î' den şöyle rivayet etti :

N e c d e namında bîr zat, İ b n - i A b b a s (R.A.) hazretlerine bir mektup göndererek, zevi'l - kurbâ'ya aid olması lâzımgelen sehmin kimlere verileceği hakkında izah istedi. Buna cevaben «Zevi'l kurba'nın sehmi, kimindir diye benden sual edi­yorsun. Bu sehîm bizimdir. Ancak, H z. Ömer (R.A.), bu sshmi du! cîan kadınlarımızın tezevvücünde, üzerimizdeki tazminat ve borçlarımızı ödememizde, ailemize hizmstte sarf etmemizi bize teklif etti. Biz bu teklifi kabul etmeyip, elimize verilmesini talep etîikse de kendisi da bundan imtina edip bir daha vermedi.

@ K ays b. iM ü s I i m (bize, Hasan b. M u -h a a m m e d b. e I - H a n e f i y y e ' nin şöyle dediğini ri­vayet etti:

— F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, dârü'I-bekâya irtîhal buyurduktan sonra, ganimet malından, R a s û -I u I I a h (S.A.V.) Efendimizin sehmi ile zevi'l-kur-bâ'ya aît olan sehmirs, kime, hangi tarafa verilmesi lâzım gelece­ği hususunda, sahabe arasında ihtilaf veki oldu. Bazıları, « R a-sû I u İlah ı nı sehmi, kendisinden sonra halife olacak zâta verilir.» dediler.

Zevi'l - kurbâ sehmi hakkında görüşleri ikiye ayrılmış olup, bir kısmı «Zevi'l-kurbâya ait olan senimin, Rasûlu İlahın akrabalarına» diğer bir kiesmı da «Halife olan zatın akraba ve mensuplarına verilmesi» görüşünde bulundular.

Bu ihtilafa konu olan her iki sehmin de beytü'l-male redde­dilerek, mücâhidler için gerekli olan hayvan ve silahların alınma­sında sarf edilmesi hususunda görüş birliğine vardılar.

©    At â    b. e s - S â ıi b ,    bana haber verdi :

Ömer   b.   A b d ü azız halifeliği müddetince, Peygam bef   (S.A.V.) Efendimizin   ve Zevi'l -kurba'nın sehimierini Benî Haşim topluluğuna gönderirdi.

9    İ m â m -1    Âzam   E b û   'H a n î f e    İle Fâkihle-rîn ekserisinin görüş ve kavillerine göre, Hülefâ-i râşidin   E b 0 Bekir, Ömer, Osman ve Ali (R.T.A.E.) haz­retleri ganimet mallarının taksimini nasıl yapmışlarsa, halife bu­lunan zatın, onlardan gelen haberlere uyarak o şekilde taksim et­mesi lâzım olduğundan, taksim şekli şöyle olacaktır. İslâm as­kerleri ganimet olarak küffâr askerlerinden ne alırlar, silâh, meta ve hayvanattan ne getirirlerse ve madenlerden altın, gü­müş, bakır, demir ve kurşun olarak ne bulurlarsa gerek arap top­raklarında olsun, gerek acem (arab olmayan) topraklarında ol­sun Onların ve bunun gibi denizlerde bulunan altın, gümüş, pır­lanta gibi zînet eşyaları ve mücevherlerin ve anber gibi şeyle­rin de beşte biri alınarak, ganimet malları ile beraber beytü'f-mâle konur.

Bu hükmün mesnedi şu âyet-î kerimedir:

«Eğer Allah'a (iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbirine kavuştuğu (B e di r) gün(ü) kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (âyetler) e inanmışsanız, bili­niz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'in Resulü' nün, hısımların, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.[38]

 

Madenler :

 

Madenlerden, az olsun, çok olsun 'bulunan her şeyin beşte biri beytü'l - mâle aittir. Hatta bir kimse, bir madenden ikiyüz dirhemden az gümüş veya yirmi miskalden az altın bulsa yani bulduğu şey zekât nisabından az bile olsa ganimet malı olmak üzere beşte biri beytü'l-mâllndir. Ancak, bu madenlerin ham toprağında beşte bir hakkı olmadığından, kim bulmuş ise o top­rak onundur. Zira, halis altın, gümüş ve sâirede beşte bir hakkı mevcuttur. Madenlerden (ocaktan) toprak olarak çıkarılıp, çe­şitli işlemler vasıtasiyle tasfiye olunan altın, gümüş ve şâire ha­lis olduktan sonra, beşte bir hakkı olur.

Madenlerde, çıkarma işlemi için yapılan masraflardan dola­yı, çıkarana birşey bırakılmaz. Bu masraf hesaba katılmaz. Zira bu İşlemin masrafı, tafsiye edilen altın, gümüş ve sâirenin kıy­metine denk gelerek, beytü'i-mâîe gelir kalmaması muhtemeldir.

Kaldı ki, yakut, fîrûze, sürme, civa, kibrit [fosfor) ve aşı de­nilen kırmızı boyada beşte bir hakkı yoktur. Zira, bunlar çamur ve toprak kâbilindendir. Maden ocaklarından altın, gümüş gibi şeyleri çıkaranlar, borca dalmış olsalar bile yine beytüknalir» hakkı olan beşte bir sakıt olmaz. Nitekim bir islâm askeri, ehl-i harbden, ganimet olarak ma! alıp, kendileri borçlu olsalar, borç­lu olmaları, beytül-mâlin beşte birde olan hukukunu iskat etme­yip, borçlarına bakmadan, hemen şer'î beşte biri tamamen almak gerekir.

 

Rikâz

 

• Rikâz bahsine gelince;

Rikâz : Arazinin yaratılışı esnasında, C e n â b-ı Hak­kın,   yerin içinde halkettiği altın, gümüş gibi mallardır.[39]

Herhangi bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan bir yerde, altın, gümüş veya mücevherattan bir hazine bulunsa, beşte birî alınarak, ganimet malı gibi taksim edilir. Katan beşte dördü de, onu bulan kimseye verilir.

Rikâzı bulan kişi, harbî ise, dar-i Islama emân ile bile gir­miş olsa, rikâz elinden alınıp, kendisine hiç bir şey verilmez.

Rikâzı bulan Zımmî[40] İse, kendisine müslümana yapılan muamele yapılır. Yânî, beşte bir alındıktan sonra dört sehml kendisine bırakılır. Köle[41], mükâteb[42], ümmü veled[43], mü-debber[44] olanlara da bu şekilde muamele olunur.

Bir müslümanr dan- harbde[45] bir rikâz bulunca, o müslü-man dar-ı harbe bilâemân girmiş ise bulduğu rikâz, gerek ehl-i harbden bir kimsenin mülkü olan bir yerde bulunsun ve gerek hiçbir kimsenin mülkü olmayan yerde olsun, beşte biri alınmaz, hepsi kendisinindir. Zira onun elde edilmesinde ehl-i İslâm tarafından bir kuvvet harcanmamıştır. Eğer O müslüman kimse, dar-ı harbe emân 1le girmişse, sahibli yerde bulduğu rikâz, o ya­rin sahibinindir. Rikâz, hiç bir kimsenin mülkiyeti olmayan yer­de bulunmuşsa, tamamen bulana âit olur.

@ Abdullah    b.   S a i d    b.     E b û b e r T,   bize, dedesinden şöyle rivayet etti :

e I - M a k -

—  Câhiiiyet zamanında, kuyuya düşmek sebebi ile yahud bir hayvanın itlafı ile, veyahut kendisine bir madenin değmesi ile ölen kimselerin diyeti, öiümüne sebep olan kuyu, hayvan veya madenden tarh olunurdu.

Zamanı saadette,   F a hr - İ   Â 1 e m   (S.A.V.)   Efendi­mizden    bu husus sorulunca :

—  «Ölen, bir insan Öldürmemiş veya ölümüne sebep olma­mışsa, hayvan depmesl, yer madenlerinden birinin isabet etme­si, veya kuyuya düşmek sebebi ile vuku' bulan ölüme mukabil diyet yoktur. Rikâzde beşte bir vardır,» buyurdular. Bunun üze­rine :                               :

—  «Rîkâz nedir?   Yâ   Resûlallah»   -diye soruldu.

— «Rikâz, yerin haîkedÜmesi zamanında, altınla gümüştür.» buyurdular.

 içinde yaratılan

Zaman-ı Saadette, her gazada ganimet olarak alınan em­valden, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimize mah­sus olan senimden başka, hayvan, kılıç ve câriye[46] gibi şeyler­den bazısını kendileri için seçerlerdi. Hatta Haybsr Gazasında, ezvâc-ı mutahhara'dan olan Hz. Safiyye'yi seçip aldığı gibi, kendi özel sehmini zevce-i pâkleri arasında taksim etmişler­di. Müslümanlar arasında taksim olunan sehimlerden de hisse almışlardır. Bu gazvede, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz bulundukları için, ganimet taksiminde sehrinieri Âsim b. A d 'i y ile beraber olarak yüz sehme baliğ olmuştu. Bu halde, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, ganimet mallarından üç cihetle hisse alırdı.

Birincisi :    Taksimden önce 'beğendiği mal. İkincisi:    Âyet-i kerimede'bildirilen beşte bir.

Üçüncüsü : Diğer müslümanlaria beraber hissesine isabet eden senim.

Hsyber Gazvesinde, ganimetler 18 sehim üzerine taksim olundu. Her yüz sehim bir adamın sehmi idi.

Bedir Gazvesinde, Peygamber Efendimizin kendisi için seçtiği mal bir kılıç idi.

6 Eş'aş b. Sevvâr bize, Muhamrned b. Sevvâr vasıtası ile M u h a m m e d b. S î r î n ' in şöyle dediğini rivayet etti:

— Her ganimetten Fahr-I Al e m (S.A.V.) Efen­dimizin kendisi için, taksimden önce, beğendiği şeyi seç­mek âdeti idi. Hayber Gazvesinde de, Hz. S af i y y e bin-ti    Huye'yi   seçmişti.

•    E ş 'a s1 ettiğine göre =

 'in   bize   E b u 'z-Z i n â d 'dan     rivayet

— Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Bedir Gazvesinde seçtiği ise Asım b. M ü n e b b i h' in kılıcı idi.

 

Fey ve Harâc

 

Ey Mü'minlerin Emîri!

Fey, bize göre arazi haracı demektir. Cenâb-ı Hak, Kur'aro-ı Âzîmüş-Şânında:

«A I la h ' in (fethedilen diğer ıküffâr) memleketler (i) ehâlüsinden peygamberine verdiği FEY'î, Allah'a Pey-ham berine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda ka­lanlara aittir. Tâkî (bu mallar) içinizden (yalınız) zenginler ara­sında dolaşan bîr servet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onıa afin, size ne yasak ettiyse ondan da sakının. Allahdan kor­kun. Çünkü   A I lah'm   azabı çetindir.»[47] buyurmuştur.

Bunları beyandan sonra Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

« (Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere âiddîr ki onlar A IUh' dan fsssl (u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve Peygamberine (maüarsyle, canlariyle) yardım eder-lerken yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmış­lardır. İşte bunlar sadıkların tâ kendileridir»[48]

Yine   Cenâb-ı    Hak   buyuruyor ki:

«Onlardan evvel (Medine'yi) yurd ve îman (evi) edinmiş olan kimseler. Onlara verilen, şeylerden dolayı, göğüslerinde bir ih­tiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fekr-u ihtiyaç olsa bile (on­ları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlanna erenler on­ların ta kendileridir.»[49]

0 Bu âyetin sebeb-i nüzulü 'hakkında pekçok rivayetler var­sa da, hepsi ensânn şerefi hakkındadır.

Benî Nsdîr'in ganimeti hakkında, Peygamber (S.A.VJ Efendimiz,    Ensara:

—  «İsterseniz, bu ganimeti yalnız size taksim edeyim. Mu­hacirler şimdiye kadar olduğu gibi sizin evlerinizde sakin olsun­lar. Ve eğer dilerseniz, bu malı yalnız muhacirlere taksim edeyim ki onlar birer mesken tedarik edip, kendilerine kifayet ede­cek medâr-ı maişet peyda eylesinîer.» buyurdular.

Ensâr hazretleri ise :

—  Yâ    R asû lal lah,   bizim gönlümüzün istediği şu­dur :    O malı, muhacirlere taksim buyurup, yine bizim evlerimiz­de sakin kalsınlar ki, onların mevcudiyetleri mahz-ı berekettir.» demişlerdir. Bunun üzerine Peygamber-! Zîşân (S.A.V.) Ef e n d i m i z , onlara duâ buyurdular. Bu âyet, bu hadise üzerine nazil oldu.

Cenâb-i    Hak   yine şöyle buyuruyorlar :

«Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: Ey Rab-bi m iz, bizi ve îman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardaşlerimizi yarlığa îmân etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabhimiz, şüphesiz ki sen çok esir­geyicisin, çok merhametlisin.»[50]

Kimin kalbinde sahabeden birine ta'riz ve 'hased bulunursa, üu âyet-i kerimenin bahşettiği inayetten hisse alamaz.

0 Peygamberim iz'in (S.A.V.) müezzini H z. B i I â l-i Habeşî (R.A.) ile kendisine uyanlar, Irak ve Şam taraflarında, fetihler yapıldığı zaran, o taraflardaki arazinin de diğer ganimet malları gibi taksim edilmesini H z. Ömer (R.A.) den talep ettiler.

Bunun üzerine H z. Ömer, yukarıda geçen âyet-î ke­rimeyi okuyarak, taksimi yapmaktan imtina etti ve buyurdu ki:

—  Cenâb-ı    Hak   sizden sonra gelecek mü'minieri, bunun gibi ganimete ortak etti. Eğer şimdi aranızda bunu tak­sim edecek olursam, onlara hiçbirşey kalmaz. Eğer ecel bana müsâade ederde sağ kalırsam, uzak beldelerde meselâ Yemen'-deki San'a şehrinde bulunan bir çoban, asla gazada gulunmadı-ği ve kendisinden bir damla kan akmadığı ıhalde yine bu kabil­den olan ganimetten hissesinin kendisine tamamen ulaşacağını ümid ederim.

© Şeyhlerimizden bazıları Yezîd b. Ebî Habîb'-den şöyle rivayet etmişlerdir.

Sa'd b. Ebî Vakkâs, Irak'ı fethettikten sonra, ganimetlerin nasıl taksim edileceğini H z. Ö m e r'den bir mektupla sordu :

Hz.    Ömer    (R.A.)    cevaben şu mektubu yazdı. «Besmele, hamdele ve salveîe'den sonra...

«Maiyetinizde bulunan mücâhidlerin, ganimet ve C e n â b -1 H a k k' in kendilerine ihsan buyurduğu fey mallarının arala­rında taksim olunmasını sizden talep etmekte olduklarını beyan eden ve nasıl hareket etmek gerekeceğini soran mektubunuz bize ulaştı aldım ve mütalaa olundu.

İşbu cevabın tarafınıza ulaşmasında, ganimet mallarından, hayvanlardan, asker mücâhidler ve saire tarafından size getiri­len ne varsa, hazır olan müslümanlar arasında taksim et. Fakat, arazî ile nehirleri, daha sonra m üs I uman I arın atıyye ve lüzumlu işlerinde kullanılmak üzere terk et, taksim etme. Zira, onları da bu günkü müslümanlar arasında taksim etmeniz halinde, kendile­rinden sonra gelecek müslümanlar için bir şey kalmaz.

Sana emrederim ki: Hangi tarafa vasıl olursanız, orada bul­duğunuz kavimleri muharebe ve kıtalden önce İslâm dinine da-veî ediniz. Davetinizi kabul etmeleri halinde, artık onlar müs-lüman kavimlerden sayılarak, müslümanfarın lehine ve aleyhine terettüp eden, ahkâm onların üzerine de carî olur. Ve ganimet olarak elde edilecek mallardan, kendilerine diğer müslümanlar gibi sehim verilir. Evvel emirde, davetinizde icabet etmeyip de, kıtal ve hezimetten sonra icabet edip İslâm Dini ile müşerref olanlara gelince gerçi kendileri müslümanlardan iseler de, mal­larını müslüman olmalanndan önce, mücâhidler ganimet olarak aldıkları için, ganimetten sayılıp, diğer ganimet malalrı gibi, müs-Sümanlar arasında taksim olunması gerekir.

İşte size olan emir ve ahdim budur. Hilafına hareket et-meyesiniz.»

@    Medîne âlimlerinden bir çoğu bize rivayet ederek şöyle dediler:

Irak tarafına, Sa'd b« Ebî V a k k a s ' in maiyetinde gönderilen gaziler Medine'ye döndükleri zaman,   H z,   Ömer jjjV), mücâhidlerîn isimlerini kayd ve tescil etmek için sicil ve sterlerin tutulması hususunu sahâbe-i güzin ile müşavere ve ,'akere maksadıyle ıbir toplantı yaptı. Söze başlayarak, kendî-rı daha önce 'ganimetlerin taksiminde, bütün müslümanlann tutulması hakkında Hz. Ebû Bekir (R.A.) Efendimizin reyine ,'a etmekte olduğunu, ama bundan böyle ganimetlerin taksi-'le, herkesi eşit tutmayıp, bazısına az, bazısına fazla verilme-''Jrüşünde olduğunu beyan etti. Bu hususta görüşlerinin ne o\-;'j'nu Ashâb-ı Kiramdan sordu. Ashab-i Kiramın çoğu, onun gö-, 'ne uyarak, taksimde, bazılarının üstün tutulmasını tasvib et­lerdir

Bundan sonra, arazi taksimi konusunda da kendileriyle isti-v edince, bazıları arazinin taksimini tercih ederek, arazinin

'ilerine aid olan hisselerinin ayrılıp verilmesini istemişlerse I »er zaman doğru görüş sahibi olan   H z.  Ömer  (R.A.)   ken-'ine hitaben :

j — Arazinin ahalisi İle beraber taksimini ve birbirini takip 'ek nesiller boyunca, bu günkü hisse sahihlerinin zürriyetie-j intikal ettiğini, sizden sonraki müsiümaniar görürlerse ken-j^'ne hiçbir şey kalmamış olmasından dolayı meyus olacak-«l(Jan, benim görüşüm sizin görüşünüz merkezinde değildir.

Ömer'in    bu açıklaması üzerine,   Abdurrah-'ı   b.   Avf =

—  Ey Mü'mİnlerîn Emiri! Arazî ile sahiplerinden, Mücâhid-h senim ve hisse verilmeyip de ne yapılması lâzımdır? Diye 'ası üzerine,    Hz.   Ömer   (R.A.):

-  Vakıa olarak öyledir. Ancak, benim reyim bu merkezde i .'lir. Zira caizdir ki, halifelik müddetimden sonra! Yapılacak 'fetta çok miktarda ganimet ele geçmeyip cüziyyat kâbilin-Wan ganimetlerin de gerekli masrafları kalşiiamaya yetme-||i muhtemeldir. Irak ve Şam tarafındaki arazi Üe bu araziler-tri şimdi taksim ettiğim takdirde İslâm Ülkesinin hududu *' muhafaza edilir. Gerek burada .gerek Irak ve Şam'da bu-1' yetimlere ve dullara nafaka olarak ne verilebilir? Binâena-i arazî taksim edilmeyerek, bunun gibi zarurî mesarif yer­cin bırakılmasının uygun olacağı reyindeyim» dedi.

»Unun üzerine, mücahidlerden bir zümre:

—  Kılıcımızın kuvveti ile,  Cenâb-ı    Hakkın    bize olan ihsanı, hazır olmayan ve cihadda bulunmayanlara ve bunla­rın çoluk çocuklarına vermek için hakkımızdan bizi mahrum bu­yurmayın.»  dediler ve  bu   hususta  İsrar ettiler.  Buna   rağmen, H z.    Ömer    (R.A.) :

—  Benim reyim taksim   edilmemesidir,   demekten   başka kendilerine hiç bir söz söylemedi. Bunun üzerin©, mücâhidler, rey sahihleri ile bu konuda istişare etmesini, halife hazretlerinden İstirham ettiler.

H z. Ömer (R.A.), ilk muhacirleri davet ederek, bir is­tişare meclisi topladı. Keyfiyet müzakere ediidi. Bu konuda gö­rüş ayrılığı zuhur etti. Şöyle ki:

Abdurrahman b. Avf (R.A.), arazinin, müca-hidler arasında taksim edilmesi görüşünde olduğunu belirtti.

Hz. Osman, H z. Ali, H z. T a Ih a ve H z. Abdullah    b.   Ömer   (R.A.),   H z.   Ömer   (R.AJ in görüşüne muvafakat ettiler. Bununla beraber, Ensâr'ın iki kabi­lesinden on zat Evs Kabilesi eşrafından beş, Hazrec Kabilesi eşrafından da beş kişi olmak üzere- sejiiip, adi geçen meclise davet edildiler. Bu meclis toplandığı zaman Hz. Ömer (R.A.) Cenâb-ı    Hakka    hamd ve senadan sonra :

—  Sîzi, bu lorre, umur ve hususatimzdan bana tevdi' ve tah­mil olunan emanette sisi ortak etmek maksadıyle davet ettim. Çünkü, bende sizlerden biriyim. Hangi yol, hak ve sevaplı yol îse, gerek reyime muvafık bulunsun, gcrok muhalif olsun, söyle­melisiniz. Maksadım, benîm    isteğim© uymanız değildir.    C o -nâb-ı    Hakkın    münze! olan Kur'an-ı Kerîmi, hakkaniyet­ten hiç bir şeyi terk etmemiştir;  hepsini açıklamıştır. Ben da ne söyiemîşsem, hakkaniyet fikri Üe söylemişimdir. Binaenaleyh hakkaniyette uygun gördüğünüz reyi, seçmeniz ve tercih etme­niz lâzım gelir.» dedi. Bunun üzerine müşavere için gelen zevat:

—  Ya Emîre'i-mü'minîn;    Ne istediğini beyan et, işitelim» dediler.    Hz.   Ömer   (R.A.) de, devamla:

—  «Kendilerini haklarından men' ettiğim zağmtnda bulunan iş bu cemâatin sözlerini işitmişizdir. Zulmü irtikap ederek ken­dilerine ait bir şeyi, başkalarına vermekle, ahiretts zillet ve sı­kıntıya düşmekten   Cenâb-ı    Hakka   sığınırım. Ancak, herkesçe bilindiği gibi, Kisra'mn memleketi fethedilip ganimet olarak alınan pek çok mal, eşya, mücevher ve sâireden beşte bir çıkarılıp, bilinen yerlere sarf ettim ve halen sarf etmekteyim. Kalan beşte dördü de taksim ettim ise de bunun gibi ganimetin bundan sonra vuku'u nâdir olduğundan, sahihlerinden alınmak üzere, adı geçen memlekette bulunan araziye haraç ahâlîsi üze­rine de cizye vaz'ederek, beytü'l-mâl için yıllık daimî bir miktar vnridât bırakılması ve bu varidattan ileride mücahidlere, dullara, yetimlere ve daha sonra gelecek olan bunlar gibi muhtaçlara ve­rilmesi reyindeyim. Zira frak tarafında fetholunan bunun gibi bü­yük ülkeleri ve kezâlik, Şam, Cezire, Küfe, Basra, ve büyük Mı­sır ülkesini muhafaza etmek ve hududlarında asker bulundurup, onlara maaş ve atiyye vermek lâzım geleceği aşikârdır. Bu halde bu arazi ve sahihleri, diğer ganimet mallan gibi taksim edilirse, bu zarurî masraflara karşı varidat kalmıyacağı apaçık bir ger­çektir.» diyerek sözlerini bitirdi.

İstişare için orada bulunan Ensar da :

—  Reyiniz isabetli, sözünüz pek doğrudur. Çünkü fethedi­len bu memleketler ve İslâm beldelerinin hududu asker ve yiye­cekle doldurulmaz ve askere geçinebilecekleri ta'yirı ve maaş ve­rilmezse, ehl-i küfr ve şirkin kendi    memleketlerine dönmleri şüphesizdir.» diyerek, hepsi birden   'H z.    Ömer   (R.A.) in gö­rüşlerini tasvib ettiler. Bundan sonra    H z.   Ömer   (R.A.):

—  İşte, hak ortaya çıktı, dedi ve araziye, mevkiine göre ha­raç, arazi  sahihlerine de tahammüllerine göre cizye vaz'etmek üzere, aklı selim bir memurun seçilmesini teklif etti. Huzurda bulunanlar da ittifakla   Osman   b.    Huneyf'i    seçtiler. Onun dirayetli, tecrübeli, akıllı bir kimse olduğunu söyleyip bu mühim işler İçin onun gönderilmesinin iyi olacağını bildirdiler. Bunun üzerine    H z.   Ömer   (R.A.)    Osman    b.   Hu-n e y f' i    derhal Irak arazisinin ölçülmesi için görevlendirdi ve gönderdi.

H z. Ömer (R.A.) in vefatından bir sene önceye ka­dar Küfe haricinde bulunan bütün arazinin beytül-mâle ait olan varidatı, on milyon dirheme baliğ olmuştu. O zaman kullanılan dirhem, bu günkü dirhemlerden 2,5 danik daha fazla idi. Danikse dirhemin sürüs'üne (altıda birine) eşittir. O zaman kullanılan dirhem bir miskal vezninde demektir.

İmâm Leys b. S a " d , bize H a b î b b. E b î   S â b i t' in   şöyle dediğini rivayet etti:

—  Şam tarafı fetholununca, Ashab-ı Kiram ve diğer bazı müs-lümanlar,   F a h r - i   Kâinat   Efendimizin    Hayber'i taksim  ettiği  gibi» Şam  arazisinin  de taksim   edilmesini    Hz. ö m e r'den istediler. Bu konuda herkesten daha çok   Z ü-beyr  b.  Avvam   ile   Bilâl   b.   Ebi   Rebah   (R.A.) is-rar ettiler. Bunun üzerine    H z.   Ömer   (R.A.):

—  Sizden sonra gelecek müslümanlara birşey kalmasın mı? dedi ve bu konuda İsrar edip taksim tekliflerini reddetti. Buna rağmen yine ikna olmamaları üzerine :

—  Bilâl   ile, ısrarda kendisine tâbi olanlardan her ne surette olursa olsun beni koru! diye dua etti.

Az bir zaman sonra, Bilal ve bazı kimseler A m v â s denilen yerde kendilerine isabet eden taun hastalığından vefat ettiler. Böyle bir musibetle karşılaşmaları ekseriyetle H z. Ömer   (R.A. in duasının tesirine bağlandı.

İhtilaf konusu olan arazi üzerine haraç vaz olunup, sahiple­rinden de cizye alınmak üzere arazi onlara terkolundu.

M u h a m m e d b. İ s h â k bize, İ m â m-ı Z ü h r î' den şöyle rivayet etmiştir :

—  Arazi fethedilince, taksim edilip edilmemesi konusunda, H z.   Ömer    (R.A.) halkla istişare etti. Herkes taksim edilme­mesi hususunda ittifak ettiler.    Bilal    b.   Ebi    Rebâh herkese muhalefet edip, ısrarlı bir şekilde taksim edilmesi için rey beyan etti.    H z.    Ö m e r' in    reyi  ise sahihlerine terk edilerek, taksim  edilmemesi yönünde olduğundan   Hz,    Bi­lal    b.    E b î    Rebâh    hakkında:

—  «Yâ    Rabbi,   Bilal   ve kendisine tabi olanları üzerimden kaldır» diye dua etti.

Bu görüş ayrılığı iki-üç gün sürdükten sonra   Hz.   Ömer

(R.A.) :

—  «İşte, Kur'an âyetlerinden delil buldum» dedi ve şu me­aldeki âyet-i kerîmeyi okudu :

«Allah'ın    onlar (m malların) dan    Peygamberine    verdiği ' (e gelince:) Siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadimz. Fakat Allah, Peygamberlerini dileye­ceği kjmseSore musallat edsr. Allah her şeye hakkıyla kaadirdir.»[51]

H z. Ömer (R.A.) sonra şu (mealdeki) âyet-i kerî­meyi okudu :

«A I la h ' m (fethedilen diğer küffâr) memleketler ahâ­lisinden peygamberine verdiği fey' Allah'a Peygamberi­ne,  hısımlara, yetimlere, yoksuüara yoîda kalanlara aittir.»

Taki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dola­şan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, sîse ne yasak ettiyse ondan da sakının. Allah 'dan korkun. Çünkü    Allah    (in) azabı çetindir.»[52]

H z.    Ömer   (R.A.)    bundan sonra şu mealdeki âyet-i kerîmeyi okudu :

«Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere aiddîr kî onlar, A I -I a h ' dan fazî (u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve A I I a h ve Peygamberine (mallarıyla, canlarıyla) yardım ederler­ken yurtlarından ve malarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlar­dır, İsta bunlar saadiklann ta kendileridir.»[53].

Bu âyet-i kerîme muhacirlere şamil olup, ancak C e n â b -1 Hak yalnız bunlara hasretmeyerek diğerlerine de umumîleş-tirerek buyurdular ki:

«Onlardan evveî (Medîne'yöf yurd ve îman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. On­lar verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bîr ihtiyaç (meyli) bul­mazlar. Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canla­rından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korursa işte rnuradlanna erenler onların la-kendileridir.»[54].

Bu ayet-i kerîme İle maksut, ensar olup, yine bunlarla da ik tifa etmlyerek Rabbimiz diğerlerini de ortak edip buyuruyorlar ki :

«Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler : «Ey R a fa­bl m i z, bizi ve îman ile daha önden bizi geçmiş olan (dîn) kardeşlerimizi yarlığa, îman etmiş olanlar için kaîblerimiz de bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok esir­geyicisin, çok merhametlisin.»[55].

Bu âyeî-i kerîme Muhacirlerden ve Ensârdan sonra gelen bütün müslümanlar hakkında olup, bu haide âyet-i kerîmede zik­redilen ehH kur'artın fey' ve ganimette herkesin hakkı olmakla yalnız bunlara taksim edipte sonra gelecek ehl-i fsfâmın hisse­sine bir şey bırakmamak nasıl caiz olur diyerek, adıgeçen fey'in sahihlerine terkine karar verildi. Verginin tahsil edilip toplan­masına başlandı.

© Hz. Ömer (R.A.) Efendimizin, arazinin taksimin­den kaçınıp, bu babdaki reylerini te'yiden, 'bu âyet-î kerimeleri delil getirip, reyinin hilafında bulunanları ikna etmesi, bütün ümmet-î Muhammed 'hakkında büyük hayır ve umumî menfâati câiib olmakla C-enâb-i Hak tarafından kendisine ihsan buyrulan yüce muvaffakiyetin eseridir. Zira askerin erzak ve maaşı için bunun gibi şeyler, eğer tutulup saklanmasaydı ve tak­sim olunmuş olsaydı, İslâm hudud ve kalelerine nasıl asker ko­nur, hangi kuvvetle sevkolunurdu? Fethedilen memleketlerde asker ve murabıt bulundurulmazsa, din düşmanlarının tekrar ül­kelerine dönmeleri ihtimâlinden dolayı, müslümanlara emniyet bahsedilemezdi. Herşeyin en iyisini    Allah   (C.C.) bilir.

 

Sevâd'da Yapılacak İsler Ve Muameleler

 

Ey Mü'minlerin Emîri,

Fethedilen yerlerin arazisine ve arazi sahihlerinin reisleri­ne konan cizye ve harâc 'hususunda nasıl mua­mele edilmesi lâzım geleceği ve Hz. Ömer (R.A.) Efen­dimizin bu konuda ne takdir ettiği ve onlara ne miktar vergi yüklediği, sulh yoluyla veya zorla İslâmın fethettiği yerlerde na­sıl vergi toplanacağına ve bu konudaki hükümlere gelince :

© M u h a m m e d b. ! s h â k bize ez-Zuhrî'-nin şöyle dediğini nakletti:

—  Sind ile Horasan'dan başka 'bütün Irak memleketleri ve Şam; Afrikara 'hâriç bütün Mısır, Irak'ın sevâdı ve Ehfâz   H z. Ömer    (R.A.) zamanında; Horasan ile Afrika,     H z.   O s -m a n    (R.A.)    zamanında fethedilmiştir.

H z. Ömer (R.A.) in malyyetindeki Müslümanlar, Irak sevâdı ile Ehfâz'm ahâlisinin ve diğer memleketiierin taksimini istemişlerse de,    Halîfe   Ömerü'l-Fâruk   (R.A.):

—  Eğer bunlar şimdi taksim edilirse, sonra gelecek olan diğer müstumanlara bir şey kalmaz» diye mezkur memleketle­rin taksiminden imtina ederek, arazi üzerine harâc, sahihleri üze­rine de cizye koymuş ve kendilerinden de bu haracı ve cizyeyi almıştır.

»    M ü c âl I d ' in   bize   naklettiğine göre :   Ş a ' b î * Sevâd ahâlisinin durumunu sordular. O da şöyle dedi:

— Irak sevadmda meskun bulunan ahâlide bir ahidnâme (ferman) yoksa da, Halîfe H z. Ömer (R.A.) tara­fından kendilerinden haracın toplanmasına rıza göstermelerin­den dolayı, (hükmen, kendilerine ahd verilmiş demek olacağına I m â m -1 Ş â ' b î za'hib olmuştur. Ancak diğer Fâkihlerin ictihadlarına göre, Hiyre, Aynu't-temr, Leys ve Bânikya isimli dört yerin ahalisinden başka Irak sevâdında ahde bağlanmış bir memleket yoktur. Ancak Bânikya ahalisine Hz. Cerîr'e su geçidini gösterdiği için, Leys ahâlisine, Ebû Ubeyde1-yi misafirliğe kabul edip, gafil bulundukları bir sırada düşmanı göstermede delilik ettiği iğin, Hîre ahalisi ile Aynüt-temr ahali­sine ise H z. Hâ I id b. V e 1 î d ile suih yaptıkları için bunlara ahidnâme verilmiştir.

O ismail b. E b î H â I 'i d 'bize şöyle nakletti: H z. Ömer (R.A.) halîfe olunca, E'bu U b e y d e b. M e s'u d'u senenin başında Mihran isimli haydutun üzerine göndermişti. O senenin sonunda Kâdisiye vakası oldu. Acemlerin ser-askeri R ü st e m de, Kâdîsİye vakası günü ora­ya gelip ve M i ti r a n ' m hareketlerini görünce, «çocuk oyu­nu gibi iş yaptığını »söylemiştir.

Ebû U beyde, Mihran üzerine gaza için Fırat Nehrinden geçince, Mihran takımı arkasından köprüyü yıkarak, Ebû U b e y d e ' yi ve arkadaşlarını şehid ettiler. Bunun üzerine, Hz. Ömer {R.A.}, C e r i r' i görevlen­dirdi. Cerir, M i ıh r a n ile karşılaştı. O öldürüldü. Başı mızrağa takılıp teşhir edildi. M İ h r a n ' in askerleri hezime­te uğrayıp perişan oldular.

Senenin sonlarında, Halîfe H z. Ömer (R.A.) S a ' d b. M â I İ k ' 'i yanına 7 - 8 bin asker vererek R ü s -t e m ' İn üzerine gönderdi. S a ' d b. Mâlik, Kâdİsiye'-de    Rüşte m'Ie karşılaştı.

0 Hu s a y n bize, Ebû V â i I' in şöyle dediğini nakletti :

—  Sa'd   b.    Ebû   Vakkâs   yanındaki Müslümanlar­la gelip Kâdİsiye'ye kondu. Tam olarak 'bilemiyorum ama,    biz 7-8 bin kişiden fazla değildik.    R ü s t e m,    İslâm askerle­rinin azlığını ve kendi maiyetinde bulunan filler ve 60 bin civa­rındaki askerinin çokluğunu görünce istihza ile :

—  «Hem sayınız az,  hem de sizde öyle kuvvet görmüyo­ruz. Onun için kılıçlara yem olmakdan ise memleketinize geri dönünüz.» teklifinde bulundu. İslâm gazileri hep bir ağızdan :

—  «Dönmek ihtimâlimiz yoktur.» cevabını verdi. Bunun üze­rine :

—  «Sîzin sayınız az, kuvvetiniz yok. Memleketinizden bura­ya kadar gelmenizin sebebini anlamak İçin akıl ve rey sahibi bir zat seçip bana gönderin.» dedi.    Muğire    b.    Şu'be    Haz­retleri    R ü s t e m ' in   yanma gitti. Yanına varınca, izin alma­dan    Rüstem'in    oturmakta olduğu tahta oturdu.   M u ğ İ -re   b.       Ş u'be    Hazretlerinin, pervasızca   R ö s te tn'in tahtına çıkmış olması, ona ağır geldi. Adamlarının hiddetlendi­ği, gazaba geldiği hissedilince   M u g î r e   -b.   Ş u 'ıb e   Haz­retleri :

—  «Bu tahta oturmam beni yüceltmez, taht sahibini de al-çaltrnaz.» dedi.    R ü s t e m   de :

—  «Her neyse!  Sizin, !bu zayıf halinizle ve 'bu az askerle memleketinizden buraya gelmenizin sebebi nedir?» diye sordu. H z.   M u ğ î r e :

—  «Biz ötedenberi şekavet ve dalâiette iken    C e n â b-ı Hak   bütün âlemlere rahmet olarak bir peygamber irsal etti ve irsal buyurduğu    R a s û I ü   vâsıtasiyle de bizi doğru yola şevketti. Onun vâsıtasiyie rızkımızı ihsan etti. Bu rıziklardan biri de bu taraflarda (biten bir hububat cinsi idi. Bu 'hububatı hem kendimiz yedik hem de ehl-i iyâlimize yedirdik.   Çoluk-çocuğu­muz, bunun yetiştiği memleketleri    mesken ve vatan edinme­miz için çok ısrar ettiler. Bu ısrar üzere bu tarafa geldik» diye cevaplandırdı. Bu cevap üzerine,   R ü s t e m :

— «O haide, sizi öldürürüz»   diye tehdit etti.   H z. gire   bu tehdide :

—  «Bizim şehâdlerîmiz, Cennete ulaşır. Sizin ölüleriniz ise Cehenneme girer. Cizye vererek kendinizi bizden koruyun» diye mukabelede bulundu.

«Cizye» sözünü işitince, R ü s t e m ve arkadaşları çok kızdılar. Kızgınlık naraları attılar. Onların bu 'hallerine H z. M u g î r e :

—  «Sizinle savaşmamız mukarrer oldu. Ancak siz mi bizîm tarafa   geçersiniz, yoksa biz mi sizin tarafa geçelim? deyince Rüstem:                                                                                         ,

—  «Evvelâ biz sizin tarafa geçeriz» dedi.

Bunun üzerine Hz. Muğîre, İslâm ordusuna dönüp, askerleri biraz geriye çekdi. Rüstem, 'bu geri çekilişi, kaçış zannedip, İslâm Ordusunu takip etti. İsJâm askerleri geri dönüp, küffar üzerine hücum etti. Küffar hezimete uğradı. Kâ­firlerin başkomutanı olan Rüstem aslında Azerbeycan Memleketinden idi.

Abdullah   'b.   Muhsin   diyor ki;

—  Küffar askerleri, hayret ve telaşlarından birbirlerini öl­dürüyorlardı. İki ordu arasındaki hendek küffâr öiüieriyle doluy­du. Üzerlerine basıp hendeğin bir tarafından diğer tarafına ge­çiyorduk.

Hatta bir kese içinde iyi cinsten ve 'kıymetli kâfur bulduk. Daha önce görmediğimiz bir şey olduğundan, tuz zannederek pi­şirdiğimiz ete biraz serptikse de bir tat alamadık. O sırada, ora­dan Abadan beldesi ahalisinden bir yolcu geçiyordu. Yanında âa bir gömlek vardı. Kâfuru bilmeyerek, tuz yerine kullandığımızı görünce :

—  «Ey Âbidler! Yemeğinizin tadını 'bozmayın. Zira bu ara­zinin tuzunda hayır yoktur, kullanmaya elverişli değildir. Onun yerine size şu gömleği vereyim mi?» diyerek yanındaki gömlek­le değişmemizi teklif etti. Kâfurun kıymetli bir şey olduğunu bil­mediğimiz için 'gömlekle değiştik. Sonradan mezkûr gömleğin, ancak iki dirfıem gümüş değerinde olduğunu, kâfûr'un ise kat kat kıymete  ulaşacağını ve  yolcunun bizi kandırmış olduğunu an­ladık,

Küffânn (hezimete uğradığı sırada, müşriklerden birisinde iki altın bilezik olduğunu gördük. Silâhlarını altına alıp bir çuku­ra gizlenmişti. Kendisine yapılan işaretle çukurdan çıktı. Boy­nunu vurduk.

Hasılı düşmanı Fırat'a kadar takip ettik. Sonra, Setura'ya oradan Cirat'a, oradan da Medâyin'e kadar düşmanı takip ettik. Oradan Kûsa'ya inen kâfir askerleri, gerçi Deyrü'l - Mesâlih isim­li yerde toplanmışlarsa da, yine İslâm askeri biraz harbden son­ra, onları hezimete uğrattı. Düşmanlar kaçtılar. İslâm Ordusu da Dicle Nehri'nin kenarına çadırlarını dikti. Sonra, İslâm askerlerin­den bir kısmı Dicle Vadisini geçerek, bir kısmı da Medâyîn'in alt tarafından giderek düşmanı muhasara altına aldık. Yiyecekleri kalmadı. Köpek ve kedilere varıncaya kadar yediler. Yiye­ceklerinin kalmamasından son derece sıkılıp bir gece içinde, eşyalarını yüklenerek Celilâ'ye gittiler.

Sa'd b. E b T Vakkas, önünde H â ş i m b. U t b e ' nin bulunduğu İslâm Ordusu İle üzerlerine yürüdü. İşte en şiddetli vak'a burada meydana geldi. Cenâb-ı Hak küffârı helak etti. Kılıç artıkları Nihâvend'e kadar kaçtılar. Oradan da dağılıp, herkes kendi memleketine firar etti.

H z. Sa'd ;b. E b î Vakkas da, küffârı Celûla'-da dağıttı. Kalanlar da Nihâvend'e gidince, Sa'd 'b. E b î Vakkas    Hazretleri    geri döndü.

H z. Sa'd b. E b î Vakkas, İslâm Ordusunu Ammâr, b. Yâ s ir Hazretlerinin komutasında Medâin'e göndermişse de, oraya varılınca, mücâhidler Medâin'de ikâmete rıza göstermediler. Durumu H z. Ömer (R.A.) işitince, orada deve yaşayıp yaşamadığını araştırdı. «Orada çok sivrisi­nek bulunduğu için devenin barınamayacağım» anlayınca, «Deve­nin barınamadığı yerde arab da barınamaz.» buyurmuşlardır.

Hz, Sa'd (R.A.) avdet edeceği sırada, Basra'ya bir bu­çuk merhale mesafede bulunan Abadan ahalisinden bir zatla karşılaştı. O kimse:

—  Ben size suyun menbaı olduğu halde bataklıktan uzak, arazisi müribit, suyu, merası bol bu sevâdın ortasında, mesken kurmaya elverişli  bir yer göstereyim» deyip,    önlerine düştü. Cezire Ne Fırat arasındaki Küfe arazisini gösterdi. Bu arazi tarif ettiği gibi elverişli bulundu. Küfe Şehrinin plânı çizildi. Herkes orada ev dükkân yaparak vatan edindiler.

W M i s ' a r bize, Sa'd b. 1 b r â h i m ' in şöyle dediğini nakletti :

—  Kâdisiyye'de muharebe gününde, İslâm askerleri, yolda eli ve ayakları kesilmiş yerde yatmakta olan bir zata rastladılar. O zât konuşurken, müjde olarak şu âyet-i kerimeyi okuyordu :

«...işte onlar, A ila h'm kendilerine ni'metler verdiği peygamberle, sıddîklarla, şehidlerle, sâlih kişilerle beraber oldu­lar. Onlar ne güzel arkadaşlardır.[56]

Muhacirlerden biri bu kişiye :

—  Sen kimsin? diye sordu. O zat da-

—  «Ben Ensâr'dan biriyim» diye cevap verdi.

A m r b. Muhacir bize I b r a â h İ m b. Muhammet! b. Sa'd' dan babasının şöyle dediğini nakletti:

Mücâhid askerlerden E b û M İ h c e n isimli zat Kâ-disiyye gününde, şarap içmek suçundan dolayı H z. Sa'd b, Ebî Vakkas'in huzuruna getirildi. Ayağına zincir vurul­ması emredildi. O gün, H z. S a'd yaralandığı için, harb meydanına çıkamamıştı. Muharebeye nezâret etmek !için kendi­sini yüksek bir tepe üzerine çıkarmışlardı. Süvari olan Mücâ-hidlere H â I i d b. A r f e t a komuta ediyordu. İki tarafın muharebeye başladığını bağlı bulunan E b û M i h c e n' İşi­tince :

«Süvarilerin maske giyip harbe girdikleri esnada benim zin­cirle bağlı halde bırakılmam keder olarak bana kâfidir.» manasın-daki beyti okuyarak,   'H z.   S a ' d ' in zevcesine :

—  «Gazaya çıkmak üzere, ayağımdan zinciri çöz, beni salı­ver. Ben de sana a'hdederimki muharebe sonuna kadar sağ ka­lırsam, yine buraya dönüp, ayağıma zincir vurman için kendimi sana teslim edeceğim. Eğer şehid olursam 'benden kurtulursu­nuz.» diyerek teminat verdi.

Muharebe kızışınca, ayağından zinciri alarak, kendisini salı­verdiler. Derhal Hz. S a ' d ' in Belkâ isimli atma binip eline bir mızrak aldı ve küffârm üzerine hücum etti. Hangi tarafa ham­le etmişse o tarafı dağıttığını herkes görüyor ve «bu zat ancak meleklerden bîridir» diye taaccüp ediyorlardı. Hz. Sa'd ise, tepenin üzerinden kendisini görünce:

—  «Bu  atlının bindiği atın sebatına    bakılacak olursa bu atın benim atım Belkâ, bu harb ediş tarzına ve düşmanı kahre­den bu vuruşa bakılırsa bu atlının daEbû    Mihcen   olması gerektir» diyordu.

'Düşman hezimete uğrayıp, muharebe sona erince, E b Û M i h c e rr   yine    H z.   Sa'd1 in    evine döndü ve ayağını zincire vurdu. Bundan sonra    H z.    S a ' d    geldi. Zevcesi olup bitenleri Ona anlattı.   Hz,    Sa'd    b.    E b î   Vakkas:

—« Allah'a yemin ederim ki, İslâm uğrunda canını hiçe sayan zatı dövmem» dedi ve E'bÛ Mlhceo'i serbest bı­raktı. O da :

—  Ben şimdiye kadar her şarap içişimde, üzerime serî had tatbik edilir ve ben bu günahımdan kurtulurdum. Madem ki bun­dan böyle bana serî had tatbik edilmeyecek ve günah üzerimde kalacak, vallahi ben de ebediyyen şarap içmeyeceğim.» diyerek tevbe etmiştir.

(Kitâbü'S-Harâc nüshalarında bu hâdise, her ne kadar bu şe­kilde anlatmıyorsa da Ahmed Cevdet Paşa merhum, Kısâs-ı En-bîyâ'sında (cilt 1, sayfa 360) bilhassa neticesi, itibariyle tama­men farklı bir şekilde yazmaktadır. 'İlgili bölümü sadeleştirerek aktaralım :

«... Meşhur kahramanlardan ve ünlü şâirlerden E b û M'İhcen es-Sakafî dilinin belasına uğramıştı. Yâni şarabı metheden bir kıt'a söylemiş, H z. S a'd da bu yüz­den onu muharebenin başlamasından önce, kendi köşkünde hap­setmiş ve bağlamıştı. Harbin ikinci gününde Ebû Mihcen, H z.   S a ' d ' in zevcesi    Sel m a'ya   yalvararak :

—  Beni salıver ve   S a ' d ' in    Belkâ isimli kısrağını ema­neten bana ver. Şu muharebeye iştirak edeyim.   A I İ a hu   T e-â I â   selâmet verirse gelirim ve ayaklarımı yine bende korum, demişse de    Selma    ona müsâade edememiştir. Bu duruma pek me'yus olan    Ebû    Mihcen    çok tesirli ve yakıcı bir şiir söyledi. Selma ise üzüntüsüne dayanamayıp onu salıverdi.

Ebû Mihcen, tanınıp bilinemiyeceği bir kılığa girdi ve Bslkâ'ya binip İslâm ordusunun sağ kolu hizasına vardı. Harb safını yarıp geçerek düşmanın sol koluna hücum etti ve İran sü­varilerini birbirine kattı. Bundan sonra dönüp dolaşarak düş­manın sağ koluna da hücum ederek, gece yarısına kadar herke­se hayret verecek şekilde muharebeler etti.

İnsanlardan 'hiç biri onu tanıyamadı.

Kimisi : — Melek midir? Hızır mıdır? diyor, kimisi de :

—  H â ş i m ' in    adamlarından biri, yahud kendisi olmalı, diyordu.

H z.    Sa'd    da, köşkün damından durumu seyrederek:

—  Bu bahâdır acep kim ola?   Ebû    Mihcen1   mahbus olmasa, bu odur ve bindiği de Belkâ'dır derdim demiştir.

Gece yansı, savaşan iki ordu birbirinden ayrıldığı vakit, Ebû Mihcen derhal başkomutanın köşküne geldi ve ayaklarını bende koydu. Bunun üzerine H z. S a'd'm zev­cesi    S e I m â ,    Ebû    M i h c e n ' e :

—  Sa'd    seni niçin habsetti? diye sordu. O da :

—  Şarap içerek günaha girmedim. Fakat zaman-ı câhiüyet-te içki içenlerden idim. Ben şâir bir adamım. Lisanımdan şaraba dâir bir şiir sâdır oluverdi,   S a'd,   beni onun için habsetti, diye cevap verdi.

O aralık, S e I m â ' nın Sa'd ile arası şeker-ab (dar­gınca, soğukça) idi. Sabahleyin yanına varıp barıştı ve E b û M i h c e n ' in başından geçeni anlattı. Bunun üzerine H z. Sa'd   da,   Ebû    Mihcen'i    salıverdi ve:

—  Artık haram olan bir işi yapmadıkça, seni, yalnız sözün için muâhaze etmem, dedi.     Eb û    Mihcen    de =

—  Bundan sonra, ben de fena söz söylemek üzere lisânı­ma müsâade etmem, diye söz vermiştir.»

© İsmail b. Ebî Hâl id bize Kay s b. Hâ-z i m ' den şöyle rivayet etmiştir :

-— Kâdisîye gününde mücahidlerin dörtte biri Büceyle Ka­bilesinden idi. Sakîî kabiîesinden bir adam, Fers askerine yeti­şip «İslâm ordusunda en şiddetli savaşan Büceyle Kabilesidir»

diye haber verdi. Bunun üzerine 16 fil, diğer mücâhidlere de 2 fil gönderdiler. A m r b. M a'dlyekri b (R.A.) Mü-câhid askerlere hitaben :

«— fiarbde şiddetli olun, ferslerden çekinmeyiniz. Zira İran­lıların kuvveti yoktur. Size mukavemet edemezler», diye herkesi bareb teşvik ve tahrik ediyordu. Bu sırada küffâr askerlerinden birinin, gafil avlayıp ona ok atmak üzere olduğunu görünce, A m r b.    Ma'diyekrib'e:

«— Allah'tan kork ey Ebâ Sevr!.» diye ikaz ettimse deF o fers atlısının attığı ok A m r' in bindiği ata isabet etti. A m r hemen bu atlıya hücum edip, onu koyun keser gibi kes­ti. Üzerinde bulunan İki bileğizi, İpek kaftanın, altın kemerini aldı.

'Küffâr yenilip, hezimete uğratılınca fethedilen sevâd'ın dört-de 'biri, gösterdikleri hamiyyet ve kahramanlıktan dolayı Büceyl Kabilesi halkına verildi. Üç sene müddetle hasılatını alıp, geçim vasıtası etmişlerse de, daha sonra Cerîr, Hz. Ömer (R.A.)'in huzuruna varınca,    Hz,    Ömer   (R.A.), Ona:

— «Yapılan her taksimden mes'ul olmasaydım bu taksimi evvelki halinde devamlı kılardım ve size teskin ederdim. Lâkin rnüslümanlara geri verilmesinin gerektiği görüşündeyim.» diye ihtar ve emretti. Bunun üzerine, Cerîr hemen H z. Ömer (R.A.) in emirlerine uyarak, bu taksimi geri çevirdi. Kendisine 80 dinar caize verilmiştir.

•  Husayn    bize şöyle rivayet etti:

Halîfe Hz. Ömerü'NFâruk (R.A.). Nu'-m a n 'b. M u k a r r i n'l Kesker şehri valiliğine tayin edip göndermişti. Nu'man b. Mukarrin vazife mahal­line varınca, H z. Ömer (R.A.) e gönderdiği bir mektupla vilâyetten azledilerek, gaza'ya görevlendirilmesini istirham etti. Bu sırada, Fers küffârı da Celûla'da hezimete uğrayıp Nihâvend'e doğru kaçmakta idi. Bu anlaşılınca H z. Ömer (R.A.), Nu'man b. M u k a r r i n' I Nihâvend'de bulunan ordu­nun komutanlığına tayin etti. O da hemen Nihâvend'e gitti. Ora­da küffâr ile karşılaşınca ilk defa şehid olan S ü v e y d b. Mukarrin oldu. Cenâb-ı Hak, fütuhatı kolaylaş­tırdı. Müşrikler hezimete uğrayıp, mağlup oldular. Bu yenilgiden sonra küffâr felah bulmayıp, her gün yeni bir yenilgiye uğradı.

Bu olayı rivayet eden Husayn1 den başka zatların İfa­delerine göre:

Halîfe Hz. Ömerü'l-Faruk (R.A.), Fârls, Is­fahan ve Azerbeycan'ın muharebe keyfiyeti hakkında, o havaliyi iyi bilen Hürmüzân isimli zatla istişare etti. Bu konu­daki görüşlerini sordu. Hürmüzân, memleketlerde Isfer han'ın baş, Fâris ile Azerbeycan'ın İki kanat mertebesinde olduğunu harp bilgileri ve kaideleri gereğince fütuhata İsfahan'dan başlamak gerektiğini, buranın fethinden sonra da Fâris ile Azer­baycan'ın buraya bağlı olarak fethedileceğini imâ etti.

Hz, Ömer (R.A.) hemen oradan kalkıp, mescide girdi ve Nu'man b. Mukarrin1 in orada namaz kılmakta olduğunu gördü. Yanında durup, namazını bitirmesini bekledi. Sonra, Ona

—  «Sizi memuriyette istihdam edeceğim»  buyurdu. Nu'man    b.    Mukarrin:

—  «Memuriyet vergi toplamaksa kabul etmem, eğer gaza ve cihadsa   kabui ederim» dedi. Bunun üzerine,   Hz,   Ömer (R.A.)    memuriyetin gaza olduğunu beyan edip; Kûfe'de bulunan askerlerin    Nu'man   'b.    Mukarrin1 in    emrine itaat etmelerini ve ona bağlanmalarını» emreden  bir mektup yazıp, yanına ashâb-ı kirâm'dan   Amr   'b.    Ma'diyekrib,    Hu-zeyfe   b.   Yeman,   A b d u i I a ti   b.    Ömer   ve E ş ' as    b.    Kay s    (R.A.) hazretlerini de arkadaş edip gön­derdi. Kûfe'ye oradan da İslâm askerleri ile beraber Nihâvend'e vardılar. İlk iş olarak, Nihâvend'in   Ziilcenâ heyn    isim­li hükümdarına   Muğîre   b.    Şu'be'yi    elçi olarak gön­derdiler.

Arap tarafından elçi geldiği hükümdara haber verilince, et­rafında bulunan adamları ile istişare etti. Onlara :

—  Gelen elçiye, taht üzerinde gösterişli bir şekilde mi yok­sa harp kıyafetinde mi görünmem daha İyi olur» diye sordu.

Onlar da Padişahça bir debdebe ile görünmesinin münasip olacağını söylediler. Başına bir hükümdar tacı koyup, sağında solunda, altınla süslü elbiseler giyip, altın küpeler takmış olan şehzadeler olduğu halde tahtına oturduktan sonra Hz, Mu­ğîre' nin girmesine İzin verildi. H z. Muğîre, içeri girerken iki adam, kaituklanna girdi. Hz. M u ğ î r e ' nin kı­lıcı ve mızrağı elinde idi. Onları korkutmak için mızrağın ucun­daki demir harbe ile yerdeki halıları delerek huzura girdi. Ter­cüman vasıtası ile görüşme başladı. Önce hükümdar H z. M u ğ î r e ' ye :

—  «Siz, açlık ve sefaletten bu taraflara gelmiş olmalısınız. Dilerseniz size açlığınızı giderecek bazı şeyler verilsin, memleketinize dönünüz.» deyince,    H z,    Muğîre,    Cenâb-i Hakka    hamd ve senadan sonra :

—  Biz, zelîl bir arap kavmi İdik. Herkes bize saldırır ve bizi ezerdi. Biz kimseye dokunamazdık. Sonra,    Cenâb-ı    Hak hasep ve nesep itibariyle en şereflimiz, sözünde ve fiilinde en doğrumu olan bir zâtı    Peygamber   gönderdi. O, bize ne haber verdiyse, hepsinin doğruluğunu gördük. Ezcümle, buraia-ra, galabe ederek, mâlik olacağımızı haber vermiştir. Feth olu­nacak diye va'd ettiği ve haber verdiği memleketlerin burası ol­duğuna, tarif buyurdukları alâmetlerin delâleti iie kimsenin şüp­hesi kalmamıştır. Arkam sıra gelen mücâhidler ,'burasını fethet­meden terk edip, gitmezler.» dedi.

H z. M u ğ î r e buyuruyorlar k!: Kendi kendime dedim ki : Bunları kötümserliğe düşürüp korkutmak için, kendimi to-parlayıpda atlasam deyip hemen sıçrayarak, hükümdarın otur­duğu tahta, onun yanına oturdum. İki tarafında duranlar beni syaklariyîe teperek, elleriyle çekerek aşağıya indirmek İstem i ş1-lerse de :

—  Sizin elçilerinize biz  işkence etmeyiz.    Âcizseniz beni mazur görün. Elçiye  böyle işkence yapılmaz.» dedim.

Beni bıraktılar. Hükümdar bana hitaben :

—  Dilerseniz siz bizim tarafımıza geçiniz. Eğer isterseniz biz sizin  tarafınıza  geçeriz. Artık   siz  muhayyersiniz deyince, ben :

—  «Biz sizin tarafınıza geçeriz.» deyip, hemen kalkarak ar­kadaşlarımın yanına  gittim. Durumu  kendilerine haber verdim derhal düşman tarafına geçtik. Küffâr ise, kaçmasınlar diye as-kelerini beşer beşer, yedişer yedişer, sekizer, sekizer, onar onar zincire bağlayarak harsımıza çıktılar. Ok atarak bizi biraz örse­lediler.

Hz. M u ğ î r e, bu hali görünce, hemen islâm Ordusu­nun Komutanı olan    Nu'man'a   hitaben :

— 'Mücâhidler örselendi. Artık düşmana hücum etseniz ol­maz mı? deyince O şu cevabı verdi:

—  Senin faziletlerin çoktur.    H z.    Fahr-i    Kâinat (S.A.V.)    Efendimiz ile muharebede 'bulunduğumuzda, günün erken saatlerinde muharebeye başlamazsa, öğleden sonrayı ve rüzgârın esmesini beklerdi. Cenâ'b-ı Hakda nusrat verirdi. Elimde olan şu bayrağı üç kere sallıyacağrm. Birincisin­de herkes kazâ-i hacet edip, abdest alsın. İkincisinde, hayvan­ların bakımını yapıp silâhlarını hazırlasın. Üçüncüsünde, hep birlikte düşmana hücum edip, kimse kimseye bakmasın. Eğer komutanınız olan N u'm a n bile katledilse, kendisine hiç kimse dönüp bakmasın.» diye H z. N u'm a n, mücâhid askerlere gerekli emri verdikten sonra, Cenâb-ı Hakka edeceği duaya herkesin âmin demesini yeminle emretti. Sonra :

«— « A I I a h i m ! bu gün N u ' m a n kuluna şehidlik, orduya zafer nasip et.» diye Cenâb-ı Hakka dua ve niyazda bulundu. Bütün askerler de bu duaya «âmin» dediler.

Sonra, yukarıda tarif edildiği şekilde bayrağı iki defa salla­yıp, üçüncüsünde bir hamle ile önce keidisi ve arkasından da İslâm askerleri hücum ettiler.. İlk yaralanan H z. N u 'm a n oldu. Onun yere düştüğünü mücâhidlerden birisi gördü. Diyor ki:

— «Kendisini kaldırdak için yanına doğru gitmek istediy-sem de, kimsenin dönmemesi hakkındaki emirlerini hatırlaya­rak, yalnız yerimi kaybetmemek için, oraya bir alâmet bırakarak muharebeye girdim. Kim düşerse düşsün hiç -bir kimse muhare­beyi terk edip yanına gitmiyordu.

Muharebenin  şiddetli bir ânında, küffâr hükümdarı    Z ü lcenâheyn,    beyaz katırından düştü ve karnı yarıldı.   C en â b-ı Hak,    küffârı münhezim edip, Müslümanları muzaf­fer kıldı.

Yaralı komutan H z. N u ' m a n ' m yanına geldiler. He­nüz ruhunu teslim etmemişti. Biraz su getirip yüzünü yıkadılar. Gözünü açtı ve muharebe ahvâlini sordu. Fatih ve zaferin müslü-manlara müyesser olduğu kendisine müjdelenince, Cenâb-ı Hakka şükredip, keyfiyetin H z. Ömer (R.A.) a müj-delenmesini emir ve tenbl'h ettikten sonra irtihâl-i dârü'l-cinan eylemişlerdir. (Allah ondan razı olsun ve ona rahmet etsin.) dedi :

İsrail    bize,    E b û    İ s h â k'tan   naklen şöyle

—  İslâm ordusu daha Nihâvercd'de iken,   E m î r e ' 1 - M ü -minîn    Hz.    Ömer    [R.A.)   tarafından, Ş e h i d N u '-m a n 'a    yazılan mektubu gören ve okuyan bir zat bana şöyle nakletti : Bu mektubda «Düşmanla karşılaştığınız zaman kaçma­yınız. Düşmanları yenip zafere erdikten ve ganimet elde ettik­ten sonra da hainlik etmeyiniz» diye emrediliyordu.

Düşmanla karşılaşmamız, cuma gününe tesadüf etmişti. Or­dunun Komutanı H z. Nu ' m a n öğleden önce harbe baş-lamayip, Cuma namazının vaktinin geçmesini bekledi.

—  H z.    Ömer    (R.A.), Cuma hutbesinde sizin için    C e-nâb-ı    Haktan    zafer ve nusrat talep edeceğinden, mu­harebeyi biraz tehir ediniz» diye mücâhidlere emretti.

Öğleden sonra, muharebeye başlanmıştı. Savaş meydanında ilk önce yaralanıp yere düşen H z. N u 'm a n idi. Yaralan­dıktan sonra,

—  Üzerime   bir şey örtüp,  murabeye  giriniz.  Benim yara­lanmam size asla bezginlik getirmesin» diye herkese emir ve

tenbihte bulundu.

Muharebe çok sürmeden, Cenâb-i Hak tarafından İslâm askerlerine nusret ve zafer erişti. Keyfiyet teferruatı ile H z. Ömer (R.A.) tarafından işitilince, minbere çıkıp bu fütuhatı herkese ilân ve tebşir etti. N u'm a n ' in şehid ol­duğunu üzülerek beyan ettiler. Çünkü, İslâm askerlerinin ve Ni-hâvend'in haberi geciktiği için, H z. Ömer (R.A.) dâima zafere ermelerini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyor ve kimi görse durumdan haber soruyordu. Halkın ağzında da Ni-hâvend Muharebesiyle Nu'man b. Mukarrin hava­disinden başka bir şey söylenmiyordu. Hatta bir gün Medîne-i iVlünevvere'ye bir a'rabî (bedevî) geldi.

—  Nihâvend Muharebesi ile    Nu'man   b.    M u k a r-r i n ' d e n ne haber var? diye sordu. Soru üzerine :

—  Niçin soruyorsun? denilince :

—  Hiç bir şey yok dedi. Ama kendisinde mutlaka bir haber olduğu hissedilerek, tekrar sorulmuş Oda:

Durumdan derhal    H z.    Ömer O da a'rabîyi huzuruna celbederek :

(R.A.) haberdar edilmiş,

— Ben de bir haber yok, yalnız işittim demiştir.

—  «Nihâvend ile    İ b n i    Mukarrin'i    suâlin onlara dair bir haber olduğunu İmâ ediyor» diyerek izah istedi.

A'rabî:

—  Ben filân oğlu filânım. Fisebiila'h hicret kasdiyle ailemi alıp Medine'ye müteveccihen filân yere ve filân yere uğrayarak oradan kalkıp gelirken kırmfzı renkli bir deve üzerinde daha ön­ce tanımadığım bir adama rastladım. Nereden geldiğini sorun­ca, Irak tarafından geldiğini söyledi. Oralarda olan muharebenin ahvâlinden sordum. İki tarafın askeri muharebeye girdi. Küffâr askerleri hezimete uğradı, mağlup oldu. Ancak    İ b n i    Mu-karin    şehid oldu diye o adam bana haber verdi. Nihâvend'-m nere,    İbnî   Mukarrin'in kim olduğunu bilmiyorum» demiştir.

Hz. Ömer (R.A.), bu vukuatın hangi gün olduğunu so­runca; bilmediğini ifade etti. Suâl karşısında Medine'ye kaç gün­de geldiğini ve ara yerdeki merhalelerini hesap ederek, vukua­tın Cuma günü olduğunu anlamışlardır. H z. Ömer (R.A.) a'rabiye :

—  «Senin tesadüf ettiğin o adamın cin taifesinin haberci­lerinden olması muhtemeldir. Zira Cm taifesinin de seyyar ha­bercileri vardır.» buyurmuşlardır.

Bir müddet geçtikten sonra, o taraftan gelen haberder fil­hakika muharebe ve Nu'man b. Mukarrin'in şeha-detinin hesap edilen Cuma gününde vâkî olduğu anlaşılmıştır.

b. Nu'man   b.    Mukarrin'in    şehid olması haberi-H z.   Ömer   çok mütessir olmuş ve, haylice ağlamıştır.

0   I s m â î I    bize, Avf   el-Ahmes

K a y s   vasıtası ile    Müdrik i' nin    şöyle dediğini nakletti

— Bir gün Uz. Ömer (R.A.) in huzurunda otururken Nu'man b. Mukarrin'in maiyyetinde olan mücâhid-ler tarafından bir zat gelip Halîfe kendisinden sorunca kendisi de Nihâvend'den bildiği şehitleri bir bir isimleriyle andı ve saydı.

Daha bilmediğim şühedâ çoktur, deyince H z. Ömer [R.A.) :

—  Cenâb-ı    Vâcibü'l-Vücûd    Hazretleri hepsini bilir ve mükâfatlandırır, buyurdu. Haber getiren zat:

—  Mücâhidlerin şerıidlerinden   Avf    b.    Ebî   Hayye kendi nefsini    Allah   yolunda feda etti, dedi. Bunu duyan Müdrik    b.    Avf:

—  Yâ Emire'l - mü'msnîn, bu zât benim dayımdır. Kendi nef­sini tehlikeye attığını yayıyorlar» dedi.   H z.   Ömer   (R.A.) ise :

—  «Bunu kim yaymışsa yalan söylemiştir.   O zat, dünyayı verip, âhireti satın alanlardandır.» buyurmuştur. Filvaki rivayet olunur ki, bu şehid Avf' yaralandığı gün oruçlu idi. Savaş yerinden yaralı olarak kaldırılıp, bir miktar su içmesi kendisine her ne kadar teklif edilmişse de îçmeyip, oruçlu olarak can vermiştir.

© İşte Irak'ın sevâdı ve havalisi bu şekilde fetholununca, taksimi hakkında Hz. Ömerü'l-Fâruk (R.A.) istişare meclisi toplamıştır. Abdurra'hman1 b. Avf, Bilâl-i Habeşî ve müslümanların çoğunluğu İrak sevâdının taksim edilmesi görüşünde ısrar ettiler. H z. Bilâl ile bu konuda kendisine tâbi olanlar devamlı işin üzerinde duruyorlardı.,

H z. Ömer ile H z. Osman, Hz. Ali ve H z. T a I h a [R.A.) nin taksim edilmeyerek arazi üzerine yıl­lık bir miktar mal (vergi) konularak, sahihlerine teslim edilme­sini, şahıslar üzerine de bunun gibi cizye narniyle yıllık belli bir miktarda mal (vergi) tahsis edilip bu verginin her yıl topla­narak hudutların korunması ve işlerin yürütülmesi için harcan­ması görüşünde ittifak ve sebat ederek bir müddet böyle çekiş­me ile geçtikten sonra, bir gün    H z.   Ömer   (R.A.):

—  Kur'an-ı,   Azjmüşşandan    arazinin taksim edilmeyerek, sahihlerine bırakılmasını tayit eden, sizi ikna ede­cek bir delil buldum» dedi. Ve Haşr Sûresinin 8. 9. ve 10. âyet­lerini «Onlardan sonra gelenler...» cümlesine kadar okudu.

Bundan sonra da :

—  Bu  halde,  nasıl size taksim edeyim? Sizden sonra  ge­lenlere ne kalsın? Onlara bir şey vermemek olur mu? diyerek, arazinin taksim edilmeyip, ahâlisinin elinde bırakılmasına ve ara­ziye muayyen haraç şahıslara da cizye konulmasına icma' hasıl olmuştur.

•    Seriy   b.    İsmâîl    bize   Âmir   eş-Şa'bî'-nin şöyle dediğini nakletti :

—  H z.   Ömer   (R.A.) in    hilafeti zamanında Irak ssvâ-dının yüzölçümü otuz altı'milyon cerîbe[57] ulaşmıştır. Ziraat arazisinin bir cerîbine, yıllık 1   dirhem[58] ve hasılattan 1  kafiz[59], bağ cerîbine 10 dirhem, hurma cerîbîne 5 dirhem harâc koydu. Şahıslar ise üç kısma bölünüp durumlanna göre düşkün­lere 12, ortalara 24, iyilere 48 dirhem yıllık cizye[60] bağlandı.

•    S a î d    b.    Ebî   A r û b e   bize    K a t â d e   va-sıtasiyle   E b û    M i c I e z ' in   şöyle dediğini nakletti :

—  Halîfe   Hz.    Ömer   (R.A.)    bu tertibatı icradan sonra kendisine vekâleten hem ahaliye namazda imamlık etme­si, hem de arazi ceriblerini sayıp kaydetmesi için   A m m â r b.   Y a s i r'i,   kullar arasında şer'î hükümleri icra ve beytü'î mâli muhafaza   için    Abdullah    b.    M e s ' u d ' u,   ara­ziyi ölçmek üzere de   Osman    b.    Huneyf'i    tayin edip oraya Küfe'ye gönderdi.

Maişetleri için de onlara her gün için bir koyun tertip etti. Bu koyunun yarısını Ammar b. Yâsir'e, dörtte bi­rini Abdullah b. Mes'ûd'a, kalan dörtte birini de Osman b. Huneyf'e tahsis edip aralarında bu şe­kilde taksim etmelerini emretti. Sonra kendilerine hitaben :

—  Beytü'î - mâle gerek kendi  nefsinin tasarrufu, gerek si­zin tasarrufunuz, bir yetimin velisinin o yetimin malına tasarrufu makâmmdadir. Çünkü   Cenâb-ı    Hak   yetimin velîsi hak­kında «(Velilerden) kim zengin ise (yetimin malını yemiye te­nezzül  etmesin müstağni  olsun) kaçınsın, kim de  fakir İse  o halde örfe göre, muhtaç olduğu kadar fisraf etmeksizin) yesin.»[61] buyurmuştur. Her gün bir koyun masrafı olan arazi süratle harab olacağından, bir koyun masrafını Hz. Ömer çok gör­müştür.

Bu zatlar görevlerine başlayarak, Osman b. H u-n e y f araziyi ölçtü. Üzüm bağının cerîbine 10 dirhem, hurma cerîbine 8 dirhem, şeker kamışı cerîbine 6 dirhem, buğday eki­len arazinin cerîbine 4 dirhem, arpa ekilen arazinin cerîbine 2 dirhem haraç koydu. Şahısları da üç sınıfa taksim ile ednasına 12, evsâtına 24 ve âlâsına 48 dirhem cizye koyup kadınları ve çocukları vergiden istisna etmiştir.

Bazı rivayetlerde, hurma cerîbine 10, üzüm bağı cerîbine 8 dirhem haraç konduğu varid olmuştur.

® Muhammed b. İs hâk bize, Harise b. M a d r İ b ' den şöyle nakletti:

—    Hz.   Ömer   (R.A.)    Irak Sevâdınm müslümanlar ara­sında  taksimini   istemişti.  İlk   iş  olarak çiftçilerin  sayılmasını emretti. Sayımdan sonra, her mücahidin hissesine 2-3 çiftçinin düştüğünü görünce, bu konuda   sahâbe-i güzinle    istişare etti. H z.    Alî    (R.A.) ;

—  İrak sevâdınm taksim   edilmeyerek, İslâmm  ileride zu­hur edecek ihtiyaçları  için beytü'I-mâİe bırakılması görüşünde­yim» dedi.

Bu istişareden sonra, H z. Ömer [R.A.J sahabeden Osman b. Huneyf'i haraç koymak vazifesi ile ya-nındakilerle birlikte gönderdi. Osman b. Huneyf, memur edildiği yere varıncağ onların durumuna göre 12, 24 ve 48 dirhem cizye koydu.

H z.   Ali    (RA)ın:

—  «Kendi kendinizle mukâtele ve mudârebe etmiyeceğinizi bilmiş olsaydım Irak Sevadını aranızda taksim ederdim» buyur­duğu rivayet edilmiştir.

Irak Sevâds ahalisinin vaki şikayetleri üzerine, Hz. Ömer (R.A.),   Sâ'lebe   b.   Zeyd'i    yanına yüz süvari vererek 0  tarafa göndermiştir.  S a 'I e b e    döndükten sonra orada gör­düğü uygunsuz ve kötü durumlardan dolayı :

—  «Vallahi bir daha o tarafa gitmeyeceğim» demiştir.

# A' m e ş, bize, İbrâhîm b. Muhacir vasıtasiyle Amr b. Meymûn'un şöyle dediğini nak­letti :

—  H z.    Ömer    (R.A.)  sahabeden    H u z e y f e    b. Y e m â n î'yi    Dicle Nehri'nin öte tarafında ve    Osman b. Huneyf'i  Dicle Nehri'nin beri tarafında olan memleket­lerin haraç ve cizyelerini ta'yin için görevlendirmişlerdi. Bu ze­vat, adıgeçen yerlere gidip görevlerini tamamlayarak döndükten sonra,    H z.   Ömer   (R.A.):

—  «Araziye  ne  şekilde  haraç  koydunuz? Ahali'ye taham­müllerinden fazla teklif etmiş olmayasınız.» buyurdu.

Bunun üzerine    Hz.    Huzeyfe:

—  «Kendilerine fazla bıraktım»,   H z.   Osman    b.    Hu­neyf:

—  «Kendilerine bir mislini terk ettim. Eğer isteseydim onu da alırdım» dedi. Bu cevaplar üzerine   H z .    Ömer   (R.A.) :

—  Vallahi, eğer bir müddet daha halîfe    olarak kalırsam, Irak'ın dul kadınlarını  benden sonra gelecek emîre muhtaç ol­mayacak bir halde bırakırım.» buyurmuştur.

G    S e r i y ,    bize   Şa'bî' den şöyle nakletti :

—  H z.   Ömer   ((R.A.)    her bağ cerîbine 10,    hurma cerîbine 5, her sulu tarlaya - ister işlensin, ister işlenmesin - mu­kannen olarak 1 dirhem, yağmur ile sulanan hurma tarlasına bü-öşür (1/10), kova ile sulanan tarlaya yarım özür [1/20)  haraç koydu. Tarlası ekilen hurmalığın, yalnız tarlasının mahsûlünden

1  öşür alır, hurmasından hiç bir şey almazdı.

Husayn    b.   Abdurrahman   bize,   A m r s y m û n   el - E v d î' nin şöyle   dediğini nakletti:b.

— H z. Ömer (R.A.) in şehâdetinden üç-dört gün en­ce, ayakta durduğu halde, Huzayfe ve Osman b. H u n e y f ' e    hitaben :

—  «Me'mur olduğunuz yerlerde araziyi tahammülünden faz­la   bir   şey   koymuş   olmayasiniz»   buyurunca,    Osman    b. Huneyf:

—  «Götürebileceği haracı yükiedim. İsteseydim bir kat da­ha yüklerdim.»    Huzeyfe   de:

—  Arazi üzerine tahammül ve takati kadar harâc koydum. Arazi sahiblerine fazla bıraktım, deyince    H z.    Ömer   (R.A.J:

—  Bakınız! Araziye tahammülünden fazla harâc koymuş ol-nıayasınız. Eğer ben bir müddet daha halife olarak kalırsam Irak ehlinin dullarını benden sonra kimseye muhtaç olmayacak halde bırakırım.» buyurdu.

Huzeyfe, Çuha denilen yerin ehl-i zimmetlerinin, O s-man b. Huneyf ise Fırat Nehrî'nin aşağı tarafı ahalisi­nin boyunlarına mühür konmasına memur idiler. Şöyieki : Üze­rine cizye gerekenlerin boyunlarına bir şerit bağlanır, düğümü üzerine de kurşun mühür vazedilirdi.

H z. Ömer (R.A.) vasiyetnamesinde «Ehl-i zimmete rh idler i veçhile muamele edilmesini ve kendilerine fakatların­dan fazla bir şey teklif olunmamasını, himaye ve vikaye olunma­larını tavsiye buyurmuşlardır,

• M ü c â 1 i d b. S a İ d ' in bize nakline göre Âmir e ş-Ş a ' bî   şöyle dedi:

—  H z.   Ö m -e r   (R.A.) fetholunan şehir ve şehirlere bi­tişik yerierin arazilerinin ölçülmesini istediği zaman -yukarıda yazıldığı gibi- Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde memur bulunan Huzeyfe   ve   Osman    b.    Huneyf'in    memur oldukları yerlerden birer söz sahibi zatın tarafına gönderilmesini emretti. Bunun üzerine onlar da Hîre ahalisinden birer nefer ter­cüman ile beraber iki adam gönderdiler. Bunlar Medine'ye va­rınca    H z.   Ömer    (R.A.) huzuruna çağırıp, kendilerine :

—  Fetihten önce arazinizden    başkalarına  ne kadar vergi verdiniz? diye sordu. Onlarda :

—  Yirmi dirhem vergimiz vardı. Dediler.    H z.   Ömer (R.A.):

—  Bu miktara ben razı olmam deyip, gerek mamur, gerek­se harap, her cerîb araziye bir kafîz buğday veya arpa ile bir dirhem gümüş  vergi   koydular.  Bunun  üzerine  mezkur arazinin hepsi ölçülmüş ise de   Osman    b.    Huneyf   ölçme ve harada iigüi ilimleri tamamiyie bildiğinden, görevli olduğu ara­ziyi muntazam bir şekilde ölçüp haracını koydu.    Huzeyfe'-nin memur olduğu yerlerin ahalisi hilekâr kimseler İdi.    H u-z e y f e'yi    aldatıp, diledikleri şekilde ölçtürdüler. Onun için arazinin ölçümü muhtelif ve birbirinden farklı oldu. Bu araziler çok mamur iken ahalisinin hilelerinden dolayı, harap oldu. Su­lar kesildi. Verim azaldı. ıBu durum da  H z.   H uzeyf e'ye ölçme hususunda yaptıkları hilelerinin karşılığıdır.

• 'Hasan b. Ali b. Umâre bize Hakem b. U teybe'den, oda Amr b. Ivleymûn ve Ha­rise    b.    M a d r i b ' den şöyle rivayet etti

—  H z.    Ömer   (R.A.) arazinin ölçülmesiyle harâc ve cizyenin ta'yin ve takdiri için    O s m an    b.    H u n e y fi tayin  edip   göndermekle, gerek  ma'mur ve gerek gayr-ı  ma'-mur her bir cârib'e 'bir kafiz ile bir dirhem harâc koydu. Ağaç nevinden  olanlara -gerek  hurma ağaçlarına ve gerek bağ ve diğer ağaçlara- bir vergi  koymamıştır. Her  kişi üzerine yıllık 48 dirhem cizye ile, o taraftan geçen müslümanlara üç gün zi­yafet verilmesi şartlar cümiesindendir.

O s ma n b. ]H iı n e y f, yukarıdaki şekilde üç sene onlardan harâc ve cizyeyi topladı ve tamamen tahsil ettikten sonra bu arazinin ve ahalisinin daha çok harâc ve cîzye'ye mü­tehammil olduklarını Emîre'I-mü'minin Hz. Ömer (R.A.) a   arzetti.

9 H a c c â c b. E r t !â i 'bize, İ b n - i A vf'ın şöyle dediğini nakletti :

—  H z.   Ömer   (R.A.)    Cebel-i Hilvan'dan başka arazi­yi ölçtürerek, -gerek ma'mur olsun, gerek gayr-i ma'mur bulun­sun,  gerek  külfetsiz  sulansın,  gerek   külfetle  sulansın, gerek ekilip-biçilir olsun, gerek muattal bulunsun- beher cerîb arazi üzerine bir kafiz ile, bir dirhem   harâc koydukları gibi, bir kişi üzerine zengin olanlara 48 dirhem, orta halde ibulunalara 24 dir­hem, fakir hallilere İse 12 dirhem cizye koymuştur.  Bu, vergi

durumlarrnı bildiren kurşundan bir parça mühür yaptırıp, boyun­larına astırmıştır. Kendilerine yardım olarak hurma ağaçlarını vergiden muaf tutup, bağların her carîbinden 10, susam ekilen arazinin cerîbinden 5, yaz sebzesinin carîbînden 3, pamuk cerî-binden 5 dirhem alınmak üzere vergi koydular.

•    Abdullah    b. sinden bize şöyle nakletti.

S a îd   b.     E b î   S a i d ,    dede-

— Hz. Ömer (R.A.) bir kavimle sulh yapıp, kendilerini cizyeye bağlayınca, her yıl harâc olarak şu kadar şeyin verilme­sini, o tarafdan geçen müslümanlara üç gün ziyafet vermelerini, yolunu şaşıran müslümanlara doğru yolu göstermelerini, din düş­manlarına yardım etmemelerini onları korumamalarını, bizden, taraflarına kaçanları gizlememelerini ve korumamalarını şart koşardı.

Ahidnâme'nin sonuna da, «bu şartlara tamamen tarafların­dan uyulması halinde, gerek canlarına, gerek ırz, evlad ve mal­larına emin olsunlar. 'Kendileri için Cenâ'b-ı Hak ve Rasûlü Muhtereminin ahdi olsun. Kendimiz aske­rimizin fesadından beriyiz» diye ahidnâmenin zeylinde tahrir olunmasını »mir buyururlardı.

 

Şam Ve Cezire Arazisi

 

Emire'I-mü'minin hazretleri, Şam ile Cezîre fetbolununca ne üzerine sulh yapıldığı ve ne şekilde muamele olunduğu hakkın­da vâki olan suâlinize gelince :

Cezîre ahâlisinden, yaşı kemale ermiş ve o havalinin bütün hallerinden tam malûmat sahibi bir zatdan Şam ile Cezire'nin fethedilişi ve nasıl sulh yapıldığı hakkında ki malûmatını ya­zarak, bildirmesini daha önce rica etmiştim. Bunun üzerine, ba­na bu konudaki malûmatını ihtiva eden bir mektup gönderdi. Bu mektubunda durumu şöyle beyan eyliyor: Şam üe Cezîre'-nin fethine dâir topladığım malumat fukahâdan alıp hıfzettiğim malûmat değildir. Bu malûmat fukaha'ya isnâd edilmiş bir şey de değildir. Yalnız bazı malumat sahihlerinin verdiği haberler­den ibaret olup, onlardan da, me'hazini sormadim. Topladığım malumat şudur: İslâmdan evvel Cezîre'nin bir kısmı Rumların bir kısmı Ferslerin hükmü altında idi. Bu kısımlarda tabî olduk­ları hükümetin vali ve askerleri bulunuyordu. Re'sü'l-ayn ile aşa­ğısında bulunan mevkiler Fırat Nehrine kadar Rumların ve Nu­saybin ile ötesinde olan mevziler Dicle Nehrine kadar Fersin elinde idi. Mardin ile Dâre Ovalan Sencâr ve Beriyye'ye kadar Ferslerin ve Mardin ile Dârâ ve Turabidin dağları Rumların elin­de idi. Rumlar ile Fersierin arasındaki hudut Nusaybin'le Dârâ ortasındaki Serkâ kalesi idi. Ne zaman ki Ebû Ubeyde ile maiyetinde olan gaziler Şam tarafına geçdiklerinde H z. Ebû Bekir (R.A.) Ş u r a h b i I b. Hasene'yi onunla beraber gönderip kendisini Ürdün Vilâyetine, Z e y d b. E b î S û f y a n ' ı Dımışk Vilâyetine ve H â I i d b. V e I î d 'i Yemâme'den yardıma göndererek Hums Vilâyetine tayin etti. Şam'a vusulünden sonra Am r b. As'ı, Ebû U b e y d e ' ye yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Cenâb-ı Hak muzafferiyet ve fütuhat ihsan buyurup Şam fethediidi-ği zaman, Ebû Ubeyde Şam civarında kaldı. Ş u r a h -bil b. Hasene, Ürdün tarafına, Y e z i â b. E bî S ü f y a n ,    Dımışk tarafına ve   H â I i d    b.   V e I î d ,    Humus tarafına vardılar. Oralarda da, muzafferiyet müseyyer olup da işler yoluna girdikten sonra, Hz. Ebû Ubeyde, Sera h bil b. Hasene'yi Kümestin muharebesine gönderip fethetti.

! y â d b. G a n em'i Rumların elinde bulunan Cezîre tarafına gönderdi, lyâd b. Ganem o tarafa gitti. Yol­culuk sırasında, köy ve kasabalara ilişmedi. Düşman askerleri­ne rastlamadan; doğruca başkentleri olan Ruhâ'ya (URFA) varıp orayı muhasara etti. Onlarda şehrin kapıları kapayıp, kaleye gir­diler. İyâd b. Gane m,-müddeti tarihçilerce tesbit edi­lemeyen bir süre- Ruhâ'yı muhasarada tuttu. Kralları, muhasa­rada kaldığını ve her taraftan imdadın kesildiğini görünce dağ tarafında olan kapıyı geceleyin açtırıp; maiyetinde bulunan as­kerlerinin ekserisini alarak beraberce firar etti. Şehirde Nabîi-[erden pek çok ahali İle Rumlardan kaçmak istemeyip kalan az bir miktar lyâd b. Ganem 'den muayyen bir şey vere­rek sulh yapılmasını istediler. O, Ebû U b e y d e'ye bir mektup yazarak, bu sulh teklifini bildirdi. Ebû Ubeyde de bu mektubu Muâz b. Cebel'e gönderip bu konu­daki fikrini sordu.   'Muâz   b.    Cebel    verdiği cevapta:

— «Muayyen bir şeye karşılık, kendileriyle sulh yapılırsa, sonradan da bu miktarı vermekten âciz olduklarını beyan eder­lerse, sulhdan sonra öldürülmeleri yasak olduğu gibi şart koşu­lan sulh bedelinin iptaline mecburiyet hasıl olacaktır. Eğer, on­lar bu miktarı muktedir olarak kolayca öderlerse bile, şer'an matlup olan zillet ve düşkünlük ile tamamen alınmasıdır. Muay­yen bir karşılık belirtmeyerek, tahammül ve takatlerine göre sulh bedeli vermeleri şartı ile kendileriyle sulh yapılması halinde ge­rek zengin olsunlar gerek fakir düşsünler her durumda sulh be­deli tahammüllerine göre kendilerinden alınabileceğinden, bu minval üzere kendileriyle sulh akdedilmesinin daha hayırlı oldu­ğu reyinde olduğumu beyan ederim.» demesi üzerine; Ebû U beyde bu görüşü kabul etti. lyâd b. G a n e m 'e bu istikamette cevabî mektup yazdı. Mektup, lyâd b. G a-n e m ' e ulaşınca, onu ilân edip keyfiyeti açıkladı. Burada riva­yetler muhteliftir. Bir rivayete göre, belli bir miktar üzerine de­ğil, tahammül ve takatlerince sulh bedelini vermek üzere sulhu kabul eylediler.» Başka bir rivayete göre de; «Kendilerinde pek çok birikmiş mal olması yönünden, tahammüllerine göre sulh yapmak işlerine gelmediğinden kabul etmediler. Muayyen bir şey üzerinde sulh yapılmasında İsrar ettiler : lyâd b. Ga­nem, Urfa kalelerinin sağlamlığını ve kendilerinin direnme­lerini görünce, zorla fethetmekten ümidi kesildi. Çarnaçar istek­lerine uyarak sulh yaptı. Velhâsıl, sul'hun yapılmış olması ve Urfa'nm fethedilmiş bulunması bir hakikattir. Lâkin sulh bedeli­nin miktarı üzerinde ihtilaf edilmiştir. Bunun doğrusunu da ancak Allah    bilir.

Urfa'nın fethinden sonra lyâd b. G â n e m bizzat -bir rivayete göre de tarafından asker şevki ile- Harran'ı muha­sara eyledi. Harran'da Nabtilsr ve bir miktar da Rum vardı. Şeh­rin kapılarını kapatıp, kalenin içine çekilince Urfa ahalisi ile ya­pılan sulh gibi sulh yapmayı kabul etmeleri kendilerine teklif edildi. Onlar da krallarının memleketi olan Urfa'nın fethedildi-ğini görünce, hepsi sulha icabet ettiler. Şehirlere tabi olan civar yererin ve kasabaların ahalisi hemen itaat edip asla sulhden ka­çınmadılar. Ancak Küre Nahiyesi ahalisi tabi oldukları şehir feth olunca :

— Biz şehre tabi olduğumuzdan reislerimizle ne şekilde sulh sapılmişsa, biz de onlar gibiyiz. Onlara sul'hüne tabi olu-iur» dediler. Lâkin, lyâd b. Ganem'in buna razı olup olmadığı ve kendilerine ahidnâme verip vermediği hakkında ba­na bir rivayet ulaşmamıştır.

Ancak, bu fütuhattan sonra, Müslüman Valiler kasaba ve köylerde yaşayan ahaliye şehirlerde yaşayan ahali gibi muamele ettiler. Şehir ahalisinden ne alırlarsa, köy ve kasa'ba ahalisin­den de o kadarını alırlardı. Yalnız asker erzakını sadece kasaba ve köy ahalisine yükleyerek şehir ahalisini bundan istisna et­mişlerdi. Bu hususta malumatları olduğunu iddia eden bazı ule­mânın rivayetine nazaran, şehirlerdeki ahalinin asker erzakın­dan müstesna tutulmalarının hikmeti, ziraat ve çiftçiliğin köy ve kasabalarda olup, şehir halkının ziraat ve çiftçilikle uğraşma­ması imiş. Ulemânın delili şu :

İslâmiyetin başlangıç devrinde askerin erzakı bütün kasaba ve kara ahalisine tahmil edilip, şehirler muaf tutulmuştu. Bu durumun hangi hikmete mebnî olduğunu bilmediğimiz halde şehirlerin halkına bundan önce mükellef olmadıkları bir şeyi tek­lif sahabe ve tabiînin tesis ve bina eyledikleri bir hükmü boz­mak İtiraza sebep olunca bizde de buna verecek bir cevap yok­tur.

Cezîre'de Ferslerin elinde bulunan emval ve emlâk hak­kında bir şey işitmemişsem de, Fersler, Kadisiyye'deki harbte hezimete uğradıklarında, bu haber askerleri arasında işitilince, hepsi birleşip, bulundukları yerleri tatil etmişlerdir. Yalnız Sen-câr ahalisi hudut ve sınırlarını muhafaza ile Mardin ve Dârâ ovalarında müdafaada bulundular.

Daha sonra Fersler İnkıraz bulup kendilerini İslama davet edenler o tarafa gidince, davete icabetle şehirlerinde kaldılar, lyâd b. Ganem şahıs başına cizye koydu. Şöyle ki : Kişi başına 1 dinar [62], 2 müd buğday[63], 2 kist[64] zeytinyağı, 2 kist sirke vergi koymuştur.

Ancak, işbu muamele sulh üzere mi mebnîdir, yoksa kendi­sinin çıkarıp takrir eylediği bir görüş üzerine mi mebnîdir? Bu konuda fukahâdan bir rivayetin olmadığı gibi, sabit olmuş bir tarafa istinadım da yoktur.

Sonra Emevî Halifelerinden Abdülmelik b. M e r-v â n hilafet makamına geçince, Dan hak b. Abdur-rahman el-Eş'arî'yi o tarafa tayin edip gönderdi. Alınan cizye gözüne az göründü. İnsanları saydırıp, deftere kay­detti. Bütün halkı amele ve çiftçi itibar ederek her kişinin yılda kazanacağı malı hesap edip, ondan kendi nafakasını, yiyeceğini ve giyeceği elbise ve sair malzemesini çıkardı. Bir yılın çalışma günlerini hesapladı. Ondan bayramları da çıkarttı. Bir kişinin masraflarının dışında yılda 4 dinar fazla varidat bırakacağının anlaşılması üzerine, herkesi eşit tutarak, bu miktar cizye öde­meye mecbur etti.

Emlâkin haracım ise bulunduğu yerin uzak veya yakın olma­sına göre vaz ve tahmil eyledi. Şöyle ki :

 

Yakın olan   100 cerîb ziraat  arazisine  1   dinar

Uzak

»     200

 

1

Yakın

•    1000

adet bağ köküne

1

Uzak

»    2000

■        »          »

1

Yakın

•      100

zeytin ağacına

1

Uzak

»      200

B                             >

1

olmak üzere vergi koymuştur.

 

Yaya olarak bir günden az zamanda varılan yer yakın, bir günden fazla zamanda varılan yer ise uzak kabul edilmişti. Şam ile Musul'a ve havalilerine de bu şekilde muamele edilmiştir.

 

Beytü'l-Mâle Aid Olan Emvalden Hz. Ömer (R.A.) İn Sahâbe-i Güzin'e Verdikleri Sehim Ve Hisse

 

İbn-İ    Ebî   Nüceyh    bize şöyle nakletti:

H z. E b û Bekir (R.A.) e 'hilafet zamanında ganimet malları gelince,

—  «Fahr-i    Risâlet   (S.A.V.)  Efendimiz tarafından kendisine    mal va'dedilen kimseler varsa gelsinler» diye irâde ve ilân buyurdular. Bunun üzerine ashab'dan C â-b i r b. Abdullah (R.A.) Hz. E b û Bekir (RA) in huzuruna gelerek; Hz. Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz,    bana :

—  «Bahreyn memleketinden emval gelirse, -Efendimiz (S.A.V.) mübarek iki elleri ile işaret ederek- sana şöyle veri­rim» buyurdular diye ifade ve beyanda bulundular.

H z.    E b û    Bekir   [R.A.) :

-«Nebi (S.A.V.) Efendimizin işaret buyur­duğu şekilde ahnsz.» diye emir vermeleri üzerine, C â b i r ıb. Abdullah iki eli ile, mezkur mallardan alıp saydıktan sonra bezyüz dirhem olduğunun anlaşılması üzerine, Hz. E b û Bekir   (R.A.): '

—  «Bin dirhem daha alınız» buyurdu.    C â b i r   de o ka­dar daha aldı.

Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tara­fından kime ne vadedilmişse, 'halifesi H z. £ b û Bekir (R.A.) tarafından vadedilen sayı miktarınca verilip va'dler yeri­ne getirildikten sonra kalan malı, gerek küçük olsun, gerek bü­yük, gerek hür olsun gerek köle, gerek erkek olsun gerek kadın bütün insanlar arasında eşit olarak taksim eylediler. Her kimse­ye 9 1/3 dokuz difhem ve bir sülüs isabet etbiştir. Ertesi sene daha çok ma! gelmiş ve yine anlatılan şekilde, insanlar arasm-da eşit olarak taksim eylemişler ve her kimsenin hissesine yir­mi dirhem isabet eylemiştir. Müslümanlardan bazıları gelerek, Halîfe    Hz.    Ebû    Bekir   (R.A.) Hazretlerine hitaben:

—  Size gelen emvalin taksiminde,    herkesi müsavi tutup, bu malları eşit olarak taksim eylediniz. Haibuki, insanlar birbir­lerine müsâvî değildirler. İçlerinde İslâmiyette ilk olanlar, gaza­larda hakkı geçmiş   bulunanlar,   fazilet   bakımından   üstünlüğü olanlar vardır. Taksimde faziletli olanları öne alıp tercih etmiş olsaydınız olmaz mıydı?» dediler.    Hz.    Ebû    Bekir {R.A.):

—  «İslâm dinindeki kıdemleri, gazalarda geçen hakları ve fazilet yönünden üstünlükleri malumdur. Lâkin zikrettiğiniz hu-husiyet ve meziyetlerinin sevab ve mükafatı    Cenâb-ı   Hak tarafından verilecektir. Taksim oludan  maüsr ise medâr-ı mâî-şet kabilinden olup bunda eşlilik,    imtiyazdan daha hayırlıdır.» buyurdu.

Halifelik nöbeti, H z. Ebû Bekir (R.A.) m vefatı ile Ömer b. Haîtab (R.A.) Hazretlerine intikal edip, İs­lâm fütuhatının çoğalmasiyle beraber, ganimet mallan da çoğal­maya başladı. H z. Ömer (R.A.), fazilet ve meziyet sahi­bi olanları diğerlerine tercih etti. O :

—  Fahr-i    Kâinat   (S.Â.V.)    Efendimize karşı mukâtele    edarsleri kendisiyle    beraber i'!â-i kelîmetuHah için kafirlerle kıtal edenlere müsâvî tutmam.»    diyerek Sedir Vak'asmda bulunup kıtal eden, İslama girmekte kıdem ve önce­liği bulunan Muhacirin ve Ensâr'a beş bin, Bedir Vak'asmda bu­lunmayanlara dört bin, dirhem verdi.    Daha sonra  Müslüman olanlara da bunlardan daha az verdi. Bötylece herkese İslama girişteki önceliğine, ve duıumuna göre hisse verilmiştir.

®    Ebû    Ma'şer   bize    Hz.   Ömer'in dan ve başkalarından şöyle nakletti:

Uz. Ömer (R.A.) zamanında, fütuhat meydana gelip, ganimet malları   zuhurunda Halîfe Hazretleri buyurmuştur ki :

— «Önceki Halîfe Hz. Ebû Bekir (R.A.) işbu emvalin taksiminde, gerçi, eşitlik görüşünde bulunmuş ise de, benim bu konuda başka görüşüm vardır: R a s û I u I I a h CS.A.V.) Efendimize karşı, -müslüman olmadan önce-kıta! edenleri, O'nun maiyyetiyle birlikte küffâra karşı kıta! eden mücahidlerle musâvî tutmam.» buyurdu. Bundan sonra, Bedir Vak'asında bulunan Ensâr ve Muhâcirin'e 5 bin, Bedir harbîne katılmadıkları halde, katılanlar gibi İslâm'da geçmişi olanlara 4 bin dinar verdi. Saf i yy e ve Cüveyriyye (R.A.) dan başka, H z. P e y g a m b er (S.A.V.) Efendimizin sniîtahhar zevceîerine, on ikişer bin dirhem, bu ikisine ise altı­şar bin dinar hisse verdi. H z. S a f i y y e ve Hz. C ü-veyriyye bu miktarı almahtan istlnkâf ettiler. Bunun üze­rine H z. Ömer (R.A.) kendilerine:

—  «Peygamber (S.A.V.)    Efendimizin di-ğar zevcelerine  fazla  vermiş  olmamın  sebebi :  Onların  hicret etmiş olmalarıdır.» dedi. Onlar da :

—   Hayır, imtiyazlı olmeiarının sebebi, hicret etmiş olmala­rı değil,    Peygamber    (S.A.V.)    Efendimizin    ya­nındaki mevkileridir. Bu konuda ise hepimiz müsâvî idik. Biz de onlar gibiyiz.»   dediler.  Bu  açıklama  üzerine    H z. Ömer (R.A.) Onlara da diğer ezyâc-ı tâhîre gibi  12 şer bin dirhem hisse verdi.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) in Amca-H z. A b b a s (R.A.) a 12 bin dirhem, Usâme b. Zeyd (R.A.) e 4 bin dirhem ve kendi oğuları olan Abdullah b. Ömer    (R.A.) a 3 bin dirhem hisse ayırdı.

Ancak, Abdullah (R.A.) Hazretleri peder-l âlile­rine hıiap ederek :

—   Ey Babacığım!   Niçin    Ü  sam e ' ye    benden bin dir­hem fazia verdiniz. Pederi benim pederimden daha faziletli ol­madığı gibi kendisinin hususiyetleri de benden fazla değildir.» demişse de    İmâm-i    Âdil    Hz.   Ömerü'l-Fâruk (R.A.) :

—   «Oğlum!    Rasûlul lah    (S.A.V.)    Efendimiz, O'nun psderini somin pederinden, Oğîu   Üsâm e'yi   de Sen­den çek severlerdi.» buyurarak kendisine cevap verdi.

Hz. Hasan (R.A.) ile H z. Hüseyin (R.A.) e de -onların Peygamber (S.A.V.) Efendimize olan yakınlıklarından dolayı- babalarına ilhak ederek 5er bin dirhem verdi. Muhacirlerle ensâr'ın çocuklarına da ikişerbin dir--» 'hem ayrıldıktan sonra, Muhacirlerden E (b î S e I e m e ' nin oğlu   Ömer   oradan geçiyordu. Yalnız O'na mahsus olmak üzere bin dirhem ilâve edilmesini H z. Ömer (R.A.) em-redince, Muhammed b. Abdurrahman b. Ca'hş,    Hz. Ömer (R.A.) a :

—  Ne bunun pederinin bizim pederimizden ve ne de ken­disinin bizden üstünlükleri vardır.» deyince   fi z.    Ömerü'l-Fâruk   (R.A.)    kendisine cevaben :

—  İkibin dirhem pederi    Ebû    Seleme    için önceden tahsis etmîşsem de validesi    Ümmü    Seleme    için de bin dirhem tahsis ve ilâve eyledim. Senin de onun annesi gibi bir annen varsa söyle sana da bin dirhem ilâve edeyim» buyur­dular.

Mekke ehline ve diğer İnsanlar İçin 800 er dirhem ayrıldı. T a 1 h a b. Ubeydullah, biraderi Osman'ı ge­tirince H z. Ömer (R.A.), O'na 800 dirhem hisse veril­mesini emretti.

Daha sonra oradan geçmekte olan Nadr b. Enes'e de ikibin dirhem verilmesini emretti. Bunun üzerine H z. T a I h a    (R.A.):

—  Biraderim   Osman,    Nadr   'b.    Enes'le    müsavî olduğu halde, ona hangi sebeble kardeşimden  daha fazla tahsis edildi? diye    H z.   Ömer   (R.A.) dan sorunca,    H a-i î f e    (R.A.)    Hazretleri:

—  Bunun babası, Uhud Savaşında bana rast gelip,    F a h r- i R İ s â I e t    (S.A.V.)    Efendimizin    halini benden sor­du. Ben de zannımca şehid oldular dediğim zaman, hemen kılı­cını kınından çıkararak ve kınını kırarak «gerçi    R a s u I a i I a h (S.A.V.)    Efendimiz   şehid olmuşsa da   Cenâb-i    V â -cîbü'l-Vücûd,    hayyi lâ yezeldir, diyerek, cihâda ateş gibi saldırıp, şehid oluncaya kadar    muharebe etti.   O zaman, O s m a n ' in    pederi koyun çobanlığı yapıyordu.»

İşte, H z. Ömer (R.A.) in 'hilafeti müddetinde rey'leri bundan ibaretti.

0    Muhammed b. Ishâk bize Ebû Ca'fer'-den şöyle rivayet etti:

—  Malların taksimine başlanınca, bu konuda   H z.    Ömer (R.A.)  reyi  herkesin reyinden ctaha  isabetli  idi.  Hatta, malların taksimi sırasında kendisine :

—  Evvelemirde  kendi  hissenizi   ayırınız.»  diye  bazı zevat­tan gelen tekliflere karşı:

—  Evvelâ kendimizden başlamamız olmaz.    Rasûlul-i a h    CS.A.V.)    Efendimize    en yakın olanlar kimlerse, evvelemirde oniarla başlarım.» buyurarak ilk önce H z. A b-b a s (R.A.) in, Ondan sonra H z. Ali'nin hisselerini ayırıp verdi. 'Beş kabilenin hisselerini taksim edip ayırdıktan sonradır ki sıra ancak Benî Aday b. Ka'b kabilesine geidi. (Hz. Ömer (R.A.) bu kabiledendir.)

@ M ü c â I i d b. S a î d ' in bize Ş a'b î' den onun da taksim sırasında hazır bulunup, Hz. Ömer (R.A.) t gören bir zattan rivayetine nazaran, C e m â b -1 Hak, fütuhatı, H z. Ömer (R.A.) zamanında izhar (nasîb) bu­yurmuş ve Faris ile Rum tarafları fetholunmuştur. Bu fetihler üzerine H z. Örn e r (R.A.) sahabeden bazı zevatı kiramı toplayarak istişare meclisi akdetmiş ve :

—  Bu fütuhatta meydana gelen ganimet mallarını beytü'l-mâis toplayıp biriktirerek her sene insanlara tahsisat verilme­sinde bereket vardır. Ben bu görüşteyim. Sizin bu konudaki gö­rüşleriniz nedir?» diye sorunca tıepsi de :

—  Reyiniz ne ise o şekilde amel edin. Çünkü    C e n â b-ı Hak   tarafından size muvaffakiyet i'hsan buyuruimuştur ve bu-yurulacaktir», diyerek görüşüne muvafakat göstermişlerdir. Bu­nun üzerine tahsisata başlanarak, tahsis edilen miktarların def­tere yazılacağı sırada,    H z.   Ö m er   (R.A.) :

—  İlk iş olarak hangi zevatın tahsisatından başlamak ge­rekir? diye sordu.    Abdurrahrnan    b.   Avf    (R.A.):

—  «Evvelemirde kendi nefsinizden başlamalısınız» teklifin­de bulununca    H z.    Ömer    (R.A.) :

—  Hayır! Valahi, kendi nefsimden başlamam.    Rasûlul-! a h    (S.A.V.)    Efendimizin    kabilesi olan Senî Haşim* in tahsisatı ile başlarım» deyip, Benî Haşim'den Bedir Vak'asında bulunan zevatın 'herbirine - ister kabilenin aslından olsun, İster 'bu kabilenin azat ettikleri kimselerden olsun- beşer bkı dir­hem    H z.    A b b a s ' a  da on iki bin dirhem tahsis etti.

Sonra Benî Umeyye'den Bedîr Vak'asmda bulunanlarla Benî Haşini Kabilesine yakın olan kabilelerin tahsisatını  yazdı.

Velhasıl, Bedir ehli'nin 'hepsine -gerek arab olsun, gerek azat edilmiş kişilerden olsun-beşer bîn ve Ensar'ın herbirisine de dörderbin dirhem ayırdılar.

Ensar'dan, tatsisâtı ilk önce yapılan zât, Muhammet! b. Se-îenıa idi.

H z. Peygamber (S.A.V.] Efendimizin Zevcelerine 10 ar bin dirhem, H z. Â i ş e ' ye 12 bin dirhem tahsisat ayrıldı.

Habeşistan'a hicret edenlerin 'herbirine 4 er bin dirhem yaz-

Ümmü Seleme'ye olan yakınlığından dolayı Ömer b. E 'b î S e I e m e ' ye 4 bin dirhem tahsis edilince, M u -hammed b. Abdullahb. Cahş itiraz ederek, O'nun niçin tafdil ve tercih edildiğini sordu. 'H z. Ömer (R.A.) de cevaben :

— «Tercihin sebebi F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efen­dimize yakınlığıdır. Muhacirinin çocuklarından Ü m m ü Seleme gibi validesi olanlar varsa gelsinler. İtirazlarında haklı olurlar. Ben de tercihimde mazur olmam.» buyurmuşlardır.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.A.) e, Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimize nisbetleri şerefine 5 er bin dirhem tahsis edildi.

Daha sonra, diğer insanların herbirine de. - gerek arab olsun, gerek azatlı bulunsun- 40ar, 30ar yazıldı. Muhacirin ve Ensar'­ın kadınlarına durumlarına göre, 600 er, 400 er, 300 er ve 200 er dirhem tevzi edildi.

Sonradan İslâm şerefi İle şereflenenlere, Müslüman olduk­ları zaman 2 bin dirhem verilirdi. Ayrıca işleyip imar edip ge­rekli haracı vermeleri şartı ile ellerinde bulunan arazinin kendi­lerinde bırakılmasını talep edenlerin bu talepleri de yerine ge­tirilmiştir.

M ü c â h i d    diyor ki :

— Benim bir halam vardı. Onun tahsisatı 200 dirhem idi. Sonra H z. Ömer (R.A.) tarafından Küfe valiliğine tayin buyrulan S a i d b. As (R.A.) oraya varınca bu tahsisa­tın 100 dirhemini ilga eyledi. Aradan zaman geçipte H z. Ali (R.A.) Kûfe'ye gelince, ninemi ziyaret etmek için evimizi şe­reflendirdi. O zaman halam mezkûr ikiyüz dirhemin iadesini kendisinden talep etti. H z. Ali (R.A.) kabul buyurdu ve  deftere 200 dirhem olarak geçirdi.

@ Muhammed b. A m r b. A İka m e'nin bize, Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf-tan rivayet ettiğine göre,   Ebû    Hureyre    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—: Valisi bulunduğum Bahreyn'den 500 bin dirhem getir­dim. Geceleyin H z. Ömer   (R.A.) in huzuruna varıp:

—  Ey Mü'minîerin Emîri!    Bu malı benden teslim al» de­dim. O:-

—  Ne kadardır? diye sordu. Ben de :

—  Beşyüzbİn dirhem» diyerek miktarını bildirdim.

—  Beşyüzbin ne kadardır, bilir misin?   dîye   tekrar   sordu. Ben de :

—  Evet bilirim. Beş kere yü2bindir. dedim. O, bana :

—  «Sen uykusuzsun, git bu gece yat da sabah olunca gel» diye emretti. Bunun üzerine gittim ve ertesi gün tekrar 'huzuru­na çıkarak : _

—  Bu malı benden  alınız dedim.    H z.    Ömer   (R.A.) tekrar:

—  Ne kadardır? diye sordu. Ben de :

—  Beşyüzbin dirhemdir diye beyan ettim. O :

—  Helal maldan mıdır? diye sorunca, ben cevaben :

—  «Orasını bilmem, ancak miktarını bilirim» dedim.   H a-iîfe    Hazretleri,   orada bulunanlara hitaben :

—  Ey  insanlar!  Pek çok mal geldi. Aranızda nasıl taksim edeyim? İsterseniz ölçerek, İsterseniz sayarak, isterseniz tartarak taksim edilsin.» deyince;  meclisde hazır bulunanlardan  bir zâti:

—  Ey Mü'minîerin Emîri! Herkesin ona uyacağı ve ona gö­re alacağı  bir defter tutulsun.»    diye teklifte bulununca,    H z. Ömer   (R.A.)    bu teklifi kabul etti.

Muhacirlere 5 er bin. Ensâr'a 3 er bin ve Eavâc-i Mutahha-

ra'ya da 12 şer bin dirhem hisse ayırarak, herkesin hissesini kendisine gönderdi.

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Zevce­lerinden Zeyneb binti Cahş'ın hissesi kendisine ulaşınca, bunun Peygamber (S.A.V.) Efen dimizin Zevcelerinin hepsinin hissesi olduğunu ve taksim ediimesi için kendisinin görevlendirildiğini zannede­rek :

—  Al   I a  h    Emrü'l-müminini affetsin.    Arkadaşım olan Peygamber (S.A.V.) Hanımları arasında   benden daha muktediri varken niçin beni bu işe seçti?» dedi.

—  «Bunun hepsi senindir.» denilince de zühd ve cömertli­ğinden dolayı bu malı yere koyup üzerini örttü. Kendisi o mala hiç el sürmedi. Yanında bulunan kadınlardan birine; örtüyü gös­tererek :

—  Şunun altından bir avuç al filanın hanesine, bir avuç al, filanın hanesine götür diyerek bütün malı. tasadduk edip dağıt­tıktan sonra, o kadın :

—  Benim üzerinizde hakkım olduğu halde, benim  için bir şey emretmediniz» deyince,

—  Örtünün altında ne kalmışsa senindir buyurdu. Örtü kal­dırılıp altındaki sayılınca 85 dirhem olduğu görüldü. Bu miktarı kadına verdikten sonra, iki elini kaldırarak :

—  Ya R a b b i! Bu seneden başka bana H z. Ömer'in atiyyesini nasip eyleme.» diye    Cenâb-ı    Hakka   tazarru ve niyazda bulundu.    Peygamber   (S.A.V.)    Efendi­mizin    hanımlarından ilk önce vefat edip,    H z.  Peygam­ber   (S.A.V.) e kavuşan o oldu.

H z. Ömer (R.AJ Ensârın hisselerini, Z e y d b. S a b i t'e havale buyurdu. O da, Medine'nin yukarı tarafın­da meskun olan yâni evleri Mesciri-i Nebevî'ye uzak bulunanlar­dan başladı. Evvelâ, Benî Abdu'l-eşhel kabilesine, ondan sonra Evs kabilesine, sonra Hazrec kabilesine taksim edip, kendi am­cazadeleri oian Benü Malik b. Neccar İle kendi nefsini herkes­ten sonraya bıraktı. Zira bunların evleri Mescîd-i Şerifin etra-f-nda idi.

# A b d u I I a :'h b. V e I î d el-Müzenî bize, M û s â   'b.   Y e z î d[65] in şöyle dediğini nakletti :

—  Ebû    Mûsâ   el-Eş'arî   (R.A.)r   H z.   Ömer fR.A.J e, bir milyon dirhem getirdi.   H z.   Ömer   (R.A.)   bu miktarı çok bularak:

—  Ne söylediğinizi biliyormusunuz? diye sorunca,    Ebû M ûsâ:

—  Evet, biliyorum, on kere   yüz bin   cevabım verdi.    H z. Ömer:

—  Eğer söylediğiniz doğru  İse, bu maldan herkese, hatta Yerrusn'âe bulunan ve hiç cihada gitmemiş olan çobana bÜe his­se verilmelidir.» buyurdular.

