MUKAYESELİ İBADETLER İLMİHALİ17

(İSLÂM FIKHINDA İBADETLER)17

3. KİTAP ZEKAT.. 17

1. KISIM TEMEL KAVRAMLAR VE İLKELR.. 17

1. BÖLÜM ZEKATIN HUKUK AÇISINDAN İNCELENMESİ17

1. Zekât Hukukunun Konusu Ve Sistemi:17

2. Zekât Hukukunun Diğer Hukuk Kollarıyla İlişkileri:19

3. Zekât Hukunun Kaynakları, Uygulanması Ve Yorumu: 20

2. BÖLÜM ZEKAT KAVRAMI22

4. Zekâtın Tanımı:22

5. Zekâtın Temeli: 24

1- Teklifin Genel Teorisi:24

2- Istihlaf Nazariyesi: 25

3- Dayanışma Nazariyesi:25

4- Kardeşlik Nazariyesi:25

6. Zekâtın Amaçları Ve Fonksiyonları: 27

7. Zekâtın Prensipleri: 29

1- Vergi Prensiplerinin Gelişmesi Ve Zekât:29

2- Adam Smith'in Vergi Pensipleri Ve Zekât: 30

Adalet Prensibi:30

Belirlilik Prensibi33

Uygunluk Prensibi:34

İktisat Veya Tasarruf Prensibi;34

3- Diğer Vergi Prensipleri Ve Zekat:35

Verimlilik Prensibi:35

Kendiliğinden Büyüme İlkesi:35

Esneklik İlkesi:35

8. Zekâtın Özellikleri: 37

1- Zekât Para Veya Mal Olarak Ödenir:37

2- Zekât Karşılıksızdır:37

3- Zekât Yaptırım Zoruna Dayanır:37

4- Zekât Ancak Belli Sınıflara Harcanır:37

5- Zekât Tek Taraflı Olarak Alınır:38

6- Zekât Müslüman Toplumun Üyesi Olmak Sıfatıyla Ödenir:38

3. BÖLÜM ZEKÂT VE VERGİ38

9. Vergi Ve Zekâtın Tarihçesi:38

1- Tarihte Vergi Olayı: 38

2- Zekâtın Tarihçesi: 42

10. Vergilerin Sınıflandırılması Ve Zekât:43

1- Vergilendirme Açısından Vergiler:43

Aynî Vergiler:43

Şahsi Vergiler:43

2- Aracı Mükellef Açısından Vergiler:44

3- Özel Ve Genel Vergiler:44

4- Kaynağı Açısından Vergiler: 45

Servet-Sermaye Üzerinden Alınan Vergiler:45

Gelir Üzerinden Alınan Vergiler:48

Kişi Üzerinden Alınan Vergiler: 51

Gider Üzerinden Alınan Vergiler:51

5- Oran Açısından Vergiler:52

Tek Oranlı Vergiler:53

Artan Oranlı Vergiler:53

Sınıf Usûlü:53

Dilim Usûlü:53

Artan oranlı Vergilerde Dilim Usûlü. 53

Azalan Orantılık Şekli:54

Tersine Artan Oranlılık Şekli:54

11. Malda Bulunan Zekât Dışındaki Haklar Ve Zekât Dışında Vergi Konulması:55

1- Malda Zekat Dışındaki Haklar: 55

Malda Zekat Dışında Haklar Bulunmaktadır:55

Malda Zekât Dışında Haklar Yoktur:55

2- Zekât Dışında Vergi Konulması: 56

Zekât Dışında Vergi Konamaz:56

Zekât Dışında Vergi Konabilir:56

12. Verginin Zekât Yerine Geçmesi:56

1- Verginin Zekâtın Mahsubu Sayılabilmesi:56

Vergi Zekât Yerine Geçer;57

Vergi Zekât Yerine Geçmez:57

2- Zekât İle Vergi Arasındaki Farklar: 58

Teşri Kaynağı, İcap Esası Ve Yaptırım Açısından:58

Hedef Ve Gaye Açısından:58

Konuları Açısından:59

Muafiyet Sınırı Ve Ödeme Oranı Açısından:59

Harcama Yerleri Açısından:59

4. BÖLÜM DEVLETİN ZEKÂT GELİRİ59

13. Zekâtın Devlet Gelirleri Arasındaki Yeri59

1- Vergi Gelirleri: 59

Müslümanların Tâbi Olduğu Vergiler: Zekat60

Gayrimüslimlerin Tâbi Olduğu Vergiler:60

Harac: 60

Cizye: 60

Ortak Tâbi Olunan Vergiler:60

Gümrük Ve Geçiş Resimleri (Uşûr): 60

Fazladan Konulan Vergiler Ve Malî Yükümlülükler: 60

2- Vergi Dışındaki Gelirler:60

Genel Olarak:60

Ganimet Ve Fey: 61

Vakıflar: 61

Lukata: 61

Kimsesiz Ölenin Malvarlığı: 61

Mürtecilerin Mülkü: 61

2. KISIM ZEKÂTIN UNSURLARI61

5. BÖLÜM ZEKÂTIN TARAFLARI61

BİRİNCİ AYIRIM ZEKÂTIN TARAFLARI: ZEKÂT ALACAKLISI VE ZEKÂT BORÇLUSU VEYA ZEKÂT MÜKELLEFİ61

BİRİNCİ BAŞLIK ZEKÂT ALACAKLISI: 62

14. Hukuk Kaynaklarında Konunun İşlenişi:62

1- Kur'ân-ı Kerîm:62

2- Sünnet:62

Sözlü Sünnet:62

Uygulamalı Sünnet:63

3- Sahabenin Fetvaları:63

15. Zekât-Devlet İlişkilerinin Tarihi Gelişmesi:63

1- Hz. Peygamber Devri:63

Mekke Safhası:63

Medine Safhası:64

2- İlk Halifeler Devri:64

Hz. Ebû Bekr Devri:64

Hz. Ömer Devri:64

Hz. Osman Devri Ve Sonrası:65

16. Zekâtın Devletçe Tahsili Ve Bunun Sonuçları:65

1- Zekâtın Devlete Ödenmesi:65

Zekâtın Normal Şartlarda Devlete Ödenmesi:65

Devlete Ödeme Konusunda Serbestlik Tanıyanlar: 65

Zekâtın Devlete Ödenmesini Savunanlar:66

Ödemenin Şartlı Olarak Devlete Yapılması:66

I. Açık Malların Zekâtının Devlete Ödenmesi:66

II. Devlet Başkanının Adaletli Olması Şartıyla Ödemenin Devlete Yapılması:67

Ödemenin Kesin Olarak Devlete Yapılması:67

a) İttifak Noktaları:67

b) İhtilaf Noktaları:68

Zalim Devlet Başkanına Zekât Ödeme: 68

Mutlak Olarak Caiz Olması:68

Mutlak Olarak Caiz Olmaması:69

Caiz Olmasının Hal Ve Şartlara Göre Düzenlenmesi:69

2- Devletin Üstlenmemesi Halinde Zekât Ödeme Mükellefliği:70

3- Çağdaş Müslümunlar İçin Zekât Organizasyonu:70

Günümüz Müslüman Ülkeleri Ve Zekât:70

Zekâtın Yeniden Devletçe Organize Edilmesi:70

Zekâtın Güvenilir Müesseselerce Organize Edilmesi: 71

İKİNCİ BAŞLIK ZEKÂT MÜKELLEFİ VEYA ZEKÂT BORÇLUSU.. 71

17. Zekât Mükellefi Olma Şartları:72

1- İslâm:72

Zekât Mükellefliği Karşısında Müslümanlar:72

Zekât Mükellefliği Karşısında Müslüman Olmayanlar:72

Ahiret Hükümleri Açısından Mükelleftik Durumları:72

Dünya Hükümleri Açısından Mükelleflik Durumları:72

Aslî Kâfir:72

Mürteci: 74

2- Rüşd:75

Akil: 75

Buluğ: 75

Şarttır:75

Bütün Mallar İçin Şarttır:75

Belli Mallar İçin Şarttır:75

Şart Değildir:75

3- Hürriyet: 76

4- Zekâtın Farz Olduğunu Bilmek: 77

5- Borçlu Olmamak:77

Borç Matrahtan Düşülür:77

Matrahtan Düşülen Borç Türleri:77

Borç Veya Mal Ayırımı Yapılması: .77

I. Borç Türlerinin Gözönüne Alınması: 77

II. Mal Türlerinin Gözönüne Alınması: 78

A. Gizli Mallar:78

B. Ziraî Borçlar: 78

C. Hayvanlarla İlgili Borçlar: 79

Borç Ve Mal Ayırımı Yapılmaması: 79

Matrahtan Düşülecek Borcun Şartları:79

Zekâtın Farz Olmasından Önce Borçlanmak: 79

Nisabı Kaplaması Veya Eksiltmesi:80

Vadesinin Gelmesi: 80

Kul Borca Olması: 80

Borca Karşılık Tutulacak Mal: 80

Borç Matrahtan Düşülmez: 81

İKİNCİ AYIRIM ZEKÂT HUKUKUNDA EHLİYET VE TEMSİL: 82

18. Zekât Hukukunda Ehliyet:82

19. Zekât Hukukunda Temsil: 82

1- Zekât Alacaklısı Açısından: 82

2- Zekât Mükellefi Açısından:83

Kanunî Temsil:83

İradî Temsil:83

ÜÇÜNCÜ AYIRIM ZEKÂT HUKUKUNDA SORUMLULUK.. 83

20. Sorumluluk Kavramı:84

21. Zekât Sorumlusu:84

22. Zekât Borcunda Teselsül:85

23. Zekât Borcunun İntikali:85

1- Zekât Borçlusunun Ölümü:85

Ölümün Zekât Borcunu Düşürmesi:86

Ölümün Zekât Borcuyla Gerçekleşmesi: 86

Konunun Vasiyete Göre Düzenlenmesi:86

Vasiyetin Dikkate Alınmaması:86

Ölüm Yılının Zekât Durumu: 86

Zekât Borcunun Ödenmesi:87

Zekât Borcu Ve Bu Konuda Vasiyetin Yeri:87

Kul Borcu Ve Zekât: 87

2- Zekât Borçlusu Tüzel Kişilerin İnfisahı:88

3- İş Ve Teşebbüslerin Birleşmesi Veya Devri:88

6. BÖLÜM ZEKÂTIN MEVZUU.. 88

24. Zekâtın Kaynağı Ve Konuları:88

1- Dar Çerçevede Düşünenler:89

2- Geniş Çerçevede Düşünenler:89

25. Zekât Mevzuu Malın Nitelikleri:92

1- Tam Mülkiyet (Malın Elde Edilmesi Ve Elde Bulunması):92

Şart Olması:92

Tanımı Ve Kapsamı:92

Tam Mülkiyet Özelliğini Taşımayan Başlıca Mallar:93

Şahsî Mülkiyet Özelliği Bulunmayan Mallar:93

İdare Malları: 93

Vakıf Malları: 94

I. Umumî / Hayrî Vakıflar:94

II. Hususî / Zürrî Vakıflar:94

Haram Kazanç Yoluyla Edinilen Mallar: 94

İntifa Özelliği Bulunmayan Mallar:94

Alacaklar: 94

I. Alacaklar Arasında Ayırım Yapmayanlar:95

II. Alacaklar Arasında Ayırım Yapanlar:95

A. Sağlam Alacaklar:95

B. Batık Alacaklar:96

1. Kuvvetli Alacaklar Veya Ticarî Alacaklar (Deyn-i Kavi):96

2. Orta Alacaklar Veya Adi Alacak (Deyn-i Vasat):97

3. Zayıf Alacaklar (Deyn-i Da'îf):97

Toplu Paralar (Emekli İkramiyeleri Vb.): 98

Mal-i Zımar: 98

Mülkiyette Ferdilik Ve Ortaklık: 98

Ortak Malda Zekâtın Ayrı Ayrı Ödenmesi:98

Ortak Malda Zekâtın Birlikte Ödenmesi:99

2- Nisap:99

Kavram:99

Şart Olması: 100

Ölçüsü:101

Klasik Devir İçin Nisabın Ölçüsü:101

Çağdaş Mükellef İçin Nisabın Ölçüsü:101

Eşya Nisabı:101

Nakit Nisabı:102

I. Gümüşün Ölçü Olması:102

II. Altının Ölçü Olması:102

III. Eşya Nisabının Ölçü Olması:103

A. Sınırlı Eşyanın Esas Alınması (Deve Ve Koyun Nisabının Yarı Değeri):103

B. Bütün Eşyanın Ortalamasının Alınması:104

IV. Karma Görüş:104

Hesaplanması:104

Nisabı Dolduran Mallar:104

Nisabı Doldurmayan Mallar:104

Hayvanlar:104

Altın Ve Gümüş: 105

Ziraî Ürünler: 105

Ticaret Malları Ve Nakit:105

3- Temel İhtiyaç Fazlalığı (Havâic-i Asliye, Aslî İhtiyaçlar):106

Kavram:106

Çeşitleri:106

Hakiki İhtiyaç Maddeleri:106

Mesken:106

Temel Gıda Ve Giyecek Maddeleri;106

Savaş Âleti:107

Takdiri İhtiyaç Maddeleri:107

Ev Eşyası:107

İş, Meslek Ve Sanat Âletleri:107

Hizmetçi Masrafları:107

Borçlar:107

Binek Hayvan Ve Araçları:107

Kitaplar:107

Diğer Maddeler Ve Giderler:107

Şart Olması:107

4- Nema (Artıcılık, Üretkenlik, Nâmîlik): 108

Şart Olması:108

Nema Kavramı:108

5- Havelân-ı Havi (Zekâtın Bir Takvim Yılı İçin Ödenmesi):109

Havelân-ı Havle Tâbi Olması Açısından Mallar:109

Havelân-ı Havle Tâbi Mallar:109

Havelân-ı Havle Tabî Olmayan Veya Tabî Olması Tartışmalı Mallar:109

Maden Ve Defineler:109

I. Madenler: 109

II. Defineler: 110

Ziraî Ürünler: 110

Alacaklar: 110

Mâl-i Müstefâd:110

I. Kavram:110

II. Zekât Statüsü: 110

A. Takvim Yılı İçinde Elde Edilen Artış Ve Gelir:111

B. Yıl Dolduktan Sonra Elde Edilen Gelir: 112

Havelân-ı Havl'in Kesilmesi: 112

Nisabın Yokolması Ve Eksilmesi:112

Nisabın Yokolması:112

Nisabın Eksilmesi:113

Yılın Çeşitli Zamanlarında Nisabın Bulunması:113

I. Bütün Yıl İçinde Eksilmeden Bulunması:113

II. Yılın Başından Ve Sonunda Eksilmesi:113

III. Sadece Yıl Sonunda Bulunması:113

Hükmün Mala Göre Değişmesi:113

Zekât Mevzuu Malların Değişimi:113

Ticaret Mallarının Değişimi:113

Nakitlerin Değişimi:113

Saime Hayvanların Değişimi:114

I. Saimelerle Olan Değişim:114

A. Takvim Yılı Sona Erer:114

B. Takvim Yılı Sona Ermez:114

II. Başka Mallarla Değişimi:114

A. Takvim Yılı Sona Erer:114

B. Takvim Yılı Sona Ermez:114

6- Malın Ülke Sınırları içinde Olması: 114

7. BÖLÜM ZEKÂTIN MATRAHI115

26. Matrah Kavramı:115

27. Matrah Çeşitleri:115

8. BÖLÜM ZEKÂTIN TARİFESİ (ZEKÂTIN MİKTARI VE ORANI)116

28. Zekâtın Tarifesi:116

29. Tarifenin Değiştirilmesi: 118

9. BÖLÜM ZEKÂTI DOĞURAN OLAY.. 120

30. Zekâtı Doğuran Olay:120

3. KISIM ZEKAT TEKNİĞİ121

10. BÖLÜM ZEKATIN TARH VE TAHAKKUKU.. 121

31. Zekâtın Tarhı:121

1- Kavram:121

2- Matrahın Tespiti Usulleri: 122

Karineler Usulü:122

Dış Alâmetler Usulü:122

İdarece Takdir Usulü:122

İkmalen Vergi Tarhı:122

Re'sen Vergi Tarhı:123

Verginin İdarece Tarhı:123

Götürü Usul (Forfait):123

Beyan Usulü:123

32. Zekâtın Tebliği: 124

33. Zekâtın Tahakkuku:125

34. Zekât Hukukunda Zaman Unsuru:125

1- Zekât Hukukunda Zamanaşımı:125

2- Zekât Hukukunda Süreler:126

Kanunî Süreler:126

İdarî Süreler:126

11. BÖLÜM ZEKÂT CEZALARI (ZEKÂT CEZA HUKUKU)126

35. Zekât Ceza Hukuku:126

36. Zekât Suç Ve Cezaları:127

1- Genel Olarak Zekât Suç Ve Cezaları:127

Zekât Cezasını Doğuran Olaylar:127

Zekâtta Çifte Geza Sistemi: 127

Uhrevî Müeyyideler:127

Ceza:127

Mükafat:128

Dünyevî Müeyyideler:128

Manevî Müeyyide: 128

Maddî Müeyyide:128

2- Zekât Suç Ve Cezaları:129

Zekâtın İnkârı: 129

Zekâttan Kaçınma Ve Zekât Hileleri:129

Zekât Hilesinin Caiz Olması:129

Zekât Hilesinin Haram Olması:130

Zekât Hilesinin Mekruh Olması:130

Zekât Kaçakçılığı: 131

Zekâtta Usulsüzlük:132

Zekât Mahremiyetinin İhlali:132

3- Zekât Suçlarında İştirak Ve Tekerrür:132

4- Zekât Cezalarında Pişmanlık, Ölüm Ve Mücbir Sebepler:133

12. BÖLÜM ZEKÂT İHTİLAFLARI (ZEKÂT YARGILAMA HUKUKU)133

37. Zekât Uyuşmazlıklarının Mahiyet Ve Şekilleri133

38. Zekât İhtilaflarına Bakacak Merci134

39. Zekât İhtilaflarında Kanun Yolları135

40. Zekât İhtilaflarında Uygulanacak Yargılama Usulü. 135

41. Uzlaşma. 136

42. Zekât Hatalarında Düzeltme. 137

13. BÖLÜM ZEKÂTIN TAHSİLİ / ÖDENMESİ137

43. Zekâtın Tahsil / Ödenme Usulleri137

1- Halk Temsilcileri Yoluyla Tahsil Usulü:138

2- İltizam Usulü:138

3- Devlet Memurları Tarafından Tahsil:138

44. Zekâtın Devlet Memurları Tarafından Tahsili138

1- Zekât Memurunun Yaptığı Dua:139

2- Mükellefin Yapacağı Dua:139

45. Zekâtın Tahsil / Ödenme Şekilleri139

46. Zekâtın Tahsil / Ödenme Devreleri141

1- Zekâtın Farz Olma Vakti:141

Havelân-ı Havle Tâbi Malların Ödeme Zamanı:141

Havelân-ı Havle Tâbi Olmayan Malların Ödeme Zamanı:141

2- Zekâtın Ömrîliği ve Fevriliği: 142

Zekâtın Ömrî Olması:142

Zekâtın Fevrî Olması:142

3- Ödeme için Belli Bir Zamanın Tahsisi: 142

4- Peşin Ve Gecikmeli Ödemeler:143

Peşin Ödeme (Ta'cîlu'z-Zekât):143

Peşin Ödeme Yapılabilmesi:143

Havelân-ı Havle Tâbi Mallar:143

I. Peşin Ödeme Yapılamaz:143

II. Peşin Ödeme Yapılabilir:143

Havelân-ı Havle Tâbi Olmayan Mallar:144

Peşin Ödemenin Sahih Olma Şartları:144

Peşin Ödeme İçin Aranan Şartlar: 144

I. Yılbaşında Ve Sonunda Nisabın Bulunması:144

II. Yıl İçinde Nisabın Eksilmemesi:145

Geçersiz Kalan Mal İçin Yapılacak İşlem: 145

Gecikmeli Ödeme (Te'hîru'z-Zekât): 145

Mazeret Dolayısıyla Geciktirme:145

Mazeretsiz Geciktirme:145

5- Zekâtın Farz Olmasından Sonra Malda Tasarruf: 145

47. Zekâtın Terkini146

48. Zekâtın Geçerliliği147

1- Zekâtın Rüknü:147

2- Zekâtın Sahih Olmasının Şartları:148

Mükellefle İlgili Şartlar:148

İslâm: 148

Niyet: 148

Şart Olması:148

Yapılması:148

I. Şekli:148

1) Özü Ve Manasına Göre:148

2) Tahsil Ve Ödeme Şekline Göre:148

A.  İhtiyarî Ödemenin Niyeti:148

B. Cebrî Ödemenin Niyeti:148

II. Vakti: 149

III. Çeşitli Konular: 149

Malla İlgili Şartlar:149

Havelân-ı Havl'i Doldurması: 149

Malın Değer Taşıması:150

Şart Olması:150

Orta Seviyenin Bulunması: 150

I. Aynın Ödenmesi:150

A. Faiz Cereyan Etmeyen Mallar:150

B. Faiz Cereyan Eden Mallar:150

II. Deynin Ödenmesi:151

A. Ayn Yerine Ayn Ödeme:151

B. Deyn Yerine Ayn Ödeme:151

C. Ayn Yerine Deyn Ödeme:151

D. Deyn Yerine Deyn Ödeme:151

Zekât Ödenenle İlgili Şartlar:151

3- Ödemeyi Açıktan Yapma: 151

4- Ödediğinin Zekât Olduğunu Fakire Bildirme: 152

5- Alacağın Zekâta Mahsuben Borçluya Bağışlanması: 152

Caiz Olması: .152

Caiz Olmaması:152

4. KISIM ZEKÂT SİSTEMİ153

Giriş. 153

49. Zekât Sistemi Kavramı153

50. Tek Vergi ve Zekât: 153

51. Çifte Zekât154

1- Kavram:154

2- Çeşitleri:154

Kanundan Gelen Çifte Zekât:154

Kendiliğinden Ortaya Çıkan Çifte Zekât:154

Milletlerarası Çifte Zekât:155

14. BÖLÜM SERVET / SERMAYE VE BUNLARIN GELİRİ ÜZERİNDEN ALINAN / ÖDENEN ZEKÂT.. 155

BİRİNCİ AYIRIM HAYVAN SÜRÜLERİ (ZEKÂTU'L-HAYEVÂN, ZEKÂTU'L-MÂŞİYE)155

52. Mükellef155

53. Mevzu Ve Matrah. 156

1- Hayvanların Zekât Mevzuu Olması:156

Atlar:156

Diğer Hayvanlar:157

2- Zekât Mevzuu Hayvanın Nitelikleri:157

Genel Şartlar:157

Tam Mülkiyet:157

Nisap:158

Miktarı:158

I. Zekât Mevzuu Olması İttifakla Sabit Hayvanlar: 158

II. Zekât Mevzuu Olması İhtilaflı Hayvanlar:158

A. Atlar:158

B. Diğer Hayvanlar:158

Hesaplanması:159

Havelân-ı Havl:159

Özel Şartlar:159

Saime Olmak:159

Şart Olması:159

Sâime Kavramı:159

Evcil Olmak: 160

Yaşını Doldurmak:160

Büyüklerle Birlikte Bulunması:160

Büyüklerinden Ayrı Bulunması:161

Cinsiyet:161

54. Tarife. 161

1- Develer:161

2- Sığırlar:164

3- Koyunlar ve Keçiler: 164

4- Atlar:165

Oranın % 2.5 Olması:165

At Başına Bir Dinar Olması:165

5- Diğer Hayvanlar:165

55. Ödeme. 165

1- Usul:165

2- Şekil:165

Dişi Olması: 165

Deve-Sığır:165

Davar:166

Kusursuz Olması: 166

Orta Seviyede Olması: 166

Gerekli Yaşı Doldurması:166

Gerekli Yaş: 166

Sığır Ve Deve:166

Koyun Ve Keçi:167

3- Terkin: 167

İKİNCİ AYIRIM TİCARET MALLARI (ZEKÂTU'L-URUD)167

56. Mükellef167

57. Mevzu Ve Matrah. 168

1- Ticaret Mallarının Zekât Mevzuu Olması:168

Zekât Mevzuu Değildir:168

Zekât Mevzuudur:168

Sermaye Ve Kârın Birlikte Zekâta Tâbi Olması:168

Yalnızca Gelirin Zekâta Tâbi Olması:168

2- Zekât Mevzuu Ticaret Mallarının Nitelikleri:169

Genel Şartlar:169

Tam Mülkiyet:169

Nisap:169

Miktarı: 169

Hesaplanması:169

Artıcı Olma (Nema):170

Havelân-ı Havl:170

Asıl Mala İlâveler: 170

I. Ayırım Yapmayanlar:170

II. Ayırım Yapanlar:170

A. Ticaret Dışı Elde Edilenler:170

B. Ticari Hayvanlar:170

C. Ticari Ağaçlar:170

Ticarî Kazancın Havelân-ı Havli: 171

Havelân-ı Havlin Devamlılığı: 171

Özel Şartlar:171

Ticaret Niyeti:171

Ticaret Malı Kavramı: 171

Ticarî Niyet: 172

I. Şart Olması:172

II. Çeşitleri:172

Malın Ticaret Yapmaya Elverişli Bulunması:173

Malın Bedel Karşılığı Mülkiyete Geçmesi: 173

Malın Zekât Mevzuu Mallardan Olmaması: 173

Nisap Miktarı Mal Satmak: 173

58. Tarife. 173

1- Oranın % 2.5 Olması:173

2- Oranın % 20 Olması:174

59. Ödeme. 174

1- Şeklî: 174

Aynî Ödeme Yapılması:174

Nakdî Ödeme Yapılması:174

Serbest Olması:174

2- Zamanı: 174

Tüccarlar Arasında Ayırım Yapılmaması:174

Tüccarlar Arasında Ayırım Yapılması:175

ÜÇÜNCÜ AYIRIM NAKİT VE NAKDE BENZER SERVET (MENKUL SERVET / SERMAYE VE İRATLARI)175

BİRİNCİ BAŞLIK ALTIN VE GÜMÜŞ İLE ALAŞIMLARI175

60. Mükellef175

61. Mevzu Ve Matrah. 176

1- Altın Ve Gümüşün Zekât Mevzuu Olması:176

2- Zekât Mevzuu Altın Ve Gümüşün Nitelikleri:176

Nisabın Miktarı: 176

Nisabın Hesaplanması:177

62. Tarife. 178

63. Ödeme. 178

1- Zamanı:178

2- Şekli:178

Saf Altın Ve Gümüş:178

Altın Ve Gümüş Alaşımları:178

Birbirleriyle Alaşımı:178

Başkalarıyla Alaşımı:178

Para Olarak Kullanılmasına Göre Ayırım Yapılması:179

Para Olarak Kullanılmasını Dikkate Almayanlar: 179

İKİNCİ BAŞLIK ZÎNET EŞYALARI (HULİYYAT)179

64. Mükellef179

65. Mevzu Ve Matrah. 180

1- Zînet Eşyasının Zekât Mevzuu Olması: 180

Altın Ve Gümüş Dışındaki Zînet Eşyaları: 180

Altın Ve Gümüş Zînet Eşyaları: 180

Zînet Eşyasının Mutlak Zekâta Tâbi Olması:180

Zînet Eşyasının Ayrıntılara Göre Zekâta Tâbi Olması:180

Haram Zînet Eşyası:181

Mubah Zînet Eşyası:181

2- Zekât Mevzuu Zînet Eşyasının Nitelikleri:182

66. Tarife Ve Ödeme. 182

ÜÇÜNCÜ BAŞLIK NAKİT VE MALÎ KAĞITLAR.. 182

67. Mükellef182

68. Mevzu Ve Matrah. 182

1- Nakit Ve Malî Kâğıtların Zekât Mevzuu Olması:182

2- Zekât Mevzuu Nakitlerin Ve Malî Kâğıtların Nitelikleri: 183

69. Tarife Ve Ödeme. 183

1- Hisse Senetleri Ve Tahviller Dışındakiler:183

2- Hisse Senetleri:183

Şirketler Arasında Ayırım Yapanlar:184

Sınaî Şirketlerin Hisse Senetleri:184

Ticarî Ve Tîcarî-Sınaî Şirketlerin Hisse Senetleri:184

Şirketler Arasında Ayırım Yapmayanlar:184

3- Tahviller:185

15. BÖLÜM GELİR ÜZERİNDEN ALINAN / ÖDENEN ZEKÂT.. 187

BİRİNCİ AYIRIM MADENLER VE DEFİNELER.. 187

BİRİNCİ BAŞLIK MADENLER 187

70. Mükellef187

1- İslâm:187

2- Reşit Olma: 188

3- Hürriyet: 188

4- Borçlu Olmamak:188

71. Mevzu Ve Matrah. 188

1- Madenlerin Zekât Mevzuu Olması:188

2- Zekât Mevzuu Madenin Nitelikleri:188

Genel Şartlar:188

Tam Mülkiyet:188

Nisap: 189

Şart Olması Ve Miktarı:189

Hesaplanması:189

I. İstihsal Edilen Madenlerin Nisap Hesabı:189

II. Madeni İstihsal İçin Yapılan Masraflar:189

Havelân-ı Havl: 190

Özel Şartlar:190

Zekât Mevzuu Madenlerden Olması:190

Madenler Arasında Ayırım Yapanlar:190

I. Katılık-Sıvılık Yönünden Madenler:190

II. Zekât Mevzuu Mallardan Olması Yönünden Madenler:190

III. Zînet Eşyası Olma Yönünden Madenler:191

Madenler Arasında Ayırım Yapmayanlar:191

Mülk Toprakta Bulunması:191

İslâm Ülkesinde Bulunan Madenler:191

I. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:191

II. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar: 191

A. Özel Mülkiyetteki Madenler: 192

B. Kamu Mülkiyetindeki Madenler:192

C. Vakıf Topraklarındaki Madenler:193

Dar-ı Harb'te Bulunan Madenler:193

I. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar:193

A. Özel Mülkiyetteki Madenler:193

B. Kamu Mülkiyetindeki Madenler:193

II. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:193

72. Tarife 193

1- % 2.5 Oranı:193

2- % 20 Oranı:193

3- Emeğe Göre Düzenleme:193

4- Tümünün Devlete Ait Olması:194

73. Ödeme 194

74. Tahsis 194

1- Ganimet Oluşu:194

2- Zekât Oluşu:194

İKİNCİ BAŞLIK DEFİNELER.. 195

75. Mükellef195

1- İslâm: 195

2- Hürriyet:195

3- Akıl-Büluğ: 195

76. Mevzu Ve Matrah. 195

1- Definelerin Zekât Mevzuu Olması:195

2- Zekât Mevzuu Definenin Nitelikleri:195

Genel Şartlar:195

Tam Mülkiyet:195

Nisap: 195

Havelân-ı Havl: 196

Özel Şartlar:196

Kenz-i İslâmî:196

Tanımı:196

Zekât Statüsü: 196

Kenz-i Cahilî:196

Tanımı:196

Zekât Statüsü:197

I. İslâm Ülkesinde Bulunan Defineler:197

A. Sahipsiz Topraklarda Bulunanlar:197

B. Sahipli Topraklarda Bulunanlar:197

II. Dar-ı Harpte Bulunan Defineler:198

A. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar:198

B. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:198

Kenz-i Müştebeh: 198

77. Tarife 199

78. Ödeme 199

79. Tahsis 199

İKİNCİ AYIRIM ZİRAÎ ÜRÜNLER (ZEKÂTU'T-TA'ÂM)199

80. Mükellef 199

1- Akıl, Buluğ Ve Hürriyet:199

2- Borçlar:200

81. Mevzu Ve Matrah. 200

1- Ziraî Ürünlerin Zekât Mevzuu Olması:200

2- Zekât Mevzuu Ziraî Ürünün Nitelikleri:201

Genel Şartlar:201

Tam Mülkiyet:201

Ortak Ziraat:202

I. Normal Ortaklık: 202

II. Müzaraa Ortaklığı: 202

III. Toprağın İaresi: 202

IV. Toprağın Kiralanması: 202

Ürünün Satılması: 203

Nisap:203

Şart Olması: 203

I. Nisap Şarttır:203

II. Nisap Şart Değildir:203

Miktarı:203

I. Hububat İçin: 203

II. Hububat Dışındakiler İçin: 204

Hesaplanması:204

Havelân-ı Hav1: 207

Nema: 207

Özel Şartlar:207

Öşre Tâbi Topraklarda Yetişmek:207

Giriş:207

Şart Olması: 207

Toprakların Sınıflandırılması:207

I. Özel Mülkiyet Altındaki Topraklar (Arazî-i Memluke):208

II. Devlet Mülkiyetindeki Topraklar (Arazi-i Miriyye, Arazî-i Memleket Veya Millî Arazi):208

III. Vakıf Topraklar (Arazi-i Mevkufe):208

Toprakların Tasnifinin Sonuçları:209

I. Haraç Topraklarının Mülkiyeti: 209

II. Mülkiyetin Devrinden Sonra Haraç: 209

III. Öşür Ve Haracın Birleşmesi: 210

Öşür Toprağında Fiilen Ziraat Yapılması: 210

Öşre Tâbi Ürünlerden Olmak: 210

Ürün Ayırımı Yapanlar:211

I. Bekletilebilen, Kurutulabilen, Gıda Olan Ve Ölçüye Giren Ürünler:211

II. Hz. Peygamber Devrindeki Ürünler:211

Ürünlerde Ayırım Yapmayanlar: 212

82. Tarife. 213

83. Ödeme. 213

1- Zamanı:213

Öşrün Farz Olma Vakti:213

Öşrün Peşin Ödenmesi: 214

Ekin Ve Sebzeler İçin:214

Meyvalar İçin:214

2- Şekli:214

84. Terkin 214

ÜÇÜNCÜ AYIRIM HAYVAN ÜRÜNLERİ215

BİRİNCİ BAŞLIK BAL. 215

85. Mükellef215

86. Mevzu Ve Matrah. 215

1- Balın Zekât Mevzuu Olması: 215

2- Zekât Mevzuu Balın Nitelikleri:216

Genel Şartlar:216

Özel Şartlar:216

87. Tarife 216

1- % 10 Oranı:216

2- % 20 Oranı:216

88. Ödeme. 216

İKİNCİ BAŞLIK BAL DIŞINDAKİLER 216

89. Mükellef, Mevzu Ve Matrah. 216

90. Tarife Ve Ödeme. 217

DÖRDÜNCÜ AYIRIM DENİZ VE SU ÜRÜNLERİ217

BİRİNCİ BAŞLIK BALIKLAR 217

91. Mükellef217

92. Mevzu Ve Matrah. 217

1- Balıkların Zekât Mevzuu Olması:217

Zekâta Tâbi Değildir:217

Zekâta Tâbidir:218

2- Zekât Mevzuu Balığın Nitelikleri:218

Genel Şartlar:218

Özel Şartlar:218

93. Tarife 218

94. Ödeme. 218

İKİNCİ BAŞLIK BALIK DIŞINDAKİLER.. 218

95. Mükellef-Mevzu Ve Matrah 218

96. Tarife Ve Ödeme 219

BEŞİNCİ AYIRIM ÜCRETLER VE SERBEST MESLEK KAZANÇLARI219

97. Mükellef219

98. Mevzu Ve Matrah. 219

1- Ücret Ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekât Mevzuu Olması:219

2- Zekât Mevzuu Kazancın Nitelikleri:220

Genel Şartlar:220

Nisap:220

Miktarı: 220

Hesaplanması: 220

Havelân-ı Havl:221

Özel Şartlar:221

99. Tarife 221

1- % 2.5 Oranı:221

2- % 10 Oranı:221

Esnek Olması:221

100. Ödeme 221

ALTINCI AYIRIM GELİR GETİREN BİNA, SANAYİ TESİSİ, NAKLİYE ARAÇLARI VE TAŞINIR.. 222

MALLAR 222

(MENKUL VE GAYRİMENKUL SERMAYE İRATLARI)222

101. Menkul Ve Gayri Menkul Sermaye İradı222

102. Mükellef223

103. Mevzu Ve Matrah. 223

1- Gelir Getiren Taşınmazlar Ve Nakliye Araçlarının Zekât Mevzuu Olması:223

Zekât Mevzularını Dar Çerçevede Düşünenler:223

Zekât Mevzularını Geniş Çerçevede Düşünenler:224

Genel Açıklama:224

Sanayi Ürünleri:224

Kira Geliri:225

Ulaştırma Araçları:226

Zekâta Tâbi Kısım:226

Genel Açıklamada Bulunanlar:226

I. Ticarî Zekât Statüsünü Benimseyenler:226

II. Yalnızca Geliri Zekâta Tabî Tutanlar:228

A. Nakîtlerın Zekât Statüsü:228

B. Ziraî Ürünlerin Zekât Statüsü:228

Özel Çözüm Getirenler:230

I. Sanayi Ürünleri:230

II. Kira Geliri:230

III. Ulaştırma Araçlarının Geliri:230

2- Zekât Mevzuu Bina, Sanayi Tesisi Ve Nakliye Araçlarının Nitelikleri:230

Nisap:230

Niteliği Ve Miktarı:230

Mustegallât Kredisi Ve Nisap:231

Havelân-ı Havl:231

104. Tarife. 231

1- % 2.5 Oranı:231

2- % 10 Veya % 5 Oranı232

3- Esnek Oran:232

105. Ödeme. 232

1- Sanayi Ürünleri:232

2- Kira Geliri:233


MUKAYESELİ İBADETLER İLMİHALİ

 

(İSLÂM FIKHINDA İBADETLER)

 

Vecdi Akyüz, 1955'te Kırklareli'nin Üsküp beldesinde doğdu. İlkokulu aynı yerde bitirdi. İmam-Hatip Okulu'nun orta kısmını Tekirdağ, lise kısmını İstanbul-Fatih İmam-Hatip Lisesi'nde 1974'te tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne girdi, 1978'de mezun oldu.

1979 yılında Kastamonu'nun Azdavay ilçesinde müftü olarak görev yaptı. 1979-84 arasında Tekirdağ, 1984-85 arasında ise İstanbul-Eminönü müftülüklerinde murakıp olarak çalıştı. 1985'te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğ­retim görevlisi oldu. 1989'da “doktor”, 1992'de “doçent” ünvanını aldı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Eserleri:

1) Telif: Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, Dergâh Ya­yınları; Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslâm Fıkhında İbadetler), İstanbul 1995, İz Yayıncılık.

2) Tercüme: Siyaset/İbn Teymiye, İstanbul 1985, Dergâh Yayınları; Bir İslâm Kurumu Olarak Hisbe/İbn Teymiye, İstanbul 1989, İn­san Yayınları; İslâm Hukuk Felsefesi, Muhammed Tahir b. Aşur (Mehmet Erdo­ğan'la birlikte), İstanbul 1989, İklim Yayınları (2. basımı İz Yayıncılık tarafın­dan yapılacaktır); İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet/Nevin Abdulhâlık Mustafa, İstanbul 1990, İz Yayıncılık; Fârâbî'den Abduh'a Siyasî Düşün­ce/Huriye Tevfik Mücahid, İstanbul 1995, İz Yayıncılık; Ayet ve Hadislerle İslâmî Hayat / İzzeddin Belik, (ortak çeviri) İstanbul 1992, İklim Yayınları.

3) Edisyon: Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, İstanbul 1994, Beyan Yayın­ları.

 

3. KİTAP ZEKAT

 

1. KISIM TEMEL KAVRAMLAR VE İLKELR

 

1. BÖLÜM ZEKATIN HUKUK AÇISINDAN İNCELENMESİ

 

1. Zekât Hukukunun Konusu Ve Sistemi:

 

Zekât, malî bir ibadettir, dolayısıyla malî bir olaydır. Malî olaylar maliye ilminin konusunu meydana getirirler. Malî olay­lar, kısaca, kamu ihtiyaçlarını karşılamak üzere Devlet ve diğer kamu kuruluşlarının iktisadî değerler elde etmesi ve bunları harcamasıdır. Bu tanıma göre, maliye ilminin konusu, kamu ihtiyaç­larından doğan kamu hizmetlerini görmek üzere, gelir elde etmek ve bunları harcamak yoluyla, toplumun siyasî kuruluşu olan Devlet ve diğer kamu kuruluşlarının (Belediyeler, İl Özel İdareleri, köyler vb.) yaptıkları başlıca iktisadî işlemlerdir.

Kamu kuruluşlarının yaptıkları işlemler, genellikle, serbest iktisat piyasasında ferdî arz ve talep konusu dışında kalan hizmet­lere ilişkindir. İç ve dış güvenlik, adalet, genel sağlık, eğitim, alt­yapı vb. işler ve hizmetler, piyasa ekonomisinde ferdî üretici ve tü­ketici karşılaşmasına konu olmaz. Bunlar, toplumun ortak ihtiyaç­larından doğan ve tek üreticisi kamu kuruluşları olan kamu hiz­metleridir. Buna göre, bu hizmetler, toplumun ancak ortak talebinin konusunu oluştururlar ve bunları toplum adına üreten ve arzeden, yalnız kamu kuruluşları, yani bütün halinde devlettir.

Kamu hizmetlerinin görülmesi, nihayet para ile olur. Devlet, toplumdan para toplayacak ve bunu yetkili siyasî organların belirt­tiği kamu hizmetlerine harcayacaktır. Bu bakımdan, devletin vergi koyması, bunu toplaması, harcaması, kamu mülk ve teşebbüslerini idare etmesi, borçlanması vb. işlemlerinin hepsi Maliye ilminin konusunu oluşturan malî olaylardır.

Kamu ihtiyaçları, kamu hukukunda, kamu hizmetleri şeklinde adlandırılır. Kuşkusuz, bu hizmetlerin, toplumu oluşturan fertlerin isteklerine uygun olması gerekir; fakat fertlerin bu an­lamda tek tek istek ve ihtiyaçlarının toplamının yapılması ve böy­lece kollektif hizmetin bulunması mümkün değildir. Bayındırlık ve sağlık hizmetlerinin ve hatta polis güvenliğinin kamu hizmeti olmasını istemeyenler bulunabilir. Bu sebeple, tek tek ferdî talep ve isteklere bakılmaksızın, toplum için genel fayda ve ihtiyaç olduğu, yetkili siyasî organlarca kararlaştırılan hizmetler, kamu hizmeti olur. Bir kamu hizmetinin bu şekilde tespit edilmesi, onun ger­çekleşmesi için gereken giderlerin toplum fertleri tarafından karşılanmasını gerektirir. İşte kamu maliyesi, bu giderlerin, toplumu oluşturan fertler arasında bölünmesi usûl ve şartlarını, yani kamu yüklerinin dağıtım esaslarını araştırır.

Maliye ilminin konusunu oluşturan malî olayların çeşitli yönleri vardır. Malî olaylarda vergiler, millî ekonomiden alınan değerlerdir; yine malî olaylardan olan devlet harcamaları, millî ekonomiye katılan değerlerdir. Maliye ilminin, malî olayların ik­tisadî yön ve sonuçlarını inceleyen kısmına Mali iktisat denir. Devletin adalet, eğitim, güvenlik ve sağlık alanlarında gördüğü kamu hizmetleri gibi millî ekonominin gelişmesine, fertlerin ha­yat şartlarının iyileştirilmesine yönelen görevleri de vardır. İşte maliye ilminin, malî olayların siyasî ve iktisadî kalkınma yönle­rini inceleyen kısmına Mali Siyaset veya Maliye Politikası denir. Malî olaylar ve özellikle vergilerin, insanlar veya insan top­lulukları üzerinde çeşitli etkileri vardır ve bu etkiler yine çeşitli tepkiler yaratır. Maliyenin bu kısmına Maliye Sosyolojisi veya Vergi Sosyolojisi denilmektedir. Yine, malî olaylar, prensip olarak hukuk düzeni içinde meydana gelirler. Malî olayların hu­kuk yönünü inceleyen kısmına Maliye Hukuku, bunlardan sa­dece vergilerin hukukî esaslarını araştıran kısmına da Vergi Hukuku denir. [1] Bütün bu açıklamalardan özetlenebilir ki, kamu kuru­luşlarının kamu hizmetleri giderlerinin karşılanması için giriştikleri faaliyetlerin, yani malî olayların iktisadî, siyasî, hu­kukî ve sosyo-psikolojik yönleri vardır. Bu olaylar karışık ve çeşitlidir; malî olayların tam olarak anlaşılması veya açıklanması için bütün bu yönlerin bir sentez halinde göz önünde bulundurulması gerekir. [2]

Vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere, devletin, tek ta­raflı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelir ve mallarından aldığı ekonomik değerlerdir. İslâm devletinin en önemli gelir kaynağını ve müslümanlardan aldığı başlıca vergiyi oluşturan zekât, devletle kişi arasında bir ilişki kurmaktadır ve bu ilişki hukuk kuralları ile düzenlenmiştir. Zekât Hukuku, işte bu kuralları inceleyen bir hukuk koludur. Devletle kişi arasındaki ilişkileri incelediğine göre, Zekât Hukuku, Kamu Hukuku'nun Ma­liye Hukuku kolu içinde yer alır.

İdare hukukunun çok geniş ve oynak olan alanı içinde değişmeyen bir kavram vardır: Kamu Hizmeti. İdare hukuku­nun konusunu işte bu hizmetler teşkil eder. Fakat Devletin, başka bir deyimle idarenin bu hizmetleri yürütebilmesi için, menkul ve gayrimenkul mallara ve paraya ihtiyacı vardır. Bunlara Kamu Malları [3] denir. İşte idarenin bu malları ve paraları nasıl elde ettiği, nasıl kullandığı nerelere ne şekilde harcadığı hususlarına ilişkin kurallar bütünü Malî Hukuk'un ve Maliye biliminin konu­sunu teşkil eder. O halde Malî Hukuku, Devletin malî faaliyetleri­ni, yani kamu gelirini elde etme ve bunları harcama konularını düzenleyen hukuk kurallarının bütünü olarak tanımlamak müm­kündür.

Vergi Hukuku'nu da içine alan geniş anlamdaki Malî Hu­kuk'un kendine özgü kavramları ve ilkeleri vardır. Meselâ, Kamu Hizmetlerini görmek üzere kamu gelir ve giderlerini karşılıklı olarak gösteren bütçenin genellik, birlik ve yıllık olma ilkelerine uygun olarak hazırlanmasından söz edilir. [4]

Vergi Hukuku, Maliye Hukuku'nun en çok gelişen koludur, hatta bir kısım Vergi Hukuku yazarları, Maliye Hukuku'ndan çok Vergi Hukuku'na bağımsız bir hukuk kolu niteliği tanımaktadırlar. Nasıl, Malî Hukuk, İdare Hukuku'ndan yavaş yavaş ayrılmış ve bağımsızlığını kazanmış ise, gittikçe gelişen Vergi Hukuku da aynı yolu takip ederek Malî Hukuk'tan ayrılmaya çalışmaktadır. [5]

Vergi Hukuku, kişiler ile devlet arasındaki vergi ilişkilerini başlıca iki şekilde inceler. Birincisinde, vergi ilişkisinden doğan karşılıklı haklar ve ödevler ele alınır. Bu anlamda verginin ala­caklısı, borçlusu, verginin konusu vb. belirtilir. Vergi kanun­larının yorumu, geçmişe yürütülmemesi ilkesi, vergi ceza hukuku ve vergi usûl hukukunun bazı kısımları, vergi bakımından hukukî ehliyet, vergi borcunun intikali vb. konular da açıklanır. Vergi Hukuku'nun bu kısmına, Maddi Vergi Hukuku denir.

İkincisinde, verginin tarh ve tahakkuku, vergi yargısı, ver­ginin toplanması (tahsili) vb. uygulama tekniğiyle ilgili konular incelenir. Buna, Şeklî Vergi Hukuku veya Vergi Tekniği denir. [6]

Bu çalışmada, Hz. Peygamber ve ilk iki halife dönemlerinde­ki uygulaması göz önünde tutularak elden geldiğince Zekât Huku­ku'nun, Vergi Hukuku'nun bu sistematiğine göre ele alınmasına çaba gösterilmiştir. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki, Zekât Hukuku'yla ilgili kanunlaştırma çalışmaları çok sınırlı olduğundan, konunun daha çok tarihî ve teorik temelleri araştırılmış ve tartışılmıştır. Bu yüzden, çeşitli Zekât Kanunlarının açıklanması ve yorumlanması, zekâtla ilgili yargı kararlarının tahlil edilmesi ve tartışılması üzerinde pek fazla durulamamıştır.

İslâm'da, cemiyet içinde malî yönden güçsüz olan her ferdin sadaka, nafaka ve zekât gibi yardım fonlarından yararlanması sağlanmıştır. Bir taraftan, bu müesseselerle cemiyet içinde zaruret­ler giderilirken, diğer taraftan da toplumların ilerlemesi ve gelişmesiyle ortaya çıkan çeşitli güçlüklerin bertaraf edilmesi ga­yesiyle vakıflar ihdas olunmuştur. Ancak fertlerin ve vakıfların başaramayacağı daha büyük hizmetlerin yürütülmesi devlete bırakılmış, devlet de cemiyete hizmet etmek, kamu hizmetlerini yü­rütmek görevlerini üzerine almıştır. Devlet icra ve idare faaliyetle­rini yürütebilmesi bakımından fertlerin maddî güçlerine göre on­ları vergi mükellefi yapmış, topladığı vergilerle kamu hizmetlerini yürütmüştür. Böylece, tarihî tekâmülü içinde, bir İslâm Vergi Hukuku ortaya çıkmıştır.

“İslâm dininin vazedilip halk kütlelerine kazandırılmasıyla beraber yürüyen, ona muvazi surette ortaya çıkmaya başlayan İslâm Devleti ve onun teşkilatı, kendi içinde nev'i şahsına münhasır bir surette İslâm Vergi Hukuku'nun tekev­vününe imkan sağlamış bulunmaktaydı.” [7]

İslâm Vergi Hukuku ve teşkilatı, fıkıh ve hadis kitaplarının ez-Zekât, el-Uşr, el-Lukata, er-Rikâz, el-Harac, el-Cizye, el-Me'âdin, el-Ferâ'iz, el-Ganâ'im, el-Fey' vb. bölüm ve bablarına serpiştirilmiştir. İslâm hukukunun bu branşı ayrıca Kitabu'l-Harac [8] ve Kitabu'l-Emval [9] isimli kitaplarda müstakil olarak izah ve tespit olunmuştur. Kamu hukukunu bir bütün olarak işleyen el-Ahkâmu's-Sultâniyye'lerde de zekât genişlemesine incelen­miştir[10]. Günümüzde, İslâm Maliye ve Vergi Hukuku, vergi hu­kukunun sistematiğine uygun olarak, müstakil branşlar halinde araştırma konusu yapılmaktadır. [11]

İslâm Vergi Hukuku'nda en önemli yeri, hiç şüphesiz ki Ze­kât almaktadır. İnsanın, Allah'a, bedeniyle olduğu kadar, mal­larıyla da kulluk etmesi gerektiğinden, zekât, hukuk sistema­tiğinin İbadetler (İbadât) bölümünde yer almıştır. Namaz, oruç ve hac, nasıl birer bedenî ibadet ise, başkasının iyiliği için vergi öde­mek de mallarımız vasıtasıyla yaptığımız bir malî ibadettir.

Vergi Hukuku, vergilerin ekonomik veya siyasî sonuçlarıyla ilgilenmez. Bu gibi konular, Maliye ilminin Maliye Ekonomisi veya Maliye Politikası kollarında ele alınır. [12]

Verginin hangi hallerde doğduğu, kimlerin vergi yükümlüsü olduğu, tutarı ve nasıl hesaplanıp alınacağı (tahakkuk ve tahsili) konuları, günümüz devletlerinde, bir yandan devletin egemen­liğine bağlı kişilerin ve öte yandan vergi idaresinin uymak zorun­luluğunda bulundukları kanunlarla düzenlenmiştir. Vergi, ka­nunla konulur ve alınır; verginin hukukî temeli kanundur. Mo­dern devletlerde artık, eskiden olduğu gibi, devlet gücünü elinde bulunduran kimselerin, isteklerine göre vergi alınmamaktadır. Ver­gilerin hukuk temellerine dayandırılması, diğer bir deyimle ka­nunla alınması, hukuk devleti kavramının bir sonucudur. [13]

Verginin bu modern temeliyle ilgili kurallar, Hz. Peygamber ve Halifeler'in uygulamalarında, en olumlu ve geniş bir biçimde uygulama alam bulmuştur. [14]

 

2. Zekât Hukukunun Diğer Hukuk Kollarıyla İlişkileri:

 

Vergi Hukuku, hukuk bütünü içinde yer alır. Bu bakımdan, çeşitli hukuk kollarıyla ilişki kurmak zorundadır. Özellikle ana­yasa, idare ve medeni hukukla yakın ilişkiler içindedir. Ancak, idare ve medenî hukukla ilgili hükümler, onun kendi yapısına ve özelliklerine göre düzenlenir. Özellikle idare hukuku (zekâtın tarh, tahakkuk ve tahsilinin bir kamu eylem ve işlemi olması) ve me­deni hukukla (ehliyet ve temsil, zekât borcu) ilgili kısımlar, konu­lar ilerledikçe yakından görülecektir. [15]

Anayasa, idare ve medeni hukuk kollarının vergi hukukuyla yakın ilişkileri olmasına rağmen, Vergi Hukuku içinde ayrı ayrı kolların gelişmesine yer verilmemiştir. Oysa Vergi Hukuku'nun Ceza Hukuku ile olan ilişkileri Vergi Ceza Hukuku'nu, Devletler Hukuku ile olan ilişkiler Milletlerarası Vergi Hukuku'nu ve Yargılama Hukuku ile olan ilişkiler Vergi Yargılama Hukuku'nu ortaya çıkarmıştır. [16]

Ancak zekât için aynı durumdan, yani bağımsız vergi ceza hukuku, milletlerarası vergi hukuku veya vergi yargılama huku­kundan şimdilik söz etmek pek mümkün değildir. Bununla birlikte, klasik hukukçuların ilk ve sonuncusuyla ilgili görüşlerine ve bazı tarihi uygulamalara ve bu arada şimdilik inceleme imkânı bulduğumuz Libya Zekât Kanunu (LZK) hükümleri ile diğer bazı çağdaş düzenleme çalışmalarına zaman zaman yer verilecektir.

 

3. Zekât Hukunun Kaynakları, Uygulanması Ve Yorumu: [17]

 

Şeklî hukuk (yürürlük) kaynaklarından naslar (âyet ve ha­disler) ve kanunlar (ki bunlar kanunî hukuku meydana getirirler); doktrin kaynaklarını meydana getiren ve içtihadı hukuk olarak isimlendirilen icma, kıyas, ashabın ve hukukçuların görüşleri ve diğer hukuk kaynakları (meselâ örfi hukuk) -tüm hukuk kollarında olduğu gibi- Zekât Hukuku içinde de başlıca kaynaklardır.

Bu kaynaklardan naslar ve kanunlar, bağlayıcı kaynakların başlıcalarıdır. Bu arada zekâtla ilgili yargı ictihadları da bağlayıcı niteliktedir. Doktrin kaynakları içinde yer alan icma, kıyas gibi kaynakların bağlayıcılığı fıkıh usulündeki tartışmalar çerçevesindedir. Yeri geldikçe bu tür kaynaklara işaret edilecektir.

Sayılan kaynaklar hemen bütünüyle, doktrin kaynakları içinde yer almışlardır. Genel tefsirler ve hadis eserleri, ahkâm âyet ve hadisleri ile bunların şerhleri ve tefsirleri, genel fıkıh eser­leri, malî hukuk ve bu arada zekât hukukuyla -şu ya da bu şekilde-ilgili eserler içinde bütün bunlar hep birlikte sıralanmıştır.

Zekât konusunda çağdaş bazı kanunlaştırma çalışmaları, çeşitli ülkelerin millî hukuklarında yer almaktadır. [18]

Zekâtla ilgili kanunlaştırma çalışmalarından olan Libya Ze­kât Kanunu (LZK) ile Suudi Arabistan Zekât Kanununun yanısıra, kanunlaşmayan veya kanunlaşma yolunda bazı tasarılar bulun­maktadır.

Abdulkerim Zeydan'ın zikrettiğine göre, [19] Suudi Arabistan'da zekâtla ilgili bir kanun yapılmıştır. Bu kanunu  temin edemediğimizden şimdilik inceleme imkânımız bulunmamaktadır. Aslında Suudî Arabistan'da zekâtla ilgili ferman, emir ve talimat­lar çok daha önceki tarihe aittir. Bunların ilki 06.08.1370/13.05.1951 tarihli Zekât Farizası Uygulama Talimatnamesi (el-Lâihatu't-Tenfiziyye li-Farîdati'z-Zekât)dır. Bu talimatname, zekâtın tarh, ta­hakkuk ve tahsili, zekât beyanı- ve itirazlarla ilgili hükümleri içine alır. Uygulama sırasında bazı önemli değişiklikler de yapılmıştır. [20]

47 maddeden oluşan 9 Ramazan 1311/28 Ekim 1971 tarih ve 89 sayılı Libya Zekât Kanunu [21] şu sistematiğe sahiptir:

Birinci Bab: Zekât Hükümleri (1-24),

İkinci Bab: Zekâtın Tarh ve Tahsili (25-35),

Üçüncü Bab: Zekât Cezaları (36-38),

Dördüncü Bab: Çeşitli Hükümler (39-37).

Bu kanunun uygulanması amacıyla, 30 maddelik bir uygu­lama talimatnamesi de çıkarılmıştır. [22] Ayrıca Maliye Bakanlığı'na bağlı Zekât İdaresi Genel Müdürlüğü kurulmuş; kanu­nun birinci babındaki (zekâtın konusu, matrahı ve miktarıyla il­gili) hükümlerin yorumlanması ve ayrıntılı hükümlerin konması Adalet Bakanlığı bünyesindeki din bilginleri ve hukuçulardan oluşan danışma kurulunun kararına uyarak Adalet Bakanı'nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu'na; Kanun, Talimatname ve Ba­kanlar Kurulu kararlarına göre uygulama da sözü edilen genel müdürlüğe bırakılmıştır (LZK, m.24). [23] Bu kanunda, genellikle Maliki Mezhebinin görüşleri tercih edilmiştir.

Öte yandan, 1947 yılında, Prof. Muhammed Ebu Zehra başkanlığında toplanan ilmî komisyon, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır-Suriye)’nde uygulamak üzere, zekât hukukuyla ilgili olarak sekiz maddelik bir kanun tasarısını Mısır parlamentosuna sunmuştur. [24] Bu tasarı, Mısır meclis üyesi İmam Vâkıd tarafından meclise sunulmuştur. Tasarıyı hazırlayanlar, Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Muhammed Ebu Zehra başkanlığında, Ezher Üniversitesinde hocalık yapan Salih Bukeyr, et-Tabîb en-Neccar ve Mansur Receb'ten kurulu komisyondur. Çok kısa olan bu kanun, müslim-gayrimüslim, Mısır'lı-yabancı ayırımı yapmamıştır. Bu tasarıda, yeni ortaya çıkan artıcı mallar ve gelirler de zekâta tâbi tutulmuştur. [25]

Yine Mısır'da 1983-1984 yıllarında halk meclisinde İslâm şeriat hükümlerini kanunlaştırma komisyonuna bağlı malî ve ekonomik işler alt komisyonunca hazırlanan bir tasarı daha vardır. [26]

Zekâtın teorik ve pratik yönlerinde uzman olan, Libya Zekât Kanunu'nun hazırlanışında ve uygulanışında katkısı bulunan Osman Huseyn Abdullah'ın, Libya Zekât Kanunu ile Mısır'da hazırlanan yukarıda sözünü ettiğimiz iki tasarıdan esinlenerek ve yararlanarak hazırladığı kanun tasarısını, bir bütün halinde ekte sunacağız.

Pakistan'da da zekâtın kanunlaştırılmasıyla ilgili çalışmalar yapıldığını gözlemekteyiz. Bunlar arasında, meselâ 1954 yılında bir komisyonun zekât hakkında bir rapor hazırladığını ve bu raporda fakirlere ihtiyarî olarak dağıtılması dışında, uzun zamandır tatbikattan kalkmış olan İslâmî zekâtın, yeniden ihdasını teklif ettiğini görmekteyiz. [27]

Sudan Demokratik Cumhuriyeti'nde 1984'te 3 sayılı Zekât ve Vergiler Kanunu çıkarılmıştır. Organizasyon ve uygulama hata­ları yüzünden bu kanun kaldırılıp, geçici askerî konsey tarafından 24 Nisan 1986 tarihli yeni Zekât ve Vergiler Kanunu kabul edilmiştir. [28]

Kuveyt'te de 1982 tarihli ve 5 numaralı Zekât Fonu Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanuna göre, zekât, zorunlu değil, gönüllü ola­rak ilgili fona ödenir. [29] Cezayir, İran ve Malezya gibi bazı İslâm ülkelerinde de zekât mevzuatıyla ilgili çalışmalar muhtemelen vardır.

Zekâtın günümüz şartlarında gösterdiği bu gelişme ve taşıdığı önem, millî zekât kanunları arasında olduğu kadar, her ülkedeki benzer alanı düzenleyen kanunlar ve düzenlemeler arasında ahenkleştirme çalışmalarını da zorunlu kılmaktadır. Böyle bir ahenkleştirmenin gerçekleşmesi, kuşkusuz, zekâtla ilgili teorik gelişmelerin, mevzuat çalışmalarının ve pratikteki başarılı veya başarısız durumların yakından izlenmesini ve değerlendirilmesini, bu alanda sıkı bir iletişim ağı kurulmasını gerektirir.

Zekâtla ilgili ilmî çalışmalar, özellikle son zamanlarda oğunlaşmış bulunmaktadır. Bu konuda, Liva'u'l-İslâm dergisinin 950 kolleksiyonundaki makalesi, İslâm'da Sosyal Dayanışma ve Tanzimu'l-İslâm li’l-Muctema' adlı çalışmalarıyla Muhammed Ebu Zehra; Liva'u'l-İslâm 1950 kolleksiyonundaki çalışmasıyla Abdulvehhab Hallâf; el-Mevâridu'l-Mâliyye fi'l-İslâm adlı çalışmasıyla Abdurrahman Hasen; bu üçünün Arap Birliği Teşkilatının 1962 yılındaki toplantısına sundukları rapor; İbrahim Fuad'ın el-Mevaridu'l-Maliyye fi'l-İslâm adlı eseri; Yusuf el-Kardavî'nin Fıkhu'z-Zekât (FZ) adındaki değerli çalışması; Mahmud Şeltut'un el-Fetava ve el-İslâm Akide ve Şeria çalışmaları nemli yer tutar. Ülkemiz açısından Salih Tuğ'un İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı adlı doktora çalışması; Mehmet Erkal'ın İslam Vergi Hukuku (Hulefa-i Raşidîn ve Emevîler fevri) adlı doktora çalışması; Yunus Vehbi Yavuz'un İslâm'da Zekât Müessesesi adlı eseri; Faruk Beşer'in İslam'da Sosyal Güvenlik adlı doktora çalışması; S. A. Sıddıki'nin İslâm Devletinde Malî Yapı adlı eseri; Muhammed Hamidullah’ın serleri; M. A. Mannan’ın İslâm Ekonomisi ve Mahmud Ahmed'in İslâm İktisadı adlı eserleri üzerinde dikkatle durulmaya değer niteliktedirler. Şunu hemen belirtelim ki, zekâtın modern temeliyle ilgili açıklamalar hemen bütünüyle M. Ebu Zehre, A. Hallaf, A. Casen, M. Hamidullah, M. Şeltut, Yusuf el-Kardavî ve İbrahim Fuad'a dayandırılmaktadır. [30]

Konunun çağdaş hayat açısından ilmî önemi, birçok araştırıcının dikkatini çekmiş, ancak ilk kez Mahmud Ebu's-Su’ud, el-Muslimun dergisinin muhtelif sayılarında buna yer ermiştir. Bundan sonra Mısır Vakıflar Bakanlığı İslâmi İşler Yüksek Kurulu, içlerinde Zekât'ın da yer aldığı çeşitli İslâmî konularda araştırma yarışması düzenlemiştir. Daha sonra, 963 yılında, kırkı aşkın İslâm ülkesi temsilcilerinin katıldığı İslâm Araştırmaları Kurumu (İAK) 1. Kongresi'nde alınan ararlardan birisi de, gelecek çalışma döneminde, İslâm iktisadının çeşitli konularında, -çağdaş problemler de dikkate alınarak- araştırmalar yapılmasıdır[31].

Zekâtın ilmî bir şekilde incelenmesi, çeşitli toplantılarda müstakillen ele alınmak suretiyle gündemde daha fazla yer işgal etmektedir. Bu maksatla, çeşitli kuruluşlarca bazı toplantılar da düzenlenmiştir.

Kuveyt'teki Zekât Fonu Kurumu (Mu'esseset-Beyti'z-Zekât) tarafından, 29 Recep - 1 Şaban 1404/30.04.1984 - 02.05.1984 tarihleri arasında Birinci Zekât Konferansı (Mu'temeru'z-Zekâti'1-Evvel) düzenlenmiş ve bu çalışmaya sunulan bildiriler yayımlanmıştır. [32]

Kahire'de 14-16.03.1409/25-27.10.1988'de Milletlerarası Şer'î Zekât Kurulu (el-Hey'etu'ş-Şer'iyetu'1-Âlemiyye li'z-Zekât) ta­rafından Zekâtın Çağdaş Meseleleri Birinci Toplantısı (en-Nedvetu'1-Ûlâ li-Kadâyâ'z-Zekâti'1-Muâsıra) düzenlenmiş ve bu toplantıya sunulan bildiriler yayımlanmıştır. [33] Aynı kuruluş, ikinci toplantıyı Zilkade 1409/Haziran 1989'da düzenlenmiştir.

Türkiye'de de İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'nca, 1986 yılında Türkiye'de Zekât Potansiyeli adıyla bir ilmî toplantı düzenlenmiş, bu toplantıya sunulan bildiriler de yayımlanmıştır. [34]

Ayrıca, İslâm hukuku ve iktisadı konferanslarında da bazı bildiriler çeşitli açılardan zekât konusunu işlemektedirler. [35]

 

2. BÖLÜM ZEKAT KAVRAMI

 

4. Zekâtın Tanımı:

 

“Nüzulü Mekke safhasında başlayarak Medine'de tamamla­nan Kur'ân âyetleri arasında, malî mükellefiyetlere temas edenler, bunu vazederken çeşitli tabirler kullanmaktadır. Gerek Mekke ve gerekse Medine'de ortaya atılan bu tabirler arasında nihayet sa­daka ve zekât tabirleri müslümanların devlete ödedikleri her nevi vergileri ifade eden tabir olarak yerleşmiş ve İslâm'da müslim vergi müessesesini ifade eden tabirler olarak kullanılmıştır; bunlardan zekât, sadakaya nispetle daha çok kullanılan bir tabir olarak kendini göstermektedir. Zekât'a bu manada yerleşmiş bir tabir olarak biz, Hz. Peygamberin sağlığında kaleme alınmış resmî vesikalarda bol bol raslamaktayız.

Filhakika Mekke'de henüz bir vergi müessesesi mevzubahis olmadığı sıralarda müslümanlar için umumî malî mükellefiyetle­ri ifade eden tabir olarak, zekâttan ayrı çeşitli tabirleri, gerek Kur­'ân ve gerekse hadisler arasında tespit edebilmekteyiz. îlerki devir­de vergiye dönüşecek olan bu nevi mükellefiyetler, o sırada alelade tabirler altında müslümanların zihinlerinde bir mefhum yaratmak üzere vazediliyorlardı. Kronolojik nüzul sırasına göre bunlar için ilk olarak, Kur'ân [36] âyetlerde “ta'am” kelimesi kullanılmaktadır ki bu âyetlerde, fakir olan kimseleri besle-meyenler, onları yedirip içirmeyenlerin akıbetleri göserilmekte ve mü’minler bu yolda fedakarlıklarda bulunmaya teşvik olunmak­tadır. Sırasıyla dört, on ve onyedinci nüzul sırasında bulunan mez­kur âyetlerden sonra, elliüçüncü iniş sırasındaki [37] âyette “sadaka” kelimesi kullanılmaktadır ki, bu, zekât ile birlikte ilerde umumî devlet vergilen için kullanılmaktadır ki, bu, zekât ile bir­likte ilerde umumi devlet vergileri için kullanılacak olan tabirdir. Yine bu mevzuda kaide vazeden âyetlerde ayrıca “nasib”, [38] “Hakk,” [39] “îta”, [40] “zekât”, [41] “nafaka” [42] tabirleri kullanılmaktadır. S. Hurgronje, her ne kadar zekât ve sa­daka tabirlerinin Medine'ye hicretten sonra Peygamber tarafından ilk olarak kullanıldığını ileri sürerse de, bu âyetler muvacehesin­de, henüz malî mükellefiyetlerin mefhum safhasında bulunduğu bu devrede bile zekât ve sadaka kelimelerinin müslümanlar ta­rafından kullanıldığını iddia etmemiz mümkün olmaktadır.

Medine safhasında ise bu tabirlerden” hakk” [43] üç yerde, “îta” [44] iki ayrı yerde, “zekât” otuziki ayrı yerde, “sadaka” [45] beş yerde, “nafaka” [46] altı yerde, “ta'atn” [47] bir yerde olmak üzere tekrarlanmak­tadır. Mekkî olan bu eşanlamlı tabirlerin tekrarlanışı yanında “nasib” tabiri hiç geçmemektedir. Buna mukabil aynı mükellefiye­ti ifade için Kur'ân âyetleri arasında “ard”, [48] “birr”, [49] “kısmet”, [50] “ihsan” [51] gibi dört ayrı ve yeni tabirin bulunduğunu görmekteyiz.

Resmî vesikalarda ise durum daha başkadır; bunlar meseleye daha ziyade umumî tabirler olan zekât ve sadaka ile temas etmekte ve tıazen de bu umumî tabirin içinde sadece bir vergi nispeti (uşr, hums, nısfu'1-uşr) veya bir vergi mevzuundan (uşr: gümrük vergisi veya ziraat vergisi) ibaret olan tabirler kullanılmaktadır. Bu vesi­kaların mündericatı bize, bu tabirler yanında zekât ve sadakanın tamamen birbirinin müteradifi olduğunu da göstermektedir.

Resmî vesikaların daha ziyade Hendek muharebesinden sonra kaleme alınanlarında ve bilhassa Fetihten sonrakilerde ze­kât tabirinin müslüman tebaya vazedilmiş vergiler olarak kul­lanılmaya başlandığı görülür; buna nazaran takriben hicrî beşinci yıllarda bu vergi müessesesini ifade eden bir tabir olacak devlet hukukî yapısı içinde yer aldığı kanaatine varılabilir. Bu suretle görülüyor ki, çok çeşitli tabirler altında fertlerin zihinlerinde bir malî mükellefiyet mefhumu yaratıldıktan sonra bu mefhum, “zekât ve sadaka” çerçevesi içinde dondurulmuş bulunmaktadır.” [52]

Şu halde, Zekât kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için eş manalı kavramlarla, bu arada özellikle “sadaka” kavramı ile yanyana incelenmesi gerekir.

Sözlükte “zekât” kelimesi, “temizlemek, arınmak, bereket, güzel anış ve övmek” manalarına gelir. Hukuk   dilinde ise “zekât”ı, geniş ve dar manada olmak üzere başlıca iki açıdan ele almak  gerekir:

Geniş manada zekât kavramı, “mal zekâtı” olarak kabul edilen “farz zekât” ile “beden zekâtı” olarak kabul edilen “vacip fitre”yi içine alır. Nitekim çalışmamızın ilgili yerinde, bu şekilde bir sınıflamanın çok isabetli olduğunu yakından göreceğiz. [53]

Dar manada “zekât”, İslâm dininin beş rüknünden biri olan “mal zekâtı,” başka bir deyişle “mâli bir ibadet olan zekât'tır. Bu manasıyla “zekât” “Şartlarına uygun olarak, zekâta tâbi mallar­dan bir miktarını zekât alacaklısına Allah rızası için temlik et­mek” [54] demektir. Nitekim modern tanımıyla vergi de, “Kamu gi­derlerini karşılamak üzere, devletin, tek yanlı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak kişilerin gelir ve mallarından aldığı ekono­mik değerlerdir” biçiminde tanımlanmaktadır. [55] “Zekât” kelimesi, İslâm zekât hukuku literatüründe, “zekâtın ödenmesi işlemi” ma­nasına da gelir.

 

                    Zekâtın Çeşitleri

--------------------------------------------------

Mal Zekâtı                      Beden Zekâtı

(Zekâtu'l-Emvâl)             (Zekâtu'l-Ebdân)

 

Şema 49: Zekâtın Çeşitleri

 

Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi otuziki yerde geçmektedir. Bunlardan sekizi mekkî, kalanı medenî sûrelerde olmak üzere otuzu bilinen, ikisi ise değişik manalarda kullanılmıştır. [56] Bu isim dışında, sadaka [57] (oniki yerde ve hep medenî sûrelerde geçer), hak, [58] birr, [59] infak [60] ve ta'amu miskin [61] gibi çeşitli isimler altında zikredilirken, namazla birlikte yirmiyedi yerde tekrarlanır. Ruh ve bedeni birleştirme ve insanda içindeki hiçbir şeyin diğeri aleyhine üstün olmadığı bir bütün meydana getirme gayesi ile Hz. Peygamber, İslâm'ın dört temel direğinden biri olan vergi ödeme vazifesini; namaz kılma, Ramazan ayında oruç tutma ve Mekke'deki Beytullah'ı ziyaret etme görevlerinin arasına dahil etti. Şu halde Kur'ân'ın, her iki görevi bir solukta birleştiriveren şu cümleyi yirmiden fazla yerde tekrar etmesi bir tesadüften ibaret değildir:

“Namazı kılınız ve zekâtı veriniz.” Bu görevin ehemmiye­tini zihne daha iyi bir şekilde nakşetmek için vergiye verilen isim bile manidardır. Kur'ân, müslümanlar tarafından kendi hükümet­lerine ödenen vergi için özellikle üç müteradif kelime kullanır: Zekât, sadaka ve hakk. Bunları herhangi bir kişiye verilen ferdî ve ihtiyarî sadakadan ayırdederken, bu sonuncusunu da “İnfak fi Sebilillah: Allah yolunda harcama” vb. adını vererek durmadan teşvik edecektir.

Zekât kelimesi, tam-tamma büyüme veya temizleme mana­larına gelir. Bu, muhtemelen, artan mallardan bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermek suretiyle, bunları temizlemek gerektiği mana­sını taşımaktadır. Teşkilatlanma, cemiyetin temelinde olduğun­dan, hakkaniyetle üleştirilebilmesi için bu vergiyi cemiyetin merkezi organına vermek gerekir.

“Sadaka” kelimesinin de iki manası vardır: Bildiğimiz sa­daka kadar, sadakat (doğruluk) manasına da gelir. O halde, Allah­'a bağlılığın, Allah'a karşı samimiyetin doğruluğunu ispat etmek üzere, “Allah'ın vechi (rızası)” için Allah adına sadaka vermek ge­rekmektedir.

Nihayet “hakk” kelimesi de, hem hak, hem de hakikat demek­tir. Şu halde, vergi, bir başkasının mallarımızı ağır sorumlulukla­ra katan hakkıdır; onun ifa edilmesi, bizim Allah'a hakikaten ve samimiyetle bağlı olduğumuzu ispatlar. [62]

Ayetlerde “zekât”ın namazdan ayrı olarak geçmesi [63] önceki âyette namaz, bir sonraki âyette de “zekât” zikredilmek üzere yalnızca bir yerdedir[64].

Zekât ödemeye, Tezkiye, zekât ödeyene Müzekkî, zekâtı öde­nen mala da Müzekkâ Bih veya sadece Müzekkâ adı verilir.

Çağdaş hukukçular ve iktisatçılar zekâta, “devlet vergisi”[65], “içtimaî vergi”[66], ''servet vergisi”[67] gibi, biraz da konunun modern hayat açısından değerlendirilmesinden etkilenerek “vergi” kelimesiyle ifade edilen isimler vermektedirler. “Aslında zekât, müslüman devletçe, müslümanlardan alınan her çeşit vergi de­mektir. Gerek Hz. Peygamber ve gerekse Halifeler devrinde müslümanlardan tahsil edilen bütün vergiler bu tabirle ifade edilmiştir.” [68]

Zekât, muhtaçlar açısından sabit bir hak ve Allah'ın bir farzı, mükellef açısından da müeyyideli bir vergidir. Müslüman Rabbını razı etmek, nefsini ve malını temizlemek, malını çoğaltmak için ihtiyaç sahibine onu ödemedikçe, müslümanlığı sağlam ve imanı tam olamaz. Zekâtı gönlü hoş, minnet ve eziyetten uzak olarak ödemek farzdır. Böylece zekâtın, nafile sadakalardan ayrı ve mec­buri bir vergi; zenginin bir lütfü değil, borcu, fakirin de bir hakkı olduğu ortaya çıkar.

Sözlük manası itibarıyla “sadaka”, Allah Teâlâ'ya kulluk konusunda sıdk ve sadakat, merhamet” manasına gelir. [69] Hukuk dilinde ise “Kişinin malından sırf Allah rızası için, muhtaç kim­selere temlik edilmek üzere ayırdığı miktar” demektir. [70] Sadaka vermeye Tasadduk, sadaka verene Mutesaddık, sadaka verilen kimseye de Mutesaddekun Aleyh denir. [71]

Zekât gibi, sadakayı da, geniş ve dar manada olmak üzere, iki şekilde ele almak mümkündür:

Aslında sadaka kavramı, hem zekât ve fitre, hem de nafile sadakalar için kullanılan genel bir kavramdır. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde kullanılan sadaka kelimesi, mecburi olan zekât için kullanıldığı gibi, mecburî olmayan sadakalar için de kullanılır. Bu sebeple, sadaka kavramı, zekâttan daha geniş kap­samlıdır. Zekât için kullanılan “sadaka” tabiri, fakirlere verilen ve mecburi olmayan sadaka manasına gelmez. [72]

Dar manada “sadaka” tabiri, mecburî olmayan ve nafile sa­dakalar için kullanılır. Bu manada sadaka, ne mecburidir ve ne de miktarı ve ödeme zamanı tayin edilmiştir. Fakirlere verilen sada­kanın tam karşılığı, “İnfak fi Sebilillah”, [73] yani “Allah yolunda mal harcamak”tır.

Bu incelemeden sonra, sadaka için başlıca şu üç özellik ayırdedilebilir:

1. Fakir ve muhtaca ödeme,

2. Temlik,

3. Allah rızası.

Bu durumda sadakalar, başlıca iki kümeye ayrılabilir:

1. Mecburi sadakalar: Zekât (mal sadakası) ve fitre (beden sadakası) mecburî olan sadakalardır.

2. Nafile Sadakalar: Tatavvu, Sadakatu'1-Hâce veya İhtiyaç Sadakası da denen zekât ve fitre dışındaki maddî ve manevî birçok yol ve çeşidi bulunan sadakalar “Nafile Sadaka” adını alır. Ancak, zekât ve fitre, ihtiyacın giderilmesi konusunda yetersiz kalınca, bu çeşit sadakalar da mecburî hale dönüşür.

Zekât dışındaki sadakaların ödenmesi, devletin bir müdaha­lesi olmadan mükellef tarafından doğrudan yapılır.

Mecburî sadakalara “muvakkat-geçici”, nafile sadakalara da “daimî-sürekli” gözüyle bakabiliriz.

Şu halde sadaka, zekât ve fitrenin yamsıra, gönüllü ve ihti­yarî ödemeleri de kapsayan, geniş bir terimdir. Her zekât, sadaka olduğu halde, her sadaka zekât değildir; ancak, ödenmesi farz olan sadaka, zekât sayılır.

 

                                Sadakanın Çeşitleri

-------------------------------------------------------------------------------

Mecburî Sadaka                          Nafile Sadaka (İhtiyaç Sadakası)

1. Mal Sadakası (Zekât)

2. Beden Sadakası (Fitre)

 

Şema 50: Sadakanın Çeşitleri

 

5. Zekâtın Temeli: [74]

 

Zekâtın temelini açıklamak üzere, başlıca dört teoriden hare­ket edilmektedir.

 

1- Teklifin Genel Teorisi:

 

İslâm zekât nazariyesinde fakirin hakkı, “hak” derecesiyle sabittir; bir akit değildir. Miktarı muayyen ve bellidir, farazi ve meçhul değildir. İslâm zekâtı, hem Allah'ın, kulları üzerindeki bir hakkı, hem de insanın kardeşi üzerindeki bir hakkı saymıştır.

Zekât, insanı yaratan ve rızkını veren, malı yoktan var eden ve bağışlayan, varlık alemindeki her şeyi emr-i sübhanîsi ile in­sanın hizmetine râm eden Allah'ın hakkıdır.

Yaratan ve nimet veren Yüce Allah'ın, kullarından hakkını eda etmelerini istemesi, nimetlerine şükretmeleri ve hangisinin daha iyi işler yapacağını denemek için bedenî ve malî bir takım farzlar yüklemesi en tabiî bir durumdur. İnsan, başıboş bırakılmayıp, nebiler ve rasuller aracılığıyla, bir takım vazifelerle sorumlu tutulmuştur. Nitekim insan, günlük vazifesi olarak na­maz, yıllık vazifesi olarak oruç, ömürlük vazifesi olarak haccet­mekle mükellef tutulduğu gibi, malî bir ibadet olan zekâtla da yü­kümlüdür.

Şu halde zekât, zayıf grup lehine, zenginlerin boynunda bir hak veya bir borçtur. Bunu, zekât vermeleri icabedenler de, kendile­rine zekât verilecekler de bilirler. Bu hakkı tespit ve tahdid eden, kullarından iyilik yapan müttekileri şu sözüyle nitelendiren Allah Teâlâ'dır:

“Mallarında sail ve mahrum için bir hak vardır.” [75] Diğer bir sûrede de Cennetlerinde ikrama layık hayırlı kullarını şöyle vasıflandırıyor:

“Mallarında sail ve mahrum için belli bir hak tanıyanlardır.” [76]

 

2- Istihlaf Nazariyesi: [77]

 

İstihlaf (vekil etme) nazariyesi olarak bilinen ve Allah Teala’nın “Allah'ın size tasarruf için vekalet verdiği maldan O'nun uğrunda harcayın” vb. şekillerdeki âyetlerin de gösterdiği İslâm nazariyesine göre, insanın mal sahibi olmasının mahiyetini bildiğimiz takdirde, bu hakkı tespit ve tahdidde bir gariplik görme­yiz.

İnsan, malın hakikî sahibi değildir. Ancak o, aslî sahibi ta­rafından tayin edilmiş bir emanetçidir. Asıl sahip de malı bağışlayan, yaratan ve nzık veren Allah Teâlâ'dır. İşte bu yara­tanın emrettiği ve az olsun çok olsun bu malda tayin ettiği hakkı tarımak ise insanın vazifeleri cümlesindendir.

İnsan, maddenin yaratıcısı değil, üretim aracılığıyla ve amacıyla, yalnızca onun faydasını yer, şekil, zaman ve mülkiyet açısından arttıran bir varlıktır.

 

3- Dayanışma Nazariyesi:

 

İnsan, sosyal bir varlık olduğundan, maddi ve manevî tüm kazandıklarını toplumda ve toplum aracılığıyla elde eder. Bu yüz­den de topluma karşı borçlu kabul edilir. Onun içindir ki mal, hem ferdin, hem de millî servet olarak toplumundur. Nitekim, Yüce Al­lah

“Allah'ın sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere vermeyin (,..)” [78]

“Ey İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin (,..)” [79] Buyurmaktadır. Bu âyetler, malın bir millî servet olduğuna dikkat çekmektedir. Böylece toplumun, ferdin malında -meşru mülkiyetin ortadan kaldıramayacağı- bir hakkı bulunduğu ortaya çıkar. Meşru mülkiyet, müşterek- ihtiyaçlar için topluma belirli bir parça, hatta gerektiğinde tümüne yakın bir bölümde hak sahibi olma hak ve yetkisini verir. Toplum adına devlet, mal sahibinden bu hakkın alınması görevini üstlenir.

 

4- Kardeşlik Nazariyesi:

 

Zekât, insanlıkta, dinde veya her ikisinde müşterek oldukları kardeşlik dolayısıyla, zengin kardeşi üzerinde fakirin hakkıdır.

“Kardeşlik” kavramı, “almanın karşılığı verme” veya “menfaatlerin değişimi”nden farklı olarak, manevî-insanî bir mânâ ifade eder. Kardeşlik, kardeşe almadan vermeyi, kendisine muhtaç olmasa da ona yardım etmeyi, kendisi için sevdiğinim onun için de sevmeyi, hatta kendisine tercih etmeyi gerektirir.

İslâm'ın getirdiği kardeşlik, iki temel üzerine kurulmuştur: İnsan olma dolayısıyla kardeşlik, ortak inanç dolayısıyla kardeşlik.

İnsanlar, -dilleri, renkleri, sınıf ve dereceleri ne olursa ol­sun- aynı kökten gelir. Onların bu kardeşliği, birinin yalnızca kendisini düşünerek nimet ve iyilik içinde yaşamasını değil, türdeşlerini de düşünmesini gerektirir.

İnsanların inançta kardeşliği ise, mü’minlerin kan akra­balığından çok ileri derecede ruhî ve fikrî temellere dayanan inanç birliğinden doğar. [80]

“Mü’minler karşılıklı sevgi, merhamet ve afiyetlerinde, tek vücut gibidirler. Bir uzvun ağrısı üzerine diğer azalar da ona yardım ve himayeye koşarlar.” [81] Hadisi de bu haki­kati belirtmektedir. Bu kardeşlik, sosyal dayanışmayı ilk kardeşliken daha fazla gerekli kılar. Özellikle mü’minler, aynı toplumda yaşamaktaysalar, dayanışma daha belirgin bir biçimde zorunlu hale gelir. Bu toplum içinde yaşayan bazı kimseler, muhtaç durumda bulunmaktaysalar, kardeşlerince kendilerine yardım edilmesi onların hakkıdır.

Zekâtın temeline ait bu görüşlerden yalnızca dayanışma ile ilgili olanı, verginin temeliyle ilgili “toplum sözleşmesi” ve “devletin hükümranlığı” nazariyeleri ile kısmen, fakat -vergi aleyhine- eksik bir uyum sağlar, diğer üç teori büsbütün zekâta öz­güdür.

Vergiler diğer sosyal olaylar gibi, toplumun iktisadî ha­yatının, siyasî rejim ve hukuk sistemlerinin gelişmesine göre yeni şekil ve anlam kazanmıştır. Geniş bir zaman bölümü içinde ilk vergilerin hibe veya yardım şeklinde olduğu, ikinci devrede esas itibarıyla patrimuan (mülk) üzerinden alman vergiler, kral imti­yazları (regales), tekel gelirleri ve resimlerin belirdiği, nihayet üçüncü devre olarak zamanımızda gelir vergileri, gider vergileri ve servet vergilerinin yaygın bir hal aldığı görülür. Verginin bu gelişme şekli, onun yapı ve esasının açıklanması hakkındaki görüş ve kuramlarda da gelişmelere yol açmıştır. Her devrin görüş veya kuramları, genel olarak ve devrin kazanılmış bilgi ve mevcut müesseselerinden doğar. Bu bakımdan, mutlakiyet rejimlerinin egemen olduğu devirlerde, yani 13-18. yüzyıllarda verginin kralın mutlak haklarından sayıldığını, liberal ekonominin yaygın bir nal aldığı 18 ve 19. yüzyıllarda değişim veya fayda ile açıklanmak istendiğini ve zamanımızda, ferdî bir karşılık aranmaksızın devlet otoritesine, yani devletin vergilendirme yetkisine dayatıldığını ve ölçüsünün de ödeme gücü olduğunu söyleyebiliriz.

Daha 17. yüzyılda temelini sosyal sözleşme görüşünden alan bazı düşüncelere göre vergi, devletten sağlanan fayda karşılığıdır. Bu anlamda vergi, kamu hizmetlerinin, faydalanma derecesine göre bir fiyatı veya bedelidir. 17. yy.'da liberal ekonomi düşünceleri, malî olaylar ve bu arada verginin açıklanması bakımından yaygın bir hal almıştı. Bu anlamda vergiler de, genel­likle ferdiyetçi düşüncelere dayatılıyordu. O şekilde ki, nasıl ser­best iktisat tamamen değişime, yani karşılıklı bedellere da­yanıyorsa, aynı şekilde devletin aldığı vergiler de, yaptığı hizmet­lerin karşılığından başka birşey olamazdı. Faydalanma ku­ramının temeli budur; ancak bu temelden hareket eden görüşlerle vei'ginin açıklanması, sigorta primi, değişim ve sosyal üretim gi­derlerine katılma payı koyarak başlıca üç noktada toplanmıştır. Bazı filozof ve klasik iktisatçı ve maliyecilere göre vergi, devletin sağladığı koruma veya güvenliğin karşılığıdır. Kuşkusuz bu düşünceler, günümüzde vergiyi açıklamaktan uzaktır. Özetle vergi, yapısı bakımından sigorta primine benzemez. Devletin böyle bir fonksiyonu yoktur; ancak devlet, vergi versin vermesin, fertlerin zararlarını önleyecek tedbirler alır. Liberal iktisat düşüncelerine dayanan değişim kuramına göre, vergi, devletin gördüğü hizmet karşılığı, yani bir bedel veya fiyattır. Fertlerin kamu hizmetlerin­den edindiği fayda derecesinde vergiler, devlet ihtiyaçları, yani bütçe miktarında olacaktır. Verginin açıklamasında neoklasikle-rin iktisat ilmindeki marjinalist görüşlerinden de faydalanılmıştır. Buna göre, mükelleflerin kamu hizmetlerinden fayda­lanma derecesi, marjinal faydayla ölçülür. Bu, fertlerin servetleri derecesinde meydana gelir. Bir ferdin diğer ihtiyaçlarının dere­cesi, vergi karşılığı edindiği kamu hizmetinin ihtiyaç karşılama faydasından fazla ise, bu hizmetin marjinal faydasının değeri de az olmamak gerekir. Başka bir deyişle, fertten vergi olarak alınan para, kendisinde kalsaydı ona sağlayacağı fayda, vergi karşılığı devletin yaptığı hizmetin faydasından azsa, bu para vergi olarak alınacak, çoksa alınmayacaktır. Değişim kuramının da vergiyi açıklamada yetersiz olduğu hemen anlaşılabilir. Öncelikle, kamu hizmetlerinden elde edilen faydanın derecesini hesaplamak her zaman mümkün değildir, ayrıca hizmetler herkes içindir.

Vergiyi sosyal üretim giderlerine katılma payı olarak açıklayan teoriye göre toplum bir üreticiler birliğine benzer. Bu birliğin, bir kısım üretim giderleri geneldir. Vergi de bu genel üre­tim giderleri arasındadır.  Bu  duruma göre, verginin esası, sosyal üretimin kamu hikmetlerinden elde ettiği yardımdır. Bu yardım, kamu hizmetlerinin sosyal üretime katılması karşılığı ödenen bir katnma payıdır. Bu anlamda, nasıl üretimde toprağın aldığı paya rant, emeğin aldığı paya ücret, müteşebbisin aldığı paya kâr veya sermayenin aldığı paya faiz denirse, devletin aldığı paya da vergi denir. Bu yüzden, devletin aldığı vergi, üretime katılan faktörlere iağıtılan paylardan biridir. Bu kuramın da, olaylara pek uymadığı görülebilir. Herşeyden önce, verginin üretime katılma payı olarak miktarı, nasıl ve neye göre hesaplanacaktır? Özetle değişim ku­ramının bütün şekilleri verginin açıklanmasında yetersiz kal­maktadır. Vergide, kamu hukuku bünyesinden çıkıp özel iktisat esaslarının aranması ve bir sözleşme veya değişim düzeniyle ye­tinmek istenmesi, olaylara ve zamanımız koşullarına uymamak­tadır. Fakat tümü bakımından bu kuramlar, harç, resim ve şerefiyelerin açıklanmasında, bunların ferdî ve bölünebilir hizmet­lerden alınmaları dolayısiyle, kısmen kabul olunabilir. Za­manımızda vergi, herhangi bir fayda veya değişim kuramı ile değil, prensip olarak devletin egemenliğiyle açıklanmaktadır. [82]

Bu arada, fakirin hakkının zenginin malıyla alâkası konu­sunda, büyük müfessir Fahruddin Razi'nin görüşlerine yer vermek yararlı olacaktır:

a) Bir insan, ihtiyacı kadar mal elde ederse, ona sahip olma­ya diğerlerinden daha lâyık olur. Çünkü ihtiyaç bakımından öbür muhtaçlarla durumu aynıdır. Malı tahsil etmedeki gayreti do­layısıyla, diğerlerine karşı bir imtiyazı da vardır. Binaenaleyh, bu malın kendisine mahsus kalması, başkalarına ait olmasından daha uygundur.

Mal ihtiyacından fazla olur ve başka bir muhtaç da ortaya çıkarsa, o zaman her birini o mala sahip olmaya haklı kılan iki ayrı sebep ortaya çıkar. Mala sahip olanın hakkı; kazanmaya ve elde etmeye çabalaması ile sahip olduğu mala tutkunluğudur. Bu tutkunluk da, her nevi ihtiyaçtır. Fakire gelince, mala olan ihti­yacı, onun hakkını meydana getirir. İşte böylece çatışan iki hak bu­lunduğunda, her iki tarafa da imkân nispetinde riayet olunmasını hikme't-i ilâhiye iktiza eder ve şöyle denir: Mal sahibi için kazan­ma ve kalbinin mala bağlılık hakkı; fakir için de ihtiyaç hakkı doğmuştur. İddia ve isteklerin mümkün olduğu kadar ortasını bul­mak için, mal sahibi tarafını tercih ettik; çoğunu ona bıraktık, fa­kire de bir hak verdik.

b) Aslî ihtiyaçtan fazla olan malı, insan evinde tuttuğu zaman mal, yaratıldığı maksattan uzaklaşmış olur. Bu ise, hikmetullahın zuhurunu önlemeye çalışmak demektir ki caiz değildir. Böyle olunca, Allah, malın az bir kısmını fakire vermeyi emrediyor ki böylelikle hikmet büsbütün muattal kalmasın.

c) Fakirler Allah'a muhtaçtır, zenginler de Allah'ın hazine­darlarıdır. Çünkü ellerindeki mal, Allah'ın malıdır.   Öyleyse,  mal sahibinin, hazinedara, 

“Hazinedeki o maldan bir kısmını aile ef­radının muhtaçlarına ver” demesi garip sayılmaz.” [83]

 

6. Zekâtın Amaçları Ve Fonksiyonları: [84]

 

Vergi konulurken, bunun hangi maksada dayandığı, toplum hayatında, ne gibi tesirler yapacağı ve sonuçlar doğuracağı gözönünde tutulur. İyi veya kötü, haklı veya haksız; bir dayanağı olma­yan vergi, zaten düşünülemez ve sözkonusu olamaz.

Vergiler başlıca malî, ekonomik ve sosyal amaçlar için ko­nulurlar. Verginin malî amacı, devlete gelir sağlamak; ekonomik amacı, millî ve ferdî ekonomiyi kalkındırmaya yardımcı olmak; sosyal amacı da, toplum içinde israfın ve türlü kötülüklerin ön­lenmesine ve sosyal adaletin gerçekleşmesine hizmet etmektir.

İslâm'ın beş rüknünden biri olan ve temizlemek manasına gelen zekât, bunu üç yönde gerçekleştirir:

1. Ahlâkî Yönden: Zekât ahlâkî temizlik yönünden; hırs, tamah ve zenginlerin hak yedikleri fikrini yok eder. Fakirlik prob­lemini çözmede onları canlı ve sorumlu kılar. İnsan ruhunu hırsa bağlı olarak direkt oranla büyüyen servet hakimiyetinden kurtarır. Zengin, devlet tarafından gerek ferden, gerekse müştereken bütün millet fertlerinin hayatları için basit ve zarurî şeylerin teminini gözetme hususunda sorumlu kılınmıştır. Müslümanlar için sosyal güvenden daha sağlam temeller atılmıştır. Müslümana göre, bu­günkü hayat, insanlara ölümden sonraki daha güzel hayata kendi­lerini hazırlamaları için verilmiş bir fırsattır. Kur'ân-ı Kerîm müslümanı şöyle ikaz eder:

“Siz, sevdiğiniz şeylerden (Allah yo­lunda) harcayıncaya kadar, asla iyiliğe ermiş (birr u taat etmiş) olamazsınız.  Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” [85]

Zengin için, çok kıymetli olan maldan isteyerek verilmedikçe, sos­yal güvenliğe uiaşılmayacaktır. Bundan dolayı da, onlar asla iyiliğe ermeyeceklerdir. Zekâta hakim olan ruh, ibadet ve Allah'a yaklaşmadır. Asıl hikmeti de, nefsin pintilik, ihtiras, egoistlik, mala düşkünlüğü, katı yüreklilik ve fakirlerin hakkını yemek gibi kötü hasletlerden arınması, fakirlere gösterilen şefkat ve mer­hamet sebebiyle ve Allah'ın rızasına nailiyet dolayısıyla, malın temizlenmesi ve bereketin hasıl olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm de bu noktaya işaret etmiş, hemen hemen zekâtın hikmetini bu hususa hasretmiş ve Hz. Peygamber'e hitaben şöyle buyurmuştur:

“Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarını) te­mizlemiş, bununla onların (hasenatını) bereketlendirmiş, (kendilerini muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın.” [86]

Faizle zekâtı karşılaştırarak da şöyle buyurmuştur:

“İnsanların mallarında artış olsun diye faiz (cinsin)den verdiğiniz şey (nakit, mal, sadaka vs.) Allah katında artmaz. Al­lah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, işte sevaplarını kat kat arttıranlar onlardır.” [87]

2. İktisadi Yönden: Zekât, servetin kendisini, eşit olmayan fırsatlardan istifadeyle gittikçe daha az ellerde toplanma temayü­lünün şerrinden temizler. Zekât, az kimseden malların fazlalığını alır ve onu hayatın  zaruretlerini  sağlamak maksadıyla  çok olan diğer insanlara verir. Servet, kendisine hiç ihtiyaç duyulmasa bile insanların peşinde koştukları bir şeytan değildir. Sonu olan re­fahtır, yoksa servet değildir. İslâm kazanılan bir    liranın başkasının cebinden alınan bir lira olduğuna inanmaz. İslâm'a göre servetin verimli bir şekilde iktisabı, bütün cemiyeti zen­ginleştirir. Bunun için, servet kazanma teşvik edilmiştir:

“Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın; Allah'ın fazlından nasip arayın, Allah'ıçok zikredin; ta ki  umduğunuza kavuşasınız.” [88] Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın fazlını aramayı o kadar çok emrediyor ki, Hz. Peygamber, onu, müslümanlar için ibadetin hemen arkasından yapmaları gereken önemde saymıştır:   

“Dürüst vasıtalarla servet iktisabı, ibadet farizasının hemen yanında ge­lir.” Servet kazanma hususunda herkes bütün gayretini gösterince, Kur'ân-ı Kerîm şu haberi verir:  

“Onların mallarında sailin ve yoksulun bir hakkı vardır.” [89]

3. Sosyal Yönden: Zekâtın temizleme ameliyesini tatbik ettiği üçüncü saha, sosyal sahanın tamamıdır. Bir  yanda  fakir halkın, diğer yanda milyarları olanların bulunduğu millet, pek ta­lihsiz bir millettir. Bu, sadece halkın büyük bir çoğunluğunun bakımsız, çıplak, sağlıksız ve bu yüzden de beceriksiz olduğu için değil, belki de bunların yanında milletin sanayi ve ticareti durgunlaştığı ve donduğu için talihsiz bir millettir. Krizler başgösterir. Milletin büyük çoğunluğu, fabrikaların ardarda imal ettikleri mal­ları ve mağazaların vitrinlerinde teşhir ettikleri eşyayı elde ede­bilmek için satın alma gücüne sahip değildir. Yığın halindeki stokları için pazar bulamayınca, fabrikalar imalatı durdurmaktan başka ne yapabilir? Bu, işsizliğe sebep olur ve böylece satmalına gü­cünü azaltır. Kara kara fakirlik bulutları kesifleşip bütün milleti sarıncaya kadar, meşhur daire deveranına devam eder. Hatta bu yüzden milyonerler bile fakirleşirler. Fakat İslâm'da bu böyle değildir; İslâm, milyonları kazanmayı hedef edinmez; fakat bütün memlekette bir, tek kişinin bile hayatın asgarî zaruretleri temin edilmemiş olarak kalmaması vazifesini devlete yükler. Hali vakti iyi olan, bunun için ödeme yapacaktır. Herkes için gıda, giyim, mesken, eğitim ve tıbbî yardım sağlanınca da milletin hayat sevi­yesi gibi, verimliliği de ıslah edilmiş olacaktır. Onların becerik­liliği de kendilerine yüksek ücretler temin edecektir ki böylece masraflarını karşılayabildikleri nispette iyi yaşamaya başlayacaklardır. Neticede de, fabrikaların imal ettikleri ve mağazaların sattıkları mallar için talepte bir artma olacaktır. Bu­nun neticesinde de, imalata bir artma, buna binaen daha çok istih­dam, bundan da daha fazla satınalma gücü ve daha fazla iş imkanı olacak ve bütün millet kalkınıncaya kadar böylece devam edecek­tir. Zekâtı ödemekle zenginler fakirleşmez; ticaret ve sanayideki genişleme dolayısıyla onlar servet kazanmaya devam ederler.

Kur'ân-ı Kerîm'in sadakayı faizle karşılaştırması bun­dandır:

“Allah faizin bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise arttırır (...).” [90] Faiz bir fren vazifesi yapar, üretimin genişlemesini geciktirir ve fiilen de iktisadî sistemi “bütün fayda­lardan mahrum eder. Zekât ile riba (faiz) ters doğrultudadırlar. Başından sonuna kadar, ahlâkî ve manevi yönlerden birbirlerine zıddırlar. Aynı şekilde, gerek faktörleri, gerek hedef ve gayeleri, gerekse ruhtaki, fertteki, toplum ve insanlık üzerindeki tesirleri arasında tam bir tezat vardır.

Ribanın ruhu; Allah'a isyan, O'na meydan okuma, katı kalp­lilik, müfrit cimrilik, son derece mala düşkünlük, hangi yoldan olursa onun mal çoğaltmak ve üretmek, fakirin ihtiyaç ânını kol­lamak ve onu istismar etmek gibi kötü hasletler olurken, zekâtın ruhu da; Allah'tan korkma, O'na itaat etme, O'nun rızasını ka­zanma, fakirlere acıma, onların yarasını sarma ve her türlü şahsî çıkarlardan uzaklaşıp ihlâsa sarılma gibi yüce meziyetler olmak­tadır.                                                                               

Zekâtın neticesi ve ruhî tesiri; imanın artması, kalbin ferah­laması, nefsin temizlenmesi, cömertlik ve kereme ahşmasıdır. Ribanın sonucu ise; kalbin katılaşması, ruhun körleşmesi, ahlâkın bozulması, nefsin bencilleşmesi, insanın kemirilmesi, insan ha­yatının öldürülmesi ve insan şerefinin çiğnenmesi, toplumdaki za'afların kollanıp  sömürülmesidir.

Evet, zekâtın neticesi; toplumda eşitlik ve kerem ruhunun yayılması, cemiyet fertleri arasında karşılıklı sevgi ve güvenin sağlanması, kalplerde ülfetin yerleşmesi, mallarda bereketin çoğalıp insanlar arasında zenginliğin yayılmasıdır. Faizin sonucu ise, toplumun malını, fertlerin alın terlerinin mahsulünü bir yerde veya bir kişide veya mümkün olan enaz sayıdaki fertlerde istif et­mekten ibarettir. Bu durumda, böylesi toplum tefecisi, bütün ark'ları kendisine akıp da susuz kalan şehirdeki bir havuza veya Binbir Gece Masallarındaki denizci Sindibad'ın seferlerinde geçen mıknatıs kayaya benzer: Rivayete göre, tufan bir gemiyi mıknatıs bir kayaya çarptırır, kaptan ağlar. Sebebi sorulduğunda, “Allah bizi bu mıknatıs kaya ile imtihan etmektedir. Çünkü o mıknatıs kaya, gemideki bütün çivileri çekip toplar, gemi de param-parça olur ve denize batar” der. Neticede de dediği olur. Bir memleketteki tefeci veya tefecilik de, malı çekmede mıknatıs gücüne sahiptirler. O sa­yede hayatı birbirine bağlayan çivileri çekerler, hayat teknesi par­çalanır, cemiyetin asil kanı akar ve iktisadî hayat felce uğrar, artık yaşasa da felçli ve kötürüm olarak yaşar. Ölse de muztarip ve soyulmuş olarak ölür.

İşte bunlardan dolayıdır ki Kur'ân-ı Kerîm ribayı, zekâtı övdüğü kadar yerer. Hatta onu övdüğünden çok daha kuvvetli ve çok daha feci olarak kötüler.

Serveti doğuran bütün kaynaklar (güneş, ay, yıldızlar, dünya, yağmurları getiren bulutlar, bulutları süren ve çiçeklerin döllen­mesini sağlayan rüzgârlar, bütün tabiî olaylar), Allah'ın insanlığa bağışlarıdır. İnsanın geçimini ve rahatını sağlaması için Allah'ın bağışladığı kaynaklar ile insan hünerinin ve emeğinin birleşmesi sonucunda mallar üretilir. İslâm'ın tanıdığı sınırlar çerçevesinde bu mallan kullanma yetkisi de insana verilmiştir. Bu sebeple, üre­tilen mallardan kalifiye ya da düz işçinin, sermayeyi sağlayan kişinin ve insanlığı temsil eden toplumun pay alması hakkı vardır. Toplumun, üretilen maldaki hakkı zekâttır. Bu, toplumun yararı için ayrıldıktan sonra, geri kalan arttırılmış olur ve mal­dan pay alma hakkı kazananlar arasında bölüşülebilir.

Zekât ödeme emri Kur'ân-ı Kerîm'de bir nevi vermekten kaçınmak şeklînde cereyan etmektedir ki, umumiyetle namaz kılma emriyle birlikte zikredilmektedir. Namaz zengin ve yoksul bütün toplumun eşitliği ve kardeşliği duygusunu geliştirir. Zekât, zenginlerde yoksulların geçiminden sorumlu olduklarını fikrini uyandırır. Eğer kişi sosyal adaleti sağlamak, yoksulluğu yoketmek için bir şeyler yapmıyorsa, namazın öğretttiği İslâmî sosyal ve ahlâkî değerler manasını ve önemini yitirecektir.

Zekât, en ileri, en çağdaş bir kurumdur. Çünkü yoksulluğun yenilmesi uğrunda ekonominin bütün bölümlerine belirli yükümlü­lükler getirmektedir. Atıl servet üzerine konan % 2.5, tarım üretimi üzerine konan % 10 ve % 5, madenler üzerine konan % 20 oranındaki zekâtla, toplumun bütün sermayesi vergilendirilerek yoksulların ve düşkünlerin ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlamaktadır. Na­maz ve zekâtın birlikte geçtiği âyetlerle, müminlere namaz Al­lah'ın insan bedenine yüklediği bir vecibe ise, bunun yanında dev­lete, yani mensubu bulunulan camiaya vergi ödenmesi de yine o mü’minin malları üzerine, Allah'ın yüklediği bir mükellefiyet olduğu inancı kuvvetle anlatılmak istenmiştir.

“Allah'a ibadet edi­niz ve gerek mallarınız ve gerekse bedeninizle O'na olan vazifele­rinizi yerine getiriniz” şeklinde bir anlayış İslâm'ın gereklerin­dendir.

Kur'ân, zekât vermeyi şirkten tevbe etmek ve namaz kılmakla birlikte İslâm dinine girmeye, müslümanlarla kardeşliğe ve İslâm toplumuna katılmaya hak kazanmak için bir işaret saymıştır Allah Teâlâ, harbeden müşrikler hakkında,

“Eğer tevbe ederler, (tevbelerini tasdik için) namaz kılarlar, zekât verir­lerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.” [91]

“Bununla beraber, eğer tevbe ve rücu ederler, namaz kılarlar, zekât verirlerse artık onlar dinde kardeşlerinizdir” [92] buyurmaktadır. Şu halde, şirk ve şirke götüren şeylerden tevbe etmeyen, müslümanlar arasında sosyal-dinî bir bağ olan namazı kılmayan ve sosyal-malî bir bağ olan zekâtı vermeyen bir kâfirin müslümanların cemaatine girmesi, her bakımdan kendisini onlardan bir fert kılacak ve kulpu kopmayacak şekilde onlara kendini bağlayacak bir din kardeşi olması mümkündür. Aralarındaki bağın kuvvetini ve bir kimsenin müslümanhğının her ikisi olmadan tamam olmayacağını göstermek üzere Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'in üslûbu, daima namazla zekâtı birlikte zikretmektir. Şu halde, namaz dinin direğidir, onu diken dini dikmiş, onu yıkan dini yıkmış olur. Zekât ise, İslâm'ın köprü­südür, üzerinden geçen kurtulur, sapan helak olur.

Kur'ân-ı Kerîm, zekât vermeyi, mü’min ve yardımsever, takva sahiplerinin vasıflarından saymış, vermemeyi de müşrik ve münafıkların hususiyeti kabul etmiştir. Zekât, imanın mihengidir. Sahih bir hadiste zikredildiği gibi, zekât İhlasın delilidir. Zekât, İslâm'la küfür, imanla nifak, takva ile fücur arasını ayıran bir alâmettir. Allah Teâlâ'nın kendileri için kurtuluş yazdığı, Firdevs cennetini vadettiği ve kendilerine hidayet ve müjde nasip ettiği mü’minler zincirine bir kimse zekâtsız katılamaz. Zekât ödemeksizin, kimse namazını dosdoğru kılan, zekâtını veren ve âhirete tam iman eden muhsinler (iyiler) arasına giremez. Kimse zekâtsız, sâdık, mutteki ve iyilerden olamaz. Bakara: 2/217 âyeti de, iyiliğin şekle göre değil, öze göre, yani iman ederek, namaz kılarak ve ze­kât vererek gerçekleştiğini belirtir. Zekât vermeyen kimse, ne Al­lah'ın, ne Rasulünün, ne de mü’minlerin dostluğunu kazanabilir. [93] Beşerî kardeşlik, kralla tebaayı, derebeyle köylüyü ve patronla işçiyi omuz omuza Allah'ın huzurunda boyun eğdirmekle ancak gerçekleştirilmiştir. Bu kardeşlik, cami dışında da sağlam te­mellere oturtulmuştur. Nitekim kral, derebeyi ve patron; tebaanın, köylünün ve işçinin hayatlarıyla ilgili basit, zarurî ihtiyaçları için müştereken sorumlu tutulmuştur.

Zekât, fakirliği yoketmek için tamamen veya büyük çapta sarfedilmesi gereken yegâne millî gelir kaynağı değildir. Buna benzer daha birçok müessese bulunmaktadır. [94]

Allah'ın dikkat edilmesini istediği şey, “servetin sadece zen­ginler arasında dolaşıp durmamasıdır.” Zekât da aynı maksatla konmuş ve sarf yerleri gösterilmiştir. Sosyal adaleti ger­çekleştirmekten başka, zekâtın gelmiş ve geçmiş ve halihazır bütün ekonomik sistemlerde mutlak olarak hiçbir benzeri bulunmayan kendine has bir faydası mevcuttur. Zekât, servet teraküm ettirme­nin amansız düşmanıdır. Teraküm eden servet, zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Gerçekten, hiçbir laik sistem, ze­kâtın kazandığı muvaffakiyetle servet yığma meselesiyle başedemez; zira yığılmış servet, laik (demokratik) düzende yalnız sahiplerinin kabulüyle vergilendirilebilir. Servet sahiplerinin, ver­gilendiren idareyle kendi servetleri aleyhinde anlaşıp birleşmeleri için de sebep yoktur. Servet yığanlar iktisadî bakamdan en büyük canilerdir. Kur'ân-ı Kerîm'in, “onlar için şiddetli azap vardır” de­mesine şaşılmamalıdır.

 

7. Zekâtın Prensipleri: [95]

 

1- Vergi Prensiplerinin Gelişmesi Ve Zekât:

 

İyi bir verginin toplum üzerinde olumlu bir tesir yaratması, onun bir takım esas ve kaidelere bağlı olmasında, ileri gelir. Yaklaşık ikiyüz yıl önce, Adam Smith tarafından ortaya konulmuş olan bazı kaide ve prensipler, aradan geçmiş olan bu zamana rağmen, modern vergi açısından bugün de geçerliliğini ve değerini korumaktadır.

Konuya girmeden önce, İslâm'da dünyevî (dindışı) ve uhrevî (dinî) sahalar arasında bir ayırım olmadığı gibi, klişe vergileri ve devlet vergileri, dinî vergiler ve dindışı vergiler diye bir ikilik de bulunmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Zekâtın müslümanlardan, cizyenin gayrimüslimlerden alınması, zekâtın dinî bir vergi, cizye ve haracın dindışı bir vergi olduğu manasına gelmez. Al­lah'ın egemenliği temeline dayanan bir devlet, din ve dünya işleri arasında kesin bir ayırım yapamaz. Bunlar, bir paranın iki yönü gibi birleşirler. Bu İslâm devletinde vergilerin toplanması konu­sunda da geçerlidir. Zekât gibi, haraç ve cizye de arkalarında Kur'ân ve Sünnet'in yaptırım gücünü taşırlar. Bu açıdan, bu çeşit vergi­lerin yüklenmesi, dinî bir nitelik taşır. Son olarak, gelirlerin top­lanmasıyla ilgili bu ayırım sathîdir. Çünkü İslâm devletinde bü­tün vergilerin amacı, tektir. Bu amaç, ister müslüman olsun, ister gayrimüslim olsun, halkın bütünüyle refahının sağlanmasıdır. Azınlıkların ezilmesi, İslâm'da yerilmiştir. Çünkü azınlıklar, İslâm devletinin mukaddes emanetidir. Bu sebeple, dinî ve dindışı gelirler biçiminde bir ayırım geçerli değildir.

Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi İslâm'dan önce gelen din­lerde zekât müessesesi, yavaş yavaş gelişmiş ve mükemmeliyetine islâm dininde erişmiştir. Zekât, mükemmel bir vergi ve ibadet sis­temi olarak göze çarpar. Bu yüzden son birkaç yüzyıldır geçerli olan saf materyalist vergi teorileriyle karşılaştırılamaz. Bu teori­ler,  kaynaklarını halklarının çeşitli safhalarındaki sosyo-ekonomik şartlara borçludurlar: Feodalizmin ortaçağı, sanayi ihtilalin­den hemen önceki merkantalist dönem ve modern çağ gibi. Sözge­lişi, vergi hakkındaki “Fayda Teori si”ni alalım: Bu teoriye göre, bir ferdin ödemesi gereken vergi miktarı, onun devletten elde ettiği fayda miktarına orantılı olmalıdır. Bu, şimdi bize saçma gibi gö­rünüyor, fakat feodal vergilerin nakit olarak ödendiği ve devlet ge­lirinin feodal lordlardan olan alacaklara bağlı olduğu ortaçağda, böyle bir teori zamanının mevcut düzenine uygun düşüyor olabi­lirdi.

“Fayda Teorisi” yerini zamanla “Malî Teori”ye bıraktı. Bu teorinin temsilcileri, gelirin adaletli veya adaletsiz bölüşümüyle il­gilenmediler. Sadece devlet için gerekli gelirin mümkün mertebe tedbirli bir biçimde toplanılması usullerini araştırdılar. Bu teoriye göre, nispeten az bir karşı koymayla elde edilebilecek büyük mik­tardaki herhangi bir gelir iyidir.

Vergiyi sarfiyat açısından açıklayan bir başka teori bulun­maktadır: Bu teoriye göre, belirli vergiler, lüks ve gereksiz mallar tüketimini kısıtlamaya yardım eder. Bu, vergi koymanın hedefini kısmen açıklayan bir teoridir. Çünkü lüks mallar tüketimini en­gelleyen vya azaltan mevcut usullerin iyiye en yakını budur.

Sosyo-politik teoriye göre, vergi, bir gelir kaynağı oluşu yanında, iktisadî ve sosyal bir âlet sayılır. Bu teoriyi savunanlar, vergiyi, gelir adaletsizliğini azaltan, yüksek ve düşük gelirler arasındaki açığı gideren bir âlet telakki ederler. Buna karşılık, te­orinin bazı taraftarları, vergiyi, gelir adaletsizliğini azaltıcı veya gelirleri çoğaltıcı bir âlet olarak görmekten çok, sanayi amacına hizmet eden bir araç olarak değerlendirirler.

Son zamanlarda, düşüncenin gelişmesi, sosyo-politik teori yö­nünde olmuştur. Veraset vergisi konulması, gelir vergisi gibi konu­lardaki çalışmalar, hep, günden güne gittikçe hız kazanan bu eğilime işaret etmektedir. Bu eğilim, bin üç yüzyıl öncekilere göre, İslâm vergi kavramına çok daha yakın bir yaklaşımdır.

Zekâtın hedefi, Kur'ân-ı Kerîm'de kesin bir şekilde ifade edilmiştir: Zekât, yoksulların ve muhtaçların yararına, Allah'ın emrettiği bir farizadır. Ayrıca zekât toplamakla vazifelendirilmiş olanlar da, bundan yararlanırlar. Zekât, keza İslâm'ın yayılması, kölelerin ve borçluların salıverilmesi amaçlarıyla ve Allah yolun­da olanlar için de kullanılır. Böylece, zekâtın harcama alan­larının belirtilmesi, onun konuluş amacını gösterir. Hz. Peygam­ber, Muaz b. Cebel'i Yemen valisi olarak tayin ettiği zaman, kendisine namazı ve zekâtı emretmiş ve bu sonuncusu hakkında

“Zenginden al, yoksula ver” buyurmuştur. [96]

Bu son nokta, zekât ile sosyo-politik teori arasındaki ayrılığı belirler ve zekâtın önemini ortaya koyar:

“Zekât, serveti temizle­mek ve saflaştırmak için alınır. Zekâta namazdan sonraki ikinci mevkii veren önem, İslâm devletinde onun toplanmasını ko­laylaştıran bir usul takip eder.”

İşte, zekât ile günümüz kamu maliyesinin kaynakları arasında böyle bir temel farklılık bulunmaktadır.

 

2- Adam Smith'in Vergi Pensipleri Ve Zekât: [97]

 

Sözün başında da belirtildiği gibi, Adam Smith'in ileri sürdüğü dört kural, hâlâ güçlü kamu maliyesinin temeli sayılır. Onun kurallarının ne dereceye kadar yeterli olduğunu görmek için zekât kavramıyla karşılaştırılması ilgi çekici olmalıdır. Bu kural­lar; adalet, belirlilik, uygunluk ve iktisat başlıkları altında özet­lenmiştir:

 

Adalet Prensibi:

 

Vergi adaleti, üzerinde yüzyıllardan beri tartışma yapılan bir kavramdır. Genellikle adalette olduğu gibi, vergi adaletinde de ke­sinlik olmamasının başlıca sebebi, fert veya fert gruplarının za­mana göre değişiklikler gösteren siyasî, sosyal ve hatta ahlâkî düşünceleridir.

Vergide kesin adaletin gerçekleşmesinin imkânsız olması karşısında, hiç olmazsa bazı teknik esaslara göre vergi adaletine yaklaşmak, devrin genel düşünceleri içinde, bir amaç olmuştur. Bu bakımdan maliye yazarları, vergi kaçakçılığı ve çifte vergileme­nin önlenmesi, vergi yükünün mükelleflere orantılı dağıtılması gibi çare ve ölçülerin, vergi adaletine uygun düşeceğini be­lirtmişlerdir. Bunun gibi, adalet duygusunu sarsabilecek şiddetli ve taraflı muamelelerden kaçınılması ve sermaye teşekkülüne veya reel gelirin artmasına engel olunmaması gerekir. Bu anlamda, zengin ve fakirden aynı miktarda vergi alınmaması, bir insanı ancak yaşatabilecek gelirin vergi dışı bırakılması, bir bekâr ile ço­cuklu veya çocuksuz bir aile reisinin aynı yük altında tutulma­ması, iş ve sermaye gelirlerinin vergilendirilmesinde farklı muamele yapılması vb. gibi esaslar, vergi adaletine yaklaşmayı sağlayabilir.

Vergi adaleti, ülke sınırları İçinde yaşayan yerli ve yabancı herkesin, ödeme güçleriyle orantılı miktarda vergi ödemesidir. Bu­nun gerçekleşebilmesi, vergide genellik ve eşitlik esaslarına da­yanır.

Verginin genel olması ve herkesi kapsamına alması; kişilerin bir fark gözetilmeden, vergi ödemeleri lâzım geldiği de­mektir. Bu prensibe göre, bir ülkede, herkes sosyal sınıf farkı göze­tilmeksizin, kendi gelir ve mallarından vergi vermek zorundadır. Bu sebeple, bir ülkede oturan vatandaş ve yabancılar ile dışarda oturmakla beraber ülke içinde faaliyet gösteren veya malı bulunan herkes vergi ödemek durumundadır. Bu prensip genel olarak bütün anayasalarda yer almıştır. Anayasalarda bu çeşit hükümlerin yer alması, demokrasilerin gelişmesiyle eski ayrıcalıklı sınıfların or­tadan kalkmasının bir sonucudur. Gerçekten, eskiden ileri sürüler bir düşünceye göre, vergi halka düşer; “krala asilzade kanını, pa­pazlar duasını ve halk da vergisini verir” denirdi. Kuşkusuz bu du­rum zamanında pek göze batmazdı ve olağan görünürdü.  Fakat demokrasilerin gelişmesiyle herkesin vergi vermesi prensibi kabul edilmiştir. Bu kaide, ayrı tutmaksızın herkesin vergi ödemesini öngörmekle beraber, uygulamada bütün ülkelerde bir takım sosyal ve ekonomik görüşler sonucu, vergilerde, -kişi veya mevzularla il­gili olarak- çeşitli muaflık ve istisnalar kabul edilmektedir. Bu da toplum hayatının zaruretlerinden doğmaktadır.

Verginin gerçekten adil olması için, kamu mükellefliği karşısında herkesin eşit tululması gerekir. Eşitlik kaidesi, uzun mücadeleler ve kanlı ihtilaller sonucu, imtiyazlı sınıfların kaldırılmasından dolmuş ve kanun karşısında herkes eşittir, prensibi yerleşmiştir.

Vergide eşitlik veya vergi önünde eşitlik prensibi, ilk anlam­da, fertlerin, genel vergi yüküne, kendi ödeme güçlerine göre katılmalarını ifade eder. Ancak bütün güçlük, vergi ödeme gücü­nün ölçülerini belirtmektedir. Bu ölçüler, her zaman tatmin edici olmamaktadır. Bunun yanında vergi adaletine yaklaşmak bakımından, vergi önünde eşitlik prensibinin hukukî temeli daha kesin ve mutlak bir anlam alır. Vergi kanunu önünde eşitlik, şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Vergi kanunu ile belirtilen bir durum­da olan bütün mükellefler, aynı vergi rejimine tabî tutulmalıdır.” Şu halde, bir vergi memuru veya bir vergi yargıcı kanuna bağlı olarak, aynı durumda olan mükelleflere aynı ölçüleri uygulamak zorundadır. Vergi kanunun bazı muafiyet ve istisnalar kabul etmiş olması, vergi uygulayıcısı ve yargıcı bakımından, vergi eşitliğine aykırı sayılmamalıdır. Bu, vergi koyucuların işidir. Kamu ya­rarına uygunluk dolayısıyla, vergi kanunlarında kabul edilen esaslar, vergi uygulayıcılarını bağlar. Ancak aynı durumda olan mükelleflere ayrı muameleler yapılması halinde, vergi kanunu önünde eşitlik bozulmuş olur. Vergi kanunu Önünde eşitlik, tarafsız ve yetkili vergi kazası organlarının bulunmasına bağlıdır.

Vergide eşitlik prensibinin bu hukukî yönü yanında, toplam vergi yükünün mükellefler arasında eşit olarak dağıtılması için, sübjektif bir ölçüden, yani fedakârlıkta eşitlikten sözedilir. Bu prensip, fertlerin psikolojik hallerine dayanan marjinalist kurama göre açıklanır.  Bu prensibin esası, vergi olarak her mükelleften eşit miktarda fayda alınmasını sağlamaktır. Vergiler mükellefler için birer yük olduğuna ve onların gelirlerinden elde ettikleri fay­daları azalttığına göre, marjinal fayda kuramı bakımından, bu fayda azaltımlarında eşitliğin   gerçekleştirilmesi, başka bir deyişle, fedakârlıkta eşitlik sağlanması gerekliliği ileri sürülmek­tedir.  Fedakârlıkta eşitlik prensibi hakkında görüşler başlıca eşit fedakârlık, eşit oranlı fedakârlık ve enaz toplam fedakârlık noktalarında toplanmaktadır. Fedakarlıkta eşitlik prensibi, bütün ince­lik ve sübjektif unsurlarına rağmen, uygulama bakımından tat­minkâr değildir. Bu prensibin yetersizliği, vergide eşitlik ku­ramının belirtilmesinde bazı objektif ölçülerin gözönüne alınmasını gerektirmiştir. Eşitliği, genel anlamda, “eşit koşullar altında bulunanlara eşit işlem yapılması” şeklinde tanımlamak mümkündür. Vergide eşitliğin bir unsuru da, vergileme şartlarının, vergilemenin objektif olmasını sağlayacak derecede geniş tutulması gereğidir. Bu bakımdan, sözgelimi toplumun yalnız bir kısım fertlerine ilişkin şartlar konulması, objektiflik veya ver­gilerde kişiler bakımından ayrım yapılması esasını bozabilir. Öte yandan, vergilerin ve devletten alınan karşılıksız yardımların be­lirli olması gereği de, vergide eşitlik bakımından ayrı bir unsur olarak görülür. Vergi miktarının arttırılması veya azaltılması, benzeri durumda olan mükellefler bakımından aynı derecede ol­malıdır.  Son olarak, vergileme    hatalarının yaratabileceği eşitsizliğe de değinmek gerekir. Burada konunun önemi, vergi ka­çakçılığının yarattığı eşitsizlik durumunda ortaya çıkmaktadır.

Vergide eşitlik prensibi, üzerinde geniş tartılmalar yapılmakta olan bir konudur. Her toplum, eşitliğin şartlarını kendi içyapısı ve sosyal, ekonomik ve hukukî görüşlerine göre değerlendirir. Bu görüşlerin, zaman içinde bile değişme ve gelişmeler gösterdiği tarihî bir gerçektir. Ancak, genel anlamda eşitliğin gerçekleşmesi veya eşitsizliklerin önlenmesi bakımından, maliye ilminde bazı temel kurallar yer almıştır. Bun­lardan biri ve belki de en önemlisi, günümüzde bir kısım anayasa­larda hüküm altına alınan vergi ödeme gücüdür.

Alman maliye yazarlarından Wagner'e göre, vergi ödeme gücü, mükellefin kendisini ve ailesini geçindirebilecek gelirlerin­den fazla olan kısımdır, italyan yazarlarından Morselli'ye göre ise, ilk yaklaşım olarak vergi ödeme gücü, bir ferdin kendi gelir ve servetiyle orantılı şekilde vergi ödemesidir. Şurası muhakkak ki, ödeme gücü, belirtilmek istenenin tersine, mükelleflerin birbirleriyle karşılaştırılmasının bir sonucu değildir. Bazı vergiler, tersine artan oranlı olduğu için, fakirlerin ödeme gücüne aykırı düşer; fakat zenginlerden artan oranlı vergi almak, fakirlerin ödeme gücünü açıklamaz. Ödeme gücü, bir mükellefin kendi ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar, karşılayabilecek varlıklarının karşılaştırılmasından bulunur. Bir kimsenin geliri, ancak kendi­sini geçindirebilecek kadarsa, bu kimsenin ödeme gücü sıfırdır. Bir ödeme gücünün sıfır olması ise, diğer bir ödeme gücünün sıfır olmasının sonucu değildir.

Fertlerin kendilerini ve ailelerini geçindirebilecek gelirle­rinden fazla olan kısmı, ödeme gücüdür. Bu anlamda ödeme gücü, malî-iktisadî bir kavramdır. Toplum halinde yaşayan insanlar, devletin gördüğü kamu hizmetlerinin karşılığını, genel faydalan­maya göre vermek zorunluğunda olduklarından, bunu kendi ikti­sadî imkânları derecesinde yapmaları gerekir. İktisadî imkânlar her şeyden önce fertlerin geçimleri bakımından değerlendirilir. Bu bakımdan, fertlerin kendilerini ancak geçindirebilecek derecede gelir sahibi olmaları halinde, kamu hizmetlerinden faydalanma karşılığı ödeyecekleri bir değerin bulunmadığı sonucuna varılır. Böyle bir ödeme gücü, insanların yaşantılarını sürdürebilecek kaynaklarının, varsa ancak üstünde bulunan kısmı için sözkonusu olmak gerekir.

Ödeme gücüne göre vergilendirme, esas anlamıyla, kamu hizmetleri için belirli karşılık veya fayda gözönüne alınmaksızın, her ferdin kendisini ve ailesini geçindirecek miktarın üstünde ma­lık olduğu servet veya elde ettiği gelire göre vergi yüküne katlanmasıdır. O şekilde ki, fertleri iktisadî kapasiteleri, servet veya ge­lir bölüşümünün ölçüsünü verebilir. Gelir veya servete göre ödeme gücünün ölçüleri, unsurları olarak maliyede başlıca üç kural ele alınmaktadır:

1. Geçim İndirimi: Bir ferdin yaşamak veya üretim imkân­larını sürdürmek için kullanabileceği gelir, onun ihtiyaç duyduğu enaz miktardır. Bu miktarda ise, artık ödeme gücü yoktur ve bunun vergi dışı kalması gerekir. Kaldı ki, bu miktardan vergi alınırsa, sosyal dayanışma bakımından devletin gelir sahibine yaşama ve çalışma imkânı sağlamak için yardımda bulunmak zorunluğu doğar. Buna göre, geçim indirimi veya Türk Gelir Vergisi Kanu­nundaki deyimiyle genel indirim, vergide genellik prensibinin ancak görünüşte kalan bir istisnasıdır.

Vergide ödeme gücünün ilk unsuru, mükelleflerin kendile­rini ancak geçindirebilecek miktardaki gelirlerinin vergi dışı bırakılmasıdır. Gerçekten, insanların kendi bedenî ve fizyolojik yaşantılarını ancak devam ettirebilecek maddî kaynaklarının vergide istisna edilmesi, hem mantıkî, hem da ahlâkî bir esastır. Aksi halde bunlar kendi gıdalarını kesmek zorunda kalacak­lardır. Vergi alınmasında hiçbir gerekçe, insanların kendi bedenî varlıklarını devam ettirmek gerekçesinden üstün olamaz.

Geçim indiriminin mantıkî ve teorik temeli çok kuvvetli ol­makla birlikte, uygulamada bunun ölçüsünün tespit edilmesi zor­dur. Gerçekten, insanların yaş, cinsiyet, ırk, cüsse ve çalışma şekil ve şiddetine göre geçim hadleri değişebilir. Bunlar için ortak bir ölçü bulmak hemen hemen imkâsızdır. Bu durumda, indirim miktarları ister istemez, gerçeğe uymaktan kısmen uzak kalacaktır. Genellikle ülkelerin özel şartlarına ve geçim indekslerine göre, geçim indirimlerinin, gerçeğe yaklaştırılmakta olduğu bir veridir. Böyle bir usulün akla uygun şart ve şekillerde, vergi sistemlerinde yer aldığı görülmektedir. Prensip olarak, gelir vergilerinde uygulanan geçim indirimi, genellikle halkın yaşayış biçimine, gıda maddelerinin fiyatına, işçi sınıflarının ortalama kazancına göre tespit edilir. Bununla beraber devletin gelire olan ihtiyacının şiddeti, halkın ortalama kazanç seviyesinin düşük veya yüksek olması da, indirim miktarlarına, yerine göre olumlu veya olumsuz etkiler yapar.

2. Ayırma Prensibi; Gelirin elde edilmesinde keyfiyet bakımından ayırım yaparak, iş gelirini sermaye veya servet gelir­lerinden daha az vergilemek, ödeme gücü kavramına girer. Ger­çekten, emekten elde edilen, meselâ 1000 lira, servetten elde edilen 1000 liraya miktar olarak eşittir; fakat kaynakları bakımından maliklerine göre bunlar aynı değerde değildir. Emek gelirinin sa­hibi, servet gelirinin sahibine oranla bu paraya daha çok önem verir. Bu bakımdan, bu paralar eşit sayılmaz. İşte ödeme gücünün bir unsuru olarak bu duruma maliyede Ayırma Kuramı veya Ayırma Prensibi adı altında yer verilmektedir. Çeşitli ülkelerin vergi uy­gulamalarında,  bu kuramın önemi azalmış değildir. Gelişme halinde olan ülkelerde, sermayenin oluşumuna engel çıkarmamak bir amaç olarak gözükmekte ise de, emek faktörünün korunması da günümüz demokratik ve sosyal akımlarının bir gereğidir. Bu bakımdan, ödeme gücünün gerçekleşmesi için, geçim indirimi ve artan oranlar usulü yanında, ayırma kuramına da geniş ölçüde yer verilmesi, vergi adaletine daha çok yaklaşmayı sağlayabilir.

3. Artan Oranlar Usulünün Uygulanması Prensibi; Son ola­rak, fertlerin gelir ve servetleri arttıkça, bunlardan daha fazla oranda vergi almak da, ödeme gücünün başka bir objektif unsurunu oluşturur. Bir kimsenin, bir kimseden aynı şartlar altında iki defa daha zengin olması, onun servet varlığının değerinin iki defa daha yüksek olması anlamına gelir. Bu bakımdan, ödeme gücünün artışı, ferdin varlığının artışına oranla daha fazla olur. Bu unsur da bize vergide artan oranlar esasını vermektedir.

Ferdin geliri üzerine vergi koyan bugünkü vergi sistemleri çerçevesinde, fedakârlıkta eşitlik prensibi doğru görülebilir. Hal­buki zekât, öncelikle tasarruf edilen miktar üzerine tarhedilir. Böy­lelikle de eşit fedakârlık sağlanmış olur. Zekât, şahsın yıllık geliri üzerinden % 2.5 olarak alınsaydı,- bu yoksulun zenginlerden daha çok fedakarlık etmesi sonucunu doğururdu; fakat öncelikle tasarruflar üzerinden alınmaktadır ve böylece, küçük tasarruf sahiplerinden çok, büyük tasarruf sahiplerine yük olmaktadır. Bundan başka zekât, devlet tarafından istendiği şekilde harcanamaz, Zekâtın harcama yerleriyle ilgili hedefler, yoksulların lehinedir ve zenginler bundan ya çok az yararlanırlar ya da hiç yararlanmazlar. [98]

Zekât ne degressif, ne de regressiftir. Degressiften kastedilen, yüksek geliri vergiye tabî tutmaktır. Bu yüksek gelirler, yüksek oranda vergilendirildiği halde, eşit fedakârlık halinde daha az bir yüküme katlanırlar. Regressif vergi ise, basit bir tarzda, belirli bir oran üzerinden vergi almak suretiyle eşit fedakârlığı sağlar. Böy­lece zekât, bugünkü ülkelerde rağbette olan karışık vergi sistemle­rinin başaramadıkları şeyi başarır. [99]

Zekâtta adalet prensibiyle ilgili olarak, bu teorik açıklamaya kaidenin uygulanması problemine çözüm getirecek şu esasları ek­leyebiliriz:

1. Zekât Yükümlülüğünde Eşitlik: Zekât, -rengine, ırkına, so­yuna ve sosyal sınıfına bakılmaksızın-  nisaba malik her müslümana farzdır. Bu açıdan siyah-beyaz, soylu olan-soylu olmayan, yöneten-yönetilen, din adamı-din adamı olmayan, küçük-büyük, akıllı-deli, herkes eşittir. [100]

2. Nisabtan Az Olan Malın Yükümlülükten İstisna Edilmesi: Temel ihtiyaç fazlası olan mal, zekâtın konusudur. Böylelikle, ha­yatın idamesi için gerekli olan mal ve gelir, zekâtın kapsamı dışında tutulmuş olur. [101]

3. Çifte Zekâtın Kesin Yasaklığı: Zekâtın önemli prensiple­rinden biri de, zekâta konu bir mal için aynı vergilendirme dö­nemi içinde aynı sebepten dolayı iki kez veya daha fazla zekât ödenmeyeceğidir[102]

4. Ödenecek Zekât Miktarının Emek ve Tehlikeye Göre Değişmesi: Modern vergi sistemlerinde görülmeyen   bu duruma göre, zekât, insan  tarafından harcanan emeğe göre düzenlenen oranlarda ödenir. Ziraî mahsullerin   tabiî sulamada % 10  veya aletli sulamada % 5; define ve madenlerin % 20 oranında zekâta tabiî tutulması, emeğin dikkate alınması dolayısıyladır[103].

5. Şahsi Vergi Niteliğinde Olması: Bilindiği üzere zekât, mü­kellefin sosyal ve iktisadî durumunu önemle gözönünde tutar[104].

6. Uygulamada Adalet:  İslâm,  zekât konusundaki adaleti, yalnızca yasama metinlerinde bırakmamış, bu  metinlerin uygu­lama alanına âdilâne bir şekilde konması noktasında önemle durmuştur. Nitekim, Hz.  Peygamber, zekât memurlarına bu yolda emirler vermiş ve onları sıkı bir şekilde denetlemiştir. [105]

 

Belirlilik Prensibi

 

Belirlilik ilkesi, her ferdin ödeme zorunda olduğu verginin belirli, açık ve kesin olması, keyfi olmaması gerektiği düşüncesini ifade eder. Ödeme zamanı, ödeme şekli, ödenecek miktar, mükellef ve diğer kişiler için hep açık ve kesin olmalıdır. Mükellef ne mik­tar vergi ödeyeceğini bilmelidir ki, gelirini buna göre ayarlayabil­sin. O, aynı zamanda ne zaman ve niçin Ödeyeceğini de bilmelidir. Belirlilik kuralı, yalnız vergi mükellefini değil, devleti de gözö­nünde tutar. Böylece devlet de, elde edeceği geliri, mümkün olabile­cek bir kesinlik içinde tahmin eder.  Demek ki, vergileri uygulamakla görevli olanlar açısından da belirlilik ilkesi önem taşımaktadır.

Zekât, bütün müslümanlara hitab eden bir yükümlülük olduğu için, Yüce Allah'ın hikmeti ve kullarına olan lütfü, zekâtın her yö­nüyle açık olmasını ve ne zenginin küçümseyeceği, ne de orta hal­linin veremeyeceği bir miktar olmayıp orta halde olmasını gerek­tirmiştir. O'nun lütfü zekâtı, bir med-cezir olayını andıran ve istikrarsız olan insan merhametine, lider ve âlimlerin keyfine bırakmamayı icabettirmiştir. Çünkü bunlar, her zaman ve her devirde bir olmaz ve kendilerine her zaman güvenilmez. Bunun için zekât, kesin olarak farz kılınmış, nisab ve miktarı da tayin olunmuştur.

Oranın kesinliği bakımından, önceden hesaplanabilmesi ve ilahî bir buyruk olması dolayısıyla, değiştirilmemesi hasebiyle, hiçbir vergi, zekâtla mukayese edilemez.[106] Devlet, ne zekâtın nis­petini, ne de onun sarf yerini değiştirebilir. Bin yılı aşkın tarihi boyunca, hiçbir İslâm devleti, zekâttan elde edilen gelirleri, onun amacı dışında bir alanda kullanmamıştır.

Elde edeceği geliri bilen devlet, bunun toplanması için belirli usulde hareket eder. Millî servetteki bir artış, fertlerin servetlerindeki bir artışı yansıtır ve onun daha çok zekât ödemesi sonucunu doğurur. Belirsiz, karışık, tabiî âfet gibi durumlar da, şüphesiz ge­lire ters orantılı bir etki yapar. İstikrarlı bir ilerleme, gelirin art­ması sonucunu doğurur. Buradan, birkaç yılın ortalaması alınmak suretiyle, -bugünkü devletlerde gelir vergisi vb.'de olduğu gibi- ze­kâttan elde edilecek muhtemel hasılayı da, belli bir kesinlikle tah­min etmek mümkündür.

Zekât müessesesinin, bugünkü vergi sistemlerinde bulunma­yan önemli bir özelliği daha vardır, o da-, zekâtın dinî vechesidir. Bunun çok tabiî bir sonucu olarak, zekât, hem devletin varlığından haberi olduğu mallar, hem de varlığından haberi olmadığı mallar üzerine konulabilir. Bu sonuncu kategorideki mallar bakımından devlet, halkın dinî duygularına dayanmak zorundadır. Bu duygu ise, değişebilir ve halkın içinde bulunduğu dinî şartların da bir göstergesidir.

Belirlilik prensibi açısından şunu belirtmeliyiz ki, Yüce Al­lah zekâtı,  kitabında farz kılmış, ayrıntılar Hz.   Peygamber ve -gerek klasik, gerek çağdaş- hukukçular tarafından açıklanmıştır. Böylelikle bir fıkhî servet ortaya çıkmıştır. Müslümanlar bu fari­zayı öğrenmek zorunda olduklarından,  bu servet aracılığıyla onu öğrenebilirler. Zekâtla ilgili herhangi bir ilmî veya kanunlaştırıcı çalışmada, fıkıh kitaplarında yer alan hukukçulara ait değişik görüşler, biri tercih edilmek veya uzlaştırılmak suretiyle değerlendirilirler.

 

Uygunluk Prensibi:

 

Uygunluk ilkesi, verginin, ekonomik durumunu zedelemeye­cek bir şekilde mükellef için en uygun zamanda ve en uygun tarzda tahsilini gerektirir.

Toprak ürünlerinde zekat hasattan sonra ve -para olarak ödendiği gibi- aynen (ürün olarak) de tahsil edlebilir. Temel fikir, hiç şüphesiz mükellef için uygunluktur. Çünkü toprak ürünleri bakımından mükellefin, ürünün onda birini ödemesi, ödeyecek hale geldiği zamandır, yani hemen hasattan sonradır.

Diğer durumlarda, milletlerarası uygulama, malî muamele­lerin net sonuçları alınmadan önce, o yılın muamelelerini hesap­lamak gereğindedir. İslâm da bu usulü uygular. Üzerinde zekât tahsil edilen sürü bakımından, yavrulama dönemi en çok oniki aydır ve bu vakıayı gözönünde tutmak gerekir.

Mükelleften zekâtın aynen tahsil edilmesi, bunun ödeyene ko­lay gelmesi içindir. Bununla birlikte, mükellef nakit olarak öde­mek isterse, bu değişikliğe itiraz edilmez. [107] Böylece temel fikir, hem mükellefe, hem de ödeme tarzına kolaylık getirmektir.

Başlıca mükellefe atıfta bulunan uygunluk ve kolaylık ku­ralı, normal ödeme dönemleri dışında, belirli zamanlarda yeter miktarda gelirin elde bulundurulması istendiğinde, hazine için de elverişli bir kuraldır. Bununla birlikte, hazine için uygunluk ve kolaylık, tek bir vergiyle sağlanamaz. Çünkü çeşitli vergilerin tah­silat zamanı, zarurî olarak farklıdır ve ancak bütün tahsilatın top­lam etkisi doğru olarak tahmin edilebilir. Bundan başka, bugüne kadar, hiçbir devlette kısa vadeli borçlanma gereğinden ve hazine tahvillerinden vazgeçebilecek bir vergi sistemi geliştirilememiştir. Fakat dikkat edilecektir ki, zekât yalnız mükellef için değil, hazi­ne için de kolaylık sağlamaktadır. Bu kolaylık, bir hasat sonunda tahsil edilen muayyen meblağ için olduğu kadar, tahsilatı bütün bir yıla yayılmış bulunan öteki bütün meblağlar için de geçerlidir. Böylece, hazinenin ödeme ihtiyacı, zekâtta, bugünkü devletin uygu­ladığı, bilinen herhangi bir vergi sisteminden çok daha hayranlık verici bir sistemle karşılanmaktadır.

Uygunluk ilkesinin uygulamasına giren bir başka durum, gerektiğinde zekât tahsildarının mükelleflerin bizzat ayağına git­mesidir.

Yine, bu ilke gereği uygulanan başka bir hüküm de, zekâtın orta seviyedeki maldan tahsil edilmesi gereğidir. Hz. Peygamber, zekât tahsildarına en iyiyi değil, orta seviyedekini tahsili emrettiği gibi, mükelleflerin de en aşağı durumdaki malını ödemesini ya­saklamıştır. Ziraî ürünlerde matrahın tahminle tespitinde, mükel­leflere kendisi, dostları, hayvanlar ve gelip geçenler için belirli bir kısmın bırakılması durumu da uygunluk ilkesinin bir gereğidir. Mükelleflerin uğradığı bir olumsuz durum dolayısıyla zekâtın ödeme zamanının tehir edilmesi de, bu ilke gereğidir. Nitekim Hz. Ömer, bu şekilde bir uygulamada bulunmuştur. [108]

 

İktisat Veya Tasarruf Prensibi;

 

İktisat kuralı, her verginin, devlet hazinesine getireceği hasılat üzerinden mümkün olduğu kadar az masrafı gerektirecek biçimde tahsil edilmesi gerekliliğini ifade eder.

Zekât açısından bakılınca, zekâtın yönetimi ve toplanmasıyla ilgili harcamalar mümkün olan en düşük seviyede olmalıdır, yani vatandaşın cebinden çıkan para devlet kasasına kayıpsız gitmeli­dir. Bu usul, keza, hiçbir üçüncü kişinin mükellefle devlet arasına girerek zekâttan yararlanmamasını da gerektirir.

Aynı şekilde mükellefin vergi tarh, tahakkuk ve tahsil işlemlerine itirazı halinde de, hem zaman, hem maddî kaybın ön­lenmesi de bu ilkenin içinde ele alınır.

Zekâtın dinî-iktisadî karakteri, bir müslümana yükletilen beş temel vazife arasında önem bakımından ikinci sırada yer alması, onu toplanması çok kolay, gönüllü ve ucuz bir usûle de bağlamaktadır.

İslâmiyet genel tutumuyla şahsi mallarda israfı yasaklar, ik­tisat ve tasarrufu emreder. Topluma ait bir mal için, aynı tutumun daha katıca uygulanacağı da en tabiî bir durum olarak görülmeli­dir. Nitekim, zekât idaresinde çalışan memurlara emeklerinin karşılığı verilir, onların hediye vb. almaları yasaklanır. Ancak, ücretlerin, geliri verimsiz kılmayacak şekilde olması gerekir. Hatta Şafiî Mezhebine göre, bunların oranı toplam gelirin sekizde, birini aşamaz. [109]

Gizlenmiş mallar üzerinden zekât ödenmesindeki ihtiyarîlik ve onun dinî karakteri; bugünkü gelir vergisinde uygulanan ka­çakçılığın bulunması, vergi memurlarının talepleri hakkında ka­rar ve hüküm verilmesi, mükellefin kendini savun gibi konularda çok ince bir mekanizmanın geliştirilmesi gereğine yer vermez. Ze­kât tahsildarı, genellikle görünür mallar üzerinden aynen tahsi­latta bulunur. Hesaplama tabiatıyla basittiir. Oranların anlaşılması ve uygulanması kolaydır. Gerçekte kurallar öylesine basittir ki, hiçbir istisnalık bilgisini gerektirmez ve sonuç olarak tahsilatın maliyeti, çok belirgin bir biçimde, bugünkü devletlerce bilinen herhangi başka bir vergininkinden çok daha düşüktür.

Nihayet mükellef ile devlet arasında zekâttan yararlanabile­cek üçüncü kişinin varlığına imkân yoktur. Çünkü, tahsilat doğrudandır. Böylece, zekatın uygulanması; kolay, ucuz ve gönüllü hale gelir.

 

3- Diğer Vergi Prensipleri Ve Zekat:

 

Adam Smith'in ortaya koyduğu bu dört vergi kuralından başka kurallar da vardır:

 

Verimlilik Prensibi:

 

Verimlilik ilkesi, iki şekilde gerçekleşir:

a) Her ne kadar üzerinden vergi alındığı zaman, servet hâsıl eden kaynakları maddeten tahrip edecek kadar yüksek olmayacaksa da vergi, net yüksek verimliliğe sahip olmalıdır,

b) Pek çok şey üzerinden ve­rimsiz vergiler toplamaktansa, birkaç mal üzerinden verimli ver­giler toplamak daha iyidir.

Birincide belirtilen husus çok açıktır: Zekât, servet hasıı eden kaynakları tahrip edip bozmaz. Bu, sadece zekât nispetinin düşük ve bu nispetin iyi ayarlanmış olmasından değil, zekâtın aynı za­manda toplumun genel refah seviyesini düzenleyici bir etkiye sahip olmasından da ileri gelmektedir. Âtıl paranın vergilendirilmesi, onu, kaçınılmaz şekilde, verimli alanlarda kullanmaya götürür. Bu da ülke nin malî zenginliğini arttırıcı bir sonuç doğurur. Atıl para gibi ticaret maddeleri üzerine konan vergi (zekât) de düşük nisbettedir, yani yıllık % 2.5 veya kırkta birdir. Bu durum, ticaret ve sanat erbabının onların teşebbüslerine zarar vermeksizin, azamî çaba göstermelerini sağlar.

İkinciye gelince, her ne kadar, İslâm'ın malî sisteminde her türlü vergi, genel zekât deyimi içinde mütala edilirse de, bu sistem, kendini mümkün olduğu kadar az vergilerle sınırlandırmıştır.

İslâm devletinde zekât asıl vergidir ve son birkaç yüzyıldır bütün dünya maliyecilerinin arayıp da bulamadıkları bütün soruların cevâbına verir. Sözgelişi, fizyokratların (başlıca temsilcisi Quesnay'dir) malî teorileri, bütün servetin gerçek kaynağı olduğunu id­dia ettikleri toprak üzerine tek bir vergi koymanın savunmasından ibarettir. Zekât, fizyokratların dikkatinden kaçmıştır. Zekâtı, sırf bir dinî, vergi olduğu için, iyice incelememişler, dikkatlerini dün­yevî bir devlet üzerine yöneltmişlerdir.

 

Kendiliğinden Büyüme İlkesi:

 

Servet ve nüfus artarken, vergi, kendiliğinden büyümeyi sağlayacak biçimde olmalıdır. Servet ve nüfusun artışına uygun olarak verginin otomatik büyümeyi sağlamasını öngören bu ilke açısından şunu belirtmek gerekir: Zekâtın vergilemeye tabî sınırı o kadar düşüktür ki, 85 gr. altındır. İşsizler ve çalışamayacak du­rumda olanlar dışında hemen hemen bütün nüfus, zekât ödemekle yükümlüdür. Vergiye tâbi sınırın düşük oluşu ve orantılı feda­kârlık prensibi, yüksek ve düşük gelirliler arasındaki açığı ka­patmaya ve servetin sadece birkaç kişinin elinde toplanmasını ön­lemeye yeterli olmaktadır. Bu, genel bir refah doğurur, yani çok sayıda kimsenin müreffeh bir hayat sürdürmesi yolunu açar. Bu genel refah artarken, yoksulların sayısıyla ters orantılı olarak, vergi ödeyenlerin sayısı artar. Böyle bir toplumda, zekâttan, önce, yoksulların ve işsizlerin payı ayrılır. Böylece servet ve nüfus ar­tarken, yalnız zekâtın kendiliğinden artışı sonucu doğmuyor, aynı zamanda ülke, serveti arttıran güçlü bir vasıtaya da sahip oluyor.

 

Esneklik İlkesi:

 

Vergi esnek olmalıdır, yani gerekirse harcamalardaki artışla karşılıklı olmaksızın oranın ve hasılanın artışını sağlamalıdır.

Esneklik bakımından zekât, tamamen ayrı bir kategoridedir. Yeryüzünde hiçbir yönetici, zekât nispetini en küçük şekilde bile olsa, değiştirmek gücüne sahip değildir. [110] Gerçekte, İslâm'ın uzun tarihi boyunca, en kötü bir yönetici bile zekât nispetini artırmaya veya onda küçük bir değişiklik yapmaya yeltenmemiştir. Çünkü böyle bir davranışa İslâm toplumunda bir gün bile müsade ve mü­samaha edilmeyecektir. Devletin ihtiyacı ne olursa olsun, meydana gelen hadise ne kadar büyük olursa olsun, Allah'ın koyduğu zekât sisteminin önemi, sarsılmadan    kalmıştır. Şüphesiz, devlet başkanına, savaş gibi zorlayıcı durumlarda yeni vergiler koyup halka yüklemek yolu açıktır. Hatta, toplum içinde çoğunluğun za­rarına olarak servetin sadece birkaç kişinin elinde toplanmasını önlemek için de bu yola başvurulabilir. Fakat zorlayıcı durum­larda konulan bu gibi yükümlülükler, o durumun ortadan kalk­masıyla kaldırılır; bu halin dokunulmaz kalması gereken zekâtla hiçbir ilgisi yoktur. Zekâtın en büyük yanı, onun mukaddes oluşu gereğindedir. Zekât, öyle bir tarzda tertip edilmiştir ki, o, kendi amacına hizmet eder. İşte, buradan mahiyeti icabı zekâtın, bugünkü devletlerdeki bazı vergilerin elastiki oluşu manasında bir elastiki­yeti olamayacağını söyleyebiliriz.

Hiçbir ülkede, her vergi, bu ilkelerin tümünü içine almaz. Günümüz vergileri bile, bazı ilkeleri şu ya da bu biçimde bozan ni­telikler taşır. Bir vergileme sistemi olarak zekât, vergileme ilkele­rinin çoğunu içine almakla kalmaz, günümüz vergileri karşısında belirli üstünlükler de taşır:

a) Günümüzdeki vergilerin en önemli eksikliği, vergi ka­çakçılığına açık olmasıdır. Birçok insanın yanlış bilgiler vererek gelir vergisinden kaçmaya uğraştıkları herkesçe bilinmektedir. Zekâtta ise, dinî-ekonomik niteliği sebebiyle insanların doğruluk dışı davranışlara yönelmesi beklenemez. Zekât, İslâm'ın beş temel şartından biridir. Allah'ın arzusuna gönüllü bir teslimiyeti belirtir.

b) Kullanılmayan birikmiş servetten alman zekât, soylu bir amaca yöneliktir. Zekât aracılığıyla birikmiş servetin, ekonomik akıma sokulması ve toplum yararına kullanılması mümkün olur. Zekât ilahî bir buyruk olduğundan, kişi kendi isteğiyle biriktirmiş olduğu servetini ortaya çıkaracaktır. Günümüzdeki vergi sistemle­rinde bu istekli işbirliği sağlanamaz. Çünkü hiç kimse gizli servet­lerini kendi isteğiyle açıklamaz. Gerçekten zekât, para yığmak eğilimini kontrol eder. Bu paraların üretken amaçlı yatırımlara yönelmesi için güçlü bir teşvik aracı olur. Çünkü İslâm kâra ve or­taklığa izin vermiştir.

c) Zekâtın amacı ve harcama alanları Kur'ân-ı Kerim'de be­lirtilmiştir. Bu sebeple, hükümet zekâttan elde ettiği geliri istediği biçimde harcayamaz. Oysa vergilerden sağlanan gelirler, günümüz devletleri tarafından    yararsızca kullanılabilir. Araştırmalar, vergi gelirinin daima üretken alanlarda harcanmadığını göstermektedir.  Öte yandan zekât, gelir vergileri kadar “hissedilir” değildir. Çünkü zekâtın ödenmesi ilahî bir buyruktur. Halk zekâtını isteyerek ödeyecektir.

d) Günümüzde tüm ekonomik açıdan ileri ülkelerde sosyal güvenlik programları istekleri artmıştır. Zekâtın  harcama yeri olan sekiz kalemden altısı yoksulluğun yok edilmesine yöneliktir: Namaz, zengin ve yoksul bütün toplumun eşitliği ve kardeşliği duygusunu geliştirir. Zekât, zenginlerde yoksulların geçiminden sorumlu oldukları fikrini uyandırır. Eğer kişi sosyal adaleti sağlamak, yoksulluğu yok etmek için: bir şeyler yapmıyorsa, na­mazın öğrettiği İslâm'ın sosyal ve ahlâkî değerleri mânâ ve öne­mini yitirecektir. Zekât en ileri ve en çağdaş bir kurumdur. Çünkü yoksulluğun yenilmesi uğrunda ekonominin bütün bölümlerine be­lirli yükümlülükler getirmektedir. Zekâtta toplumun bütün serma­yesi vergilendirilerek, yoksulların ve düşkünlerin ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmaktadır. Zekât, millî servetin bütününü kapladığından, günümüz devletlerinin yoksul için geçim teklifi, sosyal refah düşüncesi açısından herhangi bir yenilik getirmemek­tedir.

Günümüzde sosyal güvenlik araçlarıyla ekonomik sıkıntıları gidermek sorumluluğunun devlete yüklenmesi, ilk kez Rusya'da olmuştur. İster zekâtın bir kopyası olsun, isterse bağımsız bir düşünce nin ürünü olsun, bu uygulama, ondört yüzyıl önce örnek bir sosyal güvenlik sistemi getiren İslâm'ın büyüklüğünü gösterir. Batı düşünürleri bilim ve gerçekten çok uzakken, İslâm, zekât yoluyla, kitlenin sosyal güvenliğinin sağlanmasını devletin ana görevlerinden biri olarak düzenlemiştir. [111]

e) Günümüz iktisatçılarına göre, bir vergi sistemi, toplum üzerindeki etkilerine bakarak değerlendirilebilir. Toplum yararını maksimize eden bir vergi sistemi, en iyi vergi sistemidir:

“Bir top­lumda ekonomik refahı arttırmanın iki yolu vardır: İlki üretim­deki gelişmeler, ikinci olarak üretilenin bölüşümündeki iyileşmelerdir.”  Üretimdeki gelişmeler,

1) Üretken güçlerin artışı kişi başına daha büyük bir” ürü­nün daha az çaba ile elde edilmesini sağlar,

2) Üretimin örgütlenmesindeki gelişmeler ki, işsizlik ve başka sebeplerle ekonomik kaynakların israfını asgariye indi­rir,

3) Toplum ihtiyaçlarını karşılayacak malların çeşit ve bileşimindeki iyileşmelerdir.

Bölüşümdeki iyileşmeler,

1) Günümüzün birçok toplumlarında görülen aileler ve kişiler arasındaki büyük servet eşitsizliğinde azalma,

2) Farklı zamanlarda belirli kişilerin ve ailelerin özel­likle toplumun yoksul kesimlerinin gelirlerindeki büyük dalgalanmaların azalması şeklinde ortaya çıkar.

Zekât, İslâm toplumunun üretim, tüketim ve bölüşüm kalıplarını iyileşme yönünde değiştirir. Kapitalizmin en büyük sakıncalarından biri, üretim araçlarının, büyük çoğunluğun ya­rarlarını hiçe sayan küçük bir mutlu azınlığın elinde olmasıdır. Bu, ülkede sanayî ve ticaretin gelişmesine sed çeken büyük bir ge­lir eşitsizliğini durmaktadır. Çünkü ekonomik düzene hakim olan bir tekel, daima ülkenin ekonomik kaynaklarının tam kullanımını önlemektedir.

Zekât, servet yığmanın uzlaşmaz bir düşmanıdır. Zengin müslümanlara yüklenen zorunlu bir vergi olarak zekâtın amacı, gelir eşitsizliğini yok etmek, satmalına gücünün yoksullara veril­mesini sağlamaktır. Kur'ân'a göre para kazanmanın hiçbir sakıncası yoktur. Fakat bir tek vatandaşının bile hayatın asgarî ih­tiyaçlarından yoksun kalmamasını sağlamak da İslâm devletinin mukaddes bir vazifesidir. Bu amaç zekât gelirinin yoksul ve muhtaçlar arasında uygun bir dağılımıyla gerçekleştirilebilir. Zekât, onlara satın alma gücünü aktararak, mal arz ve talepleri arasında denge kurar, ülkede üretimi destekler, gelişme ve refahı sağlar. El­lerinde satın alma gücü olan insanlar daha fazla talep edecekler, müteşebbisler daha fazla üretmeye çalışacak, iş alanları çoğalacak, böylece millî gelir artacaktır. Bu sebeple zekât, hem zenginin, hem yoksulun yararına işleyecektir. Hem ödeyene, hem de alana iyilik getirecektir. Zekât kendisi bir amaç değildir. Amaca götüren bir araçtır. Bu sebeple zekâtın özü, ayrıntılı kurallarında değil, var oluş amaçlarında aranmalıdır.

 

8. Zekâtın Özellikleri: [112]

 

1- Zekât Para Veya Mal Olarak Ödenir:

 

Zekât mükellefin durumuna veya fakirin ihtiyacına göre, para veya mal olarak ödenir. [113] Mal olarak ödenmesi, zekât için bir eksiklik değil, tersine bir üstünlüktür. Zira bu durum, hem fakirin ihtiyacının giderilmesi açısından çok elverişli olabildiği gibi, hem de mükellef açısından büyük kolaylık sağlar. Şunu hemen belirtmeliyiz ki, zekât hiçbir zaman hizmet olarak ödenmez.

Vergi devletin bazen başvurduğu, hizmet şeklindeki iş yü­kümlülüğü veya mal ve eşya şeklindeki el koymadan farklı olarak, para ile ödenir. Eskiden ve hatta ülkemizde yakın zamanlara ka­çar devlete yapılan bazı ödemeler, ayın (eşya) veya hizmet şeklindeydi. Para ekonomisinin henüz gelişmediği devirlerde, diğer ülkelerde de bu çeşit vergilere başvurulmuştur. Günümüzde daha çok gelişmemiş ülkelerde bu çeşit vergilere rastlanmaktadır. Ayın olarak alınan vergiler, hem adaletsiz, hem de çok mas­raflıdır.

 

2- Zekât Karşılıksızdır:

 

Zekât ödeyen mükellef, karşılığında kendisine bir şey veril­mesini veya bir hizmet görülmesini bekleyemez ve isteyemez. Bun­lar, yalnızca zekât ödenen kimseler için söz konusudur. Yalnız, şunu unutmamalıyız ki, zekât mükellefi, ödediği zekât dolayısıyla dünyevî borçtan kurtulduğu gibi, zekât memuru veya zekât ödenen kişi tarafından, bereket duasına ve âhiret açısından da sevaba hak kazanır, yani karşılığını manevî-psikolojik açıdan görür. [114]

Vergide belirli bir karşılık yoktur. Vergide alınan ile bunun karşılığında verilen arasında bir bağlılık bulunmaz. Vergiler toplu olarak, kamu hizmetlerinin karşılığıdır. Vergide özel veya belirli karşılık bulunmaz. Böyle bir karşılığın bulunduğu zora dayanan ödemeler; harçlar, resimler ve kısmen şerefiyelerdir. Öte yandan, devletin bazı üretim alanlarında tekel idaresi kurup, faaliyette bu­lunmak yoluyla elde ettiği gelirler de vergi değildir. Ancak, tekel maddelerinin imali ve satışı dolayısıyla ayrı bir vergi alınabilir.

 

3- Zekât Yaptırım Zoruna Dayanır:

 

Mükellefler isteğe bağlı olarak değil, âyet ve hadisler ile bun­ların gösterdiği yaptırımlar mecbur ettiği için zekât öderler. Bu an­lamda, zekât, İslâm'ın beş esasında olduğu kadar, zenginlerin fa­kirlere ödemek zorunda olduğu bir borçtur. Bu yüzden de ödeyen, ödenen kimsenin başına kakma hakkına sahip olamaz. Zekât, mü­kelleflerin vicdanlarına bırakılmadığı için, bir takım müeyyide­lerle güçlendirilmiştir. [115] Ancak, devlet, zekâtın organizesini üstlenemezse, artık mükellef, bu borcunu bizzat ödemek zorundadır, yani “Sultan istemese de, İman ve Kur'ân bunu istemektedir.”

Vergi, zora dayanan kesin bir ödemedir. Vergi, devletin ver­gilendirme yetkisine dayanılarak kanunla alınır.  Kanun, vergilerin şartlarını belirtir. Durumları bu şartlara uyan kimseler, ver­giyi vermek zorundadırlar. Bu anlamda, verinin verilip verilme­mesinde mükelleflerin rızası göz önüne alınmaz. Vergisini vermek istemeyenlere karşı, gerektiğinde zora başvurulur. Öte yandan vergi, kesin bir ödemedir. Bir karşılık veya ileride geri verme söz-konusu olmaz. Oysa bazen zora dayanan devlet borçlanmalarında bile, borç, süre dolunca geri verilir.

Verginin zora dayanması temel bir kural olmakla birlikte, kanunla alınması demokratik ülkelerde nihayet milletin izni olduğu anlamına gelir. Kanunlar, milleti temsil eden meclislerce yapıldığına göre, vergi konulması dolaylı olarak fertlerin önceden verilmiş iznine dayanmaktadır; bu bakımdan vergide rızanın bu­lunduğu söylenebilir.

 

4- Zekât Ancak Belli Sınıflara Harcanır:

 

Mükellefler kadar, zekât alacaklısı olan devlet de, zekâtı har­cama açısından Kur'ân'a göre hareket etmek zorundadır. Zekât; ruhî, ahlâkî, sosyal ve siyasî bir takım maksatlarla Kur'ân ta­rafından tespit edilen alan ve sınıflara harcanır. Fakirlerden alınıp zenginlere harcanması sözkonusu olmaz. [116]

Oysa vergiler, devlet tarafından genel hizmetlere harcanarak zekâttan ayrılırlar.

 

5- Zekât Tek Taraflı Olarak Alınır:

 

Zekâtın ödenmesi âyet ve hadisler ile belirtildiği şekilde olur. Mükellefler, -genellikle- devletle yapacakları herhangi bir anlaşmaya göre zekât ödeyemezler. [117]

 

6- Zekât Müslüman Toplumun Üyesi Olmak Sıfatıyla Ödenir:

 

Bu anlamda zekât, yalnızca -gerçek veya tüzel kişi olabüen-müslümanlar için sözkonusudur. Gayrimüslimler vergi açısından ayrı bir statüye sahiptir. [118]

Bu özellikleriyle zekât, önceki dinlerde bulunan zekâttan apayrı bir yapıdadır, mükemmel bir vaziyettedir. Ayrıca, gerek ta­rihteki, gerekse, günümüzdeki vergilerden, mükellefiyet ve har­cama açısından -onlara örnek olacak şekilde- olumlu ve ileri ma­nada farklılıklar gösterir.

 

3. BÖLÜM ZEKÂT VE VERGİ

 

9. Vergi Ve Zekâtın Tarihçesi:

 

1- Tarihte Vergi Olayı: [119]

 

Vergi, tarihî ve sosyal bir kurumdur. Bir vakıa olarak vergi­ye tarihte, insan cemiyetlerinin ortaya çıkışından itibaren rastlanmaktadır. En basit içtimaî nüve olan aileden, klan, kabile, şehir-devlet ve devlet şeklindeki topluluklara geçildikçe, vergi de kendi yapısı içinde değişikliklere uğramış ve çeşitli cemiyetlerde değişik yönlerde gelişmiştir.

Vergi insan cemiyetlerinde sun'i bir müessese değil, belki de en tabiî bir içtimaî müessesedir; cemiyet halinde yaşamanın kat'i zaruretlerindendir.

Kökeninde vergiler, ihtiyarî bir mahiyet gösterirler. Devirlerine göre kabile reisi, derebeyi veya krallara verilen bir nevi he­diye ve yardımlar, vergilerin ilk şekillendir. O zamanlar, devlet egemenliğini ellerinde bulunduranların başlıca gelirleri, bu hediye ve yardımlar yanında, kendi mülk kaynaklarından meydana ge­lirdi. Kamu hizmetlerinin henüz gelişmemiş olması dolayısıyla bu sınırlı gelirler, yeterli idi. Fakat zaman içinde devletlerin hizmet­leri arttı. Derebeyi veya kabilelerin yerine, merkezî devletler geç­tikçe mülk gelirleri yetersiz   kaldı. Bunun sonucunda, ihtiyarî yapıda olan hediye ve yardımlar, zamanla zora dayanan bir şekil aldı.

Vergi niteliğinde olan ödemelerin kelime bakımından geçir­diği gelişme, bunu açıkça göstermektedir. Gerçekten, ilk zamanlar yardım adını taşıyan ödemeler, daha sonraları ülkeye göre rica, lü­tuf, ihsan şekillerini aldı. Zamanla fedakârlık ve nihayet zorunluluk veya yükümlülük anlamına gelen kelimeler ortaya çıktı.

Çeşitli yabancı dillerde, bu kelime değişikliklerini izlemek müm­kündür. Meselâ Fransızcada “aide (yardım),” “contribution (vazife, fedakârlık)” ve “impot (cebir)” kelimeleri bir gelişme halinde yerleşmiştir. Yurdumuzda da “imdadiye,” “iane,” “mükellefiyet” ve “vergi” kelimeleri böyle bir gelişme sırası göstermiştir.

Geniş anlamda vergilerin tarihi, çeşitli ülkelerin vergi sis­temlerinin geçirdiği gelişmeleri açıklar; bunun için, bir ülkenin eski devirlerde uygulanmış vergileriyle, bunlardan halen uygu­lanmakta olanların geçirdikleri değişiklikleri, esas ve yapılarına göre araştırmak usulü uygulanır. Çeşitli ülkelerde, bu gibi konuları inceleyen monoğrafik eserler vardır. Ülkemizde bu anlamda ye­terli eserler azdır ve yalnız bir kısım maliye kitapları İslâmiyette, Osmanlı Devletinde ve Cumhuriyet döneminde vergilerin tarihine ilişkin açıklamalara yer vermektedir. Yabancı dille yazılmış bazı eski eserlerde de, Osmanlı devrinin vergileri, maliyesi ve borç­lanmaları hakkında, geniş ve faydalı bilgiler vardır.

Bugünkü modern cemiyetlerde görülen vergi, binlerce yıllık insanlık tarihinde, gitgide gelişen içtimaî ve iktisadî şartlara tâbi olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gelişme ödeme şekli açısından üç ana safha halinde gösterilebilir:

1) Hizmet Olarak Vergi: İktisadi mübadele vasıtalarının henüz ortaya çıkmadığı ve henüz ferdî mülkiyet kavramının belirmediği safhada, bu iptidaî cemiyet şartlarında nakdî ve aynî şekilde vergilere rastlanmayacağı meydandadır. İnsanlık tarihinde rastlanan ilk vergi ödemeleri, “hizmet görmek veya emeği ile iştirak etmek”    şeklinde içtimaî yaşamadan doğan umumî müşterek ihtiyaçların giderilmesi tarzında kendini gösterir. Bu safhada fert, henüz mal mülk sahibi olmamıştır, yegâne serveti emeğidir. Bu durum, çok uzun asırlar devam edip gitmiştir.

2) Mal Olarak Vergi: Nihayet cemiyette mülkiyetin umumî esaslarının ortaya çıkmaya başladığı ikinci safhada fert, mülkiyet kavramını tanımaya başlamış ve iktisadî mübadele vasıtası bizzat eşya olmuştur. Bu devir, takas suretiyle alışverişlerin yapıldığı de­virdir. İşte bu safhada fertler kamu hizmetlerinin görülmesine aynî ödemeler  şeklinde katılmaktadırlar. Bu suretle vergi genellikle, emeği ile katılma veya hizmet görme şeklinden ayrılmış, aynî mü­badelenin bir sonucu olarak, mal şeklinde verilmiştir.

3) Para Olarak Vergi: Bu devrede,  aynî mübadele ekono­mici devam ederken, bir taraftan para ortaya çıkmış ve iktisadî mübadele vasıtası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Paranın mü­badeleyi kolaylaştırması ile para ekonomisi gelişip yayılmıştır. Bu suretle kişiler müşterek ihtiyaçların karşılanmasını gerektiren kamu hizmetlerine para ile katılmışlardır.

Bu tarzda üçlü bir ayırma, tarihi yönden birbirinden kafi hu­dutlarla ayrılamazlar. Bunlardan biri ortaya çıkmakla diğeri ta­rihe karışmış, ortadan kaybolmuş değildir. Cemiyetin iktisadî ve içtimaî tekâmül seviyesi, birbirine göre azalan ve çoğalan nispetlerde, bu üç şekilde ödenen verginin her devirde hayatiyet kazana­bilmesini   sağlayabilmektedir.

Vergi, toplum hayatında, zamana göre, nasıl bir görünüş arz ederse etsin, aslı ve esası bakımından bugünküne göre bir farklılık göstermez.

Şimdi, bu genel görünüşten sonra, verginin tarih içinde çeşitli toplumlarda ve ülkelerdeki durumunu özetleyelim:

Devlet, içtimaî bir görünüş olarak ortaya çıkışından itibaren, kendi fonksiyonlarını ifa için muhtelif malî kaynaklara muhtaç olmuştur. Bu malî kaynaklar arasında vergi, özellikle önemli bir yer tutmuştur. Özellikle  ilk çağlarda istisnasız bütün siyasî teşekküllerin başvurdukları en önemli bir malî gelir kaynağı olmuş  bulunmaktaydı.  Milad’dan çok önceleri yaşamış devletlerde yürürlükte olan vergi ahkâmı, kanun ve kaidelerine dair ayrıntılı bilgilere sahip değilsek de, bu cemiyetlerde verginin varlığını bize haber verecek kadar izlere  rastlanmaktadır. Cemiyetten cemiyete değişik olarak, ister toplumun başında bulunan ferdin mutlak kuv­vete   dayanan şahsî arzusundan, ister dinî cemiyetlerde ruhanî icaplardan, ister bir tarafın  diğerine galip gelmesinden ve ister ödeyenin tamamen  şahsî rızasına dayanmasında doğsun, Babil, Mısır, Iran, Arap yarımadası, Yunanistan, Roma ve nihayet Çin gibi devletlerde tahsil olunan muhtelif vergilere gayet açık olarak raslanır.   Ruhanî-asker-hakim vasıflarını kendinde toplamış bu gibi cemiyet başkanlarına fertlerin yaptığı sunular (les   offrandes)'ın amme menfaati olan işlere sarf edildiği tespit edilmektedir, ilkçağlarda yaşamış bu devletlerin yapısı genellikle dinî idi; dine dayanır, bütün kuvvet ve hayatiyetlerini dinden alırlardı. Bu göz önünde tutulacak olursa, gerek ilâhlar ve gerekse ilâh adına mabed veya hükümdara hediye olunan muhtelif ödemelerin de, dinî gaye­lerde faaliyette bulunmayı kendine esas umde edinen devlete tediye olunan vergiden başka bir şekilde tavsifi yanlış olur. Her ne kadar bunlar, kurbanlar ve mabedlere verilen hediye ve sunuşlar vasfında ise de, devletin o devirde sahip olduğu sözü edilen dinî yapı göz önüne alınıp, mesele siyasî yönden düşünülecek olursa, bunlar kolaylıkla vergi olarak nitelendirilir.

Mısır'da, Firavunlar devrinden sonra ve İskender istilası zamanında bu dinî vergilerden ayrı birçok sivil vergilere rastlanmaktadır. Mısır'da bir çeşit toprak vergisi, alım satım vergisinin bulunduğu papirüsler üzerindeki yazılardan anlaşılmıştır. Bunlar­dan iltizam suretiyle tahsili cihetine gidilen ziraî vergiler, bina vergisi, meslek ve sanat vergisi ve nihayet lüks vergisi malumumuzdur.

Ahdi Atik'te, gerek mısır, bağlar, ekin gibi toprak mahsulle­rinden ve gerekse hayvan sürülerinden 1/10 oranında olmak üzere İbranilerin muhtelif vergiler tahsil ettiklerine dair bilgiler vardır. [120] Bunlardan ayrı olarak topraktan alınan ilk turfanda mahsul Yahova'nın evine aittir, [121] mutlaka ona takdim edilmelidir.

Yine Ahdi Atik, Genesis XIV/20'de, Peygamber İbrahim'in ganimetin 1/10'ini galibe tahsis ettiğini okumaktayız. Keza Levililer XXVII/l-34 ve Num. XVIII/l-32'de, Peygamber Musa'nın, gerek ruhban sınıfının (Levililer-Levi oğullan) ihtiyaçları ve gerekse mabedlerde görülen hizmetlere mukabil, 1/10 nispetinde çeşitli mevzular üzerine vergiler emrettiğini görüyoruz (doğum fidyesi, turfandalık, ilk doğan hayvan, öşür vs.). [122] Esasen, ilk İbranî kral­ları mısır tarlalarından, bağ ve sürülerden 1/10 nispetinde bir vergi almaktaydılar. [123] Mukaddes kitaplarda gösterilen bu hususlar, muh­telif iktidarlarca da nazarı itibara alınmış ve tatbik mevkiine geçi­rilmişlerdir. M.S. 778'de kral Charlemagne tarafından kanunlaştırılan ve İngiltere, Almanya, Fransa ve İskandinav devlet­leri tarafından da iktibas edilen bu 1/10 nispetindeki dinî vergiler,1789 Fransız İhtilaline kadar yürürlükte kalmışlardır.

Yunanlılarda ve Romalılarda asil ve hür insanların teşkil et­tikleri idarecilerin, amme işlerine ait sahalarda kullanılmak üzere esirler, köylüler, vasal ve mağlup milletlerden tahsil ettikleri bazı vergilere rastlamaktayız. Yunanlılar mağlup milletlerden alınan tribut vergisini, bundan ayrı olarak gümrük ve ticarî mu­amelelerden alınan sair vergileri tanımaktaydılar. Daha bol tarihî materyallerin bize öğrettiğine göre, Yunanda olduğundan da geniş gelişmiş vergiler, Roma hukukî mevzuatında hayatiyet kazanabilmiştir. Roma'da vergilerin hukuk hükümleri içerisinde, za­manına göre, yüksek bir seviyeye ulaştığı tarihî bir gerçektir. Bu ülkede;  toprak vergisi,  başvergisi,  gümrük vergisi,  kapı vergisi, alım satım vergisi adlarını taşıyan vergiler alınmakta idi. Ro­malılar İtalya arazisini (solum italicum), fethedilen topraklardan (colonie iuris italici) ayırırlar, bunun üzerindeki fertlere mülkiyet hakkı tanıyıp arazi vergisinden muaf tutarlardı. İkinci tür arazi­deki fertler, sadece intifa hakkına sahip olup arazi vergisi (tributum soli) öderlerdi; bu araziler devlet mülkiyetinden sayılırdı. Keza Roma'da gümrük (portoria, telonea), alım-satım (entesima rerum  venalium) ve baş vergileri (tributum capitis) tanınmaktaydı.

Bizans İmparatorluğunda rastlanan vergi mevzuatı, Roma'da mevcut olandan esasta pek farklı bir manzara arz etmemektedir. Bizans'ta her bakımdan en önemli vergi, arazi vergisi (jugatio)'dir. Muhtelif devirlerde girişilen ıslahat ile farklı görünüşlerde olan bu vergi, aynı zamanda muhtelif eyaletlerde de -özellikle Mısır'da-değişik mahiyetler alıyordu. Her sene İmparator bütün eyaletler için ihtiyaçlara göre değişen top yekün yıllık bir vergi tahakkuk ettirir; bu, teşkilat hiyerarşisi içinde taksim olunurken, neticede köye varıncaya kadar her idarî-mülkî bölümün ödeyeceği nispet tespit edilirdi. Roma İmparatorluğunda Mısır'dan başka bütün eyaletlerde nakden ödenen bu vergi, III. asırda Diokletiyan ıslahatıyla aynî şekilde ödenmeye başlanmıştır. Vergi nakdî şekilde tahsil olunu­yorsa, bu işi, hususî memurlar (exactores) yürütürdü. Gerek vergi­lendirme ve gerekse tahsil için muayyen bir hiyerarşiye dayanan sağlam bir vergi teşkilatına her devirde rastlanmaktadır. Mısır'da vergiler aynen tahsil olunmakla beraber, bazı devirlerde nakden tahsil edildiği ve hatta bu iki şıktan biri mükellefin seçimine dahi bırakıldığı olmuştur.

Roma imparatorluğunun zapt ettiği topraklar ahalisinden tah­sil ettiği önemli bir vergi de baş vergisidir (tributum capitis). Bu vergi, İslâm fütuhatına kadar yaşamıştır.

Justinien'in yaptığı ıslahat arasında, bina vergisi adında bir vergi koyduğunu görmekteyiz. Bu vergi, şehir dahilinde bulunan evlerden tahsil olunurdu. Muayyen hayvanlardan (sığır, deve, ko­yun, keçi, merkep) alınan hayvan vergisi de bu arada zikre değer.

Yine Bizans'ta bugünkü gelir vergisini andıran dikkat çekici bir vergi (chri-sorgyron) vardır ki san'at ve ticaret erbabından alınırdı. Bu verginin alım-satım muamelelerinden olan nispeti % 10'du. Bu gibi ticarî muamelelerden alınan vergilerin yanında mültezimlere havale edilmiş gümrük vergisi (portoria, vectigalia) mahiyetinde, gelen ve giden eşya, insan ve hatta hayvanlardan alınan vergiler vardır; oranı % 10'a kadar varabilmektedir.

Tamamen dinî mahiyette olan ve mabedlere sunulan şeylerden % 4 oranında alınan kurban vergisi diyebileceğimiz bir vergi de zikre değer mahiyettedir.

Bunlardan ayrı olarak tereke vergisi, tescil vergisi (chartitakion), hediyelerden alınan vergiler gibi muayyen nispetler altında tahsil edilen vergiler de vardır.

Sasanîler, başlangıçtan itibaren kuvvetli bir devlet bürokrasi­sine sahip bulunuyorlardı, Kubaz'ın (487-531), kollektivist rejime son veren teşebbüsüyle, mahsulün fertler arasında taksimi usulü kaldırılmış ve vergilendirme rejimine dönülmüştür. Bilhassa oğlu Enoşirvan (531-578) devrinde, hakikaten vergi rejimi çok sağlam esaslara bağlanmış bulunmaktadır. Özellikle bu işin tahakku­kunda, kuvvetli bürokratik yapı önemli rol oynamıştır. Bu değişiklik ile

a) ekili arazi ölçüldü,

b) mahsul nevileri tespit edildi,

c) meyve veren ağaçlar sayıldı ve

d) nüfus sayımı yapıldı. Bu tespit edilen duruma göre, arazi miktarına ve üzerinde ekili mahsulün nevine göre değişen nispetlerde arazi vergisi tahakkuk ettirildi. Bu vergi, dörder aylık vadelerle üç defada tahsil olunur, bu işlere Vastryöshânsâlâr adında hususî bir memur bakardı. Arazi vergisi yanında, 20 ilâ 50 yaş arası fertlerden tahsil edilen baş vergisi de zikre değer. Bu vergi mükellefleri, tabakalara ayrılmış olup, her bir tabaka 4-7-8-12 dirhem olmak üzere değişen nispetlerde vergi öderlerdi. Bu vergilerin arazi vergisine bakan memurlardan ayrı Hutukhshbadh namında hususî bir memuru vardı. Asiller sınıfı, ordu mensupları, din adamları, devlet memurları, şahın hizmet­kârları baş vergisi ödemekten muaftılar. Bu iki esas, vergi yanında arazî mahiyette fertlere yüklenen bazı malî mükellefiyet­ler de yer almaktaydı. Nevruz ve Mihrican günleri alınan mecburi hediyeler, fevkalade devlet masraflarına halkın cebren iştirak etti­rilmesi, karşılıklı muahedelerle tespit olunan gümrük vergileri bunlardandır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan önce Orta ve Ön Asya'da atalarımızın kurdukları çeşitli Türk devletlerinde ne gibi vergilerin bulunduğu, nasıl bir vergi sistemine sahip oldukları hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bu konu ne yazık ki tümü ile ele alınıp işlenmemiştir.

Yalnız, Türklerin “Ortak” adı verilen bir çeşit ticaret şirketi kurup işlettikleri; bazı malları mübadele vasıtası olarak kul­landıkları; sonradan madenden para yaptıkları; kara ticaretinde olduğu gibi deniz ticaretinde de oldukça ileri bir seviyede bulunduk­ları ve hatta bugün bütün dünya ülkelerinde kullanılan çek'in ilk defa Türkler tarafından ortaya çıkarıldığı göz önünde tutulursa, onlarda da belli bir vergi sisteminin bulunduğunu kabul etmek gere­kir. [124] Bu arada Göktürklerde vergiler, bütün göçebe devletlerinde olduğu gibi, göçebelerin en değerli varlığı olan sürü hayvanları ile ödenmektedir. [125]

Arap Yarımadası, şu veya bu vasıfta vergiyi yakından tanıyordu. Yarımadada, İslâm'dan asırlarca evvel kurulmuş ister devlet, ister şehir-devlet ve ister kabile organizmalarında olsun vergi, muhtelif şekil ve suretler altında bilinmekteydi.

Yarımadada, İslâm'dan önce hayatiyet kazanmış devletler genellikle hukukî yapılarını dine bağlamış bulunuyorlardı, dinî devletlerdi. Devlet başkanları, aynı zamanda en yüksek dinî otorite olup halk ile tanrılar arasında aracı rolünü oynamaktaydı. Bu bakımdan, bu devletlerde mevzu vergiler, daha ziyade dinî mahi­yette idiler. Mabedlerde din adamlarının çok çeşitli suretlerde top­landıkları ve halkın ilahlara takarrub niyetiyle verdiği takdimler (sunular, les offrands), ister aynî ister nakdî olsun vergilerden sayılmak gerekir. Bu şekilde ilahlara sunulmak üzere toplanan şeylerin nevileri altın, gümüş (mamul eşya veya heykel olarak), canlı hayvan (at, boğa), ziraî mahsuller ve bunların turfan­dalıkları olmak üzere çeşitlidir.

Yanmada Arap devletlerinde, Romalıların trubut diye ad­landırdıkları galibin mağluptan tahsil ettiği vergi de tanınmaktadır. Sonraları kabile ve şehir devletlerinde de devam eden, ticarî emtianın getirildiği panayırlarda tahsil edilen ve 1/10 nispetinde, gümrük vergisi diyebileceğimiz bir vergi, Yarımadada birçok devletin tahsil ettiği bir vergi idi.

Yan demokratik bir yapıya sahip kabile organizmalarında, dinî bazı vergi izlerine bol miktarda rastlamaktayız. Toprak sahip­leri, arazilerinden elde ettikleri mahsulün muayyen bir parçasını topraksız muhtaçlara tahsis ederlerdi. [126] Yine, bu toprak sahiplerinin, bir kısım toprak mahsulünü veya besledikleri sürülerden bir kısım hayvanı Allah'a diğer bir kısmı ise putlara tahsis ettikleri bir vakıadır. [127] Bu tarz dinî vergi izleri muvacehesinde, kendi böl­gelerinde periyodik panayırlar tertip eden ve bunların eşhuru'1-hurum (haram aylar) esasına göre güvenli bir şekilde işleyişini üze­rine alan kabilelerde, bu pazarlara Yarımadanın ve hatta bunun dışındaki topluluklara mensup (Bizanslı, İranlı, Habeşli) tüccar­ların getirdiği ticarî emtiadan aldıkları 1/10 nispetinde aynî bir vergi de tespit olunmaktadır. İşaret edildiği şekilde, “gümrük ver­gisi” yanında dindışı bir vergi hareketi olarak münferit bir vakıa da olsa, Medine'de yaşayan Benu Nadir Yahudi kabilesinde fevka­lade amme menfaatlarına sarf edilmek üzere kabile fertlerinden toplanan ve bir fon (kenz) olarak saklanan vergiyi zikretmek zaru­reti vardır.

Mekke şehir-devletinde Curhum ve Qatûra klanları müştereken şehre hakimken, birinciler, şehrin Ma'lat (yukarı-şehir) kısmında otururlar ve şimalden gelen kervanlardan 1/10 nispetinde gümrük vergisi diyebileceğimiz bir vergi toplarlardı. Qatûra klanı ise Mesfele (aşağı-şehir) bölgesinde ikamet eder ve gü­neyden gelen kervanlardan aynı surette bu vergiyi tahsil ederdi. Sonradan ortaya çıkan hukukî birçok yeni durum neticesi, işaret edilen bu vergi aynı mahiyette kalmamakla beraber, kaybolmamış ve hatta İslâm hukuku içinde yeni bir veçhe ve anlayışa bürünerek devam etmiştir. [128]

Qureyş kabilesi başkanı Qusayy b. Kilâb’ın, Bizanslıların da yardımıyla takriben MS. IV. asır sonlarında Huza'alıları bertaraf edip Mekke'de iktidarı ele geçirdiğinde giriştiği malî ıslahat arasında, malî teşebbüsler de bulunmaktadır. Her sene hac mev­simi münasebetiyle Yarımadanın her tarafından gelen hacılara büyük ziyafetler vermek ve fakir hacıların dönüş masraflarını karşılamak gayesiyle, Mekke sakinlerine “Rifade” adında aynî bir mükellefiyet vazetmiş ve bunun idare ve tahsili işini, muhtelif müesseselerini yeni baştan kurduğu Mekke Şehir-Devleti fonksi­yonları arasına katmıştır.

Bu nevi vergiler haricinde, beledî bazı vergiler de vardır ki bunlar doğrudan doğruya dini mahiyettedirler: Kabe'yi ziyarete ge­len yerli ve yabancı hacılar, kendi zenginlikleri ile mütenasip bazı eşyaları oraya takdim ederlerdi. Ayrıca diğer putlara da un, süt ve tereyağ gibi şeyler de takdim edilirdi. Bunlar hususî, bir kuyu içinde yine hususî muhafızlar vasıtasıyla saklanır ve biriktirilirdi; bu hediyeler (adaklar) yanında, ganimetten alınan bir mik­tar hisse, düşmandan alman silahlar, turfanda mahsuller de bugün malûmumuzdur. Bütün bu şeyler el-Emvalu’l-Muhaccere şeklinde isimlendirilmektedir. Toplanan ve mallar, icabında şehri tehdit eden tehlikelere karşı kullanılabilmekteydi.

Bundan başka, gerek zemzem kuyusu memurlarına ve ge­rekse putperest Mekke'de fal oklarını idare edenlere verilen ve hac elbisesi için gelen hacılardan alınan ücretler (hacıların ikameti için ayrıca alman özel vergilere Harım denir) de beledî vergiler arasında sayılabilirler.

İslâm'ın zuhuruyla, devletin bilhassa ganimetten aldığı 1/5 Hisseye değişik bir mahiyette İslâm'dan evvel de tesadüf etmekteyiz. Harplerde, her muharip hissesini kendi eliyle alır ve ganimetten elde ettiği bu parçanın 1/4 (mirba') İslâm mevzuatından farklı ola­rak ordu kumandanının şahsına verirdi. Ayrıca, kumandana “safi” (seçme) hakkı tanınmıştır. Bunun yanında, bölünemeyen ganimet (el-fudûl), düşmanın mağlup olmasından veya umumî yağmadan önce elde edilen ganimet (nasita) ordu kumandanına aittir.

 

2- Zekâtın Tarihçesi: [129]

 

Çok eski cemiyet ve medeniyetlerden beri-, fakirler ve fakirlik problemi var olmuş, hemen bütün dinler bu mesele üzerinde durmuş, varlıklı kimseleri fakirlere yardıma çağırmış ve bunu teşvik etmişlerdir. İslâm'dan Önceki dinlerde zekât yavaş yavaş gelişmiş ve mükemmeliyetine İslâm dininde erişmiştir. [130] Ancak, bütün bu dinlerin nasları, teşvikten öteye geçmemiş, yardımın mü­kelleflerini ve miktarını sınırlamamış, yapmayanlar için müey­yide getirmemiş, daha da önemlisi fakirlik problemini ortadan kaldırmayı değil, yalnızca ihtiyaçları azaltmayı ve acıları hafif­letmeyi hedef almıştır.

İslâm dini; namaz, oruç ve hacda yapmış olduğu ıslahat vazi­fesini, zekât ve ahkâmında da yapmıştır. Zekât, tahrife uğramış dinlerde ve geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, her türlü tahrif ve bo­zulmadan uzak, aynı zamanda fert ve toplum menfaatlerini garanti altına almış olarak konulmuştur.

İslâmiyet'in yaptığı ıslahatlardan biri, din ve aile spekülas­yonunu kaldırmasıdır. Böylece soy, sınıf istismarcılığı kalkmış, zekât karşısında herkes eşit tutulmuştur.

Yapılan ıslahatlardan biri de, Yahudiliği temsil eden bilgin­lerin şart koşmuş olduğu, zekâtı veren ile alan arasındaki aracılığın kaldırılmasıdır. Daha evvel farz olan zekât, haham­ların, beyt-i makdis hizmetçilerinin elinden geçtiği takdirde düşerdi. Bu durum ise, bu zümrede aşırı mal sevgisi meydana ge­tirdi, suistimal yaptılar ve zekat almaya lâyık olan fakirleri hak­larından mahrum ettiler. [131]

Yapılan ıslahatlardan bir diğeri, Yahudilikte, zekât mal­larının bir kısmı bir takım şartlara bağlı idi. Alan kimse, mutlak tasarruf hakkına sahip değildi. Meselâ Beyt-i Makdis'i ziyarete ge­lenlere ayrılmış olduğu halde, onların yalnız yiyecek içeceklerine harcanabilirdi. Halbuki İslâm, zekâtı, hakkı olarak fakirlerin malı saydı ve onlara her türlü ihtiyaçlarına harcamak üzere tasar­ruf hakkını verdi.

İslâm'da daha Mekke devrinde Kur'ân, fakirlik meselesine eğilmiş, yoksulları doyurmayı, gözetmeyi, onlara giyecek ve mes­ken teminini teşvik etmiş, ilgilenmeyenleri uhrevî ceza ile tehdit etmiştir. [132] Bu yardım, bir lütuf ve bir serbest bağış gibi telakki edilmemiş, malı olmayanın (sail, mahrum, yolda kalmış...) mal sahibi üzerinde bir hakkı olarak ilan edilmiş, [133] ziraatçilere hasat zamanı mahsulün hakkını vermeleri emredilmiştir. [134] Yine Mekke devrinde, zekâtı ihtiva eden âyetler, emir kipli değil, haber kipindedir; müslümanlara zekât vermeyi emretmek yerine, “onlar zekâtı verirler” şeklinde ifadeler kullanılmış, zekât vermenin mü’minlerin tabiî vasıfları olduğuna işaret edilmiştir. [135] Bu âyetlere Mekke devrinde zekâtın farz kılındığını göstermektedir; ancak bu zekât, Medine devrindeki gibi müesseseleşmiş değildir; miktarı mü’minlerin irade ve duygularına bırakılmıştır. Çoğunluk, ze­kâtın hicretten sonra farz kılındığım kabul ederken, İbn Huzeyme ve onun görüşüne katılan Salih Tuğ'a göre [136] zekât, hicretten önce farz kılınmıştır. Bu sebeple bazı yazarlar, Hz. Peygamber'in Medi­ne'ye hicretinden sonra buradaki Yahudilerle muhtelif sahalarda sıkı münasebete girişmesi neticesi zekât müessesesini tanıdığını ileri sürerlerse de, bu âyetler daha hicretten önce peygamber'in va­hiy yoluyla bilgi edindiğini açıkça göstermektedir. [137]

Medine devrinde, artık müslümanların bir yurdu, devlet ve iktidarları vardır. Zekât vecibesi de, bu yeni statüye uygun hale gelmiştir; âyet ve hadislerle kesin olarak emredilmiş, [138] hangi malların ne miktarında ne kadar ve kimlere verileceği, kimler ta­rafı n lan toplanıp dağıtılacağı hakkında geniş bilgiler verilmiştir. Sınırları belli ve cebrî olan zekâtın Medine devrinde, yani hicretten sonra hangi yılda farz kılındığı kesin olarak belli değildir. İbnu'l-Esir [139] hicretin dokuzuncu yılında, Nevevî [140] hicretin ikinci yılında Ramazan orucundan önce farz kılınmıştır, demektedirler. Ancak, İbn Hacer'in sahih olduğunu ifade ettiği Kays b. Sa'd hadisi, zekâtın, fıtır sadakasından ve dolayısıyla, Ramazan orucundan sonra farz kılındığını açıkça ifade ettiğine göre, bunu kabul etmek gerekiyor. Hicrî beşinci yılda Rasulullah ile görüştüğü bilinen Dımam b. Sa'lebe'nin hadisinde, keza Ebu Sufyan'ın yedinci yılda Herakliyüs ile görüşmesinde zekâtın söz konusu edilmesine göre, dokuzuncu yıl görüşü de mesnedsiz kalmaktadır. Dokuzuncu yılda meydana gelen, zekât tahsildarlarının gönderilmesi olayıdır. Ke­sin bir yıl göstermeden hicrî ikinci ile beşinci yıl arasında demek en uygunu olsa gerektir. [141]

 

10. Vergilerin Sınıflandırılması Ve Zekât:

 

Günümüz vergi sistemleri, çeşitli vergilerden oluşmuştur. Mükelleflerin farklı ödeme güçlerine ve birbirlerinden farklı çalışma şekillerine göre vergi almak amacı, devletleri çeşitli ver­giler almağa zorlamıştır. Çeşitli kaynak ve işlemlerin vergi ko­nusu olması, ister istemez yapıları, şekilleri ve nitelikleri bakımından birbirinden ayrı vergi çeşitlerinin meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Vergileri, çeşitli bakış açılarından tasnif etmek mümkündür. Genellikle birbirine benzeyen tasniflerin ilk grubu, bütün vergilere ilişkin niteliklere göre yapılandır. Dolaylı ve dolaysız vergiler, şahsi ve gayrişahsî vergiler, özel ve genel ver­giler tasnifleri grup tasnifleri oluşturur. İkinci bir grup tasnif, vergilerin gelir, servet, gider gibi konularına göre yapılan tasniftir. Her tasnifin, kendi iç bölümlerine göre, ayrı tasniflere yer verdiğini de belirtmek gerekir. [142]

 

1- Vergilendirme Açısından Vergiler:

 

Vergilerde, mükelleflerin ekonomik ve sosyal durumlarının göz önüne alınıp alınmamasına göre bir tasnif şekli meydana gel­mektedir. Gerçekten, bir kısım vergiler, ödeme gücünün daha iyi izlenmesi bakımından mükelleflerin şahsî ve ailevî durumlarıyla, ekonomik kaynaklarının tamamına göre alındığı halde, diğer bazı vergiler mükelleflerin şahsî ve ailevî durumları göz önüne alınmaksızın, ekonomik kaynaklardan bunların toplamı yapılmadan, ayrı ayrı alınır. Bunlardan, birinci grup vergilere, Şahsî ve Sübjektif Vergiler, ikinci grup vergilere Gayrişahsî veya Objektif, Reel, Aynî Vergiler ve bu ayrım şekline de Vergide Şahsiyet Prensibi denir.

Nitelikleri ve özellikleri ne olursa olsun, vergilendirme bakımından, bütün vergiler iki ana gruba ayrılır:

 

Aynî Vergiler:

 

Bu tür vergilere ayrı irat vergileri adı da verilir. Aynî sergilerde esas, mükellefe ait bütün mal ve değerlerin ayrı ayrı ele ılınarak vergilendirilmesidir. Bu vergilerde, yalnız mallar ile natrahlar göz önünde tutulur; mükellefin kişiliği üzerinde durul-naz. Bu bakımdan, bu vergiler, objektif bir nitelik taşımaktadır.

Ülkemizde yürürlükte olan vergilerden arazi ve bina vergileri, dış seyahat harcamaları vergisi, motorlu kara taşıtları vergisi, :urumlar vergisi ve bilhassa gümrük ve genellikle gider vergileri bu karakterde olan vergilerdir.

Aynî vergilerde, matrahın tespiti, tarh, gerçekleşme ve tahsil işlemleri kolaydır. Mükellefin kişiliği, varlık derecesi ve sosyal urumu üzerinde durulmadığından, bu konudaki güçlüklerden uzak kalınır. Buna karşı, sosyal adaleti gereği gibi ağlayamaması, esnek ve yeteri kadar verimli olmaması akımından şalisi vergiler kadar yeterli sayılmaz. Bu zayıf taraflarına rağmen, aynî vergiler, her ülkede kullanılır. Buna sebep, bütün mal ve iratları, çeşitli yollarla vergilendirip devlet gelirini arttırma amacıdır.

 

Şahsi Vergiler:

 

Bu vergilere genel irat vergileri de denir. Bu vergilerde esas, mal ve değerlerin ayrı ayrı ele alınması ile birlikte, mükelle­fin sosyal durumunun da göz önünde tutulmasıdır. Kişiye bağlı bu gibi elemanlar dikkate alındığı için, bu vergiler, öncekinin tersine, sübjektif bir karaktere sahiptir. Bu türlü vergilere, ülkemiz­den en tipik örnek, gelir vergisi ile veraset ve intikal vergisidir. Şu halde, şahsî vergiler, prensip olarak, vergiye tâbi şahsın, şahsî ve ailevî yüklerini göz önünde bulundurarak, ödeme gücünün ta­mamını vergilendirir. Bu anlamda, mükelleflerin bir kısım gelir­lerinin vergi dışında bırakılması (geçim indirimi), evli veya ço­cuklu olmalarına göre ayrı indirimlerin kabul edilmesi (aile yükü), kaynakların mahsuplara göre net müspet toplamının vergi­lendirilmesi, toplam miktarın fazlalığına göre artan oranların uy­gulanması hallerinde vergiler şahsîdir.

Zamanımızda adalet düşüncelerinin gelişmesi, vergide şahsîlik prensibinin uygulama alanın da genişlemesine imkân vermiştir. Esasen, şahsî vergilerin ilk sebebi, vergilerin bizzat şahıslar tarafından ödenmesidir. Vergiler karşılığında, kamu hizmetlerinden vergi mevzuları değil, şahıslar faydalanırlar; vergi yükünü şahıslar hisseder; adalet ve fedakârlık kavramları şahıslar bakımından anlam taşır. Vergi ödeme gücü, ancak mükel­leflerin hem gelir ve irat miktarına, hem de içinde bulundukları şahsî ve sübjektif duruma göre gerçekleşebilir.

Şahsî vergiler, mükellefin vergi ödeme gücüne da­yandığından, sosyal adalete uygundur. Üstelik verimlidirler, yani devlet hazinesine daha fazla gelir sağlayıcı niteliktedirler. Bundan başka, daha esnektirler, yani ekonomik hayatın gelişmesi ile para­lel olarak oranları arttırılabilir. Bunlara karşı bu vergiler de, mü­kellefe bağlı sübjektif elemanların tespit edilmesinin güç olduğu ileri sürülür. Şahsî vergilerin uygulanmasında zamanla elde edi­len gelişmeler, bu güçlüğü, ortadan kaldırma yolundadır.

Şahsî ve aynî vergilerin nitelikleri, şu noktalarda toplanmak­tadır: Şahsî vergilerde, mükelleflerin aile durumuna göre, matrah­tan indirimler yapılır; çeşitli kaynaklardan elde edilen gelir ve iratlar safi toplam üzerinden vergiye tâbi tutulur; genellikle artan oranlıdır. Buna karşılık, tek oranlı olan gayrişahsî vergilerde, mükelleflerin aile ve şahsî durumu göz önüne alınmaz; gelirler, toplam yapılmaksızın ayrı ayrı ve safi miktarları üzerinden vergilendirilir.

Bütün bunlara rağmen, aslında gayrişahsî ve tersine artan oranlı olan tüketim ve özellikle gider vergilerinde,   bazı ihtiyaç maddelerinin vergi dışı bırakılmasından, lüks maddelerin yüksek oranlarda vergilendirilmesine kadar kademeli tarifeler uygulana­rak, şahsiyet prensibi kısmen gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu örnekte olduğu gibi, tüketicilerden fakir olanların, dolaylı vergi­lerden kısmen kurtuldukları ve normal olarak lüks eşya kullanan zenginlerin ödedikleri dolaylı vergilerin artmış olduğu sonucuna varılabilir. Fakat yine de, bu çeşit vergiler yapısı gereği gayrişahsî vergilerdir.

Vergilerin bu sınıflandırılması açısından baktığımızda ze­kâtın, şahsî vergi niteliğinde olduğunu görürüz. [143] Bilindiği üzere zekât, mükellefin sosyal ve iktisadî durumunu önemle göz önünde tutar. Bu açıdan, başlıca şu noktalara dikkat çekebiliriz:

1. Nisabı Bulmayan Mal ve Gelirin Zekâttan İstisna Edilmesi: Zekât zenginlere farz kılınmıştır. Onun için, zenginliğin asgari çizgisini belirlemek üzere, nisaba ulaşmak şartı aranır. [144]

2. Kişi ve Bakmakla Yükümlü Olduklarının Temel İhtiyaçlarının İstisna Edilmesi: Zekâtın temel ihtiyaç fazlası üzerine yüklendiği bilinen konulardandır. [145]

3. Borcun Matrahtan Düşülmesi: Borcu, nisabı kaplayan veya eksilten borçlu, zekâtla mükellef tutulmaz.    Nitekim, insanlarca talep hakkı olan borç için, -bu borcu zekât gibi Allah'a veya ödünç, alım bedeli, tazminat, mehir gibi kullara ait,  nakit veya başka cinsten, vadesi gelmiş veya gelmemiş olsa da-  zekât ödenmez. [146]

4. Safi Tutarın Matrah Olması: Servet veya gelir zekâta tâbi tutulurken, matrahı, gider ve vergiler ile her türlü yükümlülük düşüldükten sonra ortaya çıkan safi tutar meydana getirir. Nitekim, ziraî mahsullerde Atâ'ya ve Caferi Mezhebine göre ürün için yapılan her türlü harcamalar, İbn Ömer,  İbn Abbas ve İbn Hanbel'e göre borç olan harcamalar ve giderler matrahtan düşülür. Servet iratlarında, ziraî mahsullere kıyas edilerek, giderler matrahtan düşülür. Ticaretle ilgili giderler ise, fiilen matrahtan düşer; zira zekât, yıl sonunda elde bulunan asıl  mal ve kârdan ödenmektedir. Borç olmadıkça yapılan harcama ve giderler, kendiliğinden matrahtan düşer. [147]

5. Gelir Kaynağının Esas Alınması: Kaynağı tedavülde olmayan sabit sermaye -meselâ ziraî toprak- olan gelir -meselâ ziraî ürün-, % 10 veya % 5; kaynağı çalışma olan gelir -meselâ ücret ve serbest meslek kazançları-, % 2.5 oranında zekâta tâbi tutulmaktadır.

 

2- Aracı Mükellef Açısından Vergiler:

 

Her ülkede kanun koyucu, irat ve servetleri ya doğrudan doğruya vergilendirmekte veya dolaylı bir şekilde vergiye tâbi tut­maktadır. Birinci halde, vasıtasız vergiler; ikinci halde, vasıtalı vergiler meydana gelmektedir.

İlmî bakımdan, vasıtasız ve vasıtalı vergi ayrımında esas, or­tada aracı bir mükellefin bulunup bulunmamasıdır. Ortada aracı bir mükellef yoksa vergi vasıtasız; varsa vasıtalıdır.

Vasıtasız vergide, vergi ödeyecek kişi; onun servet ve iradı, vergi ödeme gücü hedef tutulur. İrat ve servetle vergi arasında, ke­sin bir bağlılık vardır. Mükellef ile hazine arasında herhangi bir aracı yoktur; ikisi arasındaki ilişki doğrudan doğruyadır.

Vasıtalı vergide, gerçek mükellef göz önünde tutulmaz. Vergi, asıl mükellef ile hazine arasında bulunan üçüncü   bir kişiden, aracı mükellef denilen kimseden alınır. Alınan verginin sonradan asıl mükellefe yansıtılması istenirse de, hedef bu vergilerde; ya bir üretim, ya bir tüketim veya bir hizmettir.

Her iki verginin niteliklerinden doğan, iyi ve zayıf tarafları vardır. Bunlardan birincisi için, özellikle demokratik ve ekonomi­nin buhranlı dönemlerinde verimli oluşunu, ikincisinin ise böyle olmadığını belirtmek gerekir.

Böyle bir sınıflandırma açısından zekâtın, vasıtasız vergiler arasında yer aldığı açıktır. Zira, zekât, özellikle bir tüketim veya hizmet dolayısıyla ödenmez.

 

3- Özel Ve Genel Vergiler:

 

Vergilerin, belirli ve tek bir kaynaktan elde edilen gelir veya irattan alınması veya mükelleflerin bütün kaynaklarından elde edilen gelir ve iratların toplamından alınması halinde özel ve ge­nel vergiler tasnifi meydana gelir. Bir menkul veya gayrimenkul mal iradından, bir ticarî veya ziraî işletme kazancından, aylık veya ücretlerden bunlar arasında bir bağ kurulmaksızın alınan vergiler özel vergilerdir. Buna karşılık, mükellefin, varsa bü­tün bu çeşit kazanç ve iratlarının toplam olarak vergilendirilmesi halinde, genel vergiler ortaya çıkar. İkinci bir şekle göre de, şeker, tütün, tuz veya bina ve arazi gibi belirli bir madde ve maldan alınan vergiler özel ve bütün istihsal veya değişim dolayısıyla mal­lardan alınan vergiler, ya kaynaklarına göre bir birinden ayrılmakta veya sentez halinde birleştirilmektedir. Bundan dolayı, bazı Fransız maliye yazarları, bu tasnifi analitik (tahlili) ve sente­tik (terkibi) vergiler olarak adlandırmaktadır. Aynî tasnif, gelir vergilerinde, kaynakların gelir veya iradını tek tek vergilendiren sedüler ve bütün gelir ve iratların toplamını vergilendiren üniter veya toplam gelir vergisi şeklini almaktadır.

Özel ve genel vergiler tasnifinin, iktisat ve maliye politikası bakımından önemi vardır. Genel vergiler, iktisadî anlamda ta­rafsızdırlar. Özel vergilerde, her kaynak ayrı bir işlem ve orana göre şekillendirilebilir. Öte yandan, özel vergiler vergide şahsîliği gerçekleştirmedikleri halde, genel veya sentetik vergilerde şahsilik prensibi en ileri bir şekilde uygulanabilir.

Özel ve genel vergiler tasnifine göre, zekâtın daha çok özel vergi içerisinde yer alması gerekir. Ancak şahsîlik prensibinden taviz verilmesi asla söz konusu olmaz. Bununla birlikte bazan ze­kât, genel vergiler içinde de yer alabilir. Özellikle oranları ayrı olup nisabı bu ve temel ihtiyaç fazlası olma şartlarını taşıyan mev­zular için nakdî ödeme halinde, genel vergiden söz edilebilir. Aynı şekilde, tek başına nisabı bulmayıp, başka mevzuun nisabına eklenebilen mallarda da, genel vergi özelliği görülebilir.

 

4- Kaynağı Açısından Vergiler: [148]

 

Verginin bir tek kaynağı vardır; o da, millî gelirdir. Bu açıdan ele alındığında vergiler, millî gelirin parçası olan servet veya sermaye, gelir ve gider üzerinden alınmaktadır. Bunların yanı sıra, bazan kişiler de, verginin bir kaynağını oluşturmak­tadır.

Vergiler, eninde sonunda mükelleflerin iktisadî kaynak­larından alınır. Bu kaynakların görünüş şekli ya gelir, ya servet (veya sermaye), ya da giderdir. İşte konusu gelir, servet veya gider olarak tespit edilmiş olan vergiler, bu iktisadî kaynaklara göre ge­lir vergileri, servet vergileri ve gider vergileri şeklinde tasnif edilir.