® Medine ahâlisinden bir şeyhin bize, İsmail b. Muhammed b. es-Sâib vasıtasiyle 2 e y d ' den, onun da babasından rivayet ettiğine göre, H z. Ömer (R.A.) şöyle buyurmuştur:

—  Cenâb-ı    Hakka   yemin ederim ki, bu mallarda herkesin hakkı vardır. Köleler müstesna olmak üzere gerek ve­rilsin gerek verilmesin hiç biri diğerinden daha farklı değildir.

Ben de bu babda sizinle müsaviyim. Lâkin herkesin hakkı bir değildir. Allah'ın Kitabında kim efdâl ise ve Peygamber Efendimizin taksiminde kim önde ise, taksimde öne geçme ona göredir. Yani bazı zevata i'la-i kelimetullah yolunda­ki gayretlerine, bazılarının İslâmiyette olan kıdem ve öncelikle­rine bazılarının da İhtiyaç ve zaruretlerine bakılır. Yine C e-n â b-ı Hakka yemin ederim ki, eğer dünyada bir müddet kalırsam San'a dağındaki çoban 'bile, orada bulunduğu halde ve yüzü kizararak  istemeden Önce, bu  mallarda olan nasîbini ala­caktır. ,

Yemen kabilelerinden Hımyer kabilesinin taksim defteri ay­rı yapılmıştı. Asker ve komutanların her birine tayin edilen atıy-yeler 9 ar, 8 er, 7 şer bin dirhem raddelerinde idi. Yani herkese yetebilecek derecede ve memuriyetleri nisbetinde idi. Yeni doğan çocuğa 100 dirhem tayin edilip, biraz büyüyünce 200 dirheme çı­karılıyordu. Ayrıca buluğ çağına ulaşınca da atıyyesi artınlıyor-du.

H z.  Ömer   daha sonra malların çoğaldığını görünce :

—«Gelecek sene bu geceye kadar sağ kalırsam insanların ilklerini sonrakilerine 'katarak atıyyede hepsini müsavi olarak tutacağım.» demişse de beyan ettiği vakitten evvel vefat etmiş­tir.

# Ali b. A b d u I ! a h '[66] m bize, ez-Ziihrl vasıtası ile S a i d b. e I - M ü s e y y e b (R.A.) den ri­vayet ettiğine göre :

Faris tarafları fethedilip, beytü'l-mâle aid beşte birler gel­meye başlayınca,   H z.   Ömer:

—  «Allah'a  yemin ederim ki, bu mallar semâdan baş­ka bir çatı altına girmeden, hemen halka taksim edeceğim.» bu­yurdu. Akşam olup vakit daraldığı için,    H z.   Ömer   bu mal­ların Mscid-i Şerifin sofasına konulmasını emretti.   Abdur-rahman  b.  A-vf  ile  Abdullah   b.  E r <k a m ' i   da malların korunmasına ve beklenmesine memur etti.

Onlar da akşamdan sabaha 'kadar beklediler. Ertesi günü sa­bahın erken vaktinde- H z. Ömer (R.A.) İslâm cemaatini beraberine alarak malların bulunduğu yere varıp denkleri sök­türdü. İçlerinde emsalini o güne kadar gözlerin görmediği mü­cevherat. İnci, altın ve gümüşleri görünce hemen ağlamaya -baş­ladı.   Abdurrahman   !b.   Avf   kendisine:

—  «Ya  emîre'l - mü'minin! Bunların gelmesi, şükrü gerek­tiren bîr hal iken niçin ağlıyorsunuz?» dîye sorunca :

—  «Evet, vakıa şükür sebebidir. Lâkin    C e n â b -1    Hak bu malları  hangi  kavme vermişse    aralarına  kin ve düşmanlık girmiştir. İşte buna ağlıyorum.» buyurdular.    Sonra, ölçekle  mi yoksa el ve avuçia mı taksim edeyim? diye bir müddet tereddüt ettikten sonra el ve avuçia herkese taksim eyledi. Çünkü daha o vakte kadar defterler tanzim edilip herkesin hissesi belirlen­memişti.

© A'm e ş bize E b û İ s h â k vasıyasiyle, H â-rîse    b.    M u d a r r i b'den    şöyle nakletti:

Hz. Ömer (R.A.) fukaraya nafaka tahsis etmeden ön­ce, her bir kişiye ne kadar zahire kifayet edebileceğini tahkik ettiği sırada numune tutup, bir cerib[67] zahireden ekmek pişir­terek otuz fakir kişiyi kuşluk vaktinde yedirip karnını doyurduğu gibi, akşam da bunun gibi bir cerîb zahireden mamul ekmeği otuz fakire yedirip doyurarak, her kişiye bir ayda iki cerîb erzak tahsis eylemiştir.

$ Eski Şeyhlerimden birisi, kendi şeyhlerinin şöyle dedik­lerini anlattı :

—  H z.   Ömer   (R.A.) in güzel işlerinden biri de, Allah yolunda cihad için, nezdinde her zaman ihtiyaten 4000 eğitilmiş at bulundururdu. Şayet cihad vaktinde erzakları az olupta hay­van tedarikine kudreti olmayan ihtiyaç içindeki mücahidlere su­suz ve yemsiz bırakmak gibi taksirat yüzünden telef olursa, kıy­metini zâmin olmak şartiyle birer at verirlerdi.

 

Kara Ve Arazîden Beytü'l- Mâl İçin Alinmasi Lâzım Gelen Vergiler

 

Kara'dan ve araziden alınması lâzım gelen haracın tahkiki İçin, bu konuda malumat sahibi olan kişilerden bulunması iktiza eden zatları topladım. Bu konuda gerekli münakaşa ve mübâ-hasa yapıldı. Fakat görüş birliğine varılamadı. Herkesin görüş ve rivayetleri arazinin ma'muriyetini mucip olmadığı cihetle pek çok münazaradan sonra ıf-i z. Ömer (R.A.)'ın hilâfeti zama­nında arazi üzerine senevî tarh olunan miktar-ı mürettep, arazi­nin tahammülüne göre va'z kılındığı ve vazı zamanında arazinin tahammülünden ziyade harâc tarhı, Halife Hz. Ömer (R.A.)   tarafından asla tecviz buyurulmadığı, sabit olmuştur.

Hatta, Fırat Nehri üzerindeki mevkilerin valisi bulunan Os­man b. Huneyf ve Dicle'nin ötesinde bulunan Cüha ile Dicle'nin suladığı yerlerin valisi bulunan Huzeyf e (R.A.) ye:

—  «Olmaya  kî, arazinin tahammülünden    fazla harâc va'z ve tertip etmiş olasınız.» diye    Halife    Hz.   Ömer    (R.A.) tarafından sorulan suale cevaben   Osman    b.    Huneyf:

—  «Araziye   tahammülü   derecesinde   harâc vaz1 eyledim. Eğer dileseydim iki kat vaz' ederdim.»   Huz ey fe    (R.A.) da :

— «Mâtehammil olduğu derecede harâc vaz' ve tertib ey­ledim. Orada kalan da fazladır.» diye cevap vermişlerdir.

Çünkü, Osman b. Huneyf (R.A.) ile H u z e y-f e (R.A.) Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sahâbe-i güzinindendir. Öyle haber verdiklerinden ve bize bu konuda hiç bir kimse tarafından i'htiiâf vukuuna dâir bir rivayet varid olmadığından, o vakit arazi üzerine vaz' ve tertip olunan; harâc tahammülü derecesinde olduğunu, adı geçen ulemâ ifade, beyân ve o zamanda arazinin ma'mur olanın kesreti ve muattal olan arazinin nedreti ile beraber ma'mur ve ziraata elverişli ara­zinin kısm-ı küllîsi ziyarete elverişsiz ve cüz'î miktarı ziraatle meşgul olduğundan ziraate sâlih olan arazi gerek müsta'mel ve gerek gayr-i müsta'mel olsun hepsini müsavi tutupda, bir siyak üzerine harâc vaz' ve tertîb etmiş olsa idik; işlenmeyen arazi için tertîb olunan harâc İşlenen arazi ile kişinin evinin civarın­daki arazinin i'marı mesarifinj karşılayamiyacağı cihetle elde bir şey kalmayıp işlenen arazinin tertib edilen haracı açıkta kala­caktı. Amma, yüz seneden beri yahud yüz seneden daha çok veya daha az.bir zamandan beri, muttal olan arazinin kısa bir zaman içinde imar ve İslahı mümkün olmadığından ve çünkü mezkûr arazinin i'marı hayli nafaka ve masrafa muhtaç olup elde ise sermaye olmamakla iman imkân haricinde olduğundan terk ve atıl bırakılmasında ma'zur olduklarını ilâveten zikr ve ityan edip binâenaleyh zahire veyahud akçe olarak muayyen bir şey tesmiyesiyle kendilerinden her sene alınması muhtelefün fiyh olduktan başka gerek beytü'l-mâ] ve gerek halife bulunacak zat bu babda kusur işlemiş olacağı gibi, haraçla mükellef olacak kimseler de birbirlerine husumet ederek bazıları ma'dur ve ba­zıları müstefid olacakları anlaşılmakla, 'bu şekli mahzurlu gör­düm.

Meselâ, her sene harâc olarak muayyen bir miktarda zahire alınacak olsa, zahirenin fiatı düşerse, kendilerinden alınacak za­hirenin bedeli mülkün (devletin) idaresi, hudut ve sınırların mu-hazafası için istihdam olunacak askerlerin masraflarına kifayet etmeyecektir. Kanunlaşmış olan harâc ise çoğaltılıp azaltılamaz; Zahire fiyatlarının artması ve düşmesi, zahirenin çokluğuna ve' azlığına tabi olmayıp ancak Cenâb-ı H a kk ı n yücö iradesine bağlıdır. Ucuzluğun ve pahalılığın da ne zaman olaca­ğı belli değildir. Bu konunun hakikatine ve aslına hiç bir kimse vâkıf değildir. Bazen zahirenin çokluğu ile beraber değeri fazla, bazen de az olduğu halde değeri düşük olduğu vâriddir. Akçeye1 rabt olunursa o da zahire gibidir. Yani, zahire hakkında düşünü­len mahzur onlarda da mevcuddur. Hülâsa, ucuzluk - pahalılık konusu   Cenâb-ı    Hakkın    kudretindedir.

Hatta, imâm ve halife tarafından, satılan eşyaya narh ve fiyat konulması yasaklanmış olan şeylerdendir. Nitekim rivayet olunur ki, zaman-ı saadette hayvan ve sair eşyanın fiatı yüksel­mişti. Halk toplanıp, H z. Peygamber (S.A.V.) Efen-, d i m i z e gelerek fiatlann yükselmesinden şikayet ederek, satılacak eşyaya bir kıymet tayin ve tahdid buyurmalarını istirham ettikleri zaman, Peygamber (S.A.V.) Efendi-miz :

—   «Fiatlann yükselmesi ve düşmesi    C e n â b-ı    Hak­lı ı n    ezelî takdirî ndendîr. Biz takdir edilenin dışına çıkamayız.» buyurdular.

©    Muhammed   b.   Abdurrahman    b.   Ebî L e y I â ' nın bize, Hakem b. Uteybe' den, onun da kendisine rivayet eden bir zattan naklettiğine göre, Pey­gamberimizin (S.A.V.) zamanında fiatlann yükselmesi üzerine, halk toplanarak R a s û I u I I a h {S.A.V.) Efen­dimize    gelip;

—   «Fiatlar çok   yükseldi.  Fiatları  ayarlamanızı,  ehven  bir kıymet tayin etmenizi istirham ediyoruz» dediler.   Peygam-b e r    (S.A.V.)    Efendimiz:

— «Fiatlann yükselmesi ve düşmesi Cenâb-ı Hak­le ı n yüce iradesine bağlıdır. Narh koymak ve kıymet tesbit etmek mezalimden sayılır. Ksyameî gününde mes'uliyeîe sebep olacak bunun gibi bir zulümde bulunamam.» diyerek durumu kendilerine beyan ve talim buyurdular.

Sabit   Ebû   Hamza   el-Yemânî   bize, m   'b.    Ebi'I-Ca'd'ın şöyle dediğini nakletti :

—  Zaman-ı  saadette, fiyatların yükselmesi üzerine, insan­lar   Peygamber   (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna gelerek, pahalılıktan şikayet ettiler ve =

—  «Mü'tedil  bir fiat tahsis buyurmanızı istirham ederiz.» dediler. Bunun üzerine    Peygam be r    (S.A.V.)    Efendi­miz:

—  «Fiatlann yükselmesi ve düşmesi    Cenâb-ı    Hak-k i n   yed-i kudretindedir. Zahireye bağlı değildir. Rıziklara fîat takdir eden, rızkı veren veya rızıktan mahrum eden ancak   C e-nâb-i    Haktır.    Ben size bir şey vermeye veya ondan sîzi mahrum etmeye muktedir değilim. Ancak   Allah   tara­fından me'mur olduğum işi icra ederim. Memur olmadığım bîr hususu icra ile, nefsen yahud mâlen bir kimseyi zorlayarak, on­dan dolayı rûz-u cezada   Allah   tarafından mes'ul olmamak ümidindeyim.» buyurdular.

Ebû    Yûsuf    Hazretleri buyurdular ki :

Haraçla mükellef olan kimselerin, birbirleri hakkında yap­maları melhuz olan zulm ve gadr bahsine gelince : Buna mey­dan verilmemek için bir tedbir lazım gelir. Çünkü kudret sahibi ve etrafı bulunanlar, yalnız ve kudretsiz, zayıf ve fakir kimsele­re galebe ederek, hem ellerinde olan araziyi almaları ve hemde mükellef oldukları haracı kendilerine yüklemeleri mümkündür. Ayrıca 'bunun gibi tafsilatı uzun uzun anlatma gerektiren nice suistimallerin meydana gelmesi düşünülebileceğinden dolayı, tefekkür sırasında, harâc, öşür, sadaka ve saire gibi vergilerin toplanması için yeterli olduğunu ümid ettiğim şu yoldan başka­sını bulamadım. Bu da tertîb olunacak harâc, muayyen bir şey tesmiye olunmayarak, harâc-i mukâseme yoluna gitmektir. Çün­kü, harâc-ı mukâseme gerçek adalet üzerine tertib olunduğu hal­de hem beytü'f-mâlîn menfaati hem de harâc mükellefleri ara­sında mezâlimin re? ve izalesini ve halîfe olan zatın istirahat ve rızasını mücibdir. Halîfe Hazretlerinin ise, A I 1 a h ' in arma­ğanı olan isabetli görüşleri ve muvaffakiyetleri İktizasınca ada-ieti matluba uygun olarak icra buyuracaklarında şübhem yok-* tur, Cenâb-ı Hak Hazretleri, emire'l-mü'minin'in ömür­lerini müzdad eylesin. Bu amellerin icrası hakkındaki hayırlı ni­yetlerini tevfikina makrun, reayayı ise salah ve dine irşad buyur­sun.

Harâc-ı mukaseme'nin nasıl vaz' edileceği hakkındaki görüş ve mütâlâamı arzetmek vazifemin gereğinden olduğu için beya-nrna başlıyorum : Şöyle ki, e'hl-i kara'nm kış hasılatından kay­nak ve nehir şuhu ile sunanan buğday ve arpa mahsulatından 2 humus (1/5x2 = 2/5) dolap ve saire ile zorlukla sulanan arpa ve buğdaydan bir buçuk (1.1/2) humus (3/10), hurma, üzüm ve bahar sebzesinden ve bahçelerden -sülüs (1/3), yaz mahsullerinden de 1 rubu' (1/4) alınması gerekir. Mahsuller arazide veya ağaçların üzerinde iken takdir ve tahmin edilerek, o hesap üzerine harâc alınmasının yasaklanması lâzımdır. Tüccara satış fiatı üzerinden vergi konulamaz. Ya mahsullerin bedelinde mukâseme olur, ya-tmd mezkûr hasılata tüccar arasında carî olan kıymet takdir edi­lerek fiatmdan adigeçen hissenin nakden alınması arasında ara­zi sahihleri muhayyer olarak, hangi şekil haklarında hayırlı ise-ve hangisini seçerlerse kendilerine o şekilde muamele edilme­si görüşünde olduğumu arzederim.

® Müslim b. H azamî[68] bize, E n e s b. Mâlik    Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :

—  «Hayber  şehri   fetholununca    Fahr-i    Kâinat (S.A.V.)    Efendimiz    meyvesinin yarısını almak şartiyle ağaçları eski sahihleri olan Hayber Ahalisine verdi. Mahsulatı taze iken takdir ve tahminle sonradan mucibince mezkur hisse­yi tamamen almak için fakih ve İlim sahihlerinden olan    A b-dullah    b.    Revâha    vazifelendirilip gönderildiği zaman, taze 'hurmayı, ağaç üzerinde iken tahmin ve takdir ile taksim ey­ledikten sonra, kendilerini   muhayyer   bırakır    «isterseniz   siz tahmin ve taksim edip beni muhayyer bırakınız» derdi.    Onlar bu taksimden memnun olarak «dünyanın devamı bunun gibi ada­letle olabilir.» diye şükür ve sitayişte bulunurlardı.

@ Haccâc b. Ertât bize N â f İ' vasıtası ile Abdullah    b.    Ömer   (R.A.)    dan şöyle nakletti :

Hsyber Şehrini, Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz, mahsulatın yansını alarak yarım hisse ile ahalisine tes­lim eyledi. Bu durum, Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin, Hz. Ebû Be kir (R.A.) in ve H z. Ömer (R.A.) in zamanlarında böyle devam etti. H z. Ömer (R.A.) in hilâfetinin sonunda ellerinden alındı.

@ Muhammed b. Sâib el-Kelbî'nin bize Ebû Salih vasıtası İle Abdullah b. Abbas (R.A.)    Hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakletti :

—  Zaman-ı Saadette,    Hayber Şehri    fetholununca, ahâlisi Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimize    hitaben :

—  «Ya    Muhammed!    (S.A.V.)    Biz bu arazinin eski sahihleriyiz. Ahvâlini sizden  iyi biliriz. Bize hisse ile ve­riniz.» diye müracaat etmeleri üzerine, mahsulünün yarısı emek­lerine mukabil olmak ve ne zaman isterse istirdad edip kendi­lerini oradan çıkarmak şartiyle kendilerine teslim buyurmuşlar­dır. Fedek Beldesinin ahalisi, Hayberlilere yapılan bu muamele­yi işitince,    R a s û I u 1 I a h    (S.A.V.)    E f e n d İ m i z ' e, Muhayyisa    b.    Mes'ud    (R.A.) u    göndererek, mal ve canlarını korumak şartıyla, Ehl-i Hayber'le yapılan mukavele gibi mahsulatın yarısını almak şartıyle mukavele aktedilmesini istediler. Bu mukavele H z. Peygamber ile M u -hayyisa b. Mes'ud arasında yapıldı. Hükmü yürütü­lüp yerine getirilerek, Fedek ahalisi yerlerinde bırakıldı. Fedek Beldesi cihadsiz ve zahmetsiz ele geçirildiğinden F a h r-i R i s â I e t (S.A.V.) Efendimize mahsus olup, Bey-tü'1-mâle ait değildi.

® Muhammed b. Abdurrahman b. E b î L e y I â ' nın bize Hakem (b. U i t e y b e ) den onun da M i k s e m vasıtası ile Abdullah b. Ab-bas    [HA.)    Hazretlerinden naklettiğine göre :

F a h r- i Âlem (S.A.V.) Efendimiz Hayber Beldesini fethedince, kendisine, Hayber halkı gelerek :

—  «Bu arazinin ahvalini biz sizden daha iyi biliriz. Bu ara­ziyi bize veriniz» diye istirham etmeleri üzerine mahsulatın ya­rısı    beytü'i-mâle alınmak üzere kendilerine verildi. Daha son­ra, mahsulatın taksimi için,    Abdullah   >b.    Revana tayin edilip  gönderildi.    Hayber ahalîsi   Abdullah    b. R e v â h â ' ya    hediye takdim etmek istedikleri zaman :

—  «Rasûlullah    (S.A.V.)    Efendimiz;    mah­sullerinizi yan yarıya taksim ederek kendisine aid olan hisseyi almak için beni sîze gönderdi. Emvalinizi yemek İçin gönderme­di.» diyerek hediyelerini kabul etmemiştir. Sonra ilave ederek :

—  «Eğer dilerseniz mahsulatınızı toplatdırıp yarısını ben size vereyim, veyahut siz toplayıp yarısını bana veriniz», diye kendilerini muhayyer bırakınca, bu adil taksimden memnun ola­rak :

—  «Dünya böyle adalet ve hakkaniyet ile kaim olmuştur.» dediler.

© Muhammed b. İshâk'm bize N â f i' vasıtası ile Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet etmiştir =

H z.   Ömer    (RA)    bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:

—  «Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Hay­ber Ehlini ne zaman isterse yerlerinden çıkarmak şartıyla, kendileriyle sulh anlaşması yapmışlardı. Şimdi ise mezkûr ahalî Abdullah b. Ömer (R.A.) e, daha önce de ensardan o tarafa giden bir zata düşmanlık gösterdiler. Orada, onlardan başka düşmanımızın olmadığını bilmeliyiz. Binâenaleyh, bahsi geçen şart mucibince, kendilerini yerlerinden çıkartıp kovaca­ğım, orada kimin malı varsa malına sahip olsun.» diye emir ve irade buyurdular.

 

Halîfe Bulunan Zatin Vergilerini Almak Üzere Şuna, Buna Verdiği Arazi Hakkındadır

 

Kaynak veya nehir suyu ile sulanması mümkün olan arazi­den beytü'1-mâl için öşür (1/10), zorlukla ve masrafla yani dolap ve dolap gibi aletlerle zahmetle sulanan araziden yarım öşür (1/20) alınır. Öşür ile zekât, ancak arazinin mahsulâtı ile öşür arazisinden olan cerîblerdedir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sünnet-i senîyyelerinden ve ashab-ı kiramdan bize kadar ulaşan haberler, derelerden ve pınarlardan akan sularla sulanan arazilerin mah­sulatından 1 öşür, dolap ye sair aletlerle sulanan arazi mahsu­lâtından da yarım öşür (1/20) alınması hakkında va,rid olmuştur. Yetiştiğimiz ulemanın kavillerinden de, bu konuda icrnâ hasıl ol­muştur. Haberler de bu minval üzere variddir. Ancak öşrün 'hal­kın elinde kalması mümkün olan mahsulattan alınması lazımdır. Sebze gibi.elde kalması mümkün olmayan mahsulattan öşür alın­maz. Hayvan yemi olan yonca ve bunun gibi mahsulatta ve odun­da öşür olmaması görüşündeyim.

İnsanın elinde kalmayan, kavun, karpuz hıyar, kabak, patlı­can, havuç ve diğer sebzelerle, bunlara benzeyen reyhanlar ve diğer çiçeklerden öşür lâzım gelmez,

Elde kalması mümkün olan şeyler, Öîçek ile ölçülen ve te­razi ile tartılan şeylerdir ki buğday, arpa, pirinç, darı ve sair hububat susam, kendir, tohumu, badem, fındık, ceviz, fıstık, zağ-feran, zeytin, uskur tohumu, kişniş, elkerevya, kemmun soğan, sarımsak ve bunlara benziyen şeylerdir. Bunlardan bir tarlada 5 vesk[69] veya daha ziyade mahsul elde edilmesi halinde,

a) Tarla eğer akar su ile veya yağmur suyu ile sutanıyor-sa ondan 1 öşür alınır.

b) Tarla eğer dolapla veya bunun gibi bir aletle ve zorluk­la sulanıyorsa, mahsulünden yarım öşür (1/20) alınır,

5 veskden da'ha az mahsul veren tarladan hiç bir şey alın­maz.

Eğer bir tarla 2buçuk (2 1/2) vesk buğday, 2 buçuk (2 1/2) vesk arpa mahsul verirse, ikisi aynı mahiyette hububat ve iki­sinin toplamı 5 veske baliğ olduğundan öşür lazım gelir. Velha­sıl beş çeşit hububatın, her çeşidinden birer vesk ve toplam olarak beş vesk mahsul veren bir tarlanın mahsulünden yine öşür alınır. Toplamı beş veske ulaşmayan mahsülatdan Öşür lâzım gelmez. Yalnız zağferan bu kaideden müstesnadır. Çünkü zağferan, öşür arazisinden elde edilipde kıymeti hububatın ds-ğeri en düşük çeşidinin 5 veski kıymetine baliğ olursa ve tarlası gerek dere ve pınar suyu ile sulansın gerek sel ve yağmur suyu ile sulansın her hal-ü kârda andan bir öşür alınır. Dolapla veya ona benzer bir aletle, zorlukla sulanan tarladan elde edilirse on­dan da yarım öşür (1/20) alınır.

Zağferan harâc arazisinden elde edilirse -tafsilatı ile an­latıldığı gibi- haracı alınır.

Her iki şekilde de elde edilen zağferanın kıymeti, hububatın değeri en düşük çeşidinin beş veskinin kıymetinden düşük olur­sa, ondan hiç bir şey alınmaz. Lâkin, İmâm-ı Âzam Ebû H a n î f e Hazretlerinin reyi ve içtihadı, bunun hilafınadir. İmâm-ı Âzam'in reyine göre zağferan mahsulünün az­lığına ve çokluğuna bakiimayarak, ekildiği tarla bir ratl zağfe­ran mahsul vermiş olsa bile öşür arazisinden İse harâc alınması lazım gelir.

Arazinin mahsulatından beytü'I-mâle aid hissesinin ne za­man alınacağı konusunda hanefî uleması arasında ihtilaf vâki olmuştur.

İ m â m -1 Â z a m ' m reyine göre : Araziden ne elde edilirse edilsin -gerek az olsun gerek çok olsun- mürettep olan miktar alınır. Yani mahsulün elde edildiği arazi öşür arazisinden ise öşür alınır. Harâc arazisinden ise harâc alınır.

Diğer ulemanın reyine göre İse : Arazinin mahsulatı 5 ves­ke baliğ olmadıkça ondan hiç bir şey alınmaz. Zira beş veskden az olan mahsulâtdan bir şey lâzım gelmez.

İmâm-ı Âzam Hazretlerinin reyine göre mahsulatın elde edildiği tarla öşür arazisinden olup da kaynak ve nehir sulariyle veyahud yağmur suyu ile sulanan tarla olursa, mezkur mshsul gerek çok olsun gerek az olsun ondan öşür lazım geli.r. Dolabla ve külfetli vasıtalarla sulanan tarlanın mahsulünden ya­rım özür (1/20) alınır. Mahsul harâc arazisinden elde edilirse yine -anlatıldığı gibi- harâc alınır. Ziraat yapılan yerlerin bila istisna gerek hububat, gerek sebze cinsinden olsun gerek kışlık ve gerek yazlık olsun, ölçekle ölçülen şeylerden olsun veya ol­masın her çeşidinden, işleme ücreti ve hayvanların yiyecekleri çıkarılmayarak, asıl mahsulattan - yukarıda anlatıldığı gibi -beytü'I-mâle ait olan öşür (1/10) veya yarım öşür (1/20) veya­hud harâc tamamen alınır.

Buna delili, hocası H a m m a d vasıtasiyle İbra­him N e h a î' den rivayet ettiği şu kavildir : «Arazî hangi türden mahsul verirse versin, - bir tutam sebze gibi pek cüz's elan şeyler müstesna tutulmak üzere - gerek çok oîsun, gerek az olsun ondan öşür lâzım gelir.» İşte İ m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe bu kavle istinad ederek bu reyde bulunmuş­tur. Hatta derdi ki :

— «Bir tarla mademki işleniyor, mahsulü gerek az olsun ge­rek çok olsun eğer öşür alınması lazım gelen araziden ise öşür harâc alınması lâzımgelen araziden ise harâc alınmalıdır. Yoksa Öyle hiç bir şey alınmayarak terki caiz değildir.»

Diğer reyde bulunan ulemâ ise :

—  «Arazinin mahsulatı beş veske baliğ olmadıkça ondan bir şey alınmaz,.» dediler.   -

@ Bunların delilleri ise, Ebân b. E b î I y a ş ' m Hasan-ı Basrî vasıtası ile bize Enes b. Mâlik (R.A.) dan rivayet ettiği şu hadis-i şerîfdir:

—  «Beş veskden az olan buğday, arpa, darı, hurma ve üzüm­den sadaka (zekat) yoktur. Beş okiyye'den[70] az olan mal için zekât yoktur. Beş'den az deve için zekat yoktur.»

® Yahya b. E b î Ü n e y.se'nin bize Ebî'-Z ü b e y r vasıtası ile C â b i r b. Abdullah [R.A.) dan rivayet ettiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz:

—  «Baş veskden az olana zekat yoktur.» buyurmuşlardır. Biz bu ikinci kavli daha doğru görüyorue.

Vesk, R a s û I u I la h [S.A.V.) Efendimizin sâ'ıyle 60 sâ'dır. Bu durmda 5 vesk 300 sâ' demektir. Bir sâ\ 'boş ratıldan sülüs 1/3 fazladır. Yanı bir sâ', 5 1/3 (beş tam bir bolü üç) ratıldan ibarettir. Bu da Haccac'ın kafizine ve Haşimî'nin mu-rabba'ına müsavidir.

Bu kavle göre, bir tarla -yukarda cinsleri bildirilen- hubu­batın -hangi çeşitten olursa olsun- bundan öşürden önce tarla sahibinin yediği veya ailesine, komşusuna ve dostlarına yedir­diği miktar, e!de edilen mahsulü 300 sâ'den aşağı düşürse bila, öşür alınması sırasında 300 sâ'den noksan geldiğine bakılmak­sızın, eğer ki mezkur tarla akar su ile sulanan tarlalardan ise baki kalan 'ina'hsülattan bir öşür (1/10), dolap ve saire ile sula­nan tarlalardan ise yarım öşür (1/20) alınması lazım gelir. Yok­sa, öşürden önce, sahibinin -yukarda yazıldığı gibi- yediği ve yedirdiği mahsulâttan hiç bir şey alınması lazım gelmez. Hatta sahibi, bir miktarını çalsa bile, çalınmış kısımdan da öşür alın­maz.

Arazi mahsulatı hakkında varid olan kaviller bundan İbaret olup, bunların hepsi, bu konunun aslı ve kaidelerinin esasıdır. Diğer mes'eleler bu esaslardan çıkmıştır ve bunlara göre halle­dilirler. İşte bu konudaki iki kavli size tafsilatlı olarak arzeyle-dim. Nazarınızda beytü'l-mâl için hangisi uygun ve faydalı gö­rülürse onunla amel edilmesini emir buyurursunuz.

® M u h a mm ed b. Abdurrahrnan b. Ebî Leylâ,   Amr   b.    Şuayb' dan    bize şöyle nakletti :

—  Akar su ile sulanan tarlalardan elde edilen buğday, ar­pa, hurma ve üzümden öşür £1/10), dolap ve dolap gibi sulama­da güçlüğü olan diğer aletlerle sulanan tarlaların mahsulatından da yarım öşür (1/20) alınır.

© Süfyân b. Uyeyne bize, Amr b. D î-n a r   (R.A.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Fahr-i    Kâinat    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Yağmur suyu ile sulanan tarlalardan öşür, ip ve kova ile sulanan tarlaların mahsulatından ise yarım öşür (1/20) alınır.» buyurmuşlardır,

@ Hasan b. Umâ re'nin bize Ebî İ s h â kdan onun da Âsim b. Damr e'den rivayet ettiğine göre :

H z.   Ali    (R.A.)    şöyle buyurmuştur =

—  «Yağmur suyu  Üe sulanan veyahud  meşakkatsiz sula­nan tarlalardan elde edilen mahsulattan tsm öşür (1/10) ve me­şakkatle sulanan   tarlaların   mahsulatından   yarım öşür (1/20) alınır.»

® I s m â î 1 b. Y û n u s ' un bize Ebî İ s h â k'dan onun da   Âsim    b.    Damre' den rivayet ettiğine göre :

Hz.   Ali    (R.A.)   şöyle buyurmuştur:

—  «Yağmur suyu İle sulanan    tarlaların   mahsulünden on hisseden bir hisse, dolap ve saire gibi aletlerle zorlukla sulanan tarlaların mahsulünden yirmi de bir hisse alınır.»

9 M u h a m m e d b. Salim bize Âmir eş-Ş â ' b î' nin şöyle dediğini nakletti :

R a s û I u M a h (SAV.) Efendimiz şöyle bu­yurmuştur :

—  «Yağmurla veya akarsu ile sulanan tarlalardan bir öşür, dolap veya sair aletlerle sulanan tarlaların mahsulatından yarım öşür alınır.»

Amr b. Osman[71] bize M û s â b. T a i -h a    ile ilgili şu nakilde bulundu :

—  Mûsâ    b.    Tal'ha,    buğday, arpa, hurma ve üzüm­den başka bir şeyden öşür (1/10)    alınmasına    rey vermezdi. Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimizden,    Muâz b.    C e  b  e!    (R.A.) e yazılmış ve bu duruma işaret eden bîr mektubun kendisinde mahfuz olduğunu beyan ederdi.

Q Ebân b. Ebî Ayyaş, bize E n e s b. Mâ-I i k (R A) vasıtasiyie Peygamber (SAV.) Efen­dimizin:

—  «Gökden inen yağmurla veya    meşakkatsiz bir şekilde sulanan tarlefsrm mahsullerinden bir öşür (1/10), alet, edevat ver sair meşakkatlerle sulanan tarfaîarın mahsullerinden yarım öşür (1/20) alınır.» buyurduğunu rivayet etmiştir.

© A m r b. Yahya b. Umâre b. Ebi'İ-Hasan[72] bize, babasından o da E b û S a î d e I-H u d r î (R.AJ den Peygamber (SAV.) Efendi­mizin   şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir :

—  «5 den az olan develerin zekâtı yoktur. 5 okiyyeden az olanda da zekât yoktur. 5 veskden az olan mahsulün de zekâtı yoktur.»

Burada, zekattan kasıt öşürdür, vesk ise 60 sâ'dan ibarettir.

0 A b d u r r a fi m a n b. M a ' m e r' in bize naklet­tiğine göre Yahya b. Umâre b. E b i ' I - H a s a n e I - M â z e n î yine Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) Hazretlerinden mana yönü ile yukarıdaki hadis-i şerifle ittifak eden bir 'hadis daha rivayet etmiştir. Yalnız fâzla olarak «o gün­de olan beş veskin şimdiki iki vesk'ten ibaret olduğu» ibaresi vardır.

• Abdullah b. A I i' nin bize İ s ti â k b. Abdullah b. Ebî fi e kr 'den onun da A b b â d b. Temim' den onun da R a s û I u I I a h (SAV.) A s -habından müteaddid zevâtdan rivayet ettiğine göre Peygamber   (SAV.)   Efendimiz:

Say, hurma ve kuru üzüm ancak beş vesk ve beş veskden çok olursa, onlardan sadaka (zekat-öşür) alınması la-zım gelir.» buyurmuşlardır.

Bu konuda rivayeti olanlardan birisi de   Ebû    Eyyüb el-Ensârî   (R.A.)    Hazretleridir.

• Leys    b.    Ebî   Selim,   bize    M ü c a h î d vasıtası ile   Abdullah    b.    Ömer    (R.A.) in — Sebze­lerde zekat yoktur.» dediğini rivayet etmiştir.

•  V e I î d   b.    İ s â   bize    Mûsâ    b.   Ta I ha (R.A.) nın şöyle dediğini rivayet etti :

—  «Yaş sebzede, kavun, karpuz, acur ve hıyarda sadaka yoktur. Sadaka ancak hurma, buğday, arpa ve bağlarda vardır.»

Bu babda sadaka öşür demektir.

6 Kays b. Rebi' e I - E s e dî bize Ebî İ s -hâk' dan o da Âsim b. D a m r e ' den Hz. Al İ (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Sebzede zekat lazım gelmez». Sebzeden maksat ağacı olmayan çeşitli sebzelerle acur, hıyar, kavun, karpuz gibi şey­lerdir.

•    Ebân'ın    bize    rivayetine göre,    E n e s    b.    Mâ-I i k   (R.A.)   şöyie buyurmuştur :

—  «Sebzelerde zekat yoktur.»

® Eş'as b. Sevvâr'ın bize A t â b. R e -b â ih ve H a 'k e m b. U t e y b e vasıtası île İbra­him    Naha'î   Hazretlerinden rivayetlerine göre, o ikisi:

—  «Araziden ne mahsul çıkarsa ondan sadaka lazım gelir.» demişlerdir.

O Muhammed b. Abdullah'in bize 'H a -kem b. U t e y b e ' den onun da Mûsâ b. T a I h a ' -dan naklettiğine göre,

Hz. Ömer (R.A.), Peygamber (SAV.) Efen­dimiz in   şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

— «Zekat ancak dört şeyde lazım gelir. Onlar da : Hurma, buğday, arpa ve üzümdür.»

Bal, ceviz, badem ve bunlara benzeyen şeylere gelince : Bal eğer öşür arazisinde hasıl olunursa, ondan öşür alınır. Harâc arazisinde hasıl olursa ondan bîr şey alınmaz. Bal, kırlarda, dağ­larda, ağaçların üzerinde yahud dağların eteğinde ve sahralarda olursa keza bir şey alınmaz. Nitekim, dağlarda ve derelerde hü-dayı nâbît (kendi kendine) çıkan meyvelerden de öşür de harâc da lâzım gelmez. Yani bunlardan hiç bir şey alınmaz.

0 Bazı arkadaşlarımız bize A m r b. Ş u a y b ' in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:

—  Tâif'de bulunan ümerâdan  bazıları, «O taraftaki hurma sahipleri, Zaman-ı Risâlet'de    Fahr-İ    Kâinat   (SAV.) Efendimize   ödedikleri beytü'l-mâ aidatlarını vermemek­te, bununla beraber bağ ve bahçelerinin hıfz ve himayesini talep etmekte olduklarından haklarında ne şekilde muamele yapılma­sı lâzım geldiğini    H z.    Ömer   (R.A.)    den sordular.

H z. Ömer (R.A.) da bir mektupla : «Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizin zamanında ödedikleri aida­tı vermeleri halinde, bağ ve bahçelerinin hıfz ve himaye edilme­sini, eğer vermezlerse hıfz ve himaye edilmemesini» cevaben emir buyurdular.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz zamanında ödedikleri miktar ise, 10 tulumda bir tulum idi.

Hatta, Halîfe H z. Ö m e r (R.A.) in baldan 'her 10 tulumda bir tulum alınması için etrafta bulunan memur ve âmillerine yazılı emir verdiğinide bazı arkadaşlarımız bize A m r b.   Şuayb' dan   rivayet etmişlerdir,

© A h v a s b. Hakîm, bize babası H a k î m ' • in şöyle dediğini rivayet etti:

—  «Her 10 batmandan 1 batman alınması lâzımdır.»

O Abdullah b. el-'Muharrir bize, İ rn â im -| i Z ü h r î' den, merfu' olarak şöyle rivayet etti :

Fahr-İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz buyurdu­lar ki :

—  «Balda öşür lazım gelir.»

Lâkin, ceviz, badem, fındık, fıstık ve bunlara benzeyen şey­ler öşür arazisinden elde edilirse öşür, harâc arazisinden elde edilirse harâc lazım gelir. Zira bunlar kile ile ölçülen şeylerden­dir.

Kamış, odun, ot, saman ve hurma ağacı yaprağı için öşür (1/10) de, humus (1/5) da, harâc da yoktur. Yalnız, güzel koku­lu cinsden olan derîre kamışı öşür arazisinden elde edilirse öşür alınır. Harâc arazisinden elde edilirse harâc alınır. Şeker kamı­şı da bunun gibidir. Yani, öşür arazisinden elde edilirse öşür, harâc arizisinden elde edilirse harâc alınır. Çünkü şeker kamışın­dan elde edilen şeker yenmektedir. Derîre kamışı yenilmezse de -ekonomik bakımdan- kıymet sahibidir. Ondan faydalanılır.

Neft yağı, zift ve civadan herhangi biri arazide aynen bulu­nursa, arazi gerek öşür arazisi, gerek harâc arazisi olsun ondan hiç bir şey lazım gelmez.

0 Haccâc b. Ertât'm bize Hakem b. Utey-b e 'den   onun da   M u k s i m ' den    rivayet ettiğine göre :

Abdullah b. Abbas (R.A.) Hazretleri, «Devşi-rildiği ve toplandığı gün de (mahsulün) hakkını veriniz.»[73] âyeti kerimesinin tefsirinde «hak» lafzından murad «öşür ile yarım öşür» dür buyurdular. Abdullah b. Ömer (R.A.) ise, bu âyeti tefsir ederken, «âyette geçen «hak» dan murad, «zekât'tan başka olan bir hak» tır buyurdular.

•    M u ğ î r e ' nin   bize   S i m â k ' dan   rivayet ettiği­ne göre :

İbrahim Nahaî mezkur âyetin tefsirinde, «bu âye­tin hükmü nesh olundu» buyurmuştur.

•    Bazı arkadaşlarımızın bize   E b û    R e c â'dan, riva­yetlerine göre,   Has n-ı    B a s r î   Hazretleri bu âyet-i ke­rîmenin tefsirinde :

—  «Hak» kelimesinin manası hububat çeşitleri ile meyve­lerden alınacak zekattır.» buyurmuştur.

•    Kays    b.    er-Rebi'in bize   Salim    b.     el -E f t a s ' ten naklettiğine göre : Tabiîn'İn büyüklerinden   S a î d fr C ü b e y r   Hazretleri mezkur âyette vâki olan «hak» laf­zını izah ederken :

—  «Bir misafir gelince, hayvanı için verilecek yem ve bîr fakir -dilenci gelince sadaka olarak verilen miktardan başka ka­landan alınacak öşür ve yarım öşürdür.» dedi.

 

Irak'ta İran Şahı Kisra İle Hanedanı, Yakın Adamları Ve Hudud Muhafızlarının Elinde Bulunan Beylik Arazi  Hakkinda

 

•    Abdullah    b.   Velîd    el-Müzenî,    Benî Esed Kabilesinden olan ve Sevâd ahvalini herkesten daha iyi bilen bir zattan bana şöyle nakletti:

— H z. Ömer (R.Â.) in halifeliği zamanında savafî[74] denilen arazinin miktarı 4 milyon parçaya ulaşmıştı. Bu gün de bu araziye «savafi'I-esmâr» denilir. Rivayet olunur ki : H z. Ömer (R.A.), o zaman K i s r â ile akrabasının, harbde öldürülen yahud Müslümanların beldesinden darül-harbe kaçan kimselerin arazisi ile, su çıkan ve su kenarında olan ağaçlık yer­leri mücahid gazilere taksim etmedi, elde tuttu.

•    Abdullah   b.   Velîd    bize,   Abdullah b.   Ebî   Hurre' den şöyle rivayet etti

Hz. Ömer (R.A.) Sevâd halkını (n arazisini) şu on sı­nıfa ayırdı:

1— Muharebede katledilenlerin arazisi,

2— Kaçanların arazisi,

3— K i s r â ' ya aid olan araziler,

4— K i s r â ' nın akrabalarına ait olan araziler,

5— İçinden su çıkan arazi,

6— Su kenarındaki ağaçlık arazi.

R â v î   diyor ki  Kalan dört nevi araziyi unuttum,

fi z. Ömer (R.A.) in savâfî için ayırdığı arazi 7 milyon parçaya ulaşmıştı. Ancak Cemâcim vak'asi meydana gelince bu konuda tutulan siciller ve defterler ateşe verilip yakıldığı için, esaslar kaybolmuştur. Bundan dolayı onlar hakkında artık birşey bilinememektedir.

9 Medîne-i Münevvere'nin kadim ahalisinin yaşlılarından bana rivayet edildiğine göre : H z. Ömer (R.A.), bu sicil ve defterleri görüp, K i s r â'nın malları ile kendi vatan ve arazisini terk edip kaçanların, harpte öldürülenlerin emval ve arazisini ve su menbaı olan arazi ile ne'hirlerin kenarındaki ağaç­lıkları beytü'l-mâle dahil etmeyerek, kendisi istediği zevata top­tan verirdi.

© Bu kabilden olan emlâk ve emval, sahibi ve varisi bu­lunmayan mallar hükmündedir. Nitekim bilâ sebep bir kimseyi tercih etmemek şartıyle, bazı kimselere maslahat icabı vermek ve İslâm Dini uğrunda emek ve hizmeti olanlara mükafat vermek ve layık oian yeri bulup oraya koymak İmâm-ı âdil (âdil dev­let başkanı) için vardır. İşbu arazi de bu kabildendir. İndimizde Irak cihetindeki arazinin verilmesinin yolu budur. H a c c a c ' in ve sonradan da Ömer b. A b d ü I a z İ z ' in verdikleri tahsis araziler de bu kabildendir. Zora, H z. Ömer (R.A.) sünnet-i seniyyeye uyarak hareket etmekle, onun tarafından ve­rilmiş olanlar hakkında bir şey denilemez. Çünkü adalet ve hi­dayet erbabından olan imamlar (devlet başkanları) ve valiler ta­rafından tahsis olunan araziyi hiç bir kimsenin geri alması caiz değildir. Bunları birisinden alıp, diğer birine tahsis edenler, bir kimseden mal gasbedip, diğer bir kimseye veren gâsıb hükmün-dedirler. Gasb ise asla caiz değildir. Bu beylik araziler öşür ara­zisidir ve bunlarda tasarruf hakkı emîre'I-mü'minin'e aittir. Bu arazilerin mahsulatına, mü'minlerin emîri dilerse 1 öşür (1/10), dilerse 2 öşür (1/5) vergi koyabilir. Bu araziler harâc nehrinin suyu ile sulanmakta ise, halîfe bunlara harâc da vaz' edebilir. Bu şekilde bilhassa Irak arazisinde pek çok tatbikat olmuştur. Bu arazilerden sadece öşür alınmasının sebebi, arazi için gerek­li olan suyun getirilmesi, lüzumlu zirâat malzemesinin temini bina yapımı gibi hususların, kendisine arazi tahsis edilmiş olan kimselere ait olmasıdır. Bu araziler ortağa verilemez.

Ey Mü'minlerin Emîrî! Selahiyet senindir. Bunlardan uygun bulduğunla ve dilediğinle amel et İnşaallah muvaffak olursun.

 

Hicaz Arazisi:

 

Fahr-f Âlem (S.A.V.) Efendimiz tarafından fethedilen Hicaz, Mekke, Medine, Yemen ve diğer Arab toprakarının durumuna gelince, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin buralar hakkında koymuş bulunduğu esaslar ne ise onunla amel edilir. Bu esaslara hiç bir şey ilave edilemiye-ceği gibi, bu esaslardan hiç bir şey de eksiltilemez. Halîfelerin, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu araziler hakkında vaz'ettiği esasları değiştirme hakları yoktur.

Bize kadar ulaşan haberlere göre, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, fethettikleri, Arablara ait arazilere öşür vaz' etti. Bu arazilerin hiç bîrine harâe vaz' etmedi. Bu araziler hakkında bizim Hanefî fâkihlerinin görüşü de böyledir. Görülmez mi ki, Mekke-i Mükerreme için Harem-i Şerîf için ha-râc söz konusu değildir. Arab topraklarının tamamı İçin aynı hü­küm, icra olunmuştur. Tâif ve Bahreyn de aynı hüküm ve esasla­ra tabidir.

Hatta, Putperest olan araplarm, İslâm dinîni kabul etmemeleri halinde haklarındaki hüküm katlolunmaktır. Yani, kendilerinden cizye kabul edilmez. Diğer milletler için hüküm böyle değildir. Onlardan cizye kabul edilir. Arabistan dışındaki araplar için de hüküm böyledir.

«İçinizden kim onları (ehl-î kitabı) dost edinirse o da onlar­dandır.»[75] âyet-i kerimesine mebni, Fahr-t Kâinat (S.A.V.) Efendimiz Yemen ahalisinden, bazı ehl-i kita­bın rakabeieri üzerine, cizye vaz" buyurdular. Buluğ çağma eren her şahsa cizye olarak bir dinar veya ona eş değerde Yemen'de meskun Meâfir Kabilesi halkının imalatı olan Meâfirî elbise alın­masını tertib buyurdular. Arazi üzerine harâc koymayarak kaynak ve nehirlerden akan su ile sulanan araziye 1 öşür, alet vasıtası ile sulanan araziye de masraflı olması sebebiyle yarım öşür vaz' ve tertip buyurdular.

 

Haricîlerin Arazi Hakkındaki Görüşleri :

 

Haricîler, arap köylerini, acem karasına hamlederek, onlar gibi   üzerlerine  harâc vaz' eylemişlerse de, bir şey alınmayıp daha sonra sahâbe-i güzin hazretleri eskiden konan şey üzere kalmasına karar verdiler. Elbette, ashabın tatbikat ve te'villert. haricilerin görüşüne müreccahdır.

 

Basra Ve Horasan Arazisi :

 

Basra ve Horasan arazisi ise, benim re'yimce Irak Karası arazisi hükmündedir. Yani kılıçla fetholunandan harâc alınır. Sulh yolu ile fetholunan yerlere, hangi şartla sulh yapılmışsa o şekilde muamele yapılır. Bundan fazla almak caizdir. Ahalisi, İslâm Dini ile şereflenmiş olan araziden öşür lazım gelir. Bu babda İrak Sevâdı ile mezkur şehirlerin arasında bir fark göre-mem. Hepsine aynı muamelenin yapılması re'yindeyim. Zira sünnet-i seniyye bu veçhile carî olmuştur. Önceki Halîfeler de bu şekilde yürüttüler. Bizim de o- şekilde amel etmemiz lâzım­dır.

0 Irak, Hicaz, Yemen, Tâîf, arab ve başkalarının ma'mur arazisinde olup, hiç kimsenin mülkiyeti altında olmayan ve hiç kimsenin alakası bulunmaya, hiç bir kimse ile mülk ve miras alâ­kası olmayan, üzerinde hiç bir kimsenin işlediğine dair bir eser bulunmayan araziyi, zamanın halifesi bir kimseye verir, o kimse de o ariziyi işlerse (imar ederse), bu arazi harâc arazisinde bulu­nuyorsa, yani kılıç ile fetholunan arazi arasında ise, o kimse, harâc vermeye; eğer o arazi, öşür arazisi arasında ise yani aha­lisi kendi isteği ile İslârnla şereflenmiş olan arazi arasında ise, ö kimse, mezkur araziden dolayı, öşür vermeye mecburdur. Zira, harâc arazisi, zor kullanılarak fethoiunan Irak Sevâdı ve ona ele geçiriliş yönünden benzeyen yerlerdir. Özür arazisi de, ahalisi İslama giren yerlerdir.

Hicaz, Mekke, Medîne, Yemen ve Arab toprakları, Öşür ara-

zisindendir. Zor kullanılarak yani 'harble fethedilen araziden, müs. lümanlann imamının, (devlet başkanının) bazı kimselere tahsis ettiği beylik araziden harâc alınır. İsterse, devlet başkanı bu araziye öşür koyabilir. Çünkü, Halîfe olan zat, bir kimseye, harâc arazisinden tahsis etse bile, o araziden bir öşür (1/10), bir bu­çuk öşür (15/100) veya 2 öşür (1/5) veyahud da daha ziyade ola­bileceği gibi, dilerse harâc alır. Velhasıl her ne dilerse onu ala­bilir. Bunun gibi icraat, emrine bırakılmıştır. Ancak, Hicaz, Mek­ke, Medîne ve Yemen arazileri bundan müstesnadır. Zira bu ara­zilerde, R a s û I u I I a h (S.A.V.) Efendimizin hü­küm ve emirlerine muhalif olarak, harâc vaz' ve tertib eylemek caiz değildir. Çünkü, Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz,    mezkur araziye, öşür vaz' buyurmuşlardır.

İşte, size hepsini beyan ve izah eyledim. Açıkladığım iki kavlin hangisi müslümanların beytü'l-mâli için daha uygun ve Müslümanların havas ve avamı için daha menfaatü ve dinin se­lâmetini mucip ise onunla amel edilmesini emir ve İrâde buyu­run.

• Mücâlîd b. Saîd bize, I m â m -1 Ş a' b î' -den şöyle rivayet etti :

— H z. Ömer (R.A.), Utbe b. Gazvân'ı Basra'ya gönderdi. (O zaman Basra'ya, Hind toprağı denirdi.) Sa'd b. Ebî Vakkas Kûfe'ye girmeden, Utbe b. G a v z â n Basra'ya girdi. Şimdi, Basra'da mevcud olan Mescîd ile köşkü de Z i y a d b. E b i h yaptırmıştı. Çünkü Sa'd b. Ebî Vakkas Medâin Beldesini muhasara etmekte iken, Ebû Mûsâ ei-Eş'arî Tüster, Isfahan, Mihrİ-can-ı Kuzak ve Ivlâh-i Zübyan'ı fethetti.

® Adil ve doğru yolda olan valilerden herhangi birinin, Irak sevâdı arazisinden, Arap topraklarından ve dağlardan -Müs­lümanların imamının [halîfenin) tahsis etmesi caiz olan- yuka­rıda zikredilen sınıflardan bir emval ve akarâtı, bazı kimselere vermiş ise, bu arazi veya sair emvali kendisinden sonra gelen halîfelerin tahsis sahihlerinden geri almaları caiz değildir. Hat­ta, miras, alış-veriş veya sair sebeplerle, bu tahsis araziler başka ellere geçse bile yine zilliyetinde olanlardan geri alın­ması caiz değildir.

Eğer, emir veya vali bulunan zatlar, birinin bu kabil arazi­sini elinden alıp da, başkasına tahsis ederlerse, buna gasb hük­mü verilir. Bu işi yapan emir veya vali gasıb demektir. Bir Müs-lümanın veya bir mua'hidin malını alıp, başkasına vermek, zil' liyetinde bulunan zatı tasarrufunda bulunan emvalden haksız yere uzaklaştırmak, Emir ve valiler için caiz değildir. Eğer, arazi elinde bulunan kimsenin üzerine vacib olan ve yerine getirme­diği bir hak varsa, bu hukuk sebebiyle elinden alıp, İstediği kim­seye verebilir. Bu durumda kendisinin bu İşi yapmasına cevaz vardır.

Benim indimde arazi, sair mallar gibidir. Yani, Halîfe Bu­lunan zat, İslâm için lüzumlu ve elverişli olanlara ve düşmana karşı kuvvet temini kastiyle bazı kimselere beytü'l-mâl'den iste-

diğini verebilir. Velhasıl, Müslümanlar için fatydali ve uygun gördüğü hallerde beytü'l-mâî'den istediği kimselere, istediğini verebilir. Kezâlik, zikri geçen nevilerden olmak şartiyle, dile­diği kimselere arazi verebilir. Hiç bir kimsenin mülkiyeti altın­da olmayan yahud, hiç bir kimse tarafından îmar edilmeyen ara­zinin, bu hali İle bırakılması caiz görülemez. Beldelerin imarı ve haracın çoğalması için, sahibsiz bulunan bu arazileri, Halîfe bulunan zatın tahsis olarak vermesi lâzım geldiği görüşündeyim.

İşte, tahsis (beylik) arazi hakkındaki kaideler ve bu husus­taki görüşlerim size arz ettiğim şekildedir.

© Fahr-i Kâinat (SAV.) Efendimiz Hazretleri, kalplerini İslama ısındırmak için, bazı kim­selere arazi tahsis etmiştir. Kendisinden sonra gelen, Hüiefâ-i Râşidîn de, İslâmın menfaat ve maslahatına göre bazı kimsele­re böylece arazi tahsis etmişlerdir. Bu konuda rivayet ettiğim hadîs ve haberleri size arz ve beyân ederim :

A m r b. Ş u a y b , pederinden rivayet ederek buyu­rur ki: Müzeyrce veyahud Cüheyne kabilesinden bazı kimse­lere, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin ıktâ'en verdiği araziyi ,imar edemiyerek terk etmeleri üzerine başka kimselere verdi. Onlar imar ettiler, işlediler. Daha sonra Müzey-rae veyahud Cüheyne Kabilesinden olanlar, o kimseleri H z. Ömer (R.A.) e şikayet ettiler. Bu şikayet üzerine H z. Ömer   (R.A.):

—  «Bu arazi benîm tarafımdan veya    benden evvel    H z. Ebû   Bekir   (R.A.)   tarafından verilmiş olsa idi geri alır­dım. Lâîun Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz ta­rafından ıktâ'an kendilerine verildiği için geri alınmasına imkan yoktur.» diye hükmetti. İmar edenlere bu cevabı verdikten sonra :

—  «Kimin elinde arazi olur da, onu üç sene terk eder ve atı! bırakırsa ve sonradan o araziyi başkası îmar ederse, o arazi imar edene verilir.» diye herkese ilan etti.

• H i ş a m b. U r v e bize, babasının şöyle dedi­ğini rivayet etti :

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Benî Nadîr emvalinden, hurmalık olan bir kıta tarlayı, Z ü b e y r (R.A.) Hazretlerine ıktâ'an verdi. Mezkûr yer önceden Cürf diye anılırdı.

Hz. Ömer (R.A.), Akîk isimli yeri bütün insanlara iktâ'an verdi. Bu yer, Hz. Z ü b e y r' in bahsedilen arazisi ile aynı hizada idi. Bu yüzden Hz. Zübeyr'in oğlu Urve i!e Havvât b. Cübeyr arasında müna­zara çıktı. Bunun üzerine münazarayı kesmek için bedeli muka­bilinde Urve, bu arazisini Havvât b. Cübeyr'e satmıştır.

6 Süfyan b. Uyeyne bize, A m r b. D î-nar'ın şöyle dediğini rivayet etti.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-î Münevvere'yi teşvrifleri zamanında Uz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz, Ömer (R.A.) e bazı tahsis araziler ver­miştir.

$ Eş'as b. Sevvâr'ın bize H a b î b b. E b î S â b i t' ten onun da Sait e I - M e k k î' den, onun da E b î   R â f î    (R-A.)'den rivayet ettiğine göre ü

R a s û I u 1 I a h (S.A.V.) Efendimiz kendilerine verdiği tahsis arazinin imarından aciz kalmaları üzerine H z. Ömer (R.A.) in hilafeti zamanında 8 bin dinar veyahud 8 bin dirhem halis gümüşe satıp, bu parayı H z. Ali (R.A.) nin yanına bırakmışlardı. Sonra gelip de parayı aldıkları zaman paranın noksan olduğunu gördüler ve :

—   Bu para noksan, dediler   Hz,   A i I    (R.A.)    onlara :

—  Zekâtını hesaplayınız buyurdu. Bu ihtar üzerine zekatını hesap ettiler ve parayı tekrar saydılar. Gördüler ki paradan an­cak zekatı miktannca noksanlaşmiş. Yani zekatı çıktıktan sonra kalan parada bir noksanlık olmadığı anlaşıldı.   H z.   Ali (R.A.):

—  Siz, benim zekatı verilmemiş malı muhafaza edeceğimi mî zennediyorsunuz, buyurmuştur.

O Medîne ahalisinden olan bazı hocalarımdan rivayet ede­rim ki : Fahr-i Âl e m (S.A.V.) Efendimiz, B i I â I, b. el-Hârls el-Müzeni İsimli zata, Hİcr isimli yer ile Sahr İsimli yer arasında tahsisen verdiği araziyi hf z. Ömer (R.A.) zamanında B İ i â I b. e I - H â r i s ' in bu kadar yerlerin imar ve işlenmesine gücü   yetmeyeceğinden bahisle, bir başkasına verilmesini emir ve ifade ettiler. Ve yal­nız madenleri bu şekilde tahsisten İstisna buyurdular.

%   A' m e ş   'bize sıtası İle    Mûsâ    b-  İb r â h i m  Talha 'dan  b.    Muhacir   va­ şöyle rivayet etti :

— Hz. Osman (R.A.) hilafeti zamanında Abdul­lah b. Mes'ud (R.A.) a Nehrin isimli yerde tahsisen arazi verdiği gibi   Ammâr   b.   Yâsir    (R.A.) e    de İs-

 (R.A.) e   Gâf isimli yeri verdi.  Hürmüzân köyünü tahsisen ver­ h    b.    Mes'ud    (R.A.)    ile  arazilerini sülüs (1/3) ve rubu' tîsnâ isimli yeri ve   S a h i b S a ' d    b.    Mâlik   (R.A.) & diler. Hatta,   Abdulla S a'd    b.    Mâlik   (R.A.) £1/4) hisse ile vermişlerdi.

0 Ebû Han M e, rivayet ederek der ki: Ab­dullah b. Mes'ud, H a b b a b , Rasûlullah'-ın torunu H z. Ha san'ın ve Sahâbe-i güzinden pek çok zevât-f kirâm'ın harâc arazileri vardı. Hatta, İmâm Şu-r e y h ' in de bir kıt'a harâc arazisi vardı. Hepsi mezkur ara­zilerinin gereken haracını verirlerdi.

® Yukarıda zikredilen hadîs-i şeriflerin ve ashabdan bize gelen faydalı haberlerin hepsi, Fahr-i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in ve Hülefâ-ı Râşidinin tahsis arazi verdik­leri hakkında kâfî bir delildir. Peygamber (S.A.V.) Efendimizle, Rüiefâ-i Râşidin arazinin imarı mülaha-zasiyie ve Islama ısındırmak maksadiyle, İslâmda ehemmiyeti olan ve düşmana karşı canını feda edercesine çalışanlara tah­sis arazi vermişlerdir. Bu şekilde tahsis arazi verilmesinde fay­da ve fazilet görmemiş olsalardı, vermezlerdi. Bir müslümanın veyahud bir muâhid'in[76] hakkını kesmezlerdi.

• H i ş â m b. U r v e 'nin bize babasından, onun da Saîd b. Zeyd 'den rivayet ettiğine göre Peygam­ber   (S.A.V.)    Efendimiz   şöyle buyurmuşlardır:

— «Bir kimse, haksız olarak bir karış miktarında arazi, alırsa, ruz-u mahşerde haksız yere aldığı arazi miktarı yedi kat yer toka gibi boğazına geçirilir.»

 

Ehli Harbdem Ve Badiye Ahalisinden Kendi İstekleri İle Müslüman Olanların Mallari Ve Arazileri Hakkında

 

Ey Mü'minlerin Emîri!

Ehl-i harb'den kendi istekleri, ile müslüman olan ve arazi­leri üzerinde de İslâmî hükümleri kabul edenler hakkındaki ah­kâmın açıklanmasını emir buyurdunuz...

Bu gibi kimselerin nefisleri yani öldürülmeleri haram ol­duğu gibi, müslüman oldukları sırada, ellerinde bulunan malla-rı da kendilerinindir ve o mallardan bir şey alınması bizlere haramdır. Arazileri de -bunun gibi- kendilerinindir ve bu arazi­ler arazi-i öşriyedir.

Nitekim, Medîne Ahalîsi, F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin, zamanında, İslâm Dinini kabul etmekle, arazileri araziî öşriyye oldu. Tâif ile Bahreyn de bu kabilden­dir. Bâdiye de yaşayanlar da bu hükme tabidirler. Müslüman ol­dukları zaman, ellerinde bulunan suları ve memleketleri eskisi gibi kendilerine verilir, kendilerinden bir şey alınmaz. Hatta di­ğer aşiret ve kabileler tarafından bunların arazilerinde bina inşa edilmesi, kuyu kazılması yasaktır. Ancak hüdâyı nâbit otları ve­yahut sürüleri ve hayvanları sulamak için suları, mübahdır ve bunlardan kimse men edilemez. O havaliden gerek insanların ve gerekse hayvanların geçmesi yasaklanamaz. Arazileri öşür arazisi olup, hiç bir şekilde arazilerinden çıkarılamazlar. Bu ara­zilerde miras ve alışveriş hükümleri caridir. Ahalisi İslâmı ka-bu! etmiş bulunan bütün beldeler de böyledir. Bu beldelerde bulunan her şey belde ahalisînindir.

Ehl-i şirkten, Emîre'l-mü'minİr. olan zatla, İslâmın hüküm ve taksimi üzerinde sulh akdeden her kavim, ehl-i zimmettir. Arazileri İse arazîi harâciyedir. Ne üzerine sulh yapılmışsa; o miktar kendilerinden alınır. Sulh şartları ne ise, ona, tamamen uyulur. Artırmak caiz değildir.

Sulh yolu İle değil de, zor kullanılarak harble fethedilip alınan arazi, İmâm-ı Müslîmin (devlet başkanı) bulunan zatın reyine havale olunmuştur. Dilerse, o araziyi, ganimeti elde eden­ler arasında taksim ederek arazii öşriye itibar eder; dilerse H z. Ömer (R.A.) in -Irak Sevâdında yaptığı gibi. ahali­sinin elinde bırakarak, arazii harâciye itibar eder. Bu halde o arazide miras ve alış-veriş hükümleri cari olacağı gibi, kendile­rine mülk olacağından, bir daha ellerinden alınması caiz görü­lemez. Ancak tahammül ve takatlerini aşmamak üzere münasip bir miktarda harâc vaz' eyler.

 

Harb, Sulh Ve Diğer Yollarla Alınan Beldelerdeki Ölü Topraklar

 

Ey Mü'minlerin Emîri!

Harp edilerek fethedilen veya ahâlisi İle suih akdi yapılan beldelerde ve bu beldelerin sevâdinda oturan ve üzerinde ziraat yapılmayan, bina bulunmayan arazi hakkında ne şe-kilde muame­le edilmesi lazım geleceğini açıklamamı irade buyuruyorsu­nuz. Bu hususun izahına başlıyorum. Şöyle ki :

Üzerinde bina ve ziraat eseri bulunmayan, köy halkının hayvanlarını salıverdikleri, mezar yerleri, odun kesdikleri or­man, koyun, sığır ve sair hayvanlarının merası olmayan ve hiç bir kimsenin mülkiyeti veya tasarrufu altında bulunmayan, vel­hasıl hiç bir suretde kullanılmayan ve faydalanılmayan araziye nrazii mevat ıtlak olunur. Bu kabilden olan, ölü araziden bir miktarını, her hangi bir kimse ihya ve imar ederse, bu arazi ken­disine verilir. İstediğiniz kimselere, istediğiniz kadar temlik ve-icar edebilirsiniz. Müslümanların menfaatine uygun ve faydalı olmak üzere o arazide her türlü tasarrufta bulunabilirsiniz. Kim bir ölü toprağı imar ve ihya ederse, kendisine verilir.

I m â m -1    Âzam    Ebû    Hanîfe    şöyle derdi:

—  Bir kimse ölü toprağı ihya ederse, müslümanların İmâ­mı (devlet başkanı) nın izin ve icazeti ile kendisine verilir. Ha­lîfenin izni ve emri olmaksızın bir kimse arz-i mevâtı ihya eder­se, kendisine mülk olamıyacağından, o kimseye vermemek ve elinden alıp başka bir kimseye ıktâ'an veyahud  icare yoluyla vermek velhasıl görüş ve emri ne şekilde ise o şekilde tasar­ruf etmek İmâm-ı Müsfimin (devlet başkanı) nın elindedir.

Bana denildi ki:

—  «Kirn bir arz-ı mevatı İhya ederse, kendisinindir.» diye mutlak olarak   Fa hr-i   Âlem   (S.A.V.)   Efendimizden hadîs-i şerif varid olmuşken,    İmâm-ı    Âzam    Hazrette-rinin, bu mutlak hükmü «devlet başkanının İzni» İle değiştirmesi ve onun emrine bağlaması, elbette bir senede müsteniddir. Aksi takdirde bu reyde bulunmazdı. Bu konuda ıstinad ettikleri sened her ne ise kendisinden işitmiş olmalısınız. Bizlere beyan bu­yurun.» Bu hususta derim ki :

— İmâm-ı Âz a m Ebû Hanîfe1 nin, bu konuda istinadı, ihyâ-ı mevât, ancak İmâm-ı Müsiimin'in İzniyle olabilir demektir. Çünkü imam-ı müsiimin'in izni munzam olmadıkça mü­nazaa ve husûmet kesilmez. Nitekim, iki kişi bir yeri ihya et­mek ve her birisi diğerini men etmek isterse hangisi daha hak­lıdır. Veyahud bir kimsenin mülküne bitişik olan arazii mevâtı, diğer bir kimse ihya ederek mülkiyetine geçirmek isteyipde, bi­tişik mülk sahibi o arazide bir hakkı olmadığını itiraf etmekle beraber, mülküne bitişik olması yönüyle, bu arazinin ihya ve imarının, kendisine zarar verdiğini iddia ederse durum ne olur? Smâm-ı Müsiimin'in izni, işte bunun gibi münazaa ve husûmetle­re mahal bırakmaz. Bu sebepten İmâm-ı Âzam, mevâ-tın ihyasını, imâmlı müsliminin iznine bağlamıştır. Binaenaleyh, Müslümanîarın imamının bir kimseye arz-ı mevâtın ihyâsı için izin vermesi caiz ve doğru olduğu gibi ihyasından men ederse o da caizdir. Bu halde, bir yerde bir kaç kimsenin münazarası ve bir kimsenin mutazarrır olması vaki olmaz. İmânı-ı Âzam Ebû Hanîfe, hadis-i şerifi red veyahud ona muhalefet eylemiş değildir. Çünkü, İmâm-ı Müsliminin izni ile ihya eyle-se bile kendisine verilmez demiş olsa idi ancak bu sözden red anlaşılırdı. Lâkin, imâmın İzni ile İhya ederse kendisine verilir demekten hidîs-i şerifi asla reâ ve muhalefet jstinbat olunamaz. Ancak Hadîs-î şerife tamamiyle ittiba anlaşılır. İmâm bulunan zatın İznine ta'lik ve takdir olunması insanlar arasında zarar ve husumetin kaldırılması maksadına mebnidir.

9 Benim bu konudaki görüşüm, arz-ı mevâtın ihyasında her hangi bir kimseye zarar verilmez ve her hangi bir kimse­nin husumeti olmazsa, ihyâsına Fahr-i Kâinat fS.A.V.) Efendimizce izin verilmiş olduğu için, bu iznin hükmü kıymete kadar bakidir. Eğer bir kimseye ondan zarar gelirse yine hadîs-i şerif gereğince «zâlim için hak yoktur.»

9 H i ş a m b. U r v e ' nin bize babasından, onun da H z. Â i ş e (R.A.) dan rivayet ettiğine göre, P e y g a m -ber   Efendimiz    şöyle buyurmuştur:

—  «Bir kimse arz-ı mevâtı ihya ederse kendisinindir. Zul­meden kimseye hak yoktur.»

@ Yine Peygamber (S.A.V.) Efendimiz­den   şöyle rivayet edilmiştir:

—  «Bir kimse arz-ı mevâtı ihya ederse kendisinindir.»

$ Haccâc b. Ertât'ın bize A m r b. Ş u a y b'den, Onun da babasından onun da dedesinden ri­vayet ettiğine göre Peygamber (SAV.) Efendi-miz   şöyle buyurmuştur;

—  Bir kimse arz-ı mevâtı ihya ederse kendisinindir. Zul­meden kimseye de hak yoktur.

® Muhammed b. İshâk'm bize Yahya b. U r v e ' den onun da babasından rivayet ettiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuş­tur :

—  «Kim arz-ı mevâtı ihya ederse, o toprak onundur. Zulüm ve haksızlıkla araziyi işleyenin o toprakta hakkı yoktur.»

U r v e : «Bana bu hadîsi, haksızlıkla dikilen bir hurmanın kazma ile söküldüğünü gören bir kişi rivayet etmiştir dedi.

0 L e y s bize Tavus el Yemânî'den mer-fuan, Peygamberimiz (S.A.V.) in şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir.

—  «Arazinin adisi yani bir kimsenin mülkiyeti altında bu­lunmayan arazi    Cenâb-ı    Hakkın   ve    Resulü-nündür.   Ondan sonra sizindir. Bir kimse arz-ı mevâtı ihya ederse kendisinindir. Taşları toplayıp temizledim diye, bir kimse üç sene sonra dava etmiş olsa bile üç sene terk ettiği ve atıl bıraktığı için onun hakkı kalmaz.»

9 Muhammed b. İshâk'm bize Z u h r î vasıtası ile Salim b. Abdullah' dan rivayet etti­ğine göre Hazret i Ömer (R.A.) minberde hutbe okurken şöyle buyurdu :

«— Her kim ki, arz-ı mevâtı ihya ederse, kendisinindir. Arz-ı mevâtı taşlardan temizleyip ihya eden kimse orayı üç sene terk ederse hakkı sakıt olur.»

Zira bazı kimseler imar edemedikleri arazide hak sahibî ol­duklarını İddia edebilmek için taşlarını toplarlardı.

® Hasan b. Umâre'nin bize Z u h r î vasıtası ile S a î d    b.   e I - M ü s e yy e b ' den    rivayet ettiğine göre =

H z.   Ömer   (R.A.)   şöyle buyurmuştur:

—  «Kim arz-ı mevâtı ihya ederse kendisinindir. Taşları kal­dırıp ihya ettikten sonra o arasiyî üç sene terk etmiş olanların hakları yoktur.»

& Saîd b. Ebî Arûbe'nîn bize K a t â d e vasıtası ile Hasan' dan Ashab-ı güzinden S e m û r e b.    C ü n b e d    (R.A.) İn   şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;

—  «Kim arz-ı mevât üzerine duvar yaparak onu duvar içine alırsa, o arazi kendisinindir.»

Yani hiç bîr kimsenin mülkü olmayan ve üzerinde hiç bir kimsenin hakkı bulunmayan arz-ı mevâtı, kim İhata duvarı ile çevirirse o toprak kendisinin olmuş olur. Dilerse orada ziraat yapar, dilerse ziraat yapmak üzere başkasına verir, dilerse ica­ra verir. İsterse ark açarak, içine su getirir. Velhasıl bu arazi­nin menfaati için her türlü tasarrufta bulunabilir.

Ancak bu arazi arazii Öşrüye arasında ise öşrünü, arazii hariciye içinde ise haracını verir. Fakat içinde kuyu veya su yolu açması halinde arazii öşriyeden addolunur.

6 Ashab-ı harâc veyahud ehl-i harbden bir topluluk ta­mamen münkariz olup, vereseleri dahi kalmaz ve arazileri muat­tal kalırsa ve hiç bir kimsenin elinde olduğu veya onda hak iddia eden bir kimsenin varlığı bilinmezse, bu boş arazi, gelip onu imar eden, sürüp - eken, ağaç diken ve harâc veyahud öşrünü her sene beytü'l-mâle veren kimsenindir. İşte bu konunun ba­şında size arzettiğim arazii mevât budur,

Halîfe haksız yere hiç bir kimsenin elinden bir şey alamaz. Arz-ı mevâtı, imar etmek üzere dilediği kimseye verebildiği gibi, hiç bir kimsenin mülkü olmayan ve hiç bir kimsenin elinde bu­lunmayan araziyi de bunun gibi verebilir. Müslümanlar için ha­yırlı ve faydalı gördüğünü yapabilir.

Bir kimse harple fethedilmiş ve arazisinden beytü'I-mâl'in beşte bir hissesi alınmış, kalanı da ganimet olarak taksim edil­miş olan yerlerin arazisinden bir yeri ihya etmiş olsa, öşür arazîsinden sayıldığı için, her sene öşrünü vermesi lâzım gelir. Çünkü, bu arazi, taksim sırasında öşür arazisi i'tibâr olunmuştu. Bu durumda onu ihya eden kimse, o arazinin ganimet sahibieri arasında taksim edildiği sırada onların öşürle mükellef olduk­ları gibi, kendisi de öşür ödemekle mükelleftir.

Eğer, İmâm-ı Müslimin (halîfe) bu arazîyi fethi sırasında ganimet sahibieri arasında taksim etmeyip, H z. Ömer (R.A.) in Irak Sevâdını ahalisinin elinde bıraktığı gibi, ahalinin elinde bırakmış olursa, bu arz-ı mevât, arazii hariciyeden sayı­lır. İhya eden kimse, ellerinde bırakılan kimselerin ödedikleri harâc gibi ve onların Ödedikleri miktarda harâc verir.

Aslında öşür arazisinden olan Hicaz Arazisinde ve arazileri ellerinde kalmak üzere İslâm dînini kabul etmiş olan arablara aid arazilerde bulunan arz-ı mevâti ihya eden bir kimseye bu arazi müşriklerin ellerinde olan ve müslümanlarin fethettiği ara­ziden ise ihya ettiği arazi verilir. Ancak bu suretde, bu toprağı ihya ve îmar eden kimse ehl-i şirkin elinde bulunan nehirler­den o toprağa su sevkederse, bu arazi, harâc arazisinden sayı­lır. Başka bir su ile -yani içinden su çıkarmak veya kuyu kaz­mak gibi - ihya ederse, bu toprak öşür arazîsinden sayılır. Fers-ierîn yani Acemlerin elinde olan nehirlerden, bu toprağa su sev­kı mümkün İse, gerek sevk etsin ve gerek sevk etmesin her İk durumda da bu arazi harâc arazisi sayıiırj

Arap toprakları ile arap olmayanların toprakları hakkındaki hükümlerinin farklı olmasının sebebi şudur:

Putperest araplardan cizye kabul edilmez. Arablar ya İslâm

Dinini kabul ederler veyahud öldürülürler. İşte bu sebepten do­layı, arazileri kendilerine terk edilmiş bulunursa arazii öşrüyye olmuş olur.

Halîfe bulunan zât, arazilerini kendilerine terk etmeyip, tak­sim etse bile yine arazîleri öşür arazisi sayılır.

Arap olmayan kavimlerle harp, ya müslüman olmaları veya cizye ödemeleri için yapılır. Araplar içinse, İslâmı kabulden kaçmmaları  halinde öldürülmekten başka  bir hüküm yoktur. Gerek F a h r-i A I e m(S.A.V.) Efendimizin ve ge­rek Hüfefâ-i Râsİdîn (R.A.) Hazretlerinin putperest araplardan, cizye aldıkları hakkında hiç bir rivayet yoktur. İslâm dînini kabul etmemeleri halinde onlarla harbedilir ve öldürülürlerdi. Kadın ve çocukları esir hükmünde idi. işte, Peygamberimiz (S.A.V.) ve Hülefâ-i Raşidîn zamanlarında yapılan muamele bun­dan ibaretti. Hatta, Huneyn Vakasında, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Hevâzin Kabilesinin kadın ve çocuklarını esir edip, daha sonra affederek serbest bırakmışlardı. Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizi n bu muamelesi ,bu kabile­nin putperest olanları hakkında vaki olmuştur.

Araplardan ehl-i kitap olanlara (yani hristiyan ve yahudi olan arablara) arap olmayan kavimlere yapılan muamele yapılır. Yani, kendilerinden cizye kabul edilmesi meşrudur. Nitekim, H z. Ömer (R.A.), 'haraca bedel olarak Benî Tağlib Kabi­lesine cizyeyi artırdı, Fahr-I Âlem (SAV.) Efendi-miz de Yemen halkından baliğ olmuş her kişi üzerine bir dinar veyahud bu değere müsavi başka birşey cizye koydu. Bunlar, bize göre (mezhebimize göre) ehi-î kitap hükmündedir. Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin Necrân Ahalisi ile fidye üzerine sulh yapmış olmaları da bu kabildendir.

Arap olmayanların ehl-l kitabı olsun, müşriki, putperesti, ateşperesti olsun, hepsi aynı hükümdedir. Bunların erkeklerin­den cizye alınması meşrudur. Zira, Fahr-i Â İ e m (S.A.V.) Efendimiz, Mecusî olan Hecr ahalisinden cizye almış­lardır. Mecusîlerin İse müşrik oldukları, ehl-i kitap olmadıkları aşikârdır. Ve indimizde bunlar acemlerden (arab olmayan) sayı­lır. Ehl-i kitap olmadıkları için, kendilerinden nikâhla kız almak ve kestiklerini yemek memnudur.

H z. Ö m e r (R.A.) Irak'daki müşrik acemleri, zengin, orta halli ve fakir olarak üç kısma ayırıp, erkeklerine cizye koy­muştur.

İslâm dinini kabul ettikten sonra, tekrar dalaleti seçerek 'kâfir olan mürtedler gerek arab olsun gerek acem, putperest araplarla aynı ahkâma tabidirler. Yani kendilerinden cizyenin ka­bulü meşru' değildir. Ya İslâm Dinine dönerler veya öldürülür­ler. Onlara cizye konmaz.

 

İrtidad Ve Mürtedıerin Hükmü

 

Mürted olan kimseler, bulundukları yerlerde Islâmî hüküm­lerin tatbik edilmesine mani olur ve müsiümaniarla harp eder­lerse, çocukları ve kadınları esir edilir ve İslâm dinine girmele­ri için icbar edilirler.

Nitekim, H z. E b û Bekir (RA), Arap kabilele­rinden Benî Haoife kabilesi ve diğer kabilelerden mürted olanla­rın, çocuklarını esir etmişti. H z. Ali (R.A.) de, Hz. E b û Bekir {R.A.) e uyarak, Benî Naciye kabilesine aynı şeyi yap­mıştır. Mürtecilere, harâc da konmaz.

Eğer Mürtedler, harbden veya harbe başlanmasına rağmen mağlup olmadan önce, İslâm Dinini kabui ederlerse öldürülme­leri ve mallarının ellerinden alınması caiz değildir. Çocuklarına da esir muamelesi yapılamaz.

Mürtedler, Müslümanlarla harbe başlayıp, mağlup edildik­ten sonra, İslâm Dinini kabul ederlerse öldürülmeleri caiz ol­maz. Ancak, kadın ve çocuklarında esaret hükmü cari olursa da erkekleri rakik (köle) olamazlar. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz Bedir Harbinde esir edilen kâfirlerin fidyele­rini aldılar ve onları serbest bıraktılar. Hz, E b û Bekr-i S ı d d î k (R.A.) da Eş'as b. K a y s ile Uyeyne b. Hısn'ı serbest bırakmışlardır. Eş'as ve Uyeyne ıköle olmadıkları gibi canlarını bağışlayanların azadliları da ol­mamışlardır. Mürtedlerin ve putperestlerin erkeklerine, esir ve köle edinme ve cizyeye bağlama hükümleri cari olmaz. İslâm Dinini kabul etmemeleri halinde Öldürülmeleri lazımdır. Mürted­ler ve putperestler öldürülmek veya İslâm dinini kabul etmek şıklarından biri ile muamele olunurlar. Haklarında bu iki şıktan başka hüküm bulunmayan bu kimselere, İmâm-i Müslimin harp-de galip gelirse, kadınlarını ve çocuklarını esir eder, kendilerini de kati eder. Mallarını ise diğer ganimet maliarı gibi taksim, edip, yani humsunu (1/5) çıkarıp Kur'an-ı Âzimüşşanda zikredi­len yere, kalan dört humsu (4/5) da, o harbde bulunan mücahidlere vermesi caizdir, yâni zarurî değildir. Eğer halife dilerse, esirler© afv ile muamele edip onları serbest bırakır. Arazi ve mallarını da kendilerine bırakmak jmâm-i Müsfiminin reyine bağ­lıdır. Bu halde, arazileri, öşür arazisi hükmündedir. Çünkü, bu­nun hükmü, haracın hükmüne muhaliftir. F a h r-î Âlem (S.A.V.) Efend imizin bazı müşrik arablara, ezcümle Necrân, Yemâme, Gatafân ve Temîm aşiretlerine galip geldikle­ri zaman, onları halleri üzerine bıraktıkları variddir. Lâkin Mü-cahidlerin hayvanları ile bizzat elde ettikleri ganimetler, hakları taalluk ettiğ için olduğu gibi bırakılmaz, mutlaka taksim edilir. 4 humsu (4/5) ganimeti elde eden mücahidlere, 1 humsu (1/5) da Cenâb-i Hakkın, Kur'an-ı Kerim'inde zikr ve tes­miye buyurulduğu şeklide sarf edilir.

Askerin elde ettiği ganimetlerin taksimi, sevâd ehlinden Cenâb-ı Hakkın ihsan buyurduğu, ganimetin taksimine benzemez. Bu ikisinin ahkamı birbirinden ayrıdır Zira, askerin elde ettiği ganimetler, gerek arap, gerek acem, putperest ve ehl-i kitaptan alınan ganimetlerdir. Yukarıda arzediidiği gibi, humsu (1/5 i) ayrılarak Kur'an-i Âzimüşşanda beyan buyrulan şe­kilde sarfedilir. 4 humsu (4/5 i) o muharebede bulunup, bu mal­lar üzerine cihad ve kıtal ile onu ganimet olarak alanların ara­sında taksim olunur.

Sevâd halkı, arazisi, şehirler ve şehirlerdeki emvalin İmâm-i Müslimin (halîfe) olan zatın, rey ve emrine bağlıdır. Dilerse, yerlerini ve evlerini kendilerine bırakır, arazi ve sair mallarını; kendi ellerine teslim eder. Çünkü, arap putperestlerinin erkekle­rinden cizye kabulü caiz değildir. Bunlar ya İslâm Dinine gire­ceklerinden veyahud öldüreceklerinden, bunlar müstesna olmak üzere, diğerlerine cizye ve harâc vaz' olunur.

Sevâd ehlinden, Cenâb-ı Hakkın, Müslümanla­ra ihsan buyurduğu ganimetin ahkâmının tafsiline gelince : Bun­dan humus (1/5) alınmaz. Zira, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Âzimüş-şanında buyururlar ki:

«Allanın (fethedilen diğer küffâr) memleketler £i) ahalisinden Peygamberine verdiği fey'i, Al lah'a Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yolda kalanlara aittir. Tâki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse, onu alm, size ne yasak ettiyse ondan da sakının. Allah'dan korkun. Çünkü   Allah (in) azabı çetindir.»[77]

Cenâbü    Hak   yine buyuruyor ki :

«O feyler, bilhassa Allahın rızasını gözetip, ihsanını uman, Al la ha ve Resulüne (canlariyle ve mallariy-le) yardım ©dererken yurtlarından çıkarılıp, mallarından mahrum edilen fakir muhacirlere aittir.»[78]

'Cenâb-ı    Hak   yine buyuruyor kî:

«Onlardan evvel (Medine'yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bul-mazîar. Kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canların­dan daha üstün tutarlar.[79]

Yine   Cenâb-ı   'Hak   buyuruyor ki:

«Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: Ey Rab-m i z bizi ve îman etmekte daha önceden bizi geçmiş olan kar­deşlerimizi yarlığa. îman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin ve hoşnutsuzluk bırakma. Ey Rabbim i z, şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.»[80]

İşte bu âyet-i kerîmelerde zikrolunanların hepsi, sevâddan elde edilen ganimetlerde hak sahibidirler. Bu hak sahibi iği, as­kerlerin fhayvanlarıyle ve bizzat elde ettikleri ganimetlerde de­ğil, başkasindadır.

Fahr.i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m İ z i -ndan (şehirlerin civarındaki araziden ve köylerden) alınan bazı emvalin taksim etmeyerek, hâli üzerine bıraktığı vâriddir. Hatta, Mekke-i Mükerreme'yi harble fetih buyurduğu ve içinde emval mevcud olduğu halde, taksim buyurmamıştir. Benî Kurayza, Beni Nadîr ve daha başka arap oymaklarını fethettiği halde, Hayber Arazisinden başkasını taksim buyurmadılar. Binaenaleyh, İmâm-î Müslîmin bu babda muhayyerdir. Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimizin taksim buyurdukları gibi, taksim ederlerse müstahsen olduğu gibi, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin, Hayber'den başkasını taksimsiz terk buyurdukları gibi, taksim etmeyip, hali üzre terk etse yine müstahsendir.[81]

H z. Ömer [R.A.) Irak Sevâdını fethedince, hali üzere terk ettikleri gibi, Şam, Mısır ve fethedilen memleketlerin ek­serisi harp ederek fethedilmiş olduğu 'halde yine taksim etme­yip hali İle bırakmışlardır. Sulh yolu üe alınan -ekserisi kale ol­mak üzere- yerler de olmuştur. H z. Ömer (R.A.) bu ara­zilerin taksimini murad eylemiş olsaydı, bunu yapardı. Fakat taksim etmiyerek o günkü bütün müslümaniara ve sonra gelecek olan ehl-i Bslâma kalmasını hayırlı ve daha menfaatii gördüğü İçin taksim etmedi ve hali üzerine bıraktı. Bunun gibi, İmâm-ı S^üslimîn (halîfe) bulunan zâtın, ehl-İ islâm hakkında daha fay­dalı ve dine daha uygun yolu arayarak, muvafık gördüğü rey ile amel edilmesini emir ve irade buyurması lâzım gelir.

 

Öşür Arazileri İle Harâc Arazileri Arasındaki Fark

 

Öşür arazisi ile harâc arazisinin tarifini, birbirlerinden fark ve temyizinin beyan olunmasını irade buyurmuştunuz.

Ey Mii'minlerin Emmi Keyfiyelİ tafsilatı ile açıklamaya baş­lıyorum. Şöyle ki:

Her ftangi bir kabile -gerek arap, gerek ac©m (ârap ol­mayan) olsun- yurtlarında kendi istekleri ile İslâm Dinini kabul ederse, arazileri kendilerinindir. Bu arazi öşür arazisi iti­bar olunur. Nitekim, Msdîne ve Yemen bu kabildendir. Zira ara­zisi üzerinde ahalisi İsâm Dinîni 'kabul etmiştir. Keza, putperest arapfar gibi kendilerinden cizye kabul olunmayan ve İslâm Di­nini kabul etmemeleri halinde -yukarda açıklandığı gibi- Öldü­rülmeleri lazım gelen kimselerin arazileri de, İmâm-ı Müslimîn harpte kendilerini yenip almış olsa bile, o arazi, öşür arazisi itibar olunur. Halîfe olan zat, galip gelerek arap arazisinden al­mış olduğu araziyi sahibi elinde terketmis olsa da, o arazi harâc arazisindendsr. Nitekim, Fahr-i Âlem [S.A.V.) Efen­dimiz arap arızisinden, galip gelerek aldığı araziyi sahipleri eline terk eylemiştir.

Eğer, Halîfe aldığı araziyi, ganimeti elde edenler arasında taksim etmiş bulunursa, içinde bulunduğumuz saate kadar o arazi, öşür arazisi itibar olunur.

Acem (arap olmayan) oymaklarından bir oymağa, Halîfe galip gelip, arazilerini ahalisi eline terk ederse, harâc arazîsi itibar olunur. Bu araziyi taksim ederse öşür arazisi itibar olunur. H z. Ömer (R.A.) Efendim iz, aceme galip ve mu­zaffer olduğu zaman, arazisini ahalisi eline terk ettiği için, bu arazi harâc arazisi sayıldığı buna kâfî bir delildir.

Sulh yolu ile alınan ve ahalisi ehl-i zimmetden olan her acem arazîsi, harâc arazisidir.

 

Denizden Çıkarılan Şeyler

 

Ey Mü'minlerin Emîri :

Denizden çıkarılan hulliyat[82] ve anber gibi kıymetli şey­lerin ahkâmının beyan edilmesini irade buyurdunuz. Bu konuyu beyan ve izaha başlıyorum. Şöyle ki =

Denizden çıkan hulliyat ile anberin 'humsu (1/5 i) beytü'I-mâle alınır. Denizden çıkan diğer şeylerden hiç bir şey alınmaz. Ebû Hanîfe ile 'büyük müctehidlerden İ b n î E b î L e y I â ' nın rey ve ictihadlarma göre «denizden çıkan şeyler balık hükmünde olmakla, onlardan hiç bir şey lâzım geimez.»

Benim bu husustaki görüşüm ise, denizden çıkan hulliyat ve anber gibi şeylerden humusu (1/5 i) beytü'J-mâ! için alınır. Kalan 4 humsu (4/5 i), onu çıkaran kimseye verilir. Çünkü, bu mealde Hz. Ömer (R.A.) dan bir hadis-î şerif rivayet edil­miş ve bu hadisin hükmüne Abdullah b. A b b a s (R.A.) da muvafakat etmiştir. Ben, bu hadise uydum ve ona mu­halif reyde bulunmadı den rivayet edilen haber şudur : bize   A m r   b.    Dînâr' dan b n - i   A b fa â s    (RA) dan Ya'l a    b.    Umeyye'yi Hz.    Ömer   (R.A.)

Hasan b. Umâre o da Tavus' dan o da şöyle rivayet etmişlerdir:

— H z. Ömer (R.A.) deniz emiri tayın ederek bir yere gönderdi. Memuriyet yerine vardıktan sonra, deniz kenarında bir kişinin bulduğu anber par­çasının hükmünü ve ondan Müslümanların beytü'l-mâli için ne alınması lâzım geleceğini bir .mektupla sordu. H z. Ömer (R.A.)    cevaben :

«Mezkûr anber parçası Allah tarafından rızık sebep­lerinden biridir. Gerek bu anber parçasından ve gerek C e -nâb-ı Hak Teâlâ Hazretlerinin denizden çıkardığı diğer şeylerden beytü'l-mâl için humus (1/5) alınma­sı lazım gelir.» buyurdular. Bunun üzerine Abdullah b. A b b a s da :    «Bende bu görüşteyim.» buyurmuşlardır.

 

Bal, Ceviz,  Badem Ve Benzerleri Hakkında

 

Bal, ceviz, badem ve bunlara benzeyen şeylerden beytü'l-mâl için ne alınması lazım geleceği beyanmdadır :

Bal, öşür arazisinde bulunursa, ondan öşür (1/10) alınır. Harâc arazîsinde ise ondan birşey almak lazım gelmez.

Kırlarda, dağlarda, ağaç üzerinde, dağ kenarlarındaki mağa­ralarda ofursa, ondan yine hiç bir şey alınmaz. Zira dağlarda ve de­relerde biten ağaçlar hükümündedir. Kendiliğinden çıkan ağaçların meyvesinden öşür ve harâc alınmıyacağı gibi bu şekilde ki baldan da hiç bir şey lazım gelmez.

Bazı şeyhlerimiz bize dediğini naklettiler:

A m r   b.   Ş u a y b ' in şöyle

—  Tâif Emîri,   H z. Ömer   (R.A.) e bir mektup yazıp, «Arı sahipleri    F a fi r- i   Âlem   (S.A.V.)    Efendimize vermiş  oldukları öşürü bana vermemekte ve derelerle bağ ve bahçelerinin hıfz ve himayesini benden istemektedirler. Bu ko­nuda nasıl  'hareket etmem  lâzım gelir?» diye  sorunca,    H z. Ömer   (R.A.):

«Daha önce. Peygamberimiz zamanında vermiş oldukları Öşrü vermeleri halinde derelerinin korunmasını, mez­kûr öşrü vermedikleri takdirde İse, korunmamasını.» cevabî mektubu ile emretti.

0 Ayrıca, H z. Ömer (R.AJ m onların, Pey­gamber {S.A.V.) Efen d i mi z zamanında 10 tulum baldan 1 tulumunu vermekte olduklarını ilâveten bildirmiş bu­lunduğunu da bize Yahya b. Saîd, A m r b. Şu-a y b'dan naklen rivayet etmiştir.

® A h v e s b. Hakîm bize, babasının şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

—  Her on ritl baldan bir ritl alınır.»

•   H z. Ömer  (R.A.),   İslâm Ülkelerindeki    valilerin hepsine «Bal kovanlarından,  her 10 tulum baldan 1 tulumunun alınmasını emreden» bir emirname göndermiştir.

6 Abdullah b. Mihrer bize, İ mâ m -1 Zührî' den, merfuan Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Balda öşür vardır.»

® Badem, ceviz, frndık, fıstık ve bunlara benziyen mahsu­lat öşür arazisinden elde edilirse öşür alınır. Harâc arazisinden elde edilirse harâc alınır. Çünkü, bunlar kile ile ölçülen terazi iie tartılan şeylerdendir.

© Kamış, odun, ot, saman ve hurma yaprağında öşür (1/10) humus (1/5) ve harâc yoktur.

Güzel kokulu olan ve derîre denilen bir nevi kamıştan öşür veya harâc alınır. Yani derîre kamışı, öşür arazisinde bitmekte İse öşür, harâc arazisinde bitmekte İse harâc alınır.

Şeker kamışı da böyledir. Harâc arizisinde bitmişse haracı, öşür arazisinde bitmişse öşrü alınır. Çünkü şeker kamışı yenen meyveler nevindendir. Derîre kamışı, her ne kadar yenmemekte ise de faydalıdır ve ekonomik değeri vardır.

• Neft yağı, zift, civa ve mumyaya gerek öşür arazisinde, gerek harâc arızisinde bulunmuş olsun, hiç bir şey lazım gelmez.

 

Necrân'ın Ve Ahaüsi'nîn Ahvâl Ve Ahkâmı

 

Necrân ve Nscrân Ahalisinin ahvâlini, onlar hakkında hük­mün n.e şekilde cereyan ettiğini, ahidlere ve şartlara bağlan­dıktan sonra yerlerinden niçin çıkarıldıklarını sormuştunuz. Bu suallerinizin cevabını vermeye ve konuyu açıklamaya başlıyo­rum. Durum şudur:

F a h r- i Âlem (S.A.VJ Efendimiz, Necrân'] fethettikleri zaman, gerek Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin ve gerek Necrân ahalisinin rızaları ve kabulleri ile, ahali anlaşma şartları mucibince yerlerinde kalmışlardı. Ashab-i Güzin;'sn A -m r b. H a z m (R.A.) hem Necrân cihetine, hem de diğer cihete tayin edilerek gönderildi. Peygamber (S.A.VJ Efendimiz, A m r b. H a z m ' a iki mek­tup vermişti. Biri, memuriyeti ile İlgili bazı öğütleri ve tavsiye­leri ihtiva ediyordu. Diğeri İse Necrân Ehüne hitaben yazılmıştı. Keyfiyetin izahına vesîle olmak üzere, mezkur namelerin suret­lerini size yazıyorum. Önce, H z. A m r b. H a z m ' m me­muriyetine dair olan name-i hümâyunla başlayalım :

Amr  b.  Hazm'ın    memuriyeti   ile ilgili mektubun tercümesi ;

Bismillahirrahmanirrahim.

Cenâb-ı Hak ve Peygamber-i Zi ş arı tarafmdsn emân[83] hakkında bir mektuptur.. «Ey Imm ocbnlsr! Aklîlerinizi yerine getiriniz.[84] N e b i i Z i-şan Hz. Muhammet! (S.A.V.), Amr b. Hazm'i Yemen tarafına tayin edip göndermeleri sırasında kendisi ile şöyle akit yapmışlardır ki: Her hususta Cenâb-ı Hak-ta n korkmasını emredip, yapacağı pek çok işler yanında ga­nimetlerden Cenâb-ı Hakkın ayırıp, tahsis buyur­duktan humsu (1/5 i) ve meyve nevinden olay şeylerin müslü-manlar üzerine farz kılınan zekâtını tamamen alsın.

Necrân Ahalisine yazılan ve onlara emân veren me'ktubup tercümesi :

Bismillshirrahnıanirrahim!

Cenâb-ı Hakkın Nebi ve Rasûlü Mu-h a m m e d (S.A.V.) tarafından, Necrân Ahalîsine inha olu­nur kî i Bağ, bahçe ve sair emval ile köleler konusunda meydana gelen her türlü dava -İslâmî hükümlere göre- halledilecektir. Bütün mallarını kendilerine bırak, kendilerinden her sene alına­cak olan vergiyi bikEir. Onlardan senelik 2000 hülle yani elbise a!. Bunu iki takside bağİa. Birinci taksîdi Recep ayında, ikincisi-nide Sefer ayında ödesinler. Her elbise 1 kıyye yani kırk dirhem gümüş kıymetinde olsun. Bu elbiselerin tutarı kendilerine konan haraç vergisinden fszla veya noksan olması halinde, mezkûr kıy­metin kendileri ile hesabı görülecektir. Ziyade olanlar onların lehine hesaplanır. Noksan olan ise onlardan slinir. Mezkûr ha-râc vergisi karşılığı olarak kendilerinden zırh, at, sair hayvanlar ve emtia alındığı h&IIerde ise bunlar hesap edilerek, borçlarına mahsup edilir.

Tarafımdan gönderilecek memurların [elçilerin) ençok yir­mi günlük masrafları Necrân AhaSisî tarafından verilmesi lazım­dır. Bu memurlarımı bir aydan çok yanlarında alıkoyamazlar. Ya­ni isteklerini karşılayarak ulaşmak istedikleri yere gönderirler. Ariyet olarak 30 adet zırh, 30 adet at ve 30 deveyi takımları i!e vereceklerdir. Bu zırh, at ve sair emtiadan telef olan ve bozulan­lar olursa memurlarca tazmin olunacaktır.

Necrân Ahalisi ile onlara tabi olanların canları, malları, arazileri, aşiretleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, ibadet­leri, ibadet haneleri, gerek az olsun gerek çok olsun ellerinde bulunan her türlü eşyaları, Allah-u Azîmü ' ş - Ş a n ' -ın yanında ve Peygamberi Muhammed Rasû-I u I I a h' in (S.A.V.) zimmetindedir. Âyin ve mezhebleri her ne olursa olsun, metropolit ve rahipleri tarafından icra olunur. Hiç bir kimse tarafından değiştirilemez ve engel olunamaz. Bi­zim diyanetimizle mükellef olmasınlar. Cahil iye t zamanında mey­dana gelen kan davaları ve diyetle muâhaze olunmasınlar ve hEpssdilmesinler.

Arazilerine yabancı asker ayak basmasın, istila etmesin. Sordukları suallerde insaf iie muamele edilerek Necrân'da ne za!İm ve ne de mazlum olmamak lazımdır. Onlardan faiz yiyen­ler ahdimden ve zimmetimden uzaktır. Bir kimsenin işlediği suç­tan defayı kardeşi mısahaze edilmesin.

Bu ahidnamede yazılmış bulunan şartlar kendilerine nasihat edip, İslama ihanet etmedikçe ve zulmederek üzerlerine vacip olsn ıslah (iyi hal) den ayrılmadıkları müddetçe, Allah'ın takdiri gelinceye kadar bu ahidname mer'îdir. Allah ve Hasûlünün zim-meî ve riayeîindedir.»

Ahîdname'nin zeylinde,    Ebû    Süfyan    b.    Harb,

Gaylan b. A mr, Benî N a s r' dan Mâlik b. Avf, Akra' b. Hâlis el-Hanza lî ve M u -g î r e b. Ş u ' b e ' nin şahidük eyledikleri mervîdir. Bu na­meyi Abdullah b. Ebî Bekir yazmıştır [kaleme almıştır.)

Necranliların    Fshr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendim i z dâr-ı bekaya intikal buyurup, H z. Ebû Bekr-i S i d d î k (R.A.) Efendim i z-in hilâfetinin ilk zaman­larında, ahdi yenilemek İçin gelmeleri üzerine H z. Ebû Bekir (R.A.3, ilk ahidnameyi teyid eden yeni bir ahidname yazıp kendilerine verdi.

Hz. Ebû Bekir'in Mektubu'nun Tercümesi: «Sismillahirrahmânirrahim.

Bu name, Hz. Peygamber-i Zî-Şan Muh a m m e d Rasûiuflah (S.A.V.) Efendimizin Halîfesi Abdullah Ebû Bekir'in ehl-i Nec-ran'a yazdığı bir namedir. Cenâb-ı Hakkın hıfz ve hi­mayesi va Peygamber-i Zi-Şânı Hz. M u h a m -m e d (S.A.V.) Efendimizin zimmet ve siyâneti on-ların canları ile, arazi, aşiret, emval ve teallukati ile, ibadetleri­ne hazır ve gaib olanlarına, metropolit, rahip, ruhani reislerinin hepsi ile ibadethanelerine, ellerinde bulunan az ve çok her tür­lü mallarına olsun. Kendilerine zulmedilmez, zarar verilmez. Mezhep ve âyinleri ne olursa olsun değiştirmeyerek icrasına en-ge] olunmasın. Peygamber (S.A.V) Efendimiz tarafından kendilerine verilmiş olarr ahidname'de ne yazılmışsa, hapsi onlar hakkında yerine getirilsin. İş bu namede zikredilen şartlar üzerine, haklarında daima   Allah   ve    Rasûlünün    zimmeti ve riayeti olsun. Kendilerine vâcib olan nush vs ıslah ile mükellef olmak üzere işbu name yazılmıştır.»

Bu nameye, Benî Ayn Kabilesinden Müstevred b. Amr, Ebû Bekir (R.A.) in azatlısı Amr, R a-şid   b.   Huzeyfe   ve   Mugîre   şahîdlik ettiler.

Hz. Ebû Bekr-i Sıddık (R.A.) m vefatı ile, İslâm hilâfeti Hz. Ömer-i Faruk (R.A.) in uhde­sine vazife olarak verilince, Müslüman ahaliye bu kavmin zarar vermeleri müla'hazasından dolayı önce onları Yemen Necrân'ın dan, Irak Necrân'ına sürmüş ve orada İskan ettirmişti.

Daha sonra, Necrân ahalisinin, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna gelip müracaat etmeleri üzerine, kendilerine bir ahid­name verilmiştir.

Hz. Ömer (R.A.) in mektubunun tercümesi :

«Bİsmillahirrahmanirrahim.

Bu name, Emîre'l-M ii'm İ nîn Ömer'in Nec­rân ahilisine yazdığı namedir. Bu ahaliden emredilen yere giden­ler Ce n â b -1 Hakkın emânı ile emin olarak, F a h r i Âlem (S.A.V.) Efendimizle, Hz. Ebü Bekr-i Sıddık (R.A.) in kendilerine verdikleri name ve ahidier ye­rine getirilsin. Ehl-î İslâmdan hiç bir kimse tarafından kendile­rine zarar verilmesin. Şam ve Irak tarafından geçtikleri sırada, emirleri tarafından oraların arazî mahsulatından ne çıkmakta ise onlardan kendilerine verilerek hayvanlarına yükletilsin. Kendi­lerine verilecek zahire Allah katında bir sadakadır. Arazi­lerine mukabil kendilerine Ukbe denilen yerin arazileri verildi­ğinden, bu araziye hiç bir kimse tarafından tarruz ve müdahale edilmesin. Garâme[85] ve tazminat bedeli olarak kendilerinden hîç bir şey alınmasın. Kendilerine yazıldığı gibi zimmet verildi­ğinden, mazlumîyetlerini gören her müslüman kendilerine yar­dım ederek onları, zulümden korusun ve kurtarsın. Kendilerine hiç bir kimse tarafından düşmanlık ve zulüm yapılmasın. Vergi­lerini yalnız imal ettikleri elbise ile ödemekle mükelleftirler. Sü­rüldükleri yere vardıkları zamandan itibaren 24 aya kadar, ko­nulmuş olan cizyeleri terkedilmeli ve istenmemelidir.»

Osman b. Affan ve Muaykîb bu namenin yazılışına şahit oldular. Bu durum da mektubda belirtildi.

H z. Ömer (R.A.) in irtihalini müteakib H z. Os­man (R.A.) halîfe olunca, Necrânîılar Medine'ye gelip, H z. Osman    (R.A.) m huzuruna çıktılar.

Bunun üzerine, H z. Osman, Necrân'da âmili bulu­nan   V e I î d    b.    U k b e ' ye    şu mektubu yazdı :

«Bismillahirrahmanirrahim.

Alla h'ın kulu, Mü'mirjlerîn Emîri O s m a n'dan Velîd   b.    Okbe'ye   namedir.

All a h ' m   selâmı üzerine olsun.

Ben, -seninle birlikte, eşi, benzeri ve ortağı olmayan bir ve tek olan    A I! a h ' a   hamdederim.

Gelelim maksadımıza :

Irak'tan, Nesrânlılarin papazları, maiyetleri ve ileri gelen reisleri bana geldiler. Bir takım şikâyetlerde bulundular ve H z. Ömer (R.A.) in kendilerine verdiği şartname'yi bana gös­terdiler. Müslümanlar tarafından kendilerine yapılan muameleyi de bana anlattılar. Onların ödemekte oldukları cizye'den 30 adet elbiseyi, Allah rızası için, vergilerini hafifletmek maksa-dıyte kaldırdım. Hz, Ömer (R.A.) in kendilerine Yemen'-dekS arazilerine mukabil vermiş olduğu arazilerini tam olarak kendilerine verdim.

Onlara iyi muamele etmeni tavsiye ederim. Zira, onlar, hak­kında zimmet bulunan bîr kavimdir. İslâm'dan önce onlarla be-nim aramda bir tanışakiık da vardı. Sen, H z. Ömer (R.A.) in onlara yazmış olduğu şartnameyi oku. Ondaki hakları, Nec-rânîılara tsm olarak eda et. Bu şartnameyi okuduktan sonra tek­rar kendilerine iade et.

Vesselam.»

Mektubun altında «bu mektubu Humrân b. Ebân, Hicrî 27. senenin Şa'ban ayının 15'inde yazdı» diye bir kayıt da vardır.

H z. A i İ (R.A.) hilâfet makamına geçtikten sonra, Irak'a gelince Necrân'lılar, O'na da geldiler Â'm e ş'in, bize Salim b. E b i'l-C a ' d' 'den naklettiğine göre, Necrân papazları Hz. Ali (R-A.), nın huzuruna beraberinde kırmızı deri üzerine yazılmış bir mektupla geldiler ve O'na şöyle dedi­ler:

—  Ey Mü'minlerin Emîrî!    Allah    aşkına senden istir­ham ediyoruz, elinle yazacağın bir hattı ve dilinin şefaatim biz­den esirgeme, bizi eski memleketimize iade et. diye istirham ettilerse de    H z.   Ali    (R.A.)    hiç bir şekilde dönmelerine müsaade etmedi ve :

—  Hz.   Ömer   (R.A.) İn    her işte reyi isabetli ve doğ­rudur. Çünkü, Necrân ahalîsi, Yemen Necrân'mda   iken silah ve at tedarik edip, Müslümanlara karşı ayaklanmaya hazırlanmakta olduklarını   H z.   Ömer  (R.A.) görünce, onları sürmüştü. Ben şimdi nasıl iade edebilirim.» diye kendisine kati cevap vermiştir.

Halk ise, Hz. Al i (R.A.) acaba, H z. Ömer (R.A.) in reyine muhalefet edip, kendielrini geri gönderir mi diye bek­liyorlardı. H z. Ali (R.A.), önceki ahidleri tekid edici ola­rak bir name yazıp kendilerine vermiştir.

Hazreti Ali (R.A.) nin mektubunun tercümesi :

«Bu name, Mü'minlerin emîri ve A I I a h ' in kulu A I i tarafından Ehl-i Necrân'a yazılmış bir namedir.

F a h r - İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz tarafından, daha önce size verilmiş olup. bu kere bana getirdiğiniz name-î saâdetcŞe canlarınızdan ve mallarınızdan emin olabileceğiniz yazı­lıdır. Ben de H z. M u h a m m e d (S.A.V.) ve H z. E b û Bekr-i S ı d d ı k (R.A.) ve Hz. Ömer-i Faruk (R.A.) taraflarından seze yazılan şeyleri vefa eyledim. Gelecek Müslümanlar da tamamiyle vefa eylesin. Kendilerine zulüm ve düşmanlık etmesinler. Hukuklarından hiç bir şey noksanlaştırma-sınlar.»

Bu mektubu, Abdullah b. E b î R â f î', H z. Peygamber (S.A.V.) in; Medîne-î Münevvere'ye giriş ve teşriflerinin 37. senesi Cemâ-zî'l-âhirinin onuncu günü yazmıştır.

Necrân Ahalisinin canlan ile arazisine, yıllık vergi olarak konan elbiseler, İsiâvnı kabul etmeyen erkeklerin sayısına ve Necrân'da bulunan her bir tarla üzerine tevzi olunur. Mezkûr arazi, satışla veyahud mülk edinme sebeblerinden biri ile, Müs­lümanlardan veya zimmîierden veyahud da Benî Tablig Kabile­sinden bir kimseye intikal etse bile -haracı ne olursa olsun- sa­hibinden alınır. Arazi sahibi gerek çocuk gerek kadın olsun, hep­si müsavî tutularak, araziye isabet eden elbise, toprak sahibi bulunanlardan alınır. Fertler üzerine taksim edilecek vergilerde kadın ve çocuklar İstisna edilir. Memurlara ve Vâiiİere verilme­si şart olan ziyafet, masraf ve tazminat, Peygamber (S.A.V.) zamanında Yemen Necran'mda bulundukları müddete münhasırdır. Şimdi ise, hem o zaman geçmiştir; hem de ken­dileri Yemen Necrân'indan Irak Necrân'ına sürülüp, uzaklaştırıl­mış bulunmakla, bu ahalinin bunun gibi masraflardan bugünkü günde muaf tutularak üzerlerine hiç bir şey lazım gelmez.

Necrân Ahalisinden bir kimse, harâc arazisinden bir tarla satın almış olsa, onunda vaz' edilmiş olan haracını vermesi lazım gelir; Yani, önceden üzerine vaz' edilmiş olan elbise vergisi, bu kere satın aldığı tarlanın vaz' edilmiş haracını vermeye manî olamaz. Çünkü, elbise vergisi kişi üzerine ve Necrân arazisine mahsustur. Necrân Ahalîsi hakkında rıfk ve ihsan ile muamele edilip zimmetleri her ne ise yerine getirilmesi, güçleri ve ta-katları fevkinde kendilerine bir şey tahmil edilmemesi gerekir. Onlara zulüm, düşmanlık ve baskı yapmamalıdır. Kendilerini za­rara uğraumamak, Memur ve Valilerin Masraflarından onlara hiç bir şey yüklememek lazımdır. Belirlenmiş vergilerini toplamak üzere, beldelerine memur göndermek ve gönderilen memurların da, onların kadın ve çocuklarına fert başına vaz1 edilmiş olan elbise vergisi ve saire gibi vergilerden hiç birini yüklememesi iktiza eder.