Şimdi bunlar, iyi ve zayıf taraflarım da göz önünde tutarak, zekât açısından bir inceleme ve karşılaştırmaya tabi tutalım: [149]

 

Servet-Sermaye Üzerinden Alınan Vergiler:

 

Kişilerin vergi ödeme gücü, şüphesiz mal ve servetleri ile öl­çülür. Mal ve servet kavramları, çok çeşitli manalara gelmekte­dir[150].

Çeşitli vergi sistemlerinde servet, patrimuan ve sermaye ver­gileri terimleri, birbirinden ayırd edilmeksizin kullanılmaktadır. Fakat iktisadî anlamda, bu terimler birbirinden ayrılır. Gerçek­ten, servet denilince, belirli bir anda, bir kişiye ait bütün menkul ve gayrimenkul malların iktisadî değer toplamı anlaşılır. Servete, her çeşit menkul ve gayrimenkul mallar, para ve alacaklar dahildir. Patrimuan (veya mamelek) ise, serveti, bir kişiye bağlayan hukukî ilişkidir. Böylece servet, iktisadî, patrimuan hukukî bir kavram olarak birbirinden şeklen ayrılır. Servet ile patrimuanın miktar­ları birbirine eşittir, fakat servet denilince, varsa borçlar dışarıda tutulur; oysa patrimuan denilince, varsa borçlar da kavrama girer.

Sermaye, bir iktisat terimi olup, servet ve patrimuandan, üre­timde kullanılmak için ayrılan kısımdır. Bu halde, sermaye, ser­vetin bir parçası olduğuna göre, ondan küçüktür. Sermayenin üre­tim işlerinde kullanılmasından meydana gelen değere, iktisat di­linde hasıla (verim veya randıman) adı verilir. Hasıla sermaye, sahibi bakımından değil, sermayenin bağlı olduğu işletme veya teşebbüs bakımından meydana gelen değerdir. Bir hasılanın, işletmede üretime katılan üretim faktörleri arasında, bunların üre­time katılmaları derecelerinde dağıtılmasında, bu faktörlerden her birisinin “gelir”i doğar. Buna göre, hasıladan emek faktörüne düşen paya ücret, sermayeye düşen paya faiz, müteşebbise düşen paya kazanç ve işletmede başkasına ait menkul ve gayrimenkul malların kiralık olarak kullanılmasından, bu malların sahibine ödenen paya, irat denir.

Şu halde mal, üretimde kullanılıyorsa “Sermaye” adını alır. Sahibine türlü gelir sağlayan ve üretimde kullanılmayan mallar da “Servet” kavramına girer. Sermaye, bir şahsın kendi teşebbüsünde kullandığı para ve menkul veya gayrimenkul mal­lara verilen bir isimdir. Bir kimsenin, başkasına 100.000 lira veya bir gayrimenkul vermiş olması halinde, bu değerler o kimse için sermaye değil, servettir. Buna karşılık, bu değerleri kendi teşebbüsünde kullanan borçlu için bunlar, servet değil, sermaye­dir[151].

İktisat ilminde, bir üretim unsuru olarak sermaye, tabiat ve emekten sonra üçüncü sırada yer alır. Bu unsurun, çeşitli ilim di­siplinlerinde, değişik tanımları ve anlamları vardır. Diğer taraf­tan, ekonomi ilminde de, sermaye unsurunun tam ve yeterli bir tanımı yapılamamıştır

Halk dilinde kullanılan sermaye ile çeşitli ilim dallarında yer alan sermaye arasında da anlam yönünden büyük farklar vardır. Genellikle halk dilinde sermaye, sahibine faiz, kira veya kâr şeklinde gelir sağlayan para veya her türlü varlık anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre, para, tarla, maden ocağı, fabrika ve apartman gibi her çeşit gayrimenkul, hisse senedi, tahvil, bono, altın ve gümüş gibi her çeşit menkul kıymetler sermaye sayılmaktadır.

İşletme ekonomisinde sermaye, “Bir teşebbüse vaz ve tahsis edilmiş bulunan bütün kıymetlerin para ile ifadesidir” şeklinde tanımlanmaktadır.

Muhasebe ilminde ise, sermayenin, “Şirketlerde sermaye, hisse senetlerinin nominal değerlerini temsil eder; şahıs vasfını haiz işletmelerde ise, sermaye net aktife tekabül eder” şeklinde bir tanımı vardır.

Ekonomide çeşitli ekonomistler tarafından yapılan değişik tanımlara rağmen, sermayeyi, “Emek unsuruna yardımcı olan ve onun verimini yükselten üretilmiş ve üretime katılmış üretim vasıtaları” şeklinde tanımlamak genellikle benimsenmiştir.

Görüldüğü gibi, bu tanımda esas amaç, araçların “hem üre­tilmiş” olması, hem de “üretime tahsis edilmesi” keyfiyetidir. Bun­dan dolayıdır ki, makine, bina, ham ve yan mamul mal gibi üre­tilmiş ve üretime tahsis olunmuş her madde sermaye olmaktadır. Bu tanıma göre, toprağın da sermaye olarak kabul edilmesi gere­kir. Zaten, bazı ekonomistler, üretim amacıyla kullanılan toprağı sermaye olarak kabul ederler. Fakat bir kısım ekonomistler ise, toprağı, sermaye olarak kabul etmezler. Bunlara göre toprak, sınırlı ve belli olup çoğaltılması imkânsızdır. Bu sebeple de, toprağı ser­maye sayabilmek mümkün değildir.

Ekonomistler arasında sermaye olup olmadığı hususunda tartışma konusu olan diğer bir değer de paradır. Genellikle bütün ekonomistlere göre para, eğer kendisi bir üretim vasıtası olarak kullanılıyorsa, o takdirde sermaye anlamının kapsamına girmek­tedir. Meselâ kredi işlemlerine aracı olduğu için, bankacılıkta para, bir sermaye niteliğindedir. Eğer, para kendiliğinden bir üre­tim aracı olarak kullanılmıyorsa, bu takdirde paranın üretici bir özellik taşıyabilmesi ve dolayısıyla sermaye olabilmesi mümkün değildir. Bununla beraber, genel bir benimseyişe göre para, serma­yenin para ile ölçüldüğü ve paranın sahibine gelir sağladığı za­manımızda sermaye sayılmaktadır. [152]

Üretimde kullanılan mallar, yani sermaye üzerinden alındığı takdirde, her yıl alınan miktar kadar sermaye azalmış ve giderek bir süre sonra tükenmiş olacağı gerekçesiyle, vergi, genel­likle gelir üzerinden alınmakta, yani verginin konusu gelir ol­maktadır. Bununla birlikte bazan vergi, sermayeden de alınmaktadır.

Mevzuu servet olan vergilere Servet Vergileri denir. Vergi ödeme gücünün bir göstergesi olması bakımından, servetlerin de, çeşitli ülkelerde eskiden beri vergilendirme konusu oldukları görü­lür. Günümüzde, bu vergilerden elde edilen gelirlerin, bütün kamu gelirleri içindeki oranı düşük olmakla beraber, vergi adaleti, eko­nomik ve sosyal koşullar, başlıca vergi kaynakları olan gelir ve giderlerin yanında, bu kaynakların da vergilendirilmesini gerektirmektedir.

Servet vergisini, gerçek veya tüzel kişilere ait menkul ve gay­rimenkul malların -tamamını veya bir kısmını vergilendirerek-mülkiyet veya transferleri sebebiyle değerleri üzerinden alman vergiler olarak tanımlayabiliriz. Yurdumuzda, bina ve arazi vergi­leri (emlâk vergisi) ve motorlu taşıtlar vergisi, mülkiyet bakımından; veraset ve intikal vergisi, emlak alım vergisi ve taşıt alım vergisi de servet transferi bakımından alınan servet vergile­ridir. [153]                                    

Bu vergilerin belirgin niteliği, konusuna giren her çeşit mal­ların değerleri üzerinden veya sayısına göre hesaplanmasıdır.

Servet vergilerini doğuran olay, servetlerin gerek patrimuanda bulunması, gerekse başkalarına transfer edilmesi olay­larıdır. Buna göre, bir gayrimenkulden elde edilen kira veya faize verilen paranın getirdiği faiz, servet vergileri konusuna girmez. Bunun gibi, servetten ayrılan bir kısım değerin sermaye olarak kullanılması sonucunda elde edilen kazanç veya servetin bir kısmını, tüketim için kullanılması dolayısıyla yapılan gider de, servet vergilerinin konusu dışında kalır.

Servet vergileri, yapıları aynı olmakla beraber, ülkeden ül­keye, bazı isim değişiklikleri göstermektedir.

Servet vergileri, genellikle zaman, gaye ve matrah ve trans­fere göre çeşitlere ayrılır:

1) Zaman Bakımından: Servet vergileri, her şeyden önce de­vamlı (periyodik) servet vergileri ve geçici (arızî)   servet vergileri olmak üzere iki gruba ayrılır. Birinci grupta olanlar, belirli zaman aralarında yapılan servet değerlendirmelerine göre alınır. Geçici servet vergileri (veya olağanüstü servet vergileri) ise, genel olarak mülkiyetin değişmesi veya sosyal,  iktisadî ve malî amaçlar dolayısıyla alınır.

2) Gaye Bakımından:  Servet vergileriyle ya bunların irat­larından vergi alınması veya servetin bir kısmının vergi olarak alınması gayesi güdülür; Servetlerin iratlarından vergi alınması gayesiyle konulan vergilerin matrahı, servetin değeridir ve oran­ları küçüktür. Bunlara itibarî (nominal) servet vergileri veya şeklî servet vergileri denir. Buna karşılık, oranları yüksek tutarak, ser­vetlerin bir kısmını vergi olarak almak gayesini güden vergilere, gerçek servet vergileri denilmektedir. Veraset vergileri ikinci­lerin örneğidir.

3) Matrah Bakımından: Servet vergileri ya mükelleflerin bü­tün servetleri üzerinden, ya da servete dahil   malların bir kısmından alınırlar.  Buna göre, genel servet vergileri ve özel servet vergileri çeşitlen meydana gelir.

4) Transfer Bakımından: Servet vergileri, gerçek ve tüzel kişilerin patrimuanlarındaki menkul ve gayrimenkul   mal ve eşyadan,  mülkiyet vergisi olarak alınabildiği gibi veraset,  bağış veya alış -veriş işlemleri bakımından malların başkalarına devre­dilmesi dolayısıyla da alınabilir. Birinci halde vergiyi doğuran olay, malların mülkiyette bulunması, ikinci halde ise malların şu veya bu şekilde başkalarına devredilmesidir. İşte bu ölçüye göre servet vergileri, servetten alınan vergiler veya servet trans­ferinden alınan vergiler olmak üzere ikiye ayrılır.

Verginin servet veya gelirden alınması meselesi, özellikle 19. yy.'dan beri bazı tartışmalara yer vermiştir. Vergide adaletin daha iyi gerçekleşmesi bakımından verginin gelir üzerinden alınması, klasik iktisat düşüncelerine de uymaktaydı. Çünkü mülkiyet, bu devirlerde siyasi hayatın temeli olarak düşünüldüğü gibi, serma­yenin korunmasını sağlayacak olan tasarrufun da büyük fazileti olduğu kabul ediliyordu. Bu sebeple, servet veya sermaye vergileri­nin sermayeyi azaltacağı ve dolayısıyla üretimi baltalayacağı kuşkusu vardı. Bu hal özellikle vergi tekniği bakımından, gelir vergisi üzerindeki uygulama ve denemelerin daha fazla gelişmesini ve buna karşılık genellikle servet veya sermayenin be­lirlenmesi ve tespit edilmesi problemlerinin ikinci derecede kal­masını gerektirdi.

Servet ve sermaye üzerinden vergi alınmasını savunanlar (ki bunların çoğunluğunu sosyalistler oluşturur), bunun için çeşitli ge­rekçeler ileri sürerler:

1) Servet, sahiplerine iktisadî ve içtimaî çeşitli kuvvet ve yük­seklikler sağlar. Kazanç fırsatlarının onlar  açısından daha  bol olması, servetleri dolayısıyla duydukları haz bunlardandır. Ayrıca, onların toplumda etkili olmaları daha fazladır. Servet, yaşama se­viyesinin aynı kalmasını sağlar.

2) Servet vergileri, tüm servet unsurlarını içine alarak, her­kesi mükellef olmaya zorlar, hatta servetleri açısından hiç geliri olmayan ve dolayısıyla gelir vergisi mükellefi olmayanlar bile servet vergisi mükellefi olabilirler. Eldeki servet ister zîynet eşyası vb. malın tabiatı icabı; ister nakitler vb.'deki gibi sahiplerine gelir sağlamasın sonuç aynıdır.

3) Servet vergileri, bütün servet unsurlarını kapsamına aldığından, her dönümde tekrar eden vergilerle  tükenmeye yüz tutmamaları  için  âtıl   malların  üretime   tahsis   edilmesinde  zor­layıcı bir rol oynar. Oysa gelir vergisi, gelir getiren ve çalıştırılan malları kapsamına alır, iddihar edilen serveti konusu dışında bırakır,  öte yandan, sermaye ve servetin tespit edilmesi, gelirin tespit edilmesine göre daha kolay ve pratiktir; üstelik ziynet eşyası, arsalar,  sanat koleksiyonları, parklar gibi geliri olmayan, fakat ödeme gücü gösteren değerler de vergilendirilmiş olacaktır. Esasen bu mallar,  üretimde kullanılmadıkları için, verimsizdir,  vergile­mek suretiyle bu malların üretim alanına geçmeleri, yani zorlama ile verimli hale getirilmeleri sağlanır.

4)  Servet vergilerinin oranı ve miktarı, gelir vergisindekilere göre daha azdır. Servet vergisi, tam bir ödeme gücü ifade eden mal­lar üzerine konulacağından, adalete uygundur. Öte yandan bu ver­gilerin oranlarının,  servetlerinin bir kısmını alacak şekilde yük­sek tutulması halinde servetlerin aynı seviyeye getirilmesi gibi sosyal bir gayenin gerçekleşmesine yardım edilmiş olur. Geniş matrahlara dayandıkları için, servet vergilerinin,  büyük gelir sağlayacakları da ileri sürülmektedir.

5) İsminden de anlaşılacağı üzere, servet vergileri, yalnızca geçimini sağlayan ve servet sahibi olmayan kişileri mükellefiyet kapsamına almaz. Yalnızca servet veya sahiplerinden,  yani zen­ginlerden vergi alınacağı için,  siyasî bir gaye de gerçekleşme yo­luna girecektir; en önemli nokta da, servet sayılmadığı için emek­ten vergi  almmamasıdır.

6) Sermaye veya servetin, sahiplerine hastalık, iktisadî teh­like, işsizlik gibi hallerde bir güvenlik sağladığı açıktır. Kaldı ki servet, potansiyel bir kaynaktır ve sahibinin  gelecek  zamanları için devamlılık gösterir.  Özetle, vergi adaleti bakımından, servet vergileri en iyi bir temel olarak gözükmektedir; verginin servetten alınması gerekir.

Servet üzerine vergi konulmasını savunanlara karşı, çoğunluğu kapitalist iktisadın savunucusu olanlar da, servet üze­rine vergi konulmasının sakıncalı olduğu görüşündedirler:

1) Servet üzerine vergi konulması, çoğunlukla iddihar ve üre­tim isteğini kırarak hoşa gitmeyen sonuçlar  doğurur.  Gayrimenkuller ve fabrikalar gibi sabit sermayenin vergi konusu olması çok sakıncalıdır.

2) Vergi konusu servet-sermayenin tespiti hayli güçtür. Önce­likle, sermayenin tanımı ve tabiatı daima   tartışmalıdır. Bu düşüncelere göre, sermaye veya servetlerin tespit edilmesi, gelire göre daha kolay değildir;  vergi tekniği bakımından  bir  menkul veya gayrimenkul malın değeri, onun iradına göre bulunur.

3) Servet vergileri, serveti azaltacağı için, üretimi baltalar ve dolayısıyla gelecekteki kaynakları azaltır.   Sermaye üzerine her dönem vergi konması, sonuçta önemli bir gelir kaynağını tüken­meye götürür. Gelirin aksine, sermaye, yıllık olarak yenilenebilme yeteneği taşımaz. Bu sakıncaları dolayısıyla, sermayeye vergi yüklemek suretiyle gelirler azalacağından,  devletin vergi gelirlerinde de bir azalma görülecektir.

4) Öte yandan, yalnız serveti vergilemekle, servete dayanma­yan ve millî gelirin pek büyük bir kısmını oluşturan emek gelir­leri, vergi dışı kalacaktır; bu hal, vergi adaletine uymaz. Oysa ge­lir, vergi ödeme gücünü en iyi şekilde belirtir; gelir devamdı bir kaynaktır.

Görülüyor ki, sermaye ve servet üzerinden vergi alınması, kapitalist anlayışta, vergi bakımından adaletsizlik veya eşitsizlikler yaratmaktadır.  Bu bakımdan, servetin vergilenmesini zamanımız adalet düşüncesine pek uygun düşmemektedir. Fakat devletlerin büyük gelir ihtiyaçları karşısında gelir vergisi oran­larının çok artmış olması, onları servetlerinden de vergi almak yoluna götürmektedir. Öte yandan, servet vergileri, gelir vergileri­nin denetimi bakımından da bir araç olarak kullanılabilir. Ger­çekten, büyük servet sahiplerinin, gelirlerinin de fazla olması ge­rekir. Bunun tersine bir gelir beyanı, vergi idarelerinin kuşkusunu çekeceğinden, mükelleflerin dikkatli olmasını ve gerçek gelir be­yanında bulunmalarını sağlayabilir. Kaldı ki gelir vergileri de bazı sakıncalara yer vermektedir. Bu yüzden, bazı vergi sistemle­rinde hem gelir, hem de servet vergileri yer almıştır.

Bazı maliye uzmanları, servet-sermaye üzerine vergi ko­nulduğunda aşağıdaki esasların göz önünde tutulmasını öğütlemektedirler:

1) Bu vergi, oranı yüksek tutularak sermayenin büyük bir bö­lümünü tüketmemeli, aksine makul bir oranı  olmalıdır. Meselâ, yalnızca sermayeden doğan gelir vergiye konu olur, bizzat sermaye olmayabilir.

2) Vergi sistemi tek kaynaklı değil, çok kaynaklı olmalıdır. Bu anlamda, servet yanında, özellikle gelirler verginin kaynağını oluşturmalıdır.

3) Serveti belli bir rakamdan az olan servet sahipleri ile geli­rini yalnızca servetinden sağlayanın belli bir rakamdan az olan geliri vergiden muaf tutulmalıdır.

Servet üzerine zekât koymakla İslâm-sosyalistler vb. servet üzerine vergi konulmasını, hatta daha da ileri giderek verginin yalnızca servet-sermaye üzerinden alınmasını savunanları tarihen geçmiştir.

Servet-sermaye üzerinden alınan vergilerin zekâtla karşılaştırılması halinde, onun bu vergilerin zayıf taraflarını değil, iyi taraflarını ve öğütlenen esaslarını bünyesinde barındırdığını görmek güç değildir:

1) Zekât, her çeşit sermaye üzerine konulmamıştır. O, yalnızca artan ve gelir sağlayan servet üzerine konmuştur. Yerinde belirtildiği üzere, malda yalnızca fiilen artıcılık değil, potansiyel artıcılık da önemlidir. [154] Zekâtta nema, zekâtın artan ve fazlalık maldan alınması için şart koşulmuştur. Böylelikle, asıl kısım, ze­kâttan muaf tutulmuş olacaktır. Bu yüzdendir ki, -iddihar edilme­yen, israf derecesinde olmayan- kadının kullandığı mubah zînet eşyası, şahsî ikamet için kullanılan meskenler,  şahsî ihtiyaçlar için kullanılan elbiseler, ev eşyaları, binekler ve araçlar, silah, meslek âletleri, ilmi kitaplar zekâttan muaf tutulmuştur. Halbuki, emlâk vergilerinde oturulan ev, hatta bazı ülkelerde bütün menkul servet ve -ev eşyası bile olsa- artabilen mallar verginin kapsamı içindedir.

2) İslâm zekât sistemi, zekâtı, gayrimenkuller ve fabrikalar gibi sabit sermayenin bizzat kendisine yükleme mistir. Zekât, mütedavil sermayeden alınır.  Sabit sermayenin ise, yalnızca geliri ze­kâta tâbi olur. Böylece zekât, sahiplerinin üretim isteklerini sekteye uğratmaz, gelirlerini harcamaya zorlamaz ve yatırımı teşvik eder.

3) Zekât, az veya çok bütün sermaye için farz kılınmamıştır. Zekâtın farz olması için, “nisab” denen bir zenginlik ölçüsü esas alınmıştır. Bu miktar, nakit ve ticarî servet için 85 gr. altın olarak takdir edilmiştir. Aslî  ihtiyaçlardan  sonra  ve  bir  kamerî  yıllık süre geçince nisaba malik olanlar, zekât mükellefi olurlar.

4) Zekât sisteminde, sermaye zekâtının oranı yüksek tutul­mamıştır. Gerçekten, onun oranı, % 2.5 gibi çok makul ölçüdedir.

Zekâtta asl olan, serveti değil, onun artan ve gelir kısmını ze­kâta tâbi tutmaktır. Zaten zekâtın farz olması için şart koşulan bir yıllık süre, artış ve kazanç sağlanması için söz konusudur.

 

Gelir Üzerinden Alınan Vergiler:

 

Gelir vergileri, kişilerin belirli bir zaman içinde elde ettik­leri kazanç ve iratlardan alman vergilerdir. Kazanç ve iratların toplamı geliri oluşturur ve gelir, yapısı bakımından iktisadî bir kavramdır.

Gelir kavramı, klasik iktisatçılardan beri, çeşitli teorilere göre açıklanmak istenmiştir. Fakat bugün bile bu kavramın tam olarak tespit edildiği söylenemez. Kaldı ki vergi konusu olmasını izleyen zamanlarda ve günümüze kadar bu kavram, daha çok önem kazanmış ve çeşitli ülkelerin vergi kanunlarında birbirinden farklı tanımlar yer almıştır.

iktisadî anlamda gelir, başlıca “kaynak nazariyesi' ve “safi artış nazariyesine dayanmaktadır:

1) İlk düşünceye göre gelir, belirli bir kaynaktan devamlı olarak elde edilen ve bir üretim faktörüne atfedilen hasıla kısmıdır. Gelirin devamlı olabilmesi için kaynağın, amortismanı yapılarak sürdürülmesi gerekir. Bu bakımdan, safi gelir ve ara olarak elde edilen hasıladan ve hasılanın elde edilmesi için yapılan giderlerden ve amortismana ayrılandan geriye kalan kısımdır.  Öte yandan, gelirin böyle devamlı her kaynaktan belirli zaman aralarına göre elde edilmesi gereği de, iktisadî anlamda ge­lirin ayrı bir niteliğidir.

Geliri bu şekilde açıklayan nazariyeye, “Kaynak Nazariyesi” adı verilir. Buna göre, menkul veya gayrimenkul bir sermayeye malik olmak, bir teşebbüsü işletmek, bir meslek sahibi olmak vb. devamlı birer kaynaktır ve bunlardan elde edilen hasılanın, ge­rekli amortismanları yapılmak ve giderleri indirilmek suretiyle kalan kısmı, yani kazançlar, ücretler ve iratlar iktisadî anlamda gelirdir. Buna karşılık, bu durumda devamlı kaynaklardan elde edilmemiş olan piyango ikramiyeleri, miras hisseleri, menkul ve gayrimenkul malların değer artışları gibi gelirler, geçici yapıda oldukları için gelir sayılmayacaktır.

2) İktisadî bakımdan ileri sürülen ve başında Alman ikti­satçılarından G. Schanz’ın bulunduğu ikinci nazariyeye göre, bir şahsın belirli bir devre başındaki servetiyle aynı devra sonundaki serveti arasındaki olumlu fark, gelirdir. Buna “Safi Artış Nazari­yesi” denilmektedir. Burada, şahsın hem devamlı kaynaklardan, hem de geçici olarak elde ettiği bütün değerler, gelir kavramına girmektedir. Safi artış nazariyesine göre yapılan gelir tanımında gelir, gerek kaynak nazariyesinin tanımladığı gelirler, gerekse değer artışı, bağış, piyango vb. yollarla elde edilen ve yapısı de­vamlı kaynakların dayanmayan gelirler toplamından oluşur.

Safi artış nazariyesi, vergi adaletini en iyi şekilde ger­çekleştirebilecek bir gelir tanımı vermektedir; fakat servetlerin her yıl başında veya sonunda, değer olarak tespit edilmesi hemen he­men imkânsızdır. Gerçekten, iktisadî sistemde görülen devamlı fi­yat değişiklikleri karşısında, servet birimlerinin ve özellikle menkul ve gayrimenkul malların değer artış ve eksilişlerini, ser­vete giren ve çıkan değerlerin miktarlarını izlemek kolay bir iş değildir. Kaldı ki, gelirlerin hesaplanmasında para miktarları esastır. Bir kimsenin kendi ürününü kendisinin tüketmesi halinde sağladığı dolaylı gelirin para olarak hesaplanması veya kendi evinde oturmasından elde ettiği faydayı gelir saymak da her za­man mümkün olmaz. Özellikle, servete dahil menkul ve gayri­menkul malların değerinde, konjonktürün yükselmesi yüzünden, meydana gelen artışların da göz önünde bulundurulmak istenmesi ve malların sahiplerinin ellerine gerçek bir gelirin geçmemiş ol­ması bakımından büyük vergileme zorlukları meydana çıkarır. Bu sonuncu hale potansiyel gelir denilmektedir. Başka bir deyişle, il­gilinin, servetindeki değeri artmış olan malların satılması ha­linde, bunların artış ve satış bedelleri arasındaki miktar kadar gelir elde edilebileceği için, böyle bir satış işlemi yapılmadığı sürece, servet sahibinin, potansiyel halinde geliri bulunduğu kabul olunur.

Yukarıdan beri anlatılan durumlar yüzünden, vergi kanun­larında gerek kaynak, gerekse safi artış nazariyelerini genellikle birleştirmek suretiyle iktisadî anlamdaki gelir kavramından ayrı bir gelir tanımı yapılmaktadır ki, buna malî anlamda gelir denir.

Vergi kanunlarında, vergilendirilmek istenilen gelirlerin ayrı ayrı belirtilmesi suretiyle, daha pratik bir yol seçilmiştir. Vergi kanunlarında yapılan gelir tanımına, malî anlamda gelir denir. Başka bir deyişle vergi kanunları, iktisadî anlamda gelir kavramının ışığı altında, bir kısım geçici gelirleri de göz önüne alarak, vergiye tâbi gelirleri açıkça saymak veya tanımlamak su­retiyle tespit etmektedirler.

Türk Gelir Vergisi Kanunu, çeşitli gelirlerin (ticarî kazanç­lar, ziraî kazançlar, ücretler, menkul ve gayri menkul sermaye iratları vb.) safi miktarlarının tespitinde prensip olarak kaynak nazariyesine uymaktadır. GVK (Gelir Vergisi Kanunu) tasarısının gerekçesinde de, gelirin, “Gerçek kişilerin varlıklarına dokunmaksızın kullanabilecekleri imkânları ifade” ettiği belirtilmiştir. Diğer bir deyişle, belirli bir dönemde, bir üretim unsurunun elde ettiği iktisadî değerlerin, bu değerlerin elde edilmesi için yapılan giderler ile gerekli aşınma ve eskime paylarının (amortisman) düşülmesinden sonra kalan miktarı gelirdir. Buna göre, meselâ bir işletmede üretilen mal ve eşyanın satış bedelinden, o mal ve eşyayı elde etmek için yapılan giderlerle, işletmede kullanılan makina ve âletlerin amortisman miktarlarının indirilmesinden sonra kalan kısım, o işletmeden belirli bir dönemde (bir yıl) elde edilen gelir­dir.

Bu genel esaslar çerçevesinde GVK, vergiye tâbi geliri, kay­nak nazariyesine uygun olarak, prensip itibarıyla, bir üretim unsu­runun ürettiği hasıladan, ilgili gider ve amortismanların indiril­mesi suretiyle kalan kısım olarak kabul etmesinin yanı sıra, safî artış nazariyesine uygun düşen bir kısım gelirleri de vergi mevzuu kapsamına almıştır. Devamlı olmamakla birlikte bazı geçici işlemleri dolayısıyla gerçek kişilerin elde ettikleri kazanç ve irat­lar da vergiye tâbi gelir sayılmıştır. [155]

Malî anlamda gelir kavramıyla ilgilerini belirtmek üzere, Gelir Vergisi Kanununda sayılan kazanç ve iratları başlıca üç grupta toplamak mümkündür:

1) Ticarî Faaliyetlerden Doğan Gelirler: Bu faaliyet­lerden doğan gelirler arasında ticaret, sanayi, ziraaat, serbest mes­lek emek vb. gelirleri bulunur. Bu gelirlerin ayırıcı niteliği, de­vamlı birer kaynaktan meydana gelmeleridir. Bu bakımdan, geçici veya devamsız bir faaliyetten elde edilen gelirler bu gruba girmez. Gelir   Vergisi Kanunumuz burada kaynak nazariyesine yer vermiştir. Bununla beraber, kanunumuz, geçici yapıda olmalarına rağmen, ikramiye ve tazminatları ve para ile temsil edilebilen ayınları da (m. 6) ücretler grubundan saymak suretiyle vergilen­dirmektedir.

2) Servet Gelirleri:  Kişinin mülkiyetinde bulunan menkul veya gayrimenkul malların tabiî semereleri veya    bunların başkaları tarafından kullanılması karşılığı olarak meydana gelen gelirlerdir. Servet sahibinin, kendi   mallarını bizzat kullan­masından doğan faydalar da bu gruba girer. Buna, öz tüketim veya atfedilen gelir denir.  Bir kimsenin kendi evini kiraya vermeyip, bu evde oturması halinde sağladığı fayda, kiraya verseydi elde edeceği kira kadar bir irat sayılır. Bir müteşebbisin kendi bina­larını, makinalarını kendi işletmesinde   kullanmasından  doğan fayda da, ayrı bir irat sayılabilir. Bazı vergi sistemlerinde, bu çeşit iratlar vergi konusu  içindedir. Öte yandan intifa hakkı, iştirak hisseleri  (aksiyonlar),  kredi hakları (faiz, tahvil alacakları)  gibi özel haklardan doğan ve para ile ölçülebilen değerler de servet ge­lirleri arasında bulunmaktadır.  Yurdumuzda öz tüketimden doğan faydalar vergi mevzuuna alınmamaktadır.

3) Değer Artışı Gelirleri:  İktisadî gelişme, fiyat hareket­leri, köy halkının şehirlere akını gibi sebepler sonunda özellikle gayrimenkullerin değerlerinde meydana gelen artışlara değer artışı veya servet artışı gelirleri denir.   Bunlar, servet geliri sayılmaz; çünkü doğrudan doğruya servetin kullanılması veya başkalarına  kullandırılmasından değil, dış olaylardan   meydana gelmektedir.  Servete dahil malların gelirleri, ilgili malların devir veya satışı sırasında ortaya çıktığı gibi, zaman aralarında yapılan değerleme ile de tespit edilebilir. Değer artışı gelirleri, ticarî gelir­lerin, çeşitlerine de benzemez. Zira burada ticaret, sanat erbabının veya emek sahibinin bir rolü yoktur. Değer artışı gelirleri, belirli devrelerde meydana gelmedikleri için, geçici veya devamsız gelirlerdendir. Safi artış nazariyesine uygun düşen bu gelirler vergi kanunlarında daha çok gerçekleşmiş, yani   para olarak elde edilmiş olmaları şartıyla yer almaktadır.

Kazanç ve iratlardan oluşan gelirin safi tutarı vergiye konu olur.  Şu halde, öncelikle kazanç ve irat terimlerinin  niteliklerini ve farklarını belirtmek gerekir. Kazanç, esas itibarıyla sırf emek­ten veya emek ve sermayenin birleşmesiyle yapılan faaliyetten doğan değerleri ve buna karşılık irat, yalnız menkul ve gayrimen­kul mallar ve hakların başkalarının kullanmaları karşılığı, bu malların ve hakların sahiplerinin aldıkları iktisadî değerleri ifade eder. Başka bir deyişle kazanç, bedenî ve zihnî bir çalışma veya emeğin bir sermaye ile birleştirilmesiyle sağlanan değerler; irat ise, böyle bir çalışmayı gerektirmeyen, menkul ve gayrimen­kul mallar dolayısıyla elde edilen değerlere verilen addır. Ücretler, sırf emek veya iş karşılığı olan kazançların, kârlar ise ticarî, sınaî veya ziraî faaliyetlerden doğan ve emekle birlikte az veya çok bir sermayeye dayanan kazançların örnekleridir. Öte yandan kira, faiz ve rant başlıca irat çeşitleridir.

Gelirler çeşitli ekonomik işlemlerden elde edilen değerler olup, bu işlemlere göre isimlendirilir (tarım geliri gibi). Gelir veya kazanç, sübjektif olup, fertlerin faaliyetleri sebebiyle elde edilen değerlere verilen isimdir, oysa irat, objektif bünyede olup, genel­likle malların kullanılmasından meydana gelen ve bu mallara ilişkin olarak doğan bedellere verilen isimdir. Gerçekten, ziraî üretimden elde edilen değere tarım kazancı denildiği halde, arazi­nin başkasının işletmesine terk edilmesinden elde edilen gelire, arazinin iradı veya kirası denir.

Bu açıklamalar ışığında gelirleri başlıca üç grupta ele almak mümkündür:

1) Sermaye Gelirleri: Bu gelir, faiz, kira gibi sermayenin çalıştırılmasıyla sağlanır.

2) Emek Gelirleri: Maaş ve ücretler, başlıca emek gelirle­ridir.

3) Sermaye ve Emeğin Birleşmesinden Doğan Gelir­ler: Ticarî ve ziraî kazançlar da böyle gelirlerdendir. Şu halde, ge­lir vergisinin konusu olan gelirin unsurları;  ticarî kazançlar,  zi­raî kazançlar,   ücretler,  serbest meslek kazançları,  gayrimenkul sermaye iratları, menkul sermaye iratları, sair kazanç ve iratlar­dan meydana gelir. [156]

Gelirin kaynaklarının devam ve süreklilik açısından farklı oluşu, vergi oranlarının da değişmesini gerektirir. Nitekim, geli­rin kaynağının mal olması halinde vergi oranı daha yüksek kay­nak emek olursa oran daha düşük, kaynak sermaye ve emeğin birleşmesi olursa oran orta seviyede olur. Hatta, kaynak sermaye olduğunda dahi, vergi oranı değişiklik gösterir: Ziraî kazançların vergi oranı, binalardan elde edilen irada göre daha yüksektir; zira, binalar eskimeye ve bir süre sonra yıkılmaya mahkumdur, oysa toprağın böyle bir tehlikesi bulunmamaktadır.

Zamanımızda uygulanmakta olan gelir vergilerinde, gelir kavramı, bazı küçük farklarına rağmen, yakın benzerlik göster­mektedir. Ancak gelirlerin vergilendirme şekilleri, bazı temel farklara yer vermektedir:

Gelir, ya çeşitli kaynaklara göre ayrı ayrı, ya bütün kaynak­lardan elde edilen kazanç ve iratların toplamı üzerinden ya da bu ikisi usûlün birleştirilmesi şeklinde önce ayrı ayrı ve sonra, be­lirli bir miktarı aştıkları takdirde aynı irat ve kazançların toplamı üzerinden vergilendirilirler. Buna göre, gelir vergisinin çeşitlen, başlıca sedüler gelir vergileri, toplam gelir vergileri (global veya üniter gelir vergileri) ve birleşik gelir vergileri (iki elemanlı gelir vergileri) gruplarına ayrılmaktadır:

1) Sedüler Gelir Vergileri: Gerçek kişilerin çeşitli gelir kaynaklarının (sedüllerin) birbirleriyle bağlılık   kurulmaksızın, ayrı  ayrı matrah ve  oranlara  göre  vergilendirilmesine  denir.   Bu anlamda,  ticarî veya ziraî kazançlar, ücretler vb. ayrı ayrı esas­lara göre tespit edilen miktarları üzerinden vergilendirilmeleri ha­linde, sedüler gelir vergileri usûlü uygulanmış olur. Bir mükellef, sözü edilen kaynakların yalnız birinden gelir elde ediyorsa, bu ge­lirinden; birkaç kaynaktan gelir elde ediyorsa, bu gelirler üzerin­den ayrı ayrı vergi öder.  Çeşitli gelirler olması halinde, bunların toplamı yapılmadığı  gibi; bir  kaynağın zararı, diğerinin kârına, mahsus    edilemez; zarar gösteren  kaynaktan vergi alınmaz; diğerinden kâr veya gelire göre vergi alınır.

Bu duruma göre, sedüler gelir vergileri, prensip olarak gayrişahsî ve tek oranlıdır. Ancak kaynağına göre, gelirin bir kısmının vergi dışı bırakılması veya hesaplanan vergiden çocuk başına bir miktarın indirilmesi suretiyle kısmen şahsiyet sağlanabilir. Kaynaklar arasında bir bağlılık kurulup gelirlerin toplamı yapılmadığı için, şahsiyet prensibi kısmen ger­çekleşmektedir.

Bunun için, bu çeşit vergilere yarı-şahsî (semi-personel) ver­giler denilmektedir.

2) Toplam Gelir Vergileri: Bu usûlde, sedüler gelir vergi­lerinden farklı olarak, gerçek kişilerin çeşitli   kaynaklarından elde ettikleri gelirlerin zararların mahsubu yapılarak bulunan safi toplamı vergilendirilir. Toplam gelir vergileri usûlü, mükelleflerin ödeme güçlerinin göz önüne alınmasını sağlar. Gerçekten, bu usulde artan oranlar uygulanabileceği gibi, geçim indirimi ve aile durumuna göre gerekli indirimler yapılabilir. Ayrıca aile reisinin gelirlerine eş ve çocuklarının gelirleri de eklenerek, bütün ailenin toplam geliri vergiye tâbi tutulabilir. Ancak bu durum vergi ka­çakçılığına sebebiyet vermesi dolayısıyla, adaletsizliklere de yol açabilir.

3) Birleşik Gelir Vergileri: Sedüler ve toplam gelir vergi­leri usûllerini birleştirilerek, gelir çeşitlerinden önce ayrı ayrı ve bundan sonra bütün gelirlerin toplamı üzerinden ek bir vergi alınmasıdır. Alınacak tek vergi, gelir toplamının belirli bir mik­tarı aşmasına bağlıdır.

Türk vergi sisteminin temel vergilerinden biri olan Gelir Vergisinin konusu, gerçek kişilerin geliridir. Gelir vergisi, mo­dern vergi sistemlerinde göz önüne alınan vergi ödeme gücü, ver­gide şahsîlik ve vergi önünde eşitlik ilkelerinin en iyi şekilde ger­çekleştirebilecek niteliktedir. Bu anlamda, gelirin vergiye tâbi tu­tulmasında genel indirim, mükelleflerin aile durumu, iş gelirinin sermaye gelirine nazaran daha az vergilendirilmesi (özel indi­rim), çeşitli gelirlerin safi tutarı üzerinden artan oranların uygu­lanması, bazı muafiyet ve istisnaların konulması yoluyla, mükel­leflerin vergi yükünü farklılaştıran bir sonuç elde edilebilmekte­dir. Gelir vergisi, gerçek kişilerin ve Kurumlar Vergisi, bünyesi itibarıyla, tüzel kişilerin kazançlarını vergilendirmektedir. [157] Zamanımızda vergi sistemlerinde en ileri vergi tekniği, gelir ver­gilerinde görülür.

Ziraî ve hayvanı ürünler, deniz ürünleri, maden ve defineler, ziraî arazi icar bedeli, ücretler ve serbest meslek kazançları ile menkul ve gayrimenkul servet iratları, yalnızca gelir üzerinden alman zekâta örnektir. [158] Gelir zekâtı, sedüler gelir vergisi türüne girmektedir.

 

Kişi Üzerinden Alınan Vergiler: [159]

 

Kişi Vergileri, zengin veya yoksul olmasını göz önüne alma­yarak doğrudan insanların vergiye konu olmasından ortaya çıkar. Herkesten alındığı için kişi vergilerine Baş Vergisi de denir.

Kişi vergileri, kadın-erkek, yaşlı-çocuk ayrımı yapılmaksızın herkesten alındığı gibi, kendilerinde bazı şartlar meselâ siyasî ehliyet- bulunanlardan veya ülkedeki azınlık ya da yabancılardan da alınabilir.

Baş vergileri, maliye idaresini, vergiye tâbi unsurları tespit etmenin zorluğundan kurtarır. Ayrıca, herkes -genellik prensibi uyarınca- vergiye konu olacağından, gelirde de bir artış görülür. Bununla birlikte vergi yükü ve vergi ödeme gücü prensipleriyle baş vergileri çatışmaktadır. Ayrıca, gelir ve servetleri farklılık gös­terse de herkesten aynı miktarda alınma sakıncası da vardır.

Sakıncaları yüzünden, modern devletler, kişi vergilerinden genellikle vazgeçerek mallardan alman vergilere yönelmişlerdir. Bununla birlikte, bazı modern devletler kimi özel amaçların ger­çekleştirilmesi için, kişiler üzerinden vergi almaya devam etmek­tedirler. Meselâ, kamuoyunun oluşmasını sağlamak ve arttırmak, kamu giderlerini hep birlikte yüklendikleri bilincini uyandırmak, tabiiyetinde olduğu devletin siyasî ve mahallî işleriyle daha yakından ilgilenmesini sağlamak, bu amaçların başlıcalarındandır.

Nitekim, ABD'nin bazı eyaletlerinde gelir; eğitim-öğretim, sosyal yardım, çevre güzelleştirmesi vb. özel amaçlara tahsis edile­rek kişilerden vergi alınmaktadır. Aynı şekilde, Fransa'da da benzer uygulamaya Taşlanmaktadır.

İslâm'ın Ramazan orucunun bitmesi ve bayramın gelmesi do­layısıyla her yıl bir defa farz kıldığı fitreyi göz önüne aldığımız takdirde, farz kılınmasında ve tahsilindeki kolaylık, herkesin mükellef kılınmasındaki genellik gibi prensipleriyle kişi üzerinden alınan vergilerin iyi taraflarına sahip olduğunu görürüz. Fit­renin oranı, çok düşüktür. Bu yüzden de, gönüllü ödenmesi kolayca mümkün ve muhtemeldir. Çünkü o, farz bir ibadetle, mukaddes ga­yelerle ve ruhî-ahlâkî hedeflerle yakından ilgilidir. Ödeme gücü olmayan, icma ile fitre mükellefi olmaz.

İslâm, kadın-erkek, küçük-büyük, zengin-fakir tüm müslümanlara yıllık olarak fitreyi farz kılmakla, özellikle sevindirici bir sebeple onların genişlikte ve darlıkta eli açmaya, sevinçte ve acıda mal harcamaya, başkalarıyla ilgilenmeye alıştırmayı amaç­lamaktadır. Bu bakımdan, onu almaya hakkı da olsa, kişinin fitre ödemesini  engellememiştir.

Malının zekâtını vermekte ihmalkâr da davransalar, yeryü­zünün çeşitli bölgelerindeki hemen tüm müslümanlarca fitrenin ödenmesine büyük bir özen gösterilmektedir. Böylelikle, oruç­larında doğan günah ve hatalar affedilme imkânı bulacaktır.

 

Gider Üzerinden Alınan Vergiler:

 

Maliye ilminde ve Vergi hukukunda,  ayrıca gider üzerinden alınan vergilerden de söz edilmektedir.

Genel bir deyimle, gelir veya servetlerin harcama yönünden vergiye tâbi tutulmasına, Gider Vergisi denir. Gider, gerek ser­vetin, gerekse gelir çeşitlerinden her birinin tüketim için kul­lanılması eylemidir. Başka bir deyişle, gider, bir kimsenin servet veya gelirinden tüketim için ödediği kısımdır. Bu anlamda gider, daha çok sübjektif ve şahsîdir. Oysa masraf terimi, daha objektif ve gayrişahsî olarak muhasebe ve işletme lisanında kullanılan bir terimdir. Gider ve masraflar, ortak bir isim altında “harcama” teri­miyle ifade edilebilir. Bu anlamda, servet ve gelirden, gerek tüke­tim, gerekse üretim için ödenen kısımlar, harcamadır. Gider vergi­lerinde verginin mevzuu, kanunda belirtilen mal, hizmet veya hu­kuki işlemlerdir. Vergi, bu malların istihsal ve satılmasında, hiz­metlerin veya hukukî işlemlerin yapılmasında, bunların fiyat, be­del, nevi veya fizik miktarları üzerinden hesaplanarak alınır. Bu vergilerde genel anlamda vergiyi doğuran olay konusunda belirti­len mal ve eşyanın üretilip satılması, hizmetin bedel karşılığı yapılması veya hukukî işlemlerin gerçekleştirilmesidir. Yu­karıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, yapıları itibariyle vasıtalı vergiler grubuna giren gider vergileri, vasıtasız vergiler grubuna giren gelir veya servet vergilerine nispetle gerek mevzu, gerekse vergiyi doğuran olay bakımından daha karışık ve çeşitli ölçülere dayanmaktadır. Başka bir deyişle, gider vergilerini belirli tek bir ölçüye göre tanımlamak imkânı yoktur. Gerçekten, dahilde alınan istihsal vergisi üretim nedeniyle veya Bina İnşaat Vergisi inşaat sebebiyle, İşletme Vergisi bir kısım mal ve eşyanın satın alınması sebebiyle, Banka ve Sigorta Muameleleri vergisi ile Nak­liyat ve PTT vergileri hizmet sebebiyle, Damga Vergisi ve Harçlar bazı hukukî işlemler sebebiyle ve Gümrük Vergisi veya ithalde alman İstihsal Vergisi ithalat sebebiyle Katma Değer Vergisi mal ve hizmetlerin el değiştirmesi sebebiyle doğmaktadır. Öte yandan gider vergileri, gerek mal ve eşyanın üretim ve tüketimi, gerekse hukukî muamelelerin yapılması bakımından da iktisadî ve hukukî muamele vergileri çeşitlerine ayrılabilir. Ayrıca bu vergilerin bir kısmında vergiyi doğuran olay, üretilen mal ve eşyanın satışı veya bir hizmet yapılması olduğu halde, diğer bir kısmında sadece ima­lat veya akit yapmaktır. Gider vergilerinde prensip itibariyle bir alım-satım sebebiyle bir giderin vergilendirilmesi söz konusudur. Bu anlamda konusu alım-satım olmayan damga vergileri ve harçlar ile bina inşaat vergisi ve hatta spor-toto vergisi ve rıhtım res­mini gider vergileri grubundan çıkarmak uygun düşebilir. Ancak, bunların gerek gelir, gerekse servet vergileri gruplarına da dahil edilme imkânı yoktur. Böylece, son vergileri de ister istemez gider vergilerinin bir çeşidi olarak incelemek gerekmektedir. [160]

Gider vergileri, üretilen, satılan ya da tüketilen mal ve hizmetler üzerine konulan vergilerdir. Gelir veya serveti elde edildik­leri zaman değil, harcandıkları zaman, mal ve hizmetlerin fiyat­ları içine gizlenmiş olarak vergilendirirler. Çoğunlukla, gayrişahsî vergilerdir. Vergi yükümlüsünün şahsî durumlarını dikkate almaksızın, üretim, tüketim, değişim gibi olaylara dayanırlar. Miktarları, ferdin tüketim harcamalarına göre değişir; vergilenmiş malları daha çok kullananlar, diğerlerine oranla daha fazla vergi öderler. Gider vergileri, gelirin yalnız harcanan kısmını hedef tutarlar; tasarruflar gider vergisine konu olmazlar. Tersine artan oranlı vergilerdir; ferdin geliri büyüdükçe tükettiği mal ve hizmetler üzerinden ödediği verginin gelirine oranı küçü­lür. Bu yüzden, gider vergilerini, gelirlerinin büyük bir kısmını tüketime ayırmak zorunda olan fakirlerin, gelirlerine oranla zenginlerden daha fazla ödedikleri kabul edilir. Gerçi yüksek gelirli­ler, mutlak olarak düşük gelir gruplarından daha fazla harcamada bulunur ve daha çok vergi öderler; ancak, yapılan harcamanın ve ödenen verginin toplam gelirlerine oranı fakirlerinkinden daha düşüktür.

Gider vergilerinin tarihi, bir bakıma, toplum tarihi kadar es­kidir. A. Smith, en eski gider vergilerini gümrük vergilerinin oluşturduğunu, bunların bilinmeyen zamanlardan beri ödenmeleri alışılagelmiş olmaları yüzünden, örf anlamına gelen “Customs” adının verilmiş olabileceğini belirtir. Eski Mısır'da ve Roma'da, da gider vergileri kullanılmış ve Roma'da Fransa'ya ve İspanya'ya geçmiştir. 17-19. yy.'lar boyunca, yer yer bütün Avrupa ülkelerinde uygulanmıştır. Günümüzdeki şekli ile vergi sistemlerine, 20. yy.'ın ilk yarısında girmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı ve 1929 ekonomik krizinin yarattığı malî güçlüklerle, birçok devlet, geçici bir tedbir olarak genel gider vergilerine başvurmuş; ancak sağladıkları bol gelir sebebiyle bu vergiler kısa zamanda gelişip, vergi sistemleri­nin vazgeçilmez birer unsuru haline gelmişlerdir. Bu dönemde, ilk kez Almanya, 1916 yılında genel Gider Vergisi Kanunu çıkardı. Onu izleyen yıllarda bütün Avrupa ülkeleri yavaş yavaş bu usûle katıldılar.

Zekât hukuku açısından, gider üzerinden alınan zekâttan söz etmeye imkân yoktur. Zira zekât, zenginlerden alman bir vergi­dir. Bu verginin gideri de, fakirler ile din ve ümmetin umumî ya­rarlarına tahsis edilmiştir. Halbuki gider sahibi veya tüketici (müstehlik), zengin olabildiği gibi, fakir de olabilir. Oysa zekât mükellefiyeti açısından fakir, zekât ödemek bir yana, zekât al­maya hakkı olan kişidir. Devlet gelirini arttırmak amacıyla ihtiyaç ortaya çıkınca gider üzerinden vergi almak mümkünse de, gi­der üzerine zekât konulması, zekâtın ana prensiplerine ve ruhuna aykırı düşer. [161]

Yeniden belirtelim ki, zekât sistemi incelendiğinde, zekâtın kaynağının, bazı iktisatçı ve maliyecilerin görüşlerinin aksine, günümüz vergi sistemlerine de model olacak şekilde, hem servet-sermaye, hem gelir olabildiği derhal görülür. Saime hayvan serve­tinin, altın ve gümüş (nakit) servetinin, ticarî servetin zekâtı bi­rinci grubun örneğidir. Ziraî gelir, maden işletmesi geliri, kiraya verilen bina gelirleri, fabrika gelirleri, ticarî olmayan gelir sağlayıcı yerlerin gelirleri, ücretler ve serbest meslek kazançları da ikinci grubun örnekleridir. [162]

 

5- Oran Açısından Vergiler:

 

Vergide oran usûlüne gelinmezden önce, dağıtma usûlü uygu­lanmaktaydı. Bu usûle göre, ülkeden alınacak bir vergi miktarı, tüm olarak tespit edilir. Tespit edilen miktardan her vilayet payı ayrılır; vilayet payları kazalara, kaza payları bucaklara bölünerek matrahlara inilirdi. Ancak, matrahları önceden bilinebilen arazi, bina ve kira gibi vergilerde uygulanabilen bu usûlün, diğer vergi­lere uygulanması mümkün değildir. Ülkemizde de bir süre kul­lanılan bu usûl, terk edilme yolundadır.

Oran usûlünde ayırma teorisi gereğince, değişik oranların uygulanabilmesi için gelirler üç gruba ayrılmıştır:

1) Sermaye gelirleri,                                                   

2) Emek gelirleri,

3) Sermaye ve emeğin birleşmesinden, doğan gelirler.

Ayırma usûlünün asıl hedefi, emeği sermaye gelirinden daha az bir vergiye tâbi tutmaktır. Bu usûl, her ülkede maliye politika­larına uygun bir şekilde, birbirinden farklı olarak uygulanmak­tadır.

Oran açısından vergiler iki çeşittir:

 

Tek Oranlı Vergiler:

 

Alınacak vergi miktarının hesaplanmasında, matraha uygu­lanacak oranı matrahın artması halinde dahi değişmeyen vergi­lere Tek Oranlı, Eş Oranlı veya sadece Oranlı Vergiler de­nir. Matrahlardaki farklılık, az veya çok, oran üzerine tesir etmez. Meselâ 1000 liralık matrah ile 12.500 liralık matrahlara % 10 oranının uygulanmasıyla, vergi miktarının tespit edilmesi ha­linde, tek oranlı vergiden söz edilir. Ülkemizde, kurumlar vergisi bunun örneğidir. Eş oranlı vergilerde vergi oranı değişmemekle beraber, vergi matrahının artması derecesinde, alınacak vergi miktarının da artacağı açıktır. Esasen, tek oranlar usûlü ile izle­nen amaç da budur.

 

Artan Oranlı Vergiler:

 

Alınacak vergi miktarının hesaplanmasında, matraha uygu­lanacak oranın bu matrahın artmasıyla yükseldiği vergiler Artan Oranlı Vergilerdir. Hemen fark edileceği üzere, bu usûl, şekil olarak tek oranlı usûlden ayrılır. Tek oranlı usûlde, vergi mat­rahının artması, vergi oranında bir artış gerektirmediği halde, ar­tan oranlı usûlde matrahın artışına göre, vergi oranları da artmak­tadır.

Buna göre, 10.000 lira geliri olan mükelleften % 10'dan 1.000 lira değil, belki % 15'den 1.500 lira almak gerekir. Burada amaç, 10.000 lira geliri olan mükellefin ödeme gücünün, daha az gelirliye göre daha fazla olduğu düşüncesiyle, tek orana göre ödemesi gere­kenden daha fazla vergi ödemesidir.

Vergilerde artan oranlar usûlü çeşitli şekillerde uygulana­bilmektedir:

 

Sınıf Usûlü:

 

Bu usûlde, vergi matrahları belirli miktarlara göre, sınıf veya kısımlara ayrılır ve bir üst sınıf veya kısma geçildikçe vergi oranı da artar. Meselâ aşağıdaki tablo bunu göstermektedir:

 

 

 

 

 

Artan Oranlı Vergilerde Sınıf  usûlü

 

Sınıf

 

Matrah

 

Oran

I

 

50 bin liraya kadar

 

% 1

II

 

100 bin liraya kadar

 

% 8

III

 

150 bin liraya katlar

 

% 9

IV

 

150 bin liradan fazla

 

% 10

Tablo 73: Artan Oranlı Vergilerde Sınıf Usûlü

 

Ancak, sınıflarla oran usûlü sonsuz olmayıp bir noktadan sonra artık tek oranlar usûlü başlar.

Bu sistem, haksız sonuçlar doğurabilir. Zira matrah bir üst sınıfa girdiği takdirde, bir alttaki sınıfın matrahı da üst sınıfın vergi oranına tâbi olmaktadır.

 

Dilim Usûlü:

 

Bu usûlde vergi matrahları, birinci usûlde olduğu gibi, sınıf veya dilimlere ayrılmakla beraber, her dilimin vergisi bir üst veya bir alt dilime bakılmaksızın, kendi oranına göre ayrı ayrı hesap­lanmakta ve alınacak vergi miktarının tutarı, dilimlere isabet eden vergilerin toplamı yapılarak bulunmaktadır.

Gelir vergilerinde uygulanan bu usûl bizim gelir vergi kanu­numuzda aşağıdaki şekilde gösterilmiştir:

 

Artan oranlı Vergilerde Dilim Usûlü

 

1.000.000 liraya kadar                                                                                %36

3.000.000 liranın 1.000.000 lirası için 360.000, fazlası                              %41

25.000.000 liranın 15.000.000 lirası için 8.560.000, fazlası                       % 74

25.000.000 liradan fazlasının 25.000.000 lirası için 15.960.000, fazlası    % 65

 

Azalan Orantılık Şekli:

 

Yapısı bakımından, dilim usûlüne benzeyen bu şekilde, tek vergi oranı bulunmasına rağmen, vergi matrahlarında belirli in­dirimler yapılması dolayısıyla, matrahlar azaldıkça, verginin ger­çek oranlan, tek orana göre, ters bakışta gittikçe azalmaktadır.

Aşağıdaki örnekte olduğu gibi, tek vergi oranının % 10 ve in­dirimin her mükellef için eşit olarak, 800 lira olduğunu varsa­yalım:

 

Artan Oranlı Vergilerde Azalan Oranlılık

Matrah

İndirimden artan

Vergi (%10)

Gerçek Oran

   1.000

     200

    20

(20/1000) % 2

   2.000

  1.200

  120

(120/2000)% 6

18.000

17.200

1.720

(1720/18.000) % 9.55

100.000

99.200

9.920

(9920/100.000) % 0.92

Tablo 74: Artan Oranlı Vergilerde Azalan Oranlılık

 

Bu tablodan anlaşılacağı üzere, vergi matrahları yükseldikçe, gerçek oranlar tek % 10 -oranına yaklaşmaktadır. Fakat küçük bile olsa, belirli bir miktarın indirilmesi dolayısıyla, en yüksek mat­rahlarda bile, tek oran olan % 10'a erişilmez. Aslında bu usûl, be­lirli miktarların indirilmesinden artakalan miktarlar için tama­men tek oranlar usûlüdür; fakat şeklen ondan ayrılmaktadır. Bu­nun gibi, dilim usûlünde de geçim indirimi veya ücretlerde ayrıca özel indirim ve emekli aidatı indirimleri uygulanması dolayısıyla, bu indirimin miktarlarının azlığı veya çokluğuna göre gerçek oranlar, kanundaki oranlara göre ve mükelleften mükellefe değişir. Bu şekle, gizli artan oranlılık da denilmektedir.

 

Tersine Artan Oranlılık Şekli:

 

Normal artan oranlar usûlünün tersine, bir kısım vergilerde oranlar, mükelleflerin gelirlerinin fazlalığı derecesinde azalır. Genellikle, baş vergileri ve dolaylı vergilerde olduğu gibi, mükelle­fin ödediği sabit miktardaki vergiler, bunların fakirliği derece­sinde, oran olarak artmaktadır.

Zekâtın servet veya gelir çoğaldıkça, oranı da artan bir vergi olup olmadığı tartışmalıdır. Kimileri (meselâ Sıddıkî), özellikle koyunlar için indirimli vergi (tersine artan oranlılık) usûlünün uygulandığı görüşünü savunurken, diğer mallar için tek veya ar­tan orandan söz edilemeyeceğini savunur. [163]

Buna karşılık Yusuf el-Kardavî, zekâtın tek oranlı bir vergi olduğu görüşündedir: Zekât servet veya gelir çoğaldıkça, oranı da artan bir vergi olmayıp, bunlar ne kadar artarsa artsın oranla sabit alan bir vergidir. 20 lirası olan da, 20.000 lirası olan da % 2.5 oranında zekât öder. İlk bakışta koyunların indirimli vergiye tâbi olduğu düşünülebilir. Çünkü, 40-120 arasındakiler için bir tek, 120-199 arasındakiler için 2, 200-299 arasındakiler için 3, bundan sonra her 100 için 1 koyun, zekât olarak ödenir. İşte bu durumu göz önüne alan bazı çağdaş araştırıcılar, [164] hayvanı serveti teşvik amacıyla koyunlarda tersine artan oranlık usûlünün uygulandığı görüşünü savunurlar. Ancak konu derinlemesine incelendiğinde, bir yanılgı içinde oldukları çabucak anlaşılır. İslâm'ın, nakdî ve ticarî ser­vette genel olarak % 2.5 oranını benimsediği göz önünde tutulursa, hayvanların zekâtında da, yaklaşık olarak aynı oranın esas alındığı görülür. Bu durum, sığır ve develer konusunda da gayet açıktır: 30 sığır için bir tebi' [165] veya tebi'a, 40 sığır için bir müsinne; [166] develerde de sayı artınca her kırk için bir bint lebûn, [167] her elli için bir hıkka [168] ödenecektir. Öyleyse, onlarda da bu miktarın ödenmesi yaklaşık % 2.5 oranındadır. Koyun ve keçilerde ise, bu oran hemencecik fark edilmez. İlk kırk için bir koyun ödenmesi, % 2.5 oranının tam karşılığıdır. Ancak sayı çoğaldıkça ödenecek miktarın azalması, bu tür hayvanların sık ve çok yavrulamasındandır. Bu; tersine artan oranlık usûlünün uygulanması an­lamına gelmez. Hayvanlarda zekât oranının % 2.5 olduğunu, Nehaî ve Ebu Hanife'nin, atların zekâtı için değer biçilerek % 2.5 zekât ödeneceği görüşünde oluşları da desteklemektedir. [169]

Kimi maliyeci ve iktisatçılar, toplumda iktisadî dengenin ku­rulması ve gelir dağılımının âdil olması için artan oranlı vergi usûlünü savunmaktaysalar da, zekât çeşitli sebeplerle böyle bir vergi niteliğinde değildir:

1) Öncelikle zekât, yapısı icabı, bir ibadet, dolayısıyla değişmezlik vasfı taşımaktadır. Bunun için de, oranına yapılacak müdahaleler onu saptırabilir. Halbuki, bunun yerine, zekât yanında -tıpkı çağdaş vergilerde olduğu gibi- içtimaî ve iktisadî şartlara bağlı olarak oranı değişen vergiler konabilir. Bunlarda da temel şartlar, adaletli olmak, ihtiyaç kalkınca sona ermek ve şûra içtihadıyla konulmasıdır.

2) İkinci olarak zekât, harcama yerleri itibarıyla, böyle bir verginin amacı olan farklılıkların giderilmesi,  ekonomik yönden güçsüzlerin korunması ve düzeltilmesini zaten üstlenmiştir.  Zira, zekâttan yararlananların çoğu, geliri olmayan veya olsa da çok sınırlı olan fakirler, boyunduruktan kurtarılacaklar, borçlular ve yolculardır. Halbuki vergiler, zenginlerden alınıp genel hizmetlere harcanır. Mesela ziraî toprak için alınan emlâk vergisi, bu toprağın verimli kılınmasına harcanabilmektedir. Oysa zekât, böyle bir maksatla değil, fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine ve din ve devlet için umumî yarar sağlayanlara harcanır.

3) Bundan ayrı olarak İslâm, iktisadî adaleti sağlamak üzere zekâtın yanı sıra miras, vasiyet, gayrimeşru  kazancın  müsadere­sini, faiz ve ihtikâr yasağını getirmiştir.

4) Son olarak, bizzat artan oranlı vergilerin, iktisat ve maliye yazarlarınca belirtilen bir takım eksiklik ve   sakıncalarının bu­lunmasıdır. Meselâ, zenginlerin yüksek oranda vergiye tâbi tutul­ması, sermayenin tükenmesi   ve verimsiz kılınması sonucunu doğurabilir. [170]

 

11. Malda Bulunan Zekât Dışındaki Haklar Ve Zekât Dışında Vergi Konulması:

 

1- Malda Zekat Dışındaki Haklar: [171]

 

Malda Zekat Dışında Haklar Bulunmaktadır:

 

Sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz, Âişe, Ebu Zer, İbn Ömer, Ebu Hureyre, eL-Hasen b. Ali, Fatıma bt. Kays; tâbi'inden Şa'bî, Mücahid, Tavus, Atâ vb.'ne göre, malda zekât dışında da bir takım haklar bulunmaktadır. İbn Hazm da bu görüşü savunmaktadır. Ona göre, zekât ve devletin diğer gelirleri yetersiz kalınca, bir böl­genin zenginlerine fakirlerin ihtiyacını gidermek farz olur, devlet bunu onlara mecbur eder, kendilerine yiyecek, giyecek ve mesken sağlanır. [172]

 

Malda Zekât Dışında Haklar Yoktur:

 

Hukukçuların bir kısmına -meselâ Dahhak'e-, özellikle son­raki hukukçulara göre, malda bulunan biricik hak zekâttır. Zekât ödendikten sonra mal temizlenir, zimmet borçtan kurtulur. Bu­nunla birlikte mükellef dilerse nafile olarak malını harcayabilir.

Her iki grubun görüş ve delilleri incelendiğinde, ittifak ve ih­tilaf noktalarını belirleyebiliriz:

1) İttifak Noktaları:

(a) Çocuklarının durumu iyi olduğu takdirde, muhtaç anne-babanın nafaka hakkı bulunmaktadır.

(b) Prensip olarak yakınların da nafaka hakkı bulunmak­tadır, ancak nafakayı vacip kılacak yakınlar derecesi   ihti­laflıdır.

(c) Yiyecek, giyecek, mesken vb. ihtiyaçlarla muztar du­ruma düşenlerin bu ihtiyaçlarının giderilmesi de ihtilafsızdır.

(d) Müslüman topluluğun başına gelen -düşman tehlikesi, müslümanların esir bulunması gibi- umumî belaların da üstle­nilmesi gerekir. Şu halde, aslında ikinci görüştekiler de malda zekât dışında hak bulunduğunu kabul ederler. Amme menfaati­nin gerektirmemesi,  ihtiyaç duyulmamasına rağmen kendile­rine ve çevresine rahat, idare ettiklerine baskı için vergi koyan zalim idarecilere kendi görüşlerinin basamak olması yolunu kapamak gayesiyle, bu görüşü benimsemişlerdir.

2) İhtilaf Noktaları:

Hasad zamanı ürünlerde, hayvanlarda hak bulunduğu, misa­firin hakkı bulunduğu noktalarında, birinci görüştekiler malda vacip haklar görürken, ikinciler bunları -zaruret bulunmadıkça- mendup görür. Şüphesiz, sayılan bu haklar içinde fakirlerin ihti­yacının giderilmesi -birincilerin görüşünü İbn Hazm'ın belirttiği şekilde- en önemli yeri tutar.

Ayet ve hadislerin incelenmesi, şu sonuçları çıkarmayı ge­rektirir;                        

1) İslâm, -sayısız âyet ve hadislerle- sosyal dayanışmayı ve yardımlaşmayı mecburî kabul eder. Bu sebeple, kuvvetli zayıfı ko­rumak, zengin fakirin elini tutmak, yakınlar aralarında bağlılık kurmak, komşular iyi geçinmek zorundadır. Bunları ihmal eden­ler, sağlam müslüman olamazlar. Bu yardımlaşma, dayanışma ve iyilikte bulunma emirleri, en azından toplumun her üyesinin ken­disi ve ailesi için insan haysiyetine yakışır hayat seviyesinde bu­lunmasını gerektirir.

2) Zekât, malda her yıl -ihtiyacı giderilmek üzere fakir bulun­sun bulunmasın- ödenmesi gereken bir borç olarak devam eder. Normal zamanlarda nisab miktarı mala sahip olanlar zekât dışında bir ödemede bulunmak zorunda değildirler. Zekâtı ödeyip borçtan ve malın kötülüğünü kendinden uzaklaştırdıktan sonra na­file harcamalarda bulunabilirler. Zekât gibi sabit olmayan, belli bir miktarı olmayıp, ihtiyaç ve hallere, zaman ve çevreye göre değişik geçicilik vasfı taşıyan hakların yerine getirilmesi farz-ı ayın değil, farz-ı kifayedir. Mükelleflerin dindarlığına bırakılan bu haklar, gereği gibi yerine getirilmez ve fertlerin ihtiyaçlarıyla ilgilenilmezse, devlet konuya el atarak geçicilik vasfı taşıyan ve Neva'ib denen vergiler koyar. Nitekim ferdin yakınında aç, çıplak veya muztar (zora düşmüş) biri bulununca, onun ihtiyacının giderilmesi, yakınında bulunan için farz-ı ayına dönüşür. Ancak, çağımızda olduğu gibi, fertlerin ihtiyaçları yaygınlaşıp arttığında devlet ve harcamaları da bütçeye ağır geldiğinde, devlet konuya el atarak çö­züm bulmak zorundadır.

İbn Teymiyye, konuya büyük ve önemli bir açıklık ka­zandırmaktadır: “Malda, zekât dışında hak yoktur” demek, “Malda, mal olması sebebiyle zekâttan başka hak yoktur” ma­nasına gelir. Yoksa “mal olma” dışındaki sebeplerle -meselâ ak­raba, karı, köle ve hayvanların nafakası, âkıleye diyetin yüklen­mesi, borçların ödenmesi, nevaibi ödemek, açı doyurmak, çıplağı giydirmek vb. malî farzların farz-ı kifaye olarak yerine getiril­mesi- olağanüstü ve geçici bazı durumlarda malda kimi haklar bu­lunduğu konusu, prensipte tartışmalı bile değildir. Bu gibi haklar, mal sebebiyle değil, geçici bir sebeple sabit olur, ancak mal, onların farz olma şartıdır. Nitekim hac için malî gücün yeterli olması da, buna benzer. Beden haccın farz olma sebebi ise, malî gücün yeterli olması da onun şartıdır. Zekâtta da mal, farz olma sebep ve şartıdır, hatta olduğu yerde hak sahibi bulunmayınca dahi, -Allah'ın farz kıldığı bir borç olduğundan- başka bir yere gönderilmesi gerekir.” [173]

 

2- Zekât Dışında Vergi Konulması: [174]

 

Zekât Dışında Vergi Konamaz:

 

Zekât dışında vergi konulmasına karşı çıkanlar, malda ze­kât dışında hak bulunmadığını, özel mülkiyetin muhteremliğini, meks'i yeren, uşûru meneden hadislerin bulunmasını öne sürerler. Meks ve uşûr, zalim zekât memurunun uygulaması ve gayrimeşru vergilerin konulmasıdır.

 

Zekât Dışında Vergi Konabilir:

 

Ağır basan görüş, zaruret ve ihtiyaç hallerinde devletin, zekât dışında vergi koyabileceğidir. Bu görüştekiler, malda hak bulun­ması; sosyal dayanışmanın farz olması; zekâtın harcama yerleri­nin belli, devlet harcamalarının ise sınırsız oluşu; “maslahata ri­ayet edilir, mefasidin giderilmesi maslahatın celbinden öncedir, üstün mesalihin aşağı mesalihe tercihi gerekir, umumî zarar için hususî zarar üstlenilir” gibi genel prensipler; malla cihad yapılması; “vacibin kendisiyle tamamlandığı da vaciptir” esasına dayanmaktadırlar. Tarihteki uygulama da, genellikle bu görüş doğrultusunda olmuştur.

Vergi konulması için, “ihtiyacın bulunması, başka gelir kaynağının bulunmaması, vergi yükünün adaletli dağılımı, üm­metin yararına harcanması, şûra ve re'y ehlinin muvafakati” şartlarının gerçekleşmesi gerekir.

Zekât dışındaki vergilere Maliki Mezhebi “Neva'ib, Veza'if, Haraç”, Hanefî Mezhebi “Neva'ib”; Hanbeli Mezhebi “el-Kulefu's-Sultaniyye, et-Teklifatu'1-Maliyye” adını vermekte­dirler.

Bugünkü anlayışa göre, “vergilerin çoğalması, kamu hizmet­lerindeki artışın ve genişlemenin bir sonucu olduğu gibi, gelirler arttıkça vergi nispetlerinin yükseltilmesi (müterakki  vergi) de, sosyal adaleti gerçekleştirmenin bir aracı olarak kabul edilmekte­dir.” [175]

 

12. Verginin Zekât Yerine Geçmesi:

 

1- Verginin Zekâtın Mahsubu Sayılabilmesi:

 

Hz. Peygamber ve Dört Halife devrinde müslümanlar, zekat dışında bir vergi ile genellikle mükellef olmamışlardır. Daha son­raki devirlerde devletin geliri, giderini karşılamadığı için, -zaruret prensibine dayanılarak- zekât dışında bir takım vergiler ortaya çıkmış; caiz olup olmadığı, şartları.., uzun zaman tartışma konusu olmuştur. Tartışılan konulardan biri de, devlete bu nevi vergileri ödeyen müslümanm zekât mükellefliğinin devam edip etmediğidir. Başka bir deyişle, devlet zekâtı tahsil edip yerlerine sarf etme işini müslümanlara bırakmışsa ve devlet giderlerini karşılamak için müslümanlardan başka isimler altında vergiler

alıyorsa, müslüman mükellef, devlete ödediği bu vergileri zekâttan düşebilir mi? İşte bu konuda, başlıca iki görüş belirtilmiştir. [176]

 

Vergi Zekât Yerine Geçer;

 

Bazı kitaplarda, çeşitli zamanlarda Ahmed b. Hanbel, Nevevî ve İbn Teymiyye'nin verdikleri fetvaların, dış görünüşleri iti­barıyla, verginin zekât yerine geçmesi görüşünü savundukları nakledilir:

1) Hanbelî hukukçuların kitaplarında, Ahmed b.  Hanbel'den -az sonra ele alınacak olan Nevevî'nin görüşü gibi- şu görüş nakle­dilir: “Sulh yoluyla alınan toprakların yarı gelirini devlet başkanının tahsil etmesinin hükmü” sorulunca, Ahmed b. Hanbel “Onun buna hakkkı yoktur, çünkü bu zulümdür” cevabını verdi.

“Toprak sahibi elinde kalan için zekât öder mi?” diye sorduk­larında, cevabı “Mükellef zekâta niyet ettiğinde, devlet başkanının tahsil ettiği, zekât yerine geçer” şeklinde oldu. [177]

2) Nevevî de, şu şekilde bir fetva vermiştir. “Şafiî hukukçular, zulmen alınan haracın öşür yerine geçmediği konusunda ittifak etmişlerdir. Devlet başkanı, haracı, öşür yerine geçsin diye tahsil ederse, onunla farzın   düşmesi  konusunda  ihtilaf vardır. Sahih olan, düştüğü görüşüdür. Buna göre, tahsil edilen haraç, öşür mik­tarını bulmazsa eksik kısım tamamlanır.” [178]

“Öşür toprağından haraç tahsil edilmesi, öşür yerine geçer” şeklindeki görüşten, “Zekât farz olan maldan vergi tahsili de onun yerine geçer” sonucunun doğması gerekir. Zira haraç ve vergi umumî menfaatlere harcanır.

Buna, şöyle bir itiraz yapılabilir: Vergi tahsil eden hükümet­ler, onu, zekât yerine geçsin diye tahsil etmezler. Bunun için vergi, -müslüman olsun olmasın- her vatandaştan tahsil olunur. Vergiler ise -bazıları zekâtın harcama yeri olmayan- amme menfaatlerine harcanır.

3) Muhammed el-Menqur, eî-Fevâkihu'l-Adîde fi'l-Mesa'ili'l-Mufide [179] adlı eserde, İbn Teymiyye'den, “Devlet başkanının vergi (meks) adıyla tahsil ettiğini, zekât niyetiyle öde­mek caizdir.  Her ne kadar zekâtın vasıf ve özelliklerini taşımasa da, böylelikle zekât düşer” görüşünü nakletmiştir.

Bu naklin yanında, İbn Teymiyye'nin kendisine ait Mecmu-'u'l-Fetâvâ [180] adlı kitabında, “Devlet başkanlarının zekât adıyla tahsil etmediği vergiler, zekat yerine geçmez” şeklinde yukarıdakine aykırı görüşü bulunmaktadır.

Bu durumda, hangi naklin ona ait olduğu, her ikisi de ona aitse hangisinin en son görüşü olduğu konusunun açıklığa kavuşması gerekir.

Bu fetvalar, zulüm altındaki müslümanlara bir kolaylık ol­mak üzere, zekât niyeti bulunması şartıyla vergilerinin zekât ye­rine geçmesi için verilmiş olabilir.

Müslümanlara yüklenen ve ödenmesi mecburî olan âdil ver­gilerin zekât yerine geçmesi savunulmamış, aksine zekât yanında başka vergiler konulabileceğini ileri sürenler bile, bu vergilerin zekât yerine geçmediğini, bilakis her ikisinin de birlikte öde­neceğini belirtmişlerdir.

 

Vergi Zekât Yerine Geçmez:

 

Cumhur denecek şekilde hukukçuların büyük çoğunluğu, ver­ginin zekât yerine geçmeyeceğini savunmaktadır. Bunlar arasında İbn Haceri'l-Heysemî, [181] İbn Âbidin ve onun zikrettiği Serahsi [182] (Serahsi'nin görüşü, meks alanların tüccardan aldığı mal, zekât yerine geçmez, şeklindedir), Maliki hukukçulardan Uleyş, [183] Reşid Rıza, [184] Mahmud Şeltut, [185] Muhammed Ebu Zehra, [186] Ebu'l-Hasan en-Nedvî [187] gibi çok tanınan hukukçular bulunmaktadır.

Tercihe şayan görüş, -gerekçesini az sonra sunacağımız-ikinci görüştür. [188]

Böylece vergi, zekât mükellefi açısından, tıpkı bir borçmuş gibi işlem görecektir.

Devletlerin koydukları vergilerden zekâtı ayıran birçok özel­likler vardır ki, bunlar zekâta ayrı bir karakter vermekte, ona dinî bir kutsiyet izafe edip onun -diğer hiçbir vergide bulunmayan- ha­yatta, ahlâkta, kul ile Allah arasında bağ kurmada büyük rol oy­namasını sağlamaktadır.

Bu özelliklerin en açıklarından biri, farzın edasında hâkim olan iman ve yalnız Allah'tan mükâfat bekleme ruhudur ki, işte bu ruh diğer hiçbir vergide yoktur.

Zekâtı gerek zamanımızdaki ve gerek daha önceki devletlerin koydukları vergilerden, başlangıç ve sonuç itibarıyla ayıran ikinci bir özellik de Hz. Peygamber'in cevâmi'u'l-kelim (az sözle çok mana ifade etmek)den olan aşağıdaki hadisinde dile getirilmiş asıl konuluş şeklidir: “Zekât müslümanların zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir.” [189] İşte zekâtın asıl konulusu böyle idi ve kıyamete kadar da böyle kalması gerekir.

Zekâtın karakteristik özelliklerinden üçüncüsü; ihlas, tevazu, şükran borcunu ifa ve zekât verirken fakire yapılması gereken ik­ramdır ki, zekât verenin bu yüce ve ince ahlâk ve edeplerle bezen­mesi ve dinî ruhu içine sindirmesi gerekir. Çünkü Kur'ân, buna teşvik etmiş ve bu değerde olanları övmüştür. Bazan da sadaka ve­renleri, hayır-hasenat yapanları, amellerini bulandırmaktan ve başa kakıp eziyet etmek suretiyle değerini azaltmaktan sakındırmıştır. [190]

Devletlerin aldiğı -adaletli veya zalimane olsun- vergiler ise, bu ibadet ruhundan, nefis tevazuundan, ihlastan ve helal mal araştırmaktan mahrumdurlar. Hatta çok defa bu vergiler, vergi ka­çakçılığının kurbanı olur veya verenin içtenliği şöyle dursun, öfkeyle verilir, icabında anafordan vurulan mal vergi diye ödenir. İnançla ilgili olmayan her türlü işte, böyle neticeler görülebilir.

 

2- Zekât İle Vergi Arasındaki Farklar: [191]

 

Mecburilik, devlete ödenme, faydasının mükellefe dönmesi, malî olan dışında içtimaî, iktisadî ve siyasî bazı hedeflerinin bu­lunması gibi noktalarda vergi ile zekât birleşirlerse de, aşağıdaki başlıklar altında toplayabileceğimiz noktalarda birbirinden ayrılırlar;

 

Teşri Kaynağı, İcap Esası Ve Yaptırım Açısından:

 

1) Zekât malî bir ibadettir, müslüman onu imanı ve din­darlığının gereği olarak yerine getirir; vergide bu vasıflar -genellikle-  gerçekleşmez. Zekât bir yandan ibadet, öte yandan vergi manasını taşır. Klasik hukukçular, bu nokta üzerinde önemle durmuşlar, hatta aralarındaki ihtilaflar çoğu kez bu yüzden doğmuş, kimileri ilk, kimileri de ikinci özelliğe ağırlık vermişlerdir.

2) Zekât inanç açısından da, uygulama açısından da, âyet ve hadislerle, Peygamberimiz ve Raşid Halifeler'in   uygulamasıyla, İslâm'ın beş rüknünden biri olarak, müslümanlara ebediyen farz olan malî-dinî bir vecibedir.  Ona ihtiyaç bulunsun veya bulun­masın, her zaman ayırıp vermek gerekir. Vergiler ise, ihtiyaç olduğu hallerde konur, ihtiyaç kalkınca kaldırılabilir. Yani, zekât ile vergi, teşri kaynağı ve icap esası ile süreklilik ve devamlılık açısından da birbirinden ayrıdır. Kimsenin kalmadığını düşünsek bile, zekâtın harcanması, yalnızca bunlarla sınırlı olmadığından, zekât mükellefliği kaldırılamaz. Çünkü Fisebillah, İbnu's-Sebil, el-Muellefetu Kulûbuhum gibi harcama kalemlerinin uygulama alanı değişen şartlara paralel olarak alabildiğine geniştir. [192]

3) Zekâtın farz olması için, belli şartlar aranır. Bu şartlar ile verginin şartları arasında farklılık olacağı tabiîdir.

4) Zekât, müslümamn kendi devletine ödemek zorunda olduğu bir vecibedir; ancak bu, bir İslâm devleti için sözkonusudur. Zekâtı devlet almasa da, müslümamn her sene gereken yerlere ödemesi gerekir. [193] Vergide durum buna çoğunlukla benzemez.

5) Zekât, müslüman için hem maddî, hem de manevî müeyyi­delerle pekiştirilmiştir. [194] Vergi için maddî müeyyide belki bu­lunmaktadır. Ama, günümüz insanının gönüllü vergi verebi­leceğini düşünmek ve manevî-dinî müeyyidelerle desteklenmeyen vergi ile zekâtın eş tutulması oldukça güçtür.

6) Zekât sadece müslümanlara farzdır; [195] vergiyi ise hem müslümanlar, hem de müslüman olmayanlar ödemek zorundadır.

 

Hedef Ve Gaye Açısından:

 

1) Zekâtın emredilen prensipler çerçevesinde alınmadığı ve harcanmadığı devletlerde zekâtın konulmasındaki hedef ve gayeler gerçekleşemez. Vergi, bu gibi hedefler için harcanamayacağına göre, onun zekât yerine geçmesi de düşünülemez.

2) Zekâtın teşriîndeki hedef ve gaye, sosyal ve iktisadî denge­sizlikleri yokederek, toplumun bütün katlarında bu düzen ve den­geyi, sosyal güvenliği sağlamaktır. Zekât, uygulamasının tarihî gelişme çizgisi içinde, özellikle Peygamberimiz ve Dört Halife ile Ömer b. Abdilaziz devrinde bu hedef ve gayesini ger­çekleştirebilmiştir. Halbuki vergiler, sosyal güvenlik yönünden bir teminat değeri taşımamıştır. Çünkü -ilerde yeniden belirtileceği gibi- harcama yerlerinin değişik olması bu kopukluğu sonuç­landırmıştır. Devlet elde ettiği gelirlerden bir kısmım sosyal gü­venlik için ayırsa bile, bu, zekâtın harcama yerlerinden sadece bir kısmım içine aldığından, yine zekât yerine geçmez.

 

Konuları Açısından:

 

Zekât ve vergi konuları açısından birbirinden ayrılırlar. Bu açıdan baktığımızda zekâtın servet-sermaye, gelir ve kişi üzerine konulduğunu, verginin ise bunlara ilâveten gider üzerinden de alındığını yakından bilmekteyiz. [196]

 

Muafiyet Sınırı Ve Ödeme Oranı Açısından:

 

1) Zekâtın belli nisabı ve miktarı vardır; vergi nisab ve mik­tarları buna uymaz.

2) Zekât, temel ve zarurî ihtiyaçlar dışında elde mevcut nisab miktarı maldan alınır. Asgari Geçim İndirimi de denebilecek ze­kâtın bu muafiyet sınırı ile vergi konusundaki muafiyet sınırı arasında farklılıklar, hatta muazzam olabilmektedir.

3) Vergi ile zekât arasındaki nisabla ilgili farklılıklardan biri de, zekât nisabının tespitinde belli bazı esasların bulunmasıdır: Bu esaslarda nisab miktarı, belli bir rakamla dondurulmaktadır. Zekâtta asgarî geçim indirimi bu esaslar çereçevesinde tespit edi­lirken, vergide bunun için konulmuş bir esas olmadığı gibi, yıllar önce konan esasa göre, teşrî organının çalışmasının sağlıklı yürütülememesi halinde, vatandaş uzun süre vergilerin adaletsizliğine ve eziciliğine mahkûm yaşayabilir.

4) Zekâtın ödeme oranı vergiye kıyasla çok düşüktür. Bu düşük oran müslüman zengine ağır bir yük olmaz.

 

Harcama Yerleri Açısından:

 

1) Zekâtın Kitap, Sünnet ve icmayla tespit edilmiş, belli harcama yerleri vardır; bunlar ile verginin sarf yerleri   arasında farklılıklar bulunmaktadır.

2) Hz. Peygamber ve Dört Halife, zekâtı asla devletin diğer ge­lirlerine karıştırmamış, onu ayrıca tahsil etmiş ve tespit edilmiş yerlere harcamışlardı. Zekât, diğer gelirlerden farklı bir işleme tâbi tutulur ve zekâtın ödenmesinde ve dağıtımında son derece titiz davranılırdı.

3) Laik ülkelerdeki devlet giderleri ile İslâmî devletlerdeki devlet giderleri arasında önemli farklar vardır; İslâmî devlette bile vergi zekâtın yerini alamadığına göre, laik ülkelerde alamaması çok daha tabiîdir. Bu ülke vatandaşları, hem devlete, hem de dine karşı vazifelerini yerine getirmek zorundadır. Böylece vergi, bir nevi, zekâta tâbi malın karşılık tutulacağı borç olacaktır.

4) Vergi, daha çok devletin idarî işlerle ilgili ihtiyaçlarına harcanır. Zekât ise, belli sekiz sınıftan başkasına verilemez. Ze­kâtın farz olduğuna inanmayan devlet adamlarına verilecek zekât­lar, hedeften uzaklaşarak İslâm'ın aleyhine bir durum dahi arzede-bileceklerdir.

 

4. BÖLÜM DEVLETİN ZEKÂT GELİRİ

 

13. Zekâtın Devlet Gelirleri Arasındaki Yeri

 

Çeşitli yollardan devlet hazinesine giren ve onu zengin­leştiren gelirlere Devlet Geliri (amme varidatı, kamu gelirleri veya amme gelirleri) [197] denir. Bu tanıma göre, devletin gelir kay­nakları çok çeşitlidir:

 

1- Vergi Gelirleri: [198]

 

Vergi gelirleri, mükellefin müslüman olup olmamasına göre üç grupta ele alınabilir:

 

Müslümanların Tâbi Olduğu Vergiler: Zekat

 

İslâm devletinin malî yapısının temel taşı ve daimî gelir kaynağı zekâttır. Zekât, bu malî öneminden başka, İslâm'ın üze­rine oturtulduğu beş temelden biridir. Namazdan sonra müslümanlara verilen görevlerin en önemlisidir. Zekâtın bu önemi, ona/en yüksek dereceden dini bir kutsallık verir ve böylece, onun kolay, ucuz ve gönüllü olarak elde edilmesini sağlar. İslâm'ın insanlar üzerindeki nüfuzu ne kadar büyük olursa, kaçamak şansı da o ka­dar az olur.

Muayyen ölçüde zengin olanlar deve, sığır, koyun-keçi, çeşitli ziraî mahsuller, altın, gümüş, ticaret eşyası, nakit gibi mal­larından zekât öderler. Bu malların vergiye tâbi miktarı (matrahın enazına nisab denir) ile vergi nispetleri değişik olmakla birlikte, nisab yaklaşık olarak birbirine yakın, muayyen bir zenginlik ve servet seviyesidir.

 

Gayrimüslimlerin Tâbi Olduğu Vergiler:

 

Harac: [199]

 

Devletin bir başka geliri de harac'tır ve haracı araziden alınır. Alınan mahsulün muayyen bir miktarı ise harac-ı mukaseme, araziye göre tespit edilmiş bir miktar veya meblağ ise harac-ı muvazzafa adını alır. Bilhassa Osmanlılarda, mirî araziden alman haraca da “öşür, a'şar” denmesi, meşhur olmuş bir galattır.

 

Cizye: [200]

 

Ehl-i kitab olan gayrimüslimlerden alman baş vergisidir. Toprağa bağlı olmadığı için, mükellefin müslüman olması bu vergiyi düşürür. Miktarı sabit değildir; içtihada ve anlaşmaya bağlıdır. Hür ve ergin erkeklerden alınır. Akıl hastası, kötürüm, yoksul ve yaşlı kimseler ile din adamlarından alınmaz.

 

Ortak Tâbi Olunan Vergiler:

 

Gümrük Ve Geçiş Resimleri (Uşûr): [201]

 

Hz. Peygamber, vilayetler arasındaki gümrük (meks) vergi­sini kaldırdı ise de dış ticarette nıutad olan onda bir vergi devam ediyordu. Hz. Ömer, Ebu Muse'l-Eş'ari'nin yazısına verdiği cevapta yabancıların aldığı kadar gümrük vergisi alınmasını emretti. Hz. Ömer zamanında, Menbic (Hiera-polis) tüccarlarından onda bir oranında alınması hakkındaki muahedenin, kendi nevinin ilki olduğu kaydedilmiştir. Bu vergi, hem ithalat, hem de ihracattan alınır. Hz. Ömer devrindeki tatbikatta -misilleme ve anlaşma yol­larıyla alınan vergi onda bir olduğu için- adına “uşûr” denmiştir. [202] Müslümanlardan kırkta bir, zimmîlerden yirmide bir olarak tahsil edilir. Müslümanlardan alınan zekât, diğerlerinden alınan fey' [203] içinde mütalaa edilir. [204]

 

Fazladan Konulan Vergiler Ve Malî Yükümlülükler: [205]

 

Belirtilen vergiler dışında İslâm devletinin va­tandaşlarından vergi alıpalamayacağı konusu öteden beri tartışılmış ve zaruret halinde alabileceği görüşü ağır basmıştır. [206]

 

2- Vergi Dışındaki Gelirler:

 

Genel Olarak:

 

Vergi dışındaki gelirlerden başlıca devlet malları ve teşebbüslerinden satış veya kiraya verilerek elde edilen ve Patrimuan Gelirleri adını alan gelirleri, [207] istikrazlar (kamu kredisi veya devlet borçları), para ve vergi cezaları, harp masrafları ve tazmitatları, istimlaktan doğan kârlar, para basma, devletler arası yardımlaşmalar, devlete yapılan bağışlar, [208] özel gelirler ve fonları (tasarruf bonosu hasılatı gibi) sayabiliriz.

Bunlar dışında, İslâm devletinin kendine özgü gelirlerinden ganimet ve fey'i, vakıfları ve lukataları, kimsesiz ölenlerin mal­larını, mürtedlere ait mülkü özellikle ele almak gerekir.

 

Ganimet Ve Fey: [209]

 

Fey', düşmandan savaşsız olarak ele geçirilen maldır. Fey'in sarf yeri, ordunun ihtiyaçları ile fakirler, yetimler ve amme hiz­metleridir[210].

Savaşta ele geçirilen düşman mallarının beşte biri devletin olur. Bunun sarf yeri ihtiyaç sahipleri ile amme hizmetleridir. [211]

Fey' ve ganimetten Rasulullah ile onun yakınlarının da his­seleri vardı. Rasulullah, dar-ı bekaya intikal edince, bu hisse de müslümanlara kalmış oldu; çünkü onun varisi müslümanlardır.

 

Vakıflar: [212]

 

Bir kimsenin, kendi mülkünden, toplumun genel yararına olmak üzere devlet mülküne geçirdiği, menkul veya gayrimenkul bütün mallarına vakıf denir. îslâm devletinde, bu tür mallar, önemsiz bir gelir kaynağı değildir.

 

Lukata: [213]

 

Lukata, canlı veya cansız buluntu mal demektir. Lukata, sa­hibi bulununcaya kadar elde tutulur, sahibi bulunamazsa devletin olur. [214]

 

Kimsesiz Ölenin Malvarlığı: [215]

 

Mirasçı bırakmadan ölen kimsenin terekesi, mirasçısı olma­yan maktulün diyeti (kan bedeli), vasiyetnameyle malvarlığı üze­rinde herhangi bir tasarruf yapmadan ölen ve arkasında koca veya karısını bırakmayan kimsenin terekesi devlet mülkü haline gelir.

 

Mürtecilerin Mülkü: [216]

 

Ülkeden kaçıp İslâm düşmanlarıyla birleşme suretiyle zim­met akdini bozan bir zimmînin mülkü, devlet tarafından müsadere edilir. Bunun gibi; İslâm'ı bırakarak düşmanla birleşen bir müslümanın malı devlete kalır ve hazine malı haline gelir.

Sayılan gelir kaynaklarından ilk maddedekilerin çoğu Normal Gelir Kaynakları, sonraki maddedekiler de İlâve veya Düzensiz Gelir Kaynakları adını alır.

 

2. KISIM ZEKÂTIN UNSURLARI

 

5. BÖLÜM ZEKÂTIN TARAFLARI

 

BİRİNCİ AYIRIM ZEKÂTIN TARAFLARI: ZEKÂT ALACAKLISI VE ZEKÂT BORÇLUSU VEYA ZEKÂT MÜKELLEFİ

 

Namazın tabiatı ve asıl dinî vasfı, cemaatle kılınması olduğu gibi, zekâtın tabiatı ve asıl dinî vasfı da beytülmale ve ulu'l-emr'e ödenmesidir. Şu halde zekât ödeme, kişiler ile devlet arasında, bir kıymet, bir değer aktarılması demektir.

Zekâttan doğan hukukî ilişki, bir alacak-borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelmesi için, esas itibarıyla, iki ta­rafın, alacaklının ve borçlunun bulunması gerekir. Zekât ilişkisinde tarflardan biri “Zekât Alacaklısı”, diğeri de “Zekât Borçlusu veya Zekât Mükellefedir.

 

BİRİNCİ BAŞLIK ZEKÂT ALACAKLISI: [217]

 

Zekât koymak yetkisine sahip olan, kişiler ve mallar üze­rinde iradesini kullanan kamu organına Zekât Alacaklısı de­nir

Zekât alacağının esası, devletin zekât koyma yetkisine da­yandığına göre, zekât alacaklısı bizzat devlet veya onun yetkili kıldığı kamu kuruluşlarıdır.

Zekât Alacaklısı sıfatıyla devletin zekâtla olan ilişkilerini ayrıntılı olarak incelemek gerekir.

 

14. Hukuk Kaynaklarında Konunun İşlenişi:

 

Zekât, asla bir ferdî-ihtiyarî yardım ve ferde bırakılmış bir mükellefiyet değildir. O, devletin kontrol edeceği ve zekât ödeme­leri farz olanlardan tahsil etmek ve gereken yerlere dağıtmak suretiyle sadece bu fariza ile uğraşan düzenli bir idarî mekanizmanın yürüteceği içtimaî, iktisadî, malî ve hukukî bir müessesedir:

 

1- Kur'ân-ı Kerîm:

 

Kur'ân-ı Kerîm'de vergi teşkilatına dair delil olma konu­sunda, Tevbe: 9/60 âyetinde rastladığımız “zekât memuru (âmilûn)”, yani vergi işlerinde çalışan kimseler şeklindeki ibare­siyle bu âyet, başlıca üç özellik taşımaktadır:

1) Vergi işleriyle uğraşanların mevcudiyeti kabul edilmekte­dir,

2) Bunların toplanan vergiler üzerinde maaş şeklinde bir hakka sahip olduğu açıklanmaktadır,

3) Ayetin başındaki  “sadakalar” tabirinin devletin hususî memurlar marifetiyle toplattırdığı tarifine uygun vergi  olduğu anlaşılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de yine aynı Tevbe: 9/103 âyetin de, mekkî olan En'am: 6/199 âyetinde Peygamberimize bir kısım malları al­masına (tahsil etmesine) dair verilen selahiyetin tafsil edildiğini görmekteyiz. Bu sonuncuya göre, Hz. Peygamber'e “mallardan sa­daka olarak” bir kısım alması ve veren kimseye dua etmesi emrolunmaktadır. İşte Hz. Peygamber, mükelleflerin artması, toplanan vergi miktarının çoğalması neticesindedir ki, bu işle uğraşacak vazifelileri tayin etmeye başlamış oluyordu. Bu vazifelilerden bir kısmı devlet merkezi olan Medine'de sözkonusu malî meseleldrin naili için istihdam edilmiş ve bir kısmı da Medine dışına, taşraya tahsilat ve hatta dağıtım için gönderilmiş bulunmaktadır. Âyet­lerde geçen “sadaka” tabirleri, Cumhur tarafından “zekât” olarak yorumlanmıştır ve bu hitap, Hz. Peygamber ile ondan sonra müslümanlarm işlerini idare edenlerin hepsine aittir. [218] Nitekim, Hz. Ebu Bekr devrinde zekât ödemek istemeyenler, bu âyete dayanarak, hitabın sadece Hz. Peygamber'e ait olduğunu iddia etmişler, ancak bu tefsir sahabece kabul edilmemiştir.

 

2- Sünnet:

 

Sözlü Sünnet:

 

1) Hz. Peygamber, Yemen'e gönderdiği Mu'az b. Cebel'e şöyle demiştir:  

“Onlara, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan bir sadakayı Allah'ın kendilerine farz, kıldığını bildir. Eğer bunu kabul ederlerse, mallarının kıymetlilerinden sakın ve maz­lumun bedduasından kork! Zira, Allah ile   mazlum arasında duanın kabulüne engel olacak bir perde yoktur.” [219]

Bu hadiste, devletin zekât memuru olan Mu'az b. Cebel'e, zen­ginlerden zekât tahsili ve onu dağıtma yetkisi tanınmıştır.

İbn Haceri'l-Askalanî ve eş-Şevkanî'nin belirttiğine göre, bu hadisten, zekât tahsil ve dağıtma işini bizzat yapması veya vekiline yaptırması İslâm devlet başkanına ait bir vazife olduğu sonucu çıkarılır, vermeyen olursa zekât cebren tahsil edilir. [220]

2) Amillerin gönderilmesi konusunda olduğu gibi, kimlerin, hangi maldan ve ne kadar zekât ödeyeceğini açıklayan birçok ha­dis bulunmaktadır. [221]

 

Uygulamalı Sünnet:

 

Zekâtla ilgili sözlü sünneti, uygulamalı sünnet de destekle­mekte ve konuya önemli bir açıklık kazandırmaktadır. Bu uygu­lamalarda Hz, Peygamber, birçok sahabeyi tespit, tahakkuk, tahsil, muhafaza ve tevzi konularında zekât memuru olarak vazifelendirmiştir, kimini Medine'de, kimini de taşrada istihdam etmiştir. [222]

Hz. Peygamber, zekât memurlarına gerekli bilgileri verir, yumuşaklık ve tatlılıkla davranarak ve Allah hakkının alınmasında laubalilikten uzak kalarak, kolaylık gösterilmesini emir ve tavsiye eder, ammeye ait maldan çok az   da olsa sakınmalarını öğütler, dönüşte de onlardan muhasebesini isterdi. Mal sahiplerinin de aynı şekilde zekât memurlarına görevleri ko­nusunda yardımcı olması, kolaylık göstermesi en tabiî bir durum­dur.

 

3- Sahabenin Fetvaları:

 

Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Ömer, Ebu Hureyre, Ebu Sa'id el-Hudrî, Mugire b. Şu'be gibi sahabenin önemli temsilcileri, kendile­rine yöneltilen çeşitli sorulara verdikleri cevaplarda, mükellefle­rin zekâtını bizzat dağıtmasını uygun görmemiş, zekâtın devlete ödenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Ayrıca Râşid Halifeler de bu şekilde uygulamada bulunmuşlardır.

Şu halde, Hz. Peygamber ve ilk Halifeler'in, ülkenin hemen her tarafına muntazam olarak zekât memurları göndermeleri ve bunu asla ihmal etmemeleri, zekâtın devletin idare ettiği bir mües­sese olduğunun uygulamaya yansımasıdır. Emevîler devrinde İslâm devletinin idarecilerinde bazı gayrimeşru davranışlar gö­rülmesine rağmen sahabe, zekâtın devlete verilmesi görüşünde ısrar etmiştir.

Zekâtın toplanıp sarfedilmesinde devletin aracılığına şu nok­talarda ihtiyaç vardır:

1) Din ve merhamet duyguları zayıflamış bazı kimseler, kendi hallerine bırakılınca bu hakkı ödemeyebilirler.

2) Fakirin bu hakkını devletten alması, haysiyet ve şahsiyetinin incinmemesi bakımından daha uygundur.

3) Zekâtı fertlerin doğrudan fakirlere ödemesi halinde, bazı fakirler ihtiyacından fazla zekât alırken, bazıları bundan mahrum kalacaklardır.

4) Allah yolunda ve gönülleri kazanılacak olanlar gibi bazı sarf yerlerini takdir etmek, ferdi aşan bir saha olmaktadır.

Zekâtı devlet idare etmekle bilikte, toplama ve dağıtma işinde nasları aşması mümkün değildir. Bu sebeple, zekâtın bütçe ve ha­zinesi, beytülmalin diğer fasıllarından ayrı tutulacak; cizye ve ha­raç, ganimetler ve sahipsiz mallara ait beytülmaller yanında, dör­düncü olarak bir de zekât beytülmali bulunacaktır. [223]

 

15. Zekât-Devlet İlişkilerinin Tarihi Gelişmesi:

 

Zekât-devlet ilişkilerinin tarihî gelişmesini, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin devirlerindeki uygulamalara göre ele alabiliriz:

 

1- Hz. Peygamber Devri:

 

Mekke Safhası:

 

Mekke safhasında, esasen En'am: 6/199 âyetiyle Hz. Peygamber'e müslümanların mallarından bir kısmını tahsil etme yetkisi verilmiştir. Ancak âyetin azamî tatbikatı, kendisine malî mükelle­fiyet oîarak getirilen malları alması ve bunları Kur'ân-ı Kerîm'de gösterilen yerlere sarfetmesı şeklinde olmuş, ondan ileri git­memiştir. Nazil olan âyetlerin gösterdiği şekilde hareket eden mü’minler, mükellef oldukları malî konularda evvelemirde ferdî ola­rak hareket ediyorlardı. Müslümanlar mevcut bir devlet içinde yaşadıklarından dışarıya seslenemiyordu. Bu sebeple ilerki de­virde mükemmel hale kavuşacak olan devlet teşkilatı ve ona bağlı olarak zekât teşkilatından, belki henüz tam manasıyla sözetmek mümkün değildi.

M. Hamidullah [224] ve M. A. Manan, [225] Mekke safhasında ze­kâtla ilgili bir teşkilat bulunmadığı fikrindeyken, S. Tuğ [226] aksi fikri müdafa ederek bu devirde de teşkilat bulunduğu tezini benim­semektedir. Çünkü Hz. Ebu Bekr, Medine'ye hicreti müteakip, henüz Sunuh'ta ikamet ederken fakirlere tahsis etmeyi düşündüğü kendi mallarından bir kısmını muayyen, kilitli bir yerde ayrıca toplu­yor, kendi şahsî kullanımından tamamen ayrı olarak, ihtiyaç ve lüzum halinde, bunları âyetlerde gösterilen yerlere tevzi ve tahsis ediyordu. [227] Hz. Ebu Bekr'in hicretin ilk yıllarında ferdî de olsa gerçekleştirdiği bu teşebbüs, ilerki devirde Beytülmal adı altında bir amme müessesesi haline gelecek ve nihayet Hz. Ömer za­manında idarî esaslara dayanan Divan adlı mükemmel bir teşkilata kavuşacaktır. Fakat Hz. Ebu Bekr'in bu yeri kendisinin mi kurduğu, yoksa Hz. Peygamber'in emriyle mi kurduğu konusu kesin olarak açıklığa kavuşmamaktadır. Ancak, İslâm öncesi Mekke şehir-devleti, bu gibi malî konularda kollektif hareket etme alışkanlığına yabancı değildi. Bu örnek, Hz. Peygamber'i böyle bir tatbikatta bulunmaya yöneltmiş olabilir. [228]

Ayrıca iki yıllık halifeliği müteakip vefat eden Hz. Ebu Bekr'in yerine geçen Hz. Ömer'in bu odada ne miktarda mal olduğunu resmen tespit maksadıyla bir heyet teşkil etmesine ve bu teşebbüsün bilhassa Hz. Ömer zamanında -az önce belirtilen şekilde- bir amme müessesesi haline dönüşmesine [229] bakılacak olursa, henüz Hz. Peygamber sağken bile Hz. Ebu Bekr'in idaresinde bulunan bu ma­hallin umumî olduğu ve burada müslümanların sadaka olarak tes­lim ve tevdi ettiği malların toplandığı ye buradan tek elden ihtiyaç sahiplerine devlet eliyle tahsis edildiği neticesine varılabilir.

 

Medine Safhası:

 

Medine'ye hicretten sonra, gerek Medine ve çevresinde, ge­rekse Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinde müslüman nüfus ve dolayısıyla ödemeler artmaya başlayınca, malî müesseselerin or­taya çıkma zarureti belirdi. Hz. Peygamber, devletle ilgili muamele ve tasarruflarda yazı ve yazıcılar kullanmıştır. Bu uygulama malî konularda da böyle olmuştur. Medine'de istihdam edilen ve toplanan sadakaların kayıtlarını tutan bazı vazifelileri bilebilmekteyiz. [230]

Aslında Kur'ân-ı Kerîm'deki Teybe: 9/60 âyeti ile Tevbe: 9/103 ve el-En'am: 6/199 âyetleri, zekât teşkilatı kurulmasını gerektirir. [231] İşte Hz. Peygamber, mükelleflerin artması, toplanan vergi miktarının çoğalması neticesinde bu işle uğraşacak vazifelileri ta­yin etmiştir.