H z. Ömer (R.A.) m valilerinden olan Y a' I â b, Um e y y e'den bilvasıta rivayet ederek Y a'l â b. Ü m e y y e'nir   bana şöyle dediğini haber verdiler:

— «H z. Ömer (R.A.) beni Yemen'in batısındaki Necrân arazisinin haracını toplamak üzere tayin edip gönderdiği zaman, yazılı olarak bana şu emir ve irade - nâmeyi vermişlerdi :

«Ahalisi tarafından terk olunan bağ ve bahçe gibi arazileri, oradaki ahaliye miisâkâten[86] teslim et. Bu araziler, gerek pı­nar ve nehirlerin suyu ile yani zahmetsiz sulansın ve gerek yağ­mur suyu ile sulanan neviden bulunsun üzerinde bulunan hurma ve sair ağaçlara hizmet ve sulama ile elde edilecek mahsulatın üçte biri kendilerine, üçte ikisi de Ömer (R.A.) ile diğer müslümanlara aid olacaktır. Bu arazi dolap veyahud diğer mas­raflı ve meşakkatli vasıta ve aletlerle sulanan kabilinden ise, vereceği mahsulatın ücde ikisi (2/3) ni kendilerine bırak, üçte birini Ömer [R.A.) ile diğer Müslümanlar için al. Boş yani ağaçsız olan arazî gerek akar su ile yani meşakkatsiz sulanan gerek yağmur suyu ile sulanan neviden otsun, ahali tarafından işlendiği takdirde, mahsulatından üçte bîri (1/3} kendilerine, üç­te ikisi Ömer (R.A.) iie diğer Müslümanlara aid olmak üze. re kendilerinden çiftlik olarak ver.»

 

Zekâda Tabî Mallar, Zekâtın Miktarı Ve Zekât Mükelleflerine Nasıl Muamele Edileceği

 

Deve, sığır, koyun, at nevinden her yıl alınması gerekli olan sadaka yani zekâtın miktarı ile ne miktarından zekât alınması meşru' olduğu ve zekâtı toplayacak zatın bunlar gibi hayvan sa-hiblerine ne şekilde muamelede bulunması gerektiği hakkındaki ahkamın beyanını emir buyurmuştunuz. Bu konunun izahına baş­lıyorum :

Ey Mü'minlerin Emîrî! Evvel emirde bu malların toplanması için tayin ettiğiniz memurlara, bu hakki üzerlerine farz olan kim­selerden alıp, kendilerine verilmesi gereken kimselere verme­lerini, bu babda Fahr-i Âl e m (S.A.V.) Efendimi­zin ve H ü I e f â - i R â ş i d î n ' in takip ettikleri yolu takip ederek, sünnet-i seciyelerine uymalarını, bu yoldan zerre kadar ayrılmamalarını tekîden emir ve tenbih buyurmanız lâzım­dır.

Zira, P e y g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

— «Bir kimse, hayırlı ve sevabli bîr edet ortaya koyar, baş­kaları da bu adetle amel ederek bu babda kendisine uyarsa, hsm o güzel adetin yapsimasmdan hası! olacak ecir ve hem de ken­disine uyup, o adeti yapanların sevaplarından eksi İt i! meye rek o miktar ecir ve sevap dahi kendisinin hasenat defterine yazılır. Bilakis ortaya koyduğu kötü bir adet de, hem o kötü adetin ya­pılmasından hasıl olacak mesuliyet ve ceza ve hem de kendi­sine uyarak o kötü adetle amel edenlerin günahları -onlardan bir şey eksiltilmeden - o miktar günah dahi seyyiat defterine ya­zılır.»

Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud Hazretleri-n e arz ve niyaz eylerim ki, Zât-ı Hilâfet - Penâhîlerinin fiille^ rinj sünnet-i seniyye'ye muvafık ve rıza-ı Hazret-i Rab-bü'1-âlemine mutabık, ecir ve sevabları azim olan kul­larından buyursun. Uhdenize verilmiş olan hilâfet İşlerinde size muîn ve hilâfetiniz altına verilmiş, korunmaları ve riayetleri siz­den istenmekte olan A M a h ' in kullarını mahfuz ve emîn eylesin.

Sayılan cinslerin her biri için, vacip olan zekât hakkında, ye­tiştiğiniz fukaha nezdinde ma'mulün bih ve bizce mecma'ün aleyh ve müstahsen gördüğümüz hadis İmâm-ı Zührî'nin Abdullah b. Ö m e r (R.A.) âen merfu'an rivayet eyle­dikleri şu hadîs-i şerîftir:

— Zekât hakkında Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimiz bir kitap yazdırdı. Onu kılıcının yanında veyahud vasi­yetnamesi ile beraber hıfzederdi. Vefatlarına kadar çıkarmaya­rak, dar-i bekaya azîmet buyurduklarında, Hz. Ebû Bekr-i S ı d d î k (R.A.) onu çıkarıp, halifeliği müddetinde ve sonra Hz. Ömer-i Faruk (R.A.) yine vefatına kadar emirlik zamanlarında ahkâm-ı şerîfesiyle amel buyurmuşlardır.

Bu kitabın şâmil olduğu ahkam şudur :

 

Koyunların Zekâtı:

 

Her kırk adet koyunda 120 adede baliğ oluncaya kadar 1 koyun, 120 adedi geçince 200 aded koyuna baliğ oluncaya kadar 2 koyun, 200      »          »      300    »          »          »            »         »     3     »

Bundan sonra her yüz koyunda 1 koyun lâzım gelir.

Ancak fazla olan koyunların sayısı yüz adede baliğ olmayın­ca zekâtı olan bir koyun lâzım gelmez.

 

Develerin Zekâtı:

 

5 deve de   1 koyun

10        »         2     »

15                  3      »

20       »         4      »    lazım gelir.

Deve sayısı 25 e baliğ oluncaya kadar 'her yıl için bir ya­şını bitirip 2 yaşına girmiş olan 1 dişi deve,

35 adedi geçince 45 adede baliğ oluncaya kadar iki yaşını bitirip üç yaşına basmış olan bir dişi deve^

203

45 den 60 adede kadar, beher sene için 3 yaşını bitirip 4 e ayak basmış olan 1 dişi deve,

60 adedi geçince 75 adede baliğ oluncaya kadar beher sene için 4 yaşını bitirip 5 e ayak basmış olan 1 dişi deve,

75 adedi geçince 90 adede baliğ oluncaya kadar beher sene için 2 yaşında 2 adet dişi deve,

90 adedi geçince 120 adede baliğ oluncaya kadar beher' sene için dört yaşında iki dişi deve lazım gelir.

120 adedten ziyade olduğu takdirde, ziyadenin beher elli adedine dört yaşında bir dişi deve, beher 40 adedine ise 3 ya­şında bir dişi deve lazım geür.

Hadis-i şerîfde müteferrik cem' olunamıyacağı gibi müte-cemmi' olanın da tefrik edilmemesi varid olmuş olup tefsirinde ihtilaf vakî ise de, bizim tefsirimize nazaran birincisinin manası, meselâ 80 adet koyunu olan bir kimse zekât memuru gelince, zekât vermemek için koyunların kendisi ile diğer üç kardeşi'nin olduğunu, herbirinin 20 koyunu bulunduğunu ifade eylemesidir.

İkincisi, bir kimsenin 40 baş koyunu, kardeşinin de 40 adet koyunu olduğu halde, zekât memuru gelince, yalnız bir koyun vermek için hepsinin kendisine aid olduğunu ifade etmesidir.

Bu şekilde hareket yasaklanmıştır.

Müteaddit şahısların karışık olan ve birarada bulunan mal­larından alınan zekât herkimin malından alınmış İse, alınan ma­lın sahibi olan kimse, diğer mal sahiplerine isabet eden hisse ile rücu' edip kendilerinden istirdad eyler. Yani karışık olan mallar, misli nev'inden ise hissesi miktarını misli ile ve eğer deve, sığır ve koyun gibi emvali gayyimeden ise isabet eden hissenin kıymet? ile rücû' eder.

H z. Ali (R.A.) Efendimizden rivayet edilen kavle göre deve sayısı 120'yi geçince asliyle beraber hesap edi­lip, beher 50 devede 4 yaşında bir dişi deve lâzım geldiği gibi, koyun 100 adedi geçince de beher yüz koyunda 1 koyun lâzım gelir. Bu husus, syrıca, İ m â m-ı Âzam tarafından kendr reyi olarak İbrahim N e h a ' î' den de rivayet olunmuş­tur.

Sığır ve manda nev'inin nisabı 30 dur. 30 adedden aşağı olan ve kırlarda güdülen sığırlardan hiç bir şey lazım gelmez. 30 adedi geçtikten sonra 39 adede kadar ondan iki yaşına gir­miş erkek veya dişi bir buzağı zekât olarak her sene alınır. Daha ziyade olursa, fazlanın her otuz adedi için bir adet buzağı, her kırk adedi için de 2 yaşını bitirmiş bir da'na alınır.

© A' m e ş bize İbrâhîm Ne'haî vasıtası İle M e s r u k    (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  F a h r- i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   As-hâb-ı Cüzinden    Muâz    b.   Cebel    (R.A.)    hazretlerini Yemen tarafına gönderdikleri zaman, her 30 sığırdan İki yaşın­da erkek veya dişi bir dana, her 40 sığırdan da 3 yaşında bir dana alınmasını kendisine emir ve tenbih buyurdular.» Bu hadi­sin bir benzeri de    H z.   Ali    (R.A.)    dan rivayet edilmiştir

At ve kısraklardan alınması lâzım gelen zekâtda ulemâ ara­sında ihtilaf vâkî olmuştur. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe,

—  «Otlakda güttürülen atların her birisinde zekât olarak 1 dinar alınmasının gerektiğini    İbrahim    Neh a'î'den, Hocam olan    Hammad b. Seleme    bana rivayet etti.» buyurmuştur.    H z.   Alî    (R.A.) dan böyle bir rivayet de bana ulaşmıştır. Buna muhalif olan ve yine   H z.   Ali    (R.A.)dan gelen    bir    başka    rivayette de    Peygamber   (SAV.) Efendimiz:

—  «Ümmetim için köle ve kısrak zekâtını affettim.» bu­yurmuştur.

0 Bazı mâruf ve mevsuk zevatın merfû'an rivayetlerine nazaran;    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Ümmetim için köle ve kısrak zekâtlarından vaz geçelim.» buyurmuşlardır.

•' Ezcümle, Süfyan b. Uyeyn o'nin, bize Ebû İshâk ve Hars vasıtası ile H z. Ali (R.A.) den rivayet ettiğine göre, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz :

— «Sizin için kölenin ve kısrağın zekâtından vaz geçtim.» buyurmuştur.

Çiftçilik ve nakliyat gibi işlerde kullanılan deve ve sığırdan zekât lazım gelmez. Zira, H z. M u a z (R.A.) bunun gibi hayvanlardan zekât almamıştır. H z. Ali (R.A.] in kavli de böyledir.

Manda ile hörgüçiü develer de zekat bakımından sığır ve deve gibidirler, yani mandanın sığıra, hörgüçiü devenin deveye nisbeti, keçinin koyuna nisbeti makamındadir.

Zikredilen hükümler mucibince bu hayvanlardan zekât alın­mak istenince, koyundan bir yaşını bitirip iki yaşına basmış olanlardan alınır. _

Bir koyunun zekât olarak alınabilmesi için, yaşlanmış, bir veyahud iki gözü kör olmamak, ayıbından dolayı başkasının ka­bul etmiyeceği derecede, ayıplı ve iiletli olmamak, koç olarak ayrılmış bulunan erkek koyundan seçip almamak, doğurmakta yahud gebe bulunan veya kuzusunu emzirmekte olanlardan seçip almamak gerekir. Sahibi tarafından semizlesin diye beslenmekte olan koyun alınmamalıdır. Bir yaşını doldurmamış 6 aylık veya dokuz aylık koyun zekât olarak alınmamalıdır.

Zekât memurunun arayıp beğenerek koyunların iyisini, veya seçerek en kötüsünü alması yasaktır. Bu konuda -sünneti se-niyyeye uyarak- orta halli olanlarından almalıdır. Zekât memu­runun, zekât olarak aldığı koyunları bir 'memleketten diğer bir memlekete nakletmesi doğru değildir.

® Sığır, deve ve koyun gibi zekât hayvanları nisab mik­tarına baliğ olduktan sonra üzerinden bir yıl geçmedikçe onlar­dan zekât alınmaz. Üzerlerinden bir yıl geçince hesap edilerek zekâtları alınır.

Zekâtı alınmak için, koyunların sayılması sırasında büyük, küçük, dişi ve erkek bütün koyunların hesaba dahil edilmesi, -zayıflığından dolayı- çobanın eli üzerinde getirdiği huzu 1 ya­şını bitirmedikçe mahsup olunmaması ve doğan kuzuların sene-, nin sonuna kadar kalmış olsa bile birinci senede hesaba dahil edilmezse de ikinci sene sayılması lâzım gelir.

Keçi ile koyunun hükmü aynıdır. Bir adamın 40 adet kuzusu olup da, üzerinden bir sene geçmiş olsa bile, İ m â m-ı Âzam Ebû Hanîfe onlardan hiç bir şey alınmaması re­yinde İdi.

Benim reyime göre ise : mürettep zekâtları her ne kadar ise, ahnmasr iktiza eder.

Bir kimsenin 2 yaşında bir koyunu ve 39 kuzusu olup, üzer­lerinden de bir sene geçmiş olsa, onlardan 1 koyun zekât almak gerekir. I m â m -1 Â z a m ' da bu görüştedir. Çünkü, mezkûr kuzuların İçinde, koyun bulunduğu ve üzerlerine bir sene geçtiği için, zekât olarak 1 koyun alınması gerekir.

Sığır ve devede de rey ve ictihadları bu merkezde idi.

İ m â m-1 Âzam yukarıda geçen meselede, koyun bir sene geçtikten sonra helak olursa, koyunun kaybolmasından do­layı kalan 39 kuzunun üzerine bir şey lâzım gelmiyeceği reyinde idi. Bu konuda benim reyim kalan 39 kuzunun üzerine 1 sene geçmiş bulunmakla 1  kuzu kırk sehim itibar edilerek 30 senim zekât alınması lâzımdır.

39

39

39

Yani 39 kuzu

39x40        1560        1560

1560 sehim itibar edilip bunun (1/40) kırkta biri olan 39 sehimi zekât olarak alınır.]

Bir adamın 40 adet sığırı olsa ve üzerlerine 1 sene geçtik­ten sonra zekât memuru gelmeden 20 si helak olsa ve sonra zekât memuru gelse onlardan 2 yaşını bitirmiş bir düvenin kıy­metinin yarısı zekât olarak alınır.

Helak olan sığırlar 20 den az ise, hesabı yapılarak zekâtı alınır. Yani 40 sığırın üçte biri (sülüsü] helak olursa, 2 yaşını bitirmiş bir düvenin kıymetinin üçte ikisi zekât olarak alınır. 40 sığırın dörtde biri (rub'u) helak olup, 30 sığır kalırsa, 2 yaşını bitirmiş bir düvenin dörtte üçü zekât olarak alınır. Zekât olarak alınacak 2 yaşını bitirmiş düve yerine bir yaşında bir dananın alınması câız değildir.

Keza, üzerine bir sene geçen 25 deveden, bir yaşını bitirip 2 yaşına giren bir dişi deve alınması vaciptir. Bu develerden 24 ü helak olup, sadece 1 i kalsa, kalan 1 deve 25 sehim itibar edilerek, değerinin 25 de biri (1/25) zekât olarak alınır. Bu 25 deve­nin 20 si helak olup da 5 deve kalırsa, sahibinden 1 koyun alın­maz, kalan bu beş devenin zekâtı olarak 2 yaşına giren bir dişi devenin kıymetinin beşte biri (1/51-humsu) nin alınması lazım gelir.

Bir kimse 50 aded sığıra mâlik olursa, ondan yalnız 3 ya­şında 1 düve alınması gerekir. Çünkü, sığırın adedi 30 u geçince zekât olarak 2 yaşına girmiş bir dana alınması lâzım gelir. Adedi 40'a ulaşınca, 3 yaşına girmiş bir düve lazım geldiği gibi, 60 adede baliğ oluncaya kadar, her sene üç yaşına girmiş bir düve alınır. 60 adede varınca her sene, zekât olarak 2 yaşında iki dana alınır.

Sığırların adedi 70 e ulaşınca 1 dana ve 1 düve alınır.

Bundan sonra, sığırların adedi çoğaldıkça beher kırk ade­dinden 1 düve ve beher 30 adedinden 1 erkek veya dişi dana almak lâzımdır.

Binâenaleyh, bir kimsenin 50 aded sığırı olup da üzerlerine bir sene geçmesi halinde, onlardan zekât olarak 1 aded 3 ya­şına girmiş düve alınması lazım geldiği gibi 10 adedi helak olur­sa yine bir aded 3 yaşında düve lazım gelir. Çünkü bu düvenin alınması gereken 40 aded sığır bakîdir, durmaktadır.

Ancak 50 adet sığırın 20 si helak olup, 30 adedi kalırsa zekât olarak 3 yaşına basmış bir düvenin kıymetinin dörtte üçü (3/4] nü vermek lazım gelir. Çünkü, 3 yaşındaki düve 40 sığırda gereklidir. Bu durumda ise zekât nisabından dörtde biri (1/4 — nıb'u) giderek dörtde üçü (3/4) kalmıştır.

Keza, bir kimsenin 50 aded devesi olsa ve bunların üzerin­den bir sene geçmiş bulunsa zekât olarak 5 yaşında bir deve vermesi gerekir. Zekât böylece tahakkuk ettikten sonra ve he­nüz zekât memuru gelmeden bu develerin 4 ü helak olup 46 devesi kalsa, kalandan zekât, olarak yine 5 yaşında 1 deve lâ­zım gelir. Çünkü 46 deve için verilmesi gereken zekât, da yine 5 yaşında 1 devedir. Çok sayıda deve helak olur da kalan 46 dan az olursa, 5 yaşındaki devenin kıymeti 46 ya bölünür, çıkan rakam her ne ise, kalan develerin sayısı ile çarpılarak, bulu­nan rakamın kalan develerin zekâtı olarak alınması iktiza eder.

Kezâlİk, bir 'kimsenin 120 adet koyunu olup, üzerlerine 1 yi! geçerse zekât olarak 1 koyun alınması lazım gelir. Zira ko­yunun sayısı kırka ulaşmayınca ondan zekât olarak hiç bir şey lazım gelmez. 40 adede ulaşınca, 120 adede varıncaya kadar ondan zekât olarak 1 koyun almak lazım gelir. Üzerine zekât tahakkuk eden bu koyunlardan 20 si veya 40 ı veyahudda 80 i helak olsa bile, geri kalan koyunlar zekâtın nisabı miktarında olduğu için zekât olarak yine 1 koyun lazım gelir.

Lakin, bu 120 koyunun 100 adedi helak olursa, geri kalan 20 koyun, zekât nisabı olan 40 m yarısı olduğu için ve 40 dan ziyadesi hükümsüz olduğundan, 1 koyunun kıymetinin yarısını zekât olarak almak lazım gelir.

fîu koyunların sayısı 121 olursa ve üzerlerine bir sene geç­miş olursa, ve zekât memuru gelmeden bir kısmı helak olursa, bu takdirde hesap edilerek kalanın zekâtının alınması lazım ge­lir. Meselâ, 121 koyunun altıda biri (südüsü —1/6) helak olur­sa, zekât olarak verilmesi gereken 2 koyunun değerinin altida biri (südüsü —1/6) sakıt olur (zekât olarak 2 koyunun değeri­nin altıda beşi (5/6) alınır.)

Keza, bu .koyunların beşte biri (humsu — 1/5 i) helak olur­sa, zekât olarak verilmesi gereken 2 koyunun değerinin beşte biri sakıt olur. (Zekât olarak, 2 koyunun değerinin beşte dör­dü £4/5 ü) alınır.)

Kezâlik, mezkûr 121 koyundan yalnız 2 koyun helak olursa, zekât olarak verilmesi gereken 2 koyun, 120 cüz itibar edile­rek, o iki koyunun kıymetinden 119 hisse zekât almak lazım ge­lir. (Yani o iki koyunun değeri 120 ye bölünerek 119 hissesi zekât olarak alınır. Meselâ 2 koyun 12.000 lira kıymetinde İse: 12.000: 120 = 100 x 119 = 11.900 lira zekât alınması icap eder.)

Deve ve sığırların ahkâmı da bu minval üzeredir.

 

Zekâtın Noksan Veya Fazla Verilmesinin Ve Zekât Mallarının Sarf Edileceği Yerlerin Ahkâmı

 

® Farz olan zekâtın verilmemesi, veya senenin geçece­ği sırada zekâtın İskâtı için zekât mallarını kendi mülkiyetin­den çıkarıp, başka bir kimsenin mülkiyetine vererek, her iki­sinin de maiik olduğu emvalin zekât nisabının altına düşürül­mesi gibi hile kullanmak caiz değildir. Mü'min olan kimsele­rin bunun gibi hile ve desiselerden kaçınması lazım gelir.

® Zira, bu konuda Hz. Abdullah b. Mes'ud (R.A.)'dan   bize şöyle rivayet edilmiştir:

—  «Zekâtı vermeyen kimse müslüman  değildir.    Zekâtını vermeyen kimsenin namazı da makbul değildir.»m Hz. Ebû Bekr-i Siddîk (R.A.) halîfe olunca bazı kabileler, daha önce Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanında vermekte oldukları zekât ve diğer vergileri vermemek istediler. Bunun üzerine Hz, Ebû Bekir   (R.A.):

—  «Peygamber   CS.A.V.) in   zaman-ı saadetlerin­de vermekte oldukları zekâtlardan, bir devenin yılarını bile ver­mezlerse kendilerine karşı harp ve cİhad ederim.» buyurmuş­tur.   Hz.   Ebû    Bekir   (R.A.)   zekâtlarını vermek iste-miyenlerden, bunların hepsini cebirle almayı ve öldürülmeleri­ni helâl  görüp zekât vermemelerinden dolayı onlarla harp et­miştir.

H z. C e r î r (R.A.), Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz ' den şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir. Peygamber   [S.A.V.)   Efendimiz   buyuruyorlar ki:

—  «Sadaka ve zekât memurlarının tarafınızdan memnun ve razı olarak dönmesi sizin için lüzumludur.»

® Ey Mü'minlerin Emîri! İnanılır, emin, afif, nasihat edici, reayanın ve senin hakkında inanılır bir zat seçilmesini emret bu vasıflara sahib bir zat bulunca, hükmün altında bulunan mem­leketlerin mal ve zekâtlarının toplanması işini -kendisine havale et ve onu bu işte vazifelendir. O şahsa da, bu memleketler için, rızanıza uygun kimseleri tayin etmesini emredin. Bu kimseler, o memleketlerdeki halkın mesleklerini, mezheblerini, emânet­lerini tahkik ve suâl eylesin. Bu memleket ve beldelerin zekât­larını yetkili şahsın nezdinde toplasmlar. Zekâtlar toplanınca, ciurumu size arzetsinler. Siz de Cenâb-ı Hakkın em­ri veçhile, bu malları tasarruf etmesini seçilen o zata irade ve tenbih ediniz. O da emrinizi, o şekilde yerine getirsin.

Zekât mallarının sarf yari, harâc mallarının sarf yerine mu­gayir[87] olduğundan dolayı, birbirlerine karıştırılması uygun ol­mayacağından, zekât mallarının toplanmasını harâc memurları­na havale etmesin. İşittiğime göre harâc memurları, zekât mal­larının toplanması için kendi taraflarından bazı kimseleri ta'yin edip gönderiyorlarmış. Bu adamlar vardıkları yerlerde, şer'an tecvîz olunamayan, bir takım zulüm, düşmanlık ve yolsuzluklar yapmakta imişler.

Binaenaleyh zekât mallarının toplanması için tayin buyura­cağınız me.murun, iffet sahibi ve dürüst kimselerden olması ik­tiza eder. Matlup olan bu sıfatları haiz, yetkili bfr şahsı bu işe memur etmeniz halinde, o da dinine ve emânetine itimat edi­len kimseleri seçer.

Bu memurlara toplanacak zekât mallarının ekserisini istiğ­rak .etmemek yani toplamının yarısından az olmak üzere, mü­nasip miktarda maaş tahsis buyurmanız lazımdır.

Harâc mallarını, Zekât mallarına ilave ederek ikisini birleş­tirmek, münasip olamaz. Çünkü, harâc    malları, bütün  müslü-maniara aid bir ganimettir. Zekât malları ise, Müslümanlardan Cenâb-ı    Hakkın    Kitab-ı Kerîminde zikrettiği kimselere mahsustur.

Zekât mallarının hepsi, gerek koyun, gerek deve ve gerek sığır toplandığı zaman, öşür malları ve öşür vermesi gereken kimselere uğranıp alınan emtia ve diğer öşür malları da zekâta ilave edilerek bunların hepsi Cenâb-ı Hak Teâlâ 'Hazretlerinin,   Peygamber   (S.A.VJ   Ef end i m  i z e    indirdiği  Kur'an-ı  âzîmü'ş-şanında zikredip say­dıkları müminlere taksim olunmalıdır.

Cenâb-ı    Hak    buyuruyor ki :

«Sadakalar (zekâtlar) Allah' dan bir farz olarak, an­cak fakirlere, miskinler, (zekât toplama) üzerine memur olanla­ra, klüpleri (müslümanlığa ısındırılıp) alıştırılmak istenenlere kölelere, esirlere, (borcundan fazia nisabı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (cihadds) harcamaya, yolculara mahsus­tur.»[88]

1— Zekât nisabı kadar mala malik olmayan fakirler.

2— Miskinler, yâni hiç bir malı olmayan kimseler.

3— Zekât mallarının tahsilinde ve toplanmasında çalışan memurlar. Bunlar zengin de olsalar fakir de olsalar, pek fazla ve pek az olmamak şartiyle kendilerine kifayet edecek şekilde, zekât malından çalışmaları ve zekât toplamaları İle müstehak oldukları ücret verilir.

4— İVlüeliefe-i  kulüp :  Bunlar  arablardan belli bir taife­dir.  Kendileri,  İnsanlar arasında itibar sahihleriydiler.    Bazıları Müslüman  bazıları  ise gayr-i  müslim  idi. Bunları sabit kılmak te'lîf ve celb etmek veyahud şer ve ezalarını kaldırma için ze­kât mallarından bir miktar hisse çıkarılarak kendilerine verilir­di. Bunlardan şimdi kimse kalmadı.

5— Mükâtep olan köleler, kitabet bedellerini ödemeye mah­sus olmak üzere zekât mallarından bir miktar ile iane olsunlar Müfessirinin (tefsircilerin) kavline nazaran; esir olan baba, kardeş ve hemşiresini veya'hud sair akrabasından birisini satın almak muradında bulunanlara, zekât mallarından birsehim vererek iane olunsunlar.

6— Borçlular:   'Borçlu olupta, borçlarını ödemeye güçleri yetmeyenlere de zekât mallarından bir sehim verilsin.

7— Fî sebîliliah :    Yani, mücahid ve gazilerden fakir olup nafakaları ve hayvanları bulunmadığından, diğer İslâm askerle-rtntî yetişemiyenler, kazanmaya  muktedir olsalar bile  kendile-^ rine zekât verilmesi caizdir. Zira kazançla meşgul olmaları, cihad ve gazadan geri kalmalarını icap ettirir. Bazı tefsircilerin kavline nazaran, bundan murad yoldan kesilmiş hacılardır. Bazi-larıda, zekât mallarından bir sehim çıkarılarak müslümanların yollarının yapılmasında ve tamirinde sarf olunur demişlerdir.

8— İbni's - sebil, yani yanında harçlığı kalmamış olan yol­cuları, mahal M maksutlarına yetiştirecek kadar zekât malların­dan bir miktar verilir.

Toplanan zekât mallarının taksimine başlanacağı sırada mezkûr 8 kısım, müstahıkiardan evvel emirde bu malların tahsil edilip toplanmasında çalışan valilerin ve me'murlarm maaş ve ücretleri çıkarılmak lâzımdır.

Fukara ve miskinlerin muayyen sehimleri ayrılarak her bel­denin etrafından alınan zekât mallarından fukara ve miskinlere aid olan sehimier o beldenin fakir ve miskinleri arasında tak­sim edilerek, diğer beldelerin fakir ve miskinlerine verilemez­se de, kalan diğer hisselerde Cenâb-ı Hakkın zikir ve tesmiye buyurdukları kısımları tecâvüz etmemek şartiyle imâm-i müslimîn olan zat dilediği şekilde tasarruf edebilir. Yani hepsi­ni mezkûr kısımlardan bir sınıfın efradına sarf eyiese de caizdir.

© Hasan b. Umâre bize Hâkim b. C ü -b e y i r   vasıtası ile    E b û    V â i I ' d^n    şöyle nakletti :

— Emîre ' I - Müminîn    'H z.    Ömer   (R.A.),    kendisine getirilen bir zekât malını, yalnız bir hane halkına vermiştir.

® Hasan b. Umâre bize Hakem b. U t e y b e vasısasiyle M ü c â h i d ' den Abdullah b. A b b a s (R.A.) Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Zekât mallarının bir sınıfa verilmesinde beis yoktur.»

Hasan b. Umâre' nln bize M i n h â I b. Amr ve Zerr b. Hubeys vasıtası İle Huzeyfe (R.A.) m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

—  «Zekâtın bir tek sınıfa verilmesinde beis yoktur.»

© Muhammed b. İshâk'ın bize Âsim b. Ömer' den onun da K a t â d e ' den, onun da M a h -mûd    b.    Lebîd 'den    rivayet ettiğine göre :

Sahabe-i Güzin'den    Râfî'    b.    Hude^c    (R.A.) :

— «Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Zekât mal­larının toplanması ve taksim edilmesinde hakkaniyetten ayrıl-mayarak amel edenlerin, ecir ve sevapları Allah yolunda cîhad edenlerin ecir ve sevapları gibidir.» buyurmuştur de­miştir.

@ Bazı Şeyhlerimiz bize İmâm Tavus el-Ye-manî' nin    şöyle dediğini rivayet ettiler:

-Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Ubâ-deb. es-Sâmit (R.A.) i, zekât toplama memuru ola­rak tayin ettiği zaman, kendisine hitaben şöyle buyurmuşlardır:

—  «Ey   Ebâ   Velîd,   Cenâb-ı    Hakkın cezasından saftın, taki kıyamet gününde   ensende ağzı    köpür­müş bir deve yahut kendisine mahsus sesle inleyen yahud me-leyen bir koyun yüklenmiş olarak, hem bu yük ve yükün ağırlığı Üe muazzep ve hem de şiddetli sesten dolayı büyük bir korku içinde gelmeyesîn.» Bunun üzerine     H z.    U b â d e    [R.A.)

—  Emîrfikte olupta hidayet yolunu   şaşıranlar kıyamet gü­nünde bu şekilde mi gelecekler? diye sorduğu zaman    Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz;

—  «Evet, nefsin yed-i kudretinde olan   A II a h ' a   yemin ederim ki,  A I I a h ' in   rahmeti üe hainlikten korunanlar hariç bir kimse bundan kurtulamaz.» buyurmuştur. Bu cevap üzerine Hz.    Ubâde    b.    es-Sâmit   (R.A.)    de şöyle demiştir:

—  Seni hak din ile gönderen    Cenâb-ı    Hakka   ye­min ederim ki, bir daha iki kişi üzerine bile emir (idareci) olma­yacağım.»

© Hişâm b. Urve bize babası vasıtası ile E b û Humeyd    es-Sâidî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Benî Süleym Kabilesinin zekâtlarını toplamak için    I b n i'l-L ü -t e b I y y e    isimli zâtı me'mur tayin buyurdu. Bu zat, memu­riyet görevini yerine getirip dönünce, zekât mallarının bir kıs­mına işaret ederek :

—  Bu sizin içindir. Bu kısım da bana hediye edilmiştir.» de­mesi üzerine, Fahr-i  Kâinat (S.A.V.) Efendimiz derhal minbere çıkarak  Cenâb-ı  Hakka    hamd-ü sena eyledikten sonra :

— «Bîr âmil kî, onu ben göndereyim de, o da «bu sizindir. Bu da bana hediye edilmiştir» desin. Bunun düşüncesi nedir? Babasınm - anasının evinde oturaydı da görcydi ki kendisine bir şey hediye edilir miydi, yoksa edilmezmiydi? Nefsin yed-i kud­retinde o!an   Cenâb-ı    Vâcibü'l-Vücûd'a   yemin ederim ki, bu zekât malından her kim bir şey alırsa, aldığı şey, kıyamet gününde boynu üzerine    yüklenmiş olarak    gelecektir, yüklendiği şey de ya ağzı köpürmüş devedir veya kendisine has sesiyle bağıran inektir veyahut da meleyen bir koyundur.» bu­yurdu. Daha sonra da iki kolunun altı görününceye kadar elleri­ni kaldırarak dua etti ve «İşte   Yâ    Babbî    emrini tebliğ eyledim.» diyerek hutbeyi bitirdi.

© Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ, İkrime b. Ebî Hâl î d ' den o da B i ş r b. Âsim' dan o da, Abdullah b. Sü f yân' dan o da babasından, o da dedesinden rivayet ederek bana şöy­le haber verdiler :

—  H z. Ömer (R.A.), Ebû    Süfyan    (R.A.) i  ze­kât mallarının tahsili için tayin ettikten sonra    Medine'nin bir yerinde kendisine rast gelerek :

—  Seni tayin eylediğim memuriyetin ecir ve sevabı, cihadın ecir ve sevabı gibidir. Böyle, cihad gibi sevaplı bir amelde bu­lunmak seni memnun etmez mi?» deyince     Ebû    Süfyan:

—  Nasıl cihad sevabı gibi olacak? Zekât mükellefleri be­nim kendilerine zulmettiğimi zannediyorlar.» dedi. Bunun üzeri­ne    Halîfe   Hz.    Ömer   (R.A.):

—  Nasıl? diye sordu. O da :

—  «Zekât mükellefleri, oğlak ve .kuzularımızı da    sayarak bizden zekât alıyorsun diyorlar» cevabını verince,   H z.  Ömer (R.A.):

—  «Evet, bunun gibi yavruları, çoban kucağında getirse bi­le onlardan zekât al. Onlara, kuzusunu  besleyen koyunu, kesmek  için  besledikleri  koyunu,  koçlarını,   doğurmak  üzere  olan koyunu  kendilerine  bıraktığını  haber ver.» buyurdular.

® Atâ b. Aclân, Hasan-ı 6 a s r î' den ri-vâyet ederek bana haber verdi ki :

—  H z.   Ömer   (R.A.)    zekât mallarının tahsili ve top­lanması için    S ü f 'y â n    b.    M ü 1 i k '1    Basra'ya gönderdi. Süfyân    b.    Mâlik   orada bir müddet kaldıktan sonra, cihada gitmek üzere izin isteyince,    H z.    Ömer   (R.A.):

— Sen cihadda değil misin? buyurdu. O da :

— Halk benim  için «bize zulmediyor» d'iyor. Ben nasıl ci-hadda olurum?» deyince   Hz,   Ömer   {R.A.):

— Ne hususta zulmettiğini söylüyorlar? diye sordu.   Süf­yân    b.    Mâlik:

— Bana, «kuzu ve oğlakları da sayıyorsun diyorlar.» deyin­ce    Halîfe    H z.   Ömer    [HA.):

— Onları, çoban omuzunda    getirse bile say. Kendilerine kuzulu  koyunları, kesmek için besledikleri koyunları, kuzulayıcı koyunları, koçları bırakmıyor musun? buyurdu.

® Yahya b. Saîd bize M u h a m m e d b. Yahya b. Habbân'dan ve Eşcâ' kabilesine men­sup iki şahıstan şöyle rivayet etti:

—  Eşca, Kabilesinin zekât mallarının toplanması ve tahsi­li için    Hz,   Ömer   {R.A.)    Muhammed    d.    M e s-1 e m e'yi    gönderdi. Bu kabileden iki zat şöyle anlatıyor:

—  Muhammed   b.    M esleme   yanımıza geldiği zaman, bir yerde ayakta durarak, zekât yerine getirdiğimiz ko­yunları alırdı.

9 Yahya b. Saîd bize Muhammed b. Yahya vasıtası ile Kasım b. Muhammed' den şöyle nakletti :

—  H z.   Ömer    (R.A.),    bir yerde bulunurken,    oradan zekât malı olarak toplanmış olan bir sürü koyun geçti. Bu sü­rünün içinde memesi büyük ve süt veren bir koyun gördü. Ve hemen :

—  Bu koyun nedir? diye sordu. Kendisine :

—  Zekât koyunlarındandir. diye haber verdiler. Bunun üze­rine    Hz.    Ömer   (R.A.) :

—  «Sahiplerinin bu  koyunu gönül  rızası  ile    vermedikleri aşikârdır. Halkın içine fitne sokmayınız ve halktan koyunlarının en iyisini seçip almayınız.» buyurdu.

Hişam    b.    Urve    bize    babasından şöyle nak-

—  Rasûlullah   (S.A.V.)    Efendimiz,    İslâmın ilk zamanlarında, herkesden zekât emvalini tahsil etmek ve toplamak üzere tayin edip gönderdikleri zata :

—  «Yaşlı ve kocamış olan deveyi, dişi genç deveyi ve özür­lü olan hayvanları zekât için kabul et ve al.» diye emir ve tenbih ettiler ve «hayvanların iyilerini seçip almaktan menettiler.»

Jetti :

Hişârn    b.    Urve    bize    babasından şöyle nak-

—  Cenâb-ı    Hak,    Peygamber-i    ZîıŞanı-n a    [S.A.V.),   zekât alınmasını emir buyurunca, farz kılınan ze­kâtın toplanması için tayin edip gönderdikleri zata :

—  «Zekâtı halkın üzerine titrediği en iyi mallardan alma, yaşlı, genç, ayıplı ve özürlü hayvanları zekât olarak kabu! et ve al.» diye emir ve tenbih buyurdu.    Peygamber   (S.A.V.) Efendimiz,   her kesin    Cenâb-ı    Hakkın    bu husustaki emrini bilip, öğrenmesine kadar, zekât olarak alınan mallardan dolayı halkı nefret ettirecek muamelede bulunulma­sından endişe etmişlerdir. Binâenaleyh, mezkûr memur.   Pey­gamber   (SAV.) İn   emir ve irâdeleri mucibince hareket ederek, herkesden zekât topladığı sırada Badiye halkından mal sahibi bir zâtın yanına gelip aldığı emri ona tebliğ edip,   C e-nâb-ı    Hakkın,    Peygamber-i   zi-Şânına (S.A.V.)   zekât alınmasını, mücerred mal sa'hiblerinin tezkiye ve tathiri hikmetine mebnî olduğunu ifâde etti. Bunun üzerine mez­kur bedevî, Zekât memuruna :

—  «Kalk zekât mallarını al» dedi. Memur olan zat da kal­kıp, yaşlı ve kocamış deve ile genç olan deveyi ve Özürlü olanlan aldı. Bedevi, hayvanların  iyilerinden almayıp, özürlü olanla­rını almasına taaccüp etti ve şaşkınlık-içinde

—  Vallahi, senden önce hiç bir kimse,    Allah    İçin böy­le almamıştır. Tekrar kalkıp iyilerinden  seçip alınız.»  dedi  ve bu hususta İsrar etti. Bunun üzerine mezkur memur kalkıp iyi­lerini seçti. Döndüğü zaman keyfiyeti tafsilâtı ile   Peygam­ber   (S.A.V.)    Efendimize   arzedip, durumu haber ve­rince,   Efendimiz   (S.A.V.),   O zatı hayır ve dua ile an­ın ıştır.

# Süfyân b. Uyeyne bize Abdulkerîm e I - C e z e r î vasıtası İle Z i y â d b. E b î Meryem'­den şöyle nakletti:

—  Fahr-ri    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   farz olan zekâtın tahsil edilip alınması için bir memur tayin etti ve gönderdi. Daha sonra o zat memuriyetini ikmal edip dönünce, iyi ve olgunluk yaşında olan erkek deve getirmiş olunca    Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz   kendisine hitaben :

—  Hem sen helak oldun, hem mal sahiblerîni helak ettin. (Yani hem sen ahirette azaba müstahak oldun, hem de mal sa­hiplerini zarara uğrattın.) buyurması üzerine, zekât memuru olan zat:

—  Topladığım hep küçük dişi deve îdi. Lakın bunların iki­sini verip bir deve alarak, hepsini bu şekilde değiştim.» deyin­ce,   Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Öyle ise beis yok.» buyurdular.

@ D â v û d b. E b î H İ n d ' İn biz© rivayet etti­ğine göre   Amir   eş-Şa'bî   şöyle dedi :

—  «Zekâtın tahsil edilmesinde düşmanlık ve tecâvüz eden­lerin cezası, zekât vermeyenlerin cezası gibidir» denilirdi.

® Ubeyde b. E b î Râita bize E b û Hu-m e y d vasıtası ile Vüheyl b. Avf e I - Mü c â ş i' -nin şöyle dediğini nakletti :

—  Ebû    Hureyre    (R.A.) in    huzuruna gelip zekât memurlarının zulüm ve düşmanlık ettiklerini ve mallarımı almak­ta olduklarını arz eylediğim zaman :

—  Kendilerine  karşı  koyma.  Onlara sövme. Sadece şerle­rinden    Al  I a h 'a    sığın» diye bana tenbih ve emir buyurdu.

Bazı şeyhlerimiz bize    İbrâhîm    b.    Meyse-r e'nin   şöyle dediğini naklettiler:

—  Bir zat,    Ebû    Hureyre   (R.AJ    Hazretlerine: Zekâtın hangi maldan verilmesi lazım geldiğini sordu.

—  Ebû    Hureyre    (R.A.):

—  «Orta halde olanlardan. Zekât memuru onlardan almak­tan imtina ederse, beş veya altı yaşında olan develerden kendi­sine veriniz. Yine almaktan kaçınırsa, kendisine ilişme (İstedi­ğini alsın.), ona iyi sözler söyle.» buyurdular.

O    Hasan    b.    U m â r e    bize,    Ebû    İ s h â k vasıtası ile   Âsim    b.    D e m r e ' nin :

—  H z.   Ali    (R.A.) : «40 adetden az olan koyun İçin ze­kât lazım gelmez.» buyurmuştur, dediğini rivayet etmiştir.

Bana soruldu :

—  Yerden çıkan, zahire çeşitlerinden, harâc mükellefleri ile taksim olunmasını ve bunun gibi 'hurma ve bağ ağaçları hasıla­tında beyan eylediğiniz taksim şeklinde amel edilmesini rey ve İctihad edipte, vaktiyle arazilerine, hurma ve sair ağaçlara, H z. Ömer    (R.A.) m vaz' ve tertip edip ve kendileri mütehammil bulundukları cihetle razı oldukları harâcdan, udûl ile mukaseme-ye rey vermenize sebep nedir?

Bu sual ve itiraza cevap olarak derim ki =

—  Vaktiyle,    H z.    Ömer   (R.A.)    mütehammil gördü­ğü arazi üzerine yine tahammül edeceği şekilde harâc vaz' ve tertip buyurmuş ise de, vaz' ve tertip ettiği sırada, «şüphesiz ki konan bu harâc, harâc mükelleflerince verilmesi gerekli olan katı ve değişmez bir miktardır. Yani gerek    benim için gerek benden sonra gelecek hülefa-i râşidsn için bu şekildedir. Artır­mak ve eksiltmek yoktur.» demediklerinden ve ayrıca yukarıda beyan edildiği üzere Irak arazisine yani Dicle ve Fırat kenarın­da bulunan  araziyi ölçmeye memur tayin buyurdukları    O s -man    b.    Huneyf    ile    Huzeyfe    (R.A.) in memuriyetlerini ikmâl edip, döndükleri zaman, «Ümid ederim ki, araziye tahammülünden ziyade bîr şey yüklememîş olursunuz.» diye kendilerinden sual buyurmaları üzerine, kendisine,    Osman

b. Huneyf ve Huzeyfe (R.A.) Hazretleri : «Ta­hammüllerinden fazla harâc yükledik» deselerdi, konulmuş ha-râcdan tenkis edeceklerine (bu haracı azaltacaklarına) delildir. Eğer konulmuş olan harâc, değişmez olsaydı, artırılması veya eksiltilmesi olmamış olsaydı arazinin vaz' edilen haraca müte­hammil olup olmadığını ve sahiplerinin vaz' ve tertip edilenle­rin yerine getirilip ödenmesinde acizlik çekip çekmiyeceklerini Halîfe Hz. Ömer (R.A.), bu memurlardan sormaz­lardı. Konan haracın artırılması veya azaltılması nasıl caiz ol­maz. Haibuki, Hz. Ömer (R.A.) in Osman b. Hu-n e yf'e mezkur soruyu sorduklarında, cevaben kendisine : «Araziye mütehammil olduğu derecede harâc vaz' eyledim. İs­teseydim çoğaltabilirdim.» demişlerdi. Buna göre o, isteseydi alınması gereken verginin bir kısmını araziye bırakmayıp alabi­leceğini beyan eylememiş midir?.

Kezâlik Huzeyfe (R.A.), Hz. Ömer (R.A.) a cevabında : «araziye mütehammil olduğu haracı yükledim ve kendisinde çok fazla bıraktım.» demişti. Bundan da anlaşiıyor ki -Al I ah bilir ama- mezkûr arazide alınması gereken vergi­nin -az da olsa- bir kısmını bırakmıştı. Halife H z. Ömer [R.A.), arazinin vaz' olunan haraca mütehammil oiup olmadığı hakkında .onlara sorduğu sula şayed «mütehammil ol­madığını» bildirselerdi, bu vergiyi azaltmak ve «daha fazlasına tahammülü vardır» demeleri halinde de arazi sahiplerine zarar vermiyecek kadar artırmak maksadına mebnî idi. Binâenaleyh, önceden vaz' edilen haracın çokluğu ve mezkûr arazinin buna tahammülünün bulunmaması sebebiyle arazi sahipleri tertip edi-İen bu vergiyi îfâ edememekte olduklarını, bu halin devamının arazielrini terk ederek başka diyara göçmelerini gerektireceğini gördüğümüz zaman, bu haracı, o arazilere vaz' eden H z. Ömer (R.A.)'in, «bu arazinin vaz' edilen haraca mütehammil olup olmadığını» sorduğundan, güç ve fakatlarının fevkinde ha­râc teklif edilemiyeceğini anladım. Arazi sahiplerine takatleri ve arazilerinin tahammülü fevkinde harâc teklif edilmemesi hak­kında, Hz, Ömer (R.A.) m emirlerine uyulmasının doğru ve her tıâl-u kârda hayırlı olduğu reyinde bulundum.

® Takdir edilmiş olan haracı azaltmak ve arttırmak, elde edilen zahireyi taksim ederek haracını almak veyahud araziyi ölçerek üzerine akçe vaz' etmek gibi tasarruflar Müslümanların İmâmı (halife) olan zatın vazifelerindendir. Buna bir delil daha vardır. Şöyleki :

H z. Ömer (R.A.) in hilafet zamanlarında, Irak sevâdı fetholununca -3600 arşın yüzölçümünde olup- Csrîb tesmiye kı­lınan arazi üzerine, gerek ma'mur gerek gayr-i ma'mur olsun 8 mekûk itibarında oaln 1 'kafîz zahire ile 1 dirhem gümüş; hur­malık arazinin her cerîbine 8 dirhem gümüş vaz' eylemiş; bazı hurma ağaçlarından da bir şey almayarak, onları yardım olarak arazi sahiplerine terk etmiştir.

Meşakkatsiz yani akar su 'ile suluanan hurmalarından 1 öşür (1/10), dolap ve saire ile sulanan hurmalarından yarım öşür (1/20) mahsul, viran arazinin hurmalarında ise hiç bir şey alınmamasını tertib buyurmuştur. Yukarıda 'geçtiği gibi üzüm bağlarına ve sair meyve ağaçlarına çeşitli miktarlarda vergi 'koy­muştur.

Yine, H z. Ömer (R.A.), Ya'lâ b. Umeyye'-yi Necrân arazasine tayin ederek, arazi sahiplerine C e-nâb-ı Hakkın ihsan buyurduğu arazilerinin mahsulâtı­nın, sülüs '(1/3) ve süiûsan 2/3-üçte iki) üzere taksim etme­sini; hurma ağaçlarından elde edilen hurma mahsulünün, meşak­katsiz sulanan kısmından sülûsânı (2/3-üçte iki'yi) müslüman-iar için, 1 sülüs (1/3 üçte biri) kendilerine, dolap ve sair alet­lerle ve meşakkatle sulanan kısmından ise sülûsânı (2/3-üçte ikisi) kendilerine, —sülüsü (1/3-üçte biri) müslümanlara veril­mek üzere kendisine yazılı emir verdiği sabittir.

H z. Ömer (R. A.) Efendimizin birbirine mübayin ola­rak Irak sevâdı hakkında bir türlü, Necrân Arazisi hakkında baş­ka türlü, harâc ihtiyar buyurmalarında İmâm-ı Muslinim (halîfe) olan zat muhayyer olup, her bir araziye mütehammil gördüğü haracı vaz' ve tertîb edebilmesine bu yine bir delildir. Nitekim Fahr-i Âlem (S.A.V.) 'Efendimiz, Hayber'i'harp­le fethettikleri zaman, üzerine 'harâc vaz' ve tertib buyurmaya-rak, nısf hisse (yarım 'hisse-1/2) ile, yahudilere müsâkâten tes­lim eylemiştir. H z. Ömer (R.A.) da, Irak Sevâdmı fet­hettiği zaman, onların reislerini çağırıp,   onlarla görüştü, Acem hükümdarına ne kadar vergi ödediklerini sordu. Herbiri «27 dir­hem vermekte olduklarını» söylediler. Bunun üzerine H z. Ömer (R.A.) bu miktara razı olmayacağını açıklayarak, beide ve arazilerinin ölçülmesini emir ve üzerine tertib edilen haracı vaz' eyledi. Bu türlü icrââtı, hem harâc mükellefleri İçin -bazısınınkini azaltıp, bazısınmkini çoğaltarak- hiç bir kimseye takatından ziyâde harâc konmamasiyle, hem de beytü'I-mâl için en faydalı ve en doğru olduğundan bu reyi ihtiyar eylemiştir. Binâenaleyh, İmam-ı Müslimîn olan zat (halîfe), vaktiyle H z. Ömer (R.A.) in harâc mükelleflerine yüklediği vergileri, şim­diki halde, halleri mütehammil ve arazileri o kadar harâc İfa ede­biliyorsa hali üzere bırakır. Aksi takdirde, kendi güçleri ve ta­katleri ile arazinin tahammülü derecesine indirebilir.

• Abdur rahman    b.   S â b i t   b. bize babasının şöyle dediğini nakletti :

 Sevbân

— Âdil Halîfe Ömer b. Abdülaziz e I - E m e -v î Hazretleri valilerinden A'bdülhamid b. Abdurrahman isimli zata şu mektubu yazdı:

«Valiliğinizin tasarrufu altında bulunan araziyi tahkik et. Gayr-i mamur olan araziyi, ma'mur araziye, ma'mur araziyi de gayr-İ ma'mur araziye kıyas etmeyesin. Yani, gayr-ı ma'mur olan araziye bir miktar şey tahmil edersen, tahammül ve takatince ondan bir miktar şey alarak, ma'mur oluncaya 'kadar ıslahına çalışasm. Mahsul vermeyen arazi ma'mur olsa bile ondan bir şey almayasın. Ma'mur olan araziden alacağınız haracı rıfk ve mülâyemetle alıp, arazi sahiplerini nefret ettirecek surette ken­dilerine kötü muamelede bulunmayasm.

Sana, 'haracı yedi miskal veznindeki gümüş dirhem olarak almanı, teber edilen -gümüşün iyisi iki rübâs denilir- cinsinden almamanı, nevruz bayramında veya mihricanda -İranlıların hü­kümdarlarına verdiği- hediyelerini kabul etmemeni, kâğıt üc­reti, ecr-i fütûh, ev kirası, nikâh akçesi namiyle kendilerinden fazla hiç bir akçe almamanı emrediyorum. Arazi sahiplerinden İslâm dini ile müşerref olanlara harâc yoktur.

© Haracın tahsil ve toplanması için tayin edilen valinin (âmil) harâc arazisinden, hiç bir kimseye, bir şey hediye etme­si caiz değildir. Meğer ki İmâm-ı Müslimîn olan zat kendisine bu hususta vazife ve selâhiyet vermiş ola. Yani, İmâm-ı Müslimîn kendisine: «reaya hakkında menfaatli ve uygun gördüğün hibe­yi sana vazife kıldım. İstediğine hediye ver.» diye emir verme­yince, hiç bir kimseye, hiç bir şey hibe etmek caiz olmadığı gibi kendisine hediye verilen kimsenin de -böyle bir- izin ol­madan, kabul etmesi caiz değildir. Muhakkak ki, kendisine ter­tip edilmiş olan 'haracın tamamını Ödemesi vâcibtir. Çünkü, harâc denilen şey, toprağın zekâtı oiup, bütün müslümanlar için bir ganimettir.

Harâc memuru, o beldenin veya nahiyenin haracını uhtesi-ne almış ve iltizam etmişse, o zaman bu mal kendisinin malı demek olacağından ondan istediğine hibe edebileceği gibi, ken­disine hediye verilen zatın da kabulüne cevaz vardır. Eğer İmâm-ı Müslimîn olan zat bir hikmet ve maslahata binaen, top­rağın haracının alınmasında toprak sahibi olan kimseye vazife verilmesi reyinde olursa, bu vazifelendirme caiz olduğu gibi, toprak sahibinin kabulü de caizdir.

Vehasıl, İmâm-ı Müslimîn veyahud onun bu hususta görev­lendirdiği ve yetki verdiği memuru hibe edilmesinde umumun menfaati ve İyiliği olması şartiyle hibe edebilir. Bunlardan baş­ka, harâc mallarından, hiç bir kimse, hiç bir şey hediye ede­mez, bağışlayamaz.

Öşür arazisini, harâc arazisine, veyahud bilakis, harâc ara­zisini, öşür arazisine çevirmek hiç bir kimse için caiz değildir. Yani bir kimsenin öşür arazisinden tarlası olup, civarındaki hâ-râc arazisinden bir tarlayı alıpta kendi tarlası ile birleştirerek hepsine öşür vermek, veyahut bilakis, harâc arazisinde tarlası olup, onun bir tarafında bulunan, öşür arazisini alıpta ona ilave ederek ikisine harâc vermek caiz değildir.

İşte arazide ve harâcda caiz olmayan meseleler bunlardır.

 

Göllerdeki Balığı Satmak

 

Balığın göllerde ve durgun sularda iken satılmasında tehli­ke olduğu ve müşterisinin onu avlaması gerekeceği cihetle bu durumda olan balığın satışı caiz değildir. Meğer, avlanmadan hemen el iie tutulup alınırsa, o zaman satışı caizdir. Kezâlik, Avlanmaya İhtiyaç göstermeden, havuz veyahud kuyuda olup, tutulması mümkünse satışı caizdir. Lakin, avlanmaya ihtiyaç göstermeden tutulup alınması 'kabil olmadığı zaman kırlardaki ve ormanlardaki ceylan ve 'havadaki kuş gibidir ve satışı caiz değildir. Zira, avlanıp avlanamıyacağı meçhuldür. Onu kim av­larsa onundur.

Bazı kavillere göre, göllerdeki balığın satılması caiz ise de -en doğrusunu Allah biiir- isabetli kavil satılmasının caiz olmadığıdır.

©  A I â  b.  e I - M ü s Haris e I - U k I î' den  H z. eyyeb  b. Râfİ' bize Ömer   (R.A.) in :

— «Sudaki balığı aranızda alıp - satmayasınız. Zira, o teh­likelidir.» buyurduğunu rivayet etmiştir.

®    Bu mealde,    Abdullahdan da bir 'haber varid  olmuştur.    Şöyle ki E b û   Ziyâd'ın    bize    Müseyyi b    b. vâyet ettiğine çöre,   Abdullah    b.    M Hazretleri :

M e s ' u d    (R.A.) Yezîd    b. Râfi' den   ri-es'ud   (R.A.)

—  «Sudaki balığı satmayınız. Çünkü o tehlikelidir ve meç­huldür.» buyurmuştur.

# Abdullah b. Ali bize İ s h â k b. A b -d ü I la h vasıtası ile Ebü'z-Zinâd'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

— «Irak tarafındaki bir gölde balık toplanmakta olduğunu bildirip bu gölün icara verilip verilememesi    konusunda    rî z. Ömer    (R.A.) dan izin  istediğim zaman, icara    verilmesini bana emretti.

#   I m â m -1    Â iz a m   € b û   'H a n î f e ,   H a ffi -m a d ' in    şöyle dediğini rivayet buyurdu.

—  « Öm « r . b.   Abdülaziz   tarafından vali bulu­nan   A b d ü I h a m i d    b.   A b d u r r a h m a n   göllerin saydıyesi hakkında Ömer  b. Abdülaziz 'den   sor­ması üzerine «satışında beis yoktur» cevabını almıştır.. Sudaki balık «celis» diye isimlendirilmiştir. .

•  Hasan  b. U m  â  r e    bize    Hakem    b. U teybe   vasıtası ile     İb r â h î m ' in[89] şöyle dediğini rivayet etti:

—  «Bir yerin  içinde mahsur olup, kaçacağı bir yer olma­yan;  balıkların  bir kısmını görüyorsan  satın alınmasında beis yoktur, yani caizdir.»

& Ki Ali (R.A.) nin Mersa Gölü diye anılan balık gölünü 4000 dirhem bedelle ihale ettiğini bildiren deri üzerine bir mektup yazıp vermişti. Bu mektubun kendilerine verilmesi kabz ve teslim olunmak içindir.

•_ İ b n-i E b î Leylâ bize Tabiînin büyüklerin­den   Amir   e ş-Ş â'b î'nin   şöyle dediğini rivayet etti :

—-«Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, tehlikeli satıştan yani meçhul ve tehlikeli şeyleri satmaktan menetmiştir.»

 

Ağaçsız Veyahud Ağaçlı Olan Tarlaları İcara Vermek

 

Ey Mü'minlerİn Emîri!

Ağaçsız olan arazinin nısf (1/2) veyahud, sülüs (1/3) hisse ile müzaraatsn verilmesinin caiz olup olmadığı hakkındaki hü­kümlerin beyan olunmasını irade buyurmuştunuz. Konunun izahı­na başlıyorum :

Hicaz  ve  Mcdîne  Ulemâsı   ile Küfe  Ulemâsı  arasında bu

br-bda ihtilaf vaki olmuştur. Hicaz ve Medine Ulemâsı ağaçsız o!an arazinin mânâsafeten (1/2 ile) veyahud müsâleseten (1/3 ie) müzaraasinin caiz olmadığı, hurma ve diğer ağaçları sülüs (1/3) veyahud rubu' (1/4) veya da'ha az ve daha çok hisse ilo müsakaten verilmesinin caiz olduğu reyinde bulunup, boş ara­zinin hükmü, ağaçların hükmüne muhaliftir, uymaz diye rey ve ictihad eylemişlerdir.

Küfe ahalisi ise bu hususta iki muhalif topluluğa ayrılmış-t'ır. Bir kısmı, nısf (1/2) ve sülüs (1/3) ile ağaçların müsakaten ve arazinin müzaraaten verilmesini caiz görmüş, diğerleri ise, iki kısmın yani hem ağaçların müsakaten ve arazinin müzaraa­ten verilmesi fasittir, diye rey ve ictihad eylemişlerdir. Yani iki fırkada ikisini bir görürler. Müsâkât'ın fesadına kail olanlar, mü-zâraanın da fesadına kaildirler. Müsâkâtın cevazına kail bulunan­lar kezâlik müzâraanm cevazına da kaildirler.

O Bu babda bize rivyet edilen kavillerin en doğrusu ve güzeli -Allah en iyi bilendir-, gerek müsâkât ve gerek müzâraa hepside sahih, doğru ve caizdir. Çünkü, adem-i sıhhati cehaletten ise, şsrkeî-i müdârebe'nin sıhhatinde ulemâ arasında ihtiiaf yoktur. Halbuki, bunun kârı malum değildir. Nitekim hasıl olacak kârdan nısf (1/2) yahud sülüs (1/3) hisse İle bir kimse, başka bir kimseye malını müdârebe verdiği zaman, hasıl olacak kâr ma'ium olmadığı halde, hakikatinde ulema arasında asla,, İh­tilaf vâki olmamıştır. Arazi ise gerek ağaçsız olsun, gerek üze­rinden her çeşit ağaç bulunsun benim reyimce ayniyle mal-ı mü­dârebe gibidr.

© İmâ'm-ı Âzam Ebö Hanîfe, gerek ağaç­larda müsâkâtı gerek arazide müzaraayi sülüs (1/3), veyahud rubu' (1/4) veyahud da daha az veya daha çok bir nisbet ile caiz görmeyenlerdendi. Büyük müctehidierden E b î Leylâ ise her iki şekli de caiz görenlerdendi.

Imâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve bu hususta onun gibi düşünen diğer kimselerin bu babda dayandıkları delil, Ebû Hası y n ' in, İbn-i Râfî' b. Hadîc' den onun da babasından rivayet ettiği şu hadis-i şerîfdir.

F a h r-i Alem (S.A.V.) E f e n d m i z , yolda yümüste'ciri oiduğu rüdüğü esnada Râfî' b. Hadîc'in bağa uğrayıp :

— Bu bağ kimin bağıdır? diye suâl buyurunca,

Râfî

— Ben onu sahibinden icare tuttum cevabını verir. Peyga m b e r (S.A.V.)Efendimiz:

— «Bundan hasıl olan mahsulden bir şey karşılığında bu­rayı icara tutma» dîye yasakladılar. Gerek İ m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe, gerek müsâkati caiz görmeyen, mezkûr âlimler hadis i şerifle delil getirerek, «meşhul olduğu İçin iş bu icare fasiddir» demişlerdir. Müzaraanın caiz olmadığı hakkında da yine F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin sülüs (1/3) veya rubu1 (1/4) 'ile müzâraayı tecviz buyurmadikla rını işaret eden H z. C â b i r (R.A.) in rivayet eylediği ha­dis-i şerîfle delil getirirlerdi. Hicaz ve Medine ehline gelince Hayber ciheti fetholunduğu zaman, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, gerek boş arazisini ve gerek üzerinde dikili ağaç olan araziyi, ahalisine müsakaten ve müzâraaten vermek­le,' her iki şeklin de caiz olduğu kanaatine varmışlardır. Buna muhalefette bulunan Ebû Hanîfe .ve onun görüşünde olanlardan başka bir kimse bilmiyorum.

@ En iyisini A I I a 'h bilir amma, işittiğim kavillerin en doğrusu ve güzeli gerek ağaçların ve gerek arazinin müsakaten ve müzârsaîen verilmesi caiz ve doğru olduğudur. Bu babda Heyber'in müsâkatı hakkında rivayet olunan hadis-i şerifler bizce daha uygundur. Bunun hilafında varid . olan hadislerden daha umumidir. O sebeble tarafımızdan bu konudaki hadislere uyul­muştur.

© N â f î' bize Abdullahb. Ömer vasıtası ile H z. Ömer (R.A.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir :

— Hayber   fethedilince,  Fatır-i  Âlem (S.A.V.) Efendimiz,   meyve ve tarla mahsulatından nısf [1/2) hisse ile muamele edip, arazilerini kendilerine vermiştir. Ezvâc-i mutahharatan her birine, Hayber  mahsulatından, her sene 80 vesk hurma ile 20 vesk arpa verilirdi. H z. Ömer   (R.A.) hilâfeti   zamanında  Hayber'in  mahsulatını taksim  edince, Hay­ber arazisinden o miktar mahsulat veren arazi İle ağaçları ken­dilerine ıktâ'an verilme veyahud zaman-i  saadette kendilerine verilen 80 vesk hurma ile 20 vesk arpa'nm ,her yıl kendilerine verilmesi arasında Halîfe Hz. Ömer   (R.A.) ezvac-i mutahharâtı  muhayyer bıraktı.    Bu durumda, aralarında ihtilaf odip, bazıları kendilerine teklif edilen arazinin verilmesini, ba­zıları da -eskiden olduğu gibi- her yıl vesk'Ierin kendilerine ve­rilmesi  şıkkını seçmişlerdir.    H z.   A i ş e    (R.A.)    ile    H z. H a f s a    (R.A.)    vesklerin verilmesini istemişlerdir.

® Ömer   b.    Dînâr   bize şöyle dedi :

—  Bir gün, Ebû Cafer1 İ meclisinde bulunduğu­muz sırada huzurda bulunanlardan bir adam,   Ebû    Cafer'­den :

—  «Boş arazi ile hurma ve sair ağaçlar hisse ile ne şekil­de verilir?» diye sordu.   Ebû    Cafer   cevaben :

—  Fahr-i   Alem    (S.A.V.)    Efendimiz,    koru­mak, sulamak ve her sene lazım gelen aşılama işini yapmak üze­r Hayber'deki hurma ağaçlarını,   Hayber ahalisine   verdiler. Meyvelerin toplanması sırasında,    Peygamber   (SAV.) Efendimiz,   Abdullah   b.   Revâha'yı    memur olarak gönderdi.   Abdullah    b.    Revâha,    Hayber'e varınca, ağaçlardaki hurmaları tahmin ve değerini takdir ederek ahalisine toplatır ve nısf (1/2-yarım) hissesine isabet eden kıy­metini    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimize    geti-' rirdi. Durum böyle devam etmekte iken, bir sene,    Peygam­ber    (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna gelerek:

—  «Abdullah  b. Revâha,   hurmanın kıymeti-" nin takdirinde bize haksızlık ediyor.» diye şikayette bulundular. Bunun üzerine   Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Biz,   Abdullah    b.    Revâha' nın    tahmini ile sizin hissenize düşen hurmaların bedelini size ödeyelim. Yani bu tahmin ile bize düşen hurma sizin, sîze düşen hurma bizim ol­sun.» buyurunca şikâyetçiler elleriyle işaret ederek :

—  İşte 'hakkaniyet budur. Semâvât ve arz bu adaletle ayak­ta durur  diyerek durumu kabul   edip, İslâm adaletini övdüfer. Abdullah    b.   Revâha'nın    tahmini üzere kendilerine isabet eden hurmaları kabul edip, yarısına ait olan bedeli öde­yeceklerini taahhüt ettiler. Hurmaları alıp, nısf (1/2) hissesinin bedelini    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimize   öde­diler.

Haccâc'ın bize, Ebû Ca'fer' den rivayet ettiğine göre :

—  Fahr-i    Alem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Hayber'i hasılatın nısfı (1/2) ile ortağa vermişlerdir.    Hz.   € b û    Be-k i r   (R.A.),    H z.    Ömer    (R.A.)    ve    H z.    Osman (R.A.)   da kendi arazilerini sülüs (1/3) hise ile müzâraa yoiuyle verirlerdi.

9 A ' m e ş bize I b r â 'h î m b. Muhacir yo­lu ile    Musa    b.   T a I- h a 'nın    şöyle dediğini rivayet etti:

-Sa'd b. E b î V a k k as (R.A.) ile Abdul­lah b. M e s'u d (R.A.) Hazretlerinin arazilerini sülüs (1/3) ve rubu1 (1/4) hissesi ile ortağa verdiklerini gördüm.

© Haccâc b. Ertât'ın bize Ebû Ca'fer'-den rivayet ettiğine göre :

—  Rasûlullah    (S.A.V.)    Efendimiz,    Hayber tarafını nısf (1/2) hisse ile verdikleri gibi;    N e b i i    z î- Ş a n (S.A.V.)    Efendimizle        Hz.    Ebû    Bekir    (R.A.), H z.   Ö <m e r   (R.A.)   ve    H z.   Osman    (R.A.)    Efen-dilerimiz süiûs (1/3) hisse ile ortağa verirlerdi.

@ Bu babda işitmiş olduğumuz hadîs-i Şeriflerin en doğru ve en kuvvetlisi işte bu zikretiğimiz hadis-i şeriflerdir. En İyisini A I I ah bilir amma, alınması ve kendisi ile amel edilmes gere­ken, kavi, bu kavildir.

®    Müzâraa'nın (Ziraat Ortaklığı) Keyfiyeti

Müzâraa'nin keyfiyetine gelince, Müzâraa bir kaç şekilde olabilir:

1— Ariyet : Bir kimse kendi arazisini, icar şartı koşma­dan ziraat yapmak üzere diğer bir kimseye iare eder o da kendi hayvanı, emeği ve tohumu iie ekerse, elde edilecek mahsulatın hepsi araziyi ekene ait olur. Bu arazi, haraç arazisinden ise, ha­racın] arazi sahibi verir. Öşür arazisinden ise, öşrünü ziraat ya­pan kimse verir.   İmâm-i    Âzam    Ebû    Hanîfe   bu reyde bulunmuştur.

2— Yarı Yarîya Ortaklık :  Bir kimsenin kendi arazisi­ni, müştereken İşleyip ziraat yapmak üzere diğer bir kimseyi da­vet edip, tohumu ile masrafı ikisi tarafından yan yarıya verilirse bu da birinci şıktaki gibi caizdir. Mahsulat aralarında yarı yarıya bölüşülür. Bu arazi öşür arazisinden ise, öşür hasılattan verilir. Bu arazi, harâc arazisinden ise, haracını sahibinin vermesi lâzım gelir.

3— Arazîyi İcarlamak : Ağaçsız bir tarlayı, belli mik­tardaki para karşılığında bir veyahud iki sene müddetle icarla-msktır. Bu şekil ittifakla caiz görülmüştür. İ m â m -1    Âzam Ebû    Hanîfe,    bu arazi gerek harâc arazisi olsun, gerek öşüi" arazisi bulunsun haracının veya öşrünün arazi sahibinden alınması lazım gelir, demiştir. Benim reyime 'göre ise, bu tarz­da icarlamak her hâl-ü kârda caiz ve doğrudur amma, bu arazi hsrâc arazîsinden olursa, haracının   -Ebû    Hanîfe   ' nin buyurduğu gibi- arazi sahibi tarafından verilmesi lazım gelir an-csk;öşür arazisinden isa harman - mahsul - sahibi her kim ise ondan alınır.

4— Üçte Bir Veya Dörtde Birle Ortaklık : Bir kim­senin arazisini diğer bir kimseye mahsulatından süiûs (1/3) ve-yahud rubu' (1/4) almak üzere vermesidir.    İ m â m -1    Âzam Ebû    Hanîfe:

— Bu şekilde ki icareler fâsiddir. Müste'cirden bu arazinin ecr-i misli alınarak arazi sahibine verilir. Bu arazi gerek harâc arazisi olsun, gerek öşür arazisi bulunsun, haracı­nın veya öşürünün arazi sahibinden alınması lazım gelir.» bu­yurdular. Benim bu husustaki görüşüm İse, arazi sahibi iie ara­zide ziraat yapan şahsın şartları her ne İse, o şartlar üzere müzâraa (ziraat ortaklığı) caiz ve sahihtir. Bu arazi, harâc arazism-dsn ise, haracı yalnız arazi sahibinden alınır. Arazi, Öşür arazi sinden ise, öşrü mahsulattan yani ikisinin kesesinden alınır. İşte bu şekil müzâraa'nın dördüncü şeklidir.

5— Sadece Emek Mukabili Ortaklik : Bir kimse zi­raatçılardan birine hem arazi, hem tahum ve nemde işleyecek hayvanları verir, çiftçi tarafından sadece emek olursa, meydana gelen mahsulatdan ç;iftçinin emeğine mukabil südûs (1/6-al­tıda bir) veyahud sübu' (1/7-yedide bir) almasıdır. İ m â m-ı Âzam Ebû Hanîfe ve onun reyinde olan diğer zevata göre fâsid bir müzâraa (caiz olmayan bir ziraî ortaklık) olduğu için mahsulatın hepsi arazi sahibine aid olup, çiftçiye yalnız ecr-i misli lazım gelir. Tarla, harâc arazisinden ise haracı arazi sahibinden, öşür arazisinden ise öşrü mahsulatın harmanından alınır. Benim reyim de, şart ve mukaveleleri her ne üzerine akde-dilmişse, o şekilde bu müzâraa [ziraat ortaklığı) caizdir. Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizden bize gelen haber­ler (hadîsler) buna delâlet eder.

 

Değirmen, Ev ve Gemilerin Ortağa Verilmesi

 

Bir kimse değirmenini kira ve ücretie, un öğütmek ve ondan ne kazanılırsa yan yarıya aralarında taksim edilmek üzere diğer bir kimseye vermiş olsa, bu durum fâsiddir, caiz değildir.

Keza, bir kimsenin bir evini veya köydeki bir kaç odasını veyahud bir kaç hayvanını veyahut da bir gemisini kiraya ver­mek veyahud çalıştırmak ve elde edilecek hasılatı ikisi arasın­da yarı yarıya taksim edilmek üzere, bir başka kimseye verme­si, gerek İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe1 nin kav­line ve gerek benim reyime göre fâsiddir. Zira, bu mes'eleler zikri geçen müsâkât ve müzarea gibi değildir. Fasid olan bu mes'elelerde kiralayan kimseye ecr-i misi verilir. De­ğirmen, gemi, ev yahud odalardan elde edilen gelir her ne ise hepsi sahibine aiddir,

 

Dicle Ve Fırat Üzerindeki Adalar İle Su Bendleri Hakkinda

 

Dicle Nehri ile Fırat Nehrinde su ile örtülü iken, daha sonra üzerinden suyun çekilmesi ile ortaya çıkan adalara arazileri ya­kın olan bazı kimseler, suyun tekrar basmasından muhafaza ede­rek orada ziraat yapsa veyahud su azalarak ortaya çıkan bazı adalara bitişik olan arazi sahipleri gelip sudan koruyarak orada ziraat yaparsa, bu kabilden olan arazi hakkındaki ahkâmın beyan edilmesini irade buyurmuştunuz. Konuyu beyan ve izah etmeye başlıyorum.

Ey Müzminlerin Emîri!

Bunun gibi araziler, mevât arazi hükmündedir. Etrafına su baskınından koruyacak duvar örüp, orada ziraat yamakta, hiç bir kimseye zarar dokunmaması halinde, duvarla çevirip muhafaza eden kimseye verilir. Suyun önünü sedle muhfazast, her hangi bir kimse hakkında zarar meydana getireceği anlaşılırsa, sed çekip orada ziraat yapmaktan menedilir. İmâm-ı Müslimîn'İn re'yi ve emri olmadan orada bir şey yapamaz.

Musa'nın Bostanı namı ile anılan bahçenin hizasında veyahud batısında bulunan ada gibi, bir adadan sular bir tarafa dökülüp, ada ortaya çıkarsa, böyle bir adaya, kimse bir şey yapamaz, o adada ziraat yapamaz ve bina inşa edemez. Ayrıca İmâm-ı Müs-limîn (Halîfe) olan zat da buna benzeyen arazilerden hiç bir kimseye bir şey ıktâen veremez. Çünki, bunun gibi adaların su­lardan muhafazaları için sed yapıp, orada 2iraat yapıldığı zaman, etrafında bulunan yerlere ve evlere zararı olacağı aşikârdır.

£ Lâkin, şehirlerin uzağında bulunan adaları -önceden beyan edildiği gibi- bir kimse sed içine alıp, orada ziraat yapar­sa ve kimseye de zararı olmazsa, mevât arazi gibi ihya edip, beytü'l-mâlin hukukunu ifa ederse, yani vergisini verirse o top­rağın sahibi olur.

Keza, su içinde, sazlık olan (bataklık) ve 'hiç bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan bir yeri bir kimse gelip de etrafına bent çevirerek, sudan kurtarıp, temizleyerek ihya eylerse, o yere mevât arazi hükmü verilir. Keza, bir kimse nehirlerin kenarın­dan, denizden ve karadan emek sarfederek, bir kimsenin mülkü veyahud mülkü dahilinde olmayan araziyi İhya ve İmar ederse, arazîi mevât gibi kendisine verilir.

Daha önce, diğer bir kimsenin mülkiyetinde bulunan bunun gibi bir ada ve sâireyi ihya eylemiş olan kişiye bana göre bu îmar ettiği yerden hiç bir şey verilmez, bu yer önceki malikine verilir. Şayet ikinci kimse, o araziyi ekmiş bulunursa, hasılatı kendisine verilir. Ziraat yapmasından dolayı o arazide bir nak-sanlık vaki olursa, ikinci şahıs tazmin eder. O arazi, kır ve be­yaban olurda üzerinde kamış gibi bazı nebat ve otlar bulunursa, onu da zâmin olur.

• Bir kimse, öyle sazlık, kamışlık, bataklık gibi su içinde kalmış olan araziye, sed veya bent yaparken veya ark açarken, diğer bir kimse gelip :    «ben seninle bu araziye gireceğim ve sana ortak olacağım» demiş olsa, o şahıs girdiği ve ortak oldu­ğu zaman, bu arazi üzerindeki sular çekilmişse şirket batıldır. O adam girdiği sırada sular çekilmemiş idiyse bu şirket caizdir.

Keza, bir kimse, bir kara parçasını imar ederken, diğer bir kimse gelipde beraberce o kara parçasına hissedar olacak olsa, evvelki kimse eğer o arazide kuyu, ark veya imar sebeplerinden bir iş yaparak, suyu o araziye sevk etmişse, şirket fasiddir. Eğer bir şey kazmamış ve temizlememiş ise -önceki mesele gibi-mezkûr şirket caizdir.

# Dicle ve Fırat Nehirlerinde suların çekilmesi ile bir ada zuhur etse ve hizasında bulunan yerin sahibi kendi evinin men­faatine kullanarak, onu kendi yerine katmak istese bu caiz ol­maz. Ve bu yer kendisine terk edilemez.

Başka bir kimse gelerek, onu duvar içine almak veya baş­ka bir yolla onu hıfzedip beytü'l-mâlin o arazi üzerindeki huku­kunu edâ ederse, mevât arazi hükmünde olduğu için ona verilir. Yeri aynı hizada bulunan kimse, araziyi işleyip beytü'l-mâl hu­kukunu vermek isterse komşuluğundan dolayı tercihan kendi­sine verilir.

Eğer bu ada, yapılan duvar veya bentlerden dolayı o nehir­lerden geçecek kayık ve gemilere zarar verir ve yolcuların bat­maktan korkmalarına sebep olursa, ihya eden kimsenin elinden alınır ve eski haline getirilir. Zira, bu durumda, o ada, umumî yol hükmündedir. Umumî yolda olduğu gibi, onda da hiç bir kimsenin, müslümanlara zarar verecek bir şey yapması caiz gö­rülmez. İmâm-ı Müslimîn (Halîfe) oian zatın da, Müslümanların, yollarından hiç birini, her hangi bir kimseye ıktâen vermesi caiz değildir. Allah indinde mes'uliyeti muciptir.

Hatta, Halîfe'nin ammenin faydalandığı gerek yakın, gerek uzak olsun -başka yolları olsa bile- caddeler ve müslümanların diğer yolları üzerine bina yapmak üzere hiç bir kimseye iktâen vermesi caiz değildir. Şayet vermiş olsa, günahkâr olur.

Keza Fırat ve Dicle gibi nehirlerde üzerinden su çekilen adaların, ıkîâen verilmesinde müslümanlara bir zarar olmazsa verilebilir. Verilmesi durumunda zarar olacağı anlaşılır ise, veri­lemeyeceği gibi, o adada müslümaniar hakkında zararı icap etti­recek yapılar ve tesisler yıkılır ve kaldırılarak eski aslî haiine döndürülür.

0 Suâl buyurduğunuz, Divle Nehrinde bir köy arazisine su çıkarmak için, o arazi sahibinin Dicle de gemilerin geçtiği yer­de yaptırdığı arûb denilen bentler konusuna gelince, mezkûr bendler, her ne kadar, Dicle Nehrinden geçen gemilerin geçme­lerine menfaatleri var ise de, zararları da vardır. Bu nehirde, ge­çen gemilere zararı olan bendler yıktırılır. Gemilere zararı olan yerlere bu gibi şeylerin yapılmasına ruhsat verilmez. Bazı za­manlarda rüzgâr gemiyi kaldırıp mezkûr bentlere çarparak ge­milerin parçalandığı bazı kimseler tarafından bana haber veril­miştir. Böyle bir şeyin vuku halinde, bend sahibine, o geminin kıymetinin tazmin ettirilmesi görüşündeyim. Dicle ve Fırat Ne­hirleri, müslümanların umumî yolu mesabesinde olduklarından, İmâm-s Müslimîn (Halife) bulunan zat, bent gibi zaruretli şeyler yapıldığını haber alınca hemen yıktırarak başka bir tarafa kal­dırılmasını emreder, bunların yapılmasında büyük zarar vardır. Kim, bu gibi nehirlerde, yaptırdığı şeylerden dolayı zarar-ziyan meydana getirirse kendisine tazmin ettirilmek lazımdır. Hatta ben Dicle ve Fıratta gemilerin geçtiği yerleri araştırarak öyle bent­ler gördükleri zaman, hemen başka bir tarafa naklettirerek, bir daha aynı yere yapılmaması için sahibine kat'î tenbihatta ve şid­detli tehditte bulunmak üzere, mevsuk ve emin bir zatın memur edilmesinde büyük isabet ve sevap olacazı görüşündeyim.

 

Kanal, Ark, Kuyu Ve Nehirlerin Ve Sulardan Hisse Almanın, Faydalanmanın Ahkâmı

 

Ey Mü'minlerin Emîri! Birde kanalların (nehirlerin) kenarı, cadde üzerinde bulunup bazı kimselerin yerlerine ve evlerine zarar veriyorsa, o ev sahiplerinin evlerine girmek istedikleri zaman kendilerine zahmet ve meşakkat verdiğinden dolayı -bu kanallar ilk defa bir vali veya bir emir tarafından açılmış olduğu bilinsin veya bilinmesin - emîre'l - mü'minîne arz ve şikâyet edildi­ğinde, o kanalın toprak ile doldurulmasının veyahud bozulması caiz olup olmadığını ve bu babda şer'î hükmün neden ibaret bu­lunduğunu sual buyurmuştunuz. Geniş olarak izahına başlıyo­rum :

© Bu kanal (nehir), kadım ise, hâli üzere terkedilir. Ka­dîm olmayıp da bir vali veya başka birisi tarafından yaptırılmış ise, bu mes'elede mezkûr kanalın (arkın) menfaatine ve zara­rına bakılır. Menfaati çoksa yani faydası zararına galip ise hâli üzere terk olunur. Zararı menfaatine galip olduğu takdirde ise, iki tarafı yıkılarak doldurulup, hâk ile yeksan edilmesi için emir buyurmanız lâzımdır. Velhasıl, menfaati olan kanalın, imâm-ı müslimîn. (halîfe) olan zat tarafından yıkılmaması ve zararlı olan kanalların da yıktırılarak yerle bir ettirilmesi gerektir. An­cak, bazı kavimlerin içmesine mahsus olan kanallar, bazı ka­vimlere zarar, bazı kavimlere menfaat vermekte olduğundan vo hakkı şuf'a bulunduğundan ona dokunulamaz. Zarar gören'er tarafından mezkûr kanal bozulur ve doldurulursa, eski haline getirtilir ve doldurulmasını emredenler ve bu işi yapanlar hak­kında şiddetli ceza tatbik edilir. Zira, bir çok kimse buradan ortaklaşa su içmekte ve su içmek hayatın devamı için bir se bep bulunmakta olduğundan, bu su yalnız arazi sulamak için kullanılan su ile kıyas edilemez. Hatta, içme suyuna mani olan­lara karşı savaşmak caiz, arazi sulanan suya mani olanlara kar­şı savaşmak ise caiz değildir.

Bir sudan içmekte olanlar, -arazi sulanması sebebi ile ken-dilerine zarar geldiği takdirde-, tarla, bağ, bahçe sulayan kim­seleri sulamaktan men edebilirler.

• Dicle veya  Fırat Nehirlerinden bir kavim ve  cemaate mahsus olmak üzere açılıp alınan bir özel  kanalın, genişletilip temizlenmesi İstendiği zaman, ne şekilde genişletilip temizlen­mesinin  lazım geleceğini  sual  ediyorsunuz,  durum  şöyledir:

Hak sahipleri tarafından temizlenmesine başlanınca, te­mizleme işi hangisinin arazisini geçerse o andan itibaren o kimse temizleme masrafından muaf olur. Böylece sonuna va­rıncaya kadar, bu şekilde muamele olunur. Yani herkes baştan itibaren arazisinin önü genişletilip temizleninceye kadar işin külfetine iştirak eder. Kendi arazisinin önünün işi bitince, bu işe kendisinin iştirak mecburiyeti de sona erer.

Bazı fâkifler buyururlar ki :

— Kanal başından sonuna kadar kazılır ve temizlenir. Bu iş bitince, harcanan bütün masraf, sulanan arazi miktarına bö­lünerek, herkesin hissesine ne kadar masraf isabet ederse ken­disinden alınır.

Bu iki kavlin hangisini uygun görürseniz onunla amel bu­yurursunuz.

© Bu özel kanalın bir tarafının yıkılıp, kanalın taşmasın­dan sahipleri korkarak bu kanalı tahkim etmek istedikleri za­man hak sahiplerinin bir kısmı bundan imtina ederse o kana­lın tahkim edilmemesinde umumun zararı olursa, herkes his­sesi nisbetinde mükellef olmak üzere kanalın tahkim edilme­sine mecbur ediniz. Tahkim edilmemesinde umumun zararı ol­madığı takdirde mecbur edilemez. Herkese kendi hissesini -kendi arazisine isabet eden yeri- tahkim etmesi emredilir. Bu kanalın sahipleri hiç bir kimseyi su içme hakkından menede-mezler. Ancak hakkı olmayan kimseleri arazi sulamaktan me-nedebilirler.

# Bir kimse mülkü olan, pınar, su kuyusu, su yolu (ka­nal) gibi şeylerden yolcuların hem kendilerinin hem de at, deve ve koyunlarının  içmesi için su almalarını yasakiiyamaz. Bu su­dan içmek isteyenlere bir şey karşılığında satmakta caiz değil­dir. İçme suyu  denilen   şey, insanların,  deve gibi   dört ayaklı veya kuşlar gibi iki ayaklı hayvanların içeceği su demektir. Bu suya sahip olan kimse, arazi, tarla hurmalık ve sair ağaçlık yer­lerin sulanmasında suyu vermiyebilir. Kendisinin  izni olmadan bu su ile bir yer sulamak caiz değildir. İzin verirse sulamakta beis yoktur. Yalnız, bu suyu satması caiz değildir. Şayet satar­sa, bu satış sahih olmadığı gibi, meçhul olup, ne miktar su alı­nacağı bilinemiyeceğinden, yasaklanmış olan tehlikeli bir sa­tıştır. Bu satış, gerek satıcı için gerek müşteri için. haramdır. Keza, kendi mülkü olan sarnıçta, yağmur suyu biriktirirse, bu­nun da satışında hayır yoktur. Belli bir miktar ile meselâ şu kadar kova su veya şu kadar gün arazi sulamak üzere belirlen-se bile bu babda varid olan hadis-i şerifler ve Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizden bize gelen haberler­den dolayı caiz değildir.

© Mezkûr suyu, testi, tulum, fıçı ve buna benzer kapla­ra doldurup, bu durumda elinde bulundurduktan sonra satılma­sında ve satın alınmasında beis yoktur.

Keza, bir sarnıç, edinip, içine su doldurarak, o su ile hem arazi sulayıp, hem de onu satsa, bu su el altında ki su olması hasebiyle, kapların içine konulduğu gibi satışı caiz ve helaldir.

Eğer, o su yağan yağmurdan birikmişse satılması caiz de­ğildir. Keza, bazan eksilen, bazan da artan veya hiç eksilip art­mayan bir pınar veya kuyu'nun suyunun satılmasında da hayır yoktur. Hele, bu suyu, kuyuda veya pınarda bulunurken satmak caiz değildir. Zira, herkes içmek üzere o sudan alabilir. Eğer, satılması caiz olmuş olsaydı, sahibinin rızâsı olmadıkça içmek için ondan su almanın da caiz olmaması lazım gelirdi. Nitekim, bir kimse, diğer bir kimsenin tulumundan, onun izin ve rızasını almadan su alması caiz değildir. Meğer ki zaruret haline yani ölüm reddesine gelirse, o zaman izne bakmıyarak, ölümden kur­tulacak miktardaki suyu zaruretten dolayı alabilir.

© Pınar, kanal, ark ve kuyu sahibi olan kimseler, bir yolcuyu bu konuda varid olan hadîs-j şeriflerden ve Pey­gamber (S.A.V.) Efendimize ait haberlerden do­layı su almaktan men edemezlerse de, tarla, hurmalık bağ ve sair meyva ağaçlarının sulanması için bu suyu almaktan men edebilirler. Zira. bu konuda hadis vârid olmadığı gibi, buna ben­zer yerlerin sulanmasına su verilmesi sahibinin zararına se­bep olur. Ancak, hayvan, sürü ve deve ve saire gibi canlıların içmesine mani olamazlar.

Bir arazi sahibi, diğer bir şahsın kanal veya arkından bir ark açarak, bu suyu kendi arazisine götürüp onu sulasa, daha sonra da birbirleri İle münazara ederek, keyfiyeti size arzey-lemiş olsalar, mezkûr kanalın sahibi için hükmedip, zorla suyu­nu alıp haksızlık eden kimse men buyurulmaz mıydı? Haksızlık eden kimse, o suyu, diğer kimsenin gerek nehir, gerek ark, ge­rek pınar, gerek kuyu ve gerek sarnıcından aktırsın, her halü­kârda haksızlıktan men edilmesi lazım gelir. Çünkü, bu şekilde su alıp tarla ve ağaçlıkların sulanması, su sahibinin hayvanla­rının içmesine su bırakmayıp onların telef olmasına sebep olur. Lâkin bu sudan hayvan sulamak su sahibine zarar vermez. Ni­tekim, bu suyun böyle bir kanal veya arkla gasbedilmesi, sahi­binin herk ve ziraat arazisi ile, hurma ve sair meyve ağaçları­nın sulanmasına mani olursa da, bu suyun İçilmesi bunların hiç birisine mani olmayacağı gibi su sahibine de zarar vermez. Bu konuda varid olan hadis-i şerifleri ve sahabeye ait haberleri size tafsilatlı olarak arz ve beyan ediyorum. Hangisinin senedini kuvvetli görürseniz tercih edip alınız ve onunla ameî ediniz.

® Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ bize, A m r b. Şu a y .b ' dan, o da babasından, o da dedesinden şöyle dediğini nakletti :

— Abdullah b. Ömer (R.A.)'in kölesi, kendi­sinden şu şekilde izin istemişti :

«Bana aid olan sudan, tarlalarımı, hurmalık ve sair bahçele­rimi suladıktan sonra, kalan fazla suyu benden 30 bin dirhem'e satın almak istediler. İzniniz ve iradeniz olursa fazla kalan sula­rı satıp köle ve saire satın alarak işinizde kullanıp, yardım ede­yim.»

Abdullah    b.    Ömer   (R.A.)   ona şu cevabı yazdı :

«Mektubunuzu aldım ve manasını anladım. Fah r-i Alem (S.A.V.) Efendimizden «Her kim suyun faz­lasını, otları sulamak için men ederse, kıyamet gününde C e • nâb-i    Hakkın   fazlından ve kereminden mahrum olur.» buyurduğunu işitmiş olduğumdan, mektubum sana ulaşınca, hur­ma, ekin ve diğer arazilerinizi suladıktan sonra, kamşularından sana en yakın olanların su ihtiyaçlarını gideresin. Vesselam.»

© Cerîr b. Osman el-Humsî bize Z e y d b.    Hıbbân     eş-Şer'î[90]'nin şöyle dediğini rivayet etti :

—  Bazı salih zatlar arasında, bizden bir zat da, Rum toprakları tarafında İken, bazı kimseler gelerek, çadırlarını kurdukları ye­rin etrafında, hayvan otlatıyorlardı. Bizden olan zatın onları kov­ması üzerine, orada bulunan Mücahirînden bir zat, kendisini neh-yetti ve azarladıktan sonra şöyle buyurdu :

—  « F a h r - i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimizle, üç gazvede bulundum. Her defasında   «İslâm üç şeyde ortak­tır. Yani: Bir kimse diğer bir kimseyi üç şeyden men edemez. Birincisi, hüdayi nabit olan otlak, ikincisi: Su ve üçüncüsü : Aîeş'tir.» diye buyurduklarını İşittim» demesiyle mer'adan men eden kimse,    F a h  r-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin zikrini işitince, hemen kalkıp, men ettiği kimsenin boynuna sa­rılarak kendisinden özür dilemiştir.

0 A 1 â b. K e s î r' in bize İmâm-ı 'M e k h û I '-âen rivayet ettiğine göre :

Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Üç şeyi men etmeyiniz : Mera (ot), su,   ateş.   Zira, buniar kuvvetli olasılar için meta,   zayıf olanlara da kuvvettir.» buyurmuşlardır.

9 Muhammed b. İshâk'in bize Abdul­lah b. Ebû Bekir vasıtası ile A m r e ' den rivayet ettiğine göre :

Mü'minlerİn annesi Hz. Âişe-i Sıddîka (R.A.) şöyle buyurmuştur:

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   suyun satışını yasaklamışlardır.

En doğrusunu Allah bilir amma, bu hadis-î şerifin ma­nası İhraz edilmeden (kaplara konup el altına alınmadan) önce (yani tabii halinde bulunan) suyun satışını mendir. Suyun ihrazı ise ancak kaplar ile olur. Kuyu ve havuzlarda muhafaza edilme­si, ihrazdan sayılmaz. Onun için kuyu ve havuzlardaki suyun sa­tılması caiz olmaz.

Hasan b. U m â r e ' nin bize A d i y b. Sa­fa i t'ten onun da E b û H âz i m ' den onun da E b û H u r e y r e (R.A.) den rivayet ettiğine göre Peygam­ber   (S.A.V.)    Efendimiz   şöyle buyurmuştur:

— «Otların telef olmasından korkulduğundan dolayı, sizler­den hiç bîr kimse (içme) suyu (nu) katiyyen men etmesin.»

Bildirilen hadis-i şeriflere dayanarak, kanal, nehir, kaynak, pınar, kuyu sahipleri ihtiyaçlarından fazla olan sularını yolcu ve misafirin veya yük ve binek hayvanlarının, devenin, koyunun iç­mesini yasakladıkları ve su içmedikleri takdirde helak olacak­ları anlaşılınca silahla savaş edip, ölümden korunacak kadar su alınmasını arkadaşlarımızdan Hanefî fâkih ve imamları caiz gör­müştür. Fakat, ölüm korkusu olsa bile, yiyecek maddelerini si­lahla savaşarak almaya cevaz vermemişlerse de, zor kullanarak ve gasp yolu ile alınmasını caiz görmüşlerdir Hatta su kablar-da olsa bile zaruret halinde (ölüm korkusu olunca), sahibinin ih­tiyacını karşılıyacak miktardan fazlasının alınması için -ölürn korkusu olduğu taktirde- men eden kimselere karşı savaşmak caizdir dediler. Bu babda, H z. Ömer (R.A.) den rivayet edilen şu hadîs-i şerife istinad ederler:

—  «Seferde olan bir kavim, yolculuk sırasında uğradıkları bir yerin halkına : Bize su kuyusunu gösteriniz dediler. Onlar göstermedi. Bunun üzerine : Şiddetli susuzluktan hayvanlarımız da, biz de helak olma derecesine geldik. Bize suyu gösterin.» diye her nekadar durumlarını    beyan edip rica etmişlerse de, onlar ne suyun yerini gösterdiler ne de bir kaç kova su verdiler. Bu    durumu,   daha sonra   seferden    dönünce    H z.   Ömer {R.A.) e   arzedip anlattıkları zaman :

—  Size bu muamelede bulundukları için, niçin kendilerine karşı silahla harp etmediniz? buyurmuştur.

9 Dicle, Fırat ve bu İki nehre benziyen büyük nehirlerin hepsi ile dereler bütün müslümaniarın müşterek malıdır. Bunun için hem kendilerinin ve hemde davar, sığır ve saire gibi bütün hayvanlarının su hakkı vardır. Bu haktan hiç bir kimse kendile­rini men edemez. Her kavim arazilerini, hurma ağaçlarını ve di­ğer meyva ağaçlarını ondan sulayabilirler. Bundan bir kimseyi men edip, bir başkasına tahsis etmek caiz değildir. Bir kimse

Dicle ve Fırat gibi büyük nehirlerin birinden, kendi arazisini su­lamak için ark açıp, bir kanalla su almayı isteyince, duruma ba­kılır, eğer kanalla alacağı su, nehre zararlı olur yani suyunu azal­tıp da, başka kimselere zararı dokunursa, bu kanalı açmaya hak­kı yoktur. Bu kanalı açmaktan hükümet tarafından men edilir. Bu kanalın açılıp, büyük nehirden su alınması kimseye zarar vermi­yorsa, açılması men edilemez.

Dİcie ve Fırat gibi menfaati umuma ait olan büyük nehirler, temizlenmeye muhtaç ise veyahud taşkının zararlarından dola­yı etrafının ıslahına lüzum görülürse, bu işler, Müslümanların İmâmı tarafından yaptırılır. Zira, büyük nehirlerin hükmü, belli şahıslara ait olan, özel nehirler (kanallar) gibi değildir. Nitekim özel kanal (nehir) sahiplerinden birisi, arazisini satacak olursa, mezkur kanalın diğer sahipleri şuf'a davası açabilirler. Keza, bu özel kanalda hakkı olmayan bir kimse, o kanaldan arazisini su­layacak olsa, kanal sahipleri kendisini men edebilir. Lâkin Dicle ve Fırat Nehirleri bu kabiiden olmayıp, herkes onlardan arazisi­ni sulayabilir. Üzerinden gemiler geçer. Bunun içindir ki, bu gi­bi nehirlerde şuf'a hakkı yoktur. Çünkü, hakk-ı şürb, hiç bir kim­seye mahsus olmayıp, umuma aittir.

• Bir kimse, Fırat veya Dicle'nin kenarında, sulamak için ihtiyacı olanlara su satmak maksadiyle, bir yer edinip su yolu yapsa, İhtiyaç sahiplerinden alacağı bedele mukabil onlara her hangi bir şey satmadığı gibi bir arazi de icara vermediğinden, alacağı bedel karşılıksız kalacağı için, caiz görülemez lakin, bir kimse, bir tarlasını deve ve sair hayvanları koy­mak üzere aylık belli bir bedel konuşularak, başka bir kimseye vermiş olsa, bu caizdir. Zira, bu şekilde, belli bir iş için tarlası­nı icara vermiş olur. Bir kimse, bu arazisinden bir parçasını de­ve ve sair hayvanları konaklatmak üzere icarlamış olsa yine caizdir.

Bir kimse bu nehirlerin kenarında bulunan ve kendi mülkü olmayan bir arazinin ,-hayvanları sulatmak ve ikâmet ettirmek gibi- menfaatini kendisine hasr ve tahsis etmiş olsa, bu caiz görülemez. Bu yeri hiç bir kimsenin hakkı olmayan, herkesin İs. tifadesi mubah olan yerde bulunduğundan dolayı -ücretsiz ola­rak- kendi menfaati için alıp kullanmış ise, toprağın mülkiyeti­ne hiç bir kimse sahip olmamakla beraber, İmâm-ı Müslimîn tarafından, kendisine temlik olunmamışsa, gerek intifa' ve gerek icar muamelesinden ve kuyu kazmak veyahud oraya başka bir şey yapmaktan men edilir. Bu arazi kendisinin mülkü olup müs-iümanlar oradan geçerken nehirden su almak isterler, tarla sa­hibi da kendilerini men ederse, İmâm-i Müs'imân olan zat (halîfe) bu hususu inceler. Eğer Müslümanlara, bu nehirden su almak için, bu tarladan başka yol yoksa, srazi sahibi kendilerini men edemez. O yerden, ücretsiz ve İzinsiz geçerler. Çünkü herkesin, mezkur sudan içme hakkı vardır. Bunun için hakkı şufayi men edemez. Eğer su almak için başka yol varsa, kendilerini oradan geçmek­ten men edebilir.                                                                           

Fsı-at ve Dicle gibi nehirlerin kenarında bir yer temin ede­rek, icara verilmesi caiz değildir. Meğer ki, bu toprak kendisi­nin olsun veyahud dilediği snda_ tasarruf etmek üzere, İmâm-i îVîüsümîn tarafrndan kendisine verilmiş olsun. Zira, Fırat ve Dicle Nehirleri bütün Müslümanlar içindir. Bunlar bütün Müslümanla­rın müşterek malı olduğu için, üzerlerine böyle bir şey yapma­ya hiç bir kimsenin hakkı yoktur. Ancak yaptırdığı şeyi, umum için yaptırmış olursa o takdirde caiz olur.

© Bir köy veya mahalle halkı kendi nefisleri ve hayvan­larının sulanması için bir yer edinir ve su yolu (tesisi) yapmış olurlarsa, oradan başkalarının istifade etmesini yasakliyamazlar. Eğer başkalarının o yerden su almalarından ve develerle sair binek ve yük hayvanlarının orada kalmalarından kendilerine za­rar gelirse, men edebilirse de, zararı olmayan diğer hayvan­larla kendilerini, içmekten asla men edemezler.

O Ey IVîü'mînierîn Emîri! Birde, bir kimsenin özel su ka­nalı (veya sarnıcı) olsa, onunla ekinlerini hurma ağaçlan ile di­ğer meyve ağaçlarını suladığı sırada, bu kanalın bir tarafı bozu­larak, su kaşkasının arazisine aksa ve onun arazisine akması bu araziyi basarak zarar vermiş olsa, bu zararı ödemesi lazım gelir mi? diye soruyorsunuz.

Cevap şöyledir: Kanalı, kendi mülkünde tasarruf ettiğin­den yaptığından dolayı kanal sahibinin bu zararı ödemesi lazım gelmez. Keza, sulanan araziden sızıntı meydana gelip, diğer bir araziye sirayet etse ve bu araziye zarar verse yine İlk arazilin sahibine bu zararı ödemesi lazım gelmez. Ancak, sahibinin ara-

ziyi sızıntı ve su baskınına karşı tahkim etmesi ve koruması ge­reklidir.

Bir iimsenin zarar vermek maksadiyle, sahibi müsiü-man olsun veya zımmi bulunsun her hangi bir araziye su salma­sı caiz değildir. Zira, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimiz,    bir başkasına zarar vermeyi yasaklamış ve :

— «Bir nijüslümana veya gayr-J müslime (zımmîye) kasten zarar veren mel'ûndur.» buyurmuştur. H z. Ömer (R.A.) de, Âmiii (valisi) bulunan, Ebû Ubeyde (R.A.) ye gön­derdiği bir mektupta kendisine :

«Müslümanların, zımmîîerden ve zulüm etmelerine mani emretmiştir.

0 Kanal sahibi olan kimsenin, kanal komşularına zarar vermek ve ekinlerini telef etmek kastiyle açacağı yani bu ni-ystle su salacağı anlaşılırsa, onlara zarar vermekten men edilir. Kanaldan su başka araziye akar ve orada balıklar toplanırsa bu balıklan kim tutarsa, tutana ait olur. Arazi sa'hibine bir şey ve­rilmez. Balık diğer av 'hayvanları gibidir. Şu kadarı var ki, arazi sahibi tekrar gelip, oradan balık avlamasını yasaklıyabilir. Fakat buna rağmen tekrar gelip balık tutarsa, balıklar yine tutana ait­tir. Arazi sahibine birşey vermesi gerekmez. Lakin, arazi sahibi tarafından kurulan tuzak ve sair av aletleri ile kaçması engel­lenen ve elle tutulabilen avlar arazi sahibinindir.

@ Bir kimsenin mülkü olan kanalın mecrası, diğer bir kim­senin arazisinde olsa, bu arazinin sahibi, kanalın kendi arazisin­den yani tarlasından akmasına mani olmaya kalkamaz. Eskiden olduğu gibi, o araziden akmaya devam etmesi lazımdır. Zira, bu mecranın (suyun geçtiği yer) kanal sahibinin elinde olması, ka­nalın kendisinin olduğuna kâfî bîr delildir.

Şayed, bu mecra değilse ve dava sırasında bu kanal akma-makta ise, kanal sahibinden, bu kanalın kendisinin mülkü oldu­ğuna dair delil taleb edersiniz. Müddeî, delil getirebilirse, kana­lın kendisine ait olduğuna hükmedersiniz. Kanalın aslının mül­kiyetinde olduğuna şahid getiremez de, bu kanalın ihtilaf konu su olan mecradan kendi arazisini sulayacak yere kadar suyu akıt­makta olduğuna ve bu su ile kendi arazisini suladığına delil ge­tirirse, o şekilde kendisi için hükmediniz. Yani, bu kanaldan kendişine sadece sulama hakkı veriniz. Bu kanalın etrafındaki yer­ler yani kanalın setleri ve temizlendiği zaman çamur ve sairenin atılacağı yerler de kanala aittir. İş bu mes'elede, müddeî olan kanal sahibinin, bu kanalı temizleyegelmekte olduğuna deliller şahidlik ediyorsa, kanal sahibi temizlemek İçin geldiği zaman kanalın geçtiği diğer arazinin sahibi kendisine mani olamaz. Ay­rıca, bu kanalın temizlenmesi ve kazılmasından çıkan toprağı, arazi sahibine zarar vermemek üzere bu nehrin iki tarafına atar. Binaenaleyh, bu kanal, bu mecradan akarak, kanal sahibinin tar­lasını suladıktan sonra, diğer bir tarlaya akageîmekte iken, bu yerin sahibi, akmasına mani olma'k isterse, kanal sahibi de bu kanalın asimin kendisinin olduğunu delil getirerek isbat ederse, kendisi için hükmoiunur. Yani suyun o tarlaya akmasına mani olunmaz.

S Bir kimse, diğer bir kimsenin tarlasında izni olmadan kanal, ark veya kuyu kazsa; arazi sahibi kendisini men edebilir. Ayrıca, kazdığı çukurun doldurulmasiyle eski haline getirilmesi­ne, kazan kimseyi mecbur edebilir. Bu kazı, kazılan araziyi zara­ra uğratmış ve bozmuş ise, kazan kimse bu yerin noksanını taz­min eâer.

Bir kimsenin, bir su yolu olduğu halde, başka bir kimse ge­lip, bu su yolunun üst tarafında veyahud alt tarafında diğer bir su yolu kazarak; önceki kanalın altından veya üstünden su ak­masına sebep olmuş olsa ilk su yolunun sahibi, kendisini men edebileceği gibi yine toprak İle doldurarak, aslî haline döndür­mesi için kendisini icbar edebilir. Hatta kazmak üzere kendisi­ne İzin vermiş olsa bile, sonradan isterse yine men edebilir. izin vermiş olmasından dolayı, kazan kişiye hiç bir ç-ekilde taz­minat gerekmez. Meğer ki, kendisine muvakkaten yani belli bir müddet ile mezkur su yolunu kazıp, faydalanması için ruhsat veripde, daha sonra, belli edilen zaman gelmeden önce, men etmeye kalksa, men edebilir. Lakin, bu su yolunda bina yapmış ise kıymetini tazmin etmesi gerekir, kazının kıymetini tazmin etmesi gerekmez.

9 Ey Mü'minSerin Emîri! Kırlarda, arazinin sulanması, İn­sanlarla hayvanların su içmesi için açılan kuyu, kanal ve pınar­ların etrafındaki arazilerin ne kadarının harimi olacağının beyan edilmesini irade buyurmuştunuz. Bu husustaki mes'eielerin iza­hına başlıyorum :

Bir kimse müslümanın veyahud muahid olan zımmînin mül­kü ve hakkı olmayan, mubah bir yerde bir kuyu kazmış olsa, bu kuyu hayvanların sulanması için kazılmışsa, o kuyunun etrafın­dan 40 arşın yer, kuyuyu kazan kimsenindir. Bu kuyuya «Bi'r-i Atn» denilir. Eğer kazılan kuyunun suyu, deve vasıtasiyle çıkarı­larak ondan ekin sulanırsa, o kuyuya «nâdıh» denilip, etrafından 60 zira' bu kuyunun harîmi olarak sahibine verilir. Velhasıl bir kimsenin hayvanatın sulanmasına mahsus olup, ekin sulanma­yan kuyuya «bi'r-i afn», deve vasıtasiyle ekin sulanan kuyuya «bi'r-i nâdıh» tesmiye kılınmıştır.

Bu konuda varid o!an, ehâdîs-i şerîfe-i nebeviyyeyi de be­yan edeyim :

© Hasan b. Umâre'nin bize İmâm 2 ü hr î' den    rivayet ettiğine göre,

—  F a h r - i    Âl e m    (S.A.V.)    Efendimiz,   şöyle buyurdular:

—  «Su gözü yani pınarın harimi beş yüz, bi'r-i nâdth'in ha­rimi altmış, bi'r-i atn'ın harimi hayvanatın durup içmesi için kırk zira' dır.»

9 İsmail b. Müslim'in İmâm Hasan-ı B a s r î' den rivayet ettiğine göre, F a h r-i Âl e m (S.A.V.) Efendimiz    şöyle buyurmuşlardır:

—  «Bir kimse bîr kuyu »kazmış olsa, hayvanlar için o kuyu­nun etrafından kırk zira' kendisine verilir.»

9 Eş'as b. Sevvâr bize İmâm-ı Şa'bî'-nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Kuyunun  harîmi, buradan  ve  buradan (dört bir taraf­tan) 40 zira' olup, kazan kimseye veriiir. Başka bîr kimse harî-mine giremez ve suyundan alamaz.»

9 Ben de, yer yüzüne taşıp akmayan kanallara, kuyunun harîmi gibi kırk zira' harîm takdir ederim.

Kazılan şey, gerek kuyu olsun, gerek pınar veya kanal ol­sun, geçen tafsilat gibi harîm olan miktar zira', yüz ölçümleri kazılan şeylere tabi olarak kazan kimsenin olur. Onun için, baş­ka bir kimsenin mezkur, kuyu, kanal veya pınarın harîmi itibsı olunan araziye dahil olması, harîmin içinde kuyu, veya sair çu­kur kazması memnu'dur. Şayet, kazmış olursa, kazdığı kuyu onun olamaz, yani onda hakkı yoktur. İlk kuyu veya pınarın sahibi onu men ederek, kazdığı çukuru doldurarak, aslî haline döndürmesi­ne icbar eder. Çünkü, o kuyu ve pınarın harîmi olan belli zira' yüzölçümündeki arazi kendisinin olduğu için, sonraki şahsı (ikin­ci adamı) men eder. İşte bunun için mezkur yerde, ikinci bir kim­se gelip, bina inşa eylese veya ekin ekse veyahud diğer bir şey yapsa, birinci kimse kendisini men eder. Birinci şahsın kuyu­sunda hasar meydana gelirse, ikinci şahsın tazmin edip, ödeme­si lazım gefir. İkinci kuyunun kazılması sebebiyle meydana ge­len her türlü zararı, ikinci kimse tazmin eder. Zira, zikri geçen ikinci şahıs, kazdığı kuyuyu mülkü olmayan bir yerde açmıştır. Bunun gibi kazılarda, önce kazılan şeye bakıp, kendisine zarar vermeyecek miktarı hesap ederek harîmin sonundaki yere getir­melidir. Su kanaldan taşıp çıkıp, yer yüzünde akarsa, o şekilde bir kanal itibar edilerek^ kendisine kanal harîmi gibi arazi terk edilmesi reyindeyim.

@ İkinci şahıs, birinci şaftsın kazdığı kuyunun harîmi hari­cinde ve ona yakın olarak bir kuyu kazması sebebiyle evvelki kuyunun suyu çekilip, kalmazsa ve suyun bitmesine İkinci kuyu­nun sebep olduğu tahkik neticesinde anlaşılırsa bile, ikinci şah­sa bir şey lazım gelmez. Çünkü, ikinci kuyuya birinci kuyu gibi etrafından harım verilir. Birinci kuyunun hakkı ne ise keza, ikin­ci kuyunun da o kadar hakkı vardır. Pınarın hükmü de kuyuların hükmü gibidir.

® Hasan b. U m â r e ' nin bize Z ü h r î vasıtası ile   Saîd    b.    Müseyyib' den   rivayet ettiğine göre :

© H z.    Ömer   IRA.)    şöyle buyurmuştur:

— «Bîr kimse, arz~i mevaîı ihya ederse, o arazi kendisinin­dir. Muhtecir için üç sene sonra hak yoktur,

6 H z. Ömer (R.A.), bu hükmü «bir kimse üç sene sonra hak ihticar edip, amel eylemese hakkı kalmaz.» diye vârid olan hadîs-i şerîfden çıkarmıştır. Muhtecir demek, mevat arazi­nin etrafına sed çekerek, başkalarının girmesini yasaklayan kim­se demektir. Yalnız, üç seneye kadar imar ve ihya edemezse bile hak kendisinindir. Üç sene geçtiği halde ihya ve imar edemezse, o mala sahip olmakta herkes eşit sayılır, Çünkü o, araziyi işle-miyerek vazifesini yapmamıştır.

0 Muhammed b. İshâk bize E b û Bekir b. Muhammed ile Amr b. Hazm'in şöyle de­diğini nakletti :

—  «Üstadımdan    a'tân    nedir-   diye    sorduğum    zaman : «Cahiliyette olan a'tân ellişer zira' idi. Daha sonra İslâm gelince iki kuyunun arası en az elli zira' itibar kılındı, yani beher kuyu için etrafından 25 zira' takdir olundu.» buyurdular.

@ Muhammed b. Abdullah b. Amr b. Ş u a y b bize babası vasıtası ile dedesinin şöyle dediğini nakletti:

—  Bir kimse kuyu kazsa, mez'kur kuyuyu çevreleyen etrafın­dan 50 zira' kendisine verilir. Oraya başka bir kimsenin girme hakkı yoktur.

© Kays b. e r - R e b i' bize Bilâl b. Yah­ya e 1-A b s î vasıtası ile ve merfûan Peygamber (S.A.V.) Efendimiz in şöyie buyurduğunu rivayet etmiş­tir :

—  «Ancak üç şeyde koru vardır. Birincisi  kuyu  (ki daha önce beyan edildiği gibi, etrafında hayvanlarım durup su içmesi için bir miktar arazi harîm olarak verilir ki    ona hiç bîr kim­senin girme hakkı yoktur.) İkincisi : Mubah nebatlardan meyda­na gelen mer'alara bir kimse atını bağlayınca, atın yetişebildiği' yer kendisi için harîm itibar olunur. Üçüncüsü :    Bir köyün veya bir cemaatin oturdukları yerin dairesi kendileri İçin harîm itibar kılınmıştır.»

• Muhammed b. İshâk'm bize merfu'an haber verdiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efendi-m i z   şöyle buyurmuşlardır:

—  «Bir deredeki su, insanın ayak topuklarına yetişecek ka­dar derinlikte olursa, üst tarafında oîan arazi sahipleri o suyu tutup hapsederek alt rafındaki arazi sahiplerini mahrum etmeye hakları yoktur.»