 

2- İlk Halifeler Devri:

 

Hz. Ebû Bekr Devri:

 

Zekâta tâbi mallar ve ödenecek zekât miktarı hakkında Hz. Peygamber'in ilgili vazifelilere gönderdiği mektupları, Hz. Ebu Bekr tarafından saklanmış ve halifeliği sırasında bunlar esas alınarak hareket edilmiştir. Esasen, Hz. Ebu Bekr'den sonra gelen üç raşid halife de bu yolda yürümüştür. [232]

Hz. Peygamber'in vefatından sonra Arap kabilelerinden pek çoğu İslâm'dan dönmüş ve zekât vermekten kaçınmışlardı. Ayrıca, mürtedler toplanarak, Medine'yi ellerine geçirmeyi plan­lamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, hazırlıklara başladı ve onları itaate mecbur edecek kesif faaliyetlerde bulundu. İslâm'dan çıkan gruplarla harbetti ve onları ya teslim olmaya ya da evet deyip boyun eğmeye mecbur bıraktı. Böylece bazıları tekrar imana geldi. Bir kısmı da, namaz kılmayı kabul etmekle beraber, zekât vermekten kaçındılar ve Hz. Ebu Bekr'in bu esaslarla hareket etmesi için teklifte bulundular. Fakat Halife, zekât vermekten kaçınmayı ibadetsizlik olarak görüyor ve bir takım kimselerin zekâttan kaçmakla, devletin ayakta duramayacağını biliyordu.

Sahabeden bazıları ilk önce Ebu Bekr'e karşı çıkmışlarsa da, o fikrinde ısrar ediyor,

“Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber'e verdikleri bir deve yularını bana, vermekten kaçınırlarsa, sırf bu­nun için bile onlarla çarpışabilirim. Allah'a yemin olsun, sizin he­pinizden ayrı ve tek bir fert olarak kalsam bile, onlarla ölünceye veya gayeme ulaşıncaya kadar harbedeceğim” diyordu, önceleri Hz. Ömer bile, karşı çıkanlar arasındaydı. Bunu gören Hz. Ebu Bekr, onun sakalını tutarak öfkeli öfkeli şöyle demişti:

“Anasız kalasın ey Hattab'ın oğlu! Sen ki cahiliye devrinde cesurdun, şimdi İslâm devrinde korkak mı oldun?”

Hz. Ebu Bekr, Allah, muhaliflerinin kalplerine kendi fikrini ilham edinceye kadar durmadı, dinlenmedi ve Hakk'ın sesini haykırdı. Neticede hep beraber, namaz için savaştıkları gibi, zekât için de savaştılar. [233] Esasen, onun bu uygulamasını destekleyen hadisler de bulunmaktadır. [234]

 

Hz. Ömer Devri:

 

Ha. Ömer devlet teşkilatını geliştirmiş, bu arada zekâtla il­gili yepyeni uygulamalarda bulunmuştur. [235] Devletin malî işlerini yürütmek üzere Divan sistemi içinde bir bölümü zekâta ayırmıştır. Zekâtın ödenme yerlerinden el-Muelîefetu Kulûbuhum (kalbleri ısındırılacaklar) sınıfını kendi devrindeki şartlara bağlı olarak kaldırmış, [236] zimmîlere zekât ödenebileceğini savunmuş ve uygulamaya koymuştur. [237] Ayrıca borçlulara ikraz (kredi) servisi ve kâr ile zararı ortak olmak üzere ortaklık müessesesi kurulmuştur. [238] Beytülmalde başka dinlerdekileri, bu arada Rumları istihdam etmiştir. [239] Ayrıca onun getirdiği yeniliklerden ikisi, önceleri zekâtın dışında tutulduğu halde atlardan zekât tahsil edilmesi [240] ve balıkların zekâta konu olmasıdır. [241]

 

Hz. Osman Devri Ve Sonrası:

 

Hz. Osman'ın halifeliği sırasında, sahabenin ellerindeki mallar çoğalmış ve hazine zekât geliriyle dolup taşmıştı. Bunu gö­ren halife, yalnız açık mallardan [242] zekât toplamaya karar verdi. Onun bu uygulaması, teftiş mahiyeti arzetmesin ve aynı zamanda zenginler yorulup usanmasınlar diye gizli malların [243] zekâtını ödeme konusunda müslümanlara -onları vekil kılarak- selahiyet tanımış, onları dindarlıkları ve vicdanları ile başbaşa bırakmıştır. Bu türlü davranışa, bilhassa kendi fakir akrabasına zekâtıyla yardım etmek isteyenlere imkân tanımak düşüncesi de hâkimdir. [244]

Hukukçulardan, Hz. Osman'ın bu hareketini, Hz. Peygamber ve ilk iki halifenin uygulamasına uygun bulmayanlar da bulun­maktadır. Bu sebepten, onun uygulamasıyla ilgili olarak, “şayet mal sahiplerinin zekâtını vermediklerini tespit etseydi, zekâtı dev­lete ödemeleri için zor kullanır ve dağıtımı kendi üzerine alırdı” görüşünü benimsemişlerdir. Ayrıca, Hz. Osman zamanında ülke alabildiğine genişlemiş, müslümanlar çoğalmıştır. Bu sebeple, ze­kâtın hükümet memurları tarafından tahsil edilmesi, bir takım güçlüklere ve yolsuz hareketlere sebebiyet vermiştir. Gelişmenin bu şekilde olması üzerine, gizli malların zekâtını ödemek mükelleflerin dindarlığına bırakılmıştır.

Hz. Osman, gerçekte esas prensipten ayrılmamış, fakat ze­kâtın uygun bir zamanda ve şekilde verilmesi meselesinde mükel­leflere kolaylık sağlayan bir tasarrufta bulunmuştur. [245]

Hz. Osman'ın bu uygulamasını değişmez olarak kabul eden hukukçular da bulunmaktadır. Oysa onun bu uygulaması kendi şartları içinde çok haklı bir uygulama olmakla birlikte, şüphesiz ki bağlayıcı değildir. Fakat Hz. Osman'ın bu uygulamasının ilerki yıllarda değişmez olarak benimsenmesi, zekâtın devlet tarafından idare edilmesini büyük çapta sarsmış ve sonuçta belki de devlet tarafından idare edilmesini büyük çapta sarsmış ve sonuçta belki de zekât-devlet ilişkisi tamamen kopmuştur, denebilir.

Hz. Peygamber ve Halifeler devrinden sonra zekât uygula­ması, yakın zamanlara kadar genellikle bu şekilde süregelmiştir.

Bu tarihî gelişme çerçevesinde zekât, -âyetin belirttiği pren­sibe uygun olarak- devlet gelirleri ve giderleri arasında daima ayrı bir statüye ve organizasyona sahip olmuş, öteki gelirler ve giderlerle kesinlikle  karıştırılmamıştır.

 

16. Zekâtın Devletçe Tahsili Ve Bunun Sonuçları:

 

1- Zekâtın Devlete Ödenmesi:

 

Hz. Osman'ın sözü edilen tasarrufu karşısında, müctehidler, iki çeşit malın zekâtının devlet aracılığıyla mı, yoksa doğrudan mükelleflerce mi ehline verileceğinde farklı görüşler benim­semişlerdir:

 

Zekâtın Normal Şartlarda Devlete Ödenmesi:

 

Devlete Ödeme Konusunda Serbestlik Tanıyanlar: [246]

 

Hanbelî Mezhebi, Nehaî, el-Hasenu'l-Basrî, Mekhul, Sa'id b. Cubeyr ve Meyimin b. Mihran'a göre, zekâtı devlete ödemek caizdir, bununla birlikte devletin de tahsil selahiyeti bulunmaktadır. Bu konuda açık ve gizli mal, devlet başkanının adaletli veya zalim olması dikkate alınmaz. Mükellef devlete zekâtını ödeyince -sonrası ne olursa olsun- borçtan kurtulur. Mükellef, bizzat kendisi de zekâtını hak sahiplerine ödeyebilir.

Hanbelî hukukçular, müstehap ve efdal olan ödeme tarzı ko­nusunda ayrı görüşler belirtirler:

1) Mükellefin bizzat tevzii, zekâtın hak sahibine yakınen ulaşmasını sağladığmdan müstehaptır. İbn Hanbel'den “Bizzat mükellefin ödeme yapmasının caiz olduğu” nakledildiği gibi, “Ziraî ürünlerin devlete, diğerlerinin mükellefçe hak sahiplerine ödeneceğinin efdal olduğu” görüşü de nakledilir

2)  İbn Ebî Musa, Ebu'l-Hattab ile Şafîî Mezhebine göre, adaletli devlet başkanına zekât ödemek efdaldir.

 

Zekâtın Devlete Ödenmesini Savunanlar:

 

Bu konudaki görüşler, ödemenin şartlı veya kesin olarak devlete yapılması noktalarında toplanmaktadır:

 

Ödemenin Şartlı Olarak Devlete Yapılması:

 

I. Açık Malların Zekâtının Devlete Ödenmesi:

 

a) Hanefi Mezhebine göre, [247] açık malların zekâtının tahsil ve tevzi mükelleflere değil, -koruyucu olması dolayısıyla- devlete aittir. Gizli malların zekatını ödemekse, vekaleten mükelleflere bırakılmıştır. Aslında, onların da tahsil ve dağıtım selahiyeti dev­letin elindedir. Onların bu vekaleti, devletin selahiyetini ortadan kaldırmaz. Bu sebeple, devlet herhangi bir yerde mükellefin zekât ödemediğini tespit ederse, bu farzın yerine getirilmesini sağlaması gerekir. Mükellefler, gizli malların zekâtını ödüyorlarsa, devlet onlara -icmaa aykır. olacağından- müdahale etmez. Gizli malın zekâtını devlete ödemek isteyenin bu ödemesi kabul edilir. Devletin açık malların zekâtını tahsil edebilmesi için başlıca üç şart aranır:

1) Devletin Koruması Altında Bulunmak: Mallar, devlet'in koruması altındadır. Bir yere isyankârlar hâkim olur ve zekât, gümrük vergileri ve haracı tahsil ederlerse, bunlara karşı savaş açıp zafere ulaşan devlet başkanı, bu yer mükelleflerinden yeni bir tahsil hakkına sahip olamaz; zira devlet koruması dışında kalmışlardı. Bununla birlikte, kimi hukukçulara göre yeniden ödeme yapmaları tavsiye edilmelidir; ancak kimilerine göre ha­racı yeniden ödemeleri gerekmez.

2) Zekâtın Farz Olması: Zekâtın tahsili için malın ilgili yerde incelenecek olan şartlan taşıması gerekir. [248]

3) Malın Açık ve Mükellefin Hazır Olması: Gizli malların zekâtını mükellef öder. Mal açık olur, mükellef hazır bulunmazsa zekât tahsil edilemez. Bu cümleden olarak, memur tahsile gidince, mükellef “o benim değil, yılı dolmadı, borcum var”  derse, yeminle birlikte mükellefin sözü kabul edilir.

“Başka bir memura ödedim” der ve o yıl başka bir tahsildar da gönderilmemişse, sözü kabul edilmez, tahsil yoluna gidilir. Başka bir memur gönderilmiş se yeminle birlikte sözü kabul edilir; bazıları Ebu Hanife'den belgesiz olunca kabul edilmemesi görüşünü nakleder.

“Fakirlere ödedim” derse devletin yetkisini çiğnediği için tahsil yoluna gidilir; eş-Şâfîî'ye göre hak sahiplerine ulaştırdığı için yeniden tahsil yapılinaz. Bu hükümler gümrük vergileri ve zimmîler için de geçerlidir.

b)  Şafîî Mezhebine göre, mükellef, gizli malların zekâtını kendisi ödeyebilir. Bununla birlikte, devlete ödemesi de kabul edi­lir. Devlet ödemeyenleri, ya “öde”, ya da “bana ödemeye mecbur­sun” şeklinde ikaz eder görüşleri varsa da, esah olan mükellefi ödemeye mecbur edeceğidir. Açık malların zekâtının mükellefçe ödenmesi konusunda iki görüş bulunmaktadır: Ezhar ve yeni görüşe göre caizdir. Kadim görüşe göre ise caiz değildir, bilakis adaletli devlet başkanına ödeme yapmak vaciptir; devlet başkanı zalim olursa, bir görüşe göre ödemeyi ona yapmak caiz olup vacip değildir,  esah görüşe göre yine de ona ödemek vaciptir. Devlet başkanı açık malların zekâtını tahsil etmek istediğinde ödemeyi ona yapmak vaciptir. Ödeme yapmaktan kaçınırlarsa, kendilerine savaş açılabilir. Kendilerinin ödeyeceğini ileri sürerler ve bu du­rumda devlet başkam istemez ve zekât memuru da gelmezse, me­murun geleceği ümit edildikçe ödeme geciktirilir; ümit yoksa bizzat ödeme yapılır. [249]

c) Ebu Ubeyd'e göre, gizli malların zekâtını mükellef öder. Bu konuda devlet, onlara tıpkı namazda olduğu gibi güven duyar. Açık malların zekâtını ise mutlaka devlet tahsil eder. Bu konuda mükel­lef, serbestçe hareket edemez. Böyle bir davranışta bulunursa, yeni­den ödeme yapmak zorunda kalır. Ebu Bekr'in hayvanların zekâtı için savaşıp, altın ve gümüş için savaşmayışı, bu konuda bize delil olmaktadır. [250] Ebu Ubeyd'in bu görüşlerinin zalim devlet idareci­lerinin ortaya çıkmasından sonra olduğu unutulmamalıdır.

1971 tarihli Libya Zekât Kanunu (m. 34) ile Sudan Zekât Ka­nunu (m. 31), Hz. Osman'ın yaptığı uygulamayı benimseyerek, nakit ve nakde benzer servet ile ticaret malları ve gayri menkul ser­maye iradı gibi batını mallara ait zekâtın mükellef tarafından ilgili kişi ve yerlere ödenmesini, ama mükellefçe gönüllü olarak ze­kât işleri genel müdürlüğüne de ödenebileceğini öngörmüştür. Za­hir mallar arasında sayılan ziraî ürünler ve hayvanlara ait zekâtın ise [251] bizzat zekat işleri genel müdürlüğüne ödenmesini, ödenmediği taktirde icra yoluyla tahsilini emretmiştir. [252]

 

II. Devlet Başkanının Adaletli Olması Şartıyla Ödemenin Devlete Yapılması:

 

a) Maliki Mezhebine göre, tahsil ve tevzi konusunda adaletli devlet başkanına zekât ödemek vaciptir. Zekât dışındaki konularda devlet başkanı zalim de olsa hüküm aynıdır, ancak Dusûkî'ye göre mekruhtur. Devlet zekât ödemesini istediğinde, mükellefin bizzat ödeyeceğini ileri sürmesi dikkate alınmaz.  Bazı malikî hukukçu­lara göre, zekât dışındaki konularda zalim devlet başkanına zekât ödemek mekruhtur. Bazılarına göre, nakit vb.'nin zekâtı mükellef­ler tarafından ödenir. İbnu'l-Macişûn, bu son görüşü; fakir ve mis­kinlere ödeme halinde geçerli olup, diğer sınıflar için geçerli ola­mayacağı şeklinde yorumlar. [253]

Malikî Mezhebi teorik olarak yapılan, açık ve gizli mal ayırımını kabul etmez. Bu mezhep, başka bir aşırı düşünceyi savu­nur ve zekâtı mal sahiplerinin kendilerinin dağıtmalarını salık veren Şafiî Mezhebine karşı bütün malların açıkta olduğunu kabul eder. Böylece, mükelleflerin açık ve gizli malları üzerindeki bütün zekâtlarını devlet başkanına vermeleri gerektiği sonucuna varır. [254]

b) Sevrî, Şa'bî, Ebu Ca'fer ve Atâ'ya göre, devlet başkanı hak sahiplerine ödeme yapmıyorsa, ona zekât ödenmez. [255]

 

Ödemenin Kesin Olarak Devlete Yapılması:

 

a) Abdullah b, Amr, İbn Ömer, Cabir, Sa'd b. Ebi Vakkas, Enes b. Malik, Ebu Katade, Ebu Sa'id el-Hudrî, Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Ata, Mekhul, Evzaî ve Mücahid'e göre, mükellef, zekâtlarını mutlaka müslüman devlete ödemek zorundadır. Devlet tahsil ve harcamada hata yaparsa, mükellef bundan sorumlu olmayıp, Allah katında mükâfatını görür, böyle bir durumda sorumluluk ilgililere ait olur. [256]

b) Zeydiye Mezhebine göre, bütün malların zekâtını tahsil et­mek devlet başkanının vazifesidir. Adaletli devlet başkanı bulun­dukça ve zekâtın ödenmesini istedikçe, mükellef zekâtını hak sa­hiplerine bizzat dağıtamaz. Buna   rağmen, mükellef kendisi doğrudan ödeme yaparsa, bu, geçerli olmayıp, -konuyu bilmese bile yeniden ödeme yapar. Bazı zeydî hukukçular, mazeret kabul edil­meyen bilgisizliğin icma edilmiş konularda olup, ihtilaflı konularda bulunmadığını benimser. Meselâ, bütün malların zekâtının devlete ödeneceği konusunda ihtilaf vardır. Bu sebeple, bilmeden bizzat ödeme yapmak borcun düşmesi için yeterlidir. Fakat çoğunluğa göre, bu görüş imam tarafından bir talep bulunmayınca geçerli olur. Devlet, başkanı bulunmaz veya bulunduğu halde, mükellef başka yerde olursa, mürşid (akıllı ve baliğ) kimseler bizzat; çocuk, deli, baygın ve mefkudun ise velileri zekâtlarını hak sahip­lerine dağıtır. Bu mezhep, hayvanları, ziraî ürünleri, fitreyi, haracı ve ganimet payının beşte birini açık; altın, gümüş ve ticaret mallarını gizli mal kategorisinde ele alır. [257] Devlet harcama yerlerini mükelleften daha iyi bilir. Mükellefin devlete ödeme yapması, onu hem kanunen, hem de diyaneten borçtan kurtarır. Fakire doğrudan ödeme yapması ise, kanunen borçtan kurtarsa da, diyaneten kurtarmayabilir. Zira ödediği kişi hakkında bilgisi olmadığından, ehil olmayana ödemesi muhtemeldir. Ayrıca, devlete ödeme, ihtilaf ve töhmetten de kurtarır.

c) İbazîlere göre, -imam zahir olunca- zekâtın tahsil ve tevzii ona ait olup, zengin bizzat ödeme yapamaz, yaptığı takdirde yeniden ödeme yapmak zorundadır.

Bazı ibazî hukukçulara göre, devletçe izin verilmese de, öde­meden sonra devletçe bu ödemenin tasdik edilmesi  halinde de aynı hüküm geçerlidir. Diğer bazı ibazi hukukçular ise, devlet ödenme­sini istemedikçe, mutlak olarak bu ödemenin geçerli olacağını, an­cak -mükellefin ödediğini bilse de- ödeme yapılmasını isteyince, yeniden ödeme yapılacağını ileri sürer. [258]

Yusuf el-Kardavî, bu görüşleri belirttikten sonra, ittifak ve ih­tilaf noktaları açısından bir değerlendirme yapmaktadır: [259]

 

a) İttifak Noktaları:

 

(1) Hanefi Mezhebinin belirttiği gibi, devlet, özellikle öde­meyenlerden her çoşit malın zekâtının ödenmesini isteyebilir. Bu sebeple, ihtilaf, devletin ödeme yapılmasını istememesi ha­linde sözkonusudur. Böyle bir istekte bulunma yetkisi ise, icma ile sabittir.

(2) Devlet, zekât tahsil ve tevziini ihmal eder ve ödeme yapılmasını istemezse, bu, mükelleften zekât borcunu kesinlikle düşürmez, onun bizzat ödeme yapması gerekir. Herhangi bir idareci, -icma ile zekâta tâbi malların zekâtı konusunda- sizden zekâtı affettim” dese bile, onun bu sözleri dikkate alınmaz, ödeme mükelleflerce doğrudan yapılır.

 

b) İhtilaf Noktaları:

 

(1) Hukukçuların ihtilaf ettiği en önemli nokta, gizli mal­ların zekâtının tahsil ve harcamasının devlete mi, yoksa mü­kellefe mi ait olduğudur.

(2) Üzerinde durulan meselelerden birisi de, zekâtı alan devletin ve devlet başkanının dinî durumudur. Fukahanın ifa delerinden anlaşılan odur ki,  İslâm devletini idare edenler diğer mevzularda haksız ve gayrimeşru tasarruf ve dav­ranışlarda bulunmakla beraber, zekâtı toplayıp dağıtma işinde dürüst davranıyorlarsa, bunlara zekât verilir. Zekâtı yerine sarfetmiyorlarsa verilmez, gizlenir; eğer cehren, (açıktan) alırlarsa, Cumhur'a göre yeniden ehline verilmesi gerekir.

Yusuf Kardavî, -ilgili görüşlerle, Hz. Peygamber, Raşid Halifeler'in uygulaması ve sahabenin fetvalarını gözönünde tutarak- bu konuda kendi görüşünün, tıpkı aslındaki gibi açık veya gizli ayırımı yapmadan, her çeşit malın zekâtının devlete ödenmesi ge­rektiği tarzında olduğunu belirtir. Hz. Osman'ın uygulaması, bağlayıcı bir nitelik kazanmayıp, zaruret ve kolaylık gibi, çeşitli hal ve şartlara göre bazan zekâtın mükelleflerin dağıtımına bırakılacağını gösterir. Ama asıl olan, devletin zekâtı tahsil ve tevziidir. Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf ve Abdurrahman Hasan da bu görüştedir. [260] Bu sonuca göre, müslüman devletlerin zekâtı her yönüyle organize edebilmek için, özel bir idarî mekanizma oluşturması gerekir.

Yusuf Kardavî, zekâtın devletçe tahsili halinde -ziraî ürünle­rin zekâtı için tahminde bulunurken yapıldığı gibi- ödenecek zekât miktarının 1/3 veya 1/4'nin, mükellefin kendi ödemesine bırakmanın doğru olacağını belirtir. Böylece onlar, kendi bilgi ve tercihlerine göre, muhtaç akraba ve komşularına yardım imkânı bulacaklardır. Bu esasın benimsenmesiyle, çözüm yollarına uygun şekiller uygulama alanına sokulmuş olur.

Yusuf Kardavî'nin açıklamasına göre, yukarıdan beri sözü edilen devletle, -cüz'i hükümlerde aykırı davransa da- egemenliği için islâm'ı esas alan, onu devleti için anayasa, sosyal, iktisadî, siyasî ve kültürel işleri için sistem olarak benimsemiş müslüman devlet kastedilmektedir. İslâm'ı inkâr ederek, doğu veya batı sis­temlerini benimseyen devletlere kesinlikle zekât ödenemez. [261]

Suudi Arabistan'da yayınlanan zekât kararnamelerinde, na­kit ve ticaret malı için beyan edilen zekâtın yansının mükellef ta­rafından hak sahibi yoksul ve muhtaç akrabaya ödenmesine izin verilmiştir. 1950'den beri zekât tamamen devlete ödeniyordu. Necd ve Hicaz'daki halkın şikâyet ve talepleri üzerine 1957 yılında, na­kit zekâtın bir kısmının doğrudan mükellefçe ödenmesine izin ve­rilmiştir. Daha sonra, 1382-1383'te, kişi ve şirketlerin zekâtlarını tamamen devlete ödemesi kararlaştırılmıştır. Nihayet, 1396'da çıkarılan bir fermanla, sadece nakit ve ticaret zekâtının yarısının mükellefçe ilgili kişi ve yerlere ödenmesine izin verilmiştir. Şirketler bu iznin dışında bırakılmıştır[262].

Mısır'da hazırlanan 1983-1984 tarihli zekât kanunu tasarısı (m. 22) da, beyan edilen zekât miktarının % 25'i geçmeyen kısmının, mükellef tarafından hak sahiplerine ödenmesine izin vermiştir[263].

Bu görüş ve uygulamalara karşılık, zekâtın tamamen ilgili kamu kurumuna veya kuruluşuna ödenmesi gerektiği görüşünü savunanlar da vardır. Bunlardan biri olan Osman Huseyn Abdul­lah'a göre yoksul akrabası veya tanıdıkları olanlar, zekâtlarını öderken, bu muhtaç kişileri zekât kuruluşuna bildirmelidirler. [264]

Kuveyt'te kabul edilen 1982 tarihli zekât kanunu, tüzel kişiliği ve müstakil bütçesi bulunan zekât fonuna gönüllü ödeme yapılmasını öngörmüştür. [265]

 

Zalim Devlet Başkanına Zekât Ödeme: [266]

 

Mutlak Olarak Caiz Olması:

 

Müslüman devlet, devamlı olarak bir ihtiyaç içindedir. Bu se­beple, devlet başkanı zalim de olsa, ona zekât ödenir. Bununla bir­likte devlet başkanına halini düzeltmesi için, öğüt verilir ve tavsi­yelerde bulunulur. Zekât ödenmediği takdirde, müslümanlar zaafa düşebilir ve düşmana yem olabilirler, Allah'a isyan konusunda ise kendisine itaat edilmez.

Bu görüş, özellikle İbh Ömer'e dayandırılır.

 

Mutlak Olarak Caiz Olmaması:

 

Bir kavlinde eş-Şâfi'i ve el-Atere'ye göre, zalim devlet başkanına zekât ödenmez; ona ödenen, zekât yerine geçmez.

Ebu Ubeyd'e göre de, haricîlerin bulunduğu yerden geçerken, onların aldıkları zekât yerine geçmez, yeniden zekât ödemek gere­kir.

 

Caiz Olmasının Hal Ve Şartlara Göre Düzenlenmesi:

 

(a) Sevrî, Şa'bi, Atâ ile Maverdî gibi bazı şafiî, Derdir gibi bazı maliki ve hanbelî hukukçulara göre, mükellef, günahkâr olsa da, zekâtın dağıtımını dürüstçe yapan devlet başkanına ödeme yapmak mecburidir. Ancak, harcamayı Allah'ın emrettiği şekilde yapmazsa, zekât ödenmesi haramdır, mükellefin böyle bir durumda zekâtını gizlemesi gerekir.

Bu konuda, Maverdî'nin açıklaması şöyledir:

“Bu gibi idare­ciler, zekâtı, mükelleflerden zorla veya gönüllü olarak tahsil ederse, bu, maldaki Allah'ın hakkı olan borç yerine geçmez. Mü­kelleflerin, zekâtlarını bizzat hak sahibine ödemesi gerekir.”

Derdîr de, aynı konuyla ilgili olarak, “Devlet başkanı, ze­kâtın harcanmasında adaletli, diğer konularda zalim olursa, yine de ona zekât ödenir” derken, Dusûkî, bunun mekruh olacağını be­lirtir. Zervak'ın açıklaması ise değişiktir:

“Adaletli devlet başkanına zekât, mükellefin seçimiyle ödenir. Zalim olana ise, is­teyince ve gizlemek mümkün olmayınca ödenir. Devlet başkanına ödemeksizin hak sahiplerine bizzat ödeme imkânı bulanın, devlete Ödedikleri, zekât yerine geçmez.” İbnu'l-Kasım ve İbnu'n-Nafi'den yemin ettirirse, Eşheb'ten zorlarsa (fakat iadesi müstehaptır) yapılan ödemenin zekât yerine geçeceği nakledilir.

İbn Rüşd, sarf işinde adaletli olmayana ödenen zekât konu­sunda şu açıklamayı yapar:

“Esbağ, İbn Vehb ve -bir kavlinde- İbnu'l-Kasım'a göre, zekât geçerlidir. Diğer kavlinde İbnu'l-Kasım'a göre geçerli olmaz. Mezhebin meşhur görüşüne göre, zor­lama ve zekât adı altında tahsil edilmesi halinde zekât yerine ge­çer.”

Hanbelî hukukçulara göre, haricî ve bagilerin mükellefler­den tahsil ettikleri, zekât yerine geçer. Zalim devlet başkanlarının tahsil ettikleri de böyledir. Zekât işinde adaletli veya zalim olması, zorla veya gönülle alması sonucu değiştirmez Nehaî, Seleme b. el-Ekva' ve İbn Ömer de bu görüştedir.

Ebu Ubeyd ve Re'y mektebi hukukçularına göre, haricîlerin bulunduğu yerden geçerken onlara yapılan ödeme, zekat yerine geçmez.

(b) Hanefi Mezhebine göre bagîler ve zalim devlet başkanlarının, açık malların zekâtını, gümrük vergisini veya ha­racı tahsil etmesi ve gerekli yere dağıtması halinde, yeniden ödeme yapmak gerekmez; aksi halde, haracın değil, zekâtın yeniden ödenmesi gerekir. Gizli malların zekâtının bu şekilde tahsil edilmesi ve harcanması ihtilaflıdır: Bazılarına göre geçerli değilken, Serahsi'nin esah diyerek belirttiğine göre, zalimlere tasadduk etmeye niyet edince, zekât yerine geçerlidir. Kâsânî, bu konularda şu görüşlere yer verir:

“Zekât, gümrük vergileri ve haracı tahsil edip, gerekli yere harcamayan zamanımız sultanları konusunda üç görüş bulunmaktadır:

(1) Ebu Ca'fer el-Hinduvânî'ye göre, tahsil yetkisi kendile­rine ait olduğu için tümünün ödenmesi geçerlidir, borç düşer, harcama vebali onlara aittir.

(2) Ebu Bekr b. Sa'îd'e göre düşmana karşı harcandığından haraç düşer; zekât ise düşmez, zira ehline ödenmemiştir.

(3) Ebu Bekr el-İskâfe göre, hepsi geçersiz olup, yeniden ödeme yapılır. Ödeme sırasında zekât niyeti bulunursa konu ih­tilaflıdır:

(1) Kimilerine göre caizdir, zira haksız yollarla aldıklarını sahiplerine iade etseler yoksul düşeceklerdir. Ebu Mutî' el-Belhî,  Horasan valisi Ali b.  Haman için böyle bir fetva vermiştir.

(2) Kimilerine göre, sultan haksız yere müsadere yo­luyla mala elkoyduğunda, mal sahibi zekâta niyet ederse, bu niyeti caizdir.”

Yusuf Kardavî, bu görüşleri belirttikten sonra, -Reşid Rıza'dan ilhamla- kendi görüşünü şöyle açıklar: “Zalimlerin zekât adıyla tahsil ettikleri, zekât yerine geçer, mükellef ikinci defa ödemeye zorlanmaz. İdareci, zekâtın harcanmasında adaletliyse, diğer işlerinde zalim de olsa, ona ödeme yapmak caizdir. Harca­mayı gerektiği şekilde yapmıyorsa, ona ödeme yapılmaz, mümkün olduğu kadar mükellefin ondan zekâtı kaçırması ve bizzat ödemeye çalışması gerekir. Şüphesiz sahabenin zekât ödenmesini uygun gördüğü devlet adamları, -bazı işlerinde doğru yoldan sapsalar da- İslâm'a inanan, ona sarılan, onun hükmüne razı olan, daha önemlisi onun yolunda savaşan ve fetihler yapanlardır.


Halbuki, çağımızda devlet adamları, çoğunlukla böyle olmadığı gibi, ona sırt çevirmiş, hatta savaş açmışlardır. Böylelerine zekât ödeyerek, küfür, ilhad ve bozgunculuklarını arttırmak için yardımcı olunmaz. İbnu's-Sebil ve el-Garimîn'e günah konusunda zekât ödeyerek yardımcı olunmadığına göre, [267] bunlara hiç yardımcı olunmaz.” [268]

 

2- Devletin Üstlenmemesi Halinde Zekât Ödeme Mükellefliği:

 

Aslında, kaide olarak zekât, devlet tarafından mükellefler­den tahsil edilir ve yine onun tarafından gerekli yerlere harcanır. Fakat devlet, zekât tahsil ve sarf işini üstlenmezse, zekâtın öden­mesi artık mükellefin bizzat kendisine farz olur. Bu gibi haller mükellef olmayı ortadan kaldıramayacağından, mükellefin zekât ödemekten kaçması onu asla sorumluluktan kurtaramaz.

Fakirlerin hukukuna riayette, onların hakkını şerlilerin pençesinden kuvvet kullanarak çekip almada ilk halife Ebu Bekr’in yolunu takip eden müslüman hükümet bulunmazsa, artık fakir, Allah'tan ümid eden ve korkan, yanındaki komşusu açken kendi­sinin tok olarak yatmasını imanı kabul etmeyen müslümanın vic­danî himayesinde kalmıştır.

Esasen İslâm, zekâtın ödenmesi için maddi ve manevi müey­yideler koyarak, mükellefçe ödenmesini mecburi hale getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de yirmiden fazla yerde, maddî ve manevî vazife­lerin birleştirildiği ve aynı seviyede tutulduğu ifade edilmektedir:

“Namaz kılınız, zekâtı veriniz.” Şu halde, denetleme ve teftiş ol­masa bile, bunları yerine getirmek vazifesi, müslümanın zihnine dinî-malî bir vazife olarak, en doğru soyleyişiyle bir ibadet olarak yerleştirilmiştir.

 

3- Çağdaş Müslümunlar İçin Zekât Organizasyonu:

 

Günümüz Müslüman Ülkeleri Ve Zekât:

 

M. A. Mannan, bu konuda, şu görüşlere yer vermektedir:

“Zekâtın insanlığın önemli problemlerini çözebilecek potansiyel güç taşıdığı şüphesizdir. Günümüzün müslüman devletleri, eğitim, sağlık, emek ve sosyal refahla ilgili çeşitli halkınma program­larının finansmanı için kendi  kaynaklarını zekât yoluyla harekete geçirebilirler Bu sebeple yalnızca zekât gelirini toplamakla kalmamalı, aynı zamanda zekât müessesesini kontrol etmelidir. Öncelikle devletin genel yönetimi altında İslâm hukukçularınca yönetilen Halk Zekât Yardım Sandıkları kurulmalıdır. Gelişen bir ekonomideki enflasyonist baskılar ve halkın istekleri göz önüne alınarak zekât oranının tespit edilmesine bir esneklik ansuru getirilip getirilemeyeceği araştırılmalıdır. Zekât planının uygulanmasının ilk safhasında Hz. Peygamber tarafından tespit edilmiş oranlar değiştirilmemelidir. [269] Zaman kaybetmeksizin Pakistan Millî Yatırım Sandığı paralelinde Zekât Tasar­ruf Senetleri programının uygulamaya konabileceği bir ortam oluşturmalıdır. Teklif edilen sandık, bu tasaruf senetlerini Pakis­tan Millî Yatırım Sandığı gibi yatırımda kullanabilir. Kâr paylarından zekât düşülür. Bu senetleri satın alacak kişiler gelir vergisinden muaf tutulabilir. Bunun malî açıdan yeterli bir teşvik olacağı kanaatindeyim. Günümüzün programlarından bir önemli üstünlüğü, bu programın maddî olduğu kadar, manevî bir teşvik unsuru da taşımasıdır. Yazdıklarım, programın genel bir taslağı­dır. Ayrıntılı bir planlama ve düzenlemenin gereği açıktır.” [270]

Aslında Mannan'ın söyledikleri, her ülkede, kendi özel şartlarına göre düzenlenebilir ve uygulamaya konabilir.

 

Zekâtın Yeniden Devletçe Organize Edilmesi:

 

İslâm devletinde, devlet başkanı olan halifenin en önemli gö­revlerinden biri de zekât gelirini dinin ölçülerine göre toplamak ve hak sahiplerine dağıtmaktır. [271]

Hz. Ebu Bekir'in zekâtı ödemek istemeyelere karşı, devletin cebir kuvvetini kullanması, bu kurumun normal işlemesinden devletin sorumlu olduğunu, hatta meşru harp sebeplerinden birini meydana getirdiğini göstermektedir. Esasen onun uygulamasını destekleyen hadisler de vardır. Meselâ “Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim, Allah'ın rasulü olduğuma şehadet edip, na­mazı doğru kılıp, zekâtı verinceye kadar bana insanlarla mücadele etmem emrolundu. Eğer bunları yaparlarsa, canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, onların işlerinin hesabı Allah'a aittir” [272] hadisi bunlardan biridir.

Zamanla zekâtın devlet tarafından tahsil ve dağıtma işleminin ihmal ve terk edilmesi sebebiyle, mükelleflerin doğrudan ödemesi zarureti doğmuştur.

Modern hukukun getirdiği özerk (muhtar) müesseseler yapısından faydalanarak -laik ülkelerde dahi- zekâtın merkezi bir idare tarafından tarh, tahakkuk, tahsil ve sarfına imkân bulunabi­lir. [273]

Zekâtın merkezî bir idare tarafından yürütülmesi işine, çağımızda ilk kez Libya'da tanık olmaktayız. Bu ülke, hazırladığı Zekât Kanunu ile bu alanda bir takım uygulamalarda bulunmak­tadır. [274] Ayrıca, Suudi Arabistan ve Kuveyt'te de kısmî bir uygulama vardır. Bu ülkelerde gerçekleştirilen uygulamalar, başka ülkelerdekilere örnek olabilir. Bu yüzden, başarılı veya başarısız olduğu noktalar dikkatle izlenmelidir.

 

Zekâtın Güvenilir Müesseselerce Organize Edilmesi: [275]

 

Gerekli şartları taşıyan her müslüman zenginin ödemek zo­runda olduğu malî-dinî borcu zekâtın, münferiden ve teşkilatsız olarak dağıtılması, hedef ve gayelerinden belki en alt seviyede olanlarını bile gerçekleştiremez. Haddizatında müslümanın zih­nine ibadet fikriyle telkin edilmiş bulunan manevî bir husus, eğer insanlar fakirliği ve sosyal adaletsizliği toplumdan söküp atmak için teşkilatlanmamışsa, tatbikattaki önemini büyük çapta yitire­cektir. Nitekim, günümüz toplumlarında, bu verimsizlik yüzünden zekât, fonksiyonunu yitirmiş alelade bir ibadet gibi karşılanmaktadır.

Zekâttan beklenen önemli faydaların elde edilmesi için, bü­tün müslümanların bir araya gelerek kuracakları güvenilir der­nek, cemiyet ve vakıflarla zekâtların bir elde toplanıp gereken hizmetlerde kullanılması icap eder. Düşünülen manada, ferdin, zekât işlerini organize edemeyeceği aşikardır. Hatta zekât ödeyen müslüman zenginlerin birçoğu, belki de tümüne yakını, zekâtın fakirler sınıfından başka yerlere verileceğini dahi bilmemektedir­ler. Mükellefin zekâtını gereken yerlere adilane bir şekilde tevzi ettiğini düşünsek bile, bu işlem, beklenen faydayı sağlayamaz.

Zamanımızci zekâtların İslâm'ın ana meselelerini kav­ramış ve sağlam bir şekilde eğitilmiş, geçim endişesi bulunmayan, her türlü taassup, ihtiras ve bölücü akımlardan uzak bulunan tarafsız kişilerin kuracakları müesseselere verilmesi daha faydalıdır. Nitekim ülkemizde -arzu edilen seviyede olmasa da- Türkiye Diyanet Vakfı, İlahiyat Fakültesi Vakfı ve Hayra Hizmet Vakfı gibi kuruluşlar bu organizeyi belli oranda gerçekleştirmektedirler. Yayınlanan çeşitli bültenlerle faaliyetlerini kamuoyuna duyuran bu kuruluşların hizmet ve çalışmalarını takdirle karşılamak gerekir. Bu çeşit çalışmalara dayanak olmak üzere ekte bir kanun tasarısı örneği sunuyoruz; bu belge, çeşitli kuruluşlara kılavuz olabilir.

Ülkemizdeki mevzuat, zekât ödemenin şuuruna varmış müs­lüman mükelleflerin bir araya gelerek bu hizmeti yürütmesine el­verişlidir. Sözü edilen Türkiye Diyanet Vakfı, Hayra Hizmet Vakfı ve Marama Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı gibi kuruluşlar da bu mevzuatın oldukça başarılı uygulama örnekleridir.

 

İKİNCİ BAŞLIK ZEKÂT MÜKELLEFİ VEYA ZEKÂT BORÇLUSU

 

Zekât borcu açısından Zekât Alacaklısı karşısında Zekât Borçlusu veya Zekât Yükümlüsü, Zekât Mükellefi ya da Mükellef vardır. Mükellef, “Zekât hükümlerine göre kendisine zekât borcu terettüp eden gerçek veya tüzel kişidir” şeklinde tanımlanabilir. [276]

Zekât ödemek, gerekli şartları taşıyanlara farz-ı ayındır. Ze­kât ödemekle, dünyada borçtan kurtulmuş, olunur, âhirette ise se­vaba hak kazanılır.

Zekâtın farz olduğu Kitap, Sünnet ve İcma ile sabittir: “Zekâtı verin” emrini tekrarlayan yirmibeş kadar âyet bulunmaktadır. [277] Hz. Peygamber,

İslâm dinî, beş temel üzerine kurulmuştur:

1. Kelime-i Şehadet,

2. Namaz kılmak,

3. Zekât vermek,

4. Haccetmek,

5. Ramazan orucunu tutmak.” [278] Buyurmaktadır. Zekâtın farz kılınmasından itibaren müslümanlar zekât ödemiş, bütün müslümanlarca benimsenen bu durum icma-ı ümmet meydana ge­tirmiştir.

Zekât bakımından mükellef sayılmak için kişinin ve onun sahip olduğu malın bir takım şartlan taşıması gerekir; bu şartlar, Zekâtın Farz Olma Şartları ya da Zekâta Tâbi Mükellef ve Malların Nitelikleri adını alır. Zekâta tâbi mallara ait şartlar, “Zekatın Mevzuu” bölümüne (Bölüm 6) bırakılarak, burada yalnızca mükellefle ilgili şartlar ele alınacaktır.

 

17. Zekât Mükellefi Olma Şartları:

 

Hür, aklı başında ve ergenlik çağına ulaşmış her müslümanın zekât ödemekle mükellef bulunduğunda ittifak edilmiştir:

 

1- İslâm:

 

Zekât Mükellefliği Karşısında Müslümanlar:

 

Zekâtla yalnız müslümanları: mükellef tutulması söz konu­sudur. [279] Medine'ye hicreti müteakip başlangıçta nazil olan âyet­lerden Bakara: 2/43'te ki ilk olarak Medine'de zekât kelimesinin kullanıldığı âyettir, mü’minlere hitap ederek namaz kılmaları ve zekât ödemeleri emredilmektedir. Aynı surenin 83, 110 ve 117., âyet­lerinde de benzer tarzda, müslümanlardan, diğer dinî vecibelerin yanında zekâtı da ifa etmeleri istenmekte, bunun imanın icap­larından olduğu gösterilmektedir. Daha ilerki yıllarda inen âyet­lerde de, bilhassa Bakara: 2/267'de aynı durum ile karşılaşılır. Bu arada müslüman kadınların da mezkûr mükellef iyot içinde olduğunu belirtmesi bakımından Ahzab: 33/101 âyeti mühimdir. Bu­rada, kadınlardan Allah'a ve rasulüne itaat etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı ödemeleri istenmektedir. Esasen, bütün bunlara paralel olarak Peygamberin tatbikatta, gerek erkek ve gerekse kadınları zekât ödemeye davet edişi de durumu teyit eder mahiyettedir. Kur'ân'da Hadid: 57/18'de malî mükellefiyetlere tâbi olan müslümanlara bu devrede hususî bir tabirle hitap edilmekte ve mussaddikûn veya kadın ise mussaddikât demektedir.     

Sahabe ve tabiîn devrinde hukukun çeşitli dallarında rastla­nan hukukî tabir bolluğu arasında mussaddık değişik vezinde Peygamberin zamanında kullanılan Amil yerine kullanılmış; mezkûr vergi mükelleflerini musaddık diye tesmiye eden tabir pra­tikte biç kullanılmamış, sadece âyette kalmıştır. [280]

 

Zekât Mükellefliği Karşısında Müslüman Olmayanlar:

 

Zekâtın içtimaî, iktisadî, siyasî yönleri yanında önemli bir vasfı da dinî bir ibadet-vergi olması, İslâm'ın beş direğinden birini teşkil etmesidir; bu bakımdan müslüman olmayanların onunla mükellef olup olmayacakları tartışmalıdır:

 

Ahiret Hükümleri Açısından Mükelleftik Durumları:

 

Ahiret ahkamı açısından müslüman olmayanlar, Cumhur'a göre, zekâtla mükelleftir; Hanefî Mezhebine göre, mükellef değildir, zira zekât bir ibadettir, kâfirler ise ibadetle muhatap ol­mazlar. [281]

 

Dünya Hükümleri Açısından Mükelleflik Durumları:

 

Aslî Kâfir:

 

“Mekke'de nazil olan ilk âyetlerde tek ve semavî bir Allah'a inanmanın sonucu bütün insanlara tevcih edilen zekât mükellefi­yeti, Nahl: 16/90'dan da anlaşıldığı gibi, Allah'ın emrettiği bir ve­cibe manasında vazedilmiş bulunmaktadır. Allah'ı bir Rabb olarak benimsemiş mü’min, bu vecibeyi bir kul sıfatıyla yerine getirmeye kendini mecbur hissedecektir. [282] İnanmayanların aynı şekilde mallarından bir kısmını bu yollarda sarf etmeleri ise, El-Enfal: 8/36'da gösterildiği gibi, Allah katında aynı kabule mazhar olma­makta, onların mal tahsisleri zekât, sadaka, nafaka vs. şeklindeki mükellefiyetlerini yerine getirmesi manasına alınmamaktadır. Acaba gayrimüslimler zekât ismi altında toplanan umumî vergi­leri ödeyebilirler mi? Kur'ân âyetlerinden en-Nisa: 4/38'de, Allah'a ve ahiret gününe inanmaksızın mallarını sırf gösteriş olsun diye harcayanlar (infak edenler)'ın durumu, bir müslümanın vaziye­tinden addedilmekte ve Allah katında makbul olmadığı tebarüz ettirilmektedir.    Bu âyet, mekkî olan el-Enfal: 8/36 ile karşılaştırıldığında,  daha da tamamlayıcı bilgi elde edilebilmek­tedir.” [283]

Bu konuda, klasik hukukçular, şu açıklamayı yapmak­tadırlar: [284]

1) ÜM'e göre,  müslüman olmayana  (aslî kâfire)  -namaz ve oruç gibi- zekât da farz değildir; zira onlar furu ile muhatab olmaz­lar; müslüman olduğunda önceki durumundan dolayı edasıyla da muhatap değildirler. Bu  gibilerin yapacakları en  büyük ibadet, iman edip gerçeğe dönmektir.

2) Malikî Mezhebine göre, zekâtla mükellef olmak için, müslüman olmak şart değildir;  ancak, ödenen zekâtın  sahih  olması için, mutlaka müslüman olma şartı aranır.

Umumî olarak görülür ki, hiçbir devirde İslâm'ı temsil eden­ler, yolları üzerindeki hiçbir milleti veya devleti peşinen “şu veya bu vergiyi ödeyin” diye bir mükellefiyet altına sokmamışlardır, ilk teklifleri daima İslâm'a girmeye davet şeklinde kendini gös­termiştir. Cevap olumlu veya olumsuz olsun, ancak bunlara bağlı diğer şartlar arkasından gelmiştir. İşte bu teklife olumlu cevap vermenin sonucu olan zekât ödemek, İslâmlığın neticesi, diğer bir deyişle müslüman olmanın tabiî sonucudur; bu bakımdan zekât mükellefleri İslâm devleti içinde daima muslini tebaadan ola­gelmişlerdir. Olumsuz cevap halinde ise, zekâttan ayrı hususî ver­gilere (müslüman olmayanlardan zekât yerine devletin takdir edeceği ölçüde adına cizye ve haraç denen vergiler) tâbi tutulmuşlardır.

Ancak, akdedilmiş olan muahede ve resmi vesikalar tetkik edildiğinde, bu kaidenin beynelmilel siyaset ve İslâm dininin yayılmasını temin eden bazı istisnalarının bulunduğunu gözleyebi­liriz. İlk göstereceğimiz istisna, Hz. Peygamber'in Taif ahalisini İslâm'a girmelerine mukabil zekât ödemekten muaf tutması, diğerleri de çeşitli kabile ve bölgeler ahalisiyle akdedilen anlaşmalarda zekât mükelleflerine dair bazı istisnalardır. Diğer istisnaî ve calibi dikkat bir durum da, Benu Tağlib ile Halife Öme­r'in akdettiği sulhtur. Bu sulh akdinin yazılı metni elimizde bu­lunmamakla beraber, hadis musannafatı arasında bunun mündericatı hakkında bilgi edinebilmekteyiz. Buna göre, mezkur ahali­den İslâm'a girenler umumî zekât kaidelerine tâbi olacaklar ve fakat Hıristiyan olarak kalanlar, gerek vergi mevzuu ve gerekse nispetleri bakımından zekât hükümlerine bağlanacaklardı. Şu hemen ifade edilmeli ki, burada sözkonusu olan vergi cizyedir. [285] Bu sulhnamede, tatbiki gözetilen husus, sadece, mevzu ve nispetler hu­susunda zekât hükümlerinin tatbik edilmesidir. Hatta vergi nispeti umumî zekâttan farklı olarak, “onlara çifte sadaka yüklenmiştir” şeklinde ifade edilmektedir. Anlaşılacağı gibi, bu gibi vakıalar, bütün gayrı müsait şartlara rağmen, İslâm'ın yayılma azim ve enerrsinden ve bir de toleransından ileri gelen istisnaî tatbikattandır.

İslâm'ı kabul eden ve zekât ödeyen bir kimse, artık İslâm devletinin himayesine de (zimmetullah ve zimmetu rasulih) mazhar olmaktadır; bu himaye can, mal ve araziye şamildir. Resmî vesikalarda, İslâm'ı kabul ve zekât ödenmesi şartıyla bu himaye tanındığı gibi, bazı bölgelerle yapılan anlaşmalarda zekât ödenme­sine de hacet kalmaksızın sadece Allah'a ve Rasulüne iman bile aynı himaye hakkının doğumuna müncer olmaktadır. Taif misa­linde de olduğu gibi bu gibi istisnaî muahedelerden gaye, bu halk­lara İslâm'ı hakiki cephesiyle tanıtabilmek ve gönüllerini kazana­bilmektir. Nitekim, bu gibi halk grupları, hakikaten İslâm kültürü ile bağdaşmalarını müteakip, kendiliklerinden bu nevi istisnaî haklarından vazgeçmişler ve bütün hükümleriyle müslüman camiasına dahil olmuşlardır. [286]

Ibn Rüşd'ün belirttiğine göre, çoğunluk zimmîlere zekât yük­lenmeyeceği kanaatindedir; içlerinde eş-Şafiî, Ebu Hanife, İbn Hanbel ve Sevrfnin bulunduğu bir grup hukukçu, Hz. Ömer ta­rafından Benî Tağlib hıristiyanlarına yüklendiği gibi, onlara müslümanların zekâta tâbi mallarından alınan iki katı vergi ko­nulabileceği görüşündedir. İmam Malik'in bu konuda bir görüşü olmadığını belirten İbn Rüşd, kendi görüşünün onlara böyle bir vergi konulmasının usûle aykırı düştüğü yolunda olduğunu ifade eder.[287]

Günümüzün değişen şartları karşısında, İslâm devletinin va­tandaşı olan gayri müslimlerin zekât mükellefliğiyle ilgili ko­numlarının ne olacağı tartışmalıdır. [288] Zekât, dinî-malî yönü olan bir farz ibadettir. Bu durum karşısında, müslümanlarla ilgili bir ibadetin gayr-i müslimlere de mecbur kılınması, inanç hürriyetine aykırıdır; buna karşılık, sadece müslüman vatandaşlara özgü kılınıp, sosyal dayanışma alanında kayırılmaları suretiyle de, vatandaşlar arasında eşitlik ilkesine aykırılık sözkonusudur. İşte bu durum, konunun enine boyuna incelenmesini ve günümüz şartlarına uygun bir çözüm üretilmesini zorunlu kılmaktadır.

Yusuf el-Kardavî zekâtla mükellef olmayan İslâm ülkelerin­deki gayrimüslimlerden vergi adı altında zekât miktarına eşit herhangi bir vergi tahsil edilip edilemeyeceğini şöylece tartışmaktadır: [289] Konunun Şûra İçtihadına muhtaç bulunduğunu, ancak böyle bir içtihada kadar kendi düşüncesinin, “sosyal da­yanışma vergisi” gibi adlar altında, onlardan zekât miktarı vergi tahsil edilebileceği yolunda olduğunu belirtir. Bununla ilgili olarak, Hz. Ömer'in, Benî tağlib hıristiyanlarına zekâtın iki katı vergi tarhettiğini, esasen dinlerinin de bunu gerektirdiğini [290] açıklar. Bu durumda, Hz. Ömer'in uygulaması, bir örnektir, uygu­lamadaki miktar vb. yönünden bağlayıcılık yanı olmaz, bütün bun­lar zaman ve zemin şartlarına göre değişir. Onlardan alınan vergi, yine kendilerine özel bir kuruluşla harcanır.

Çağdaş İslâm hukukçularından Abdulkerim Zeydan [291] ve Muhammed Ebu Zehra [292] da gayrimüslimlere böyle bir verginin yüklenebileceğini savunmaktadırlar.

Zekât, İslâmî bir ibadettir. İslâm, hiçbir gayri müslimi, İslâm inançlarını benimsemeye ve herhangi bir İslâmî ibadeti yapmaya zorlamayan bir dindir. [293] Ama İslâm devletinde azınlık olarak gayr-i müslim vatandaşların bulunması, bu devletin hiçbir şekilde, İslâm hukukundan ve yönteminden uzaklaşmasını, onun yerine İslâm'a aykırı düşen laik veya dinsiz bir çözümü benimseyip önemli ve sembol bir ibadeti ihmal etmesini haklı kılmaz. Aksi bir davranış, müslüman çoğunluğun din ve onun sosyal ve ekonomik temellerinde kusurlu davrandığı ve dev­letin azınlığın hakkını çoğunluğunkine üstün tuttuğu, azınlığın çoğunluğa egemen olduğu anlamına gelir. Her iki sonuç da, din, medeniyet ve millet çıkarları açısından kabul edilebilir nitelikte değildir.             

Zekât, hem bir ibadettir, hem de bir malî mükellefiyettir. Bir ibadet oluşu yüzünden İslâm zekâtı sadece müslümanlara farz kılmış, gayri müslim vatandaşlara farz kılmamıştır. Burada, bir ibadet oluşu, bir malî mükellefiyet oluşuna üstün tutulmuştur. İnanç ve ibadet hürriyeti dikkate alınarak gayri müslimlere farz kıhnmadığma göre, İslâm devletinin zekâtı müslümanlara farz kılmaktan ve onlar için uygulanacak sosyal   güvenlik  kanunu yapmaktan kaçınması da inanç ve ibadet hürriyetiyle uygunluk göstermez. Bununla birlikte, İslâmî bir ibadet oluşundan dolayı İslâm toplumundaki gayri müslimler zekât mükellefiyetinden muaf tutulmuşlarsa da, bunun yerine kadın, çocuk, yoksul ve âciz­lerin muaf olduğu cizye vergisi konulmuştur. Bu vergi sayesinde, tslâm toplumunda koruma, güvenlik ve pekçok başka hizmetlerden art rlanmışlardır.

Cizye, gayr-i müslimlerin savunma ve savaş, daha doğrusu askerlik görevinden muaf tutulması dolayısıyla konulmuştur. Oysa günümüzde durum değişmiştir ve İslâm ülkelerindeki gayr-i müsîim vatandaşlar, müslümanlar gibi silahlı kuvvetlerde hizmet etmektedirler. Bu yüzden, İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşları kendi rızalarıyla zekât kurumuna müslüman va­tandaşların ödediği zekâta karşılık olacak bir meblağı ödemeyi kabul etmesi mümkündür. Böyle bir düşüncenin kabulü, aynı ku­rumun gayri müslim vatandaşları için de benzer özellik ve yararı sağlayıcı nitelikte olmasını gerektirir.

İşte bu düşünceden hareketle, çağdaş bazı hukukî düzenleme­lerde de bu konuya yer verilmiştir. Mısır'da Muhammed Ebu Zehra başkanlığında 1948'de hazırlanan zekât kanun tasarısı (m. 8), hem müslüman, hem de gayr-i müslim vatandaşların zekât mükellefi oldukları yolunda bir kural koymuştur. Bu kanunun gerekçesinde, Hz. Ömer'in Benî Tagleb Araplarına yaptığı uygulama, dayanak olarak gösterilmiştir.

Ancak ÜM ile Zahirî Mezhebine mensup İbn Hazm, gayr-i müslim vatandaşlardan zekât alınmasını hiçbir şekilde tasvip et­mez. [294] Bu yüzden, gayr-i müslimlerden zekât alınması düşüncesi için fıkhı bir zorluk da sözkonusudur.

Ayrıca, gayr-i müslim vatandaşlar da, zekât mükellefi olma yolunu seçmeyebilir ve buna razı olmayabilirler. Bu durumda, ze­kât, sadece müslümanlara özgü bir mükellefiyet olarak kalır. Bu­nun sonucunda, aynı amaçla, müslümanların zekâtı ile benzer özellik ve yapıda, sadece gayr-i müslimlere hizmet veren ayrı bir fon oluşturulabilir. Nitekim, Mısır Halk Meclisi'nde 1984'te hazırlanan kanun tasarısından (m. 3) sonra, eşitlik ve sosyal gü­venliği sağlama gayesiyle mükelleftik, mevzu, matrah ve tarife açılarından zekâtla ilgili hükümlerin aynen geçerli kılındığı bir tasan daha hazırlanmıştır. Yalnız, bu kanunda tahsil edilen ver­ginin, maliyenin genel gelirlerinden mi, yoksa zekât gelirinden mi olacağı açık bir şekilde belirtilmemiştir.

Sudan Demokratik Cumhuriyeti'nde 1984'te yapılan Zekât ve Vergiler Kanunu da gayr-i muslini vatandaşlara “sosyal dayanışma vergisi” yüklemiştir. 1986'daki yeni kanun ise buna yer vermemiştir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu ta­sarısı (m. 91) hem 1948, hem de 1983-1984 tarihli kanun tasarılarını birleştiren bir yol izlemiş ve duruma göre uygulanacak şeklin se­çilmesini düzenlemiştir.

Kanaatimizce, müslümanların çoğunlukta olmasa da, nüfu­sun yarısına yakın bir topluluk oluşturduğu ülkelerde de zekât ko­nusu, müslümanların ve hatta diğer vatandaşların hayrına olacağı umuluyorsa, iyi ilişkiler çerçevesinde geliştirilecek mevzuat içeri­sinde yer alabilir. Böyle bir düzenleme yapılamadığı takdirde, müslümanlar kendi aralarında organizasyona girerek ya da son çare olarak bizzat kendileri zekâtlarını ilgili yerlere öderler. Her­hangi bir gayr-i müslim ülkede yoğun ya da yaygın olarak bulu­nan müslümanlar da, bu son duruma göre hareket edebilirler; en azından İslâm'ı tanıtıcı yayın yapma yolunda zekâtlarını birleştirip harcayabilirler.

 

Mürteci: [295]

 

1) Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine göre, zekâtla mükellef ol­duktan sonra mal sahibi dinden çıkarsa, zekât mükellefliği düşer. Çünkü mürted, herhangi bir ibadetle yükümlü ve muhatab değildir. Ona farz olan, yeniden iman ederek en büyük gerçeğe dönmektir. Bu sebeple, yeniden müslüman olduğu takdirde, -tıpkı aslî kâfir için olduğu gibi- eski zekât borcunu ödemesi gerekmez.

2) Şafiî Mezhebine göre, müslümanken zekât farzdır. Bu se­beple yeniden müslüman olan mürtede, mürtedlik zamanı içinde gerekli şartları taşıdığı takdirde zekât ödemesi farz olur, ödemeyi müslüman olunca yapmak zorundadır.

3) Maliki Mezhebine göre, müslüman olmak zekâtın farz ol­masının değil, sahih olmasının şartıdır. Bu sebeple, mürtedken kendisine farz olan zekât, müslüman olunca düşer

 

2- Rüşd:

 

Akil: [296]

 

a) Hanefî Mezhebine göre, zekâtın farz olma şartlarından biri de, mükellefin akıllı olmasıdır. Delilerin zekât mükellefiyeti, şu ayrıntıya tâbidir:

1) Sürekli Delilik: Deliliği buluğa ermesinden itibaren de­vamlı olanlar, zekâtla mükellef olmaz. Böyle biri iyileştiği tak­dirde, heavelan-ı havi hesabı, -tıpkı buluğa erenler gibi- bu tarihten itibaren başlar. Bu gibilere namaz ve oruç da farz değildir.

2) Geçici Delilik: Deliliği sürekli olmayanların bu durumu tam bir yıl sürerse hüküm yine önceki gibidir.

Çünkü zekâttaki yıl, oruçtaki ay gibidir. Bu, aynı zamanda, namaz ve haccın farz olmasına da engeldir. Tam bir yıl sürmeyip zaman zaman ortaya çıkan aklî denge bozukluğunda kişi, Muhammed eş-Şeybanî ve İbn Sema'a'nın naklinde Ebu Yusuf’a göre, -bir an iyileşse- mükellef olurken, diğer nakilde Ebu Yusuf’a göre yılın çoğunluğunun düzgün geçmesi gerekir. Bir iyileşip, bir den­gesi bozulanlar -uyuyan ve bayılanlar gibi- sağlam kabul edilir.

b) İbn Hanbel'e göre altın, gümüş ve hayvanlarda delilere ze­kât düşmez, ziraî ürünler için ise zekât ödemeleri gerekir. Ondan nakledilen fetvaya göre ise, deliler bütün mallarda zekât mükelle­fidir.

c) el-Hasenu'1-Basrî ve İbn Şübrüme'ye göre, delilerin yalnızca altın ve gümüşlerinden -nakitlerinden- zekât ödemek ge­rekmez.

 

Buluğ: [297]

 

Şarttır:

 

Bütün Mallar İçin Şarttır:

 

Nehaî, Şa'bî, Sa'id b. Cübeyr, Şureyh ve Ebu Ca'fer el-Bakır, baliğ olmayanların malına zekâtın asla farz olmayacağını savu­nur.

Kâsânî, Hz. Ali ve İbn Abbas'ın da bu görüşte olduklarını nakleder; ancak İbn Rüşd, Hz. Ali'nin tam tersi görüşte olduğunu belirtir.

 

Belli Mallar İçin Şarttır:

 

a) Ebu Hanife'ye göre, çocukların sadece ziraî ürünleri zekâta tâbidir; Hanefî Mezhebinin tercih edilen görüşü de budur. Zeyd b. Ali, Ca'fer es-Sadık ve en-Nâsır da bu görüşe katılmaktadır.

Hanefî Mezhebi görüşüne gerekçe olarak, zekâtın ibadet ol­masını esas alır. Çocuklar, ibadetle muhatab olmadıkları gibi, iba­detler niyete muhtaç olduklarından deli ve çocuklar bu niyeti ya­pamazlar. Ayrıca, bunların menfaatlerinin korunması gerekir. Onların mallarına düşen, sadece kul haklarından olan borç ve na­fakaların   ödenmesidir.

b) el-Hasenu'1-Basrî ve İbn Şübrüme'ye göre, çocukların pa­rası değil, sadece ziraat ürünleri ve hayvanlar vb. para dışındaki malları zekâta tâbidir.

c) Mücahid ile maliki hukukçu el-Lahmî'ye göre, çocukların sadece -ticaret vb. yoluyla- arttınlan malları zekâta tâbidir.

el-Lahmî, çocuğun malını çoğaltmaktan âciz olduğunu ge­rekçe gösterir. Ona göre, bu durum sahibini bir malı gömüp sonra bulmasına, sahibi ancak bir veya birkaç yıl sonra bilinebilen mi­ras malına benzer. İbn Beşir, bu gerekçeyi kabul etmez ve acizliğin mal veya mükellef değil, mülkiyet açısından olduğunu, malını çoğaltmaktan âciz mükelleflerden zekâtın düşmediğinde ihtilaf olmadığını belirtir. İbnu'l-Hacib de, el-Lahmi’nin görüşünü zayıf bulmaktadır.

 

Şart Değildir:

 

Cumhur'a (ÜM, Atâ, Cabir b. Zeyd, Tavus, Zuhrî, Rebi'a, Sevrî, İshak b. Raheveyh, el-Hasen b. Salih, İbn Ebi Leyla, İbn Uyeyne, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Şi'a'dan el-Hadi ve el-Mueyyid Billah; sahabeden Hz. Ömer, İbn Ömer, Hz. Âişe ve Cabir b. Abdillah'a) göre, herhangi bir mal ayırımı yapılmaksızın, buluğa ermeyenlerin bütün malları zekâta tâbidir.

Çocuğun zekât ödemesi gerektiğini savunanlara göre, zekât, fakir fukaranın hakkıdır. Ayrıca, ictimaî-malî yanıyla da zekât, diğer ibadetlerden ayrı bir özellik taşır. Malî ibadetlerde temsil ca­izdir, velileri onların namına zekât öderler.

Evzâi'ye göre, çocuk bulûğa erince, deli iyileşince, geçmiş yılların zekâtını öder.

Böylece, çocuğun zekât mükellefi olmasına, birinci gruptaki­ler ibadet, ikinci gruptakiler malî mükelleflik (yani vergi) açısından bakmaktadırlar.

Reşid olmayanların mallarının zekâta tâbi olmasıyla ilgili olarak, şu ince noktayı gözden kaçırmamak gerekir: Namaz, beden ve akıl sıhhatiyle bizzat yapılması gereken bir ibadettir. Zekât, bu açıdan, değişik bir durum arzeder. Namaz, tamamen ferdin içyapısıyla alâkalıdır. Zekât ise, cemiyetin malî yapısıyla ilgilidir. Namazda kul hakkı sözkonusu değildir. Zekâtta ise, böyle bir hak sözkonusu olmaktadır. Namazda vekâlet ve velayetin tesiri yoktur. Oysa zekâtta olabilir. İşte bu değişik durumlar, bizi, deli ile çocuğun malından zekât ödemesi lazım geldiğini benimseyenlerin görüşünü kabul etmeye zorlar. Çünkü zekât, fakirlerin ve diğer sarfedileceklerin hakkı olan malî bir ibadettir.

Zekât, malî bir ibadet olduğundan, velilerce gereken yerlere ödendiği takdirde, fert ve toplumda icra edeceği tesir, meydana ge­tireceği fayda, akıllı ve baliğ insanların ödedikleri zekâttan asla değişik değildir. Delinin malından yapılan yardım ile akıllının malından yapılan yardım netice itibarıyla aynıdır.

Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî’ye Yunus Vehbi Yavu­z'a göre, deli ve çocukların mallarını da zekâta tâbi tutmak ge­rektiğini savunan görüş tercih edilmelidir. Çünkü deli ve çocuk­ların zekâttan muaf tutulması, ne kendileri, ne de toplum için bir fayda sağlamadığı gibi, malın bazı ellerde stok edilmesine yol açar, zekâtın ödenme hikmetine aykırı düşer. Miras veya hibe yo­luyla bunların çok miktarda mala sahip olduklarını, mallarının stok edildiğini, bunun yanında fakir fukaranın ihtiyaç içinde kıvrandığını düşünürsek, onların mallarından da zekât alınması gerektiğini söylemek daha uygun düşecektir. [298]

M. A. Mannan'a göre, reşid olmayanların serveti, onu en iyi bir biçimde değerlendirebilecek bir veli veya vasinin gözetiminde olması halinde, küçük ve deliler de mükellef olmalıdır; dikkatsiz­lik sebebiyle servetin yitirilmesi sözkonusu ise, mükelleflik dışında tutulmalıdırlar. [299]

Modern vergilendirme prensipleri karşısında da, deli ve ço­cukların zekât mükellefi olacağını savunan görüş doğru ve yerin­dedir.

“Gelir vergisinde gerçek kişi bakımından medeni ehliyet veya yaşın bir etkisi yoktur. Vergi Usul Kanununa göre mükellefi­yet ve vergi sorumluluğu için kanuni ehliyet şart değildir (m. 9).

Şu halde, Medeni Kanuna göre, kısıtlı veya gayri mümeyyiz sayılan kişiler, her ne şekilde olursa olsun, kendi lehlerine doğan gelirlerden vergiye tabidirler. Ancak, beyanname vermek veya 1 vergiyi zamanında ödemek gibi vergilendirme ile ilgili ödevler, bunların kanuni temsilcisi tarafından yerine getirilir.” [300]

 

3- Hürriyet: [301]

 

a) İçlerinde İbn Ömer, Cabir, Malik ve İbn Hanbel ile Ebu Ubeyd'in bulunduğu Cumhur'a göre, kölenin malları ve gelirleri dolayısıyla hem köleye, hem de efendisine zekât farz değildir.

b) Atâ b. Ebi Rebah, Ebu Sevr ve Zahiri Mezhebine göre, kölele­rin de zekât ödemesi farzdır. Ahmed b. Hanbel ve İbn Rüşd, bu görüşün İbn Ömer'den de nakledildiğini belirtir. İbnu'l-Munzir ile İbn Rüşd, Ebu Sevr'in bu görüşünün, mükateb köle için olduğunu belirtirler. [302] Bunlar, tespit edilmiş bir bedel karşılığında, efendi­lerinden azat imtiyazı almış ve hürriyetlerinin bu bedelini ödemeli üzere ticarete atılmış kölelerdir. Bu yüzden,   kazançlarının (mülklerinin) tamamıyla kendilerine ait olduğu söylenemez.

c) Ebu Hanife,  Sevrî ve eş-Şâfi'î'ye göre, kölelerin zekâtını ödemek efendisine aittir.  Çünkü bunların kazançları efendilerinindir. Hür olmayan kimselere zekâtın farz olmamasının sebebi, malî tasarruf hakkına sahip olmamaktır. Zira zekât, tarifi gereği, mülkiyetle ilgilidir. Zekât verenin, zekât alana bir mülkiyet dev­retmesi sözkonusudur. Bir köle, mülk sahibi olamayacağından, ze­kât ödemesi düşünülemez. Ayrıca, köleler kendileri mülktürler.

Kölenin malına zekât düşmez görüşünde olanların çoğunluğu, mükatep köle için de aynı hükmün geçerli olduğunu düşünürler. [303]

“Hz. Peygamber, İslâm'a girenleri, kadın-erkek, hür-köle, [304] büyük-küçük [305] ayırmaksızın zekât ödemeye davet ediyor ve onları devlet lehine vergi şeklinde malî bîr mükellefiyet altına soku­yordu.”

Hür olmayanlara, mülkiyetsizliği esas kabul etmiş yönetim­lerin vatandaşlığında bulunan müslümanları da örnek verebiliriz.

M. A. Mannan, günümüzde kölelik kalktığından, hapse gi­renlerin, hür olmayanlar kategorisine sokulabileceğini ve böyle­likle onların masum ev halkının zekât gelirinden pay alabi­leceğini belirtir. [306] Kanaatimizce bu konu, hapse giren mükellefin zekât mükellefliği ve zekât alabilme şartlarına göre düşünülmelidir.

 

4- Zekâtın Farz Olduğunu Bilmek: [307]

 

Hanefî Mezhebine göre, zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, farz olduğunu bilme sebep ve imkânının bulunmasıdır, ancak hanefî hukukçu Züfer'e göre böyle bir şart aranmaz.

Bu açıklama ışığında, bir harbî, daru'l-harpte müslüman olup, İslâm ülkesine göç etmeden orada şartlarını taşıdığı halde zekâtın farz olduğunu bilmeksizin durursa, -yıllarca bu durum sürse bile- Hanefî Mezhebine göre, İslâm ülkesine gelince zekât ödemekle mükellef olmaz, bununla birlikte kendisiyle Allah arasındaki bir ibadet olarak zekâtlarını ödemesi tavsiye edilir; Zü­fer'e göre, bu kişi, zekâtını ödemek zorundadır. Fakat daru'l-harpte müslüman biri zekât ibadetinin niteliğini ve özelliklerini ona ha­ber verince, artık ittifakla zekât ödemesi gerekir.

 

5- Borçlu Olmamak:

 

Esasen zekât mevzuu malla ilgili “Tam Mülkiyet” [308] ve “Temel İhtiyaç Fazlası Olma” (zekât indirimi) [309] şartları, kişinin borçlu olmamasını da bir ölçüde içine alır. [310]

Borcun, zekât matrahından düşülüp düşülmeyeceği konu­sunda iki görüş vardır:

 

Borç Matrahtan Düşülür:

 

Matrahtan Düşülen Borç Türleri:

 

Borcun matrahtan düşüleceği görüşünde olanlar, borç türle­rini dikkate alarak görüş açıklamaktadırlar:

 

Borç Veya Mal Ayırımı Yapılması: .

 

I. Borç Türlerinin Gözönüne Alınması: [311]

 

Hanefî Mezhebi, zekât mükellefi iği ne tesir etmesi yönünden borçları, üç kısma ayırır:

1) Kul Borçları: Ödünç, kira borcu gibi insanların birbirle­riyle olan ticarî vb. ilişkilerinden doğan kul borçlarının mutlaka ödenmesi gerekir. Kul hakkı olmasından dolayı, ödeme sırası iti­barıyla, dinî borçlardan ve bu arada zekâttan da önce gelirler. Ze­kât için gerekli diğer şartları taşıyan kimse, zekâta tâbi mal­larından bu borçları hesap edip çıkaracaktır. Geriye kalan mal ni­sabı dolduruyorsa zekâtını öder, aksi halde bu kişiye zekât farz ol­maz. Haraç borcu, bütün öteki kul borçlan gibi telakki edilir ve ni­saba tesir eder.

2) Allah'a Ait Borçlar:  Kullarca istenmesi sözkonusu ol­mayan adak, keffaret, fitre, hac vb. borçlar, zekâtın farz olmasını engellemez. Zira, bu çeşit borçlarda kul hakkı yoktur, sırf Allah'a aittirler. Onun için kullar tarafından   ödenmeleri istenmez. Bu borçlar, dikkat edilirse, ashnda birer ferdî ve cezaî borçtur. İlk ve sonuncu borç çeşitlerine göre, bu borçlar ikinci derecededir. Çünkü ilk ve sonuncu borçlar,- zekâta engel değildir, nisap hesaplanırken, bunlar için gerekli olan miktar hesap dışında tutulmaz.

Yusuf Kardavî, zekâtı devlet tahsil ediyorsa, Allah'a ait borç­ların -devletçe tahkik ve tespiti zor olduğundan- mükellefliği engel­lemediği, fakat mükellef doğrudan fakirlere ödüyorsa önce bu borç­ların ödenmesi gerektiği görüşündedir. Zira bu borç, Hz. Peygamber'in de belirttiği gibi ödenmeye daha lâyıktır. [312]

3) Allah ve Kul Hakkı Ortak Borçlar: Bu çeşit borçlar, Allah'a ait olmakla birlikte, kullar tarafından da ödenmesi istene­bilir. Çünkü bunlar, haddizatında Allah rızası için kullarına öde­nir. Bu tür borçların en önemlisi, hiç şüphesiz zekâttır. Bir kimse şartlarını taşıyıp zekât kendisine farz olduğu halde, geçmiş sene­lerde zekâtını ödememişse, Önce bu borcunu öder. Çünkü bu, Allah'a ait bir borçtur. Bu zekât borcu, zekâta tâbi mallardan çıkarılınca, geri kalan mal, nisabı doldurmuyorsa, zekâta tâbi olmaz.  Fakat nisabı dolduruyorsa, önce geçmiş, sonra içinde bulunulan yılın ze­kâtı ödenir.

Nisaba farz olacak zekât borcu veya zekât farz olduktan sonra -malın itlaf edilmesiyle- zimmete geçen zekât borcunun nisaba te­siri değişik açıklanır: [313]

1) Ebu Hanife ve eş-Şeybanfye göre, her iki borç, açık veya gizli her çeşit zekâta tâbi malın nisabını düşürür.

2) Züfer'e göre, her iki borç çeşidi de nisabı düşüremez.

3) Ebu Yusuf’a göre, birinci borç nisabı düşürürken, ikin­cinin herhangi bir tesiri yoktur. Kerhî, Züfer'in görüşünün de bu sonuncu şekilde olduğunu zikreder; Cessas ise, Ebu Yusuf’un bu görüşünün gizli mallar için sözkonusu olduğunu belirtir.

Hanefî Mezhebinin kul borçlarının nisabı etkileyeceği görüşü, Hz. Osman'ın koyduğu bir örneğe dayanmaktadır. O, bir Ramazan hutbesinde, dinleyicilere, başkalarına olan borç mik­tarını çıkarttıktan sonra, kalan nisab üzerinden zekât ödeneceğini ifade etmiştir. [314] Bundan başka, borçlu, gerçekten yoksul ve kendisi yardıma muhtaç bir kimse ise, nisaba tamamıyla sahip olduğu söylenemez. Çünkü bu nisab üzerine alacaklının hakkı da yansımıştır.

 

II. Mal Türlerinin Gözönüne Alınması: [315]

 

A. Gizli Mallar:

 

a) Cumhur'a (Atâ, Süleyman b. Yesar, el-Hasenu'1-Basrî, Nehaî el-Leys b. Sa'd, Sevrî, İshak b. Raheveyh, Ebu Hanife ve Ebu Sevr'e) göre borçlar, sadece gizli malların nisabını düşürür. Ebu Yusuf ve Muhammed'in de, bu görüşte oldukları nakledilir.

Rebi'a, Hammad ve -bir nakilde- Ahmed ile -son görüşünde-eş-Şafiî'ye göre, gizli mallar için de borcun nisabı düşürmesi söz­konusu olmaz.

b) Maliki Mezhebine göre,  başka ödeyecek malı olmamak şartıyla borç hesaplanırken etkilidir. Kişinin zekâta tâbi mallar dışında birinden borcunu ödemek mümkün değilse, kendisine ze­kât farz olmaz. Borçlar, altın ve gümüş dışındaki eşyaya yüklen­mez.

Kardavî'ye göre, borçların gizli ve açık mala ait olma şeklindeki değerlendirilmesi,  nasların ve zekâtın ruhuna aykırı düşmektedir. Zira dinimiz, borçluya daima kolaylık yolunu gös­termiştir.

 

B. Ziraî Borçlar: [316]

 

a) Ebu Hanife'nin de içlerinde yer aldığı Cumhur'a göre, borçların ziraî ürünlerin nisabını eksiltmesi sözkonusu  değildir. Bunun dışındaki mallarda ise, borç,  nisabı eksiltebilir.   Bununla birlikte, Ebu Hanife'den ziraî ürünler için de borcun nisaba tesirli olduğu görüşü nakledilir.

b) İbn Ömer'e göre, üretimin artması ve aile için harcanan borçlar nisabı düşürür.

c) İbn Abbas, Mekhul, Ata, İbn Cureyc, Tavus, Câbir b. Zeyd ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e göre, üretim için harcanan ziraî borçlar zekât mükellefliğine tesirlidirler.

Hanbelî Mezhebi de kişinin özel ihtiyacını karşılamak için yaptığı borçlanma ile ziraat işlerine harcamak için yaptığı borç­lanmayı ayn tutar. Birincisi nisabtan sayılmaz, ikincisi sayılır.

d) Ebu Ubeyd'e göre, borç sağlamsa, matrahtan düşülür, sa­dece mükellef borçlu olduğunu iddia ediyorsa düşülmez.

e) Yusuf Kardavî ve Muhammed Ebu Zehra, her çeşit mal için borcun tesirli olduğunu benimseyerek, kredi ile veya -gübre, ziraî âletler dahil- borçlanarak ziraat yapan bir çiftçinin, ürettiğinin ze­kâtını ödemesi için borçlarını matrahtan düşmesi gerektiği kanaatindedirler.

Üretim-yatırım kredileri ve zekât konusunu inceleyen Muhammed Osman Şibbeyr, Malikî mezhebinin görüşünden hareketle, araziyi iyileştirme, su kanalı getirme gibi bir yolla doğan borca karşılık tutulacak başka malî imkanı veya aslî ihtiyaç fazlalığı olan malı yoksa ziraî borcun matrahtan düşüleceğini; yeni toprak veya âletler/makinalar satın alma yoluyla daha fazla gelir sağlamak için doğan borcun matrahtan düşülemeyeceğini, satın alınan toprak veya [317] âletlerin borca karşılık tutulması gerektiğini savunur.

Gerçekten de mükelleflerin zekât yükümlülüğünden kaçma yoluna girdiği dönemlerde bu görüşün dikkate alınması uygun gö­zükmektedir.

 

C. Hayvanlarla İlgili Borçlar: [318]

 

a) İbn Ömer ve onun görüşünü paylaşan hukukçulara (Hanefî Mezhebi ve bir nakilde Ahmed b. Hanbel'e, Malikî ve esah görüşte Şafiî Mezhepleri ile bir rivayette Ahmed'e) göre, borç, malların kıvmetleri üzerinden hesaplanır. Bir kişi en düşük seviyedeki ze­kât nisabına sahip olmazsa, zengin sayılmaz. Bu durumda borç, hayvanların   değeri üzerinden hesaplanır ve bu, zekâtı  gerekli kılan nisaptan düşük olursa, ortada borç kalmaz. Zira, mevcut olan hayvanların satışıyla borcun ödenmesi kabil olur. Şayet, eldeki hayvanların değeri mevcut borcu ancak  karşılıyor veya nisabı aşmıyacak küçük çapta bir meblağ geriye bırakıyorsa, böyle biri­nin zekât ödemesi gerekmez.

Kredi alarak hayvan ticareti veya bakımı yapan kimse de, zekâtını hesaplarken ödeyeceği krediyi -şayet ödememişse- düşmesi gerekir.

b) Hukukçulardan birçoğu da,  borçların bizzat bu malların üzerinde olduğunu kabul ediyorlar. Bundan dolayı zekât, malların aynından  (kendisinden)  alınır,  değerinden alınmaz. Bu malların çoğalması da, zekâtı gerekli kılan sebeptir.

c) Malikî ve Şafiî Mezhepleri ile bir nakilde Ahmed b. Hanbel'e göre, borç, hayvanı servetle ilgili matrahtan düşülmez. İmam Şafiî, bu konuda şunları söylüyor:

“Birinin hayvanları olsa, içle­rinden biri karşılığında onların bakımı için birini tutsa, ücretini vermemiş olursa, zekâtını öder. Borcu varsa, zekât üır, onunla ve diğer mallarıyla borcunu öder.”

eş-Şafii’nin bu açıklamasından, ücreti, bu hayvanlardan bi­riyle karşılamışsa, nisabı bulmayan hayvanlar için zekât mükel­lefi olunmayacağı anlaşılır ki bu da İbn Ömer'in görüşüne katılması anlamına gelir.

d) Ebu Ubeyd, tıpkı ziraî borçlardaki gibi, sağlam borcun mat­rahtan düşüleceğini, sadece mükellefin iddia ettiği borcun böyle bir etkisi olmadığını savunur.

Gerçekten de, mükellefin başka malı veya aslî ihtiyaçların fazlalığı yoksa bu borç, matrahtan düşülmelidir. Aslî ihtiyaçların fazlahhğı ise, borca karşılık tutulabilir, hayvanlar için de zekât ödenir.

 

Borç Ve Mal Ayırımı Yapılmaması: [319]

 

a) Hanbelî Mezhebi, Mekhul, Tavus, Süleyman b. Yesar, Meymun b. Mihran, Sevrî, İbnu'l-Mubarek ve İbn Rüşd'e göre, borç, her çeşit malın nisabıfıi kaplıyor ve eksiltiyorsa, zekâtla mükellef olunmaz.

b) Ebu Ubeyd de, borcun doğruluğu iddia halinde değil, kesin olunca,  bütün malların zekâtını düşürebileceği görüşündedir.  O

“Eğer kişinin borçlu olduğu çevrece bilinmiyor ve borçlu olduğunu sadece kendisi söylüyorsa, onun sözüne bakılmaz ve eğer bilini­yorsa kendisinden zekât alınmaz” demiştir. Bu sözü ile o,

“Borçluya zekât düşmez” diyenlere muhalefet etmemiş,

“Zekât düşen malının bulunmadığını söyleyen kimsenin sözü nasıl makbul ise,  borçlu olduğunu söyleyenin de   sözü makbuldür” diyenlere muhalefet etmiştir.

Muhammed Ebu Zehra ve Yusuf Kardavî'ye göre, zekâtın mevzuu sayılan hangi mal olursa olsun, her çeşit borç nisaptan düşülür. Hz.Peygamber'in de açıkladığı gibi, zekât ancak bir zen­ginlik ortaya çıktığı zaman sözkonusudur. [320] Bundan başka, borçlarını ödemekte zorluk çekenler, zekâttan yararlanacak sınıflar arasında yer alırlarken, diğer taraftan bunların zekât ödemeleri nasıl mümkün olur? [321] Ancak, sürekli veya zekâttan kaçmak üzere borçlanma yoluna başvuranlar için M .O. Şibbeyr'in görüşü de dikkate alınmalıdır.

 

Matrahtan Düşülecek Borcun Şartları:

 

Zekâtın Farz Olmasından Önce Borçlanmak: [322]

 

Borcun zekâta tesirli olması için önemli olan, onun zekâtın farz olmasından önce zimmeta geçmesidir; yani, borcun yılın bit­mesinden sonra değil, yıl içinde meydana gelmesi gerekir. Zekâtın farz olmasından sonra zimmete geçecek borç, o yılın zekât nisabını düşürmez.

Yıl içinde zimmete geçen bir borç, Ebu Yusuf'a göre -ödemedikçe veya ibra edilmedikçe- zekâtın farz olmasını önlemez; Muhammed ve Züfer'e göre önler.

Bu görüşlerin gerekçesi şudur: Ebu Yusuf’a göre, yıl içinde nisabın eksilmesi, havelan-ı havl'i kesmez. Muhammed'e göre borç, yokmuş gibi kabul edilir. Zi Tûr'e göre, yıl içinde nisabın eksilmesi halinde, borç malın temel ihtiyaç fazlası olması durumunu ortadan kaldırır.

Kul borcu herhangi bir şekilde düşünce, borca karşılık tutulan malın zekâtı, için senenin başlangıcı, Ebu Hanife'ye göre, bu tarihten başlar; oysa Muhammed'e göre, böyle bir durumda malın üzerinden, bir yıl geçince zekâtını ödemek gerekir.

 

Nisabı Kaplaması Veya Eksiltmesi:

 

Borçların zekât mükellefliğine tesir etmesi için, başkasından ödeme imkânı bulunmadığından, nisabı tamamen kaplaması veya eksiltmesi gerekir. Nakit nisabına göre bu durumu, şöylece örneklendirebiliriz:

 

Borçların Zekâta Tesiri

Örnekler

Nisap

Eldeki Zekât Malı

Borç Tutarı

Kalan Mal

Zekât Durumu

1

70.000

110.000 TL.

140.000 TL.

30.000 TL.

Ödenmez

2

70.000

  70.000 TL.

 70.000 TL.

 

Ödenmez

3

70.000

140.000 TL.

 70.000 TL.

70.000 TL.

Ödenir

4

70.000

150.000 TL.

 70.000 TL.

80.000 TL.

Ödenir

Tablo 75: Borçların Zekâta Tesiri

 

Öteki zekâta tâbi mallarda da durum, tablodakine benzer şekilde düzenlenir. Sözgelişi, 60 koyunu bulunup, 20 koyun borcu olan mükellef, bir koyunu zekât olarak öder.

 

Vadesinin Gelmesi: [323]

 

Borcun nisabı düşürmesi için, çoğunluğa (Hanefîlerin Cum­huru, Malikiler ve bir rivayette Ahmed'e) göre, vadesinin gelip gelmemesi önem taşımaz; bazılarına (msl., bir rivayette İmam Ah­med'e, maliki İbn Habib'e ve kimi hanefilere) göre, vadesinin gel­mesi gerekir.

Boşanmaya veya ölüme ertelenmiş mehir borcu konusunda hukukçular, üç görüş belirtir:

1) Kimi hukukçulara göre, istenmesi sözkonusu ol­madığından, mükellefliği önlemez.

2) Kimilerine (Hanefî Mezhebine) göre, bu da -diğer borçlar gibi- nisabı düşürür.

3) Üçüncü gruptakilere göre, koca borcunu ödeme azim ve ka­rarı taşıyorsa nisabı etkiler, aksi takdirde etkili olmaz.

Bu konuda şöyle bir çözüm bulunabilir: Borç, bir yıl gibi kısa vadeli olur ve borçlu da borcunu bir defada veya yıl içinde ödemek niyetindeyse nisaptan düşülür. Borç, uzun vadeli olur, borçlu öde­mek, alacaklı da tahsil niyetinde değilse, vadesi gelmeyen borçlar matrahtan düşülmez, gelenler ve ödenenler düşülür.

Karı ve akrabaya ait nafaka -mahkeme kararı ya da karşılıklı rıza ile- borç olduğu takdirde, zekât nisabından düşülür.

 

Kul Borca Olması: [324]

 

1) Nevevî, borcun zekât mükellefliğine engel olduğunu kabul­lendiğimiz takdirde, kul borcu veya Allah borcu olmasını dikkate almamak gerektiğini savunur.

2) Hanefî ve Malikî Mezhebleri ise, borcun nisabı etkilemesi için, kullar tarafından istenmesinin gerektiğini   ileri sürer. Züfer'e göre, zekât borcu, zekâtın farz olmasını engellemez.  Ebu Yusuf’tan bir rivayete göre, zekât borcu, nisab elde olduğu sürece zekâtın farz oluşunu engeller, nisab tüketilmişse zekâtın farz oluşunu engellemez.

3) Kardavî, zekâtı devlet tahsil ediyorsa, Allah'a ait borçların -devletçe tahkik ve tespiti zor olduğundan- nisabı düşürmediği, fa­kat mükellefçe doğrudan fakirlere ödendiği takdirde öncelikle bu borçların ödenmesi gerektiği görüşündedir.

Kanatimizce, birinci görüş uygulamaya ve zekâtın ruhuna daha elverişlidir.

 

Borca Karşılık Tutulacak Mal: [325]

 

1) Hanefî Mezhebine göre, borç, öncelikle zekât malına yük­lenir, başkasına yüklenmez. Bu malın, borç cinsinden olması veya olmaması, sonucu etkilemez.

2) Züfer'e göre, zekât mükellefçe ödeniyorsa, borç, zekât malı olmasa bile, kendi cinsine yüklenir. Zira borcun kendi cinsinden ödenmesi daha kolaydır.

Bu durum karşısında, mehir olarak -tayin etmeksizin- bir hizmetçi karşılığı bir kadınla evlenen mükellefin 200 dirherfii- ve bir hizmetçisi varsa, mehir borcu çoğunluğa göre 200 dirheme yük­lenir, Züfer'e göre hizmetçi borca karşılık tutulur.

Bir mükellefin çeşitli cins mallardan meydana gelmiş nisabı ve aynı zamanda borcu olduğunda, bu borcu önce altan ve gümüş nakde, sonra ticaret mallarına yüklenir. Zekâtı devletçe tahsil edildiğinde, fakirlere mükellefçe sarfında kusur bulunabi­leceğinden hayvanlar borca karşılık tutulmaz, hatta devletin zekâtı tahsili halinde fakirleri düşünerek borç öncelikle gizli mallara yüklenmelidir. Ancak, devlet zekâtı tahsil etmiyorsa, mükellef se­çeceği herhangi bir malı borcuna karşılık tutar. Çünkü zekât mü­kellefiyeti herhangi bir malı bakımdan aynıdır.

Züfer'e göre bütün bu durumlarda borç, -saime hayvanlardan da olsa- kendi cinsine yüklenir.

Bir kadınla mehir olarak beş saime deve karşılığı evlenen bir mükellefin, ticaret malı ve devesi varsa, bu mehir borcu, çoğunluğa göre ticaret malına, Züfer'e göre deveye yüklenir. Serahsî, borcun saime develere yüklenememesinin, zekât tahsildarı hazır bulununca geçerli olacağını, gelmediği takdirde -hepsi eşit olacağından- dilediği mala yükleyerek, meselâ saimeye yükleyip nakit, nakitlere yükleyip saime zekâtını ödeyebileceğini; ihtilafın tahsildar açısından geçerli olması dolayısıyla, onun borcu nakit­lere yükleyip, saime zekâtını tahsil etmesi gerektiğini, bununla birlikte hayvanlardan başka zekât malı yoksa, son olarak borcun onlara yükleneceğini belirtir.

Mükellefin zekâta tâbi birkaç cins saime hayvanı olduğu tak­dirde, fakirlerin lehine davranma prensibi gereğince, borcu sayıca az olana yüklemek gerekir. Beş devesi, otuz sığırı ve kırk koyunu olan bir mükellef, borcunu deve veya koyuna yüklemelidir. Böylece sığırlar için bir tebi' ödeyecektir ki onun değeri deve veya koyunlar için ödenecek bir koyundan fazladır. Ancak, bu durumda borç, deve ve koyunları bütünüyle kaplarsa, artık sığıra yüklemekten başka çıkar yol kalmamış olur.

Mükellefin borcunu yükleyebileceği herhangi bir türde zekâta tâbi malı yoksa öncelikle şahsî ve meslekî mal ve âletler, daha sonra da gayrimenkuller borca karşılık tutulur. Zira menkul eşya yeniden kolaylıkla elde edilebilir, oysa gayrimenkul bu duruma çok az elverişlidir.

Üretim kredileri ve zekât ilişkisini inceleyen Muhammed Osman Şibbeyr, Malikî görüşten etkilenerek, şu sonuçlara varır:

a) Kredi, üretim ve kâr artışı maksadıyla sabit mallar için alınmış ve bu sabit mallar da kişinin aslî ihtiyaçlarından fazlaysa, bu mallar borca karşılık tutulur, elindeki zekât malının ve gelirinin matrahından düşülmez. Sözgelimi 50.000 TL., sermayesi olan bir kumaş tüccarının, on yılda yıllık 10.000 TL., ödemek üzere bir kumaş fabrikası satın alması bunun örneğidir. Bu tüccar, hem ticaretten, hem de fabrikadan elde ettiği gelir için zekât ödeyecek, borcunu bunların matrahından düşemeyecektir. Çünkü zekâtın farz olmasında zenginler arasındaki eşitliği sağlama prensibi bunu gerektirir.

b) Kredi, dolmuşçuluk yapmak için taksi almak gibi, geçimi­nin zarurî eşyası için alınmışsa, borca karşılık tutulacak aslî ihti­yaç fazlalığı sabit malı da yoksa, vadesi gelmiş borçlar, aynı tak­vim yılının zekât matrahından  düşülür, vadesi  dolmayanlar ise daha sonraki yıllara bırakılır.

c) Kredi ticarî bir iş için alınmışsa, yine vadesi gelenler aynı takvim yılına ait zekât matrahından düşülür,   diğerleri sonraki yıllara ertelenir. [326]

d) Malikî Mezhebine, bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e ve Ebu Ubeyd'in tercihine göre, bu konuda iflasla ilgili hükümler uygu­lanır. Buna bağlı olarak, mükelefin aslî ihtiyacından fazla mal­ları, borca karşılık tutulur.   Malikîlere göre,  öşrü ödenmiş ziraî ürünler, madenler ve alacaklar da bunlara katılır. [327]

 

Borç Matrahtan Düşülmez: [328]

 

Şafiî ve Zahirî Mezhepleri ile Ebu Süleyman'a göre, bir kim­senin borcu zekâta tâbi mallarından fazla bile olsa, mal nisabı dolduruyorsa, mükellefin zekâtını ödemesi gerekir. Çünkü zekâtın farz olması, nisab miktarı olan artıcı mal itibarıyladır, borçlu ise buna maliktir. Hür bir kimsenin borcu, zimmetine ait olup, hemen elindeki malına ait değildir. Bunun içindir ki, kendisinde borç bu­lunan kişi, malda tasarruf hakkına sahiptir. Borç ile zekât başka haklardır, birinin farz olması, öbürünün farz olmasına engel ol­maz.

Buraya kadar anlatılanlardan açıkça anlaşılacağına göre, “borçlu mükellef, zekâtla mükellef tutulmak bir yana, gerektiğinde zekâttan yararlanmakta bile hak sahibidir” sonucu kolaylıkla çıkarılabilir. Ayet ve hadislerin ruhu ile zekâtın yapısı da ancak buna izin verir.                                                                 

Mükellefin malıyla ilgili şartları da alâkalandırması do­layısıyla, burada, vergi hukukunda çokça geçen -vergide genellik prensibiyle yakından bağlantılı- “Muaflık” ve “İstisna” kavram­larını açıklığa kavuşturmak istiyoruz.

Herkesin vergi ödemek zorunda olması prensibine rağmen, hiçbir ülkede, bunun tam olarak gerçekleştirilmesi imkânı yoktur, yünkü, herhangi bir kazanç veya serveti olmayan ve meselâ, başkanının yardımıyla geçinen bir kimseden vergi alınamaz. Bu­nun gibi hayır dernekleri, siyasî partiler ve kamu hizmeti gören kuruluşlar vb., bazı sebepler yüzünden, genellikle dolaysız vergi­lere tâbi olmazlar.

Muafiyet, vergi kanunlarına göre, kendileri için vergi bor­cunu doğuran olay bulunmakla beraber, yine aynı veya diğer ka­nunlarla belirli kişiler veya kişi gruplarının açıkça vergi mükel­lefiyeti dışında bırakılması demektir. Buna karşılık, vergi kanu­nunun hükümleri içinde esasen vergilendirilmesi gereken belirli bir kısım vergi mevzularının, aynı kanun hükümlerine göre vergi dışı bırakılmasına istisna denir.

Şu halde, muafiyet terimi, belirli kişiler için; istisna terimi ise, belirli mevzular için kullanılmaktadır. Başka bir deyişle, mu­afiyette gerçek veya tüzel kişilerin sübjektif durumları, istisnada ise vergi mevzularının objektif durumları gözönüne alınmaktadır.

Şu noktayı belirtmek gerekir ki, gerek muafiyet, gerekse is­tisnadan faydalananlar, kanunda gösterilen sınırlarla bağlıdırlar. Bağ ve bahçesi olup da, küçük çiftçi muaflığından faydalanan bir memur veya ücretli, bu muaflığa bakılmaksızın, aylık veya ücretlerinden gelir vergisi vermek zorundadır. Görülüyor ki, belirli bir faaliyetinden dolayı muaf olan bir kimse, diğer faaliyetleri dolayısıyla vergi mükellefi olabilir.

Muafiyet ve istisnalar başlıca:

a) Tam veya kısmi,

b) Devamlı veya geçici,

c) Şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde çeşitlere ayrılır. Vergi kanunlarında muafiyet ve istisnaların bulunması,

Çeşitli sebeplere dayanır. Bu sebepleri rasyonel bir ayırım altında göstermek zordur; ancak, genel olarak bunları, vergi ödeme gücü­nün bulunmaması; iktisadî, sosyal, siyasî vb. sebeplere bağlamak mümkündür. [329]

Libya Zekât Kanunu (m. 16), kamu yararına çalışan hayır kuruluşlarının mallan ile şirketlerin her çeşit kuruluş sermayele­rinin yine kamu yararına ayrılmış kısımlarının zekâttan istisna edildiğini hükme bağlamıştır.

 

İKİNCİ AYIRIM ZEKÂT HUKUKUNDA EHLİYET VE TEMSİL: [330]

 

18. Zekât Hukukunda Ehliyet:

 

Bir alacak-borç ilişkisi yaratması bakımından zekâtın hu­kukî ehliyet kavramıyla bağdaşma derecesinin bilinmesi ve ince­lenmesi gerekir.

Vergi hukuku açısından vergi borçlusu olmak için medenî hukuktaki ehliyete gerek duyulmamaktadır. Vergi hukukunda; bu görüşün gerekçesi, şöylece belirtilmektedir: Vergi ehliyeti; kişinin idaresine bağlı tasarrufları gerektirmez. Nitekim vergi borcu, kişinin hukukî tasarrufu olmaksızın gerçekleşir; sırf vergiyi doğuran olayın, ehliyeti olan veya olmayan bir kişi için meydana gelmesinde fark yoktur. Bir kişinin bina sahibi olması veya gelir elde etmesi halinde, bina vergisi veya gelir vergisi ödemesi gere­kir. Böyle birinin kanun çerçevesinde vergi borcu doğar. Bu borç, kişinin herhangi bir irade beyanını gerektirmez.

Tıpkı vergi gibi, zekât mükellefi olmak için de -biraz önce buluğ şartında ele aldığımız üzere- medenî hukuktaki ehliyet aranmamalıdır. Bu açıdan medenî hukukun ehliyetli saydığı kişiler de dahil olmak üzere reşid olmayan gerçek kişiler ile tüzel kişiler zekât hukukunda taraf olabilirler. Bu anlamda yaş kü­çüklüğü veya kısıtlılık zekât alacaklısına karşı borçlu olmaya en­gel sayılmamalıdır. Ancak, bunlara düşen zekât işlemleri, kanunî temsilciler tarafından yerine getirilir. [331]

 

19. Zekât Hukukunda Temsil: [332]

 

Zekât hukukunda temsil, başlıca zekât alacaklısı ve zekât mükellefi açısından ele alınmalıdır.

 

1- Zekât Alacaklısı Açısından: [333]

 

Zekât borcu, esas itibarıyla devlet tarafından tahsil edilir. Bununla birlikte, bazı hallerde devlet, -Hz. Osman'ın uygula­masında olduğu gibi- bu işlemi kısmen veya tamamen mükellef­lere devredebilir. Böyle bir durumda mükellefler, devleti temsilen, ilgili sınıflara zekât ödemek zorundadırlar. Günümüzde olduğu gibi, devlet zekâtla ilgilenmezse, mükellefler zekât borcunu arada devlet olmaksızın doğrudan ilgili sınıflara mensup kişilere öder­ler. Klasik hukukçuların, Hz. Osman'ın bu uygulamasına bakarak zekâta konu olan malları, zekât alacağının tahsil usulü açısından gizli ve açık mallar şeklinde bir ayırıma tâbi tuttuğunu yakından bilmekteyiz. [334]

Kâsânî'nin belirttiğine göre, ödemeyi terketme kuşkusu ol­madan mükelleflerin gizli mallarına ait zekâtın doğrudan devletçe tahsili yoluna gidilmesi, sahabe icma'ına aykırı düşeceğinden yetkisiz bir uygulama olur.

 

2- Zekât Mükellefi Açısından:

 

Zekât hukukunda, mükellef veya zekât sorumlularınn zekâtla ilgili ödevleri, prensip itibarıyla kendileri tarafından yerine getirilir. Ancak diğer hukuk kollarında olduğu gibi, zekât hukukunda da zekât işlemleri bazı hallerde kanunî temsilcilerce yerine getirilir. Bunun yanında mükelleflerin her bakımdan ehliyet sahibi olmalarına rağmen, zekât işleri için başkalarına temsil yetkisi vermeleri de mümkündür.

 

Kanunî Temsil:

 

Vergi mükellefleri veya sorumlular, zekât borcunun tediye­sinden başka, beyanname vermek, defter tutmak gibi daha bir kısım ödevlere tâbi tutulabilir. Bu ödevleri yerine getirmek, tüzel kişilerde bunları temsil edenlere ve yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, ihtiyarlık gibi sebepler dolayısıyla medenî hakları kullanmak ehliyetinden tamamen veya kısmen yoksun kimselerde kanunî temsilcilere düşer.

Zekât hukukunda kanunî temsilciler, tüzel kişilerde ilgili kurumun müdürü, idare meclisleri; gerçek kişilerde veli, vasi ve kayyımdır. [335]

Bu arada, küçüklerin zekâtının ödenmesi konusunda hukuk­çuların görüşlerini şöylece gösterebiliriz: [336]

1) ÜM, Zahirî Mezhebi, İbn Ömer, Cabir, Âişe, İshak b. Raheveyh ile Ebu Sevr'e göre, küçüklerin zekâtı onlar adına velileri ta­rafından ödenir. [337]

2) İbn Mes'ud'a göre, veli, zekâtın farz olduğu yılları hesap eder, buluğa erince, çocuğu durumdan haberdar eder ve böylelikle zekât çocuğun kendisi tarafından ödenir. Velinin, çocuğun malından zekât ödemeye hakkı yoktur.

İbn Ebi Leyla'ya göre de, veli çocuğun zekâtını ödeyemez, öderse tazminatını vermesi gerekir.

3) Kardavî'ye ve bazı maliki hukukçulara göre çocukların zekâtı mahkeme kararıyla tayin edilecek biri tarafından ödenir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu ta­sarısına göre (m. 70), mükellefin, malını idare etmeye engel bir durumu ortaya çıkarsa veya ülke sınırları içinde oturmuyorsa, malını idare eden kişi, hakları ve borçları konusunda onun yerine geçer.

 

İradî Temsil:

 

Zekât borçlusunun, bazan zekât işlerinin yapılması için bir kimseye temsil veya vekalet vermesi mümkündür.

Zekât hukuku bakımından iradî temsil, kaideten, medenî hu­kuktaki hükümlere göre nazara alınır.

Zekâtın ödenmesinde vekalet konusunda, hukukçular başlıca şu görüşlere yer verir: [338]

Mükellefin zekâtını ödemesi, en uygun çözüm yoludur, ancak emin ve güvenilir birini vekil tayin ederek de zekât ödenebilir. Güvenilir kişiden maksat, zekâtı hak sahibine ulaştırandır. Bazı hukukçular, zekâtın bir ibadet olmasını dikkate alarak, vekilin müslüman olmasını şart koşar, fakat bazılarına göre -ki Hanefî Mezhebi bu görüştedir-, zimmîler de -müvekkilin niyet etmesi şartıyla- vekaleten zekât ödeyebilir. Bu konuda da esas olan, zimmîye ihtiyaç duymaksızın vekil tayin etmektir, müslüman olmayan birini vekil tayin edince de güvenilir birini bulmak şarttır.

Bazı maliki hukukçular, riyadan uzak bulunmak ve insan­ların kendisini övmesini isteme maksadı taşımaması için, vekil tayin ederek zekât ödemenin müstehap olduğu görüşündedir. Ken­disi hakkında böyle bir durumun gerçekleşeceğini bilen veya zekât almaya hakkı olanları bilmeyen kimsenin, güvenilir bir vekil ta­yin ederek ödeme yapması gerekir.

Emri olmadan başkası adına sadaka verildiğinde, bu, vere­nin kendi malından ise, sadaka onun için caiz olup, başkası adına olmaz. Bu başka kişi razı olup icazet (izin) verse bile, -ödenene ica­zetle malik olamayacağından- sonuç değişmez. Bu kişi, kendisi adına tasadduk edilen malı sadaka olarak verirse, hüküm onun icazetine bağlıdır, izin verir ve mal da henüz tüketilmemişse zekât yerine geçer, mal yok olmuşsa nafile sadaka olarak geçerli olur. Çünkü emri olmadan başkası onun adına tasaddukta bulununca, mal da tüketilmiş olursa, bu başkası adına tasaddukta bulunanın zimmetinde bir borç demektir, bu zekât yerine geçseydi, başkası adına caiz olmayan borç ödeme gibi olacaktır. [339]

Güvenilir vakıf ve derneklere zekât ödeme halinde, zekâtın harcanması alanında iradî temsilden söz edilebilir.

 

ÜÇÜNCÜ AYIRIM ZEKÂT HUKUKUNDA SORUMLULUK

 

20. Sorumluluk Kavramı:

 

Vergi hukukunda, bir verginin ödenmesinden, herkesten önce, o verginin kanunla belirtilen mükellefi sorumludur. [340] Kanuna göre, vergiyi doğuran olayla ilgili olan kişi mükelleftir. Fakat bazı hallerde vergilerin ödenmesinden asıl mükellefin ye­rine veya asıl mükellefle birlikte, kanunda gösterilen şekliyle, üçüncü kişiler de sorumlu olurlar. İşte, üçüncü kişilerin, kendileri asıl mükellef olmakla beraber, asıl mükellefin vergisinin ödenme­sinden kanunla görevli tutulmalarına vergi hukukunda sorumlu­luk denir.

Vergi sorumluluğu, çeşitli hallerde ortaya çıkabilir; başlıcaları şunlardır:

1) Bir işverene tâbi olarak çalışanların ücretlerinden vergi­nin işveren tarafından kesilip vergi dairesine   ödenmesi sorum­luluğu,

2) Birden fazla kişinin,  aynı vergi borcunun ödenmesinden doğan müşterek sorumluluğu,

3) Maliki olmadıkları gayrimenkulleri elinde bulunduran, üçüncü kişilerin sorumluluğu,

4) Vergi borçlusunun ölümü dolayısıyla varislerin, borçlu tü­zel kişilerin infisahı dolayısıyla tasfiye   memurlarının sorum­luluğu,

5) Aile reisi usulünde, aile reisinin eş veya çocuklarının vergi borçlarına ilişkin sorumluluk,

6) Gerçek veya tüzel kişilerde kanunî temsilcilerin sorum­luluğu.

Yukarıdaki hallerin incelenmesinden anlaşılacağı üzere, vergi hukukunda sorumluluk, asıl mükellefle, gerek kişisel, ge­rekse vergi mevzuları itibarıyla ilgisi görülen üçüncü kişiler bakımından meydana gelmektedir. Kanun koyucunun gayesi, bir yandan verginin daha kolaylıkla tahsilini sağlamak, öte yandan asıl mükellefin, ölümü veya infisahı dolayısıyla artık bulunma­ması veya temsil edilmemekte olması yüzünden vergiyi ödeyecek ilgili kişilerin tespitidir.

Bunlar, başlıca “Vergi Sorumlusu,” “Vergi Borcunda Tesel­sül” ve “Vergi Borcunun İntikali” başlıkları altında incelenir. Zekât borcu da bu açıdan incelemeye tâbi tutulabilir.

 

21. Zekât Sorumlusu:

 

Kendisi gerçek mükellef olmamakla beraber, gerçek mükel­leflerle olan ilişkileri dolayısıyla, vergi kanunlarının gösterdiği hallerde, verginin hesaplanarak kesilmesi ve vergi dairesine ödenmesi veya diğer bazı işlerin yapılması (defter tutma, beyan­name verme vb.) mecburiyeti olan üçüncü kişiye Vergi Sorumlusu denir.

Tanımdan anlaşılacağı üzere, sorumlular, mükellefin yerine bazı hallerde verginin hesaplama ve ödeme işini kanunun yük­lediği üçüncü kişilerdir. Bunlar, mükelleflerin kendi vergilerini ödemek için bizzat yapmak mecburiyetinde oldukları işleri yapan kimselerdir. Görevleri, vergiyi kaynakta kesmek ve vergi daire­sine yatırmaktır. Vergi sorumluları, devletin memurları değildir; bunlar çalıştırdıkları kimselere verdikleri ücretlerden kanunun gösterdiği şekilde vergi kesmek ve bunu yatırmak mecburiyetinde olan işveren gerçek veya tüzel kişiler veya yaptıkları hizmetler do­layısıyla aldıkları hizmet bedeli tüzel kişiler veya yaptıkları hiz­metler dolayısıyla aldıkları hizmet bedeli üzerinden, yine kanu­nun gösterdiği şekilde vergiyi hesaplayarak almak ve yatırmak mecburiyetinde olan gerçek veya tüzel kişilerdir.

Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, vergi sorumlusu, mükel­leften ayrı bir kimsedir; vergi sorumlusu, bir ödemede bulunmak mecburiyetinde olmakla beraber, ödediği vergi borcu, kendi borcu değildir. Burada, bir nevi vekalet şekli vardır. Vergi sorumlusu, mükellef yerine ve adına bir ödemede bulunmaktadır. Bu bakımdan, ödediği vergi borcunu, daha önce mükelleften kesmemişse, ona her zaman rücu edebilir.

Bunun aksine, sorumlunun, kestiği vergiyi ödememesi ha­linde, mükellefin bizzat bu vergiyi ödemesi, asıl mükellefin sorum­luya rücu hakkını doğurabilir.

Vergi cezalarında sorumluluk, yalnız vergi sorumlusuna düşer, mükellefe rücu hakkı yoktur. [341]

Zekât hukukunda da, vergi sorumlusu ile ilgili bu genel esas­lar çerçevesinde hareket edilerek meselâ ücretlerden alınacak ze­kât için tevkifat (stopaj) usulüyle tahsil yoluna gidilebilir. Nitekim râşid halifeler Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ile İbn Mes'ud ve Ömer b. Abdilaziz, bu tür bir uygulamada bulunmuş ve maaşlardan zekât tahsil etmişlerdir. [342]

Yine, Emevîler devrinde, I. Muaviye zamanında, devlet me­murlarının aldığı maaşlardan da tahsilatta bulunulduğu bir vakıadır. [343] Selman el-Farisî dahi atâ (maaş) olarak aldığı parayı, sadaka şeklinde dağıtırdı. Diğer sahâbîler arasında da bu tip tasadduklarda bulunanlar olup olmadığını bilmemekte ve hususî bir hadise de vakıf bulunmamaktayız. Fakat tatavvu' saikiyle, umumî hükümler muvacehesinde bazı kimselerin bu tarz hareket ettiklerini düşünebiliriz. [344]

Zekâtın devlet eliyle tahsil edildiği bir sistemde, mükellef malını yönetemez durumda olduğu veya ülke sınırları içinde ika­met etmediği takdirde, hak ve borçlar için onun adına mallarını idare edenler sorumlu olur. [345] Böyle bir durumda, ida­reye beyanname vermek gibi şeklî ödevler ve zekât ödemek gibi işlemler de aynı kişi tarafından yerine getirilir. [346]

 

22. Zekât Borcunda Teselsül:

 

Özel hukukta borçların teselsülü, alacaklının alacağını, bir­den fazla borçlunun her birinden talep edebilmesi halidir. Bu ya iradî veya kanunî olur. Ya birden fazla borçlu alacaklıya karşı aynı bir borcun borçlusu olduğunu kabul eder veya haksız fiilde olabileceği gibi, aynı fiilden dolayı birkaç kişi kanun tarafından müteselsilen borçlu tutulabilir. [347]

Bu durum, vergi hukukunda da bulunmaktadır. Vergi huku­kundaki müteselsil sorumluluk, kanundan doğar. Diğer bir deyişle, vergi kanunu, belirli bir vergi için birden fazla mükellefi müteselsiîen sorumlu tutabilir. Buna karşılık, birkaç kişi aynı bir mükellefiyet dolayısıyla kendi iradelerine dayanarak müteselsilen borçlu olduklarını vergi alacaklısına karşı taahhüt etmek isteseler dahi bu, vergi alacaklısı olan devlet veya diğer kamu kuruluşları bakımından bir anlam taşımaz. Vergi alacaklısı için kanunla belirtilen haller dışında, tek bir alacak ve tek bir mükellef mevcuttur. Ancak, vergi borcunun teminata bağlanmasında şahsî kefalet alınabilir.

Vergi borcunda teselsülün mahiyetine gelince, bu, kanun ko­yucunun belirttiği vergi mevzuu dolayısıyla birden fazla kimse adına aynı bir vergi borcunun doğumu halinde ortaya çıkar. Ortada tek bir mevzu ve bundan doğan tek bir vergi bulunmaktadır; fakat bu borcun mükellefi birden fazladır.

Bu bakımdan, aralarında az veya çok bağlılık bulunmakla beraber, vergi hukuku noktasında ayrı mahiyette olduğu kabul edi­len fiilî hal ve şartlar veya mevzulardan birkaç vergi borcu mey­dana gelmesi halinde teselsül yoktur.

Vergi borcu ndaki teselsül, yalnız verginin ödenmesi bakımından olmayıp, vergi borcuyla ilgili bütün şeklî muameleleri do kapsar. Her müteselsil vergi borçlusu, verginin tahakkukuyla ilgili beyanname ve bilgi verme gibi bütün şeklî ödevleri yapmakla yükümlüdür. Ancak, vergi cezaları, teselsül bakımından nazara alınmayıp şahsî ve ferdî kalır. [348]

Zekât borcunda teselsül konusu, hal ve şartlara göre, bu esas­lar çerçevesinde ele alınabilir. Ancak belirtmeliyiz ki, uygula­mada böyle bir hüküm tespit edebilmiş değiliz. Yalnızca buna yakın bir kavram olarak, hukukçuların müşterek mülkiyetle ilgili görüşleri gözden geçirilebilir: [349]

Hanefî Mezhebine göre, müşterek mülkiyet halinde, malikler yalnız kendi hisseleri oranında zekâttan sorumlu olur. Ancak eş-Şafi'î ve Malik'e göre, -ilkine göre ortaklar için nisap aranmaz, ikinciye göre aranır- zekât ferdî mülkiyet esaslarına göre ödenir. İbn Rüşd de bu görüşü benimsemektedir.

 

23. Zekât Borcunun İntikali:

 

Borçlar hukukunda, alacaklının rızası olmak şartıyla, bir kimse, bir borçlunun yerine geçebilir; buna Borcun Nakli denir. Kanunun gösterdiği bazı hallerde de borçlar, asıl borçludan diğer Kimselere geçer, buna Halefiyet denir[350].

Vergi hukukunda bazı hallerde vergi borcu, başkalarına inti­kal eder veya böyle bir borca, asıl müklleften başkaları halef olur.

Vergi borcunun intikali veya vergi borcuna halef olma, başlıca iki halde ortaya çıkmaktadır:

1) Vergi borçlusunun ölümü veya borçlu tüzel kişilerin infisahı,

2) İş ve teşebbüslerin birleşmesi veya devri. [351]

Bunları zekât hukuku açısından inceleyelim:

 

1- Zekât Borçlusunun Ölümü:

 

Vergi hukukunda mükellefin ölmesi halinde, vergi münase­beti kesilmiş olur; fakat tahakkuku henüz yapılmamış olsa bile, ölenin sağlığı zamanında doğmuş olan vergi borcu ortadan kalk­maz; bu itibarla, ölüm dolayısıyla asıl mükellefin yerine geçecek veya ona halef olacak yeni bir borçlunun bulunması gerekir. Mü­kellefin ölümü halinde, ölümü bildirme, gerektiğinde beyanname verme ve varsa vergisini ödeme ödevleri kanunî veya mansup mi­rasçılara düşmektedir. Ancak, ölenin vergi suçlarından doğan vergi cezaları, mirasçılara geçmez. Bu son hükmün gerekçesi, ceza hukukundaki cezaların şahsîliği prensibine dayanır.

 

Ölümün Zekât Borcunu Düşürmesi:

 

Ölümün Zekât Borcuyla Gerçekleşmesi: [352]

 

Konunun Vasiyete Göre Düzenlenmesi:

 

Hanefî Mezhebi, İbn Şirin, Şa'bî, Nehaî, Hammad ve Sevrî'ye göre, zekât borcu vasiyet edilmediği takdirde düşer, vasiyet edilince terikeden ödenir. Dünya ahkâmı bakımından mirasçıların terikeden ölenin zekâtını ödemesi gerekmez; öderlerse bu nafile sadaka yerine geçer, ancak ödemeden veya vasiyet etmeden ölen mükellef Allah katında sorumlu olur. Zekât, kendisinde niyet şart olan bir ibadettir; namaz ve oruçta olduğu gibi, ölümle düşer. Fakat ölüme kadar zekât ödememek günahtır; hatta bazı hanefî hukukçular ölüme yakın hastalanan mükellefin mirasçılardan gizleyerek ze­kât ödemesini uygun görürler.

 

Vasiyetin Dikkate Alınmaması:

 

Cumhur'a (Atâ, el-Hasenu'1-Basrî, Zuhrî, Katade, İshak, Ebu Sevr, İbnu'l-Munzir, Evzaî, Leys ve Zeydiye Mezhebine) göre, ölüm zekât borcunu asla düşürmez. [353] Zekât borcunun mi­rasçılar tarafından ve terikeden ödenmesi gerekir.

Hanefî hukukçular, bu görüşe, yalnızca öşür konusunda, elde bulunan ürün için katılır; bir nakilde Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, bu durumda da zekât düşer. Fakat ürün istihlak edilmişse ve vasiyet yapılmamışsa zekât düşer, zimmete yüklenir. Ebu Hanife'den hayvanlar konusunda da Cumhur'un görüşüne katıldığı nak­ledilir.

Fitre, adak, keffaret, oruç, namaz, nafaka, haraç ve cizye için de bu hükümler uygulanır.

Hanefîler ile diğerleri arasında bu mesele etrafındaki ihtilaf iki temele dayanmaktadır:                                                   

1) Şüphe yok ki, malla ilgili Allah'ın hakkı olan zekât, bir malî ibadettir. İbadetlerin ise yalnızca niyetle yapılması caizdir. Kişi ölünce, ölümü ile niyeti de kaybolur. Hiç kimse bir farzı onun yerine getiremez. Bu farzı, onun yerine birinin yapması için bizzat kendisinin bu şahsı vekil yapması ve o şahsın da onun emriyle ve­kil olması gerekir. Varisin onun yerine gerekli olanı yapma husu­sunda, borçluya vekil olma sıfatı yoktur. Seçilmiş vasi vekalet al­madan, malî olan bu dinî farzları yerine getirirse, bu durumda vasi, ölü ile vekili arasındaki hukukî duruma sahiptir. Miras bırakanın bir vasiyeti varsa, bu vasiyet, vasiyetlerin sahip olduğu hukukî çerçevede yerine getirilir ki, bu da malın üçte biriyle olur

Cumhur ise zekât ve diğer adak ve keffaretlerden meydana gelen sadakalara mücerret bir ibadet olarak bakmıyor. Bunlar bir ibadet olmakla beraber, isteyerek ödenirse, malın aynından öde­neceğini, malla ilişkili olduğu gibi zimmetle de ilişkili olduğunu kabul ediyor. Bundan dolayı, bu sadakaları yükümlü isteyerek vermezse, zorla ve onun arzusuna bırakmadan almak caizdir. Ze­kât ve sadakaların yükümlüden zorla ve istemediği halde 'alınmasının caiz olması ancak malla ilişkili olduğu zaman olur. Mademki bu borç malla ilişkilidir, şu halde bunlar yükümlüden hayatta iken alınır, öldüğü zaman bu hak, ölmeden önce yaptığı borçlanma gibi, mala geçerek devam eder.

2) Hanefîler, zekât ve benzeri yardımları, içtimaî yardımlaşma manası taşıdığından dolayı kişinin ailesi için yaptığı harcamalar gibi görüyorlar. Bu bakımdan, zekât ve benzeri malî ibadetler, millet için yapılan sosyal yardımlardır. Yalnız bunlar, daha büyük bir aile olan milletin bütününe ödeniyor. Hanefîlere göre yardımlar, ne kadar büyük olursa olsun, borç olmaz ve yükümlünün ölmesiyle kendisinden düşer. Bu demek değildir ki, hor türlü yardımın izi ölümle yok olacak; ortada bir âhiret sevabı vardır ve bu ahiret sevabı ise dünyada ödenmesi farz olan bedelden daha şiddetlidir.

Hanefîlerin dışında kalanlar, her ne kadar bu yardımların daha büyük aile olan millete yapılan içtimaî bir yardım olduğu görüşünde on­larla birlemiyorlarsa da, yalnız bu yardımların malın aynı ile ve malla ilişkili olduğu, yükümlü ölümden dolayı zimmetinde kalan bu borçları ödeyemediği takdirde mirasçıların bu ödemeyi yapmaları gerektiği görü­şündedirler.

Muhammed Ebu Zehra'ya göre, Cumhur'un bu konudaki goıüşü, elıl yönünden daha kuvvetli, daha faydalı, daha güvenilir ve toplum halkalarını birbirine daha fazla bağlayıcı niteliktedir.

 

Ölüm Yılının Zekât Durumu: [354]

 

Ölüm, yıl (havelan-ı havi) içinde olursa, Hanefî Mezhebine göre, havelan-ı havi kesilir, ölen mükellef açısından ö yıl yok ka­bul edilir ve malları üzerine zekât yüklemeden geçer. eş-Şafî'i'ye göre, hevelan-ı havl kesilmez, mirasçılar yıl sonunda bu malın ze­kâtını öder. Çünkü Hanefî Mezhebine göre zekât bir ibadettir, onda eda eden, yani malik gözönünde tutulur, Ölümüyle mülk artık on­dan gitmiş olur; eş-Şafî'i'ye göre, zekât mülk üzerine yüklenen bir mükellefiyettir, mirasçı miras bırakanın mülküne halef olmuştur, borcu da onun ödemesi gerekir.

 

Zekât Borcunun Ödenmesi:

 

Zekât Borcu Ve Bu Konuda Vasiyetin Yeri:

 

a) Hanefî Mezhebine göre, vasiyet bulunması halinde, zekât, terikenin üçte birinden ödenir. Bu yetersiz kalınca, kalan maldan tahsil olunması sözkonusu değildir.

b) Malik'ten üçte birinden; önce üçte bir, sonra kalan maldan tahsil edileciği görüşlerinin her ikisi nakledilirse   de, meşhur olanı, sadece üçte birinden ödeme yapılacağıdır. [355]

c) Maliki Mezhebine göre, zekât bazan terikenin ta­mamından, bazan da üçte birinden tahlil olunur: Mükellef vasi­yette bulunursa, zekât, üçte birden ödenir. Zekatın farz olduğunu iti­raf ve ödenmesini vasiyet ederse, terilenin tamamından tahsil edi­lir.

d) Şafiî Mezhebine göre, zekât farz olup, ödeme imkânı da bu­lunduktan sonra, ölüm asla zekatı düşürmez,   terikeden ödeme yapılır.

e) Evzaî ve Leys'e göre, zekât borcu vasiyetten önce ve terike­nin sadece üçte birinden tahsil edilir.

 

Kul Borcu Ve Zekât: [356]

 

a) Zahiri Mezhebine göre, kul borcu, zekât borcundan önce ödenir. Çünkü kul borcu konusunda teşdid ve te'kid, Allah hakkı konusunda hafifletme vardır. Ayrıca1, yükümlünün ölümüyle bu haklar terike mallara taalluk eder. Onlara göre, müteveffanın terikesinden ilk etapta ödemediği zekât ve keffaret borçlarının ödenmesine başlanır. Bırakılan mal, bütün bunlara yeterli gel­mezse, terike bu borçların oranına göre taksim edilir.

b) İbn Abbas, Atâ, Sa'id b. Cubeyr, Mücahid, Ebu Sevr, İshak ve Hanbelî Mezhebi ile Şafiî Mezhebine göre, zekât borcu, kul borcun­dan önce ödenir. Çünkü “Allah'a ait borç, ödenmeye daha layıktır.” [357] Zekât nisabı, yükümlünün vefatından önce yok olmaz ve herhangi bir harcama yapılmadan olduğu gibi duruyorsa, -velevki-ortaklık mallarının bir kısmı rehinli de olsa- zekât hakkı hepsinden öncedir. Bunun sebebi şudur; Zekât, malın bir kısmı sayılır. Zekât hakkı bulunan mülkün hepsine müteveffa sahip değildir. Zekâtta, fakirin, yoksulun ve zekât hakkına sahip olan­ların şayi hakları vardır. Bu malda fakirlerin hakkı ödendikten sonra arta kalan müteveffanındır. Bu bakımdan zekâtın, malı re­hin yapanın mal üzerindeki hakkından daha fazla malla alâkası vardır. Maldaki zekâtla ilgili olan bu hak, mülkiyetle ilgili haktır, rehin yapanın hakkı ise tevsik edilmiş bir borç hakkıdır. Mülkiye­tin tevsik edilmiş bir borçtan daha kuvvetli olacağında şüphe yok­tur.

Zekâttan dolayı ödenmesi gereken borç, şayet tüketilmiş yahut yok olmuşsa, o zaman borç, hakkı yerine getirmekle yükümlü kimsenin zimmetine geçer ve başlangıçta zimmete geçerek yerine getirilmesi gereken tayin edilmemiş keffaretler gibi olur.

c) Üçüncü görüştekilere göre, zekât borçları, müteveffanın ve­fatından önce zimmete taalluk eden ve fakat malların aynına taal­luk etmiyen kişinin mutlak borçları gibidir. Ölenin terikesi, bütün borçları karşılayacak güçte ise, o zaman zekât borçları mütevef­fanın vefatından önce yaptığı bir rehin anlaşması sonucunda mey­dana gelen borçlu ile alacaklı arasındaki malın kendisine taalluk eden yükümlünün vefatından önce malın aynına da taalluk etse, bunun kuvvet bakımından mala taalluku, bir anlaşma ile doğan rehin kadar değildir. Buna göre, terike bütün borçları karşılayacak güçte değilse, ilk önce rehin akdiyle tevsik edilmiş eşya üzerindeki rehin borç karşılanır, geriye kalan alacaklıların alacakları, borç oranına göre -zekât da bunların içindedir- tevzi edilir. Bu görüş, nanbelîlerin çoğuna aittir.

d) Bazı hanbelî hukukçulara göre, borçlar, eşit oranda taksim edilir.

e) Ahmed b. Hanbel'e göre, önce zekât borcu ödenir, sonra va­siyete geçilir.

f) Maliki Mezhebinin görüşü, dikkat çekicidir: Onlara göre, mükellefin zekât borcu olduğunu bildirmesi ve zekât borcunun ha­yattayken olduğu gibi kul borcundan sonraya kalması gerekir. Böylece, hayattayken mükellefin borcunu ödeyip ödemediği kesin­lik kazanır. Zekât borcu, terikeden kulların borcu verildikten sonra ve fakat vasiyetler ve mirasçıların hakları ödenmeden önce ödenir. Zekât borcunun ödenmesi, terikenin yalnız üçte birinden değil, bütününden yapılır. Şayet zekât yükümlüsü, zekât borcunun terikeden verilmesini vasiyet etmişse ve bu gerekli ödemeyi za­manında yapmayı ihmal ettiğini bizzat ifade etmişse ödenmesi an­cak uygun düşer. Onun yaptığı böyle bir ifade ve vasiyet sayesinde, yükümlü üzerindeki farzın bilinmesi ancak mümkündür. Olabilir ki, o zekâtı açıklamadan gizlice vermiştir. Bu bakımdan, bu ko­nuda gerekli bilgi ortaya çıktığı zaman kullara ait borçlar karşılandıktan sonra, terikeden arta kalan bütün maldan bu zekât borcu ödenir.

Kardâvî, ikinci görüşün tercih edilmesinden yana olduğunu belirtmektedir. Böylelikle İslâm, yeni vergi kanunlarını geride bırakmış olacaktır. Çünkü onlar alacaklılar çoğaldığı zaman, borçlunun malı üzerinde devlet hazinesine imtiyaz tanımış ve borçlu malında rasgele tasarrufta bulunduğu zaman devlete kontrol imkânını  vermiştir.

Muhanımed Ebu Zehra ise son görüşün uygulamaya esas alınması gerektiği kanaatini taşır: İslâm mezhepleri arasında bu konuda en geçerli görüş, Maliki Mezhebinin görüşü olup, aynı za­manda onun bu görüşler arasında itidale en yakın bir görüş olduğunda da şüphe yoktur. Bu mezhep, zekât borcunun, mal sahibi­nin bildirmesiyle ödenmesine geçileceğini ve zekât borcunun kul borcundan sonraya bırakılacağını kabul ediyor. Zira hayatta iken de, zekâtın ödenmesi kulların haklarını ödemekten sonraya bırakılmıştır. Borçlar, zekât nisabına, hatta bazan borçların öden­mesiyle geride bir zekât nisabı bırakmıyorsa farzın aslına da tesir eder, yani zekât farzı düşer. Durumun iyi anlaşılabilmesi için, bu son açıklamaya şunu ekleyelim: Ödemenin olması için, öncelikle müteveffanın zekâtını ödemediğini bildirmesi, ikinci olarak da diğer borçların öncelikle ödenip sonra zekât borcuna geçilmesi ge­rekir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısına (m. 75, 80) göre, zekât borcu olduğu halde ölen mükellefin malındaki zekât borcu devam eder. Zekât borcu, zekâtın farz olduğu maldan veya terikenin diğer kısmından ödenir. Zekât alacağının, bütün diğer alacaklı, vasiyet edilenin ve mirasçının alacakları gibi özel alacaklara, vergi ve resim gibi kamu alacaklarına karşı önceliği vardır.

 

2- Zekât Borçlusu Tüzel Kişilerin İnfisahı:

 

Tüzel kişilerin infisahı halinde, vergi borcuna muhatap ola­cak borçlunun ortadan kalkması dolayısıyla, tüzel kişiliğin mev­cut o'duğu zamanlarda meydana gelmiş vergi borçlarını ödeyecek bir muhatabın bulunması gerekir. Teşebbüs veya işletmelerin tüzel kişiliğinin kalkması halinde tasfiye yapılır. Tasfiye, ya tüzel kişinin yetkili organlarının veya iflas halinde olduğu gibi, ticaret mahkemesinin kararıyla olur. Tasfiye için, ilgili organ veya mer­cilerce tasfiye memurları tayin edilir. Bu memurlar, tüzel kişinin bütün işlemlerinde muhatap olan kişilerdir. Vergi borcu bakımından da aynı tasfiye memurları muhatap ve sorumlu tu­tulmuşlardır. Tasfiye memurları öncelikle kamu alacaklarını öder veya ödemek üzere ayırır, ondan sonra kalanı dağıtır. Bu arada kendilerine paylaştırma yapılan ortakların da aynı vergi borcu için muhatap olabilmesi mümkündür. [358]

Zekât hukukunda da, vergi hukukundaki bu genel hükümler çerçevesinde hareket edilmelidir; ancak zekâtın özel durumları ve ruhu gözden ırak tutulmamalıdır. [359]

 

3- İş Ve Teşebbüslerin Birleşmesi Veya Devri:

 

İş ve teşebbüslerin birleşmesiveya devri halinde, vergi borcu­nun intikalinde bazı özellikler vardır. Türk Ticaret Kanuna göre, Birleşme, iki veya daha fazla ticaret şirketinin birbiriyle birleşerek, yeni bir ticaret şirketi kurmalarından veya bir yahut daha fazla ticaret şirketinin mevcut diğer bir ticaret şirketine ilti­hak etmesinden ibarettir (m. 146). Bu tarifte başlıca iki hal vardır: Birincisinde iki veya daha fazla şirket yeni bir şirket halinde birleşmekte, ikincisinde mevcut bir şirkete diğer bir şirket iltihak etmektedir. Gerek Borçlar Kanununda (m. 179 ve 180), gerekse Ku­rumlar Vergisi Kanununda (m. 36 ve 38) yukarıdaki birinci hale birleşme ve ikinciye devir denilmektedir. Kurumlar Vergisi K. bu iki halden biri veya diğerine göre, vergi borcunun intikal şeklini ayırmaktadır. 36. maddeye göre, “Bir veya bir kaç kurumun diğer bir kurumla birleşmesi, birleşme sebebiyle infisah eden kurumlar akımından tasfiye hükmündedir. Ancak birleşmede tasfiye kârı yerine birleşme kârı vergiye matrah olur. Buna göre, birleşme ha­linde, tüzel kişilerin, infisahı hükümleri uygulanacaktır. Ancak, tasfiye memurlarına düşen sorumluluk ve ödevler birleşme halinde birleşilen kuruma düşer (m. 36/4).

Oysa devir halinde vergi borcunun intikali, daha başka esas­lara bağlanmıştır. Kurumlar Vergisi Kanunun 38. maddesine göre, “Devirlerde gerekli şartlara uyulduğu takdirde, münfesih kurumun sadece devir tarihine kadar elde ettiği kazançlar vergilendirilip, doğrudan doğruya birleşmeden doğan kârlar hesaplanmaz ve vergilendirilmez”. Bu hükümden anlaşılacağı üzere, devir halinde, devralan kurum, devrolunan kurumun vergi borçlarını ödemeyi kabul etmek, diğer bir deyişle münfesih kurumun vergi borçlarına halfif olmak durumundadır. [360]

Zekât hukuku açısından da bu hükümler son derece uygula­maya elverişli gözükmektedir. [361] Ancak, zekâtın özel durumları ve ruhu, yapılacak düzenlemede daima gözönünde tutulmalıdır.

 

6. BÖLÜM ZEKÂTIN MEVZUU

 

24. Zekâtın Kaynağı Ve Konuları:

 

Verginin mevzuu (konusu), üzerine vergi konuları ve doğru­dan doğruya veya dolayısıyla verginin kaynağı olan iktisadî un­surdur. Bu, bir mal veya eşya, bir hizmet, bir gelir, bir sermaye, tü­ketim vb. olabilir. Başka bir deyişle, mevzu, kanunun mükellefiye­tin doğmasını bağladığı iktisadî unsurdur.

Vergi mevzuları, kanun koyucular tarafından tespit edilir. Kanunda gösterilmiş olmadıkça, hiçbir şeyden vergi alınamaz. Bir vergi mevzuuna benzeyen başka bir mevzu, kıyas yoluyla vergilendirilemez. Meselâ, gayrimenkul olarak yalnız bina ve araziler vergi mevzuu olarak tespit edilmişse, Medeni Kanunumuza göre, gayrimenkul sayılan madenlerden de (m. 632) kıyas yoluyla vergi alınması mümkün değildir.

Vergi mevzuları, kanun koyucuları tarafından seçilip, tespit edilmekle beraber, bunun ülke iktisadına ve sosyal gerçeklere uy­gun olması gerekir. Verginin verimli ve adil olması, seçilen vergi mevzularının ülke gerek ve koşullarına uygun düşmesine bağlıdır. Bu anlamda, yapıları ve süreklilikleri nedeniyle gelir, gider ve servet vergileri, koşulları içinde en uygun vergilerdir. Modern her ülkenin vergi sisteminde bu tür vergiler bulunur; bunlara temel vergiler denir[362].

Bu tanımdan yola çıkarsak, zekâtın mevzuu, zekâtın konduğu şeydir. Başka bir deyimle, zekât ne üzerinden alınıyorsa o, zekâtın konusu demektir.

“Malî mükellefiyetlerin mevzuları hususunda mekkî âyet­lerde bol malzeme derhal göze çarpar Gerek İslamdan evvelki du­ruma temas edilirken, [363] gerekse umumiyetle mükelle­fiyetler vazedilirken bunlar toprak mahsulleri (hars) ve hayvan sürüleri (en'am) diye umumî olarak tasrih edilmektedirler. Bir hadi­sin mündericatında bu hayvan sürüleri tabirinin Hz, Peygamber tarafından ayrıca açıklamaya uğramış olması hayli dikkat çekici­dir; Mekke'de varit olan bu hadiste deve, sığır, koyun sahibinin bunlarda mevcut hakkı yerine getirmesi icap ettiği gösterilmekte­dir. [364] Yine ez-Zariyat: 51/19 âyetinde umumî olarak “emval” tabiri kullanılmaktadır ki, gerek ziraî mahsulleri ve gerekse hayvan sü­rülerini içine alan çok geniş ve mühim bir âyettir. Buna göre, Mekke'li bir müslüman, her ne mevzuda olursa olsun, bütün malla­rında yine Kur'ân'da gösterilen yerlere sarfedilmek üzere bir “hakk” olduğunu, yani ödenmesi gerekli bir malî mükellefiyet ol­duğunu hissedecek ve imanı icabı bunu yerine getirmeye çalışa­caktı.

Medine'de ilk zamanlarda inen âyetlerde de mesele biraz daha genişletilmekte, el-Bakara: 2/177'de “mal,” aynı surenin 261 ve 262. âyetlerinde “emval” ve nihayet Mekke'de vazedilmiş malî mükellefiyet mevzularından farklı bir şekilde “ziraî ve ticarî” yol­dan elde edilen emtia üzerinde olmak üzere vergi şeklinde malî mükellefiyet mevzuları daha da geniş olarak ele alınmaktadır.

Bu umumî ziraî mevzulardan elde edilen emtiaya vazedilen mükellefiyetler, Medine'de nazil olan En'am: 6/141 âyeti ile de büs­bütün tafsil edilmektedir. 6. sûre mekkî olmasına rağmen, 141. âyet medenî olup bu sûre içine diğer birkaçı ile birlikte istisnaen dercolunmuş bulunmaktadır. Buna göre, en-Nahl, ez-Zer', ez-Zeytûn, er-Rumman ve hatta bu sayılan mevzulara müteşabih hususlarda bile [365] ödemesi gerekli bir hakk-zekât bulunduğu ve bunun hasat zamanında tediye olunması gerektiği açıkça tavzih olunmak­tadır.” [366]

Ayetlerde zekâtın mevzuu olarak belirtilen bir başka mal, al­tın ve gümüş gibi nakitlerdir. [367] Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mevzula­rını çok ayrıntılı bir biçimde belirtmemekle Yüce Allah, mükellefe veya devlete, durum ve şartların icaplarına göre, bunları tayin ve tespit etme, değiştirebilme yetkisini tanımıştır. [368]

Zekâtın mevzuunu belirtmek için problemi klâsik hukukçula­rın kimisi dar, kimileri de geniş çerçevede ele almışlardır ki, bunu “zekâtın sebebi” başlığı altında belirtirler:

 

1- Dar Çerçevede Düşünenler:

 

Zahirî Mezhebi ile Şevkâni ve Sıdık Hasen Han'a göre, zekât sadece hadislerde belirtilen hayvanlardan deve, sığır ve koyun; zi­raî ürünlerden arpa, buğday ve hurma; maden ve nakitlerden sa­dece altın ve gümüş olmak üzere yalnızca sekiz çeşit mala farzdır. Ticaret malları ve bu sayılanlar dışındakiler ise zekâta tâbi olmaz­lar. [369]

Bu görüştekiler, nasların zahiri ile malın hürmeti (dokunulmazlığı) ve tekliften beri olmasına dayanırlar.

 

2- Geniş Çerçevede Düşünenler:

 

a) Cumhur'a göre, zekâtın sebebi, “nema”dır. [370] Zekâtın sebebi, nema olunca, Hz. Peygamber ve sonraki devirlerde bu özelliği taşımayıp sonradan ve özellikle zamanımızda bu özelliği kazanan mallar kıyas yoluyla zekâta tâbi olurlar. [371]

b) Hanefî Mezhebine göre, zekâtın farz olma sebebi, “nisab-ı mal”dır. [372] Nisab, en kısa deyişle, bir malın zekâtı için gerekli olan enaz miktardır. Başka bir söyleyişle, sahibinin zenginliğini arttır­dığı sürece mal, zekâtın sebebidir. Bazı hukukçular buna “sahip olunan fazla mal” da demektedirler. Zaten, esasında malî ibadetle­rin vacip olma sebebi de, nisab miktarına sahip olmaktır. [373]

Aslında, gerek Cumhur'un, gerekse Hanefî Mezhebinin zekâ­tın farz olma sebebi olarak belirttiği, öz olarak değil, ifade olarak farklıdır.

Malları zekâta tâbi tutma konusunda, en dar görüş İbn Hazm ve ona uyan Şevkâni ve Sıddık Hasen Han'a aittir. En geniş görüş ise, nisab aramadan her çeşit ziraî ürünü, atı ve zînet eşyasını ze­kâta tâbi tutan Ebu Hanife'ye aittir, ancak o da çocuk ve deliyi, ha­raç toprağını zekâttan muaf ve istisna tutmakla önemli rakama ulaşabilecek malları zekât konusu olmaktan çıkarmıştır. [374]

Çağdaş hukukçu ve iktisatçılardan Muhammed Ebu Zehra, M. A. Mannan, Muhammed Hamidullah ve Mahmud Ahmed ile Yusuf Kardavî, zekâta tâbi malın sadece nasla belirtilen mallar olamaya­cağı, her çağın özelliğine göre ortaya çıkan maddî -iktisadî varlı­ğın artıcıhk vasfı taşıdığı takdirde, zekâta tâbi olması gerektiği görüşündedirler.  Çünkü zekâta tâbi mallar,  hangi çağda ve toplumda ortaya çıkarsa çıksın artıcı olunca, zekâta tâbi olmak gere­kir. Aslında bu görüş, yeni bir ictihad değildir. Sadece fıkıh usu­lünde bilinen “tahkiku'l-menat” işlemidir, yani kıyasın rükünle­rinden olan illetin benzer olaya uygulanmasıdır. Nasıîki, bugün ortaya çıkan alkollü maddeler, fıkhın ictihad çağında bulunan iç­kilerden farklı olmasına rağmen, mubah kabul edilmez. Bunların yasaklanması nasıl nassa aykırıdır diyemezsek, zekâta tâbi mal­lar için de aynı gerekçeyi ileri süremeyiz. [375]

İslâm hukukunun durağan olmadığım, arzulanan dengeli bir iktisadî ve sosyal hayatın gerçekleşmesini çabukl aştırdığını ve ze­kâtın özünü gerçek bir şekilde yansıttığından bu görüş, üzerinde dikkatle durulmaya değer niteliktedir.

Verginin kaynak açısından yapılan sınıflamasında belirtil­diği üzere, [376] vergiler başlıca sermaye, gelir, kişi ve tüketim üzerine konulmaktadır. Zekâta konu mal, servet veya sermaye olabileceği gibi, kendileriyle birlikte bunların geliri veya -gelir vergisindeki gibi-yalnızca gelir de olabilmektedir.

Servet unsurları -başka bir ifade ile sermaye- zekâta tâbidir. Hz. Peygamber devrinin başlıca sermaye unsurları (altın, gümüş, deve, koyun, sığır...) hadislerde sayılmıştır. Bunların, üretimde kullanılması veya kullanılmaması sonucu değiştirmemektedir. Al­tın ve gümüş iktisadî hayata dahil edilsin edilmesin, eğer bir yıl boyunca ferdin net aktifini teşkil etmiş ve belli bir miktarı aşmışsa, zekâtının ödenmesi icap etmektedir. Buradan çıkarılabile­cek sonuç, iddihar’ın (stokçuluğun) önlenmesi ve varlık unsurları­nın üretimde kullanılması, belli bir birikim seviyesinin üstüne çı­kınca da, zekâtının ödenmesi suretiyle servetin törpülenmesi ve yaygınlaşmasının   sağlanmasıdır.

Servet unsurunun bizatihi zekâta tâbi olmayıp, üretimin (gelirin) zekâta tâbi olması da mümkündür. -İktisadî bir gaye ile servet unsurları bir fabrikaya dönüştürülse, bu takdirde üretimden zekât ödemek icabetmektedir. Tıpkı tarladan değil, mahsulden ze­kât verilmesi gibi. Üretimden zekât verilebilmesi için üretimin de belli bir seviyeyi aşması gerekmektedir. Ayrıca, ücretim teksifi ise, yani dış girdiler kullanılarak yapılıyor ise, ödenen zekât oranı da düşmektedir. Buradan, kendi kendine üreyen bir hayvancılıkla, özel olarak yapılan bir besicilik, sütçülük veya tavukçuluğun veya fabrika üretiminin veya sulama ve gübreleme yolu ile yapılan entansif ziraatın teşvik edildiğini de çıkarmak pekâlâ mümkündür. Aynı zamanda izdiham, yığılma ve birikimi önleyip mümkün ol­duğu kadar faktör bileşimine gitmenin zaruretini de bu hadisler tespit etmemize imkân vermektedir.

Menkul veya değişir servet adını alan hayvanlar, ticaret mal­ları, nakit ve nakde benzer servetten olan altın ve gümüş, maden ve defineler, zînet eşyalarının zekâtı, hem servet veya sermayesi, hem de geliri üzerinden birlikte hesaplanarak ödenin Meselâ, 100.000 TL., tutarındaki bu tür mallarda, hem bu değer, hem de ondan elde edilen gelir birlikte zekâta tâbi olur.

Kendilerine sabit mallar da denen ziraat ve sanayi ürünleri, kiradaki mesken ve ticarî yerlerin servet veya sermayesi değil, geliri zekâta tâbidir. Sözgelişi, değeri 100.000 TL., geliri 20.000 TL., olan böyle bir malın zekâtı geliri de dikkate alınarak ödenir.

Zekâta tâbi malların tek tek ele alınmaları halinde hemen bü­tününde çeşitli ve ihtilaflı görüşler bulunmaktadır, İleride tek tek ele alınacağı gibi, altın ve gümüş dışındaki zînet eşyası, atlar, sa­nayi ürünleri ile mesken ve ticarî yerlerin zekâta tâbi mallardan olması hayli tartışmalıdır.

Bazan kişiler de -tıpkı kişi vergilerindeki gibi- zekâta mevzu olabilmektedir ki, bu zekât “fitre” adını alır. [377]

Vergi hukukunda, ayrıca gider, üzerinden alınan vergilerden sözedilir. Zekât hukuku açısından gider üzerinden alınan zekâttan söz edebilmek mümkün değildir. Zira zekât, zenginlerden alınan bir vergidir. Bu verginin gideri de, fakirler ile din ve ümmetin umumî yararlarına tahsis edilmiştir. Halbuki tüketici veya gider sahibi, zengin olabildiği gibi, fakir de olabilir, hatta çok defa fakir­ler gider vergisini daha fazla öderler. Oysa zekât mükellefiyeti açı­sından fakir, zekât ödemek bir yana, zekât almaya hakkı olan ki­şidir. Devlet gelirini artırmak amacıyla gider üzerinden vergi al­mak mümkünse de, gider üzerine zekât konulması, zekâtın ana prensiplerine ve ruhuna aykırı düşer. [378]

Zekâta konu olan unsurları, aşağıdaki gibi sistematize etmek mümkündür:

1) Servet veya Sermaye ile Bunların Geliri Üzerinden Alınan Zekat; Ticaret malları ve kazançları...

2) Gelir Üzerinden Alınan Zekât: Ziraî kazançlar, ücretler ve serbest meslek kazançları...

3) Kişi Üzerinden Alınan Zekât: Fitre.

Fitre ve zekât, sosyal güvenliğin finansmanında ve tehlikeye uğrayanların tehlikelerin zararlarından kurtarılmasında tatbiki mümkün ve mükemmel birer müessesedirler. [379] Modern vergileme prensiplerinin hemen hepsi en mükemmel şekilleriyle bu müesse­selerin bünyesi içinde mevcuttur. Bunlardan öte, zamana ve me­kâna göre, özü (Kur'ân'daki esaslar) mahfuz tutularak daima de­ğerlendirilmesi mümkündür.

Günümüzde ABD'de sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan temayüller, menfi gelir vergisi adı altında zekât ve fitreden il­ham alınarak ortaya çıkmıştır. Menfi gelir vergisi, bir asgarî gelir seviyesi çizgisi çizmekte ve bu çizginin üstünde geliri olanların devlete, devletin de bu çizginin altında geliri olanlara gelir vergisi ödemesi esasına dayanmaktadır.

İlerde, bütün dünya sosyal güvenliği belki bu yolla sağlaya­caktır. O zaman, ülkemiz de bu yolu modern, Batılı ve çağdaş yol olarak benimsemeye çalışacaktır. Halbuki fitre ve zekât, bu çağdaş, modern yoldan daha makuldür. Çünkü yalnız geliri değil, varlığı ile birlikte değerlendirip, insana her halükârda asgarî bir hayat standardına kavuşmuş olarak yaşatmak imkânını vermektedir.

İslâm'ın ilk döneminde vergi mevzularının belirlenmesi ted­ricî bir şekilde gerçekleştirilmiştir.

Vergilerin kanun koyucular tarafından tespit edilmesi yetki­sine dayanarak Hz. Peygamber tarafından bazı değişik vergi mev­zuları, sadece muayyen bir bölgeye vazedildiği halde, diğer bir böl­geye aynı çeşit mevzular vazedilmemiştir. Meselâ, sadece Himyer meliklerine bazı ziraî mahsuller üzerinde vergi vazedilmiş, hay­van mahsullerine temas edilmemiştir. Bunun zıddı bazı misaller de eksik değildir. Verginin vazedilişinde acaba bu gibi zıtlıkları nasıl karşılar ve bunları vergi hukukunun tekâmülü yönünden ne şekilde manalandırabiliriz?

Az evvel işaret edilen Kur'ân âyetleri ve hadis musannafatında rastlanan toprak mahsullerine ait vergi mevzuları bakımın­dan umumî kaideye rağmen bu zıtlık çeşitli bakımlardan izah edi­lebilir: [380]

1) Vergi vazedilirken o bölgenin iktisadî ve iklimi durumu nazarı itibara alınmış olabilir. O bölgede hangi nevi mahsuller bol, mükellefler bakımından kolay istihsal edilir ve dolayısıyla kolay tediye olunabilirse evvelemirde bunlarda vergi vazedilmiştir.' Bazı bölgeler, meselâ hayvan yetiştirmesiyle maruf veya madencilik yönünden ileri veyahutta ziraati veya ticareti inkişaf etmiş ise, o mevzular ilk olarak vazediliyordu. Meselâ, Medine'de hadis yo­luyla bol miktarda ziraî mahsuller ve ticarî mevzular ele alınmış bulunmaktadır. Bu suretle, hem mükelleflere kolaylık temin edil­miş ve hem de çeşitli vergi tatbikatından örnekler verilmiş olmak­taydı.

2) Medine'de tesis edilen ilk İslâm devleti, bizatihi hüküm sürmek, sırf maddî yönden insan kütlelerini tebaa olarak nefsinde toplamak gibi gayeleri hedef edinmemişti. Hassaten Peygamber, bir devlet reisi sıfatıyla dahilî ve haricî siyasette en iyi örnekleri ver­mek ve devletten beklenenin, idarecilerin tamamen dışında halka hizmet olduğunu gösterme şeklinde tatbikatta bulunuyordu. Bunun neticesi olarak da, kanun teşri edilirken, halk süjelerinin muhtelif bakımlardan imkân ve durumları nazarı itibare alınıyordu.

3) Zekât umumî manada ferdi çeşitli mevzularda malî mükel­lefiyetlere tâbi tutar. İslâm'ın henüz nüfuz etmediği, gerçek kıymet­lerinin, hars ve kültürünün daha pek müslümanlarca hazmedil­memiş, gönüllerin İslâm'a henüz ısınamamış olduğu bir sırada bu­lunuşu da farklı mevzularda vergi alınması neticesini doğurmuş olabilir. Biz bunun açık misallerini bazı bölgelerle yapılan anlaş­malarda ahalinin zekât mükellefiyetinden tamamen veya kısmen beri tutulmalarında görebiliriz.

4) Umumî olarak İslâm, gerek Kur'ân ve gerekse hadis yo­luyla vazedilirken, kazuistik (meseleci, somut) bir yol takip etmiş ve bunun neticesi olarak çeşitli bölgelerde, şartlarda ve durumlarda farklı ve fakat bizim zekât ve onun bir parçası bulunduğu sair malî müesseselerden ne anlamamız lâzım geldiğini gösterir bir tatbika­tın ortaya çıkmasına müncer olmuştur. Nitekim, Peygamber'den sonra, gerek zuhur eden yeni durumları hal ve gerekse meselenin mahiyetini gösterme yolunda ilerki müctehidlere pekçok iş düşmüş ve bu suretle de neticede malî hukuk, İslâm hukuk müdevvenatı içinde kendine mahsus bir tarzda gelişme göstermiştir.

5) Has'am kabilesi misalinde olduğu gibi, umumen her nevi ziraî mahsullere vergi yüklendiği ve mahsul nevi  belirtilmediği vakıalarda ise, bu durumun orada çıkan mahsulün mahdut neviden olup, esasen herkesçe bilinen oraya mahsus şeyler olmasından ileri gelmesi mümkün bulunmaktadır. Keza bazı mektuplarda da “(...) namazı vaktinde kılınız ve zekâtı da gerektiği şekilde (muayyen mevzu ve nispetlerde) ödeyiniz (...)” şeklinde kaidenin vazedilmesi, ya oranın ahalisince zekâtın ne olduğunun bilindiğini veya gönde­rilen memurların bunu ayrıca   halka, Peygamber'den aldıkları vergi talimatı mucibince  şifahen  bildirdiklerini gösterir. Esasen, Peygamber'in bazı bölgelere gönderdiği yazılarda zekât mevzu ve nispetlerini (tarifeleri) bir bir ele alıp gösterdiğini tespit edebilmek­teyiz. Bunlardan bir kısmı kaybolmuş, günümüze kadar ulaşama­mış ise de, diğer bazıları birçok kaynakta iktibas suretiyle zama­nımıza kadar gelmiş bulunmaktadır.

 

25. Zekât Mevzuu Malın Nitelikleri:

 

Bu paragrafta, mükellefin zekâta konu olan malıyla ilgili genel şartlardan söz edilecektir. Malla ilgili bu genel şartlar, he­men hemen bütün zekât mevzuu mallarda geçerliyken, bu malları teker teker ele aldığımızda, her tür malın öbürlerine göre bazı özel­likler taşımasından dolayı, her biri için uygulanacak ve geçerli olacak özel şartlar ortaya çıkacaktır. Bu şartları, malın ilgili bö­lümünde ayrıntılı bir biçimde ele alacağımız üzere, sözgelişi ziraî ürünlerde geçerli ve gerekli olan şartlar ile hayvanların zekâta tâbi olması için uygulanacak şartlar, hiçbir zaman birbirine aynen geçerli kılınamayacaktır. Bu örneği, bütün zekâta konu mallar için düşünebiliriz.

 

1- Tam Mülkiyet (Malın Elde Edilmesi Ve Elde Bulunması):

 

Şart Olması:

 

Zekâtın farz olmasının en önemli şartlarından birisi, malın mükellefin elinde tam mülkiyetle bulunarak dilediği gibi tasarruf hakkına sahip olmasıdır.

Tam mülkiyetin şart olduğunun delili, malların, âyet ve ha­dislerde “malları, mallarınız...” gibi sahiplerine izafe edilmesi ile zekât ödemede temlikin[381] bulunmasıdır; çünkü kendi mülkü ol­mayan onu başkasına devredemez.

Cumhur'un tam mülkiyet adını verdiği şarta, Zeydiye Mezhebi “Temekkün” adını vermektedir. [382]

 

Tanımı Ve Kapsamı:

 

Malın zekâta tâbi olmasının ilk şartı tam mülkiyettir. Ancak, bunun tanımında hukukçular çeşitli görüşler ileriye sürmektedir: [383]

1) Hanefî Mezhebine göre, malın bizzat sahibinin elinde -zilyed olarak- malik sıfatıyla bulunması tam mülkiyeti meydana getirir. Bu sebeple, henüz ele geçirilmeyen mal için zekât ödemek gerekmez. Meselâ, ele geçmemiş mehir, senetsiz alacaklar için bu sebeple zekât ödenmez. Vakıf malda da tam mülkiyet bulunmadığı için, ona zekât farz değildir.

2) Şafiî Mezhebine göre, tam mülkiyet, zekâtın farz olması için şarttır. Bu vasfı taşımayan her çeşit mala zekât düşmez. Fakat elde bulunan ve başkasından ödünç alınan mal ve paraya, üzerin­den bir yıl geçince zekât düşer. Belli şahsa vakfedilmiş mal da ze­kâta tâbidir.

3) Maliki Mezhebine göre, tam mülkiyet, kişinin elinde bulu­nan mal için tasarruf hakkına sahip bulunması demektir. Rehin alınan mal, bu şartı taşımadığı için zekâta tâbi değildir. Elinde bu­lunan mal için tasarruf hakkına sahip olmayan kimseye, bu mal­dan dolayı zekât ödemek gerekmez. Vakıf mala zekât düşer.

4) Hanbelî Mezhebine göre, kişinin elinde bulunan malda başkasının hakkının bulunmaması ve bu malın kendi  seçimine göre faydası olmak üzere tasarruf edebilmek tam mülkiyeti mey­dana getirir. Belli şahsa ait vakıf mal zekâta tâbidir.

5) Hanefî hukukçu Züfer ile ve eş-Şafiî'ye göre mülkiyet yeter­lidir, zilyed olmak şart değildir. Bu yüzden mal-i zımâr zekâta tâ­bidir,

6) Zeydiye Mezhebine göre, temekkün, malın maliki elinde, yerini bilmesi, mani bulunmadan kullanılabilecek   durumda ol­ması, onun izniyle başkasının elinde bulunması ve bu kişinin de bunu kabullenmesi demektir. Maldan ümit kesilmemesi de böyle­dir. Kayıp olup bulunması umulan mal ile iadesi veya tazminatının ödenmesi umulan gasbedilmiş mal, malikinde delili bulunan vedi'a da böyledir.  Mal bu şekilde olmazsa, yıllar sonra ele geçti­ğinde, bu tarihten itibaren havelen-ı havle tâbi olur.

Şu halde, tam mülkiyet, şu unsurlar bir araya gelince gerçek­leşmiş olur: [384]

1) Malın sahibinin elinde bulunması,

2) Malda başkasına ait hak bulunmaması,

3) Kendi seçimiyle tasarruf hakkı bulunması,

4) Fayda ve menfaatin malike ait bulunması,

5) Mala elkonmamış olması; özellikle sosyalist ülkelerde ya-Şayan müslümanlar için böyle bir durum sözkonusudur.

6) Malın intifa hakkına sahip bulunmak:

a) Malın mülkiyet hakkı bulunmakla birlikte, kendisin­den faydalanma hakkı bulunmayan mallar zekâta tâbi olmaz­lar. Meselâ, kaçan veya kayıp köle, denize düşen mal veya dev­letçe müsadere edilen mallar, inkâr edilen  senetsiz  alacaklar -senetli ve delilli olanlarda zekât ödenir ve ödenmez diye her iki görüş  de  bulunmaktadır-,  evde  değil  açık arazide gömülüp izi kaybolan mallar bu türdendir. Bu gibi mallar Mal-i Zımâr ve Telef Mal adını alır. Fakat bu mallar ele geçince -diğer şartları da taşırlarsa- zekâta tâbi olur. [385]

b) Maliki Mezhebine göre, telef mal, altın veya gümüşse, sadece bir yıllık zekâtları ödenir; fakat sürü ise, bütün geçmiş yıllar için zekât ödemek gerekir. [386]

c) Oysa Şafiî Mezhebi ile hanefî hukukçu Züfer'e göre, mülkiyet bulunduğu için, bu gibi malların geçmiş bütün seneleri için zekâtlarının ödenmesi gerekir. [387] Debûsî'ye göre, ilk görüş tercih edilmelidir. [388]

Zekât için tam mülkiyet adıyla bilinen bu şart, gelir vergisi açısından gelirin elde edilmesi olarak ele alınır: “Genel bir görüşle gelir, fiilen veya hukuken, bir kişinin buna tasarruf ede­bildiği anda elde edilmiş sayılır. Diğer bir deyişle, gelirin elde edilmiş olması için, bir kazanç veya iradın, ya para olarak kişinin eline geçmiş olması veya tasarruf edebileceği bir hesaba yatırılmış bulunması gerekir. Muhasebe dilinde bu, bir paranın nakden veya hesaben alınmış olması şeklinde ifade edilir. Örneğin, bir avuka­tın, yaptığı hizmet karşılığına para olarak almış olması veya bu­nun bir bankadaki hesabına yatırılmış bulunması anında, gelir elde edilmiştir. Aynı şekilde, bir şirket ortağının payına düşen temettüü para olarak alması veya bunun şirketteki bir hesabına mat­lup olarak kaydedilmiş bulunması, gelirin, bu işlemlerin yapıldı­ğında elde edilmiş olmasını gösterir. Çünkü birinci halde gelir sa­hibi, esasen parayı almıştır; ona tamamen tasarruf etmektedir, ikinci halde ise, gelire hukuken tasarruf edebilecektir; parasını is­tediği zaman alabilir veya herhangi bir amaçla başkasına devrede­bilir. Buna karşılık, bir alacak hakkının doğmuş olmasına rağ­men alacağın ihtilaflı olması, şarta bağlı bulunması ya da vadesi­nin gelmemiş olması halinde gelir elde edilmiş sayılmaz. Şu hale göre, gelirin elde edilmesi zamanının tespiti, bunun vergiye tabî tutulabilmesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu an­lamda, bir mühendis veya bir komisyoncunun, yaptıkları hizmet dolayısıyla alacakları ücret, hizmetin yapıldığı takvim yılının ge­liri değil, bunların ücrete fiilen tasarruf ettikleri takvim yılının geliri sayılacaktır. Ancak, bilanço esasına göre tespit edilen ticarî kazançlarda, henüz tahsil edilmiş olmasa dahi, bir yıl içinde doğ­muş olan alacaklar, o yıl içinde elde edilmiş sayılır. Kuşkusuz, hizmetin yapıldığı takvim yılı ile ücretin alındığı takvim yılı aynı olabilir ve bu, gelir bakımından en çok ortaya çıkan durumdur. Ancak, burada belirtilmek istenen nokta, hizmet veya işin yapıldığı zaman ile bunun karşılığının alındığı zamanın takvim yılı itiba­rıyla aynı olabilmesidir. Gelirin elde edildiği zamanın tespiti, ver­giye tâbi tutulması bakımından büyük önem taşır. Gerçekten, bir kimsenin hak ettiği bir gelirinin vergileme zamanı, onun fiilen ta­sarrufuna geçtiği zaman, yani takvim yılı olmak gerekir. Çünkü bu kişinin vergi ödeme gücü, onun geliri elde ettiği zamanın tespiti, zaman aşımının başlangıcı bakımından da önem taşır.” [389]

Libya Zekât Kanunu (m. 13), bağış ve hediye gibi yollarla mülkiyete geçen transfer mallarının, zekâta tâbi mallardan olduk­larını ve gerekli diğer şartları taşıdıkları takdirde, mülkiyete geç­tiği tarihten itibaren bir yıl sonra zekâtlarının ödeneceğini hükme bağlamıştır.

 

Tam Mülkiyet Özelliğini Taşımayan Başlıca Mallar:

 

Şahsî Mülkiyet Özelliği Bulunmayan Mallar:

 

İdare Malları: [390]                  

 

Belli bir maliki olmayan mallar, -msl., devlet malları- zekâta tâbi değildir. Çünkü onların mülkiyeti özel olmayıp, kamuya ait­tir.

Devletin hizmet mallarının zekâta tâbi olmaması, anlaşılır bir durumdur. Nitekim ne tarihte, ne de günümüzde hizmet malla­rının zekât mevzuu, olması gündeme gelmemiştir.

Ancak, kamu iktisadî teşebbüslerinin elde ettiği gelirin zekât mevzuu olması, tartışmaya açılmalıdır. Nitekim, Kuveyt'te, kamu Şirketlerinin zekât mevzuu olmasını sağlamak üzere hazırlanan bir kanun tasarısı gündeme gelmiştir. [391] Bu tasarının kanunlaşıp kanunlaşmadığını bilmiyoruz. Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 33) da, kamu sektöründeki şirket ve kuruluşların mal ve gelirlerinin -tıpkı özel sektörlerdekiler gibi-zekât mevzuu olmasını öngörmektedir. Çünkü kamu sektöründeki bu şirket ve kuruluşların, özel sektördekilerden farklı özellikler ta­şımayan artıcı malları vardır. Bu sektörün zekât dışında tutul­ması, özel sektördekilere karşı fırsat eşitliğinin ortadan kalkma­sını veya azaltılmasını gündeme getirmektedir. [392]

Buna karşılık, 24 Nisan 1986 tarihli, Sudan Demokratik Cumhuriyeti Zekât Kanunu (m. 34), kamu sektörünün zekât dışında tutulmasını öngörmüştür.

Kanaatimizce, konu, ülkenin iktisadî şartlarına göre titizce ele alınıp, ekonominin kötüye gidişine izin verilmemelidir.

 

Vakıf Malları: [393]

 

I. Umumî / Hayrî Vakıflar:

 

a) Cumhur'a göre, fakirler, mescidler, mücahidler, yetimler, mektepler vb. hayır yollarından birine tahsis edilmiş vakıflar ze­kâta tâbi değildir.

b) Bazı hukukçulara (Malik ve eş-Şafiî'ye) göre, bunların da zekâta tâbi olması gerekir. İbn Rüşd, bu görüşün, eksik mülkiyet ve kendilerine zekât verilen fakirlere ait olan mal için, oldukça ha­talı olduğunu belirtir.

 

II. Hususî / Zürrî Vakıflar:

 

a) Cumhur'a göre belli bir kişi veya topluluğa yapılan vakıf mallar zekâta tâbidir. [394] Çünkü onlar, bu durumuyla -mülkiyetin mevkufun aleyhe geçmesiyle- sanki vakıf mal özelli­ğini yitirip özel mülkiyetteymiş gibi hüküm alırlar.

Libya Zekât Kanunu (m. 12), hususî vakıfların, muayyen ki­şilere yapılması halinde, zekâtın bu belli kişiler tarafından, muay­yen kişilere yapılmaması halinde de mütevelli heyeti tarafından ödeneceği hükmünü getirmiştir.

b) Mekhul ve Tavus'a göre, bunlar da zekâta tâbi değildir.

 

Konu

Hanefi

Şafii

Maliki

Hanbelî

Havrî   vakıflar

tâbi değil

tâbi

tâbi

tâbi değil

Zürrî vakıflar

tâbi

tâbi

tâbi

tâbi

Tablo 76: Vakıf Mallarının Zekât Mükellefliği

 

Haram Kazanç Yoluyla Edinilen Mallar: [395]

 

Zekât, helal yollarla kazanılmış mallar için ödenir. Aslında, elinde rüşvet, hırsızlık vb. yollarla edinilen haram mal bulunanlar -onları helalleriyle karıştırsalar bile- gerçek sahip değildirler. Bu gibi mallar, nisabı doldursaîar da, zekâta tâbi olmazlar. [396] Haram yollarla kazanılmış malların, bilinirse sahiplerine veya mirasçılarına geri verilmesi, bilinmezse -sevap beklemeksi­zin ve çok yakınlarına harcamaksızın- fakirlere tasadduk edil­mesi gerekir. Haram ile helal karışmış ve ayırmaya imkân bu­lunmazsa, malın tamamı üzerinden zekât ödenir. Serahsi ve diğer bazı hukukçuların, bu çeşit malların sultanlara ve zalim emirlere tasadduk edilmesini caiz görmesi, bu mal ile Allah'a isyana imkân bulacakları için doğru olamaz.

Malikîlerden İbnu'l-Kasım'a göre, gasbedilen malın -gasbeden tarafından tazminatının ödenmesi yanında- kendisinde bulunduğu her yıl için zekâtının ödenmesi de gerekir. Bazıları bunu, “yanında bedel olabilecek başka mal olunca, bu şekildedir, aksi takdirde zekât gerekmez” biçiminde yorumlar. Bu durumda, malın zekâtını, gerçek sahibi onu ele geçirince, gasbeden ise her yıl ödemiş olur. Gasbedenin, ödediği zekât için, malın gerçek sahibine rücu hakkı yoktur LZK, m. 19 ise, gasbedilen veya kaybolan mal için, sahibinin eline geçtikten sonra, yalnızca geçmiş takvim yılına ait zekâtın ödenmesi gerektiğini belirtir.

 

İntifa Özelliği Bulunmayan Mallar:

 

Alacaklar: [397]

 

Konuyu, önce borçlu ve alacaklıdan hangisinin zekât mükel­lefi olacağı, ikinci plânda da alacaklının zekât mükellefliği açı­sından açıklamak yararlı olur:

a) Borçlu ve alacaklının ikisini birden zekât mükellefi kabul eden hukukçu yoktur. Zira, ikisinin birden zekât ödemesi duru­munda yasak olan çifte zekât sözkonusu olacaktır.

b) Hz. Âişe, İkrime ve Atâ'dan rivayete göre, alacaklı ve borç­lunun her ikisi de zekât mükellefi değildir. İbn Rüşd de, borçlu ve alacaklının her ikisinin de tam mülkiyete sahip olmadığını belir­terek onları aynı kategoride ele alır. [398]

c) Nehai’den nakledildiğine göre, borçlu, borcunu ödemeyi geciktirirse, -mal bir tüccarda bulunan alacak onun   tarafından ödenmesi geciktirilip arttırma ve faydalanma yoluyla işletilirse-zekâtm ödenmesi alacaklıya değil, borçluya ait olur.

d) Sahabeden beri Cumhur, alacakların zekâtının borçlu tara­fından değil,  alacaklı tarafından ödeneceğini benimsemiştir.

Şu halde, bu son görüşün tercihine bağlı olarak zekât yalnızca alacaklı tarafından aşağıdaki ayrıntılara göre ödenir:

 

I. Alacaklar Arasında Ayırım Yapmayanlar:

 

a) Maliki Mezhebine göre, miras, hibe, sadaka, satış gibi se­beplerle başkasında bulunan alacakların ele geçen kısmı,  nisabı kendi başına veya başka bir zekât mevzuu mal ile dolduruyorsa ve ele geçtikten sonra üzerinden bir yıl geçtiyse, zekâta tâbi olur. Mü­kellefte bulunan mal veya para, başkasına verilir ve zekâttan kaç­mak için alınmazsa, geçmiş senelerin zekâtı da ödenir. Hibe ve sadaka olup,  bunları verende bir yıl duran; kocadaki mehir veya muhale'a bedeli; caninin elindeki cinayet bedelinde -daha önce ze­kâttan kaçırmak için tahsil edilmese bile- zekât, tahsil gününden sonra bir yıl geçince ödenir. Yalnızca tahsili umulan mudîr (malı satın alıp beklemeden piyasa fiyatına satan) tüccardaki ticaret ala­caklarının zekâtı, her yıl asıl mal veya nakitle birlikte ödenir; bu durumda asıl, borç olunca zekâta tâbi olmaz. [399]

b) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, bütün alacaklar aynı ka­tegoride ele alınır, hepsi kuvvetli kabul edilir. Akılenin ödeyeceği diyet ve kitabet alacağı dışındaki alacaklarda zekâtın ödenmesi, -az veya çok- ele geçince farz ve takvim yılını doldurunca olur. Tahavî de, bu görüşe katılmaktadır. [400]

c) Zahiri Mezhebine göre, başkasından alacağı olan mükellef, bunu alıp üzerinden bir yıl geçmedikçe, zekât ödemek zorunda de­ğildir. Borçlunun zengin veya fakir olması, borcunu ikrar veya in­kâr etmesi, borcun vadeli veya vadesiz olması sonucu değiştirmez. [401] Aynı görüş, Hz. Âişe, İbn Ömer, Atâ ve İkrime'den de nakledilir. Borçlu da onun zekâtını ödemek zorunda değildir.

 

II. Alacaklar Arasında Ayırım Yapanlar:

 

Bazı hukukçular,  alacaklar arasında ayırım yaparak, onla­rın zekât statüsünü açıklar:

 

A. Sağlam Alacaklar:

 

Bir alacak, istediği zaman ödeyebilecek malî güçte olan, bor­cunu itiraf eden borçîudaysa Sağlam veya Tahsili Umulan Alacak  (Deyn Mercuvvu'1-Eda) adını alır.

Kimi hukukçular, sağlam alacakların zekâtını tahsile göre düşenler; bunlardan Ebu Hanife tahsil edildikten sonra bütün yıl­lar, Hanbelî Mezhebi sadece tahsil edilen yıl için zekât ödenmesine taraftardır; kimi hukukçular ise, her yıl için zekât ödenmesini ka­bul eder:

a) Ebu Hanife'ye göre, sağlam alacakların zekâtı, alacağın ele geçmesinden sonra, hem içinde bulunulan, hem de geçmiş yıl­lar için ödenir.

Ebu Ubeyd, aslında her yıl zekât ödenmesi görüşünü benim­ser; ancak sakıncalı bulmakla birlikte, tahsilden sonra ödemeye de izin verir. [402]

b) Hanbelî Mezhebine göre, borçlunun zimmetinde olduğu ke­sinlikle sabit olan alacaklar ele geçince, nisaba ulaştığı veya başka malla nisabı doldurduğu zaman, zekâtının hemen ödenmesi farz­dır. Borçlunun zimmetinde bulunduğu sabit olmayan alacaklar ze­kâta tâbi olmaz. Çünkü başkasında alacak olarak bulunan mal, artma kabiliyetini yitirir. Ahmed b.  Hanbel'e göre mehir ele ge­çince, geçmiş yıllar için de zekât ödenir. [403]

c) Sahabeden Hz. Ömer, Hz.Osman, İbn Ömer, Cabir b. Abdillah; tabiînden Cabir b. Zeyd, Mücahid, Nehaî ve Meymun b. Mihran: Şafiî Mezhebi, el-Leys b. Sa'd, Ebu Ubeyd, İshak ve bazı maliki hu­kukçulara göre,  alacaklı malı eline geçirmese de, her yılın zekâ­tını ödemesi gerekir. Çünkü bu durumda borçlu, emanetçiye benzer. Alacaklının, alacağını tahsil edinceye kadar ödemeyi geciktir­mesi, fakirin zararmadır. Ayrıca kendisi de  -zekâtın birikmesin­den ötürü- zarara uğrar ve zorluğa düşer.

Bunlardan Şafiî Mezhebi, alacakları, mal türü yönünden iki hısımda ele alır:

(1) Para Veya Ticaret Malı Olan Alacaklar: Bir kimsenin başka birinden para veya ticaret malı alacağı olup, üstünden bir yıl geçtiği ve borçlu borcunu ödeyebilecek derecede zengin ve muktedir olduğu takdirde, borcunu inkâr etmezse, bu alacak vedi'a hükmün­dedir. Alacaklı, bu alacağını mülkiyetine geçirsin geçirmesin, bir yıl tamamlanınca, zekâtın ödenmesi farz olur. Aslında borç, zekâ­tın edasını geciktiremez. Zaten aslında borç vermek, sahibinin is­teği ve iradî tasarrufuyla gerçekleşmiştir. O halde, fakirin hakkı bu şekilde tehir edilmez).

(2) Hayvan Veya Yiyecek Olan Alacaklar: Hayvan veya yiye­cek (gıda maddesi) olan alacakların zekâtı, tahsil ihtimali kuv­vetle mümkün olunca ödenir. Geçmiş senelerin zekâtı için de hü­küm böyledir. Alma imkânı olmadan önce alacak telef olursa zekât borcu düşer. [404]

Yusuf Kardavî de bu gruptakilerin görüşünü benimsemekte ve tahsilden sonra ödenmesine izin vermektedir. [405]

 

B. Batık Alacaklar:

 

Alacak, istediği zaman ödeyebilecek malî gücü olmayan, bor­cunu inkâr eden ve kendisi aleyhinde delil ve belge olmayan bi­rinde bulunursa Batık veya Tahsili Umulmayan Alacak (Deyn Gayru Mercuvvi’l-Eda) adını alır.

Tahsili umulmayan alacaklar konusunda, hukukçuların baş­lıca üç görüşü bulunmaktadır:

a) Hz. Ali, İbn Abbas ve Ebu Ubeyd'e göre, bu çeşit alacaklar tahsil edildikten sonra, bütün yıllar için zekâtı ödenir.

b) el-Hasenu'1-Basri ve Ömer b. Abdilaziz'e göre, tahsili umulmayan; Malik'e göre her çeşit alacaklarda  yalnızca tahsil edildiği yıl için zekât ödenir.

Malik'in görüşünü biraz daha açalım: Ona göre, aslının ze­kâtı ödenmişse, bundan itibaren; aslına zekât gerekmemişse borç­luda yıllarca dursa bile aslının mülkiyet tarihinden itibaren ge­çerli olmak üzere nisabı bulunca yalnızca bir yılının zekâtı ödenir. Ancak, mükellef, alacağının tahsilini zekâttan kaçmak için geciktirirse, her yıl için zekât ödenmelidir. Bu hükümler, alacağın aslı hibe ya da sadaka olmaz ve hibe edenin, tasadduk edenin veya ve­kilinin elinde olursa, ya da kocanın elinde mehir veya muhale'a bedeli, suçlunun elinde suç bedeli olursa geçerli olup, tahsilden sonra yıl tamamlanınca -zekâttan kaçmak için ertelense de- zekât ödenir. Malik'e göre, tahsili umulan veya umulmayan alacaklar zekât açısından aynı hükmü alır.

c) Hanefî Mezhebine göre, tahsili umulmayan alacakların zekâtı, ele geçtikten sonra -tıpkı mal-i müstefad gibi- nisabı bulup, bir yıl geçince ödenir. Aslında bu görüş, Muhammed eş-Şeybânî'ye ait olup, Hanefî Mezhebinin tercih edilen görüşüdür. [406]

Yusuf Kardavî de bu son görüşü benimsemektedir, ancak ona göre yalnızca bir yıl için zekât ödenir. [407]

Aslında Hanefî Mezhebi (daha doğrusu Ebu Hanîfe ve ona uyan çoğunluk), alacakları, kuvvet yönünden, üç grupta ele alır ve ona göre zekâta tâbi tutar: [408]

 

1. Kuvvetli Alacaklar Veya Ticarî Alacaklar (Deyn-i Kavi):

 

Başkalarına verilen ödünç paralar, ticarî yerlerin kiraları, ticaret mallarının bedelleri olarak başkasının zimmetinde bulunan alacaklar Kuvvetli veya Ticarî Alacaklar, hukuk dilindeki söylenişiyle Deyn-i Kavi adını  alır.

Bunlar, sahibinin elinde kalacak olsaydı, yıl sonunda zekâta tâbi olacaklarından, kuvvetli alacak sayılır ve bundan ötürü zekâta tâbi olur. Kuvvetli alacaklar, gümüş nisabında olunca ve üzerinden bir yıl geçince zekâta tâbi olma hükmü taşır; ancak zekât, alacak ele geçince ödenir. Bu çeşit alacakların ele geçen kısmı, nisabın beşte biri (kırk dirhem) olunca da, zekâtın ödenmesi gerekir. Beşte birden az olarak ele geçince, başka bir zekât mevzuu ile birlikte nisab hesabına girer.

Kuvvetli alacakların zekâta tâbi olması için, kanaatimizce nisab, para nisabına göre düzenlenmelidir. Zira, gümüş nisabı, gü­nümüzde oldukça olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

Kuvvetli alacaklarda takvim yılı, alacağın bütünü ele geçtiği zaman değil, nisaba ulaştığı zamandan itibaren başlar. Fakat sa­hibinin elinde tam mülkiyetle bulunmadığı için, zekâtını hemen ödemek gerekmez. Borçlu tarafından ikrar edilmekte olan kuvvetli alacak ele geçtiği zaman, geçen bütün senedlerin zekât borcu toptan ödenir.

Kuvvetli alacak inkâr edilmekte olan bir alacaksa, Muhammed'e göre ele geçince, geçmiş senelerin zekâtını ödemek gerek­mez; Hanefî Mezhebi içinde sahih görülen görüş de budur.

Büyük şirketlerin çıkardığı istikraz tahvillerinden satın alanlar, bu tahviller ticarî nitelikte olduğundan, ticarî alacaklı du­rumundadırlar. Bu yönüyle, bu istikrazdan doğan alacaklar, ticarî alacak hükmiindedirler ve kuvvetli alacak olarak zekâta tâbi olur­lar.

 

2. Orta Alacaklar Veya Adi Alacak (Deyn-i Vasat):

 

Deyn-i Vasat, ticaret alacağı olmayan ve Adi Alacak da denen orta alacaklardır. Ticarî işyeri olmayan ev, tarla vb. emlâ­kin kira alacakları, nafaka bedeli, zekâtı gerekmeyen bir malın -msl., kendi elbisesinin- ihtiyaç dolayısıyla satılmasından doğan alacaklar birer orta alacaktır.

Nisab miktarından az olarak ele geçen böyle bir alacağın ze­kâtını hemen ödemek gerekmez. Ancak mükellefin zekâta tâbi başka bir malı varsa, ona ilave edilir. Bunlarda da takvim yıh, alacak nisaba ulaştıktan sonra başlar ve zekât tahsilden önce farz olur. Ancak, gümüş nisabında elde edilen kısım için, -geçmiş yıl­lar da dahil- zekât ödenir.

Kuvvetli alacaklar ile orta alacaklar arasında şu ana fark bulunmaktadır: Birincide, tahsil edilen, gümüş nisabının beştebiri kadar olunca, zekâtını hemen ödemek gerekir. İkincide ise, nisab miktarı para veya mal ele geçince zekâtın hemen ödenmesi farz olur. Her ikisi de, açıklanan miktarda ele geçince, geçen yılların zekât borcunun ödenmesi noktasında birleşirler.

Ebu Hanife'den nakledilen daha sahih görüşüne göre, bu tür alacakların geçmiş yıllara ait zekâtları ödenmez. Ele geçtikten sonra üzerinden bir yıl geçmedikçe, bu alacaklar, zekâta tâbi ol­mazlar; ancak sahibinin başka bir malı varsa ona ilâve edilebilir­ler.

 

3. Zayıf Alacaklar (Deyn-i Da'îf):

 

Hiçbir mal veya paraya bedel olmadan, miras, vasiyet, mehir, diyet, muhale'a ve kitabet bedeli vb. yollarla kişinin mülkiyetine başkasından geçecek olan alacaklar Zayıf Alacak adını alır.

Bu çeşit alacaklar, tahsil edilip mülkiyete girince ve nisaba ulaşıp üzerinden bir yıl geçince, zekâta tâbi olur. Geçmiş yıllar için zekât ödenmez, ancak bunlar başka bir zekât mevzuu mala ilâve edilebilir.

Örnek olarak, mirası ele alalım: Miras yoluyla elde edilen elli bin lira tutarındaki bir alacak, miras davasının açılmasından iki yıl sonra mülkiyete geçince, zekâtı, o andan itibaren üstünden bir yıl geçmesiyle ve nisabı bulmasıyla hesaplanarak ödenir. Ara­dan geçen iki yılın zekâtını ödemek gerekmez. Çünkü tartı mülki­yet, ancak dava sonunda gerçekleşebilmiştir. Zekâtını ödemek için gereken bir başka şart olan üstünden bir yıl geçmesi ise, henüz gerçekleşmediğınden, zekâta tâbi olmaz. Ancak, başka bir zekât mev­zuu mala eklenebilir.

Açılan maddî tazminat davalarının sonucunda elde edilen parayı da, zayıf alacaklar kategorisinde incelemek uygundur. Çünkü birinci için geçerli şartlar, bu ikinci örnekte de aynen bu­lunmaktadır.

Görüldüğü gibi, zayıf alacakların ilk iki tür alacaktan farklı olan yanı, geçen yıllara ait zekâtın ödenmemesi ve ele geçtikten sonra üstünden bir yıl geçince zekâtının ödenmesi gibi, iki önemli noktadır.

Kime verildiği bilinmeyen mallardan doğan alacaklar, zekâta tâbi değildir. Borçlu, alacağı kabul eden ve onu ödeyebilecek biriyse, alacak zekâta tâbi olur. Devletin zorla aldığı mallar ile borçlu tarafından birkaç yıl geçtikten sonra açıkça inkâr edilen ve borçlu aleyhine delil bulunmayan alacaklar, daha sonra bir toplu­luk huzurunda ikrar edilse, geçen yıllara ait zekâtının ödenmesi gerekmez; bazı hukukçulara göre ödenir. Bu borçluya karşı alacak­lının delili varsa, bazı hukukçulara göre zekât ödenirken, kimile­rine göre -hakimin bilgisi yoksa ödenmez. Gizli yerde ikrar edilip açıkça inkâr edilen alacak için zekât ödenmez.

Borcunu kabul eden borçlu müflis olunca, eğer bu mahkome kararıyla sabit olmamışsa, hanefî hukukçuların çoğuna göre, alacak zekâta tâbidir; zira, bu borçlu, kazanma imkânına sahiptir. El- Hasan b. Ziyad'a göre, zekâta tâbi olmaz; zira, o ödeyebilecek du­rumda değildir. Fakat iflas, mahkeme kararıyla sabit olunca, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, -iflas durumu ödeyebileceği zamana er­teleyebilir- zekâta tâbi olurken, Muhammed'e göre tâbi değildir, o bir telef maldır. [409] Bu son durumda da gerekçe aynıdır.

 

Konu

Şartları

Nisab (gümüşün)

Devn-ı Kavî Şart

Devn-i Vasat Şart

Devn-i Daîf Şart

 

Bir yıl (Nisaba ulaşılırsa)

şart

şart

şart

Ele geçen kı­sım

Nisab miktarı   (gümüşün)

ödenir

ödenir

ödenir

 

1/5 (en az)

ödenir

-

-

 

daha azı

başka mala ek­lenir

başka mala ek­lenir

başka mala ek­lenir

Ödenecek yıllar

ikrar edilende geçen bütün yıl­lar, inkar edi­lende son yıl   _

ele geçince geçen bütün yıl­lar

ele geçince son yıl

Tablo 77: Alacak Türleri

 

Toplu Paralar (Emekli İkramiyeleri Vb.): [410]

 

Günümüzde devlet memurlarının ve işçilerin emekli olduk­larında ve diğer sebeplerle aldıkları ikramiyeler, halk arasındaki adıyla toplu paralar, çalışma hayatında aylıklardan kesilen para­lardır.

Yusuf Kardavî'ye göre, bu konuya, sözü edilen malların, sa­hiplerinin dilediği zaman kullanabilecek şekilde tam mülkiye­tinde sayılıp sayılmaması veya hakları mı, yoksa devletin bir ik­ramiyesi mi olduğu göz önünde tutularak bir çözüm getirilebilir:

1) Son durumdaki gibi, devletin bir ikramiyesi ve bağışı ol­duklarında, mülkiyet ancak onların ele geçmesiyle tam olabilir.

2) Devlet veya kurumun ortadan kaldıramayacağı şekilde memurun bir hakkı olur ve dilediği zaman  harcayabilirse,  tam mülkiyetle elde bulunmuş olur, aynen tahsili umulan alacağa ben­zerler. Bu durumda, gerekli şartları taşıyınca, her yıl için zekâtla­rının ödenmesi gerekir.

 

Mal-i Zımar: [411]

 

Mülkiyet hakkı bulunmakla birlikte, fiilen kendisinden fay­dalanma imkânı bulunmayan mallar zekâta tâbi olmazlar. Meselâ, kaçan veya kayıp köle, denize düşen mal veya devletçe müsadere edilen mallar, inkâr edilen senedsiz alacaklar senedli ve delilli olanlarda zekât ödenir ve ödenmez diye her iki görüş de bulunmak­tadır; evde değil açık arazide gömülüp izi kaybolan mallar, bu tür malların örneğidir. İşte bu gibi mallar, hukuk dilinde Mal-i Zımar veya Telef Mal adını alır. Evde gömülüp yeri kaybedilen mal, zekâta tâbidir. Bağ ve büyük evlere gömülenler ise ihtilaflıdır, ancak tâbi olup ödemenin bulunma zamanına geciktirilmesi gere­kir.

Bu tür mallar, ele geçince, diğer şartları da taşırlarsa, zekâta tâbi olur: Hanefî Mezhebine göre, geçmiş yılları için zekât öden­mez. Maliki Mezhebine göre telef mal, altın veya gümüş ise, sadece bir yıllık zekâtları ödenir, fakat sürü ise bütün geçmiş yıllar için zekât ödemek gerekir. Oysa Şafiî Mezhebi ile Züfer'e göre, -mülkiyet bulunduğundan- bu gibi malların geçmiş bütün seneleri için zekât ödenmesi gerekir. Debusi'ye göre, ilk görüş tercih edil­melidir.                                                                         

 

Mülkiyette Ferdilik Ve Ortaklık: [412]

 

Ortak Malda Zekâtın Ayrı Ayrı Ödenmesi:

 

Hanefî ve Zahirî Mezheblerine göre, ortak mallarda mülkiyet, ortakların hisselerine göre düzenlenir. [413] Bu sebeple, iki veya daha fazla kişi arasında ortak olan bir maldaki paylardan biri nisabı doldurur, öbürleri duldurmazsa veya buna benzer daha değişik durumlar olursa, nisabı dolduranlara zekât düşerken, dol­durmayanlara düşmez. Çünkü her ortağın nisabı, ayrı ayrı hesap­lanır. Bütün ortakların hisseleri, nisabı doldurunca, hepsinin de zekât ödemesi gerekir. Biri mükellef olan, öbürü olmayan ortaklar arasındaki mallarda da bu hükümler geçerlidir.

Sözgelişi, beş deveye (ki bir nisab teşkil eder) bir kişi sahip bulunuyorsa, zekât bu beş deve üzerinden ödenir. Fakat beş deveye, iki kişi ortak olarak sahipse, bunların hiçbiri zekât ödemez. Çünkü hiçbirinin ortaklık payı nisap miktarına varmamak tadır. Bu, keza mahsullere, meyvalara, altına ve gümüşe, ticaret mallarına da uygulanır.

Miktarı belli bir mala hisseli veya eşit şekilde ortak olan iki kimseden biri, diğerinin izni ve emri olmadan mevcut malın tü­münün zekâtını ödese, ödediği zekât, yalnız kendi hissesine sayı­lır, arkadaşının ise parasını öder. Zira, ortaklar ancak ticarî mu­amelelerinin icrasında birbirinin vekili olabilirler. İbadette birbi­rinin naibi durumunda değildirler. Zira ibadet, şahsa münhasırdır, onun sahih olması için niyet etmek gerekmektedir. Niyetsiz ibadet­ler Allah katında makbul değildir. Binaenaleyh, ortaklar, daha önce zekât vermek hususunda birbirlerine selahiyet vermedikçe ve­rilen zekâtlar tek tarafın borcuna sayılır.

Şayet iki ortaktan biri diğerini mevcut bütün malın zekâtını ödemek hususunda vekil etse, ortağı da bütün malın zekâtını ödese, her ikisinin zekâtı yerine geçer. Birinin diğerine bir şey ödemesi gerekmez. Ortak malın zekâtını Ödeyen, ister kendi şahsî malın­dan ödesin, ister ortak maldan versin hüküm değişmez.

 

Ortak Malda Zekâtın Birlikte Ödenmesi:

 

a) eş-Şafiî'ye göre, ortakların her biri için nisab şart değildir. Ortak mülkiyete bakılmaksızın, tek kişinin mülkiyetindeynıiş gibi malların bütünü dikkate alınarak zekât birlikte ödenir.

b) Malik'e göre, ortak mallarda zekât birlikte ödenir, ancak ortakların her biri için nisap şarttır.

İbn Rüşd'e göre, ortak inallar konusundaki bu görüşlerden hayvan ortaklığında ikinci görüş tercihe şayandır, fakat bunun dı­şında nisabın bir kişiye ait olması zekâtın ruhuna daha uygundur.

Şirketlerin veya genel olarak tüzel kişilerin zekât mükellefliği konusu, günümüzde de hem teorik, hem de mevzuat çalışmaları açısından tartışmalıdır[414].

Yusuf Kardavî'ye göre, zekât idaresi ihtiyaç duyunca, şirket­lerin zekâtı için eş-Şafiî'nin görüşü tercih edilebilir.

Muhammed Ebu Zehra, zekâtın (sınaî) şirketlerden alınaca­ğını, ortakların zekât ödemeyeceğini benimsemektedir. Çünkü ze­kât, onlara gelenden mahsub edilmiştir. Gelir onlara safi olarak ulaşır. Nitekim, Ebu Zehra'nın başkanlığında hazırlanan 1948 ta­rihli zekât kanunu tasarısı, ticarî olsun, sınaî olsun, şirketlerin sermayelerini ve hisselerini zekât konusu yapmıştır.

Suudi Arabistan'da bütün anonim ve zekât mükellefi olan di­ğer şirketlerden zekât tahsil edilmektedir. [415] Bütün ticarî ve sınaî şirketler, 393 sayılı Zekât Kararnamesi (Lâihatu'z-Zekât) gereğince, ödemesi gerekli zekâtı belirlemek üzere muntazam muhasebe defterleri tutmakla yükümlüdür.

1986 tarihli Sudan Demokratik Cumhuriyeti Zekât Kanunu (m. 12), “kişi” tabirini kullanarak zekât mükellefini belirtir. Bu, tüzel kişileri de içerir; malikler birden çok olunca veya mülk, tek bir mülk kabul edilebilecek biçimde karışınca, nisabı bulduğu takdirde tek bir mülk gibi zekât ödeneceği anlamına gelir. Bu anlayış, özellikle şirketler, ortaklıklar, şayi mülkiyet ve aile mülkiyetine uygu­lanır.

Kuveyt'te de kamu ve özel sektör şirketlerinin zekât mükellefi olacağına dair bir tasarı bulunmaktaydı. Buna göre, ortaklarından biri müslüman olduğu ve sermayesi belli bir miktarı (yarım mil­yon dinarı) aştığı takdirde, Kuveyt'te iş yapan şirketler zekât mü­kellefidir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 2/3, 11/3) da, şirketlerin gerçek kişiler gibi işlem göreceğini, zekâtı müdür veya başka sorumlunun ödeyeceğini ve bir maldan iki kez zekât ödenmeyeceğini düzenlemiştir. .                       

Hukukî mevzuat elverdiği takdirde, bizzat şirketler de bu ko­nuda iç düzenleme yapabilirler. Nitekim, Mısır'da 1977'de kabul edilen 48 sayılı Faysal İslâm Bankası Kanunu  (m,  3),  bankanın, bütün işlem ve faaliyetlerde, özellikle faizli muamelenin haramlığı ve şer'an gerekli zekâtın ödenmesinde, İslama bağlı kalacağını öngörür. Bankanın ödediği zekât, üretim giderlerinden kabul edi­lir. Zekâtın ödenmesi ve şer'î yerlere harcanması işlemini, Ezher şeyhi ile Vakıflar Bakanı yürütür. [416]

Yine Mısır'da, 1980'de 115 numaralı kararla kurulan Millet­lerarası İslâm Üretim ve Yatırım Bankası'nın kuruluş sözleşmesi­nin 52. maddesi, bütün genel masraflar ve zekâtın da içinde yer al­dığı diğer giderler çıkarıldıktan sonra şirketin yıllık safi geliri­nin dağıtılmasını düzenlemiştir.

Buna karşılık, Mısır'da 1983-1984 tarihinde hazırlanan zekât kanunu tasarısı (m. 2), Hanefi Mezhebinin yolundan giderek, ortak malda zekâtın her ortağın malik olduğu ölçüde ödeneceğini benim­semiştir. Böylelikle, bu tasarının, şirketin ve genel olarak tüzel ki­şilerin zekât mükellefi olmasını kabul etmediği anlaşılır.

 

2- Nisap:

 

Kavram:

 

Sözlükte “dikilen ve konan işaret, sınır” manasına gelen “nisab”, hukuk dilinde “Zekâtın farz olması için tespitedilen en az miktar” demektir.

“Nisabı, Asgari Geçim İndirimi veya özel­likle Zekâtın İstisna Sınırı olarak da ifade etmek mümkündür. Nisap, kişiyi zengin kılar ve ona bazı mükellefi iki er yükler. Ni­saptan az malı olanlar, zengin sayılmaz ve onların bu malları ni­sabı bulana kadar aslî ihtiyaç olmakta devam eder.

Buna göre nisap, temel ihtiyaç fazlası olma durumuyla ya­kından ilgilidir. Nisap ile bir asgarî hayat standardı çizgisi çi­zilmiş olmaktadır. Bu çizginin üstünde kalanların bir çeşit sosyal güvenlik vergisi mükellefi olmaları, gerek vergileme prensipleri açısından, gerekse sosyal güvenlik prensipleri açısından son de­rece uygundur. Modern denilen vergileme prensipleri içinde de da­ima bir istisna haddi sözkonusudur. Bu had, gelir vergisinde as­gari geçim indirimi [417] şeklinde uygulanmaktadır. Asgari geçim indirimi seviyesi ile fitre ve zekâttaki hayat standardı çizgisi, birbirinden çok farklıdır. Burada, önemli olan, herkesin mükellef olması değil, belirli bir ekonomik güce ulaşmış olanların vergi mükellefi olmasıdır ki, bu bakımdan, fitre ve zekâtta çizilen çizgiyi, çok daha modern ve çok daha makul saymamız gerekir. Çünkü hiçbir mal varlığı olmayan asgari ücretli bir kimseyi vergi ödemeye mecbur tutan bugünkü sistemimiz, bu insanın ilelebet de­ğil bir dikili ağaç, evine bir halı bile almasına imkân vermez. Zira asgari ücret, -aileyi de dikkate almadan- insanın sadece tüke­tim ihtiyaçlarını karşılamaya yeter asgari geliri belirlemektedir. Bunun tamamen vergiden müstesna tutulması da, maksadı sağla­maya yetmez. İnsandan vergiyi, belirli bir varlık birikimine/asgari/sahip olduktan sonra ve belirli bir geliri aşmak şartıyla almak gerekir. İşte bu nokta da, ancak İslâmiyet'in ruhu içinde çizilen asgari hayat standardı çizgisinin üstüne çıkabilen­leri mükellef saymak suretiyle gerçekleştirilmiş olmaktadır.

Vergide iktidar (ödeme gücü) [418] bakımından ele aldığımız zaman, gerçekten vergi ödeme gücü, kanaatimizce, ancak ferdin gelir ve varlığını birlikte mütala etmekle çizilebilir. Hele bu vergi, bir sosyal güvenlik vergisi ise mutlaka varlık ve gelirin beraber ele alınması gerekir. Sahibi bulunduğu sosyal meskeni yanan bir aile reisinin, ancak ortalama bir kirayı içine aldığı kabul ve farz edilen bir asgari ücretle, yeniden ev sahibi olması mümkün olma­dığı gibi, aynı ücrete sahip fakat ev sahibi olan diğer bir kimseyle aynı vergi ödeme gücüne sahip, olduğu da iddia edilemez, işte mo­dern vergileme prensibi içinde düşünülememiş veya tatbik edile­memiş olan bu husus, zekâtta çizilen asgari sınır ile tam olarak gerçekleştirilmiştir.

Hangi seviyede ekonomik gücü olanların vergi mükellefi sa­yılması gerektiği hususu, günümüzde, bilhassa Türkiye'de çok tar­tışılmaktadır. İslâmî düşüncenin getirdiği varlık da asgariyi dik­kate almadan yapılacak vergi reformlarının modern olamayacağı açıktır.” [419]

 

Şart Olması: [420]

 

Cumhur'a göre, bütün zekât mevzuları için nisaba ulaşmak şarttır, ancak bazı hukukçular ziraat ürünlerinde nisap aranmaya­cağı görüşündedirler:

a) Cumhur ile Ebu Hanife'nin görüşünü birleştirmeye çalışan Davud ez-Zahirî'ye göre, sadece ölçüye giren ürünlerde nisap aranır, -pamuk, za'feran, yeşillikler gibi- ölçüye girmeyenlerde bu şart aranmaz.

b) Zeydiye Mezhebinden el-Bakır ve en-Nasır'a göre, hurma, üzüm, buğday ve arpa için nisap şartı aranır, diğerlerinde ise ni­sabı bulmak gerekmez.

c) İbn Abbas, Zeyd b. Ali, Nehaî, Ebu Hanife, -bir nakilde- Atâ, Mücahid, Hammad b.  Ebi Süleyman ve Ömer b. Abdilaziz'e göre, öşür ödemek için elde edilen ürünün nisabı doldurması şart değil­dir; ürün az olsun, çok olsun zekâta tâbidir. Bunlardan Ebu Hanife, zekâta tâbi malların cinsinde de, miktarında da nasların mutlak ve umumiliğine dayanmıştır

Cumhur'un görüşünün tercih edilmesi, şüphesiz zekâtın ru­hunu daha iyi yansıtır. Çünkü zekât, zenginden fakire uzanan bir çeşit yardımdır. Zenginlik ise, belli bir servetle gerçekleşir.

Birikim ve üretimden zekât alınabilmesi için belli bir biri­kim ve üretim seviyesine ulaşmak gerekir. Bu seviye yoksulluk çizgisinin üstünde bir seviyedir ve Kur'ân'da belirtilmemiş, zaman ve mekana bırakılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu seviye, yoksulluk çizgisinin üstü olarak belirlenmiş, başka hiç bir maddî ölçüye yer verilmemek suretiyle zamana ve mekana göre değişebileceği ger­çeği gün gibi aşikâr kılınmıştır. Gerçekten, “yoksula, muhtaca.., verin” emri içinde zamana ve mekana göre değişmesi gereken bir asgari geçim seviyesi gizlidir. İslâmiyet'in ilk döneminde ve dört halife devrinde bu çizgi hadislere göre tatbik edilmiştir. Çizginin bir ülkedeki hayat sıtandardı ile yakından ilgili olduğu, zekâtın varlık ve üretime dayalı olmasından kolaylıkla anlaşılabilir. Bu seviye de, ekonomik gelişmeye paralel olarak, devamlı yükselen bir seviyedir. Zekât, bu yükselişi, bütün cemiyete yaymak gibi, son derece önemli bir rol oynamaktadır.

Yoksulluk çizgisinin üstünde olan bu çizgi, günümüzdeki as­gari ücret ve asgari geçim seviyesi gibi çizgilerden farklıdır. Bu farklılık, asgarî ücreti ve asgarî geçimin, sadece gelire nispetle ifade edilmiş çizgiler olmasındandır. Zekât ise, sadece üretim (yani gelir) değil, aynı zamanda varlıkla da ilgilidir. Bu sebeple, zenginlik çizgisi de diyebileceğimiz bu asgari hayat standardı çizgisini çizmek çok daha zordur.

Yeterlilik çizgisi varlıkla ilgili olarak, eskiye kıyasla çizi­lmez. Çünkü günümüzde varlık veya sermaye unsurları son derece çeşitlenmiştir. Sadece altın, gümüş ve hayvandan ibaret değildir. Varlığa dahil taşınır ve taşınmaz malların bir kısmı da sermaye malı vasfında değildir. Dolayısıyla, sermaye malı vasfında olmayan ve hemen hemen hudutsuz çeşidi olan değerlerin hangileri ve ne kadarı zenginlik çizgisinin altında tutulacaktır ve çizginin gerçek seviyesini bulmak için bunlara asgari ne kadar sermaye malı eklemek gerekecektir? Bu sorunun cevabı nasıl verilirse ve­rilsin, netice itibarıyla bir “kabul”den ibarettir. Konuyu uzun uzun tartışmak, daima mümkündür ve tartışmaya da açmak gerektir.

İnsanın asgari ihtiyaçlarını, sadece belirli bir gelir seviyesi ile karşılamaya imkân yoktur. İnsanoğlu, istihlakinden arttırdığı gelirinin bir kısmı ile ailesine zaruri olan dayanıklı tüketim mal­larını alır ve ev-bağ sahibi olmaya çalışır. O halde bir tek çizgi ile asgariyi çizmek daima yanlıştır. Bu sebepledir ki, İslâm hukuku, her iki asgariyi birden dikkate almaktadır: Varlık unsurlarına yapılan ilavelerin bir kısmı iddihar edilen değerler olabilir, bir kısmı dayanıklı tüketim malları (lüks), bir kısmı da istihdamı mümkün istihsal malları olabilir. Hangi gruba girerse girsin var­lık çizgisi seviyesini geçen varlık unsurları zekâta tâbi olmakta­dır. Gelirden servete aktarılan 'üzerinden bir yıl geçen ve iktisadî hayata dahil edilmeyen altın, gümüş, para, mücevher.., gibi unsur­lar sadece zekâta tâbi olmakla kalmaz, aynı zamanda gösteriş is­tihlakinin, israf ve lüksün sebebini de teşkil eder. Bu ise, ideal müslüman tipinin hayat tarzına ters düşen bir durumdur.

O halde zekât, fakirlik çizgisinin üstünde bir seviyeden itiba­ren alınıp verilebilmektedir. Böylece insanların aile, mal, mülk ve eşya sahibi olmaları teşvik edilmekte, fakat harcamalarının lüks ve israftan uzak tutulması sağlanmaktadır.

 

Ölçüsü:

 

Klasik Devir İçin Nisabın Ölçüsü:

 

Nisabın miktarıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir emir yoktur. Bu miktar, sadece A'raf: 7/199, Furkan: 25/67 ve Bakara: 2/219 âyetlerinde “el-Afv,” yani mükellefin ihtiyaç fazlası, gibi çok umumî bir ifadeyle açıklanmıştır. [421] Konuya açıklık ka­zandıran hadisler ve Hz. Peygamber'in uygulaması [422] ile bunlar ışığında ileriye sürülen hukukçuların görüşleridir. Bu miktarlar, günümüzdeki karşılıklarıyla aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

 

 

Nisabın Ölçüsü

 

 

Günümüzde

Zekât

Mevzuları

Klasik Devirde

Kardavî

Yav uz

D.İ.B.

 

 

 

 

 

Örfî

Serî

Nakit

Nisabı

Altın

20 Miskal

85 gr.

     96 gr.

  96.21 gr.

  80.18 gr.

 

Gümüş

200 Dirhem

595 gr.

   640gr

641.4 gr.

561.2 gr

Eşya Nisabı

Koyun

 40 Adet

40 Adet

    40 Adet

 

 

 

Sığır

 30 Adat

30 Adet

    30 Adet

 

 

 

Deve

  5 Adet

   5 Adet

      5 Adet

 

_

 

Ziraat Ürünleri

  5 Vesk

653 Kg. veya 2/3 ton

1000 Kg.

-

-

Tablo 78: Zekât Mevzularının Nisabı

 

Çağdaş Mükellef İçin Nisabın Ölçüsü:

 

Bu tablo, Hz. Peygamber devriyle, büyük bir iktisadî değişik­liğin olmadığı ondan hemen sonraki devir için ve yakın zaman­lara kadar geçerlilik ifade eder. Günümüzde, zekât mevzuu malla­rın nisabını daha değişik bir şekilde hesaplamak gerekir. Bu ko­nuda, başlıca şu görüşler ileriye sürülmüştür:

 

Eşya Nisabı:

 

Zekât mevzuu hayvanlar ile ziraî ürünlerin nisap miktarında herhangi bir değişiklik sözkonusu olamaz. Çünkü eşyanın taşıdığı değer, onun hakiki değeridir. Bu değer, eşya var oldukça kendisini koruyacaktır. Öyleyse, zekâta tâbi eşyanın nisabı için yeni ölçüler aramayıp onları aynen korumak gerekir.

 

Nakit Nisabı:

 

İslâm'ın geldiği devrede Arabistan'da, aynî mübadele ya­nında nakit de biliniyor ve mübadele aracı olarak kullanılıyordu; ancak burada nakitten maksat daha ziyade Bizans'tan gelen altın para (dinar) ile İran'dan gelen gümüş para (dirhem)dir. Gümüş pa­ralar Dirhem Kisrevânî, altın paralar Dinar Hıraklî diye anılırlardı. Piyasada  bulunan   dirhemler,   birbirine   eşit  olmadığı  için, raplar dirhemi sayı ile değil, tartı ile mübadele ederlerdi. Ticaret merkezi olan Mekke'de kabul edilmiş rıtıl (12 okiyye), okiyye (40 dirhem), neşş (20 dirhem),  nevât (5 dirhem) gibi ağırlık ölçüleri Hz. Peygamber

“Ağırlık ölçülerinde muteber olan, Mekke ölçüleridir” [423] buyurarak bu ölçüleri dinî-hukukî miyar haline getirmiş oluyordu.

İktisadî bir gerçek olarak paranın taşıdığı değer izafidir, yani mal karşısındaki değerine göre düzenlenir. Değerdeki izafi­lik yüzünden, paranın sahip olduğu değer, zaman zaman büyük de­ğişikliklere uğrayabilir. Bu sebeple, Hz. Peygamber veya sahabe devri ile müctehidler devrinde o günün parasını meydana getiren altın ve gümüş için tespit edilen miktarlar, bütün devirler için ge­çerli olamaz. Zira Hz. Peygamber devrindeki parayla günümüz­deki paranın satmalına gücü arasında korkunç bir farklılık var­dır. Meselâ, o devirdeki nisab miktarı ikiyüz dirhem gümüş ile o gün kişi önemli ihtiyaçlarını giderirken, bugün bir kişi ancak bir günlük ihtiyacını giderebilir. Aradaki bu korkunç fark, para nisabı için başka ölçüler arama zaruretini doğurur. Bugün altın ve gümüş para olarak kullanılmadığmaf tartı ile alınıp satılan meta duru­munda bulunduğuna göre, ticarî eşya ve resmî para nisabı, neye göre hesaplanacaktır?