@    E b û b.   A b d u rr a h m a n ' in U m e y s ' in   bize    Kasım şöyle dediğini nakletti :

— Derenin alt tarafında bulunanlar içmeleri için kifayet edecek miktar su alıncaya kadar, yukarı tarafta bulunanlara emîr hükmündedirler.»

Q Ebû M a'ş e r'in bize bazı şeyhlerinden rivayet ettiğine göre :

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, yağmur sularından birikip akan sular da insanın topuklarına kadar çıktığı takdirde üst tarafta olan kimse o suyu alt tarafta bulunan kom­şusundan men eylememesi lüzumuna hüküm buyurmuşlardır.

 

Mer'alar Ve Çayırlarla İlgili Hükümler

 

Bir köy halkı, hayvanlarım otlatmak ve kendilerine lüzumu olan odun ve mahrukatı kesmek üzere, bir yerin kendi mer'aiarı olduğu herkesçe bilinse, bu mer'a hali üzere kendilerine terk olu­nur. Aralarında alıp satarak ve miras yolu ile intikal eder. Her­kes kendi mülkünde ne şekilde tasarruf eylerse, mer'alarda da o şekilde tasarrufta bulunurlar. Ancak, İçinde bulunan hüdayi nabit otlardan yayılan hayvanları ve suyunu içmekten hiç kim­seyi men edemezler. O mer'ada hayvanların otlaması, ve gerek kendilerinin içmesi, gerek hayvanlarını sulamaları herkese mu­bahtır. Ancak, orada bulunan suyu, arazi sahiplerinin rızası ol­madan, kendisinin başka bir tarlasına sevketmeye hiç bir kim­senin hakkı yoktur. Çünkü, daha önce zikredildiği gibi hayvanla­rın ve insanların içmeleri ve faydalanmaları ekinlerin sulanması gibi değildir.

Hiç bir kimsenin, başka bir kimsenin mülkünde, izni olma­dan bir çimenlik yetiştirmeye, kuyu ve kanal açmaya ve ziraat yapmaya hakkı yoktur. Arazi (mer'a) sahibi olan kimse, bunlar­dan hepsini yapabilir. Sahibinin ektiği duvar ve sair şeylerle etrafını çevirdiği mer'ada başkasının hayvan otlatmaya hakkı yoktur.

Bu arazide sadece, hüdayı nabit nebatlar, çayır ve çimen­lik varsa, gerek sahibi bulunan kimse gerek başka kimseler ot­larında ve suyunda müşterektirler yani eşit hakka sahiptirler.

9 Ancak, ormanlar hüküm bakımından, mer'alar gibi de­ğildir. Yani hiç bir kimse, başkasına ait olan orman, meşelik ve­ya sazlıktan İzin almadan odun ve saire kesemez. Şayet keserse tazmin eder. Lakin mezkur ormandan balık yahut kuş yahut sair hayvanları avlarsa, bunlar kendisinindir. Onlarda koru sahibinin hakkı yoktur. Zira, bu gibi avlar ağaçlık sahibinin mülkiyeti al­tında değildir. Nitekim bir kimse, başka bir kimsenin evinde ve­ya bahçesinde, vahşi hayvanlardan veyahud da kuşlardan birini avlarsa, keza bu av kendisinindir. Ev veya bahçe sahibinin o avda hiç bir hakkı yoktur. Şu kadar ki ev veya bahçe sahibi, avcıyı evine veya bahçesine girmekten men edebilir. Lakin, İzni olmadan girerse kötülük etmiş olmakla beraber, vurduğu şey yinö kendisinindir. Mezkur ev veya bahçe sahibi, bu avı, ev veya bah­çesine her hangi bir yolia kapatıp hapsetmişse, bu avun vurul­madan tutulması kabil değilse, bir yere kapatılmamış olan av hükmündedir. Bu av, avlanmadıkça satışı caiz değildir. Onun için o avı her kim avlamişsa ona verilir.

Eğer, avlanmadan bu avın elle alınması mümkün ise, o av hayvanını oraya [havuza ve sair yerö) kim kapatmışsa (hapset­mişse) yani kim kaçmasına mani olmuşsa ona verilir. Diğer bir kimse gelip te bu avı alırsa, kıymetini zamin olur. Bir yere ka-patıılp kaçması engeilenmiş olan av hayvanlarını, bu halde iken satmak caizdir. Sahibi bunları satabilir. Zfra kap içine alınan su gibidir. Yani kaplara alınıp ihraz edilen suyun satışı caiz olduğu gibi bir yerde toplanıp tutulan av da muhrez olduğundan [el al­tında bulundurulduğundan) alış - satış caizdir.

© Bir kimse sığırlarını götürüp, diğer bir kimsenin mül­kü olan ormanda -otlakta- otlatması caiz değildir. Otlatması do-layısiyle bozduğu ve noksanlaştırdığı şeyleri tazmin eder. Nite­kim sahibi tarafından o ormanda bulunan kamışın satılması veya başkasına icara verilmesi caizdir. H z. Ali, Mersa Adası namiyle anılan kamışlığı 4000 gümüş dirhem bedel ile ahalisine icare edip, bu hususta meşin üzerine bir senet (mek­tup) yazarak, kendilerine verdiği buna delildir. Mezkur ada, sa­tılması ve satm alınması caiz olmayan şeyler kabilinden olmuş olsaydı icara verilmesinin de caiz olmaması gerekirdi. Zira, hü-dayı nâbit olan mer'aların satılması ve icara verilmesi caiz de­ğildir.

Bir köy ahalisinin, çayır ve çimenlik olarak kendi mülkleri dahilinde, bu meradan başka dağ ve ovada diğer mer'alan, odun ve diğer mahrukat kesmek için ormanları olmadığı için herkese, hayvan otlatmak ve odun kesmek için izin ve ruhsat verirlerse ve bu durumda herkes tarafından hayvan otlatmaya ve odun kesmeye hücum ediierek, daha sonra kendilerinin ve hayvanla­rının zarara uğrayacağını anlarlarsa, otlatmak ve odun kesmek isteyenleri men edebilirler. Ancak, etraflarında bir kimsenin mülkü olmayan diğer mer'alan ve odun kesecek yerleri bulunması  halinde, önceki  mer'adan ve odunluktan hiç bir    kimseyi men etmeleri caiz değildir.

9 Ebû İshâk eş-Şeybânî'nin bize B i ş r b. Amr es-Sekûnî vasıtası ile Ebû Mes'ud e I - E n s â r î veya S eh I b. Hanîf den rivayet et­tiğine göre :

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz Medine hakkında :

— «Medîne-i Münevvere, hem harem ve hem de müemmen bir mübarek yezdîr.» deyip, bunu üç defa tekrar buyurmuşlardır ki Medine'den odun ve nebatatı kesip kopartmamak ve etrafın­da hayvan avlamamak lazım gelir.

<B    Mâlik   b. rek buyurdu ki :

€ n e s , bir hadis-i şerif rivayet ede-

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münevvere'nin 12 mil uzağında olan yere kadar etrafından hay­van avlanmasını tahrîm buyurmuşlardır.

Bazı âlimler, mezkur hadis-i şerifi şöyle tefsir eylemiş­lerdir: İnsanların o zaman en mühim gıdası süt idi. Bunun için, mer'aya ihtiyaçları, oduna olan ihtiyaçlarından daha fazla­dır. Bundan dolayı, otların mer'a olmak üzere terk edilmesi emir buyurulmuştur.

Odun ve diğer mahrukat, bir kimsenin mülkü olan mer'a ve çimenlik dahilinde ise, mâlikinin izni olmaksızın diğer kim­selerin ondan odun kesmesi caiz değildir. Şayet bir kimse, bu odunu kesmişse, sahibi için kıymetini zâmin olur. Mezkur odun­ların bulunduğu mahal hiçbir kimsenin mülkünde değilse, herke­sin oradan odun toplamasında beis yoktur. Bir malikinin bulun­duğunu bilmeyince, keza, odun toplanmasında beis yoktur. Keza, dağlarda, derelerde, mer'aiarda, -hiç bir kimse dikmeden- hü-, dayî nâbit olan ağaçların, b'ir sahibi olduğu, bir kimsenin mülkü içinde bulunduğu bilinmedikçe, meyvelerinden yemekte ve on­dan alıp yakmakta da beis yoktur. Keza, dağlarda, ağaçlık yer­lerde, bulunan bal da bu kabilden olup onu yemekte de, hiç bir beis yoktur. Çünkü, dağlardaki bal, elbette hiç bir kimsenin malı değildir. Her hangi bir kimsenin malı olan bal, kovanlarda ihraz olunagelrnektedir. Böyle el altına alınmamış bal ise, ağaçlık ve meşelik yerlerde bulunan kuş yavruları ve yumurtaları hükmün­de olup, mubahtır.

® Bir kimse, kendi arazisindeki hüdayî nâbit otları yaksa bu ateş sirayet ederek bir.başkasının malı da yansa, arazi sahi­bine tazminat lazım gelmez. Zira, hiç bir kimse kendi arazisin­de ateş yakmaktan menedilmiş değildir. Nitekim, kamışlık ve orman sahibi kamışını yaktığı sırada, bir başkasının malı da yansa, kendisine tazmin lazım gelmez.

Bir kimsenin arazisini sulaması sebebiyle, başkasının ara­zisini su bassa, -geçen mes'elede olduğu gibi- keza tazminat lazım gelmezse de, komşusuna ve civarında olan 'kimselere za­rar ve eziyet vermek kastı ile, bu gibi sebep ve vasıtalarla, bi­lerek arazisini suya bastırmak veya ekinini yakmak Müslüman için hiç bir şekilde caiz değildir.

© H i ş a m b. S a î d ' in bize Z e y d b. E s -I e m'den,   Onun da babasından rivayet ettiğine göre:

— Bir gün Hz. Ömer (R.A.) in huzurunda iken, mu-valisinden birisini Hecr isimli yere tayin etti. Kendisine şu va­siyette bulundu: (İsmiyle hitap ederek, «Ey Huney!) Halka zulmetmekten ve mazlumun bedduasını almaktan sakın, ki onların duası Allah indinde müstecaptır. Geçim ve ida­releri, ganimet mallanndan alacakları hisseye veyahud bir kaç adet koyunlarının iradına münhasır olanların hallerine, ayrıca bak. Su ve mer'alan, hiç bir kimseye zabtettirme ve tahsis ey­leme. Hz. Osman b. Affan gibi zengin olan zatla­ra hasr-i nazar etme. [Onların sürülerini o mer'alardan men ede­bilirsin.) Zira bunlar gibi zenginlerden olan zatlar, kırlardaki hay­vanları telef olsa bile Medine'deki hurmalıklarına, ekinlerine, mal ve sairelerine müracaat edip geçimlerini sağlayabilirler. Lakin, maişetleri yalnız hayvanların gelirine veyahud ganimet mallarına münhasır olanlar, çaresizliğe duçar oldukları zaman «Ya Emîrel - Mümînîn! Yâ Emîre'I-Mü'minîn!...» diye nida ede­rek yanıma gelirler. O zaman, kendilerine arız olan musibetin define çalışmak lazım gelir. Onlara altın ve gümüş vermekten, suyu ve hüdayı nâbit olan mer'ayı göstermek daha kolaydır. Tekrar tekrar Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, eli­mizdeki  beldeler onların beldeleridir.  Gerek cahiliyette, gerek İslâmiyette onu korumak için savaştılar ve müdafaa ettiler. (Sö­zün burasında H z. Ömer (R.A.) : «Sizin, melekleri ve Peygamberleri Tanrılar edinmenizi de emretmez. Ya size, sîz müslümanlar olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?»[91] mea­lindeki ayet-i kerîmeyi okuyarak): Ben sizi, cebredici, zorlayı­cı \/e emir olarak göndermiyorum. Herkes size uysun ve siz onların hidayetine vesile olasınız diye göndermiş olduğumu bi­liniz. Müslümanlara haklarını veriniz ve onlara zarar vermeyiniz ki fenalığa sapmayalar ve aleyhinizde ayaklanmaya cesaret et-meyeler. Şikayetleri için kapılarınızı her zaman onlara açınız, ka­patmayınız ki, onlardan kuvvetli olanlar, zayıf olanları ezmesin­ler. Kendilerinden fazla bir şey almayınız. Hepsini indinizde eşit tutunuz ki, birbirlerine düşürmeyesiniz. Onlarla birleşip küffarla savaştığınız zaman kendilerine tahammüllerinden ziyade teklif­te bulunmayınız. Onları yaralanmış görürseniz kendilerini terk etmeyiniz. Zira bu, düşmanlarla cihadda daha müessir olur.

Ey insanlar! İşte sizi şahid tutuyorum ki, memleketlere ve şehirlere gönderdiğim emirleri ve valileri, ancak herkese diya­netini öğretmek, gammet maîiarım aralarında taksim etmek, aralarında vuku' bulacak münazaalarda hakimlik etmek için ve müşkül gördükleri hususları bana bildirmek üzere gönderiyorum. Başka bir şey için göndermiyorum.» dediğini işittim diye H z. Zeyd    b.    Eşlem    nakil buyurmuşlardır.

©    H z.   Ömer   (R.A.)    buyururlardı ki :

—  «Emîr ve vali olanlarda kibirlenmeden ve büyüklüğe ka­pılmadan şiddet ve işe sekte vermeyecek derecede lütuf ve mülayemet oimak gerekdsr. Çünkü işler ve maslahatlar bu şekilde görülür.»

@    Küfe Ulemasının bazısı rivayet eder ki :

H z. Ali (R.A.) âmili (valisi) olan K a'b b. Mâ-1 i k' e   şu şekilde bir emir-nâme yazmışdır:

—  «Mektubum sana ulaşınca, başka  bir kimseyi  makamı­nıza bırakarak ve bazı zevatı da beraberinize alarak Sevâd arazi­sini köy, köy ve şehir, şehir dolaşınız. Ahvalilerini teftiş ediniz. Ahaliden  memurlarının  hallerini sorarak haklarında ne şekilde hareket etmekte  olduklarını  anlayınız! Fırat ve Dicle Nehirleri arazisindeki me'murlara uğrayarak mezkur vilayetinize dönünüz. Vazifenizde daima herkese yardımda bulunarak, C e n â b - i) Hakkın emirlerini ve yasaklarını zerre kadar hatırınızdan çıkarmayınız. Şöyle bilesiniz ki, dünya fânî, âhiret bakîdir. Âhi-ret gününün geleceği de muhakkaktır. Her bir insanın ameli her, ne İse mahfuz olarak, ona göre mükâfat veya mücazat olunacağı gibi, şimdiden her ne amel takdim ederseniz, âhirette onun karşılığını göreceğinizden hayır ve mükafat bulmak için şimdi­den hayır amelde bulununuz.»

Yine rivayet olunur ki :

H z. Al i (R.A.) bir tarafa asker göndermeyi İstediği za­man, umur ve hususatiarına bakmak üzere, evvela onlara bir emir (komutan) nasb ve tayin eder ve şu şekilde kendisine emir ve tenbihte bulunurdu :

—  «Kendisine  mülâki   olacağımız   kaçınılmaz olan C e  -nâb-ı   Haktan    korkmanızı,   Allah    sndindeki sevabın dünya metâmdan hayırlı olduğunu,    Cenâb-ı    Vacibi'l-v ü c u d 'a   yakın olmayı sağlayan İbadetleri muhafaza etme­nizi vasiyet (tavsiye) ederim.

Çünkü, Allah İndinde olan sevap her haliükârda dün­yadan hayırlıdır.» buyururlardı.

®    Rebâh    b.    Uyeyne    rivayet edip diyor ki :'

Bir gün, Emevî Halîfelerinden Ömer b. Abdüla-z i z' in maiyyetinde idim. Irak tarafında 'bulunan eviad ve müikierimi görmek ve işlerimi tasviye etmek üzere kendisinden izin istediğim zaman, «orada evlat ve akarına zarar gelmez.» di­ye evvelemirde izin vermekten imtina etmişse de, bir kaç defa izin isteğini tekrar etmem üzerine bana izin verdi. Yola çıkaca­ğım sırada veda' etmek için huzuruna çıktım. Veda' edip,

—  Oraya  ait bir emriniz varsa, yerine getirmekten şeref duyarım.» diye irade buyurmalarını arz edince :

—  «Oraya  ait olan 'işim, Irak'ta bulunan emirlerin ve va­lilerin seyr ve hareketlerini, reaya ve berâyâ'nın onlardan Pazı olup olmadıklarını araştırarak dönüşünüzde gerçek durumu bana bildirmenizdir.» diye emir buyurdular. Irak'a gittiğimde valilerin ve memurların hallerini araştırdım ve sordum. Her taraftan iyi halleri haber verildi. 'Dönüşümde, Ömer b. Abdüia-z İ z ' in huzuruna gelip, valilerin ve memurların iyi hareket ve davranışlarının herkes tarafından öğülmekte olduğunu arz eyle­dim. Bunun üzerine :

—  Cenâb-ı    Hakka    çok şükür. Eğer onların kötü hallerini haber vermiş olsaydınız, kendilerini azlettikten başka bir daha hiç bir memuriyette istihdam etmezdim, buyurmuştur.

Zira, her bir raî (çoban - idareci) raiyyesinden (güttüğü sü­rüsünden-idare ettiği kimselerden) mes'ul olmakla, bütün va­kitlerinde râî (idareci) olan kimse, raiyyesinin (idare ettikleri­nin) ahvalini teftiş ederek, Cenâb-ı Hakkın rızasını müstelzim olan refah hallerini iltizam etmelidir. Zira, raiyyeye mübtela olanlar, 'hakikaten büyük bir İşe mübtela olmuş olurlar.

# Ömer b, Abdüİaziz'in âmillerinden (vali­lerinden) Al i b. E b î E r t a lı isimli zat, kendisinden izin talep eden, şöyle bir arıza gönderdi :

«Bu tarafta bulunan halk, kendilerine azap dokunmadıkça tertip edilmiş bulunan haraçlarını ödememektedirler.»

Buna cevaben    Ömer   b.    A b d ü 1 a z i z    şöyle yazdı:

«İnsanlara azabedilmesi hususunda tarafınızdan vaki olan izin istemenize çok teaccüp ettim, şaştım. Sanki ben sizi, C e-nâb-ı Ha >k kın azabından koruyacağım! Rızamın tahsili, Cenâb-ı V â c i b ü ' I - v 'ü c û d ' un gazap ve çetin aza­bından sizi kurtaracak mıdır? Mektubum sana ulaşınca, tertip edilmiş olan haracı, verenlerden al. Vermiyenleri ise hallerine terk et.

Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, onların hesapları ile ruz-u cezaya 'gitmeleri, kendilerine baskı yapıp, azap ederek benim gitmemden çok daha iyidir.»

@  H z.    Ömer   (R.A.)    den şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün,    H z.   Ömer   (R.A.) in   yanına bir kişi gelip :

—  «Ya Emire'i-Mü'minîn!    Ektiğim tohumu, bittikten sonra o taraftan geçen İslâm askerleri çığnayıp, telef ettiler» diye şika­yet etti. Bunun üzerine telef olan ekinine mukabil 10.000 (onbin) dirhem halis gümüş karşılık olarak verilmiştir.

 

Sevâd  Mültezimliği

 

Sevâd ve Sevâdın dışındaki memleketlerin arazilerinden hiç; birini, müitezimlik usulü ile satıp karşılığında bir şey almanın doğru oimadığı görüşündeyim. Çünkü, Mültezimin ödeyeceği be­del, o beldeden toplanacak haraçtan fazla olursa, harâc mükel­leflerine zulmedilmiş, kendilerine vacip olmayan harâc yükle­nilmiş olur. Yani Mültezim, taahhüt ettiği bedeli ödeyip, içine düştüğü mes'uüyetli durumdan, kurtulmak için, harâc mükellef­lerine haksızlık eder, onları taşıyamıyacakiarı vergi yükünü ye­rine getirmeye zorlar. Bu ve buna benzeyen durumlar ise belde­lerin harap ve reâyâ'nm helak olması demektir. Mültezim, ken­di mültezimiik işinin İyi gitmesi İçin gayret eder ve halkın helak olmasına aldırış etmez. Ayrıca, mültezim kendisinin devlete öde­yeceği miktardan çok daha fazla toplayıp tahsil etmek ister. Mül­tezimin her zaman bu arzuda bulunması muhtemel ve hatta ka­çınılmazdır. Bu arzusuna ulaşması ise ancak, reâya'ya. zulmet­mek, onları şiddetle dövmek, yakıcı güneş altında çalışmaya mecbur etmek, boyunlarına taş bağlamak gibi insanlık dışı azap ve zulüm yapmakla mümkündür. Bunlar ise, helâl ve caiz olma­yan şeylerdir. Harâc mükellefleri üzerine, ödemeleri vacip olma­yan vergi yüklerini yüklemek caiz değildir ve Allah (C.C.) in yasak ettiği şeylerdendir. Muhakkak ki, C e n â b -1 Hak, onlardan ancak kolaylıkla ödeyebilecekleri şeylerin alınmasını emretmiştir. Onlara, güçlerinin yetmiyeceği yüklerin yüklenme-si helâl olmaz. Biz gerçekten bu müitezimlik işini çirkin görü­rüz. Çünkü ben, bu mültezimlerin harâc mükelleflerine, üzerle­rine vacip olmayan vergileri yüklemediklerinden ve sana geniş­çe anlattığım kötü muameleleri yapmadıklarından emin değilim. Bu zulüm ve kötü muameleler onlara zarar verir, imar ettikleri yerleri harap'ederler, en azından harap olmaya terk ederler. Bu ha! İse, haracın azalmasına sebep olur. Fesat ve zulm ile hiç bir şey bakî olmayacağı gibi adalet ve doğruluk ile de hiç bir şey zayi olmaz, azalmaz. Muhakkak ki, A I I a h u T e â J â haksızlığı, zulmü ve fesadı yasaklamıştır.

Allah  (C.C.)   şöyle buyurmuştur:

.. «O   ıslah   edüdîkten   sonra,   yeryüzünde fesad çıkarma­yın,»[92]

* Yine, C e n â b -1 Hak şöyle buyuruyor :

«O, yer yüzünde iş basma geçti mi, orada fesad çıkarmaya, ektini ve zürriyeîî kökünden kurutmaya koşar. Muhakkak ki A I -I a h (C.C.) fesadı sevmez.»[93]

Gerçek şudur ki, helak olan milletler, kendilerinden satın almadan, başkalarının hakkını gasbettikleri ve kendilerine harâc ödeninceye kadar, açıkça zulmettikleri için helak olmuşlardır.

Harâc mükelleflerine, üzerlerine vacip olmayan vergileri yüklemek, apaçık bir zulümdür. Zulüm ise katiyyen caiz ve he­lâl değildir.

# Kasabalardan birinin veya bir -nahiyenin halkı o beldece ma'ruf bir kişi ile gelseler ve ma'ruf şahıs ;

—  Ben, bu nahiye veya bu belde halkının harâc mütez im­liğini üzerime alıyorum, onlar da buna razı...» dese, halk da:

—  «Bu bize hafif ve uygun geliyor.» deseler, duruma bakı­dır ve iyice incelenir. Eğer o şahsın mültezimi iğ i, o kasaba veya nahiye halkının menfaatine uygun, ise kabul edilir. Mültezimiik anlaşması şahitler huzurunda yazılır. Dindarlığı, doğruluğu, enrvin-

? iiği İmâm-i Müslimîn tarafından kabul edilen bir kimse de, amîr tayin edilerek o mültezim ile birlikte mezkûr beldeye gönderilir. Bu emir'e, beytü'l-mal'dsn maaş ödenir.

Eğer, mültezim, h&râc mükelleflerinden herhangi birisine zulmederse veya vergisini artırırsa veyahud da üzerine vacip olmayan bir vergiyi ona yükierse, Emir derhal Mültezimi bu işi yapmaktan şiddetle men eder.

9 Emire'l - mii'minînin bu konudaki görüşü ve vukufiyeti şüphesiz ki benim görüşümden daha üstündür. Harâc mükellef­lerinin durumlarına uygunluğu ve beytü'l-mâlin menfaati bakımın­dan haracı, mültezimler vasıtası ile veya âmil ve valiler eliyle toplama şıklarından hangisini uygun görürse, o yolla tahsil et­tirir. Vali, âmil veya mültezim olanların halka iyi davranmalarını hiç bir şekilde onlara zulmetmemelerini ve kaldıramıyacaklan yükü onlara yüklememelerini emir ve tavsiye etmelisiniz. , Bu emir ve tavsiyelerinize uymamaları halinde, kendilerini şiddetle cezalandıracağınızı bildiriniz. Bu emir ve tavsiyelerinize uyma-yıp, halka zulüm ve kötülük yaparlarsa sözünüzü yerine getirip, onları şiddetle cezalandırınız. Onları bu şekilde cezalandırmanız, başkalarına da ibret olur ve inşaallah muvaffak olursunuz.

© Allah [C.C.) Emire'l-Mü'mimne uzun ömür versin. Vergileri tahsil edip, toplama hususunda 'benim görüşüm şudur: Sale'h ehli, dinine bağlı ve emânete riâyet eden kimseler bulup, harâc toplama işinin idaresini onlara vermelisin. Bu vasıftaki kimselerden valilik ve diğer görevlere tayin ettiğin kimseler, fâklh, âlim, görüş sahipleri ile istişare eden, afîf kimseler olma-İrdir. İnsanlar, onda bir ayıp görmemeli. A I ! a h ' tan başka hiç bir kimseden ve hiç bir kimsenin levminden korkmamalı. Ko­ruduğu bir hak ve yerine getirdiği bir emânetten dolayı,.müka-faat olarak sadec ecenneti istemeli. Bunlardan başka, bir iş yap­maktan yani günah ve kötülük işlemekten dolayı, kendisine öl­dükten sonra gelecek olan Üâhî cezadan korkmalı. Şahidlik yap­tığı zaman, şehadeti kabul edilen kimselerden olmalı. Hakimlik yaptığı zaman, haksız hüküm vereceğinden kolkulmamalı.

Senin mal ve vergi toplamak için tayin ettiğin kimseler, sa­dece vergi alınması gereken şeylerden vergi alsınlar. Haram olan \ şeylerden kaçınsınlar. Kötü memurlar ise, topladıkları mallardan istedikleri kadarını sana gönderirler ve diiedikleri kadarını da kendileri için ahkorlar. Bu işe tayin edilen kimseler, eğer âdil, doğru güvenilir ve emin kimseler olmazlarsa, devlet mallan ken­dilerine emanet edilemez. Ben, harâc toplamakla görevli kim­selerin asla ihtiyata uygun davranmadıklarını görüyorum. Vergi memuru olmak İsteyen kimseler, vali veya emirin kapısına gelip , günlerce bekliyorlar. Onlar da bu kişiyi müslümanların idare edil­melerine, işlerinin görülmesine ve harâc vergisinin toplanma­sına memur tayin ediyorlar. Tayin ederken de onların bu işe ehil olup olmadıklarına, dürüstlüklerine, afîf olup olmadıklarına, doğ-ru yolda bulunup bulunmadıklarına ve bunlar gibi diğer hususla­ra bakmıyorlar. Aslında, harâc işlerinden birine tayin edilecek kimseler hakkında, mahkeme ve kaza işlerine tayin edilen kim­seler gibi, ihtiyatlı davranmak, mezhep ve meşreplerini soruş­turmak lazımdır.

® Valilik ve harâc memurluğu gibi görevlere tayin ettiğin kimselere, idare ettikleri veya kendilerine işi düşen kimselere karşı zalim olmamalarını, onları hakir görmemelerini, onları kü­çük görmemelerini emret. Lakin, onlara karşı, şiddet ve sertlik­le karışık yumuşak bir davranış ile muamele etsinler. Onlara zulüm ve haksızlık etmesinler. Onlara, kendileri için vacip ol­mayan bir vergi ve görev yüklemesinier. Müslümanlara karşı yumuşaklıkla, fâciriere (zalim ve ahlâksızlara) karşı sertlikle, zımmîlere karşı adaletle, mazlumlara karşı insafla, zalimlere kar­şı şiddetle ve bütün insanlara karşı afle muamele etsinler. Bu şekilde davranmak insanları itaate sevkeder. Haracı resmi ka­yıtlarda gösterildiği şekil ve miktarda toplasınlar. Halka karşı muamelelerinde, kaidelere bağii kalsınlar, yeni bir şey ihdas et­mesinler. Meclislerde herkese eşit muamele etsinlr ki, bu sa­yede, yanlarında yakın, uzak şerefli ve düşük kimseler hak ve adaletle eşit olsunlar. Nefs ve nevalarına tabi olmayı terket-sinler. Muhakkak ki Allah (C.C.) ittika-ile kendisine İtaat edenleri ve emrini tutanları üstün ve imtiyazlı kulları arasına ılhak eder.

Eğer sen, memurlarına benim bu söylediğim şekilde emre­dersen, kalbindekileri bilen Allah (C.C.} in -bu iyi niye­tinden dolayı- seni bu konuda ve diğer bütün İşlerinde de mu­vaffak edeceğini ümid ederim. Sen, bu esaslar dahilinde me­murları tayin ettikten sonra, bu memurlardan her hangi birisi emirlerine muhalefet ederek halka zulmederse, Allah (C.C.) onu cezalandırır ve halis niyetinden dolayı, sana muhakkak se­vabını yazar. İnşaaliah.

® Tayin ettiğin vali Üe birlikte, sana doğru söylemek ve nasihat etmek hususunda biat etmiş bulunan ve divan ehli olan askerlerden de gönder. Bu askerler, valinin reayaya zulmetme­sine senin adına mani olsunlar. Onların ücretlerini aylık olarak divandan verirsiniz. Onlara, toplanan harâcdan bir dirhem bile verme.

Harâc mükelleflerinden bir kısmı:

— «Biz, valimizin maaşını, kendi mallarımızla öderiz» der­lerse, onların bu teklifi kabul olunmaz ve kendilerine böyle bir yük yüklenmez.

Bana, vali ve âmillerin etraflarında birer cemaat bulunmak­ta olduğu "haberi geldi. Bu cemaat, ya kendilerinin akraba ve ya­kınlarından veyahud dost ve arkadaşlarından meydana geliyor­muş, hiç birisi de salih ve 'hayırlı kişilerden değillermiş. Vali ve­ya âmil, onlara güvenip sığınıyor ve işlerini onlara havale edi­yormuş. Onlar da, zimmetlere riayet etmiyorlar, korumaları ge­reken haklan korumuyorlar, insanlarla olan muamelelerinde in­saflı davranmıyoriarmiş. Onlar, h'arâc veya raiyyenin malların­dan neyi bulurlarsa alıyorlarmış.

Sonra, onların aldıkları malları zulüm, tecavüz ve haksızlık­la aldıklarına dair de bana haberler geliyor. Yine vali ve maiy-yetinde olanlar devamlı köylere giderlermiş, bir köye varınca, orada kaldıkları sürede, köy halkından, onların vermekle mükel­lef olmadıkları yiyecek ve saire alıyorlarmış. Köylülerden, üzer­lerine vacip olmayan bu gibi şeyleri almaları apaçık haksızlıktır. Bu haksızlık karşısında köylüler bir şey vermek istemiyorlar vaii ve etrafındakiler ise zorla alıp götütüyorlarmış.

Sonra, vali harâc ödemekle mükellef olan bir kimseye et­rafında bulunan ve vasıflarını sana arzettiğim adamlarından bi­risini gönderiyor, «Ondan vergilen tahsil et» diyormuş. Yine bana gelen haberlere göre, vali, vergileri toplamak üzere gön­derdiği adama; «Onlardan harâc'dan başka şu kadar mal ve şu kadar parayı da al» diyormuş. Yani, mükelleften alınması icab eden miktardan çok fazlasını talep ediyormuş. Hatta, bu görev­liler, harâc mükellefine vardıkları zaman, «Vaii, bana, sizden şunları ve şunları almamı emretti, bana vereceğin şeyleri de üzerine .koy ve hepsini ver.» derlermiş. Eğer, biçare mükellefler, istenilen şeyleri vermezlerse, onları döverler, haksızlık, zulüm ve baskı ile istediklerini alabilmek için onların sığır ve koyunları­nı toplar götürürlermiş. İşte bütün bu muameleler, harâc mü-kelleflerini zarara uğratan, vergi gelirlerini azaltan ve günah olan davranışlardır. Valilere, bu gibi kötü muameleleri terketmeleri-ni emret. Bir daha bu şekilde ve bu şekle benzer tarzda hiçbir davranışta bulunmasınlar. Vali kötü vasıflarını saydığım kimse­lerden hiç biri İle beraber olmasın. Vergiler, hak ve adalet üzre konulsun, mükellefe zulüm ve baskı yapılmadan helâl maldan alınsın. Valiye ve seçerek onun beraberinde gönderdiği askerle­re de nasihat et: Onlar askerlerin en şalini, en anlayışlısı, cömert ve  insanlara  kolaylık gösteren  kimseler olsunlar.    Böyle olursa, İnşaallahü Teâlâ muvaffak olursun.

'' © Valilere ve âmillere : Ekinlerin biçilmesi ve sap ile ta­nelerinin ayrılması işinin vasat bir zaman içinde yapılmasını; biçilip hasat edildikten sonra, tanelerinin ayrılmasına kâfi geie-cek zamandan daha fazla bir müddet elde tutulmamasını; sap ile tanelerinin ayrılmasının müsait olması halinde, derhal harman yerlerine kaldırılmasını; bekletilmesi için bir sebep yoksa, har­manda bir gün bile bekletilmeden sap ile tanenin birbirlerinden ayrılmasını emret. Çünkü, hazır olduğu halde, sap İle taneleri ayrılmayan ekinleri, ekicilerin kaldırıp götürmeleri, ihtilas etme­leri mümkündür. Ayrıca, kuşların, hayvanların ve gelip geçenle->rin de zarar vermeleri muhtemeldir. Bu tarzda meydana gelecek noksanlık ise harâc'a yükletilir, ekin sahibine değii. Yani, böy­lece harâc gelirleri azalır. Çünkü, bize gelen kaidelere göre sa­hibi, ekin başak halinde iken, hasat esnasında ve mükaseme za­manına kadar, ondan yer. Bunun İçindir ki, ekini ovada, sahrada veya harman yerlerinde hapsetmekten doğan zarar haraca tesir eder.

Ekin, harmana kaldırılıp da, saplar yayılınca tanelerin sap­lardan ayrılması için dövülmeye başlanır. Ekinler, harman yerin­de, bir ay, iki ay veya üç ay, dövülmeden bekletilemez. Ekinin i böyle uzun bir süre harmanda bekletilmesi, harâc mükalSefi İçin ve sultan için büyük bir zarardır. Zira, bu durumdan dolayı, top­rağı sürmek ve ekmek gecikir.

Harman yerinde toplanmış olan ekinlerin miktarı, tahmin ve takdir edilerek, haracının alınması doğru olmaz. Çünkü, bu konudaki tahmin ve takdir tam olamaz, noksandır. Böyîe isabet­siz bir tahmin ve takdirle harâc almak ise, harâc mükellefinin ve dolayısı ile beldelerin helak olması demektir.

Âmilin, harâc mükellefini mahsulün bir kısmını zayi ettiği iddiası ile suçlaması ve bu sebeple şart kılınandan daha fazla vergi alması doğru olmaz. Harman sürülüp, savrularak, mahsul ortaya çıkınca, âmil derhal mükaseme yapar. Âmilin, mahsulü «bezîhâb kilesi» ile ölçmesi; ölçtükten sonra da bir veya iki ay harman yerinde bırakarak, sonra tekrar ölçmesi ve sonraki ölç­tüğü miktarı ilk ölçüsünden noksan görerek mükellefe «Noksa­nını tamamlayınız» demesi; ayrıca, hakkı olmayan şeyleri ondan talep etmesi caiz değildir. Âmilin bu hususta yapacağı en doğ­ru iş; Harman sürülüp savrularak, mahsul ortaya çıkınca, yani kriîz ile ölçülecek hale gelince mukâseme yapması ve vetgi hakkını alıp orada tutmamasıdır.

Âmil, sultanın (devletin) hakkını, bezîhab kilesi ile, mükel­lefin hakkını ise «serd kilesi» ile ölçemez. Ancak, her iki tara­fın hakkını da aynı kile ile ölçebilir.

@ Âmilin iaşesi, ölçme ücreti, ölçene yardım edenin mas­rafı, misafirlerin yemek masrafları, harâc olarak toplanan mal­ların nakil masrafları, harâcdan noksanlaştığı iddia edilen mik:* tar, harâc defterlerinin, bu husustaki fermanların masraflar!, postacıların, ölçekçilerin, taksim işini yapanların ve bunların ve­killerinin ücretleri... bunlardan hiç biri harâc mükelleflerinden ı alınmaz. Bu masraflar devlete aittir.

Saman, arpa ve buğday gibi ölçülüp, taksim olunmaz. Sa­mandan hiç bir şekilde harâc alınmaz. Saman satıiırsa, onun be­delinden de vergi yoktur.

Mükelleflerden,     «dirhemlerin revacı»  diye  isimlendirilen vergi de alınamaz. Bana ulaşan haberlere göre, harâc mükellefle­rinden birisi, vergisini ödemek üzere, âmile dirhemleri getirdiği  < zaman, âmil dirhemlerden bir miktarını alıp, «bu dinarların revaç ve sarf vergisi» diyerek bir miktarına elkoyuyormus,

Harâc'dan dolayı borçlu bulunduğu dirhemlerden dolayı hiç bir kimse dövülmeme!! ve ayaklan üstünde bekletilmemelidir. Bu konuda bana gelen haberlere göre, bazı âmiller, harâc mü­kelleflerini, güneş altında ayakta bekletiyorlar, onları şiddetle dövüyorlar, üzerlerine, su kaplan asıyorlar, namaz kılmalarına mani olacak şekilde onları bağltyorlarmış. Bu gibi davranışlar Allah    (C.C.)    indinde büyük günâ'h, İslâmda da şenâettir.

©    Harâc mükelleflerinden bir topluluk gelerek memleket- { lerinde eski ve harap bir kanal (ne'hir) olduğunu ve bu kanalların [nehirlerin) kenarında da pek çok boş arazinin bulunduğunu, eğer bu kanallar (nehirler) temizlenir ve bunlardan su akitıhrsa, boş arazilerin imar edileceğini ve bu takdirde mahsulün ve do-layısîyle haracın artacağını söylerlerse vsya bu malumatı s«na yazı  ile bildirirlerse, harâc âmillerine bu hususta emir vermen gerekir. Bu -hususta, benim reyim budur. Bu konuda şöyle ha­reket etmeniz uygun olur:

Hayır ve salah ehlinden, doğru, dindar ve emânete riayet­kar bir kimse bulunuz ve bu görevi ona tevcih ediniz. Bu zat, gld'p, durumu mahallinde incelesin. O memleket ahâlisinden, bilgili, görgülü, dürüst, dindar ve güvenilir kimselerden, kanal­la ilgili konularda sualler sorsun ve istişare etsin. O yere kom­şu olan sair beldelerin liyakatli kimseleri ile de istişare etsin. Bu araştırmayı yapması, kendisine asla, bir menfaat temin et­memeli veya ondan bir zararı kaldırmamalıdır.

Görüşüp, istişare ettiği kişiler bu kanalın temizlenip yeni­den su akıtılmasının faydalı olacağında ve harâc gelirlerini ar­tıracağı hususunda ittifak ederlerse, o nehirlerin kazılması için emir veriniz. Bu nehirler (kanallar) için yapılan masrafları o bel­denin halkına yüklemeyiniz, beytü'i-mâl'den ödeyiniz. Muhakkak ki onların bu arazileri işleyip, imar etmeleri harap durumda bı­rakmalarından daha hayırlıdır. Çünkü, kanalın yenilenmemesi ha­linde o belde halkının orayı terkedip kaçmaları, orada kalarak mallarının zayi olup, kendilerinde aciz duruma düşmelerinden daha hayırlıdır.

Harâc mükelleflerinin, kendileri için fayda  getirecek olan, :-arazi ve kanallarının ıslahı ile ilgili her türlü talepleri yerine ge­tirmelidir. Yalnız, yapılacak bu gibi işler, başka köy ve kasaba­ların halkına zarar vermemelidir. Onların, bu kanallar hakkında-\ ki talepleri, başka köy ve kasabaların halkına zarar verip, ha­râc gelirini azaltacaksa, yerine getirilmez. Yani o takdirde bu kanallar imar edilmez, yapılmaz.

© Sevâd halkı, Dicle ve Fırat'tan su aian, büyük kanalla­rının tamir edilmesine muhtaç olurlarsa, masrafını bsytü'î-mâl ile hsrâc mükelleflerinden alarak bunları temizletmeli ve îmar etmelisin. Bu işin bütün masrafını harâc mükelleflerine yükle­me. Yalnız, halkın kendi hususî arazisi durumunda olan, çiftlik, bağ, bahçe, bostan, sebzelik ve bunlar gibi arazilerini suladıkla­rı küçük kanallar ve arklar için beytü'l-mâl'den hiç bir şey öden­mez.

Dicle ve Fırat ile diğer büyük nehirlerin kenarlarındaki yı­kıntılar, barajlar, bentler ve kanal ağızları İçin yapılacak mas­raflara gelince, bunların tamamı beytü'l-mâl'den ödenir. Bu ko­nuda harâc mükelleflerine hiç bir şey yüklenmez. Zira, bunla­rın faydası, özellikle İmâm-ı Müslimîn'e (devlete) aiddir ve çünkü bu işler bütün müsiürnanlan ilgilendirir, faydası da amtfıeye aiddir. Bunun içindir ki, bütün masrafları beytü'l-mâl'den karşıla­nır. Bunların tamir edilmemesinden dolayı arazi zarar görürse, beyfü'l-mâl de zarar görmüş olur. Çünkü, arazi zarar görürse, ha­sılat azalır, hasılat azalınca da beytü'l-mâî'in alacağı harâc azal­mış olur.

Hal böyle olunca, bu işleri yürütüp, gerekli harcamaları yap­mak üzere, ancak Allah (C.C.) dan korkan, Allah (C.C.) in üzerine vacip kıldığı bütün işleri ve ibadetleri yapan, emanete rtayetkârlığı ile tanınan, tutumu ve gidişatı halk tara­fından övülen bir zatı tayin et. Sana hainlik edebilecek olan, he­lâl ve caiz olmayan işleri yapan, beytü'l-mâl'den nefsi ve maîy-yetindekiler için aldığı malı tehlikeli ve tamir edilmesi zarurî olan yerler için harcamayip, nefisleri için harcayan, kanallarla ilgili olan ve olmayan İşlerinde ihmalkârlık edip, bentlerin yıkıl­masına, ovaların su altında kalmasına, mahsulün ve halkın evle­rinin harap olmasına sebep olacak olan ve kanalları bakımsız bı­rakacak bir kimseyi asla bu işlere memur etme.

Sonra, bir adam gönderip, o beldedeki valinin, bu işler hak­kında neler yaptığını» tamire muhtaç olan yerleri tamir ettirip' ettirmediğini bent ve kanallardaki çatlakların ve yıkılmaların se-beblerini, valinin, onları, bu hale gelinceye kadar niçin ihmal et­tiğini tahkik ettir. Sonra, sana o şahıstan gelecek olan, vali ile ilgili doğru haberlere göre işleri yürüt. Mes'uliyet sahiplerini, durumlarına ve ihmal derecelerine göre cezalandır.

Salih, afif, doğru, dinine bağlı, emanete riâyet eden kimse­lerden bir (müfettiş) topluluğu gönderip, âmil ve valilerin, tutum ve davranışlarını, bulundukları beldede neler yaptıklarını, haracı nasıl topladıklarını, bu konuda kendilerine emredilenlere uyup uymadıklarını, harâc mükellefleri ile ilgili vazifelerini nasıl yap­tıklarını tahkik ve teftiş ettir. Eğer bu araştırma sonunda, onla­rın kötü davranış ve halleri tesbit edilirse, o zaman müfettişle­rine emir ver, halktan haksız olarak topladıkları mallara el koy­sunlar. Bu vali ve âmilleri şiddetle sîgaya çeksinler ve başka­larına ibret olacak şekilde cezalandırsınlar. Böylece, halktan zor­la aldıkları malları iade etsinler. Ve bir daha kendilerine verilen emirleri çiğnemesinler, vazifeleri ile ilgili hak ve selâhiyetleri-ni  tecavüz etmesinler.  Muhakkak ki, harâc toplayan vali ve âmil'in yaptığı zulüm ve haksızlıkların hepsinin halife tarafından emredildiği sanılır. Halbuki, emire'l - mü'minîn böyle zulmedil­mesini değil, adaleti emretmiştir.

Eğer sen, zulüm yapanlardan birisini şiddetli bir tarzda ce-zalandırırsan, başkaları da korkar, zulüm ve kötülük yapmaya son verirler. Bu şekilde davranmazsan, harâc mükelleflerine tecavüz ederler. Zulm, haksızlık ve baskı yapmaya devam edip, verme­leri üzerlerine vacip olmayan şeyleri, onlardan almaya cür'et ederier.

Eğer sen, vali ve âmillerinden her hangi birisinin, halkına düşmanlık, zulüm ve haksızlık, sana karşı da hainlik ettiğine ve harâc'tan hırsızlık ettiğine şahit olur ve bunlara rağmen onu vazifesinde tutarsan ve bu kötü halli kimseyi işlerinde kullanır­san, bu hal, senin için haramdır. Böyle yapmakla sen kendine kötülük etmiş olursun. Öyle kimselere halkın işlerinden hiç bi­rini havale etmekten veya kendi işlerinden hiç birine böylelerini ortak etmekten sakın. Hiç beklemeden ve korkmadan bu gibi kö­tü kişileri cezalandır. Mazlumun bedduasından kork. Çünkü, o beddua kabul olunur.

M Is'a r, bize Amr b. Mürre' den, o da; Abdullah b. Seleme' den şöyle dediğini rivayet et­miştir :   Muâz    b.    Cebel    bana şöyle dedi :

— «Namazı kıl, uyu, ye, iç ve helâlinden kazan, günah iş­leme ve ancak müslüman olarak  öl. Mazlumun   bedduasından sakın.»

©' M a n s u r bize, E b î V â il' den, o da E b u ' d -D e r d â ' dan, onun şöyle dediğini nakletti :

— «Ben yapmasam da size iyi şeyleri emrederim. Ben bun­da hayır ümid ederim. İnsanların en sevimsizi haksızlık ettiğim takdirde, bana karşı ancak   Allah'a    sığınan kimsedir.»

$ Mu'hakkak ki, adalet, mazluma acımak, zulümden ka­çınmak çok olan ecir ve sevabı ile birlikte, harâc vergisinin ço­ğalıp artmasına ve beldelerin imarına vesile olan güzel haslet-* lerdendir. Bereket, ancak adaletle beraber bulunur, zulüm ve haksızlıkla da yok olur. Zulüm ve haksızlıkla alman harâc, hem miktarca azalır ve hemde beldeleri harap eder.

İşte, Ömer b. H a t t a b (R.Â.), Sevâd'in haracını, harâc mükelleflerinden adalet ve insafla toplardı. Böyle davra­nıp onlara zulmetmediği için, milyonlarca dirhem harâc toplar­dı. H z. Ömer (R.A.) in zamanında bir dirhemin ölçüsü ve kıymeti bir miskal altının değerine eşitti.

Ey Mü'mînlerin Emîri, bir veya iki ay müddetle, mezalim meclisleri (mahkemeleri) kursan, reayaya şikayette bulunup, haklarını arama ve müdafaa etme imkanı versen ve bu sayede Allah (C.C.) Hazretlerine yakınlaşmış olsan, ümid ederim ki, böylece, halkın ihtiyaç ve sikıntlarını görmek­ten mahrum bir şahıs olmaktan kurtulmuş olursun. Belki, bu iş­ler, şehir ve kasabalarda, tabii seyrine girinceye kadar, sizin bir veya iki defa bu mahkemelere uğramanız kâfî gelecektir. Bu takdirde zâlimler, zulüm işlemiş olarak huzurunuza çıkmak­tan korkarlar ve bir daha zulüm yapmaya cesaret edemezler. Za­yıf kimseler ise, senin bu meclislerde bulunup, durumlarına va­kıf olmandan dolayı, ümitlenirler, kalpleri kuvvet bulur ve sana olan hayır duaları çoğalır.

Eğer, zulme uğramış kimselerin, o mecliste bulunanlarının hepsinin şikayetlerini bir toplantıda dinlemeniz mümkün olmaz­sa, kalanlarını ikinci bir toplantıda dinleyiniz. Zulme uğrayanla­rın şikayetleri, ikinci toplantıda da bitmezse, kalanlarının mese­lelerini üçüncü bir toplantıda halledersiniz. Şikayet sahiplerini dinlerken sıraya riayet etmelisiniz, ilk müracaat sahibinin dava­sına sizde ilk önce bakmalısınız.. Sonra sırasına göre dinleme­lisiniz. Bu konuda hiç bir insanı, diğer bir insana tercih ederek, öne geçirmemelisiniz.

Vali ve âmilleriniz, sizin -ayda değil-, yılda bir defa meza­lim meclislerinde 'hazır bulunduğunuzu bilirlerse, Allah (C.C.) in izniyle, zulüm yapmaktan vazgeçmeleri ve kendilik­lerinden halka insafla muameleleri muhakkaktır. Böyle davran­makla en büyük sevaba nail olacağınızı ümid etmekteyim. Mu­hakkak ki, Allah (C.C), herhangi bir mü'minin bir dünya sıkıntısını gideren kimsenin, ahiret kederlerinden birisini gide­rir.

A ' m e ş bize E b û S â I i h ' den, o da E b û H ıf-" r e y r e (R.A.) dan Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin   şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

—  «Her kim ki, bir mü'minden her hangi bir sıkıntıyı U2ak-laştınrsa,     Allah    (C.C.) da,    o kimseden kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı uzaklaştırır. Ve her kim ki, dünyada bir müslümanın ayıbını örterse,   Allah   (C.C.) da o kimse­nin bir ayıbım kıyamet gününde örter.»

L e y s , bize I b n i A el â n vasıtası ile Avn'ln şöyle dediğini nakletti :

—  «Al  I a h    (C.C.) in, yaratılışını güzel kıldığı ve yük­sek bir makama getirdiği bir kimse, insanlara karşı    -Allah (C.C.)   için- mütevazı davranırsa,   Allah    (C.C.) m salih kul­larından olur.»

© İ s m â î 1 b. E b î . H â I i d ' in bize K a y s b. E b î H â z i m ' den naklettiğine göre, Ad İ y b. A d i y (R.A.) : «R e s û I u i 1 a h (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu işittim.» dedi:

—  «Bizim, kendisini bir vazife İle gönderdiğimiz, her şahıs (vergi cinsinden) ne almışsa, onun azını, çoğunu yani hepsini teslim etsin. Kim bir ipliğe saklayarak - ihanet ederse, kıya­met gününde onu boynunda taşır ve - hesabı - m verir.»

$ H i ş â m ' in[94] bize Kasım'dan, onun da Ab-d u I v â h i d ' den,[95] onun da Abdullah b. M u -hammed b. Akıl' den, onun da Câ b ir b. Ab­dullah'dan, onun da A b d u i İ a h b. Ü n e y s (R.A.)'-den rivayet ettiğine göre Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz   şöyle buyurmuştur:

—  «İnsanlar kıyamet gününde, yalın ayak, sünnetsiz ve tek renk olarak neşrolunurlar.   Cenâb-ı    Hak,   uzakta olan­ların da yakındakiler gibi işiteceği bir sesle nida buyurur: Ben melikim, Ben mutlak hakimim, herkese amelinin karşılığını ve­ririm. Cehennem ehlinden her hangi birinin üzerinde cennet eh­linden birisinin her hangi bir hakkı olursa, o hakkı ödemeden ce­henneme girmesi doğru olmaz. Cennet ehlinden herhangi birinin de, üzerinde cehennemliklerden birisinin, herhangi bir hakkı olduğu takdirde, o hak kısas edilmeden, o ıkimsenin cennete gir­mesi doğru olmaz.»

© M ü c â I i d b. S a ' i d bize, Âmir e ş - Ş a ' -b î' nin    şöyle dediğini anlattı :

—  H z. Ömer (R.AJ,Küfe halkına yazarak, araların­dan en hayırlı ve en salih olan bir kişiyi seçip göndermelerini is­tedi.   :H z.   Ömer    (R.AJ    Basra ve Şam  halkına da aynı istekle birer mektup yazdı.

Kûfe'liler Osman b. Ferkad'ı, Şam'iıîar Ma'n b. Yezîd'i ve Basra'lılar da H a c c a c b. "II â t' ı gönderdiler. Bu üç şahısta Benî Seleme Kabîlesin-rfendi. Hz. Ömer (R.AJ, bu zatlardan her birini memle­ketlerinin haracını toplamak üzere zekât âmili tayin etti.

# Muhammed b. Ebî Humeyd'in bize şeyhlerinden naklettiğine göre : Ebû Ubeyde b. Cer-r a h    (R.AJ,   'H z.   Ömer   (R.AJ a :

—  «Rasûlullah    (S.A.VJ in    ashabının    değerini, -idareci   ve   harâc   âmili yapmakla -   gerilettin.»    dedi.   Hz. Ömer   (R.AJ da :

—  «Ey  Ebû Ubeyde! Dînin selâmeti için, dindar­lara    dayanmazsam  kime dayanacağım?»    buyurdu.    Ebû

Ubeyde    (R.A.:

—  «O  halde,  bu  işlerde  çalıştırdığın   kimseleri  bol  ücret vererek zengin et ki, onları itimadı kötüye kullanmaktan korumuş olasın.» deyince,    H z.   Ömer   (R.AJ :

—  «Onlardan birînî bu vazifelerde istihdam ettiğim zaman, kimseye muhtaç olmayacakları kadar ücret veriyorum.» buyur­du.

@ Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leyla,   -kendisine anlatılanları bize şöyle nakletti :

«Abdullah    b.   Abbas:

—  Hz,    Ömer   (R.AJ    beni çağırttı, yanma varınca şöy­le dedi :

—' E y İbni Abbas- Hıms'ın âmili vefat etti. X), ehî-i hayr idi, ehî-3 hayır ise pek azdır. Senin de onlardan olduğunu ümid etmekteyim. Bu sebeple, seni oraya âmil îayîn etrnek için davet ettim. Ancak, senin hakkında gönlümden geçen bir şey var, ondan korkuyorum. Gerçi senden öyle bir şey sadır olmadı, sadece ben, hakkında böyle bir şeyden korkuyorum. Bu vazjfa hakkında görüşün nedir?

İbni Abbas   (R.AJ :

—  Hakkımda  gönlünden  geçen  korkuyu  bana   haber vere­ceğin zamana kadar, senden bîr vazife almamak görüşündeyim.

Hz, Ömer (R.AJ :

—  Sunu niçin istiyorsun?

İbni Abbas   (R.AJ

— Onu bilmek istiyorum. Çünkü, eğer ben, senin gönlün­deki korkudan beri isem, anlarım ki, ben senin zannettiğin gibi değiiim. Eğer hakikaten ben, senin düşündüğün gibi, bazı husus-tarda korkulacak bir kimse isem, ben de nefsimden korkarım ve bu konuda tedbirimi alırım. Ben, senin zanmn hilafına pek az vahiy inmiş olduğnu gördüm,

H z.   Ömer    (R.AJ :

—  Ey    İbni    AbbasE    Ben, senin ehemmiyet verdi­ğin işlerden istidlal ederek, bazı tahminlerde bulunuyorum. Sen ise, beni insanları sigaya çeken biri olarak görüyorsun... Hak-kında  korktuğum husus şudur:    Acaba, sen bu vazifede iken fcplsdığm fey ve haraçtan nefsine tahsis eder misin?... Böyle bir durum zuhur ederse sena «yanımıza gel» denir. Sen de : «ne size gelirim, ne de başkasına...» dersin. Bu düşünce ve korku­mun sehsbi şu :    Ben,   R s û 1 u 1 I a h   (S.A.V.)    Efendi m i z' in    insanları vergiler için âmil tayin    ettiğini ve fakat - ehl-î beyî olan - sizleri bu hususta terkedip, görevlendirmedî-

İ b n i    A b b a s(R.AJ :

—  Vallahi, muhakkak ki ben de senin gördüğünü gördüm. R a s û I u I ! a h    (S.A.VJ    bizden bir kimseyi, bu vazifeye ni­çin tayin etmedi acaba?

H z.    Ö m e r    (R.AJ :

—  Vallahi bilmiyorum. Ehil kimseler olduğunuz halde, size bu vazifeleri vermedi. Sizi, bu görevlerin mesuliyetinden uzak tutmak mı İstedi yoksa kendisine yakınlığınızdan dolayı, başını­za buyruk olup, kendiniz için itabı gerektirecek bir duruma düş­menizden mi endişe etti?... Bilmiyorum. Çünkü böyle bir du­rumda te'dâp mutlaka şarttır. Ben sana, niyet ve düşüncemi söy­leyip boşaldım, sen de boşaldın. Şimdi, âmillik vazifesi hakkın­da görüşün nedir?

İ b n i   A b b a s   (R.A.):

—  Senin âmilin olmayı düşünmüyorum. H z.   Ömer   (R.A.):

—  Niçin?

İ b n i    A b b a s    (R.A.):

—  Eğer, ben bu vazifeyi a\\r da, senin âmilin olursam, mu­hakkak ki gözünde bir budak olmaya devam edeceğim.

H z.   Ömer   (H.A.)

—  Ö halda, bana tavsiyede bulun.

İ b n i    A b b a s    (R.A.) :

—  Sana,    -iş ve itaatinden-    emin bulunduğun, güvenilir kimseleri istihdam etmeni tavsiye ederim.

® Mücâlid b. Saîd bize, Âmir' den, o da M i hrez b. Ebû Hureyre' den, O da babası E b û H u r e y r e    (R.AJ den şöyle dediğini nakletti :

«Hz, Ömer (R.A.), Peygamber (SAV.) Efendimiz'in    ashabını davet ederek, onlara şöyle dedi:

—  Bana, siz yardımcı olmazsanız,  kim yardımcı  olur? Ashâb-ı    kiram :

—  «Biz sana yardımcı olacağız» dediler. Bunun üzerine    H z.   Ömer   (R.A.)    bana:

—  Ey   € b û   'Hureyre!    Bahreyn ve Hecr'e, bu sene, seni âmii tayin ettim.

Ebû    Hureyre   (R.AJ    Hazretleri anlatıyor:

—  Bu vazife ile oralara gittim. Senenin sonunda, içinde beş-yüzbin dirhem bulunan iki çuvalla döndüm.

H 2. Ömer    [R.AJ    bana :

—  Daha önce, hiç bu  kadar malı bir arada    görmemiştim. Yoksa, halkın malını zulümle mi topladin?    Bunun içinde yetim malı, dul kadın malı mı var? dedi. Ben, cevaben :

—  Hayır, Vallahi yok... Eğer, öyle olursa ,ben ne kötü bir adam olurum. Sen, bu malı mahalline harcar, mes'uliyetten kur­tulursun. Bense günahımla başbaşa kalırım.

O'   Şeyhlerimizden bazıları bize şöyle naklettiler:

—  Ömer b. Abdülaziz, Şam ahalisinden olup, uzlet hali yaşayan, ehl-i hal bir zata mektup yazarak, müslüman-ların işlerini üzerine almakla ne kadar şiddetli bir ibtilaya duçar olduğundan ve. hayırlı yardımcıların azlığından bahseder ve ken­disinden bu işlerde yardımcı olmasını ister.

O zat, kendisine cevaben şöyle yazar:

—  «Emire'I-mü'mir&în'in mektubu bana  ulaştı.  Müslümanla­rın işlerini yürütürken karşılaştığı zorluklardan, hayırlı yardımcı­ların azlığından bahsedip, benden yardım talep ediyor.

Ey IVlü'mirîlerin Emîri, şunu iyi bilki, bozuk bir zamanda ve alimin az olduğu bir devirdesin. Gerçek alim korkar ve konuş­maz. Cahilse, sormadığından cahiidir. Allah (C.C.) m ba­na nimetlendirdiği şeyle yardımcı olmamı istiyorsunuz. Ben as­la, mücrimlere yardımcı olmayacağım.»

©    Şeyhlerimizden bazıları    bize  şöyle haber    verdiler:

Meymûn    b.    M i h r â n ' m    şöyle naklettiğini İşittim :

—  Hz.   Ömer    (R.A.)    Irak'tan her sene 1 milyon ukiy-ye toplardı. Sonra, Kûfe'lilerden on ve Basra'lardan da on kişi çağırtarak, onlara dörder dörder, bu malların temiz ve helâl ol­duğuna, bunların bir müslümandan veya bir zımmîden zulmen alınmadığına   Allah    adına şahidlik ettirirdi.

O    Meymûn   b.    M Ih'rân    bana şöyle haber verdi:

—  Cezîre'de kadı ve has'âc âmili iken,    Ömer   b.   Ab-d ü I a z i z'e   bir mektup yazarak, hakimliğin zorluğundan ve insanın kötülüğe meyilli bulunduğundan şikayet ettim. O bana, cevaben şöyle yazdı :

—  «Ben   sana  taşıyamiyacağın  yükü  yüklemiyorum.  He!âl ve temiz olanı topla. Sence hak olduğu  ortaya çıkan şeyle hü­küm ver. Müşkil gördüğün şeyleri  bana havale et. Eğer,  insan­lar kendilerine zor gelen şeyleri bırakıp, zor gelen görevleri terk etselerdi, din de ayakta kalmazdı, dünya da...»

®    E b û    Hası y n'ın    bize naklettiğine göre,    H z. Ömer    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «Mü'minin sırtına vurmak yasaktır.»

@    Târik    b,    Abdtırrahman   bize,    H a k î m b.    C â b i r' den    şöyle nakletti :

—  H z.    Ömer    (R.A.),    hatasından dolayı,    bir adamı dövdü. Adam,    H z.    Ömer    (R.A.) e :

—  «Ben, bilmeyerek hata eden ve hatası kendisine öğreti­len veya hata eden ve affolunan iki şahıstan biri olmalı değii-miydim?» dedi. Bunun üzerine,    H z.    Ömer     (R.A.:

—  Doğru söyledin. Öyle yapmalı idim. Kalk sen de benden hakkını al dedi.

Adam  hakkini  bağışladı,    H  z.    Ömer    (R.A.)   de o;ıu affetti.

©    İsrail    bize,   S i m â k    b.    Harfe' den,    o da Ebû    Selâme' den şöyle haber verdi :

—  H z.   Ömer   (R.A.),   bir havuzun kenarında durmak­ta olan erkek ve kadınları dövdü. Biraz sonra,   H z.   Ali   (R.A.) ile karşılaştı.    H z.   Ali    (R.A.),    bu durumu sorunca,    H z. Ömer   (R.A.):

—  Ben, onları dövdüğüm İçin,   —A İlah    indinde âsî bu­lunup- helak olmaktan korkuyorum, dedi.    H z.   Ali    (R.A.) şu cevabı verdi :

—  Eğer sen, onları aranızda bulunan bir kin ve düşmanlık dolayısiyle dövmüşsen, âsî bulunmuş ve helak olmuş olursun. Yok eğer, onları te'dip ve ıslâh etmek    gayesi ile dövmüşsen bunda bir beis yoktur. Çünki  sen bir çobansın, bir idarecisin. Ve muhakkak ki sen bir terbiyecisin.»

®    Mis'ar   b.   !K i d a m    bize,   Kasım1 dan şöyle nakletti:

« H z. Ömer (R.A.), vergi âmillerini görev yerlerine gönderirken şöyle derdi :

—  Ben sizi, cebbar ve zâlim kişiler olasınız diye gönder­miyorum. Sizi ancak, imam (kendisine tabî olunan kişiler) olası­nız diye gönderiyorum,   tâüs'ünı&ijları  dövmeyi sn iz. Eğer döver­seniz onîan zillete düşürürsünüz. Onları, haddinden fazla da öv­meyiniz. Zira, överseniz, onları şEmartersınîz. Haklarına manî ol­mayınız. Aksi takdirde, onlara zulmetmiş olursunuz.    Haklarını, kendilerine zamanında veriniz,

# Bazı şeyhler bana, A m r b. M e y m û n ' un şöyle dediğini nakletti:

H z.    Ömer    (R.A.]    halka şöyle hitap etti :

—  Allah    (C.C) a yemin ederim ki, ben âmillerimi, sizi dövmeleri için ve mallarınızı haksızlıkla almaları için göndermi­yorum. Lakin ben, âmillerimi size dîninizi ve   Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz'in    sünnetini öğretmeleri için gön­deriyorum. Kim, haksız bir muameleye mamz kalırsa bana bildir­sin. Nefsim yed-i kudretinde   olan   A I ! a h   (C.C.) a   yemin ederim ki, onun hakkını, haksızlık yapandan kısas yolu ile alı­rım.

Bu esnada   A m r    b.    Â s    (R.A.)    söz alarak şöyle dedi :

—  Ey Mü'mlnlerin Emsri, Müslüman bir vali, idaresi altın-dakiierden bazısını te'dip etse, ona da kısas tatbik eder misin? diye sordu.   H z.    Ömer   (R.A.)    cevaben:

—  Nefsim yed-i kudretinde olan   Allah    (C.C.) a   ye­min ederim ki, ona da kısas yaparım. Muhakkak ki ben,    R a-s û I a I I a h   (S.A.V.) in   nefsinden kısas yaptığını gördüm. Dikkat ediniz, Müslümanları dövüp zillete düşürmekten sakıns-nız. Katiyyen haklarına manî olmayınız, küfre düşmelerine sebep olursunuz. Müslümanların arasına tefrika düşürmeyfniz, güçsüz kalıp, mağlubiyetlerine sebep olabilirsiniz.

m AbdülmelPk b. Süleyman bize, A t â'dan şöyle nakletti:

H z. Ömer (R.A.), Vali ve âmillerine mektup yazarak, hac mevsiminde toplanmalarını istedi. Onlar geldiler. H z. Ömer   (R.A.)    ayağa kalkarak, şöyle bir hutbe îrâd etti :

—  Ey İnsanlar! Ben şu vali ve âmillerimi, sîze hak ve adâ-leîle gönderiyorum. Katiyyen sizi dövmeleri, öldürmeleri ve mal­larınızı haksız yere simaları için göndermiyorum. Kimin bu vali ve âmillerden her hangi birinde bir hakkı, bir alacağı varsa aya­ğa kalkıp söylesin.

Hazır bulunan  insanlardan, bir adamdan başka hiç kimse kaikmadı. Kalkan şahıs :

—  Ey Mü'minlerin Emîri, senin âmilin bana yüz kırbaç vur­du, dedi.    H z.    Ömer   (R.A.),    o âmile :

—  Sen ona yüz kırbaç vurdun mu? diye sordu ve iddia sa­hibine dönerek :

— Kalk ondan hakkını al buyurdu.

Bunun üzerine, orada bulunan A m r b. Â s (R.A.) aya­ğa kalkarak :

—  Ey Mü'mlnlerin emîri, sen âmillerin hakkında böylû bir kapı açarsan, bu hal hem onlara çok ağır gelir, hem de senden sonrakiler için bir adet halini alır. dedi.    Hz.    Ömer (R.A.):

—- Dikkat et, ben ki, Rasûlullah (S.A.V.)' in nefsi-tio kısas tatbik ettiğini gördüm. Onu kısassız mı bırakacağım? buyurup, sonra hak sahibine dönerek :

—  Kalk hakkını al, diye emretti.   A m r   b.   Â s    (R.A.):

—  O  halde izin verin de    onu razı edelim,    dedi.   H z. Ömer    (R.A.):

—  Peki, buyurun, dedi.

Bunun üzerine şikayetçi olan şahsa, her kırbaç için iki di­nar olmak üzere cem'an 200 dinar verilerek razı edildi ve şika­yetçi kısas hakkından vazgeçti.

© Abdullah b. Velîd bana. Âsim b. Ebî'n-N ü cûd' dan, o da Umâre b. Huzeyme b.    S â b i t' ten   şöyle rivayet etti:

—  H z.   Ömer    (R.A.)    herhangi bir kimseyi âmil veya vali tayin ettiği zaman, ensardan ve başkalarından bir topluluk çağırarak o kimse hakkında şâhidlik ettirir ve o kimseye şu dört şartı koşardı:   

1— Katıra binmemek,

2— İnce ve yumuşak elbise giymemek,

3— İnca undan yapılmış has ekmek yemeys-yecefc,

4— Kapısını insanların ihtiyaçlarına kapatmayacak ve hâcip edinmeyecek.

Bir gün, H z. Ömer (R.A.), Medîne caddelerinden birinde yürüyordu. Hafiften bir erkek sesi işitti. O ses :

—  «Ey   Ömer   (R.A.) I Bu şartların   Allah   (C.C.) indinde seni kurtaracağını mı sanıyorsun? Senin Mısır'daki âmi­lin   İ y â d   b.   G a n e m    ince ve yumuşak elbiseler giyiyor, kendisine hâcip ediniyor.» dedi. Bunun üzerine   Hz,   Ömer (R.A.), âmilleri ile kendisi arasında    elçilik    yapmakta    olan, Muhammed   b.   M esi em'e'yi    çağırdı. Ona:

—  Mısır'a git.   I y â d ' ı   hangi halde bulursan, o ha! üzere al, bana getir dedi.

Muhammed b. M esleme, Mısır'a vardı. I y â d ' in evine gitti.. Kapsinda hâcipler vardı. Derhal içeri gir­di. Üzerinde ince elbiseler olduğunu gördü. Ona :

—  Mü'minlerin emîrine cevap ver dedi.    I y â d :

— Müsaadenizle, üzerime örtmek için paltomu alayım. Muhammed    b.    Mesleme:

— Hayır, şu andaki hal ve kıyafetinle gideceksin dedi.

I y â d b. Ga n e m'İ aldı Medine'ye getirdi. H z. Ömer   (R.A.),    I y â d ' ı    görünce :

—  Gömleğini çıkar dedi! Sonra, yün bir elbise, biraz koyun ve bir değnek getirtip,    i y â d ' a    şöyle dedi:

—  Şu yün gömleği giy, şu değneği de al ve şu koyuniarı güt. Koyunların sütlerinden iç, yanına gelenlere de içir ve kala­nını bizim için muhafaza et. İşittin mi?    lyâd;   b.    Ganem (R.A.):

—  Evet, ölüm bundan hayırlı.

H z. Ömer (R.A.) emrini bir kaç defa tekrar etti. I y â d b. Ganem (R.A.) da aynı cevabı tekrarladı. Bu­nun üzerine    H z.    Ömer   (R.A.) :

—  Niçin aynı cevâbı tekrarlıyorsun. Teklifim hoşuna gitme­di mi? Senin babana, koyun güttüğü için Ganem == koyun derlerdi. Sende daha hayırlı bir şey mi var? Yani şartlanma tama­men  uyacak mısın?    İ  y  âd    b.    G a  n  e m(R.A.) :

—  Evet, Ey Mü'mfnlerfn Emîrî dedi.    H z.    Ömer (R.A.) :

—  O haide, çıkar bu elbiseleri. Ve eski işine dön.

Tekrar Mısır'a dönen    lyâd    b.    Ganem    (RA)    iyi-li'k ve itaatte örnek bir âmil oldu.

©   A ' m e ş   bize,   İ b r a h i tn ' in   şöyle dediğini nakletti:

—  Her hangi bir âmil'in hastalan ziyaret etmediği ve zayıf kimseleri huzuruna kabul etmediği haberi   H z.  Ömer   (R.A.) e ulaşınca, derhal o âmili görevinden azlederdi.

Ubeydullah    b.   Humeyd    bana,    E b u ' I -M e I î h ' in   şöyle dediğini nakletti:

-— H z.   Ömer   (R.A.),    Ebû    Mûsâ    el-Eş'arî (R.A.) ye bir mektup yazarak, şöyle emretti :

—  Toplantılarında ve huzurunda insanlara eşit muamele et kî, zayif jfisanlar adaletinden ümit kesmesin. Hatırlı insanlar da, kendileri için başkalarına zulmedeceğin zehabına kapılmasın.

  Ashab-ı Kircm'dan çoğuna yetişmiş olan, Şamlı bir şeyh, bana, Urve b.    Ruveym'in    şöyle dediğini nakletti :

—M   z.    Ömer    (R.AJ,    Şam'da bulunan   Ebû    U bey­de   b.    Cerrah    (R.A.) a    şöyle bir mektup yazdı :

—  «Amma ba'd... Ben, sana, sanın îçîn de, benim için de hayır olan bir mektup yazdım. Şu beş haslete sımsıkı sarıl kî, dininde selamete erip, insanlar için rızik olan sevap ve günah­tan eftal olanına yani sevaba mazhar olasın.

1— İki hasım huzuruna gelince, onlardan adil deliller is­te, sonra, sarih ve kesin bir yemin teklif et.

2— Zayıf olan kimseyi yanına yaklaştır, ta ki, dili açılıp, konuşsun ve kaîbi korkudan kurtulsun.

3— Yabancı olan kimseyi fazla bekletme. Çünkü onlar fazla bekletirsen, ihtiyaçlarını sana arzetmekten vaz geçip mem­leketlerine dönerler.

4— Husûmetin hallini talep etmeyen kimse, batılı istemiş ve haksizlhk etmiş demektir.

5— Hak sence bilinmediği ve nasıl hüküm vereceğin or­taya çıkmadığı takdirde, tarafları sulhetmeye çalış. Vesselam...»

@ Muhammed b. İshâk bana, T a Ih a b. Ma'dân el-Omrî'yi dinleyenlerden. Onun şöyle de­diğini nakletti :

— H z. Ömer (R.A.) bize bir 'hutbe irâd etti. C e-nâb-i Hakka hamd-ü sena, Rasûlullah (S.A.V.)e selât-ü selâm edip Hz. Ebû Bekir (R.A.) i sndıktan ve istiğfar ettikten sonra şöyle buyurdu :

— Ey insanlar! Her hangi bir hak sahibi, hakkını elde et­mek için, kimseden Allah (C.C.)'a âsî olmasını iste­yemez. Bence, bu malı, ancak şu (iç haslet ıslâh edebilir :

1— Hak ile alınması,

2— Hak üzere sarfedilmesi,

3— Alınmasında ve  sarfedilmesinde batıldan    kesinlikle kaçınılması.

Benim, malınızla alâkam, bîr yetimin velisi olan kimsenin, o yetimle olan alâkası gibidir. Eğer, kendi gelirim sayesinde bey-tü'l-mâl'den müstağni olursam, ondan hiç bir şey harcamam. İh­tiyacım olursa, ma'ruf olan şekilde harcarım.

Her hangi bîr kimsenin, diğer bir kimseye zulüm ve haksız­lık etmesine ve tecavüzde bulunmasına asla müsâade etmem. Haksızı yere serip, hakka boyun eğinceye kadar ayağımın altın­da ezerim.

Ey insanlar. Sizin benden talep edeceğiniz bazı haklarınız vardır. Onları size sayacağım. Bu haklarınıza sımsıkı sarılıp on­lara sahip çıkınız.

1— Benîm size karşı vazîfem :    Sizden toplayacağım harâc ve sair gelirleri hak ve adalet üzere tahsil etmemdir.

2— Benim size karşı vazifem : Mal benim elime geçtiği zaman, hakkın dışında bir yolla onu elimden çıkarmamamdır.

3— Benim size karşı vazifem : Sizin gelir ve erzakınızı ço­ğaltmam,   Allah    (C.C.) in    izniyle kale ve hudutları koru­mam ve müdafaa etmemdir.

4— Benim size karşı vazifem : Sizi tehlikeye maruz bırak­mamam, uzun müddet kaielerde tutmamamdir.

Gerçekten siz öyle bir zamana yaklaştınız ki, o zamanda emin kimseler az, dünyalık peşinde koşan kurrâlar çok; fâkihler az, muhterisler çoktur.

Öyle kimseler vardır ki, görünüşte âhiret için amel ederler, aslında o kimseler bu amelleri ile de dünya'nın ve uzayıp giden dünyalık arzusunun peşindedirler. Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, bu şekildeki ameller de sahibinin dinini yer bitirir. Dikkat ediniz, sizden kim bu şekilde davranan adamlara yetişirse, Allah    (C.C.) den    korksun, O'na sığınsın ve sabretsin.

Ey İnsanlar! Muhakkak ki, Allah (C.C.) kendi hak­kını, halkın hakkından yüce tutmuştur, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

«(Peygamber) sizin, melekleri ve peygamberleri Tanrı edin­menizi de emretmez. Hele size, siz tnüslüman olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?»[96].

Dikkat ediniz, ben sizi emirler veya zalim kişiler olarak gön­dermiyorum. Ben sizi, ancak halkı doğru yola sevkeden imamlar ve idareciler olarak gönderiyorum. Müslümanların haklarını aci­len veriniz. Onları döverek, zillete düşürmeyiniz. Fazlaca övüp şımarmalarına ve fitneye düşmelerine de sebep olmayınız. On­lara kapılarınızı kapatmayınız, böyle yaparsanız, kuvvetliler za­yıfları yer. Bazılarını diğer bazılarına tercih etmeyiniz, böyle ya­parsanız, zulmetmiş olursunuz. Onlar hakkında cahil ve gafil ol­mayınız. Takatleri nisbetinde onları kafirlerle harbe sevkediniz. Düşmanla karşılaştıkları zaman zaafa düşeceklerini anladıkları­nızı harbe göndermeyiniz. En iyi savaş, düşmana karşı zayıf ve konkak olanları göndermemektir.

Ey İnsanlar! Sîzi, şehirlerdeki emirlere şahit kılıyorum. Ben onları, ancak insanlara dinlerini en iyi şekilde öğretmeleri, feyle-rini taksim etmeleri ve aralarında adaletle hükmetmeleri için gönderiyorum. Kendilerine müşkil gelip, halledemedikleri zor şeyleri bana havale etsinler.

H z,    Ömer    (R.A.)    şöyle buyurdu :

—  Bu iş (insanları idare etme) ancak, zulüm ve haksızlık­tan uzak bir şiddet ve zafiyetten uzak bir yumuşaklıkla salâha erer.

G    Küfe halkının âlimlerinden bazıları bana şöyle nakletti:

H z. Ali (R.A.), âmili bulunan Ka'b b. Mâlik'e şöyle yazdı :

—  «Amma ba'd... Âmili olduğun belde halkının işlerini yü­rütmek üzere, güvenilir kişileri tayin et. Arkadaşlarından bazıla­rı ile çıkıp Sevâd arazisini köy köy, kasaba kasaba dolaş. Me­murlarını soruştur, durum ve davranışlarını İncele, Dicle ile Fı­rat arasında bulunan yerleri de kontrol et. Sonra Bihkubâzât'a dön. Oranın işleri ile de meşgul ol ve bozulanları düzelt. Sana yükletmiş olduğu vazifeleri,   Allah   (C.C.) e itaat ederek yü­rüt. Şurasını iyi bil ki, dünya mutlaka fanidir ve âhiret ise mut­laka gelmektedir.   Âdem oğlunun ameli,   kendisine   iade edil­mek üzere hıfzolunmaktadır. Sen mutlaka, geçmiş amellerinin he­sabını verip, iyi veya kötü yaptığın işleri karşında   bulacaksın. Sen hayır yap ki, hayır bulasın.»

• A t â b. E b î R e b â h ' i dinleyen bir kimse, ba­na, onun şöyle dediğini anlattı :

Hz. A I i (R.A.), her hangi bir yere bîr müfreze gönderdi­ği zaman, o müfrezeye bir komutan tayin edip, ona şu tavsiyede bulunurdu :

—  Sana, kendisine mülâki olman kaçınılmaz olan   Allah (C.C.) dan korkmanı tavsiye ederim. Seni,   Cenab-i    Hak'-k a   yaklaştıracak olan amelleri yap. Muhakkak ki, senin dünya­da yaptığın her amelin   Allah   (C.C.)    indinde bir karşılığı vardır.»

Dâvud b. Ebî H ind bana, R i y â h b. U b e y d e ' nin   şöyle dediğini rivayet etti :

—  Ömer   b.   Abdülaziz'le    beraberdim. Ona:

—  Benim Irak'ta bir çiftliğim ve çocuklarım var.    Ey Mü1-minlerin Emîri, bana İzin ver de gidip onlara bakayım, dedim. O, bana:

—  Çocukların için korku, çiftlik için de zayi olma durumu yoktur, dedi.

Bunun üzerine izin istemekte İsrar ettim. Sonunda izin ver­di. Gideceğim gün, veda edeceğim sırada :

—  Ey Mü'minlerin Emîri, Bir ihtiyacınız var mı? Bana tav­siyeniz ne olacak? dedim. O bana :

— Ben senden İrak halkının durumunu, valilerin 'halka kar­şı davranışlarının nasıl olduğunu, halkla valilerin birbirlerinden razı olup olmadıklarını araştırmanı istiyorum, dedi,

Irak'a varınca, valilerin ve diğer memurların hallerini halk­tan soruşturdum. Hepsi hakkında iyi ve hayırlı haberler aldım.

Tekrar dönünce, Irak'taki valilerin iyi davranışlarını ve hal­kın kendilerinden razı olduğunu Halîfe'ye anlattım. Bunun üze­rine şöyle dedi :

—  Bu getirdiğin haberlerden    dolayı    Allah    (C.C.) a hamd olsun. Eğer, bu haberlerin zıddı bir haber getirmiş olsay­dın o valileri azlederdim. Onlara bir daha vazife de vermezdim. Muhakkak ki çoban, güttüğü sürüden mes'uldür. Bunun içindir ki, idare ettiklerinin menfaatine olan ve onları   Allah   (C.C.) a yaklaştıran her şeyi yapmalıdır. Raiyyesini belaya duçar eden kimse, büyük bir belaya duçar olmuş demektir.

® Abdurrahman b. Sabit b. Sevbân bana, babasının şöyle dediğini nakletti :

—  Ömer   b.    A b d ü I a z I z' in    âmili olan    A d i y b.   Ertât,    ona şöyle yazdı :

— «Amma ba'd... : Burada öyle kimseler var ki, her hangi bir bas'kı yapmadan, ödemeleri gereken haracı ödemiyorlar.»

Ömer   b.   A b d ü I a z i z ,    derhal ona şu cevabı yaz-

— «Amma ba'd... İnsanlara azab etmek için benden izin is­temen ne acaib... Sanki ben, Allah (C.C.) in azabına kar-, şı senin için bir kankanım! Sanki benim rızam, seni Allah (C.C.) in gazabından kurtaracak. 6u mektubumu aldığın zaman, vergilerini kolaylıkla verenden al. Zorluk gösterenlere sadece yemin teklif et. Onların Allah (C.C.) a suçları ile mülâkî olmaları, benim onlara azab ederek Cenâb-ı Hakka mülaki olmamdan, ıbence daha sevgiye layıktır. Vesselam.»

—  Bir adam,   H z.   Ömer   (R.A.)e geldi ve dedi ki:

— Ey Mü'minler'in Emîri, ekin ekmiştim. Şam halkından bir ordu üzerinden geçerek, ekinlerimi harap etti. H z. Ömer (R.A.) derhal, 10 bin dirhem bedel ödeyerek, o şahsın uğradı­ğı zararı ödedi.

 

Tâğlib Hristiyanlarinın Ve Diğer Ehl-İ Zimmetin Durumları Ve Haklarinda Yapılacak Muamele

 

Ey Mü'minlerin Emîri! Tağlib denilen    Hristiyan fırkasının hükmünü, mallarından alınmakta olan zekâtın niçin iki katına çı­karıldığı ve kişi başına mürettep olan cizye'den neden muaf tu­tuldukları, bilcümle zımmîlere cizye, elbise, zekât ve öşür hususlarında ne şekilde muamele edilmesi lazım geleceği hak­kındaki sualiniz üzerine bu konuyu İzaha başlıyorum :

© Bazı şeyhler bize, S e f f â h ' dan o da D â v û d b.    K e r d û s ' tan,    Ubâde    b.   Nu'mân    et-Tağ1  î b î' nin    H z.   Ömer    (RA) e şöyle dediğini rivayet etti :

— Ey Müminlerin Emîri! Tağlib kabilesinin kuvvetleri art­makta olup düşmanlara hudut komşusu olmaları sebebiyle, on­lara müzaheretleri takdirinde, muharebede zorluk çekilmesi mel­huz olduğundan, reyinize uygun düşerse, bu kavimle sulh akdi yapılsın» diye ihtarda bulunması üzerine, Hr. Ömer (R.A.) aşağıda zikredilen şartlar üzerine kendileriyle sulh akdi yap­mıştır.

— Şöyle ki,

1 — Çocuklarından hiç birini hristiyan yapmamak,

2 — Mallarının zekâtını iki katına çıkartmak,  

3 — Zekâtın iki katına çıkartılmasına mukabil cizye'yİ kaldırmak,

4 — Bu kabi­leden olan her bir hristiyanın, otlatılan koyunları 40 başa baliğ olmadıkça ondan bir şey almamak,

5 — 40 başa baliğ olunca 120 başa baliğ oluncaya kadar, ondan 2 baş koyun almak,

6 — 120 den - 1 baş koyun bile - fazla olursa, ondan 4 koyun almak,

7 — Bütün mallarından alınacak zekâtın -anlatıldığı gibi- iki kat alınması,

8 — Keza deve ve sığırlarından - müslümanlardan ne kadar zekat almak vacip olursa- bu kabileden olan hristiyanlardan iki kat alınması,

9 — Bu kabilenin kadınlarına zekat konu­sunda erkekleri gibi muamele edilmesi,

10 — Bu kabilenin ço­cuklarının bu muameleden müstesna tutulması,

11 — Kendileri ile sulh yapıldığı günde, ellerinde bulunan araziden, Müslüman­lardan alınan mertebinin iki katı alınması, şartlarına bağlanarak sulh aktedildi.

Ubâde b. Nu'man'ın kavline göre, mezkûr şart­lara muhalif harekette bulunduklarından, ahidleri kalmamıştır. Yanî, ehl-İ harb durumuna düşmüşlerdir.

Bu kabilenin çocuklarının ve delilerinin arazisinde fukaha arasında ihtilaf vâkî olmuştur. Irak ulemâsının reylerine nazaran çocuk ve delilerin arazilerinden alınacak, mürettebat (tertip edi­len vergiler) iki katına çıkarılırsa da, hayvanları muaf tutulur.

Hicaz ulemâsının kavli ise, hayvanlarından alınan mertebe­ler de iki katına çıkarılır. Zira, kendilerinden alınan mallar cizye bedeli olduğundan, harâc hakkındaki kaideye uyarak kendilerine muamele yapılır.

Kölelerden ve sair mallarından bir şey alınmaz.

•    İmâm-ı    Âzam    Ebû    Hanîfe,   bilvasıta H z.   Ömer    (R.A.)    den şöyle nakletti:

H z. Ömer (R.A.) haraca mukabil malların zekatını iki katma çıkarttı.

#    İsmail    b.   ibrahim   b.    e I - M u h â c i r bize    şöyle nakletti:

—  Babam işittiğ'i bir şeyi anlatırken şöyle dedi:   Z i y â d b.   IH u d -a yr' ı    İşittim, şöyle diyordu :

—  «Burada    olan    öşürlerin    alınmasına,    H z.   Ömer (R.A.),    ilk önce beni tayin etti ve emir buyurdu ki:    «Hiç bîr kimseyi   teftiş   etmeyesin.   Sana   uğrayanlar,   Müslümanlardan olursa, yanlarındaki emvalden 40 dirhemden 1 dirhem al. Ehl-i zimmetten olanlardan 20 dirhemden 1 dirhem, ehl-i zimmet ol­mayanlardan da öşür (1/10)-onda bir) al. Benî Tağİib Kabilesi­nin hristîyanlan hakkında şiddet kullanıp, kendilerine baskı yap. Bu kabile arap kabilelerinden ofup, ehl-İ kitap olmaları sebe­biyle İslâm Dinini kabul etmeleri umulur.»

H z. Ö m e r(R.A.) bu kabileye, evlatlarını hıristiyan et­memelerini şart koşmuştu. Bu kabile hristiyanlarının satın al­dıkları öşür arazisinin öşrü, iki katına çıkarılır. Nitekim, ticaret­te kullandıkları mallarından da iki kat vergi alınır. Velhasıl, Müs­lümanlardan 1 dirhem alınması gereken her şeyde, Benî Tağlib hristiyanlarından 2 dirhem alınır.

£ Benû Tağlib hristiyan(arından olmayan ehl-i zimmetten bir kimse, öşür arazisinden bir tarla satın aldığı zaman. İmâm-r Âzam Ebû Hanîfe' nin re'yi ve kavlince, bu tarla satın alan zımmînin uhdesine geçtiğinden, kendisinden horâc alınır. Daha sonra, bir Müsiümana satmış olsa bile öşre tahvil olunamaz. Her sene harâc vermek lazım gelir. Zira, zımmî olan kimseden zekat alınmaz. Öşür ise zekat'tır. Bunun için ha­raca tahvil olunur.

Diğer Müctehidlerm kavlince, mez'kûr arazi bir zımmînin uhdesine geçtiği anda, önceki öşrü ikiye katlanır. Daha sonra satsa iki katına çıkarılan öşür kaldırılarak, ilk öşrüne çevrilir.

0 Bu son kavil, İ m â m -1 Hasan-ı 8 a s r î ile At â 'nın mezhepleridir. Bu kaVil İmâm Ebû H a n î-f e'nin kavline tercih edilmektedir. Ben de onu seçtim. Zira, bir müslümanın elinde bir ma! bulunduğu zaman, öşür toplayan

1        1             1

memura uğrarsa, o malından rub'u öşr (—x------=------= %

4       10         40

2,5= yüzde iki buçuk) alınır ise de, ayniyle o malı, bir zımmî sa­tın alarak öşür toplayan zatın yanına uğrarsa, kendisinden nısf

1         1             1

öşür (—x------■ =------= %5) alır.

2       10         20

Bu mal    te'krar bir müslümanın eline geçer ve o, öşür memuruna uğrarsa, kendi­sinden rub'u öşür (= % 2,5) alınır. Yani mal değişik olmayıp, aynı mal olduğu halde sahiplerinin değişmesiyle, ahkâmı da de­ğişir.

Arazi de bu kabildendir. Nitekim, zımmî olan bir kimse arap arazisinden bir tarla satın almış olsa - Mekke, Medîne ve bun­lar gibi yerlerde hiç bir zaman harâc konmamış olduğundan ve Harem dahilinde harâc olmayacağından- zımmînin satın aldığı bu araziye harâc konamaz. Ticaret mallarının zekatının İki katı­na çıkarıldığı gibi, bu arazi üzerine olan Öşür de i'ki misline çı­karılır. Zımmîlerden bir »kimse İslâm Dinîni kabul ettiği zaman bu gibi arazisinden öşür alınır. Zira üzerine harâc vaz' edilmemiş­tir. Arazisi üzerinde olan vergi bir öşürden ibaret olduğu için, arazisi, Öşür arazisi itibar olunur.                                                   ,.

Cizye, Benî Tağyib Kabilesi hristiyanları ile Necranhlardan başka, gerek !rak Sevâd'ında, gerek Hîre isimli memleket 'ile sair memleketlerde bulunan, yahudilerden, hristîyanlardan, me-cûss denilen ateş - perest'lerdon, hristiyan olan sâibîlerden, yahudilerden olan sâmire taifesi 'halkından cizye alınması vacip­tir. 'Kadın ve çocuklardan cizye alınmaz yalnız erkeklerden alı­nır.

Zengin olan erkeklerden her yıl 48 dirhem, orta hallilerden 24 dirhem, geçimini elinin emeği ile temin eden muhtaç kim­selerden 12 drihem gümüş ahnır.

Para yerine, emtia ve hayvan getirdikleri zaman, bunlara bir değer takdir edilerek alınır ve cizyelerine mahsup edilirse de ölü hayvan, domuz ve şarap getirirlerse kabul edilmemesi lazım gelir. Zira, H z . Ömer (R.A.), bu gibi şeylerin alınmasını yasaklar ve bu gibi şeylerin kendilerinden alınması, onların du­rumlarına daha uygun oluyorsa, satıldıktan sonra, parasından alınmak üzere, sattırılması hususunu cizye tahsili memurlarına vazife olarak verilmesini emir buyururlardı.

H z. Al i (R.A.) den mervîdir ki: Cizyeye mukabil ken­dilerinden iğne ve çuvaldız alıp, bunların bedelini cizyeden mah­sup ederdi. Sadaka ve dilenmekle yaşayan miskin ve fakirlerden, İşi ve san'atı olmayan amalarla, kötürümler ve müzmin bir has­talığı olanlardan cizye lazım gelmez. Ancak, âmâ, kötürüm, ve müzmin bir hastalığa mübteia olanlar, ma! sahibi ve zengin kim-seîer İseler, kendilerinden cizye alınır.

Klişelerde ikamet eden rahipler zengin kimselerden iseler kendilerinden cizye ahmr.

Malları olmayıp ta, zenginlerin sadakaları ile yaşayan mis­kinlerden olurlarsa, kendilerinden cizye alınmaz.

Bazı kimseler mallarını kiliselerde bulunan ruhbanlara in-fak eylemek üzere, mülklerinden ayırarak, rahiplere teslim et­tiklerini söylerler ve mezkur mallan elinde bulunduran kilise görevüleri de, o malları in'kar ederlerse, ellerinde bu mallardan bir şey bulunmadığına ayin ve mezheplerince Cenâb-ı Hak-k a yemin verildikten sonra, bu mallar terk olunup, kendilerin­den hiç bir şey alınmaz.

Baş vergisi olan cizye, müslümanlardan alınmaz. Ancak ken­disi ehl-i zimmetten iken, üzerine bir senelik cizye tahakkuk et­tikten sonra, İslâm Dînine girerse, geçmiş senenin cizyesi üze­rine vacip olur. Bu cizye de bütün müslümanların hakkı olduğu için kendisinden alınır.

Yalnız, zimmî olan zat, cizye senesinin dolmasından bir iki gün, veyahud bir iki ay, veyahut daha az veya daha çok bir müd­det önce İslâmla müşerref olursa kendisinden asla cizye alın­maz.

Bir zımmî mükellef, bir yıl tamamlanıp üzerine cizye vacip olduktan sonra, cizyenîn tamamı veyahud bir kısmı zimmetinde kaldığı halde vefat ederse, bu cizye borçtan sayıldığı için vere­sesinden alınmryacağı gibi, terekesinden de alınamaz.

Keza, 'bir kimse sene tamamlanıp, vizyesi vacip olduktan ve bir kısmını ödeyip birazı kaldıktan sonra İslâm Dinine girer­se kalan cizye borcu kendisinden alınmaz.

Çalışmaktan aciz ve malı bulunmayan ihtiyarlarla, aklî mu­vazenesi bozuk olan (mecnun ve deli) kimselerden cizye alın­maz.

Zımmîlerîn deve, sığır ve koyun gibi hayvanlarından, -sahip­leri gerek erkek olsun gerek kadın- zekat lazım gelmez.

$ S ü f y â n bize Abdullah b. Tavus'tan o da babasından Abdullah b. A b b a s (R.A.) in şöy­le buyurduğunu rivayet etmiştir:

— «Ehl-i zimmetin mallan affedilmiştir. Erkek ve kadınla­rının mallarından zekat lazım gelmez.

© Yalnız, ticarette kullandıkları mallarından nısf öşür (1/20) alınır. Ticaret emtia ve eşyalarının kıymeti, zekât nisabı olan 200 dirhem gümüş veyahut 20 miskal altına baliğ olmadık­ça ondan bir şey lazım gelmez. Kendilerinden cizyenin alınması için, dövmek ve güneş altında ayakta tutmak veya başka turfa eziyet etmek asla caiz değildir. Onlara bir fenalık yapmak, işkence etmek, hiç bir şekilde caiz değildir. Onlara yumuşak dav-ranıhr. Şu kadar var ki, cizyeyi ödemedikleri zaman, hapsedilir­ler ve borçlarını ödemedikçe tahliye edilmezler.

Yahudi, hristiyan, mecusî, sâbiî, sâmire güruhundan, bir kişi bile terk edilmeyip, hepsinden cizye alınır. Bu milletlerden hiç bir kimsenin terki veyahut birinden alınıp diğerinden alınmama­sı için memurlara izin ve ruhsat verilmesi caiz değildir. Zira, bunlar canlarının ve mallarının, korunmasını cizye vererek te­minat altına almışlardır. Cizye harâc makamına kaimdir.

Bağdat ve Küfe ile Basra ve bunlara mümasil beldelerde cizye ve sâirenin toplanması için, İmâm-ı İVSüslimîn o belde de dinine bağlı, sallh kimselerden bir zatı memur tayin ederek bu işi kendisine havale eder. Maiyyetine yardımcılar da tayin eder. Bu yardımcılar, vasıtası ile Yahudi, hristiyan, mecûsî, sâbiî ve sâmire gibi muhtelif d'inlere mensup olan kimseleri toplayarak, huzuruna getirdikleri zaman -zikri geçtiği şekilde- kendilerini farkı sınıflar üzere tertip eder: Sarraf, manifaturacı, çiftlik sa­hipleri, tüccarlar, tabibler ve ellerinde bu gibi san'ati ve ticarî tezgahı bulunanlar birinci ve ikinci sınıf itibar edilerek, içlerin­de zengin bulunanlardan ve san'atlan birinci sınıf itibar edilme­ye mütehammil olanlardan 48 er dirhem, orta halde olanlarla san'atlan ikinci sınıf itibarına şayan olanlardan 24 er ve terzi, boyacı, ayakkabıcı, kasap olanlariyle bunlar <3ibi kendi elleriyle iş yapan kimseleri üçüncü sınıf itibar ederek 12 şer dirhem gümüş cizye vaz' ve tertip olunarak, o şekilde kendilerinden tahsil edi­lir. Bu vergiler bildirildiği şekilde tahsil edildikten sonra, hepsi valilerin nezdinde toplanır ve beytü'l-mâl hazinesine sevkediiir.

Merkez-i hükümet (eyalet) olan beldelere tabi karadan (Se-vâd'dah) cizye tahsil etmek için, o beldelerin valilerine : 1— emniyet ve itimat ettikleri kişileri seçip tayin etmelerini, 2 — Onların da köylere gitmek üzere çıktıklarında, her köye ulaşın­ca o köyde bulunan yahudi, hristiyan, mecûsî, sâbiî ve sâmire taifelerini huzuruna çağırtmasını o köyün reisi (sahibi baş'ka-nı) na emir ve tenbih ederek, huzuruna toplandıkları zaman - yu­karıda size arzeylecfiğım gibi- onları üç sınıf İtibar ederek ken­dilerinden cizyeyi almalarını, 3 — Bu sınıfları tecavüz etmeme­lerini, 4.— Kendilerinden cizye alınması vacip olmayan kimse­lerden, hiç bir şey talep etmemelerini, 5 — Herhangi bir kimşeye zulüm ve haksızlık etmekten kaçınmalarını, gönderecekle­ri memurlara sıkı sıkıya tenbih etmelerini emret.

Eğer köyün reisi (sahibi - ağası) olan kimse, memurlara :

— «Sizinle anlaşalım, köyün talep ettiğiniz cizyesini ben size peşin ödeyim. Sonra ben onlardan toplarım.» derse, kabul etmesinler ve herkesten cizyeyi toplasınlar. Çünkü, o takdirde, cizye'nin noksanlaşacağı aşikârdır. 2ira, mümkündür ki, her fert­ten cizye toplandığı zaman 1000 veya daha fazla dirheme baliğ olacağı yerde, analşma 500 dirhem üzerine olabilir. Bu durum ise, hiç bir şekilde caiz görülemez. Keza, noksan miktar üze­rinde kendileri ile anlaşmaya varılınca, içlerinde 48 dirheme mütehammil olan şahıslar bulunduğu halde beher şahıs üzerine 12 difhemden daha aşağı vergi isabet edeceğinden, bu durum da keza caiz görülemez.

Cizyerîin toplanmasından -gerek belde (şehir) lerden, ge­rek kara (sevâd - civar) dan toplanan- biriken emvai, Müslü­manlar için olan ganimetlerden sayıldığından hepsini, harâc memurları olan valiler harâc ile beraber beytü'l-mâle ulaştırır­lar.

#    Ehl-i Zimmetin ticaret mallarından alınan, dâr-ı harbden dar-s İslâm'a eman ile girmiş olanlardan alınan öşür arazisi iken, gayr-i müslimlere intikal etmiş olan araziden alınan, Benî Tağ-lib hristiyaniannın hayvanlarından ve diğer ticarî işlerinden alın­makta  olan vergilerin hepsi   harâc hükmündedir.    Yani, harâc mallarının sarf olunduğu cihete sarf ve taksim olunur. Zekatın veya humsun (1/5 in) sarf ve taksim edildiği yerlere sarf ve tak­sim edilemez. Çünkü zekat malları hakkında   Cenâb-ı   Hak hüküm buyurmuş ve nasıl sarf edileceğini bildirmiştir. Onun o minval üzere alınması ve  emredildiği şekilde sarf ve  taksimi lazım gelir. Humus (1/5) hakkında da başka    bir, ilâhî hüküm mevcud olup, onun da emrolunduğu şekilde sarf ve taksimi la­zım gelir. İlahî hükmün dışına çıkarak ona muhalefet etmek asla caiz değildir.

•  Ey Mü'minlerln Emîri! Layık olan şudur ki:    F a h r-1 Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin    ehl-i zimmeti bulunan, muhtelif yerlerin ahalisine rıfk ile muamele edilmesini, onlara zulüm ve eza yapılmamasını, takatları fevkinde kendilerine birşey yükietilmemesini, üzerlerine vacip olmayan bir şeyin -hak­sız yere- mallarından alınmamasını, mütemadiyen vali ve âmil­lerine emir ve tenbih etmen ve bunları bu konularda devamlı su­rette teftiş buyurman lazım gelir.

Zira, Fahr -i Âlem (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

—  «Her kim ehl-i uhûddan olan bir zimmîye zulmeder veya takatinin fevkinde bir şey yüklerse, kıyamet gününde, ben onun hasmıyım.»

H z. Ömer (R.A.), vefatı zamanındaki vasiyetinde şöyle beyan buyurmuşlardır:

—  «... Benden sonra halîfe olacak zata vasiyyet ederim ki, Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin   zimmeti altında bulunan muhtelif milletlerin ahid ve şartlarını yerine ge­tirip, kendilerini zulüm ve haksızlıktan himaye ve vikaye eylesin. Takat I arı fevkinde, kendilerine bir şey teklif eylemesin.»

$ H i ş â m b. U r v e ' nin bize babasından rivayet ettiğine göre :

Ashâb-ı Güzînden S a'îad b. Y e z î d (R.A.), Şam tarafında bir yerden geçerken, yolculuk sırasında güneşe karşı durdurulmuş bir takım insanlara rast geldi. Bu durumun sebebi­ni sorunca «cizye tahsili için» olduğu haber verildi. Durumu be­ğenmedi ve kerih gördü. Orada bulunan emîr'İn yanına girdi. Ona:

—   «Kim   A I İ a h' in  kullarına azab ederse,   Cenâb-ı H a kt a   ona azab eder.» diye    F a h r - İ    Âlem    (S.A.V.) Efendimizden    işittiği hsdis-i şerifi beyan eylemiştir.

• Bazı şeyhlerimizin bize U r v e ' den rivayet ettiğine göre:

Hişam b. Hakîm b. Hızâm, cizye memur­larından î y a d b. G a n e m ' in , cizye mükelleflerinden bazı şahısları, cizyenin tahsili için güneşte beklettiğini görün­ce :

—  Yâ   îyad!    Fahr-i    Âlem   (S.A.V.)   Efen­di m iz:    «Dünyada   A I 1 a h ı n   kullarına azap edenlere,

İe,    C e n â b-i    Hak azeb eder.» buyurmuşken, se­nin yaptığın bu iş nedir? demiştir.

0    Hişârn    b.    Urve'    nin bize babasından rivayet ettiğine göre :

H z. Ömer (R.AJ, Şam'dan dönerlerken, yolculuk es­nasında bazı kimselerin ayak üzerinde tutulmakta ve başlarına toprak atılmakta olduğunu gördü. Bu halin sebebini sordu. Ora­dakiler :

—  Cizyeyi vermedikleri  için, tahsil  edilinceye  kadar ken­dilerine azap ediliyor, dediler. Bunun üzerine   H z.   Ömer (R.A.):

—  Kendileri ödemedikleri cizye hakkında ne diyorlar? diye sordu. Oradakiler;

—  Malımız yoktur, ödiyecök gücümüz yoktur diyorlar, diye cevap verdiler. H z. Ömer (R.A.) oradaki ilgililere:

—  Onları bırakın. Takatlarmin kafi gelmediği bir şeyi yük-lemeyin. Zira,    Hz.    Rasûl-ü    Ekrem    [S.A.VJ den    işitmişimdir ki :    «Her kim dünyada   A I İ a h ı n    kullarına azap-oderss, ehârette d@   Cenâb-i    Hak   ona azap edecektir.» buyurmuşlardır, dediler ve onların serbest bırakılmalarını emir ve irade buyurdular.

©    Bass yaşlı şeyhlerin biz© merfû'an    rivayet ettiklerine

Fa'hr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Abdul­lah b. 'E r k â m İsimli zatı, ehl-l zimmetden tahsil edile­cek cizyeye me'mur ta'yin buyurdular. O, memuriyet mahalline giderken arkası sıra çağırarak : ediniz ki, bir kimse muâhirî olan ehl-i zimmet-pen birisine zulmeder veyahud takati fevkinde kendisine bir şey teklif eder veyahud kendisini tahrik veyahud rızası olmadan hak­sız yere kendisinden bir şeyi alırsa, kıyamet gününde onun mu-hasımı benim.» diye Abdullah h. , E r k a m ' a tavsi­ye ve ihtarda bulundular.

© Husayn b. Amr b. Meymûn bize H z. Ömer (R.AJ in vasiyetinde şöyl® buyurduğunu rivayet et­miştir :

— «Ehl-j zimmete, hayırlı muamelede bulunmasını, onlarla yapılen ahidlere uyulmasını, canlarının ve mallarının korunmasını, tahammüllerinden ziyade bir şeyin onlara teklif edilmemesi­ni benden sonraki halîfeye tavsiye ederim.»

• Verkâ' el-Ese d î   bize Ebû Zabyân'ın şöyle dediğini rivayet etti :

—  Bir gazvede Selmân-ı Fârisî (R.A.) nin maiyyetinde idim. Oradaki ağaçlardan kopardığı meyveyi yolda ar­kadaşlarına dağıtarak gitmekte olan bir zatı,  H z. S e 1 m â n görünce, onu azarladı. O da 'kim olduğunu bilmeyip mukabelede bulundu. Daha sonra,  Selman-ı    Farisî   olduğunu öğrenince, hemen dönüp ondan özür diledi. Ve;

—  Ehi zimmetden bize helâl olan nedir? diye meşru olan muameleyi sordu. Selmân-ı Farisî Hazretleri ce­vaben :

1 — Onlara hidayet yolu olan İslâmı anlatmak,

2 — Fakir olmaları  halinde, ihtiyaçlarını  giderinceye kadar kendile­rine bakmak,

3 — Onlardan bir kimse İle arkadaş olununca ye­meğinden yemek ve kendi yemeğinden ona yedirmek,

4 — Bi­nek hayvanına binmek ve kendi binek hayvanına onu bindirmek­tir» buyurmuş va şunu ilave etmiştir:    «Ancak, kırda giderken binek hayvanını alıp da kendisini yolundan alıkoymak caiz de­ğildir.»

#  Ömer    b.    Nâf i'   bize    E fa î   8 e k r' in    şöyle dediğini rivayet etti:

—  Hz.   Ömer   (R.A.)    yolda giderken, bir kapının önün­de durup dilenmekte olan,    ihtiyar ve İki gözü âmâ bir dilenci gördü.    Hz.   Ömer    (R.A.)    ihtiyar dilencinin arkasından iki eli ile omuzlarına dokınarak :

—  Sen ehl-i kitabîn hangi sınıfındansın? diye sorunca, ih­tiyar :

—  Yahudiyim dedi.   Hz,   Ömer   (R,A.):

—  Gördüğüm bu hale, seni mecbur ed&n şey nedir? diye tekrar kendisinden sorunca, o dilenci yahudi:

—  İhtiyaç ve vermekle mükellef olduğum cizye, bent  bu hale giriftar etti. diye durumunu arzetti.

Bunun üzerine Halîfe Hz. Ömer (R.A.) ken­disini alıp evine götürdü. Ona bazı şeyler ihsan ettikten sonra,. beytü'i-mâi memuruna :

—  «Buna ve bunun gibi olan kimselere, insaf ve merhamet nazarı ile bakınız» diye emrettikten sonra şöyle devam etti :

—  «Biz bu adama insafla mukabele etmiyoruz. Zira sadece, kendi yiyeceğimizi yiyoruz. Bu gibi kişileri ancak cizye toplan-masında düşünüyoruz. Halbuki «Muhakkak ki, sadakalar, fakir-ler ve miskinler içindir».[97] âyet-i kerimesîndeki «fukara» ger­çi ehi-î islâm olan fakirler demektir. Ancak bu adam da ehl-i kitap miskinlerdendir» buyurarak o dilenciden ve durumu ona benziyenierden cizye'yi kaldırmışlardır.

Bu hadisin ravisi olan    E :b û   Be k i r   isimli zat diyorki:

—  Bu vukuatı    Hz.   Ömer    [R.A.) den    bizzat müşaha-de ettiğim gibi bu dilenciyi de gözümle gördüm.

İsrâİİ    b.   Yûnus    bize    İbrahim    b.   Ab-d u 1 a ' I â ' nm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Süveyd    b.   Gafle1 nin    şöyle dediğini işittim :

—  H z.   Ömer   (R.A.} in    meclisinde hazır bulunuyor­dum. Etrafta bulunan âmiller (valiler - memurlar} toplanarak hu­zuruna geldiler.    H z.   Ömer   (R.A.)   onlara hitaben:

—  «Cizye malına mukabil ölü hayvan, domuz ve şarap al­makta olduğunuzu işittim» deyince huzurunda bulunan   Hz. B i -I â I    (R.A.)    kalktı ve :

—  «Evet, vakıa bu. Bunlar gibi alınıp satılması Müslüman­lara göre caiz olmayan şeyleri cizyeye mukabil alıyorlar.» dedi. Bunun üzerine    Halîfe   Hz.   Ömer     (R.A.):

—  Sakın bunu yapmayınız. Lakin bu gibi şeyleri, sahipleri­ne havale ediniz. Onlar satsınlar ve size parasını getirsinler.» diye kendilerine emir buyurmuştur.

 

Zımmîlerin Giyecekleri Elbiselerle Onların Şekil Ve Görünüşleri Hakkında

 

Ehl-i zimmetden, baş üzerine konulmuş olan cizyelerinin alınması sırasında, Osman b. Af fan'in yaptığı gibi, boyunlarına kurşundan mühür asılması ve cizye toplanması bit­tikten sonra isterlerse çıkarılması gerekir.

Zımmîlerden hiç birinin, gerek elbise gerek binek hayvan! ve gerek şekil ve görünüşlerinde Müslümanlara benzememeleri gerekir. Onları 'bellerine «zünnar» denilen kalın ip (ten yapılmış) bir 'kuşak ibağlayip, orta yerden düğümlemeye mecbur etmek lazımdır. Başlarına koydukları «kalansûve» diye adlandırılan serpuşları, kat kat dolanmış ve nakışlı olmamalıdır. Bindikleri hayvanlara konulacak eğerlerin, karpuz mahalline nar kadar tah­tadan mamul bir şey yaptırmak gerekir. Na'l denilen ayakkabıla­rının (ayak üzerine 'gelen meşin veya başka şeylere «sîr» deni­len) bağlarını müslümaniar gibi yapmamaları lazımdır.

Kadınlarının cins binek hayvanlarına binmelerini yasakla­mak lazımdır.

Sulh akdi ile zimmete dahil olan, havra ve klişelerden baş­ka havra ve kilise inşaat etmekten ve kurmaktan men edilirler.

Bu hususlarla, sulh yapılırken bulunan havra ve kiliselerin kendilerine bırakılmasını, yıktınlmamasını âmil ve memurları­na emir ve tenbi'h etmeniz lâzımdır.

Ateşe tapan mecûsîlerin, aîeş-gede'leri'ne de bu şekilde muamele edilir.

Bütün zımmîlere, İslâm şehirlerinde oturmak ve çarşı ve pazarlarda ticaret yapmak serbest edilir.

Ancak, şarap ve domuz alıp satmaktan ve şehirde (sokak ve caddelerde) hac çıkarmaktan men edilirler. Başlarındaki serpuş­ları uzun ve nakışlı olmalıdır.

H z. Ömer (R.A.), zımmîlerin kılık ve kıyafetleriyle Müslümanların kılık ve kıyafeti, bilinmek üzere bu şekilde muamelede bulunmuştur. Bu hususa muhalefet etmeleri halinde mu­halefet eden zimmîleri muahaze ötmeleri hususunu İslâm mem­leketlerinde bulunan âmillerine (vali) emir ve tenbih buyurmuş­tur.

® A b d u r r a h m a n . b, S â !b i t b. Sevbfin bize, babasından şöyle nakletti :

—  Ömer b. A b d ü I a z i z, kendisi tarafından tayin edilmiş olan bir âmiline bir mektup yazıp şöyle emretmiştir:

«Açıkta haç çıkarıldığını gördüğünüz zaman hemen o salibi kırınız, yahudî ve hristiyanlan, eğerli binite binmekten men edi­niz, onlar semerli hayvanlara binsinler. Kadınlarından hiç birisi de, binek devesine has eğerle deveye binmesin, onlarda ancak semerli deveye binsinler.

Bu konularda, zimmîierdsn bu gibi hallerin men edilmesine gayret sarfet. Emir ve idaren altındaki Hıristiyanların, kaftan, ipekli elbise giymelerini menet. Sarık sarıp,-üzerine asb istimal etmelerini ihtar et.    .

Senin tarafında bulunan bazı hristiyanların sarık sarmaya başladıklarını, belde hristiyanlanmn kuşanmakta oldukları kayış lan terk ettiklerini, saçlarını uzatıp traş olmadıklarını haber al­dım. Hayatıma yemin ederim ki, eğer senin bölgendeki zimmîler böyle yapıyorlarsa, evvelden beri öyle yapmakta olmalarını ma­zeret olarak kabul etmeyerek, bu hali sizden hissettikleri, zayıf­lık ve acizlik ve kendilerine bîr cemile yapmak maksadına ham-lederim. Senin ne hal ve sıfatta bulunduğunu anlamak üzere yapılan ahde muhalif olan bu gibi hallere dönmeleri halinde, ne­den yasaklanmsşsan derhal o fiili yapmaktan kendilerini men edesin.»

© Ubeyduiiah bize, N â f î' den, o da H z. Ö m e r' İn    azadlısı    Eşlem' den    şöyle rivayet etti :

—  H z.   Ömer    (R.A.),    etrafta bulunan âmillerine, ayrı ayrı, parça parça bulunan zımmîleri bir araya toplamalarını birer yazı ile emretti.

• Kâmil b. e I - A 1 â ' bize H a b î b b. E b î Sabit' den    şöyle rivayet etti:

—  H z.  Ömer (R.A.) Sevâd   arazisinin   ölçülmesine Osman  b. Huneyf'İ  me'mur ta'yin etti. Arazinin ge­rek ma'mur gerek gayr-i ma'mur olan her bir cerîb[98] i için 1 dir­hem gümüş ile 1 kafîz zahire verilmesini tayin etti.

Irak Sevâdında bulunan, küffârın üzerine cizya vaz' eyle­mek için, boyunlarını mühürletip, hesap neticesinde 500.000 kişi üzerine, zikri geçen tabakât veçhile, yani 48, 24 ve 12 şer dir­hem cizye vaz' eylemiştir.

Yoklama ve sayımları sona erince, tahsil memurlarına va­rarak mühürlerini çikarttırmışlardır.

0 Ubeyduiiah bize N â f i' den Hz. Ömer (R.A.) in    azadlısi    Es I e m ' in    şöyle dediğini rivayet etti:

—  « H z.  Ömer    (R.A.}, âmil ve  komutanlarına  kâfir­ler hakkında bir emir-name yazarak :

—  «Sakalı  henüz çıkmaya başlayıp traş olanlardan [yani bulûğ çağına erişenlerden) cizye'nin kabul edilmesini kadın ve çocuklardan cizye alınmamasını, cizyenin 4 dört dinardan veya 40 dirhem gümüşten az olmamasını, her birinin üzsrine yine 2 müd[99]  (batman)  buğday tertip ve kendilerinden cizye alın­ması lazım gelenlerin boyunlarına mühür konulmasını «emir ve tenbih etmiştir.

$ A' m e ş bize Umâre b. Umeyr' den, veya Müslim b. S a b î h E b u ' d - D u h â ' dan o da M e s r û k ' dan Müâz b. Cebel (R.A.)'İn şöyle de­diğini rivayet etmiştir:

—  Fahr-1   Âlem    (S.A.V.)   Efendimiz,    beni Yemen cihetine gönderdiklerinde, baliğ olan her zimmîden 1 di­nar almamı emir buyurdular.»

 

Mecûsîler, Putperestler Ve Mürtedler Hakkında

 

• Müslüman oldukları halde, irtidad eden kimselerle arap olan putperestlerden başka,  gerek     mecusî gerek puta, taşa, ateşe tapanlar,    gerek sabie, gerek samire   taifelerinden olan müşriklerin hepsinden cizye alınması lazımdır.

Putperest araplarla, İslâmdan dönüp mürted olanların hük­mü : İslâm dinini kabul etmeleri kendilerine teklif edilir. Kabul etmekten kaçınmaları halinde, erkekleri öldürülür. Kadın ve ço­cukları esir edilir.

Putperest ve ateşperest olanlar, kestiklerinin yenilme­mesi ve nikâh hususunda ehl-i kitap olanlar gibi değildirler. Zira, bu babda, fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz' den varid olan hadis-i şeriflerle amel olunur. Bu konuda ehl-i sün­net ve cemaatin ihtilafları yoktur.

Kays b. Rebi' el-Esedî bize Kay s b. Müslim e I - C e d e I î' den Hasan b. Muham-m e d ' in    şöyle dediğini rivayet etti:

Peygamber [S.A.V.) Efendimiz Hecerahalî-sinin mecusîlerinin, kadınlarının nikâhlanmasıni ve kestiklerinin yenmesini helal görmeyerek, kendilerinden cizye almak üzere, onlarla sulh yapmışlardır.

Muhammed b. Sâİb el-Kelbî'nin bize E b û S â 1 i h ' den naklettiğine göre : Abdullah b. A b b a s (R.A.), F a h r- Âlem (S.A.V.) Efendi-m İ z    Hecer mecusîlerinden cizye aldıklarını rivayet ederler.

#    Bazı şeyhlerimiz bana    Câbirec-Ca'f î' den Âmir   eş-Şa'b î' 'nin   şöyle dediğini naklettiler:

— Haracı ilk defa koymuş bulunan Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendim izdi r. Hecer ahalisinden, bûluğ^ça-ğma ulaşan kadın ve erkeklere harâc vaz' etmiştir. Daha sonra, H z. Ömer (R.A.) halifeliği sırasında sevâd ahalisi üzerine harâc koydu.

•    Haccâc   b.   Ertât   bize   A m r   b.     D î n â r dan, Menâzîr ve Dest-mîsan bölgssi valisi bulunan    Cüz'    b. M u â v i y e'nin    kâtibi plan    Becâle   b.    Abede e I - A n b e r î' nin    şöyle dediğini nakletti :

—  H z.   Ömer   (R.A.),   Cerîr   b.    Muâviye'ye şu şekilde mektup yazmışdır:

—  Bölgende   bulunan   mecusîlerden   cizyeyi   alasın.   Zira Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,   Hecer me-cusîlerinden cizye'yl almışlardır.

•     Süf yan    b. Uyeyne   bize   Nasr   b.   Âsim e I-L e y s î'den    Hz.   A I .i    (R.A.) nin    şöyle buyurduğu­nu rivayet etti :

—  Fahr-i   Âlem   (S.A.V.)   Efendimizle    Hz. E b û    B e k r-i    S ı d d î k    (R.A.)   ve   Hz.   Ömer   (R.A.), mecusîlerden cizye aldılar. Ben, mecusîlerin halini    herkesteni çok bilirim. Onlar, daha önce ehl-i kitap idiler. Kitaplarını oku­muşlar ve bazı ilimleri öğrenmişlerdi. Fakat, daha sonra bu ilim* ler kalplerinden kaldırılmıştır.

•     Bazı şeyhlerin bize    Ca'fer   b.    Muhamrned1-den onun da babasından rivayet ettiğine göre :

—  H z. Ö m e r(R.A.) m meclisinde, yahudi ve hıristiyaıt olmayıp ateşe tapanların halleri müzakere edildi.   Hz.   Ömer (R.A.):

—  «Bu gibilere ne  şekilde muamele edeceğimi  bilemiyo­rum»   dedi.   Bunun   üzerine   Hz.   Abdurrahman    b. A v f   (R.A.)   ayağa kalkarak :

—  «Ben şahadet ederim ki,   F a h r- İ   Â I e m (S.A.V.) Efendimiz:    «Bunlara ehl-i kitap hakkında icra ettiğiniz, muameleyi icra ediniz.» buyurdular.» dedi.

•    K u t.i    b.   H a I î f e'nin    bize naklettiğine    göre Ferve   b.    Nevfel    ehEşceî    isimli zat şöyle dedi :

—  Mesucîler, ehl-i kitap  olmadıkları  halde, kendilerinden cizye alınması... bu çok büyük bir iştir, demem üzerine meclis­te hazır bulunan    Mesver   b.     Ha n \ f :

— Fa h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimize taan mı ediyorsun? Tevbe etmezsen, Vallaki seni Öldürürüm» diye beni ikaz etti. Ve :

—  F a h r - i   Alem    (SAV.)    Efendimiz,    Hecer ahalisinden harâc almıştır.» diye ilâve etti. Aramızdaki bu müş-kili ve ihtilafı halletmek üzere 'kendisi 'İle beraber,    H z.   Alî (R.A.)'ın huzuruna çıkıp, ihtilaf ettiğimiz hususu kendisine arz ettik. Bunun üzerine,   Hz.   Ali    (R.A.)    şöyle buyurdu:

—  Mecusîîerden size bir vukuat nakil ve hikaye edeyim ki, ikinizde beğeneceksiniz:    Mecusîler, daha önce ehl-i kitap idi­ler ve kitaplarını okurlardı. Melikleri, bir gün çok şarap İçip sar­hoş olunca, hemşiresinin elini tutup, bulundukları şehrin dışına çı­kardı. Dört kişi de arkalarından gittiler. O melik, kız kardeşine kötü fiilde bulundu. Sarhoşluktan ayıidığı zaman hemşiresi ken­disine :

—  Bu fiiii icra ederken sizi, feian, felan, felan ve felan yani dört kişi gördü, deyince, Melik;

—  Beni gördüklerini bilmedim dedi. Kız kardeşi:

—  Bana itaat etmezsen öldürülürsün dedi. Melik,

—  İtaat edeceğim deyince de hemşiresi:

—  Bu fiili (kız kardeşle evlenmeyi) bir din ittihaz et. H z. Â d e m ' in   dinidir,   Havva'da   Âdem' dendir diye ilân et. Herkesi bu yola davet et. Bu fiilin dinden olduğunu kabul edip sana tâbi olanları bırak, karşı gelenleri kılıçtan geçirip öldür.

Melik, kız kardeşinin görüşü olan, bu kötü yola uyarak o şekilde, bu kötü fiilin dinden olduğunu kabul etmelerini kavmi­ne teklif etti. Onlar da kabul etmediler. Akşama kadar onları öldürmekle meşgul oldu. Akşam olunca, kız kardeşi:

—  İnsanların kılıca karşı cesaretli olduklarını    görüyorum. Ateşe karşı cür'et edemezler ümidindeyim. Yarın bir ateş yak­tırıp kendilerini ateşe arzet dedi.  Bunun üzerine melik, ertesi gün, ateş yakıp, bu hususta kendisine İttiba etmiyenleri ateşe atacağını söyleyince, herkes ateşten korkarak melike tâbi ol­muşlardır.

İşte bu sebepten dolayı, F a h r-î Âlem (S.A.V.) Efendimiz, onların bir vakitler ehl-i kitap olmalarından kendilerinden harâc almış, müşrik oldukları için de kestiklerinin yenmesini ve kadınlarının nikâhlanmasını haram buyurmuşlardır.

0 Basra ulemâsından bîr şeyhin bize rivayet ettiğine gö­ Avf   b.    Cemile    şöyle demiştir:

—  Geçmiş milletlerde bir nikah altında toplanması caiz ol­mayan  kadınları, mecusîler cem . edegelmekte oldukları  halde, önceki imamların bunu yasaklamamalarının sebebi nedir?   diye İmâm-i    Hasan'a   sordu.   A d i y   İsimli bîr zat da H a s a n ' a   aym şeyi sorunca, O şu cevabı verdi:

—  Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Bah­reyn mecusîlerinden cizye aldı ve onlar mecusî olarak kaldılar. R a s û I u I I a h    (S.A.V.) in    onlar üzerindeki âmili   A I â-i H a d r a m î    isimli şahıs bu şekilde muamele ettiği gibi    H z. Ebû    Bek r-i   Siddîk    (R.A.),   M z.   Ömer-i    Fa­ruk   (R.A.)   ve   Hz.   O s m a n -1   Z i n n û r e y n    (R.A.) da bu hâl ve şekil üzere muamele etmişler ve mecusî kalmalarına mani olmamışlardır.

0 Abdurrahman b. Abdullah'm bize K a t â d e ' den onun da E b î M e c 1 e z ' den rivayet ettiğine göre   Ebû    Ubeyde   (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)   Efendimiz,    M ü n -zir   b.   S â v î   isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdiler:

«Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizden yi­yen kimseler müslümandır. Cenâb-i Hakkın ve R a-sülünün zimmeti (ahdi) kendisinindir. Bu hasletleri, mecu-sîlerden bîr kimse severek kabu! eyler ve yaparsa, her hususta kendisi emindir, M e enselerden, bu hasletleri kabul etmekten ka­çınanlardan cizye alınır.»

0 Medînelilerden bîr şeyhin bana A m r b. Dinar'­dan rivayet etiğine göre :

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mün-z i r    b.   S â v i    isimli zata şu şekilde bir mektup gönderdi :

—  «Bismİüâhiırahmânirrahîm.   Aİİahın    Basûlü Muhanunmed' den    MlinzJr   b.   S â v i' ye

«Allanın selâmı üzerine olsun. Şüphesiz ki ben, se­ninle birlikte .kendisinden başka ilâh bulunmayan Al I a h'a hamdederim.

Amma ba'dü :

Kim kıblemize döner ve kestiklerimizi yerse, işte o müslü-marndır. Lehimize ve aleyhimize, mürettep olan her ne varsa, onlar için de mürettebtir. Bu fiili kabul eylemeyenlerin üzerine Meâfiri[100] kıymetinden bir dinar vaz' olunur. Seîâm ve A I -I a h ı n rahmeti üzerine olsun. Allah sana mağfiret et­sin.»

0 E b ân b. E b î I y a ş bize iHasan-ı Bas-r î'den o da E b û H u r e y r e (R.A.) dan, Peygam-b e f (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

—  «Her kim, namazımızı kılıp, kestiğimizden yerse, müslü-man olur. Kendisine    Cenâb-ı    Hakkın   ve   Rasûlü-nün   zimmeti (ahdi) vardır. Müslümanların lehine ve aleyhine lâzım olan kendisinin de lehine ve aleyhine lâzımdır.» (Yani aynı haklara sahip olduğu gibi, aynı vazifelerle de mükelleftir.)

@    Küfe    ulemâsından bir zat bana şöyle nakletti:

—  «Ömer   b.   Abdülaziz    tarafından amili olan Abdülhamid    b.   Abdurrahman    isimli zata ce­vaben şu mealde bir mektup varid oldu :

«Hîre ahalisinden, İslâm dinine girme şerefine eren, bazı yahudi, hıristiyan ve mecusîlerin üzerinde külliyetli miktarda cizye bakiyesi kaldığını bildiren ve bunları almak için benden izin talep eden mektubunuzu aldım. Cenâb-ı Hak Celle ve Âlâ Hazretleri, Resül-ü Muh­terem Muhammed (S.A.V.) Efendimizi, her­kesi İslâm dinine davet için göndermiştir. Vergi toplayıcı olarak göndermemiştir. Onun için, mezkur kavimlerden islâma girme şerefine erenlerin, mallarından zekat alınabilir, cizye alınamaz. Bıraktıkları mirasları, müslümanlar gibi, varislerine, yakınlarına aittir. Varisi olmadığı takdirde onun bıraktığı miras - varisi oimayan diğer müslümanlar gibi- müslümanların beytü'l-mâlino ko­nur. Kendisinden meydana gelecek itlafın bedeli de -âkilesi ol­madığı İçin- Cenâb-ı Hakkın, Müslümanların bey-tü'l-mâlindeki malından ödenir. Vesselam.»

£ İsmail    b.    E b î    H a M d    bize şöyle nakletti :

—  «Müslüman bir kimse, hıristiyan bir kölesini azat etse, azat edilmiş olan bu hıristiyan, artık hür olduğundan ondan bir şey alınması lâzım gelir mi?» diye    İ m â m-ı    Ş a'b i'den sorulunca, O :

—  «Efendisinin zimmeti, kendisine    zimmet    olduğundan, onun üzerine haraç yoktur» diye cevap vermiş ise de, bu mes'-eleyi   1 'm â m -1    Âzam    E b û   iHanîf e1 den sorduğum zaman :

— «Bu hıristiyan üzerine harâc vardır. Zira, dâr-ı İslâm da harâc'sız hiç bir zımmi bırakılamaz» diye cevap vermiştir. A I-İ a h bilir amma, İ m â m -1 Â z !a m Ebû 'H a n î f e ' nin kavli, bu babda, bence en güzel kavil olarak görülmüştür.

0    Abdurrahman   b.   Sabit   b.   S e v b â n bize şöyle nakletti :

—  Ömer   b.   Abdülaziz'e   Sizden evvelki halî­feler zamanında fiyatlarda ucuzluk olduğu halde, sizin halifeli­ğiniz zamanında niçin fiatlarda pahahrk valki olmuştur? şeklin­de sorulan suale cevaben :

—  Benden önce gelen halîfeler, ehl-i zimmete tahammülle­rinden çok yüklüyorlardı. Onun için, pahalı mal ve eşyalarını sat­maktan başka çare bulamıyorlardı. Bu yüzden de mallar ucuza satılıyordu. Biz ise, herkese tahammül derecesinden ziyade ver­gi yüklemediğimizden, 'her kes malını istediği pahaya satmakta­dır.» dedi. Tekrar kendisine :

—  Öyle ise, pahalı olan eşyaya narh koyun, denilince

—  Narh koymak bize aid değildir.    Cenâb-ı   'H a k k ı n   yüce iradesine bağlıdır, buyurdular.

 

Öşürlerin Toplanması

 

© Öşürlerin toplanmasına gelince, benim bu babdaki görü­şür : Öşür toplanması işini, dinin bağlı, salih kişilere havale et. Bu İşte onları görevlendir. Onlara, muamelelerinde hiç bir kim­seye haksızlhk ve zulüm etmemelerini, alınması meşru' olan miktardan fazla hiç bir şey almamalarını ve ellerine verilecek talimatın dışına çıkmamalarını emret.

Gönderildikten sonra, halka nasıl muamele ettiklerini, ta­limata uygun hareket edip etmediklerini anlamak üzere, halleri­ni araştır ve teftiş et. Talimata aykırı hareket edenleri azlet ve haklarında cezai işlem yap. Halktan zulümle aldıkları anlaşılan maıian ellerinden alıp sahibine İade et ve bu işi yapanları mu­aheze et.

Emir ve talimata uygun hareket edip, müslümanlara ve zım-mîlere zulmetmekten kaçınan memurları yerlerinde bırakmak ve mükafatlandırmak lazım gelir. Zira, güzel davranış ve emanet sahibi olan kimseleri memuriyette bırakıp zulüm ve haksızlık edenler hakkında ukubet ve mücazat tatbik ederseniz, iyi davra­nış sahipleri, güzel hizmetlerini artırır. Zulmedenlerin ise bundan sonra, zulüm etmekten kendilerini alıkoyacakları ve uzaklaştıra­cakları aşikârdır.

Öşürlerin toplanmasına başlandığı zaman, memurlara şu şe­kilde emir vermelisiniz: Yanlarına gelen tüccarın elinde bulu­nan malların kıymetini hesap etsinler. Eğer, 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altının kıymetine baliğ oluyorsa, mallara kıymet taktir edip, değerlerini toplasınlar. Yekun maldan, müslümanlardan rubu' öşür

t------x------

10        4

1 zımmîlerden   msf öşür  (------

1

40 1

= %2,5 = rubu'

10

= % 5 = nisf

20

öşür) ve ehl-i harb'den tam öşür (------ =  % 10) alsınlar.

200 dirhe mgümüş veya 5 miskal altın'dan az olan mallardan bir şey alınmaz. Tacir olan kimse Öşür toplayan zata, bir kaç defa uğrayipta her defasında yanında bulunan mallar, mezkur nisab-tan az olursa kendisinden bîr şey alınmayacağı gibi, her uğradı­ğında yanında bulunan mallar birbiriyle toplanarak, nisap mikta­rına baliğ olsa bile, yine kendisinden öşür alınması caiz değildir.

Bir kimse sikkelenmiş olarak 200 dirhem gümüş veya 20 miskal, silekelenmem'iş yani külçe altın veyahut 200 dirhem ham gümüş veya 20 miskal sikklelenmiş altınla, öşür toplayan me­mura uğrarsa, o kimse müslüman ise rubu' öşür (dörtte bir öşür

1 — _— = % 2,5)  alır. Zımmîlerden  ise nısf özür (yarım öşür

40 1

 ajir    £ğer eni.j  harpten ise tam öşür t

 1

20                                                                                         10

= % 10) alır. Ancak Âşir tekrar oradan geçse bu mallardan, üzerinden bir sene 'geçmedikçe, kendisinden hiç bir şey alın­maz. Keza ticâret için eşya meta' satın alıp oradan mürur etse bu ticaret malının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa ken­disinden zekat alınır. 200 dirhem gümüşten veya 20 miskal al­tından noksan olursa, kendisinden bir şey alınmaz. Ancak, harbî olan kimseler, yanlarında bulunan ticaret eşyasının kıymeti 200 dirhem gümüşe baliğ olursa kendisinden öşür (1/10) alınacağı gibi bir daha Öşür memuru uğrayınca, 200 dirhemlik metâı bulu­nuyorsa kendisinden yine öşür alınır. Zira, o harbî, dâr-ı harbe döndüğü zaman İslâm hükümleri üzerinden sakıt olacaktır. Me-tâ'nin kıymeti 200 dirhemden noksan olursa kendisinden bir şey alınmaz çünkü, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hadisleri yalnız 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altın üzerin© vaıld olmuştur.

Müslüman kimse üzerine 200 dirhemde beş dirhem Zımmî olan kimse üzerine 200 dirhemde 10 dirhem, harbî olan kimse üzerine 200 dirhemde 20 dirhem zekat lazım gelir.

Bunun gibi, zekat altında vacip olursa, üzerine zekat vacip olan kimse müslümansa 20 miskal altından yarım (1/2) miskal, zımmî ise bir miskal ve harbî ise 2 miskal zekat alınır.

Ticaret mallarından olmayan bir malla zekat toplayan me­murun yanına varırlarsa ondan bir şey alınmaz.

Zımmîler şarap veya domuzla Âşir'e uğrarlarsa, bu mallara yine zımmî olan kimselere, kıymet takdir ettirilerek bu kıymet üzerinden nısf öşür (1/20) alınır.

Keza, ehl-i harp olan kimseler şarap ve domuz getirirlerse, bunlara kıymet takdir edilerek öşrü {1/10) alınır.

Müslüman bir kişi, beraberinde koyun, sığır veya deve ge­tirir Ve bu 'hayvanların saime[101] olduğunu beyan ederse, ze­kat toplayan memur, kendisine yemin verir. Yemin ederse ken­disinden bir şey alınmaz.

Keza, yanında zahire, hurma olarak gelir de bunların kendi tarlasının ve ağaçlarının mahsulü olduğunu bildirirse, yine ken­disine yemin teklif edilir. Yemin ederse, bu gibi şeylerden de, kendisinden hiç b'ir şey alınmaz.

Zira, 'öşür ticaret için alınan mallardadır. 6u 'konuda zımmî de, müslüman gibidir. Fakat, harbî'nin ibu konudaki ifadesi kabul edilmez.

• Tağlib kabilesinden olan zımmî ile Necrân ahalisinin zımmîleri, ehl-i kitaptan olan diğer zımmîler gibidirler, fiu konu­da, Mecusîlerle diğer müşrikler de eşittirler.

$ Bir tüccar, mal veya meta' ile öşür toplayan zata uğ­rarsa, «bu malın veya meta'ın zekatını evvelce verdim» der ve bu ifadesinin doğruluğuna yemin ederse, ifadesi kabul edilerek, terk edilir yani zekat alınmaz. Ancak, zımmî ile harbî'nin bu konuda ifadeleri kabul edilmez. Zira onlara zekat lazım değildir kî «ödedik» desinler.

Bir kimse, zekat memuruna uğrayıpta, yanındaki malın müdârebe[102] veya bedâe[103] olduğunu ifade ederse, kendisine yemin teklif edilir ve yemin ederse, o maldan öşür alınmaz.

Keza, ıbir köle, kendisine ve efendisine aid eşya İle âşir'in yanına uğrarsa, efendisi gelmedikçe kendisinden öşür alınamaz.

Kölenin malında da öşür yoktur.

Bir tacir, yaş üzüm, taze hurma veya diğer taze meyveleri ticaret için satın alıp, öşür toplayan memura uğrarsa, bu mey­velerin kıymeti de 200 dirhem veya daha fazla bir miktara ula-

40 şırsa,   bu   tüccar   müsüümansa   rubu'   öşür   (------ =  % 2,5),

zımmî ise nısf öşür (-

% 5) ve harbî ise tam öşür (-

20

% 10 alınır. Bu meyvelerin kıymeti 200 dirhemden az ise bir şey alınmaz.

Bu kimseler, öşür memuruna tekrar tekrar uğrarlar da her defasında yanlarında olan malları 200 dirheme baliğ olmazsa, yine onlardan bir şey alınmaz. Hatta, uğradıkları mükerrer de­falarda yanlarında bulunan mallan birbirlerine katılarak toplan­dığı zaman 1000 dirheme baliğ olsa bile, yine ondan bir şey alın maz. Zira ayrı, ayrı uğradıkları zaman, beraberlerinde getirdikle­ri malların birbirlerine katılıp toplanması doğru değildir. Çünkü :

© Öşrü H z. Ömer (R.A.) vaz1 buyurup, hiç bir kimseye düşmanlık edilmediği ve herkese vacip olan miktardan fazla alınmadığı takdirde öşrün toplanmasında 'beis yoktur.

Müslümanlardan alınan öşür, zekat hükmündedir. Zımmîler-den ve harb'lerden siman öşür de harâc hükmündedir. Keza, ehl-i zimmetin başlarından alınan cizye ile Benî Tağlib Kabilesi halkının hayvanlarından alınan vergiler de harâc hükmünde olup, zekat kabilinden olmadığından, haracın taksim edildiği yerlere taksim edilir.

Zekatın taksimi İse, C e n â b-ı Ha k k ı n hükmü veçhile icra edilir. Humsun (1/5 = beşte birin) taksiminde de Al lah-u   T e â I â'nın hükmü mucibince amel edilir.

İşte, mallardan ve hayvanlardan alman zekat konusunda zikri geçen hükümlerle amel olunur. En doğru bilen Allan-t ı r.

• İsmail b. ibrâhîm b. Muhacir bana şöyle dedi:

—  Babam bana,   Z i y â cf   b.    Huda y'dan duydukla­rını şöyle anlattı :

H z. Ömer (R.A.) Efendimiz, öşürlerin toplanmasına ilk defa beni memur etti. Memuriyet mahalline gönderdiği za­man bana şu şekilde emir ve tenbih buyurdu.

—  Hiç bir kimseyi teftiş etmememi, bana getirilen eşyadan, her kırk dirhem için, m tisi umanlardan 1 dirhem (1/40) zimmîler-dan 2 dirhem (1/20), zimmeti olmayan harbîlerden İse 4 dirhem (1/10) alınmasını, Benî Tağiib hristiyanları, arap kabilelerinden olup, ehl-İ kitap olmadıkları için, onların islâma girmeleri mak­sadı ile haklarında sert davramlmamasını emir ve İrade buyur­dular.

Halîfe Hz. Ömer (R.A.) daha sonra, bu kabileye çocuklarını hristâyanlaştırmamalarirti da şart koşmuştur.

@ E b û H a n î f e' 'nin bize, K â sim'dan, onun da Enes b. Şîrîn' den rivayet ettiğine göre E n e s b.   Mâlik   (R.A.)   buyurdular ki :

—  H z.   Ömer   (R.A.),   beni öşürlerin tahsil edilmesi İçin tayin edip gönderdiği zaman, bana şöyie bir em'irnâme yaz­dı:

«Ticaretle gelip geçen müslümanlardan rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) alma­mı emir buyurdular.

0 Âsim b. Süleyman bize H a s a n' in şöyle dediğini nakletti :

—  Ebû    Musa    el-E'şarî   {R.A.),   H z.   Ömer (R.A.) e   bir mektup gönderip : «Bizim taraftan, dâr-i harbe (har­bîlerin - 'düşmanların memîekine) giden müslüman tüccarlardan, onlar 1 öşür (1/10) almaktadırlar.» diye yazıp, bu durum karşı­sında nasıl hareket etmek gerekeceğini sordu.    Hz.   Ömer (R.A.)   şöyle cevap verdi:

—  Onların müsfüman tüccarlardan aldıkları gibi, sen de on­ların tüccarlarından al.    Ehl-i zimmetten, nısf öşür (1/20), müs­lümanlardan, beher 40 dirhemden 1 dirhem (1/40) almalısın. 200* dirhemden az olan malda bir şey yoktur. 200 dirhem olursa onda 5 dirhem vardır. Daha fazla olursa, hesap    üzere alınır.» diye,

H z.    Ömer    (R.A.)    Ebû    M û s â    e I - E ş ' a rî    (R.A.) ye cevabi mektup yazmışlardır.

& Abdülmelik b. Güreye bize A m r b. Ş u a y b ' dan şöyle rivayet etti :

—  Deniz ötesinde, ehl-i harpten olan Menbic ahalisi ticaret yapmak üzere, İslâm memleketlerine girip,     karşılığında öşür vermek üzere,    H z.   Ömer   (R.A.) a    mektup gönderip izin istediler. Bunun üzerine    H z.   Ömer    (R.A.),    derhal asha­bı  Güzîn   hazretlerini toplayarak,   istişare  aktediimiştir. Onlar, müsaade edilmesi  görüşünde olduklarını  beyan   ettiler. Bunun üzerine müracaat sahiplerine izin verildi. Ehl-i harpden ilk defa öşür bunlardan alınmıştır.

0 e s - S e r i y b. İsrail bize Âmir e ş - S â -b İ' den    şöyie rivayet etti :

—  H z.    Ömer   (R.A.),   Ziya d    b.    Cübeyr e I-Es e d î'yi    Irak ve Şam cihetlerinin öşürlerinin tahsiline memur tayin ettiği sırada Müslümanlardan    rubu' öşür (1/40), zımmîlerden nısf öşür (1/20) ve harbîlerden 1 öşür (1/10) alma­sını emir buyurmuştur. Bir aralık   Arap hristiyanlanndan   Beni Tağlib kabilesinden bir kişi atiyle oradan geçerken,   2 i y â d

b. Cüheyr ata, 20.000 dirhem kıymet takdir ederek, ya bu atı verip 19.000 dirhem almasını veyahud öşrü olan 1.000 dir­hemi vermesini o şahsa teklif etti. Bunun üzerine o Tağlib'li şa­hıs 1000 dirhem vererek atı alıp gitmiştir.

Yine aynı sene içinde, Tağlib'li adam geri dönüp Z i y â d b. Ciibe.y'e uğradığı zaman, kendisinden tekrar 1000 dir­hem talep etmesi üzerine :

—  Buradan her geçişimde benden 1000 dirhem mi alacak­sın? demesi üzerine, Ona cevaben :

—  Evet, her geçişinde 1000 dirhem alacağım, dedi. Bunun üzerine o Tağlib'ii adam,    H z.    Ömer   (R.A.) e şikayet et­mek üzere döndü.    H z.   Ömer   (R.A.) i    Mekke'de evinde buldu. İzin isteyip huzuruna çıktı. Halini anlatınca,    Hz.    Ömer (R.A.),    kim olduğunu sordu. O da, arap hristiyanlanndan oldu­ğunu söyliyerek, kadiseyi tafsilatı ile anlatmaya başladı.    H z. Ömer   (R.A.) ona :

—  Söylediğin kâfidir, diyerek sözünü kesti. Tağlib'Ii kişiye cevap vermedi. Bunun üzerine, o meyus olarak geri döndü. Ar­tık, 1000 dirhemi vermeye azim ve niyet ederek o memurun hu­zuruna varınca, kendisinden önce,   H z.   Ömer   (R.A.)'in:

—  «Tarafınızdan geçip, vergisini aldığınız, kimselerden pe'k fazla bir şeyleri olmadıkça gelecek senenin o gününe kadar bir şey almayasınız.» şeklindeki emrinin, o memura ulaşmış oldu­ğunu anlayınca, gördüğü bu adalet karşıstnda,

—  «Hristîyanîikîan uzaklaştım. Sana o mektubu yazan za­tın dinini kabul eyledim.»  diyerek İslâm dini ile müşerref ol­muştur.

0 Abdurrahman b. Abdullah e I - M e s u ' -d î   bize   Cami'    b.    Şeddâd'dan    şöyle nakletti:

—  Z i y â d b. H u d a y r Fırat Nehri üzerinde öşür memu­riyetinde iken, bir hrisüyars, ticaret yapmak için oradan geçerken, öşrü aidi. Da'ha sonra ticaret malını satıp yine ordan geçerken, kendisinden tekrar öşür alma'k istedi. Bunun üzerine :

—  Buradan !her geçişimde, benden öşür alacak mısın? diye sordu.   Z i y â d :

— Evet alacağım, diye cevap verdi. Bunun üzerine, şikayet için Hz, Ömer (R.A.)ın yanına gitti. Vardığı sırada, H z. Ömer    (R.A.)    Mekke'de şu şekilde hutbe okuyordu :

— Agâh ve mütenebbih olunuz ki, C en'âb-ı Hak, Beyt-i Muazzamı melce' ve müemmen kıldı. Cenâb-f 'Hak-k ı n haram-i şerifinde, hiç bir kimse, diğer bir kimseden zul­mederek bir şey almasın ve harem'den bîr şey alıp, harem dı­şında olan evine götürmesin. Böyle, bir kimsenin zulmedildiğini ve harem-i şerîfin hürmetini noksanlaştırarak, bir 'kimsenin bu­radan bir şeyi aldığını işitmeyeyim.» dediği sırada, o hristîyan demiştir ki:

—  «Ey Mü'minlerin Emîri! Ben hristiyan bir kimseyim.   Z i -yâd   b.   Hudayr'a    uğradığımda, benden lazım gelen emvali aldı. Daha sonra ticaret mallarını satıp, yine o tarafa uğ­radığım zaman, benden tekrar almak istemiştir.» deyince :

—  Onun iki defa almaya hakkı yoktur. Senede ancak bir defa senin   malından  alma  hakkı   vardır.»  diye bana hitap ettikten sonra minberden inerek, benim İçin   Ziyâd    b.    Hudyr'a mektup yazmıştır. Bir kaç gün sonra Halîfeye gidip,

«Size halini arz eden ihtiyar hristiyan benim» deyince, O «Ben  de ihtiyar bir hanîfim. îşini hallettim.»  buyurdu-

Yahya   b.   S a î d ' in    bana naklettiğine göre,

Ömer b. Abdülaziz'in hilâfeti zamanında, Mı­sır'ın gümrüğüne memur olan Züreyk b. Habban şöyle demiştir:

—  Halîfe   Ömer   b.   A b d ü I a z i z'in   bana yazdığı mektupta «O taraftan geçen müslümanlann,    gözünüze görünen mallarından ve ticaret eşyalarından, her kırk dinara 1 dinar alıp, 40 dinardan noksan olan mallarından    -20 dinardan

1

çok olursa - ------{kırkta bir) hesabiyle hesapla, 'ne tutarsa onu

40

al. 20 dinardan noksan çrkarsa, bir şey alma. O taraftan geçen zimmîlerin ticaret mallarından, beher 20 dinardan 1 dinar alıp, noksan olması halinde, 10 dinara varıncaya kadar mezkur hesap

1 üzere, (yani ------ = yirmide  bir) vergisini al.  10 dinardan  az

20

olursa, ondan bir şey alma. Bir sene geçinceye kadar, o maldan bir şey alma.» diye emretmiştir.

• Amr b. Meymûn b- Mihrân, bana ba­basından, ninesinin şöyle dediğini nakletti :

—  Ben, bir mükaîebe[104] idim. Elimde bulunan çok miktar­daki ticari malla. Selsele isimli yere uğradım. Orada, öşür me­muru olarak bulunan Mesrûk isimli zata tesadüf ettim. Ben arap-çayı biimedlğim için tercümanı vasıtasiyle «kim olduğumu» ben­den  sordu. Mükâtebe olduğumu beyan ettim. Bunu tercümanı kendisine arz edince :

—  «Kölenin malma zekât yoktur» diye beni bırakıp malım­dan hiç bir şey almamıştır.

lmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, hocası H a m m â d vasıtasiyle İbrahim Nehaî hazretle­rinden şöyle rivayet etti :

—  Ehl-i  zimmetten olan   kimseler,  ticaret için   beraberla rinde şarap olarak, öşür tahsil eden memura uğrarsa, kıymetinden nısıf öşür (------yirmide bir) alınırsa da, kıymet takdirinde

20

şarap sahibi olan zımmînin ifadesi kabul olunmaz. Başka zımmî-ierden iki kişi getirilerek, bu şarabın kıymeti tesbit ettirilerek

1

parasından nısıf öşür (------yirmide bir) alınır.

20

• Kays b. er-Rebî' bize Ebû Fezâre'-den, odaYezîd b. ei-Esad' dan, Ebû'z-Zübeyr'-in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Ticaret mallarından öşür alınmak üzere, memurların ikâ­metine tahsis edilen, derbend, köprü  başları    denilen yerlerle bunlar gibi diğer yerlerde mallardan alınan vergiler haram oldu­ğundan alınması caiz değildir.» buyurdu.    Yemen tarafına gön­derdikleri âmillerini, derbend veya  köprü veya yoldan bir şey almaktan men etmiş ise de, bu âmiller, memuriyet mahallerine vardıkları zaman,  kendilerinden önceki gibi beytü'İ-mâle emval gelmediğinden,   İbni    Zübeyr    (R.A.)   bir yazı gönderip bilgi istedi. Bunun üzerine :

—  «'Bizi men ettin, Onun için kimseden birşey alamıyoruz.» diye cevap yazdılar.    İbni    Zübeyr   (R.A.) de :

—  «Daha önce aldığınız vergileri alınız» diye o memurlara tekrar emir vermiştir.

•    Muhammed    b.   Abdullah'in    bize dirdiğine göre,   Enes    b.    Şîrîn    şöyle demiştir:

ÜbüÜe isimli yerin öşrünü toplama memuriyeti bana teklif edildi. Kabul etmekten kaçındığım zaman Enes b. M â -I i k    (R.A.),    bana rast geldi ve :

—  Niçin kabul etmedin? diye sordu. Ben de :

—  «Öşür memuriyeti en çirkin iştir. Onun için kabul etme­dim.» dedim. Cevaben bana buyurdular ki :

—  H z.  Ömer (R.A.) in kayba sebep olacak bir iş yap-mıyacağı aşikârdır. H z Ömer   [R.A.) Müslümanların üze-

1 rine rubu1 öşür (------ = kırkta bir % 2,5), zımmîlere nısf öşür

40 1 (_   - = o/o 5)  ve Z|mmî  olmayan ehl-i $irk     üzerine  1   öşür

20 1

10

% 10) vergi koymuştur.

 

Kilise, Havra Ve Sâlibler Hakkında

 

0 Ey Mü'minlerîn Emîri! Müslümanlar, memleketleri fet­hedince, zımmîlerin kilise ve havralarını kendilerine terk edip tahrib etmemeleri, özel günlerinde sâlib çıkartmalarına izin ve­rilmesi sebebinin açıklanmasını emir buyuruyorsunuz. İzahına başlıyorum :

— Memleketler fethedilince, müslümanîarla zımmîler ara­sında, cizye ödenmesi zımnında yapılan sulh anlaşmasında, ge­rek belde dahilinde ve gerek haricindeki kiliselerle, havraların tah­rib olunmaması, canlarını telef olmaktan koruma, düşmanlarına karşı savaşarak onları müdafaa etmek ve özel günlerinde sâlib-lerinî açıkta çıkartmak üzere ahid name yazılarak zikredilen şart lar üzerine sulh yapılmış ve o şekilde cizyeyi ödemişlerdi.

Ancak, yeniden kilise ve havra gibi ibadethanelerin yapıl­maması da bu şartlardandır. Şam tarafları ile Cezire cihetinin büyükçe bir kısmı, bu şartlar içinde sulh yoluyla fethedilmiştir. İşte, bu ahid ve şartlar mucibince, kilise ve havralar yıkilmayıp, bulundukları hal üzere terk edilmişlerdir.

9    Bazı âlimler, bana    Mekhûl eş-Şâmî isimli zatın şöyle dediğini haber verdiler :

— Şâm-ı Şerifin fatihi Ebû Ubeyde b. el-Cer-r â h (R.A.) Şam'a girdiği sırada, Şam halkı ile şu şartlarla sulh akdetmiştir: Yeniden kilise ve havra yapmamaları, eski kilise ve havralarınm yıkılmayıp, kendilerine terk edilmesi, yol­larını şaşıran müslümanlara yollarını göstermeleri, nehirlerin üzerine kendi malları ile köprü yapmaları, o taraftan geçen müs-lümanlan üç gün misafir etmeleri, hiç bir müslümana sövme­meleri, hiç bir kimseyi dövmemeleri, müslüman mahallelerinde haç çıkartmamaları, kendi ev ve bahçelerinden, müslüman ma­hallesine domuz çıkarmamaları, Allah yolunda cihad edenler, gece yolda giderlerken, onlara yol göstermek maksadiyle ateş yakmaları, gizlenmiş olan müslümanı düşmana gösterme­meleri, beş vakitte, ezân-ı Muhammedi'den evvel veya tam ezan vakitlerinde çan çalmamaları, özel günlerinde bayrak çıkarma-maiarı, silah taşımamaları ve evlerinde silah bulundurmamaları, şayed üzerlerinde ve evlerinde silah bulundururlarsa cezalandı-rılmaları ve ellerinden alınması» üzere sulh yapıldı. Daha sonra, Şam zimmîleri, Ebû Ubeyde (R.A.) ye gelerek: «bay­rak olmadan sadece haçlarını büyük bayramlarında bir gün çıkar­mak üzere izin» istediler. Bu taleplerini Ebû Ubeyde (R.A.) kabul etti. Bu şartların hepsi yerine getirildi. Bu şartlar üzerine, belde ve memleketlerin fethi müyesser olmuştur.

Zımmîler ise, müslümanların kendilerine karşı vefâsint, gü­zel ahlâk ve davranışlarını görünce, İslâm düşmanlarına karşı, müslümanlardan daha çok şiddet kullandılar. Müslümanların ga­lip gelmesi için yardımcı oldular. Müslümanlarla sulk yapmış olan her belde ahalisi Rum Kralının ahvalini tecessüs ile, ne yapmakta oldukları ile ilgili haberleri getirmek üzere, kendi adamlarını casus olarak gönderirlerdi. Giden adamları geri dö­nünce, Rum kralının, emsali görülmemiş miktarda asker topla­dığını haber vermeleri üzerine, bu memleketlerin ileri gelenleri, H z.- E b û Ubeyde (R.A.) tarafından tayin edilmiş olan valilerin huzuruna gelip durumu anlattılar. Bu valiler de vaziyeti Ebû Ubeyde (R.A.) ye arz ettiler. Gerek Ebû Ubey-d e (R.A.) gerek bütün müslümanlar, bu habere çok üzüldü­ler. Bu memleketlerin ahalisinden tahsil edilen cizye ve harâc mallarının, sahiplerine iadesi ve sebebini sorarlarsa :

—  «Düşman tarafından aleyhimize asker toplandığını işit­miş bulunuyoruz. Sizi himaye ve vikaye etmemiz de suih şartla­rının iktizasındandır. Şimdi ise biz buna muktedir değiliz. Bunun için sizden aldığımız malları size iade ediyoruz.  Eğer   C e -n â b -1    Hak   bizi muzaffer ederse, yine şartlarımız bakidir. Aramızda yazılı bulunan musalaha - name veçhile amel olunacak­tı!-.» diye kendilerine ifade etmelerini    emir ve irade etmiştir. Bundan dolayı, bu valiler alman malları kendilerine iade ederek, Ebû    Ubeyde    (R.A.) nin   emri veçhile kendilerine duru­mu bildirdikleri zaman :

—  Cenâb-ı    Hak,   sizi muzaffer buyursun ve bizim üzerimize tekrar göndersin. Sizin yerinizde düşmanlarınız olmuş olsaydı, aldıkları malları geri vermedikleri gibi, bizde ne 'kalmış­sa anu da gasp eder ve bize hiç bir şey bırakmazlardı.» diyerek müslümanlann bu adil muamelelerinden memnuniyetlerini ibraz eylemişlerdir.

Ebû U bey de (R.A.) Hazretlerinin zimmîlerin mez­kur şartlar özerine, sulh yapma taleplerini uygun karşılamaları kendilerini Jsİâma ıstndırmak ve diğer beldelerin ahalilerinin işitip sulh taleplerini çabuklaştırmak maksadına mebnîdir.

Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, beldelerin etrafında bulunan köylerden aldığı emval, emtiayı ve cariyeleri kendilerine iade etmeyip humsunu (------ İni)   ayırdıktan sonra kalan 4 humsu (-—- beşte dördü) müslümanlar arasında taksim   eylemistir.

Daha sonra, İslâm askerleri Ne müşrik askerleri karşılaştı­lar. Şiddetli bir savaş oldu. İki taraftan da pek çok şehid olan ve ölen oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak müslümanlara mu-zafferiyet ihsan buyurup, müşrikler hezimete uğradı. Müslüman­lar, onları takip etti. Öncekinden daha çok müşrik telef oldu. Bu şekilde tarumar olduklarını, müsâlahaya yanaşmayan beldelerin ahalileri de, görünce derhal £ 'b'û Ubeyde (R.A.) den müsalaha talep ettiler. O da, daha önce sulh yaptığı belde aha­lileri ile yapılan sulh gibi müsalaha yapmıştır. Ancak, Müslü­manları öldürmek için gelmiş olan ve 'halen evlerinde bulunan Rumlara, emniyet hakkı tanınmasını, mal, emtia ve ailelerini alıp Rum tarafına gitmelerine İzin verilmesini, önceki şartlara ilave edilmesini talep ettiler. Ebû Ubeyde (R.A.) buna da muvafakat gösterdi. Böylece cizyeyi ödemişler ve Müslümanla­ra memleketlerinin kapılarını açmışlardır.

Ebû Ubeyde (R.A.) hazretleri, artık geri döndü. Dönüşte, evvelce sulh yapılmamış olan, her beldeye uğradıkça, reisleri müsalaha talep ediyorlardı. Diğer helde ahalileri gibi, onlarlada sulh akdediliyor ve Ebû, Ubeyde (R.A.) tara­fından oraya bir vali tayin edilip, bir suilvname yazılıyor ve ken­dilerine veriliyordu.

Daha önce kendilerinden harâc ve cizye tahsil edildiği hal­de, Rum Kralının asker toplamakta olduğu haberi üzerine kendi­lerine cizye ve harâc'ları iade edilen beldelere uğradıkça, ahalisi geri verilen mallarla Ebû Ubeyde (R.A.) hazretle­rini karşıladılar. Alış veriş İçin yanlarında eşya getirdiler. Görü­şüp, eski şartlar üzere, bu şartlardan bir şey çıkartmadan ve bir şey ilave etmeden sulhu İbka etmişlerdir.

Ebû Ubeyde (R.A.), müşriklerin hezimetini, İslâm askerlerinin muzafferiyetini, Cenâb-ı 'Hakkın müslü­manlara ihsan buyurduğu ganimetleri, zımmîlerle yaptığı sulhun keyfiyet ve şartlarını, gazilerin, fethedilen memleketlerin ahali­si, arazisi, ağaçlarını, bağ ve bahçelerinin aralarında taksim edilmesini talep ettiklerini, Halîfe tarafından kendisine bir gö­rüş bildirmedikçe taksim edemiyeceğini, H z. Ömer (R.A.) e tafsilatlı bir şekilde arz etti.

H z. Ö m e r (R.A.) tarafından, Ebû Ubeyde (R.A.) ye şu cevabi mektup yazılmıştır:

—  Mektubunuzda zikrettiğiniz veçhile,  Cenâb-ı   H a k -k ı n   sana ihsan eylediği muzafferiyet, ganimet malları, belde ahalisi ile ne şekilde sulh yaptığınız! tetkik ve teemmül eyle­dim. Sonra, bu konuları    Peygamber   (S.A.V.)    Efen­dimizin   ashabı ile istişare ettim. Herkes, bu husustaki görüşünü açıkladı. Benim reyim    Cenâb-ı    Hakkın   kî-tab-i celiline tabi olmaktır. Zira, Kur'an-ı Azîmüşşan'da buyurur ki:

—  «A I 1 a h ı n,   onların mallarından   Resulüne  ver­diği fey'e gelince :    Siz bu hususta ata ve deveye binip bir gay­ret scrfetmediniz. Fakat,   Allah,   Peygamberini dileyeceği kimselere musallat eder.   Al lah,   her şeye hak* kiyie kadirdir.»[105]

—  «A I I ahin   (fethedilen diğer küffar) memleketler (i) ahalisinden (alıp)    Peygamberine   verdiği fey'i,   A I -iaha,    Peygamberine,   hısımlara, yetimlere, yoksul­lara, yolda kalanlara aittir. Taki (bu mallar)    içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.   Peygam­ber   sîze ne verdiyse onu alın, sîze ne yasak ettiyse, ondan cSa sakının.   A I I a h d a n   korkun. Çünkü,   A I E a hı n   azabı çetindir.»[106]

—  «O feyler, bilhassa, hicret eden fakirlere aittir ki onlar, A M a h d a n   fazl-(u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve   A I-la ha   ve   Peygamberine   (mallariyle - canlariyle) yar­dım ederlerken, yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir.»[107] İste bunlar ilk önce hicret eden zevattır.

—  «Onlardan  (muhacirlerin hicretinden) evvel  (Medîneyi) yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler (Ensar-ı kiram) kendi yaralarına hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara (Muhacirlere} verilen şeylerden dolayı, göğüslerinde (kalplerinde) bîr ihtiyaç (meyli - hissi)   bulmazlar. Kendilerinde fakr-u  ihtiyaç olsa bile (omları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden    korunursa,    işte muradlarına erenler onların ta kendileridir.»[108]

8u ayet-i kerîmede maksud olanlar da ensar-ı kirâmdir.

—  «Bunlardan sorara gelenler (şöyle) derler:    Ey   Rab-blmiz,   bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din)  kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma.   Ey   Rab b imiz,   şübhesiz ki sen çok esirgeyi­cisin, çok merhametlisin.»[109]

Bu âyet-i kerîmede ki «bunlardan sonra gelenler» den murad, muhacirin ve ensar-ı kiramın arkasından kıyamete kadar gel­miş ve gelecek olan müzminlerdir. Yani, kıyamete kadar gelecek olan benî Âdem'in her nev'ini Cenâb-i. Hak, bu gani­mete ortak etmiştir. Cenah -1 Hakkın sana ihsan bu­yurduğu bu malları, sahihlerinin elinde bırak. Kendilerine taham­mülleri derecesinde cizye vaz' eyle. O ahali, kendi arazisinin ah­valini başkalarından daha iyi bilir. Başkalarından daha iyi ve da­ha verimli bir tarzda işler. Aranızda yapılan sulha dayanarak, onları ganimet sayıp ta taksim etmeye, senin de diğer müslü-manlarm da selâhiyeti yoktur. Tahammülleri derecesinde kendi­lerinden cizye al. Arazilerinin ahvali hakkında kendilerinin ek­siksiz malumatı olduğu için, imarının, işlenmesinin kendilerine havale edilmesi maslahata daha uygundur. Zira,   C e n â b-ı

Hak   burasını size ve bize beyan ile Kur'an-ı Kerîminde şöyle buyurmuştur:

— «Ehl-i kitaptan, A I I a h a ve ahiret gününe inanma­yan Allahın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri, haram saymayan, hak dîni (islâmi) din olarak kabul et­meyen kimselerle, zelîî ve hakîr (olup) kendi elleriyle cizye ve­rinceye kadar savaşınız.»[110]

Binaenaleyh, kendilerinden cizye aldığın zaman üzerlerin­de hakkın kalmaz.                            -~

Görmez misin ki, bu beldeleri ve bu ahaliyi diğer ganimet­ler gibi aramızda taksim edecek olsaydık, bizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalırdı?

Sonra gelecek müsİümanlar, kendisi ile konuşacak ve ken­disinden bir şey ahp faydalanacak bir- kimse bile bulabilirler miydi?

Mezkûr ganimetlerin, bu şekilde taksim edilmesi halinde, fethedilen böige ahalileri hayatta oldukça Müslümanlar kendile­rinden istifade edeceklerdir. Velhasıl, bizler ve oraların bu gün­kü ahalileri dünyadan göçünce, bizim çocuklarımız da onların ço­cuklarından bu şekilde istifade edecekler ve bu durumda İslâm Dini dünyada bakî oldukça, oralar Müslümanlara köie olacakların­dan, bu durumdan kaçın. Yani, arazilerini ve ahaliyi gaziler ara­sında taksim edip, ahalinin köleleşmesine sebep olma.

Onun İçin, sen onların üzerine cizye vaz'et. Evlâd ve ıyallej rinin köle ve cariye haline getirilmesine sebep olacak olan tak­simden kesinlikle vazgeç.

Onlara zulmetmekten, zarar vermekten, haksız yere malları­nı gasbetmekîen müslümanları menet.. Sulh şartlarını tamamiyle yerine getir.

Bayramlarda haç çıkarmalarına gelince : Bayraksız ve flema-sız olarak, talepleri veçhile senede bir gün, şehir dışında haç çıkarmalarına mani olma. Şehir içinde İslâm mescidleri arasın­da, haç çıkarttırma.» diye Halîfe H z. Ömer (R.A.) tarafından, emir ve irade buyrulmuştur.

Bunun üzerine, Emir Ebû U beyde (R.A.) se­nede bir gün -oruç tutup, bayram ettikleri günde- haç çıkartma­larına izin vermiştir. Onlarda başka günlerde haç çıkartamazlar-di.

Keza, hali üzerine bırakılması, ahidnamenin şartlarından olan kilise ve havraları, bırakılarak yıktınlmamiştir.

İşte, Şam'da Müslümanlar ile ehl-i aîmmet arasındaki tarî-hi münasebetler bundan ibarettir.

® Fetihler ve gavzeler hakkında malumatları bulunan M u h a m m e d b. İ s h a k ve diğer alimler bana şöyle ri­vayet ettiler:

— H â I i d b. V e I î d [HA.) Yemâme'den geldiği zaman Hz. Ebû Bekr-i Si'ddî k(R.A.} in huzuruna çıktı. Bir, 'müddet Medine'de kaldıktan sonra H z. Ebû Be k i t (R.A.) kendisine, Irak tarafına gitmek üzere hazırlan­masını emretti. Bir kaç gün sonra, Hâ I i d b. V e I î d (R.A.) maiyyetinde 2000 mücahit ve bir o kadarda etbâi 'ile yola çıktı. Yolculuk esnasında İslâm askerlerinden bir komutana uğradı. Bu komutan maiyyetinde bulunan Tay kabilesinden 500 mücahit ve bir o kadar da onlara tabi olan askerle birlikte, H z. H â I i d b. V e 1 îd'e iltiha'k etti. Böylece bütün askerlerin sayısı 5000 i bulmuştu. Serâf isimli yere vardıkları zaman, bu yerin aha-lisi H z. H â 1 i d b. V e I î d ' in Acem toprağına, bu kadar askerle girmeye nasıl cesaret ettiğine şaştılar. Hz. Hâ-I i d oradan çıkıp, Muğnîyye isimli yere varınca, Acem tarafın­dan keşif için gönderilen öncüler, bir dağda İslâm askerlerini gördüler. Hemen dönüp, kalelerine girdiler.

H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) askeriyle birlikte, mezkur kaleyi ve dolayısiyle içindekileri muhasara etti. Daha sonra kaleyi fethedip, içindeki askerleri katletti. Kadın ve çocuk­ları esir etti. Silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Ka­leyi yıktırdı.

Sonra, Hedîb denilen yere varara'k, orada bulunan kalede Kisrânın askerlerine rastladı. Savaş sonunda H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) onları da yendi ve katletti. 'Keza, bu kaİ£: de bulunan silah, emtia ve hayvanları aldı ve kaleyi yıktırdı. Ka­dın ve çocuklarını esir etti.

Mezkur mallardan ve    Cenfl b-ı    Hakkın   fetih ve zabtını  kolaylaştırmış bulunduğu    yerlerden elde edilen diğer

1 ganimetlerden humsu (------- = beşet biri)    ayrılarak, kalan 4

humsu (------ = beşte dördü), fetihde bulunan mücahidler ara-

5 sında taksim edildi.

Kadisiye ahalisi, bu ahvali görünce sulh yapmaya talip oldu. Cizye vermeyi kabul ettiler. Onlarla sulh aktedildlkten sonra Bîreibaht denilen yere vardılar.

Oradaki kalenin muhafızlarını da muhasara ettiler. Onları yenip kaleden çıkardılar. İranlıların, Hazermerd İsimli reisleri katledilirken, o, öleceğine ağladı. Hazermerd katledildikten son­ra Hz. Hâl id yemeğini istedi. Arkadaşları da bir birleri­ne bağlanmış olarak, bir sıra dizilmişlerdi. H a İ î d b. Ve-I î d (R.A.) yemeğini yedikten sonra, kalanlarını da katletti. Kadınlarını ve çocuklarını esir etti. Bu kalede bulunan silah, eşya ve hayvanlarını ganimet olarak aldı. Bu kale, fethedilen kalele­rin hepsinden sağlam ve içinde bulunan asker, silah ve emtia hepsinden daha çok idi. Bunları aldı ve kaleyi yaktırdı.

Daha sonra, Kisr denilen yerin ahalisinin ahvalini keşfet­mek için, öncü kuvvet gönderdi. Oradaki kalede, Kisrâ'nın muha­fız askerleri vardı. Onları muhasara ederek bu kaleyi de fethet­ti. Bu. askerleri çıkarıp, hepsini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan silah, eşya ve saireyl alıp ganimet etti. Keza, bu kaleyi de yaktırdı.

Bu durumu gören Kisr ahalisi, cizye vermek üzere sulha talip oldular. O veçhile kendileri ile sulh akdedildi. Ve cizyeyi ödediler.

Hâli d b. V e I î d (R.A.) daha sonra Hîre'ye yürüdü. Hîre halkı, Kasr-ı Ebyaz (Beyaz Saray), Kasrü'l-Muarriseb ve Kasr-ı İbni Bukayle isimli, üç sarayda toplanmışlardı. Müslüman­lara karşı mukabele ve savaş İçin hiç kimse çıkmadı. Ayrıca, gözlerine de görünmediler.

H z. H a I i d ' in maiyyetinde bulunan askerler, onların çıkıp, savaşmalarını temin İçin her yola başvurmuşlarsa da, onlardan yine hiç bir kimse çıkmadı. Sadece bırgün, sarayın üstün­den iki çocuğun bakmakta olduğunu gördüler. H z. H a M d b. V e I î d (R.A.) Ashâb'dan bir kaç zatı beyaz saraya gön­derdi. Onlar, bu iki çocuğa hitaben :

—  «Konuşmak için sizden bir adam gönderiniz» dediler. Bir adam göründü. Ve :

—  Size göndereceğimiz adam dönünceye kadar kendisine emân var mı? dediler. Aşağıdakilerin :

—  «Evet var» demesi üzerine,   Abdülmesih    b. b.    B u k e y I e    isimli, kaşları gözlerinin üzerine İnmiş bir ih­tiyar ile Kisrâ tarafından Nu'man b. Münzir'den sonra Hîre vali­liğine tayin edilmiş olan,   İ y a s    b.   K a b î s a    e t-T â î isimli kimse de, bu saray (kale) den çıktı.    H â I i d    b.   Ve-1 î d    (R.A.) m    huzuruna geldiler.   H z.   H â I i d :

—  Sizi    Ce nâb-ı    Allaha   ve İslâm Dinine davet ediyorum. İcabet ettiğiniz takdirde,    Müslümanların lehine ve aleyhine terettüp eden ahkâm, sizin üzerinize de lazım ve mü-rettep olur. İcabet etmeyip de İslâm Dinini kabulden kaçınırsa­nız, cizye ödemeniz lazım gelir. Onu da vermeyi kabul etmeme­niz halinde, yanımda sizin için getirdiğim ordu, sîzin hayata olan hırsınızdan ziyade ölümü istemektedirler. Onun için sizinle harp etmekten asla çekinmezler.» buyurdu.

Bu sırada,    İ b n i    B u k e y i e' nin    elinde,   içi zehir dolu bir şişe gördü ve :

— Bu kasede ki zehir ne olacak? diye sordu. O :

—  Sizden talep ettiğim şeye müsaade etmediğiniz takdir­de, bunu içeceğim dedi. Bunun üzerine   H â I i d    b.   V e 1 îd (R.A.)    Hazretleri, hemen zehir kasesini alarak :

—  Bismillâhillezi layedurru maismihî şeyin fil ardı velâ fis-semâi duasını okuyarak zehiri içti. Bunu  gören    İ b ni    Bu-k a y I e ,    hemen saraya döndü ve kavmine :

—  Kendisine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geli­yorum.» dedi.                                                                                     

Hîre Valisi    İ y a s    b.   Kabîsa, tekrar gelerek    H z.    H â -Md   b.   Velîd'e:

__ «Sizinle harp  etmeyi  istemeyiz.    Dininize  de girmeyiz.

Fakat kendi dinimizde kalıp size cizye veririz.» dedi.

H z. H â I i d  kendisi ile 90.000 dinar üzerine sulh akdeyledi.

Kilise ve havralarını, sığındıkları saraylarını yıkmamak, çan çalmalarından ve bayramlarında haç çıkarmaktan men edilme­meleri, hiç kimseyi isyana teşvik etmemek ve oralardan geçen müslümanlsra -kendilerine helâl olan- yemek ve şarapla ziyâ-yet vermemek şartlarını havî bir ahid-name yazıp oradan ayrıl­mıştır.

Bu ahid-name'nin tercümesi: «Bismillahirrahmanirrahîm.

İş bu name, ehS-i Kîre için, HâSid b. Ve lîd tara-rafından (yazılmış) bîr namedir.

Yemâme'den geldikten sorara, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Halîfesi olan H z. E b û B e kr-i S ı d d î k (R.A.), arap ve acemden olan Irak ahalisine gitme­mi ve kendilerini A I i a h ı n birliğine ve P e y g a m -ber-î Zîşanına imana davet ve cennetle müjdeleme­mi, cehennem ile korkutmamı emretti. Bu daveti kabul ettikleri takdirde, Müslümanların lehine ve aleyhlerine mürsttep olan ah­kâmın kendilerinin de leyh ve aleyhlerinde carî olacağını ifade etmemi ve anlatmamı da emir buyurdular.

Hîre'ye vasıl olduğum zaman, İyâs b. Kabîsa et-T â î, ahalinin reislerinden bazılariyle nezdime geldiler. Kendi-îerini Ce nâb-ı Hakka ve Peygamber-İ Z î -şanına imana davet etmsşsem de, icabet etmekten ka­çındılar. Bundan dolayı, ya cizye vermeyi veya muharebe etme­yi seçmelerini kendilerine teklif ettim. Harbden imtina ettiler. Kendileri ile, diğer ehl-i kitspla ne şekilde cizye ödenmesine sulh yapılmış ise, o şekilde sulh yapılmasını bana arz ettiler.

Bunun üzerine, ahalinin miktarını araştırdım. Erkeklerinin 7000 kişiden ibaret olduğunu anladım. Araştırmam sonucu, İç­lerinden, aciz bulduğum 1000 kişiyi çıkarttım. Üzerine cizye la­zım gelen 6000 kişi kaldı. Bu durumda, kendileri ile 90.000 dinar üzerine sulh yaptım.

Tevrat ve İncil ehlinden    Cenâb-ı    Hakkın    aldığı ve misak üzerlerine olmak üzere, onlara şu şartları koşa­rak ahîd yaptım :

Müslümanlara muhalefette bulunmamak, Arap olsun Acem ol­sun hiç bir müslüman aleyhinde kâfirlere yardım etmemek, Müs­lümanların gizli işîsrine vakıf olup, onları düşmanlara bildirme-msk, üzere Hz. Adem'e ahzofunan ahîd ve misak bunların üzer­lerine olsun. Eğer, mezkur şartlara muhalefet ederlerse, ken­dileri için zimmet ve emân yoktur.

Eğer verdikleri sözleri tutup, bu şartları muhafaza ederler ve yerine getirirlerse, kendileri ile muahede yapılan diğer zımmî-\em uygulanan şartlar, bunlara da uygulansın. Onlara düşmanlık edenlere karşı koyup, korumak ta bizim vazifemizdir. Cenâb-ı Hak bizüere fetihler ihsan buyurursa -kendilerine verdiğimiz zimmet ve ahidlcr üzerlerinde bakî olmak üzere - Cenâb-ı Hakkın ahdi ve misakı ve her peygamberden ahzolunan misakın daha şiddetlisi üzerimize olsun. Biz onlara karşı olan vazifelerimizi yerine getirdiğimiz gibi, kendileride bu ahid ve şartlara muhalefet etmemek üzere, zikredilen ahid ve misak da kendilerinin üzerine lazımdır, yani onlarda mükellefiyetlerini yerine getirmekle görevlidirler. Mağlup oldukları takdirde bir kayıt île mukayyet değildirler. Ehi-i zimmete göre caiz olan ahkâm kendileri için de caizdir. Kendilerine emredilen hususlar­da muhalefet etmeleri caiz değildir.

Kendilerine şu şartlan koydum, şu haklan tanıdım :

Kendilerinden bîr ihtiyar adam, çalışamaz olur, kaza veya has-taîık gibi bir sebeple sakatlanır, bir âfete uğrar, zengin iken fa­kir olur ve kavminin sadakasiyle geçinecek hale gelirse, üzerine vsh' edilmiş olan cizye kaldırılsın. Medine'de ve Dâr-ı İslâm sa-yıSan diğer bir beldede kalırsa ailesinin nafakası Müslümanla­rın beytü'I-mâl'inden verilsin. Göçüp, Dâr-ı İslâmdan çıkmaları halinde, ailenin nafakası müslümanlar üzerine lazım gelmez.

Kölelerinden birisi, İslâm Dinine girme şerefine ererse, İs­lâm pazarında en yüksek fiatla satılıp, parası sahibine verilir.

Müslümanların kılık ve kıyafetine girmeyerek harp kılık ve kıyafetinden başka elbiselerinde Müslümanlara benzememek üzere her türlü elbiseyi giymeleri caizdir.

Onlardan her hangi bir şahsın üzerinde harp kılık ve kıyafe-ti bulunursa, ilk iş olarak kendisinden «onu niçin giydiği» soru­lur, kendisini kurtaracak, ikna edici bir şekilde cevap verirse bırakılır. Cevap veremediği takdirde, üzerinde bulunan kılık ve kıyafete, silahların durumuna göre kendisine ceza verilir.

Sulh şartlarından olan vergi bedellerinin toplanmasında ve bu meblağın Müslümanların beytü'i-mâline ödenmesine kadar istihdam edileceg memurların (kendilerinden olmasını şart koş­tum. Yalnız, bu hususta müslümanlardan yardım isterlerse veril­mesini, verilen yardımcının masrafının Müslümanların beytü'i-mâlinden ödenmesini de kabul ettim.» diye sulh-nameyi bitir­miştir.

<H <â 1 i d b. V e I î d [R.A.), İyas b. Kabîsa ile    A b d ü I -m e s îh    b.    Hübban'a    hitaben:

—  Müdafaa mevkiinde olmadığınız halde, bu kaleleri niçin yaptınız? diye sordu.

—  İran tarafından bize imdad gelinceye kadar,    bize düş­manlık edenleri bu kaleler sayesinde geri çeviririz ve uzaklaş­tırırız, dediler.    H â I i d    b.    V e I î d    (R.A.)    tekrar sordu :

—  Sizler arap kabilelerindensiniz. Harp etseniz de    İranlı­ların idaresinden kendiniz kurtarsaydınız, daha iyi değil miydi? İyas    b.   Kabîsa    ile   A b d ü I m e s î h    b. . 'H u b -bân    cevaben :

—  Komşumuz olan İranlılar şarap ve domuzun takdim edil­mesi ile bizden razı oldular, dediler.

H â 1 i d b. V e I î d (R.A.) 90.000 dinar üzerine ken­dileri ile sulh yaptıktan sonra oradan ayrılmıştır.

Şark tarfından ilk defa alman ve Hz. E b û Bekir'e ulaşan cizye mallarının birincisi işte bu cizye mallarıdır.

Hz. H â I i d b. V e 1 î d (R.A.), İran halkının reisle­rine bir mektup yazdı ve yerlerine ulaştırması için İ b n-i B u k e y I' e   verdi. Mektubun tercümesi şudur:

«Bİsmillâhirrahmanirrahim. H â 1 i d b. Velî d'den Rüstem,   Mihrân   ve   Fâris    reislerine;

Selâm, hidayete tabi olanlara olsun. Kendisinden başka ilâh bulunmayan A I I a h a hsmdederîm. Muhakkak ki H z. M u -h a m m e d    (S.A.V.)    A I la h ' in    kulu ve resulüdür.

Gelelim maksadımıza:

Hükmetme müddetinizi kısaltan, cemiyetinizi dağıtan, ara-nıza ihtilaf sokar., kuvvetinizi zaafa çeviren ve mülk ve hakimi­yetinizi parçalayan   Genâh-ı     Hakka    hamd-ü sena ol-

Mektubum size ulaşınca, bana rehin gönderin. Sonra zim-meî akdi ile cizyeyi toplayıp bana gönderiniz. Eğer bu yazılı em­rime muhalefet ederseniz, A I I a h ı n birliğine yemin ede­rim ki, sîzin hayatı sevdiğiniz kadar ölüm ve şehadete muhab-fesî eden bir ordu île tarafınıza geleceğimi yakînen bilesiniz. Se­lâm, hidayete tabi olanlara olsun.» kelamı ile mektubunu bitir­di, ve    İ b n - i    B u k e y I e ' ye teslim etti.

Sonra,    H â I i d    b.    V e I îd    (HA.)    Fırat Nehrinin ait

tarafında bulunan Anbar isimli köye gitti. Oradaki kalenin mu­hafazası için K i s r â tarafından 'gönderilmiş olan askeri mu­hasara edip,'fethederek kaleyi yıktırmış ve yaktirmıştır. Bu kö­yün ahalisi bu hali görünce cizyeyi ödemek üzere sulha talib oldular. Sulh talebi için onlar tarafından H â nî b. C â b i r et-T â î isimli şahıs gelmiştir. 80.000 dirhem üzerine, ken­disi :ile sulh anlaşması yapıldı.

Oradan da Fırat kıyısındaki Bânikya isimli köye geldi. Bu köydeki kaienin muhafızı bulunan K i s r â ' nın askerleri, bir gece sabaha kadar kendisi ile savaştı ve karşı koydu. Şiddetli ■bir muhasara ve savaştan sonra, Cenâb-i Hakkın kuv­vet ve yardımı ile orasını da fethetti. İçindeki K i s r â asker­lerini katletti. Kadın ve çocuklarını esir etti. Kaleyi yıktırmış ve yaktı rmıştır.

Mezkur, Bânikya ahalisi de bunu görünce sulha talip oldu­lar. Bu talep üzerine kendileri ile sulh anlaşması yapıldı.

Ondan sonra Sevâd'da bulunan bir karyeye C e r î r b. A b d u I I a h ' ı gönderdi. O, gitmek üzere Fırat üzerinden geçeceği sırada, mezkur köyün muhtarı, S a I û b â isimli şahıs :

— «Sen geçme, ben senin yanına geliyorum» diyerek sudan geçti. Yanına gelince, Bânikya ahalisinin suih yaptıkları akçe miktarına eşit bir akçe ile kendisi ile sulh akdi yaptı. Ve cizyeyi ödedi.

Keza, Mârüsema shalîsîyle, etrafında bulunan köylerin ahali, leri, Hîre'lilerin suih yaptıkları miktardaki dinara öşit miktardaki dinarla sulh anlaşması yaptılar.

Bunun üzerine H ıâ I i d b. V e I T d (R.A.), Necef'e döndü. Etrafındaki yerleri görmek için, Hâre ahalisinden yanları­na deliller aldı. Necef arazisini geçip, Aynüttemr isimli.yere gel­di. Orada konaklayıp istirahat etti. Mezkûr mahaldeki kalede de K i s r â'nın muhafız askerleri vardı. Onları muhasara etti Şiddetli baskı ile onları kaleden çıkarttı. Erkeklerini kati, ka­dınlarını ve çocuklarını esir etti. Kalede bulunan meta', süah ve hayvanları aldıktan  sonra kaleyi yakmış ve yıkmıştır.

Aynuttemr karyesinin arap olan reisini de katletmiş, kadın ve çocukları ile bütün ailesini esir etmiştir. Hîre halkı ve diğer köylerin ahalilerinin verdikleri gibi Aynutsmr ahalisi de ver­mişlerdir. Hâiid b. Velîd, Hîre ahalisine yazıp verdi­ği Ahİd-nâme gibi bir Ahid-name yazıp kendilerine verdi. Keza, bir ahid-name de Leys ahalisine yazıp vermiştir. Bu ahid-name halen kendi ellerindedir.

Ondan sonra, S a'd b. Amr ei-Ensârî (R.A.) i yanına çok sayıda mücahid katarak, Irsk istikametine gönderdi. Saduda isimli yere vardı. Orada Kinde ve lyâd kabilelerinden bazı hıristiyanlar bulunuyordu. Onları şiddetli bir şekilde muha­sara ettikten sonra, cizye ödemek üzere onlarla sulh akdetti. On­lardan bir kısmı da müsiüman oldu. Sa'd b. Amr Hazret­leri orada ikâmet etti. 6u ikâmeti, Hz. Ebû Bekir, H z. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) zamanlarında da, ken­disi vefat edinceye kadar devam etti. Bu gün bile, H z. Sa'd b.   A mr'in    evladları orada yaşamaktadır.

H â M d b. Velîd (R.A.) Hîre'yi merkez ittihaz et­mişti ve orada kalmayı istiyordu. Bu sırada 'Hz. Ebû Ubey-d e (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerlere yardım için Şam tarafına gitmesi için H z. Ebû Bekir [R.A.J'm kendi­sine gönderdiği emir-nameyi aldı. Bu mektup dolayısiyle orada kalamamiştır.

H z.    H â I i d    b.    V e I îd    (R.A.),    Cenâb-ı    Hakk ı n    ihsan buyurduğu ganimet mallarından humsu {------ beşte biri) ayırarak, o zamana kadar alınan cizye ve kölelerle birlikte H z.   E b û    Bekir   (R.A.) a    gönderdi. Kalan dört humsu

4 (------- beşte dördü) maiyyetinde bulunan    müca'hidler arasında

5 taksim etti.

H z. Ebû Bekir (R.A.), Ebû U beyde (R.A.)'-nin «imdad kuvveti isteyen» mektubunu alınca, H â M d b. V e I î d (R.A. e «derhal yardıma gitmesi için» emir-name gön­derdi.

Bunun üzerine, Hîre'den seçtiği delillerle beraber Aynü't-Temr'e vardı. Oradaki çölü geçip Benî Tağlîb Kabilesinin belde­sine girdi. Kendisine karşı koyan Tağlib'Iilerden pek çoğunu katletti. Kadın ve çocuklarını öldürmeyip esir aldı. Sonra oradan da deliller (mihmandarlar) alarak, Benî Tağlîb beldesini de ge­çip Nukayb ve Kevâmii isimli yerlere vardı, Orada Yemâme'den başka hiç bir yerde görmediği sayıda küffâr askeri ile karşılaş­tı. Aralarında şiddetli bir savaş oldu. Hatta, H â İ i d b. Ve-I î d (R.A.) Hazretleri, kendi elleri ile bir çok kâfiri katletti. Bu beldelerin etrafında bulunan köylere akın yaparak, onları da şiddetle muhasara etti. Muhasara edilen ahali, Âmân ahalîsi ile yapılan sulh gibi, kendileri ile de sulh yapılmasını talep etti­ler. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.) daha önce Âmân memleketine uğradıkları sırada, oranın patriği huzuruna gelerek sulha talip 'olmuştu. Bunun üzerine, H â M d b. V e I î d (R.A.) in istediğini verdiler ve aralarında şu şartlarda sulh an­laşması yapıldı :

Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricin­de, gece veya gündüz, hangi saatte dilerlerse çanlarını çalma­ları, 'kendi bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları, beldelerinden geçen müslümaniara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri, şeklin­deki bu ahidname yazıldıktan sonra onlardan deliller (mihman­darlar) alarak zikri geçen Nukayb ve Kevâmii adlı yerlere gel­mişlerdi. İşte mezkur Nukayb ve Kevâmii ahalîsi Âmân ahilisinin şartları üzerine sulh akdederek aralarında, sulhun keyfiyet ve şartlarını muntazammın bir sulh-nams yazıp kendilerine ver­di.

Oradan da geçerek Karkislya'ya varıp etrafında bulunan ve mukavemete kalkışan yerlere akınlar yaptı. Mallarını ganimet olarak aldı. Kadın ve çocuklarını esir etti. Erkekleri katletti. Ül­keyi bir müddet muhasara ettikten sonra Karkısiya'lılar sulha talip oldular. 'Bu talepleri kabul edildi. Âmân ahalisine vermiş olduğu ahidleri onlara da vererek sulh yaptı. Yani: Kilise ve havralarının yıkılmaması, namaz vakitleri haricinde çanlarını çalmaları, bayram günlerinde haçlarını çıkarmaları kendilerine hak olarak verildi. Keza, aralarında bir ahîd-name yazılmış ve oradan geçen müslümanlara üç gün ziyafet ve erzak vermeleri de şart kılınmıştır. Bunun üzerine, cizyelerini H z. H âl i d (R.A.) e ödemişler, kilise ve havraları yıkılmamıştır.

Müslümanlarla, zımmiter arasında yapılan sulh anlaşmaları bundan ibarettir. H z. H â I i d b. V e I î d (R.A.} in muh­telif kavimlerle yaptığı bu sulh anlaşmalarını H z. E b 0 Bekr-i Sıddîk (R.A.) reddetmeyip, kabul ettiği gibi kendisinden sonra Hz. Ömer, H z. Osman ve H z. A I i    (R.A.)    da aynen kabul edip uygulamışlardır.

@ iBinâenaleyh, ibadethanelerinin yıkılmaması hakkındaki sulh hükümlerinin ibkasi gerekir. Dört Halîfe {R.A.) nin hilafet­leri zamanında da, ibadethanelerinin yıktırılmayıp, kendilerine bırakılmasına cevaz verildiği gibi, şimdi "de onlara dokunulma-ması reyindeyim.

Zira, üzerine sulh cari olan, kilise ve havraları sulhdan son­ra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, H z. Osman, H z. Ali (R.A.) yıktırmamışlardir. Ancak, sulhden sonra yapılmış olan, kilise ve havralar yatırılabilir. Önceki halifeler­den her biri, bu hususa atf-ı nazar edip incelemişlerdir. Bu şehir ve memleketlerde sonradan İnşa edilen ve sulh şartlarına uy­mayan bu kilise ve havraların yıktırılmasına karar verip niyet ettikleri zaman, buraların ahalisi kendilerinde mahfuz olan sulh-namelerinj ibraz ettiler. O zamanda 'bulunan fukaha ve tabiîn hazretleri o zamanki halîfenin niyetini tasvip etmeyip reddet­mişler ve sulh şartlarını nakzetmeyi doğru bulmamışlardır. Bu sebepten, halîfeler de o niyetlerinden vazgeçmişlerdir. Bu sulh hükümleri, H z. Ömer R.AJ'in icazat ve infaz eylediği gibi, kıyamet gününe kadar geçerlidir. Her hal-ü kârda rey' sizindir. İşte, kilise ve havralar size beyan ettiğim şekilde terk edilmiş olup, dokunulmamıştır.

H z. H â i î d b. V e I î d (R.A.) Hîre'den çıkıp Şam'a varıncaya kadar 1000 esir almıştır. Bazı rivayetlerde ise Hîre'-den Şsm'a varıncaya kadar 5000 esir almıştır. C en â b-ı Hakkın, kendisine ihsan buyurduğu cizye emvalini ve esir­leri Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) a, Ömer b. S a ' d ' la gönderdi. Bahreyn tarafından gelen mal müstes­na olmak üzere, H z. Ebû 8 e k J r (R.A.) e ilk defa va­ran cizye ve esirler, H z. H â I i d b. V e I î d ' in gön­derdiği bu mallar ve esirlerdir.

Bundan sonra, H z. Ömer (R.A.), Hâl id b. Ve-i î d (R.A.)'i Şam tarafında bulunan İslâm askerleri kumandan­lığından azlederek, Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.) i tayin etti,

H â M d b. V e I î d (R.A.) bu haberi işitince halka şu şekilde hitap etti:

—  «Cenâb-i    H a k k <a    hamd-ü senâ'dan    sonra... Emire'l-rnü'minîn beni    Şam üzerine tayin etti. Orasını yağ ile bal müsabesinde İslah ettim. Sükun ve asayiş hasıl olunca, beni azlederek yerime başkasını tercih ve tayin etti.» deyince cemaat­tan biri yerinden kalkıp :

—  «Ey Emîr! Ssbreyle! İşte fitne budur.»    deyince,    H â-! î d    b.   V e I î d    (R.A.)    kendisine cevaben :

—  « İ b n ü ' I -H a t t a b    (yani    H z.   Ömer)    hayat­ta oldukça fitne yoktur.» demiştir.

Daha sonra H z. H â I i d b. V e I î d ' in bu sözü, Halîfe    H z.    Ömer   (R.A.)   tarafından işitilince:

—  «Hâl id    bilmezmi ki, İslâm dinine yardım eden ve zafere ulaştıran    Cenâb-ı    Hakdır.» buyurmuştur.

O sırada, Şam ahalisi    Ebû    Ubeyde    (R.A.) ile maiyyetinde bulunan askerleri muhasara ettiler. Müslümanlar çok meşakkat çektiler. Durumdan haberdar olan H z. Ömer (R.A.),   şu mektubu yazdı :

—  «Ba'de's-Selâm.  Hiçbir şiddet vaki   olmamıştır ki, so­nunda    Cenâb-i    Hak    kurtuluş ve zafer halketmemiş ol­sun. Bir zorluk, iki kolaylığa galib olamaz.    Cenabı    Hak «Ey iman edenler, sahr-(ü sebat) edin. (Düşmanlarınızla)    sabır) yarışı edin. (Onlara galebe çalın.   Sınırlarda)    nöbet   beklesin. Allah' dan korkun. (Bu sayede) felah bulacağınızı umabilirsi­niz[111] buyurmuştur.» âyet-i kerîmesi ile mektubunu bitmiştir.

Ebû Ubeyde (R.A.) bu mektubu okuduktan sonra ce­vaben şu mektubu yazmıştır:

—  «Sîze Selâm'dan sonra...    Cenâb-ı    Hak   Teâlâ Hazretleri    buyurur ki: Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir böbürlenmedir. Öğünüştür. Mallarda ve evladlarda bir çoğalıştır (üstünlük tasla­madır.) (Bu) tıpkı, bitirdiği nebat (dan doîayi) ziraatçıların hoşu­na giden bir yağmur gibidir. (Fakat) sonra o (nebatlar) kurur da sen (onları) sararmış - solmuş görürsün. Daha sonra da o(nlar) bir çör - çöp olur. Ahirette çetin azap vardır. Aynı zamanda)   A I -I a h'dan mağfiret ve rıza (da) vardır) Dünya hayatından fay­dalanmak) bir aldanış faydasından başka (bir şey) değildir.»[112]

«(Hal ve keyfiyet bu olunca) hemen R a b b i n i z'den mağgirete ve -genişliği yerle göğün genişliği kadar olan, A I-I s ha ve Peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış bulunan - cennete (ulaşmak) için (koşun) yarış yapıp kazanın. İşte bu, A I I a h ı n fazl(-u kerem)idir.. Ki onu kime dilerse ona verir. Allah büyük fazl(-ü inayet) sahibidir.»[113] diye mektup yazdı.

H z. Ömer (R.A.) Ebû Ubeyde (R.A.) nin bu mektubunu alınca, dışarı çıktı. Müslümanların önünde, bu mek­tubu okudu ve onlara şöyle hitap etti:

—   «Ey Medine ahalisi, işte    Ebü    Ubeyde   size îaf-riz ediyor ve sizi cihada teşvik ediyor.» dedi.

Mektubu okumasından sonra, az bir müddet geçer geçmez, Cenâb-ı Hakkın imaniyeti ile Ebû Ubeyde (R.A.) nin galibiyete ve zafere ulaştığı, kâfirlerin hezimete uğra­dığı haberi geldi,

Bu müjde üzerine   Uz.   Ö ma r   (R.A.) :

—  Allahü Ekber- diye tekbir getirdikten sonra :

—  Bazı kimseler «keşke   H â I i d   olsaydı» diyecekler­di. Zafer, ancak   Alla h    (C.C.) in    ihsanıdır, buyurdu.

0    Süleyman    bize    Hane?' den     o da    İ k r i -m e 'den   şöyle rivayet etti:

—  Abdullah   b.   Abbas   fR.A.) a:    «Müslüman olmayanlar için İslâm Memleketlerinde yeniden kilise ve havra yapmalarına izin ve ruhsat var mıdır?» diye sorulunca O şu ce­vabı verdi :

—  «Araplar tarafından imar edip kurulan ve memleket hük­müne konulan beldelerde, acemlerin kilise ve havra yapmaları­na ve orada çan çalmalarına alenen içki satmalarına, domuz bu­lundurmalarına izin ve ruhsat yoktur.

Acemler tarafından inşa edilerek, memleket haline getiri­len ve daha sonra da Cenfib-ı Hakkın yardimiyle araplar tarafından fethedilerek, hükümleri altına sokulan memle­ketlerde, onlara verilen ahid-namede her ne yazılı ise, ahid şart­larını İbka edip, onlara uymak lazım gelir.» buyurmuştur.

 

Cürüm Ve Cinayet Erbabının Haklarında Vacip Olan Hadler

 

Ey Mü'mînlerin Emîril

C Fesat, habaset, fısk sahibi olanlarla, hırsızlıkta bulu­nanlardan ve diğer ashab-ı cinayetten yakalanıp hapsedilenlere, ne gibi muamele yapılması gerektiğini, hapishane'de kaldıkları müddetde kendilerine günlük yiyeceklerinin verilip verilmiyece-ği, verilecekse, zekat mallarından mı yoksa başka mallardan mı verilmesi gerektiğini soruyorsunuz. Konunun açıklanmasına ve izahına başlıyorum :

0 Bu gibi hallerde bulunup, malları ve geçim vasıtaları olmayanların günlük yiyecekleri zekât mallarından veya beytü'l mâlden verilmesi, sizin ve sizden sonraki halîfelerin reyine ha­vale edilmiştir. Bunların iaşe ve idareleri, hangi nevî maldan ve­rilirse verilsin caizdir. Lâkin, bana göre herbirinin idaresine kifa­yet edecek miktarın beytü'l-mâl'den sarfedilmesi daha iyidir. Her biri için, günlük iaşesine yetecek miktardan fazlasını ver­mek caiz değildir.

0 Müşrik esirlerini hem yedirip içirmek, hemde kendile­rine elden geldiği kadar iyilik ve ihsanda bulunmak lazım oldu­ğu halde, Müslümanlardan birisi hataen veya cehaleti sebebiy­le hükmü kaza kendisini bir güna'h ameiine sevkederse açlıktan ölünceye kadar nasıl bırakılır.

Ey Mü'minlerin Emîri! Sizden önceki halîfeler mahpuslara katıklı yemek, yazlık ve kışlık elbise verirlerdi. Bunu ilk defa yapan, Irak'da H z. Ali (R.A.), Şam'da Hz. Muâvi-y e (R.A.) dir. Kendilerinden sonra gelen halîfeler de bunlara uydular.

• İsmail b. İ b r â h î m b. el-Muhâcir bana, A b d ü I m e 1 i k b. Umeyr'ın şöyle dediğin haber verdi:

— H z. Al i (R.A.) nin halifeliği zamanında, bir kabile­de veya bir cemaatde uygunsuz bir kimse bulununca, onu hapsederdi. Ancak, onun malı varsa malından, maiı olmayıp muhtaç olanlara da beytü'I-mâl-İ müslimînden İnfak ederdi. Ve şöyle bu­yururdu :

— «Hapsedilerek o kimsenin şerri    müslümanlardan uzak , tutulur. Buna mukabil nafakası da müslümanlann    hepsine ait olan beytü'l-mâl'den verilir.»

®    Şeyhlerimizden bazısı bize,    Cafer   b.    Bİrkan'-ın şöyle dediğini haber verdiler:

— Halîfe   Ömer   b.    A b d ü I a z i z,    bize şöyie b; mektup yazdı:

«Ayakta namaz kılmaya muktedir olamıyacak derecede, Ha­pishanelerinizde adam bırakmayınız.. Katillerden başka, hiç bir kimsenin ayağına demir koymayınız. (Zincire vurmayınız.) Zekat mallarından kendilerini idare edecek kadar yemek ve katık ve­riniz, Vesselam.»

Ey Mü'minlerin Emici! Bundan dolayı, siz de, mahpus olan-İarı idare edecek şekilde yiyecek-içecek takdir edilmesini, em­rediniz. Bunların kıymeti hesap edilerek her ay kaç kuruşa ba­liğ olursa, bu bedel, para olarak kendilerine verilsin. Zira, ken­dilerine bu gıda maddelerini aynen vermeniz halinde, hapisha­nelerde buiunan hademe ve diğer me'murlar, onları kendilerinin almaları,  mahpuslara   vermemeleri   düşünülebilir.  Binaenaleyh, hayır ve salahla muttasıf olan bir zatı seçerek, bu işe memur tayin ediniz. Hapishanede olanların isimlerini özel  bir deftere kaydederek, ay be ay, bu iaşe bedelini kendilerine versin. Şöyle ki, her ay başında bu memur bir yerde otursun, mezkur deftere bakarak herkesi ismi ile birer birer çağırsın, tayin bedeli olan parayı eli ile mahpusun eline versin. Bu defterde isimleri kayıt­lı bulunan mahpuslardan çıkanların ve serbest bırakılanların ta­yın bedellerini, beytü'l-mâle iade etsin. Bunların   herbirine ayda 10 dirhem verilir. Hapishanelerde bulunanların hepsinin, tayına muhtaç olmayacakları aşikârdır. Onlara bir şey verilmesin.

Kış için kendilerine verilecek elbise bir gömlek ile bir yün elbiseden ibarettir. Yazın ise, bir gömlek ile bir izâr'dan (116J iba­rettir.

İzâr:

Belden aşağıya mahsus örtü, peştemal.

Muhtaç olan kadın mahpuslara da keza tayın verileceği gibi, kış günlerinde gömlek ve yün elbise ile birlikte bir örtü verilir. Yaz günlerinde de, keza gömlek ile izâr ve örtü verilir. İşte mah­pusların nafakası bundan ibarettir.

Halkın kendilerine sadaka vermesi için, 'mahpusları demir zincire vurup, çarşı ve sokaklara çıkartma. Zira, C enâb-ı Hakkın hükmü kazası ile, bir cürüm veya hata işlemiş ve bu sebeple hapsolunmuş bazı müslümanlann, halkın kendilerine sadaka vermesi için, demir zincire vurulmuş olarak hapishane­den dışarı çıkarılması çok büyük bir iştir. Küffâr eline esir düş­müş, müslümanlara kâfirler tarafından bile böyle bir muamele­nin yapılmayacağını kuvvetle zannetmekteyim. Hal böyle iken, Müslüman olan suçlu hakkında, Müslümanlar tarafından böyle bir muamele yapılması nasıl lâyık görülür?! Onların, böyle zin­cirlerle çıkıp sadaka talebinde bulunmaları, açlık zaruretinden do­layı oluyorsa, bu durumda da, belki dilenecekleri şeyleri bile el­lerine alamamaları muhtemeldir.

Adem oğlu günahdan beri olamaz. Binaenaleyh, hapishane-dekilerin durumlarını tetkik ettirip, size beyan ve tefsir ettiğim şekilde nafaka ve tayınlarının verilmesini emir ve irade buyur­manız lâzım gelir.

Mahpuslardan birisi, kendisi İle ilgilenecek bir velîsi ve akra­bası olmadan vefat ederse, müslümanlann beytü'I-mâl'inden tec-hiz ve tekfin edilip, namazı kılındıktan sonra defnedilir. Zira, si­ka kimselerden işittiğime göre «hapishanede garib ve kimsesiz olanlardan bazıları öldüğü zaman defnedilmesi keyfiyeti, validen izin alınıp, teçhiz ve tekfin için mahpuslardan sadaka toplanın-caya kadar, bir veya iki gün kaldıkları variddir. Hatta çoğu yıkan­madan, kefenlenmeden ve namazı kılınmadan defnediliyormuş», İslâm dininde ve Müslümanlar içinde bunun gibi hallerin vuku bulması ne kadar çirkin bir İştirl Bu gibi utanç verici işlerin İs-lâmda yeri yoktur.

Şer'î hadlerin ayakta tutulmasına ve titizlikle tatbikine emir buyurmuş olsaydınız, hapishanedekilerin sayisi azalırdı. Ve fisk ve fesat sahipleri bu cezaların korkusundan, bu maraz i hallerini terkederlerdi. Çünkü :Hapishanedekilerin çoğalması, cezaî mes'-eleler üzerinde hassasiyetle durulmamasından neş'et eder. Bu­ralara hapishane derler! Nahiye değildir ki içinde çok insan bu­lunsun!...

Şehirlerde bulunan valilere, her gün hapishanedeklerin işle­rini gözetmelerini emret! Mezkur hapishanelerde te'dip edilecek­leri te'dip[114] etsinler ve bıraksınlar. Suçsuz, günahsız olanları tahliye etsinler. Te'dip işinde aşırı davranmasmlar. Yani, caiz olmayacak derecede bir işlem yapmamaları için kendilerine emir ve terrbihet bulun kî, duyduğuma göer sadece zan ve töhmet üze­rine adam dövülmekte ve on-lara 200 veya 300 veyahut daha faz­la veya daha az darp olunmakta [deynek veya kırbaçla vurulmak­ta) imiş. Bu ise asla caiz değildir. Çünkü, mü'min olan kimsenin vücudunun, -fücur, kazf, sekr'den veyahut ta'zirden dolayı vacip olan darbdan başka- her cihetle korunması v&-himaye edilmesi lazımdır. Sayılan fiillerin dışında kalan hiç bir ıdurumda, darb caiz değilken, vali ve memurlarınız darbetmekte imişler.

Halbuki, f ahr-i Âlem (SAV.) Efendimiz, ehl-î kıbîeniıt dövülmesini yasaklamıştır. Nitekim Hz. E b û Bekr-i Sıddîk (R.A.) Efendimiz, Fahr-i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m î z i n «ehl-i kıblenin darbından nehiy buyurduğunu» rivayet etmiştir.

En doğrusunu Allah bilir amma, bizce bu hadîs-i şe­rifin manayı munîfi şudur: Darbı icabettiren 'had üzerine va­cip olmaksızın, ehl-İ kıblenin dövülmesini yasak buyurmuşlardır. Valilerinizin ve memurlarınızın darb etmesi ise, hüküm ve had haricinde bir şeydir. Küçük veya büyük cinayet işleyenlerin bile bu şekilde dövülmeleri [azım gelmez.

Her hangi bîr kimse kısas, had veya ta'zîr icap ettirecek bir fiilde bulunmuş olursa, o fi'ili için vacip olan ceza her ne İse, üzerine ikame ve icra olunması lazımdır.

Bunun için, bir kimsenin, diğer bir kimseyi kısası gerekti­recek şekilde yaraladığı, serî ölçülerle sabit olursa, yaralanan kimse de affetmezse, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayacak şe­kilde yaralarsa, yaralayan üzerine, o yaralının diyetini ödemesi hükmolunur, sonra da cezalandırılıp, tevbekâr oluncaya kadar hapsedilir ve sonra tahliye edilip serbest bırakılır.

Keza, bir kimse el kesmeyi icap ettirecek derecede hırsız­lık fiilinde bulunursa, eli kesilir. Zira, hadlerin ikamesinde ecr-ü sevab olduğu gibi, ha'kkın da İslahına sebep olur.

Hasan b. Umar e' nin bana C e r î r b. Yezîd'den, onunda Ebû Zür'a b. Amr b. Ce-r î r ' den    nakledip haber verdiğine göre :

Ebu Hureyre (R.A.) Peygamber (S.A.V.) E f e n d İm izin    şöyle buyurduğunu işittim demiştir:

—  «Yer yüzünden bir şer'î haddin icrası, ehl-i arz hakkında 30 gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır.»

İmâm-i Müslimîn olan zat için, hudud-ullah'da bir kimseyi gözetip itibar ederse veya bir kimseye had lazım geldiği halde şefaat ederek, o 'haddi kaldırmak ve izale etmek İsterse, bu caiz değildir. 'Hiç bir kimsenin levm ve itabından korkmamalıdır.

Meğer ki, bu hadde şübhe bulunsun, yani, bir hadde şübhe bulunursa haddi def eyler, ortadan kaldırır. Zira, bu babda As-hab-i güzinden ve geçmiş tabiînden pek çok âsâr[115] varid ol­muştur. Fııkahâ da buyururlar ki: Gücünüzün yettiği derecede, şübhelerle haddi kaldırınız ki, afte hata eylemek, ukubet ve mücazatde hata eylemekten hayırlıdır.»

Üzerine had vacip olmayan kimselere, had icra etmek caiz olmadığı gibi, haddi icabettiren kimseden şübhe olmadan, o had­di iptal etmek de, caiz değildir.

Bir had, sabit olduktan ve vacip olduktan sonra, İmâm-ı Müs-limînden şefaat dilemek hiç bir müslüman için caiz değildir. Lâ­kin, keyfiyet İmâm-ı Müslimîn'e arz edilmeden önce, bu haddin kaldırılması için, şefaat dilemeye, fakih imamlar cevaz vermiş lerdir. Ancak-, keyfiyet halîfeye arzedildikten sonra, şefaatten ka­çınılması ve sakınılması lüzumunda bildiğimize göre fukaha ih­tilaf etmemiştir. En doğru ve en iyi bilen    Allah' tır.

© H i ş â m b. U r v e 'nin bize haber verdiğine göre, e I - F e r â f i s a t ü ' I ?'H a n e f î   şöyle dedi:

—  Bazı  kimseler bir hırsız yakalayıp götürürlerken    Z ü-beyr   (RA)'e rastladılar.   Hz.   Z ü b e y r   (HA.)   hırsıza şefaat etti. Ona :

—  Hadde şefaatmı ediyorsun? demeleri  üzerine,  O :

—  «Evet, İmânı-ı Müslîmîn'in huzuruna çıkarılmadan  önce şefaat ederim. Lâkin İmâmın huzuruna çakınldıktan sonra, İmâm kendisini affederse,    Cenâb-ı    Hak,    Onu affetsin.» bu­yurdu.

A'meş bize İbrahim N e h â î' nin şöyie dediğini rivayet etti :

—   Fâkih imamlar, «mümkün olduğu kadar hadleri,   Alla h i n   kullarından kaldırınız» derlerdi.

® Hatta, Fukâha'dan her biri 'her hal-u kârda hadlerde şe« fâati gayr-i caiz görerek, ondan çekinirler ve sakınırlardi. Bu bab-da    Hz.   Abdullah    b.    Ömer   (R.AJ'in:

—  «Her kimin şefaati, hudud-u ilâhîye'den bir hadde mani olursa,    Cenâb-ı    Hakkın    muhlukati üzerindeki ahka­ma mümanaat etmiş olur.» kevline istinad edip, onunla istidlal ederlerdi.

0 Muhammed b. Ishâk bana, M u h a m -med b. Talha 'dan o da babasından o da A İ ş e binti Mes'ud Bedri' den, o da babası M e s ' u d (R.AJdan rivayet edip, dediki :

—  Fahr-i   Âlem   (S.A.V.)   Efendimizin   hâne-i saadetlerinden «kadife» denilen bir havlu, veya    halı seccade çalan Kureyşli bir kadının elini kesmeye    R a s û I u I I a h (S.A.V.) in kararlı oldukları halk arasında söyleniyordu. Herkesin bu   kesme   keyfiyetini   gözünde   büyüttüğünü   gördüğümüzde, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna ge­lerek :

—  «Biz o kadın için 40 okiyye fidye veririz.» dedifc.    Bu­nun üzerine ;

—  «Sonra anlaşılır.» buyurdular. Sözünde gördüğümüz yu­muşaklıktan,   teklifimizi  kabul     buyuracakları     zanniyle,    H z. Ü s â m e    [R.AJ ye varıp,    R a S û I a II a :h    (S.A.VJ a   bu hususta ricada bulunmasını istedik. O da,    R a s û I u I I a h (S.AV.)'a    varıp, bu hususta şefaat talep etti.

Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz,    derhal bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu :

—  «Allahın    kullarından bîr kadın hakkında vaki olan, hudud-u ilâhî'den bir haddîn, icra edilmemesi için bana niçin sö­zünüzü çoğaltıyorsunuz? (niçin ısrar ediyorsunuz?) Ruhum yed-i kudretinde olan    Cenâb-ı    Hakka    yemin ederim ki, bu kadının işlediği hırsızlık fiilini faraza,    Fâtıma   binti Muhammed    işlemiş olsaydı,    Muhammed   Onun da elini keserdi.» buyurduktan sonra   !H z.    Ü s â m e   (R.A.) ye hitap edip :

—  Ya    Üsâme,   hadde şefaat etme! buyurdular.

# M a n s û r bize I b r â h î m ' den H z. Ömer (R.A.) İn    şöyle buyurduğunu rivayet etti :

—  Şüpheli hallerde haddi tatbik etmemem,   onları yerine getirmemden bana daha hoş gelir.

$ Yezîd b. Ebî Ziyâd bana ez-Zûhrî'-den, o da U r v e ' den H z. Â i ş e (R.A.) nin şöyle buyur­duğunu rivayet etti:

—  «Her imkanı kullanarak, hadleri müslümanlardan kaldır­manız mümkünse, kaldırınız. Müslümanlardan bir cürümle itham edilen bir kimseyi hadd-i ta'zîr'den kurtaracak çare bulduğunuz zaman hemen serbest bırakınız. Zira, imâmın affetmede hatası, cezanın infazında hatasından daha hayırlıdır.»

9 Hasan b. A b d ü I m e I i k b. M e y s e r e bize Nezzâl b. Sebr e1 nin şöyle dediğini haber verdi :

—  H z. Ömer (R.A.),in rnaiyyetinde, Hicaz mevkilerin-den Mina'da iken, bir merkebe binmiş olduğu halde, ağlayarak, büyük bir kalabalık içinde, şişmanca bir kadın gelmekte idi. Her­kes kendisine «zina ettin»    diyordu.    Kadın,    H z.    Ömer (RA)'ın huzuruna vasil olunca, kendisine hitaben :

—  Ne yaptın? Bazı kere kadından İkrah edilir, -diyerek ka­dından keyfiyeti sorunca, O şu cevabı verdi :

—  Ben ağırbaşlı bir kadınım, Cenâb-ı Ha beni geceleyin teheccüd namazı kılmaya muvaffak buyurmuştur. Bir gece, namazımı kılıp uykuya daldım. Birden uyandım ve üzerime bir adamın bindiğini gördüm. Hemen o adam savuşup gitti. Arkasından baktım İse de kim olduğunu bilemedim.» diye durumu anlattı. Bunun üzerine Hz.    Ömer    (R.A.) :

—  «Bu bîçare kadın,     eğer recmolunmuş    olsaydı,    C e-nâb-ı    Hakkın   ukubetinden Ebö Kubeys ve Ahmer Dağ­larına eteş yağmasından korkulurdu.» buyurdu ve derhal şehir­lerde bulunan bütün valilere    «bunun gibi bîr zinada had lazsm gelmeyeceğinden, adam öldürmekten kaçınınız.» diye emir-name yazmıştır.

©    İmâm    M u ğ i re    bize,   İmâm   A tâ ' nın şöyle dediğini rivayet etti :

—  Cuma namazmı kıldırmak, zekat toplamak, hadleri ikame etmek, İmâm-ı Müslimîn olan zata bağlıdır.   Ömer   b.   A fo­dula z i z    buyurur ki :    «Sultan olan kimse, bir kimsenin kardeşini veya pederini katletse bile, dine karşı gelen kimsele­rin velisi addolunur.»

@ Bir kimse kati töhmeti ile, İmâm-ı IVIüslimîn'in huzu­runa getirilince, itham edilen kişi, bir erkeği veya bir kadını amden katlettiği zahir ve meşhur olursa ve bu kalt fiilinin amden kendisinden sudur ettiğine delil kâim olursa, İmâm-ı Müslimîn bu delilleri sorup inceler. Tezkiye veya içlerinden iki erkek tez­kiye ettikten sonra, o katili, maktulün velisine teslim eder. On­lar da dilerse affederler dilerse katlederler.

Keza, katil olan kimse, beyyineye hacet kalmadan, kati fiili­nin kendisinden sudur ettiğini baskı altında olmadan, ikrar eder­se, yine katil, maktulün velisine teslim olunur. Dilerse katleder, dilerse affeder.

© Bir kimse demir bir aletle amden bir kimsenin elini mafsalından kesmiş veyahut sağ veya sol elinin bir parmağını, veyahut birisinin ayağını mafsalından, veya ayak parmaklarından birisini, veyahut parmaklarından bir veya iki boğumunu kesmiş olması töhmeti ile hakim huzuruna getirilip bu töhmet delil veya ikrar ile sabit olursa kısas lazım gelir.

Keza, bir kimse, diğer bir kimsenin, kulağını veya kulağının bir kısmını kesse veyahut burnunu kesse, kısas lazım gelir.

Keza, dişleri kırılsa veyahud dişin bir kısmı kırılsa veya ko-parılsa kısas lazım gelir. Büyük ve doğru olan dişlerin, birisi kinisa, kısas lazım gelirse de, doğru dişlerden olmayan bir diş kı-nlıpta bir parçası yerinde kalırsa ona sadece diyet lâzım gelir.

Eğer el, kolla beraber, dirsek mafsalından kesilir veyahut ayak bacakla beraber diz kapağından kesilirse ona kısas lazım gelir.

Bir kimse amden, başka bir kimsenin gözüne vurur ve bu vuruşun tesiri ile göz yerinden çıkarsa yine kısas vardır.

Keza, kısas yapma imkânı bulunan bir şekilde her hangi bir insan yaralanırsa, kısas yapılır. Kısas mümkün olmayan yaralar­da ise diyet lazım gelir.

Keza, bacak, kol, uyluk gibi kemiklerin bulunduğu yerlere veyahut kaburga kemikleri üzerine vurarak incitip, yara hasıl ol­sa, veyahut kaburga kemikleri kırılsa hudud tayin edilmesi müm­kün olmadığından, kısas lazım gelmez. Bunlara diyet lazım ge­lir. Kısas, ancak mafsallarda cari olur. Başta açılan yaralardan, yalnız fakıh ıstılahında, Mevziha denilen, açık yarada kısas olup, bundan başkasında, gerek bundan aşağı, gerek yukarı bulunsun, amden olsa bile yine kısas olmayıp, diyet vardır.

Her hangi bir kimse, başka bir kimseyi, amden yaralar, ya­ralanan, kimse de, bu yara sebebiyle yatağa düşer ve bu yara­dan iyileşmeden ölürse, yaralayan kisasen katledilir.

Hatâen vâki olan kstle gelince, bu kati işinin hatâen vuku' bulduğuna beyyine ikâme olunur, bu şahitlerin hepsi veya on­lardan ikisi tezkiye sonunda adil ve şahitliklerinin makbul oldu­ğu tahakkuk ederse, bu katilin âkilesine [akrabalarına), üç sene­de verilmek üzere, yani her yıl sülüsü (üçte biri) eda edilmek üzere, diyet hükmolunur. Lâkin, sulhen veyahud amden veyahud katilin ikrar ve itirafı sebebiyle lazım gelen diyet akileye lazım gelmez.

0 Katl'de muteber olan diyet 100 deve, veyahut 1000 di­nar, veyahut 10.000 dirhem veyahud 2000 koyun veyahud 200 inek, veyahud 200 kat elbisedir. Beher kat bir izar ile bir rida olmak üzere iki elbiseden ibarettir. Her bir inek ve beher kat elbisenin kıymeti ellişer dirhem, beher koyunun kıymeti beşer dirhem, itibar olunur. F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimiz   İle Ashâb-ı Güzin'den bu şekilde rivayet edilmiştir.

@ Nitekim, Muhammed. b. Ishak merfû'an A t â ' dan    rivayet eder ki :

— Rasûl-ü Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, insanlar üzerine, her çeşit mallarından diyet vaz' buyurarak, deve sahiplerine 100 deve, koyun sahiplerine 2000 koyun, sığır sahip­lerine 2G0 inek ve elbise sahiplerine 200 kat elbise takdir bu­yurmuşlardır.

© İbn-İ Ebî Leylâ bize Ş â ' b î' den U b e y -detü's-Seimâ nî'nin   şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.   Ömer   (R.A.)   diyetleri, altın sahiplerine, 1000 dinar, gümüş sahiplerine, 10.000 dirhem, deve sahiplerine, 100 deve, sığır sahiplerine 200 înek, koyun sahiplerine 2000 koyun ve elbise imâl veya ticareti ile uğraşanlara 200 takım elbise vaz' buyurdular.

© Esas bize İmâm Hasan' dön şöyle riva­yet etti :  

—   H z.   Ömer   (RA)    İle    H z.   Osman    (R.A.), diyete kıymet takdir ederek, diyete mahkum olan kimseleri mu­hayyer bıraktılar. Dilerse aynen 100 deve, dilerse bedelen kıy­metini öder.

© Irak'ta, kendilerine yetiştiğim ulemânın kavli de budur. Medine âlimlerinin kavline göre, diyetler 12.000 dirhem gümüş­tür. Diyet için verilecek devenin kaçar yaşında olmasında, as-hâb-ı güzin (R.A.E.) arasında İhtilaf vaki olup, Abdullah b. M e s'u d (RA), Fahr-i Kâinat (SAV.) Efen­dimizden rivayet eder ki hataen vâkî olan katlin diyeti ah-mas (beşte birler) dir.»

© Bu hadîs-i şerîf, bu şekil üzere, bana müteselsilen, va­sıta ile Abdullah b. M e s'u d (RA)dan rivayet olunmuştur. M a n s u r , vasıtasız olarak, Ebû Hanîfe ise H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den O da Hz, Abdullah b. Mes'ud (RA) dan, H z. Peygamber   (S.A.V.)   Efendimizin:

—  «Hataen vaki olan katilde ahmas lazım gelir. Şöyle W, (100 beşe bölünür, çıkan 20 sayısı 100 ün beşte biridir.) 100 de­venin 20 si 3 yaşında, dişi 20 si 4 yaşında 20 si 5 yaşında ve 20 si 3 yaşında erkek ve 20 si de 2 yaşında dişi davedir.» buyur­duğunu rivayet etmişlerdir.

@ Hz, Ömer (R.A.) de bu şekilde buyurmuşlardır. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe, bilvasıta H z. Ömer (R A) den :

«Hataen katlin diyetinin, ahmâs    (beşte birler)   olduğunu» rivayet eyler.

Lakin,    H z.    Al i    (R.A.)    buyururdu ki :

Hataen katilde diyet erbağ (dörtet birler)dır. Yani dört ne­viden alınır. 100 devenin 25 4 yaşında, 25>i 5 yaşında, 25 i 3 ya­şında dişi ve 25 tanesi de 2 yaşında dişi devedir.

H z.    O s m an    ile    H z,   Z e y d    b.   Sabit   (R.A.}:

— «Hataen vaki oîan katlin diyetin'de, 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tane 3 yaşında dişi deve, 20 tane 3 yaşında erkek deve ve 30 tane 2 yaşında dişi deve lazım geür.» derlerdi,

O Sa'id b. Müseyyeb' den bilvasıta Ş u' b © bana bu şekilde rivayet eylemiştir.

© Kasıt şüphesi olan diyette, verilecek develerin kaçar yaşında almasının lazım geldiğinde sshab-i kîrâm (R.A.E.} ara­sında ihtilaf etmişlerdir.

H z.   Ömer   (RA)    buyurur ki:

—  «Kasıt şüphesinde 30 tane 5 yaşında dişi deve, 30 tana 4 yaşında dişi deve ve hepsi geh& olmak üzere 2 ila 9 yaşları arasında 40 devedir.»

Hz.    Ali    (R.A.) :

—  Kasıt şüphesinde alınacak cian diyet, 33 tane 4 yaşında dişi deve, 33 tane 5 yaşında dişi deve ile keza hepsi gebe olmak üzere 2 İlâ 9 yaşlan arasındagi develerdir.» buyurmuşlardır.

H z. Abdullah b. Mes'ud (R.A.)da: «Kasıt şüphesinde 25 adet 5 yaşında dişi deve, 25 adet 4 yaşında dişi deve, 25 adet 3 yaşında dişi deve ve 25 adet 2 yaşında dişi deve yani 4 neviden alınır.» buyurdular.

H z. Osman (R.A.) ile Ze'yd b. Sabit (R.A.): «Diyet-i mugaiaza budur. Bunda 40 cezea, 30 hıkka, 30 bint-i le­bim vardır.» buyurmuşlardır.

H z. Ebû Musa e I-Eş'ar T ile Mugîre b, Ş u ' b e    (R.A.)    H z.    Ömer   (R.A.) in kavli gibi :

—  «30 hıkka, 30 cezea ile o yılda gebe olmak ve 2 yaşından 9 yaşına kadar olan deve kabul olunmak üzere 40 devedir.» bu­yurdular.

© İşte, gerek hataen, gerek kasıt şüphesi ile vakî olan katillerde, diyet olarak alınacak develerin yaşları hakkındaki fu-kaha kavillerinin asılları budur. A I I a h ı n izni ile, zikri ge­çen kavillerden birisinin ihtiyar ve intihabında zorluk çekmeye­ceğinizi,     Ce n âb -1    Hak' dan ümid ederim.

Hataen kati ise, bir kişi bir şeyi isteyip, murad edip o şe­kilde hareket etmesi fakat isabetin ve zararın istediği kimseden başkasına olmasıdır.   İbrahim    N e h iî' den    şöyle rivayet edilmiştir:

Hataen vaki olan kati, bir insana katdetmeksizin isabet et­mekten ibarettir. Bu katlin diyeti akile üzerinedir.»

# Kasıt şüphesi olan .kati hadisesine gelince :    İmâm Hasan'ın,    merfû'an rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte,   Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Kırbaç ve değnekle meydana gelen ölüm, kasıt şüphe­si olan ölümdür.» buyurmuşlardır,

#    İ m â m    Ebû   Ha n î f e ' nin    H a m m â d   vası­tası ile    İbrahim    N e h a î' den    rivayet ettiğine göre :

—  «Bsr kimsenin müîeammiden fakat demir alet ve silah kuHanmadan işlediği öldürme fiili, kasıt   şüphesi olan katl'dir. Bunda katilin akilesine diyet gerekir.»