Hukukçular, para nisabına esas alınacak ölçü konusunda, başlıca dört görüş ileri sürmektedirler:

 

I. Gümüşün Ölçü Olması:

 

Esasen klasik devre ve hukukçulara ait bu görüşe göre, zekâ­tın nisabı konusunda asıl olan gümüştür. Ancak, bugün de Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan ve Hindistan'da bu ölçü benimsenmektedir. Zira, bu konudaki birçok hadis ve Hz. Peygamber'in uygulaması gümüşe göre açıklama yapmaktadır. Ay­rıca, bu konuda icma bulunmakta ve müslumanların büyük çoğun­luğunun mükellef olmasıyla fakirlere daha faydalı yol olmakta­dır. [424]

İslâm'ın ilk döneminde altın, gümüşün değerine göre teda­vüle girmişti. Bu devirde, gümüş madenlerinin altına nispetle daha bol miktarda elde edilmesi imkânının ortaya çıkarılması, gümü­şün değerini düşürmüş, buna karşılık altın kıymet kazanmıştır. Öyleki, günümüzde gümüş altından yaklaşık altı kat, hatta daha bile fazla düşük değerdedir. Eğer gümüşü esas almak gerekirse, o zaman altın nisabının yirmi miskalden aşağı düşmesi gerekecek­tir. Gümüşün üç kat değer kazandığını düşünecek olursak,- bu tak­dirde altın nisabının yirmi miskalden yukarı çıkması, yani alt­mış miskale ulaşması gerekecektir. Bundan da anlaşılıyor ki, bugün gümüş, nisapta değişmeyen bir ölçü olmak vasfını kaybetmiş­tir. [425]

 

II. Altının Ölçü Olması:

 

Çağdaş hukukçulardan üç önemli isim olan Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf ve Abdurrahman Hasen'e göre, değeri günıjşe göre daha az değiştiğinden, nisaba ölçü olarak altın nisa­bının alınması gerekir:  “Esasen altın hakkında Hz. Peygamber'den açıkça bir delil varid olmamış ve fakat sahabe, her yirmi dinar altında yarım dinar zekât ödeneceğini takdir etmişlerdir. Tarihî incelemeler bize ikiyüz dirhem gümüşün değer bakımından yirmi dirhem altına eşit olduğunu göstermektedir.  Aksi halde sahabe, bunu, zekât nisabı olarak tayin edemezlerdi, Ayrıca mucib bir se­bebe dayanmaksızın yirmi sayısını takdir etmeleri de mümkün olmazdı. Artık bu durumda yirmi miskal altın sahabenin takdi­riyle Peygamberimizin dirhemler hakkındaki tayin ve  tespitine dayalı olarak zekâtın nisabı olmuş ve nisap altının değer hükmüne bağlı olarak takdir edilmiştir.  Böyle olunca yirmi miskali bütün devirler için devamlı nisap miktarı olarak takdir etmekte herhangi bir mahzur yoktur. Altın için belli bir zekât nisabının tayin edil­mesine sebep, gümüşün yardımcı bir para durumunda bulunması ve bazan ucuz, bazan da pahalı olabilen bir ticaret vasıtası olmasıdır. Altın ise dünya çapında değişmeyen bir paradır ve bütün eşyalar ona göre değerlendirilebilir, hatta gümüş dahi onlardan biridir. Bu sebepten altından başka esas ölçü kabul etmek yersizdir. Bu hareket Peygamberimizin takdirini bir kenara itmek ya da ihmal etmek değil, bilakis onun görüşünü tam manasıyla tatbik etmektir. Zaten Rasulullah gümüşün nisabını kendi devrinin gümüşe verdiği de­ğere göre ikiyüz olarak açıklamışlardır. Böylece bu değer de, her devirde esas ölçü kabul edildiği için, nisap bütün müslüman ülke­lerde aynı ölçüye bağlı kalmış olur. [426]

Para nisabında Hz. Peygamber ve sahabe devrinin parası olan altın ve gümüş paralar, değer bakımından hayli değiştiğin­den, sabit birer ölçü olmaktan uzaktır. Bununla birlikte, eğer ikisi arasında bir tercih yapmak gerekirse, ölçü gümüş değil altın olmalıdır. Para eşyaya oranla değerini koruduğu sürece ölçü olmakta devam edebilir.  Fakat bu denge sarsıldığında, artık altın ile gümüş nisapta değişmez birer ölçü değildir. Şu durumda ikiyüz dirhem gümüş ile yirmi mıskal altın, sadece zekât mevzularının ken­dilerine göre düzenlendiği Hz. Peygamber ve sahabe devrindeki eşya fiyatlarını gösteren tarihî birer ölçü olmaktan öte geçemezler.

Fukaranın lehine olmak üzere hesabı gümüşe göre yapmayı ileri sürenlere karşı araştırıcılar, “bu madenin zamanımızda al­tına göre çok değer kaybetmiş bulunduğunu, gümüşe göre nisaba malik olan kimseler zengin sayılırsa -zekât alamayacakları, üste­lik ödeyecekleri için- mutazarrır olacakları (200 dirhem gümüş karşılığı para ile bugün beş kişilik bir ailenin yalnız giyim ihti­yaçları zor karşılanır)” görüşünü haklı olarak ileri sürmektedirler. [427]

Altın ve gümüşün nisabları dinar ve dirhem olarak belli ol­makla beraber, bunların bugünkü ölçülerle karşılığı açıkta kal­maktadır. Ancak, yedi dinarın on dirheme tekabül ettiği Emevi ha­lifesi Abdülmelik zamanından beri bilindiği için, bunlardan biri­sinin ne kadar olduğunu bilmek, diğerinin de ölçüsünü verecektir. Bunu tespit için, iki yoldan yürünmüştür:

1) Dirhem, rıtıl, kırat gibi eski ölçülerin en küçük birimlerini tespit için verilmiş arpa, buğday, hardal ve keçi boynuzu taneleri­nin miktarlarından hareket edilmiştir.  Fakat bunlar, zaman ve mekân içinde değiştiği, ayrıca tartı (vezn) ve ölçü (keyl) miyarları arasında da farklılıklar bulunduğu için kesin bir neticeye varıla­mamış,  bazı hukukçular “her memlekette kullanılan tartı birim miktarı neyse, fetva ona göre verilir” demek mecburiyetinde kal­mışlardır.

2) Arkeolojik bulgulardan faydalanmak; bu yoldan yürüyen­ler dünyanın meşhur müzelerinde bulunan en eski İslâm devri di­narlarını tartmış, bunların 4.25 gram geldiğini tespit etmişlerdir. Dirhem ile dinar arasındaki ona-yedilik nispet (on dirhem=yedi dinar), ancak Mekke miskalinin resmi dinarı eşit olmasıyla mümkün olduğuna göre, bir dirhem gümüş de 2.975 gram olmakta, böylece altının nisabı 20x4.25=85; gümüşün nisabı ise 200 x 2.975 = 595 gramdır neticesine varılmaktadır. [428]

Yunus Vehbi Yavuz dirhem ve dinarın bugünkü karşılıkla­rını, gümüş için 1 dirhem=3,2 gram x 200 = 640 gram, altın için 1 dinar = 4,8 gram x 20 = 96 gram olarak kabul etmektedir[429].

Her iki yola göre açıklama yapan Diyanet İşleri Başkanlığı-26.11-1981 tarih ve 7 sayılı genelgesinde, ekte şer'î ve örfî ölçü­ler şu şekilde gösterilmiştir:

 

                           Zekât Mevzularının Günümüzdeki Karşılığı

Birim

Örfî

Dirhem

3.207 sr.

Miskal 4.8105 er.

200

Şer'î Örfî

2.806 gr. 3.207x200-   641.4 gr.

4.009 (4.0085714) gr.

 20

Şer'î Örfî

20806x200=561.2 gr.

4.8105x20=96.21 er.

 

Şer'î

-

4.009x20=80.18 gr.

Tablo 79: Zekât Mevzularının Günümüzdeki Karşılığı

 

Bu genelgede dirhem ve miskaî gibi ağırlık ölçülerinin şer'î ve örfîsinin bulunduğu; ilkinin asr-ı saadetteki ölçülere uyduğu, ikincisinin çeşitli beldelerde kullanıldığı belirtilmekte ve esas alınması gerekenin şer'î ölçüler olduğu hatırlatılmaktadır.

 

III. Eşya Nisabının Ölçü Olması:

 

Üçüncü gruptaki araştırıcı hukukçulara göre, para nisabında ölçü, eşya nisabı esas alınarak düzenlenmelidir:

 

A. Sınırlı Eşyanın Esas Alınması (Deve Ve Koyun Nisabının Yarı Değeri):

 

Zekâtla ilgili geniş ve ciddî araştırmalar yapmış olan çağdaş hukukçulardan Yusuf Kardavî, para nisabının sınırlı zekât mev­zuu eşyanın dikkate alınarak düzenlenmesinden yanadır. Ona göre sığır nisabı, hayli ihtilaflı olduğundan, para nisabının tespi­tinde esas alınacak eşya içerisine giremez. Çeşitli sebeplerle (msl., nisabı özellikle az tutulmuştur), ziraî ürünler de aynı hükümdedir, berıye en sağlam ölçü olarak, -altın anormal şartlarda yükseliş ve düşüş gösterebildiğinden- deve ve koyun nisabları kalır.

Bunların nisapları, hadis ve icmayla sabit bulunmaktadır.

Devenin nisabı beş, koyunun ise kırktır. Hz. Peygamber devrinde koyunun ve devenin nisabı gümüş nisabının iki katıydı. Yani kırk koyun, 400 dirheme eşitti. O halde para nisabı için, -ülkelere göre orta seviyede- beş deve veya kırk koyunun yarı değerine eşit paradır' divebiliriz.  Hangi ülkedeki koyunun veya devenin nisab için esas alınacağının tespiti de uzmanlara bırakılmalıdır. [430]

 

B. Bütün Eşyanın Ortalamasının Alınması:

 

Ülkemizde zekât konusunda, özellikle nisabı araştıran ciddi bir çalışması bulunan Yunus Vehbi Yavuz ise, günümüzde para ni­sabının zekâta tâbi bütün eşyanın gözönüne alınarak tespit edilmesi gerektiğini savunmaktadır:

“Para nisabının tespiti, ihtilaftan kur­tulmak için zekâta tâbi eşya ve hayvanların nisaplarının fiyatla­rını toplayıp ortalamasını almak suretiyle yapılmalıdır. Bu usul, ne kadar zaman geçerse geçsin, her türlü ihtilafı önleyici mahiyet­tedir. Para nisabının bu şekilde tespit edilmesiyle bu miktar piya­saya uygun olarak yükselip alçalacak; ne fakire, ne de mükellefe bir zarar gelmeyecektir. Ölçü olacak eşyanın ülkede bulunan orta­lama değeri esastır.” [431]

Yunus Vehbi Yavuz, Serahsi'den para nisabının hayvan nisa­bına denk olduğunu nakleder: [432]

“Bu ölçülerde bir kıymet itibar edilmiştir. Zira o devirde 2 yaşında dişi bir devenin kıymeti 40 dir­hem, 2 yaşında bir koyunun kıymeti de ödirhem idi. 5 devede bir koyun zekât vermenin farz kılınması ne ise, 200 dirhemde 5 dir­hem zekât vermenin farz kılınması da odur.”

 

IV. Karma Görüş:

 

Ülkemizin değerli İslâm hukuku araştırıcılarından Hayreddin Karaman'a göre, paranın ve ticarî eşyanın nisabını tespit eder­ken normal şartlarda altının esas alınması, iktisadî bakımdan norma) sayılmayan durumlarda ortalama yoluna gidilmesi, gü­nümüzde zekât mükellefiyeti için, İslâm'ın şart koştuğu zenginlik seviyesini tespite en uygun yol olsa gerektir. [433]

Böylece para nisabı, zekâta tâbi hayvanlarla ziraî ürünler dı­şında kalan bütün zekât mevzuları -msl., altın ve gümüş, zînet eş­yası, ticaret malları, sanayi ürünleri, ücretler...- için geçerli üçüncü nisap türü olacaktır.

Şah Veliyyullah nisabı, normal şartlarda üç-dört nüfuslu bir ailenin yıllık geçimliği olarak takdir etmiş ve bu miktara kadar malın zekâttan istisna tutulmasının hikmet ve adaletine dikkati çekmiştir. [434]

 

Hesaplanması:

 

Nisabı Dolduran Mallar:

 

Temel ihtiyaç maddeleri, borçlar [435] ve her türlü girdi nisap hesabı dışında tutulur.

Nisabın hesaplanmasında kural, aynı türden mallan birbi­rine eklemektir. Zekâta tâbi hayvanların, ticarî değerleriyle değil de, kendi cinsleriyîe toplandığını, halbuki ticaret maddelerinin ti­carî değerleriyle toplandığını düşünürsek, bu husus açıklığa ka­vuşmuş olur. Böylece, bunların her biri, hukuken ayrı bir tür teşkil eder. Binaenaleyh, aynı türdeki maddeler, nisabı tamamlamak için, birbirleriyle toplanır.

 

Nisabı Doldurmayan Mallar:

 

Hayvanlar:

 

Küçük ve büyük baş hayvanların nisap hesabında, ayrı cins­ler icma ile birbirlerine eklenemez. [436] Binaenaleyh, zekâta tâbi hayvan türleri kendisi için gerekli sayıya - ulaşmadıkça, zekâta tâbi olmaz. Msl. 30 koyunu, 25 sığırı ve 3 devesi bulunan kişi, zekâtla mükellef tutulmaz. Fakat 30 koyunun yanında, 15 de keçisi bulu­nan kimse, bunlar için bir koyun veya keçi zekât öder.

 

Altın Ve Gümüş: [437]

 

a) Başlarında Hanefî Mezhebi, Re'y mektebi mensupları ile Katâde'nin bulunduğu gruba göre, altın ile gümüş kendi başlarına nisabı dolduramayınca birbirine eklenebilir: [438]

(1) Hanefî Mezhebi ve Sevrî'ye göre, ekleme değer olarak yapılır:

(a) Ebu Hanife'ye göre, zekât vacip olduğu vakit değer ne ise, hesaplama o değer üzerinde yapılır. Buna göre de, yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş değerinde olan dokuz miskal altına ya da dokuz miskal altın ile onbir mıskal altın değerinden olan yüz dirhem gümüşe sahip olan kimseye zekât düşer.

(b) Sevrî'ye göre, eski değer ile yeni değerden hangisi yoksulların yararına ise, o değer esas alınır.

(c) Hanefî hukukçulardan Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre, altın ile gümüşün birbirine eklenmesi orantı yönünden olur, yani biri diğerini kıymet itibarıyla değil, eksik olan kısmın tamamına oranı itibarıyla tamamlar. Msl., bir mükel­lefin yüz dirhem gümüşü ile bu değerde on miskal altını bu­lunsa, bunlar için ittifakla beş dirhem zekât ödenir. Fakat yüz dirhem gümüş ile yüzelli dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa, Ebu Hanife'ye göre, beş dirhem zekât ödenir; Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, aralarındaki orantı bulunmadığından zekat ödenmez.  Pek tabiîdir ki, bu görüş ayrılığı, birinin kıymeti, ağırlığından fazla olunca bir değer taşır.

(2) Malik'e göre, altın ile gümüş nisap hesabında birbirine ağırlık yönünden eklenir. Tamamlamayı, hep  değişmeyen bir değer üzerinden kabul ederek “bir miskal altının değeri -eskiden olduğu üzere- on dirhemdir” demiştir. Buna göre, on dirhem altın ile yüz dirhem gümüşü bulunan, zekât mükellefi olur ve bu kimse zekâtını isterse yarım miskal altın, isterse beş dirhem gümüş olarak öder.

YunusVehbi Yavuz'a göre, paralar ister altın olsun, ister gü­müş ve ister kağıt ve madenî olsun, ağırlığına göre değil, kıyme­tine göre hesap edilmelidir. Buna göre, Ebu Hanife'nin görüşü di­ğerlerine nazaran daha kuvvetli görünmektedir.

(3) Hukukçuların bir kısmına göre, miktarca az olan çok olana eklenir.

(4) Dördüncü gruptaki hukukçulara göre, nisabı dolduran türe, öbürünün bütünü eklenir. İkisinden biri nisabı doldurmadığı takdirde, ekleme yapılmaz.

(5) Bazı hukukçulara göre, -gümüşten az veya çok olsun-miskal dirheme eklenir, dirhem miskale eklenmez.  Çünkü al­tının nisabı hakkında, ne sabit bir nas, ne de kırk miskali bu­lamayan altında icma bulunmaktadır.  Bunun için gümüş asıl­dır, altın fer'dir. Buna göre, ister yirmi dinar olsun, ister yirmi dinardan fazla olsun,  altının kıymeti iki yüz dirhem gümüşün değerine ulaşmadıkça zekât ödemek lâzım gelmez.

h) ÜM, Ebu Sevr ve Davud'a göre, bu iki tür mal, kendi başla­rına nisap hesabına tâbi tutularak, nisabı tamamlamak için -ne değerce, ne de ağırlıkça- birbirine eklenemezler. Her iki türün de, kendileri için gerekli ağırlığı bulması gerekir. [439]

 

Ziraî Ürünler: [440]

 

Hukukçuların ittifakına göre, ziraî ürünlerde kalite açısın­dan bazı farklılıklar bulunsa bile, meyve ve hububattan her kalem bir sınıf oluşturarak (yani üzüm üzümle) nisap hesabında birbirine eklenebilir, böyle bir durumda zekât iyi, orta ve kötünün hissesine göre alınır; ancak İbnu'l-Munzir'in belirtiğine göre, kuru hurma, kuru üzümle birleştirilerek zekâta tâbi tutulamaz. Mercimek, fa­sulye ve nohut gibi hububat cinsi ile buğday, arpa ve çavdarın birbi­rini tamamlamalarında ihtilaf edilmiştir:

a) Malik'e göre mercimek, nohut ve fasulye aynı cinsten sa­yıldığı gibi, buğday, arpa ve çavdar gibi hububat da aynı cinsten kabul edilir. Ona göre, bu tür ziraî ürünlerde esas olan, yiyecek olarak insana yararındaki birliktir. Aynı özelliği taşıyıp, aynı ya­rarı sağlayanlar, tek bir sınıf kabul edilirler.

b) Ebu Hanife, eş-Şafiî ve Ahmed'e göre, her birinin ayrı birer ismi bulunduğu için, ziraî ürünler birbirine  eklenemezler. Yani buğday, ancak bağdayla tamamlanabilir.

 

Ticaret Malları Ve Nakit:

 

Ticaret malları ile malî kağıtlar ve nakit, nisap hesabında birbirine eklenebilir. Ticaret eşyası ile paranın birbirine eklenerek nisabı doldurabileceği hususunda ittifak bulunmaktadır. Yalnız eş-Şafiî, ticaret malları, altın veya gümüş paradan hangisi ile satın alınmışsa, ancak ona ilâve edilerek hesap edilebileceği görüşünü kabul etmektedir. Günümüzde, altın ve gümüş para pek kullanıl­madığına göre, eş-Şafıî'nin bu görüşü eskiden altın ve gümüş para­ların kullanıldığı devirlere yahut halen gümüş para kullanan bazı ülkelere ait kalmaktadır.

Şu halde, hukukçular, hububat ve meyveler, altın ve gümüş ile ticaret malları ve nakit dışında diğer zekât mallarının nisapta bir­birlerine eklenemeyecekleri konusunda ittifak etmişlerdir. [441]

Libya Zekât Kanunu (m.17), konuyu şu şekilde düzenlemiştir:

“Aşağıdaki sınıflar, her maddedekiler ayrı bir cins kabul edilmek suretiyle birbirine ilâve edilerek nisabı buldukları takdirde zekât­ları ödenir:

a) Altın ve gümüş,

b) Buğday ve arpa,

c) Kuru hurma,

d) Yağlı tohumlar,

e) Baklagiller,

f) İnek ve manda,

g) Koyun ve keçi,

h) Develer.”

 

3- Temel İhtiyaç Fazlalığı (Havâic-i Asliye, Aslî İhtiyaçlar):

 

Kavram:

 

Kişinin elinde bulunmadıkça hayatını davam ettirebilmesi imkânsız veya çok güç hale gelen ve zarurî olarak sahip olunması gereken maddelere Aslî veya Temel İhtiyaç, hukuk dilindeki adıyla Havâic-i Asliye  denmektedir.

Temel ihtiyaçlar, bir sene süre ile mal sahibine tanınan bir istisna durumudur. Bu istisna durumu için İslâmiyet, belli bir ra­kam ileriye sürmez. Zira temel ihtiyaçlar, içtimaî, iktisadî ve me­denî şartlara ve herkese göre değişiklik gösterirler. Bundan dolayı, temel ihtiyaçlar için konulan ölçü, belli bir miktar ile sınırlandı­rılmış olmayıp, her asırda ve yerde geçerli olabilecek esneklikte genel prensipler olarak ortaya çıkmaktadır. Keyfi ve lüks harca­malardan kaçınmak şartıyla normal bir seviyede hayat sürmek için müslümanın yaptığı bütün harcamalar, zekâttan istisna edilir.

Atlarla kölelerden başka [442] zarurî ihtiyaçların tamamını tespit eden herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Diğer temel ihtiyaç­ların nelerden ibaret bulunduğunu, Hz. Peygamber devrindeki as­habın yaşayışlarını bildiren rivayetlerden ve hukukçuların bu ko­nuda ileri sürdükleri görüşlerinden öğrenmekteyiz.

 

Çeşitleri:

 

Temel ihtiyaç maddelerini, hakiki ve takdirî maddeler şek­linde ikiye ayırabiliriz:

 

Hakiki İhtiyaç Maddeleri:

 

Hakiki ihtiyaç maddelerinin başlıcaları şunlardır:

 

Mesken:

 

Ev, daire, gecekondu gibi kişinin zarurî olarak içinde yaşa­dığı oturma ve barınma yerleri zekâta konu olmaz.

İmam Malik, meskeni, temel ihtiyaçtan saymakla beraber, eğer bu mesken değer itibariyle normal bir evden daha pahalı ise, o takdirde meskenin değer farkını hesap ederek zekat ödenmesi ge­rektiğini ileri sürer. İmam Malik, şöyle demektedir:

“Eğer bir kimse, oturduğu evi satıp onun parası ile başka ucuz bir ev temin et­tikten sonra geride iaşesini temin edecek kadar para artmazsa ona zekât verilebilir. Eğer mevcut evini satıp parası ile ihtiyaca cevap verecek normal bir ev satın aldıktan sonra geride senelik iaşesini temin edecek kadar para artarsa ona zekât verilemez, zengin sayı­lır.” [443]

 

Temel Gıda Ve Giyecek Maddeleri;

 

Bir müslüman, hem kendisinin, hem de çoluk-çocuğunun yıl­lık (bir görüşe göre aylık) yiyecek ve giyecek masrafları temel ih­tiyaçtır. Elbisede -her mevsim için ve aşırı olmayan şekilde- sınır üç kattır. Ailenin her ferdi için normal olarak üç katlık elbise masrafı zekâttan istisna edilir. Bundan fazlası ise zekâta tâbidir. Yemekte de israf yapmadan ve haram masraflara girişmeden har­canan paralar buna girer.

 

Savaş Âleti:

 

Eski savaşlar ve savunmalar için silah vb. temel ihtiyaç maddelerini meydana getiriyordu. Günümüzde de silah, temel ihti­yaç maddelerinden sayılmalıdır.

 

Takdiri İhtiyaç Maddeleri:

 

Ev Eşyası:

 

Hah, kilim, yemek odası takımı, misafir odası takımı ve her türlü elektrikli âletler, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, televiz­yon vb. ev eşyası, lüks olmamak ve ihtiyaçtan fazla bulunmamak şartıyle zekâttan istisna edilir. Eğer lüks olursa, zekâtını ödemek şartıyle kullanılması yasak değildir.

 

İş, Meslek Ve Sanat Âletleri:

 

Herkesin işine göre gerekli olacak iş ve sanat âletleri de ze­kâttan istisna edilir. Zira onlarsız geçimin sağlanması mümkün olmaz.

 

Hizmetçi Masrafları:

 

Ev işlerinde yardımcı olmak üzere tutulacak hizmetçinin masrafları da zekâttan istisna edilir.

 

Borçlar:

 

Borçlu kimsenin, cezadan kurtulabilmek için borcunu öde­mesi gerekir. Ödemediği takdirde hapse girmesi, yok olması gibi karşılanmıştır.

 

Binek Hayvan Ve Araçları:

 

Bunların kendileri kadar, yakıt, tamir ve diğer masrafları da aslî ihtiyaçtır. Ancak, otomobilin yerli imalatı veya montajı ya­pılıyorsa ve bu araç dışarıdan getirilen arabalardan daha ekono­mik ise, bundan dolayı da zekât ödemek gerekmez. Fakat otomobil lüks olursa o takdirde - İmam Malik'in ev konusundaki içtihadına uyarak- lüks farkının hesap edilip zekâtının ödenmesi gerekmelidir.

 

Kitaplar:

 

Bir müslümanın, gerek kendisi için, gerekse ailesinin kültü­rünü genişletmek için kütüphanesinde bulundurduğu bütün kitaplar da zarurî ihtiyaçlar içine girer. Çocukların okul kitapları için sarfedilen paralar da aslî ihtiyaca dahildir. Bazılarına göre, ilmî eser­lerin sahibi buna ehil değilse, zekâtını ödemesi gerekir. Şunu he­men belirtelim ki, hanefîlerce cehalet ve bilgisizlik, yok olmak gibi kabul edilmiştir.

 

Diğer Maddeler Ve Giderler:

 

Isı âlet ve maddeleri (ısınma masrafları), ulaşım, eğitim, kira, temizlik, telefon ve tedavi giderleri, yazı makinesi, bilgisa­yar, hesap makinesi vb. de kişi ve bölgelere göre temel ihtiyaç mad­desi olabilirler.

Temel ihtiyaçlar, her devre, zamana, bölgeye ve aileye, hatta kişiye göre değişebilir niteliktedir. Bu sebeple, onların her çağın ve çevrenin hayat standardına uygun olarak tespitini devletin (re'y ve ictihad ehlinin) vazifesi kabul etmek en doğru çözüm yoludur. Aslî ihtiyaçlarda esas olan, mükellefin kendisi, eşi ve çocukları, nafa­kası kendisine ait olan anne-baba ve yakın akrabasının -sayıları ne olursa olsun- göz önünde tutulmasıdır.

Bu duruma göre, zekât için konulan geçim indirimi, bir müslümanın bütün ihtiyaçlarını karşılamakta ve hayatını sigorta et­mektedir. Hayatı böylesine sigorta edilen bir müslümanın, malını zekâttan kaçırması bahis mevzuu olamaz. Yine bunlardan anlaşıl­dığına göre, İslâm'ın öngördüğü hayat seviyesi pek düşük değildir.

Zekâtta hem birikim ve hem de üretime göre bir asgarî zen­ginlik çizgisi çizilmiştir. Zekât, fakirlik çizgisinin üstünde bir se­viyeden itibaren alınıp verilebilmektedir. Böylece, insanların aile, mal, mülk ve eşya sahibi olmaları teşvik edilmekte, fakat harca­malarının da her zaman lüks ve israftan uzak tutulması sağlan­maktadır.

 

Şart Olması:

 

Zekât mevzuu malın, yıllık temel ihtiyaçlardan sonra nisabı bulması ve artıcı olması gerekir. Kimi hukukçulara göre, “nema” şartı “malın aslî/temel ihtiyaç dışında kalması” şartını da içine alır. Zaten bu tür madeler, artıcılık vasfından yoksun bulunmakta­dırlar.

Cumhur'un temel ihtiyaçların zekâttan istisna edilmesi ge­rektiği görşüne karşılık, [444] İmam Malik, bunların zekâta tâbi olduğunu ileri sürer. Ona göre zekâtla ilgili âyet ve hadisler umumîdirler; ayrıca zekât mal nimetine şükür için farz kılınmış­tır, bu gibi mallarda nimet olma özelliği tam manasıyla bulunmak­tadır. Fakat çoğunluğun benimsediği gibi, bir malın zekâta tâbi tu­tulabilmesi için, artıcı olması gerekir, halbuki bu gibi maddeler ar­tıcılık değil, ihtiyaç için vardırlar, onların zekâttan istisna edil­mesi kadar makul bir gerekçe olamaz. [445]

Konuyu bitirirken, bir noktayı daha açıklamalıyız: Temel ih­tiyaçlar için zekâttan istisna edilecek varlık, aslında normal ola­rak zekât mevzuu olması gerekip aslî ihtiyaç özelliği taşıması do­layısıyla malın zekât dışı kalan kısmıdır. Bu istisna kısım, genel olarak tek bir zekât mevzuuna yüklenir. Bununla birlikte, her zekât mevzuu için ayrı ayrı temel ihtiyaç maddesi sayılan varlık ve har­camalar da bulunabilir. İki taşınmazı bulunup, birini oturmak, di­ğerini kira almak suretiyle elinde tutan kimse, birinci evini zekâttan istisna tuttuğu gibi, temel gıda ve giyecek masraflarını, tedavi, eğitim, ısınma vb. harcamalarını da ikinciye yükler. Aynı kişinin başka varlığı veya geliri de bulunmaktaysa, artık bu son masrafla­rını yeniden bu iktisadî unsura yükleyemez, ancak son varlık ve geliriyle ilgili temel gider ve harcamalarını bu varlık ve gelirine yükler. [446] Kısacası, temel ihtiyaç maddeleri, her varlık için yeniden zekâttan istisna edilemez, yeni varlık ve gelirde yalnızca onun temel ihtiyaçları istisna tutulur.

 

4- Nema (Artıcılık, Üretkenlik, Nâmîlik): [447]

 

Şart Olması:

 

1) Cumhur'a göre, malın zekâta tâbi tutulabilmesi için gerekli şartlardan biri de artan, gelir ve kazanç sağlayan bir mal olması­dır. Bu şartın dayanağı, Hz. Peygamber ve ashabının söz ve fiille­ridir:

“Müslümanın atı ve kölesinden dolayı zekât borcu yoktur.” [448] Hadisi bunlardan birisidir. Ayrıca, malın edinilmesinden maksat, onun arttırılmasıdır.

2) İbn Hazm ve tâbilerinin, ilk tatbikata bakarak zekâta tâbi malları deve, sığır, koyun-keçi, buğday, arpa, hurma, altın ve gü­müşe inhisar ettirmeleri lafza bağlı dar bir görüş olarak vasıflan­dırılmış ve nema vasfı taşıyan malların zekâta tâbi olacağı, nasların ruh ve manası icabı telakki edilmiştir.  Kısacası, nema, malı zekâta tâbi tutmak için gerekli illettir.

 

Nema Kavramı:

 

Zekâtın ifade ettiği mana, büyümek ve artmaktır. Mal, artıcı gelir ve kazanç sağlayıcı özellik taşımaması halinde zekâta tâbi olmaz. Çünkü zekât, servet üretimi için gerekli sermaye malları üzerine konur, büyüme kabiliyeti olmayan servet üzerine konmaz. Bakara: 2/219 âyetindeki “Afv” (fazlalık) tabiri de buna işaret et­mektedir.

Bu şart, Rasul-i Ekrem'in sözlü ve fiilî sünneti, halifelerinin ve ashabının uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber, şahsî ihtiyaç­lar için edinilen malları zekâta tâbi tutmamıştır.

Fiilen (hakikî) artma yanında, takdirî (farazi, hükmen, po­tansiyel) artma da nema için yeterli görülmüştür:               

1) Hakikaten Artıcılık (Fiilen/Gerçek Artıcılık): Ticaret malları ile üreyerek artan hayvanların bu artışı,  hakikî olarak, ani fiilen meydana gelmektedir.

2) Hükmen Artıcılık (Takdirî/Farazî Artıcılık): Altın, gümüş ve paraların artışı gerçekten değil,  hükmen olur.  Çünkü bunların artıcılık imkân, kabiliyet ve istidadı esasında mevcuttur.

Malın artıcı olması, hukuk dilinde Nâmîlik veya Nema kav­ramlarıyla karşılanır. Nema deyimi, hem gerçek, hem de farazî üretkenlik özelliklerini içine alır. Dikkat edilirse hakikaten artış, malm ticarî gayeye yönelik olması, hükmen artış ise malın deği­şime konu olmasıyla gerçekleşir. Şurası muhakkak ki, her iki ar­tış tarzı da malı zekâta tâbi kılma yönünden eşit durumdadır. Msl., artıcılık vasfı taşıyan mallara sahip olanlar, onları nemalanmaları için kulanmadıklari takdirde, bu hareket tarzı, o maldaki ze­kât hakkını ortadan kaldırmaz.

Malın nemalandırılmaması iki şekilde olur:

1) Mal Yönünden:  Gasbedilip malikinin bir delili bulunma­yan mal, tahsili umulmayan alacak, gömülüp yeri unutulan mal sahibinin tasarrufundan çıkar. Bu yüzden, ele geçmedikçe zekâta tâbi olmaz. Mal-i zımâr, hem nema, hem de tam mülkiyet şartlarını taşımaz.

2) Malik Yönünden: Az önce de sözedildiği gibi, malikin ma­lını arttırma ve ondan kazanç sağlama yolunu seçmemesi, zekât mükellefliğine engel olmaz. Hatta böyleleri, malın arttırılmasını isteyen dinî emre aykırı davranışları dolayısıyla kınanır.

Nema şartı dolayısıyla ziraî ürünlerin zekâtı, -msl., evde depo edilirse- yalnızca bir kere ödenir, öşrün ödenmesinden sonra ürün­ler yeniden zekâta konu olmaz

Nema şartının uygulanmasıyla, asırlar boyunca artıcılık vasfı taşımayan binek hayvanları, oturulan evler, meslek ve sanat âletleri, ev eşyası zekâttan istisna edilmişlerdir.

Bu şartın uygulanması açısından, Maliki Mezhebinin görüşü, en geniştir. Onlar başkasmdaki malları -msl., gasbedilen ve gömü­len malları- yalnızca tahsil edilen yıl için zekâta tâbi tutar. Bu­nunla birlikte onların binek ve çift hayvanlarını zekâta tâbi tut­ması makul değildir. [449]

 

5- Havelân-ı Havi (Zekâtın Bir Takvim Yılı İçin Ödenmesi):

 

Bazıları dışında zekât mevzuu mallar, bir kamerî takvim yıh içinde, yalnızca bir kere zekâta tâbi olur. Bu açıdan zekât mevzu malları, havelân-ı havle tâbi olup olmayışı açısından incelemek gerekir:

 

Havelân-ı Havle Tâbi Olması Açısından Mallar:

 

Havelân-ı Havle Tâbi Mallar:

 

Bir mükellefe zekâtın farz olması için, nisap miktarı mala sahip olduktan sonra, malın üzerinden bir kameri takvim yılının geçmesi gerekir. [450] Hukuk dilinde bu duruma, Havelân-i Havi ya da Zekât Yılı adı verilir. Ayrıca bir sene kulla­nılmadan duran yığılmış servetle, senelik masraftan artan, ticaret ve sanayiye yatırılmayıp sahibinin elinde bir sene atıl kalan sene­lik kazanç fazlası da zekâta tâbi olur.

Bu şartla, malların yılda iki kez, yani çifte zekâta, tâbi tutula­rak, mal sahiplerinin zarara uğraması önlenmiş olur. Bu şart, dört halifeden tespit edilen ve sahabe çoğunluğu arasında yaygın olan duruma göre benimsenmiştir, hadisten kesin ve sağlam bir daya­nağı yoktur. Sahabe arasındaki bu yaygınlık, onların bu konuda bir bilgisi olduğu şeklinde yorumlanır.

Bütün müctehitler, bir maldan, yılda ancak bir defa zekât alı­nabileceğinde ittifak halindedirler. Yine malda zekât, ikinci yılın girmesinden sonra farz olur. [451]

Vergi hukukunda da gelirin vergiye tâbi tutulması için, bir takvim yılı içinde elde edilmiş olması lâzımdır. Bundan maksat, yalnız bir takvim yılı içinde elde edilen, çeşitli gelirler safi tutarı­nın vergiye tâbi olmasıdır. Diğer bir deyişle, takvim yılı (veya he­sap dönemi), bir vergilendirme döneminin birimi olarak tespit edilmiştir. Şu halde, birkaç takvim yılında elde edilen gelirler bir araya getirilerek vergiye tâbi tutulmaz. Her takvim yılı, yeni ve ayrı bir vergileme birimi sayılır. Kuşkusnz, bir takvim yılının birkaç ayında gelir elde edilmesi, diğer aylarında gelir elde edil­memesi, sonucu etkilemez. Öte yandan, aynı takvim yılının birkaç ayında kâr sağlanmış olması ve diğer aylarında zarar edilmesi de, zaman bakımından bir değişiklik yaratmaz; böyle bir durumda zararlar kârlara mahsup edilerek bulunacak safi kazanç miktarı, ge­lir vergisinin matrahını oluşturur. Zararlar kârdan fazla olursa, vergilendirilecek gelir yoktur; üstelik bir takvim yılının zararı, bazı koşullar altında bu yılı takip eden bir veya birkaç takvim yılı kârlarından indirilebilir. Takvim yılı olarak esas alınan dönem, tam ve dar mükelleflik bakmından önemli bir ölçü olacaktır. Gelir vergisinde vergilendirme dönemi, geçmiş takvim yılıdır. Bir tak­vim yılında, takvim yılı sonu itibarıyla meydana gelen gelirlerin vergisi ertesi takvim yılı içinde tarh edilir. [452]

Buraya kadar yapılan açıklamaya göre, malın zekât mevzuu olabilmesi için aranan havelân-ı havi şartı, ilk zamanlar için -yaklaşık- icma ile sabittir; ancak ibn Mes'ud, İbn Abbas ve Muaviye'nin bu şartı aramadığı rivayet edilir, onlara ve mal-i müstefadda onların görüşüne katılan tabiîn ve diğer bazı hukukçulara göre, mal nisabı bulunca, müstakillen veya yanındakiyle birlikte zekâtı hemen ödenir.

Genel kural olarak, hayvan, nakit, ticaret malı gibi “sermaye zekâtı” kavramına girebilecek mallar takvim yılı şartına tâbi olurken, ziraî ürünler, bal, maden ve define gibi “gelir zekâtı” kav­ramına girebilecek mallar bu şartın dışında kalır.

 

Havelân-ı Havle Tabî Olmayan Veya Tabî Olması Tartışmalı Mallar:

 

Maden Ve Defineler:

 

I. Madenler: [453]

 

a) Cumhur'a göre, madenler için havelân-ı havi şartı aran­maz: [454]

(1) Hukukçuların çoğunluğuna göre, maden zekâtı, made­nin çıkmasından ve temizlenmesinden sonra ödenir.

(2) Malik'e göre, madenlerin zekâtı temizlenmesi beklen­meksizin hemen ödenir.

Bu görüşteki hukukçulara göre, madenler bir çeşit toprak ürünü gibi kabul edilir ve takvim yılı açısından onlar gibi zekâta tâbi olur, hatta hanefî hukukçu Kâsânî toprak ürünlerinin zekât sta­tüsünü “toprak altından ve toprak üstünden elde edilenler” şeklinde sözkonusu eder. [455]

b) İshak b. Raheveyh ve İbnu'l-Munzir'e göre, maden zekâtı için de- diğer mallar gibi- havelân-ı havi şartı aranır. ibn Rüşd, bu görüşü, eş-Şafiî'ye; Kâsânî ise, bazı şafiî hukukçulara izafe eder. Bunlara göre, madenler külçe haline getirilen altın ve gümüşe ben­zer. İbn Rüşd de, bu görüşün tutarlılığına dikkat çeker.

 

II. Defineler: [456]

 

Definelerin zekâta tâbi olması için, havelân-ı havi şartı aranmaz; [457] fakat İbnu'l-Arabî, “Tirmizi Şerhi”nde eş-Şafiî'den şart olduğu görüşünü nakletmektedir, fakat İbnu'l-Haceri'l-Askalanî, onun hem kendi, hem de şafiî hukukçularının kitapla­rında böyle bir görüşünün bulunmadığını belirtir.

 

Ziraî Ürünler: [458]

 

Ziraat ürünlerinin zekâta tâbi olması için, hasattan sonra bir yıl geçmesi şart değildir. Her hasat mevsimi için -yılda birkaç kez ürün alınması halinde dahi- ayrı ödeme yapılır. [459]

 

Alacaklar: [460]

 

Alacağı zekâta tâbi tutmayan gruba göre, alacak tahsil edil­diği tarihten itibaren takvim yılı hesabına başlanır.

Zekât mevzuu olduklarının tercih edilmesi halinde, alacakla­rın takvim yılı konusu ihtilaflıdır:

a) Bir gruba göre, borçludaki her yıl için zekât ödenir. Bunlar, alacağı hazır mal gibi kabul ederler.

b) Bir gruba göre, borcunu ödemesi yıllar sürse bile, yalnızca bir yıl için zekât ödenir. İbn Rüşd'e göre, bunların herhangi bir de­lili yoktur, ancak “tam mülkiyet” şartım taşımadığını düşünmüş olabilirler.

c) İmam Malik, alacakları üç yönden değerlendirir:

(1) Ticarî alacaklar için yalnızca bir yıllık zekât ödenir.

(2) Miras gibi ivazsız (bedel ödenmemiş) alacaklarda tak­vim yılı, tahsil edildiği günden başlar,

(3) Mudîr (malını devamlı devir yapan) tüccarın alacak­ları için zekât takvim yılı, satın alındığı günden itibaren hesap­lanan ticaret malları ve nakitlerle birlikte ödenir. Ancak, alacakların tahsili umulmaz ve kişinin alacağı kadar borcu varsa, bu alacaklar hesaba katılmaz.

 

Mâl-i Müstefâd:

 

I. Kavram:

 

Mükellefin elinde bulunan zekât mevzuu malın havelân-ı hav1 hesabı başladıktan sonra, meşru mülkiyet yollarından biriyle öbür mallara katılan her çeşit mal, artış ve gelir, Mal-i Müstefâd adını alır. Buna göre, kişinin muntazam geliri olan ücret ve maaş­lar ile ikramiye, hibe vb. kazançlar da mal-i müstefâd kabul edilir.

Burada, mal-i müstefadın, modern vergi hukukundaki “artış nazariyesi” ile yakın benzerlik gösterdiğini, hatta bu nazariyenin belki de mal-i müstefâd nazariyesinden alınmış olabileceğini ha­tırlatabiliriz. [461]

 

II. Zekât Statüsü: [462]

 

Yıl içinde kişinin mülkiyetine giren ve mal-i müstefâd adını alan malın zekâta tâbi olması için, takvim yılı şartının aranıp aranmaması ihtilaflıdır. Ancak, ziraî ürünler, bal, maden ve defi­neler gibi gelir zekâtına tâbi mallar zekâtlarının elde edilir edil­mez ödeneceği ihtilafsızdır; zira bunlar için havelân-ı havi şartı, zaten aranmaz. Bunlar dışındaki yıl içinde ele geçen nakit, ticaret malı, hayvan gibi sermaye zekâtına tâbi malların takvim yılı ko­nusu ihtilaflıdır:

 

A. Takvim Yılı İçinde Elde Edilen Artış Ve Gelir:

 

Bu çeşit artış ve gelirleri,  asıl malın kendi cinsinden olup olmayışına göre incelemek uygundur:

1) Asıl Malın Kendi Cinsinden Artışı:

i) Aslından veya Onun Aracılığıyla Meydana Gelen Artış:

Malın kendi cinsinden veya kendi cinsi aracılığıyla mey­dana getirdiği artış, yavrulama ve kâr yoluyla olur: [463]

(a) Hukukçuların çoğu, yavrulama ile kâr arasında herhangi bir ayırım yapmaz:

(1) ÜM ve Ebu Sevr'e göre, asıl nisabı bulsun bulma­sın, aslın nisabına eklenir ve aslın havelân-ı havline göre zekât birlikte ödenir. [464]

(2) Maliki Mezhebine göre, asıl, nisabı bulsun bulma­sın, aslın nisabına eklenir ve aslın haveiân-ı havline göre, zekât birlikte ödenir. İbn Rüşd, İmam Malik'in bu görüşü­nün yalnızca kuzular ve paranın kârı için geçerli  olduğunu, ancak onun Cumhur'un görüşüne katıldığının da ri­vayet edildiğini belirtir. Ebu Ubeyd ise, Malik'in bu görü­şüne kendi tabilerinden başka kimsenin katılmadığın ifade eder.

(3) Zahirî Mezhebine göre, sene içinde elde edilen mal üzerinden asıldan ayrı olarak bir yıl geçmedikçe zekât ödenmez.

b) Kimi hukukçular, yavru veya kârı birbirinden ayırır veya yalnızca kâr hakkında görüş bildirir: eş-Şafiî'ye göre, sermaye nisab miktarı olsun olmasın, kârın takvim yılı elde edildiği günden itibaren geçerlidir. Bu görüş, Ömer b. Abdilaziz'den de rivayet edilir; o, valilerini tüccarların kârlarına üzerlerinden bir yıl geçmedikçe dokunmamalarını bildirmiş­tir. Yine eş-Şafiî'ye göre, anaları nisabı bulunca, yavruların zekâtı onların takvim yılına göre düzenlenir; nisabı bulmaz­larsa zekât ödenmez.

ii ) Aslından Veya Onun Aracılığıyla Olmayan Artış: [465]

Hukukçular, asıl malın yalnız başına nisabı bulmayıp, kâr dışında bir yolla elde edilen ve asılla nisabı tamamlayan gelirin takvim yılının, bu tamamlamanın gerçekleştiği tarihten başlaya­cağında ittifak etmişlerdir. Halbuki, takvim yılı dolup nisabı bulan bir mala katılan gelir konusunda ise ihtilaf etmişlerdir; bu ihtila­fın sebebi, hesaba katılan malın, ayrıca ve asılla birlikte ele alınıp ahnmamasıdir.                                                                    

Satın alma, miras, hibe, vasiyet gibi yollarla meydana gelen artışlarda zekât ödeme şu şekilde düzenlenir:

a) Hanefî Mezhebi ve Sevrî'ye göre, asıl, nisabı bulursa, asla eklenir; nisabı bulmazsa eklenmez; [466] hatta müstefad ile birlikte nisabı tamamlarsa ve yıl bu ikisi için bitmiş olursa bile, mal-i müstefad asla eklenmez, zira nisap­tan az olduğunda asıl için takvim yılı geçerli olmaz, müste­fad için zaten evleviyetle geçerli değildir.

b) eş-Şafiî ve İbn Hanbel'e göre, bunlar, yani üreme dı­şındaki yollarla elde edilen mallar asla eklenmez,  başlıbaşına yıl hesabı yapılır.

İbn Rüşd, eş-Şafiî'nin görüşünü şöylece özetler:

“Paraların kâr ve artışları başlıbaşına takvim yılına tâbi tu­tulmak yönünden, hayvanların artış ve yavruları ise nisabı bulan aslın takvim yılma tâbi tutulmak yönünden aynı hükmü alır.”

c) İlk iki görüşü birleştiren Malik'e göre, -Ebu Hanife'nin düşündüğü gibi- sadece hayvanlar nisabı bulunca aslına eklenir ve öylece zekâtı ödenir. -eş-Şafiî'nin düşündüğü gibi-diğerleri -msl., nisabı bulan nakitler- için başlı başına hareket edilir, aslın takvim yılına bakılmaz.

İbn Rüşd'ün belirttiğine göre Malik, Hz. Ömer'e uyarak para ile hayvanların artışları arasında bir ayırım yapmıştır; zira, rivayete göre Hz. Ömer, zekât memurlarına hayvan yav­rularını saymalarını, fakat zekât olarak almamalarını em­retmiştir. Halbuki, kıyas yoluyla, ikisine aynı hüküm veril­melidir. Yani, paranın kârı ile hayvanın yavrulaması, mal­dan elde edilen kazanç olma bakımından eşit oldukları gibi, dışarıdan meydana gelen artışlar da eşit kabul edilmelidir.

d) İbn Mes'ud, İbn Abbas, Muaviye ve -az sonra sayaca­ğımız- diğer bazı hukukçulara göre, bu gibi malların zekâtı elde edildiklerinde hemen ödenir.

Yusuf Kardavî, uygulama açısından kolaylık sağladığı için ilk görüşün tercih edilmesinden yanadır.

2) Aslın Cinsinden Olmayan Artış: [467]

a) İçlerinde Hz. Ebu Bekr, Hz. Âişe, Hz. Ali ve İbn Ömer'in de bulunduğu Cumhur'a göre, bunlardaki artış ve1  gelir,  -msl., deve yanında sığır, sığır yanında koyun, koyun yanında nakit- her biri başlıbaşına ele alınır,  aslın nisabına eklenmez,  onun havelân-ı havline tâbi olmaz. Kendisi nisabı bulursa, havelân-ı navli başlıbaşına hesaplanır ve zekât ona göre ödenir.

b) İbn Abbas, İbn Mes'ud, es-Sadık, el-Bakır, en-Nasır ve Davud'a göre, mal-i müstefadın zekâtı, elde edilince hemen ödenir; o, takvim yılına tâbi olmaz. Ömer b. Abdilaziz, el-Hasenu'l-asrî, Zuhrî ve Evzaî'den de bu görüşte oldukları nakledilmektedir.  Aynı görüş, kiraya verilen evin geliri konusunda, İbn Hanbel'den de nakledilir. [468]

İbn Mes'ud, Muaviye ve Ömer b. Abdilaziz, işçi ve memur ay­lıklarından zekât tahsil ederdi. [469]

Zeydiye Mezhebi mensuplarından el-Bakir, es-Sadık ve en-Nasır ile Davud ez-Zahirî'nin de katıldıkları bu görüşe göre, havelân-ı havi şart olmayıp, yıl sonunda nisap şartı aranır

Bu görüşte olan bazı hukukçuların buna ek olarak şu düşünce­leri de vardır: [470]

a) Zuhrî ve Evzaî'ye göre, mal-i müstefadm zekâtı, şu şe­kilde ödenir: Mükellefin zekât ödediği ay gelmezden önce har­canmak istenirse, önce zekât ödenir, sonra harcama yapılır. Harcama sözkonusu olmayınca ödeme, zekât ödeme ayında yapı­labilir. Evzaî'den nakledildiğine göre, evini veya kölesini satan mükellef, bedeli eline geçince hemen zekâtını öder, ancak zekâ­tını belli bir ayda ödemekteyse, onunla birlikte ödemek üzere er­teleyebilir.

b) Mekhul'e göre, belli bir ayda zekât ödeyen mükellefin eline geçen mal, bundan önce harcanmışsa zekât ödenmez, ele geçmesi bu aya rastlarsa zekâtını ödemek gerekir. Belli bir ayda ödeme yapmıyorsa, mal eline geçtiği zaman ödeme yapar. Bu gö­rüşün özeti, “başka malı olana kolaylık, sadece mal-i müstefadı olana zorluk” şeklinde yapılabilir,

Yusuf Kardavî'ye göre, nisap miktarına ulaşanlar için bi­rinci, nisaptan az mallar için ikinci görüş tercih edilmelidir. Bu tercih, aylığı nisabı bulmayan dar gelirli işçi ve memurlar ile bir defada nisaptan az gelir sağlayan serbest meslek erbabına da kolaylık sağlayacaktır.

 

B. Yıl Dolduktan Sonra Elde Edilen Gelir: [471]

 

1) Zekât Mevzuu Malın Bedeli Olmayan Gelir: Takvim yılının dolmasından sonraki artış ve gelir, zekât mevzuu malın bedeli olmadığı takdirde, geçen takvim yılının ni­sabına eklenmez, elde edildiği yılın nisabına eklenir ve öylece ze­kâtı ödenir. Çünkü nisabın takvim yılını tamamlaması, geçmiş takvim yılını hükümsüz bırakır, artık yeni takvim yılına göre dü­zenleme yapılır.                                                               

2) Zekât Mevzuu Malın Bedeli Olan Gelir:

Elde edilen mal, zekât mevzuu malın bedeli olursa, hukukçu­lar bunun zekâta tâbi olmasını değişik açıklamaktadırlar:

a) Ebu Hanife'ye göre, aslın cinsinden olana eklenmez ve zekâtı,  aslın havelân-ı havline göre ödenmez; bilakis,  her biri­nin takvim yılı ayrı olur.

b) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, bu durumda, asıl ile elde edilen artış ve gelirin zekâtı birlikte ödenir.

Bu açıklamayı örneklerle inceliyelim:

(1) Beş saime devesi ve ikiyüz dirhemi bulunan bir kimse düşünelim:  Develerin takvim yılı doldu ve mükellef bunların zekâtını ödedi. Sonra bunları para karşılığında sattı. Elinde bu­lunan paraların takvim yılı henüz dolmadı. Ebu Hanife'ye göre, paralar birbirine eklenmez, her birine ayrı takvim yılı hesabı uygulanır. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, asıl ile artış birbi­rine eklenir ve zekât öylece ödenir.

(2) Aynı develerin zekâtının ödendiğini, sonra saimelikten çıkarılıp, evde beslendiğini ve satıldığını ve bundan sonra para­ların takvim yılını doldurduğunu düşünelim: Asıl ile bu bedel, birbirine eklenir, zekâtları birlikte   ödenir. Aynı şekilde öşrü ödenmiş ziraî ürün satılınca, bedeli, belirtilen paralara eklenir. Bazı hukukçulara göre, Ebu Hanife'nin görüşlerinden, bu ikinci durum için de eklenmeyeceği görüşü çıkarılmalıdır;  ancak Kâsânî, ekleneceği görüşünün sahih olduğunu belirtir.

Mükellefin, biri zekâtı ödenmiş develerin bedeli ve öteki de böyle olmayan paradan oluşan iki ayrı nisabı bulunur ve bun­lardan biri takvim yılının sonuna daha yakın olursa, miras, hibe veya vasiyet yoluyla bir katılma olduğundan, bu elde edilen­ler ona eklenir. Bunlardan elde edilen kâr, aslına eklenir, hatta

takvim yılının sona ermesine daha fazla süre gerekse de böyle­dir.

 

Havelân-ı Havl'in Kesilmesi: [472]

 

Havelân-ı havlin kesilmesi, nisabın yokolması ve eksilmesi ya zekât mevzuu malların değişimiyle olabilir:

 

Nisabın Yokolması Ve Eksilmesi:

 

Nisabın Yokolması:

 

Yıl içinde nisap helak olunca, takvim yılı da sona ermiş olur. Bu sırada mükellef, yeniden nisabı elde ederse, takvim yılı da ye­niden başlar.

Asla bağlı olarak elde edilen artış ve gelire de bu hükümler uygulanır. Nisabın bir kısmı yok olur ve onu tamamlayacak artış ve gelir elde edilirse, takvim yılı sona ermiş olmaz.

 

Nisabın Eksilmesi:

 

Mal ister açık, ister gizli olsun nisabın eksilmesi halinde, kişi zekâtla mükellef olmaz. Çünkü, zekât, nisap üzerine yüklenen bir mükellefiyettir. Nisap eksüince tabiî olarak zekât da düşecektir. Ayrıca, zekâtın sebeplerinden biri de, yoksullara yardımdır. Hal­buki, nisabı eksilen mükellef, kendisi yardıma muhtaç duruma dü­şecektir. Şu halde, mevcut olmayan bir nisap üzerine zekât yükle­mek, zekâtın gayesine ve özüne aykırı düşer:

 

Konu

Hanefî

Şafiî

Maliki

Hanbelî

Nisabları Genel Yıl İçindeki

Durumu

Yıl boyu bu­lunması

Şart

 

 

Şart

 

 

Şart

 

Hayvanlar

yıl boyu bu­lunmalı

Ticaret                malları

yıl sonunda bulunmalı

Tablo 80: Nisabın Eksilmesi

 

Yılın Çeşitli Zamanlarında Nisabın Bulunması:

 

I. Bütün Yıl İçinde Eksilmeden Bulunması:

 

Hanbelî Mezhebi ve Züfer'e göre, nisabın yıl boyunca eksilmemesi gerekir; eksilince takvim yılı sona erer.

 

II. Yılın Başından Ve Sonunda Eksilmesi:

 

Hanefî Mezhebine göre, takvim yılına tâbi her zekât mevzuu için nisabın -in'ikad için- yıl başı ve -vücub için- yıl sonunda bu­lunması gerekir. Yıl içindeki eksilme ve artışlar, sonucu değiştir­mez.

 

III. Sadece Yıl Sonunda Bulunması:

 

Maliki Mezhebine göre, nisabın yıl başı ve ortası dikkate alınmaz, yıl sonundaki durumu esastır.

 

Hükmün Mala Göre Değişmesi:

 

Şafiî Mezhebine göre, hayvanlar için nisabın durumunda Hanbelî Mezhebi ve Züfer'in, ticaret malları için Malikî Mezhebi­nin görüşü uygulanır.

 

Zekât Mevzuu Malların Değişimi:

 

Ticaret Mallarının Değişimi:

 

Ticaret malları, yine -cinsi aynı veya ayrı- ticaret mallarıyla değiştirilirse, ilki için geçerli olan takvim yılı, ikinci için sona ermez, aynen devam eder. Zira, bunlara zekât, mal (maliyet ve kıymet) olarak farz olur, takvim yılı bu manada tamamlanmış demektir.

 

Nakitlerin Değişimi:

 

a) Hanefî Mezhebine göre, -ister dirhemin dirhemle değişimi gibi aynı, ister dirhemle dinarın değişimi gibi ayrı cinsten- parala­rın değişiminde de,  ticaret mallarındaki gibi hareket edilerek, aynı takvim yılı devam ettirilir; zira bunlarda da zekât, mal ol­ması itibarıyladır.

b) eş-Şafiî'ye göre, paraların değişiminde eskininki sona erer, takvim yılı yeni duruma göre hesaplanır. Bu görüşünden, kı­yas yoluyla, sarrafların her an değiştirilen paralarına zekât düş­memesi gerekir. Kâsânî'nin de belirttiği gibi, görüşünün yanlışlığı ortadadır.

 

Saime Hayvanların Değişimi:

 

Saime hayvanların değişimi, yine saime hayvanlarla veya başka mallarla değişimine göre ele alınabilir:

 

I. Saimelerle Olan Değişim:

 

A. Takvim Yılı Sona Erer:

 

Hanefî Mezhebine göre, ticaret için olmayan saime hayvan -sene içinde, gerek kendi cinsleriyle -msl., koyunu koyunla-, gerek başkasıyla  -msl., koyunu sığırla- değiştirme halinde,  takvim yılı kesilmiş olur, hesap yeniden başlar. Çünkü saimeler için ze­kât, aymlar, yani bizzat kendileri itibarıyladır, alman saimeler bile bu açıdan öncekilerden ayrıdır. Bunun yanında, sahnelerin değişimi esas değildir.

 

B. Takvim Yılı Sona Ermez:

 

a) Züfer'e göre, saime hayvanların yalnızca kendi cinsleriyle -msl., devenin deve, koyunun koyunla- değiştirilmesi takvim yılı­nın  kesilmesini  sağlamaz;  ayrı cinsten  değiştirmede  ise   takvim yılı  kesilir.

b) Kadim kavlinde eş-Şafiî'ye göre, gerek kendi cinsleri, ge­rekse başkalarıyla trampa edilsin takvim yılı kesilmez. Çünkü malikin serveti satış muamelesi ile etkilenmiş değildir. Bu, nisabı değiştirmeyen ticaret maddelerinin trampası gibidir.

c) Maliki Mezhebine göre, mübadele ve trampa, süreyi kes­mez, bu işlemler zekât ödemekten kaçınmak için yapılmışsa -msl., yılın bitimine bir ay kala olmuşsa- da süre kesilmez, fakat bundan az olan sürede olmuşsa zekât ödenir.

 

II. Başka Mallarla Değişimi:

 

A. Takvim Yılı Sona Erer:

 

Hanefî Mezhebine göre, saime hayvanların başka zekât mev­zuu mallarla değiştirilmesi halinde, takvim yılı kesilmiş olur; alındıkları tarihten itibaren yeni takvim yılı başlar. Böyle bir du­rumda, zekât mükellefliğinden kaçınma amacı taşınırsa, Muhammed'e göre, bu davranış mekruhtur, Ebu Yusuf’a göre mekruh değildir; ancak zekât farz olduktan sonra hile, ittifakla mekruhtur.

 

B. Takvim Yılı Sona Ermez:

 

Eski görüşünde eş-Şafiî'ye göre, saimelerin kendi cinsleriyle veya başka zekât mevzuu malla değiştirilmesi halinde, takvim yılı kesilmiş olmaz.

 

6- Malın Ülke Sınırları içinde Olması: [473]

 

Günümüzde zekât mevzuu malla ilgili şartlardan bibisi de, malın, ülke sınırları içinde bulunup bulunmayışı olmalıdır.

Bu kanunun mahallîliği problemiyle ilgilidir. Mal, ülke sı­nırları dışında bulunur, maliki de zekât mükellefi vatandaşlardan olursa, vatandasın bulunduğu ülkede zekâtının ödenmemiş olması halinde, mükellefin kendi ülkesinde zekât ödemesi gerekir. Bu gibi durumlarda önemli olan, çifte zekâtın ortaya çıkmayışıdır. Nite­kim, çağdaş bazı zekât düzenlemeleri, bu konuları ele almışlardır.

Muhammed Ebu Zehra başkanlığında 1948'de Mısır'da hazır­lanan zekât kanunu tasarısı, (m. 8), kapalı bir ifadeyle yabancıla­rın da zekât mükellefi olması yolunda bir düzenleme yapmıştır.

Mısır'da 1983-1984 tarihinde hazırlanan zekât kanunu tasarısı (m. 3), bu konuyu şu şekilde düzenlemiştir: “Zekât, maliki Mısır'lı olsun veya olmasın, Mısır'da bulunan mal için ödenir. Yine, ma­liki Mısırlı bir müslüman olsun veya Mısır'da oturan yabancı bir müslüman olsun, zekât ödendiği sabit olmayan dışarıdaki mal için de ödenir.”

Bu maddeden anlaşıldığına göre, mal-mükellef ilişkisi dört biçimde ortaya çıkmaktadır:

1) Mısır'lı müslüman vatandaş,  Mısır'da bulunan malı için zekât öder.

2) Mısır'lı olmayan yabancı müslüman, Mısır'da bulunan malı için zekât öder.

3) Mısırlı müslüman vatandaş, başka bir ülkede zekât öder.

4) Mısır'lı olmayan, fakat Mısır'da oturan yabancı müslü­man, başka bir ülkede zekât ödemediği takdirde,  Mısır dışındaki malı için zekât öder. Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı tasa­rıda (m. 2/l) da Mısır'lı veya Mısır'da oturan müslümanların Mı­sır'daki veya dışarıdaki malları için zekât mükellefi olmaları be­lirtilmiştir.

 

7. BÖLÜM ZEKÂTIN MATRAHI

 

26. Matrah Kavramı:

 

Vergi mevzularının, verginin hesaplanması için tespit edilen değer ve miktarlarına Matrah (Dayanak) denir. [474] Gerçekten, alı­nacak vergi miktarlarını hesaplamak için vergi kanunlarında gösterilen oran veya miktarların belirli değer veya miktarlara uy­gulanması gerekir. Bir binadan veya araziden alınacak verginin hesaplanması için, bunların değerlerini, maddî miktarlar olarak tespit etmek suretiyle, vergi oranlarının uygulanacağı unsurlar bu­lunur. Bu sebeple, bina vergisinin mevzuu, binanın kendisi; mat­rahı ise, ülkemizde binanın değeridir. Yine ülkemizde arazi vergi­sinin mevzuu, arazinin kendisi; matrahı, arazinin değeridir. Ge­rek bina, gerekse araziden alınacak vergi miktarı, kanunlardaki vergi oranlarının bina ve arazi değerlerine çarpımıyla hesaplanır.

Gelir vergisinde verginin mevzuu, gelirin kendisi; matrahı gelirin safi tutarıdır. Örneğin, ücretten alınan gelir vergisinde, verginin mevzuu, ücretin tamamı; matrahı, bir uygulama şekline göre, geçim indirimi, özel indirim veya emeklilik kesenekleri çı­karıldıktan sonra kalan kısımdır.

Burada yeri gelmişken, safi tutar, kavramını açıklığa ka­vuşturmak gerekir. “Safi” terimi iki anlam taşır; birincisi, tek tek gelir kaynaklarından kazanç veya iratların elde edilmesi sıra­sında yapılan giderlerle, bu işlerde kullanılan sermaye mallarının (bina, âlet veya makine vb.) amortisman miktarlarının (aşınma, yıpranma ve eskime paylarının), bu kazanç ve iratlardan indiril­mesini; ikincisi, bir gerçek kişinin çeşitli kaynaklarının bir veya birkaçından kâr elde etmesi, diğer bir veya birkaçından zarar et­mesi halinde,  zarar veya zararların kâr veya  kârlara  mahsup edilmesini ifade eder. Örneğin, yalnız ticaretle uğraşan bir kimse, bir takvim yılında 100.000 lira gayrisafi kâr elde etse ve aynı yılda ödediği mal bedeli, ücret ve sair giderler toplamı 70.000 lira ise, bu tüccarın vergiye tâbi safi kârı, yani kazancı 30.000 lira olur. Bunun gibi, bir tekstil fabrikasında bir takvim yılı veya hesap döneminde, 1.000.000 liralık mal imal edilip satılsa ve bunun karşılığı fabrika­nın yaptığı ham madde, ücret, kira vb. giderler toplamı 850.000 lira olsa, bu fabrika sahibinin elde ettiği yıllık kazanç 150.000 liradır. Öte yandan yukarıdaki birinci Örnekte tüccarın, başka bir ticaret­hanedeki ortaklığından, aynı dönemde 15.000 lira zarar ettiği var sayılırsa, bu mükellefin vergiye tâbi yıllık safi geliri 15.000 lira (30.000-15.000-15.000) olur. Aynı şekilde ikinci örnekte fabrikatör, bir ziraî işletmeden veya diğer bir ortaklık ve fabrikadan sırasıyla 50.000 ve 20.000 lira zarar etmiş olsa, bunların toplamı olan 70.000 liranın tekstil fabrikasından elde edilen 150.000 liradan indirile­rek,- kalan 80.000 lirası vergiye tâbi safi geliri oluşturur; Her iki örnekte tüccar ve fabrikatör, asıl faaliyetlerinin dışında kalan kaynaklarından zarar değil, kâr da etseler, bu kâr miktarı da ilk kârlara eklenerek, safi gelirler bulunacaktır.

Genel olarak vergi kanunları, verginin mevzuu ve matrahını ayrı ayrı belirtirler. Ancak matrah, -tarh işleminde ele alınacağı üzere- çeşitli usullere göre bulunur.

Zekât mevzuu mallarla ilgili nisap ve temel ihtiyaç faz­lası olma şartları, matrah kavramıyla yakından ilgilidir. Nisap, zekât matrahının asgarisidir. [475] Zekât miktarının, safi tutar üzerin­den hesaplanacağını gözönüne alırsak, amortisman miktarları ya­nında, mevzu ile ilgili zarurî harcamaların matrahtan düşüleceği kolayca anlaşılabilir; ayrıca şirket zekâtının tek tek mükelleflerce ödenmesi sözkonusu olursa, mükellefin ortak olduğu işletmelerde elde ettiği zararların kâra mahsup edilmesi gerekir. [476]

 

27. Matrah Çeşitleri:

 

Vergi matrahları (dayanakları), başlıca iki grupta toplanır; birincisi matrahların ağırlık, sayı, hacim veya uzunluk gibi kemmî miktarlar ve ikincisi değer, fiyat veya bedel gibi iktisadî miktarlardır. Bunlardan birinci gruptakilere maliyede yerleşmiş bir terimle “spesifik” (miktar esası) ve diğerine “ad valo­rem” (değer esası) denir. Örneğin  şekerin  kilosundan 1 lira (ağırlık) istihlak vergisi, saatin adedinden 50 lira sayı gümrük vergisi, havagazmın metre küpünden 15 krş. (hacim) istihsal ver­gisi, kumaşın metresinden 100 lira (uzunluk) gümrük vergisi alınması halinde spesifik usul uygulanmış olur. Buna karşılık, örneğin, binanın “veya arazinin değerlerinden % 0,2 (binde iki), imal ve teslim edilen bir malın satış fiyatından % 10, gümrükten geçen bir makinenin fatura değerinden % 20 veya gelirin miktarı üzerinden % 25 vergi alınması halinde ad valorem usul uygulanmış olur. Burada dikkat edilecek nokta, spesifik usulde matraha bir oranın değil, belirli bir miktarın; ad valorem usulde ise, değer veya fiyat üzerine belirli bir yüzde veya binde oranının uygulanmasıdır.

Aynı matrahın bu iki usulden bir veya diğerine göre vergi­lendirilmesi, yasama organının istek ve amacına bağlıdır. Günü­müz vergi sistemlerinde, spesifik matrahlara çok az yer verilmek­tedir. Çünkü bunlar, donmuş matrahlar olup, mal ve eşyanın değer artışlarını izleyememektedir. Oysa ad valorem matrahlar, değer ve fiyat artışlarına göre vergi veriminin kendiliğinden artmasını sağlamaktadır. [477]

Zekât hukukunda spesifik matrah (miktar esası), yalnızca hayvanlar için söz konusudur. Bunun dışında kalan mallarda mat­rah, ad valorem matrah (değer esası) kullanılır. [478]

 

8. BÖLÜM ZEKÂTIN TARİFESİ (ZEKÂTIN MİKTARI VE ORANI)

 

28. Zekâtın Tarifesi:

 

Vergi tarifeleri, alınacak vergi tutarının hesaplanması için vergi matrahına uygulanan ölçülerdir. Bu ölçüler, başlıca iki çeşit­tir: Birinci çeşitte, matrahın kendi değeri (ağırlık gibi), ikincisin­de iktisadî değeri (bedel, fiyat, gelir) göz önünde tutularak, birinci­sinde belirli bir miktara ve ikincisinde belirli bir orana göre hesap­lanarak vergi alınmaktadır. Bunlara, sırasıyla spesifik tarife (miktar esası) ve ad valorem tarife (değer esası) denir. Örneğin, şekerin kilosundan 100 krş., veya malın satış bedeli 1000 lira üze­rinden veya 1000 lira gelirden % 10 vergi alınması gibi.

Zamanımız vergi sistemlerinde, daha çok ad valorem tarife, yani oranlar usulü uygulanmaktadır. Gerçekten, yalnız bir kısım tüketim ve üretim vergileriyle gümrük tarifelerinin küçük bir kısmında spesifik tarife uygulandığı halde, başlıca gelir, kurum­lar, servet vergileriyle üretim ve gümrük vergilerinin büyük bir kısmında ad valorem (oranlar) usulüne göre vergi alınmaktadır. Vergi ödeme gücünün gerçekleşmesi imkânı, daha açık, oranlar usulünde (değer esasında) görülebilir.

Oranlar usulü, ikiye ayrılır: tek oranlar (mütenasip nispetler) usulü ve artan oranlar (müterakki nispetler) usulü. Bu usullere göre alman vergiler de, tek oranlı ve artan oranlı vergiler şeklinde bir tasnife tâbi tutulur. [479]

Alınacak vergi miktarının hesaplanmasında, matraha uygu­lanacak oranın, matrahın artması halinde dahi değişmediği vergi­lere Tek Oranlı ve Eş Oranlı Vergiler denir. Vergi oranı değişmemekle beraber, vergi matrahının artması derecesinde alınacak vergi miktarının da artacağı açıktır. Esasen, tek oranlar usulü ile izlenen amaç da budur ve bu anlamda yaklaşık bütün vergiler tek oranlıdır.

Alınacak vergi miktarının hesaplanmasında, matraha uygu­lanacak oranın bu matrahın artmasıyla yükseldiği vergiler de Ar­tan Oranlı veya Müterakki Vergilerdir. Hemen fark edileceği üzere, bu usul, şekil olarak tek oranlı usulden ayrılır. Tek oranlı usulde vergi matrahının artması vergi oranında bir artış gerektir­mediği halde, artan oranlı usulde matrahın artışına göre, vergi oranları da artmaktadır. [480]

Zekât hukukunda spesifik (miktara dayalı) tarife, yalnızca hayvanlarda uygulanır, diğer mallarda ad valorem (değere dayalı) tarife geçerlidir.

Zekât mevzuu mallar için ödenecek zekât oran ve miktarı, malların çeşitlerine göre değişiklik gösterir. İslâm'da malî mükel­lefiyet mevzuları zaman içinde belli olup bunlara dair kaidelerin tebellür etmesi yanında, bu mevzulardan ne nispetlerde malî öde­melerde bulunulacağı meselesi de, gerek âyet ve gerekse hadislerde paralel olarak ele alınıyordu. Bu nispetler, âyetlerde açık olarak be­lirtilmemiştir: Mekke'de inen el-A'raf: 7/199 âyeti “fazlayı al (Afv)” şeklindeyken, el-Furkan: 25/67 âyeti malların sarf ve tahsisinde “orta yol” bulunduğunu bildirmektedir. Henüz daha malî mükelle­fiyetlerin devlet otoritesiyle teyit edilmediği bir sıra olan Medine safhasının ilk senelerinde inen el-Bakara: 2/219 âyetinde müslümanların ne nisbetlerde vergi ödeyeceklerine dair Peygambere yap­tıkları ısrarlı müracatları sarih olarak müşahede etmemiz müm­kün olabilmektedir.Bu âyet, iki âyeti tekrar hatırlatıp dikkatlere arzetmekte ve kaide olarak ısrar olunmaktadır. Vergi nispetleri başlangıçta (Mekke'nin tamamen ve Medine'nin ilk yılları) umumî ölçülerle vazedilmiş ve fakat sarih ve kati rakamlar verilmemiştir. Bu tarz, daha ziyade Medine İslâm Devleti'nin kuvvetle­nişi olan senelere isabet eder. Bu âyetler dışında konu ile ilgili ka­ide koyucu âyetler bulunmamaktadır.

Hangi mallardan ve ne nisbette zekât ödeneceği, bilhassa ra­kamlara dayanarak, kendisini hadislerde göstermektedir. Bu hu­sustaki tarihî malumatı, daha ziyade yazılı vesikalardan çıkara­bilmekteyiz.

Hadislerde de ilk yıllar için kati ve rakama dayalı nispet yoktur. Nispetler daha ziyade anılan âyetlerin ışığı altında takva ve imana bağlı olarak mükelleflerin takdirine ve durumların icaplarına bırakılmıştır ki, bu da o sırada mevcut örf ve âdete göre dü­zenlenmiş olsa gerektir. Bizi bu kanaatimizde tayin eden hususlar, muhtelif bölge ve kabilelerin müslüman ahalisine gönderilen mek­tuplarda “zekâtı hakkıyla (olması lâzım geldiği gibi) ödeyin” şek­linde ibarelere raslanmasıdır. Bu vesikalarda görüldüğü gibi, “zekât ödeyiniz” denmekte ve nispetler rakam olarak açıkça vaze­dilme m ektedir. Bu halde akla gelen

1) Bu yazıları götürenlerin bu hususta Peygamber'den aldık­ları talimat gereği şifahî malumat vermeleri,

2) Bu bölgelerdeki ahalinin bu tarz ödemelerde bir örf ve âdete vâkıf olmalarıdır ki kanaatimizce bu daha kuvvetli bir ihtimal olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü Selman Farisi meşhur ha­disinde Peygamberi  sınarken  kendisine  “sadaka  olarak”  bir  şey götürmüş ve bu götürdüğü şeyin miktarını tamamen kendisi tayin etmiştir. Esasen Selman'ın İslâm'ı kabul etmeden evvel hıristiyan oluşu da bize bu hususta bir ipucu verir kanaatindeyiz.

Hz. Peygamber civar kabilelere yazdığı İslâm'a davet mektup­larında veya muhtelif kabilelerle aktedilmiş muahedelerde, bil­hassa Yarımada'da bir kuvvet olarak belirmeye başlamasından iti­baren, gerek vergi mevzularını ve gerekse bunlar yanında vergi nisbetlerini göstermeye başlamıştır. Bu kuvvetlenme, hassaten Mekke'nin fethinden sonra hem çabuklaşmış ve hem de artmıştır. Bunun yanında İslâm idaresine bağlanan bölgelere gönderilmeye başlanan ve çeşitli vazifelerle yüklü bulunan hususî memurlarına (âmil) verdiği gerek yazılı ve gerekse şifahî talimatlarda nispetler hususu gösterilmekteydi.” [481]

“Parça parça ve sadece muayyen bazı mevzularda, muayyen nispetleri gösteren bu dağınık malumat yanında bazıları vardır ki, tam liste halinde biz bunlardan o vakte kadar üzerinde vergi vaze­dilmiş mevzularda ne nispetlerde vergi alınacağını öğrenebilmek­teyiz.

İlerki yıllarda, çok değişik şekillerde ortaya çıkan çeşitli vergi tarifeleri Hz. Peygamber'in bütün vergi memurlarına gön­dermek üzere kaleme aldırdığı ve fakat vefatı üzerine gönderilme­yen, vergi konularını ve nispetlerini gösteren bir yazıda birleşti­rilmiş ve bütün eski tarifeler yeniden tanzim olunmuştur. Kendi­sinden sonra gelen Halifeler'in vergi nispetleriyle mevzularına dair tatbikatı hep bu yazılı nihaî tespite dayanır. Hatta Emevîler zamanında girişilmiş olan geniş vergi ıslahat hareketlerinde de bu vesikadan istifade edilmiştir.

Bu vergi tarifesinde filhakika çeşitli vergi mevzuları göste­rilmiş ve nispetleri tayin edilmiştir. Kaynaklarda nakledildiği şeklinden anlaşıldığına göre,

(1) Hayvan vergi nispetleri (deve, sı­ğır, koyun),

(2) Nakit ve külçe halindeki altın ve gümüş tasarrufla­rının vergi nispetleri bu vesikada tanzim edilmiş bulunmaktadır. Kaynaklardaki mezkur vergi tarifesi toplu olarak tetkik edilirse, yukarki iki mevzu müstesna ziraî mahsullerin zikredilmemiş ol­duğu göze çarpar. İşin aslı nazarı itibara alınır ve çeşitli sair mek­tuplarda bu hususun zikredildiği hatırlanacak olursa, kuvvetli bir ihtimalle toprak mahsullerinin de bu listede yer aldığını ve fakat zamanın seyri içinde bu kısmın kaybolduğunu düşünebiliriz. Şunu hatırlatmak yerinde olur ki, çeşitli bölgelere yazılmış mektuplarda biz, esasen bu ziraî mahsullerden ne nispetler altında vergi alına­cağına dair müteferri ve sarih malumata rastlamakta ve tamamla­yıcı bilgi tarifesi çeşitli kaynakların yardımıyla mevsuk bir halde elimize kadar gelmiş bulunmaktadır.” [482]

Bütün bu uygulamalar dikkate alınarak, ileriki devir hukuk­çuları tarafından zekât mevzularının ödeme nispetleri tespit edil­miştir: Ziraat ürünlerinde zekât oranı % 5 ile % 10 arasında değişir­ken, altın, gümüş ve ticaret mallarında bu oran % 2.5'tur. Zekât, arazinin değeri üzerinden değil, mahsulünden alınırken; nakdin, sermayenin ve ticarî malın tamamından alındığı için, birincisin­de onda ve yirmide bir şeklinde yüksek, ikincisinde kırkta bir şek­linde düşük tutulmuştur. Zekât mevzularını tek tek incelerken an­laşılacağı üzere, zekâtın oranı % 2.5 ile % 20 arasında değişmekte­dir. Bu durum, mallara göre değişen ve % 2.5, % 5, % 10, % 20 olarak ortaya çıkan bir geometrik dizi halinde ifade edilebilir. Çeşitli mal ve gelirler için farklı oranlarda zekât ödenmesinin sebebini anla­mak güç değildir. Çünkü mal ve gelirin elde edilmesinde emek ve sermaye miktarı ne kadar az olursa, zekât oranı da o kadar yüksek olur; tersine emek ve sermaye miktar: çoğaldıkça zekât oranı da azalır. Bu sebeple, zekât oranının tayini ve çeşitlendirilmesi için emek/sermaye/tehlike üçlüsünün dikkate alınmasından daha tabiî bir temel olamaz. Aslında, bütün servet, emek ve sermayenin üre­tim sürecine sokulmasının bir sonucudur ve geliri, pek fazla emek ve masraf sarfetmeden elde edenlerle, belirli bir miktar emek ve sermaye harcayarak elde eden fertlerin ödemeleri arasında bir fark bulunması hakkaniyettir. Böylece, bir kimse tesadüfen bir de­fneye rastlarsa, onu şans eseri olarak ve pek fazla emek ve ser­maye sarfetmeden elde eder. Böyle bir durumda, devletin payı, tabiî olarak azamî olmalıdır, yani bulunan şeyin tamamının beşte biri olmalıdır. [483] Ganimet de bundan farklı değildir, öte yandan toprağı sürmek ve bir meyve bahçesinden verim elde etmek, önemli mik­tarda sermaye ve emek gerektirir. Yapılan bu tahsisler yüzünden, ziraat ürünlerine konan zekât oranı % 10'dur. Bu esas, sulanmış ve sulanmamış toprak arasında gözetilen nispet farkını da açıklar. Toprak, çiftçinin emek/sermaye harcamasıyla sulanmışsa, oran % 5 alarak tespit edilmiştir, halbuki çiftçi hiç emek/sermaye kullanmamışsa, yani toprak tamamıyla yağmurun yağmasına bıra­kılmışsa veya devletin açtığı kanallardan parasız sulanıyorsa oran % 10'dur. Bu ikisi arasındaki fark, toprağın sulanmasında kullanılan emek ve sermayenin maliyetini gösterir[484]. Altın, gümüş ve ticaret malları üzerindeki zekât oranı % 2.5'a indirilmiştir. Altın ve gümüş, elde edilmesi, tahıl yetiştirmekten daha güç olan bir veti­redir. İşadamı, kaybetme tehlikesini göze aldıktan başka, yalnız büyük miktarlarda emek ve sermaye kullanmakla kalmaz, bütün yönetim ve kabiliyetini de bu işe tahsis eder. Altın ve gümüşün top­rak ürünleriyle aynı orana tâbi tutulması, iş teşebbüslerini köstek­ler ve onun ortadan kalkmasına sebep olabilirdi; bu yüzden onu, en düşük oranda vergilemek gerekli olmuştur. [485] Nihayet, herkes bilir ki, tarımcının pek az şeye ihtiyacı vardır ve bunların çoğunu kendi toprağından karşılamak zorunda kalan, bundan başka şehir haya­tının gerektirdiği beklenmeyen harcamalarda bulunmak duru­munda olan bir tacirden daha avantajlı durumdadır. [486]

 

29. Tarifenin Değiştirilmesi: [487]

 

Daha önce ifade edildiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın öde­necek miktarı konusunda özel ve rakama dayalı kesin bir açık­lama yapılmamıştır. Bu sükûta ve bazı tatbikata dayanarak, zekât oranlarının değiştirilebileceği ve özellikle de eksiltmekten çok art­tır ilabileceği görüşü ileriye sürülmektedir.

Özellikle M. Hamidullah, M. A. Mannan, M. Ahmed'in zik­rettiği Ebu'î-Kelâm Azad, Fazlu'r-Kahman ve Salih Tuğ bu mikta­rın değişmez olamayacağını savunmaktadırlar:

Zekât mevzularından elde edilen gelirin harcanacağı yerlerle ilgili olarak açık emirler veren Kur'ân-ı Kerîm'in, zekât miktarla­rına ait açık bir şekilde, ne kaide, ne miktar beyan etmemiş olması dikkate değer. Kur'ân-ı Kerîm'in bu sükûtu, Hz. Peygamber'in ve O'nun yakın haleflerinin âdetlerine titizlikle uyarak hükümete halkın faydasına ve refahına göre gelir hükümlerini değiştirmekte geniş bir serbestlik bıraktığı şeklinde tefsir edilebilir. Hatta bunu, konu hakkında İslâm'ın elastikiyeti olarak anlayabiliriz. Bu se­beple, Hz. Peygamber zamanındaki zekât tarifelerine kesin ve de­ğişmez gözüyle bakılamaz. Hz. Peygamber'in tespit etmiş olduğu vergi mevzularının ve miktarlarının asgarî sınırlar olduğu söyle­nebilir. Hz. Peygamber, zekât mevzularının oranlarını “kendi ce­miyeti için ve kendi gününde mevcut ekonomi çeşidi için” uygula­mıştır. Bu şekil teferruatı, sosyal ve ekonomik şartlardaki değiş­meyle değişebilir. Bizzat Hz. Peygamber muhtelif vesilelerle deği­şik nispetler tayin etmiştir. Msl., diğer dinlere tanıdığı bazı muafi­yetlerle beraber, Taif ahalisini zekâttan muaf tuttuğunu biliyoruz. [488] İslâm Peygamberi ve Halifeler devrinde yegâne vergi, zekât idi. Hz. Peygamber zamanında gümrük resmi olarak yabancı kervan reisleri, bir ondalık ödemeye başladılar. İkinci Halife Ömer, ya­bancıların bu vergisini Medine'ye dışardan getirilen bazı gıda maddeleri için yarıya indirdi. Hz. Ömer gibi yüksek bir otoritenin bu misali bize İslâm'ın malî siyasetinin derunî prensiplerine nüfuz etmek imkânını bahşeder. [489] Özellikle Hz. Ömer zamanında sahabe zekât nispetleri üzerinde düşündüler ve bugünkü nispetleri tayin et­tiler. Hz. Peygamber'in sağlığında da, msl., yabancı tehdidine karşı ülke müdafası için halkı fevkalade yardımlara çağırmak mecburiyeti hasıl olurdu. İşte bu uygulamalara dayanarak klasik hukuk­çular, msl. İbn Hazm, hükümetin âfât manasmdaki en-neva'ib de­nen ve tam manasıyla geçicilik vasfı taşıyan yeni vergiler tarhetmesinin yahut buhran boyunca vergi nispetinin yükseltilmesinin mümkün olduğu neticesine varmıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in tespit ettiği nispetler, asgarî hadlerdir. Kuraklık ve açlık gibi içti­maî hayatı tehdid eden hallerde, asgari geçim miktarı (seddu'r-ramk) kendilerine bırakılmak ve istisna edilmek suretiyle, zen­ginlerin bütün mallarını içine alan ve bu mallara eşit bir vergi konabilir. Bu vergi memleketin ihtiyaç sahibi olan fakirleri ara­sında taksim edilebilir. [490] Hukukçular görüşlerini ileri sürerken, şu hadiseye de dayanmaktadırlar: Askeri bir sefer esnasında Me­dine'den uzakta bulunduğu bir sırada, birliğe ait yiyecekler tama­men tükendi. Hz. Peygamber kendisinde azık olarak bir parça ek­mek, birkaç hurma vb. bulunan herkesin bunları getirmesini em­retti. Bu emri, istisnasız herkes yerine getirdi. Sonra Hz. Peygam­ber bu yiyecekleri eşit şekilde aralarında dağıttı. [491]

Kur'ân-ı Kerîm'in vergi mevzuları ve onların nispetleri hak­kındaki sükûtu, hukukçuların çıkardıkları neticeyi teyid eder. Öy­leyse klasik hukuk kitaplarında nakledilen nispetler farz olarak tayin edilmiş değildir. Bilakis ictihad konusudur. Ekonomik şart­lara ve her asırdaki cemiyetin ihtiyaçlarına ve bölgelerine göre bir nispeti tayin etmek devletin vazifesidir.

Konumuzla ilgili olarak M. A. Mannan'ın çağdaş iktisadî hayat açısından açıklamasını dikkatle inceleyelim: “Günümüz müslüman dünyasının hemen her yerinde, bütün dünyada olduğu gibi, yükselen fiyatlar problemiyle karşılaşmaktayız. Sebeplerin ayrıntılarına girmeksizin, zekât gelirlerinin satmalına gücünün fiyat yükselmeleri sırasında düştüğü ve zekât almaya hak kazan­mış olan yoksulların güç durumda kalacağı söylenebilir. Bu se­beple, vergilenen malların ve vergi oranlarının değişen şartlarla birlikte değişmeyeceğine inanmak için bir sebep yoktur. Çünkü İs­lâm'ın ictihad kapısı daima açıktır, kapanmamıştır. Zekât oranla­rının klasik hukuk kitaplarındaki gibi aynen kabul edilmesine karşı, zekâtın özünü ve manasını gözönünde tutarak dünyanın he­men hemen bütün müslüman ülkelerinin ekonomisinde görülen enflasyonist eğilimler karşısında İslâm devletinin zekâtın oranı­nın tespit edilmesine esneklik getirebileceği kanaatini taşımakta­yız. Burada, zekât oranının gerçek manada değil, parayla ilgili manada değişmesini amaçlamaktayım. Msl., yirmi yıl önce bir ki­şinin iki buçuk riyale on kilo pirinç alabildiğini düşünelim: Eğer bugün aynı parayla yarım kilo pirinç alınabiliyorsa bu ne demek­tir. Bu durumda paranın değerindeki yüzde elli oranındaki azalma, zekât oranının yüzde elli arttırılmasını haklı kılar. Eğer buna izin verilmezse, zekâtın tahsil amacı, gerçekleşmemiş olur. Çünkü paranın kendisi bir değer taşımaz, o bir değişim değeri taşı­dığı için değerlidir. Bu sebeple, eğer mevcut zekât oranının değişim değeri sıfıra inerse, zekâtın sosyal adaleti sağlamak açısından taşıdığı önem kaybolacaktır. Öyleyse, fiyatların yükseldiği dönem­lerde zekât gelirinin satmalına gücü düştüğünden ve zekâttan pay alan yoksullara daha sınırlı bir gerçek gelir aktarımı sözkonusu olacağından, zekât oranının daha esnek bir çerçeve içinde düzen­lenmesi gerekir. Esasen zekât, bir amaç değil, amaca götüren bir araçtır. Bu sebeple, zekâtın özü, ayrıntılı kurallarında değil, varo­luş amaçlarında aranmalıdır.” [492]

Mahmud Ahmed ise şunları söylüyor:

“Her zaman için sabit ve değişmeyen olayın, zekât prensibi olduğu, şekil teferruatının ise öyle olmadığı açıkça anlaşılmalıdır. Şüphesiz müslümanlar bu halde mutlak olarak Kur'ân-ı Kerîm'in ruhuna uygun hareket edeceklerdir. Ayrıca, Cenab-ı Hakk el-Bakara: 2/177 âyetinde şekille­rin mühim olmadığını beyan eder. Takva ve taat, yüzümüzü doğuya ve batıya çevirmekte değildir, prensipler mühimdir. Bazı maksat­larla muntazam olarak yardımlarda bulunmamız icabetmektedir. Hangi maksada, hangi şekil uyarsa biz onu kabul edeceğiz.” M. Ahmed,

“İbn Hazm'in Hz. Ali'den naklettiği görüşü teyid edici ola­rak zikreder ve Hz. Ali'den belirttiği gibi zenginlerin daima fakir­lerin ihtiyacına yetecek nispette” ödemede bulunmaları hususunun, ölümsüz bir zekât prensibi olacağını benimser. [493]

İslâm vergi hukukunun ortaya çıkışını inceleyen Salih Tuğ'un açıklaması ise şöyledir:

“Peygamber'in vazettiği bu nispetler değiştirilebilir mi? Bu değiştirme arttırma şeklinde mi olur, yoksa eksiltme şeklinde mi? Bu suallerin cevaplarını biz, bizzat Hz. Pey­gamber'in kendi ifadelerinde ve tatbikatında bulabilmekteyiz. Yazmış olduğu mektuplarda bu mesele, resmen ele alınmaktadır; bunlardan biri Yemen'de Hemdan'a yazılan yazıdır. Burada vergi mevzuları ve nispetleri gösterildikten sonra,

“Kim ki iyi bir şekilde bu nispeti fazlalaştırır, bu onun için hayırlıdır” demektedir. Yine, kendisine zekâttan başka belli ve muayyen bir malî mükellefiyet olup olmadığının sorulması üzerine:

“Hayır, yoktur, fakat sen tatavvu' olarak ziyade edebilirsin” tarzında bir cevap vermektedir. [494] Bunlardan ayrı olarak Hz. Peygamber, umumî mahiyette mallar üzerinde zekâttan ayrı bir hakkın bulunduğunu müteaddit hadisle­rinde belirtmiş bulunmaktadır. [495] Bu hadisler ve ayrıca Halife Ömer ve Osman devirlerinde vergi nispetleri sahasında girişilmiş olan bizi teyit eder mahiyetteki tatbikat mevacehesinde, Hz. Peygamber'in muhtelif resmî yazılarında rakam olarak gösterilen vergi nispetleri kati ve nihaî mahiyette de olmamakta ve

(1) Fertler re'sen,

(2) Devlet başkanı takdir yetkisini kullanarak, vazedilmiş vergi nispetlerini aşmaktadırlar. Yine bu hadisler karşısında biz, Hz. Peygamber'in tespit etmiş olduğu vergilerin ve bunlara ait nis­petlerin asgarî hadler olduğu neticesini çıkarabiliriz. Filhakika, sonraki devre mensup klasik müellifler de bunun böyle olduğunu eserlerinde zikretmiş ve ileri sürmüş bulunmaktadırlar. [496] Vergi nispetleri sahasında gösterilmeye değer diğer bir vakıa da Hz. Ömer'in Benu Tağlib kabilesine çifte sadaka, yani zekâtın iki katı cizye yüklemesidir.” [497]

Zekâtla ilgili iki ciltlik geniş bir araştırması bulunan çağdaş hukukçulardan Yusuf Kardavî ise, mütehassıs olmayan bazı çağdaş araştırıcıların, ekonomik şartların gelişmesi ve değişmesine para­lel olarak, hükümetlerin arttırabilmesi için zekât oranlarının ye­niden gözden geçirilmesi gerektiğini savunduklarını belirttikten sonra, kendi görüşünün aşağıdaki gerekçeyle oranların sabit kal­ması yolunda olduğunu açıklar: [498]

“1) Bu görüş, açık naslara ve Raşid Halifelerin uygulama­sına aykırıdır.

2) Ondört asırdan beri çeşitli siyasî ve iktisadî hal ve şart­larda olanca malî sıkıntıya rağmen zekât oranlarının arttırılması gerektiğini savunan çıkmamış, bu da bir icma-ı ümmet meydana getirmiştir. Oranların arttırılmasını  savunmak, bu icmaa karşı çıkmak demektir.

3) Hukukçular malda zekâttan başka hak bulunup bulunma­dığı konusunda eskiden beri ihtilaf etmiştir. [499] Zekât oranlarının arttırılması mümkün olsaydı, böyle bir ihtilaf bulunmazdı. Bu ihti­laf da, oranların her iki tarafça sabit olduğunu, meselenin ihtiyaç olunca malda zekâttan başka hak bulunup bulunmadığını gösterir. Böylelikle bu ihtilaf, aynı zamanda yukarıdaki icmaı pekiştirir.

4) Kıyası en çok kullanan Hanefî Mezhebi bile, miktarlarda kıyasın geçersizliğini savunur, hal böyleyken nas ve icmayla sabit olan oranlar nasıl arttırılabilir?

5) Zekât her şeyden önce dinî bir farzdır, İslâm'ın beş rük­nünden biridir. Bu vasfıyla o, sabit olma, ebedîlik ve birlik özellik­lerini taşır. Sosyal ve iktisadî hal ve şartlara bağh olarak arttırıl­masını savunmak onun bu özelliklerini yokeder. Çünkü bir devlet, oranı % 20, öbürü % 30 vb. yapacaktır. Bu ise, bütün asırlar ve bölge­ler için müslümanlarm birliğini ortadan kaldıracaktır.

6) Oranların arttırılmasını savunan, onların azaltılmasını; azaltılmasını savunan, tamamen kaldırılmasını da   savunabilir. Öyle asır gelir ki, devletin refahı ve malî kaynakları büyük oranda artar (msl., petrol böyledir), bu durumda arttırılmasını sa­vunanların, belli oranların eksiltilmesini, hatta zekâtın tamamen kaldırılmasını savunması gerekir. Bu ise, zekâtın sabit bir ibadet, daimî bir prensip olması itibarıyla mana ve hakikatini yokeder. Bir arttırmak, bir eksiltmek suretiyle devlet yöneticilerinin elinde oyuncak haline gelir.

7) Bu kapıyı açmak İslâm talimatının ve hükümlerinin bütü­nüyle değiştirilmesine götürür. Devletin ihtiyaçlarını   gidermek için, ihtiyaç miktarında ve maksadı gerçekleştirecek başka vergi­ler koyması en uygun çözüm yoludur.” [500] Kanaatimizce, Yusuf Kardavî'nin fikrine katılıp, ibadet vas­fını taşıyan ve cemiyet şuurunda böylece yerleşmiş bulunan zekâtın oranını yükseltmektense, ihtiyaç duyulduğunda yeni vergiler koy­mak daha elverişli bir yol olabilir. İslâm Hukuk Felsefesi'nde -bir hukuk kaynağı olarak- önemli bir yer tutan örf ve âdet, devletin ge­lirleri konusunda da kendini gösterebilir. Haddizatında tarihî ge­lişme ve uygulama da bu tarzda olmuştur. [501]

Bunlara ek olarak şunu da belirtmeliyiz ki, modern vergi hu­kuku açısından, vergide miktar ve oran konusunda itidal, yani öl­çülü olma ve vergi ödeme gücü problemi ayrı bir önem arzeder. Ma­liye politikası bakımından da yararlı olan “vergide ölçülü olmayı” sağlamak için devletin;

1) Vergi oranlarında mükellefin ödeme gücünün üstüne çık­mamasına,

2) Adalet prensibine bağlı kalınmasına,

3) Verimin gözönünde tutulmasına,

4) Ekonomik şartlara uyulmasına, dikkat etmesi gerekir. Oranın yüksekliği şikâyetlere ve ada­let bakımından haksızlıklara yol açar. Verginin arttırılması daha hassas bir meseledir. Oranm yükseltilmesi; vergiye karşı direnişin doğmasına, vergi esnekliğinin ve gelirinin azalmasına imkân verir. Vergi oranının artması, ekonomik hayatın gelişmesine de uygun olmalıdır. Aksi halde üretim gücü azalır; bunun sonucu, iş­sizlik baş gösterir ve bir takım sosyal problemler ortaya çıkar. Ver­gilerin çoğalması, kamu hizmetlerindeki artışın ve genişlemenin bir sonucu olduğu gibi, gelirler arttıkça vergi nispetlerinin yüksel­tilmesi (müterakki vergi) de, sosyal adaleti gerçekleştirmenin bir aracı olarak kabul edilmektedir. [502]

 

9. BÖLÜM ZEKÂTI DOĞURAN OLAY

 

30. Zekâtı Doğuran Olay:

 

Vergi mevzularının, kanunlarda gösterilmiş olması, genel olarak, bir malî sonuç yaratmaz. Bir vergi borcunun meydana gel­mesi için, bazı şartların gerçekleşmiş olmasına bakılır. Bu sebeple, bir vergi yükümünün veya vergi borcunun doğması için, gerçek veya tüzel kişilerin kanunlarda gösterilen mevzularla bir ilişki veya bağlılık halinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, an­cak bir olay, bir işlem veya bir durum dolayısıyla, mükellef için bir vergi borcu doğar; bunlara Vergiyi Doğuran Olay denir.

Vergi Usul Kanunumuza göre, “Vergi alacağı, vergi kanunla­rının vergiyi bağladıkları olayın vukuu veya hukukî durumunun tekemmülü ile doğar” (m. 19/1).” Şu halde, bir arazi veya binaya malik olmak, bir gelir elde etmek, üretim veya bir hukukî mu­amele yapmak, bunlarla ilgili kişiler bakımından sırasıyla arazi, bina, gelir, üretim veya hukukî muamele vergisi borcunu doğurur.

Fakat bazan vergiyi doğuran olayın meydana gelmesi gere­ken halde bile, belirli vergi borcunun doğması için, sonuç alınmış olmalıdır. Örneğin bir avukat veya doktorun, yaptıkları hizmetler dolayısıyla alacakları ücretler, gelir vergisinin doğmasını gerekti­rir; ancak bu ücretlerin vergisi, bilfiil elde edildikleri zaman içinde doğar. İlgililer ücretleri elde edemezlerse, vergi borcu da meydana gelmez. İstihsal muamelesi, vergiye tâbi bir muameledir; fakat vergi borcunun doğması için, imal edilen malın satılmış ol­ması gerekir. Bu mal satamazsa, vergi borcu doğmaz. Bununla be­raber, gelirin elde edilmesi demek, mutlaka ilgilinin eline para geçmiş olması demek değildir. Paranın, alacaklının tasarrufuna geçmiş veya namına bankaya yatırılmış olması yeterlidir.

Bütün bunlara rağmen, vergi borcunun doğuş zamanı hak­kında bazı görüş farkları vardır. Vergi borcu acaba vergi kanunu­nun bu borcu bağladığı olay veya hukukî muamelenin vukuu za­manında mı doğar; yoksa vergi dairesinin verginin hesaplanması için yaptığı tarh muamelesi zamanında mı doğar? Mükellef bakı­mından vergi borcunun veya devlet bakımından vergi alacağnın doğuş zamanının tespit edilmesi büyük bir önem taşır. Bunun sebep­leri,  şöylece sıralanabilir:

a) Hangi vergi kanununun uygulanacağı, yukardaki hallere göre belirlenecektir.

Vergi borcunun ilgili olay ve muamelelerin meydana geldiği zamanda doğduğu kabul edilirse, bu zamanda yürürlükte olan vergi kanunları; buna karşılık, vergi borcunun, miktarın tespiti için vergi dairesince yapılacak tarh zamanında doğacağı kabul edilirse, böyle bir tarhın yapıldığı zamanda yürürlükte olan vergi kanunları uygulanacaktır. Uygulama zamanları arasında vergi kanunların­da oran, matrah ve muafiyet, istisna değişiklikleri yapılmış olduğu takdirde, verginin şu veya bu zamanda doğmuş olmasına göre vergi miktarlarında farklar olacaktır.

b) Zamanaşımı bakımından da vergi borcunun doğuş zama­nına göre değişik sonuçlar meydana gelir. Vergi borçları,  belirli bir süre içinde tahakkuk ettirilmezlerse, tahakkuk zamanaşımına uğrar ve tabiî borç haline gelir. Zamanaşımı süresi, vergi borcunun doğduğu andan (veya bu anı takip eden takvim yılı başından) baş­lar. Şu hale göre, vergi borcu, vergi olayının meydana gelmesi anında doğarsa, zamanaşımı, bu andan; miktarın vergi dairesince tespit edilip ilgiliye bildirilmesi anında doğarsa, bu tarihten başla­yacak demektir.

Vergi borcunun doğuş zamanı bakımından yukarıda belirti­len konuların başlıca iki görüşe yer verdiğini söyleyebiliriz. Bi­rinci görüşe göre vergi borcu, kanunun her vergiyi bağladığı özel bir olayın meydana gelmesi anında doğar. Bu bakımdan verginin doğuşu anında hangi kanun yürürlükte ise o kanun uygulanır; ta­hakkuk zamanaşımı da, bu doğuş anında başlar. Bizim Vergi Usul Kanunumuzun kabul ettiği şekil budur (m. 19). İkinci görüşe göre bir borç, ancak miktarı bilindiği anda doğabilir. Hiç olmazsa bazı vergilerde vergi borcu, bunun tarh ve tahakkuk işlemi dolayısıyla miktarının tespit edildiği anda belli olur.

Bütün bunlara rağmen, vergi borcunun doğuşu, esas itiba­rıyla, ilgili olayın meydana gelmesi veya hukukî durumun te­kemmül etmesi zamanına bağlanmaktadır. [503]

Zekâtı doğuran olayla ilgili açıklamalar, -konunun bütünlü­ğünü bozmamak için- genellikle zekât mevzuu malın nitelik­leri ve tek tek her zekât mevzuu incelenirken yapıldığından, burada tekrara gerek yoktur. [504]

 

3. KISIM ZEKAT TEKNİĞİ

 

10. BÖLÜM ZEKATIN TARH VE TAHAKKUKU

 

Vergi hukukunun, verginin başlıca tarh, tahakkuk ve tahsili ile bunlardan doğan vergi ihtilafları hakkındaki işlemlerini ince­leyen kısmına Vergi Tekniği veya Şekli Vergi Hukuku de­nir. Diğer bir deyişle, devlet adına vergi borcunun doğuşundan dev­let hazinesine ödenmesine kadar geçen bütün idarî usul ve uygu­lama işlemleri, Vergi Tekniği'nin konusunu oluşturur.

Çeşitli ülkeler, vergi sistemlerinin birbirinden farklı olması, vergi tekniğinde de farklar yaratmıştır; fakat ülkelerin temel ver­gileri arasında nasıl bir yakınlık ve benzerlik varsa, bunlara il­gili usul kurallarında da bir yakınlık ve ortak esaslar vardır. [505]

 

31. Zekâtın Tarhı:

 

1- Kavram:

 

Vergi mükellefiyeti, bir kişiyi kanunlara göre vergi olarak tespit edilen belli bir parayı devlete ödemeye zorlayan hukukî bir ilişkidir. Vergi kanunları bir vergi mükellefiyetinin doğmasını; vergi mevzuu, vergi matrahı ve vergiyi doğuran olaya bağlamakta­dır.

Kişiler hakkında kanunlara göre vergi mükellefiyeti doğduk­tan sonra, vergi borcunun tespiti işlemi yapılır. Vergi borcunun tes-pit edilebilmesi için, vergi matrahının bulunması ve bu matraha il­gili kanunda yazılı oran veya tarifenin uygulanması gerekir.

Tarh işlemi, vergi memurları tarafından yapılır, bu bir idarî işlemdir. Şu halde, bir verginin tarhı, o verginin kanunda gösteri­len matrah ve nispeti üzerinden, miktarının hesaplanması için ya­pılan idarî bir işlemdir. [506]

Libya Zekât Kanunu'na (m. 25) göre, zekâtın tahsil ve tevzii için ayrı bir fon kurulur. Maliye Bakanlığı, Zekât İşleri Genel Müdürlüğü'nü kurar ve bu genel müdürlüğün alt birimleri de kurulur. Bu idarî mekanizma için, yeterli sayıda personel istihdam edilir. [507]

Zekât İşleri Genel Müdürlüğüne bağlı kuruluşlar, zekâta tâbi mallar ve maliklerine afit beyannameleri, malların kıymet takdi­riyle ilgili son durum ve değişmeleri genel müdürlüğe bildirmek zorundadır. [508] Yine kanunen sözleşme vb. belgeleri kay­detmeye veya yazılanları ilanda görevli olanlara, huzurlarında ya­pılan ve zekâta tâbi mallardan birinde meydana gelen mülkiyet in­tikaline ait her tasarruf ve sözleşmeyi bir hafta içinde idareye bildirmek zorundadır. [509]

Vergi usul kanunu gereğince, mükellefin bildirmelerle so­rumlu tutulması, onun borç altına girdiği günün tespiti içindir.