#     İmâm    Ş a ' b î»   Hakem    b.    U t e y b e   ve H a m m a d ' dan    Ş e y b â n î' nin    bana rivayetine göre,

—  «Bu zatlar taş ve değnek veya kü-baç isabet etmesinden vuku bulan ölüm, kasıt şüpbhesi olan kati olup, onda diyet-i mugaîlaza vardır.» dediler.

# Yarinin hafif derecesi, yani fıkıh ıstılahında, dâmiye tabir olunan yara -ki yalnız kan çıkan yara demektir.- Bu yara­da hükümet-i adi lazım gelir. Hükümet-i adl'ın fıkıh kitaplarında yazılı olan manası İse, bir köle veya cariyenin bu yara ile yara­landığı halde kıymeti kaç kuruş ve yaralanmadan önceki kıyme­ti kaç kuruş değer ise, bu iki durumun arasındaki fark ne kadarsa, yaralanan kimse hür olduğu takdirde, diyetinin o miktar kadarı­na hükümet-i adi denir. Yaralanan kimse köle olduğu takdirde kıy­metinden keza, o nisbetteki miktara hükümet-i adi denir.

Mubadaa, yani kemik üzerinden eti kaldıran yaradır ki da-miyeden fazla olan bu yarada hükümet-i adl'den fazla diyet la­zım gelir.                                         ^__-

Badia'nın mafevkinde olan yara, yani eti kesilip kemiği ke­silmeyen yarada da keza hükümet-i adl'den daha fazla miktarda diyet lazım gelir.

Baş üzerindeki eti kesip, kafa kemiği üzerindeki ince deri­ye ulaşan yarada da keza önceki yaranın hükümetinden daha faz­la lazım gelir.

Eti kesilip kemiği açığa çıkan ve mudiha tabir olunan yara­da 5 adet deve veyahud 50 Odirihem lazım gelir. Mudiha'mn di­yetinden aşağı olan diğer yaraların diyetinin âkile tarafından ödenmesi gerekmez, yaralayan kimsenin malından ödenir. Mudi­ha ve ondan daha ağır olan yaraların diyeti aküeden alınır.

Hâşime tabir olunan yeralar -ki bunlar kemiğin de kırıldı­ğı yaralardır- 10 deve veyahut 1000 dirhem lazım gelir.

Munakkile tabir olunan yarada-ki bu yara, kemik kırıldıktan başka, yerinden de oynayıp çıkaran yaradır- öşür ve nıfs öşür

112              13

f------ + ------- — ------ +--------- ------ =  %  15) yani 15 deve

20

10            20            20            20

veya 1500 dirhem lazım gelir.

Âmme tabir olunan yarada -ki dimağın üzerinde bulunan zar 'gibi olan deriye ulaşan yaradır- sülüs diyet lâzım geiirse de bu yaranın dimağa ulaşması sebebiyle akıl zail olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Bu yaradan dolayı şuur kaybolupta akıl kay-balmazsa, keza, yine tam diyet lazım gelir. Bu yaraların hafif di­yeti buna dahildir. Bunların hiç birinde kısas lazım gel­mez. Hatta vuran kimse, taammüden vurmuş oİsa bile, mudiha olan yaradan başkasında kısas lazım gelmez. Zira, mezkur yara­lardan kısas mümkün olmaz. Yalnız, mudihada kısas mümkün ol­duğu veçhile onda kısas vardır.

® Haccâc'ın bize A t â ' dan rivayet ettiğine gö­re,    Hz.    Ömer   (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

«Biz, kemik hakkında kısas ettirmeyiz.»

® M ug î r e'nin bize rivayetine göre İbrahim N e h â î    şöyle buyurmuştur :

— Âmme, munakkile ve câîfe[116] tabir olunan yaralarda kısas yoktur. Bu yaralamalar amden vuku bulmuş olsa bile, ya­ralayan kimsenin malından diyet gerekir.» H z. Ali (R.A.) den deF bunun gibi bir kavi, bize rivayet olunmuştur.

Beş parmağı bulunan avuç için nısf diyet gerekir.

Parmaklarda da nrsf {yarım) diyet lâzım geldiği gibi her bir parmak içinse öşür diyet (diyet-i kâmiienin onda biri) lazım ge­lir.

Parmaklarda her boğum için, bir parmak diyetinin    sülüsü (1/3) = üçte biri), iki boğumlu olan baş parmakta ise, parmak 1 diyetinin nısfı (------= yarı) diyeti vardır. Keza ayak parmakla-

2 rında da hüküm bu minval üzeredir.

İki gözde tam diyet ve her bir gözde nısf diyet vardır. Kirpik­ler için de tam diyet vardır. Her kaş için de rubu' (dörtte bir) diyet lazım gelir. Kaşlarda kıi bitmeyecek derecede olan yara için tam diyet, her bir kaş içinse yarım diyet lazım gelir.

Her bir kulakta yarım diyet lazım gelirse de kulakta meyda­na getirilen noksanlıkta, diyet de bu noksanlık miktarınca lazım gelir.

Vurma dolayrsiyle, işitme hissi kayboluması, halinde de tam diyet lazım gelir.

Burun kesildiği takdirde de, tam diyet lazım gelir. Burnun aşağı kısmında olan yumuşak yerin kesilmesinde de, tam diyet vardır.

Koku alamıyacak derecede, koklama duygusunun kaybolma­sında da, keza, tam diyet lazım gelir.

İki dudakta tam diyet lazım geldiği gibi, her bir dudakta da nısf (yarım) diyet lazım gelir.

Konuşmaya mani olacak derecede dil yaralanıp, kesilirse tam diyet lazım gelirse de dilden bir parçasının kesilmesi halin­de, kesilen miktar üzerine, diyet hesap edilerek, -o şekilde- la­zım gelir.

Zekerin haşefe'si kasten kesildiği takdirde kısas lazım gelir, B'j fiil hataen vuku' bulmuş olursa, o takdirde de, tam diyet la­zım gelir. Hayalarda da, tarn diyet lazım gelirse de, önce zeker kesilip sonra iki haya kesilirse, iki diyet lazım gelir. Önce haya kesilip, ondan sonra zeker kesilirse iki haya için yalnız bir diyet lazım gelip, zekerde hükümet-i adi lazım gelir. İkisi birden aynı taraftan kesilmesi halinde 'İki diyet lazım gelir.

Erkeğin memesinde, hükümet-i adi lazım gelirse de, kadının memesi ile meme uçlarında nısf (yarım) diyet vardır. Kadının iki memesinde tam diyet vardır.

El, dirsekten kesildiği takdirde, İmâm-ı Âzam Ebû H a n î f e Hazretlerinin kavlince nısf diyet ile hükümet-i adi var ise de, İ b n i E b î Leylâ' nın içtihadına muvafık ola­rak benim kavlime göre yalnız nısf diyet vardır.

1          1            1

Dişlerin her birinde diyetin nısf-ı öşrü (—~-x------= ——

10        2           20

= %5) vardır. Diyet hususunda dişlerin hepsi müsavidir. Dişin bir miktarı kırılırsa, o hesap üzerine kırılan miktar hesabınca diyet lazım gelir. Vurulan darbenin tesiri ile dişte siyahlık veya kırmızılık veyahud yeşillik arız olduğu takdirde, tam diyet lazım gelir. Yalnız sarılık arız olursa, o zaman hükümet-i adi lazım ge­lir.

Zira' (kol, ki insanın dirseğinin ucundan, orta parmağının ucuna kadar olan yer, uzunluk öiçüsü birimi o I arakta kullanılır.) kırılırsa, hükümet-i adi lazım gelir. Keza, pazu (yani dirsekle omuz başındaki kürek kemiğine kadar olan yer) veyahut baldır veyahut uyluk veyahut boyun halka kemiklerinden biri veya ka­burgalardan bir kemik kırılırsa bunların hepsinde, her biri için kendi miktarınoa hükümet-i ad! vardır.

İnsanın bel kemiği, vurmanın tesiri Me kamburiaşırsa diyet lazım gelir. Keza, belkemiğine vurulmasından, cinsi temasa ikti­dar kaybedürnişse yine diyet lazım gelir.

Vurulan darbeden dolayı, sakal bitmezse diyet lazımdır. Ke­za, aynı sebeble bıyıklar çıkmazsa, yine diyet lazım- geldiği gibi, baştaki saç da çıkmazsa yine diyet vardır.

İnsanın içine işleyen ve caife tabir    olunan yarada sü!us - = üçte bir) diyet vardır. Bu yara, vücudun bir tarafından vurulup, diğer tarafından delinmiş ise, iki sülüs    (------= üçte

3 iki) diyet lazım gelir.

Çolak elin, topal ayağın, şaşı gözün, siyah dişin, sağır ku­lağın, shras kimsenin dilinin ve tenasül uzvu çıkmayan kimsenin bu uzvunun diyeti, kesilme, kırılma ve yaralanma durumlarına göre ve her birinin miktarınca hükümet-i adi lazım gelir.

Kalçalar için de tam diyet vardır.

Küçük çocuğun süt dişlerinde hükümet-i adi lâzım gelirse de,    İmâm-ı   Âzam    Ebû   Hanîfe:

— «'Mezkur diş daha sonra eskisi gibi çıkarsa bîrş'ey lazım gelmez.» derdi.

Fazla olan parmağın kesilmesi halinde hükümet-i adi lazım gelir.

Kadının fecrinin yırtılması halinde, büyük ve küçük abdesti-ni tutarsa, caife yarası gibi sülüs (1/3 = üçte bir) diyet lazım ge­lirse de bu İkisini veya birisini tutamazsa, tam diyet lazım gelir.

Buraya kadar zikredilen ahkâm, hür olanlar hakkında mute­ber olan diyet olduğu gibi, kölede muteber olan da kıymettir.

Keza, hür olan kimesede nısf diyet lazım gelen hallerde, kö­le için nısf diyetin kıymeti lazım -gelir. Yaralarda bu hesap üze­redir.

Kadın ile erkek arasında, ancak ölümde hisas vardır, başka­sında kısas yoktur. Binaenaleyh, bir erkek, bir kadını öldürmüş olsa, o da kısasen öldürüleceği gibi, bilakis bir kadın bir erkeği öldürürse, o kadın da kısasen öldürülür.

Ölümden başka, meydana gelmiş olan yaralanmalarda kadın-erkek arasında kısas lazım gelmez, diyet lazım gelir. Hatta, bir erkek, bir kadının elini veya ayağını veyahud da parmaklarından birini kesmiş veya tnudlha olarak kendisini yaralamış olsa ve bu fiilleri de amden işlemiş bulunsa veya bütün bu fiilleri bir kadın bir erkeğe karşı işlemiş bulunsa kısas lazım gelmez. Bu durumda, bütün bu fiillerde diyet lazım gelir. Ancak ölümde kı­sas vardır.

Kadınların yaralama diyetleri erkeklerin yaralama diyetleri­nin yarısıdır. Zira diyetleri erkek diyeterinin yansıdır. Meselâ, bir erkek bir kadının elini kesse, elin yarı diyeti lazım gelir. Elin diyeti de 5000 dirhem gümüş veya 50 deve olduğuna göre 2500 dirhem gümüş veya 25 deve diyet lazım gelir.

© İbm-Î Ebî Leylâ, İmâm Şa'bî' den H z. A I i    (R.A.) m    şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :

— Kadın hakkında, hataen vâki olan cinayette, gerek cüzi xolsun gerek külü bulunsun lazım gelen diyet erkeğin yan diye­tidir.» buyurdular.

Keza, hürlerle kölelerin arasında -ölüm halinden başka- ci­nayetlerde   kısas   yoktur.

Lakin, hür olan bir 'kimse, köle olan bir kimseyi demir bir aletle amden katletmiş olsa, yahut bilakis bir köle, hür olan bir kimseyi kasden katlederse, aralarında kısas hükmü carî olur. Yani ölüm durumunda hür olan bir kimse ile köle arasında fark yoktur.

Lakin, hür olan bir adam bir kölenin elini veya ayağını veya parmağını kasten veya hataen kesse veyahut gözlerinin ikisini veya birini çıkarmış olsa, veyahut, iki kulağını veya bir kulağını kesse, hepsinde de diyet lazım gelir. Yani, vaki olan cinayet se­bebiyle kölenin kıymetinden ne miktar noksanlaşmış olursa, nok-sanlaşan miktar efendisine verilmek üzere, canî olan kimse üze­rine hükm olunur.

Hür olan bir kimse, bir köleyi hataen katletmiş olsa, bu kö­lenin kıymeti, her neye baliğ olursa katilden alınarak efendisine verilir, Imâm-i Âzam Ebû Hanîfe'nln kavlince, gerçi kıymetini ödemek lâzım gelirse de, bu kıymet, hür kim­senin diyetine baliğ olamamakla mukayyeddir.

0 S a î d ' in bize K a t â d e' vasıtası ile S a T d b. Müseyyeb ve İ m â m H a s a n 'dan rivayetine göre bunlar:

—  «Hür olan kimse, hataen bir köleyi katlettiği zaman, öl­dürdüğü günde öldürülen köjenin kıymeti her ne miktara ulaşır­sa, katilden alınması lazım gelir.» demişlerdir.

Bir kişi, diğer bir kişiyi, bir veya iki yerinden hataen yara­larsa, yaranın birisi iyileşip, diğer yaranın tesiri ile ölse, beyan ettiğimiz gibi, yaralayanın akilesine diyet-i nefs lazım geiir. İyi­leşen yara için ayrıca diyet gerekmez.

İmâm    Ebû    Hanlfe    buyuruyordu ki:

—  «İyileşen yara, kısas mümkün olan yerde ise,    İmâm-i Müslimîn olan zat muhayyerdir.    Dilerse, katlin dûnunda oian yaranın kısası ile beraber, ölümüne sebep olan yara için yara­layanı katleder. Dilerse, ölüme sebep olan yaranın kısasını tat­bik edip, ölüme sebep olmayan yaranın kısasını affeder.

Zikri geçen mes'elede, yaranın biri hataen ve diğeri de kas-den vakî olsa, yaralı da bu iki yaranın tesiri ile ölse, yaralayanın akilesine nısf (yarım) diyet, kendi malından da diyetin diğer ya­nsı lazım gelir, Hataen vakî o!an yaradan dolayı ölür, kasden vakî olan yara İyileşmiş olursa, hataen ölümün diyeti tamamen akilesine lazım gelir. Kasden vakî olan yaralama İle ölürse kısas lazım gelir. Kasden olan yaradan ölür, hataen olan yaradan iyi-leşirse, her ne kadar hataen vakî olan yaranın diyeti âkile üzeri­ne olsa bile, yine nefsde olan cinayetten dolayı ölümde kısas olunur. Hataen olan yaradan ölüp, kasden olan yaradan iyileşmiş olsa, eğer bu yara kısas mümkün olmayan yaralardan ise, yalnız âkile üzerine bir diyet lazım gelir. Amden olan yaranın diyeti ise, birinden vefat edip diğerinden kurtulan, hataen ve amden vuku' bulan iki yara menzilesinde olarak batıl olur.

9 Bir kimse, diğer bir kimsenin elini, demir bîr alet ile, kasden kestikten sonra, yara iyileşmiş olsa, eli kesen kimsenin e'' de, İmam-i MüsHmtn'in emriyle kesilmiş olsa ve bu eli kesilen kimse, bu yaradan dolayı Ölmüş olsa, bu konuda Âzam    Ebû    Hanîfe    buyuruyordu ki :

—  «Kısas yaptırılmasını isteyenin âkilesine, hakkında kısas yapılarak ölenin diyeti lazım gelir.»    İbn-i    Ebt    Leylâ da, buna yakın bir re'yde bulunmuş ise de, bu hususta, bence kı­sas yaptırılmasın! isteyen kimseye bir şey lazım gelmez. Zira, bu babda buna delalet eden, âsâr varid olmuştur. Ayrıca, kısas is­teyen kimse, kısas sonucu ölmüş olan kimseden hakkını almış­tır. Ona bir haksızlık veya düşmanlık etmemiştir. Kendisini öldü­ren ancak kitap ve sünnettir. Şu kadar vardır ki : İmâm-ı MüsSi-mîn'in izni ve kendisine kısas yapılan kimsenin rızası bulunma­dan, bir kimse diğer bir kimsenin elini kes ipte, o yaranın tesiri İle ölürse, kendi kendine yani İmâm-ı Müslimîn olan zatın izni ve eli kesilenin rızası olmadan kisasen kesen kimsenin malın­dan diyet lazım gelir.    İmâm-ı   Âzam    Ebû    Hanîfe; «Bu bunun makamında» der idi.

©    Biri küçük, diğeri büyük, iki oğlundan başka varisi ol­mayan bir kişi öldürülse,   Fakîh    İmâm    Ebû    Hanîfe:

—  «Büyük oğlu bu kati olayına delil ikame edecek olursa, küçük oğlunun büyümesi bekienmiyerek delilleri    tetkik edilip, kabul eder ve mucibince kısas hükmederim. Görmez misin kî, küçük olan vâris, aklî dengesi bozuk olarak bulûğ yaşına ulaşsa katili hapsetmek lazım geiir miydi?»

Leylâ    ise:

—  «Küçük olan varis, büyümedikçe, bu kati .olayı  hakkın­daki delilleri kabul  edemem.» diyerek, küçük varisi, gaib olan varis gibi itibar edip, -nitekim gaib varis gelmeyince, katil kat-ledilemiyeceği gibi, küçük varis de büyümedikçe, bu katilin kat­li caiz değildir.» der İdi.

Ancak,   İmâm-ı   Âzam   Ebû   Hanîfe:

—  «Gaib varis, küçüğe kıyas olunamaz. Zira, küçüğün ve­lisi, kendisi için hukkunu alabilir. Gaibin hukuku ise, vekâietsiz alınamaz.» buyurmuştur.

Ibn-İ Ebî Leylâ, kasden işlenen cinayette, vekâ­leti kabul ederek, kısasa hükmeder ise de, fakihimiz olan İmâm-s    Azam    Ebû    Hanîfe,    kasden işlenen cinayette vekaleti kabui etmemiştir. İmâm-ı Âzam'm bu görüşü daha güzeldir. H z. Al i (R.A.) nin küçük oğlu ol­duğu halde, büyümesini beklemeden Peygamber Efen­dimizin torunu ve H z. Ali' nin büyük oğlu İmâm Hasan,   İ b n - i    M ü I c e m i    katletmiştir.

® Çarşı ve pazarlarda ve diğer yerlerde bulunan tüccar­lardan birisi, mağazasının önündeki yola, su serpmek üzere, üc­retle çalıştırdığı içşisine emir veripte, onun yola serpmiş olduğu su sebebiyle bir telef vakî olsa, telef olan malın bedelini emir veren kimsenin tazmin etmesi lazım gelir.

Lakin, abdest almak üzere birisine emretse, o kimsenin yol­da aldığı abdestin suyu sebebiyle bir şey telef olsa, telef olan şeyin bedelini emri veren değil abdest alan kimsenin tazmin et­mesi lazım gelir. Zira, abdestin menfaati, abdest alan kimseye ve serpilen suyun menfaati ise emir veren kimseye aittir.

Her kim bir kimseyi, ücretle tutarak, sultanın emri olmaksı­zın, müslümanların yolunda kendisi için kazdırdığı kuyuya, bir kimse düşerek ölse, kıyasen tazminat, ücretle tutulup kuyuyu kazan kişi üzerine olmak gerekirse de ücretli kimseler mezkur kuyunun eza ve zararını bilemiyeceklerinden kıyas bu mes'elede terk edilerek, tazminatı, işi verenin âkilesine lazım gelir. Yağ­mur suyundan bir kimsenin ayağı kayarak, kuyuya düşüp telef olsa, kuyu sahibinin üzerine tazminat lazım gelir. Keza, bir kim­se kendi damından, ayağı kayarak veya ayağı dama dolaşarak kuyuya düşerse, tazminat kuyu sahibinedir.

Keza, yolda yürüyen bir kimsenin ayağı kendi elbisesine do­laşarak kuyuya düşmüş olsa, yine tazminat kuyu sahibine aittir. Kuyuya düşmüş olan adam, diğer bir adamın üzerine düşse ve ikisi birden ölse, ikisinin tazminatı da kuyu sahibine lazım gelir.

Mezkur kuyuya bir adam düşse, fakat sağlam kalsa, çıkar­ken tekrar düşüp telefolsa, bu durumda kuyu sahibine tazminat lazım gelmez. Zira bu durumda kuyu sahibi kendisini itmiş hük­münde değildir. Nitekim, görmez misin ki, kuyuya sağlam olarak düştükten sonra, kuyunun dibinde gezerken telef olmuş olsa ku­yu sahibine tazminat lazım gelir miydi? Tabii ki bu durumda \âz> minat yoktur. Bu kuyuya düşen kimse, kuyunun tabanında gezer­ken orada bulunan büyük bir taşa takılarak telef olsa, bu taş önceden beri burada durmakta idiyse kuyu sahibine tazminat ge­rekmez. Eğer, kuyu sahibi, bu taşı bir yerden kaldınpta kuyunun bir tarafına bırakmış ise kendisine tazminat lazım gelir.

Bir kimsenin ayağı, bir taşa takılarak, bu kuyuya düşmüş olsa, mezkur taşı oraya kim koymuşsa tazminat ondan lazım ge­lir. Taşı oraya koyan, sanki eliyle yitmiş gibidir. Bu taşı koyan kimse bilinmediği takdirde, tazminat kuyunun sahibine lazım gelir.

Bu kuyuya, muhafaza edildiği yerden kendi kendine kurtul­muş olan bir hayvanın dokunması - süsmesi - İle düşen bir kimse ölmüş olsa, bu durumda ne hayvanın sahibine, ne de kuyunun sahibine tazminat gerekir. Eğer bu hayvanın bir sürücüsü, çeki­cisi veya binicisi var idiyse, tazminatı o kimsenin ödemesi lazım gelir.

Bir duvarın yıkılması yüzünden bir kimse kuyuya düşmüş ve ölmüş olsa, eğer bu duvarın sahibine daha önce duvarı yıkması tenbih edilmiş de, o kimse yıkmamışsa, duvar sahibinin tazmin etmesi lazım geldiği gibi, bu duvarın yıkılmasından dolayı telef olan her şeyi de duvar sahibinin tazmin etmesi gerekir. Duvar sahibine, önceden duvarı yıkması tenbih edilmemişse telef olan eşyanın hiç birisinin duvar sahibi tarafından tazmini lazım gel­mez. Bu duvarın yıkılırken gitmesinden dolayı kuyuya düşüp te­lef olan eşyanın kuyu sahibinden tazmini lazım gelir.

Bir kimsenin yola döktüğü su sebebiyle, başka bir kimse­nin ayağı kayıp mezkur kuyuya düşerek veya kuyuya düşmeden evvel telef olursa suyu döken kimse tarafından, tazmin edilmesi lazım gelir.

Bir kimse bu kuyuya düşüp, hava alamadığından dolayı bo­ğulup ölse, kuyu sahibinin tazmin etmesi gerekir.

 

Hadd-ı Zina

 

© Zina etmiş olan bir kimse İmâm-i Müslimîn'in huzuru­na çıkarılarak, o kimsenin zina fiilini işlediğini hür ve müslüman olan 4 şahid tafsilâtlı bir şekilde açıklayıp şahidlik ederlerse, bundan sonra bu dört şahidin durumu incelenir, adaletli ve şa-hidİikleri makbul kimseler oldukları anlaşılırsa, aleyhine şahid­lik edilen zânî ve zâniye, muhsan değilseler erkek ve kadının her birine 100 er celde vurulur.

Değnek vurulurken, erkek ayakta olmalıdır ve üzerinde bir izâr bulunmalıdır. Değnek yüzünden ve tenasül uzvundan başka bütün azalarına taksim edilir. Bazı faklhler, başın da değnekten müstesna tutulması lazım geleceğini beyan etmişlerse de fakih-îerin çoğu, «başa vurulur» demişlerdir. Bizim reyimiz de başa vurulabileceğidir.

Zira, bu rey H z. Ali £R.AJ den mervidir. İ b n î E b î    Leylâ    müteselsilen rivayet eder ve şöyle der:

—  Had tatbik edilmek üzere,    H z.   Ali    [R.A.J nin    hu­zuruna bir adam getirilince : «değnekle had tatbik olunacak kim­senin her uzvunun, bu darbeden hissedar edilmesini, yalnız yüzü île tenasül uzvuna vurmaktan kaçınılmasını» emir buyurdular.

Zanİye olan kadının celdine gelince : Yerde oturduğu halde, avret mahalii açılmamak için üzerindeki elbisesine sarılması lâ­zım gelir.

Gerek kadına've gerek erkeğe, celde tatbik edildiği sırada, ne şiddetle, ne de hafif surette, yani ikisinin ortasında vurul­malıdır.    İmâm    E ş " a ş ,    pederinden rivayet ederek der ki:

—  «Ebû    Berze    (R.A.Îyİ    bir kadına had tatbik et­mekte iken gördüm. Huzurunda bir kaç zat olduğu halde buyur­muşlar ki : İki şekil celd arasında, yani ne ağır ve nede hafif surette vurunuz ve görünmemesi  için  üzerine çarşaf örtünüz. Kendisine vuracağınız değnek ne kalın ne de ince olup, ikisinin arası olsun. Bu şekilde bir başka haberi de, bize    M u h a m-med    b.   Aclan,   Yezîd    b.    Eşlem    (R.A.) den ri-vâyet eder der ki:

—  Fahr-i    Âlem    (S.A.V.) in    huzuruna, had İcabetti-r.;n bir fiilde bulunmuş olan bîr erkek getirildiği zaman, haddin tatbiki için kendisine yeni olan bir kırbaç getirilmiş ise de :

«Bundan hafifinin getirilmesini» emir buyurdular. Bunun üze­rine pek eski ve hafif bir kırbaç getirdiler. O :

—  «Bu da pek hafif, bundan biraz daha    kuvvetli olsun.» buyurmalarından dolayı, orta halde bir kırbaç getirildiği zaman

—  «İşte istediğim budur.» buyurdular.[117]

Âsim bize Ebû Osman'in şöyle dediğini nakletti :

—  H z.    Ömer   (R.A.),   zaman-ı hilâfetlerinde, had tat­bik edilmek üzere, huzurlarına bir adam getirilince, «bîr kırbaç getirilmesini» emir buyurdular. Yumuşak bir kırbaç getirilince, «bundan daha kuvvetli olsun.» diye o kırbacı geri gönderdi. Orta halde bir kırbaç getirilince, «onunla vurulmasını, vururken kol­tuğunun altı görülmemesini, yani elini çok kaldırmamasını, orta halde vurmasını ve bu vuruştan her uzvun hakkını verip,   yani had vurulan kimsenin azasına taksim edilerek vurulmasını» emir buyurmuştur.

Zinaya şahidlik eden kimseler, muhsan olan bir erkeğin ve­ya muhsana olan bir kadının aleyhine, zina fuhuşunu izah ederek şahidlik ederlerse, imam-ı müslimîn'in recmedilmelerini emre­der.

M u g î r e bize İmâm Ş a ' b î' den şöyle riva­yet etti :

—  Yahudiler,   Fahr-i    Âlem    (S.A.V.)    Efendi­mizden:

—  Recmin haddi nedir? diye sordukları zaman, O :

—  Milin   sürmedardığa girdiği gibi gördüklerine dört kişi şahidlik ederse, recm vacip olur.» buyurdular.

& Recim vacip olunca, recmin tatbiki işine ilk önce şahid-İer başlar. İkinci olarak, imâm-ı müslimîn, ondan sonra da, dtğer insanların recmetmelerl lazım gelir.

Recm esnasında, erkek için çukur kazmak gerekmez. Kadın için, göbeğine kadar kendisini örtecek derecede bir çukur kazi-hr.

H z. Ali [R.A.) dan mervîdir ki : Recmolunan bir kadın için göbeğine kadar bir çukur kızdırılmıştır. İmâm Âmir Ş a ' b î de    bu şekilde gördüğünü beyan etmiştir.

Gâmid'li bir kadın, Peygamber (SAV.) Efen­dimizin huzuruna gelerek, zina ettiğini ikrar etmiştir. Bu ikrardan sonra, Peygamber (SAV fendimiz, kendisini örtecek kadar 'bir çukur kazılmasmı\emir buyurdular. O şekilde bir çukur kazıldı. Kadın çukura indirildikten sonra, in­sanlara recmetmelerini emir buyurdular. Recimden sonra emre­derek, cenaze namazını kıldırıp, dehnolunmuştur.

©  Bir kimse, İmâm-i Müslimîn'in huzuruna gelerek zina fiilinde bulunduğunu ikrar ve itiraf etmiş olsa kendisini defalar­ca reddetmeyince, ikrar ve itirafla ilgili sözü kabul edilmemek lazımdır. Her defa reddoiunduktan sonra tekrar galipte dört defa ikrar ederse, bu durumda kendisinde delilik, akıl ve şuurunda bir bozukluk olup olmadığı araştırılır. Bu bakımdan sağlam oldu­ğu anlaşılırsa, o kimseye had tatbik edilmesi vacip olur. Ancak muhsan ise .recmedilir. Bu şekilde ikrar sebebi ile vacip olan recimde evvelâ recme İmâm-ı Müslimîn başlar, sonra insanlar recmeder. Gayr-i muhsan yani bekar ise, kendisine 100 celde vurulması emredilir.

Mâiz b. Mâlik, Peygamber (SAV.) Efen-dimiz ' in huzuruna gelerek ,zîna fiilinde bulunduğunu itiraf et­ti. 'Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) E f e n d I-m İ z i n yukarıda anlattığımız şekilde, itirafı dört defa reddet­tiği sabittir.[118] Nitekim, Ebû Hureyre (R.A.) den mer-fu'an rivayet edilir ki :

Mâiz b. Mâlik, Fahr-i Âlem (SAV.) Efendimizin    huzuruna gelip :

— «Yâ Rasûlallah, gerçekten ben zina ettim.» diyerek zina fiilini işlediğini itiraf edince, Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz   ondan    mübarek yüzünü çevirdi.

Mâiz b. Mâlik, dört defa huzuruna geiip, zina fiilini itiraf etti. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz,    recmedilmesini emir buyurdu.

Recm esnasında, atılan taş kendisine İsabet edince, recme-dildiği yerden kaçtı. Giderken elinde deve kemiği bulunan biri­ne rastladı. O kimse, kemikle vurarak M â İ z ' i yere düşür­dü.

Mâiz b. M â I i k '.in kaçtığı Hz. Peygamber (S.A.V.) e haber verilince :

—  Niçin  kendisini bırakmadınız?    İhtimâl tevbe eder de Allah    kendisini affederdi.» buyurmuştur. Hatta,   R a s û I - ü Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mâiz'in    kendisine gelip, zina fiilini (İtiraf etmesi üzerine, orada bulunanlara,

—  Bunun aklında ve şuurunda bîr bozukluk biliyor musunuz? diye sordu. Kendisi akıl ve şuurunun yerinde olduğunu söyledi­ği gibi, orada bulunanların da :

—  M u â z ' m    akıllılarımızdan olduğunu biliriz, dedikleri de sabittir.

Sahâbe-i güzin (R.A.E.) ıhsan'da ihtilâf ettiler. Bazıları, «müs-lüman olan bîr kimse, hür ve müslüman olan bir kadınla evlenip duhul etmedikçe muhsan olamaz, ehl-i kitaptan veya diğerlerin­den olan zımmî bir kadınla evlenen kimse muhsan sayılmaz» de­mişlerdir.

Bazıları ise : «Ehî-i kitaptan bir kadınla evlenen müslüman muhsan olur. Ehl-i kitaptan biri diğeri ile evlenmişse bunlar da muhsandır. Zımmîlerin hepsi için durum böyledir, yani birbirle­rini muhsan kılarlar.» demişlerdir.

Sahâbe'nin bazısı ise şöyle buyurmuştur: «Hür olan bir müslümanı, cariyesi ihsan edemiyeceğinden, o müslüman, zina fiilinde bulunursa, celd edilmesi lazım gelir. Keza, ehl-î kitaptan bir kadınla evli olsa, yine muhsan sayılmaz.» demişlerdir.

Bazı sahabîler de : «Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen müs­lüman erkek muhsan olur.» buyurmuşlardır.

Bazıları İse : Bu müslüman erkek, ehl-i kitap olan hanımı­nı tahşın eylerse de, bu kadın, müslüman erkeği tahsın eyleye­mez» buyurdular.

İşittiğimiz kavillerin —A I I a h u Âlem— en güzeli budur. Yani, hür olan bir müsîüman erkek, ancak hür olan müs-lüman bir kadınla muhsan olabîMr. Ehl-i kitaptan bir kadınla evli bulunan müsîüman, o kadını tahsın eder, fakat bu kadın, o müs-lüman erkeği tahsın edemez.

Muğire, İbrahim Nehaî ve Şa'bî'den rivayet eder ki :

—  Hür olan bir kimse yahudi veya hırîstiyan bir kadınla evlendikten  sonra,  zina yaparsa ne lazım geür? diye sorulan bir suale :

—  «Değnek vurulur. Recmedilmez.» cevabını vermişlerdir.

A b d u I I a h ' in bize N a f î' den rivayet ettiğine gö­re :

—  H z.   Abdullah    b.   Ömer   (R.A.) de müşrik olan bir kadının, muhsana olmaması reyinde idi.

9 I m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe Hazret­leri, hocası 'Ham ma d vasıtasiyle İbrahim Ne­haî' den rivayet edip, der ki: Bir erkek, yahudi veya hıristi­yan bir kadın veyahut cariye ile muhsan oimaz.

0 Muhsan bir kadının, hamile olduğu halde, zina ettiğine şahadet vaki olursa, veyahut bu fiili kendisi dört defa ikrar et­miş bulunursa, doğurmadıkça recmedümemesi iktiza eder. Zira, F a h r- i Âlem (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in bu şekilde yaptıkları sabittir.

Imrân b. Husayn (R.A.) dan müteselsiien riva­yet olunduğuna göre : Cüheyne Kabilesinden bir kadın, Fahr-i Kâinat {S.A.V.) Efendim d zin huzuruna gelip, had îcab ettiren bir fiilde bulunduğunu —usulünce— itiraf etti. Ve kendisine had ikame edilmesini istedi. Ancak hamile olduğunun haber verilmesi üzerine, doğuracağı zamana kadar kendisine iyi muamele edilmesini emir buyurdu. Bir müddet geçip, o kadın doğurduktan sonra, tekrar Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin huzuruna geldi, daha önce kendisinden vakî olan şekilde ikrarı tekrar etti. Bunun üzerine, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu kadının elbisesini üzerine bürü-terek, recmettirmiş ve cenaze namazını kılmıştır. Bu durum kar­şısında bazı sahabîler (bir rivayette    H z.    Ömer   [R.AJ :)

—  Yâ    Resûlailah,    zina etmiş olmasına rağmsn, yine  onun  cenaze  namazını  mı  kılıyorsunuz?     deyince,    R e-s Û I - ü    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu kadın öyle bir tevbe etmiştir ki, tevbesi ehl-i Medi­ne'den yetmiş zat arasında  taksim olunsa, hepsine yeter d© artar bile. Kendi canını   A! Ish   T e â i â   için feda edenden: daha efdal bir kimse bulunur mu? buyurmuşlardır.[119]

Dört âmâ kimse, diğer bir kimsenin zina yaptığına şahitlik etseler, kendisine zina isnad edilen kimseye had lüzum gelmez. İmâm-i Müslimîn bu şahidlere had tatbik eder.

Keza, şahidiik eden dört kimse köle veyahud bir kaziften dolayı had tatbik edilmiş veyahut zımmî olursa, şahidlikieri kabul olunmaz.

Velhasıl, zinada, hür, müsîüman, adil ve şahîdllği makbul 4 kimsenin şehadetinden başkasının kabulü caiz değildir. Şehadet eyleyen 4 şahidin fasık olması halinde veya tezkiye edilmiş kim. selerden olmamaları durumunda şahitlikleri kabul olunmaz. Sa­yıları 4 olduğu İçin kendilerine had lazım gelmiyeceği gibi, aley­hine şahidiik ettikleri kimseye de had lazım gsimez.

E ş'a s rivayet eder, der ki : 4 kişi, zinadan dolayı bir kişi aleyhine şahidiik eder, fakat bu şahidlerin hepsi veya birisi adiJ' olmayan kimselerden olursa, ne şekilde muamele yapmak lazım gelir?, diye İmâm Ş a'b î'den sorulan suaîe ce­vaben :

—  «Hiç birini celdeylemem.» buyurmuşlardır.

H ac câc'ın bize haber verdiğine göre, İmâm Z u h r î   şöyle demiştir:

—  « F a h r-»i    Kâinat   (SAV.)    Efendimizle, kendisinden sonraki iki halifenin sunnet-i seniyyeleri, hadlerde kadınların şahidliğinin kabul edilmemesinden takarrür eylemiş­tir.

 

Hadd-i Şurb

 

0 Az veya çok şarap içen bir kimse, hakimin huzuruna ge­tirilince, ona had tatbik edilmesi lazım gelir. Zira, şarabın azı da çoğu da haram olduğundan, onda had vacibdir.

H z.   Alî    (R.A.)dan şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur.

—  «Şarabın azında ve çoğunda 80 değnek vardır.» İmâm    A t â 'dan    rivayet olunur ki :

—  «Şarabın dışındaki içkilerde, sarhoşluk    durumuna var­madıkça, içilmesinde had yoktur.» buyurmuşlardır.

H z.   Ali   {R.A.)    buyurdular ki :

—  «Fahr-i    Âlem    (S.A.V.),    şarap içene 40, H z. E b û    Bekir   (R.A.)    da yine 40 değnek vurdurmuşlarsa da, Hz.   Ömer    (R.A.)    bunu 80 celdeye ikmal etmiştir.»[120]

Fukaha'dan olan arkadaşlarımızın icma'Ian şu veçhiledir: Şarap içen kimseye, içtiği şarap az veya çok olsun 80 değnek vurulur. Şaraptan başka, diğer sarhoşluk verici içkilerden, aklı gidinceye ve bir şeyi bilemeyinceye kadar içen kimseye de keza 80 değnek vurulur. Hatta, H z. Ömer (R.A.)'ın nebîz İçip, sarhoş olan bir kimseye 80 değnek vurduğu mervîdir.

©    Yine rivayet oiunur ki :

Bir yolculukta, H z. Ömer (R.A.) e refakat eden bir adam, oruçlu İdi. İftar vakti gelince, asılı bir tulumdaki nebîz'e elini uzatıp, sekr haline gelinceye kadar ondan içti, Bunun üze­rine 'Halîfe Hz. Ömer (R.A.), ona had icra eyledi. O şahıs ta :

—  Senin tulumundan içtiğim için mi beni celdeyledin? diye sorunca,    H z.    Ömer   (R.A.):

—  «Seni sarhoş olduğun için celdeyiedim. İçtiğin için celdeylemedim.» buyurmuştur.

Yine rivayet olunur ki, H z. Ömer (R.A.] : «Sarhoş kimseye aklı başına gelip, ifakat bulmadıkça had tatbik edilmez.» buyurmuşlardır. H z. Ali (R.A.) nin, N e c c â ş î' ye bu şekilde muamele ettikleri sabittir. İmâm Muğire, İb­rahim    Nehaî' den    rivayet ederek der ki :

—- «'Bir insan sarhoş olunca, ayıltncaya kadar celt edilme­yip, terk edilir.»

Bir kimse ramazanda şarap içtiği için veyahut şaraptan baş­ka sarhoşluk veren bir şeyi içerek sarhoş olduğu halde, hakimin huzuruna getirilirse, kendisine hadd-i şurb icrasından sonra, bfc raz daha değnek vurularak ta'zîr oiunur.

H z. Ömer ve Hz. Ali (R.A.) nin bu şekilde icra buyurdukları sabittir. Hatta, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna, ramazan da şarap içmiş olan bir kimse getirilince şarap haddi olarak 80 değnek vurduktan sonra, ta'zîr için kendisine 20 değ­nek daha vurmuşlardır.

Keza, 'H z. A i i (R.A.) nin huzuruna da ramazanda şa­rap içmiş bîr kişi getirilince, Hz. Ömer (R.A.) in icra bu­yurdukları gibi cezalandırdıkları sabittir.

 

Hadd-i Kazif

 

Hür bir müslümanı, zina suçu ile itham eden (kazf eden) bir adam, hakim huzuruna çıkarılıp, bu şekilde iftira ettiğine iki şahidin şehadet ederse, bu şahidler de tezkiye edilmiş bulunsa veya iftira atan durumu ikrar etse, kendisine had vurulur.

Keza, bir kimsenin müsîüman olan babasını veya anasını, bir başka kimse, kazfeylese (onlara zina suçu isnad etse) bu if­tiracıya da had vurulur.

Bu kazif, bu kafzinden dolayı darb edilmeden önce bir baş­ka kimseye de zina iftirası atmış olsa, bu kazf için bir had İcra olunur.

Kazif olan kimse, köle ise, ona -bu meselede- kölenin had­di olan 40 değnek vurulur. Bu köle, birini kazf edip, kendisine had vurulmadan önce azad edilir ve sonra hakim huzuruna geti­rilmiş olursa yine 40 değnekten ziyade vurulamaz. Zira, kazf fii­linde bulunduğu günde, üzerine vacip olan had budur.

Bu köle, azad edildikten sonra ve darp edilmeden Önce, bir başkasını da kazf eylese, birinci ve ikinci yani iki kazf için 80 değnek vurulur. Keza 80 değnek vurulduğu sırada, diğer bir kim­seyi kazfeylese yine 80 değnek ikmal edilir. Hatta 80 değnek­ten bir değnek kalmış olsa bile o bir değnek tamamlanır. Diğer kazf için ayrıca 80 değnek vurulmaz. Dördüncü bir kimseyi kazf edip, önceki 80 değnekten yine bir değnek kalmış olsa, dördün­cü için ayrıca 80 değnek vurulmayıp, önceki 80 değnek tamam­lanır. Başka vurulmaz.

80 değnek tamamlandıktan sonra, bir başkasını kazf eylese, önceki darbın acısı hafifleyinceye kadar hapsolunduktan sonra, onun için yeniden 80 değnek vurulur.

H z.   AM    (R.A.) dan    şöyle rivayet edilmiştir:

—  «Bir köle, hür bir kimseyi, kazfederse 40 değnek vuru­lur.» Bu kavlin   İmâm    Hasan    ile   Saîd    b.    el-Mü-seyy eb'in    reyleri olduğunu    K a t â d e    rivayet ediyor.

Keza,   Abdullah    b.   Abbas   (R.A.);

—  «Bir köle, hür bir kimseyi kazfeylerse, 40 değnek vur­mak lazım gelir.» buyurmuştur.

© Kazif olan bir kimsenin şehadetinin kabul olunmama­sında bütün -fakih- arkadaşlarımız tarafından İcma' hasıl olmuş-tur. Tevbe etmiş olsalar bile, tevbeleri, kendileri ile Cenâb-ı Hak   arasında bir muameledir.

©«Yahudi veya hiristîyanı kazfeden kimseye ne lazım ge­lir?» diye    İmâm    Nehaî-den    sorulunca:

— «Ona had yoktur.» cevabını vermiştir.

0 Zina eden kimsenin izar içinde olarak darbedilmesi la­zım geleceği gibi, kâzifin de üzerinde elbisesi olduğu halde dar­bedilmesi lazım geiir. Üzerinde kürk bulunursa, çıkarılır.

Kazif olan kimsenin, elbisesinin üzerinde olduğu halde dar-bedilmesinin lazım geleceği İbrahim Neha î'den de mervîdir.

İmâm    Ş a ' b î' den   şöyle rivayet olunmuştur :

—  «Kazif, elbisesi üzerinde iken darbolunursa da, üzerinde kürk veya kalın pamuklu hırka gibi şeyler   bulunursa değneğin* acısını hissetmesi İçin üzerinden çıkarılır.

Imârn-ı Âzam EbÛ Hanîfe Hazretleri, hocası H a m m a d vasıtasiyle İbrahim Nehaî' den rivayet ederek :

— «Zina fiilinde bulunan kimseye had tatbik edilirken, üze­rinde bulunan elbisenin çıkarılması lazım geleceğini «beyan ede­rek», «...bunlara A I I a h i n dinini tatbik hususunda, acıya­cağınız tutmasın...»[121] mealindeki ayet-İ kerimeyi okumuştur.

Keza, şarap içen kimseye de, üzerinde bir izar olduğu halde darp olunur.

9 Zaninin darbının, şarap içenin darbından daha şiddetli olması lazım geleceği gibi, şarap içene de kazifden daha şiddet­li vurmak lazımdır. Hele Ta'zîr hepsinden daha şiddetli olarak vurulur,

 

Hadd-i Ta’zir

 

® Fakih olan arkadaşlarımız, ta'zir'de ihtilaf ettiler. Bazı fakihler, «ta'riz'deki darb hadlerin en azı olan 40 değneğe baliğ edilemez.» demişlerdir. Bazıları ise, «ta'rizde darb yetmiş beş değneğe -kadar çıkarak, hür olan kimsenin haddinden aşağı olma­sının caiz olduğu» reyinde İdî.

Mal sahibini gafil bularak, kemen sür'atie malını çarpıp ka­çan (çarpıcı kapkaççı) kimse ile, yankesicinin elinin kesilmesi lazım gelmiyeceğinden ve keza zor kullanarak mal alan kimse­nin eli kesilmeyip bunların hepsine ta'zir lazım gelir.

Bazı fakihlerimiz, bir kimsenin cebinde veya kuşağındaki bir kese içinde 10 dirhem veya daha ziyade akçeyi diğer bir kimse yankesicilikle alırsa, mezkûr kese, cebinin veya kuşağının iç tarafında bağlanmış ise, el altındaki mal hükmünde olduğundan eli kesilir.

Bu kese, kendisinden çalınan adamın cebinin veya kuşağı­nın dışında bağlanmış olursa kesmek lazım gelmez, dediler.

Bir kimse, bir evi veya mağazayı delerek veya normal yolla girerek malı çıkaracağı sırada yani henüz çıkarmadan yakalanmış olsa, elinin kesilmesi  lazım gelmezse de tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza icra olunur.

H z. Ali (R.A.)nin huzuruna ,ev delmekte iken tutulan bir adam getirilince, onun elini kesmemiştir.

Âsim    bize    İmâm    Ş a ' b î' nin   :

—  «Hırsız olan kimse çaldığı malı yerinden çıkarmış olma­dıkça el kesmenin lazım 'gelmediğini rivayet etmiştir:

0 M e s ' u d î bize K â s ı m ' m, şöyle dediğini nak­letti :

—  Beytü'l-mâl'den hırsızlık yapan kimse hakkında icra olu­nacak muamele hakkında izine dair   Sa'd    b.    Ebî   V a k-k â s    (R.A.)    tarafından    Hz,   Ömer    (R.A.) e gönderilen mektuba cevaben    H z.   Ömer    (R.A.)   tarafından:

—  «O kimse hakkında elinin kesilmesi lazım gelmeyeceği­ni,» kendisine bildirmiştir.

S a î d bize K a t â d e ' den Saîd b. Mûsey-y e b ' in   şöyle dediğini nakletti:

—  «Bir kişi, ganimet malından olan bir cariye ile cima' et­miş olsa, hakkında ne şekilde muamele olunur.» diye   Saîd b.    M ü s e y y i b ' den    sorulduğu zaman :

—  «Bu adamın, o cariyede hissesi olduğu için ona had la­zım gelmez» cevabını vermiştir.

9 Ebû M uâviye'nln bize A'm eş'den, onun İbrani m'den, onun H i ş a m ' dan naklettiğine göre Amr   b.   Şurahbil    şöyle demiştir:

—  M a ' k i i    e I-M üzen!    isimli kimse,    H z.   Ab­dullah    (R.A.) in huzuruna gelip :

—  Mâlik olduğum köle, malımdan bir miktar şey çaldı. Eli­nin kesilmesini istiyorum. Ne dersiniz? diye sorunca, O :

—  Çalan da, çalman da hepsi senin malın olduğundan köle­nin elinin kesilmesi lazım gelmez buyurmuştur.

Yine bu kabilden olarak, sahibinden mal çalan bir köle, H z. Ömer (R.A.) in huzuruna getirilince elini kesmediği rivayet edilmiştir.

H z,    Ali    (R.A.) nin    şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «— Kölem malımı çalsa, elini kesmem.»

Haccâc'ın bize Hakem b. Uteybe' den naklettiğine göre: İbrahim Nehaî ile İmâm Ş a b î   şöyle buyurmuşlardır:

—  «Bizim  dirilerimizden çalanın eli  kesildiği  gibi Ölüleri­mizden çalanın da eli kesilir.»

Tabiînden A t â 'dan, defnedilmiş bulunan ölülerin kabir­lerini açarak kefen veya diğer eşyayı alan kimsenin (nebbaş) eli kesilip (kesilmeyeceği sorulduğu zaman.

—  «Kesilir» diye cevap vermiştir.

® İbn-i Cüreyc bize Ebu'z-Zü be.yr'den C â b i r   (R.A.) in    şöyle dediğini rivayet etti :

—  Muhtelis,[122] mütesellib[123] ve hâinin[124] eli 'kesilmez.

s ' a ş    bize   Z ü b e yr' den   C â b i r ' in    şöyle dediğini nakletti:

—  Rasûluilah    (S.A.V.)    Efendimiz    buyurdu­lar ki:

—  Ganimetlerde vaki olan hırsızlıklarda,   el kesmek lazım gelmez.

Nitekim,    Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

—  «Ganimetlerden hırsızlık yapmış bir kimseyi bulduğunuz zaman .metâını ateşe atıp yakınız.»

Hz.    Ebû    Bekir   ve    Hz,   Ömer    (R.A.) in:

—  «Ganimet mallarından hainlik eden kimse hakkında şid­detli  ceza icra edilir ve ganimetlerden    hıyanetle alıp yanın­da bulunan mallar alınır.» buyurdukları rivayet olunur.

© Şarap ile domuzun ve bütün çalgı aletlerinin çalınması halinde çalanın elinin kesilmesi lazım gelmez, Nebîz (şarap), kuş, ev hayvanları ve vahşî hayvanların çalınmalarında el kesme ol­madığı gibi, hurma çekirdeği, kırmızı çamur, bir nevî toprak olan kireç, hamam otu ve su çalınması halinde de el kesme yoktur.

İmâm-ı   Azam    Ebû    Hanîfe   buyurdu ki :

— Ekmeksiz yenilen yemekte ve taze meyvede, odun, ah­şapta, taşta, kireç, hamam otu, taş nev'inden olan zermuhta ça­nak, tencere, çömlek ve testi yapılan toprakta, yerden çıkarılan sürme mâdeninde, züccaciye denilen şişe yapımında kullanılan madende, her nevî çamurda, taze ve tuzlanmış balıkta, bakliyat­ta, îher nevi çiçeklerde, çekirdekte ve samanda, sirkatinde el kes­mek iazım gelmez.

• Bir kimse olmamış ekin, hindistan eriği denilen meyve­yi, kuru ilaçları, bîr miktar arpa ve buğdayı, un ve diğer hububa­tı, kuru meyveleri, mücevherat ve inciyi, yağı, öd ağacını, miski, anberi ve bunlara benziyen özel kokulardan herhangi bir şeyi çalarsa ve çaldığı bu malların kıymeti 10 dirhem veya daha faz­la olursa, elinin kesilmesi lazım gelir.

Bu hususa dair, İşitmiş olduğumuz kavillerin -A I I ahu â'iem - en güzeli budur.

Hurma ağacının başından hurmayı çalan kimsenin eli ke­silmesi lazım gelmezse de, ağacından kesilip mağaza ve oda­larda muhafaza altına alındıktan sonra, bundan 10 dirhem veya daha ziyade kıymette bir miktarda çahmrsa hırsızın elinin kesil­mesi lazım gelir.

Meralardan hayvan çalanın eli kesilmez. Bu hayvanı muha­faza edildiği ahır, ağıl vs. gibi yerlerden çalarsa eli kesilir.

Putlar, gerek tahta, gerek altın veya gümüşten yapılmış ol­sun, çalınmaları halinde çalanın eli kesilmez.

Bu babdaki işittiklerimizi en güzeli budur.

® Yahya b. Saîd bana Muhammed b. Yahya b. Hayyan'dan R â b i' b. Hudayc'ın şöyle dediğini rivayet etti:

Fahr-I Âlem (S.A.V.) Efendimiz: «Hurma­larda ve diğer meyvelerde el kesilmez.» buyurmuşlardır.

•    E ş ' a ş    bize    H a s a n ' dan    şöyle rivayet etti:

—  Yemek çalan bir adam,    Peygamber   (S.A.V.) Efendimizin    huzuruna getirildiği zaman elini kesme-miştir.

m Haccac b. Ertât bize Amr b. Şuayb1-den, o babasından, o da dedesinin şöyle dediğini nakletti:

—  Hayvanların hangisi olursa olsun ağıl ve ahır gibi muha­faza edildikleri yerlere girmedikçe hiçbirisinin çalınmasında el kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, her nevi meyve de kesilip -toplanıp, saklanacağı, el altında bulundurulacağı yere konmadık­ça keza, hiç birisinde el kesme yoktur.

Bu mealdeki sözler, Abdullah b. Ömer (RA.) den de rivayet edilmiştir.

0 İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a m m a d ' -m İbrahim N e h a î' den rivayetle, H z. Ali (R.A.Î nin :

—«Kuş nev'inden hiç bir şeyin çalınmış olmasından el ke­silmez.» buyurduklarını bana ifade eylemişdir.

•     İbni      Ebî     Leylâ    da:    Her nevi kuşun çalın­masında hırsızın elinin kesilmesine ve    K a ' b e'den    bir şey çalan kimsenin keza elinin kesilmesine rey vermezdi. Benim re­yim de budur.

® Sağ eli çolak olan kimse, hırsızlık yapsa, çolak olan eli kesilir. Sol eli çolak olan kimse ise, sağ eli kesildiği zaman kendisine el kalmıyacağı için mezkur sağ elini kesmem. Keza hırsızın sağ ayağı çolak olsa, bir tarafında hem ayağı hem de eli kalmayacağından yine sağ eli kesilmez. Sağ ayağı sağlam olup da sol ayağı topal ise, bir tarafının hem ayağı ve hem de eli sakat olmaması için sağ eli kesilir.

Bu kesme işleminden sonra, aynı adam yine bir daha hır­sızlık ederse, çolak olan sol ayağı kesilir.

Üçüncü defa, yine hırsızlık fiilinde bulunursa artık bir yeri kesilmeyip, tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli ceza tatbik edilir ve Müslümanlardan zararının uzaklaştırılması için hapsedîlir.   E b û    Bekir    (R.A.),    Ömer    (R.A.) ve    A b d u I -i a h    (R.A.)    Hazretlerinden bu veçhile rivayet olunmuştur.

® H a c c â c b. E r t â t' in bize A m r b. M ü r -r e 'den naklettiğine göre, Abdullah b. Seleme, H z.   Ali    (R.A.) nin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  «Hırsızın eli kesilir. Eğer bir daha hırsızlık yaparsa, aya­ğı kesilir. Üçüncü defa yine hırsızlık yaparsa, hapse atılır.»

$ H a c c â c bize S î m â k ' in kendisine anlatan­lardan şöyle naklettiğini söyledi:

—  H z.    Ömer   (R.A.),    hırsızın ne şekilde cezalandırı­lacağına dair meclisinde bulunan zevatla istişare eylediği zaman, birinci hırsızlıkta elinin kesilmesi, ikinci defa hırsızlık yapmasın­da ayağının kesiimesi, üçüncüsünde ise hapsedilmesi hakkında taraflarından icma' hasıl olmuştur.

© H a c c âc ' in bize Amr b. Dîn âr' dan nak­lettiğine göre, N e c d e İsimli bir kimse, Abdullah b. A b b a s (R.A.) a mektup yazıp, ta'zir keyfiyetini sormak­la, cevabında :

— «Ta'zir, Imâm-ı Miİslimîn olan zatın reyine havale edil­miş bulunduğundan, vaki olan cürmün derecesine göre ve müc­rimin tahammül edebileceği kadar, 80 değnekten az olmak üze­re, değnek vurarak ta'zir olunur.» diye bildirmişlerdir.

Arkadaşlarımız tarafından şu şekilde icma' vaki oldu : Köle ve cariyelerden birisi fiil-i fücurda bulunursa, her birisine, 50 değnek vurulur, bu şekilde    H z.    Ömer   (R.A.) dan ve    H z A b d u I   la h    (R.A.) dan   rivayet edilmiştir. Nitekim,    İ b n i E b î   R e b î a   der ki:

—  H z.   Ömer  (R.A.)   zina fiilinde bulunan cariyelerin dö­vülmesi için, Kureyşten bazı zatlar ile bizi davet eyledi. O cari­yelere 50 şer değnek vurduk.

Yine rivayet olunur ki :

M a'kal    isimli kimse,   Abdullah   (R.A.) in huzu-1 runa gelip :

—  «Cariyem zina eyledi.» deyince,   Hz.   Abdullah:

- «Kendisine 50 değnek vurun.» diye emir buyurmuştur. •    E ş' a s    İsimli zatın,    İmâmZührî   ve    İmâm Hasan    ile    İmâm    Şa'bî' den    rivayet eylediğine göre: «Zina faalinde müstekreh olan hatuna had yoktur.» buyurulmuş-tur. Bu hususta işittiğimiz kavillerin en güzeli budur.

© Bir kimse, hırsızlık yapmış olmasından dolayı hakimin huzuruna çıkarılarak, çalmış olduğuna şahid ikame edilir ve ça­lınmış olan malın kıymeti 10 dirheme baliğ olur veya çalınan mal 10 dirhem nakit bulunursa, bu hırsızın eli mafsalından ke­silir.

Bundan sonra bir daha, yine 10 dirhem nakit veya o kıymet­te meta' çalarsa, sol ayağı kesilirse de, ayağının nereden kesi­leceğinde ashab-î giizîn (R.A.E.) arasında ihtilaf vakî olmuştur. Bazıları : «Mafsaldan kesilir.» demişlerse de, bazıları ise : «Aya­ğın önü kesilir.» demişlerdir. Ashabın bu ihtilafları sizin için genişlik demek olduğundan, hangi kavli seçerseniz onunla amel edilmesini emredebilirsiniz.

Lâkin elin mafsaldan kesilmesinde ihtilâf edilmemiştir: An­cak, kesilince, akan kanın durdurulması yani tedavî edilmesi şarttır.

P'e y g a m b e r (S.A.V.), bir kimsenin elini mafsalından kestirmiştir diye rivayet edilmiştir.

H z. Ali (R.A.) in, bir hırsızın ayağının ön tarafını kes­tirdiği müteselsilen rivayet edilmiştir. Ayağın Ön tarafından mak­sat, insan ayağının tabanında bulunan kemer yani çukurluktan ön tarafta olan kısımdır.

8    Abdullah    b.   Abbas    {R.A.) in:

— «Emirlerimiz, bu a'rabînin yani N e c d e ' nin kestiği gibi kesmekten aciz midirler? İşte bu Necde, ayağın önü­nü şaşırmadan kesip, bakisini bırakmıştır.» buyurdukları mervî-dir.

• H z. Ö m e r (R.A.) in hırsızlık fiilinde eli masfaldan ve ayağı yarısından kestiğini, ravî Amr b. Dîn ar aya­ğının yarısına İşaret ederek beyan etmiştir.

0 H z. Ali (R.A.) hırsızların ellerini kestirirdi ve kan kaybını önlemek için dağlatarak, tedavi ettirirdi.

@  El  kesmenin ne kadar şeyin çalınması  i!e vacip olaca­ğı  konusunda  Fukahâmız  ihtilaf  etmişlerdir.  Bazılar.:   «Kıymeti 10 dirhem veya daha çok bîr miktara baliğ olmayan malın ça Iınması halinde el kesilmesi lazım gelmez.» demişlerdir.

Bazıları ise : «Kıymeti 5 dirhem veya daha ziyadeye baliğ olan malın çalınmasında ei kesme vacipdir.» demişlerdir.

Ehl-i Hicaz'ın bazısı, «kıymeti üç dirheme baliğ olan malın çalınmasında el kesme vardır.» demişlerdir.

Sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretlerinden varid olan âsâr ve hadis-i şeriflere dayanarak bu babda en güzel gördüğümüz kavi -A İ I a h u    Âlem- 10 dirhem ve daha ziyade oian kavildir.

•    Hişam    b.Urve   (R.A.)    buyurur ki:

—  Zaman-i saadette, kıymeti  kalkan  değerinde  olan     bîr malı çalanın eli kesilirdi. Değersiz oian şeylerde el kesilmezdi.

©    Abdullah    b.   Abbas    (R.A.)   buyururdu ki:

—  «Kalkan fiyatından  daha düşük bir değerde mal çalan kimsenin eli kesilemez. Kalkanın kıymeti ise 10 dirhemdir.»

6    Abdullah    b.    M e s ' u d   (R.A.) da:

—  «Hırsızlık yapan kimse 1 dinar veya 10 dirhemden aşa­ğı değerde bir şey çaiarsa eli kesilmez.» buyurmuştur. Bu meal­de   F.ahr-1    Kâinat    (S.A.V.)    Efendimizden    bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir.

$    Hz.   Abdullah    b.   Ömer   (R.A.) den    şu şekilde bir sual sorulmuştur:

—  İki kimse arasında müşterek oian bir cariye ile onların birisi cima etmiş olsa, hakkında ne şekilde muamele edilir? O, şu cevabı vermiştir:

—  Cima eyleyen kimseye had yoktur.

9 H z. Ali (R.A.) halifeliği zamanında, zevcesinin cariyesiyie cima eden bir kimseden haddi kaldırmıştır.

Bir kimse, bir cariyesiyie veyahud hanımının cariyesiyie- ci­ma etmiş olsa ve bana helâl zannettiğim için cima ettim demiş olsa, üzerinden had kaldırılır. Zikrettiğim kimselerden başka bir kadınla haram cima eylese yani zina yapsa, üzerine had lazım­dır.

İmâm    Ş a 'b î    der ki :

—  Bir kimse   Abdülmelîk'in    huzuruna gelip,

—  «Zevcemin cariyesi İle cima eyledim» demesi üzerine :

—  «Al lahtan    kork ve bir daha bu fiilde bulunma.» demiştir.

E ş ' a ş    rivayet eder, der ki:

—  Bir kimse anasının cariyesi ile cima ederse hakkında ne veçhile muamele olunur? diye    İmâm    Hasan 'dan    so­rulunca :

— «Had yoktur» buyurmuşlardır.

Dede ile ninenin cariyeleri, anne ile babanın cariyeleri gibi-

0 Bir kimse, bir kadına, zina fiili İle tecavüz edip, o kadın teessüründen vefat etmiş olsa, zina eden adam üzerine diyet lazımdır.

Bir adam, bir kadınla zina ettikten sonra, evlenmiş olsa yine üzerine had lazımdır.

Keza, bir kimse, bir cariyeye zina ettikten sonra onu satın almış olsa, had icra eylerim.

Bir cariyeye zina eyledikten sonra, onu katletmiş olan kim­senin üzerinden haddi düşürerek, o cariyenin kıymetinin kendi­sine tazmin ettirilmesini müstahsen görürüm.

İmâm -1 Müslimîn olan zat veyahud hâkim bir kimsenin hır­sızlık yaptığını veya şarap içtiğini, veyahud da zina yaptığını gör­müş olsa, yalnız görmesi had icrasına kâfi değildir. Bu fiile bey-yine kaim olmadıkça had icra etmemek gerekir. Bu babda, bize ulaşan   haberlerden dolayı  bu şekilde İstihsan olunmuştur.

Amma, H z. Abbas (R.A.] yalnız imâm veyahud hâkim olan zatın görmesiyle had ikame edilmesi reyinde bulun­muş ve o kavli teyid eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ö m'e r    (R.A.) den de bize bazı âsâr vârid olmuştur.

Bir kimse İmam-ı Müslimîn veyahut hakimin huzurunda in­sanların haklarından birini ikrar ederse, beyyine ikâmesine ha­cet kalmaksızın, hemen ikrarı veçhile o kimse1 ilzam olunur.

$ Mescidlerde ve düşman toprağında hadlerin ikame edil­memeleri gerekir.

A 1 k a m e    şöyle rivayet ediyor:

—  Rum toprağına gaza eyledik.   W u z e y f e    (RA) da bizimle beraberdi. Emîrimiz olan Kureyşli bir zat şarap içti. Hak­kında had ikame edilmesini istediğimiz zaman,    H z.   H u z e y-f e    (R.AJ, haddi ikamemize rıza göstermeyip buyurdular ki:

—  «Düşmanınıza yakın bir yerde bulunduğunuz halde Emî-riniz bulunan zat ha'kkında had ikame ederseniz düşmanı aley­hinize iştihaiandırmış ve teşvik etmiş olursunuz.»

Rivayet edilir ki : H z. Ömer (R.A.) İslâm ordusu ve seriyyelerlnin komutanlarına, düşman toprağından çıkmadıkça, hiç bir kimseye had icra etmemelerini emir buyurmuş ve kendi­sine had tatbik edilen kimsenin, küffâra iltihakını düşündürebi-iecek şeytanî duygularının tahrik edilmesini çirkin görmüştür.

9 E ş ' a s bize Fudayl b. Amr el-Fuka-y m î' den    M- a"k a f' in    şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Bir kişi,    H z.   Ali    (R.A.) nin     huzuruna gelip, kula­ğına gizlice bir şey söyledi. Bunun üzerine,    H z.   Alî   ken­disini mescidden çıkarttı. Ondan sonra. Ona had ikame edilme­sini emretti :

®    Tabiînden   Mücâhld   buyurur ki :

—  Bizden öncekiler, mescidlerde hadlerin ikame edilmesi­ni kerîh görürlerdi.

@ Zimmî bir kimse, müslüman bir kadına kerhen zina et­miş olsa, Fukâhamızın kavlince, Müslüman hakkında icrası la­zım gelen muamele bu zımmî hakkında da icra olunur. Bu babda bana rivayet olunmuş bulunan bazı hadis-i şerifleri serd ve be­yan ederim : Şöyle ki:

© Ziyad b. Osman'm zamanında hıristiyanlar-ctan birinin, müslüman bir kadına zorla tecavüz etmesi üzerine 2 i y â d ,  zaninin kavmi olan hmstiyanlara hitaben :

—  «Biz, sizinle bu gibi muameleler üzerine sulh yapmadık» dedi ve zaniyi idam etti,

®    M ü c â 1 i d    bize    e ş - Ş a ' b î   vasıtası İle    S ü -veyd    b.    Gafle' den    şöyle rivayet etti :

—  «Bizden öncekiler, mescidlerde had tatbik    edilmesini, kerîh görmüşler ve kerhen bir müslüman kadına zinada bulunan zımmîye, müslüman gibi had tatbik edilmesi lüzumunu bize ifa­de ve ta'lim eylemişlerdir.»

Süveyd    b.   Alkame    der ki :

—  Şam tarafında, zımmilerden birisi, binekte olan bir ka­dına rastgelerek, düşürmek için ona vurdu, düşmeyinve itip yere yuvarladı. Üzerinden elbisesi açıldı ve ona tecavüz etti. Bu du­rum,    H z.    Ömer   (R.A.) e   arzedildi. Bu zani huzuruna ge­tirilence, asılmasını emretti ve :    «Sizinle bu muamele üzerine muahede eyiememiştik.» dedi.

 

Mürtedlerin Ve Zındıkların Ahkâmı

 

© İslâm Dininden irtidat eden kimse hakkında, şer'an ne gibi muamele yapılacağında fukâha arasında ihtilaf vakî olmuş­tur. Bazıları, istitâbe yani teybe etmesinin teklif edilmesi reyin-dedir. Bazıları ise, bu görüşü benimsemediler.

Keza, kalben Islama İnanmayıpta, zahirde kendisini Müslü­man gösteren zındık -ki Mülhid tabir olunur- ile, yahudi, hıris-tiyan ve mecusî dininden bir kimse İslâm Dinini kabul edip, müs-lüman olduktan sonra, mürted olarak evvelki dinine dönenler hakkında da ihtilaf eden fâhiklerden her biri âsâr rivayet ederek onlardan delil ve hüccet getirdiler. Şöyieki :

Tevbe -talep edilmemesi reyinde bulunanlar, F a h r-i Âlem    (SAV.)    Efendimizin:

—  «Kâm dsnini değiştirirse, onu öldürünüz»  hadisi  ile  ih-ticâc etmişlerdir.

Tevbe teklifi ve talep edilmesi reyinde olanlar ise :

—  «Lâilâhe illallah deyinceye kadar, insanlarla harbetmek-le emrolundum. Bunu dedikleri takdirde   kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak, mallarında ve kendi şahisların-dakl haklar müstesna.    Onların    hesabı   A M a h a   aittir.» hadîsi ile İstidlal ederler.

® Evvelki hadis-i şerifle ihticac edenier, ikinci hadis-i şerifle ihticac edenlere cevaben H z. Ömer, H z. Os­man, H z. Ali, Ebû Musa e I-Eş'arî ve sair sahabe ve fukâha (R.A.E.), bu hadis-i şerifi tefsir ederek derler­di ki :

—  Eğer,    Fahr-i   Kâinat   (SAV.)    Efendimiz «Kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz» diye emir buyurmuşlar-sa da, bunun hükmü, dinini tebdil ile bu değişiklik üzerine devam eden kimseler  hakkındadır. Yoksa, dinini değiştirdiği anda öl­dürün demek değildir. Binâenaleyh tevbe teklif ve talep olunup-ta, yine İslâm dinine dönen mürted .İrtidadı üzerinde kalmadı-* ğından, mezkûr hadis-İ şerifin buna şümulü yoktur. Hatta görülmez mi ki, kelirns-î şehâdeti getiren kimsenin kanını ve malını haram kılmışlardır. Müred olup da, sonra yine tevbe ederek İslâm Dinine dönen kimse ise, kclima-i şehâdeti getirmiştir. Kelime-i şehâdeti getiren kimsenin katlinden F a h r- i Âlem (SAV.) Efendimiz nehyettiği halde, nasıl ■katledilebi-lir? Nitekim, diğer bir hadis-i şerîfde, kelime-l şehâdeti getiren bir kimsenin katlinden dolayı H z. Üsâme (R.A.)ye ıtab edip :

—  Yâ   Üsâme!    O malctül kelime-i şehadetf getirdik­ten sonra mı kendisini katleyledîn?   buyurmaları üzerine,    H z. Üsâme    de, özür beyan ederek ;

—  O maktul, silâhı görünce korkusundan kelime-i şehâdeti getirdi, demesi    üzerine,   H z.    Peygamber   (SAV,) Efendimiz   bu özrü kabul etmeyerek :

—  Kalbini açıp, içine vakıf mı oldun? buyurmuşlardır. Kal­binde ne  olup olmadığını   bilemiyeceğinden, kelime-i şehadetâ getirmesi, onun silahdan korkusundan olmasını tevehhüm ede­rek onu katletmek kendisine mubah olmadığını beyan buyurmuş­tur. Tahmin ve şüphe ils adam öldürülmez. Hüküm zahire göre­dir.

•    A'meş    bize   Ebû   Zibyân' dan    Hz.    Ü s â -m e    (RA)  nin şöyle dediğini rivayet etmiştir.

—  F a h r-i    Âlem    (S.A.V.)   Efendimiz,    bizi bir seriyye ile gönderdi. Sabaha karşı Cüheyne kabilesinin mes­kenlerine yakın bir yere vardığımızda bir adam göründü. Hemen kendisine yetiştim. Adam, Lâilâhe illallah dediği  halde, adamı katlettim. Sonra bana şüphe arız oldu. Döndüğüm zaman, keyfi­yeti bütün tafsilâtı ile    Peygamber    (S.A.V.)    Efen­dimize   arzettim. Bunun üzerine :

—  Lâilâhe İllallah demişken  mi kendisini  katlettin? buyu-runca,

—  Ya    RasÜ.Iallah,    onun keiime-î şehâdet getir­mesi, silah korkusundandır. dediğimde,

—  Silahtan korkusundan mıdır, yoksa değii midir?   Bunları bilmek için, kelime-i şehâdeti söylediği zaman kisbini açaydın.» buyurdular. 8u sözü, ben keşke İsîâm dini ile yeni müşerref ol­muş olsaydım diye temenni edinceye kadar tekrar buyurdular.

• A' m e ş ' in tize E b û S ü f y â n ' dan naklet­tiğine göre, C â b i r (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin    şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir.

— «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. Bu kelimeyi söyledikleri takdirde kanlarının ve mallarının haksız alınmasından beni men eylerler. Hesaplan Cenâb-ı    Hakka   aiddir.»

A ' m e ş ' "m   bize   E b û   Salih1 den   naklettiğine

E b û Hureyre (R.A.) de Peygamber (S.A.V.) Efendimizden bunu n gibi bir hadis-i şerif rivayet et­miştir.

S ü f y â n b. U y e y n <e.' nln. bana M u h a m m e d b.   Abdurrah 'man ' dan   babasının şöyle dediğini nakletti:

—  Tüster isimli yerin fetholunduğu 'haberi    H z.   Ömer (R.A.) e     ulaşınca, bu haberi getiren kimselere :

—  Anlatacağınız başka bir mes'ele var mıdır? diye sorduk­larında :

—  Evet, Müslümanlardan bir adam, müşriklere iltihak eyle­di. Kendisini yakalamıştık, deyince    H z.    Ömer   (R.A.).

—  Ona ne yaptınız? diye sordu.

—  Kendisini öldürdük, dediler.

—  Niçin kendisini bir odaya koyup,   kapısını kapayarak ve her gün kendisine bir ekmek verip, üç gün zarfında tevbe etme­sini teklif etmediniz? Bunu yaptıktan sonra tebve etmediği tak­dirde, o zaman kendisini katletmeİiydîniz»    diyerek kendilerini tekdir etti Ve:

—  «Yâ    Rab!    Ben görmedim, emretmedim, işittiğim zaman da razı olmadım.» diye    H z.   Ömer    (R.A.)    bu fiil­lerinden teberri eylemiştir.

0 İ b n - i C ü r e ye bize Süleyman b. M û s # vasıtası ile H z. Osman (RA) in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

—  Mürted olan kimselere, tevbe etmeleri üç kere teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde, ne âia! Eğer, irîidadında ıs­rar ederse katledilir.

H z. M u â z b. C e 4> e I (R.A.), bir gün E b û M u s â ' I - E ş <a r î (R.A.) nin huzuruna girince, yanında bir ysnudi gördü.

—  Bu kimdir? diye sordu.

—  Bu bir yahudî idi. İslâm dîni ile müşerref olduktan son­ra İrtidad etti. İki aydan beri tevbe etmesini teklif etmekte isek de, tevbe etmiyor» demesi üzerine    H z.    M u â z    (R.A.) :

—  «Cenâb-ı    Hak   ve    Resulü    Z î ş â n i n hükümleri veçhile boynunu kesmedikçe oturmam» buyurmuştur.

İbrahim Nehaî' den de şöyle dediği rivayet olu­nur :

—  «îrtidad eden kimseye evvelemirde tevbe etmesi teklif ve talep olunur. Tevbe ettiği takdirde bırakılır. Tevbe etmeyip di­renmesi halinde ise katledilir.»

© Mürted olan kimseye, işin başlangıcında tevbe teklif olunması reyinde olan fâkihier, zikri geçen hadis-i şeriflerle ih-ticac eylerler. Bu babda varid olan, meşhur hadîs-i şeriflere ve yetiştiğimiz fukahânın ictihadlanna göre, duymuş olduğumuz ka­villerin en güzeli -A I I a h ü â'lem. mürted olanlara evvele­mirde tevbe eylemeleri teklif olunup, tevbe ettikleri akdirde, bı­rakılmaları, tevbe teklifine karşı koyup irtidadta İsrar etmeleri halinde de katledilmeleridir.

Kadınlardan birisi, İslâm Dinini kabul ettikten sonra, irtidad ettiği takdirde, erkeğin durumuna kıyas edilmez.

İrtidad eden kadın hakkında, Hz. Abdullah b, A <b b a s (R.A.) m kavlini alır ve tercih ederiz. Zira İmâm Âzam E b û Hanîfe, Abdullah b. A b b a s (R.A.) tan bilvasıta rivayet eder ki :

—  «Kadınlar irtidad eyledikleri zaman öldürülmezler, hapse­dilirler İslâm dinine dönmeye davet edilirler ve bu konuda ic­bar edilirler.»

0 Bir erkek veya bir kadının irtidad ederek, dâr-ı harbe iltihak ettiği, İmâm-ı Müslimîin'e arzedilince, geride bıraktıkları mallar varisleri arasında taksim edilir. Eğer, müdehber köle veya ' cariyeleri[125] varsa azad edilir. İrtidad eden erkeğin, ümmü ve-led cariyesi varsa o da azad edilir. Mürtedlerln, Dâr-ı harbe il­tihak etmeleri, ölüm hükmündedir.

Hatta, dar-ı Ulamda bırakıp gittiği kölelerini,   dâr-ı harbde olduğu halde, azad etmiş olsa caiz olmadığı gibi,   birisine mal vasiyyet veya hibe etmiş olsa yine caiz değildir.

Dar-î harbe İltihak etmeden önce, kölesini azad etmiş ve­yahut malını vasiyyet etmiş veya hibe etmiş bulunrsa bu caiz­dir.

Zira, dar-ı harbe iltihak edince malı elinden çıkmış olur ve veresesine miras kalır. Nikahlı olan karısı ile boşanmış kabul edilir. Mürted olduğu günden itibaren, üç kere hayız müddetince ıddet geçirmesi karısına emredilir. Karısı hamile ise, doğurunca-ya kadar ıddet çeker, sonra dilerse - başkası ile - evlenir. Bu mürtedin malı, Müslüman olan veresesine taksim edilir. Mezkur karısı, onun mürted olduğu günden itibaren üç hayız gördükten sonra, İmâm-ı Müslimîn malının taksimini emrederse, artık ev­lenmesi mubah olduğu için, mürtedin malından, bu karısına mi­ras yoktur. Görülmez mi ki, başka ıbir kocaya varıpta, orda ve­fat etmiş olsa, ikisinden kendisine miras verilir miydi? Binâena­leyh, hastalık halinde talâk-i selâse ile boşanmış olan kadın hük­münde veyahut sıhhatli iken baine olarak bir talâk ile boşan­mış kadın hükmünde olduğu için, iddet beklerken, mürted olan kocası ölürse, kendisine varis olur. Iddetin bitmesinden sonra öldüğü takdirde kendisine miras verilmez.

Mürted olan kimsenin, beraberinde buiunup dar-i harbe sok­tuğu malını, müslümanlar ganimet olarak aldıkları zaman, ehl-i harbden alınan diğer ganimet mallan hükmündedir.

® A' m e ş bize E b û A m r vasıtası ile H z, A I i    (R.A.), den şöyle rivayet etmiştir.

İrtidad eden, M ü s t e v 1 i d el-I c I î isimli kimse H z. Ali (R.A.) nin huzuruna getirilince, İslâm Dinine dönme­sini kendisine teklif etti. O da imtina etti. Bunun üzerine ken­disi katledildi. Mallarını da müslüman olan varislerine taksim etti.

Mürted olan kimse, daha sonra tevbe ederek İslâm Dinîni kabul edince, aynen mevcud olan malları kendisine verilir. Ve­resesinin istihlâk ettiği (tükettiği) mallardan dolayı kendilerine tazminat terettüp etmez.

Tevbe edip dönen mürtedin, irtidat ettiği zaman müdebber köie ve cariyesi ile ümmü veled cariyesi bulunur da, mürted ol­duktan sonra, İmâm-ı Müslimîn kendilerini azad eder­se, azad edilmeleri sahilidir. Kendisi bu azad etme işinden dönemez. Ancak, İmâm-ı Müslimîn tarafından azad edilmemîş-lerse, irtidaddan önce her ne halde İseler yine o hal üzerine ba­kidirler.

Müslüman bir kadın irtidad ederek darü'l-harbe iltihak eder­se, malının vereseler arasında taksim edilmesini İmâm-i Müs-lîmîn emreder, kocası olsa da, artık ona miras yoktur. Çünkü, karısı irtidad ettiği anda, kendisine haram olmuştur. Zira, ara­larında zevciyet (evlilik) kalmamıştır. Ancak, bu kadın, ölüm has. talığında irtidad ederek, öyle ölürse veya hasta haliyle darü'l-harbe iltihak ederse ve İmâm-ı Müslimîn onun ölümüne hükme? derse, bü durumda, bu kadının kocasına miras verilmesini is-tihsan ederim. Sıhhatli iken vaki olan İrtidadla, maraz-ı mevtin­de vaki olan irtidad arasında ahkamca bir fark görmem. İmâm E b û H a n î f e de, bu reyde idi. Fakat fıkıh kaidelerine kı-yasen muamele böyle olmak lazım gelmez. Bu kadın gerek sıh­hatli iken, gerek hastalıkta irtidad etmiş olsa, her iki suretde de kıyasın müktezası, zevcine miras verilmemektir.

Hasta olarak irtidad eden Müslüman bir erkek bu hastalık­tan ölünceye kadar, tevbe etmezse, vefatından evvel zevcesi üç kere hayız görmüş bulunursa, kendisine miras yoktur. Üç kere hayız görmeksizin kocası ölürse boşanmış menzilesinde itibar edilerek kendisine miras verilir. Bu kocanın bu mes'elede bu hastalıktan ölmesi, sıhhatli iken irtidad edipte, darü'l-harbe il­tihak ettikten sonra, İmâm-ı Müslimîn'in ölümüne hükmettiği ve dar-î Islâmda bırakmış olduğu malların taksim edilmesini emret­tiği ikisinin durumu gibidir.

• Bir kimse, Fahr-i Kâinat (SAV.) Efen­dimize küfreder, veya Onu yalanlar ve ayiblar veya Onun yüce kadrini noksanlaştırmak için sözler telaffuz ederse, C e-nâb-ı Ha'kka küfretmiş (onu inkâr etmiş) olacağından ni­kâhlı karısı kendisinden talak-i baine İle boş düşer. Tevbe etme­diği takdirde öldürülür. Kadın için de hüküm böyledir. Ancak İmâ m-i Âzam Ebû Hanîfe: «Kadın katledilmez. İslâm Dinini kabule icbar edilir.» buyurmuştur.

© Abdurrahman b. Sabit b. Sevban bize babasının şöyle dediğini rivayet etti:

—  Ömer   b.   Abdülaziz   tarafından âmil idim. Bir yshudi, müslüman olduktan sonra, yine irtidad edip ilk dini olan yahudiliğe girmişti. Hakkında ne şekilde muamele yapılma­sı lazım geleceğine dair yazdığım mektuba cevaben :

—  Kendisini İslâm Dinine davet et. Kabul ederse serbest bırak. İmtina' ettiği taktirde, bir ağaç getirterek üzerine yatır­dıktan sonra, tekrar kendisini İslâm Dinine davet et. Yine imtina' ederse, mezkur ağaca bağlayarak, süngüyü göksüne dayadıktan sonra, yine kendisini İslâm Dinine davet et. İslama dönerse ser­best bırak. İrtidadında ısrar ederse kendisini öldür.» diye   H a-I î f e   Ömer   b.   Abdülaziz   bana emir yazdı. Bende emri veçhile muamele ettim. Taki süngüyü göksüne dayayınca İslâm Dînine girmeyi kabul etti. Bende tahliye ettim.»

 

Hırsızların Ellerinde Bulunan Mallar

 

6 Beyan ve izahını emir buyurduğunuz, İslâm Memleket­lerine tarafınızdan tayin edilen valilerdin, hırsızların ellerinde bul­dukları mal, meta' ve silah hakkında ne şekilde muamele edile­ceğine gelince :

Hırsızın erinde bu gibi eşyaya rastlandığı zaman kendilerin­den almip, emanet altına almak ve saklamak üzere, emin ve gü­venilir bir kimseye teslim edilmesini emir buyurunuz.

Bir kimse gelip te, bu eşyanın kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisinden adil ve sahicilikleri makbul şahidler getirmesi istenir. Şahit getirirse, daha sonra diğer bir hak sahibi zuhur etmesi halinde, bu malı veya kıymetini tazmin etmek üze­re, şahidler huzurunda ve bu şartı da şahidlere bildirerek ken­disine verilir.

Bu malın bir sahibi çıkmazsa, satılarak, kıymetinin tamamı ve hırsızlarda yakalanan malın tıepsi beytü'l-mâle konur. Zira, bu gibi malları islâm memleketlerinde bulunan valileriniz ala­rak, 'istihlâk etmektedirler. Halbuki, bu gibi malları size arz ve takdim etmekten başka, o valilerce her hangi bir muamele ya­pılması caiz değildir.

Her memleket ve şehirde bulunan valilerinize ve memurla­rınıza, bu gibi mallardan huzuruna bir şey getirildiği zaman, hıf­zına memur edilen zevata teslim edilmesini ve size beyan ve arz ettiğim harekette bulunmalarını ve bir kimse gelip te, malla­rın kendisine ait olduğunu iddia ederse, kendisine sorulduğu za­man beyyinesinin olmadığını da beyan ederse, o adam emin, doğru sözlü ve adil kimselerdense ve kendi malı olmayan mal­ları istemekle itham edilecek kimselerden değilse kendisinin ol­duğunu iddia ettiği hırsızlık mallarının 'kendisine ait olduğuna yemin ettirilerek kendisine vermelerini, daha sonra bu mallara başka bir hak sahibi gelipde, kendisinin malı olduğunu isbat ederse, dalı alan ilk iddia sahibine, malın kıymetinin tazmin et­tirilmesini emir buyurunuz :

Bu da istihsan kabilindendir. Çünki, caizdir ki, malın sahibi bunu isbata muktedir olamıyabilir. Bununla beraber kendisi had­dizatında, dürüst ve inanılır bir kimse olduğundan, kendisinin ol­mayan mala sahip çıkmasına ihtimal verilmez.

Hırsızlar, çaldıkları mallarla yakalanırlar ve bu esnada mal sahipleri de mallarla beraber bulunursa ve hâkim huzuruna böyle­ce çıkarılırsa, bu durumda iş apaçık belli olduğundan, hemen orada, bu mallar sahibine verilir.

Vali olan zât, çalınmış malı, sahibinden kaçırıp kendisi al­mak için sahibini gönderip, malını terk edinceye kadar kendisi­ni taciz etmesi caiz değildir.

Keza, adamı boğarak, bir ilaç veya uyuşturucu ile müdaha­le edemez hale getirerek, malı çalan kimseler, çaldıkları malla ele geçirildikleri zaman yukarıda zikri geçen hırsızlarla yakala­nan maldaki gibi hareket edilir. Yani mal sahibi,   ortaya çıkıp, beyyine İkame eder, şahldlerln adil kimseler olduğu anlaşılırsa, mal sahibine verilir. Mal sahibi çıkmadığı takdirde, satılarak, de­ğeri toplanır ve beytü'l-mâle konur.

Adam boğdukları ma'lum olanların veya bunu ikrar eden­lerin veya kendilerinde adam boğmak için alet ve edevat bulu­nup, yanlarında eşya da olanların ikrar etmeleri halinde öldürül­melerini emir edersiniz.

Keza, sahibini uyuşturarak, mal çalan hırsız yakalanıp ikrar ederse veya yakalandığı zaman yanında insanların eşyası bulu­nursa öldürülmesi emredilir. Velhasıl, bu gibi uygunsuzlukta bu­lunanların -şüphesiz- halleri ve durumları aşikâr olduğundan, cezaları emrinize havale edilmiştir.

İslâm memleketlerinde ve şehirlerde varisi ve talibi olma­yan hayvan ve mallarla suçlular ve diğerlerinin nezdinde bulu­nan şunun bunun mallarının hakimlerin ellerinde bırakılması ha­linde, onları yeme ihtimali olan kimselere vermeleri mümkün­dür. Bunun içindir ki, bu kabilden olan malların tarafınıza takdim edilmesi gerekir. Çünkü, bu ve buna benzer, hırsızlardan bulun­muş olup, talibi ve müddeisi olmayan mallar Müslümanların bey-îü'I-mâline aittir. Bunun için bu gibi malların aranmasından geri durmamak ve ortaya çıkan bu 'gibi şeyleri peyderpey tarafınıza arz eylemek üzere şehir ve kasabalarda bulunan vali ve memur­larınıza posta veyahud diğer vasıtalarla emir-name göndermeniz gerekir.

 

Kaçak Ve Sahipsiz Kölelerin Durumu

 

0 Her memlekette kaçak ve firarî olarak bulunurken ya­kalanıp valilerine teslim edilen, sahipsiz ve talibi çıkmayan bi­nâenaleyh memleket ve şehirlerde, asker içinde çoğalmış bulu­nan köle ve cariyeler hakkındaki sualinize gelince :

Bir islâm şehri olan Bağdad'da, asker içinde bulunan firari köle ve cariyeleri araştırıp tesbit etmek üzere dinine bağlı ve istikamet sahibi bir zatı seçip tayin buyurunuz. Memleket ve beldelerde bulunan vali ve memurlarınıza bu konuda emir-name-ler gönderin ki araştırarak, bu şekilde ki köle ve cariyeler bulu­nup meydana çıkarılsın. O zaman, onların ismi, efendisinin ismi, kendisinin nereli olduğu, efendisinin nerede meskun bulunduğu ve hangi kabileden olduğu kendisinden bir bir sorulsun ve def­tere kaydedilsin. Eşkal ve cinsi ile, efendisinden kaçtığı (sene ve ay) tarihle yakalandığı tarihi o kölenin ifadesine dayanarak, harfiyyen tesbit edilip, deftere yazıldıktan sonra, hadsedilsin. Hapis tarihinden 'itibaren altı ay geçipte, talibi çıkmadığı takdir­de, bu memuriyete tayin ettiğiniz zat kendisini hapishaneden çı­kararak, tellal vasıtasiyle müzayedeye çıkartarak satsın. Tahsil edilen bedeileri bir kese içine koyarak üzerine «... firarinin sa­tılmasından elde edilen para.» ibaresini yazarak, beytü'l-mâle gönderip takdim etsin. Henüz hapiste iken, satılmadan köle ve cariyelerden birisinin sahibi gelirse, memur, mezkur köle veya cariyenin ismini ve hangi ayda firar ettiğini tutulan defterle kar­şılaştırarak bir bir kendisinden sorarak, bildirdiği isim, belde, eşkal-ı mahsuse ve cins defterde yazılı olan, isim, belde, eşkal ve cinse uyarsa, mezkur köle veya cariyeyi hapisten çıkararak kendisine gösterir. «Bu adamı tanıyor musun?» diye kendisin­den sorunca, «Efendisi olduğunu 'ikrar ederse» kendisine teslim etsin.

Mezkur köle veya cariye satıldıktan sonra, sahibi gelirse, kendi İsmi ile babasının ismini, kabilesini, beldesini ve kölenin ismi ile eşkâ!-i mahsusasını mezkur defter İle karşılaştırarak bir bir kendisinden sorsun. Verdiği cevaplar, defterde yazılan köle­nin, önce verdiği bilgiye uygun geldiği takdirde, satıştan almış olduğu bedeli sahibine ödesin.

Köle ve cariye belli bir bedelle satılınca, bu defterde, köle­nin ismi ile efendisinin isminin karşısına bu bedel kaydedilmeli­dir.

Müddet uzayıpta, talip çıkmaması halinde bu bedel beytü'l-mâle konsun. Bu bedeli İmâm-ı Müsiîmîn dilediği şekilde, müs-lümanlar için faydalı gördüğü yere sarf eder. Bilhassa daha ön­ce takdir ve tertip edildiği şekilde, hapishanede mevkuf olan şahısların nafakasına sarf edileceği gibi firarî olan köle ve cari­yelerin, satılıncaya kadar nafakaları için harcanır. Bu nafakalar daha önce bildirdiğim özel memur vasıtası ile sarf edilir. Bu babda rey sizindir.

• Basra Valisi ile Posta Müdürünün, size arz ve iş'ar et­tikleri gibi Basra Kadısının elinde, yıllık külliyetli mahsulat ve gelir sağlayan, çok miktarda arazi ve bu arazi üzerindeki pek çok hurma ve diğer ağaçlarla bağ ve bahçeler var. Bunları ken­disinin tayin ettiği vekillerine teslim ediyor ve herbirine 1000,— 2000.— -veya daha ziyade veya noksan - maaş veriyor. Bu ağaç­larla ziraat arazilerinde hak iddia eden hiç bir kimse de yok. Mezkur kadı ile vekilleri, bu gelirleri yemektedirler. Binaenaleyh bu hususta ne yapılması lazım geleceği hakkındaki sualinize gelince :

Bu ve buna benzer şeylerin iyice tetkik ettirilip, icabını yap­mak, size vâcibtir.. Şöyleki : Üzerinde hak iddia eden hiç bir kim­se olmayıp, bu kadı ve vekilleri tarafından istiğlâ! ile geliri alı­nıyor ve kabzediiiyorsa ve müddet uzadığı halde, o mallarda hak iddia eden hiç bir kimse çıkmamışsa; bu kadı'mn, elinde kalan, bunun gibi gelir getiren mallar hakkında reyinizi alıp, ona göre hareket etmesi lazsm gelirdi. Buna rağmen, bunca müddettenbe-ri keyfiyeti size arzetmeyen -kötü davramşh- kadı, bu malı ve bu durumda olan diğer maiları kendisine ve maiyyetinde bulu­nanlara yedirmekle günahkârdır. Bu kadı ile vekilleri eliyle alı­nan ve kabzediien varidat meydana çıkarılıncaya kadar, muhase­besinin yapılması ve ortaya çıkacak malların tahsil 'edilmesi lâzım­dır. Bu mailar için bir varis veya onda hak iddia eden hiç bir kim­senin bulunmadığı anlaşıldıktan sonra, beytü'l-mâle ulaştırma­larım valilerinize emir buyurmanız lazımdır.

Bu kadi'nın, bu 'ihtilası ve İmâm-ı Müslimîne keyfiyeti arzet-mediği tahkikat sonunda açığa çıktığı takdirde, mezkur -kötü niyetli ve davramşh- kadı, nefsine, İmâm-ı Müslsmîn'e ve müs-lümanlara hıyanet etmiş olduğundan, bundan böyle, müslüman-ların işlerinden herhangi birisinde çalıştırılmamak gerekir.

Bu gibi araziler, gelirlerini yiyen ve başkalarına da yediren kadıların .elinden alınır. Âdil, emîn ve sika olan bir zat, bu ara­zinin hususatma bakmak üzere seçilir ve tayin edilir. Bu zat, arazinin bütün işlerine bakar. Hak iddia eden birisi çıkıncaya ka­dar varidatının beytü'l-mâl-î müslîmîn'e ulaştırılması emredilir. Bu iş için, tarafından güvenilir memurlar seçmesi de kendisine emredilir. Çünkü, müslümaniardan varis bırakmadan ölen kim­selerin malı, beytü'l-mâle a'iddir. Meğer ki, hak iddia eden birisi çıkıp, bu malın sahibi iken, onu terk eden veya vefat eden kfm-selerin varisi olduğunu iddia eder ve bu 'iddiasını delil ve bey-yine ile isbat ederse, bu durum tahkik sonucu kesinlik kazanın­ca, mal kendisine verilir.

 

Haber Toplayan Ve Emire'l-Mü'mi Memurlar Hakkımda

 

# Bu babda rey sizindir. Bu gibi şeylerden her ne ki zu­hur ederse, tarafınıza yazarak beyan etmelerini, taşrada bulunan posta memurlarına emrediniz. Her türlü vukuat ve havadisi ket-medip, size bildirmedikleri takdirde kendilerini cezalandıracağı­nızı bildirin. Zira, işittiğime göre, edineceği malumatı size bildir­mek üzere, her tarafa, tayin buyurduğunuz, posta memurları, va-Hierle, o bölgelerde bulunan kumandanların uygunsuzluklarını size bildirmediklerini duyuyoruz. Halktan bir kısmını diğerlerine tercih edip, onları kayırdıklarını ve kayırdıklarının kötülüklerini size bildirmediklerini de duyuyoruz. Bazı kere de âmiller ile be­raber olup reayaya cevr ve zulüm yaptıklarını ve bilinmesi sizce elzem olan, reayanın işlerini gizlediklerini veya vaktinde bildir­mediklerini ağız birliği yaparak insanlara kötü muamelede bu­lunduklarını, beldelerdeki âmiller, kendilerim tasvip etmedikle­ri zaman, yapmadıkları işleri onlara isnad ederek ve bazı kerede -hilaf-ı hakikat olmak üzere- kötü hallerini size arz ve İnha et­mekte olduklarını da duyuyoruz.

Bu gibi hususları araştırıp, teftiş ederek, gafil olmamanız, arayıp sorarak, her memlekette ve her şehirde adil ve mevsuk oian zatları bu işlerle görevlendirmeniz, posta işleri ile askerî işleri bu şahıslara havale etmeniz lazımdır. Âdil ve mevsuk ol­mayanların verdikleri haberlerin kabulü nasıl tecvîz edilebilir?

Bunların maaşları beytü'I-mâlden verilir. Ellerinin altında bu. lunan reâya'nm emir ve hususatından katiyyen hiç bir şey giz­lememelerini ve geciktirmemelerini, meydana gelen hadiseleri size ve valilerinize bildirmelerini, reaya ve valilerin hallerini ta­rafınıza olduğu gibi -bu hususa hiçbir ilave yapmadan ve nok-sanlaştırmadan- arzetmeierini kendilerine emir buyurunuz. Bu emir ve tenbihinize uymayanları tenkil ediniz, (görevden uzak­laştırınız, herkese ibret olacak bir ceza ile cezalandırınız.)

Posta memurları ile nahiyelerde olan askerlerin kumandan­larının âdil ve mevsuk olan zatlardan olmalarına dikkat ediniz Çünkü, posta işlerine 'bakan kumseler, kadı, vali ve diğer me muriar üzerinde müfettiş ve muhbir demek olduğundan, adalet le mevsuf olmadıkları takdirde, verecekleri haberin kabulü caiz ve mucibince amel edilmesi meşruluk sıfatını haiz değildir.

® Posta hayvanları bütün müslümaniarın malı olduğu için, posta memurlarına, müslümaniann İşleri için binmelerini emret­tiğiniz kimselerden başka hiç bir kimseyi posta hayvanlarına bindirmemelerini emrediniz.

Ömer b. A b d ü 1 <a z i z , «posta hayvanlarının şevk­leri için kullanılan değneklerin ucuna demir konulmasından ve ağızlarına ağırca gem vurulmasından nehteymişlerdir.»

Yine rivayet olunur ki: Ömer b. Abdüiaziz'in posta memuru olarak çalıştırdığı bir kişi, bir gün İzni olmadan, kendisinin azatlısı olan bir köle, posta hayvanına binmiş olarak, başka memleketten gelince, kendisini çağırıp, ücret takdiri ile bu ücret beytü'I-mâle konulmadıkça buradan bir yere savuşup gitme» diye emretmiştir.

 

Kadıların Ve Âmillerin Maaşları

 

Kadılarla âmillerin maaşları beytü'I-mâl'in hangi faslından verilir? diye sual buyurdunuz.

Kadılara ve amillere verilecek maaşlar, harâc arazilerinden, beytü'l-mâle alınmış olan, mallardan verilir. Zira, kadılar ve âmil­ler, bütün müslümaniarın işleriyle meşgul olduklarından, maaş­ları da beytü'l-mâl-i müslimîn'den verilmesi iktiza eder. Her memleketin vali ve kadısına o memleketin tahammülüne göre maaş verilir.

Müslümanların işlerinde çalıştırdığınız, her memurun maaşı beytü'l mâl'den verilir. Kadılara ve valilere zekat mallarından maaş verilmez. Yalnız zekat toplamakta istihdam edilen memur­ların maaşları zekat mallarından verilir. Zira, C e n â b-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-şânmda «velâmiline aleyhâ» buyur­muştur.

Kadı, âmil ve valilerin maaşlarının artırılmasına veya nok-sanlaştırılmasına gelince : Bu gibi tasarruflar tamamen sizin emrinize bağlıdır. Bunun için durumu icabiyle onlardan birinin maaşının artırılmasını uygun görürseniz, zam ve tezyid eylersi­niz. Azaltılmasını münasip gördüklerinizi de tenkis edebilirsiniz. Maaşları azaltmak veya çoğaltmak sizin için caizdir.

Elinizin altındakilerin ve berâyâ'nm işlerinin düzeltilmesi hakkında hayırlı ve faydalı gördüğünüzü hemen ve tehir etmeden yaparsanız ve bu hususta derhal gerekli harcamalarda bulunur­sanız, Cenâb-ı Vâcib i'1-Vücûd tarafından, size pek çok sevap ve fazilet ihsan buyuracağını umarım.

Şeriatın hakimleri olan kadılara, halîfelerin ve Benî Hâşim'-İn miraslarından ve terekelerinden, maaşlarının verilmesi ile akâratlarının müsteğalâtlarının ve şâir emvallerinin idaresine bakmak üzere kadılar tarafından vekil tayini hakkındaki sözünüzü uygun görmem. Çünkü beytü'l-mâl, umumun işleri ve menfaat­leri için kullanılacak bir maldır. Kadı'nin maaşı ancak beytü'I-mâl'den verilebilir. Başka türlüsü muvafık değildir.

© Vereseye İntikal eden mallardan, - bu vereseler gerek eşraftan ve gerekse halktan biri olsun - bir şey almayasınız. Zira, önceki halîfeler, kadıların maaşlarını beytü'l-mâl'den verirlerdi.

Miras ve terekelerin muhafaza edilmesiyle idaresine tayin edilen memurlara, işini yürüttükleri terekenin mütehammil oldu­ğu miktarda maaş verilerek varis olan kimselerin helak ve mağ­duriyetini rnucib olacak derecede emvâl-i metrûkeyi, -o mal üzs-rine emin ve vekil bulunduğu halde-yiyip - içipte, varisleri mah­rum ve helak olmuş bir halde bırakmasın. Zira, kadıların ekse­risi -vailahü â'Iem- ne yaptıklarını bilemedikleri gibi, korkusuz­ca, diledikleri gibi harcamaları sebebiyle maiyyetlerinde bulunan ların ekserisi yetim olan varisin, fakir hale duçar olmalarına, he­lak olmalarına ve hatta ölmelerine sebep olmuşlardır.

 

Ehl-I Harbden İslâm Karakollarına Uğrayanlarla Yakalanan Casuslar Hakkında

 

Ey Mü'minlerin Emîri! Ehl-i harbdsn bir kimse, kendi mem­leketinden çıkarak, dar-ı İslâm'a girmek ister ve yol üzerinde bu­lunan veya yoİ üzerinde olmayan karakola girerken yakalanırsa, o kimse :

—  «Ben kendi nefsim, ehlim ve çoluk çocuğum için emân talep etmek üzere çıkıp, İslâm Beldesine gitmek muradındayım.» Veyahut, «Ehl-i İslama bazı tebligat icra etmek üzere, elçilik me­muriyeti ile gideceğim.» diye ifadede bulunursa, bu şahsa ne ya­pılması lazım geleceğini sual buyurdunuz.

9 Harbî olan işbu adam, mezkur karakola uğradığı zaman, çekingen bir halde ve sakınarak uğramışsa, ifadesi tasdik olun­maz ve söyledikleri kabul edilmez. Eğer uğradığı zaman sakınan ve çekinen bir halde bulunmaz İse ifadesi kabul olunur. Bu har­bî :

— Ben padişahımız tarafından, arap parişahına elçi olarak gidiyorum. İşte, padişahın namesi bendedir. Beraberimde bulu­nan hayvanât, eşya ,köle ve cariyeleri hediye olarak padişahını­za götürüyorum.» derse, gerçekten yanında bulunan mallar, an­cak kendi padişahından arap padişahına hediyyeden başka bir şey olması  muhtemel  olamayacağından,  ifadesi, bilinen bir iş hükmünde olup kendisine ve malına dokunulmaz.    Dâr-i İslama girmesine müsaade edilir.

Bu adam, bu durumda öşür memuruna uğrarsa, yalnız, tica­ret için kendisine mahsus olmak üzere, beraberinde getirmiş ol­duğu mallardan öşür alınır. Ancak, kendisine ve mezkur hayva­nat, eşya, mal vesaireye hiç bir kimse tarafından müdahale ve taarruz edilemez.

Rum padişahları tarafından gönderilmiş olan elçi İle kendi­sine emân verilmiş olan harbînin, ticaret için beraberce getir­miş oldukları meta'dan öşür alınır ise de zati eşyalarından öşür alınmaz.

Harbî olan bu adam, yakalanınca,

—  «Ben memleketimden çıktım ve müslüman olarak bura­ya geldim.» derse, bu ifadesi ilk anda kabul edilmez. Durumu in­celenir. Gerçekten müşlüman olmamışsa ve İslâmı kabul etmez­se, bu kimse ve malları müslümanlar için bir ganimettir. Müslü­manlar kendisi hakkında muhayyerdir. Dilerlerse katlederler, di­lerlerse kendisini köle yaparlar.

Öldürülmek İçin getirildiği zaman :

—  «Dininize inandım, Şahadet ederim ki,   Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve resulüdür.» diyerek, İslâm Dinini kabul ettiğini açıklarsa, bu kelâmı islâm dinini kabul ettiğine kâfi delil olduğu için, kendisi müslüman olmuş olur ve kanı korunur, öldürülmez. Mail ve ken­disi Müslümanlara ganimet kalır.

Sshâbs-i Güzin'den H z. C â b i r (R.A.), Fahrî Âlem (S.A.V.) Efendimiz 'İn şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:

—  «Lâilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla harbetmekle emrolundum. 6u kelimeyi söyledikleri takdirde,   A I I a h i n hakkı müstesna olmak üzere, canlarını ve mallarım benden koru­muş olurlar. Müslüman olduktan sonra hesapları   C e n â b-ı Hakka   aittir.»

Padişahın elçisi olan veyahut kendisine emân verilmiş bu­lunan harbîler, dar-ı harbe dönmek istedikleri zaman, at, silah ve Ehl-i harbden alınan esir köleleri ile çıkarılmazlar. Bu gibi şey­leri satın almış bulunurlarsa, bu şeyleri satıcılarına iade eder­ler. Satıcılar da bedellerini onlara geri verirler.

Eğer bu elçinin veya kendisine emân verilmiş olan harbînin güzel bir silahı veya atı olup da, ondan kötü bir silahla veya atla mübadele etmiş bulunursa bu caizdir ve bununla çıkmak iste­diği zaman, kendisinde bırakılmasında beis yoktur. Ancak, sila­hından veya atından daha iyi olan bir at veya silahla mübadele etmiş olursa, önceki silahı veya atı alınıp kendisine iade edile­ceği gibi, kendisinde bulunan silah ve at da alınıp sahibine ye­rilir.

Ehl-i harbden bir kimse, emân ile dâr-i İslâm'a girer, veya-hud padişahları tarafından elçi olarak gelip de, Dar-ı İslâm'dan beraberce köle, silah veya kâfirlerin müslümanlara karşı güç­lenmelerine sebep olacak bir eşyayı alıp çıkmak isterse İmâm-ı Müslimin kendisini bırakmıyarak, mümanaat etmesi iktiza eder. Lâkin elbise, meta' ve bunlara benzer şeylerin satın alınmasın­dan ve çıkarılmasından men olunmaz.

Bu elçi veya müste'men harbî ile, şarap veya domuz gibi şeylerle alış veriş yapılmaz ve faizle muamele edilmez. Zira o kimse," hükmî müslüman ve ehl-i islâm hükmündedir. C e n â b -1 Hakkın haram kıldığı şeylerin, dar-ı İslâmda satılmaları helâl değildir, haramdır.

Müste'men veya elçi olan harbîler, dar-î İslâm'da zina veya hırsızlık fiillerinde bulunmuş olsalar, Fuhakâmızın bazısı der ki : Üzerine had ikame olunmayıp, yalnız, çaldığı malı istihlâk ettiği takdirde kendisine kıymeti tanzim ettirilir. Zira, üzerine bizim ahkâmımız carî olmak üzere, zimmî olarak dar-ı İslama girmiştir. Lakin, bir kimseyi kazf ederse, had tatbik edilir. Keza, bir kim­seye söverse ta'zir edilir. Zira, bunlar 4ıukuk-u ibaddan (insanla­ra ait huklardan) dır.

Bazı fâkihler de der ki : Hırsızlıkta bulunur ise eli kesilir. Keza, zina eylerse haddolunur.

Bu babda, işitmiş bulunduğumuz rivayetlerin en güzel şu­dur: Suç işlerse, işledikleri suçlara göre serî hadlerin hepsi, bu harbîlerin üzerine tatbik olunmasıdır. Bir müslüman, kendile­rinden mal çalarsa elinin kesilmesi lazım gelmiyeceği gibi, am-den bir müslüman, onlardan birisinin elini kesse, kendisi için, müslümanın eli kesilmez. Kıyasın müktezası, müslümandan kı­sas olunmak lazım geldiği gibi, Müslüman kendisinden mal çal­dığı takdirde, elinin kesilmesi gerekirsede, kesilmemesi ve kısas edilmemesi reyinde bulunanlara uyarak, kısas yapılmamasını ve elinin kesilmemesini istihsan eyledim.

Müste'mine olarak dar-ı islâma giren bir kadına, bir müslü­man zina ederse, bütün fakihierin kavlince ve keza benim kav­limde de zina eyleyen müslümana had lazım gelir. Bir müste'­men dar-ı İslâma girerek ikamet müddeti uzadığı takdirde, dar-ı İslâmdan çıkması emredilir. Kendisine çıkması emredildikten sonra, bir sene daha kalırsa, kendisinden cizye alınır.

Ehl-i harbden olan müşriklerin gemilerinden birini rüz­gâr, içindeki müşriklerle beraber, İslâm memleketlerinden, bir memleketin sahiline atarsa, gerek bu gemi ve gerek içinde bulu­nanlar Müslümanlar tarafından yakalanınca, bu müşrikler:

—  «Biz melikimiz tarafından, arap melikine elçi olarak gön-derilmişizdir.  Gemide bulunan şu mallar da kendisine hediye­dir. İşte mektubu da yahımızdadir.» derlerse, kendilerini yaka­layan o memleketin valisinin, eşya ile beraber kendilerini İmâm-i Müslimîn'e göndermesi gerekir, ifadeleri doğru ise ne âlâ. Hi-lâf-ı hakikatsa, mezkur mallar ile  kendileri    müslümanlar  için ganimet olmuş olurlar, ise de,    İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse kendilerini köle eder, dilerse kati eder. Kendisi için her iki sureti yapmak ta caizdir.

Eğer gemidekller:

—  «Biz tüccarız, memleketinize ticaret    emvali getiriyor-duk.» derlerse, ifadeleri kabul edilmeyerek, kendileri ve malla­rı bütün müslümanlara ganimet olur, «Biz tüccarız» ifadeleri ka­bul olunmaz.

Casuslara gelince : Bunlar ya ehl-i zimmetden veyahud ehî-î harbden veya ehl-i İslâmdan olur.

Ehl-i harbden veyahud cizye ödeyen yahudi, hıristiyan ve mecûsî zımmîlerderi olurlarsa, başlarının kesilmesini emret.

Ma'ruf olan müslümanlardan iseler, haklarında şiddetli ceza ve ukubet tatbik edilerek, tevbe edinceye kadar uzun müddet hapsediniz.

$ İmâm-ı Müslimîn, müşriklerin memleketlerine çıkan yollara karakol kurup, o taraftan geçen tüccarı araştırıp teftiş ettirmesi gerekir. Kendisinde silah buldukları adamın silahını alsınlar, yanında kölesi olanların, kölesi de alınıp, islâm belde­sine gönderilir. Mektup ve name taşıyan kimseyi buldukları za­man, kendisindeki mektuplar alınarak okunur. Bu mektupta, müs­lümanlardan bir haber yazılı olduğu anlaşıldığı zaman, onda ki rey veçhile hükmetmek üzere hemen bu mektubu taşıyan ha­berci îmâm-i Müslimîn'e gönderilir.

İmâm-ı Müslimîn'in dar-i harbden alınarak, ehl-i İslâm'ın elinde bulunan esirlerin, dar-ı harbe dönmelerine İzin vermesi doğru olmaz. Meğer ki, bu esirleri fidye karşılığında serbest bı­rakmış olsun. Fidye almadan bırakmaması lazımdır.

© İmâm- Müslimîn, bir miktar asker göndererek, ehl-i has-b beldelerinden bir köye akın yaptırır da akıncıların, bu köyde bu­lunan kadınları, erkekleri ve çocukları alarak,dar-i İslama gön­dermeleri halinde, bu ganimetlerin taksiminden sonra, kendile­ri satın alınıp hepsi azad edildikten sonra, kadınlar ve erkek­ler dar-ı harbe dönmek isterlerse, kendilerini bırakmak hakkı yoktur. Müslümanların eline geçtikten sonra, bir kimsenin dar-ı harbe dönmesine ruhsat verilmemesi gerekir. Ancak size arz ettiğim şekilde fidye yolu ile olursa, fidyeleri alınarak kendile­rini bırakır.

® Eş' aş bize imâm Hasan'm şöyle dedi­ğini rivayet etti:

— Düşmanları, İslâm aleyhine kuvvetlendirecek, silâh ve hayvanların ve keza silaha ve hayvana iane verecek, barut, cep­hane ve hayvan takımı gibi eşyanın, düşman tarafına götürülme­si caiz değildir.

© H i ş a m b. U r v e ' nin babasından rivayet ettiği­ne göre :

Ükeydir D ü m e isimli müşrikin F a h r- i  i e m (S.A.V.) Efendimize takdim ettiği, hediyeyi Efen­dimiz   (S.A.V0    kabul buyurmuşlardır.

Mi s ' ar bize E b û A v n ' den, o da E b û S â -I î h ' den H z. Ali (R.A.) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

—  Ükeydir   Dûme     isimli   kimse,     F a h r-î Âlem    (S.A.V.)    Efendimize    ipekten dokunmuş bîr elbise hediye ettiği zaman,    kabul buyurmuş ve    H z.   AM (R.A.) ye   verip :

—  «'Kadınlar arasında destar kestir.» demiştir.

 

Müşrikler Ve Bağilerle Savaşmak Ve Onları İtaate Davet Etmek

 

Ey Mü'minlerin Emîri!

Harbe başlamadan önce, müşrikler, İslâm Dinine davet edil­meli midirler? Yoksa, davet etmeden mi savaş etmek lâzımdır?

Onlarla harbetmekte, onları İslama davet etmekte ve evlat ve kadınlarını esir etmekte sünnet-i seniyye ne şekildedir?

Ehl-i kıbleden yani müslümanlardan oldukları halde, İmâm-i Müslimîn'e itaatten çıkanlarla, nasıl savaşmak lazımdır? Savaşa başlamadan önce İslâm Dînine ve İslâm Cemaatine girmeye da­vet edilirler mi?

Bu asiler mağlup edilip yakalanınca mallan ve zürriyetleri hakkında hüküm nedir?

Diye soruyorsun.

İşittiğimiz hadis ve haberlere göre Fahr-i K â i-n a t (S.A.V.) Efendimiz, A I I a h u T e â I â ' ya ve Peygamber-i Zîşana İtaat etmeye davet etmedikçe hiç bir kavimle savaşmamıştir.

Hz. Abdullah b. Abbas (R.A.) rivayet eder der ki:

— Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir kavmi davet etmedikçe kendileriyle savaşmamıştır.'

Yine rivayet edilmiştir ki:

Hz.   Selman-ı    Fârisî   fR.A.)    Ehl-i Fâristen olan müşriklere gaza eylediği zaman maiyyetinde ki gazilere buyur­dular ki:

-Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimizin kâfir­lerle savaşa başlamadan önce davet ettiklerini işitmiş bulundu* ğumdan siz de keza kendilerini davet edinceye kadar savaştan el çekin» diye emir ve tenbih buyurdular. Sonra kâfirlerin yanı­na gelip :

—  «Sizi, İslâm Dinine davet ederiz. Müslüman olursanız, bizim lehimize ve aleyhimize mürettep olan, Ahkâm-i İlâhiye si­zin de, lehinizde ve aleyhinizde icra olunur. Eğer, İslama girmez­seniz, zelil ve hakir olarak bize cizye veriniz. Bundan kaçınırsa­nız, sizinle savaşırız.» diyerek yaptığı   teklif üzerine, müşrikler şu cevabı verdiler:

—  «İslâm Dinine girmeyiz, cizye de vermeyiz, Sizinle harp ederiz.» diye teklifi kabul etmekten imtina ettiler.

Bunun üzerine Selmân-ı Farisî (R.A.) Hazret­leri, teklifi üç defa tekrarlamışsa da, reddetmeleri sebebiyle, maiyyetinde olan insanlara,

—  «Şahid olun» dedikten sonra, harbe  başlamalarını em­retmiştir.

•    Bazı, Fukâha ve Tabiîn demişlerdir ki:

—  İslâm Askerleri,  müşriklerle karşılaşınca, İslâm daveti de kendilerine ulaşmış demektir. Bunun için karşı taraf bir ta-lebde bulunmazsa davet etmeden harbedilmeleri caizdir. imâm    Mansur   derki:

—  Deylem Kabilesinin davet edilip edilmediğini    İbra­him    N e h a î' den sordum. Cevaben :

—  «Davet edileceklerini bilmişlerdir,» demiştir. İmâm    Hasan" m    şöyle dediği rivayet edilmiştir:

—  Müşrikler,  İslâm Dinini ve  kendilerinin     İslama davet edilecekleri hususunu bildikleri için, bu zamanda davet edilme­den, onlarla harbedilmesinde beis yoktur.

F a h r-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, gece vak­ti, ansızın bir kavmi basmaz, sabah namazının vakti geçmeyince üzerlerine hücum etmezdi. Karşıdan bir ezan sesi işittiği anda da muharebe'den çekilirdi.

H z.   E n e s    (R.A.)    rivayet eder der ki :

Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hayber üzerine, hareket ederek, gece vakti oraya varmıştı. Lakin, adet­leri, bir kavim üzerine vardıkları zaman, sabah oluncaya kadar, onlara hücum etmemek, basmamaktı. Ezan sesini işitince çeki­lirdi.

Yine rivayet olunur ki:    Peygamber   (S.A.V.)    Efen d I m i z   bir seriyye gönderecek oldukları zaman :

—  «Bir mescid gördüğünüz veya ezan sesi  işittiğiniz za­man hiç bir kimseyi öldürmeyiniz.» diye kendilerine emir buyu­rurlardı.

0 Düşman gafil iken üzerlerine hücum edilmek konusuna gelince ;    Bu babtaki işittiklerimiz şöyledir:

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, düşman gaflette iken üzerlerine hücum eylediği sabittir. Hatta Benî Mus-talık Kabilesi; gafil bulunduğu, bir sırada, hatta, bazıları su ke­narında sürü ve hayvanlarını sulamakta iken onlara hücum et­miştir. Cüveyriye bintî'l-Haris (R.A.), o gün dağda iken yakalanmıştır.

R a s Û I u i I a h £S.A.V.) Efendimiz, bir kavme gaza için gitmek istediği zaman, meramını gizleyerek, başka kavimleri zikrederlerdi. Yalnız, Tebük gazvesinde, gayet sıcak bir vakitte sefer edip sefer edeceği yer de uzak olduğu için düşmana murarbe için hazırlanmak üzere, Tebük'e teşrif ede­ceklerini insanlara haber vermişlerdi.

Yine mutadları şu idi ki, düşmana mülâki oldukları zaman, günün başlangıcında harbe başlamayıp zeval vaktine, meltem rüz­gârının esmesine, A I I a h - ü T e â I a n ı n nusratının gelme­sine kadar te'hir ederlerdi. Düşmanlara mülâkî oldukları zaman şu şekilde dua ve niyazda bulunurlardı :

—  «EyAllahsm! Benim kuvvetim, kudretim, yardımcın sensin. Seninle koşar, seninle hücum ederim. Ancak senin için savaşı­rım.»

Keza, düşmana şöyle beddua ederlerdi:

—  «Ey Allahım! Sen kitabı İndirensin. Hesabı en sür'stlî görensin. Orduları hezimete uğratan Sert'sin. Düşmanları mahv-u perişan et. Onlara korku ver.»

Livâ-i şeriflerinin (bayraklarının) rengi siyah idi.

Q Nitekim M u h a m m e d d. I s h â k' in bana Abdullah b. E b û Bekir' den, onun da A m r e ' -den rivayet ettiğine göre :

H z.   Â İ a e   (R.A.) şöyle buyurmuştur:

—  F a h r - i    Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin    Livâ-i şerifleri, siyah olup    H z.   Â i ş e   (R.A.) nin    başına örtündü­ğü mırt denilen bir nevi yün ve tiftikten    dokunmuş kumaştan idi.

• Â s i m bana Haris b. Hassan (R.A.J in şöyle dediğini nakletti :

—  Bir gün Medîne-i Münevvere'ye geldiğimde, gördüm ki, Faıh r-l   Â il e m    (S.A.V.)   Efendimiz,    minber üze­rinde duruyordu. Etrafında siyah bayraklar vardı.

—  «Bunlar kimindir?» diye sorduğum zaman :

—  «Amr    İibnü'l-Âs    gaza'dan geldi, onundur» de­diler.

H z. Bilal (R.A.) da kılıç kuşanmış olduğu halde Peyga mber (S.A.V.) Efendimizin, huzurunda durmakta idi. R a s û I u M a ıh (SAV.) Efendimiz, bir tarafa ordu sevk edecek veyahud bir müfreze gönderecek ol­duğu zaman, sabah vaktinde gönderirdi. Ve bu vakitte, ümmeti için birlikte dua ederlerdi. Bir sefere çıkacak oldukları zaman Perşembe günü yola çıkmayı severdi.

0 Y a'l â'nın bize Umâre b. Hadî d'den, onun da   Sahr   el-Gâmidî' den    rivayet ettiğine göre :

Fa'h r-i    Âlem    (S.A.V.)    buyurmuşlardır ki:

—  « Ey A I I a h ı m !    Ümmetim   için erken kalkışlarını ve erken saatEerdeki İşlerini mübarek eyle.»

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir ordu veya bir seriyye gönderecekleri zaman, günün ilk saatlerinde gönderirlerdi. Ordu komutanının mızrağına bir bayrak bağlarlar­dı. Zâtü's-sâil gazvesinde, Amr İ b n i'i-Â s (R.A.) in mızrağına bir bayrak bağladığı gibi, Hz. E<bû Bekir (R.A.)de, Hz. H â M d b. V e I î d (R.A.) m mızrağına bir bayrak bağlayıp :

—  «Yola revan ol!    A I I a h - u    T e â I â    seninle beraber olsun.» buyurmuştu.

F a h r-l Alem (S.A.V.) Efendimiz, bir ka­vimle savaşıp onlara galip geldiği zaman, onların kendisine ar-zedilmesi İçin, orada üç gün kalırdı. Nitekim bana S a î d b. Ebî Urâbe, Hz. K a t â d e (R.A.) nin şöyle dediğini rivayet etti:

—  Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,   bir kavme galip gelirse o kavim kendisine arz olunmak İçin orada üç gün ikamet edilmesini severdi.

Bir sefere gitmek istediği zaman da, şu şekilde dua buyu­rurlardı :

—  «EyAllahım-   Seferde saîib [arkadaş) sensin. Geride kalen aile efradına vekil sensin.    Ey   Allahı m! Yolculuk meşakkatinden, masîyetten, boynu bükük, mahcubiyetle geri dönmekten sana sığınırım. Ey   Allahım!   Arzı bizim için tut! Seferi bize kolaylaştır.»

Seferden döndükleri zaman da :

—  «Biz, dönenler, tevbe edicileriz ve Rabbımıza hamdedi-cileriz.»

Aile erfadının yanına vardığı zaman da :

—  Rabbımıza tevbe ettik. Günahlar bizden uzak dursun.» diye dua buyururlardı.

H z. A b d u <I I a fi b. A b b a s (R.A.) rivayet eder ki:

—  Fahr-i   Alem    (S.A.V.)    Efendimiz,    İslâm askerlerini bir yöne sevk edecekleri zaman, komutanlarına,  A i -I a h t a n    korkmalarını ve maiyyetinde bulunan müslümanlara hayırla muamelede bulunmalarını emir ve tavsiye ederlerdi. Ve :

—  «Cenâb-ı    Hakkın    ismi şerifini anarak yâni Besmele   ile savaşınız.   Allahı    inkar edenlerle muka-tele ediniz. Savaşınız fakat, zulüm, haksızlık ve hainlik etmeyi­niz. Kadınları ve çocukları öldürmeyiniz.» buyururlardı.

£ E b û C e n â b bana E b î' I - M i 'h c © I' den, o da Alkame b. M e r s e d ' den O da Süleyman b.    Büreyde' den    şöyle divâyet etti:

—  H z.   Ömer    (R.A.) in    huzurunda ehl-i îmandan mü­teşekkil bir ordu toplandığı zaman, âlim ve fakih bir zatı onlara komutan tayin edip gönderirdi. Bir gün,    H z.    Ömer    (R.A.) İn huzurunda böyle bir ordu toplandı. Bu orduya,   S e I <e m e b.   Kays'ı    komutan tayin edip ona dedi ki :

—  Cenab-ı    Hakkın    ism-i şerifine istiane ile yani besmele ile yo!a çık ve yürü. Kâfirlerle fisebîllah savaş. Müşrik­lerden olan düşmanlarınıza karşılaştığınız zaman, kendilerine üç şeyi teklif et:

1  — İslâm dinine davet et. Eğer kabul edip evlerinde kal­mayı ihtiyar ederlerse mallarından zekat lazım gelir. Müslüman­ların ganimetlerinden kendileri için hisse yoktur. Eğer evlerin­de ve vatanlarında kalmayıp, sizinle beraber olmayı ihtiyar eder­lerse, sizin lehinize ve aleyhinize lazım gelen ahkâm onlara da lazım gelir.

2  — İslâm Dinini kabul etmekten kaçınırlarsa, kendilerini cizye vermaye davet et. Kabul ederlerse düşmanları ile savaşıp, kendilerini himaye ve sıyarcet ediniz. Haraçlarının miktarını ken­dilerine bildiresiniz. Tahammüllerinden ziyade kendilerine tek­lifte hulunmayasemz.

3  — Cizyenin kabulünden kaçıhrlarsa kendileriyle savaşınız kî,   Cenâb-ı    Hak   size yardımcıdır.

Eğer, düşmanlar bir kalede kendilerini emniyete alırlar ve Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanin hükmü üzere kaleden çıkarak tarafınıza gelmelerinin kabulünü talep ederlerse, hakkınızda buna dair Cenâb-ı Hak ile Peygamber-i Zîşanının hükümleri ne olduğunu bilemeyeceğinizden muvafakat etmeyiniz. Eğer, C e n â b -1 Hakkın ve Peygamber-i Zışan'ın zimmeti üzere kaleden çıkmalarını talep ederlerse, bunu da kabul etmeyi­niz, kendilerine, kendi zimmetinizi veriniz. Eğer sîzinle savaşır­larsa, haksızlık ve zulüm yapmayınız, doğruluk yolundan ayrılma­yınız. Kadın ve çocukları öldürmeyiniz.

Ordu komutanı olan    Seleme    b.    Kays    der ki:

—  «Askerle beraber yola çıkıp, müşriklerden olan düşman­ları görünceye kadar gidip, onlarla karşılaşınca Emîre'l - Mü'mi-nîn' in emirleri üzre, ilk olarak kendilerini İslâm Dinine davet ettik. Kabul etmediler. Cizye teklif ettik. Keza, onu da kabul et­mekten kaçındılar. Kendileri ile harbe başladık. C e n â b-ı Hak, »bize yardım etti ve zafer ihsan buyurdu. Bizimle sava­şanların çoğunu öldürdük. Kadın ve çocukannı elsir aldık.

• İ s m â î I b. E b î H â 1 i d ' in bize K a y s b. E b î H â z i m ' den rivayet ettiğine göre, C e r i r (R.A.) şöyle demiştir:

—  Bir igün    Rasûl-ü    Kâinat   (SAV.)   Efendi­miz:

—  Zü'l - Halâsa'dan beni kim rahat ettirir? buyurdu. Zü'l-Haiâsa, Has'am Kabilesinin, cahiiiye devrinde ibadet    ettikleri Ka'betü'l - yemâme namında bir evdi. Derhal, 150 süvari alarak çıkıp gittim. O evi, ateşe verip, uyuz deve gibi bıraktıktan sonra, hemen    R a s Û I u <l I a fr   (S.A.V.)   Efendimize    müjde­lemek üzere bir   adam   gönderdik.   O zat,    P e yg a m b e r (S.A.V.)    Efendimize   vasıl olup, yüce huzurlarına girince :

—  «Sizi Hak Dini ile vazifelendiren ve gönderen   C e n â b -1 v â c i b İ' l-v ü c u d 'a    yemin ederim ki,   Ka'betü'I-yemâ-me'yi uyuz deve gibi bırakınca tarafınıza geldim» dedi. Bunun üzerine,   F a ti r- i    R İ s â I e t   (S.A.V.)    Efendimiz, Ona muvaffak olan süvarilerin mensup oldukları Ahmes Kabilesi halkıye hayvanlarına bereketle dua buyurdular.

Bazı, fakihler, düşman memleketlerinin yakılmasını ve mey­ve ağaçları İle hurma ağaçlarının kesilmesini müstekreh görmüş­lerdir. Diğer bazı fakihler ise :

«Her hangi bir hurma ağacını 'kestiniz, yahud kökleri üze­rine dikili bırakdmızsa, (bunlar hep) Allatın izniyledir, (/ani bu hususta Cenâb-ı Hak sizi muhayyer bırakmış­tır.) Bu izin de (size) fasıkan (rezil ve) rüsvay edeceği için (ve-rilmiş)tir.»[126] ayet-i kerîmesi ile,

«.-■A İlah, bunların yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'mfnlerin elleriyle harap ediyorlardı...»[127] ayet-i kerîmesinin medlüleri ile ihticac ediyorlardı. H z. C >e r î r ' İn, mezkur Zü'I-HaIâsafyı yakmasını, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in ayıplamaması­na ve inkar etmemesine istinad ederek yakmakta beis görmedi­ler.

Bu babda işitmiş olduğumuz 'kavillerin en güzeli- A I I a h - u â'Iem- ehl-i şirk olanlara karşı her türlü silah ite savaşmakta ve ev-yurd-konak gibi menzillerini yakmakta, yıkmakta, hurmala­rının ve diğer ağaçlarının kesilmesinde, mancılık denilen alet ile kendilerine hirşey atmakta beis olmadığıdır. Ancak, 'bu gibi şey­ler ile çocuk, kadın ve ihtiyarlık yaşına ulaşmış olan pirlerin mu­sibete uğramaları, ölmeleri, ıkasdedilmemelidir.

Müslümanlara zarar vermelerinden korkulduğu zaman, müş­riklerin müdebbir kölelerini satmak yaralılarını itlaf etmek vs esirlerini kateltmek dahi caizdir.

Bulûğ çağına gelipte sakalı traş olunacak dereceye varmış olanlar katledilirler. Yaşlan bundan aşağı olanlar, çocuk sayıl­maları hesabiyle »katledilmezler.

Esirlere gelince: Bunlara, İmâm-ı Müslimînin huzuruna getirildiği zaman, İmâm-ı Müslimîn muhayyerdir. Dilerse, kat­leder; dilerse, onlarla müfâdât eyler. Yani esir olan müslürnan-larla mübadele edip, salıverir. Hasılı, müslümanlar hakkında da­ha uygun, İslâm Dini için ihtiyata daha muvafık hangisi ise, onu yapmayı tercih eder. Ancak, altın, gümüş ve meta' ile müfâdât etmeyip, müslümanlardan kendilerinde olan esirlerle müfâdât eder.

Askerin, almış olduğu esirlerin ve malların hepsi ganimettir. Bu ganimetten Ihurris £1/5) çıkarılarak, Cenâb-ı H a k -k ı n Kur'an-ı Keriminde zikredilen sınıflara, kalan dört humsu (4/5) onu ganimet olarak alan mücahid askerler arasında taksim edilir. At için 2, asker için 1 sehim verilir.

Arazilerden ganimet olarak alınan olursa, müslümanlar hak­kında, ihtiyata en uygun ^olan ne ise, imâm-ı Müslimîn onu isti­mal eder. Yani, bu araziyi, isterse, H z. Ömer (R.A.) in Irak sevâdım, sahihlerine terk ettiği gibi terk edip, üzerine ha-râc konulmasını emredebilir. Başka bir şekli uygun gördüğü tak­dirde de, o şekli uygular. Eğer arazinin, fetheden mücahidler ara-

sında taksim edilmesi re'yînde olursa, humsunu (1/5) çıkartarak, kalanı taksim eder. Hasılı, müslümanlar hakkında hayırlı olan re'yi araştırarak, İlerisini düşünüp görerek, tedbirli olarak, ge­rekeni yapmak, İmâm-ı Müslimînin rey'ine havale edilmiştir. Bun­lardan her hangi birisini yapmakla, Allah İndinde mes'ul ol­mayacağını umarım.

H a c c â c    bana    Hakem   b.    U t e y b e' 'den, o da   M İ k s e m ' dan   Abdullah   b.   A b b a s    (R.A.) in şöyle dediğini rivayet etti:

—  F a 'h r - i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,   ka­dınların öldürülmelerini yasakladılar.»

0 UbeyduIIa-h bana İmâm N â ' f î' den I b n - i    Ömer'in    şöyle dediğini rivayet etti:

-«Fafır-i Risâlet (S.A.V.) Efendimizin gazvelerinin birisinde, harp meydanındaki ölüler arasında, kat­ledilmiş bir kadın bulundu. Bunun üzerine, kadınlarla çocukların öldürülmelerini yasaklamışlardır.»

0' L e y s bize İmâm Mücâhid'İn şöyle buyur­duğunu rivayet etti:

—  Muharebe'de çocuklarla, kadınlar ve pîr-i faniler katle­dilmez.

9 D â v u d bize İ k r I m e vâsıtası ile H z. Ab­dullah    b.   A b b a s    (R.A.) dan şöyle rivayet etti:

—  Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,    bir tara­fa asker gönderdiği zaman, «Kilise ve havralarda bulunan görev­li kimseleri öldürmeyiniz.» buyurdular:

•    E ş ' a s   veya başkasının bize    Hasan' dan    rivayet ettiğine göre :

—  Haccâc'm huzuruna bir esir getirildi. Orada bulunan Abdullah   b.   Ömer   (R.A.) e:

—  Kalk bunu öldür diye teklif etti. O cevaben :

—  Bununla emroîunmadık.    C e n â b -1    H la k ,     Kur'ân-ı Kerîminde «...Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun.  (Ondan) sonra ise ya îyiliEc (yapın)[128], yahud fidye (alın)[129],[130] buyurmuştur, dedi.

Yine E ş ' a ş bize H a s a n ' m şöyle dediğini rivayet etti :

—  F a h r - İ    Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   esirle­rin öldürülmelerini müstekreh görürlerdi.»

İbn-i Hudeyc'in bize haber verdiğine göre, İmâm A t â    da  esirlerin öldürülmelerini   müste'hrek görürdü.

Ben derim ki : Esirlerin kati-edilip edilmemesi İmâm-ı Müslimînin re'yine havale edilmiştir. İslâm Dini ve~ Müslüman­lar hakkında, esirlerin öldürülmeleri uygun ise, kendilerini kat­leder. Eğer onlarla müfâdât eylemek daha hayırlı İse, düşman elinde bulunan müslüman esirlerini onlarla müfâdât edip, kur­tarır.

Muhammed'in bana Z u h r î vasıtası ile H u -mey d b. Abdurrahman' dan naklettiğine göre, H z.   Ömer   (R.A.)     şöyle buyurmuştur:

—  Kâfirlerin elinden bir müslümam kurtarmak bana, Arap Yarımadası  büyüklüğünde olan bir ülkeyi istilâ etmekten daha değerlidir.

# L e y s ' İn bana haber verdiğine göre, Hakem b.    U t e y b e    ile    M ü c â h i d    şöyle dediler:

—  H z.    Eb û    B e k r - i    S ı d d îk    (R.A.):

—  «Müşriklerden bir kimseyi   esir aldığınız zaman  müfâ­dât eylemek üzere size 2 müd dinar verilmiş olsa bile yine rnü-fâdâtım kabul etmeyiniz.» buyurmuştur.

İmâm Ebû Hanîfe, hocası H a m m a d va-sıtasiyle    İbrahim    Nehaî' den    rivayet eder ki:

—  İmâm-i  Müslimîn, esirlerde muhayyerdir.    Dilerse mü­fâdât eder, dilerse bilâbedel kendilerini salıverir, dilerse kat­leder.

Bazı şeyhlerin bize Ali b. Z e y d 'den, onun da Yusuf b. Mihran' dan onun da Hz. A b d u I • I ah b. A b b a s (R.A.) dan, rivayet ettiğine göre H z. Ömer    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «Müşriklerin elinde bulunan    her bir müslüman esirin kurtarılması için verilecek müfâdât bedelinin, müslümanların bey-tü'l-mâlinden verilmesi lâzım gelir.»

© At â b. e s - S â i b bize İmâm Ş a ' b î' ■ den H z. Abdullah b. Ömer (R.A.) in şöyle bu­yurduğunu rivayet etti :

—  Uhud Gazvesinde kadınlar, yaralılara bakarlardı.

 

Ganimetler Ne Zaman Taksim Edilmeli

 

Müslümanlar, müşriklerden ganimet aldıkları zaman bana hoş gelen, dar-ı harbden, dar-ı İsîâma ihraç etmedikçe taksim ofunmamaktir.

Çünkü, her ne kadar dar-ı harbde taksim edilmesi caiz ise de, ganimet malları dar-ı harbde kaldıkça mahrez addolunami-yacağından, dar-ı harbden çıkarıldıktan sonra taksim edilmesi efdaldir. ıNitekim. R a s û I u I İ a h (S.A.V.) Efendimiz, Bedir Gazvesinde ganimet olarak alınan malları, Medîne-i Mü-nevvere'ye teşrif ettikten sonra taksim buyurmuşlardır.

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kızı ve H z. Osman (R.A.) in zevcesi olan R u k ı y y e (R.A.) hasta olduğu için Bedir Gazvesinde, H z. Osman (R.A.) Medine'de bırakılmıştı. Bu sebepten dolayı, H z. Os­man (R.A.) a, Bedir Gazvesinde bulunan mücahidler gibi ganimetten 1 sehim çıkarılmıştır. Ayrıca, T a I h a b. Ab-dul I a h (R.A.), Şam'da bulunduğu için, bu harbe iştirak edememiş ve kendisine de 1 sehim çıkarılmıştır.

Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz,    Hayber' den alınan ganimetleri, Tâif'ten gittikten sonra, CiVâne denilen yerde taksim eylemiştir.

Hayber'in diğer gazvesinde, 'ganimet mallarını her ne ka­dar  Hayber'de taksim   eylemiş ise   de,  bu  gazvede  Hayber'e galip geldikten sonra, ahalisini  Hayber'den çıkarıp, sürmesi se­bebiyle orası dar-ı İslâm hükmünde olmuştur.

Benî Mustalık Kabilesinin ganimetlerini memleketlerinde taksim eylemesi, beldelerini fethettikten sonra, üzerlerine bu hükmün icra edilmesiyle, bu malların orada taksimi, Medîne-i Münevvere'de taksimi   menzilesinde olmasından  dolayıdır.

 

Ganimetin Helâl Olduğu

 

© Yezîd b. Ebî    Ziyâd    bize    M ü c â h i d ' den, o da    H z.   Abdullah    b.   A b b a s    (R.A.) dan, Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimizin    şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir :

—  Ganimet bana helâldir. Benden    önce hiç bir kimseye helâl olmamıştır.

9 A'm e ş bize E b û S â I i h'den, o da H z. E b û Hureyre (R.A.) den Fahr-i Kâinat (S.A.V.) E f e n d i m i z ' İn    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  Sizden evvel, başları siyah olan hiç bir kavme, ganimet malları helâl olmamıştır. Öyle bir ganimet vukuunda semadan ateş inerek, ganimet mallarını yakardı.

Bedir Gazvesi olunca, her kesin ganimet malını almaya hücum etmesi üzerine, Cenâb-ı Hak «Eğer, A I-I a h ı n geçmiş bîr yazısı (hükmü - takdiri) olmasaydı aldığı­nız (fidye) de size her halde büyük bir azap dokunurdu.»[131] «Artık elde ettiğiniz ganimetleri helâl ve hoş olarak yeyin...»[132] âyet-i kerîmelerini inzal buyurmuştur.

 

Ganimet Mallarının Taksimden Önce Satılamıyacağı Fakat Yenebileceği

 

© Hiç bir kimse taksim edilmeden önce, ganimet malla­rında olan hissesini satmaması gerektir. Nitekim, H z. Ab­dullah    b.   Abb'as    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  «Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,   tak­sim  edilmedikçe ganimet mallarını satmayı nehyetmiştir.»

Müslümanların, ganimet mallarından -taksimden önce -yemelerinde ve arpa ve saire gibi şeylerden hayvanlarına ye­dirmelerinde beis yoktur. Koyun ve sığır kesmeye muhtaç olur­larsa, kesip yiyebilirler. Gerek kendilerinin yediği şeylerde ve gerek hayvanlarına yedirdikleri arpa vesâirede hums (5/1) hak­kı yoktur. Zira, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-in ashob-ı güzininin böyle yapmış oldukları sabittir.

Ganimetlerden, -taksimden evvel- hiç bir kimse, hiç bir şey satamaz. Şayet satarsa, bedelini yemesi veya ondan fayda­lanması caiz olmaz. Taksim edecek zata iade etmesi lazımdır. Zira, yalnız yemeye ve hayvan yemine ruhsat varid olmuştur. Başkasına ruhsat verilmemiştir. Yeme ve hayvan yeminden başka -bu mala- tecavüz eden kimse hıyanet etmiş demektir.

® Yahya b. Saîd bana M u h a rn m e d b. Yahya (yani İ b n-i H i b b â n) dan o da E b û A m r e ' den o da Zeyd b. Hâlid el-Cühenî'-den    rivayet etti :

Müslümanlardan birinin Hayber'de vefat ettiği Fahrî Kâinat   (S.A.V.)    Efendimize    haber verilince:

—  «Arkadaşınızın cenaze namazını kılın» diye emir buyur­maları üzerine, kendisinin ölen o kimsenin cenaze namazını kıl­mayacağını halk anlayınca şaşırdılar. Peygamber (SAV.) Efendimiz,    halkın bu şaşkınlığını görünce :

—  «Arkadaşınız, fîsebîlilteh gazada bulunduğu halde, gani-nimet  malına hıyanet eyledi.» buyurdular.    Bunun   üzerine,  o kimsenin emtia ve eşyasını arandığında .emtiası İçinde, 2 dir­hem kıymetine bile müsavi olmayan yahudi boncuklarından bi­raz boncuk görüldü..

# H i ş â m bize İmâm Hasan'in şöyle de­diğini rivayet etti :

—  Schâbe-î güzîn, getirdikleri, ganimet mallarından yerler ve hayvanlarına yem  verirlerdi. Lakin ganimetten hiç bir şey satmazlardı. Şayet bir şey satılmış olursa, taksim edecek zata bedelini iade ederlerdi.                                                                 

Keza, M u ğ î r e bize H a m m â d vasıtası ile İ b-rahim    N e h a î' nin    şöyle dediğini rivayet etti:

Sahabe i güzin hazretleri, harp edilen yerde, taksimden ön­ce, ganimetler arasında bulunan yiyeceklerden yerler ve arpa vesaireden 'hayvanlarına yem verirlerdi.

9 İmâm-ı Müslimîn veya valisi bulunan zat, bir kimseyi veyahut bir asker topluluğunu, ganimet malı toplanıp el altına alınmadan önce, «Kim, küffârdan bir kimseyi katlederse, üze­rinde olan şeyler kendisinindir» veyahud «kim kâfirlerden biri­ni yaralayıpda kendisinde bir mala rast gelirse, o malın şu mik­tarı kendisinindir» veya «Kim, bir şeyi ganimet olarak alırsa, ondan kendisine şu kadarı verilir» gibi mücahidlerin teşvikini mucip söz söylemesiyle, toplanıp bir araya getirilmeden önce ganimet mallarından, bazısına çok vermekte beis yoktur. Lâkin bu ganimet, toplanıp el altına alındıktan sonra, vali olan zat hiç bir kimseye ondan fazla olarak hiç bir şey tenfii[133] edemez.

Hasan b. Umâre bize Habîb b. Nehâr'dan babasının şöyle dediğini rivayet etti.

«Tüster isimli memleketin fethinde, kapısında ilk önce ateş yakan ben idim. Orayı fethettiğimiz zaman H z. E b û Mûsâ el-Eş'arî beni kavmimden 10 kişi üzerine emir tayin etti.   Ganimetten bana bir sehim fazla verdi.»

0 Harbe girenlere, harbe giriş şekillerine göre ganimet­ten sehim verilir. Meselâ, at ile harbe giripte, ganimetin el altında toplanmasından sonrfa, atı telef olan mücahid ile gani­metin taksiminden evvel, at bulup üzerine binenlere atlan için sehim verilir. Piyade olarak muharebeye girdikten sonra, gani­met olarak at alıp, üzerine binerek savaşan kimseye at için se­him verilmez.

Zımmî ve kölelere gelince, Müslümanlar muharabede kendi­lerinden yardım gördüklerinden dolayı, ganimetten kendilerine sehim  çıkarılmazsa da, kendilerine bazı şeyler verilir.

Keza, yaralıların tedavilerinde, hastaların hizmetinde fayda­sı görülen kadınlara sehim verilmezse de, ganimetden bir miktar şeyle hatırları hoş edilir, gönülleri alınır.

Zimmî, köle ve kadının harpte menfaatleri olmazsa kendile­rine bir şey verilmez.

Ücretle çalışanlara, devecilere, tüccarlara ve bunlara benze­yenlere gelince, bunlardan muharebe ve kıtalde hazır bulunanlara senim çıkarılır. Muharebede hazır bulunmayanlara senim veril­mez. İmâm-ı Müslimîn veya tarafından tayin edikniş bulunan vali, ihmâl ve iskalin hıfzına veyahud askerin muhafazasına tayin eyledikleri kimselere sehim çıkarılır.

Muhammed b. İshâk bize Z ü h r î' den o da Y e z î d ' den H z. Abdullah b. A b b a s (R.A.) in    Hürmüz    isimli kâtibinin şöyle dediğini rivayet etti:

—  Necde    isimli zat,   Abdullah    b.   A b b b a s (R.A.) a   mektup yazıp «Kadınlar,    F a h r- i   Âlem    [S.A.V.) Efendimizin    maiyyetinde muharebede hazır olurlar mıydı? Ganimetten kendilerine sehim çıkarır mıydı?» diye sordu,   H z. Abdullah    b.   Abbbas    (R.A.)    N e c d e ' ye,   şu şe-kilde.cevabî mektup yazdı :

«Kadınlar, H z. Peygamber (S.A.V.) in maiyye-tinde muharebede bulunurlardı. Lakin, kendilerine hisse çıkarıl­mazdı, kendilerine gönülleri hoş olacak kadar bir miktar şey ve­rilirdi.»

Muhammed b. Yezîd, bana £ <b u ' I - L a h m isimli zatın azatlı kölesi olan U m e y r' İn şöyle dediğini nakletti:

—  Ben köle iken, Hayber Gazvesinde bulundum.    Fahr-I Kâinat    (S.A.V.)    Efendim iz,    Hayber'i fethedince bana bir kılıç ihsan edip, «bunu kuşan» diye emir duyurdular. Bana bir harbînin metaıni vermiştir ama, ganimetten bana ayrı­ca bir sehim çıkarmamıştır.

H a c c âc bana A t â ' dan Abdullah b. Ab-bas    (R.A.) in şöyle buyurduğunu rivayet etti :

— «Köle için ganimet malında hisse yoktur.» Eş'aş' in    bana    rivayetine göre :

—  «Köle ve ücretli kimse savaşta hazır bulunurlarsa, ken­dilerine ıbir şey verilir mi?»  diye   İmâm    Hasan    ile İbni    Şîrîn'den    sorulduğu zaman :                  .                   '-

—  «Kendilerine  ganimetten bir şey verilmez»  diye cevap vermişlerdir.

@ Imâm-i Müslîmîn veya onun tarafından asker üzerine tayin edilmiş olan zatın ruhsat ve izinleri olmayınca hiç bir ta­rafa asker sevk edilmez. Müslümanlardan hiç bir kimse, ordu komutanının izni olmadıkça müşriklerden bir kimseye hücum edemez, onunla savaşamaz.

A ' m e ş bize Ebû Salih' den Ebû Hurey-r e (R.A.) nin, «Ey îman edenler, A I I a h a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.»[134] âyet-i kerîmesindeki ulu'l-emr'i emîrler-komutanlar olarak tefsir ettiğini rivayet etmiştir.

Eş'aş bize İmâm H a s a n ' in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

— «Emirin İzni olmaksızın hiç bir tarafa asker sevk oluna­maz. Emîrin askere tenfii eylediği mallar, o askerindir.»

Müslümanlar, müşriklerden birisini katletseler harbîler de o maktulün cesedini satın almak isterlerse, İ m â m -1 Âzam Ebû Hanîfe: «Satışında beis yoktur.» demiştir. «Nite­kim görülmez mi ki, gasp suretiyle ehl-i harbin mallarını almak Müslümanlar için helâl olduğu halde, kendi istekleriyle alınma­sı daha ziyade helâl ve efdaldir. Zira, onların kanlan ve malları Müslümanlara helâldir.» 'buyurmuş ise de ben onu kerih görüp, öldürülen harbinin cesedinin satılmasını yasaklarım. Zira, şarap, domuz, ölü ve kanın gerek ehl-i harbe ve gerek başka kimselere satılması müslümanlar için caiz değildir.

Nitekim, I b n i E b î Leyi â'nın bize Hakem'-den onun da M İ k s e m ' den rivayet ettiğine göre, A b -d ti I I a h    b.   A b b a s    (R.A.)    şöyle buyurmuştur:

—  Müşriklerden bir adam hendeğe düştü ve öldü harbîler, bir miktar mal  karşılığında cesedini satın almak istediler. Du­rum kendisine arzedilerek, Fahr-i Kâinat   (S.A.V.) Efendimizden   izin istendiği zaman, kendilerini bunu yapmaktan nehyetmişlerdir.

O Müslümanların ellerinde bulunan hayvanların kesilme­sine gelince : Müslümanlar korku veya başka bir sebeple dar-ı hardfoen çıkmayı istedikleri zaman, ellerinde bulunan hayvanlar, taşınması zor olan emtia ve silahlar hakkında fukahâ arasında ihtilaf vaki olmuştur. Bazı tekinler, «hayvan, silah/ve emtiayı Müslümanlar hali üzere terk eder.» demişler İse de.^bazı fakih-ler de mezkur 'hayvanların kesilip, yakılması re'yinde bulundu­lar.

Bana göre : Müslümanların hayvanlarından ve terlettikleri mallardan müşriklerin faydalanmaması için, kesilmesi ve yakıl­ması daha iyidir.

Müslümanların emtia, köle vs hayvanlarından bazısını ehl-i harb galip gelip aldıktan sonra, bu mallar tekrar müslürnanla-rın ganimet olarak almış oldukları malların arasında çıkarsa, tak­simden önce, sahibi bedelsiz olarak malını alır. Ancak, ganime­tin taksiminden sonra, malını bulursa, kimin seliminde çıkmış ise kıymetini ödeyerek kendisinden alabilir. Eğer, bu malı, seh-minde çıkan kimseden veya ehl-i harbden, diğer bir kimse satın alırsa, bu malın esas sahibi, satın alınan bedel ile satın alandan geri alabilir.

Ehl-i harb, o malı, diğer bir kimseye hibe etmiş olursa, kıy­metini ödiyerek, ilk sahibi o malı alabilir.

Rivayet edilmiştir ki: Hz. Abdullah b. A b b a s (R.A.) m kölesi, kısrağını alarak kaçmış ve düşman arazisine gir­miştir. Daha sonra Hz. H â I I d b. V e I î d (R.A.), o beldeye galip gelip, o köleyi yakalamıştır. Abdullah b. A b b a s (R.A.) a yalnız birini iade etmiştir. Yani hem köleyi hem kısrağı vermemiştir. Bu hadise, F a h r-i Âlem (S.A.V.)    Efendimiz    hayatta iken vuku bulmuştur.

9 S i m â k b. Harb bize Tenim b. Tara-f e    (R.A.) den şöyle rivayet etti :

— Müslümanlardan bir kimsenin devesini, müşrikler aldık­tan sonra, diğer bir adam onlardan salın alıp götürmüş. Devenin evvelki sahibi daha sonra, müşriklerden satın alan khriseyi, Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimize şikayet ede­rek devesini almak İstemiş. Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin    huzurunda icra edilen muhakemelerinde, devenin ilk sahibi delil ve şahit göstermekle, ehl-i şirkten satın aldığı bedeli verip, mezkur deveyi geri almasına hüküm buyurmuş ve devenin sonraki sahibi razı olmadığı takdirde kendisine İlişme­mesini evvelki sahibine emretmiştir.

• H a c c âc bize Hakem' den İbrahim Ne-h a î' nin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

—  Müslümanları  yenerek,  müşriklerin  almış  olduğu  malı, sonradan  Müslümanlar  galip gelerek    ganimet olarak alsalar, taksimden önce sahibi gelirse kendisine iade edilir. Taksimden sonra sahibi gelirse bedeli alınarak kendisine verilir.

L e y s bize İmâm M ü c a h i d-' den de bunun ben­zeri bir rivayette bulunmuştur.

M u g t r e   bize   yine    İbrahim    N e h a î' nin söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

—  Müslümanlardan hür bir erkek veya  kadın, hür   olan zimmî veya zımmiye, düşmanlara esir düştükten sonra, bir kim­se onları satın almış olsa, onlardan hiç birisi köle olmazlar. An­cak, çalışarak kendilerini satın alan kimsenin vermiş olduğu be­del her ne ise, kazanıp kendisine ödemeleri lazım gelir. Bu bab-da işitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur.   A I I a h u â'lem,

Ümmü veled ve müdebber olanlar da bu kabildendir. Yani, hiç bir kimseye köle olamazlar. Böyle bir durumda, satılmışlar-sa, bedelleri mukabilinde efendilerine iade edilirler.

Hür olan bir kimseyi, müşrikler esir ettikten sonra, henüz müşriklerin ellerinde iken, kendilerine köle olmak üzere İslâm düşmanlarına sığınmış olsalar, o müslüman 'hürdür, köle olamaz. Ümmü Veled ile müdebber de bu kabildendir. Efendileri her kim ise ona iade edilmeleri lazım gelir. Keza, mükatep olan kölenin de, kitabeti durumuna iade edilmesi lazım gelir. Bunların hiç birisi köle olamaz.

Satılması caiz olmayan, her hangi bir malın ehl-i harp tara­fından alınmasından sonra, bu herbîler İslâm Dinine girdikleri takdirde, o mala sahip olamazlar. Ancak, müşriklerin, müslü-manlardan bir köle, cariye veya emtia aldıktan sonra, İslâm Dinine girmiş olsalar, bunların hepsi kendilerinin olmuş olur. Bu köle veya cariyenin efendisi veyahut malın sahibi, onları ken­dilerinden geri alamaz.

Hasan b. Umâre bize M ü n î r b. Ab­dullah' dan (13S) pederi A b d u I I a h ' ırr şöyle anlattı­ğını rivayet etti:

-Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzu­runa gelip, İslâm Dinîni kabul ettiğim zaman :

— «Ya R a s û I a I I a 'h , benim kavmim İslâm Dini ile müşerref olunca, yanlarındaki mallarını kendilerine terk bu­yurunuz.» diye arzettim. Kabul edip, o şekilde müsaade buyur­muşlardır.

O Haccâc'ın bize rivayet eyiğine göre İmâm A t â   şöyle buyurdu :

—  «Bir kimse, müsiüman olduğu zaman yanında olan mai kendisinindir.»

İ b n - i    C ü r -e y c    bize şöyle dedi:

—  Hür olan  kadınları, düşman  ele geçirdikten sonra, bir kimse satın almış olsa, o kadına yaklaşabilir mi? diye   İ mânr A t â ' dan    sordum. Şu cevabı verdi:

—  «Yaklaşamıyacağı gibi, kendilerine köle muamelesi  de yapamaz. Ancak, aldığı bedel ile onları serbest bırakır. Bu be­delden daha fazla almaya da hakkı yoktur.»

 

Savaşta Hakemlik Konusu

 

ö Ehl-i harbe ait bir kale, Müslümanlar tarafından muha­sara edilip de, içerde mahsur olan müşrikler, ismini bildikleri bir kimsenin hükmüne razı olmak üzere kaleden çıksalar, sulh yapmak üzere hakem tayin ettikleri kimse de, onların öldürül­mesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmiş olsa, bu hükmü ve bu hükümle amel edilmesi caizdir. S a'd b. M u â z (R.A.), Benî Kurayza halkına o şekilde hüküm ver­miştir.

£138)    Bu  isim  bazı  nüshalarda   «Münir,   Abdullah'dan»   şeklinde   iki ayrı isimmiş gibi yazılmıştır.

M u h a m m e d    b.    İ s h a k,    bana    şöyle rivayet etti :

—- F a h r - i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Benî Kurayza Kabilesini muhasara eyledikten sonra, haklarında S a 'd b. M u â z hükmetmek üzere, -kaleden indiler. S a ' d b. Muâz da, Hendek Savaşında kendisine isabet eden bir oktan aldığı yaradan ve gözlerindeki bir ağrıdan dolayı, çadırda yatı­yordu. Kabilesi halkı, «kendisini bir merkebe binidirip götürürler­ken, kendisine :

—  «'Hz.   Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz, seni cahiliyye devrinde yardımlaşmak üzere kendileri ile mua-hade yaptığın Benî Kurayza'ya hakem tayin etmiştir.» dediler.

Bunun üzerine S a 'd—b.    Muâz   (R.A.):

— «Şimdi, Cenâb-ı Hakkın rızasını tahsilde, hiç bir kimsenin levm ve itabından S a 'd 'm korkmayacağı vakit gelmiştir.» dedi. Bunun üzerine, beraberinde bulunanlardan bu sözü işitenlerin bazısı, Benî Kurayza'nın helak olacağı haberini kendi kabilelerine götürmüşlerdir.

H z. S a' d b. Muâz (R.A.), Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelince, F a h r-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz kendisine, hakemlik gö­revinin verildiğini bildirdi. Bunun üzerine, S a ' d b. Muâz, gözleri kapalı olarak, durduğu yerden :

—  Sizin  hakkınızda  ne şekilde    hükmedersem,  o şekilde hakınızda icrasına ahd ve mîsâk olsun mu? deyince    H z.     R a s u I - i    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz   ve   yayındaki müslümanlar:

—  «Evet,   o   şekilde   olsun»   buyurdular.   Bundan   sonra Sa'd    b,    Muâz    öbür tarafına dönüp, aynı sözü tekrar edin­ce.    Benî Kurayza da :

—  «Evet, o şekilde olsun» deyince,     Sa'd    b.    Muâz (R.A.):

—  Benî  Kurayza'nm erkeklerinin  katledilmesine, kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmettim.» dedi.    Bunun üzerine Rasûi-ü    Ekrem    (S.A.V.)    Efendimiz,    H z.   Sa'd b.    M u â z ' in    bu hükmünü doğru ve güzel bularak :

— « C e n â b -ı Ha k'k ı n yedi kat semânın üstündeki hükmü ile hükmettin.» buyurdular.

Sonra, Peygamber (S.A.V.) E f e nd i m i z i n emri ile, Benî Kıarayzsyı, Benî Neccâr'dan H a r i s ' in Kızı diye tanınan bir kadının evine indirdikten sonra, hepsinin bo­yunları vuruldu.

$ Hakem olan H z. S a' d b. M u â z (R.A.), er­keklerinin katledilmesine kadın ve çocuklarının esir edilmesine hükmetmeyipte, üzerlerine cizye vaz'ına hükmetmiş olsa idi, bu hükmün yerine getirilmesi lazım gelirdi. Hatta, İslâm Dinîne da­vet edilmelerine hükmedilerek, onlar da İslâm Dinîni kabul et­miş olsalardı, keza, bu hüküm caiz olurdu. 'Bu durumda kendile­ri hür müsiümanlardan sayılmış olurlardı.

Keza, İmâm-i Müslİmîn veya tarafından vali (komutan) ta­yin edilmiş olan zatın hükmüne rıza göstermiş olsalar, ne şe­kilde hüküm verilirse, -zikri geçen hakemlerin"hükümlerinin caiz olduğu gibi- İmâm-ı Ivliisîimîn'in veya valisininj hükmü de caiz­dir.

Bir kalede bulunan ehl-i herb, bir müslümanin hakemliğine ve onun hükmü ile kaleden çıkmaya razı olsalar ve kaleden çık­tıktan sonra, hükmüne rıza gösterdikleri kimse, hüküm verme­den vefat etmiş bulunsa, hakemlik vazifesinin başka bir şahsa verilmesini vali (komutan) olan zat, kendilerine teklif eder. Ka­bul edip, başka bir hakem seçtikleri takdirde, bu hakemin ver­diği hükme göre hareket edilir.

Başka bir hakem seçmekten  imtina etmeleri halinde ise, kalelerinden çıkmamış olurlarsa, önceki mukavele ilga edilerek, eskisi gibi, kendileri ile derhal savaşa başlanır.

Kalelerinden çıkıp, indikten sonra, hakemi kabul etmemele­ri halinde, 'kaleye tekrar döndürülerek, önceki mukavele ilga olu­nur.

Müştereken iki kimsenin hükmüne razı olarak, kaleden in­dikten sonra, hüküm vermeden önce, hakemlerden birisi vefat edipte, hayatta kalan kimse, önce zikredilen hallerden biri İle hükmetmiş olsa, eh!-i harp yalnız onun hükmüne razı olmayınca', o hakemin verdiği hüküm caiz değildir. Bu durumda, yani yalnız birisinin hükmüne razı olmadıkları yahut iki taraf arasında ih­tilaf meydana geldiği takdirde, vefat eden hakemin yerine kaim olmak üzere, bir başkasını intihap ederler.

Hakemlerin hiç biri vefat etmeyip, ancak ikisi arasında na­sıl hükmedeceklerinde görüş ayrılığı meydana gelse yine hakla­rında hüküm verilenler, o zaman birisinin hükmüne razı olma­yınca ve iki taraf rıza göstermeyince hükümleri caiz değildir.

İki tarafın birisi rıza gösteripte, diğer taraf razı olmazsa hü­kümleri caiz değildir. Her iki taraf ayrı ayrı bir kişinin hükmü­ne razı olmuş olsa, bu da caiz değildir. Hakem olan iki kimse, ittifakla onların kaleye eskiden olduğu gibi iade edilmelerine hükmetmiş olsalar, bu kararlan hüküm olmayıp, belki bu hük­metmekten dışarı çıkmak demektir. Onlar, sanki «biz hakemi kabul etmeyiz» demiş addolunurlar. Bu iki hakem, onların dar-ı harbdski kale veya emniyette olacakları yerlerine gönderilmele­rine hükmetseler, bu hükümleri caiz değildir. Bu lurumda da hakemlikten çıkmış olurlar. Rıza gösterildiği takdirde yeniden hakem seçilir. Razı olmamaları halinde ise, eskisi gibi muhasa­ra altına almak iktiza eder.

Cenâb-ı Hakkın veya Kur'an-i Azîmü'ş - Şân'in hükmü ile hükmedilmek üzere kaleden çıkmayı talep etmeleri halinde, -Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmü üzerine inmelerinin yasaklanması hakkında hadis-i şerif varid ciduğundan ve Cenâb-ı Hakkın onlar hakkındaki hükmünü bilemediğimizden- bu talepleri kabul edilmez. Şayet, mezkur talepleri şeklinde, müsaade edilipte kaleden çıkmış ol­salar, onlar hakkında istediği gibi hükmetmek imâm-a mtsslimînîn görüşüne bırakılır. İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında, İslama karşı savaşanların katledilmesinin, kadın ve çocuklarının da esir edilmesinin hayırlı olduğu görüşünde ise, S a'd b. Muâz (R.A.) m hükmü gibi infaz eder. Bunlara ve müşrikler­den olan diğer müslümanlara karşı, kuvvet meydana getirmek maksadiyle her yıl müslümanların beyîü'i-mâlî için kendilerinden' cizye alınmasını İslâm Dini ve Müslümanlar hakkında hayırlı gö­rürse o şekilde yapar. Zira, görülmez mi ki, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Azimü'ş-Şâr/ında «...Rezil ve rüsvay olarak cizye verin­ceye kadar...»[135] buyurmuştur.

Keza, F a h r- İ Âlem (S.A.V.) Efendimiz, müşrikleri, ilk önce İslâm Dinine davet eder, kabul etmedikleri takdirde de, cizye vermelerini teklif buyururlardı.

H z. Ömer (R.A.), Sevâd ahalisine galip geldikten sonra, kanlarının dökülmesini yasaklamış ve kendilerini zımmi saymıştır. İmâm-ı Müslîmîn, kendileri hakkında mezkûr şekiller­den birisi ile hükmetmeden önce, onlar kendilerinden İslâm Di­nîne girdikleri takdirde, hür müslümanlardan sayılırlar. Keza, zikri geçen şekillerden birisi ile haklarında hüküm verilmeden önce, İmâm-ı Müslimîn, kendilerini İslâm Dinine davet etmiş bulunur, onlarda bu ilk teklifi kabul ederlerse keza hür müslüman­lardan addolunurlar. Arazileri, öşür arazisi olarak kendilerinde kalır.

İmâm-ı Müslimîn'in, kendilerini zimmî saymış olması ha­linde ise, arazileri yine kendilerinin olursa da, bu arazi üzerine harâc vaz' edilir.

Erkeklerinin katli ile kadın ve çocuklarının esir edilmeleri­ne hükmedip, ancak bu hüküm infaz edilmeden önce, İslâm Di­nine girerlerse, katledilmeyecekler! gibi kadın ve çocukları da esir alınamaz.

Erkekler katledilip, kadın ve çocukları esir edilinceye ka­dar, İslâm Dinine girmezlerse o memleketin arazileri ganimet­ten sayılır. İmâm-ı Müslimîn dilerse, humsunu (1/5 = beşte birini) çıkardıktan sonra, kalanını taksim eder. Dilerse hali üze­rine bırakıp, imar ederek, gereken haracı vermek üzere, talip olanları davet etmesi için valisine emir verir. Nitekim, Zımmîis-rin arazisinden, sahibi olmayan ve muattal olan arazide de mua­mele böyledir.

Müşrik olan ehl-i harb, zımmîlerden birisinin hükmü üzeri­ne kaleden çıkmayı talep ettikleri takdirde bu talepleri kabul edilmez. Zira, müslümaniarın harp hukukunda ve dinî işlerde, ehl-i küfrün hüküm vermesi caiz değildir. Ordu Komutanı, hata ederek, bu taleplerini kabul edipte, hakem olan bu zımmî zikri geçen hükümlerin birisi ile, onlara hükmetmiş olsa, verdiği bu hüküm caiz olmaz.

Keza, müslüman olan, fakat üzerlerine hadd-i kazf tatbik edilmiş  bulunan, kimselerin hakemlikleri şartı  ile kaleden çıkmayı istedikieri takdirde, yine caiz değildir. Çünkü kendilerine hadd-i kazf tatbik edilmiş bulunanların, şahidlikleri makbul ola­maz. Çocuk, kadın ve kölelerin hakemlikleri de böyledir. Yaniî bunlardan birisinin hükmü üzerine kaleden çıkmayı talep etse­ler, bu talepleri kabul edilmez. Çünkü, harp konusunda ve dinî işlerde bunlardan birisinin hüküm vermesi ile İlgili talepleri ka­bule şayan değildir. Vali olan zat, hataen bu tekliflerini kabul etsede, müşrikler hakkında onlardan her hangi birisinin verdi­ği hüküm geçersizdir, caiz değildir. Eğer, harâc ödemek üzere, o müşriklerin ehl-i zimmet olmalarına hükmederlerse, o takdirde hakemlikleri kabul edilir ve hükümleri caiz olur. Çünkü, onlar hakemsîz olarak, ehl-i zimmetten olacak olsalardı, bu kabul olu­nurdu.

@ Bir kadın veya bir muharip köle, emân dilemiş olsa, kendisine İslâm Dinine girmesi veya zımmî olması teklif edilir,

Eğer bir kaledekiler, bir müslümanı hakem tayin edip, onun hükmüne razı olarak kaleden çıkarlar ve o hakem de, savaşan erkekleri İle kadın ve çocuklarının da öldürülmesine hükmeder­se, hükmünde hata ve sünnet-i seniyyeye aykırılık olduğundan, çocuklar ile kadınlar öldürülmez. Yalnız, muharip erkekler kat­ledilip, kadın ve çocukları esir edilir.

Eğer, hakem tayin edilen zat, o kavmin zulüm ve düşman­lıklarından korkulan bir kısım erkeklerinin katline ve diğer er­kekleri ile kadın ve çocuklarının esir edilip zımmî olarak kalma­larına hükmederse bu hüküm caizdir. Eğer, bir isim bildirmeden, her hangi bir müslümanın hakemliğine razı olarak kaleden çı­karlarsa, bu durumda haklarında hüküm vermek İmâm-ı Müsli-mîn'e aittir. Zikri geçen hükümlerin hangisi İslâmiyet ve Müslü­manlar hakkında daha efdal ve daha faydalı ise onlara öylece hükmeder.

Vali olan zat, bu şekilde isim verilmeden hakem talep edil­mesini, çocukların, kadınların, kölelerin zımmîlerin, âmânın-, kendisine hadd-i kazf tatbik edilmiş kimsenin, fâsıkın, şüpheli kimsenin, şer sahibi olan kimselerin hakem tayin olunmasını ka­bul etmemesi iktiza eder. Bu hakemlik hususunda, ancak, fazi­let sahibi, dinine bağlı müslümaniar için hayır dileyen, din bah­sinde ihtiyatlı olarak hareket eden zevatı arayıp, böyielerini seç­mek gerektir.  Zira,  bir kimsenin aleyhine sahidlik etmesi kabulu caiz olmayan ve iki hasım hakkında hüküm vermesi caiz olmayan kimselerin, böyle mühim ve bütün müslümanlan ilgi­lendiren bir konuda hakemlik yapması nasıl caiz olabilir?

Eğer, bu kavim, asker arasından seçecekleri bir hakemin hükmüne razı olarak, kaleden çıkacaklarını beyan edip, kaleden çıktıktan sonra, yukarıda geçen iyi vasıflarla muttasıf olan bir zatı, seçerlerse, bu zatın hakemliği kabul olunur. Bilakis, şahid-liği ve hüküm vermesi caiz olmayan ve yukarıda sayılan kötü sıfatlarla muttasıf bulunan bir kimseyi seçerlerse, bu kişinin hakemliği kabul olunmayıp, önceden bulundukları yere gönderi­lirler. Bu durumda, daha sağlam veya daha çok muhafızı bulu­nan bir kaleye veya bir yere gönderilmelerini talep ederlerse, kendilerine müsaade edilmez. Hakemliğe layık, bir başka zatı hakem tayin etmeleri kendilerine teklif edilir.

Müslümanlardan ismini bildikleri bir zat İle, kendilerinden de bir kimsenin hakemliği üzerine, kaleden çıkmayı talep eder­lerse, bu talepleri kabul olunmaz. Çünkü dine müteallik olan hu­suslarda hakemliğe kâfir ortak edilemez.

Vali olan zat, hata edip, bunların hakemliğine müsaade et­miş olsa, o hakemler de hüküm vermiş bulunsalar, İnıâm-i Müs-lîmîn olan zat, hükümlerini infaz etmez. Ancak, zımmî olmaları­na veya İsSâm Dinine girmelerine hüküm vermiş olurlarsa, bu ka­bul edilir. Çünki, İslâm Dinine girmiş olunca, zaten hakeme ha­cet olmadan, onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmıyacağı gibi, zımmî oldukları takdirde de, hakeme hacet kalmadan, zımmîiik-leri kabul olunur.

Bu kâfirler, ellerinde bulunan müslüman esirlerden birisi­nin hakemliğine razı olarak, kaleden inmelerini talep etmiş ol­salar, yine müsaade edilmez. Şayet buna, İmâm-ı Müslimîn mü­saade etmiş olsa bile, o esirin hakemliği caiz.olamaz. Eğer, zimmî olurlar veya İslâm Dinini kabul ederlerse, bu durumda onlara hiç bir kimsenin tasallutu kalmaz.

Kendileri İle beraber, dar-ı harbde bulunan, müslüman bir tüccarın hakemliği de böyledir.

Kendilerinden olup ta, İslâm Dini ile müşerref olmuş olan, fakat henüz onlarla beraber dar-ı harbde ikamet etmekte bulu­nan bir kimse de, yine bu kabildendir. islâm Dînî İle müşerref olan bu kimse, islâm askerleri ile ikamet etmekte, olup, o sırada o kavmin içinde bulunmakta ise, yine onun hakem olarak kabul edilmesi bana hoş gelmez. Zira, evvelce Müslüman olan bu kimsenin bu konundaki'hakemliği çok büyük, korkulu ve tehlikeli bir iş olarak görünmesinden; ilerisi­ni düşünüp sakınarak ihtiyakârane davranmasından dolayı Müs­lümanların müşkîlâta duçar olmalarından korkulur.

Eğer, o müşrik kavim, 'Müslümanlardan hasta bir kimsenin hakemliğine razı olarak, kadınları, çocukları, mallan, köleleri ile müslümanlardan kendilerinde olan esirleri, köleleri ve malları­nı yanlarına alarak kaleden çıksalar, ancak hakem olan kimse henüz hükmünü vermeden vefat etmiş olsa, kendi iş ve durum­larını görüşmek ve hükmü ile kaleden çıkacakları diğer bir za­tın seçilmesi için, kale ve emniyette bulundukları yere geri gön­derilmelerini talep etmiş olsalar, taleplerinin yerine getirilme­si lazım gelir. Ancak, kenilerinde bulunan Müslüman esirler el­lerinden alınacağı gibi, müslümanlara ait köleler de sahiplerine satılarak, bedelleri müşriklere verilir. Keza, bizim zımmîlerimiz-den, hür olupta, müşriklerin ellerinde bulunan kimseler varsa, onlar da, ellerinden geri alınırlar.

Bu düşmanların ellerinde, İslâm Dîni ile müşerref olmuş kimseler bulunur ve bunlar küffârla birlikte kalelerine veya em­niyette bulundukları yere gönderilmelerini talep ederlerse, bu talepleri kabul edilmediği gibi, kâfirlerin ellerinden de alınırlar. Çünkü, Müslümanların dar-ı harbe iade-edilmeleri hakkında ara­larında ki hüküm infaz edilemez. Zımmîlerimizin köleleri, bizim kölelerimiz hükmündedir.

Müşrik düşmanların elinde, İslâm dini ile müşerref olmuş köleler bulunur da, onlarla birlikte, dar-ı harbe gönderilmelerini isterlerse, gönderilmeleri caiz olmadığından, bedelleri müşrikle­re verilerek ellerinden alınırlar.

 

Emân Nedir? Kimler Emân Verebilir? Emân Verme Şekilleri Nelerdir?

 

Müslümanların, müşriklerle yaptıkları savaşlarda kendileri­ne yardımı dokunan zımmîlere, düşmanlar arasında emân yok­tur. Düşman tarafında bulunan zımmîlere emân verilmesi caiz değildir.

Köleye gelince, eğer köle savaşıyorsa «Ordudan bîri düş­mana emân verirse, bu bütün müslümanlar için geçerlidir.» di­ye varid olan hadis-i şerif gereğince, kölenin emân vermesi caizdir. Eğer köle savaşmıyorsa, fakihler arasında emân verme­sinin caiz olup olmadığında ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları, «caiz­dir» ve bazıları da «caiz değildir» diye görüş beyan etmişler ve jctihadda bulunmuşlardır. Her iki taraf da, görüş ve yollarına muvafık olarak, hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir. Ancak, H z. Ömer (R.A.), bîr kölenin emân vermesine İzin vermişse de, o kölenin savaşıp savaşmadığı hakkında bir rivayetin olduğu tarafımızdan işîtilmemiştir.

H z. Z e y n e b ' in kendi kocasına ve Ü m m ü H â n î'-nin akrabasından birine emân verdikleri hakkında, Fahr-i (S.A.V.) Efend i m izden varid olan hadis-i şerife mebni kadınların da emân vermeleri caizdir.

Bulûğ çağma gelmemiş olan çocukların emân vermesi caiz değildir. Böyle bir emân geçersizdir.

Keza, düşman elinde esir bulunan, müslümanlarm vermiş oldukları emân da caiz değildir, geçersizdir.

Dar-ı harbde bulunan Müslüman tüccarların verdikleri emân da, müsîümanlar tarafından kabul edilemez ve yerins getirilmez.

© Bir müslüman, konuşmadan, bir kimseye parmağı ile işaret ederek emân vermiş olsa, bu konuda fuhahâ arasında ih­tilaf vaki olmuş olup, bazıları «bu emân caizdir», bazıları ise «caiz değildir» demişlerdir. Ancak bu konuda işitmiş olduğu­muz kavillerin en güzeli «bu müsiümanın emân kastı ile yaptığı işaretin - A İ I a h u â'lem - emândan sayılmasidır. Çünkü, H z. Ömer (R.A.) in İşareti emân saydığı rivayet edilmiştir. Keza, farsça  konuşarak emân verilmiş olsa, bu emân  geçerlidir.

© Fudayl b. Z e y d er-Rekkâşî'den riva­yet etmiştir.

— H z. Ömer [R.A.) bize yazdığı emir-namede: «Müslümanların kölesi, müslümanlardan sayılır. Bu kölelerin zsmmetî de müslümanlarm zimmeti demek olduğundan, bunların emân vermeler! caizdir.» buyurmuştur.

0 A ' m e ş bize E b û S â i i h ' den, o da E b û H u r e y r e (R.A.) den, Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efen­dimizin    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :

— «Müslümanların zimmeti birdir. Müslümanlarm ednâsı bile o zimmeti verebilir.»

6    A'm e ş    bize    E b û  â i I'in şöyle dediğini rivayet etti :

—  Hânikîn    denilen    yerde    bulunduğumuz    sırada    H z. Ömer   (R.A.) den bize bir emir-name geldi. Şöyle  buyuru-yordu :    «Bir kaleyi muhasara ettiğinizde,    Cenâb-i   Hak­le i n   hükmü üzere inmelerini, bu ikaiede olanlar sîzden talep ederlerse, bu tekliflerini kabul ederek, kendilerini kaleden çıkar-mayıniz. Zira, tekliflerini kabul edip kaleden indirdiğiniz takdir­de,   Cenâb-ı    Hakkın    onSsr hakkmdaki hükmünün ne olduğunu bilemiyeceğinizden, isabet edip edemeyeceğinizi bile­mezsiniz. Ancak, kendilerini sîzin hükmünüze göre indirin. Son­ra haklarında dilediğiniz şekilde hükmediniz.» buyurmuştur.

Bir kimse, diğer bîr kimseye «korkma» derse, kendisine emân vermiş oiur. «Telaş etme» d&mesi de böyledir. Cenâb-ı Hak bütün lisanları bildiği İçin, bir adam diğer bir adama farsea «korkma» demiş olsa, keza kendisine emân vermiş olur.

İmâm M ücâhi d, H z. Ömer (R.A.) den şöyle rivayet etmiştir:

—  «Müslümanlardan bir kimse, düşmandan bir kimseye işa­retle, indiğin zaman seni katledeceğim diye anlatmak istese, an­cak, muhatabı olan düşman, bu işaretden kendisine emân veril­diği zanm ile kaleden inse, emân verilmiş addolunur ve o düş­manı öldüremez.» buyurmuştur.

Q Muihammed b. İ & h â k, bana S a'd b. E b î H i n d'den o da A k f 1 b. E b û T â I İ b ' in azadhsı olan Ebû Hureyr V den Ü m m ü Hâ n î binti    Ebî   Tâiib   (R.A.) in    şöyle dediğini rivayet etti:

—  Fahr-i   Âlem    (S.A.V.)    Efendimiz,    Mek-ke-i Mükerreme'yi fethettiği zaman, kocamın akraba ve taaMûkâ-tindan iki erkek, kaçarak bana iltica ettiler. İlticalarını kabul et­tim. Daha sonra, kardeşim gelerek «bunları öldüreceğim» dedi.

Bunun üzerine, onları odaya girdirdim ve kapıyı kapadım. Sonra, Mekke'nin yukarısında ikâmet etmekte olan, Peygamber (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna gittim. Beni görünce :

—  «Merhaba Ey    Ü m m ü'   H â n î!    Hoş geldin. Bura­ya geliş sebebin nedir?» buyurdular. Ben de :

—  «Ey   Allanın    Resulü,   akrabamdan iki adam gelip bana iltica ettiler. Ben de onların ilticalarını kabul ettim. Sonra, kardeşim gelip onları öldüreceğini söyledi.» diye keyfiye­ti kendilerine arzettim. Bunun üzerine :

—  «Hayır, öldürmesin. Senin emân verdiğin kimseye, biz de emân veririz.» buyurdular.

H z.   Âiş e    (R.A.)    buyururlar ki:

—  «Kadınların verdiği    emân    müslümanlar üzerine nafiz olur idi.»

İmâm    Hasan    da:

—  «Kadın ile kölenin emân vermeleri caizdir.» buyurmuş­tur.

İmâm   Şeybânİ    rivayet eder ki :

S a ' d b. Mâlik, maiyyetinde yahudilerden bazı kim­seler olduğu halde, gazaya gitmiş ve -ganimet mallarından se­nim olmamak üzere- kendilerine biraz mal vermiştir.

O Esirlerden olan cariyeye, yaklaşmak caiz değildir. Ga­nimet malları, taksim edilip, bir kimsenin hissesine bir cariye düşerse, o cariye hayız görmekte ise, kendisinde bulunduğu zaman zarfında iki defa hayız görmeden ona cima etmesi caiz değildir. Hayız gören kadınlardan değilse, hamile olup olmadığı tahakkuk ettikten sonra, kendisi ile cima edebilir. Zira, F a h r - i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, doğuruncaya kadar hamile olan cariyeye yaklaşmayı yasaklamışlardır.

Nitekim, E ban b. Ebî lyaş bize H z. E n e s b. Mâlik (R.A.) den, Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin    şöyle buyurduklarını rivayet etmişdir:

—  «Cenâb-ı    Hakka   ve âhiret gününe iman eclen, iki erkeğin bir temizlenme devresinde, bir cariyeye cima etme­leri caiz değildir.»

Mecûsî olan bir cariye, bir adamın sehmine İsabet ederse, ona cima etmenin caiz olmadığını, fâkihlerden bir zat, mecüsiîe-rin nikahlanması hakkında, Fahr - İ- Âlem (S.A.V.) Efendimizden varid olan, hadis-i şeriflerle beraber zik­retmiştir.                          .

K a y s b. R e b i' bize Kays b. Müslim' den Muhammed b. H a n e f i y y e (R.A.) nin şöyle de­diğini nakletti :

-Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Ahalisi Mecusîlerinin kadınlarının nikâhianmasını ve kestikleri­nin yenilmesini helâl kılmamakla beraber, kendilerinden cizye alınmak, üzere onlarla sulh yapmışlardır.'

S i .m â k   b.    H a r b ' in    bize rivayetine göre ;

Bir kimse, mecusîlerden bir cariyeyi esir eder, veya satın alırsa, onunla cima edip edememesinin cevazı hakkında, E b û Seleme    b.   Abdurrahman' dan   fetva istenince:

—  «Müslüman olmayınca ona cima edilmez.» buyurmuştur.

S a î d bize İK a t â d e ' den M u â v i y e b. Kur-r e ' nin    şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.   Abdullah    b.    Ömer    (R.A.),    müşrik olan cariyeye yaklaşmayı caiz görmezdi.

M u ğ i r e bize H a m m âd ' dan İbrahim Ne-h a î' nin şöyle dediğini rivayet etti :

—  Mecûsî veya putperest olan kadınlar, esir edilip cariye oldukları zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir ve bu hususta  zorlanırlar.  Kabul  ettikleri takdirde, hem cima edilip hem de işte çalıştırılırlar. Eğer, İslâm Dinini kabul etmez­lerse, yalnız işte çalıştırılmaları caiz ise de, cima edilmesi caiz olamaz.

Yine H a m m a d , İbrahim N e h a î' nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

—  Yahudi ve hristiyan kadınlar esir alınıp cariye edildik­leri zaman, İslâm Dinine girmeleri kendilerine teklif edilir. Bu teklifi gerek kabul etsinler, gerek etmesinler her iki halde de hem cima, nemde istihdam edîimeieri caizdir. Gusül yapmaya mecbur edilirler. Bu babda, işitmiş olduğumuz kavillerin en gü­zeli budur. -A I lahu    a'Iem -;

© Müslüman olarak, dar-ı İslama gelen, ehli harbi geri gönderip, kabul etmemek üzere, bir vali, ehî-i harb ile mukavele yapmış ve bu vaadda bulunmuş olsa, Müslümanlarda ehl-î har­bîn mukavemetine kuvvet ve iktidar olursa, Jmâm-ı Müslimîn için bunun gibi mukavele akdi caiz olmadığı gibi valisinin mu­kavelesine de icazet verip, bu mukavelenin hükümlerini infaz etmesi de caiz değildir.

Söylediğimiz gibi, Müslümanlarda kuvvet ve iktidar var iken, vali buiunan zatın ehl-î harbden bir kavimle, böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunması caiz olamaz.

Eğer, bu kavmin, İslâm dînine girmesi yahud zimmîliği ka­bul etmesi ümidi, ile, kendilerinin kalplerini kazanmak maksa-dlyie, vali olan zat böyle bir muvâdaa ve mukavelede bulunmuş olursa, valinin, onların hallerini düzeltmesi için, böyle bir mu­kavele ve muvâdaada bulunmasında bir beis yoktur.

Düşmanlardan bir kavim, Müslümanlardan 'bir kavmi bir kalede muhasara edipte, müslümanlarda kuvvet olmamasından dolayı, nefislerinin telef olmasından korkulursa, bu şekilde bir "muvâdaada bulunmalarında ve mal ile kendi nefislerini kurtar­malarında, islâm dinini kabul ederek, muhasaracı müşrikler ta­rafından gelen, eh!-î harbi geri göndermelerini ve kabul etme­meleri halinde, bu şartlan kabul etmelerinde beis yoktur.

Ancak, Müslümanların ehl-i harb üzerine kuvvet ve ikti­darları olduğu takdirde işbu şartlardan birini bile kabul etmek caiz değildir.

© Muhammed b. İshâk bana İmâm Z ü h r î' âen    şöyle rivayet etti :

— Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Hendek Harbinde Medîne-i Münevves-e'de bulunan ağaçların mey. velerinin süsüsünü (1/3 = üçte birini) fidye olarak vermeyi dü­şündü ve bu konuda S a'd b. M u â z ve S a'd b: U b â d e ile istişare ederek onlara :

—  «Bütün arap kabileleri birleşerek, hepsinin aleyhinize kıyam ettiğini görüyorum. Medine'deki ağaçların    meyvelerinin üçte birini fidye olarak verip, zaman kazanarak ve bazı hikmet­lerden dolayı onlara, bu vesile ile galip geleceğimiz reyindeyim. Ne dersiniz?» diye görüşlerini sordular. Onlar da cevaben :

—  «Ya Rasûlallah, daha önce biz bu arap kabi-le'eri ile birlikte şirk üzerinde iken, Medine'nin    meyvesinden ancak, ya bizden habersiz olarak alabilirlerdi veyahud da, bize misafir oldukları zaman kendilerine İt'âm ederdik. Bu iki yoldan başka meyvelerimizi yiyemezlerdi.  Şimdi  ise, C  e n â b-ı Hak,   Sizi ve İslâm Dînini bize ihsan buyurmuşken, malları­mızı, kendilerine bu şekilde vermeye  haccet yoktur.»  diye bu babdaki reylerini arz ve beyan ettiler.   Bunun üzerine,   Pey­gamber    (S.A.V.J    Efendimiz:

—  «Reyiniz ne merkezde ise öyle olsun.» buyurdular.

# Hudeybiye senesinde, Fahr-i Alem (SAV.) Efendimiz Kureyş'le muâhade yapılıp, onlarla savaşmak­tan vazgeçtiği sabittir. Bundan dolayı, mütareke İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında hayırlı olduğu ve mütareke sebebiyle küf-farın İslama ısındırılmasının ümid edilmesi halinde o şekilde dav­ranmasında İmârn-ı Müsllmîn İçin cevaz var.dır.

Hişam b. Urve, babası Urve' den ve M u h a m m e d b. İshâk ve İmâm K e I b î' den bana rivayet ettikleri hadis de şöyle haber verdiler:

—  Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,   savaş murad etmeyerek, umre niyetiyle, Ramazan-i Şerîf ayında, Medî-ne-i Münevvere'den Hudeybiye'ye[136] çıktı. Hudeybiye Vak'ası, Şevval ayında vuku buldu. Usfân isimli yere vardıkları zarnsn Benî Ka'b Kabilesinden bazı kimseler,    Peygamberimizi karşılayıp:                                      t

—  Yâ   Rasûlallah, Sizi Beyt-i Muazsama'dan alı­koymak ve Mekke'ye girmenize mani olmak için, Kureyş sizinle savaşmak üzere, çeşitli kabilelerden bir takım adamlar topladılar ve kendilerine erzak ve yiyecek vermektedirler.» diye duru­mu haber verdiler.

Usfan'dan[137] hareket etmeleri halinde, Kureyş'in öncüsü olan H â I i d b. V e I i d ' le, yol üzerinde karşılaşacakları anlaşılınca, Fah rri K â i n a t (S.A.V.) Efendimiz caddenin bir tarafına, Serûateyn denilen ve iki kum tepesinin arasında olan yola girdiler. Yolun hizasına yürümek için, herke­se emir ve tenbihte bulunup, o şekilde giderek, Gamim isimli yere vardılar. Buraya varınca, Cenâb-ı Hakkı tevhîd ve tenıhîd getirip, layiki veçhile hamd ve sena ederek buyurdu­lar ki :

— «Emmâ ba'd. Kureyş Kabilesi halkı bizi Beyt-i Muazza­mın ziyaretinden ve Mekke-i Mükerreme'ye girmekten men et­mek için, muhtelif kabilelerden bir takım kavimleri toplayarak, kendilerine erzak ve yiyecekler vererek, bizimle savaşmak için hazırlamışlardır.  İlk iş olarak  müşriklerin başlan olan, Mekke Ahalisi  ile mi  savaşalım yoksa kendilerine yardımda bulunan dağınık kabilelerin kadın ve çocuklarını kastederek mallarını ga­nimet, kadın ve çocuklarını esir mi alalım? Evvelâ dağınık kabi­lelere hücum edip, kadın ve çocuklarını esir aldığımız takdirde, önler bize yetişemezler ve yerlerinde kalırlarsa, mallarını, ka-dınlarını ve çocuklarını   kaybetmiş ve yenilmiş olarak kalırlar. Eğer bize yetişmek üzere bulunurlarsa, aileleri hakkında korkma-tarından dolayı, yürüyüşleri hafif ve kendileri de zayıf olarak ge­lebilirler. Her iki halde de     Cenâb-ı   Hak   onlara azap ve işkence ile muamele buyurur.» diye, maiyyetinde bulunan müca-hid sshâhe-i güzîn'e hitabetti.    Onların bu babdaki görüşlerini sordular.   Hz.   Ebû    Bekr-i    Sıddîk   (R.A.)    ilkönce görüşünü beyan ederek :

—  Bu babdaki görüşümüz,   Yâ   Rasûlullah,   evvel emirde başlan olan Ehl-i Mekke ile savaşa başlamak ve onlara kasdetmektir. Zira,    Cenâb-ı    Hak,   Sana yardımcıdır. Ve senin muinindir. Seni onlara galib getirecek ve bunu onlara apaçık gösterecektir.»    diye görüşünü arzettikten sonra,   H z. M i k d a d   (R.A.):

— A 1 I a h a yemin ederim ki, biz, Benî İsrâilin Pey­gamberlerine dedikleri gibi «...Artık sen Rabbînle berabergit!

Bu suretle ikiniz harb edin! Biz mutlaka (burada) oturup sizi bekliyeceğiz.»[138] demeyiz. Biz ancak, Sen, Rabbinle beraber yürü. Savaşınız. Muhakkak ki biz de sizinle beraber savaşacağız, deriz diye reyini bildirince Peygamber (S.A.V.) Efen­dimiz, hemen yola çıktı : Harem-i Şerifin hududuna yakla­şınca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bin­miş olduğu ciz'a '(bazı rivayetlerde Kusvâ) isimli devesi yere çöktü. Bunun üzerine orada bulunanlar:

—  «İleriye gitmesi gerekirken,    sebebsiz ve  illetsîz yere niçin oturup çöktü acaba?» deyince,   Peygamber   (S.A.V.) Efendimiz:

—  Bu deve huysuzlaşmadı. Gitmesi gereken yere inat ede­rek gitmeyip çökmek mûtadı  da değildir.    Ancak, vaktiyle fili Mekke'ye girmekten men eden    Cenâb-ı   Vâcibü'l-V ü c û d ,   bu   Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten  menetmiştir.» buyurdular. Yani, Beyt-i Muazzam'ı tahrip edip, yıkmak için vak­tiyle Yemen tarafından gelen, ehl-i bâtılın fillerini -Sûre-i Fîl'in tefsirinde mufassalan mezkur olduğu gibi- Mekke'ye girmeden men ederek, Ka'be-i Müşerrefe'yi hıfz ve sıyânet eyleyen    C e -n â b -1   Hak,   bu Kusvâ'yı Mekke'ye girmekten men eyle­miştir. Biz her ne kadar, ehl-i Hak olup, ashab-ı fille kıyas edil-mezsek de, o aralık sahâbe-i güzîn (R.A.E.) hazretleri, Mekke'ye girmek ve Kureyş de onları men etmek    isteyecekleri cihetle, filin Mekke'ye girmesi kan dökülmesine ve malların telef olma­sına sebep olan, savaşı mucib olabilirdi. Halbuki, Kureyş Kabi­lesinden pek çok kimsenin, İslâm Dinine girmeleri ve sulblerin-den nicelerinin zuhur ederek ehl-i İslâm'dan olmaları, mukadde-rât-ı  İlâhiyeden olduğu hikmetine binâen, bu deveyi   Cena­bı    Hak,   Mekke'ye girmekten men buyurmuştur.» dedikten sonra :

—  Kureyş Kabilesi, Beni, Harem hududu dahilinde, savaşı terk etmeye ve burayı tazim ve selamlamaya, kan dökülmesin­den kaçınılmasına davet edip de, bu konuda beni geçmesinler. Yani, bu konudaki talepleri, her ne kadar meşakkati mucib ise de, Harem-i Muharrem'in ihtiram ve ta'zimi kendimce kabul ve teslim edilmiş bulunduğundan istediklerini   yerine getirmekten geri durmam.» diyerek, Sahâbe-i Kirîm'a hitaben :

—  «Bu tarafa geliniz» diye emir buyurduktan sonra, cadde­nin sağ tarafında olan yolda gitmekte iken onu bırakıp, geriye dönerek Seniyyetü'I-Hanzel isimli yerden giderek Hudeybiye'de çadır kurup ikâmet buyurdular. Orada bulunan kuyudan, su çekip kullandılar. Bu kuyunun suyu azalıp,    kendilerine kifayet etmez oldu. Durumu    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimize arzetmeleri üzerine, kenâne yani tîr-keşinden bir ok çekip ken­dilerine vererek, o kuyuya batırıp dikmelerini emir buyurdular. Emre uyup, o oku, mezkur kuyuya saplamaları üzerine, kuyuda o kadar su hasıl oldu ki, herkes develerini suladı. Sonra istirahat etmek üzere bir tarafa çekilip oturdular.

Peygamber {S.A.V.) Efendimizin, Hudey-biys'ye teşrifleri haberini Kureyş işitince, müteferrik kabileler­den toplanan kavimlerin reisleri, Huleys isimli kimsenin evfad-larından birisini, Peygamberimiz (S.A.V.) e gönder­diler, îbnî Huleys, haccm şeâirinden olan kurbana saygı gös­teren cemaatten idi. Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz, uzaktan İ b n - i H u I e y s ' in gelmekte olduğunu görünce maiyyetinde bulunan mücahidlere hitaben :

—  Bu gelen adam,    İ b n i    H u i e y s ' dır   ve kendisi Harem-i Şerife sevkedildiği bilinsin diye, boynuna eski ayakka­bı asılarak sevkedilen ve hedy denilen kurbana ta'zim eden ka­vimdendir. Bu kurbanları ondan tarafa sevkedin de görsün.» diye emir buyurmaları üzerine, kurbanlar o tarafa sevkedildi.    İ b n - i Huleys    mezkur kurbanların, boyunlarına asılmış olan özel gerdanlıklarıyle gelmekte olduklarını görünce, müslümanlara bir kelime bile söylemeden, olduğu yerden hemen geri dönrek gitti. Kureyşlilere:

— «Gelmekte olan kavim, Özel alâmet ve süsleri olan kur­banları ile gelmişİer. Kendilerine ilişmek doğru olmaz» diye key­fiyeti gereği gibi anlatıp, Mekke'ye girmekten  men etmelerin­den dolayı, Kureyşlilerî tevbîhe kalkışmişsa da, onlar kendisini azarladılar ve ona sövüp saydılar:

—  «Sen kaba ve cahil bir arap parçasisın. Öyle şeyleri bir. lemezsin. Senin böyle münasebetsiz sözler söylemene şaşmıyo­ruz. Ancak, senin gibi  ahmak bir adamı göndermiş    olmamıza hayret ediyoruz.» dediler.

Sonra, Urv«    b.    Mes'ud    es-Sakafî    isimi şahsı seçerek :

—  «Sen, git. Bize bir haber getir. Ancak, arkandan yaka­lanmaktan sakın.» diye kendisine tenbîhatta bulunup, gönderdi­ler.

Urve    b.    Mes'ud,    yola çıkıp, Peygamber (S.A.V.)    Efendimizin    huzuruna vardı. Kendisine hitap edip :

—  Yâ    Muhammed, insanların esfeiinden bîr takım halleri  karışık ve meçhul  adamları toplayıp, kendi aşiretin ve aslın üzerine geliyorsun. Kureyş Kabilesinin    yüce ceddi olan, K a ' b    b.    L ü ' e y    ile   Âmir    b.    L ü ' e y namları ile yadolunan   insanlar tarafından,    sizin tarafınıza geldim.  Hepsi size olan kin ve düşmanlıklarını açığa vurarak ve kadınları, ço­cukları, süt veren develeri ve mızrakları ile sizinle savaşmaya geliyorlar. Sen  ne  kadar onlara kötü muamelede    bulunursan, kendileri de ondan daha çok size kötü muamelede bulunacakla­rını hepsi birden yemin ederek, beyan ve te'kid ediyorlar.» de­yine,    Fahr-i     Kâinat    (S.A.V.)    Efendimiz,   ce­vaben :

—  Biz savaş için gelmedik.    Muradımız sadece umremizi edâ edip, kurbanımızı kesmektir. Kavmin olan Kureyşe git. Ken­dileri deve ve sürü sahipleri olup, muharebe kendilerini örsele-mistir. Savaşın daha önce kendilerinde sebep olduğu telef ve hasarlarla birlikte, yine telefat bırakmakta hayır yoktur. Benim ile kendileri arasında bir müddet tayin edelim. O müddet içinde, kadın ve çocukları büyürler ve kuvvetlenirler. Şerlerinden emin olarak,  bizi Beytullah'tan men etmesinler. Umremizi edâ, edip kurbanlarımızı keselim. Kendileri taraf tutarak, İnsanlarla bizim aramıza girmesinler. Eğer insanlar, bana galib gelirlerse, zaten kendilerinin de istedikleri  budur. Eğer, İnsanlara ben galib ge­lirsem, o zaman kendileri muhayyerdirler. O zamana, kadar savaş İçin kendilerine isti'dâd gelir. Dilerlerse bana karşı savaşırlar, dilerlerse topluca sulha dahil olurlar.   Cenâb-ı    Hakka yemin ederim ki,    A I I a h i n    iradesi ve yardımlyle risâletim hükmünü yürütünceye kadar, İslâm Dini üzerine, Benî Âdem'in her nev'iyle kıtal  ve muharebede bulunacağım.» buyurdu. Bundan sonra,    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz Urve    b.    Mes'ud    es-Sakafî'ye:

—  Doğru Kureyş'e gidip, sulha tavassut ederek, durumu teb­liğ etmesini emir buyurdu.    Urve    de    Kureyş'e dönerek ken­dilerine hitaben :

—  Bilirsiniz ki, hakikaten sizler benim kardeşim ve aşire-timsiniz. Bütün insanlardan daha çok bana sevgilisiniz. Halkın toplanma yerlerini araştırıp, hepsini size yardıma davet ettim. icabet etmedikleri için ailemi getirip, mütesellî olmanız için ara­nızda ikamet ettim. Sizden sonra, hayatımı istemediğimi bilirsi­niz. Yine bilirsiniz ki, büyük zevatın ve kralların huzuruna çıktım. Cenâb-ı    Hakka    yemin ederim ki,    Muhammed'-in, sahabesi nezdinde büyük ve muhterem olduğu kadar, gördü­ğüm zevat içinde, ne bir büyük ne de bir kral vardı. 'Kendisinden izin almadıkça, hiç bir kimse    konuşamaz. İzinsiz    konuşmaya ruhsat verildiği zaman konuşurlar, ruhsat verilmediği zamansa susmayı tercih  ederler. Abdest aldığı zaman, hemen    suyunu alıp, teberrüken başlarına ve diğer azalarına döküyorlar.» dedi.

Kureyş Kabilesi halkı, U r v e'nin sözlerini işitince, S 'ü ü h e y I b. A m r ile M i k r a z b. Hasfs isimli kimseleri çağırdılar, yanlarına gelince de .onlara hitaben :

—  Muhammed'e    gidiniz.    Urve    b.    M e s ' u d' a zikrettiği şartları size de söyleyip, mukavele ve muahede akdet­meyi teklif edecek olursa, bu sene dönüp, Ka'be'ye   gelmesin. Ta ki, bizim tarafımıza geldiğini işiten, arap kabileleri kendisini men edip, Kâ'be'ye bırakmadığımızı da işitsinler.» diye kendile­rine tenbih ederek gönderdiler.

Onlar, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelip keyfiyeti arzettiler. Pey g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Urve'ye söylediklerini tekrarladı. Bu minval üzere ve onların şartlarına da rıza göstererek, ahidnams-nin yazılmasını emir buyurdular. İlk önce, baş tarafa «BismiHa-hirrehmanirrahîm» yazılmasını emir buyurmuşlar İse de, Onjar itiraz ederek :

—  Hayır, vallahi bunu en başa yazmayız, deyince,   Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  NastI istersiniz? buyurdu. Onlar da :

—  Bîsmike Allahümmo yazılsın,    dediler.     Bunun üzerine Peygamber    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu da bir güzelliktir. Öylece yazınız, buyurunca, o şekil­de ahld-nEme'nin başına yazıldıktan sonra,    Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Bu  Rasûlalîsh ÎS.A.V.) 'sn koyduğu hükümlerdir.» diye yazılmasını emir buyurunca, onlar:

—  Bizim ihtilafımız zaten bu husustadır. Bunu yazmayız de­diler.   Peygamber    (S.A.V.)    Efendimizin:

—  Ya nasıl yazarsınız? diye sorması üzerine :

—  Senin isminle pederinin ismini, yani    M u h a m m e d b.   Abdullah    diye yazsınlar dediler. Bunun üzerine    Pey­gamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Bu da bir güzellikdir buyurdular. Ve o şekilde yazıldı.

.    Şartlar cümlesinden oiarak, daha önce savaş sebebleri ve saireye dair iki tarsf arasında cereyan eden tasavvur ile mua-haze edilmemek, tarafeyn arasında hırsızlık ve hıyanet vuku bul­maması, velhasıl tarafeynin birbirlerinden   nüfusça ve emvalce gizli olarak ve aşikâr olarak emin olması, bizim tarafımızdan si­zin tarafınıza gelenlerin bize iade edilmesi, keza, sizin tarafınız­dan bizim tarafımıza gelenlerin size iade edilmesi diye yazıla­rak, shld-nameye son verildi. O esnada    F a h r-'i    Kâinat (SAV.)    Efendimiz;

—  Banim maîyyetime girmek isteyenler -bu anlaşma da be­nim tarafıma geçmek isteyenier- için, benim için geçerli olan şartların aynısı onlar için (de geçerli) olsun.» buyurdu. Kureyş de:

—  «Bizimle beraber girenler için, bizim için (geçerli) olan şartlar, onlar için de (geçerli) olsun» dediler.

Bunun üzerine, Benû Ka'b oymağı :

—  «Ya    R a s û 1 a I I a 'h ,   biz senin malyyetlndeyiz» dediler, Benû Beki- oymağı İse :

—  «Biz Kureyş'ie   beraberiz.»    dediler.    Onlar bu şekilde, ahirî-nameyi yazarlarken, Benî Âmir b. Lü'ey oymağından    E b û

Cendei    b.   Süheyl    b.   A m r,   zincire   bağlanmış olarak oraya getirildi. Kendisi İslâm Dinini kabul etmişti. Küf-fardan kurtulup,    F a h r- i    Âl e m    (S.A.V.)   Efendimi z i n    maiyyetine girmek üzere gelmişti. Müslümanlar :

—  Gelen    Ebû   C e n d e I' dir   dediler,    P e y g a m -b e r   (S.A.VJ    Efendimiz:

—  Bu    benimdir   buyurdular.   Fakat,    Peygamber (S.A.VJ    Efendimizle    mukavele akdeden kişi,    Ebû C e n d e I' in    babası    Süheyl    İdi.   Söyle dedi:

—  «Ebû    Gende I    size gelmeden önce, (aramızdaki ahid-name  tamamlanmıştır.   Ona   bakılsın.»  dedi.  Ahjd-nameye bakılınca, filhakika    Ebû    Gende!'in    onlara İade edil-mesi   gerektiği anlaşıldı.    Ve  kendilerine iade edildi.   Ebû C e n d e 1,    bu hali görünce :

—  Ya    Rasûlallah,    ey İslâm Topluluğu! Dinimde bana fitne vermek üzere, beni müşriklere nasıl iade ediyorsu­nuz? deyince,   Peygamber    fSAV.)    E f e n d i m i z . kendisine hitap ederek:

—  Ey   Ebâ    Cendei!    Sulh keyfiyeti aramızda ta­mamlanıp, hitam bulmuştur.   HainMk etmek bize yakışmaz. Mu­hakkak ki,    C e n â b -1    Hak,    gerek senin ve gerek seninle beraber oradaki biçare ve zayıfların sıkıntınızı gidererek, kurtul­manıza bir çare İhsan eder.» diye kendisini teselli etmiştir.    ,

H z.    Ömer    (RA),   Ebû    Cendei    (R.A.) e:

—  «Ey   Ebâ   Cendei!    İşte kılıç. Sen bir İnsansın, o da bir insan... Niçin korkuyorsun!» deyince,   Ebû    Cendei (R.A.J in babası    Süheyl,   Hz.   Ömer   [RA) e:

—  Yâ   Ömer!   Benim aleyhime, ona yardım mı ediyor­sunuz? demiştir.

Ebû Cendei (R.A.) e, babası Süheyl tara­fından her hangi bir zarar verilmesinden endişe ettiği için Fahr-i    Kâinat   (S.A.V.)    Efendimiz,    Süheyl'e:

—  Ebû    Cendel'i    bana hibe ediniz demiş,    fakat Süheyl:

—  Hibe etmem, cevabını vermiştir.    Peygamber (S.A.V.)    Efendimiz:

—  Benim civarımda olmasını kabul et demiş    Süheyl, bu teklifi de :

—  Hayır, kabul etmem diyerek reddetmiştir. Bunun üzerine S ü h e y I ' İn     arkadaşı olan    M iJcraz    isimli kişi:

—  Ebû    C e n d e I' in    kendi civarında (himayemde) olmasını ben kabul ediyorum demiştir. Yani civarında olması ka­bul edildiği takdirde, araplar arasında o adama zarar verilmesi, himayesine alan kimseye zarar verilmiş olması gibi telakki edil­diği için, zarar vermenin yasakhğı üzerinde ittifak edilmiş, tar­tışma kabul etmez bir kaidedir.

Ahid-n'âme bu şekilde yazılıp, tamamlandıktan sonra Pey­gamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Ey insanlar! Kurbanlarınızı kesip, saçlarınızı traş ediniz ve ihramdan çıkınız.» diye emir ve tenbihte bulundu. Fakat hiç kimse kalkmadı.    Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz, bir daha emirlerini tekrar ettiler. Yine hiç birisinin kalkmadığını ve halkın  büyük bir üzüntü içinde olduğunu görünce,    Ü m -mü'l-Mü'minîn    Hz.    Ümmü    Seleme   (R.A.) nin yanına gidip :

—  İnsanların  neye  uğradığını  görmüyor musun   diye ken­disine keyfiyeti beyan buyurunca,    Ümmü   Seleme   (R.A.):

—  Ya    Rasûlallah,   sen git kurbanını kesip, saçını traş eyle. Sizin ihramdan çıktığınızı görünce hepsi ihramdan çı­karlar diye kendisine görüşünü beyan etti.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, derhal çıkıp, kurbanını kesti ve saçını traş ederek ihramdan çıktı. Bu duru­mu gören 'herkes, kendisine uyarak ihramdan çıktılar. Sonra, oradan ayrılarak Medîne-î Münevvere'ye avdet buyurdular.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Medine'ye teşrif buyurduktan sonra, Kureyş'den 'E b û N a s i y r isim­li bir zat, Müslüman olarak oraya geldi. Ancak, Kureyş mezkur zatı, Ahid-name mucibince geri almak üzere, iki kişi gönderdi. P e y g a m b e r (S.A.V.) Efendimiz, Ebû N a -s i y r' a daha önce Ebû Cendel (R.A.) e verdiği nasihat ve va'di vermiş ve onu Kureyş'lilere teslim etmiştir.

Kureyş'li iki görevli    Ebû    Naşı yr'ı    alıp götürürler­ken, Zül - Huleyfe'ye vardıklarında, onların birisine:

—  Senin şu kılıcın keskin midir? diye sordu. O :

—  Keskindir. Deyince,

—  Bana göster öyleyse, dedi. Kureyş'li kılıcı    gösterirken, hile ile elinden aldı ve çekip kendisini öldürdü. Diğer arkadaşı ise, arkadaşının öldürüldüğünü görünce,    hemen oradan kaçtı. Ebû    N a s  ı yr,    (R.A.)    Medîne-i  Münevvere'ye , dönüp, F a h r- İ   Kâinat   (S.A.V.)   Efendimizin    huzuruna girerek:                                                                          

—  Yâ    R a s û I a I I a h ,    sen zimmetini İfâ ettin, sözü­nü yerine getirdin.    Cenâb-ı    Hak,    onların sizde olan hukuklarını kendilerine îfâ buyurmuştur. Lakin, beni dinimde fit­neye  düşürmelerinden  korktuğum     için,  kendilerinden  İmtina' edip kendimi kurtardım.» deyince,   Peygamber   (S.A.V.) Efendimiz:

—  Güzel harb edici bir zattır. Adamları olmuş olsa... bu­yurdular.

—  Ebû    Nasıyr,    Medine'den çıkıp, Zü'l - Huleyfe'ye giderek orada kaldı. Mekke'den İslâm Dinini kabul ederek, kaçan kimseler   Ebû    Nasıyr'a    İltihak ettiler. Yanında 70 kişi1 toplandı. Kureyş'lilerin, bilhassa tüccarlarının yollarını kesiyor­lardı. Bilâhare, Kureyşliler,    bu durumdan    gücenip    korkarak, Peygamber    (S.A.V.J    Efendimize    bir mektup yaz­dılar.    Ebû    Nasıyr   ve yanındakileri oradan aldırıp, Me­dine'ye kabul etmesini rica ettiler. Aralarında bulunan rahm ve akrabalığa hürmeten, bu ricalarının kabul    edilmesini istediler. Bunun üzerine,    Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz Ebû    Nasıyr   ve yanındakileri Medine'ye kabul buyurmuş­tur. Sonradan kadınlar da, mukavale müddeti içinde, -bu son an­laşma sayesinde - hicret edip,    Medine'ye geldiler.    Cenâb'-ı Hak,    bu kadınlar hakkında hüküm   buyurarak, şu ayeti iı buyurdu :

«Ey iman edenler, mü'min kadınlar muhacir olarak geldik­leri zaman onları imtihan edin[139] Allah onların îmanlarını daha iyi bilendir ya. Fakat siz de mü'min kadınlar olduklarına biîgî edinirseniz, onları kâfirlere döndürmeyin (iade etmeyin). Bunlar (mü'min olduğu sabit olan bu kadınlar) onlara (kâfir olan koca­larına) helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. (Kâfir ko­calarının, bu kadınlara) sarfettiklerini {mehri) onlara (kâfirlere) verin[140]. Sîzin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bîr günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi[141] (ni­kâhınız altında) tutmayın. Sarfeîtiğiniz (mehr)i isteyin[142]. (Kâ­firler de size hicret eden mü'min kadınlara) harcadıkları (mehri) istesinler. Bu, Allahın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkiyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.»[143].

İşbu âyet-i kerîmede sulhun yalnız erkeklerin red ve iade­leri hakkında akdedilmiş olduğu, İade keyfiyetinin kadınlara şa­mil olmadığı beyan edilmiştir.

Hicret eden kadınlar soruşturulup, imtihan edildikten son­ra, yemin ettirilip mü'min oiduklan kanaatine varılırsa/kendileri­ne verilmiş olan mehir kocalarına verilerek müşrikler tarafına red ve'iade edilmemeleri, bu âyet-i kerîmede emir ve beyan edil­miştir. Ayrıca, P e y g a m b e r {S.A.V.) Efendi m!i z «mehirlerinin kocalarına iade edilmesini» emir buyurmuştur.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz ile Kureyş arasında akdedilen mütareke müddeti, Benî Ka'b Kabilesi ile Benî Bekir Kabilesi arasında savaş başlamasına kadar uzadı. Şöyleki, daha önce beyan edildiği gibi, Benî Bekir Kabilesinin sulh akdi sırasında Kureyş'in yanında yer almış olmasından do­layı, Kureyş Kabilesi, bunlara silah ve erzak yardımında bulun­du. Bu sebeble, Benî Bekir Kabilesi, Benî Ka'b Kabilesini yendi. Bu savaşa, Kureyş'den katılanlar ve ölenler oldu. Bu durumda sulhun bozulmasına kendilerinin sebep olmuş olmalarından do­layı, pek çokları bu tehlikeli halden korktular. Ahdi yenilemek ve mütarekenin müddetini uzatmak İçin   Ebû    Süfyan'ı

F a h r - i Âlem ES.A.V.) Efendimize gönderdiler. EfaÛ.Süfyan, Medine-î Münevvere'ye gelince, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,   ashab-i güzinine:

—  «Ebû    Süf yan    size geldi. Hiç bir iş göremeyecek, fakat razı olarak, yakında Mekke'ye dönecektir.» buyurmuştur.

Ebû Süfyan, evvelâ Hz. Ebû Bekr-İ S ı d -d ı y k(R.A.) in    huzuruna çıktı.

—  «Ya    Ebâ    Bekr,    sulhu yenileyip,    mütarekeyi uzatarak insanların arasını düzelt.» dîye rica etti.    H z.   Ebû Bekir    (R.A.)     :

—  «İş benim elimde değildir. Bu iş,    C e n â b-ı    Hak ve    Resül-ü   Zi-Şanına    aiddir.» cevabını verdi. Bu­nun    üzerine,    H z.   Ömer   (R.A.) in    yanına   varıp,    H z. Ebû    Bekir   (R.A.) e dediği gibi, teklifini İfade etti.     Hz. Ömer   (R.A.):

—  Muahede ve mukaveleyi bozdunuz mu? Eğer ondan (bo­zulmamış) yeni bir şey kalmışsa,    Cenâb-ı    Hak    onu da ifna eylesin. Ondan şedîd bir şey varsa,   A I I a h-u    A z î-m ü'ş-Ş a n    onu da kessin ve yok etsin.» deyince,    Ebû Süfyan:

—  «Ben, bu günki gibi  güç bir gün görmedim. Bir kavim diğer bir kavme silah ve erzak yardımında bulunur ve imdadla-nna koşarsa, ahidîeri bozmuş olmaz.» diyerek.    H z.    F â 11 m a (RA.) nın yanına gitti ve :

-«Ya F atıma, kavmindeki kadınlara büyüklüğünü gösterecek bir iş yapmak ister misin?» dedi. Sonra da, H z, Ebû Bekir'e arz ettiği, sulh keyfiyetini anarak, ricada bulundu. Bunun üzerine,    H z.    F â t i m a    (R.A.) da;

—  «İş  benim elimde değildir.    C e n â b-ı      Ha k    ile Peygamber-i    Zi-Şânının    emirlerine bağlıdır.» diye red cevabı verince,    H z.   Ali    (R.A.) nin    yanına gitti. Keyfiyeti ifade ve önceki zevata arzettiğı    ricaları    tekrar etti. H z.   Ali    (R.A.) da:

—  «Bu günki  gibi istikâmetinden inhiraf    etmiş bir adgm görmedim. İnsanların Efendisi olan,     Peygamber-!    Z i-Ş â n    (S.A.V.)    Efendimize   gidip, ahldleri yenile ve İn­sanların arasını ıslâh et- diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, hepsinden red cevabı alınca üzülüp, esef ederek, elini eline vurdu ve :

— İnsanları birbirine karşı ben kendi himayeme aldım» di­yerek, geri dönüp Mekke'ye vardı. Mekke ahalisine, olanları an­lattı. Ahali kendisine :

-^ «Bu günki gibi bir kavim ve elçi görmedik. Bize ne bir savaş getirdin ki, hazırlıklı bulunalım ve ne de sulh haberi getir­din ki, emniyet üzerine kalalım.» dediler ve geri dönüp bir daha Medine'ye gitmesini teklif ettiler.

Bu sırada, Benî Ka'b Kabilesinden bir adam. Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizin huzuruna gelerek, Kureyş'İn Benî Bekir Kabilesine yaptığı yardımı ve imdadlarma koşması sebebi ile kendilerine yapılan düşmanlık ve zulmün keyfiyetini arzedip, haber veriyordu. Gelen zat, Peygamber (S.A.V.3 Efendimiz 'den yardım talebi zımmında şu şiiri inşâd edi­yordu :

«Yâ    Rab!    Hazreti      Muhammed' den yardım istiyorum.

O Hazretin babası ile babamız önceden muâhade eylediler.

Bir de   Yâ    Muhammed    biz baba iken sen, çocukluk yaşında idin.

Kureyş Kabilesi, sana verdigleri va'dde sebat etmeyip, Sağlam bağladığın ahdi, çözüp kırdılar. Cenâb-ı    Hakkın    Vahdaniyetini ikrar ve imana davet edici, gönderilmiş    N ebî   olmadığını zannettiler. Halbuki onlar zelil ve sayıları azdır. Bize yardım et, Cenâb-ı    Hak   da daima Size nusrat ve hidayet eylesin Ve   A I I a h ı n    askerlerini bize imdad için gönder Göndereceğin İslâm Askerleri, deniz gibi cûş-u hurûş eden asker olsun.

Ve bu askerler içinde,    R a s û İ u M a h ,   düşmanların kalplerine dehşet saçarak bulunsun.

Kî, onlardan bir noksanlık zuhur edince yüzünde gazab alâmetleri âşkâr ola.»

Tam bu esnada, semadan bulut geçti ve <gök gürültüsü du­yuldu.    Fahr-i    Kâinat    (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «İşbu gök gürültüsü, Benî Ka'b Kabilesinin nusrat ve muzafferiyetleri hakkındadır»,   buyurdular.   Sonra,    H z.   Â i ş e (R.A.) ye :

—  Sefer levâzımâtımi hazırla.    Kimseye malumat verme.» diye emir ve tenbih buyurdu.    H z.   Â i ş e    (R.A.), Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin    emirleri mucibince, gerekli hazırlığı yaparken    H z.   E b û    Bekir   (R.A.), içe­riye girdi.    H z.   A i ş e    (R.A.) nin hazırlık yapmakta olduğu­nu bazı emarelerden anlayarak :

—  Bu nedir? diye sordu.

—  «Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz,    sefer levatımatının hazırlanmasını emir buyurdular.» cevabını alınca :

—  Ne tarafa? diye tekrar sordu.    H z.   Â İ ş e    (R.A.),

—  Mekke'ye, diye cevap verince,    Hz,    E b û    Bekir CR.A.):

—  Ne güzel arkadaşlık (dostluk) «Vallahi, onlarla aramızdaki mütareke müddeti  daha  bitmemiştir.» diyerek,    H z-    Pey­gamber    (S.A.V.)    Efendimizin    yanına gitti. Müta­reke müddetinin bitmemiş olduğunu arzedince,    Peygam­ber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «En evvel hainlikte bulunan onlardır.» buyurup, Mekke-Sîisre haberin yetişmemesi  için, yolların tutulup, muhafazasını emrettiler. Hemen maiyyetine Müslümanları alıp, Mekke'ye yön­lendirerek,    o tarafa doğru yola    çıktılar.    R a s û 1 u i i a h [S.A.V.) İn   gayret    buyurmasiyle,     Cenâb-ı     Rabb-î M ûste'an,    Mekke'yi kendisine feth buyurmuştur.

Hz. Resûi-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz. Mekke'ye yaklaşıp ta, Mekke görününce, Z ü b e y r ER-A.) i, Mekke'nin yukarı tarafından, H â I I d (R.A.) i aşağı tarafın­dan, şiddetle hücum etmek üzere tayin buyurup gönderdiler, Sonra, Rasûlulah (S.A.V.) Efendimizin maiy-yetinde bulunan, muhterem amcaları    Hz.   A b b a s    (R.A.V:

— «Yâ Rasûlullah, bana izin veriniz de, Mek­ke'ye gidip kendilerini İslâm'a da'vet edeyim. Daveti kabul ederierse emân vereyim.» deyince, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, kendisine izin verdi. H z. A b b a s (R.A,), Peygamber-i Zî-Şan (S.A.V.) E f e n d i m i z ' in Şehba isimli katırına binerek biraz gittikten sonra, kendisine Mekke kâfirleri tarafından suikast yapılması mülahazası ile, Peygamber   (S.A.V.)    Efendimiz:

—  «Babamı bana çeviriniz. Babamı bana çeviriniz. Bir insa­nın amcası, babası demektir, ikisi bir asıldandır. Korkarım ki, Saksyff Kabilesi, İbni Mes'ucTun kendilerini    Cenâb-ı    Hak-k a    davet etmesinden dolayı, kendisin'i öldürdüğü gibi, Kureyş de, amcam hakkında bu fiili icra edeler.   Cenâb-ı    Hakka yemin ederim ki, amcamı öldürürlerse, Mekke'yi ateşe verip ya­karım» buyurmuştur.

Hz.   Ab b a s    (R.A.),   Mekke'ye varınca, halka şöyle hi­tap etti:

—  «Ey Mekke halkı, İslâm Dinini kabul edin ki selamete mazhar olasınız. İşte,   Z ü b e y r,    Mekke'nin yukarısından ve H â I i d    Mekke'nin aşağı tarafından üzerinize geliyorlar. Her kim silahını bırakırsa, onun için emân vardır.» diye ihtarda bu­lundu.

 

İsyan Eden Müslümanlara, Nasîl Muamele Edileceği Hakkinda:

 

© Yâ Emîre'I - Mü'minîn, birde ehîi kıble yani Müslüman-oldukları halde, muhalefet ve isyanda bulunupta muharebeye cûr'et edenler bulunursa, bunların itaate davet olunmaksızın mı, veya davet edildikten sonra mı kıtalleri lâzım gelir? Kendi mal­ları, kadınları, çocukları, askerleri ve toplayıp aldıkları malları hakkında ne şekilde muamele yapılması lazım gelir? tarzındaki sualinize gelince:

Bu konuda, H z. Ali (R.A.) den bize gelen haberlerin en sahihi şudur:

H z. Ai i (R.A.), ehl-i kıbleden, kendisine muhalefet eden bir kavmi, İtaate davet etmedikçe, onlarla savaş m a m ıştır. Dave­tini kabul etmeyenlerle savaşıp, ıgalip geldiği zaman, mallarına, kadınlarına ve çocuklarına dokunmamıştır. Kendilerinden esir almamıştır Onlardan yararlı olanları itiâf etmemiştir.    Kaçanlarını takip etmemiştir.

Askerlerinin ordugâhlarına celbettikteri mallara gelince, bu hususta ihtilaf vaki olmuştur. Bazıları «bu kabilden olan maİla-nn »humsu (1/5 = beşte biri) çıkarıldıktan sonra, kalanını taksim eyiedi». bazıları ise «o mallan aralarında miras olmak üzere sa-hiblerine iade eyledi.» dediler.

Ordugâhlarında olmayan mallara, yerlere ve köylere dokun­mayarak, onları sahiplerine bırakmıştır. Hatta bu cümleden ola­rak, Küfe Şehrinde bulunan T a I h a ' nın kadınları ile T a I -h a (R.A.) ve Z ü b e y r (R.A. in Medine'deki malların! ve Basra ahalisinin çiftlik, mesken ve mallarını kendilerine bı­rakmıştır.

Bazı fakihler şu şekilde beyan etmişlerdir: Ehl-I bağyîn askerleri, mukîm iseler, esirleri öldürülür, kaçanları takip edilir ye yaralıları itlaf edilirler. Eğer, kaçarak iltica edecekleri kavim­leri yoksa, kaçanları takip olunmayacağı gibi, yaralıları itlaf edil­mez ve esirleri de öldürülmezler. Ancak, esirleri serbest bırakıl­dığı zaman, şayed bir teşkilât veya cemiyetleri olup da, onlara İltica etmeleri melhuz olursa, tam bir tevbe ile tevbe ettiklri an-laşılıncaya kadar hapisde tutulurlar.

9 Ehl-i foağyin maktullerine, cenaze namazı kıimmaz. Ehl-i adi'den olan varisleri terekelerinden miras aldıkları gibi katille­ri olmayan ehl-i adi, onun emvâl-i metrukesinden miras alır. Zira, ehl-i adl'den olan bir kimse, onlardan bir kimseyi katletmiş olur­sa, hak üzerine katletmiş olur. Ancak, bağî olan kimse, ehl-1 ad!'-den miras alamaz. Çünkü, kendisini haksız olarak katletmiştir.

Ehl-i ödl'den öldürülenlerin cenaze namazı kılınır. Onlar ce­naze namazlarının kılınması ile defnedilmeleri bakımından şe­hitlerin derecesine yükseltilirler. Yani, yıkanmazlar ve elbiseleri ile defnedilirler. Eğer, üzerlerinde demirden veya deriden bir elbise, bulunursa o çıkarılır. Çürümemeleri için ilaçlanmazlar ve tabuta konulmazlar. Şehide ne şekilde yapılmışsa, kendilerine de o şekilde icra olunur.

Zikredilen bu ahkâmın onlar hakkında icra olunması harp yerinde ölmüş olmaları ile mukayyeddir. Yoksa, onlardan bir kim­se, yaralandıktan sonra, kendisinde hayat alametleri olduğu halde, kaldırılıp götürülürken veya evine, (veyahud başka bir yere) götürüldükten sonra öldüğü takdirde, bu ölüm «emvât-ı âdiye» denmiş gibi telâkki edilerek, ölen şahıs tağsil, tekfin, tahnit edi­lip, cenaze ile ilgili sair işlemler yerine getirilir.

Ehl-i bağiden olan bir kimse, tevbe ederek İmâm-ı Müslimî-ree tabî olur, onu dinler ve itaat ederse, İsyan edip savaştığı sı­rada kendisinden sudur eden öldürmeden, yaralanmadan ve alıp tükettiği mallardan dolayı muahaza edilmez. Ancak, elinde ehl-i adl'İn mallarından, aynen bir şey bulunur ise, kendisinden alına­rak sahibine iade olunur.

Keza, yol kesip, adam öldüren, mal soyan isyancı muharip, zor kullanılarak yakalanmadan önce, kendisi tebve edip emâna talip olarak gelir, teslim olur, dinler ve itaat ederse, isyan ve muharebe ettiği sırada kendisinden sudur eden yaralama ve tü­kettiği malardan dolayı, muahaze olunmaz. Ancak, elinde kaim olarak, bir kimsenin malı bulunursa, kendisinden alınarak, sahi­bine iade olunur. Tükettiği mallardan dolayı, kendisine tazminat dahi terettü-b etmez.