İşte verginin tarhı, mükellefin vergi yükümlülüğünün başla­dığı günden itibaren ortaya çıkan durumun sonucuna dayanır. Vergi oranları bakımından bir güçlük yoktur; çünkü bu oranlar kanunda yazılıdır. Fakat matrahların tayin ve tespiti için bir ta­kım usullere başvurmak zorunluluğu vardır. İşte çeşitli matrahla­rın tayin ve tespit için başvurulan bu usullere Matrahın Tespiti Usulleri denir.

Burada hemen belirtmeliyiz ki Hz. Peygamber ve Halifeler devrinde zekâtın tarh, tahakkuk ve tahsil işlemleri hep birlikte ve aynı anda yapılırdı. Bunlarla ilgili kaideler de Medine'ye hicretten sonra gelişme göstermiştir. Hz. Peygamber vergi memurlarına, matrahın tespiti ve bu matraha tarifenin nasıl uygulanacağını biz­zat öğretirdi. [510]

 

2- Matrahın Tespiti Usulleri: [511]

 

Vergi borcunun hesaplanması amacıyla, matrahların tayin ve tespitinde çeşitli vergilere göre değişik usullere yer verilmiştir. Bu usuller, başlıca iki grupta toplanabilir:

1) Vergilendirilecek unsurun miktar olarak doğrudan doğru­ya bulunmasında imkân veya uygunluk görülmeyen hallerde, bu unsurun mevcudiyet ve miktarına karine ve emare sayılan dış alâmetlerin idarece matrah olarak alınması ve bazı esaslara göre matrahın idarece takdir edilmesi, birinci grubu;

2) Buna karşılık, vergilendirilecek unsurun doğrudan doğ­ruya Kılunmasına imkân veya uygunluk görülen hallerde, matra­hın mükellefin kendisi veya ilgili üçüncü bir şahıs tarafından tes­pit edilerek vergi dairesine bildirilmesi ikinci grubu oluşturur.

Bu gruplardan birincisi Karineler Usulü, ikincisi de Beyan Usulü başlıkları altında incelenebilir:

 

Karineler Usulü:

 

Vergi hukukunda karineler usulü, vergilendirilecek gelir veya serveti (vergilendirilecek unsuru) belirttiği varsayımına göre, bazı dış alâmetlerin matrah olarak alınması ve değerlendirilmesi­dir. Karineler usulü, üç şekilde incelenebilir:

 

Dış Alâmetler Usulü:

 

Mükelleflerin gelir veya servetlerine karine sayılan bazı dış alâmetlerin, vergi matrahı olarak seçilmesi usulüdür. Küçük sanat erbabı veya perakendecilerden bunların nev'ilerine ve şehrin nüfu­suna göre vergi alınması dış alâmetler usulüne bir örnektir.

Mükelleflerin gerçek kazanç ve iratları veya servetleri bakı­mından olumlu bir anlam taşımayan, dolayısıyla adaletsiz ve ve­rimsiz bir dış alâmetler usulüne zamanımız vergi sistemlerinde ar­tık pek raslanmamaktadır.

 

İdarece Takdir Usulü:

 

Bu usulde, dış alâmetlere bağlanmak yerine, matrahın tayin ve tespiti konusunda idarenin takdir hakkı vardır. Vergi idaresi, u takdir hakkını, mükellefle ilgili bazı karinelere dayanarak kişisel vergileme unsurlarını tespit yoluyla kullanır. İdarece takdir usulü, bir fabrikanın üretimini tespit etmek amacıyla, o fabrikadaki makine  sayısı, bunların gücü, işçi  sayısı, kullanılan ham­madde miktarı gibi karinelere bakılarak matrahın bulunması için uygulanabilir

Vergi Usul Kanunu hükümleri çerçevesinde uygulanan ikmalen ve re’sen vergi tarhı ile idarece verginin tarhı şekillerini, idarece takdir usulüne örnek olarak kısaca belirtebiliriz:

 

İkmalen Vergi Tarhı:

 

Her ne şekilde olursa olsun, bir vergi tarh edildikten sonra, bu vergiye ilişkin olarak meydana çıkan ve defter, kayıt ve belge­lere veya kanunî ölçülere dayanılarak miktarı tespit olunan bir matrah veya matrah farkı üzerinden alınacak verginin tarh edil­mesidir. [512] Genel olarak sözleşme, makbuz, faturalar ve defterler gibi yazılı metinler maddî delil sayılır. Denetim sıra­sında bu belgelere göre beyan dışı kaldığı anlaşılan matrah farkı üzerinden yapılacak tarh işlemi ikmalen tarhtır.

 

Re'sen Vergi Tarhı:

 

Vergi Usul Kanununun verdiği tanıma göre, “Re'sen vergi tarhı, vergi matrahının tamamen veya kısmen defter kayıt ve bel­gelere veya kanunî ölçülere dayanılarak tespitine imkân bulunma­yan hallerde, takdir komisyonlarınca tespit edilen matrah veya matrah kısmı üzerinde vergi tarhedilmesidir (m. 30). Bu tarh şekli, aslında arızî bir nitelik taşır; çünkü belirli bir vergide matrahın tespitiyle ilgili olmayıp, beyana dayanan vergilerde matrahın maddî delillerle tespitine imkân bulunmayan durumlarda bu usule başvurulur. Vergi beyannamesi kanunî sürenin sonundan başlaya­rak 15 gün geçtiği halde verilmemiş olursa, süre içinde verilmekle beraber beyannamede matraha ilişkin bilgiler gösterilmemişse... re'sen vergi tarhına gidilebilir.

 

Verginin İdarece Tarhı:

 

İkmalen ve re'sen vergi tarhı dışında kalan hallerde, mükel­leflerin verginin tarhı için vergi kanunlarıyla tespit edilen zaman­larda başvurmamaları veya kendilerine yüklenen mecburiyetleri yerine getirmemeleri nedeniyle zamanında tarh edilmeyen vergi­nin kanunen belli mattrahlar üzerinden idarece tarhedilmesidir. [513]

Buraya kadar açıklanan takdir usullerinde ortak ölçü, mat­rahların her mükellef için ayrı ayrı tayin ve tespit edilmesi ve her mükellefin kendisi için takdir edilen matrah miktarına, yetkili mercilerde itiraz edebilmesidir. Buna karşılık, karineler usulünün diğer bir şekli olan götürü usulde, matrahlar belirli mükellef grup­ları hakkında birlikte tespit edilir ve mükelleflere matrahın mik­tarına değil, dahil edildikleri derecelere itiraz hakkı tanınır.

 

Götürü Usul (Forfait):

 

Matrahın dış alâmetlere göre veya idarece takdiri yerine, ida­renin mükellefle anlaşarak veya belirli bir mükellef grubu hak­kında genel olarak tespit edilmesi şekline götürü usul denir. Bu ısulde, matrahın gerçek miktarının bulunamaması dolayısıyla, karinelere dayanılarak ve bir nevi pazarlıkla, idare ve mükellefle­rin, tahmini bir miktar üzerinde anlaşmaları yoluyla matrah tespit edilir.

 

Beyan Usulü:

 

Beyan veya beyanname usulü, mükellefin vergi kanunlarına göre, bazı bilgilerden başka, vergi matrahını bizzat tespiti ve vergi dairesine bildirmesidir. Bu usulde, karineler usulünün aksine, vergi makamlarının vergi matrahının tespitinde bir rolü yoktur, ancak beyan edilen matrahın doğruluğu hakkında vergi dairesi yalnız bir araştırma ve denetim yapabilir. Bu usulde, mükellef ve vergi dairelerinin işbirliği görülmektedir.

Beyan usulü, mükelleflerin kendi vergiye tâbi unsurlarını (gelir, mal, işlem vb.) herkesten daha iyi bildikleri düşüncesine dayanır. Bu sebeple, vergi dairesinin bir müdahalesi olmaksızın, mükelleflerin, kanunlarda gösterilen vergi matrahlarını tespit et­meleri ve bunu bir beyanname ile kendi imzaları altında bildirme­leri en uygun ve normal bir şekil olarak görülmektedir. Zamanı­mızın vergi sistemlerinde tam bir uygulama alanı bulan beyan usulü, Maurice Duverger'nin dediği gibi, mükellefin bir itirafından başka bir şey değildir. Fakat itiraflar, her zaman doğru ve içten olmayabilir. Bilerek veya bilmeyerek vergi matrahlarını eksik ve bazan da fazla gösteren mükelleflerin, beyanlarının araştırılması gerekir. Özellikle ticarî gelirleri ve serbest meslek kazançlarını tayin ve tespit güçtür. Bunların doğruluğunun vergi tekniğine ve muhasebe usulüne göre araştırılması, vergi dairelerinin doğal hakkıdır,

Vergi beyannamesi, vergi borçlusunun bir vergi borcunun varlığını kabul edip etmediğini gösterir; bu sebeple vergi kanunla­rında gösterilen faaliyetleri yapan bir kişinin mükellef olmadı­ğını, vergiye tâbi mevzuu bulunmadığını vb. düşünmesi halinde dahi beyanda bulunmak zorunluğu vardır. Bir vergi borcunun ol­maması, istisna ve muafiyet halleri, ancak beyanın vergi dairesince incelenmesiyle anlaşılacaktır.

Beyanname verilmesi belirli sürelere bağlıdır; bu sürelerde beyanname verilmemesi veya eksik beyanda bulunulması halinde, re'sen veya ikmalen tarhiyat yapılır ve gerektiğinde vergi cezaları kesilir.

Beyannameler, doğrudan doğruya mükellef tarafından veri­lebileceği gibi, onunla ilgili üçüncü şahıslar tarafından da verilebi­lir. Mükellefin beyanı bir itiraf ise, üçüncü şahısların beyanı bir şehadettir. Üçüncü şahısların veya kanunî terimle vergi sorumlu­larının beyanı, ücret, maaş, huzur hakkı, temettü, faiz vb. şeklinde bir işverenin veya kuruluşun mükellefe ödediği paraların miktarı­nın vergi dairesine bildirilmesi ve verginin kesilerek ödenmesi­dir.

Gerek fitrenin, gerekse zekâtın ortak özelliği, her ikisinin de beyan usulüne tâbi olmasıdır. Fitrede bu husus çok açık bir şekilde bellidir. Zira her mükellef, kendi ödeme gücünü kendisi tayin et­mektedir ve belirli bir tüketim maddesini esas alarak fitresini ödemektedir. [514] Zekâtta açık veya gizli servet unsurları arasında bi­raz fark varsa da bu fark, beyan usulünü ortadan kaldırmamakta, halen bu prensibin birlikte getirildiği bir yol olarak kontrola başvu­rulmasını mümkün kılmaktadır. [515] Hz. Peygamber devrinde esasen mükellef vergiye tâbi bütün mallarını memura arzetmek ve ona ge­rekli malumatı vermek zorundaydı, bu, beyan usulünün ta kendisi­dir.

Zekât hukukunda karineler usulünün, özellikle idarece takdir usulüne giren ikmalen, re'sen ve idarece tarhı usullerinin uygu­lanması mümkündür, fakat dış alâmetler usulü ile götürü usul, ze­kâtın özüyle çatışma halinde olduğundan uygulanamazlar. Hz. Peygamber, müstakbel vergi memurlarının hazırlanmasında, mu­ayyen bir arazideki henüz dalında olan hurma mahsulünün tahmi­nini yaptırırdı, [516] bu tahmin münakaşalarına bizzat kendisi de işti­rak ederdi. Bu suretle de, müstakbel vergi memurlarına, vergiye tâbi matrahın tespitini öğretiyor ve ondan sonra vergi tarifelerinin nasıl tatbiki lâzım geldiğini gösteriyordu. Ayrıca, kendisi, bir ko­nuda hususî tahminciler kullanmış ve tayinlerde de bulunmuştur. [517] Burada sözü edilen tahmin, götürü usulden farklı bir durumdur.

Libya Zekât Kanunu, zekât matrahının tespiti usullerini şöyle düzenlemiştir:

“Her mükellef, genel müdürlüğe (Zekât İşleri Genel Müdürlü­ğü) veya ona bağlı dairelere, süresi içinde, zekât mevzuu mallar, bu malların değeri, ödenecek zekât miktarı vb. bilgileri kapsayan Ze­kât Kânunu Uygulama Talimatnamesindeki örneğe uygun beyan­name vermek ve beyannameyi verdiği tarihte, beyan ettiği zekât miktarını ödemek zorundadır.” [518]

“Beyanname, her yıl Muharrem ayının başından itibaren, üç kamerî ay içinde verilir. Ziraî mahsuller için beyanname verme süresi, olgunlaşmasından itibaren üç aydır. Madenler için, zirai mahsullerdeki süre, madenin çıkarılması tarihi esas alınarak he­saplanır.” [519]

“Zekât İşleri Genel Müdürlüğü ve bağlı kuruluşları, mükellef­lerin verdikleri beyannamenin doğruluk ve kanuna uygunluk de­recesini inceler ve kontrol eder. İnceleme ve kontrol sonunda, doğ­ruluğunda kuvvetli bir şüphe bulunmazsa, mükellefin beyanı esas alınır ve durum kendisine tebliğ edilir.” [520]

“Beyannamenin doğru olup olmadığı konusunda şüphe bulu­nursa, mükellefle uzlaşma yoluna gidilir.” [521]

“İdare, beyanın doğruluğunda şüphe uyandıran bir belirti ol­madıkça, mükellefin verdiği beyannameyi esas alır ve zekâtı, bu kanun hükümlerine göre tarh eder.” [522]

“Taraflar, bir anlaşma sağlayamazlar ve ödenecek zekât miktarının beyannamede belirtilenden fazla olduğu veya herhangi birinin zekât mükellefi olduğu halde beyanname vermediği anlaşı­lırsa, idare doğrudan zekât tarhı yoluna gider ve durumu mükellefe bildirir.” [523]

 

32. Zekâtın Tebliği: [524]

 

Verginin tarhından sonra tebliği işlemine geçilir. Tebliğ, kısa bir şekilde belirtilecek olursa, mükellefin vergi ödemeye çağ-rılmasıdır. Gerçekten, gerek karineler, gerek beyanname usulüne göre vergi daireleri tarafından tarhedilen verginin, ödemek üzere, ilgili mükellefe veya Sorumluya bildirilmesine tebliğ denir. Tebliğ, vergi ile diğer bildirimleri de içine alır.

Tebliğ, birçok durumlarda, mükellefe tanınan itiraz süresi­nin başlangıcıdır. Vergilendirme ile ilgili bir tebliği usulüne göre tebellüğ eden bir kimse, bu tarihten başlamak üzere ancak belirli süreler içinde itirazda bulunabilir. Bu sürenin geçmesi, hakkın düşmesine, yani verginin kesinleşmesine yol açar. Buna karşılık, tebliğ yapılması halinde, mükellefin lehine tahakkuk veya tahsil zamanaşımı işler.

Tebliğ, yalnız mükellefe değil, vergi işleminin şekline göre mükellefin kanunî temsilcilerine, umumî vekillerine veya vergi cezası kesilenlere de yapılır. Tüzel kişiliği olan kuruluşlarda teb­liğ, bunların başkan, müdür veya kanunî temsilcilerine; buna kar­şılık, vakıf veya cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan kuruluş­larda ise bunların idarecilerine veya temsilcilerine yapılmak ge­rekir. [525]

Tebliğ konusu işlemler çeşitlidir; bunlar arasında vergi bor­cunun miktarı ve ödenmesi gereğine ait yazılar, ikmalen veya re'sen yapılan tarhiyata ait ihbarnameler, vergi mahkemeleri vb.'nin kararı, düzeltme fişleri, vergi inceleme raporları, ödeme emirleri vb. sayılabilir.

Bazan vergi tahakkukunun yapılması halinde, vergi tebliğ edilmiş sayılır. Örneğin, gelir vergisinde tahakkuk fişinin kesilip beyannameyi veren kişiye tevdi edilmesi, tebliğ mahiyetindedir.

Tebliğ esas itibarıyla posta ile yapılır, ancak ilan yoluyla da yapılması mümkündür.

Önceden de belirttiğimiz gibi tarihî uygulamasında zekâtın tarh, tebliğ, tahakkuk ve tahsil işlemleri aynı anda yapılmıştır.

Libya Zekât Kanunu, muhtelif maddelerinde zekâtın tebliği konusunu ele almıştır. [526] Benzer hükümler, başka düzenlemeler için de örnek oluşturabilir.

 

33. Zekâtın Tahakkuku:

 

Vergi miktarının hesaplanmasından ve mükellefe tebliğ edilmesinden sonra verginin tahakkuk etmesi, ödenmesi gereken bir duruma gelmesi demektir. Tarh ve tebliğ, verginin ödenmesi­nin ilk koşullarıdır; fakat verginin tahsil edilebilmesi için, itiraz süresinin itirazsız geçmiş olması veya itiraz edilmişse, ilgili mer­cilerin bu konuda karar vermiş bulunması gerekir. Gerçekten bir mükellefe, tarh ve tebliğ edilen verginin hesabında veya mükelle­fin şahsında hata edilmiş, muaflık veya istisna hallerine aykırı düşen işler yapılmış, ya da çifte vergileme sözkonusu olabilir. Böyle bir durumda, hemen tahsile girişmek doğru olmaz. Mükelle­fin kendisi hakkında yapılan idarî işleme itiraz yapılmışsa, bunun sonucunun alınmnsından sonra verginin tahsiline geçilebilir; başka bir deyişle vergi gerçekleşmiş olur. Bütün bu genel esaslara rağmen, tahakkuk zamanı vergilerin çeşitli tarh usullerine göre değişmektedir. Verginin tahakkuku, tarh ve tebliğ edilen bir vergi­nin ödenmesi gereken bir safhaya gelmesidir. Vergilerin tahakkuk etmesi, bunların kesinleşmiş olmasını ifade etmez. Bu vergi tahsil edilse dahi, bununla ilgili olarak diğer yüksek vergi kazası merci­lerine başvurulabilir. Vergilerin tahakkukundan sonra tahsile ge­çilmesi, mükelleflerin dava mercilerine başvurup tahsili geciktir­mek yoluna sapmalarını önlemek amacına dayanır. [527]

Belirtildiği üzere, klasik devirde zekât tahsildarı tarh, tahak­kuk ve tahsil işlemlerini birlikte yerine getirirdi.

Yeni bir çalışma olan Libya Zekât Kanunu Uygulama Tali­matnamesi, zekâtın tahakkukunu şöylece düzenlemiştir: “Mükellef, zekât idaresi tarafından tarh edilen zekât miktarını kabullendiği ve belirtilen süre içinde itiraz etmediği takdirde, tarh edilen zekât miktarı kesinleşmiş olur. Bu durumda, itiraz süresinin sona erme­sinden itibaren, otuz gün içinde zekâtın ödenmesi gerekir. Mükel­lef, Zekât İdaresi Genel Müdürlüğü'nün tarh işlemine itiraz ettiği takdirde, ödenecek zekât miktarı, idarece takdir, edilen miktarın mükellefçe kabullenilen kısmıdır. Bu, itirazı bir sonuca bağlamak içindir. Bu durumda zekât, sözü edilen şekilde itiraz tarihinden iti­baren, otuz gün içinde ödenir.” (m. 11)

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 69) göre, zekât kuruluşunun yaptığı incelemeler sonunda, beyanda bulunmayan mükellefe zekâtın farz olduğu veya farz olan zekâtı ödemediği anlaşılırsa, ödeyeceği zekât miktarı tarh ve ta­hakkuk ettirilir ve karar mükellefe bildirilir.

 

34. Zekât Hukukunda Zaman Unsuru:

 

1- Zekât Hukukunda Zamanaşımı:

 

Genel bir hukuk kuralı olan zamanaşımı vergi hukukunda da, bu hukuk kolunun özellikleri içinde uygulama alanı bulmakta­dır. Zamanaşımı, bir alacağın doğumunu takip eden ve kanunla be­lirtilmiş olan bir süre içinde alacaklının, hakkını istememesi veya borçluyu dava etmemesi sebebiyle, hak isteme veya dava açma im­kânının ortadan kalkmasıdır. Bu tanımdan anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacaklının alacağını değil, bunun   istenebilmesi veya iflası için dava açılması imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bu anlamda, borç düşmez ve zamanaşımına uğramış olan borcun, borçlu tarafından isteyerek veya bilmeyerek ödenmesi geçerli bir ödeme  sayılır.    

Vergi hukukundaki zamanaşımı, özel hukukun düşürücü za­manaşımı kurallarına uymaktadır. Gerçekten, vergi alacaklısı­nın, vergiyi belirli bir zaman içinde tahakkuk ettirmemesi veya tahsil etmemesi halinde sırasıyla tahakkuk zamanaşımı ve tahsil zamanaşımı meydana gelir.

Vergi hukukunda zamanaşımı, Özel hukuktan farklı olarak, re'sen nazara alınır. Bu yüzden, vergi mahkemeleri veya Danıştay, mükellefin talebi olmasa dahi, zamanaşımı bulunup bulunmadı­ğına bakmak zorundadır.

Zamanaşımının durması ve kesilmesi, vergilerde de kabul edilmektedir. Zamanaşımının durmasında sürenin hesabı, durma tarihinden evvelki süre ile durma devresinden sonraki sürenin top­lanması şeklinde olur. Buna karşılık zamanaşımının kesilmesi halinde zamanaşımı, kesilme tarihinden itibaren yeniden başlar, evvelce geçmiş süreler nazara alınmaz.

Tahakkuk zamanaşımı yanında, tahsil zamanaşımı vardır. Bundan maksat, zamanında tahakkuk ettirilmiş olan amme alaca­ğının, belirli bir müddet içinde tahsil edilmemesi halinde, artık is­tenmemesi veya alacak hakkında dava açılamamasıdır[528].

Zekât, Allah Teâlâ'nın fakirlerin, yoksulların ve diğer hak sahiplerinin lehine farz kıldığı belli bir hak olduğundan, -bir kere ve lüzum kazandıktan sonra- ehline vermeksizin bir veya birkaç yılın geçmesiyle düşmemesi de zarurî bir netice olur: [529]

1) Şafiî Mezhebine göre, zekât farz olduğu halde, mükellef, bu borcunu ödemeden yıllar geçse bile ve bu durumda ister İslâm ülke­sinde, isterse dar-ı harpte olsun, malına zekâtın farz olduğunu bil­sin bilmesin, zekât borcu düşmez.

İbnu'l-Munzir'in naklettiğine göre, bir bölgeye isyankârlar hakim olur ve bu bölgedekiler yıllarca zekât ödemeden geçip sonra devlet onlara galip gelirse, eş-Şafiî, Malik ve Ebu Sevr'e göre geçen yılların zekâtı ödenir; Re'y mektebi hukukçularına göre geçen yıl­lar için zekât ödenmez. Bu hukukçulara göre, dar-ı harpte müslüman olan bir topluluk, burada uzun yıllar kaldıktan sonra İslâm ülkesine gelirlerse, geçen yıllar için zekât ödemezler.

2) İmam Malik'e göre, hayvan sürülerinin zekâtını devlet tahsil eder. Bu sürüye zekâtın farz olması için zekât memurunun gelmesi şarttır.  Memurun gelmediği yılların zekâtı düşer; memur yalnızca geldiği yılın zekâtını son duruma göre tahsil eder.

İmam Malik'in bu görüşü, bir yerde “tahsil zaman aşımı” kavramına girmektedir.

3) İbn Hazm'e göre de, zamanaşımıyla zekât borcunun düş­mesi sözkonusu olmaz. Böyle bir durumda -malını kaçırmak, me­murun geç kalması, bilgisizlik, malın nakit, ürün veya sâime ol­ması, zekâtın bütününe veya bazılarına farz olması, zekâtın öden­mesi sonucu malın zekâta tâbi olmayacak hale gelmesi durumu or­taya çıksın-çıkmasın, sonuç değişmez, bütün yılların zekâtı ödenir.

Şu halde, vergilerin aksine, uzun yıllar da geçse, zekâtını ödemeyen müslümanın boynundan bu borç düşmez; o, zekâtını ödemeden zimmetini temize çıkaramaz, müslümanlığı sağlamlaşamaz.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 76, 77) göre, bir kişiye zekât farz olduktan sonra, ödemenin geciktirilmesiyle veya -ne kadar uzarsa uzasın- sürenin geçmesiyle zekât borcu zamanaşımına uğramaz. Hiçbir şekilde zekât alaca­ğından vazgeçme veya eksiltecek biçimde uzlaşma sözkonusu olamaz.

 

2- Zekât Hukukunda Süreler:

 

Vergi hukukunda zamanaşımı gibi, hukukî sonuçlar yaratan diğer bir zaman unsuru da sürelerdir. Süre (müddet), bir işlemin yapılması veya bir görevin yerine getirilmesi için belirlenmiş za­man arasıdır. Özel hukukla kamu hukukunun her kolunda süre­lere yer verilmiştir.

Vergi kanunlarında da vergi alacaklısı ve vergi borçlusu ba­kımından karşılıklı hukukî sonuçlar doğuran birçok süre hüküm­leri bulunur. Vergi hukukunda diğer hukuk kollarında olduğu gibi, başlıca kanunî ve idarî süreler bulunmaktadır.

 

Kanunî Süreler:

 

Gerek vergi, harç ve resimlere ilişkin vergileme hükümleri koyan maddî kanunlarda, gerekse vergilerin tarh, tahakkuk, tahsil ve zamanaşımı gibi usule ilişkin hükümler koyan usul kanunla­rında yer alan sürelerdir. Süreler, genellikle bazı işlemlerin ya­pılması gerekliliği veya bir hakkın kullanılması koşulu olarak kesin gün, hafta, ay ve yıl şeklinde belirlenir. Hukukî sonuçları, kanunun öngördüğü görevin zamanında yerine getirilmesi bakı­mından işlemlerin kesinlik kazanması şeklinde ortaya çıkar.

 

İdarî Süreler:

 

İdarenin ve yargı organlarının, kanundaki yetkilere daya­narak vermek zorunda oldukları sürelere organa göre idare süresi veya yargı süresi denilmektedir. Bu sürelerin özelliği, kanunî sürelerdekinden farklı olarak, bir sorumluluk yaratmak veya hak düşürmekten çok, mükellef veya ilgililerin bazı işlemlerin yapıl­ması veya bilgi edinmeleri için, vergi idare veya yargı organla­rınca kendilerine zaman verilmesidir. [530]

Libya Zekât Kanunu, zekâtla tarh, tahakkuk, tebliğ ve tahsil işlemleriyle ilgili süreleri benzer tarzda düzenlemiştir.

 

11. BÖLÜM ZEKÂT CEZALARI (ZEKÂT CEZA HUKUKU)

 

35. Zekât Ceza Hukuku:

 

Genel olarak hukuk kurallarının yerine getirilmesini sağ­lamak amacıyla cezalar konulur. Hukuk kurallarına ters düşen eylem ve işlemlere, genel bir deyimle suç denir.

Vergi kanunları, vergi alacağının elde edilmesi için gerekli zorlayıcı kurallar koyar. Verginin, ilgili kanuna göre ödenmesi veya kanunda gösterilen görev ve ödevlerin yerine getirilmemesi, devletin bu konudaki dilek ve iradesine karşı koymak demektir. Böylece, vergi kurallarına karşı olan fiiller vergi suçu olur. Hangi fiillerin vergi suçu olduğu vergi kanunlarında gösterilir. Vergi suçlarının, ceza kanunlarından ayrı kanunlarda gösterilmesi, bunların suç yapısını kaldırmaz. Vergi suç ve cezalarına ilişkin bütün hukuk kuralları, Vergi Ceza Hukukunu oluşturur. Suç ve ceza bakımından hiçbir hukuk kolu, ceza hukukuyla ilgisiz kalamaz. Bu bakımdan vergi ceza hukuku da, vergi suç ve cezalarının temel kurallarını genel ceza hukuku çerçevesinde inceler. Vergi suç ve cezalarına ilişkin kuralların, ceza kanunlarından ayrı ve özel kanunlarda yer alması, vergi ceza hukukunun bağımsız olup ol­madığı sorusunu ortaya çıkarmıştır. Ülkemizdeki eğilim, vergi ceza hukukunun bağımsızlığı doğrultusundadır[531].

Zekât hukukunda genel ceza hukukundan ayrı bir gelişme göstermiş olan zekât ceza hukukuna rastlanmaz. Hukukçular bu alanda çoğunlukla genel ceza hukuku prensiplerine bağlı kalmış­lardır.

Zekât ceza hukukunun gelişmesini engelleyen en önemli fak­tör, zekât mevzuu malların devletçe tahsil edilmemesi olmalıdır.

 

36. Zekât Suç Ve Cezaları:

 

1- Genel Olarak Zekât Suç Ve Cezaları:

 

Zekât Cezasını Doğuran Olaylar:

 

Vergi cezasını doğuran olaylar başlıca vergi kaybı ve vergi kanunlarının şekle ve usule ait hükümlerine uyulmamasıdır.

Vergi kaybı, mükellefin vergilendirme ile ilgili ödevlerini zamanında yapmaması veya eksik yapması yüzünden verginin zamanında gerçekleştirilememesi veya eksik gerçekleştirilmesi demektir.

Beyannameli mükellefliklerde, gerçekleştirme işlemi­nin yapılabilmesi için beyanname verme süresinin sonundan iti­baren onbeş gün beklenir. Bu süre içinde beyanname verilirse vergi kaybı sözkonusu değildir. Bundan başka medeni hal ve aile duru­muna ait yanlış beyanlar da vergi kaybından sayılır. Vergi kanun­ları mükelleflere çeşitli ödevler yüklemiştir. Bu ödevlere uyulma­ması hali, vergi kaybı olmasa bile, vergi cezasını doğuran bir olay sayılır.

Zekât cezasını doğuran başlıca olaylar, zekâtın inkârı, zekât kaçakçılığı ve zekât hileleri vb.'dir.

 

Zekâtta Çifte Geza Sistemi: [532]

 

İslâm, zekâtını ödemeyenleri dünya ve ahiretle ilgili şiddetli azapla korkutmuş, buna karşılık ödeyenleri de müjdelemiştir:

 

Uhrevî Müeyyideler:

 

Hz. Peygamber'in hayatında Mekke devri bütün hukukî konu­larda maddî müeyyidenin henüz ortaya çıkmamasıyla tanınır. Mekke devrinde malî mükellefiyetler konurken, bunların sadece manevî müeyyide ile kuvvetlendirilmesi yoluna gidilmiş ve bu da, ferdi hem teşvik eden ve hem de korkutan ikili yolla olmuştur:

1) Allah'ın rızasını kazanmak,

2) Cehennem azabına uğramak.[533].

 

Ceza:

 

Allah'ın hakkı olan zekâtı ödeyemeyenlerin âhiret azabı ko­nusunda, Yüce Allah,

“Ey İman edenler! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Altın ve gümüşü bi­riktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azabı müj­dele Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğür­leri ve sırtları onlarla dağlanacak. Bu kendiniz için biriktirdiği-nizdir, biriktirdiğinizi tadın denecek.” [534]

Bu âyette geçen biriktirme (stok), zekâtı ödenmeyen paraları içine aldığı gibi, bazı hukukçulara göre zekâtı ödensin veya öden­mesin ihtiyaçtan fazla olarak elde tutulan malları da içine almak­tadır. [535]

Bir başka âyette şunlar anlatılır:

“Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası, Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.” [536] Bununla birlikte, tevbe kapıları açıktır:

“Allah'ın, kullarının tevbesini kabul ettiğini, sadakalar aldığını, Allah'ın tevbeleri ka­bul ve merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?” [537]

Bir hadiste ise Hz. Peygamber, şunları belirtmektedir:

“Yüce Allah kime mal verir de zekâtını ödemezse, kıyamet gününde o mal, sahibine simsiyah iki benek bulunan gayet zehirli (ve zehirinin tesirinden başı) kel bir yılan şeklinde görünerek boynuna ger­danlık yapılacak; sonra da iki çene kemiğini, yani avurdunu iki tarafından yakalayıp, “Ben senin malınım, ben senin biriktirdiği­nim (stoğunum)” diyecek.”

 

Mükafat:

 

Kur'ân, zekât ödemeyi mü’min, yardımsever ve takva sahip­lerinin vasıflarından saymış, vermemeyi de müşriklik ve müna­fıklığın alâmeti kabul etmiştir. Zekât, böylelikle imanın mihengi olmuştur.

Allah Teâlâ'nın kendileri için kurtuluş yazdığı, Firdevs cen­netini vadettiği ve kendilerine hidayet ve müjde nasip ettiği mü'minler zincirine hiç kimse zekâtsız katılamaz:

“Mü’minler saadete ermişlerdir: Onlar namazda huşu içinde­dir; boş sözlerden yüz çevirirler; zekâtlarını verirler; eşleri ve cari­yeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bun­lar verilemezler.” [538]

Zekât ödemeyen kimse, ne Allah'ın, ne de mü’minlerin dost­luğunu kazanır:

“Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden mü’minlerdir.” [539]

 

Dünyevî Müeyyideler:

 

Zekât, gönül ve vicdana hitap eden müeyyideler yanında, dünyevî müeyyidelere de sahiptir. Medine'de siyasî organizmanın oluşup devletin ortaya çıkmasıyla, hukuk kaidelerinin yürürlü­ğünü sağlamak için devlet kuvvet ve hakimiyetinin fiiliyattaki gö­rünüşü olan siyasî cebir kullanılmıştır. Pek tabiîdir ki, bu, diğer konularda olduğu gibi, genel idarî yapının maliye cephesinde de ikna ve tavsiyeden başlayarak en yüksek noktaya varan tedricî bir gelişmeyle gerçekleşmiştir:

 

Manevî Müeyyide: [540]

 

Hz. Peygamber, “Zekâtı vermeyen bir kavmin kıtlık ve aç­lıkla müptela olacağını” [541],

“Mallarının zekâtını vermeyenlerin göğün yağmurlarından mahrum kalacağını, hayvanlar olmasaydı üzerlerine yağmur yağmayacağını” [542] haber vermektedir. Başka bir hadiste ise

“Zekât bir mala karıştı mı onu bozar.” [543] Buyurmaktadır. Bunun manası, zekâtın malda bırakılması ve ayrılarak verilme­mesi, demektir. Bütün bunlar ilahî kudretin takdir buyurduğu ka­der cezalarıdır.

Müslüman zekâtı hükümet ve idareyle değil, kendisiyle Rabbı arasında bir ilişki olarak görmelidir. Zira o, her şeyden önce bir ibadettir. Bu bakımdan zekâtla mükellef olan kişinin hatırına zu­lüm ve haksızlığa uğradığı düşüncesi gelmez. Çünkü onun teşriî, beşere değil, adalet sahibi Allah'a aittir. Bu yüzdendir ki mükellef, gizli-açık her şeyi gören ve bilen Allah'tan zekâtını kaçıramaz. İşte bu, zekâtın hakkıyla ödenmesinin en kuvvetli yaptırımıdır. Hatta gerçek müslüman böyle bir yaptırıma muhtaç olmadan zekâtını gö­nülden öder. Zekât görünüşte malı eksiltir gibiyse de, aslında onu korur, arttırır ve temizler. Müslüman Allah için harcadığının kar­şılığını görür. Zekâtın bir ibadet olması, kaçınlmamasının -hiçbir verginin sahip olmadığı- en önemli güvencesidir

 

Maddî Müeyyide:

 

Zekât borcunu ödemeyenlere, bazı hukukçulara göre malî ce­zalar verilebileceği gibi, ittifakla durum ve şartlara göre hapis, da­yak vb. ta'zir türündeki cezalar da verilebilir: [544]

1) Maliki Mezhebine göre, zekât ödemeyenlerden zekât borcu -açık malı bulunduğu takdirde- cebren tahsil edilir ve kendisine ta'zir cezası uygulanır. Açık malı olmayıp, malının varlığıyla tanı­nıyorsa, bu malı ortaya çıkarana kadar hapsedilir; malın bir kıs­mını ortaya çıkarır ve kalanını gizlediği şüphesi varsa, sözü kabul edilir, gizlemediğine dair yemin ettirilmez, bu durumda yemin et­tirmek hatalıdır.

2) Şafiî Mezhebine göre, ciihrilik ve mal sevgisi dolayısıyla zekâtı ödemeyenden zekât borcu, cebren tahsil edilir ve ta'zir cezası uygulanır.

3) Hanbelî Mezhebine göre, farz olduğuna inandığı halde ze­kâtını ödemeyenden bu borcu, cebren tahsil edilir ve ta'zir cezası uygulanır. Malını gizlemesi ve kaçırması halinde de bu hükümler uygulanır.

Bunlar yanında, zekât ödemekten toplu halde kaçınma ha­linde, -Hz. Ebu Bekr'in yaptığı gibi- savaşa başvurulur.

Sözü edilen cezalar uygulanmazdan evvel, zekât borcu tahsil edilir ve sonra ceza uygulamasına geçilir. Bu, icma ile sabit bir hükümdür. [545]

Böylece, devlet veya cemiyet tarafından dış, müslümanın kendi vicdanındaki Allah'a imanı, rahmetini ümid etme ve aza­bından korkma şeklindeki iç murakabe olmak üzere zekât iki şe­kilde murakabe edilmiş olur. İşte bu şekilde, zekâtı ödemek, ferdin vicdanına yerleştirilmiştir. Unutulmamalıdır ki, zekât, sadece in­sanlara karşı değil, aynı zamanda Allah'a karşı bir vazife ve farz­dır.

İslâm hukuku, sadece maddî müeyyidelerle yetinmemiş, aynı zamanda maddî müeyyideye eklenen ve onu iyice güçlendiren manevî ve vicdanî müeyyideler de kullanılmıştır. Hakikaten, müslüman, öldükten sonra dirileceğine ve dinî olmayan işleri kadar, ibadetlerinden ve dinî inançlarından, hasılı dünyadaki bütün fiil­lerinden ötürü Allah'ın huzurunda nihaî olarak hesaba çekilece­ğine inanır. Şayet bir kişi, yaptığını saklamayı ve hükümet görev­lisini aldatmayı başarırsa veya bu hükümet kişiyi görevini yerine getirmeye zorlama hususunda iktidarsızlık içindeyse, bu durumda, insanın hukuka aykırı fiili cezasız kalmaktadır. Ama her şey bit­miş değildir; zira -müslümanın inandığı gibi- Allah, yakında onu muhakeme edecektir, o zaman kişi, yaptığını Allah'tan gizleyeme-yecek, O'nu aldatmayacak ve O'ndan kaçamayacaktır.

 

2- Zekât Suç Ve Cezaları:

 

Zekâtın İnkârı: [546]

 

Zekât, zarurat-ı diniyedendir; farz olduğunu inkar eden din­den çıkar, kendisine icma ile irtidat hükümleri uygulanır ve mürted olarak öldürülür. Ancak inkâr, bilgisizlikten dolayı olursa, yeni müslüman olmak veya çevre şartları dolayısıyla bunu bilme­yecek kimselerdense kendisine zekâtın farz olduğu öğretilir, -mazur görülmesi gerektiğinden- küfrüne hükmedilmez. Fakat bu bilgiyi elde edebileceği kimseler arasında ve İslâm diyarında yeti­şen kimse mürted olur. Böylelerine karşı savaş açılır, zekât borç­ları cebren tahsil edilir.

 

Zekâttan Kaçınma Ve Zekât Hileleri:

 

“İnsanlar kendi aralarındaki borçlarını ödemekte genellikle titiz ve uysal oldukları halde, vergi borçlarının ödenmesinde çoğu kez kayıtsız, inatçı ve hileci olurlar. Bu hal, toplumdan topluma de­ğişmekle beraber, mükelleflerin vergilere karşı gösterdikleri haklı veya haksız tepkilerin bir sonucudur. Bu tepkilerin dayandığı birçok sebepler sayılabilir; halkın devlet idaresine karşı gösterdiği güvensizlik ve kamu hizmetlerinin iyi şekilde görülmemesi, devlet erkinin kötüye kullanılmadı. Vergi yükünün ağır olması, vergi uy­gulama oranlarının ve vergi kontrolünün yetersiz kalması, vergi ihtilaflarının uzaması ve özellikle vergi ahlâkının zayıf olması vb. Bu sebepleri belirli ölçülere göre gruplara ayırmak pek kolay gö­zükmemektedir. Çünkü bunlar, toplumun içinde bulunduğu”1 zaman ve koşullara göre değişebilir. Kaldı ki, mükellefler, vergi kanunla­rında her zaman boşluklar bulup, vergi ödemekten kaçınabilir veya vergi kanunlarının hükümlerini yerine getirmeyebilirler. Vergiden  kaçınma ve  vergi  kaçakçılığı,  birbirinden  ayrı iki esasa da­yanır:

Vergi kanunlarının vergi borcunun doğumunu bağladıkları olaylarla bağlılık kurulmaması veya bu olayların fertlerin kendi­leri için meydana gelmemesi halinde, vergiden kaçınma vardır. Hiç kimse, hazine çıkarını düşünmek zorunluluğunda değildir. Bir kimse, vergi mevzuu olan bir malı almaz ve örneğin sigara kul­lanmazsa, bu maddeler üzerindeki vergiden kaçınmış olur. Bunlar kanuna aykırılık sayılmaz. Bunun gibi gelirleri, geçim indirimi miktarı veya istisna haddi altında kalan kimseler de gelir vergisi vermezler; bunları daha fazla gelir elde etmeğe ve dolayısıyla vergi vermeğe kimse zorlayamaz. Öte yandan sermayenin daha az vergilendirildiği alanda yatırım yapmak veya kurumlar vergisini ver­memek için, şahıs şirketleri kurmak suretiyle de vergiden kısmen kaçınılabilir. Bütün bu hallerde yasalara uygunluk vardır; herkes kanun hükümlerine aykırı düşmeyen işleri yapmakta serbesttir.” [547]

Vergiden kaçınma gibi, zekâttan kaçınmadan da söz edilebi­lir. Bu konu daha çok “zekât hileleri” ile bağlantı kurularak ele alınır. [548]

 

Zekât Hilesinin Caiz Olması:

 

Kâsânî, zekât hileleri konusunda hanefi görüşü şöylece belir­tir:

“Zekâttan kaçınmak için hile yapmak, Muhammed'e göre mek­ruh iken, Ebu Yusuf’a göre mekruh değildir. Ancak, farz olduktan sonra zekâtın düşmesi için hileye başvurmak, ihtilafsız mekruh­tur.”

İbn Teymiyye, zekâttan kaçmak ve düşmesi için hile yapmak konusunda hanefi hukukçuların görüşlerini şu şekilde belirtir: [549]

“Ebu Hanife'ye göre, zekât mükellefliğinden kaçmak için hile yapmak caizdir, ancak Muhammed bunu mekruh görürken, Ebu Yusuf mekruh görmez.”

İbn Teymiyye'nin, Ebu Yusuf’a ait olarak belirttiği bu görüş, kendisinin el-Harac adlı kitabındaki görüşüne aykırıdır. Çünkü Ebu Yusuf, bu eserinde hiçbir sebep ve şekilde hile yapılamayacağı­nı açıklar:

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kişinin zekâtı ödememesi, kendisinden zekât düşsün diye malı çeşitli kişilere vermek suretiyle mülkiyetinden çıkarması ve bunu o kişilere de zekât düşmeyecek şekilde yapması ve hangi şekil ve sebeple olursa olsun zekâtın düşmesi konusunda hile yapması helal olmaz.” [550]

İbn Teymiyye'nin belirttiği görüş, Ebu Yusuf’un söylediği ye meşhur olan,

“Hileler kanunen geçerli, fakat diyaneten caiz değil­dir.” Sözlerine uygundur.

Hanefi hukukçuların kitaplarında bazı hilelerin mekruh ol­duğu, bazısının da mekruh olmadığı belirtilir. Buna örnek olarak, zekât ödenmeyecek kimselere -msl., güç durumdaki anne-babaya, mescid yapımı veya borç ödemeye- verilmek üzere fakire şartlı ödeme yapmak gösterilir, ancak fakir bu şartı yerine getirmek zo­runda değildir. Görüldüğü gibi, bu hileler de zekâtın ödenmesi ko­nusunda olup, zekât borcunun düşürülmesi konusunda değildir.

 

Zekât Hilesinin Haram Olması:

 

a) Malik, Evzaî, Ebu Ubeyd, İshak, İbnu'l-Macişun ve Ahmed'e göre, zekâtı düşürmek için hile yapmak haramdır, hile yapılsa bile zekât ödenir; hileler hem diyaneten, hem de kanunen geçerli değil­dir:

(1) Maliki Mezhebine göre, nisap miktarı malı zekâttan kaçırmak için yıl sonunda veya ona yakın bir sürede  başka malla kısmen veya tamamen değiştirmek mükellef olunmasını engellemez. Msl., zekâta tâbi hayvanı yine aynı cinsten -msl. de­veyi deveyle- veya ayrı cinsten -msl.  deveyi koyunla- kısmen veya tamamen değiştirme halinde, diğerleri nisabı bulsun bul­masın, ticaret malı ve nakit karşılığı değiştirilsin ya da kesim yapılsın zekât  düşmez. Zekâttan kaçmak ve farz olmasından kurtulmak için kendi ikrarı veya hal deliliyle -msl., değiştirme ve  diğer tasarruflarla- bilinen kimse  -yeni mal  için daha çok zekât ödense bile- değiştirdiği eski malın zekâtını -niyeti kötü olduğundan-  ödemek  zorundadır. Malı yıl sonuna doğru -bir kısmını karısına, oğluna veya kölesine- hibe edip, daha sonra almak da böyledir.

(2) Hanbelî Mezhebine göre de, yıl sonuna doğru zekâttan kaçmak için -değiştirilerek mülkiyete yeni sokulan   mal ne olursa olsun- nisabın başka bir cinsle değiştirilmesi, nisap eksi­lerek zekât düşsün diye kasten itlaf etmek zekâtı düşürmez, ze­kâtın ödenmesi gerekir. Ancak, yılın başında veya ihtiyacı için telef etme durumunda, -kaçırma amacı ve kötü niyeti bulundu­ğuna kolayca hükmedilemeyeceğinden- zekât ödemek gerekmez.

b) Zeydiye Mezhebine göre, zekât mükellefliğini düşürmek için hile yapmak haramdır. Bu açıdan konuyu iki şekilde ele al­mak uygundur;

(1) Farz Olmazdan Önce Hile Yapmak: Nisap miktarı malı -msl., ticaret malını- yıl sonuna yakın satıp, zekâta tâbi olmayan bir malı -msl., yiyecek- satın alarak zekâtı düşürmek caiz değil­dir, bu davranış günahtır, ancak mükellefiyet de düşer. Bazı zeydî hukukçular bunun mubah olduğu görüşündedir.

(2) Farz Olduktan sonra Hile Yapmak: Malı tekrar mükel­lefe geri vermek üzere fakire zekât ödeme şeklindeki hile asla caiz değildir ve bu şekilde zekât ödenemez. Bu durum, şartın akidle birleşmesinde geçerlidir. Şart  akidden  (ödemeden)  bir süre önce olursa, esas olan görüş, birleşmesindeki gibidir, ancak bazı hukukçulara göre, Ödeme geçerlidir, fakat bu hareket tarzı tahrimen mekruhtur. Çünkü ilke olarak, Allah'ın maksuduna aykırı hile haramdır, eseri (sonucu) de bâtıldır. Zeydiye Mezhe­bine göre, zekâtı düşürmek için olduğu gibi, zekât almak için de hile yapmak haramdır. Bu da iki şekilde olur:

(a) Fakirin zekâtı hak sahibi olmayanlara vermek üzere alması caiz değildir, bu durumda zekât ödenmiş olmaz, alınanın da iadesi gerekir. Fakat msl.  haşimî soyundan fa­kir için hile yapmayı caiz görürler.

(b) Zenginliği dolayısıyla zekât alması haram olan kimsenin malını fakire hibe ederek kendisinin fakir kahp zekât alması caiz değildir.  Bazı hukukçular,  gelir sağlaya­cağı vakte kadar, yetecek miktarda almak için değil, malı çoğaltmak için yapılması halinde de haram olduğu görüşün­dedir.

Zeydiye Mezhebine göre, ilke olarak şunu bilmek gerekir: Hile ile Allah'ın rızasını kazanmak, haramdan kaçmak ve teşri maksadına uygunluk hedef alınırsa caizdir; teşri maksadına aykı­rılık hedef alınırsa caiz değildir. Bu son şekil için de izin veri­lirse, her haramın helâl olması gerekecektir.”

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 79) göre, zekâttan kaçmak için, mal satılmakla veya başka herhangi bir tasarrufta bulunmakla zekât düşmez.

 

Zekât Hilesinin Mekruh Olması:

 

Ebu Hanife ve eş-Şafiî'ye göre, zekâttan kaçmak için hile ya­pıldığında, -msl., ihtiyacı için telef halinde- yıl dolmadan mal eksldiğinden zekât düşer:

1) Hanefi Mezhebine göre, farz olduktan sonra zekâtı düşür­mek, Muhammed'e göre zekâttan kaçmak için hileye  başvurmak mekruhtur.

2) eş-Şafiî'ye göre, zekât mükellefliğini düşürmek için hile yapılması mekruhtur.

 

Zekât Kaçakçılığı: [551]

 

a) İshak b. Raheveyh, Ebu Bekr Abdilaziz, hanefî hukukçu Zü-fer, kadim kavlinde eş-Şafiî, birer nakilde Ahmed ve Evzaî ile bazı hanbelî hukukçulara göre, zekât ödemekten kaçanlara, zekât borç­ları tahsil edildikten sonra mallarının yarısına elkoyma cezası da uygulanır.  Bu görüşü ileri sürerken, şu hadise dayanırlar:

“Her kim ecrini Allah'tan isteyerek kırk devenin zekâtını verirse, ken­disi için mükâfat vardır. Kim bunu vermek istemezse, biz, hem ze­kâtını, hem de devesinin yarısını alırız. Zekât rabbimizin hakla­rından bir haktır. Muhammed'in ailesine ondan bir şey helâl ol­maz.” [552]

b) Cumhur, farz olduğuna inandığı halde, zekât borcunu öde­meyen mükelleften yalnızca bu borcunun tahsil edileceği görüşün­dedir. Bunların malının yarısına elkonmaz, devletçe ta'zir cezaları uygulanarak tedib edilirler.

Cumhur, Hz, Peygamber zamanında zekât vermeyen kişi bu­lunmadığını, böyle bir hadisenin ancak Ebu Bekr'in hilafeti zama­nında meydana geldiğini, ashaptan hiç birinin böyle bir para ceza­sının gerektiğine hükmetmediğini delil olarak ileri sürmektedir.

Yusuf Kardavî, -ödememeyi insanların alışkanlık haline ge­tirmesi ve bunun da yalnızca bu yolla önlenebilmesi halinde- zekât borcunu ödemeyenlere karşı malî ceza uygulanması gerektiği ka­naatini taşır. Bu, hem çağdaş vergilerde -gecikme zammı, kaçakçı­lık cezası vb. adlarla- uygulanan bir çözüm yoludur, hem de Hz. Peygamber ve Dört Halife yirmibeş davada malî ceza vermiştir. Ancak, ta'zir türündeki bu cezanın miktarı hal ve şartlara göre de-ğiştirilebilmelidir.

Libya Zekât Kanunu, zekât kaçakçılığı konusunu şu şekilde düzenler:

“Zekât kaçakçısı, ödeyeceği zekât miktarının iki katını geç­meyecek şekilde, malî cezaya çarptırılır.” (m. 36/1)

“Zekât ödemekten kaçmak kastıyla, 26. maddede gösterilen beyannameyi vermeyenler,  bu kanunun uygulaması  için  gerekli bilgi ve belgeyi kasten vermeyerek, ödemesi gerekli zekât mikta­rında kayba sebebiyet verenler, meşru olmayan yollara saparak mallarını tamamen veya kısmen zekât dışı bırakanlar ve tahak­kuk eden zekât borcunu kasten ödemeyenler, zekât kaçakçısı sayı­lır.” (m. 36/3)

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 82) da, zekât kaçakçılığı konusunu düzenlemiştir. Buna göre, zekât kaçakçısı, tahakkuk eden zekât borcuna ilâveten, zekât bor­cunun iki katını geçmemek üzere malî cezaya çarptırılır. Tahsil edilen bu malî ceza da, zekât gelirleri arasına katılır.

Şu kişiler, zekât kaçakçısı sayılır: [553]

a) 64. maddede gösterilen beyannameyi, gerekli zekât borcunu ödemekten kaçmak amacıyla, belirlenen süre içinde vermeyenler,

b) Beyanname veya diğer belgelerde, tahakkuk etmesi gere­ken zekât miktarında kayba yol açacak şekilde, kasten doğru ol­mayan beyanda bulunanlar,

c) Mallarım kısmen veya tamamen zekât dışı bırakmak amacıyla gayrı meşru yollara sapanlar,

d) Kesin olarak tahakkuk ettikten sonra, zekât borcunu kasten ödemeyenler.

Bu tasarıya göre (m. 83), kamu davası açıldıktan sonra zekât borcunu ödeyen mükellefin, bu borcuna ilâveten, zekât borcunun ya­rısını geçmeyen bir malî cezaya çarptırılması gerekir. Alınan bu ceza, zekât gelirleri arasına katılır.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı bu tasarıda, zekâtın ödenmesini sağlamak üzere alman malî cezaların, zekât geliri arasına katılacağı hükmü, bizce tartışmaya açıktır. Kanaatimizce, ceza gelirini, zekât gelirinden ayırmak, zekâtın ruhuna daha uy­gundur.

Tahakkuk eden zekât borcunu kasten ödemeyenlerin, çağdaş bazı düzenlemelerde, malî cezadan ayrı olarak, hapis cezasıyla de cezalandırılması öngörülmüştür.

Suudi Arabistan zekât sisteminde, zekât borçlusunun ödeme imkânı bulunduğu ve borcunu ödemekte temerrüt gösterdiği anlaşı­lırsa, zekâtı ödeyinceye kadar hapis cezası öngörülmüştür.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 81) da, aynı yolda biraz ayrıntılı düzenleme yapmıştır. Buna göre, zekât kurumunca tahakkuk ettirilen zekât borcunu kasten ödememekte ısrar eden mükellefin yeterli malı olduğu anlaşılırsa, mükellefin ikametgâhmdaki ceza hâkiminden, zekât borcunu öde­meye zorlamak için hapsedilme emri çıkarması istenir. Hapis sü­resi, hâkimin uygun göreceği kadar olup, iki haftayı geçmez. Top­lam hapis süresi iki ayı geçmemek üzere, borcunu ödeyinceye ka­dar hapis süresinin yenilenmesi mümkündür. Zekât mükellefi, hükmî şahıs olursa, müdürü veya başka sorumlusu; ülke içinde ikâmet etmeyen biri olursa, malını idare eden; reşit olmayan biri olursa velisi hapsedilir.

Vergi borcu doğmuş olduğu halde, vergi kanunlarına aykırı düşen hareketlerle, verginin hiç ödenmemesi veya kısmen öden­mesi halinde, vergi kaçakçılığı vardır. Bu tanımdan anlaşılacağı gibi, vergi kaçakçılığı vergiden kaçınmanın tersine, kanuna aykı­rıdır, burada kanuna karşı hile vardır.

 

Zekâtta Usulsüzlük:

 

Prensip itibarıyla vergi ziyanı olmayan bazı, vergi işlerinde vergi kanunlarının usule ve şekle ilişkin hükümlerinin yerine ge­tirilmemesi, usulsüzlük cezasıyla cezalandırılmıştır. Bunlar ara­sında, mükelleflerin, kanunlarına göre beyannamelerini verme­meleri, tutulması mecburi olan defterlerden herhangi birinin tu­tulmamış olması, defterlerini notere tasdik ettirmemiş olması gibi, şekle dair hallerde gösterdikleri dikkatsizlik veya ihmalkârlık se­bebiyle idarî bir tedbir olarak usulsüzlük cezaları kesilir. [554]

Libya Zekât Kanunu, usulsüzlük suçunu ve cezasını şöylece düzenlemektedir:

“Geçerli bir mazereti bulunmadığı halde, 26. maddede sözü edilen beyannameyi süresi içinde vermeyenler, beş dinardan az olmamak ve yüz dinarı geçmemek üzere, para cezasına çarptırılır.” (m. 37)

“Bu kanundaki cezalar, ceza kanunundaki cezaları hiçbir şe­kilde geçemez.” (m. 38)

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 84) göre, 64. maddede gösterilen beyannameyi mazeretsiz olarak geciktirenler, on cüneyhten az, ikiyüz cüneyhten fazla ol­mamak kaydıyla malî cezaya çarptırılır. Bu tasarı, ayrıca, zekât cezalarıyla ilgili genel bir prensip de koymuştur. Buna göre (m. 85), zekâtla ilgili cezalar, ceza kanununda veya diğer kanunlarda, gös­terilenleri geçemez. Zekât gelirinin korunması için, kamu malının korunması kanunu ve ceza kanununun ilgili hükümleri aynen ge­çerli kılınır.

Vergide amaç, mükellef veya sorumluyu cezalandırmaktan çok, vergi kanunları hükümlerinin zamanında yerine getirilme­sini sağlamaktır. Bu anlamda, yukardaki hükümlerin, vergi an­laşmazlıklarını azaltması düşüncesi yanında, vergi ahlâk ve ter­biyesinin yerleşmesinde de önemli rolü olduğunun kabul edilmesi gerekir. [555]

 

Zekât Mahremiyetinin İhlali:

 

Vergi cezalarından ayrı olarak, mükelleflerin sırlarını veya gizli kalması gereken hususları öğrenen memurların bunları ifşa etmeleri veya başka amaçlarla kullanmaları halinde cezalandı­rılmaları kabul edilmiştir. Örneğin, bir ticarî sırrı, başka bir ki­şiye, bir menfaat karşılığı olsun olmasın söylemek veya bildirmek gibi. Bu yasak, memurun görevden ayrılması halinde dahi devam eder. Öte yandan, mükelleflerin ilan edilen vergileri ele alınarak, bunların haysiyet, şeref ve haklarına tecavüz edilmesi halinde de cezalandırmaya gidilir. [556]

Bu çeşit mahremiyet durumlarının ihlalleri, zekât huku­kunda da günün şartlarına uygun şekilde düzenlenebilir, düzen­lenmelidir. Nitekim Libya Zekât Kanunu, bu konuyu da düzenle­miştir:

“Zekâtın tarh ve tahsili gibi işlemler veya zekât incelemele­riyle uğraşan memurlar veya görevliler, bu kanunla verilen görev­leri dolayısıyla mükelleflerin muamele ve hesap durumlarına, iş­yerine, işletmelerine, servet veya mesleklerine ilişkin hususları ifşa edemezler, kendilerinin veya üçüncü kişilerin yararına kul­lanamazlar. Mükellefin sırlarını veya gizli kalması gereken hu­susları öğrenen memurların, bunları ifşa etmeleri halinde, Ceza Kanunu'nun 236. maddesi uygulanır.” (m. 43)

Osman Ebu Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu ta­sarısında (m. 88), ceza kanunundaki görev ve mesleğin sırlarını ifşa etme cezasıyla ilgili hükümlerin uygulanması benimsenmiş­tir.

 

3- Zekât Suçlarında İştirak Ve Tekerrür:

 

Ceza kanunlarında bulunan, suçlarda iştirak, suçlarda teker­rür ve birleşme hallerini de vergi suçlarında gözönüne almak ge­rekir.

Vergi suçuna iştirak, birden fazla kişinin, ayrı ayrı menfaat gözetmek şartıyla kaçakçılık sayılan fiilleri birlikte  yaptıkları hallerde meydana gelir ve bu suçları işleyenlerin her biri için aynı miktarda cezaya hükmolunur.

Tekerrür, ceza gören bir kimsenin, aynı neviden bir fiili, ce­zanın kesinleştiğini takip eden yılın başından itibaren belli süre­lerde tekrar işlemesi halinde ortaya çıkar. Bu kimsenin cezası, su­çuna göre belli oranlarda arttırılır. [557]

Zekât suçlarında iştirak durumuna yakın bir konu olarak, zekâtın farz olduğunu inkâr etmediği halde ödemeyen asiler konu­sunda hukukçular şu görüşleri belirtirler: [558]

a) Hz. Ebu Bekir'e göre, böylelerine mürted hükümleri uygu­lanır; kendileriyle savaşılır ve nesilleri esir alınır.

b) Hz. Ömer'in görüşünü benimseyen Cumhur'a göre, böyleleriyle savaşılır, fakat nesilleri esir alınmaz. Malı bulunursa, zekât ödemeye çağırılır ve tevbe ettirilir, eğer tevbe edip zekâtı öderse ser­best bırakılır, ödemezse öldürülür, fakat küfrüne hükmedilmez.

Maliki Mezhebine göre, zekâtım ödemeyenden zekât borcu sa­dece savaşla tahsil edilebilirse savaşılır, ancak öldürme maksadı taşınmaz. Ona karşı savaşanlardan birini öldürürse, kısas uygu­lanarak o da öldürülür. Başkası kendisini öldürürse, heder olur gi­der.

Hanbelî Mezhebine göre, farz olduğuna inanarak, zekâtı öde­mezse ve devlet de kendini yakalamışsa, zekât borcu tahsil edilir ve ta'zir cezası uygulanır. Malını gizlemesi ve kaçırması halinde de bu hükümler uygulanır. Devlete başkaldırırsa kendisiyle savaşılır. Galip gelinir ve malı da elde edilirse, bu malından yalnızca zekât borcu tahsil edilir. Hem kendisi ve hem de nesli esir edilmez. Ken­disine galip gelinir, fakat malı bulunmazsa, ödemeye ve üç defa tevbe etmeye çağırılır. Tevbe etmez ve ödemezse öldürülür, küfrüne hükmedilmez. İbn Hanbel'den, kendisine savaş açmakla küfrüne hükmedileceği görüşü rivayet edilir.

c) Bir gruba göre, dinî farzlardan birinin farz olduğunu inkâr etmeyip yerine getirmeyen kafir olur:

1) İbn Hanbel'e göre, farz olduğunu inkâr etmediği halde zekât ödemeyen kâfir olur.

2) Meymun b Mihran'a göre, bunlar mirasçı olamadığı gibi, cenaze namazları da kılınmaz.

3) İbn Mes'ud'a göre de zekâtını ödemeyen kimse müslüman değildir.

İslam devletler umumî hukukunda meşru görülen harplerden biri de “cezalandırmak maksadıyla” zekâtın veya herhangi bir dinî vazifenin mecburi olmadığını iddia edenlere karşı yapılan savaştır. Devlet bunları itaat altına aldıktan sonra mal bulursa borcu kadarını cebren alır, bulamazsa kendilerini zekât ödemeye çağırır ve üç defa tevbe ettirir, tevbe ederse serbest bırakılır, etmezse öldürülür. [559]

Zekât suçlarında tekerrür ise, ta'zir türünden cezaların kap­samına girer.

 

4- Zekât Cezalarında Pişmanlık, Ölüm Ve Mücbir Sebepler:

 

Kanunlara aykırı düşen fiil ve hareketlerin müeyyidelere bağlanması, prensip itibarıyla, bunların yapılmasını önlemek amacına dayanır; bu bakımdan ceza kanunları, suçların pişman­lık ve ıslah hallerine yer verir. Vergiler alanında da, mutlaka iş­lenen bir vergi kanununa aykırılığın cezalandırılması amacı yok­tur. Konulan vergi cezalan, her şeyden önce, aykırılık fiillerinin işlenmemesinin bir teminatı sayılır. Bunun yanında, vergilerin, zamanında ve tam olarak tahsil edilmesi amacı güdülür. İşte VUK.’muz, şu veya bu sebepten veya etki altında kalarak vergi suçu işlemiş olan bir mükellefin, sonradan vicdanının sesine uyarak pişmanlık duyması halinde bu suçunun vergi dairesinin henüz bil­gisi dışında kaldığı sürece, durumu kendiliğinden bildirebilmesi ve böyle bir durumda vergi cezası kesilmemesi imkânını kabul et­miştir.

Öte yandan, cezaların şahsîliği prensibine uyularak, mükel­lefin ölümü halinde, vergi cezalarının düşeceği kabul edilmiştir (m. 372). Bu hüküm, bütün vergi cezalarını kapsar. Bu anlamda, vergi cezalarının kesinleşmemiş veya kesinleşmiş fakat tahsil edilmemiş olması halinde, mirasçılara intikal etmeyeceği de kabul edilmiştir. Ancak, kamu alacağının ödeme müddeti içinde öden­memesi halinde alman gecikme zammının ceza mahiyetinde olmadığı için ölüm halinde düşmeyeceği kararlaştırılmıştır.

Nihayet, vergi usul kanunumuz, bu kanunda yazılı mücbir sebeplerden herhangi birininin meydana gelmesi ve bunun tevsik ve ispat edilmesi halinde, vergi cezasının kesilmeyeceğini kabul etmiştir (m. 373). Maddede bahsi geçen mücbir sebepler, aynı kanu­nun 13. maddesinde başlıca ağır kaza, ağır hastalık ve tutukluluk, yangın, yer sarsıntısı ve su basması gibi âfetler, mecburî gaybubet­ler, sahibinin iradesi dışında defter ve vesikaların elden çıkmış bulunması vb.'dir.

Zekâtta usulsüzlük, zekât mahremiyetinin ihjali ve son ola­rak zekât cezalarında pişmanlık hakkında hukukçuların herhangi bir açıklamasını tespit edebilmiş değiliz. Ancak bunlar tazir suç­ları içinde pekâlâ düşünülebilir. Mücbir sebepler konusu üzerinde ise kısmen durulmuştur. Nitekim Hz Ömer, bir kıtlık yılına ait vergi borçlarını gelecek yıla ertele mistir. [560]

 

12. BÖLÜM ZEKÂT İHTİLAFLARI (ZEKÂT YARGILAMA HUKUKU)

 

37. Zekât Uyuşmazlıklarının Mahiyet Ve Şekilleri

 

Vergileme yetkisi olan kamu makamları karşısında mükel­leflerin, ödevleri yanında, kendileri için yapılan vergi işlemlerine itiraz etmek hakları vardır. Vergi ihtilaflarının konusu, bu haklar dolayısıyla vergi dairesiyle mükelleflerin karşılaşmasıdır. Buna, adlî ve idarî kazalar yanında, malî kaza veya vergi kazası denir. Malî kaza, gerek vergi tarhı, gerekse tahsilinde maliye me­murlarının çoğu kez bilmeyerek veya hazine çıkarını düşünerek yaptıkları hatalara karşı mükelleflere güvence verilmek istenme­sinin bir sonucudur. Gerçek bir hukuk devletinde, vergilerin ka­nunlara uygunluğu prensibine göre, mükelleflerin iddia ve itiraz­larının bir mahkeme kararına bağlanması gerekir. Kaldı ki, ikti­sadî hayatın devamlı değişiklikler göstermesi, vergi kanunlarının da sık sık değişmesi sonucunu yaratmakta ve uygulanmasında güçlükler doğurmaktadır. Yalnız mükelleflerin değil, vergi me­murlarının dahi, vergi kanunlarını iyice anlamak ve uygulamak­ta birçok hatalara yer verdikleri bir gerçektir. Üstelik, vergi daire­lerince kanunların çoğu kez dar anlamda yorumlanması ve malî zihniyet içinde hareket edilerek mükelleflerin daima şüphe altında görülmesi vergi ihtilaflarını çoğaltmaktadır. Dolayısıyla, vergile­me yetkisi olan makamların bu hal ve ruh içinde yaptıkları idarî işlemlerine karşı mükelleflerin kendilerini savunmak konusunda vergi hakimlerine başvurmaları, kanun koyucunun kamu yükleri bakımından vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanması amacına da uygun düşmektedir.

Vergi ihtilafları, başlıca mükellefiyet, ceza kesme ve tahsil konularında ortaya çıkmaktadır. Mükellefiyet ihtilafları, vergi matrahının tayin ve tespiti, verginin miktarı, muafiyet ve istisnalar ve mükellefin şahsında hatalar dolayısıyla meydana gelir. Ceza kesmede ihtilaf, vergi suçlarına ait ihtilaftır. Tahsil ihtilafları ise, tebliğ edilen ödeme emrine ilgili şahsın borcu olmadığı, bunu tamamen veya kısmen ödediği veya bu borcun zamanaşımına uğ­radığı iddialarından doğar. [561]

Bu manadaki zekât ihtilafları konusunda, hukukçular şu ge­nel açıklamayı yapmaktadırlar: [562]

a) Hanefi Mezhebine göre, zekât memuru mükellefin zekât borcunu talep eder ve mükellef ona

“Yılı dolmadı, nisabı kaplayan veya eksilten borcum var, başka bir zekât memuruna ödedim” kar­şılığını verirse, orada başka bir zekât memuru bulunduğu takdirde, yemin etmesi istenir. Bu durumda yemini kabul edilir. Bir riva­yette ise, başka bir zekât memuruna ödeme yapıldığında, buna dair bir yazılı belge göstermek gerekir. Ancak, yazıların birbirine ben­zemesi, sahtelik bulunması, dalgınlıkla hiç alınmaması, alındık­tan sonra kaybedilmesi gibi sebeplerle bu yola başvurulması kimi hukukçularca pek tutulmamıştır. Şunu belirtmeliyiz ki, günümüzde bu tür sebepler genellikle ortadan kalkmıştır, hatta yazı uzmanları bulunmaktadır.  Bunun için, onlara göre mükellefin yemin ile pe­kiştirdiği sözü muteberdir.  Mükellef yemin eder ve  -yıllar sonra bile olsa, yalancılığı ortaya çıkarsa, zekât borcu tahsil edilir. Zira zekât, sabit bir haktır, yalan bir yeminle hükümsüz bırakılması mümkün değildir. Zekât borcunu ödemesi istendiğinde mükellef, memura

“Borcumu belde fakirlerine şahsen ödedim” der ve yemin ederse, sözü kabul edilir. Zira devlet başkanının onların zekâtını tahsil etme hakkı bulunmaktadır, mükellef bu hakkı hükümsüz bı­rakmaya yetkili değildir.   Başka yere nakledilen gizli malların durumu da böyledir. Çünkü ortaya çıkmakla bu mallar, artık açık mala dönüşür. Açık malların zekâtını devlet başkanı veya naibi tahsil etmeye yetkilidir. Ziraî mahsuller de açık mal hükmündedir. Bu yüzden, devlet onların da zekâtını cebren tahsile yetkilidir. Bu­nunla birlikte mükellefin, ziraî mahsullere ait zekât borcunu bizzat ödemesiyle farz kendisinden düşer. Ancak, şahsen yapılan öde­mede yalnızca ibadet sevabı kazanılırken,  devletin tahsil etmesi halinde malın Allah rızası uğruna gitmesi sevabı elde edilir.

b) Zeydiye Mezhebine göre, mükellef zekâtın kendisinden düş­tüğünü, nisaba sahip olmadığını iddia eder, kendisinin de doğruluğu bilinmezse sözü kabul edilir, ancak devlet doğruluğundan şüphe duyduğunda yemin ettirir, doğruluğu bilinirse yemin ettirilmez.

Mükellef, zekâtın farz olduğunu kabul etmekle birlikte, devletin talebinden ve memurların gelmesinden önce hak sahiplerine ödedi­ğini iddia ederse, delil göstermesi gerekir. Delil gösteremezse, -doğrulukla tanınsa bile- sözü kabul edilmez, zekât borcu tahsil edi­lir.

 

38. Zekât İhtilaflarına Bakacak Merci

 

Vergi ihtilaflarına bakacak mahkemelerin tespiti konusunda başlıca iki problem bulunmaktadır:

1) Vergi ihtilaflarına acaba genel mahkemeler mi, yoksa özel mahkemeler (ihtisas mahkemeleri) mi yetkili olmalıdır?

Gerçekten vergi hukuku alanında çok sayıda kanun bulun­duğu bilinmektedir, dolayısıyla vergi ihtilafları çok karışık prob­lemler yaratmaktadır. Bütün vergi işlerinin herhangi bir uzman tarafından dahi bilinebileceği ileri sürülemez. Öte yandan, vergi meseleleri, iktisadî olaylara bağlı olduğu için, bu olayların devam­lı değişiklikleri karşısında çözümü güç ve bazan teknik ve muha­sebe ile ilgili konulara yer vermektedir. Bu sebeple vergi ihtilafla­rının özel mahkemelerde görülmesi gereği doğmaktadır. Yurdu­muzda buna benzer bir malî kaza sistemi kurulmasına ilişkin ka­nunlar çıkarılmıştır.

Fakat vergi ihtilaflarının büyük bir uzmanlık istemesi, bun­ların genel mahkemelerde görülmesine engel olmamak gerekir. Gerçekten, vergiye özgü çeşitli problemler bulunmakla beraber, ge­nel mahkemelerde çoğu kez iktisadî ve hatta tıbbî problemler de gö­rülmektedir. Bunların çözümü hakkında hakim sık sık bilirkişiye başvurmaktadır. Kaldı ki, adlî yargı içinde belli bir mahkemenin yalnız vergi ihtilaflarına bakması imkânı vardır.

Bütün bu düşüncelere rağmen, bağımsız bir malî kazancın mükellefler için daha güvenceli olacağı düşünülmektedir.

Vergi ihtilaflarının hakem mahkemelerine (kurullarına) bı­rakılması, ayrı bir şekil olarak düşünülebilir. Bu mahkemeler, vergi dairesi temsilcileriyle mükellef temsilcilerinden oluşur. Ger­çekten, yargı yetkisinin her şeyden önce, kamu otoritelerince kul­lanılması gereğinin yanısıra, temsilcilerin karşılıklı ilgi ve menfaatları bu çeşit mahkemelerin işleyişini güçleştirebilir. Öte yan­dan, bu mahkemelerde kanunların tam olarak uygulanmasından çok, karşılıklı tavizlere yer verileceği akla gelmektedir. Hakem mahkemelerinin başına, meslekten bir hakimin getirilmesi halin­de ise bu hakimin diğer üyeler üzerinde, bunların vergi konusun­daki   bilgisizlikleri dolayısıyla etki yapabileceği açıktır. Bunun içindir ki, eskiden geniş uygulama alanı bulan bu şekil, yavaş ya­vaş kalkmaktadır.

2) Adlî ve idarî mahkemelerin birlikte bulunduğu hallerde, vergi ihtilafları acaba bunlardan hangisinin yetkisi içinde olmalı­dır?

Vergi hukukunun bir kamu hukuku kolu olması ve vergi ihti­laflarının idarî işlemlerden doğmakta bulunması yüzünden, vergi davalarının idarî mahkemelerde görülmesi doğal şekil olarak ka­bul edilmektedir.

Bu iki şekilden ayrı olarak, bir kısım vergilerle ilgili ihtilaf­ların, idarî mahkemelerde ve diğer bir kısmının adlî mahkeme­lerde görüldüğü ülkeler de vardır.

Şu noktayı da belirtmekte yarar vardır ki, vergi ihtilafları, bazı hallerde, mahkemelere intikal etmeden mükellefle ilgili vergi dairesi tarafından yapılan uzlaşmalarla çözülür. Mükelleflerin vergi dairesine başvurması sonucunda ya hata görülür ve vergi da­iresince düzeltilir veya mükellef, verilen izahat karşısında yapılan işlemin doğruluğuna kanaat getirerek mahkemeye başvurmaktan vazgeçer. Her iki tarafın da ısrar etmesi halinde, ihtilaf, mahke­meye intikal eder. Bu usulün, ihtilafların azaltılması bakımından büyük yarar sağladığı görülmüştür. [563]

Hz. Peygamber devrinde, tahakkuk ettirilen vergiye mükellef, yine vergi memuru nezdinde itirazda bulunabilirdi, fakat onun ve­receği karar nihaîdir; bu kararı tatbik edilirdi. [564] Fakat bu durum Halife Ömer devrinde daha da gelişmiştir. Hz. Ömer, hac mevsimi, bütün vergi işleriyle meşgul memurlarım Mekke'de toplar, esasen eyaletlerden hac için gelmiş olan müslümanlar ile yüzleştirmek suretiyle, varsa vergi şikâyet veya tahsil ihtilaflarını hal cihetine giderdi. Bu kontrol muvacehesinde, alınmış sair bazı idarî tedbir­lere de rastlamaktayız. [565] Daha sonraki devirlerde ortaya çıkan Mezalim Mahkemeleri vergi ihtilaflarının görüleceği ilk ve üst mahkeme olarak görev yapmıştır. [566]

Libya Zekât Kanunu, zekât uyuşmazlıkları konusunu şöylece düzenlemiştir:

“Mükellefler, idarenin zekâtla ilgili haksız eylemlerine karşı, 31. maddede belirtilen organlara başvurabilirler.” (m. 30)

“Zekât uyuşmazlıklarını incelemek ve karara bağlamak üzere, başkanlığını şer'î bidayet mahkemelerinden bir hakimin yaptığı, bir hakim ve biri din bilgini, diğeri maliye bakanlığı per­sonelinden olmak üzere iki üyeden oluşan komisyonlar kurulur, komisyonların kuruluşu, Maliye Bakanlığının kararnamesiyle olur. Bakanın kararnamesinde, yedek üyeler de gösterilebilir.” (m. 3 )

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sında (m. 82) da, zekât ihtilaflarına bakacak merci aynı şekilde be­lirtilmiştir. Bu tasarıda, ayrıca, zekât kurumunun kararlarına karşı bu merciye yapılacak itirazın otuz gün içinde yapılması da ifade edilmiştir. Zekât ihtilaflarına bakacak mercilerin görev alanı, mahallî idare birimlerine göre belirlenir. Bu merciin vere­ceği karara karşı, bölge idare mahkemesine temyiz için başvurulabilir. İdare mahkemesi, zekât ihtilaflarına bakan merciin kararını durdurmadıkça, uygulamaya devam edilir.

 

39. Zekât İhtilaflarında Kanun Yolları

 

Zekât ihtilafını inceleyip karara bağlayan yetkili mercilerin kararlarına karşı bir üst merciye başvurmak daima mümkündür. Hz. Ömer'in az önce anlatılan davranışı ile mezalim mahkemele­rine müracaat aynı zamanda bu konunun ilk örnekleridir.

Günümüzde ise, yargılama usulü konusunda belirtilen şekil­lerde kanun yollarına başvurulabilir.

 

40. Zekât İhtilaflarında Uygulanacak Yargılama Usulü

 

Zekât ihtilaflarında uygulanacak yargılama usulü, adalet mahkemelerinden farklı olmamıştır. Ancak Mezalim Mahkemele­rinde görevli hakim, bu gibi ihtilafların hallinde, genel mahkeme hakimlerinden daha geniş yetkilerle donatılmıştır. [567]

Zekâtla ilgili çağdaş bir düzenleme olan Libya Zekât Kanunu ve bu kanunla ilgili Uygulama Talimatnamesi, zekât ihtilafla­rında uygulanacak yargılama usulünü şöylece ele alırlar:

“Zekât uyuşmazlıklarını inceleyecek ve karara bağlayacak ornısyonların uymak zorunda olduğu yargılama usulü, Uygulama Talimatnamesi'nde gösterilir.” [568]

“Zekât alacağı için kamu davası, ancak Zekât İşleri Genel Müdürünün talebi üzerine açılabilir.” [569]

“Zekât kaçakçısı, zekât borcunu ödediği takdirde, açılan kamu davası geri alınabilir. Bu takdirde, idare kaçakçıya, zekât borcuna ilâveten, zekât borcunun yarısını geçmeyecek bir meblağı ödetmelidir.” [570]

“Bu kanun hükümlerini uygulamak üzere, kendilerinde bu­lunan belge ve kayıtların, Zekât İşleri Genel Müdürlüğü persone­lince incelenmesinin istenmesi halinde, bu belge ve kayıtların bu­lunduğu resmî makamlar izin vermek zorundadırlar.” [571]

“İdareye karşı itiraz, idarenin kararı mükellefe tebliğ edil­dikten itibaren otuz gün içinde yapılır.” [572]

“Uyuşmazlığı incelemekle görevli komisyon, mükellef tara­fından yapılan itirazın bir örneğini, tebliğ tarihinden itibaren bir hafta içinde görüşünü bildirmek ve gerekli gördüğü evrak, delil vb.’ni vermek üzere ilgili idareye gönderir.” [573]

“Komisyon başkanı, itirazı incelemek üzere, taraflara bir du­ruşma günü belirler. İtiraz konusuyla ilgili bilgi ve belgeleri vere­bileceklerini de belirten bir yazıyla duruşma gününü enaz bir hafta önceden taraflara tebliğ eder.” [574]

“Taraflar bizzat veya temsilcileri aracılığıyla duruşmaya ka­tılabilir, görüşlerini yazılı ve sözlü olarak bildirebilirler. Taraflar, duruşmada bulunmadıkları takdirde, haklarında gıyaben karar verilebilir.” [575]

“Komisyon toplantısı, bütün üyelerin katılımıyla gerçekleşir. Duruşmalar, gizli yapılır. Karar çoğunlukla alınır. Komisyon sek­reterliğini, Maliye Bakanı'nın seçtiği bir görevli yürütür.” [576]

“Komisyon, taraflardan ve ilgili diğer kişilerden, konuyla il­gili olarak, gerekli gördüğü bilgi ve belgeleri isteyebilir.” [577]

“Bu kanun hükümlerini uygulamak üzere, kendilerinde bu­lunan belge ve kayıtlarının zekât idaresince incelenmesinin is­tenmesi halinde, bu belge ve kayıtların bulunduğu resmî makam­lar, inceleme izni vermek zorundadırlar.” [578]

“Komisyon gerekli incelemeyi yaptıktan sonra, itirazı, ka­rara bağlar. Doğrudan veya temsilcisi aracılığıyla kararı uygular, bilirkişilere başvurabilir.” [579]

“Komisyon sekreteri, komisyonca alınan kararı, kararın alındığı tarihten itibaren çoğunlukla bir hafta içinde taraflara teb­liğ eder. Kararın tebliği için, özel bir zimmet defteri bulunur. İdare, kendine kararın tebliğ edilmesinden hemen sonra kararı otuz gün içinde zekâtını ödemesini ister.” [580]

“İdare, itirazı inceleyen komisyonun karar vermesinden önce, mükellef ile ödenecek zekât miktarı konusunda uzlaşmaya gidebilir. Bu uzlaşma, bir tutanakla tespit edilir. Bu durumda, itiraz çözümlenmiş sayılır ve mükellefe ödeme emrinin tebliğinden itiba­ren otuz gün içinde ödenmesi gerekir.” [581]

“Bu kanun hükümlerini uygulamak için, gerekli görülen be­yanda bulunması idarece istenen kişiler, bunu tebliğ tarihinden iti­baren bir ay içinde yerine getirmeleri gerekir.” [582]

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı tasarı da, 65-68. mad­delerinde aynı usulü benimsemiştir.

Yine Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısına göre (m. 82/5), zekât ihtilaflarına bakan komisyonun kararlarına karşı, bölge idare mahkemesine temyiz davası açılabi­lir.

Yine aynı uzmanın hazırladığı zekât kanunu tasarısına (m. 31) göre, sekiz harcama alanı içinde bulunduğunu öne süren her müslüman ilgili menfaat ve hizmetten yararlanmak üzere zekât idaresine başvurabilir. Talebine otuz gün içinde cevap verilmezse veya hak ettiğinden daha az bir menfaat ve hizmet verilmesi karar­laştırılırsa 72. maddede düzenlenen komisyona başvurabilir. Bu komisyon, hem şikâyetçiyi, hem de şikâyet edilen birimin cevabını inceler, bunun sonunda ya talebin haklı olduğuna veya reddine ka­rar verir. Bu karara karşı, bölge idare mahkemesine temyiz hakkı vardır. Bu konuda, 72. maddedeki usule uyulur.

Aslında, zekât idaresinin karar ve tasarrufları, bir yandan yargı denetimine, diğer yandan kamuoyu denetimine ve siyasi de­netime tâbidir. Bu denetim yolları da, zekâtla ilgili mevzuatta dü­zenlenmelidir. Nitekim Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 32), bu- denetim yollarını da düzenlemiş­tir. Buna göre, zekât mükellefi veya zekât alabilecek durumdaki dişiler, zekât idaresinin gerek tarh ve tahsil, gerekse harcama konusundaki karar ve tasarruflarına karşı, ilgili inerciye dava aça­bilirler. Bu merciin kararlarını da, bölge idare mahkemesinde temyiz edebilirler. Bu konuda, 72. maddedeki usule uyulur.

 

41. Uzlaşma

 

Vergi ihtilaflarının fazla olması ve çoğu kez uzun sürmesi, bunların halli için başvurulan yollardan beklenen sonucu verme­mektedir. Vergi işleri sür'at ister; gerek mükellefler, gerek devlet bakımından ihtilafların bir an evvel sonuçlanmasında yarar var­dır. Asıl amaç, vergi ihtilaflarının ortaya çıkması, komisyon veya mahkemelerde çözüme bağlanması değil, bunların mümkün olduğu kadar az olması ve vergi ihtilaflarının uzamasından doğacak sa­kıncaların önlenmesidir. Bu gibi düşüncelere dayanılarak, çeşitli ülkelerde vergi ihtilaflarının, yargı organlarına gitmeden, daha ilk doğuş sırasında, taraflar arasında anlaşma ve uzlaşma ile ortadan kaldırılması usulleri kabul edilmiştir. Uzlaşmanın sonucu, vergi ihtilafının ortadan kalkmasıdır. Uzlaşma olmazsa, ihtilaf, vergi kazası kuruluşlarına geçer. [583]

İslâm hukukunda hukuk davaları için tarafların duruşma sonrasında veya muhakeme henüz yürürken, sulh yoluyla çözüm yoluna sahip olmaları mümkündür. [584] Bu durum, zekât ihtilafları için de geçerli kabul edilebilir. Nitekim Libya Zekât Kanunu, bu konuyu şöylece düzenlemiştir:

“İdare, beyannamenin doğruluğunda veya tarh edilen zekâtın kanun hükümlerine aykırı olduğunda şüphe uyandıran bir belirti tespit ederse, beyannameyi incelemek ve gerekli bilgi ve belgeleri istemek üzere, mükellefi görüşmeye davet eder. Taraflar, ödenecek zekât miktarı üzerinde anlaşma sağladıkları takdirde, durum bir tutanakla tespit edilir ve ödenecek zekât miktarı bu tutanakla son şeklini alır. Tarafların bu görüşmeden sonra anlaştıkları zekât miktarı, beyannamedekinden az olduğu takdirde, mükellef tebliğ tarihinden itibaren bir ay içinde farkı ödemek zorundadır.” [585]

“Bu durumda taraflar, bir anlaşma sağlayamazlar ve ödene­cek zekât miktarının beyannamede belirtilenden fazla olduğu veya herhangi birinin zekât mükellefi olduğu halde beyanname verme­diği anlaşılırsa, idare doğrudan zekât tarhı yoluna gider ve duru­mu mükellefe tebliğ eder.” [586] Yukarıda da belirtildiği gibi, ihtilafın   görüşülmesi sırasında da uzlaşmaya gidilebilir. [587]

 

42. Zekât Hatalarında Düzeltme

 

Vergi kanunlarının uygulanmasında, ortaya çıkan anlaş­mazlıkların yargı uyuşmazlığı veya uzlaşma yoluyla giderilmesi­nin yaraşıra, vergi hatalarının idarece düzeltilmesi de öngörül­müştür. Düzeltme, vergi hatalarının yargı mercilerine gidilmeksi­zin, hatayı yapan vergi dairesince ortadan kaldırılmasına yönelik bir idarî işlemdir. Ancak duruma göre, düzeltme ile ilgili başvuru­ların sonradan yargı uyuşmazlığına dönüştürülmesi imkânı da vardır. Bu özellikleriyle düzeltme, bir idarî denetim yolu olarak, kanuna uygun vergilendirmenin gerçekleşmesinde mükelleflere sağlanan ek bir güvencedir.

Düzeltme yoluna, gerek vergiler için, gerekse bunlara bağlı olarak kesilen cezalar için gidilebilir.

Vergi hataları, iki grupta toplanmaktadır:

1) Hesap Hataları;

a) Matrah hataları,

b) Vergi miktarında hatalar,

c) Verginin mükerrer olması;

2) Vergilendirme Hataları:

a) Mükellefin şahsında hata,

b) Mükellefiyette hata,

c) Mevzuda hata,

d) Vergilendirme ve muafiyet döneminde hata. [588]

Zekât hatalarında düzeltme yoluna gidildiği tarihî bazı olay­larla sabittir. [589]

 

13. BÖLÜM ZEKÂTIN TAHSİLİ / ÖDENMESİ

 

Vergi işlemi, vergi alacağının tahsili ile sona erer. Verginin tahsili, vergi alacağının devlet hazinesine girmesi veya devletin eline geçmesi demektir. Şu halde verginin tahsili, mükellefin var­lığından vergi miktarına eşit bir paranın devlet hazinesine geç­mesi için gerekli bütün malî usulleri kapsar. Bu usuller içinde vergi borcunun ödenmesi, devlet bakımından vergi alacağının or­tadan kalkması sonucunu verir. Genellikle her vergi kanunu, ver­ginin nasıl ve ne zaman ödeneceği hakkında hükümler taşır. [590]

 

43. Zekâtın Tahsil / Ödenme Usulleri

 

Uygulamada görülen usullere göre vergiler, ya halk temsilci­leri, ya mültezimler veya devlet memurları tarafından tahsil edi­lir. [591]

 

1- Halk Temsilcileri Yoluyla Tahsil Usulü:

 

Bu usulde mükellefler, hazine hesabına vergi tahsil edecek halk temsilcilerini kendileri seçerler; buna göre, belirli yerlerin vergileri, o yerin halkı arasından seçilen temsilcileri tarafından toplanır ve maliyeye yatırılır. Osmanlı devrinde iltizama verilme­yen bazı vergiler muhtarlar tarafından tahsil edilirdi. Abdülaziz zamanının sonlarına kadar süren bu usul sonradan bırakılmıştır. Temsilcilerin tam bir otorite kuramamaları ve görevlerini yeteri derecede yapmaktan kaçınmaları dolayısıyla bu usul kötü sonuçlar vermiştir; modern ülkelerde halen uygulanmamaktadır.

 

2- İltizam Usulü:

 

Bu usulde, belirli vergilerin, kanunlara göre tarh ve tahsil hakkı, devlet tarafından, anlaşma ile üçüncü bir şahsa (veya şir­kete) verilerek karşılığında bir bedel alınır. Verginin tahsilini üzerine alan kimseye Mültezim denir. Mültezim, bir verginin top­lanması işini kendi üzerine alan bir müteahhittir. İltizama verme, arttırma usulü ile olur; tahsil edeceği vergi karşılığında hazineye kim daha fazla vermeyi teklif ederse, iltizamı o alır. Özellikle ayın (ürün) olarak alınan vergilerde bu tahsil usulüne başvurulmuştur. Osmanlı devrinde âşâr, iltizam usulü ile alınırdı. Bu usulün ya­rarı, devletin verginin tarh ve tahsil giderlerini yapmaması, sadece idarî ve kazaî denetimde bulunmasıdır. Fakat sakıncaları da çok­tur. Her şeyden önce, devletin kuvvet ve itibarına zarar verilir. Öte yandan mültezimler, mümkün olduğu kadar fazla vergi almak amacıyla mükellefleri bunaltabilirler.

Modern devletlerde bu usul de artık uygulanmamaktadır.

 

3- Devlet Memurları Tarafından Tahsil:

 

Zamanımızda genel olarak vergilerin devlet memurları tara­fından tarh ve tahsil edilmesi usulü uygulanmaktadır. Bu, gerek mükelleflerin güvencesi, gerek hazinenin yararı bakımından iyi bir usuldür.

 

44. Zekâtın Devlet Memurları Tarafından Tahsili

 

Hz. Peygamber, doğrudan doğruya kendisinin tayin ettiği memurlar veyahutta vazifelendirdiği mahallî memurlar vasıtasıy­la zekât olarak, devlet reisi sıfatiyie müslümanlara vazettiği vergi­leri, merkezî hükümet namına tahsil etmiştir. Sonraki halifeler devri ve daha ilerki devirlerde tahsil bakımından muhtelif usuller meselâ iltizam (kabâla-locatio) sistemi, tesebbüb, havale gibi yeni usuller de kullanılmıştır. [592]

Kur'ân'da gerek mekkî, gerekse medenî olan âyetler ara­sında, Hz. Peygamber'e vergi alma selahiyeti veren müteaddit âyet­ler bulunmaktadır. [593] Bunlardan aldığı selahiyetle Hz. Peygamber, ilk devirler kendisine getirilen sadakaları kabul ediyor ve ayrıca fertleri malî mükellefiyetleri yerine getirmeye daima teşvik edi­yordu. Bilhassa Medine siyasî organizasyonu içinde hususî memur­lar tarafından vergiler toplamaya başladığından itibaren tarh, tahakkuk ve tahsil usulleri de buna paralel olarak vazedilmeye baş­landı.

Devlet kurucusu olarak Peygamber, çevresindeki insanlar arasında herkesi kendi kabiliyet ve temayülleri istikametinde mu­ayyen vazife ve mevzularda yetiştirirdi. Bilhassa fetihten sonra Hz. Peygamber'in tayin etmiş olduğu vergi memurlarına, tahsil edile­cek vergi mevzuu olan şeyi bizzat gidip o şeyin bulunduğu yerde tahsil etmelerini emretmesine bakılacak olursa, fetihten evvel gön­derilen tahsil memurlarına vergiyi bizzat mükellefin getirdiğini, fakat bu son kaidenin vazından sonra memurun mükellefin aya­ğına, yani vergi mevzuu şeyin bulunduğu mahalle kadar gittiğini anlıyoruz, bununla mükellefin vergiyi sevk borcu kaldırılıyordu. Vergi memuru mükellefe tahsil için geldiği zaman, mükellef ken­disine bütün kolaylığı göstermeye mecburdur. Keza aynı şekilde vergi memuru da ona ödeme hususunda kolaylaştırıcı tekliflerde bulunacaktır. [594] Vergi memuru vergi olarak alacağını tahsil ettikten sonra mükellefe “salât” duası okumak mecburiyetindedir; mükelle­fin de Ödemeden sonra dua etmesi uygundur. [595] Tevbe: 9/103 âyeti “Ey Muhammed! Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıta­cak sadaka olarak al, onlara dua et; senin duan onlar için bir gü­vendir. Allah işitir ve bilir.” şeklinde zekâtın ödenmesinden sonra, zekât memurunca dua edilmesini gerektirmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de, kendisine zekât ödeyen bir topluluğa, bu ödemeden sonra “Allah'ım! Onlara salât et” diyerek dua etmiştir. Böylece mükelleflere, tahsil edenin ve ödeyenin kardeşlik şuuru aşılanır, müslümanlar diğer din ve hukuk sistemlerinden ayrılmış olur:

 

1- Zekât Memurunun Yaptığı Dua:

 

a) Hükmü: Zahirî Mezhebine ve bazı şafiî hukukçulara göre, mükellefe dua etmek farzdır; Cumhur'a göre, dua farz değil, müstehaptır. Yusuf Kardavî, zekâtın önemli bir rükün olduğu, onun diğer din ve hukuk sistemlerinden ayrılması için farz olduğu görüşünün kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir.

b) Sözleri: Mükellef için yapılacak duayla ilgili olarak, bağ­layıcı sözler yoktur, istenilen şekilde dua edilebilir.  eş-Şafiî”den,

“Verdiğinden dolayı Allah seni mükâfatlandırsın, verdiğini sana tertemiz yapsın ve kalanını da bereketlendirsin.” diye dua edilmesi gerektiği nakledilir. Duanın “salât” kökünden değil, “bereket” kö­künden gelen kelimelerle yapılması uygundur.

 

2- Mükellefin Yapacağı Dua:

 

Mükellefin de -zekâtını gönülden vererek aynı şekilde ken­disi için “Rabbena Tekabbel Minna. İnneke Ente's-Semi'u'1-Alim” (Rabbimiz! Bizden kabul et. Sen işitir ve bilirsin.) şeklinde, Hz. İb­rahim ve oğlu İsmail'in yaptığı gibi, ibadetlerinin kabulü için dua etmesi müstehaptır. Hz. Peygamber'den,

“Allahumme'c'alha Magnemen, Vela Tec'alha Magremen” şeklinde dua edilmesini istediği de nakledilir. Bu duanın manası şudur: “Allah’ım, onunla beni güzelleştir ve temizle, zekâtın ödenmesini kendim için, din ve dünya için, ahiret için kâr ve kazanç görüyor, onu isteksiz ödemiş olarak görmüyorum.”

Bu arada şunu belirtmeliyiz ki, klasik hukukçular, Hz. Os­man'ın uygulamasına bakarak zekât mevzuu malları tahsil usulü açısından başlıca iki kümede ele alırlar.

1) Açık Mallar (Emvâl-i Zahire): Bu tür mallar,  sadece sahipleri tarafından değil, başkaları tarafından da bilinen mallar­dır.  Hayvanlar, ziraî ürünler, madenler ve defineler, gümrükteki ticaret malları, bunun örneğidir. Hemen bütün klasik hukukçular, bu tür malların zekâtının devletçe tahsil edileceğini savunur.

2) Gizli Mallar (Emvâl-i Bâtına): Saklanan altın,  gü­müş ve nakit para, ev veya mağazalardaki ticaret malları gibi, miktarını ve hesabını yalnızca mal sahibinin bildiği mallar Gizli Mallar adını alır. Mükellef kendi isteğiyle gizli malların zekâtını devlete ödeyebilir, ancak esas olan devletin açık malların zekâtını bizzat tahsilidir. Gizli malların zekâtının tahsil ve tevziî konusun­da hukukçular, devletin hak” ve selahiyetinin bulunduğunu kabul ederler. Ancak, bunun vacip olup olmadığı, mükellefleri ödemeye zorlayıp zorlayamayacağı, ödemezlerse savaşıp savaşmayacağı ih­tilaflıdır. Büyük müfessir Fahruddin Razi, Tevbe: 9/60 âyetini açık, Tevbe: 9/103 âyetini ise gizli mallar için delil gösterir.

Hz. Peygamber devrinde, Hz. Osman devrine kadar, her çeşit malın zekâtı devlet tarafından tahsil edilirdi. Hz. Osman zama­nında devletin gelirleri çoğaldı. Bu sebeple, durum değişerek, bu devirden itibaren, açık malların zekâtı devlet tarafından tahsil edilmeye devam edildi. Öte yandan, gizli malların zekâtı ise, mü­kelleflerin dindarlığına bırakıldı ve böylece mükellefin kendi ta­rafından sarf yerine ödenmesi kararlaştırıldı. Belki bu tur hareket tarzına yol açan bir diğer sebep, kendi fakir akrabalarına zekâtıyla yardım etmek isteyen -mükelleflere imkân tanıma düşüncesidir. [596] Bu uygulama, kendi devri için çok haklı olmakla birlikte, ileriki devir hukukçularınca değişmez olarak benimsenmesi yüzünden devletin zekâtla olan ilişkilerini giderek zayıflatmış, sonuçta bu ilişki tamamen kopmuştur.

Burada şunu hatırlatmak yerinde olur ki, Maliki Mezhebi esasen gizli ve açık mal ayırımını kabul etmez, bütün mallar açık­tır. [597]

 

45. Zekâtın Tahsil / Ödenme Şekilleri

 

Zekât mevzuları için tahakkuk eden zekât miktarının ödenme şekli konusunda, Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Zekât hakkındaki naslarm bir kısmında “mallarından sadaka al” şeklinde mutlak ifade kullanırken, bir kısmında (bazı hadislerde) “koyundan koyun, sığırdan sığır” şek­linde malların türü ve her birinden ödenecek zekât miktarı belir­tilmiştir. Bu hususta, Muaz b. Cebel'in rivayeti daha değişiktir: Rasulullah beni Yemen'e gönderdi ve her otuz sığırdan üç yaşında bir sığır ve her yüklü sığırdan da bir dinar para veya buna denk “me'afir” elbisesi almamı emretti. [598] Bir başka hadiste ise, öşrün aynî olarak ödenmesi tavsiye edilmektedir. [599] Bu sebeplerle, zekât mevzuları için ödemenin nasıl yapılacağı hayli tartışılmıştır:

Zekât mevzuları için tahakkuk eden zekât miktarını, yine bu maldan, yani malın kendisinden ödemeye Aynî ödeme denir. Zekâtın tahakkuk eden miktarını malın bizzat kendisinden değil de, başka bir mal veya nakitle ödemeye Bedelen ödeme denir.

1) Şafiî ve Zahirî Mezhebleri ile Malik'e göre, -zekâtla ilgili naslara bakarak ve ibadet yönü gözönüne alınarak- zekât mevzu­ları için tahakkuk eden zekât miktarını aynî olarak ödemek şart­tır. Zekât mevzuu oldukları âyet ve hadislerde belirtilen malların zekâtı, hedy ve udhiye kurbanlarında olduğu gibi değerlerinden de­ğil, bizzat kendilerinden ödenir. [600] Ancak Malik'e göre, bedelen ödeme, sadece mekruhtur, zekâtın sahih olmasını engellemez.

2) Hanbelî Mezhebine göre, zekât hangi mala farz olursa, o malın kendisinin zekât olarak ödenmesi gerekir.  İbn  Hanbel’den fitrenin değil, zekâtın bedelen ödenebileceği görüşü de nakledilir. [601]

3) Maliki hukukçulardan İbnu'l-Hacib ve İbn Beşir'e göre, ze­kâtın bedelen ödenmesi caiz değildir. Eşheb ve İbnu'l-Kasım'ın da bu görüşte oldukları nakledilir.

4) Hanefi Mezhebine göre, zekâtın ödenmesi malın kendisin­den yapılabileceği gibi, haraç, keffaret, adak ve fitrelerde olduğu şekilde, aynı değerde bir başka mal ya da nakitle de yapılabilir. Çünkü zekâtın maksadı,   yoksulların ihtiyacını karşılamaktır, buna en uygun olanı ödemek maksada aykırı değildir; ayrıca kıy­metini ödemenin cevazına dair naslar vardır. Bu konuda mükellef dilediği yolu seçmekte serbesttir, ancak fakirlere daha faydalı olan şekli seçmek evlâdır. Böylece, zekât için farz olan miktar ödenmiş olacaktır. Bu sebeple, zekâta tâbi bir mal veya alacak için, başka bir mal zekât olarak ödenebileceği gibi, başkasından olan alacağı bir daha istememek üzere fakir borçluya bağışlayarak da zekât ödene­bilir. [602]

5) Ömer b. Abdilaziz, el-Hasenu'1-Basrî, Ahmed -fitre dışında-, muhaddis Buharı ve Sevrî'ye göre, bedelen ödeme yapılabilir. Malikî hukukçulardan Eşheb ve İbnu'l-Kasım'a göre de, bu ödeme, mut­lak caizdir, ancak bu son ikisinden tam tersi bir görüş de nakledi­lir.

6) Bazı maliki hukukçulara göre, öşür ve hayvanlar için bede­len ödeme kerahatle caizdir, ancak başkaları birbiri yerine ödene­mez.

7) Malik'e ve Malikî Mezhebi içinde tercih edilen görüşe göre, bedelen ödeme haram değil, mekruhtur. İbn Abdisselâm, İbn Rüşd ve İbn Yunus bu görüşü tercih etmektedirler.

 

Konu

Hanefi

Şafiî

Maükî

Hanbelî

Aynî Ödeme

Caiz

Şart

Şart

Şart

Bedelen

Caiz

 

 

 

Ödeme

 

 

Mekruh

_

Tablo 81: Zekâtın Tahsil / Ödenme Şekilleri

 

8) İbn Teymiyye ise aynî ödeme ve bedelen ödeme görüşlerini birleştirerek, ihtiyaç ve yarar olmadıkça, bedelen ödemenin Hdoğru olmadığını belirtir.  Çünkü sadece bedelen ödeme emredilse,  mükellefler kıymet takdirinde bazı yolsuzluklara sapabilir. İhtiyaç ve yarar bulunduğu takdirde, -msl., deve için koyun ödemek gerekti­ğinde koyunun bulunmaması, fakirin istemesi gibi hallerde- bede­len ödeme yapılabilir. [603]

Yusuf Kardavî, çağımızda bedelen, bilhassa para ile ödeme­nin tercih edilmesi gerektiğini savunur. Çünkü böylece özellikle zekâtı devlet üstlendiyse, konunun iktisadî yönü kuvvetlendirilip, gelir verimsiz hale getirilmez. Aynî ödeme halinde, tahsil, koruma, nakil gibi işler için masraf yapılacak, buna rağmen ziraî ürünler ve hayvanlar için hayli zorluklara düşülecektir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığ zekât kanunu tasarı­sına göre (m. 73), zekât hem ayni, hem de farz oluş zamanındaki değeri esas alınmak suretiyle bedel olarak da ödenebilir.

Para iktisadının gelişmediği bir devrede aynî ödeme zaruriy­di. Öte yandan, zekât aynen ödendiği takdirde, ihtiyaçları giderebiliyorsa, parayı devreye sokmaya lüzum yoktur. Yine kendisinde kullanım değerini en fazla barındıran para değil maldır. Para bir değişim, bununla birlikte, eskiden olduğu gibi, tartı aracıdır; ken­disine verilen değer izafidir, yani malı temsil ettiği içindir. Zekâ­tın ödenmesi konusunda insanın gerçek ihtiyaçlarını gidermesi yönünden belirli bir değere sahip olan mabn esas alınması iktisadî ve malî yönden isabetlidir. Malın aslî ihtiyaçları gidermesi esas alınmakla birlikte, ödeme esnek bir mahiyete sahip olmalıdır.