Eb!-i adlin elinde, ehl-İ bağye ait, silah ve hayvanat bulunur­sa, feyi yani ganimet malı itibar olunarak İmâm-ı Müslîmîn onu tahmis eyledikten sonra, dört humsu (4/5 = beşte dördü) taksim olunur.

O Muhammed b. İshâk bana E b û C a ' -f e r' in   şöyle dediğini rivayet etti:

—  H z.    Ali    (R.A.), Sıffîn Vak'asında, ehl-i bağy'den bir esir tutulup, huzuruna getirildiği zaman, silahı ile hayvanını alıp, bir daha isyanda bulunmamak üzere kendisinden ahd ve mî-sâk alarak onu serbest bırakırdı.

H z. AH (R.A.) nin esirlerin öldürülmesini kerih gördü­ğünü,    imâm   Hasan    rivayet etmiştir.

@ Şeyhler bize C.â'fer b. M u h a m m e d 'den babasının şöyle dediğini naklettiler:

—  H z.   Ali    (R.A.),   Basra harbinde, «ehl-i bağy'den fl« rar edenlerin takip edilmemesini, yaralılarının itlaf edilmemele­rini, esirlerinin katledîlmemesini, kendisini sevip işe karışma­yanlarla    silahını    bırakanların    emniyette olduğunu»    ilan etmek için bir münâdî'nin nida etmesini emir ve tenbih buyurmuş­tur.

0    M u g î r e    bize,    H a m m a d 'dan    şöyle nakletti:

Bir kimse, serî haddi icabettiren bir fiilde bulunduktan son­ra, muharip olarak devlete (sultana) başkaldırma gibi çirkin bir fMide bulunupta daha sonra emân talep eder ve bu talebi sul­tan tarafından kabul edilip, kendisine emân verilmiş olursa, daha önce işlemiş olduğu fiilden dolayı, üzerine had ikâme olunup, olunmaması hakkında İbrahim Nehaî' 'den fetva is­tendiği zaman :

—  «Daha önce irtikap etmiş oldukları fiile tatbik edilmesi gereken had, tatbik olunur.» diye cevap vermiştir.

Haccâc bize Hakem b. U teybe' nin şöyle dediğini rivayet etti:

Âlimler, muharip olan kimseye emân verildiği takdirde, 'is­yan edip savaştığı zaman işlemiş olduğu fiil ile muahaze olun­maz. Ancak, ondan önce işlemiş olduğu fiilden muahaze olunur derlerdi.

Bu babda, İşitmiş olduğumuz kavillerin en güzeli budur. Val-lahü a'Iem...

İmâm   Ebû   Hanîfe:

—  «Cenâb-ı   Hak   ile   Resul ü-ZÎ-Şan ına karşı harbeden kimse, mal alıp gasbettiği takdirde, öldürülmez, çarmıha gerilmez. Ancak, zıt tarafta bulunan bir eli ile bir ayağı kesilir.» derdi.

Hem mal alır, hem de adam öldürme fiilinde bulunursa, bu durumda, İmâm-ı Müsümîn muhayyerdir. Dilerse kendisinin eli­ni ve ayağını kesmeyip, onu öldürür. Dilerse keza, elini ayağını kesmeyip çarmıha gerer.

Eğer, âsî olup savaşan bir haydut yol kesmesi sırasında mal almayıp, sadece adam öldürmüşse yeryüzünden sürülür, ya­ni çarmıha gerilir.» demiştir.

Bu kavli, İmâm Ebû Hanîfe, Hocası H a n>--m a d vasitasiyle İ b r a h i m Nehaî 'den rivayet et­miştir.

Benim bu konuda rey' ve içtihadım şudur ?

Haydud ve yol kesici olan kimse, hem adam öldürür hem de mal alırsa, çarmıha gerilir, öldürülür.

Yalnız adam öldürür de mal almaz İse, öldürülür.

Mal alıp da, adam öldürme fiilinde bulunmazsa, zıt olarak, yani, aynı tarafta bulunmayan bir eli ile bir ayağı kesilir.

Haccâc b. E r t â t bize Atıyye vasrtası ile H z. Abdullah b. A<bbas (R.A.) dan da, bunun gibi bir ka­vil rivayet edilmiştir.

© Kureyş'in ihtiyarlarından bazıları bana İmâm Z ü h-r î 'den şöyle rivayet ettiler :

—  Mısır ile Şam,    H z.    Ö m e r   (R.A.) in    halifeliği sı­rasında fetholunduğu gibi, Afrika'dan başka, Mağrib'in her yeri ve Sind ile Horasan'dan başka Irak'ın tamamı da Onun zamanın­da fetholunmuştur

Afrika ile Horasan ve Sind'in bazı kısımları, Hz. Osman (R.A.) in halifeliği müddetinde fetholunmuştur.

Rivayet olunur ki, Lahm Kabilesinden T e m î m b. Evs ed-Dârî (R.A.), Peygamber (SAV.) Efen­dimizin    huzurunda iken ayağa kalkıp :

—  «Yâ    Rasûlallah,    Rumlardan Filistin vilayetin­de bulunan komşularımın Habrûn ve Aynûn namlarında iki köy­leri var.    Cenâb-ı    Hak,    Şam'ın fethini size nasip eder­se, işbu iki köyü bana hibe buyurun» diye rica etti.

Peygamber   (SAV.)    Efendimiz:

—  «Onlar senin olsun.» diye va'dde bulundular.

Bunun üzerine, 'hibe buyurulduğunu bildiren bîr name yazı­lıp kendisine verilmesini tekrar istirham edince, şu mealde bir name yazıldı.

«Bismillahirrahmanirrahim.

İşbu name,    Muhammed    R a s & 1 u I I a h   tarafın-Temîm   b.    Evs   ed-Dârî'ye   yazılmıştır. Habrön köyü ile Beyt-i Aynûn köyünün tamamı yanî ovaları, dağları, sulak olan ve sulanmıyan yerleri, yamaçları, beyaz koyunları ve sığırları kendisinindir. Kendisinden sonra da oğullarının ve to-runfarının hakkıdır. Hiç bir kimse tarafından müdahale edilme­sin, onlara zulüm ve düşmanlık yapılmasın. Her kim kendilerine zulmeder veyahud haklarından herhangi bir şeyi gasbederse Cenâb-ı Hak ile Melâike-i kiramın ve bütün insanların laneti onlara olsun.»

Bu mektubun kâtibi,   H z.   Ali    (R.A.) idi. İslâm Halifeliği, Hz. Ebû Bekr-i fîiddık (R.A.) in uhdesine verilince, kendilerine şu mealde bir mektup yazdı­lar:

«Bismillahîrrahmânirrahim.

İşbu name, Fahr-İ Kâinat (S.A.V.) Efendi­mizin emîri olup, kendisinden sonra H a I î f e - î Ruyİ Z e m î n tayin edilen, Ebû Bekir tarafından Dârîler için yazılmıştır. — Dârîlerden kasıt, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından bu iki köy kendisine hîbe edilmiş olan Temîm b. Evs ed-Dârî'ye mensup olan - evladı ve torunları • demektir. Ellerinde bulunan, Hebrün ve Aynûn köylerine hiç bir kimse tarafından müdahale ve mümanaat olun-mayıp, ellerinden çıkarılmaması gerekir. Cenâb-ı Hak-k ı n yüce emirlerini dinleyip itaat edenler, bu iki köyü, onlar üzerine ifsad etmesinler ve onları müfsid ve mütecavizlerden koruyup, kötü niyetlileri men etsinler.»

© İmâm Ebü H a n î f e ' den, Yahudi veya Hıris­tiyan bir kimsenin evladı veyahut kendisine yakınlığı olanlardan birisi öldüğü zaman, ne şekilde taziyede bulunulabilir? diye sor­duğumda, cevaben:

— Cenâb-ı Hak, ölümü mahlukatma takdir buyur­du. Ölümü İle üzüntülü olduğun kimsenin, 'beklenilen gaiblerinin hayırlısı olmasını, C e n âb-ı Haktan temennî edebiz. Hepimizin gidişi Ce n âb-ı H a k k a ' dır. Sana gelmiş olan musibete sabret. Genâb-ı Hak sayınızı azaltma­sın.» de buyurdular.

—   Bir  de   işittiğimize göre,  hristiyan  bir adam,  ara   sıra İmâm    Hasan'm    yanına gider, gelir ve meclisinde hazır bulunurdu. O adam öldüğü zaman,    İmâm   Hasan   taziye için kardeşine giderek:

—  «Cenâb-ı    Hak,    dindaşlarından senin gibi musî-bete duçar olanların nail oldukları sevabı sana da ihsan eylesin. Ölümü de, bize mübarek eylesin. Vefat eden kimseyi de bekle­mekte olan gaiblerin hayırlısı etsin. Düçâr olduğun musibetler­de sabır etmek lazımdır.» dedi.

 

HZ. ALİ (R.A.)'NIN MISIR  VALİSİNE MEKTUBU

 

H z.   Al   I    (R.A.)'ın    kitabımızın  muhteviyatı   ile   ala­kalı bulunan bir mektubunu buraya dercediyoruz.

Bu  mektubu    «Angilikan Kilisesine Cevâb» adlı eserden aldık.  Eserin  müellifi :    Şer'iyye Vekâleti,   Teîkikât ve Te'lî-fât-i İslâmiye Hey'eti Reisi  Şeyh Abdülaziz   Çâvış, mütercimi ise : İstiklâl Marşımızın Şairi   Mehmed    Akiftir.

Bu eser, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti, Tetkîkât ve Te'Iifâti İslâmiye Hey'eti Neşriyatı'nın 9. kitabı olarak, 1339 - 1341 yıllarında İstanbul - Şehzâdebaşi Ev kâf-ı İslâmiye Matbaasında basılmıştır.

Mezkûr eserin 166. sayfasında başlayıp, 187, sayfasında bi­ten bu mektubu, sadeleştirmeden aynen aktarıyoruz. Böyle, fev-kâl-âde ilmî ehemmiyeti olan bu mektubu, Mehmed Akif gibi, Türk dilinin en büyük üstadlarından birinin kaleminden ay­nen vermeyi uygun bulduk.

Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine sulh ve salâh ve memleketlerine ümran temin etmek İçin M â-lîk bin el-Haris e I -E ş t e r'i Mısır'a vali nas-bettiği zaman A I I a h ' m kulu Emîrü'l-Mü'minîn A M ' nin kendisine emri şudur;

O'na Allah' dan İttikâyı, Al I a h ' in teatini İhtiyarı ve Kitabı'nda emrettiği ferâiziyle sünnetlere itîibâı emreder. O ferâiz ve sünen ki hiç kimse onlara tebaiyyet etmedikçe saadet yüzü görmez ve onları tanıdıkça da hüsrana uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle C e n â b-ı H a kk'a yardım­da bulunmayı emreder. Çünkü Alla hu zü'I-Celâl kendisine yardım edene nusret, kendisini ağırlayana izzet ver­meyi tekeffül buyuruyor. Sonra, ona şehevâta saldırdıkça nefsi­ni kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefs alabildiğine fenalığı âmirdir, meğer ki C e n â b-i Hak    merhametiyle insanı korumuş olsun.

Şimdi 'bilmiş ol, ey Mâİik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden evvel oralarda ada­let sürdü, zulm etti. Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi öylece senin icraa­tını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek, Kimlerin sâÜh olduğu an­cak A I I a h' m kendi ibâdı lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için iddihar edeceğin en sevimli azık salâha mak-run a'mâl olsun. Hevesâtına hâkim bulun. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı bahil oİ. Zira gerek hoşlandığı, gerek İs­temediği şeylerde nefse karşı buhl onun hakkında mahz-ı adil­dir.

Raiyye için kalbinde muhabbet, merhamet duygulan, lütuf meyilleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ga­nimet bilen yırytıcı bir canavar kesilme! Çünkü bunlar iki sınıf­tır: ya dinde kardeşin, ya hilkatte bir eşin. Evet, kendilerinden zelle sâdır olabilir; kendilerine birtakım arızalar gelebilir.,Hata ile, yahut kasda makrun olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendi hakkında nasıl A I 1 a h ' in afvini, safhını istersen, sen de onlara afvini, safhını râyegân et. Çünkü sen onların fevkinde bulunuyorsun; emr-i vilâyeti sana tefvîz eden senin fevkinde bulunuyor; Allah ise vilâyeti-sana verenin fevkinde bulunuyor. Ve umûr-ı ibâdı hakkıyle görmeni İstiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girib de kendini gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de afvü merhametin den müstağnisin.

Sakın hiçbir afvından dolayı asla pişman olma; sakın hiçbir ukuubetin için de kat'iyyen sevinme. Bertaraf etmek imkânını buldukça hiçbir badireye atılma. Bir de sakın «Ben kudret-i kâmi­le sahibiyim, emrederim, itaat ederler.» deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dîni za'fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şa­yet elindeki kudret sana birhiss-i azamet verirse derhal fevkin-deki Meiekût'un azametine bak ve senin kendi nefsine karşı kudretyâb oİamıyacağın şeylerde Al I a, h ' in sana karşı ka­dir olduğunu düşün. İşte bu düşünce senin o yükseklerden uçan nazarını zemine indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden ak­lını başına getirir. Sakın Allah ile azamet yarışına kalkış­ma, sakın kibriyâ ve ceberutunda kendisine benzemeye özenme. Çünkü F â t ı r-ı z ü ' 1 - C e 1 â 1 her cebbarı zelîl, her mütekebbiri hakir eder bırakır.

Nefsin hakkında, sana hususiyeti olanlar 'hakkında, raiyyen arasından kendilerine meyil beslediklerin hakkında Allah'a ve İbâdu'llah'a karşı adaletten kat'iyyen ayrılma, Şayet böyle yepmazsan zulmetmiş olursun. Halbuki ibâdu'llah'a zulmedenin ibâdu'llah tarafından davacısı A I I a h ' dır. A I I a h da bi­rinin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün hüccetler bâtıldır. Ve ölünciye, yahut tevbe edinciye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Al I a h'ın lûtfunu tedbil, kahrını ta'cil edecek birşey olamaz. Zira C e n â b-ı Hak zulm altında inliyenlerin inkisarını İşitiyor; zâlimleri ise gözetleyip duruyor.

Umurun içinden öylesini ihtiyar etmelisin ki hak hususunda en mutavassıtı, adi itibariyle en şâm;ili olsun; sonra halkın rızâ­sını en ziyade cami' bulunsun. Zira ammenin hoşnutsuzluğu eş-tıâsın rızâsını hükümsüz bırakır. Eşhasın gazabı ise ammenin rı­zâsı içinde kaynar gider.

Sonra vali İçin hassa takımı kadar İyi günlerde yükü ağir basan, kara günlerde yardımı- az dokunan, adaletten hoşlanmaz. İstemekten usanmaz, verilince şükür bilmez, verilmezse değme gadirle savulmaz, felâkete sabırsız tek adam yoktur. Halbuki İslâm'ın rüknü Müslimîn'in şîrâzesi amme! ümmet olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silâh varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin dâima bunlara müteveccih bulunmalı.

Raiyyen arasında yanına yaklaştirmıyacağın, kendisinden ençok nefret edeceğin adamîarsa, halkın maâyibini en ziyade araştıran kimseler olmalıdır. Zkâ nâsm öyle ayıblan vardır ,ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Binaenaleyh bu maâyibin sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin vszifen muttali oldukla­rını ıslahtan ibarettir. Meçhulün olanlara gelince, onların hakkın daki hükmü    Allah    verir.

Evet, sen raiyyenin ayıbını gücün yettiği kadar ört ki A I-I a h' da senin raiyyenden gizli kalmasını 'istediğin şeylerini örtsün.

İnsanlar hakkındaki bütün kin ukdelerini çöz; seni İntikama doğru sürükliyecek iplerin hepsini kes. Sence vuzuh kesbetmi-yen şeylerin kâffesi hakkında anlamamış görün, şunu bunu gam-zedenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne ka­dar saf görünürse görünsün yine dessastır. Sakın, ne seni za­ruret ihtimaliyle 'korkutarak kereminden çevirecek bahîM ne muazzamât-ı umura karşı azmini gevşetecek cebîni, ne do çevre saparak sana ihtirası iyi gösterecek 'harisi meclis-i meş­veretine sokma. Çünkü buhl, cebânet, ihtiras ayrı ayrı tabiatler-dir ki A I 1 a h u z ü ' I - C e I â I hakkında beslenen sû-i zan bunları bir araya getirir.

Sana müşavir olacakların en kötüsü senden evvel, esrara hemdem olan, onların cerâimine iştirak eden kimselerdir. Böy-leleri kat'iyyen senin mahremin olmamalı. Çünkü canilerin a'vânı ve zâlimlerin yaranıdır. Ne hacet; hiçbir zâf'ime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmiyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin re'y ve tedbî­rine tamamiyle sâhib, lâkin vizr ü vebalinden kat'iyyen masun. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden ziyade, senden başkasına muhabbeti*ö nisbette az olur. Bu gibilerini hem hususî, hem umûmî meclisle-rinde kendine mukarreb edin. Sonra, bu adamların  İçinden en ziyade onu beğenmelisin ki sana acı hakıykatleri herkesten zi­yade o söylesin; ve şayet sevdiği kullarından sudûruna Allah'ın razı olmadığı bîr harekette bulunmak istersen, hoşuna gidece­ğini  gitmiyeceğini  hiç düşünmiyerek sana  mümâşâti  bıraksın.

Bir de sâdık ve müteverri' adamları kendine mahrem itti­haz et. Seni alkışlamalarına, yapmadığın bir takım işleri sana is-nad ile keyfini getirmemelerine müsâid bulun. Zira alkışın çoğu İnsanı azamete sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü, indinde bir olmasın. Zira bu müsavat iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de fenalığa-meylini idâme eder.

Bilmiş ol ki, valinin raiyyesine fıüsn-i zannıni davet eden şey, kendilerine iyilikte bulunması, yüklerini tahfif etmesidir Hüsn-i zan edersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Son ra hüsn-i zannına en ziyade lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; sû4 zanına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin ül­fet ve raiyyenin güzelce tatbik ettiği bir sünnet-i sâlihayı sakın kaldırayım deme. Ve bu eski sünnetlerin her hangi birine aykırı gelecek yeni bir sünneti ihdasa da asla yanaşma. Çünkü ecir o sunnet-i sâlihayı vaz' edenin, vebal de, kaldırdığından dolayı senindir. Umûr-ı memlekete uygun gelen tedâbiri tesbit ve sen­den evvelki İnsanlara doğruluk temin eden esbabı ikâme husu­sunda sık sık ulema İle müzakere -et, hükema île mubahasede bulun.

Malûmun olsun Icİ riayye tabaka tabakadır. Bunlardan her-birinin salâhı diğerinin salâhına bağlı ve hiçbiri için diğerinden müstağni bulunmak imkânı yoktur. Bu tabakalardan bir kısmı Al I a h yolunda askerlik edenler, bir kısmı ammenin ve has­sanın vazifeli kitabetini görenler, bir kısmı adli tevzia memur kadılar, bir kısmı rıfk u insaf İle İdâre-i umur edecek âmilier, bir kısmı cizye ve harâc veren ehl-i zimmetle müslimler, bir kısmı ticaret ve sanaat erbabı, bir kısmı da fakr u'ihtiyaç içindeki ta­bakadır. Cenâb-ı Hak bunlardan herbirinin hissesini bildirmiş ve herbirine aid hudud ve farizayı ya Kitabiyle, ya Nebİyy-i Muhterem (S.A.V.) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra mer'î ve mahfuz bir ahd olarak bizlere tevdi buyurmuş.

Askerler, A I I a h'ın izniyle raiyyenln kal'aları, valilerin şerefi, dinin izzeti, asayişin vasıtalarıdır. Raiyye ancak bunların sayesinde durabilir. Bununla beraber askerin intizamı da A I-I a h'ın kendilerine ayırdığı haraç ile kaaimdir ki, düşmanla­rına karşı onunla cihad edebilirler. İşlerini yoluna koyabümek için ona güvenirler ve bütün İhtiyaçlarını temin etmek üzere arkala­rında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın mevcudiyeti kadıların, âmil­lerin, kâtiblerin vücudiyle kaimdir. Çünkü ukuudu, icabı veçhile başaranlar, menafii cem' edebilenler, hususî umumî 'bütün işler­de mu'temen olanlar bunlardır.

Hepsinin bakâsi için de ticaret ve sanayi erbabının vücudu şart. Zira esbâb-ı menâfi], ticaretgâhları ve başkalarının meyda­na getiremiyeceği âsâr-ı san'ati bunlar temin edecek.

Sonra erbâb-ı fakr u ihtiyacı teşkil eden son tabaka geliyor ki ihsan ve muavenete müstehaktıriar. Bunlardan herbirinin Allah'dan kısmeti ve haceti miktarınca vali üzerinde hakkı vardır. Vali Allah'ın kendisine tevdi ettiği bu teklifin altından ancak kemâl-İ ihtimam ile ve Alla h ' dan avn ü İnayet tale­biyle, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakj<a ve sabru tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki Allah'a ve Resulüne ve İmamına karşı sence hepsinden daha muhlis bulunsun. Kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak itibariyle hepsine tefevvuk etsin. Zamân-ı gazabında ağır davransın. Ma'zereti sükûn ile dinlesin. Zuafâya acısın; kaviler­den uzak dursun. Öyle unf ile kalkıp acz İle oturan takımdan ol­masın.

Sonra gerek mürüvvet ve haseb erbabına, gerek salâhiyetle ve mebrur efâlîyle tanınmış aileler efradına, daha sonra şecaat ve semahat eshâbına müitefit bulun. Çünkü bunlar kerem hal­kıdır, lütuf cemaatidir. Ana-baba çocuklarının işini nasıl araştı-rırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini tak­viye için verdiğin şey çok bile olsa nazarında asla büyümesin. Haklarında taahhüd ettiğin lütuf az bile olsa gözüne kat'iy-yen hakir görünmesin. Çünkü sana karşı bezl-i ihlâs etmelerini, ve hüsn-i zanda bulunmalarını mûoib olur. Bir de onlara aid İş­lerin büyüğünü görüyorum diye küçüğünü takipten geri durma.

Zira ufak bir lûtfundan  intifa edecekleri  mevzi  de olur, büyük lûtfundan vareste kalamıyacaklan mevki de olur.

Ordunun başındakileri içinde, sence en makbulü o kim­seler olmalı ki, askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan âileiej'ini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi serve­tinden fedâkârlık etsin de bu sayede adûya karşı cihad ederken hepsinin düşüncesi bu noktada birleyebilsin.

Valiler için memlekette adaletin kâim olmasından, bir de raiyyenin kendisine karşı muhabbet göstermesinden büyük me-dâr-ı teselli yoktur. Zira yürekler salim olmadıkça muhabbet iz­har etmez. Sonra askerin senin hakkındaki itilası ancak ümerâ­sından memnun olmalariyle ve onları istiskal -edip bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriye kâimdir. Sen kendile­rine ümid sahası aç. Senaya müstehak olanları sena etmekte, büyük vakayı" geçirmiş olanların sergüzeştlerini saymakta ku­sur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak [İnşâ-Allah) erbâb-ı şecâti galeyana, harb İstemiyenleri de oayrete getirir. Sonra bunlardan herbirinin fedakârlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği şecaatle nişbet kabul etmiyecek dûn bir paye verme. Bir de ne mevkiinin büyüklüğü bir adamın ufak hiz­metini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın kıymeti! yararlığını küçültmene asla saik olmamalı.

Sonra altından kalkamadığın hadisâtı, kestirip atamadığın umuru Allah'a ve Resulüne gönder. Zira C e -n â b-ı Hak irşadını dilediği bir kavme «Ey imsn edenler, A I lah'a itaat edin, Peygambere ve içinizdeki Ü I ü ' 1 - E m re itaat edin; şayed bir şeyde anlasamazsaniz onu Allah'a ve Peygambere gönderin.» buyu­ruyor. Allah'a göndermek demek Kitâb'ındakİ muhakemata sarılmak demektir. R e s û 1 'e göndermek demek, onun top­layan, tefrikaya meydan vermiyen sünnetine uymak demektir.

Nâs arasında hüküm tfçin öyle bir adam seç ki sence raiyye-nin en değerlisi bulunsun; işten sıkılmasın. Murafaaya gelen­lerden sinirlenerek inada kalkışmasın. Hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulub kalmasın. Hiç­bir zaman 'tama' ettiği menfaat kaybolacak endîşesine düşme­sin. Mes'eleyi künhüne kadar anlamadıkça vehleten hâsıl ettiği kanaati kâfi görmesin. Şüphelerde en çok durur, hüccetlere en ziyade sarılır,'hasmın müracaatında nen az usanır, umurun vuzu­hunu en fazla bekler, hükmün vuzuhunda en kat'î davranır, medh İle şımarmaz, tehyic ile eğilip bükülmez'olsun. Vakıa -böyieleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık tah­kik et ve kendisine zaruretini giderecek, halktan ihtiyacını ke­secek kadar bezlde bulun. Hem senin yanında öyle bir mevki ver ki mukarrerlerinden kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelib de kendisine karşı hainlik edemi-yeceğinden emin olabilsin.

Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın. Çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu : Onun namına İstenilen yapılı­yor ve onunla dünyayı elde etmiye uğraşılıyor!

Sonra âmillerine dikkat et. Kendilerini işbaşına öyle getir. Yoksa tarafgirlik, hodgâmlık hissiyie kimseye vazife tevdi etme. Çünkü bu iki sebep cevrü hiyânete sâiktir. Bir de bu İş için sa­lâh ile mâruf ailelerden yetişmiş tecrübe ehli, haya sahibi İs­lâm'a hizmeti sebketmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamam cazibesine en az kapılır, avâ-kib-ı umuru en doğru görür insanlardır. Esbâb-ı maişetlerini de geniş bir surette temin et. Çünkü nefislerini salâha sevk husu­sunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere e! uzat­maktan o sayede müstağni kalırlar. Bundan başka şâyed emri­ne muhalefet ederler, yahud emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir hüccet olur. Sonra bunların icrââtını takibet. Arkaları sıra vefa ve sıdk erbabından olmak üzere göz­cüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen ema­neti muhafazalarına ve raiyye hakkında rıfk ile muamelelerine badi olur,

A'vânına karşı da ihtiyatlı bulun. Şâyed 'içlerinden biri eii-ni hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler herifin bu hiyaneti üzerinde toplanırsa şahadetin bu kadarını kâfi görerek müstehak olduğu ukubeti bedeni üzerinde icra edersin; topla­dığı paraları alır, kendisim mevki-i zillete dikersin; alnına hiya-nat lekesini vurur, boynuna âr-ı töhmeti geçirirsin.

Sonra, haraç işini ehl-i haracın salâhiyle takip et. Çünkü ernr-i ıslâhiyle ehlinin salâhı içinde başkalarının da salâhı dâ­hildir.   Zaten   başkalarının   salâhı   ancak   bunlarınkine   tevakküf eder. Çünkü halkın hepsi haraca ve ehl-I haraca muh­taç. O holde memleketin ümranına sarf edeceğin vakit ha­raç toplamaya ma'tuf olan himmetinden fazla olmalı. Zi­ra harafc ancak ümran ile elde edilebilir. Umransız haraç iste­yen kimse bilâdi harabeye çevri Hr, ibâdı helak eder. İşi de pek kısa 'bir zaman için yürür. Şâyed yükün ağırlığından, yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut top­rakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâ­yette bulunurlarsa tesirini umduğun bütün vesâite müracaatla dertlerini tahfife çalış. Bu hususta hiç bir fedakârlık sana kat'-iyyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki bilâdını îmâra, vilaye­tini tezyine sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak senaları­nı kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adaletten dolayı müf-tehir olacaksın. Hem sen bu sermayeyi fazlasiyle verecekleri­ne güvenerek veriyordu. Zira kendilerini terfih ettiğin İçin birik­tireceklerine ve adi ü rıfk 'İle muamelen sebebiyl sana emin bu­lunduklarına, itimadın vardı. Evet, günün birinde, muavenetleri­ne dayanacağın bir hâdise zuhur eder. Bakarsın ki hatır hoşluğu ile bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran müteham­mildir, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketin harâbîsi aha­linin sefaletindendir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valile­rin servet toplamaya hırsları, uzun müddetle mevkilerinde ka­lacaklarını zannetmemeleri, bir de geçmiş ibretlerden îcâbı ka­dar hisse alamamalarıdır.

Sonra, kâtiplerinin haline İyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Hususiyle tertibatını, esrarını tevdi edeceğin mektupları­nı, öyle adamlara yazdır ki, soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gel­meye cür'et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dos­doğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesa­bına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi muhkem tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zaaf göstermesin. Uhdesine mevdu umur itibariyle nasıl bir mevkii olduğundan bîhaber bulunmasın. Zira kendi kıy­metini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez.

Sonra bunların intihabında yalnız simalarını tetkikin, bir de hüsn-i zarının kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima tasannu ve hüsn-i   hizmet göstererek zevahire hükmeden valilerin  gözüne girebilirler. Halbuki İşin Ötesinde ihlâs namına bir şey yoktur. Onun İçin senden evvelki sâlih valilere hizmet etmişleri araştı­rarak halk arasında en iyi sıyt bırakmış, emanetîeriyle en ziya­de tanınmış olanlarını intihab et. Böyle bir hareket senin A I-I a h'a ve kendisinden tevelii-i emrettiğin kimseye karşı İh-lâsını gösterir.

Bir de umuru tasnif ederek her sınıfın başına bu kâtipler­den birini geçir ki iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyıp de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatası­nı görür de aldırmazsan kendiri muâteb olursun.

Sonra ticaret ve san'at erbabı gibi bir kısmı oturduğu yer­de çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da eli­nin emeğiyle geçinir, cümlesi hakkında iyi muamele et ve baş­kaları tarafından da o suretle muamele edilmesine dair vesâyâ-da bulun. Çünkü bunlar memleket için esbâb-i hayırdır, vesâîl-i menfaattir. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizin­deki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkala­rının gidemiyeceği, yahut cür'et edemiyeceği mevkilerden geti­riyorlar. Bunlar memleket için sulh ve seiâm adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek nezdindeM, gerek biiâdınm diğer cihetlerin­deki işlerini takibet. Maamafih şurasını da bil J<i bunların çoğun­da fahiş bir tama1 çirkin bir hırs ile beraber menafi'de ihtikâr, alım satımda İriyle olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra mâni ol. Çünkü Aieyhi's • Salâtü ve's-Seiâm Efendimiz ihtikârı men buyurdular. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da, satanı da ezmiyecek mutedil es'ar üzerinden vukua gelmeli. Kim, senin yasağından sonra, ihtikâra yanaşırsa, ifrata varmamak şartiyle hemen cezalandır.

Hele alt tabakadaki her türlü çâreden mahrum fukara ve bî-çaregân ile felâketzedeler, kötürümler hakkında A i I a h'tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söyleyemiyen de var. A I I a h ' in bunlara ait olmak üzere hıfzını sana tevdi ettiği hakkı siyânet et. Oradakilere Bey-tü'!-mâlinden bir 'hisse, başka yerlerde bulunanlara da her mem­leketin fukarâ-yı müslimîne has gailesinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi haklan me,v-cud. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana mevdu bir vazife. Sakın azamet seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira İşlerln mühimini iyi gördüğün için ehemmiyetsizini yüzüstü bırakır­san mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara ekşi çehre gösterme. Yine bunlardan olup da nazarların tahkiri, ricâHn istiskali yüzünden işleri sana kadar gelemiyenleri -araştır. Sırf bunlar için erbâb-i haşyet ve tevâzu'dan emin bir adam tahsis et ki arada vasıta olsun, işle­rini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Huzûr-i Bârîye çıktığın zaman «Vüs'umu sarf ettim» diyebilesin.

Raiyyenîn bu tabakası adi ve înfaka başkalarından ziyade muhtaçtır. Onun için ber birinin hakkını vermeye son derece îtina et. Sonra, yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiç bir çâre­si olmıyan kimseleri üzerine al. Vâkıa bu işler valiye ağır gelir. Lâkin ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Al lalı yalnız o kimselere kolaylaştırır ki haîden ziyade akıbeti düşünerek nef­sini tahammüle alıştırır ve kendi hakkındaki va'd-i ilâhînin sıd-kindan mutmain bulunur.

Erbâb-i ihtiyaç için, sırf kendileriyle meşgul olacağın, bir zaman ve mekân ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan A I I a !h ' m rızâsını celbedecek bir tevazu' göster. Sonra, as­kerini, a'vânını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bu­lundurma ki söylemek isteyen çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, Aleyhi's-SaSâtü ve's-Selâm Efendimizden bir kaç yerde işit­tim : İçindeki zayıfın hakks serbestçe kavisinden almamıyan hır ümmet hiç bir zaman kuvvetlenemez.» buyurmuştu.

Bir de bunların münasebet almayan sözlerini, yahut İfâde-i meramdaki acizlerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, aza­met gösterme. Bu yüzden Cenâb-i Hak sana cenâh-ı rahmetini açar; tâatine mukabil sevabını ihsan eder. Hem ver­diğini güler yüzle, gönül hoşluğuyie ver. Veremediğin surette kabul olunabilecek özürler dile.

Soma, umurunun içinde öyleleri olur ki bizzat görmeküğin lâzım. Meselâ katiplerin izhâr-i acz edince âmillerine cevabı sen vereceksin. Nâsın hâcâtı artık a'vânının tahammül edemî-yeceği dereceyi buldu mu, icâbına yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mah­sus işi vardır.

Vâkıa niyet hâlis olmak ve raiyyenin selâmetine yaramak şaıtiyle bu meşgalelerin hepsi    Allah    için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah  ile arandaki hâlât İçin nefs'ne  hasret. Hâlisan li - Vechi'IIâh edâ  edeceğin  tâatin  en başlıcasi da Zât-ı İlâhîye has olan ferâizi yerine getirmekten iba­ret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden      Al I a h'a    ait bulunan hisseli ubudiyeti ayır ve seni Hakk'ın Harîm-i Subhânî-sirte yaklaştıran bu tâati, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz edâ et. Şayet namazında halka imam olmuş­sam, sakın ne bıktıracak, ne de bîr hayra yaramıyacak gibi kıl­dırma. Çünkü nâsın içinde öyleleri vardır ki illet sahibidir; öy­leleri de vardır ki iş sahibidir. Âleyhi's-Sa!âtü ve's-Selsm Efen­dimiz beni    Yemen'e gönderirken «Onlara namazı nasıl kıldsra-yım?» demiştim.    «En zayıflarının namazı gibi.» buyurmuşlardı. Mü'minlere merhametli oi. Bundan sonra, sakın raiyyenden uzun müddetle saklı durma, Çünkü valilerin raiyyeden saklanması bir nevi sıkıntı olduktan başka umûr-ı memlekete vukuflarını azal­tır. Bunların perde arkasında oturmaları perdenin dışında dönen işlere ıttılaı meneder. Binaenaleyh nazarlarında hâdisatin büyü­ğü küçülür; küçüğü büyür;    güzeli çirkin,   çirkini   güze!    olur; hak bâtıl ile karışır. Vali de nihayet beşerdir. Halkın kendi naza­rında gizli kalan umurunu nereden bilecek? Hakkın üzerinde ni­şaneler yok ki ona bakarak sıdkın her türlüsünü, k>izbin her tür­lüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka İkiden birisin: Ya hak yolunda bezîeder, gönlü gani bir adamsın.. O hal­de neye vâcib olan bir hakkı ödemekten, yahut kerîmâne    bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun? Yahut öyle de­ğilsin de buhle müptelâ bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk ihsanından ümidi kestikleri gibi, istemekten o kadar çabuk vaz geçer ki!.. Bununla beraber raiyye tarafından sana arzedilecek hâcâtm çoğu ya bir zulümden   şikâyet; ya bir muamelede adil talebi  gibi   senin yardımını istemiyecek şeylerdir.

Sonra valinin havâssı, rnukarrebîni vardır ki bunların ilti­ması, teaddisi, muamelâtta insafsızlığı görülür. Sen onların za-rarınj bu gibi ahvalin esbabını kaldırmak suretiyle kes. Etrafın­dakilerden, hassandan, akrabandan hiç birine kat'iyyen toprak verme. Ve bunlardan hiç biri senden cesaret alıp da müşterek su, yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakiler! mutazar­rır edecek ve zahmeti başkalarına yükletecek surette zahîre İd dihârına kat'iyyen tema' edemesin. Çünkü bunun kârı senin de­ğil, onun; ân 'is© dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi Labul-i hakka mecbur et; ve havas ve mukarrebî-nin için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Şayet raiyyede senin zulmettiğin zannı hâsıl olmuşsa ken­dilerine özrünü bildirerek zanlarını tedbil et. Çünkü bununla hem nefsini kırmış, hem raiyyene rıfk ile muamele etmiş, hem ken­dini mazur göstermiş oluyorsun ki onları hak üzerinde daim kıl­maktan ibaret bulunan maksadını o sayede istihsal edebilirsin.

Düşmanın tarafından sana teklif olunan sulh rızâ-yı ilâhîye muvafık ise kat'iyyen reddetme, zira sulhta, askerine 'istirahat, sana endîşeden rahat, bilâdın için de selâmet var. Lâkin sulh­tan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihti­yata seni, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.

Şayet düşmanla aranızda bir mukavele akdettinse, yahut ona karşı bir taahhüdün, varsa, mukaveleye riâyette bulun, ahdi­ni yerine getir. Verdiğin sözü muhafaza için îcâbederse hayatını bile feda et; çünkü arzularının müteferrik, reylerinin müteşettit olmasına rağmen insanların ferâiz-i ilâhiye arasında uhûde vefa kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hıyanetin vehim avâkıbim gördükleri için müslümanlara karşı a'hde vefayı iltizam ediyorlar. Binaenaleyh sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hiyânet etme; sakın düşmanını aldatma. Zira haybet ve hırmâna mahkûm akılsızlardan başkası A I-I a h 'a karşı gelmek cür'etini gösteremez. Çünkü ÂÜahu zü'l* Celâl rahmet-i ezeliyesi İcâbı, ahd ü zimmetini ibâdı için sâye-İ şefkatinde'barınacaklar! bir dârü'I-eman, sâha-i menîînde âsûde kalacakları, civarına koşacakları bir harlm-i itmi'nan kılmış. Onun için bunda fesad etmek, hiyânette bulunmak yahut aldatmak ola­maz.

Bir de bir takım te'vilâta müsaid olacak akidlerde bulunma. Te'kid ve tevsik ettiğin bir akdi nakz İçin de sakın kelâmın ffızli delâletlerinden istifadeye kalkışma. A 1 ! a h'm ahdi İcabı girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu tevsiine kat'iy­yen sâîk olmasın. Zira genişliyeceğinî ve sonunun İyi olacağmı umduğun bir darlığa tahammül senin için elbette  günahından çekindiğin ve dünyada âhirette cezâ-yi ilâhîden halâs imkânı ol­madığını bildiğin bir hiyânetten daha ehvendir.

Sonra kandan ve onu haksiz yere dökmekten son derece sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi câlib, bunun kadar mes'uiiyeti büyük, bunun kadar nimetin zevalini, devletin izmihlalini hak eden bir şey yoktur. Allahu zü'l-Ceiâl kıyamet günü kulları arasında hükmünü verirken, döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetleş-tîrmek sevdasına kapılma, zira bu hareket onu zaafa düşürecek, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek esbaptan­dır. Hele teammüden îka' edeceğin bir katil için ne Allah'-in indinde, ne benim indimde 'hiç bir özürün olamaz. Çünkü be­denen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan:. te'dib ederken kırbacın, yahut kılıcın, yahut elin ifrata varırsa -zira zaman olur ki yumruk, yahut daha biraz fazlası ölümü intaç eder- sakın sahib olduğun nüfuza güvenerek maktulün velîlerine haklarını ver-miyeyim, demeye kalkışma.

Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş ge­len cihetlerine güvenme, sakın yüzüne karşı medholunmayi is­teme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsini mabv için şey­tanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın rai yy e-ne ettiğin ihsanı başlarına kakma; yahut yaptığın işleri mübalâ­ğalı gösterme; yahut kendilerine olan va'dinde hulf etme. Çün­kü minnet ihsanı bitirir; mübalâğa hakkıykatı söndürür; hulf ise Halikın da, halkın da nefretini celbeder. Cenâb-ı Hak: «Böyle sizin yapmadığınızı söylemeniz, Allah indinde ne menfur bir harekettir!» buyuruyor. Sakın umura vaktinden svvel atılma. Sakın vakti gelince de tehalük gösterme; sakın vuzuh kesbetmiyen işlerde inad etme. Sakın vuzuh kesbettiği zaman da gevşeme. Sonra, umurun her birini mevziine vaz' et; âmâlin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu nok^larda kendini kayırmaktan çekin. İstihdam ettiğin adamlarının zahir olmuş fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen muakab olursun. Az vakit sonra umurun üzerindeki perdeleri gözlerinin önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek İçin badirelerden geri durup şiddetini te'hir et ki öfken geçsin de ihtiyarına mâlik olasın. Bundan baş­ka Halikına rücû edeceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsi­ne hâkim olmak imkânını kat'iyyen bulamazsın.

Şimdi üzerine vâcib olan, senden evvelkilerin sebk eden adil bir hükmünü yahut doğru bir mesleğini, yahut Aleyhi's-Sa-lâtü ve's-Selâm Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Kİtâbu'i-iah'da vârid bir farizayı tahattur etmektir. Tâ ki o gibi mes'ele-lerde bizden gördüğün tarz-ı harekete iktida edesin ve şu emir­namemde bildirdiğim ve ileride hevâ-yi nefsine kapılmanı ma­zur göstermemekliğin için elimde sana karşı sağlam bir hüccet bil­diğim ahkâmı tatbika çalişasın. Artık, Cenâb-ı H a k ' kın sia-i lahmetinden ve bütün talebleri muhit olan azamet-İ kudre­tinden dilerim ki rızâ-yı ilâhîsi veçhile ibâd arasında senâ-yı ce-mîl ve bilâd içinde âsâr-ı hayır ibkâsı için vüs'atimiz yettiği ka­dar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki ni'metini itmam, keremini taz'if ve sana da bana da saadetle, şehâdetle can vermek müyyesser eylesin. Bizim niyazımız A İ -I a h 'adır. Ve's'-selâmu alâ Resûli'llah...

 

 

İSLAM HUKUKUNDA KULLANILAN BAZI ÖLÇÜLER

 

Nakidlerle İlgili Ölçüler :

 

AKÇE: (Hisap ve ferâiz ıstılahında) 1 paranın üçde biri. Akçe, dilimizde nakit, meblâğ ve servet manalarına da ge­lir. Vaktiyle, gümüş sikkelere de akçe denirdi. Bir kese ak­çe, 500 kuruş demektir.

PARA :  CHisap ve ferâiz ıstılahında) 1 kuruşun 40 da 1'i dir.

3  akçeye eşittir. Para kelimesi, mutlak nakid, servet ve sikke manalarında kullanılmaktadır.      .     .

PUL :    1 akçenin 3 de veya 4 de biridir.

DÂNİK: (= denk) 1 dirhemin 6 da 1'i dir. 1 denk = 8, 2/5 habbedir.

KIRAT-I ÖRFÎ:  Bazı fâkihlere göre 5, bazılarına göre 'İse

4  orta boy arpanın ağırlığından ibarettir. Bu fark, beldelerin ayrılığından   ve   örfün   değişmesinden   ileri   gelmektedir. 1 kırat — 0,200046 gramdır.

DİRHEM-İ SERİ: 14 kırattan İbarettir. Nisâblarda muteber olan bu dirhemdir.

Peygamberimiz ES.A.V.) zamanında 10, 12 ve 20 kırat ağırlığında üç ayrı d'irhem mevcud imiş. Hazre-ti Ömer (R.A.) zamanında bu üç dirhem toplanıp or­talamaları alınarak 14 kırat 1 'islâmî dirhem olarak kabul edilmiştir. 356,5 dirhem-i Şer'î   =  1   kilodur.

DİRHEM-İ ÖRFÎ: 16 kırattır. Dirhem-İ Örfî, Dirhem-i Şer'î' den noksan olmazsa bazı zevata göre, zekatta, diyetlerde ve sair hususlarda muteber olur.

Dİrhem-i Örfî = 16 kırat. 16x 5 = 80 arpa ağırlığı. Bu tak­dirde dirhem-i örfî, dirhem-i şer'î'den ağırdır. Lakin, Dir-hom-i örfî'de her kırat 4 arpa ağırlığında kabul edilirse : 16x4=64 arpa ağırlığı eder ki, bu durumda da Dirhem-i Şer'î, dirhemî örfî'den ağır olur. Çünkü Dirhem-i Şer'î 70 arpa ağır-lığındadır. 312 dirhem-i örfî = 1 kilodur.

DİRHEM-İ HALİS : Sırf gümüşten İbaret bulunup, başka bir maden katılmayan dirhemdir. Dirhem-i Ceyyid de bu mana­da kullanılır.

DİNAR: 10 dirhem-i şer'î halis gümüş kıymetinde itibar olunan altındır. 1 miskal ağırlığındaki altın sikkeye de dînar denir. Dirhemlerin değişmesi yüzünden, dînar ile dirhem arasındaki denge bozulmuştur.

İSTAR: 4,5 nriska! ağırlığında bir ölçüdür. Aslında, 6,5 dir­hem miktarı için de kullanılmıştır. 1 istar = 1/20 rıtl ve 1 İstar = 1/40 menn'dir.

MİSKAL: 20 kırat = 100 arpa sğırlığındadir. Ağırlık olarak 1 miskal = 1, 3/7 dirhemdir. Dolayısiyle 7 miskal = 10 dir­hem-i şer'î ölçüsündedir. 1 dinar da 100 arpa ağırlığında ol­duğu için, ölçü itibari ile miskal ile aynıdır. Aralarındaki fark, sadece dinar'ın sikkeli olmasıdır. Dirhem, miskaf, denk, kırat gibi ölçüler, altın, gümüş ve mücevherat gibi kıymetli şeyleri tartmakta kullanılır.

 

Diğer Ağırlık Ölçüleri

 

OKIYYE : (= Kıyye) 40 dirhem miktarında bir ağırlık ölçüsüdür.

SA': 1040 dirhem buğday veya arpa alan bir ölçektir. Bu da 8 Bağdadî ntla eşittir. Buna sa'-ı Irakî denilir. Bir de sa'-ı hicâzî vardır ki, 0,5, 1/3 Bağdadî ntla eşittir. Bu takdirde 1 sa' = 693 1/3 dirhem ölçüsünde olur. Birinci görüş, İmâm-ı Âzam'm görüşü; ikinci görüş ise E b û Yûsuf'un    görüşüdür denilmiştir.

RITL: 130 dirhemKk bir ölçektir. Bir sa'yın sekizde birine eşittir. Bu, rıtl-i İrattı, ntl-ı Bağdâdî'dir. Bir de rıtl-ı hicâzî vardır ki bu 195 dirhem viznindedir. Bu duruda 5, 1/3 rıtl-ı hicâzî = 8 ntl-ı Beğdâdî'dir.

Rıtl-ı ırakî 20 <istar olduğu halde, rıtl-ı Hicâzî 30 jstar'dır. Yani rıtl-ı ırskî 130 dirhem, rıtl-ı Hicâzî ise 195 dirhemdir.

FARAK;    36 rıtl yanî 4680 dirhemlik bir ölçüdür.

VESK: 60 sa', yani, 62400 dirhem miktarında bir ölçüdür/ Bu miktarı içine alan kileye de Vesk denir. Ayrıca, deve, ka­tır veya merkep yüklerine de vesk denilmektedir.

Hadis-i şerîfde : «5 veskden aza zekat yoktur.» buyurulmuş-tur. 5 vesk ~ 1000 kilo'dur. Eski ölçülerden okka ile 5 vesk = 780 okka eder.

MEN : 2 rıtıl ağırlığında yani 260 dirhemlik bir ölçüdür. 4 men 1 sa' eder. Men Türkçemizde batman kelimesi ile kar­şılanır.

HIML: 300 men, yani 78.000 dirhemlik bir ölçüdür. Bu da bîr deve yüküdür.

MÜD : Irak ehline göre, 2 rıtl-ı ırâkî; Hicaz ehline göre ise 1,1/3 rıtl-ı Hicâzî miktarında bir ölçüdür. Bu fark rıtl'larla İlgili farktan meydana gelmektedir. Gerçekte 1 müd — 1/4 sa'dır. Yani 260 dirhemlik bir ölçüdür.

KAFÎZ: 12 sa' miktarında bir kile.

144 zira1 miktarı yer.

1 cerîbin onda biri, yani 360 zira' karelik bir alan.

Görüldüğü gibi kafîz hem bir Ölçek hem de bir alan ölçü­sünün adı olmaktadır.

KİRBE : Süt veya su tulumu. 50 men yani 13.000 d'irhemlik veya 32 okiyyelik bir kab.

HABBE: Arpa, buğday gibi mahsullerin denelerine bu İsim verilir. Ölçü olarak habbe = 1/48 dirheme eşittir.

 

Uzaklık Ve Alanlarla İlgili Ölüçler

 

MERHALE : Bir yolcunun ortalama bir yürüyüşle bir günde gideceği bir yoldur. Yani merhale, 8 saatte gidilebilecek bir mesafedir.

1 merhale = 8 fersahtır.

1 fersah = 3 mil'dir.

1 mil = 400 zirâ'ı mimarîdir.

1 Zirâ'-ı rnimârî ise = 0,758 metredir.    .

Buna göre yaklaşık olarak :

1 mil          =    3032 metre,

1 fersah     =    9096 metre,

1 merhale = 72768 metre eder.

FERSAH :    8 mil, yani 12.000 zirâ'4 mimarî   uzunluğundaki mesafedir.

Sefer mesafesi 3 merhale veya 18 fersahtan ibarettir ki bu da orta bir yürüyüşle 3 günlük yol demektir.

MİL:    4000 zirâ'-i mimarî uzunluğunda bir ölçüdür.

BERİD:    12 mil yani 48.000 zirâ'-i mimarîdir.

ZİRÂ' : Lügatde bilek, kol manasınadır ki dirseksen orta parmağın ucuna kadar olan kısımdır. Istılahta İse bu miktara eşit oian uzunluk ölçüsü demektir. Zira' kelimesinin Türk-çemizdeki karşılığı ARŞlN'dir.

Zirâ'ın bir çok çeşidi vardır:

ZİRÂ'-I AMME :  6 kabza yani 24 parmak uzunluğunda olan bir arşındır.

Zirâ'-ı Âmme'nin karesi = 576 parmaktır. Zirâ'-f Âmmeye = Zirâ'-ı Mimarî de denilir.

Zirâ'-ı Âmme'nin cümlesi yani askatlan  ile bunların santi­metre olarak   yaklaşık- miktarları şöyledir:

1 Zirâ'-ı Âmme = Zirâ'-i Mimarî = 24 parmak = 75,8 cm.

1 parmak — 12 hat = 3,15 cm.

1 hat = 12 nokta = 0,263 cm.   .

1 kadem = 12 parmak = 37,8 cm.

1 kulaç = 5 kadem = 189 cm.

1 kulaç = 2, 1/2 zîrâ'-i Mimarî = 189 cm. dir.

ZİRÂ'-I MESEHA : 7 kabza + 1 dikili parmak miktarında olan bir arşındır. Bu da yaklaşık cm. eder. Arazi ölçmede kullanılır.

ZİRÂ'-I KİRBÂSÎ:    7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçüdür. Bez ve kumaş ölçmede kullanılırdı.

ZİRÂ'-I KİSRÂ : Bu da 7 kabza, yani 28 parmak miktarında bir ölçü birimidir. Buna Zirâ'-ı melîk de denilir. Görüldüğü' gibi, zirâ'-ı kirbâsî ile eşittir.

ZİRÂ'-I SEVDA : Bir kol uzunluğunda bir uzunluk ölçüsü bi­rimidir. Bu ölçüyü ilk defa icad edip kullanan Hârûne'r-R e ş î d ' dir. Maiyyetinde bulunan siyah bir kölenin ko­lunun uzunluğu esas alınarak bulunduğu için buna Zirâ'-ı şov­da = kara, siyah zira' denilmiştir.

ZİRÂ-1 KÂDİYE : Zirâ'-ı Sevda'dan 1, 2/3 parmak miktarın­da noksandır. Buna zirâ'-i dûr da denir. Bu ölçüyü ilk defa bulan ve kullanan    Kadı    İbni    Ebî    Leylâ' dır.

ZİRÂ'-I YÛSUFİYE: Zirâ'-ı Sevda'dan 2/3 parmak mikta­rında noksan bir arşındır. Bunu ilk defa bulan ve ölçü biri­mi olarak vaz' eden İmâm Ebû Yûsuf Haz­retleridir. Bu ölçü, Bağdad'da kadılar tarafından bi­naların yüzölçümlerini tesbit işinde kullanılmıştır.

ZİRA’-I HAŞİMİYYE-I' SUĞRA: Zirâ'-ı Sevdadan 2, 2/3 par­mak daha uzun bir arşındır. Bunu ilk bulan Bilâl b. Ebî B û r d e'dir. Bu yüzden buna Zirâ'-ı Bilâliye de denir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî Hazretleri tarafından kullanıldığı rivayet edilmiştir.

ZİRÂ’-I HÂŞİMİYYE-İ KÜBRÂ : Zirâ-i Sevda'dan 5, 2/3 par­mak kadar uzun bir arşındır. Sevâd arazisinin ölçümünde kullanılmıştır.

ZİRÂ’-I ÖMRİYYE: 1 zira" + 1 kabza + 1 dikili baş par­mak uzunluğunda bir arşındır. Bunu ilk vaz' eden H z. Ömerü'l-Fâruk £R.A.)'dır. H z. Ömer (B.A.) zamanındaki arşınların en uzununu, ortasını ve en kısasını toplayarak bu toplamın 1/3 ünü almış ve bu miktara bir kabza ile bir dikili baş parmak İlâve etmiştir. Bu ölçüyü gös­teren arşının iki ucunu da kalay ile kapiatmıştır.

Bu ölçü, W z. Ömer (R.A.) in emri ile Sevâd Arazisi-sinin yüz ölçümünün tesbitinde kullanılmıştır.

ZİRÂ'-I MİZANİYYE; 1 Zirâ'-ı Sevda + 2 zira' + 2/3 zira' + 2/3 parmak miktarında bir arşındır. Bu ölçüyü ilk vaz' eden Halîfe M e'mûn' dur. Sokakların, derele­rin, nehirlerin ölçülmesinde kullanılırdı.

İSBİ': Parmak demektir. KannSarı birbirine bitiştirilmiş 6 arpaya eşit bir miktardır.

KABZA :   4 parmak miktarıdır.

KASABA :    6 zira' miktarıdır.

AŞİR : Uzunluğu ve genişliği birer kasaba miktarında olan arazidir kî 36 zirâ'-ı mimarî eder. Bu ise 1 kâfîzin 1/10 ne eşittir.

FEDDAN :    Bir çift öküzle sürülüp ekilenbilen yer.

CERÎB: Lügatte   vâdî  münasınadir.  Dönüm  manasına da kullanılmıştır. Cerîbin miktarı  beldelere göre değişir. Bazı yerlerde Cerîb = 10.000 zira' miktarında bir mesafe ölçüsü; bazı yerlerde de Cerîb = 3&00 zira' murabba (kare) ye eşit bir alan ölçüsüdür.

 

ISTILÂHLAR VE LÜGATÇE

 

Lügatçe

 

A

Adi:   Adalet.

Adû:   Düşman

Afif:  İffetli, namuslu, temiz.

Afv ü saflı:   Af ve müsamaha

Agâh: Bilgili, haberli, uyanık.

Ahd ü zimmet: Sözverme ve borçlanma.

Ahkâm: (Hükm'ün cemi.) Hü­kümler, emirler.

Akar: Tarla, bağ, bostan vs. gi­bi para getiren mülk.

Akarât: Gelir sağlayan mallar, mülkİer.

A'mâl: Amel'in cem'idir; (iş) ler demektir, daha çok dinî sahada kullanılır.

Amden: Kasden, istiyerek, bi­lerek.

Amma ba'd: Bundan sonra, ge­lelim   maksadımıza.

Amme:   Umuma mahsus olan.

Âmme-i ümmet: Halkın bütü­nü.

Âmil: Zekat, harâc, öşür, cizye gibi vergileri toplayan kim­se, mütesellim, mütevelli, vali, sebep, iş yapan.

Ariyet:   Ödünç, iğreti.

Arz: Toprak, dünya, memleket, iklim.

Asude:   Rahat.

Âşîr:   Öşür toplayan memur.

Aityye:   Hediye, bahşiş, ihsan,

Aük: Azad edilmiş köle veya cariye.

Avâkıb-i umur: İşlerin netice­leri.

A'vân:   Yardımcılar.

Avn ü inayet:   Yardım.

Avam:   Halk, herkes.    Kaba ve câhil kimseler. Ayak takımı.

Azamet-i kudret: Kudret büyük­lüğü.

Azimet:   Gitme, gidiş.

B

Bâdî:   Sebeb olan.

B âdiye: Çöi, kır.

Badire:   Ansızın çıkan vak'a.

Bağî: Bir veliyyü'1-emre veya onun naibine karşı kendisin­ce doğru görülen bir sebebe istinaden isyan edip, itaat dairesinden çıkan, kuvvet sa­hibi kimse. Buna rağmen ba­ğî müslüm anların mallarının müsaderesini ve zürriyetleri-nin esir edilmesini helâl gör­mez.

Bahilî:   Hasis, cimri.

Bâtıl: Doğru ve hak olmıyan, sapık.

Berâyâ: Halkın harâc verme­yen ve kılıç ehli kısmı. Halk İnsanlar. Mahlukât. .

Beyaban:   Kır, çöl..

Beyyine:   Delil, şahit.

Beytü'l - mâl: İslâmda ümmete aid hazine demek olup son­radan Devlet Hazinesi hâli­ne konulmuştur.

Bezi:   İstiyerek, bol bol vermek.

Bezl-i ihlâs:   Candan bağlanma.

Biçaregân:   Bîçareler, zavallılar.

Bilâd: Belde'nin cem'idir; şehir ve kasabalar demektir.

Bi'r: Kuyu.

Buhl: Hasislik, cimrilik.

C

Caize: Yol yiyeceği, azık. Hedi­ye, bahşiş, armağan. İhsan,

Calip: Celbeden, kendine çeken, çekici.

Cami': Toplayan, bir araya ge­tiren.

Câriye : Bir kimsenin memlûke-si olan genç veya ihtiyar ka­dın.   

Cebânet: Korkaklık.

Cebbar: Allah'ın isimlerinden bindir. Kırılanları onaran, eksiklikleri tamamlayan, kâi­natın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini, dile­diği gibi yaptırmağa muk­tedir bulunan, demektir.

Ceberut:   Azamet ve celâl.

Cebîn:   Korkak.

Celb: Çekme, çekiş, kendine çekme. Yazı ile çağırma.

Celd:   Kamçı  ile vurma.

Celde:   Kamçı, kamçı ile vurma.

Cerâim:  Cürm'ün cemidir, suç­lar demektir.

Cevaz: Caiz olma. İzin, müsaa­de.

Cevr: Haksızlık,  ezâ, cefâ,   ezi­yet, gadr, zulüm, sitem.

Cevr ü hıyanet: Zulüm ve hain­lik.

Ceyş: En az dört yüz süvari ve­ya piyadeden meydana gelen bir askeri kit'a. Ceyşin çoğu­lu Cüyûş'dur.

Cihâd: Hak yolunda vuku' bula­cak muharebelerde  gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile  gerekse  sair vasıtalarla çalışarak bütün güç ve taka­tini  sarfetmektir.

Cizye: Gayr-i müslimlerin mü­kellef olan erkeklerinden sene­de bir defa alman bir vergi­dir. Bu vergiye «harâcü'rrüûs»  da denilir. Aslında cizye, karşılık ve ki­fayet    manalarına da gelir. Müslümanların  zimetine, ahd ve emânma kavuşan ve müslümanlarm lehindeki ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden, gayr-i müslim tebea'dan alman  az miktar­daki bu vergi, nail oldukları nimet ve selahiyete bir nevi karşılık olmak üzere kâfi gö­rüldüğünden bu vergi   cizye ismini almıştır.

Cumhur:  Halk, topluluk.

Cürüm: Suç.

D

Dalâlet: Doğru  yoldan   sapma.

Dar-i İslâm: Müslümanların eli altında,  hâkimiyeti dairesin­de bulunan yerlerdir ki, Müslümanlar  oralarda emn ve emân içinde yaşarlar.

Dâr-i Adi: Bir veliyyü'l-emrin reisliği altında, adalet ve hâ­kimiyetinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi  demektir.

Dâr-i emân: İslam ordusu tara fmdan ferhedilip içinde ehl-i zimmet'in ikamet ettirildiği beldedir. İslâm hükümetinin himayesi ve hakimiyetinde bulunduğundan dâr-ı islâm'­dan sayılır.

Dâr-i Harb: Müslümanlarla ara­larında sulh bulunmayan, gayr-i müslimlerin ülkesi.

Dâr-i zimmet; Müslümanların ahd ve emânmı, himayesini kabul etmiş olan, gayr-i nıüs-Iümlere mahsus yerlerdir. Vaktiyle idarî muhtariyete sahip olan bazı eyaletler, böyleydi.

Dârü'r-ridde: Mürtedlerden mü­teşekkil bir taifenin istila ederek hakimiyetleri altına aldıkları yerlerdir.

Dessas:  Entrikacı.

Destar:   Tülbent, sarık.

Diyet:  Kan bahası.

Diyet-1 Kâmile: Katledilen şah­sın nefsine bsdel caniden veya ailesinden alman tam diyet olup, miktarı maktule göre değişir.

Diyet-i Mugalîaza: Şibhi amd su­retiyle vuku' bulan bir katil­den dolayı verilmesi gereken diyettir ki, dört neviden yir­mi beşer adet olmak üzere yüz devedir.

Dûcâr: Uğramış, yakalanmış, tutulmuş, giriftar olmuş.

Dûn:  Aşağı.

Düstûrû'1-amel: Gereği gibi uy-gulanack olan kanun.

E

Ecir:  Sevap, ücret.

Ecr-i Misil: Ehl-i vukufun tayin edeceği ücret.

Ednâ: Pek aşağı, bayağı, az, pek az.

Ef'âl:  (İş) ler.

Efrâd : Ferdler. Tek olanlar, bir­ler.

Ehâdis: Hadisler. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin müba­rek  sözleri.   Haberler.

Ehl-i Adi; Adalet sahibi kimse­ler. Bağî olmayanlar.

Ehl-i  Bağy:   Bağîlerin hepsi.

Ehl-i haraç: Haraç vermekle mükellef olan.

Ehl-i Kitâb: Allah (C.C.) tara­fından indirilmiş bir kitaba inanmış olan, fakat müslü-man olmayan kimseler. Ya­hudiler, hıristiyanlar.

Ehl-i uhud : Müslümanlarla ahid yapanlar, zımmîler.

Ehl-i zimmet: Bir islâm devleti­nin himaye ve tabiiyetinde bulunan gayr-i müslimler.

Elzsm: Çak  lâzım, lüzumlu.

Emân: Emniyet altında olduğu­na dair, düşmana verilen söz veya yapılan işaret de­mektir. Emân'm bazı şekille­ri vardır. Şöyleki:

Emân-î sarih: Bir kimseye karşı «Sana emân verdim.», «Siz eminsiniz.», «Sizs bir zarar yoktur.», gibi bir tabirle ve­rilen emândır.

Emân toi'l-kitâbe: Ehl-i harbe, . emân-name gönderilmek su­retiyle verilen emândır.

Emân bi'1-kinâye: Dolaylı ve imâli bir yolla emân mana­sı çıkarılabilen söz veya işa­retlerle verilen emândır. «Ge­liniz», «Korkmaymiz.» şek­linde tabir veya işaretten emân verildiği kanaatine va­ran kişiler için bu haller emân  sayılır.

Emân-ı Mutlak: Herhangi bir müddetle sınırlandırılmayan emân'dır.

Emân-î Muvakkat: Belirli bir müddet için verilen emân'­dır.. Bu müddet bitince emân da kalkar.

Emân-ı Müebbed: Eu sulh de­mektir. İki tarafın birbir­leri ile harb etmemek üzere silah bırakmaları ile meyda­na gelir. Harb esnasında bir kavmin zimmet aktini ka­bul eîmeside  böyledir.

Hususi Emân: Şartlarını haiz herhangi bir müslümamn rau-harib bir kişiye veya bir tai­feye verdiği emân'dır.

Umumî Emân: Veliyyü'1-emr ve­ya naibinin bütün muharib düşmana verdiği emândır ki bu bir sulh mahiyetindedir.

eman-name: Emân verildiğini bildiren name = mektub-tur. Buna «kitâbü'1-emân da denir!

Emin: Emniyet sahibi, korku­suz; birine emniyet eden, güvenen. Kendisine güveni­len.

Emir: Kumandan, Veliyyü'1-emr tarafından bir göreve tayin edilmiş kişi.

Emîrü'I-mü'minîn: Müslümanlara din ve dünya işlerinde reis­lik yapan kimse.

Emval: Mülkler, para ile satın alman şeyler.

Ensâr: Medineli ilk müslüman-lar. Peygamber (S.A.V.J Efendimize ve Mekke'den Medineye hicret eden diğer müslümanlara yardım ettik­leri için bu isimle anılırlar.

Erbâb-ı fakru ihiyac: îhtiyaç ve yoksulluk içinde olanlar.

Erbâb-ı haşyet: Korku içinde bu­lunanlar.

Es'ar: Zaruri ihtiyaç maddeleri­ne hükümetçe konulan fiyat, narh,

Esbâb-i hayr: Hayır, iyilik yol­lan.

Esbâb-i maişet: Geçim yolları. Esbâb-ı menafi; Faydalanma yol­ları.

Esfel: En  sefil,  aşağı, bayağı, Esâr:   Sırlar, gizli haller. Eşhas: ' Şahıslar. Eşkal:   Biçimler,   suretler,   tarz­lar. Eşkâl-i mahsûsa:  Bir şahsa ait hususi şekiller.

Esrar: Şerli, kötülük yapan kim­seler.

Etbâ: Birinin sözüne, işine, mes­leğine uyanlar, tabi olanlar. Hizmetçiler, uşaklar. Ezvâc-ı Mutalıharat.- Peygamber (S.A.V)  Efendimizin  ismetli zevceleri.

Ezcümle: Bu cümleden olarak.

F

Fakir: Sahib olduğu mal, nisap miktarına baliğ olmayan kimse. Yoksul.

Fâris: Atlı, ata binmekte meha-retlî. Ferasetli, anlayışlı, İran'ın güneyindeki Şiraz vilayeti.

Fariza: Yapılması mutlak ola­rak buyrulan Allah emri.

Fâsid: Yanlış, kötü, fena, bozuk. Fesad çıkaran.

Ferâiz-i ilâhî: Allah'ın yapılma­sını kat'i olarak emrettiği ibâdetler.

Fesad:   Yanlışlık, bozukluk.

Feth: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh veya harb yoluyla ele geçir­mektir.

Fevk: Üst,  üst taraf,  yukarı.

Fey': Lügatte dönme, rücû' et­me demektir. Güneşin doğu­dan batıya doğru dönmeye haşlayan gölgesine de fey' denir,  istilanda ise: Harâc, cizye, ticaret rüsumu, gayr-i müslimlerden harb edilmeden alman sulh bedelleri ve on­lardan alman şâir mallara ve beytü'l-m.âl'd© bulunan diğer mallara fey' denir.

G

Galeyan: Coşma, kaynama.

Galle: Gelir, hasılat.

Gammaz: Kogucu, arkadan çe­kiştirici.

Gamz: Koğuculuk etmek.

Ganî: Zengin, tok.

Ganimet: Harbîlerden savaş es­nasında veya harbeden iki ordunun karşılaştığı sırada, İslâm askerlerinin kuvvetle­ri ile ve zorla aldıkları maldır.

Gasb : Zorla alma, zabtednıe. Zor­la  alman  şey.

Gâsıb: Gasbeden. Sahibinin iz­ni ve haberi olmadan bir malı bir şeyi hile veya zor ile alan, zorba, yağmacı, ça­pulcu.

H

Habaset: Habislik, kötülük, al­çaklık.

Hâcât: Hâcet'in cem'idir; insanın muhtaç olduğu şeyler demek­tir.

Hâcib : Vezir, âmir. Kapıcı, per­deci. Perde, hâil.

Had: Lügatte men etmek mana­sınadır. Gayr-i menkullerin sınırlarına da hudud denir. Bir kısım cezalara da hudud denilmiştir. Zira bu cezalar, zararları bütün insanlara dokunan bir takım fena ha­reketlerden insanları men eder. Bu hadler, suçlular için bir ceza olduğu gibi, müşa-hidler için de ibret ve inti­bah vesilesi teşkil ederler, Dolayısı ile bunlar umumun menfaatinedir.

Hadis: Peygamber (S.A.VJ Efendimizin mübrek sözleri.

Hadis-i Kudsî: Manası Cenâb-ı Hak tarafından vahyedilen söz ve ifade şekli ise Peyganıber (S.A.V.)   Efendimize ait olan mukaddes sözler.

Haiz: Mâlik, sâhib, taşıyan.

Hakkaniyet: Hak ve adalete uy­gunluk. Hakka riâyet etme, doğruluk.

Hakîr: İtibarsız, değersiz, aşağı, âdi, bayağı.

Hakk-i Şuf'a: Satılık bir mala ortak veya komşu olanın, aynı para ile satın almak üzere başkalarına tercih olunması hakkı.

Hakk-i Şürb: Bir nehirden mu­ayyen ve ma'lum olan nasip­tir. Tarla, bağ, bahçe ve hay­van sulamak için sudan fay­dalanma nöbeti.

Hakîr: itibarsız, değersiz. Aşağı, âdî, bayağı,

Hâlât: Haletin cem'idir; Halet, şâyân-ı dikkat olan hal de­mektir.

Hâlisan Ii-vechi'llah: Allah'a kar­şı ihlâslı olarak.

Harâc: Harâc arazisinden ve ih­ya edilen bazı mevât arazi­den, belirli alanlara göre, beytü'1-mâl namına alman vergidir. İki çeşit harâc var­dır :

Harâc-i mukassine: Arazinin malv sulatmdan, tahammülüne gö­re alman bir vergidir. Bu harâc, hasılatla ilgilidir. Bir sene içinde birden fazla mah­sul elde edilirse, harâc da mükerrer olarak alınır. Mah­sulat olmazsa, bu harâc da alınmaz.

Harâc-ı muvazzaf: Arazi üzeri­ne, her dönüm başına, yıl­lık maktuan, muayyen bir miktar meblâğ olarak alı­nan bir vergi. Bu vergi işle­nen araziden alındığı gibi, sahibi tarafından kasten mu­attal bırakılan araziden de alınır.

Harâc Arazisi: Müslümanlar ta­rafından fethedildiği halde, eski gayr-i müslim ahâlisi elinde bırakılan veya dışarı­dan getirilmiş gayr-i müslim ahâliye temlik edilen veyahud da sulh yolu ile fethedi­lip de bir vergi konularak gayr-i müslim ahalisinin eli­ne terk edilen arazi. Şam, Mı­sır ve Irak Sevâdı arazileri gibi.

Harbe: Kısa mızrak, süngü.

Harbî: Müslümanlarla araların­da sulh bulunmayan gayr-i müslimlere aid ülkelerde ya-şıyanlardan her biri.

Haram: Herkesin girmesine mü­saade edilmeyen, mukaddes ve saygı duyulması gereken yer. Hacıların ihrama gir­dikleri mi'kadlerden itibaren Kâ'beye  kadar olan mahal.

Harım: Mukaddes olan yerler. Başkasına kapalı yer. Bir evin ve sairenin civarı. Avlu.

Harîm-i itmi'nan : İçinde huzur ve sükûna kavuşulan, dinle­nilen yer.

Hasenat: İyilikler, iyi haller. Ha yırlı işler.

Hasep : Baba tarafından gelen şeref, asillik, soy temizliği.

Hasr-ı nazar: Bakışı bir noktaya veya bir tarafa dikme.

Hâssa takımı: Valiyi muhafaza ile vazifeli askerî birlik.

Haşyet: Ta'zim ile karışık ktr-ku.

Hâtif: Sesi işitilip de kendisi görünmeyen (kimse). Seslemci çağırıcı. Gâibden haber ve­ren melek.

Havas : Muhterem ve saygıya değer olanlar, ileri gelenler, seçkin kişiler.

Haya:   Utanma.

Haybet:   Mahrumluk, me'yusluk.

Helak : Mahvolma, Ölme. Harcan­ma, çok yorulma.

Hendem: Dost, arkadaş.

Hevâ-yi nesf:  Nefsin     arzusu, meyli.

Hıfz: Saklama, muhafaza etme. Ezberlema.

Hirman : Mahrumluk.

Hilaf-i hakikat: Hakikata, gerçe­ğe uymayan, hakikatin zıddı.

Hilkat: Yaradılış.

Himaye: Koruma, korunma

Hisse-i uhûdiyet: Kulluk payı.

Hiss-i azamet: Azamet duygusu, kibir, gurur.

Hodkâmlık: Kendi menfaatini herşey'in üstünde tutmak, yalnız kendi menfaatini dü­şünmek.

Hükemâ: Hakim'in cem'idir, filo­zoflar demektir.

Hulf: Verdiği sözü yerine getir­memek, sözünden dönmek.

Husûmet: Hasımlık, düşmanlık. Kıskançlık, çekememezlik.

Huzûr-i Bari: Rabb'm huzuru.

Hüccet: Delil,   burhan.

Hüsran: Zarar, ziyan.

I

Ikta': Veliyyü'l-emr'in toprak ba­ğışlaması

Ikta'an: Toprak bağışlamak su­retiyle.

Itlak:   Bırakma, salıverme.

Ittıla':  Haberdar olmak.

İ

İane: Yardım için toplanan mal, para. Yardım eşyası, pa­rası.

İbâd =   Kullar.

İbâdu'llah:   Allah'ın kullan.

İbkâ: Baki kılma. Devamlı, sü­rekli kılma. Yerinde, evvelki halinde bırakma.

İbtilâ: Mübtelâlık, bir şeye düş­kün olma, düşkünlük, tirya­kilik.

İcâre :   Kira. îrad, gelir.

İcbar: Cebretme, zorlama, zor­lanma.

İdâme: Devam ettirme,

İdâre-i umur: İşleri idare etmek.

İddet: Kocasından ayrılan veya kocası ölen kadının başkası ile evlenebilmesi için bekle­meye mecbur olduğu müddet.

İddihar: Biriktirmek, toplayıp yığmak.

İhdas : İcad etme, yeni birşey vü­cuda getirme.

İhfâ: Gizleme, saklama, sakla­nılma, tutma,

İhlâs: Doğruluk, riyâsızlık, garazsızlık.

İhraz : Elde bulundurma. Alma, kazanma. Elde etme. Erişme.

İhsan: İyilik etme. Bağış, bağış­lama. Bağışlanan verilen şey. Lütuf, iyilik.

İhtilas: Kapma, kapılma, mal veya para çalma. Aşırma.

İhtila: Ayrılık, uymayış, uyma­ma. Anlaşmazlık, aykırılık.

İhtiyar: Seçip beyenmek, kabul etmek.

İhtiyatlı : İlerisini düşünen, gö­ren kimse. Sakınan, tedbirli, bulunan.

İhya: Diriltme, diriltilme, can­landırma, güç verme.

İhyâ-yi Mevât: Hiç işlenmemiş toprağı işleyip, ekine elve­rişli hale getirme.

İkâ:   Yapmak, etmek.

İkâme: Koymak, kaldırmak, dokrultmak.

İkâb:   Eza, cefâ, eziyet, azâb.

İktizâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım getirme, gerektirme. İhtiyaç, gereklilik. İşe yara­ma.

İlhak: Katma, katılma, karıştır­ma.

İllet:   Hastalık, derd.

İltica: Sığınma, barınma,

İltizam: Devlet gelirlerinden bi­rinin toplanması işini üzerine alma. Kendi için lüzumlu sayma. Birinin tarafını tut­ma, fcab ettirme. Gerektirme.

İmtilâ: Dolgunluk.

İmtina: Çekinme, geri durma.

İnha: Bir vazifeye tayin veya bir maaşa terfi için yapılan tek­lif, yazılan yazı. Ulaştırma, yetiştirme.

İnâyet: Yüksek tutulan, hürmet edilen birisinden gelen iyi­lik, lütuf, ihsan.

İnfak: Nafakalandırma, yedirip içirme.

İnkisar: Burada, bed-düâ etmek manâsmdadır.

İntâc: Neticelendirme, spna er­dirme.

İntifa': Faydalanma.

İrâde: Dileme, isteme, meram et­me. Emir, ferman, buyruk.

İrâs: Gösterme, Tayin etme.

İrsal: Gönderme, gönderilme, yollama, salıverme, bırakma, koyuverme.

İrşâd: Doğru yola sevk etme.

İrtidâd: İslâm dininden çıkmak. Mürted olma hali.

İsnâd:   Nisbet etme, atf etme.

İstiğlal: Ev, dükkan, tarla ve bunlara benzer gayrimenku­lun geliri karşı gösterilerek rehine koyma. İpotek.

İstiğrak: Kendinden geçip dün­yayı unutma. Dalma, içine gömülme.

İstidlal: Bir delile dayanarak, bir şeyden bir netice, bir hü­küm çıkarma. Bir şeyi deiili ile anlama.

İstihlâk: Harcamak suretiyle tü-, ketme, bitirme.

İstirdâd.: Geri alma. Alma. Veril­miş veya gönderilmiş bir şe­yin geri gönderilmesini iste­me.

İstiskal: Hor görme, soğuk mua­mele etme.

İstişare:   Danışma,v fikir sorma.

İtâb: Azarlama, tersleme, pay­lama. Darılma.

İtlaf: Telef etme, mahvetme, öldürme.

İtmam: Tamamlamak.

İttibâ: Tabi olmak, uymak, ar-dısıra gitmek.

İttihaz etmek: Burada, edinme mânadmdadır.

İttikâ': Sakınmak, çekinmek. Allah'dan korkmak.

İtyân: Getirme, getirilme. Söyle­me, bildirme, isbat.

İzâle: Giderme, giderilme, yok etme.

İzhâr-ı acz: Aciz; göstermek, ik­tidarsızlığını, beceriksizliğini belli etmek.

İzmihlal: Mahv olma.

İzzet: Kıymet, şeref, şan.

K

Kabz: El ile tutma. Alma.

Kâfûr: Uzak doğuda yetişen, hekimlikte kullanılan, beyaz ve yarı saydam, kolaylıkla parçalanan kokusu kuvvetli bir bitki.

Kail: Söyliyen, diyen, Kabul eden, razı olan.

Katil: Adam öldüren kimse.

Kati: Adam öldürmek.

Kavl: Söz, rey, görüş.

Kelâm: Kelimenin cem'idir, ke­limeler demektir.

Kemmûn: Kimyon.

Ketm: Bir sözü, bir haberi, bir sırrı saklama, gizli tutma.

Kesret, Çokluk, bolluk, ziyâde-İik.

Kerh: İğrenme, tiksinme, hoş­lanmama. Zorlama.

Kerih: İğrenç, çirkin, hoşlanıl­mayan, tiksinilen. Birine zor­la yapılan bir hareket.

Kerhen î İğrenerek, istemiyerek, hoşlanmıyarak. Zorla, zoraki

Kısas : Lügatte eşitlik, bir şeyin izine tabi olmak, onun mis­lini getirmek demektir. Suç ile ceza arasında benzeyiş matlup olduğundan, bir nevî cezaya kısas denilmiştir. Şöyleki kısas, ıstılahta: katili maktule mukabil katletmek; yaralanan veya kesilen bir uzvun yerine yaraüyanm ve­ya kesenin aynı uzvunu ya­ralamak veya kesmek demek­tir.

Kist: Hisse, pay, nasip. Tartı, Ölçü ve bölüşmelerde doğru davranma. Borç ve sâirenin bir defada ödenen taksidi.

Kibriya: Azamet, çok büyük­lük.

Kişniş: Güzel kokulu bir bitki tohumu, kara kimyon.

Kitabî: Semavî bir dine, Allah CC.CJ tarafından indirilmiş bir kitaba inanmış olan ve fakat müslüman bulunmayan kimse. Hıristiyan ve yahudi gibi.

Kizb:   Yalan.

Kudret-yâb: Muktedir olmak, gücü yetmek.

Kurrâ: Kur'ân-ı Kerîmi yedi kı­raat ve on riyâyet dahilinde okuyabilen hazıflar.

Külfet: Zorluk, zahmet, sıkıntı.

Künh:  Birşey'in iç yüzü.

Köle: Hürriyetden mahrum, başkasının mülküne dahil oîan erkek insan. Abd.

L

Levm: Çekiştirme, levmetme, başa kakma.

Liyakatli: Layık olan, değerli, yararlı. İktidarlı, hünerli, fa­ziletli.

M

Maâyib: Ayıbîar.

Mağdur: Haksızlığa, gadre uğ­ramış.

Mahal-i Maksud : Varılmak iste­nen yerler.

Mahfuz! Hıfzolunmuş, saklanmış. Korunmuş, gözetilmiş. Ezber­lenmiş.

Mahz-ı adi i Adaletin ta kendi­si.

Maişet:   Geçim.

Masiyet: Asilik, itaatsizlik, is­yan, günah.

Maksûd s İstek, kasdolunan, is­tenilen şey,  meram.

Maslahat ı İş, emir, husus, mad­de, keyfiyet. Dirlik, düzen­lik, barış.

Makrun: Yakmlaştınîmış, ya-km.  Ulaşmış, kavuşmuş.

Maktul: Katledilmiş, öldürülmüş.

Ma'muiiin bîh : Kendisi ile amel olunan, yürürlükte olan.  .

Maraz-i mevt: Ölüm hastalığı. Kişiyi iş görmekten men eden  ve ölümle neticelenin hasta­lık.

Mâruf i Herkesçe bilinen, tanın­mış, belli. Meşhur, ünlü.

Masun:   Korunmuş.

Matlub: İstenilen, talep edilen, aranılan şey.

Ma'tuf:    Burada,    gaye, maksad manasındadır.

Mebni:   Bina edilmiş, kurulmuş, dayandırılmış,   ...den dolayı.

Mebrûr:   Hayırlı, olan.

Meclis-i meşveret t Danışma hey'-eti.

Mecra': Suyun cereyan ettiği, aktığı yatak, su yolu, akıntı yeri. Bir işin gidiş oluş yolu.

Meçhul:   Bilinmeyen.

Medâr-ı maişet;   Geçim vasıtası.

Medâr-ı teselli: Teselli vesilesi.

Medlul: Delil getirilmiş şey. De­lâlet olunan, gösterilen şey. Bir kelimeden anlaşılan ma­nalar.

Melce1: İltica edilecek, sığınıla­cak yer.

Melckût!   Saltanat, haşmet.

Melhuz: Mülâhaza edilen, dü-şünülebüen, hatıra gelen, ola­bilen, umulan.

Mel'un i Lanetlenmiş, kovulmuş, tard  olunmuş.

Memnu': Menedilmiş, yasaklan­mış.

Menfur: Nefret edilmiş, nefret edilen.

Merfû'an: Yükseltilmiş, kaldırıl­mış olarak.

Meşru' s  Şer'an  caiz olan.

Msr'î: Hürmet ve riâyet olunan, hükmü geçen, muteber ve makbul o!an.

Mervi: Rivayet olunan, birinden işitilerek  söylenen.

Metruke -. Bırakılan, terkedilen mallar.

Emvâl-i metruke ı (Burada) ölen kimsenin, geride bıraktığı mallar.

Mevâli:    Köleler.

Mevât Arazi: Veliyyü'l-emr'in izni ile ihya edilen ölü top­raklardır.

Mevdu': Emânet edilen, emânet olunmuş.

Mevkı-i zillet: Alçaklık, aşağı­lık mevkii.

Mevsuk: Vesikaya dayanan sağ­lam, inanılır.

Mevzi':   Yer.

Mezkûr: Zikredilmiş, adı geçmiş, anılmış.

Miskin : Hiç bir varlığa sâhib ol­mayan kimse.

Muaf! Affolunmuş, bağışlanmış. Ayrı tutulmuş. Serbest.

Muâhaze:   Azarlama, darılma.

Muâlıid : İslâm hükümetine bir para ccliyerek kendini hima­ye ettiren, başka dinden olan kimse. Anlaşma, sözleşme, ahid yapanlardan her biri.

Muâkab: Azab olunan, işkence olunan.

Muâteb: Azarlanan, mes'ul tu­tulan.

Muattal: Tatil edilmiş, bırakıl­mış. Kullanılmaz. Battal. Boş, işsiz.

Muazzamât-i umur: Büyük işler. Mubâhase:    Bir    fikir etrafında karşılıklı konuşma.

Muhacir: Mekke'den Medine'ye hicret eden ilk müslümanlar.

Muhalif: Muhalefet eden, aykı­rılık gösteren, uymayan, uy­gun olmayan. Birinin düşün­cesine zıt düşüncede bulunan.

Muhayyer:   Seçme ve beğenmeye bağlı. Seçmece. Muhbir:   Haberci, haber veren.

Muhkemât: Burada, Kur'an-ı Kerim'deki muhkem âyetler mânâsmdadır.

Muhlis:  Ihlâs sahibi.

Muhteris: Hırs ve istek sahibi. Ateşli.

Muhrez : Elde edilmiş, el altında tutulmuş. Kazanılmış. Ele ge­çirilmiş.

Muhsan: Âkil, baliğ, hür ve sa­hih bir nikâh ile evli bulu­nan müslüman kimse.

Muhsane: Âkile, bâliğa ve hür-re olup, evli bulunan müslü­man kadın.

Muhtelefü'n-fİ3'h: Üzerinde ihti­lâf olunmuş mesele.

Mum î Yardım eden, iane eden. Yardımcı.

Mukâtele: Birbirini öldürme, vu­ruşma.  Savaş,  kavga.

Mukannen: Belli, belirli, şaş­maz. Kanun haline gelmiş.

Mukarreb :   Yaklaşmış, yakın.

Mukarrebin: Mukarreb'in cem'idir, bir büyüğün yakın adamları demektir.

Münkariz: Biten, arkası gelme­yen. Sönen. Zürriyeti tüken­miş olan.

Muktezâ: İktiza etmiş, lâzım gelmiş.

Munzam: Üste konan, katılan. Ek.

Murafaa: Mahkemede yüzleş­mek, muhakeme olmak.

Musibet: Felâket, ansızın gelen belâ sıkıntı.

Mutabık:  Uygun. Birbirine uyan.

Mutavassıt: Orta, ortalama. Mutazarrır.-   Zarar gören, zarara uğrayan.

Mu'tedil i Orta halde bulunan. Mülayim. Münasip,  uygun.

Mutmain : Herhangi birşey'e bü­tün varlığıyla inandıktan sonra kalb huzuruna eren.

Muttali' t Haberdar, herhangi birşey hakkında haberi olan.

Muvâdaa: Düşmanlığı bırakıp barışma.

Muvafık:   "Uygun   yerinde.

Muvakkaten:   Geçici olarak.

Mübâyin :   Ayn, başka türlü, zıt.

Mücerred: Tecrid edilmiş, so­yulmuş, çıplak. Tek, yalnız. Karışık ve katışık olmayan.

Mücrim : Cürüm işlemiş. Suçlu.

Müdebbsr ı Azad olması, efendi­sinin ölümüne bağlı bulunan köle.

Müdebbir: Kölesinin hürriyete kavuşmasını kendisinin vefa­tına bağlamış yani «Ben öldüğüm zaman azad ol." ele­miş olan efendi.

Müddeî s İddia eden, davacı. Bir hükmünde ayak direysn veya bunu kabul etme.

Müfâdat: Kurtuluş fidyesi öde­me.

Müftehir:   İftihar eden, öğünen.

Mükâteb: Tamamlandığı zaman azad edilmek üzere, bedele bağlanmış   köle.

Müîâyemst; Uygunluk. Yumuşak huyluluk. Yavaşlık.

Mülhid : Allah'ı inkâr eden, din­siz, imansız.

Mültezim: Devlete âit bir geliri üzerine alıp toplayan, ilti­zamcı. İltizam eden, bir şe­yin veya bir kimsenin lüzu­muna inanıp taraftarlık eden.

Münâbaat: Men etme, mâni ol­ma, engelleme.

Mümaşât: Başkasının fikrine hizmet eder yollu hareket etmek.

Münazaa: Ağız kavgası, çekiş­me.

Münzel: İnzal olunmuş, indiril­miş. Gökten indirilmiş (ki­taplar.)

Müretteb: Tertib olunmuş, dü­zenlenmiş.

Mürted : îslâm dininden dönen. İrtidâd eden.

Mürüvvet:  İnsanlık.

Müsâhib: Biriyle musahabe ederi sohbette bulunan, konuşan. Arkadaş. Büyük bir zatın ya­nında bulunup onunla soh­bet eden.

Müsâkat: Meyvesinin bir kısmı­nı almak şartiyle bir bağı veya ağaçları birine verme.

Müsalaha: Barış, güvenlik. Ba­rışma, anlaşma.

Müsta'mel:  Kullanılmış, eski köhne.

Müstecâb ; îsticâbe edilmiş, ka­bul olunmuş.

Müste'cir: Bir şeyi kira ile tu­tan, kiracı.

Müstefîd: İstifâde eden, fayda­lanan.

Müsteîzim: İstilzam eden, ge­reken.

Müste'min: Emân isteyen veya emân'a  nail  olan kimse.

Müşrik: Allalıa eşler, Ortaklar koşan.

Mütsaddid: Bir çok, teaddüd eden, çoğalan. Türlü türlü. Çok.

Müteammiden : Bir -şeyi bilerek, tasarlayarak, kasden yapma.

Mütedeyyin : Dine bağlı. Dindar.

Müteferrik: Dağınık, değişik, ay­rı ayrı.

Mütskebbir: Tekebbür eden, bü­yüklük taslayan, kibirli.

Mü'temen: Kendisin© emniyet olunan, emniyetli.

Mütsnsbbih : Uyanık. Uyanan, întibâh eden.

Müteselsilen : Sıra ile, bir biri peşi sıra, zincirleme.

Müteşettit:  Dağınık.

Müteveccih: Burada, yönelmek mânâsmdadir.

Müteverri: Perhizkâr   olmak.

Müzâharet: Yardım etme, ko­ruma. Arka çıkma.

Müzayede: Artırma. Artırma su­retiyle satış.

Müzdâd: Ziyade edilmiş. Art­mış, çoğalmış.

N

Nafiz: Tesir edici. Hükm-ü Na­fiz : Uyulması gereken hü­küm.

Nakz: Bozmak. Nâme:   Mektub.

Nârae-i humaym: Devlet baş­kanı tarafından gönderilen mektup.

Nâs: İnsanlar, halk.

Nasb etmek:   Tâyin etmek.

Nedret:   Nadir olma, az ve sey­rek  bulunma.

Nefs-i emmâre: İnsanı kötülü­ğe sürükleyen ve bu yolda çok zorlayan nefis.

Nesep:   Nssil, soy.

Neş'et: Çıkma, yetişme. Meyda-dana gelme, ileri gelme.

Nisab: Zekât gibi bazı farzlarla, sirkat haddi gibi bazı cezala­rın, vücubiyetîerine alâmet olmak üzere, şeri'at koyucusu tarafından nasbedilen muay­yen bir miktardır.

Nusret: Yardım, inayet, imdâd.

Ö

Öşür Arazisi: Müslümanlar ta­rafından fethedilerek ya mücahidlere veya diğer müslümanlara mülk olarak veril­miş arazi. Arab Yarımadası vs Basra arazileri gibi.

R

Râî:  Gören, görücü, rü'yet eden

Raiyye:   Tebea.

Rakabe:   Köle, câriye.

Râyegân etmek: Bol bol ver­mek, esirgemek.

Reâyâ: Bir devlet reisinin ida­resi altında bulunan ve ver­gi veren halk. Bütün halk. Gayr-i Müslim tebaa. Zimmî,

Ref': Kalkındırma, yüceltme. Yukarı kaldırma. Lağvetme. Hükümsüz bırakma.

Rey: Görüş,  görme.

Rıfk: Yumuşaklık, tatlılık, ya­vaşlık.

Rıfku insaf: Tatlılık, yumuşak­lık.

Riâyet: Gütme, gözetme. Saygı, ağırlama.

Ribat: Hududlarda, düşmanın hücum edebileceği mevzilerde sadece İslâm yurdunu muha­faza ve müdafaa maksadı ile ikâmet etmek.

Rical: Recül'ün cem'idir; erkek­ler demektir. Burada, devlet adamları, devlet memurları mânâsmdadır.

Ridâ: Belden yukarı örtülen ör­tü. Hırka.

Rikâz: Yer altında, yaratılışta bulunan madenlere veya son­radan gömülmüş olan hazî­nelere denir.

Bir söz veya bir hadi­senin nakledilmesi. Hikâye edilen söz veya hâdise:

Rubû': Dörtte bir, çeyrek, bir şeyin dört bölümünden biri.

Rüz-u Ceza; Ceza günü. Kıya­met.

Rücû': Dönme, geri dönm'j. Cayma sözünden dönme, sö­zünü  geri  alma.

Rükün: Birşey'in en sağlam ve muhkem tarafı, temel direği.

S

Seciye:   Huy,  tabiat,   meşreb. Sadır olmak: Çıkmak.

Sâha-i men’i : Sarp, dayanıklı, zaptedilmez saha.

Saik: Sevk eden, sebeb olan.

Salah: İyilik, iyileşme, düzelme. Dine olan bağlılık.

Salih: Yararlı, elverişli.

Salim: Sağ, sağlam, ayıb ve ku­suru, endişesi, korkusu olnıı-yan.

Sebeb-i nüzul: Bir âyetin veya bir sürenin nüzul (iniş-vah-yediliş)   sebebi.

Sebk etmek: Geçmek, ileri geç­mek.

Semahat ashâbii Cömerdlik eden kimseler.

Sekr:   Sarhoşluk.

Semâvât: Gökler.

Senâ-yı cemîl: Medih.

Seriyye: Düşman üzerine gön­derilen, küçük süvari müfre­zesi.

Sevâd: Bir şehrin veya belde­nin çevresindeki karartı ha­linde görünen bağ, bahçe bostan ve sair yerler. Kara, siyah.

Seyr: Yürüme, yürüyüş. Gitme, hareket, yolculuk.

Seyyiât: Kötülükler, fenalıklar, suçlar, günâhlar.

Sıdk:   Doğruluk.

Sınat:   San'at.

Sıyânet: Koruma, korunma, hıfz, himaye, muhafaza.

Sıyt:  İyi şöhret.

Sia-i rahmet: Allah'ın rahmeti­nin genişliği.

Sirkat:   Hırsızlık,   Çalma. Siyak j   Sözün gelişi, ifâde şekli. Siyânet etmek î   Korumak. Sudur:   Çıkmak.

Sülüs: Üçto bir.

Sünen : Sünnet'in  cem'idir.

Sünnet: 1) Peygamber Efendimi­zin söz, fiil, hal ve hareket­leri, 2)    Yol, âdet.

Sünnet-i sâliha:   îyi, güzel, ya­rarlı âdeter.

Ş

Şâmil: İhâta eden, içine alan kaplıyan.   

Şehâvât:  Meyil ve  tabiî   arzular.

Şekâvet:   Eşkiyalık,  haydutluk.

Şeâir: Alâmetler, işaretler, âdet­ler, törenler.

Şenâet:   Kötülük,  fenalık.

Şirket-I müdârebe : Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek olmak üzere kurulan şirket.

T

Taaccüp:   Şaşma, şaşakalma.

Taammüd: Bilerek, istiyerek bir iş yapmak.

Tâat: Cenab-ı Hakk'a itâaat, in-kıyad ve   ibâdet etmek.

Ta'cil: Acele ettirme, çabuk ol­masını isteme.

Taciz: Rahatsız etme, sıkıntı verme, tedirgin etme.

Tahmil: Yükleme, yükletilme, yükletme.

Tahrim: Haram kılma, haram kılınma.

Tahsis: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılma, ayırma.

Tahsin: Sahih bir nikahla evle­nip, muhsan veya muhsane kılma.

Tahsîsen: Bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılarak. Tah­sis suretiyle.

Talâk-ı Baîne: Zevcenin iddet müddeti sona ermeksizin zev­cine dönmeye hakkı olma­yan talâk.

Talik: Asma, asılma, geciktir­me. Belli bir zamana bırak­ma. Te'hir.

Ta'rîz: Dıokunaklı söz söyleme, taşlama.

Tasallut: Musallat olma, sataş­ma.

Tasannu':   Yapmacık.

Tathir:   Temizleme, pâkleme.

Tatil: Çalışmaya ara verme, durdurma, kesme.

Taz'if: Bir o kadar ziyadeleştir-me.

Ta'zîr : Suçluya suçuna göre "ce­za vermek, azarlamak.

Tazmin : Sebep olunan zarar zi­yanı ödeme.

Teaddi: Zulm etmek, tecâvüz etmek.

Teaîlukât:  Akraba, hısımlar.

Tebaiyyet: Uymak,   ittibâ.

Tebar: Yarım ay şeklinde bal­ta. Meşin bıçağı.

Tecviz : Caiz görme, caiz görül­me, îzin verme, izin verilme.

Tedâbir i Tedbîr'in cem'idir; ted­birler  demektir.

Te'dîb : Uslandırma, edeblendir-me, yola getirme.

Tefevvuk: Başkalarından üstün olmak.

Tefrik : Ayırma, seçme, ayırt et­me.

Tefrika: Ayrılma, ayrılık, itti-faksızlık.

Teberrî: Yüz çevirmek, sevme­mek.

Teçhiz : Lüzumlu şeyleri tamam­lama. Ölü için-. Yıkanıp ha­zırlanması.

Tecviz: Caiz görme, caiz görül­me. İzin verme, izin verilme.

Teemmül:  Etraflıca düşünmek.

Tefviz :   Havale etmek.

Tehyîc:   Heyacanlandırma.

Tehalük: Can atma, sabırsızlan­ma.

Tekeffül: Kefil olma, teahhüd etme.

Te'kid: Muhkem kılmak, kuv­vetlendirmek, Evvelki emri tekrarlamak.

Tekfin:   Ölünün kefenlenmesi.

Tekîden: Te'kid yoluyla, sağ­lamlaştırarak. Evvelce veri­len emri tekrarlıyarak.

Telif: Ara bulma. Uzlaştırma. Barıştırma.

Terettüb: Ait olma, icab etme, gerekme.

Tesmiye: İsîm verme. Besmele çekme.

Tenkis: Azaltma, kısma, indir­me, eksiltme.

Tenkil: Uzaklaştırma, örnek ola­cak bir ceza verme.

Terfih:   Refaha kavuşturmak.

Teşviş: Karıştırma, karmakarı­şık etme. Birinin iyi halli ol­duğunu meydana çıkarma,

Tevakkuf:  Bağlı olma.

Tevbîh:   Tekdir, azarlama.

Tevdi': Bırakma, emânet etme, teslim etme.

Tevehhüm: Vehmetmek, kurun­tuya kapılmak.

Teve!Iî-i emr : Valilik emrini al­mak.

Tevkif: Allahm yardımına ka­vuşma. Uygunlaştırma.

Te'vilât: Te'vil'in cem'idir. Te'-vil, bir söz veya harekete, bir yol bularak, kendi mak­sadına uyacak şekilde mânâ vermek.

Tevsii: Genişletmek.

Tevsik: Vesikalar getirerek bir iddiayı, bîr sözü sağlamlaştır­ma, muhkem kılma.

Tezkiye: Temizleme. Temize çı­karma.

Tezyîd: Ziyadeleştirme, artırma artırılma.

Tezyin: Süsleme.

U

Uhde s Bir İşi üzerine alma, söz verme. Taahhüd, vazife, biri­nin üzerinde bulunan iş. So­rumluluk.

Uhûd :   Ahid'ler; verilen sözler.

Ukde:   Düğüm.

Ukuud s Akd'in cem'idir. Akd, bağlamak, kurmak demektir.

Ukuubât:   Cezalar, işkenceler.

Umrân:  Mâmurluk, bayındırlık.

Umûr-ı memleket: Memleket iş­leri.

Unf:  Hiddet, şiddet.

Ü

Ülfet: Alışıldık.

Ülü'l-emr: İslâmda emir sâhibleri demektir.

Ümm-ü Veled : Efendisinden ço­cuk doğurmuş olduğu için satılması mümkün olmayan câriye.

V

Vâcib: Allah-u Teâlâ tarafından eraredildiği zanni delille sa­bit olein vazifedir. Vâcib ke­limesi bazen «farz* yerine de kullanılır.

Vahim:  Ağır,  nsticesi tehlikeii,

Vakâyi: Vâkıa'nın cem'idir; olan haller, cereyan eden şey­ler demektir.

Vareste :   Uzak kalmak.

Vârid:   Gelen, vasıl olan, erişen.

Varidat:   Gelirler (Yıllık, aylık.)

Vaz':   Koyma, bırakma. Vehleten ı   Birdenbire.

Vesâil-i menfeat: Faydalanma yolları.

Vesâyâ:   Tavsiyeler.

Vikaye: Koruma, kayırma, esir­geme.

Vizr ü vebal: Günah, suç, ağır­lık.

Vus': Güc, kudret.

Vus'at: Genişlik.

Y

Yârân: Dostlar.

Yed-i Kudret : Cenb-ı Hakk'ın kudret eli.

Z

Zağferân:  Safran.

Zâhib:  Bir fikir    veya    zanna uyan. Giden, gidici.

Zâmin:   Tazmine mecbur olan.

Zehâb:   Bir fikre, düşünceye- uy­ma, sapma. Gitme.

Zelil:  Hor, hakir,    alçak, aşağı­lanan, aşağı tutulan.

Zelle:   Hatâ, sehiv. Zeval:   Yok olma.

Zimmî: İslâm Devletinin tabaa-smdan olan ve harâc veren gayr-i müslimler.

Zındık:  Ahirete inanmayan, münafık.

Zimmet:  Sahip çıkma,   koruma zorunda kalma.

Zira': Dirsekten orta parmak ucuna kadar olan bir uzun­luk  Ölçüsü.

Zuafâ:  Zâifler, düşkünler.

Zulüm:  Haksızlık, eziyet.

 

 



[1] Âl-i İmrân/110.

[2] El-Hâcc/78.

[3] Sahlh-i Buhâri Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi Cild: 2, say­fa: 372.

[4] İbn-i Abdülber, întikâ s. 72 (Ebû Hanife s. 196).

[5] Kitabın sonundaki ölçülerle ilgili listeye bakınız.

[6] İbn-i Hâcer el-Heysemî, Hayrâtü'l Hisan fi Menâkıb-ı Ebû Hanlfef in Nu'man, 22. fasıl

[7] Taşköprülü-zâde, Mevzûatü'l-Ulûrn, C. i, s, 22

[8] el-Cîn Sûresi, âyet 18.

[9] O. Keskioğlu, Ebû Hanîfe, s. 203 (Ebû Yûsufun el-Red alâ Siyer-1 Evzâl adlı eserinin 70. sayfasından naklen).

[10] a.g.e. s. 204.

[11] Keskioğlu, a.g.e. s. 202.

[12] Keskioğlu, a.g.«. a. 200. 34

[13] Keskio£lu a.g.e. s. 206.

[14] el-Hucurât Sûresi, âyet; 13

[15] el-Kasas Sûresi, âyet: 50.

[16] bakınız, (4) Nisa Sûresi, âyet: 36. vb.

[17] 16 Nahl-125.

[18] el-Hacc Sûresi, âyet: 47.

[19] el-Mürselât Süresi, âyet: 38.

[20] ed-Duhan Sûresi, âyet ı 40.

[21] el-Ahkâf Sûresi, âyet. 35.

[22] en-Nâziât Sûresi, âyet: 46.

[23] İbrahim Sûresi, âyet: 51.

[24] ez-Zâriyât Sûresi, âyet: 56.

[25] İbrahim Sûresi, âyet: 7.

[26] es-Secde Sûresi, &yet: 17. 80

[27] el-Vâkıa Sûresi, âyet: 30

[28] ÂH İmran Sûresi, âyet: 185.

[29] Teymûriye  nüshasında el-Facü b. Mesrûk  şeklindedir.

[30] el-Mâide Sûresi, âyet:   105.

[31] İsim Teymiriye nüshasında vardır.

[32] Bir başka nüshada bu isim geçiyor.

[33] el-Enbiyâ Sûresi, âyet: 90. 88

[34] Bu isim, Mizânü'l-Î'tidâl'de Zebîd b. el-Hâris el-Yâni şeklindedir.

[35] Enfâl Süresi, âyet.  41.

[36] En-Nahl Sûresi, âyet:   8.

[37] Enfâl Sûresi, âyet: 60.

[38] Enfâl Sûresi, âyet:   41.

[39] Yer altına sonradan saklanmış olan, kıymetli maden, eşya, para gibi şeylere veya "bunların bulunduğu yerlere «Kenz», «define», hazine* denir.

[40] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[41] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[42] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[43] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[44] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[45] Bu ve benzeri kelimeler için, kitabı­mızın «Istilâhlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[46] -Istılahlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız. 108

[47] el-Haşr Sûresi, âyet:   7.

[48] el-Haşr Sûresi, âyet:  8.

[49] eî-Haşr Sûresi, âyet:  9.

[50] el-Haşr Sûresi, âyet ı   10.

[51] el-Haşr Sûresi, âyet:   C. Benî Nadyr'deiı alman ganimetler R a s û 1 1 a h (S.A.V.) e aittir. Onu dilediği gibi taksim eder. Nitekim bunları muhacir­lere taksim etnrş, ensârdan da yalnız üç fakire hisse ayırmış­tır. Beyzâvî, Haazin, Medârik  CH.B.Ç. Mealinden).

[52] el-Haşr Suresi, âyet:   7.

[53] el-Haşr Sûresi, âyet:  8.

[54] el-Haşr Sûresi, âyet:   9.

[55] el-Haşr Sûresi, âyet:  10.

[56] en-Nisâ Sûresi, âyet: 09. 122

[57] Cerîb:   Lügatde  10.000   Conbin)   arşm yüz ölçümünde olan  ara­ziye denir.

[58] «Isılahlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[59] «Isılahlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[60] «Isılahlar ve Lügatçe» bölümüne bakınız.

[61] Nisa' Sûresi, âyet:  6.

[62] Bu kelimeler için, -Istılahlar ve Lügatçe* bolümüne bakınız.

[63] Bu kelimeler için, -Istılahlar ve Lügatçe* bolümüne bakınız.

[64] Bu kelimeler için, -Istılahlar ve Lügatçe* bolümüne bakınız.

[65] Bu isim Teymûriye nüshasında Mûsâ b. Eureyde şeklindedir.

[66] Bu isim  Teymûriye nüshasında Abdullah b.  Ali şeklindedir.

[67] Burada cerib; yaklaşık 216 litrelik bir hacim ölçüsü olarak kul­lanılmıştır.

[68] Teymûriye Nüshasın da Harrânî şeklindedir.

[69] Vesk: 65  sâ'lık bir ölçektir. =1 deve yükü =1 araba yükü ('ölçüler' bölümüne bakınız.)

[70] Okıyye:   40   dirhemlik   bir  ağırlık   ölçüsü   CTecrid-i  Sarih  c.  5 s. 35). "

[71] Teymûriye nüshasında Ömer b. Osman şeklindedir.

[72] Teynıûriye nüshasında Ebi'l-Hüseyn şeklindedir.

[73] En'âm Sûresi, âyet:   141.

[74] Savâfi:   Mücâhid   gazilere  taksim   edilmeyip   de   kendileri  için seçilip, tahsis edilen arazidir.

[75] Mâide Sûresi, âyet: 51. 172

[76] Muâhid:   İslâm hükümetine bir para ödiyerek  kendini  himaye ettiren kimse.

[77] el-Haşr Sûresi, âyet:   7.

[78] el-Haşr Sûresi, âyet:  8.

[79] el-Haşr Sûresi, âyet:  9.

[80] el-Haşr Sûresi, âyet:   10.

[81] Müstahsen:   Güzel sayılmış, beğenilmiş, makbul.

[82] Hulliyat:   altın, gümüş, inci, pırlanta v.s. gibi zinet eşyaları.

[83] 'Istılahlar ve Lügatçe' bölümüne bakınız.

[84] Mâide Sûresi, âyet:   1.

[85] Garâme :   Vergi, resim. Borç ve diyet gibi şeyleri ödeme.

[86] Müsâkât:   Meyvasımn bir kısmını almak şartiyle, bir veya ağaçlan birine verme.

[87] Mugayir:   Aykırı, uymaz, başka türlü, gayr-i muvafık .

[88] Tevbe Sûresi, âyet.  co. 212

[89] Bu isim Bulak baskısında «İbn-i   İbrahim», Teymûriye  nüsha­sında ise  «tbrâhîm» (Yani  İbrahim Nehai) olarak geçmektedir.

[90] Bu isim Bu!ak ve Teymûriye nüshasında Zeyd b. Hıbbân eş-Şerefi, Mîzanül - î'tidâi'de ise Zeyd b. Hıbbân er-Rakki şeklinde dir.

[91] el-Bakara Sûresi, âyet:  80.

[92] A'râf Sûresi, âyet:   85.

[93] Bakara Sûresi, âyet: 205.

[94] Teymûriye nüshasında bu isim Hümam olarak geçmektedir.

[95] Teymûriye nüshasında bu isim İbni Abdülvahid olarak geçmek­tedir.

[96] Âl-i îmran Sûresi, âyet:  80. 278

[97] et-Tevbe Sûresi, âyet:  60.

[98] Cerîb: (burada) 3600  arşın murabba   (kare)   üâz  ölçümündeki bir satıh ölçüsü.

[99] Müd :    128 ----- dirhem = 00 miskal'lik bir ölçü.

[100] Yemen tarafında, Meâfir Kabilesinin imâl ettiği elbiseye sevb-i meâfirî denir. Burada kasdedilen kıymet bu elbisenin kıymetidir.

[101] Saime :   Çayıra başıboş olarak salıverilen hayvan.

[102] Müdârebe:   l — Dövüşme, vuruşma, savaşma, 2 — Bir taraftan sermaye, diğer taraftan, emek şeklindeki şirket.

[103] Bedâe:   Ticarî mal, emtia.

[104] Mükâtebe:   Tamamladığı zaman azadedilmek üzer© bedele bağlanan kadm köle.

[105] el-Haşr Sûresi:  6.

[106] el-Haşr Sûresi:   7.

[107] el-Haşr Sûresi:   8.

[108] el-Haşr Süresi:  9.

[109] el-Ha§r Sûresi:   10.

[110] Tevbe Sûresi, âyet;  29.

[111] Âl-i tmrân Sûresi, âyet: 200.

[112] el-Hadid Sûresi, âyet:   20.

[113] el-Hadîd Sûresi, âyet:   21.

[114] Te'dip: Biı suç işleyeni, başkalarına örnek olacak şekilde, ceza­landırma. (Muahaze, tâzir, darp gibi) Edeplendirme, edeplendi-rilm©. Terbiye etmek, terbiyesini vermek: Haddini bildirme.

[115] Asar:   Haberler, eserlar, «nlfttımlar.

[116] Câjfe:   Vücudun iç kısımlarına kadar işleyen yara.

[117] Bu  hadis-i şerif, îmam Mâlik'in »el-Muvatta» mdadır.

[118] Mâiz b. Mâlik'le ilgili bu olay, Buhâri ve Müslim'de ittifakîa" zikredilmiştir. Sahihayn'm ilgili babları ile Bülûğ'ül Meram'm 4. cild, 13. sayfasına bakınız.

[119] Bu hadis-i şerifi Müslim de rivayet etmiştir. Hadisten çıkarılan ahkâm hakkında, Müslim şerhlerine ve Bülûğü'l - Merâm'm 4. cilt, 25. sayfasına bakınız.

[120] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[121] Nûr Sûresi, âyet; 2.

[122] Muhtelis:   Bir kimseyi gaflete  düşürüp, malım alan kimse.

[123] Mütesellib:   Bir kimsenin üzerindeki elbiseyi soyup alan kimse.

[124] Hâin:   Yed-i emanetine verilen    mala hıyanet    edip, onu alan kimse.

[125] Müdebber köle/cariye:   itki   (azadı)   efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle veya cariye.

[126] el-Haşr Sûresi, âyet:   5,

[127] el-Haşr Sûresi, âyet t 2.

[128] Mukabilinde hiç bir şey almadan azad edin (celaleyn)

[129] Gerek mal ile, gerek esirleri mübadele etmek suretiyle kendile­rini serbest bırakın. Esirleri köle olarak    kullanmak hanefilere göre mensuhtur. (Beyzavî .Celâleyn).

[130] Muhammed (S.A.V.)    Sûresi, âyet: 4.

[131] Enfâl Sûresi, âyet:   68.

[132] Enfâl Sûresi, âyet:  89.

[133] Tenfil:   Ululemr tarafından harbe tergîb ve teşvik için bir kı­sım gazilere fazla sehim veya bazı şeyler tahsis ve itâ edilmesi. Bu isim bazı nüshalarda Habîb b. Şihâb şeklinde geçmektedir.

[134] Nisa'Sûresi, âyet; 59.

[135] et-Tevbe Sûresi, âyet:   29.

[136] Hudeybiye, Mekke-i Mâkerreme'ye bir merhale mesafede, yani Mekke'nin 9 mil uzağında bulunan ve oradaki kuyunun adı ile anılan bir yerdir.

[137] Usfan, Mekke ile Cabie arasında ve Mekke'ye 2 merhale mesa­fede bir köy.

[138] Mâide Sûresi, âyet: 24.

[139] Bu  konuda,   Hasan  Basri Çantay   merhumun  Mealinin  3.  cild, 1035. sayfasındaki 35. notuna bakınız.

[140] Bakınız, a.g.e. aynı cilt ve sahifedeki 39 nolu not

[141] Aynı eser ve sahifedeki 40 nolu nota bakınız.

[142] Aynı eser ve aynı sahifedeki 41 nolu nota bakınız.

[143] el-Müıntehme Sûresi, âyet;   10.