İhtiyaçların pek çok çeşitlendiği günümüzde, zekâtın aynî olarak ödenmesinin de mümkün olduğu ve fakat makul olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Tehlikeye uğrayan insanlara, tehlikenin zararından kurtarılması için, arpa, koyun ve kumaşın verilmesi artık pek bunları zarardan kurtarma manasına gelmez. Devletin de bu türlü bir vergi tahsil etmesi mümkün değildir. O halde, öde­melerin para ile yapılması gerekecektir. Hesabın aynî olarak ya­pılması, para değerindeki değişmelerin bertaraf edilmesine yol açması gibi son derece önemli bir fayda sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, zekât sabit değerli bir ödemedir. Nisabı aşan kırk koyuna sahip bir çiftçi, bir koyun yerine bunun cari bedelini ödeyecektir. Aynî ekonominin hakim olduğu bir devirde ziraat sektörünün ana sektör olduğu ve hayvancılık ve ziraî üretim yapan işgücünün ver­gisini aynî olarak ödemesinin daha kolay olacağı dikkate alına­rak, sermaye malı yerine üretimden bir payın (hayvancılıkta ana üretim gene hayvandır) verilmesinin kabul edilmesi, mevzuda bir değişiklikten çok, ödemede bir kolaylık olarak da düşünülebilir.

Vergilerin önemli bir tahsil şekli de, kaynakta tevkif usulü­dür. Özellikle, ücretler ve menkul sermaye iratlarında, bu kazanç­ları elde edenlere, ödeyenler tarafından kesilen vergiler maliyeye yatırılır. Bu tahsil şeklinin yararı, maliyenin işini kolaylaştırma­sı ve tahsil gideri bulunmamasıdır. Öte yandan, mükellefler, bu şekle kolaylıkla katlanırlar; çünkü vergiler kısım kısım tahsil edilmektedir. [604] Tevkifat usulünün memur maaşlarının zekâtının ödenmesinde uygulandığını hatırlatmalıyız. Nitekim msl. Ömer b. Abdilaziz ve Muaviye, devlet ve memurlarının aldığı maaşlardan tahsilatta bulunmuşlardır. [605] Zekâtın bunlar yanında posta, çek ve banka hesaplarındaki nakil yoluyla ödenebilmesi gibi, daima ge­lişmeye elverişli şekilde ödenebilmesi mümkündür.

Zamanımızda vergiler, prensip olarak mükellefler tarafından vergi dairelerine ödenmektedir. Fakat iktisaden geri kalmış ülke­ler ve tarım bölgelerinde genellikle tahsildarlar mükellefleri bulur ve vergiyi tahsil ederler.

 

46. Zekâtın Tahsil / Ödenme Devreleri

 

1- Zekâtın Farz Olma Vakti:

 

Hicreti müteakip Hz. Peygamber, müslümanlan Medine'deki pek umumî manada malî mükellefiyetler sahasında izah edilen şekiller altında aydınlatıyor ve malî ferağatlarda bulunmaya teş­vik ediyorsa da ilk sıralar bunun ne zaman, hangi ay veya mev­sim yerine getirileceği hususunu göstermiyordu. Vazedilen mükel­lefiyetlerin zamanı belirli olmayıp, tamamen müslümanların an­layış ve imkânlarına ve hatta örf ve âdete terk olunmuştur.

Fakat ilerki senelerde bazı kabile ve bölgelere, zekât mefhu­mu altında vergiler vazedildikten sonradır ki bu konu da ele alın­mıştır. Kur'ân'da bu meseleye Medine'de nazil olan En'am: 6/141 âyetinde, sadece ziraî mahsullerde olmak üzere temas edilmiş bu­lunmaktadır. Buna göre, bu nevi mahsullerden, ilgili yerlere yapı­lacak olan tahsisler, bunların hasad zamanı olacaktır. Bunun dı­şında kalan vergi mevzularında ise, Kur'ân'da hiçbir kaide vazedilmediğini görmekteyiz. Ancak hadislerde, vergilerin zaman ve devreleri hususî bir nizama bağlanmış bulunmaktadır. [606]

Zekât mevzuu malların kendi yapıları icabı havelân-ı havle tâbi olup olmaması açısından iki ayrı ödeme zamanı tespit edilmesi mümkündür:

 

Havelân-ı Havle Tâbi Malların Ödeme Zamanı:

 

Havelân-ı havle tâbi mallar için zekâtın ödenmesi, bir ka­merî yıllık süre tamamlanınca ve yılda yalnızca bir defa farz olur. Bu durumda, bir yıl içinde aynı mal iki defa üstüste zekâta tâbi ol­maz.

355 gün olan kamerî takvim sistemine dayalı oniki aylık süre, bütün ülkelerde, hem özel teşebbüsün, hem de devletin işine uygun düşmektedir. Aynı zamanda bu oniki aylık süre, ne yoksul ve muhtaçların bekleyemeyecekleri kadar uzun, ne zekât ödenme­sini birkaç ayda bir yapmaktan dolayı mükellefe usanç verici kısa­lıktadır. Kamerî takvim sisteminin esas alınması halinde, günler güneşe dayalı takvime göre on gün daha az olacaktır. Bu on günlük fark, devlet gelirlerine otuzaltı senede bir, yeni zekât devresi ka­zandırır. [607]

 

Havelân-ı Havle Tâbi Olmayan Malların Ödeme Zamanı:

 

Havelân-ı havle tâbi olmayan malların zekâtı, bu malların Özelliğine göre iki şekilde ödenir:

1) Ziraî Ürünler: Ziraî ürünlerde zekât, her hasat zamanı öde­nir. [608] Zekâtın farz olma vaktinin çeşitli mevsimlere dağılmış bi­çimde hasat zamanı olduğu düşünülürse, ödeme zamanı için, bun­ların her birine ayrı aylar ve mevsimler sözkonusu olacaktır. Yine bazı bereketli topraklarda bir yerine, senede birkaç defa ürün alın­dığı hallerde, yine mükellef birkaç defa zekât ödemek mecburiye­tinde olacaktır. Msl., sıcak iklime sahip bölgelerde çok sayıda hasat sözkonusudur. [609]

2) Maden ve Defineler: Maden ve defineler, bütün hukukçu­lara göre, havelân-ı havle tâbi değildir. Bu gibi servet, elde edilince, zekâtının hemen ödenmesi farz olur. [610]

 

2- Zekâtın Ömrîliği ve Fevriliği: [611]

 

Zekâtın Ömrî Olması:

 

Hanefi Mezhebinin meşhur görüşüne göre, zekât geniş vakit içinde ödenmesi gerekli bir farzdır. Devletçe tahsil edilmezse, mükellef ödemeyi geciktirebilir. Bilhassa Cessas, bu görüşü savun­maktadır. Ancak Tahâvî; Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'den fevrî olarak ödeneceği görüşünü nakletmektedir. Hatta Muhammed'e göre, zekâtını ödemeyi geciktirenlerin tanıklığı kabul edilmez.

Böyle bir ödeme tarzında, mükellef hayatta oldukça, bu borcu­nu istediği zaman ödeyebilir; ancak ödeme yapmadan ölen mükel­lef günahkâr olur.

 

Zekâtın Fevrî Olması:

 

Cumhur'a (hanefi hukukçulardan Kerhî ve İbnu'l-Humam, ayrıca Malik, eş-Şafiî ve İbn Hanbel'e) göre, zekât fevrî bir farzdır. Geçerli bir mazereti olmadan ödemeyi geciktirmek, -mala başkala­rının hakkı taalluk edeceğinden- günahkâr olmaya sebeptir.

 

Konu

 

Hanefî

Şafii

Malikî

Hanbelî

Ömrîlik-Fevrîlik

 

Ömrî

Fevrî

Fevrî

Fevrî

Peşin

Havelân-ı  Havle' Tâbi Mallar               Caiz

Caiz

Yapılamaz

Caiz

Ödeme

Havelân-ı Havle Tabi Olmayan Mallar     Caiz

Yapılamaz

Yapılamaz

Yapılamaz

Tablo 82: Zekâtın Ömrîliği-Fevrîliği

 

Zekâtın ömrî olduğunu benimsemek, ödemesinin savsakla­masını gerektirecek, teşri gayesi asla gerçekleşemiyecektir. Bunlar yanında, zekâtın fevrî olmasını gerektiren bir diğer sebep, fakirle­rin ihtiyacıdır. Bu sebeple zekâtın, tekrar eden diğer namaz, oruç ibadetleri gibi, yeniden farz olma vaktine kadar geciktirilmesi caiz değildir. Hayırlı işleri bir an önce yapmaya çalışmak övülen dav­ranışlardandır. [612] Onun için cimrilik, ölüm ve felaket zekât ödeye­ceklere gelip çatmadan fakirlerin hakkını vermek gerekir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 77/1) göre, zekât fevri olarak ödenir, ancak mükellef ödeme imkânı bulamadığı takdirde imkân buluncaya kadar ödemeyi geciktirebilir.

Bu gibi durumlar, daha ayrıntılı ve açık bir şekilde düzen­lenmeli,  zekât verimsizliğine yol açılmamalıdır.            

 

3- Ödeme için Belli Bir Zamanın Tahsisi: [613]

 

Ödeme zamanı için gerekli süre tamamlanmadan, mükellef zekât ödemeye zorlanamaz. Fakat ödeme için muayyen bir ay veya zaman tahsis edilebilir mi? Bu konuda, Hz. Peygamber devrine ait iki uygulama örneğimiz bulunmaktadır: İlk örnek Muharrem ayı­dır, ikinci olarak Ramazan ayını görmekteyiz.

Bu soruyu, zekâtın tahsil ya da ödemesinin devletçe veya mü­kellefçe yapılmasına bağlı olarak cevaplandırmak gerekir:

1) Bölgelerin veya ödeme zamanlarının özellikleri dikkate alınarak devletin malî siyaseti ve ona bağlı gelişmelerin düzenli bir biçimde yürütülebilmesi için periyodik ödeme zamanlan tespit edilebilir.

Nitekim Libya Zekât Kanunu, bu maksatla, Muharrem ayını, ödeme devresi olarak belirlemiştir:

“Bu kanunun yürürlüğe girmesini izleyen ilk Muharrem ayında ve bu tarihte nisaba malik olanlar tarafından ödenir. Bu mükellefler, bundan sonra ancak bir kamerî yıl geçince, yeniden mükellef olurlar. İlk fıkradaki hükümler, ziraî mahsuller ile ma­denler için uygulanmaz.” [614]

“Beyanname, her yıl Muharrem ayının başından itibaren üç ay içinde verilir.” [615]

“Mükellef, beyanname verdiği tarihte, tarh ve tahakkuku ya­pılmış olan zekâtını ödemek zorundadır.” [616]

2) Zekâtı bizzat mükellef gerekli yerlere ödüyorsa, bu takdir­de,  ödeme zamanının muayyen bir aya tahsis edilmesi kamu ya­rarı sağlamadığı için gereksizdir. Aslında herkes için malî yılbaşı değişik zamanlara rastlar. Çünkü, her mükellefin malının nisaba ulaşması aynı zamanda olmayacaktır. Fakat ülkemizdeki uygu­lama daha  çok ödeme  zamanının  Ramazan ayı olarak standart­laşması yolunda olmuştur. Bütün bunlar yanında, zekâtın her mü­kellefin kendi yılbaşına göre ödenmesi, zekâtın ödenme yerlerin­den önemli bir bölümü meydana getiren fakirlerin lehine olarak senenin çeşitli aylarına dağılacaktır.

 

4- Peşin Ve Gecikmeli Ödemeler:

 

Peşin Ödeme (Ta'cîlu'z-Zekât):

 

Peşin Ödeme Yapılabilmesi:

 

Ödeme devresi için gerekli süre, zekâtın devletçe tahsili açı­sından şarttır. Mükellef isterse zekât mevzuu malın elinde olma­sından itibaren bir yıl dolmadan zekâtım ödeyebilir mi? Bu konu hukukçular arasında münakaşalıdır:

 

Havelân-ı Havle Tâbi Mallar:

 

I. Peşin Ödeme Yapılamaz:

 

Maliki ve Zahirî Mezhebleri ile Rebîa'ya göre, -ister nisaba malik olduktan sonra, ister önceden- zekâtın peşin ödenmesi caiz değildir. Zira ibadetlerin belli zamanları vardır; bunlar dışında yapılması sözkonusu olmaz. [617]

Bir nakilde, Malik'e göre, iki” ay öncesinden peşin ödeme ya­pılabilir. [618]

 

II. Peşin Ödeme Yapılabilir:

 

a) el-Hasenu'1-Basri, Said b. Cübeyr, Zuhrî, Evza'i, Ebu Hanife, eş-Şafiî, Alımed, İshak ve Ebu Ubeyd'e göre, nisaba malik olduk­tan sonra peşin ödeme caizdir: [619]

1) Hanefi Mezhebi, Said b. Cübeyr, Atâ ve Zuhrî'ye göre, nisab miktarında olan malın zekâtı, daha sene dolmadan, yani mükellefiyet haline gelmeden öne alınarak ödenebilir. Çünkü zekâtın farz olmasının sebebi olan nisaba ulaşmak, bu konuda artık gerçekleşmiştir. Ayrıca, peşin ödeme, fakirler lehine dav­ranmaktır. Fakat nisab miktarında olmayan bir mal için zekâ­tın önceden ödenmesi caiz değildir. Zira, bu mala zekâtın farz olması için gerekli olan havelân-ı havi süresi henüz gerçekleş­memiştir. Bu sebeple, henüz kendisine -nisaba ulaşmadığından-zekât farz olmayan mallar için önceden yapılan ödemeler, zekât yerine değil, nafile sadaka yerine geçer. [620] Nisap miktarındaki bir malın, bir senelik zekâtı peşin olarak ödenebileceği gibi, sene sonunda nisap bulundukça birkaç senenin zekâtı da birden ödenebilir. Fakat eldeki miktar nisabı bulamazsa, zekât niyetine yapılan ödemeler, nafile sadaka yerine geçer; ancak Züfer bu son durumdaki görüşü benimsemez. [621] Peşin ödeme yapılabilecek nisaplar konusunda, Hanefi Mezhebi içinde görüş ayrılığı bu­lunmaktadır. [622]

1) Hanefi Mezhebi hukukçularının çoğunluğuna göre, peşin ödeme, yıl içinde elde edilen bir veya birkaç nisap için de yapılabilir. Mükellef, nakit iîe ticaret malının zekâtını, bunlardan biriyle ödeyebilir, böyle bir ödemeden sonra bunla­rın bir kısmı helak olursa -nisap hesabında birbirini tamam­layabildikleri gibi- peşin ödeme tümü yerine geçer. Ancak, sa­hneler böyle bir hükme konu olmazlar. Zira onlar, sureten ve manen ayrı cins kabul edilirler. Öyleyse, 5 deve ile 40 koyunu olup, develer için bir koyun peşin ödendiğinde, develerin bir kısmı yok olursa bu ödeme koyunlar için geçerli olmaz.

2) Züfer'e göre, peşin ödeme yalnızca eldeki mevcut ni­sap için yapılabilir.

200 dirhemi olan bir mükellef, zekât miktarı 25 dirhem olan 1000 dirhemin zekâtını peşin ödediğinde, 200 dirhemi yıl içinde kâr veya başka mal elde etmesiyle 1000 dirheme çıkar ve bu miktar elde olarak havelân-ı havi dolarsa, yapılan ödeme Hanefi Mezhebinin çoğunluğuna göre bütünü, Züfer'e göre yalnızca 200 dirhem için geçerli olur.

Aynı şekilde, henüz ekilmemiş bir ekin ve henüz mey­dana çıkmamış meyvalar için, önceden öşür ödenmez. Zira toprağın kendisi, öşrün sebebi değildir; bilindiği üzere, öşür için özel bir hareket, yani tarım yapmak gerekir. Ebu Yusuf’a göre, bu son durumda da, zekât ödenebilir; zira öşrün sebebi artıcı topraktır. [623]

2) Şafiî Mezhebine göre, yalnız bir senelik zekât, peşin ola­rak ödenebilir; daha fazlası ödenemez. Bu da kendi yanında ha­zır bulunan mallar için fakirin ihtiyacını giderecek miktar­daysa olabilir. Mükellef henüz kazanmadığı bir malın zekâtını peşin olarak ödeyemez. [624]

Eldeki nisabın yıl içinde ortaya çıkardığı gelir ve kâr için peşin ödeme yapılabilir mi? [625]

a) eş-Şafiî ve Ahmed'e göre, sadece nisab için caiz, kâr ve gelir için caiz değildir.

b) Ebu Hanife'ye göre, kâr ve gelir için de peşin ödeme yapılması mümkündür.

b) Maliki Mezhebine mensup bazı hukukçulara göre, peşin ödeme caiz olmamakla birlikte nakit, mudîr (devir yapan) tücca­rın [626] ticaret malları ile borçtan değil ahm-satımdan doğan sağlam alacaklar ve devletçe tahsil edilmeyen hayvanlar için, farz olma­sından az bir zaman önce peşin ödeme yapıldığında, zekât kerahet­le sahihtir. Ancak, ziraî ürünler, muhtekir (stok yapan) tüccarın [627] ticaret malları ile borç ilişkisinden doğan alacaklar için peşin ödeme yapılamaz, yapılırsa geçerli olmaz. Az bir zamanın ne ola­cağı konusunda bir veya iki gün, bir veya iki ay görüşleri ileri sürülmüşse de, mutemed olanı bir ay görüşüdür. Zekât, daha muhtaç bir bölgeye gönderilecekse, hak sahibine tam yıl dolunca ulaşması­nı sağlamak için peşin ödeme yapmak mekruh değildir. Hatta, bazı maliki hukukçulara göre, bu durumda peşin ödeme yapmak vacip­tir; böyle bir durumda, zekât telef olur ve kaybolursa, ödeme geçer­lidir, yeniden ödeme yapmak gerekmez. [628]

 

Havelân-ı Havle Tâbi Olmayan Mallar:

 

a) Hukukçuların çoğunluğuna göre,  bu tür mallarda peşin ödeme caiz değildir.

b) Bazı şafıî hukukçular, öşür konusunda buna izin verir; an­cak Şafiî Mezhebi içinde tercih edilen görüş caiz olmadığıdır.

c) Hanefi Mezhebi ile bazı hanbelî hukukçular, öşür konusun­da, ekinin bitmesi ve meyvaların ortaya çıkması  şartıyla, peşin ödemeye izin verirler. [629]

Günümüz vergi hukukunda da, peşin ödeme konusu, tartışma­lıdır:

“Peşin ödeme, belirli bir kısım mükelleflerin, yılı içindeki gelirlerinin, ertesi yılda verecekleri yıllık beyannamelerde mah­subu yapılmak üzere, faaliyetlerinin yürütüldüğü yıl içinde, bazı esaslara göre tespit edilen miktarlarda vergi ödemeleridir. Diğer bir deyişle, beyannameye tâbi ticarî ve meslekî kazanç sahipleri, aslında bir takvim yılında elde edecekleri kazanç ve iratlarının vergilerini, aynı takvim yılını izleyen takvim yılında ödemeleri gerektiği halde, bunların, ücretlerde yapılan peşin vergi tevkifatı gibi, yıl içinde, belirli miktarlar halinde, önceden alınması şekli­dir. Bu usul, Batılı uygar ülkelerde uzunca bir süreden beri uygu­lanmaktadır. Amacı bir yandan vergileme zamanı bakımından ücretlerle, kısmen de olsa bir eşitlik sağlamak ve diğer yandan özellikle yılı içinde tahsil edilecek vergilerle piyasadaki para şiş­kinliğini azaltarak, enflasyon tazyikini azaltmaktır. Kaldı ki dev­letin bütçe imkânlarının, yılı içinde arttırılmış olması da, açık fi­nansman yollarına,  gereğinden fazla başvurulmamasını sağlamış olur.” [630]

Hiç şüphesiz evlâ ve efdal olan, zekâtı zamanında ödemektir. Bu sebeple, zekâtın peşin ödenmesi, zaruret veya vaktinden önce ödemeyi gerektiren bir ihtiyaç çıkınca sözkonusu olmalıdır. Bunu da, iki yıldan fazlası için yapmamak naslara uygun düşer. [631]

 

Peşin Ödemenin Sahih Olma Şartları:

 

Zekâtın peşin ödenmesinin sahih olması için, bazı şartların bulunması gerekir:

 

Peşin Ödeme İçin Aranan Şartlar: [632]

 

I. Yılbaşında Ve Sonunda Nisabın Bulunması:

 

Peşin ödeme için, nisabın yılın iki ucunda da bulunması ge­rekir; bulunmazsa peşin ödeme zekât yerine geçmez. Örnekler:

1) Yılbaşında nisaptan az malı olan mükellefin bu malı yıl sonunda nisabı bulursa yapılan ödeme zekât değil, nafile sadaka yerine geçer.

2) Nisabı, yılbaşında tam bulunurken, yıl içinde yarısı yok olur ve nisap yıl sonunda böylece tam değilken yapılan peşin ödeme zekât değil, yine nafile sadaka olarak geçerli olur.

 

II. Yıl İçinde Nisabın Eksilmemesi:

 

Peşin ödemenin sahih olabilmesi için, nisabın yıl içinde eksilip hevelan-ı havlin bu şekilde tamamlanmaması gerekir. Yuka­rıdaki ikinci örnek, aynı zamanda bunun da örneğidir. Zira nisap tümüyle yok olunca da aynı hüküm geçerli olur.

Bu şekildeki peşin ödeme durumunda, nisap yılsonunda an­cak ödenen malla tamamlansa bile, ödeme Hanefi Mezhebine göre, geçersiz kalır; eş-Şafiî'ye göre, nisabı birlikte düşünülür ve böyle­likle de ödeme geçerli olur. Örnekler:

1) 200 dirhem için peşin ödeme yapılır ve yılsonunda eldekiler 195 dirhem olursa, bu ödeme Hanefi Mezhebine göre geçersiz, eş-Şa-fiî'ye göre geçerlidir.

2) Aynı şekilde, 40 koyunu için bir koyun peşin ödemeyle mülkiyetten çıkarılıp, yıl sonunda elde 39 koyun bulunursa, yine bu ödeme Hanefi Mezhebine göre geçersiz, eş-Şafiî'ye göre geçerlidir.

 

Geçersiz Kalan Mal İçin Yapılacak İşlem: [633]

 

1) Peşin ödeme halinde, ödenen mal fakirin eline geçtiyse, bu -devlet veya mükellefçe- hiçbir şekilde geri  alınamaz, nafile sa­daka yerine geçer. Fakat, ödemeyi devlet yaptığı takdirde, mal he­nüz fakirin eline geçmemiş   ve ulaşmamışsa, mükellef  ödediği malı devletten geri alabilir. Devlet elinde helak olan malın Hanefi Mezhebine göre tazminatı ödenmezken, eş-Şafiî'ye göre ödenir.

2) Devlet fakire peşin ödeme yapar ve yıl dolmadan fakir zen­gin olur, ölür veya irtidat ederse, ödeme Hanefi Mezhebine göre ge­çerlidir; eş-Şafiî'ye göre zenginlik, yapılan bu ödeme sebebiyle ol­mazsa geçersizdir, geçersizliğinde devlet ödediğini geri alır.

3) Zekât peşin ödenir, fakat mal helak olursa, Hanefi Mezhe­bine göre mükellefin fakire rücu hakkı bulunmazken, eş-Şafiî'ye göre peşin ödeme yaptığını bildirirse rücu edebilir.

 

Gecikmeli Ödeme (Te'hîru'z-Zekât): [634]

 

Mazeret Dolayısıyla Geciktirme:

 

Bir yarar, zaruret ve ihtiyaca -msl., uzakta bulunup gurbete dü­şenlere veya bizzat mükellefin malî sıkıntılarına- bağlı olarak ödemeyi geciktirmek caizdir. Buna örnek olarak, Hz. Ömer zama­nındaki kıtlık yılı dolayısıyla muztar duruma düşmüş olan mükel­leflerin vergi borçlarının gelecek yıla ertelenmesini hatırlayabili­riz. [635] Böyle bir zaruret, ihtiyaç ve yarar yoksa ödemenin gecikti­rilmesi doğru değildir; hatta şafiî hukukçu er-Remli'nin belirtti­ğine göre, açlıktan ölmek üzere birisi varken geciktirmek haram­dır, hanbelî hukukçu İbn Kudame ise geciktirmenin kısa bir zaman için olmasını şart koşar. Bazı maliki hukukçulara göre, ödemeyi zamanında yapmak farzdır.

 

Mazeretsiz Geciktirme:

 

Mazeretsiz olarak gecikmeli ödeme yapmak caiz değildir. Mükellef bu durumda -mala başkasının hakkı karışmış olduğun­dan- günahkârdır; hatta Muhammed'e göre bu gibilerin şahitliği kabul edilmez.

Tahâvî'nin zikrettiğine göre, ödemeyi mazeretsiz olarak ge­ciktirmek, tahrîmen mekruhtur; bir veya iki gün mü, yoksa gelecek ödeme devresine kadarlık geciktirme mi günahtır konusu ihtilaflı­dır.

Yusuf Kardavî, geciktirmenin bir veya birkaç gün için kabul edilebileceğini, daha fazlasının doğru olmadığını belirtir; zira bu davranış, aldırışsızlık sonucunu doğurur.

Kendisine zekât farz olup senesi dolduktan sonra vaktinde zekâtını ödemeyen bir müslüman, cemiyetin iktisadî yapısı ile alakalı bir emri ihmal ettiği ve fakirlerin hakkını elinde tuttuğu için dinî yönden günahkârdır. Böyle durumda olan müslümanların, bugüne kadar ödemediği zekâtları ödeyip Allah'a karşı tövbe kâr olması gerekir.

 

5- Zekâtın Farz Olmasından Sonra Malda Tasarruf: [636]

 

a) Hanefi Mezhebine göre, kendisine  zekât farz olduktan sonra malda tasarrufta bulunmak, -msl., satış- caizdir. Böyle bir du­rumda tasarruf misliyle değişim suretiyle olursa, zekât değişimden sonraki mala, tüketim suretiyle olursa zimmete ait olur. Ebu Hanife, öşrü, zimmîlerin ödediği haraca karşılık tutar ve -hem malla, hem zimmetle ilgili olduğundan- bu ürünlerin satışını caiz görmez. Diğerlerinin satışı halinde müşteri, satışı infaz (kabul) ya da red­detmekte serbesttir.

b) eş-Şafiî ve Ahmed'e göre, bu gibi malların satışında satış akdi geçersizdir; zira malik olunmayan bir mal satılmıştır.

c) Bir nakilde eş-Şafiî'ye göre, böyle bir durumda tasarruf -zekât miktarı kendi mülkü içinde sahip olmadığı mal olduğundan-caiz değildir; satış halinde zekât miktarı için satış geçersizdir, ka­lanın geçerli veya geçersiz olması konusunda her iki görüşü de bu­lunmaktadır.

d) Malik'e göre, zekâtın ödenmesi, satıcıya aittir.

e) Ebu Sevr'e göre, zekâtın farz olmasından sonra malın sa­tılması halinde, zekât memuru, zekâtı bizzat maldan tahsil eder, müşterinin de satıcıya rücu hakkı vardır.

 

47. Zekâtın Terkini

 

Olağanüstü bazı hallerde, mükellefin içine düştüğü müşkül durumlar sebebiyle, vergi borçlarının terkini (silinmesi) kabul edilmiştir. Nitekim Vergi Usul Kanunumuzun 115. maddesine göre:

“Yangın, yer sarsıntısı, su basması, don, muzır hayvan ve haşerat istilası ve bunlara benzer afetler yüzünden;

1) Varlıklarının en az üçte birini kaybeden mükelleflerin, bu âfetlerin zarar verdiği kaynakları ile ilgili bulunan vergi borçları ve cezaları,

2) Mahsullerinin en az üçte birini kaybeden mükelleflerin..., tahakkuk eden arazi vergisi borçları ve cezaları; Maliye Bakanlı­ğınca zararla mütenasip olmak üzere kısmen veya tamamen terkin olunur.” [637]

Zekât farz olduktan sonra malın telef ve itlafı halinde zekât borcunun da düşmesi sözkonusudur:

Hanefi Mezhebine göre, konuyu şu şekilde ele almak müm­kündür: [638]

a) Bütün Malın Helak Olması: Nisap miktarına ulaşan bir malı ödeme imkânından sonra üzerinden bir yıl geçer de zekâtı henüz ödenmeden yok olursa, -mal ister sâime, ister ticaret malı ol­sun- zekât borcu da düşer. Zira zekât zimmetle değil, malla ilgili­dir.  Yine Hanefi Mezhebine göre, ödeme imkânından önce helak olan mala zekât farz olmaz. Zekât memurunun ödeme talebinden sonra, mükellef zekâtını henüz ödemez veya ödemekten kaçınır ve bu sırada da mal helak olursa, Irak'lı hanefîlere (msl., el-Kerhi'ye) göre tazmin edilir, çoğunluğu oluşturan Maveraunnehr'li hukukçu­lara göre tazmin edilmez; Kâsânî bu görüşün sahih olduğunu belir­tir. Zekât mevzuu, mükellef tarafından bağış, başka mülkün alın­ması vb, yollarla istihlak edilirse, zekât borcu düşmez, ödemek farz olur.

b) Malın Kısmen Helaki: Bu durumda, konuyu malın sâime olup olmamasına, ya da malda nisap ve afv bulunup bulunmama­sına göre ele almak gerekir:

ba) Sâime Dışındaki Mallar: Sâime dışında kalıp kendile­ri için bir afv'tan sözedilmeyen [639] malların kısmen telefi ha­linde, malın nisaptan artan fazlalığı yoksa, kalan malın hisse­sinde zekât ödenir. Burada, öşrün özel durumunu da hatırlayalım: [640]:Ürün kısmen helak olursa Ebu Hanife'ye göre -az veya çok olsa da- kalanın öşrü ödenir; Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, helak olanla kalan nisap hesabında birlikte gözönünde tutulur, nisabı doldururlarsa zekât ödenir; ancak Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre helak olan gözönünde tutulmaksızın kalan nisabı doldurursa zekât ödenir.

bb) Saimîler: Zekâtı belirli rakamlara göre ödenip, zekât miktarının artması için iki sayı arasında kalan “afv” sözkonusu olan sâimelerde kural “Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, zekât yalnızca nisapta; Muhammed ve Züfer'e göre, hem nisap, hem de afv (veya vakas)'da farz olur” şeklindedir. Bunun için, avf he­lak, olur, nisap kalırsa Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, zekât bü­tünüyle ödenirken, Muhamed ve Züfer'e göre, bu oranda düşer. Örnekler:

1) 80 koyunu olan bir mükellefin, 40 koyunu helak olursa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bir koyun, Muhammed ve Züfer'e göre 1/2 (yarım) koyun zekât ödenir. Yine bu 80 ko­yundan 20'si yok olur, 60 tanesi kalırsa, ilk görüşe göre bir, ikinci görüşe göre 3/4 (dörtte üç) koyun ödenir.

2) Mükellefin dokuz devesi bulunur, bunların dördü he­lak olursa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bir koyun ödenir­ken, Muhammed ve Züfer'e göre 5/9 koyun ödenir. Öyleyse, bu kuralın manası şudur:

“Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, he­lak önce afv'a yüklenerek mülkiyette yokmuş,  sadece nisap varmış gibi ele alınır; Muhammed ve Züfer'e göre bütününe yüklenir.” Zekât olarak ödemek üzere ayrılan malın kaybol­ması  mükellefliği düşürmez. Fakat zekât için ayrılan mal, daha ödenmeden mükellef ölürse,  malı mirasçılara kalır. [641] Zekât memurunun talebinden sonra helak olan malın tazmini konusunda iki görüş de vardır: Kerhî'ye göre öder, çoğunluğa göre ödemez.

b) Malik'e göre, havelân-ı havi dolduktan sonra, altın ve gü­müş, sahibinin kusuru olmaksızın telef olursa, bu malların zekâ­tını ödemek farz olmaz. Yiyecek maddeleri, zekât içindir diyerek ayrıldıktan sonra telef olursa, onların da zekâtını ödemek gerek­mez,  ancak mal sahibi bu şekilde bir ayırma yapmayıp, hepsini evine koyduktan sonra telef olan mal için zekât ödemek farz olur. [642]

c) Zahirî Mezhebi, eş-Şafii, Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Evzaî'ye göre, telef ve itlaf olan mal için zekâtın düşrrîesi sözkonusu değildir. Çünkü zekât, malla değil, zimmetle ilgilidir. Bu yüzden, bir malın zekâtı, başka bir inaldan ödenir. Malın kısmen veya tama­men telef olması halinde, zekât ödeme imkânı varken, zekât borcu düşmez, ödenir. Aynı şekilde, bir malın sahibi, zekâtını fukaraya veya memura ödemek üzere ayırmış ve mal kısmen veya tamamen zayi olmuşsa, zekâtın yeniden ödenmesi gerekir. [643]

İbn Rüşd, malın telef ve itlafının, üç açıdan ele alınması ge­rektiğini belirtir: [644]

1) Ayrılan Zekât Malının Zayi Olması:

Ayrıldığı halde, çalınma ve yangın gibi sebeplerle zayi olan zekât malı için borcun düşüp düşmemesi hukukçularca şu şekilde düzenlenmektedir:

a) Bir gruba (Hanefî Mezhebi ve el-Hasenu'1-Basrî'ye) göre, tazmin ederek yeniden ödeme yapılmaz.

b) Bir guruba (Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Evzaî'ye) göre, tazmin ederek yeniden ödeme yapmak şarttır.

c) Bir gruba göre, kusur halinde yeniden ödeme yapılır; Malik'in meşhur görüşüne göre, bunun düzenlenmesi, ödeme im­kânının, bulunmasına göre olur: İlk farz olma ve ödeme imkânı ânında yeniden ödeme yapılmaz, zaman geçince ödemeyi yeni­den yapmak gerekir.

d) eş-Şafıî ve Ebu Sevr'e göre, kusur halinde kesinlikle ye­niden ödeme yapılır, kusur olmayınca kalan maldan zekât borcu ödenir.

e) Bir gruba göre, geriye kalan mal, mükellefle hak sahibi arasında hisselerine göre ortaktır.

2) Zekâtın Farz Olmasından Sonra Malın Telefi:

a) Bir gruba göre, kalanın zekâtını öder.

b) Bir gruba göre, hak sahipleri ve mükellef, kalan malda hisseleri oranında ortaktır.

3) Farz Olduktan ve Ödeme İmkânından Sonra Malın Telefi:

a) Cumhur'a göre, bütün inallarda mükellefin zekât borcu asla düşmez.

b) Sadece Malik'e göre, hayvanların zekâtında, zekât me­murunun yıl sonunda tahsile çıkması, onlara zekâtın farz ol­ması için şart koşulduğundan, borç zimmette kalmayıp, düşer; diğer malLarda ise, zekât borcu düşmez.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m.77/2) göre, ödeme imkânı bulunur da mükellef zekâtını ödemez ve kusurlu davranarak zekât malı telef olursa, zekât borcu zimmetinde devam eder, malın telefiyle düşmez.

 

48. Zekâtın Geçerliliği

 

1- Zekâtın Rüknü:

 

Zekâtın rüknü, temliktir. Temlik, zekât malını mülkiyetten çıkarıp Allah'a, daha doğru bir ifade ile O'nun emrettiği yere, yani zekât ödeneceklere, özellikle fakire veya devlete vermektir. Böylece malikin zilyedliği, malı, fakire teslim etmesiyle sona erer. Mülki­yet fakir için, Allah'tan bir ihsan olarak fakirin olur. Mal sahibi, malı, fakire teslim ve temlikte, aslında, Allah'ın vekilidir. [645] Tem­lik, aynı zamanda zekâtın sahih olmasının şartıdır. Temlik, fakir bir kimseye malı bizzat vererek gerçekleşebileceği gibi, zekât tah­sili ve dağıtımı ile ilgili kuruluşa, makbuz karşılığında teslim edilmesiyle de gerçekleşir. [646]

Zekât ödemede ibaha, yani yetimi, fakiri ve misafiri doyur­mak caiz midir? [647]

a) Hanefi Mezhebine göre, zekât ödemede ibaha caiz değildir. Çünkü bu temlik özelliği taşımaz. Ancak,   yiyecek veya giyecek maddesinin fakire verilmesi zekât yerine geçer. Zira böylece o kendi mülkünde tasarruf etmiş olacaktır.

b) Bazı zeydi hukukçuları;

1) Zekâta niyet,

2) Yiyeceğin aynının değişmemesi, uzun süre kalabilmesi,

3) Hepsinin değer taşıması,

4) Fakirin kabzetmesi (teslim alması) veya serbestçe tü­ketmesi,

5) Fakirin bunun zekât olduğunu bilmesi, şartlarıyla ibahanın caiz olduğu görüşündedir.

c) Ahmed b. Hanbel'e göre, mükellef, her ay zekât ödenebilen yakınlarının gıda masraflarını ödeyebilir ve bunu zekâtına mahsub yapabilir.

 

2- Zekâtın Sahih Olmasının Şartları:

 

Zekâtın sahih olması için, mükellefle, malla ve ödenecekle ilgili bazı şartların bulunması gerekir:

 

Mükellefle İlgili Şartlar:

 

İslâm: [648]

 

1) ÜM'e göre, zekât bir ibadet olduğundan, niyetsiz ödenmesi halinde sahih olmaz. Bu sebeple, müslüman olmayanların zekât ödemeleri de, sahih değildir. Çünkü ancak mü’min onu gerçek manası ve özüyle yerine getirebilir. [649]

2) Şafiî Mezhebine göre, zekâtın sahih olması için müslüman olmak şart değildir.

 

Niyet: [650]

 

Bir yandan ibadet, öte yandan malî bir mükellefiyet, yani vergi anlamı taşıyan zekâtın diğer konuları gibi ödemede niyet konusu da, hayli incelenmiştir: [651]

 

Şart Olması:

 

a) Cumhur'a göre, bir ibadet olduğundan, zekât öderken, bu ödemenin sahih olması için, niyet etmek şarttır. Çünkü zekât öde­menin geçerliliğini,  ona yönelik bir niyet gerçekleştirebilir. Bil­meyerek veya unutarak niyet edilmesi halinde -bu, Allah'a ta'abbud ve takarrub amacı taşımadığından- zekât ödenmiş sayılmaz.

b) Evzaî'ye göre, zekât bir borç olarak ele alındığından niyet, şart değildir. Aynı görüş -zekâtı zenginle fakir arasında bir ortak­lık kabul eden- bazı malikî hukukçulardan da nakledilir; onlara göre, ortakların hakkını elde etmesi, ne alan, ne veren açısından niyeti gerektirir.

 

Yapılması:

 

I. Şekli:

 

1) Özü Ve Manasına Göre:

 

Niyet, hem kalben ve hem de dille yapılabildiği gibi, yalnızca dille de yapılabilir; ancak birincisi uygun olandır. İşte bu sebeple, bazı malikî hukukçulara göre, hükmî niyet de yeterlidir.

Niyet, ya mükellefin bizzat kendisi, ya da velayeti kendisinde bulunan deli, sefih ve çocuk adına yapılır. Bu son durumda, veli tarafından niyet yapılmazsa, ödenen zekât sahih olmadığından, taz-nıinat ödenmesi gerekir.

 

2) Tahsil Ve Ödeme Şekline Göre:

 

A.  İhtiyarî Ödemenin Niyeti:

 

a) Hukukçuların çoğunluğuna göre, ihtiyarî ödemede,  devlet başkanı veya zekât memurunun niyeti, mükellefin   niyeti yerine geçmez.

b) eş-Şafıî'nin bir görüşüne göre, bu, niyet yerine geçer, hatta hiç niyetsiz bile olabilir.  Esah olan ve sonraki hukukçuların be­nimsediği görüşe göre, bu niyetin, mükellefin niyeti yerine geçme­diğidir; geçtiği görüşü, zekât ödemeyenden cebren tahsil edilmesi halinde sözkonusudur.

 

B. Cebrî Ödemenin Niyeti:

 

a) Şafiî Mezhebine göre, zekâtını ödemeyip, bu borcu, kendi­sinden devletçe tahsil edilen kimse ödemeye niyet ederek, zimmeti zahiren ve batman bundan kurtulur. Fakat ödemeye niyet etmeyip, onun yerine devlet başkanı veya memur niyet ederse, zahiren borç­tan kurtulur,  ikinci ödeme yapması istenmez; bâtmen (dînen)  de borçtan kurtulması konusunda her iki açıklama da vardır, ancak esah olan kurtulduğu görüşüdür. Bununla birlikte, devlet başkanı da niyet etmezse, ne zahiren (kanun karşısında), ne de batınan borçtan kurtulur. Bu sebeple, devlet başkanına, zekât tahsil ederken niyet etmesi vaciptir; ancak vacip değildir görüşü de bulunmakta­dır.

b) Hanbelî hukukçulardan Ebu'l-Hattab ve İbn Akil'e göre, Al­lah ile kul arasındaki işlerde, sadece mal sahibinin niyeti geçerli­dir. Devlet başkanı, ya mal sahibinin vekili veya fakirlerin vekili, ya da her ikisinin de vekilidir.  Her üç durumda da onun niyeti, mal sahibinin niyeti yerine geçmez. Her ne kadar niyetsiz geçersizse de, zahirî bilgi dolayısıyla,  zekât ondan zorla tahsil edilir. Namazda da durum aynıdır: Şeklen kılmaya zorlanır, fakat buna rağmen mükellef namazı niyetsiz kılarsa,  namazı Allah katında sahih değildir.

c) Malikî hukukçu İbnu'l-Arabi'ye göre, cebren zekât tahsil edilince,  -hak sahibinin zekât miktarını çaldığında  niyet bulun­madığından sahih olmayacağının aksine- mükellef borçtan kurtulursa sevap kazanmaz. İbn Akîl de,   “zahiren geçerli” kısmını yeniden zekât ödemesi istenmez” şeklinde açıklamaktadır.

Bu son iki görüşü, bugünkü ifadelerle söylersek, kendisi ze­kâtı ödemeyen mükelleften bu borcu, devletçe cebren tahsil edilirse, kanun katında borçtan kurtulmak mümkündür, ancak niyet ehli oldukça niyet edilmeyen zekât için Allah katında sevaba hak ka­zanılmaz.

d) Hanefi Mezhebinin müfta bîh görüşüne göre, zekât memu­runun açık malların zekâtını cebren tahsil etmesi halinde, mükel­leften borç düşer; ancak, gizli mallarda tahsil durumu sözkonusu olmadığından, farz kendisinden düşmez.

 

II. Vakti: [652]

 

a) Hanefi Mezhebine göre,  niyet edaya bitişik olarak, yani malı ayırırken  veya verirken yapılır. Bununla   birlikte  niyetin ödemeye hükmen bitişik olması da sahihtir. Fakir bir kimseye ni­yetsiz olarak verilen malın zekât yerine geçmesi için, bu mal, fa­kirin elinden çıkmadan niyet etmek gerekir; aksi halde, zekâta ar­tık niyet edilmez. Vekile verme sırasında niyet edip, vekilin ödeme sırasında niyet etmemesi sonucu değiştirmez; çünkü âmirin niyeti esastır. Ayrı zamanlarda ödeme durumunda, her ödemede niyet şart koşulmaz, böyle bir şart güçlük çıkarır.

b) Maliki Mezhebine göre, niyet, malın ayırılması veya ödeme sırasında yapılır. Bundan önce veya sonraki niyetler geçer­sizdir.

c) Şafiî Mezhebi içinde, niyeti, malı ayırmadan önce yapmak konusunda her iki görüş bulunursa da, esah olan -oruçta olduğu gibi- önce yapılmasının yeterli olduğudur. Bu esasa bağlı olarak müvekkilin, malı, vekiline verdiği  sıradaki niyeti yeterlidir.  An­cak ikinci görüşe göre, vekilin ödeme sırasında niyet etmesi şart­tır.

d) Hanbelî Mezhebine göre, ödemeden az önce de niyet edilebi­lir.

Yusuf el-Kardavî, bu görüşler içinde, kolaylık sağlayanın ter­cih edilmesi gerektiğini belirtir. Çünkü müslümanın zekât ödeme konusunda, umumî bir niyetinin bulunması gerekir.

 

III. Çeşitli Konular: [653]

 

1) Zaman zaman fakirlere verilen mal, para ve sadakalar ze­kâta hesaplanamaz. Ancak, zekât niyeti taşıyarak ödeme yapılır ve mükellef her zaman zekât için bu tür ödemeler yaptığını söyleyebi­lecek durumdaysa, bu niyet zekât için geçerli olur.             

2) Zekâta niyet etmeksizin, malının hepsini tasadduk eden kimsenin zekât borcu düşer. Fakat bir kısmını tasadduk ederse Mulıammed'e göre bu miktarın zekâtı düşer; Ebu Yusuf’a göre düş­mez, zekâtın hepsini ödemesi gerekir. Buna göre, 200 dirhem için zekâta niyet etmeden veya sadaka olarak niyet ederek 5 dirhem ve­rirse, Ebu Yusuf’a göre zekât tam 5 dirhem ödenir, Muhammed'e göre bu oranda zekât borcu düşer ki bu da dirhemin 1/8'dir, kalan kısım ise düşmez. Aynı şekilde 100 dirhem verirse, Ebu Yusuf’a göre zekât tam 5 dirhem verilir; Muhammed'e göre tasadduk ettiği­nin 2.5 dirhem olan zekâtı düşer, kalan kısmındaki düşmez. Ebu Yusuf’tan, bütün malını tasadduk etmeye niyet edip bu malı bir de­fada değil aralıklı olarak tasadduk ederse, zekâtın yine düşeceği görüşü nakledilir, ancak böyle bir niyeti bulunmayan tasadduk eder ve zekât farz olursa -kalan kısım tadadduk edilse de- zekât borcu düşmez.

Hanbelî Mezhebi ve eş-Şafiî'ye göre, -nafile namazların farz namazları düşürememesi gibi- zekât niyeti olmadan nafile sadaka vermek de, zekât borcunu düşürmez.

 

Malla İlgili Şartlar: 

 

Havelân-ı Havl'i Doldurması: [654]

 

Cumhur'a göre, ödenen zekâtın sahih olması için, havelân-ı havlin dolması şart değildir; Malik'e göre şarttır, peşin ödeme caiz değildir. [655]

 

Malın Değer Taşıması:

 

Şart Olması:

 

Her türlü zekât mevzuu mal için ödenen zekât malının kıy­metli olması ve düşük vasıflı olmaması şarttır. Msl. bir tüccar, ze­kâtını ödeyeceği ticaret mallarının içinden en iyisi, orta seviyelisi ve düşük vasıflı üçlüsünden orta olanını seçecektir. En iyisini vermek mecburiyetinde olmadığı gibi, ayıplı ve kusurlu, satılma­yan malı vermesi de zekâtının sahih olmasını zedeler. Çeşitli de­ğerlerdeki birçok malların zekâtı ise, ya her cinsin kendi arasın­dan orta kalitede olanı veya hepsinin ortalaması değerindeki mal zekât olarak ödenir. Zaten Bakara: 2/267 âyeti de bunu emretmekte­dir. [656]

 

Orta Seviyenin Bulunması: [657]

 

İlke olarak, “nafile olarak tasadduku caiz olan malın, zekât olarak ödenmesi de caizdir, nafile olarak tasadduk edilemeyecek mal zekât olarak da ödenemez.”

Malın değer taşımasını, miktar ve sıfat veya yalnızca miktar ya da sıfat belirler. Böylece hangi özellikleri taşıyan mallar ödeme için geçerli olacaktır? Bu, ödenen malın, ayn veya deyn olmasına göre değişiklik gösterir; şunu hemen belirtelim ki, ayn kavramı mükellefin mülkiyet ve tasarrufundaki malı, “deyn” kavramı ise başkasındaki alacağı ifade eder:

 

I. Aynın Ödenmesi:

 

Bu konuyu, faiz cereyan eden ve etmeyen mallara göre ele almak uygundur:

 

A. Faiz Cereyan Etmeyen Mallar:

 

a) Hayvanlar;

Mükellef, hadislerde geçen bir mal öderse, bunda, vacibin sı­fatını gözetir: Orta değerdeki ödenir. Orta değerdekinden aşağısı, kıymet biçilerek ve eksik tamamlanarak ödenir. En iyiyi ödemek caizdir. Değerinin ödenmesi halinde de, bu hükümler uygulanır. İki koyun yerine, bunlar değerinde semiz bir koyun ödemek de caizdir. Çünkü hayvanlar faiz cereyan etmeyen, yani ribevî olmayan mallardandır. Ribevî olmayan mallarda ise, kıymet takdiri yoluna başvurulur.

b) Ticaret Malları;

1) Nisaptan Ödeme:

Nisaptan % 2.5 oranında ödeme yapılınca, bu caiz olur. Çünkü bu durumda vacip, tam manasıyla yerine getirilmiş olur.

2) Nisap Dışından Ödeme:

i) Aynı Cinsten:

Ödeme, nisap dışındaki mallardan yapılır ve bu da aynı cins­ten olursa, bunda vacibin sıfatı olan düşük, orta ve üstünlük durum­ları dikkate alınır. Düşük vasıflısı, orta ve üstün vasıflı için öde­nince, bu kıymet biçilerek ve eksik giderilerek yapılır.

ii) Ayrı Cinsten:

Ticaret malları için zekât olarak ödenecek mal, başka cins­ten olursa, bu durumda vacibin değeri dikkate alınır. Daha düşük değerde ödeme, caiz olmayıp, ancak bu değerdeki malın ödenme­siyle borç yerine getirilmiş olur.

 

B. Faiz Cereyan Eden Mallar:

 

1) Nisaptan Ödeme:

Ödeme nisabın % 2.5'u oranında yapılınca, bu, her durumda caizdir. Çünkü vacip olan yerine getirilmiş olur.

2) Nisap Dışında Ödeme:

i) Cinsinden Ödeme:

Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, bu durumda, değer değil, miktar esastır; Züfer'e göre, esas olan miktar değil, kıymettir; Mu-hammed'e göre, esas olan fakirlere daha faydalı olandır.

ii) Ayrı Cinsten Ödeme:

Zekât olarak ödenecek mal, nisabın cinsinden olmazsa, msl., gümüş için altın, arpa için buğday ödenirse, vacibin değeri dikkate alınır. Bu gibi ödemelerde, vacip olan değerden eksik ödeme ya­pınca, bütün borç düşmeyip, eksiği tamamlamak gerekir. Çünkü ribevî mallarda üstünün değeri, cinsleri ayrı ayrı olanlarla değiş­tirilince, tespit edilir.

Adak için de bu hükümler -faiz cereyan edip etmemesine göre ödenecek mallar için- geçerlidir. Ancak, aynı hükümler, adak hedyi ile köle azadı için uygulanmaz. Msl., iki hedy kesmeyi ada­yan kimsenin, bunlar yerine aynı değerde bir kurban kesmesi caiz değildir. Çünkü bu durumda, kurbet için gerekli olan temlik değil, kan akıtmaktır. Aynı şekilde, köle azad etmeyi adayınca, bunlar yerine, aynı değerde azad etmek, -kurbet temlik değil, köleliğin kaldırılması olarak değiştiğinden- caiz değildir.

 

II. Deynin Ödenmesi:

 

A. Ayn Yerine Ayn Ödeme:

 

Ayn yerine, ayn ödemek caizdir. Msl. 200 dirhem aynı olanın, havelân-ı havli dolunca, bunun beşini zekât olarak ödemesi caizdir. Çünkü bu, eksiksiz bir ödemedir. Böylece, vacip olan ödeme yapıla­rak, mükellefiyet yerine getirilmiş olur.

 

B. Deyn Yerine Ayn Ödeme:

 

Deyn yerine ayn ödemek de caizdir. Msl. 200 dirhem alacağı olan kimsenin havelân-ı havli dolup kendisine zekât farz olunca, ou alacağı için beş dirhem ödemesi -eksik yerine tam ödemek ola­cağından- caizdir. Çünkü ayn, bizzat mal olma değeri taşır, alacak ıse, sonuçta bu değeri kazanacaktır. Ayrıca ayn, bütün insanlar ıcın, alacak ise sadece borçlu için temlike elverişlidir.

 

C. Ayn Yerine Deyn Ödeme:

 

Ayn yerine deyn ödemek caiz değildir. Msl., bir fakirden beş dirhem alacağı olan kimsenin, takvim yılı dolmuş 200 dirhemi olup, bunun zekâtı olarak alacağı beş dirhemi ödemesi, -tam için eksik değerdekini ödeme olacağından- caiz değildir ve bu şekilde mükellefiyet yerine getirilmiş olmaz. Bu gibi durumlarda, ödemeye hukukîlik kazandırmak için çözüm yolu şudur: Fakir borçluya beş dirhem ayn bağışlar, bununla zekâtını ödemeye niyet eder, daha sonra bunları alacağı olan beş dirhem için geri alır, böylelikle ödeme yapılmış olur.

 

D. Deyn Yerine Deyn Ödeme:

 

1) Ayn'a Dönüşen Deyn:

Bu şekildeki ödeme caiz değildir. Msl., fakirden beş dirhem, bir başkasından da takvim yılı dolmuş 200 dirhem alacağı olan mükellefin, fakirden alacağı olan beş dirhemi, diğer borçludaki alacağı olan 200 dirhem için ödemesi, -sonuçta ayn yerine deyn ödeme alacağından- caiz değildir. Çünkü alacak, ele geçmesiyle birlikte ayn'a dönüşür.

2) Ayn'a Dönüşmeyen Deyn:

Deyn yerine deyn için, ayn'a dönüşmeyen deyni ödemek ca­izdir. Msl., fakir bir kimseden takvim yılı dolmuş 200 dirhem ala­cağı bulunan mükellefin, bu 200 dirhemi zekât olarak ona bağışla­ması, -sonuçta ayn yerine deyn ödeme olacağından- ödeme yerine geçer. Çünkü bu alacak, ayn'a dönüşmeyen bir deyndir. Ayrıca bu, mal olma vasfı tam olan yerine eksik olanı ödeme de değildir. Böyle bir alacağı, zengin borçluya bağışlamaksa, zekâtı değil, ala­cağı düşürür.

 

Zekât Ödenenle İlgili Şartlar:

 

Zekât ödenecek kimsenin fakir ve müslüman olması, haşimî soyundan olmaması, temlikin ödeyenle ödenen arasında menfaat bağı olmayana yapılması gibi şartları taşıması gerekir. [658] Zekâtın rüknü olan temlik de, bu şartlardan biridir.

 

3- Ödemeyi Açıktan Yapma: [659]

 

Başkası görüp ödesin, hakkındaki suizan kalksın diye -farz namaz ve oruçlar gibi- zekâtı da açıktan ödemek müstehaptır. Çünkü zekât, İslâm'ın en önemli rükünlerinden biridir. Ödemenin açıktan yapılmasıyla, gösteriş değil, ta'zim ve dinî duyguyu pekiş­tirmek gibi yüksek gayeler hedef alınmalıdır. Bu davranış, şüphe­siz, imanın işaretlerinden biridir. [660]

 

4- Ödediğinin Zekât Olduğunu Fakire Bildirme: [661]

 

Mükellef, zekâtı fakire bizzat kendisi ödüyorsa, bunun zekât olduğunu bildirmemesi evlâdır. Çünkü böylece özellikle iffetli (durumlarını gizleyen) kimselere eziyet edilmemiş olur, zaten buna ihtiyaç da yoktur. Hatta bazı maliki hukukçulara göre, fakirin kal­bini kırdığından dolayı, ödediğinin zekât olduğunu bildirmek mekruhtur.

 

5- Alacağın Zekâta Mahsuben Borçluya Bağışlanması: [662]

 

Caiz Olması: .

 

a) Hanefi Mezhebine göre, alacaklı zekât mevzuu alacağını, fakir borçluya bağışlayabilir.   Bu hibe,  zekât yerine geçer.  Fakir olmayan bir borçluya böyle bir malın bağışlanması, ne o malın, ne de başka malların zekâtı için geçerlidir.

b) el-Hasenu'1-Basrî, Atâ ve bazı şafiî hukukçulara göre, ala­cak, fakir borçluya bağışlanınca, bu zekât yerine geçer. Çünkü on­dan bunu alsa, sonra ödeseydi caiz olacaktı.

c) İbn Hazm ve Caferi Mezhebine göre, zekâta mahsuben ala­cak, hak sahiplerine bağışlanabilir. Hatta İbn Hazm'e göre, havale bile caizdir.

 

Caiz Olmaması:

 

a) Şafiî Mezhebinin esah görüşüne ve Ebu Hanife ile Ahmed'e göre, alacağın zekâta mahsuben borçluya bağışlanması, ödeme ye­rine geçmez. Borcunu ödemesi şartıyla, borçluya zekât ödenmez, ödenen zekât yerine sahih olmaz ve zekât borcu düşmez. Borçlu ala­caklıya “zekâtını ver de borcumu ödeyeyim” derse, alacaklının ona zekât ödemesi caizdir. Bu durumda,  borçlunun borcunu bundan ödemesi gerekmez, öderse geçerlidir.

b) Ebu Ubeyd'e ve onun naklinde Sevrî'ye göre, alacağın zekâ­ta mahsuben borçluya bağışlanmasıyla, ödeme   yapılmış olmaz.

Böyle bir durumda, sünnete muhalefet olacağı gibi, bu hareket halis niyet de taşımaz.

Yusuf Kardavî, bu görüşleri açıkladıktan sonra, kendi terci­hinin, bağıştan sonuçta fakir borçlunun faydalanması şartıyla, alacağın zekâta mahsuben ona bağışlanabileceği görüşü olduğunu belirtir. Ancak bu durumda, borçlunun borcunu ödemekten âciz ol­ması ve alacaklının da onu borcundan ibra etmesi, fakirin bunu bilmesi gerekir. Bu durumda, borçlunun mutlaka fakir ve miskin sınıfından olması [663] gerekmez. Çünkü o, böylece Gârimîn sınıfına [664] girer. Tüccarların borçla satarak kâr arttırma eğilimine sahip olmamaları için, el-Hasenu'1-Basrî'nin görüşünün uygulanması gerekir; alacağını tahsil edemez ve zor duruma düşerse, onları zekâtına hesap edebilir.

 

Konu

 

Hanefî

Şafiî

Malikî

Hanbelî

 

Mükellefle

İslâm

Şart

Şart değil

Şart

Şart

Sahili Olma

İlgili Şartlar

Niyet (eki)

Şart

Şart

Şart

Şart

Şartları

Malla İlgili

Havelân-ı  Havli Doldurması

-

-

Şart

-

 

Şartlar

Malın Değer Taşıması

Şart

Şart

Şart

Şart

 

Ödemeyi Açıktan Yapma

M üste hap

Müstehap

Müstehap

Müstehap

 

Zekat Olduğunu Fakire   Bildirmek

Bildirme-

mek Evlâ

Bildirme-mek Evlâ

Bildirme-mek Evlâ

Bildirme-mek Evlâ

 

Alacağın Zekata Mahsuben Borçluya Bağışlanması

Fakir Borçluya Caiz

Fakir Borçluya Caiz  

 

 

Tablo 83: Zekâtın Ödenmesi

 

4. KISIM ZEKÂT SİSTEMİ

 

Giriş

 

49. Zekât Sistemi Kavramı

 

Vergi sistemi, bir ülkenin belirli bir zamanda yürürlükte olan kamu gelirleri kanunlarının bütünüdür; bu mevzuat, çeşitli vergi, harç, resim ve usul kanunlarından oluşur. Vergi sistemleri, ülkelerin siyasî, hukukî, iktisadî ve sosyal gerçeklerinin etkisi al­tında şekillenir. Diğer bir deyişle, bir ülkenin vergi sistemi, o ül­kenin hukuk sisteminin, siyasî, iktisadî ve sosyal kuruluşlarının ve hatta tarih ve geleneklerinin gereklerine göre kurulur ve gelişir.

Genellikle hukuk ve iktisat rejimleri diğerine benzeyen ülke­lerin, vergi sistemleri arasında da yakın benzerlikler görülür. Bu bakımdan, çeşitli vergi sistemleri gelişme yönünün hemen hemen aynı olduğu sonucuna varılabilir. Zamanımızda insan hak ve hür­riyetlerinin egemen olduğu demokratik devletlerin vergi sistemle­rinde bazı farklarına rağmen yapı ve ilkeleri büyük benzerlikler gösteren başlıca gelir, servet, gider ve gümrük vergileri grupları yer almıştır. Siyasî, hukukî ve iktisadî rejimlerinin yapıları ba­kımından bu demokratik devletlerden temel farklar gösteren kollektivist devletlerin vergi sistemleri, bazı isim benzeyişlerine rağ­men ayrı ilkelere dayanmıştır.

Vergi sistemleri, ya tamamen objektif hukuk kuralları çerçe­vesinde veya iktisadî ve sosyal etki ve sonuçları bakımından ince­lenebilir. Her iki şekilde de, genellikle değer yargısı verilmez. Bi­rinci halde, vergi kanunları, ülkenin iktisadî ve sosyal gerçek ve nitelikleri gözönüne alınmaksızın, sadece kanun hükümleri içinde ele alınıp açıklanır. Bu anlamda, gelir vergisini örnek olarak ala­lım: Eğer mükellef, mevzu, nispet, tarh ve tahsil şekilleri vb. Gelir Vergisi Kanunu hükümleri çerçevesinde ve yargı kararlarına göre incelenirse, bu vergi objektif hukuk kurallarına göre incelenmiş ve açıklanmış olur; buna karşılık, Gelir Vergisi Kanununda bulunan mükellefiyet şekillerinin, muafiyet ve istisnaların, nispetlerin millî ekonomide yarattığı değişiklikler, gelir dağılımına, üretime, maliyetlere yaptığı etkiler, fertlerin ödeme güçlerinde, toplumun sosyal yapısı veya aile kurumu, işletmeler vb. üzerinde doğurduğu olumlu veya olumsuz sonuçlar incelenirse, bu verginin ekonomik, sosyal ve malî yönleri ele alınmış olur. Bir vergi hakkında yapılan böyle bir inceleme, bütün vergi, harç ve resimler için ayrı ayrı veya bütün olarak da yapılabilir. [665]

İslâm hukukunda zekât, konulacak tüm vergilerin çekirdeği­ni oluşturmasının yanısıra, apayrı bir sistem meydana getirir. Bu açıdan baktığımız takdirde, zekât sisteminin servet/sermaye, gelir ve kişi üzerinden alınan vergilerden oluştuğunu, bunların da mü­kellef, mevzu, nispet, tarh ve tahsil şekilleri vb. objektif hukuk ku­ralları çerçevesinde incelenebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak böyle bir inceleme, şimdilik daha çok teorik temellere ve pek az olarak da ilk devre ait mevzuat hükümlerine ve yargı kararla­rına dayandırılarak yapılabilir. [666] Ayrıca, Libya Zekât Kanunu gibi bazı modern mevzuat da incelenebilir.

 

50. Tek Vergi ve Zekât: [667]

 

Vergi sistemlerinde yer alan merkezî ve mahallî idareler vergilerinin sayısının ülkeden ülkeye değiştiği ve özellikle temel vergilerin 20-30 arasında olduğu söylenebilir. Günümüzde vergi sis­temleri birçok vergilerden oluşmaktadır. Ancak teoride, zaman zaman tek vergi sistemi savunulmuştur. Buna göre, bir ülkede bir­çok vergiler değil, tek vergi alınmalıdır.

Tek vergi ile ilgili bütün görüş ve düşüncelere rağmen, tek vergi sistemi yeterli olmaktan uzaktır. Gerçekten çoğul vergileme sistemi, vergi yükünün çeşitli kaynaklara dağıtılmasını sağladığı halde, tek vergi, üzerine konulduğu kaynağı kurutabilir. Kaldı ki, tek kaynak, zamanımız devlet ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelir­leri veremez.

Mükelleflerin davranışları ve psikolojik tepkileri de, tek vergi sisteminin başarısını engelleyecek önemli etkenlerdir.

Oysa çoğul vergileme sistemlerinde gerekli gelirler elde edi­lebildiği gibi, her siyasî yapıya göre çeşitli halk tabakalarının ikti­sadî kaynakları gözönüne alınarak, sosyal, tarihî ve psikolojik du­ruma uygun düşecek vergi çeşitleri seçilebilir. Kaldı ki, tek vergi, büyük yükümlülükler yüzünden mükelleflerin direncini arttırır. Çoğul vergiler ise, her ferdin ödeme gücüne göre dağıtılacağından, baskısız veya ağırlığı fazla hissedilemez şekilde konulmuştur. Öte yandan, kamu giderlerinin günümüzde çok artmış olması, çoğul vergiler sistemini gerektirmektedir. Bu sebeple teorik bakımdan parlak ve rasyonel gözüken tek vergi sisteminin zamanımızda uy­gulama alanı bulunmamaktadır.

Kaynaklarının çokluğu bakımından zekât, bir tek vergi ola­rak ele alınamaz. Bu açıdan o, bir sistem meydana getirir. Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, zekât, zamanımız vergi sistemlerinde bulu­nan bazı vergileri kapsamaz. [668] Bütün bunlara rağmen, zekât geliri, ihtiyacı karşılamada yetersiz kaldığı takdirde, başka vergilerin konulması daima mümkündür. [669] Görünüş itibarıyla zekât, tek vergi gibi ise de, gerçekte kaynaklarının çokluğu bakımından çoğul vergi sınıfına girer.

 

51. Çifte Zekât

 

1- Kavram:

 

Maliyede belirli bir kaynaktan aynı yapıda tek bir vergi alınması temel kuraldır. Mükelleflere ait aynı kaynaklardan, aynı yapıda birkaç vergi alınması halinde, bu kaynakların büyük malî yükler altında kalacağı ve hatta ortadan kalkabileceği düşü­nülmek gerekir. Bu bakımdan, aynı kaynak ve örneğin bir gelirden, belirli bir zaman içinde, bir kez vergi alınması, vergi adale­tine uygun düşmektedir.

Ancak bazı hallerde ve özellikle çeşitli ülkeler bakımından, aynı vergi kaynağının, aynı dönem içinde birkaç kez vergilendirildiği görülür.

“Bir vergi mevzuunuri iki veya daha fazla vergilendirilmesi­ne,” başka bir deyişle “Aynı bir vergi mevzuu üzerinde birden fazla vergileme yetkisinin çatışmasından veya aynı bir yetkinin birkaç kez kullanılmasından dolayı, bu mevzudan birden fazla vergi alınmasına” Çifte Vergi denir. Yabancı dillerde aynı anlama gelen kelimelerle adlandırılan bu olay, Fransızcada “double imposition,” Ingilizcede “double taxation,” İtalyancada “doppia impozisione,” di­limizde “mükerrer vergi,” “çifte vergi,” muzaaf vergi, “vergi mükerereliği” vb. şeklinde kullanılmaktadır. [670]

Bir zekât mevzuu için aynı vergilendirme dönemi içinde aynı sebepten dolayı mükellefin iki veya daha fazla zekât ödemesine Çifte Zekât denir. Bu olay, hukuk kitaplarında Sina veya İzdivacu’z-Zekât olarak da adlandırılır.

Şu halde çifte vergi ya da çifte zekâttan sözedebilmek için “vergi mevzuunun, mükellefin ve vergi döneminin aynı olması” gerekir. Bu şartlardan birisinin bulunmaması halinde, çifte vergi­den ya da çifte zekâttan söz edilemez.

 

2- Çeşitleri:

 

Kanundan Gelen Çifte Zekât:

 

Bazı konu ve mükelleflerin, aynı dönem içinde iki defa ver­giye tabi tutulması kanun gereği olabilir. Almanya ve İsviçre gibi bazı memleketlerde, emek ve sermayenin birleşmesinden elde edi­len gelirlerden bir vergi alındıktan sonra, yalnız sermaye geliri­nin ikinci defa vergilendirilmesi, kanunun maksadına uygun bir vergi tekrarıdır. Bu türlü çifte vergide, emekten alınan vergiye göre, sermaye gelirinden daha çok vergi alınması ile sosyal adale­tin sağlanması istenir.

Zekât hukuku açısından, kanundan gelen çifte zekâttan sözetmek mümkün değildir. Çünkü hadisler, böyle bir durumu, kesin­likle yasaklamaktadır.

 

Kendiliğinden Ortaya Çıkan Çifte Zekât:

 

Kendiliğinden ortaya çıkan çifte vergi, konusunun hatalı ola­rak tespit edilmesinden, maliye teşkilatında  uygulama işleri ile görevli olanların, vergi kanunlarındaki bazı maddeleri anlama ve yorumlamada hataya düşmelerinden meydana gelir.

Böyle bir çifte vergi sonucu ortaya çıkan haksızlığın gideril­mesi için ilgili kanunda gerekli değişiklik yapılır; gerekirse çe­şitli yorumlara yol açabilecek olan maddeler resmen yorumlanır. Uygulama sırasındaki hatadan doğan çifte vergi yüzünden haksız­lığa ve zarara uğrayan mükellef, gerekli düzeltme işlemi yapılmak suretiyle, bu durumdan kurtarılır.

Zekât hukuku açısından da, kendiliğinden ortaya çıkan çifte zekât için derhal düzeltme yoluna gidilir.

 

Milletlerarası Çifte Zekât:

 

Milletlerarası çifte vergi, her memleketin ilgili kanunlarının kendi ülkelerindeki uygulamalarından meydana gelmektedir. Asıl önemli olan ve giderilmesi güçlükler doğuran vergi mükerrerliği budur.

Bu tür çifte vergi millî hukuk düzeninde çözülebileceği gibi, genellikle milletlerarası vergi anlaşmaları ile çözümlenmektedir.

Hatta vergileme yetkilerinin çatışmasından doğan sorunların in­celenmesi ve çözümlenmesi kuralları, milletlerarası vergi huku­kunu ortaya çıkarmıştır. [671]

Bu genel açıklamaları tamamlamak üzere, hangi hallerin çifte vergi sayılmaması gerektiğine değinmek gerekir: [672]:

1) Bir kimsenin gelirinin vergilendirilmesinden sonra bu ge­lirin bir hizmet karşılığında verildiği ikinci bir kimse elinde ver­gilendirilmesi halinde çifte vergi yoktur.

2) Bir gelirden ayrı ayrı yapıda vergiler alınması halinde de çifte vergi bulunmamaktadır.

3) Bir kimsenin ayrı ayrı gelir kaynaklarından vergi alın­dıktan sonra (sedüler vergi) bunların gelir toplamı üzerinden şahsi bir vergi alınması halinde de çifte vergi sözkonusu olmaz. [673]  Bunun gibi, bir kişinin ölümü dolayısıyla terekenin tamamından bir vergi ve mirasçılarından,  hisselerine göre ayrı ayrı vergi alınması da çifte vergi sayılmamak gerekir. Bu anlamda, gerek toplam gelir vergisi, gerekse mirasçıların vergisi tamamlayıcı vergi olarak ka­bul edilmektedir.

Bütün bu hallere rağmen, çifte vergi konusunun sınırlarını kesin olarak belirtmek mümkün değildir. Kaldı ki verginin kamu hizmetlerinin karşılığı olduğu Anayasalarda bile gösterildiğine göre, bu hizmetleri ayrı ayrı yapan devlet, il ve belediyelerin, aynı bir gelirden aynı bir dönem için vergi alabilmeleri haklı görün­mektedir. Ancak çifte verginin, vergi adaleti ile bağdaşmadığı da açıktır. Çeşitli vergileme makamlarının alacakları vergiler, aynı bir gelirin tamamının vergi olarak alınması sonucunu doğurabilir. Bu bakımdan, zamanımız devletleri, gerek kendi içlerinde, gerekse aralarında çifte vergiyi önleyebilecek tedbirler almaktadırlar. Mil­letlerarası çifte vergileme, ilgili devletlerin, kendi aralarında yap­tıkları vergi anlaşmalarıyla hal şekline bağlanmaktadır.

Zekâtla ilgili kanunî düzenlemeleri bulunan günümüz müslüman ülkeleri de, aynı mal ve geliri aynı takvim yılı içinde aynı sebeple birden çok zekâta tâbi tutmamak için andlaşmalar imzala­nmalıdırlar.

Zekâtın önemli prensiplerinden birisi olan “çifte zekâtın yasaklığı”nı hukukçuların şu görüşlerinden daha iyi izleyebiliriz: [674]

1) Ebu Hanife'ye göre, mükellef, zekâtını ödediği hayvan be­dellerini, nakdî nisabına eklemez. Zira eklemesi halinde, çifte ze­kât durumu ortaya çıkar.

2) Aynı şekilde, nakit zekâtını ödeyen mükellef, bu nakitleriyle hayvan satın alır ve kendisinin satın aldığı cinsten sâime hayvan varsa,  elindeki sâimelenn yılı doldurması halinde,  satın alınanlar eldekine eklenmez.

3) Ürün kendisi dolayısıyla elde edileceği için, şahsî işte ça­lıştırılan hayvan zekâta tâbi tutulmaz. Zekâta tabi tutulması, çifte zekâtı andırır.

Kısaca belirtirsek, zekâta konu olan mal ve gelir, aynı dönem içinde yalnızca bir kez zekâta tâbi tutulabilir.

 

14. BÖLÜM SERVET / SERMAYE VE BUNLARIN GELİRİ ÜZERİNDEN ALINAN / ÖDENEN ZEKÂT

 

BİRİNCİ AYIRIM HAYVAN SÜRÜLERİ (ZEKÂTU'L-HAYEVÂN, ZEKÂTU'L-MÂŞİYE)

 

52. Mükellef

 

Zekâtla mükellef olmak için gerekli genel şartlar, [675] hayvan sahipleri için de aynen geçerlidir.   

Yalnız burada borçlu mükellefin durumunu ele almakta ya­rar bulunmaktadır: [676]

a) İbn Ömer ve onun görüşünü paylaşan hukukçulara (Hanefî Mezhebi ve bir nakilde Ahmed b. Hanbel'e) göre, borç, malların kıymetleri üzerinden hesaplanır. Bir kişi, en düşük seviyedeki ze­kât nisabına sahip olmazsa, zengin sayılmaz. Bu durumda borç, hayvanların değeri üzerinden hesaplanır ve bu, zekâtı gerekli kı­lan nisaptan düşük olursa, ortada borç kalmaz. Zira mevcut olan hayvanların satışıyla borcun ödenmesi kabil olur. Şayet eldeki hayvanların değeri, mevcut borcu ancak karşılıyor veya nisabı aşmıyacak küçük çapta bir meblağ geriye bırakıyorsa, böyle birinin zekât ödemesi gerekmez.

Kredi alarak hayvan ticareti yapan veya bakan kimse de, ze­kâtını hesaplarken, ödeyeceği krediyi -şayet ödememişse- düşmesi gerekir.

b) Hukukçuların birçoğu da, borçların bizzat bu malların üze­rinde olduğunu kabul ediyorlar. Bundan dolayı zekât, malların ay­nından (kendisinden) alınır, değerinden alınmaz. Bu malların ço­ğalması da, zekâtı gerekli kılan sebeptir.

c) Maliki ve Şafiî Mezhepleri ile bir nakilde Ahmed b. Hanbel'e göre,  borç, hayvanı servetle ilgili matrahtan  düşülmez. İmam Şafiî,  bu konuda şunları söylüyor:

“Hayvan sahibi, içlerinden biri karşılığında hayvanların bakımı için birini tutsa, ücretini ver­memiş olursa, zekâtını öder. Borcu varsa, zekât alır, onunla ve di­ğer mallarıyla borcunu kapatır.”

eş-Şafiî'nin açıklamasından, ücreti, bu havyanlardan biriyle karşılamışsa, havyan sahibinin nisabı bulmayan hayvanlar için zekât mükellefi olmayacağı anlaşılır ki bu da İbn Ömer'in görü­şüne katılması anlamına gelir.

d) Ebu Ubeyd, tıpkı ziraî borçlardaki gibi, sağlam borcun mat­rahtan düşüleceğini, sadece mükellefin iddia ettiği borcun böyle bir etkisi olmadığını savunur.

Mükellefin başka malı veya aslî ihtiyaçların fazlalığı yoksa bu borç, matrahtan düşülmelidir. Aslî ihtiyaçların fazlalığı ise, borca karşılık tutulabilir, böylece hayvanlar için de zekât ödenir.

Sâimeden olan hayvanların sahibi, sene sonunda henüz ge­rekli zekâtı ödemeden vefat ederse, bu zekât borcu terikesinden alı­namaz. Çünkü bu zekât, mükellefin niyetine bağlıdır. Vefat halinde ise, mükellefin niyetine imkân kalmaz. Mükellef hayatta iken bu zekâtın ödenmesini vasiyet etmesi halinde, mirasçılar terikenin tamamı üzerinden ödenmesine izin vermezlerse, üçte birinden ödeme yapılır. [677]

 

53. Mevzu Ve Matrah

 

1- Hayvanların Zekât Mevzuu Olması:

 

Hayvanların zekâta tâbi olduğunu bildiren ve Mekke'de inen En'am: 6/136 âyetinden başka konuya hususî bir hüküm getiren âyet bulunmamaktadır. [678] Hayvanların zekâta tâbi olmasıyla ilgili ay­rıntılı hükümleri, hadisler ve Hz. Peygamber'in uygulaması getir­mektedir.

Bilhassa resmî vesikalar hangi sene vazedildiği nazarı iti­bara alınmaksızın tetkik edilirse görülür ki deve (ibil), sığır (bakar) ve koyun (ganem)'dan müştereken hayvan vergisi alına­cağı gösterilmiştir. Ayrıca, muhtelif sebep ve saiklerle biz, çeşitli bölgelere bazan bu üç nevi hayvan üzerinden ancak bazılarında vergi mecburiyetinin konduğunu görmekteyiz. Daha ilerici devirde fetihten sonra kaleme alındığı iddia edilen ve Hz. Peygamber'in muhtelif âmillerine gönderdiği muayyen hayvanlar üzerinde tat­biki gereken vergi nispetlerini gösterir yazılarda ise mesele büsbü­tün vuzuha kavuşmaktaydı.

Vergi olarak tahsil edilmiş hayvanlardan teşkil edilen sürü­ler Medine'ye müteveccihen yola çıkarılmış veya ihtiyat olarak devlete ait otlaklarda (Hima) saklanmıştır. [679]

Deve, koyun ve sığırların zekât mevzuu oldukları, sünnet ve icma ile sabittir. [680] Bu konuda, atlar ve diğer hayvanların zekâta tâbi olması hukukçular arasında ihtilaflıdır:

 

Atlar:

 

Hz. Peygamber ve Râşid Halifeler devrinde artıcılık vasfını ve sâime olma şartını taşımadıklarından, atların zekâta tâbi ol­ması sözkonusu değildi. Ayrıca, o devirde atlar, çok az sayıdaydı. Bütün bunların yanında, o günün şartlarında nema için değil, sa­dece savaş için kullanılırlardı. Fakat bu devirden sonra, atlar ya­vaş yavaş çoğaldı ve nema için elde bulundurulmaya başladı. Bunu gözönüne alan hukukçular konuya çözüm aradılar:

a) Ebu Hanife, Nehaî ve Züfer'e göre, sâime olan -yani nesil­leri için beslenen- atlar zekâta tâbidir. Binek, savaş ve yük taşımak için elde bulunan atlara hiçbir zaman zekât düşmediği icma ile sa­bittir. Çünkü bu durumda onlar çalıştırılan hayvanlar gibidirler ki bunlar zekât mevzuu değildirler. Atların zekâta tâbi olmayacağını bildiren hadis de bu zarurete dayandığı için, onları zekâttan istisna eder. Esasen hadiste geçen “afv” kelimesini “at aslında zekâta tâbi idi, ancak zekât için gerekli sebep henüz ortaya çıkmamıştır” şeklinde anlamak gerekir.   Hanefi hukukçulardan Serahsi, Mergınânî, Kâsânî ve Kudûrî de bu görüştedir. [681]

b) Aralarında Hanefî Mezhebinin de bulunduğu Cumhur'a göre, zekâta tâbi olması hakkında âyet ve hadis bulunmadığı, hatta tâbi olmadığını bildiren hadis bulunduğu için, atlar zekâta tâbi ol­maz. Hanefî Mezhebi içinde müfta bih görüş de budur. [682]

Atlar namîlik vasfı taşıdığı ve sâime oldukları takdirde bi-rînci görüşün tercih edilmesi gerekir. Yusuf Kardavî bunun nübüv­vet değil, hükümet işi olduğunu, hal ve şartlara göre atların zekâta tâbi olacağını benimser. [683]

 

Diğer Hayvanlar:

 

Deve, koyun, sığır ve atlar dışında kalan, msl., eşek, katır, av köpeği, pars gibi hayvanların ticarî gaye dışında elde bulununca, zekâtatâbi olup olmaması hukukçuları hayli düşündürmektedir:

a) Klasik hukukçulara göre, ticarî gaye ile elde bulunma­dıkça -sâime olmaları nadir olduğundan- zekâta tâbi olmazlar. [684]

b) Hayvanların zekâta tâbi olması için gerekli şartlar gerçek­leştiğinde, bütün hayvanlar için zekât ödenmesi gerektiğini, çağdaş hukukçulardan bilhassa M. Ebu Zehra, A. Hallaf, A. Hasen ve Y. Kardavî, ısrarla savunmaktadırlar. Böylece onlara göre, msl. Hin­distan ve Afrika'da yaşayan ve nema için beslenen ve aynı zamanda zekât şartlarını da taşıyan hayvanlar zekâta tâbi olacak­tır. [685]

Zekâta tâbi olmayacaklarını bildiren hadis bulunmakla bir­likte, [686] ikinci görüş zekâtın manası, özü ve cemiyete sağlayacağı tesir açısından birinciye göre, herhalde haklılık kazanmaktadır.

En'am veya Mevâşî (Maşiye) de denen sığır, manda, koyun-keçi gibi hayvanların zekât statüsü, ticaret için elde bulunan katır, eşok, av köpekleri, hatta deve, sığır, manda ve koyun-keçi den fark­lıdır, bu sonuncular ticaret mallarının zekât statüsüne tabidirler; Zahirî Mezhebine göre, ticarî hayvanlar zekâta tâbi değildir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 12/2), ister nema ve üretim, isterse ticaret için olsun at ve diğer hayvanların, değerlerinin % 2.5'u üzerinden zekâta tâbi olmasını öngörmüştür.

 

2- Zekât Mevzuu Hayvanın Nitelikleri:

 

Genel Şartlar:

 

Malı zekâta tâbi tutmak için gerekli genel şartlar [687] burada da aynen geçerliliğini korur. Yalnız tam mülkiyet, nisap ve havelân-ı havi konularında biraz açıklama yapmak gerekir:

 

Tam Mülkiyet:

 

Hayvanların zekâta tâbi olması için aranan en önemli şart­lardan birisi de, tam mülkiyetle elde bulundurulmalarıdır.

Burada üzerinde durulacak konu, hayvanların mülkiyetinde ortaklıktır. Mülkiyette ortaklık konusunda, özellikle ortaklığın tü­rünü belirlemek gerekir. Şayi hisse ve vasıflar açısından olmak üzere, başlıca iki ortaklık bulunmaktadır. Bunlardan birincisinde, ortakların hisseleri -miras mahndaki ortaklık gibi- birbirinden ayrılmayacak şekilde; ikincisinde ise, her ortağın payı -30 koyun, 60 koyun gibi- ayrı ayrı tespit edilecek şekilde bulunmaktadır.

Hayvanlardaki ortaklık konusunda hukukçular görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir: [688]

a) İçlerinde Şafiî ve Malikî Mezheblerinin de bulunduğu Cumhur'a göre, ortak hayvanlarda zekât, şu ayrıntıyla tek bir kişi­nin mülkiyetin d eymiş gibi ödenir:

a) Mükelleflik:

1) Şafiî Mezhebine göre, ortaklar zekâtlarını -yüz kişi bile olsalar ve payları ne olursa olsun- tek kişinin mülkiyetindeymiş gibi öderler.

2) Malikî Mezhebine göre, ortakların her birinin sahip olduğu hayvanlar nisabı bulunca, bu mallar tek kişinin mülkiyetindeymiş gibi ele alınır.

b) Ortaklığın Düzenlenmesi:

1) Şafiî Mezhebine göre,  hayvanlar için ortaklık,  ağıl, sulama, sağılma, erkeğin aynı olması vb. durumlara göre dü­zenlenir.

2) Malikî Mezhebine göre, kova ve sulama yeri, ağıl, ço­ban ve erkeğin aynı olmasıyla düzenlenir.  Bu şartların tü­müyle veya kısmen gerekeceğinin malikîler arasında ihti­laflı olduğu hemen belirtilmelidir.

b) Hanefî ve Zahirî Mezheblerine göre, ortak hayvanlarda ze­kâtın ödenmesi, her ortağın kendisine ve nisabına bakarak düzen­lenir. Payı nisabı bulan öder, bulamayan zekâttan muaftır. Bu, bir ilke olarak şöylece ifade edilir: “Müctemi' (birlikte) olan nisapla­rın tefriki (ayrılması) caiz olmadığı gibi, müteferrik (ayrı) bulu­nan nisapların cem'i (birlikte ele alınması) de caiz değildir.” Buna göre, bir kişinin iki ayrı yerdeki nisabı bulan hayvanları birlikte, ortaklar ise ayrı ayrı ele alınacaktır.

Yusuf el-Kardavî'ye göre, Şafiî Mezhebinin görüşü konuya bir kolaylık ve açıklık getirir, hatta bu görüşü diğer zekât mevzularına da yansıtabiliriz. Yine bu görüş, zekât idaresi gerekli görünce, şir­ketler için de esas alınabilir.

 

Nisap:

 

Miktarı:

 

I. Zekât Mevzuu Olması İttifakla Sabit Hayvanlar: [689]

 

Koyun ve keçi ile devenin nisap miktarı, icma ile sabittir; ko­yun ve keçi için kırk, deve için beş tane olmak şarttır. Sığırlar ko­nusunda -nisap ve ödeme miktarı açısından- Hz. Peygamber'den sahih bir nakil bulunmamaktadır. Zira Hicaz'da o sıralar sığır cinsi az sayıdaydı. İşte bu yüzden, sığırın nisap miktarı ihtilaflıdır:

a) Cumhur'a göre, sığırın nisabı otuzdur. [690] İbn Abdilber, bu konuda icma bulunmaktadır derse de, az sonra görüle­ceği gibi, bu konuda icma bulunmamaktadır.

b) Taberî ile Zahirîler, sığırın nisabını, elli olarak kabul et­mektedir. Zira elliden aşağısında ihtilaf, sonrasında ittifak vardır.

c) Sa'id b- el-Müseyyeb, Zuhrî ve Ebu Kılabe'ye göre, sığırın nisabı devede olduğu gibi beştir.

d) Bazı hukukçulara (msl.,  Şehr b.  Havşebe'ye) göre, sığırın nisabı ondur. Bu görüştekiler, diyet takdirindeki, bir deve veya iki sığır şeklindeki durumu nazarı itibara almış olabilirler.

Yusuf Kardavî, delilce kuvvetli görerek, ilk görüşü tercih eder, Bununla birlikte, sığır fiyatlarındaki değişme ve kendilerin­den yararlanma durumuna göre, hareket edilebilir: Fiyatı ve fay­dası yüksek olunca, üçüncü görüş alınarak normal sayıya kadar beşte bir, onda iki, yirmide dört koyun ödenir. Bunların sahibi, ekonomik yönden güçlü biriyse, bu görüş tercihan alınır. Şehr b. Havşebe'nin görüşü de, uygulamaya girme şansına sahiptir. Sığır fiyatları kimi ülke ve bölgelerde düşük ve yararı da az olursa, beş veya on rakamları nisaba esasalınmaz. Bu durumda nisabın otuz olması akla daha yatkındır.

Umumî bir ifadeyle, hayvanların nisabı ve zekâtı, diğer mal­ların nisap ve zekât miktarlarına yakındır.

 

II. Zekât Mevzuu Olması İhtilaflı Hayvanlar:

 

A. Atlar:

 

Zekât mevzuu oldukları takdirde, atlar için nisaba ulaşma şartının aranıp aranmaması hukukçular arasında ihtilaflıdır: [691]

Hukukçuların bir kısmına göre nisap şartken, diğer bazıla­rına göre şart değildir. Ebu Hanife'den atların zekâtı konusunda iki görüş nakledilir: Bir nakilde nisap, -develere kıyasla- beş, diğer bir nakilde üçtür; sahih o.lan görüşüne göre, atlarda sayıya değil, değerlerine bakılır.

Diğer hayvanlarda ve zekât mevzularında olduğu gibi, atlar­da da nisap şartı aranmalıdır. Bu konuda Yusuf Kardavî, -beş deve, beş evak ve beş vesk'a bakarak beş olmasının; M. Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen altın nisabının tercihe şayan olduğunu belir­tir. [692] Kanaatimizce, Ebu Hanife'nin son görüşü benimsenerek, ni­sap, değer üzerinden belirlenmelidir.

 

B. Diğer Hayvanlar:

 

Deve, sığır, koyun ve keçi ile atlar dışında kalıp zekâta tâbi olan hayvanlarda nisap şartı aranır. Bu nisap, Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen'e göre altın nisabı esas alınarak; Yusuf Kardavî'ye  göre  beş  deve ve kırk koyunun  ortalama  değeri esas alınarak düzenlenir. [693]

Bu çeşit hayvanlarda da kanaatimizce değer esas alınmalıdır.

 

Hesaplanması:

 

1) Hayvanların zekâtı senede bir defa ve cinslerine göre deği­şik şekilde ödenir; ayrı cinslerdekilerin nisabı  birlikte hesaplan­maz. [694]

Develerin, sığırların ve koyunların nisabı, erkek-dişi ayı­rımı yapılmaksızın hesaplanır.

Zekât konusunda sığırla manda ve koyunla keçi arasında bir fark yoktur; her ikisi aynı cins kabul edilir. Bu sebeple karışık ol­duklarında nisap tespiti için birbirine eklenirler. [695]

2) Sene başında nisap miktarında bulunan sâime hayvanlara sene içinde hibe, miras, satın alma gibi sebeplerle aynı cinsten bir takım sâime hayvanlar daha katılacak olsa, Hanefî Mezhebine göre, sene sonunda hepsinin zekâtı birden ödenir; Şafiî Mezhebine göre bu sonradan katılanlar, nisap miktarına ulaşsın ulaşmasın, mülkiyete geçiş tarihinden itibaren bir kamerî yıl geçmedikçe ze­kâta tâbi olmazlar, fakat yavru ve kâr nisaba eklenir. [696]

3) Sâime hayvanlar arasında bulunan kör ve zayıf hayvanlar da nisap hesabına katılır. Fakat bu gibi hayvanlar zekât olarak ödenmez. Ebu Hanife'den, bu çeşit hayvanların nisaba katılmaya­cağı görüşü de nakledilir. [697]

 

Havelân-ı Havl:

 

Bu şart, Hz. Peygamber'in ve Râşid Halifelerin uygulama sıyla sabittir. [698] Takvim yılı dolduktan sonra sâime hayvanların satılması zekât borcunu düşürmez.

Satış durumunda zekât memuru hazır bulunursa, dilerse satı­lanların içinden ödenmesi gereken zekâtı satıcıdan kıymet olarak alır, bu durumda satış muamelesi tamam olur; ancak, isterse bu borcu aynen alır ki bu durumda o hayvan hakkındaki satış bâtıl olur. Fakat memur, satış sırasında hazur bulunmamış olursa, müş­teriden bir şey alamaz, bu hayvanın kıymeti satıcıdan alınır. [699]

Zekât ödenecek hayvanların üzerinden, birkaç yıl geçince, önce ilk yılınki, kalanın da nisabı duldurmasma göre sırayla di­ğer yıllarınki ödenir. Satışla değiştirilen hayvanların havelân-ı havli yeniden hesaplanır[700].

 

Özel Şartlar:

 

Zekât mevzuu hayvanların, ayrıca önemli bazı özel şartları vardır:

 

Saime Olmak:

 

Şart Olması:

 

a) Cumhur'a göre, hayvanların zekâta tâbi olmaları için sâ­ime vasfını taşımaları şarttır.  Çünkü üretkenlik ancak böylece gerçekleşebilir.

b) Maliki Mezhebine göre, hayvanların zekât mevzuu olma­ları için -zekât mal ve mülkle ilgili olduğundan- sâime olmaları şart değildir. [701] Ancak bazı malikî hukukçular Cumhur'un görüşüne katılır. Malikî Mezhebinin bu görüşüne el-Leys b. Sa'd, Kebi'a ile bazı zahirî hukukçular da katılmaktadır. Bu görüşe göre, işte çalıştırılan hayvanlar bile zekâta tâbidir. Çalıştırma ve yem, zekâtın sebebi olan nemayı ortadan kaldırmaz. Çünkü, hayvanlar fiilen otlatılsın veya otlatılmasın vasıfları gereği mer'a hayvanıdır. Onların otlatılmaması, sâime   olmalarını önleyemez. [702]

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 12/1) da saime olma şartını aramaz.

c) Bazı zahirî hukukçulara göre, develerin sâime olması ge­rekmez; koyun ve sığır için bu şart aranır. [703]

Muhammed Ebu Zehra'nın da belirttiği gibi, birinci görüş çok haklı olarak tercihe şayandır. [704] Bu sebeple,1986 tarihli Sudan zekât kanunu hayvanın saime olma şartını aramaktadır. [705]

 

Sâime Kavramı:

 

Hayvanların zekâta tâbi olması için sâimeliği şart koşan hu­kukçular, onun tanımında görüş ayrılığına düşmektedirler:

a) Hanefî Mezhebine göre, senenin tümünde veya yarısından çoğunda kırlara, yani umuma mahsus meralara beslenmeleri, süt alınması ve üreyip çoğalması için gönderilen hayvanlar sâime (ç. sevaîm) adını alır. [706]  Bunun  dışındakiler, yani  nema değil,  şahsî yararlanma ve kullanma amacı taşıyan;

1) Binmek ve yük taşımak (hamule), tarla sürmek (âmile) için beslenmeleri maksadıyla kıra gönderilen   hayvanlar ki bunlar deve ile sığırdır,

2) Senenin yarısında veya yarısından fazlasında evde yemle beslenen ve alûfe denen hayvanlar,

3) Kıra kaçak giden veya ticaret için elde bulunan hayvan­lar sâime vasfını kazanmazlar; ticaret için elde bulundurulan hayvanlar, ticaret mallarının zekât statüsüne tâbi olurlar. [707]

b) Şafiî Mezhebine göre, bütün bir yıl boyunca -sahibi hayvan­ların kendisinin olduğunu bildiği halde-  aralıksız   olarak kıra gönderilen hayvanlar sâime adını alır. Bu görüşe göre, bir-iki gün sâime olması önlensin diye evde bakıma alınan hayvanlardan sâ-imelik vasfı kalkmış olmaz. [708]

c) Hanbelî Mezhebine göre, sâime kavramı Hanefî Mezhebininki gibidir. Yalnızca kıra kaçak olarak giden hayvanların sâ­ime olması konusunda onlardan ayrılmaktadırlar. [709]

d) Sâime şartını aramayan el-Leys ile bazı maliki hukukçu­lara göre, sığır cinsinin binmek, yük taşımak ve sürmek için kul­lanılması halinde zekâta tâbi olmaz.

Ticaret için satın alınan hayvanlar, sâime şeklinde bakıma alınırsa, zekât statüsü neye göre düzenlenecektir? [710]

a) Malik ve son görüşünde eş-Şafiî'ye göre, kendisi hakkında icma bulunduğundan sâime statüsü uygulanır.

b) Ebu Hanife, Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, fakir ve diğer hak sahipleri için daha faydalı olduğundan, ticarî statü uygulanır.

Aynı durumda, sâime nisabı bulunup, ticaret nisabı bulun­mazsa, bütün hukukçulara göre sâime statüsü uygulanır.

 

Evcil Olmak: [711]

 

Sâime olmaları yanında, hayvanların zekâta tâbi olması için evcil olmaları da gerekir.

Vahşi ile evcil arasında melez olarak doğan hayvanların ze­kâta tâbi olması konusunda, hukukçular değişik görüşlerdedir:

a) Hanefî Mezhebine göre, vahşi ve yabani hayvanlara zekât düşmez. Bir vahşi ile evcilden doğan hayvanların anasına bakılır; anası evcil olanlar zekâta tâbi olur, diğerleri olmaz.

b) Şafiî ve Malikî Mezheblerine göre, bu gibi hayvanlara zekât düşmemektedir.

c) Hanbelî Mezhebine göre, bunlara zekât düşer, anasının evcil olması şart değildir.

 

Yaşını Doldurmak:

 

Deve yavrusu (fasıl, ç. faslân=köşek), sığır yavrusu (accûl, ç. acâcîl=buzağı) ve davar yavrusu (hamli, ç. hamlân=oğlak ve kuzu)'nun değişik şekillerde zekâta tâbi olduğu açıklanır: [712]

 

Büyüklerle Birlikte Bulunması:

 

Yavrular kendi cinslerinden büyükleriyle birlikte bulunduk­ları takdirde, -tek bir tane de olsa- büyükler gibi zekâta tâbi olurlar. İçlerinden biri yaşında olur ve bu büyük takvim yılı dolunca ölürse, Ebu Hanife ve Muhammed'e göre, zekât borcu düşerken; Ebu Yusuf­'a göre bütünüyle düşmez, yalnızca hissesi oranında düşer. Tersi bir durum olursa, kendisine düşen pay, yani büyüğün kırkta biri zekâta tâbi olur. Bu konuda ilke şudur: “Büyükler için gerekli sayı, küçüklerde bulunduğu takdirde, büyüklerine tâbi kılınarak küçük­lere zekât farz olur. Zekât, nisabı karşılayacak kadar varsa yaşlı­dan, yoksa yavrudan ödenir. Büyükler için gerekli sayı, küçük­lerde aynen bulunmadığı takdirde, Ebu Hanife ile Muhammed'e göre mevcut oranında zekât ödenir. Msl., bir kimsenin 19 kuzusu ile 2 koyunu bulunsa Ebu Hanife ve Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre nisap 21'e ulaştığı için 2 koyun zekât verilir. Yalnız bir koyun ile 120 kuzusu bulunursa, Ebu Hanife ile Muhammed'e göre nisap yine 121'e ulaştığı için yalnıza bir koyun, Ebu Yusuf’a göre ise bir koyun ile birlikte bir de kuzu zekât olarak ödenir. Yine aynı şekilde, 60 buzağı için Ebu Hanife ile Muhammed'e göre yalnızca bir tebî', [713] Ebu Yusuf’a göre bir tebî' ile accûl zekât olarak ödenir. 76 deve yav­rusunda da durum aynıdır: Zekât olarak Ebu Hanife ile Muham­med'e göre yalnızca Bint Lebûn, [714] Ebu Yusuf’a göre Bint Lebûn ve Fasîl ödenir. Çünkü Ebu Hanife ile Muhammed'e göre vücup asla küçüklerle ilgili değildir, Ebu Yusuf’a göre onlarla ilgilidir.”

 

Büyüklerinden Ayrı Bulunması:

 

a) Hanefî Mezhebine (Ebu Hanife ile Muhammed'e), Kûfe'lilere ve Zahirî Mezhebine göre, sâime olup henüz yaşını doldurma­mış yavrular -sayıları nisabı doldursa bile- zekâta tâbi olmaz.

Deve yavrularının zekâtı konusunda,  Ebu Yusuftan değişik görüşler rivayet edilir: [715]

a) Büyüklerini zekâta tâbi tuttuğumuzda bir yavru verilecek sayıya ulaşmadıkça -ki bu da 25'tir- zekât ödenmez, 25'ten sonrasında içlerinden biri zekât olarak ödenir.

b) 5 tane olduğunda, yavrunun 1/5, 10 olduğunda 2/5, 15 ol­duğunda 3/5, 20 olduğunda 4/5 oranında değeri, 25'te içlerinden biri zekât olarak ödenir.

c) 5 tane olduğunda, orta seviyede bir koyun ile yavrunun 1/5; 10 tane olduklarında 2 koyun ile yavrunun 2/5; 15'te 3 koyun ile yavrunun 3/5; 20'den 4 koyun ile yavrunun 4/5 değerine bakı­lır ve az olana göre ödeme yapılır; sayıları 25'i bulunca -az önce belirtildiği gibi- içlerinden biri zekât olarak ödenir. Bütün riva­yetlerde sayıları 25'i aştığında, büyüklerini zekâta tâbi tuttuğu­muzda iki yavru verilecek sayıya ulaşmadıkça ki bu da 76'dır, zekât ödemek gerekmez. Bundan sonra da, üç tane ödenecek sa­yıya ulaşmadıkça, ki bu da 145'tir, zekât ödenmez. Yine ona göre, 40'tan az kuzu, 30'dan az buzağı için zekât ödenmez.

b) eş-Şafiî, Ebu Yusuf ve Tahâvî'ye göre, yaşlarını doldurma­mış hayvanlar nisabı bulursa, zekâta tâbi olurlar. Zekât olarak iç­lerinden biri, msl., kırk kuzu için bir kuzu, ödenir. İbn Rüşd, bu gö­rüşün kıyasa daha yakın olduğunu belirtir.

c) Malik ve Züfer'e göre, yavrular aynen büyükler gibi zekâta tâbi olurlar. Zekat olarak, onlardaki gibi, msl., kırk kuzu için bir koyun, ödenir.

Şunu belirtelim ki, Ebu Hanife bu üç görüşü de benimsemiştir, ancak onun son görüşü ilk maddede belirtilendir.

Yavrulara zekât gerekeceği görüşündekilerden bazısına göre, gerekli yaşta bir tane satın alınır ve zekât olarak ödenir. Bu duru­ma göre, mükellefin 40 kuzusu ve bir koyunu olduğunda, koyun he­lak olur ve takvim yılı kuzu ile tamamlanırsa, Ebu Hanife ve Mu­hammed'e göre zekât ödemek gerekmez; Ebu Yusuf’a göre kuzular­dan biri, Züfer'e göre bir koyun zekât olarak ödenir.

d) İbn Rüşd'ün belirttiğine nazaran, Şafiî, Ebu Hanife ve Ebu Sevr'e göre, anaları nisabı bulduğu takdirde zekâta tâbi olurlar. İbn Hazm'e göre, bu durumda bütünüyle nisap hesabı dışında kalamaz­lar.

Yusuf Kardavî de, Ebu Hanife ile eş-Şafiî'nin bu görüşünü be­nimsemektedir. Zira hayvanlarda vakas [716] çok geniş tutulmuştur. Bu da, muhtemelen yavruların bulunması dolayısıyladır.

 

Cinsiyet:

 

Yalnızca, atların zekâta tâbi olması halinde, hangi cinsin ze­kâta tâbi olacağı ihtilaflıdır: [717]

a) Hukukçuların bir kısmına göre, erkek-dişi cinsleri ara­sında bazı ayrıntılar bulunmaktadır:

a) Ebu Hanife ve Züfer'e göre, sâime olup erkek ve dişileri karışık olan atlar zekâta tâbidir.

b) Ebu Hanife'ye göre, ticaret için olmayan ve üreme -ürün imkânı olmadığından sadece erkek atlar -sâime olsunlar olma­sınlar- zekâta tâbi değildir. Ancak, tâbi olacakları görüşü de nakledilir. Çünkü erkek atlar, kendiliklerinden nesillerini türetemeyeceklerinden ve öteki hayvanlar gibi yaşlandıkça değer­lerinin artması sözkonusu olmadığından, üstelik etleri de yen­mediğinden, zekâttan istisnadırlar.

c) Ebu Hanife'ye göre, dişi atlar zekâta tâbidir; tâbi olma­yacağı görüşü de nakledilir.

b) Hukukçulardan bu ayırıma karşı çıkarak bütün atların aynı sınıfta ele alınması gerektiğini savunanlar da bulunmakta­dır.

Zekâta tâbi diğer hayvanlarda olduğu gibi, atlarda da erkek-dişi, ayırımı yapılmamasını savunan görüş, zekâtın özü açısından isabetli olsa gerektir.

 

54. Tarife

 

1- Develer:

 

1) Develerin 120'ye kadar ulaşan sayıları için aşağıdaki tab­loda gösterildiği gibi zekât ödenir:

 

 

Develerin Zekât Tarifesi/1

 

Deve   Sayısı

Zekâtı

 

  5-9

1 Şât [718]

 

10-14

2 Şât

 

15-19

3 Şât

 

20-24

4 Şât

 

25-35

1 Bint Mehad [719]

 

36-45

1 Bint. Lebûn [720]

 

46-60

1 Hıkka [721]

 

61-75

1 Ceza'a [722]

 

76-90

2 Bint. Lebûn

 

91-120

2 Hıkka

Tablo 84: Develerin Zekât Tarifesi

 

Bu rakamlar ittifakla sabittir. [723] Ancak Hz. Ali­'den rivayete göre, 25'te 5 koyun (bint mehâd'a bedel), 26'ya ulaşınca bir bint mehâd ödenir, İbnu'l-Munzir'in belirttiğine göre, Hz. Ali'­den yapılan bu rivayet sahih değildir. [724]

2) 120'den sonraki sayılarda hukukçular farklı görüşlerdedir:

a) Çoğunluğa göre, aşağıdaki tabloda olduğu gibi ödeme ya­pılır. Bu, şu formülle gösterilebilir:

“Her ellide bir hıkka, her kırkta bir bint lebûn gerekir. Onlar hanesinde olanlar zekâta tâbi olmaz. Her on tamamlanınca, belirtildiği gibi hareket edilir.” [725]

 

Develerin   Zekât   Tarifesi/2

Deve   Sayısı

Zekâtı

121-129

3 Bint. Lebûn

130-139

1 Hıkka ile 2 Bint. Lebûn

140-149

2 Hıkka ile 1 Bint. Lebûn

150-159

3 Hıkka

160-169

4 Bint. Lebûn

170-179

3 Bİnt. Lebûn ile 1 Hıkka

180-189

2 Bint. Lebûn ile 2 Hıkka

190-199

3 Hıkka ile 1 Bint Lebûn

200-209

4 Hıkka veya 5 Bint. Lebûn

Tablo 85: Develerin Zekât Tarifesi/2

 

b) Nehaî, Sevrî ve Ebu Hanife'ye göre, 120'den sonra tekrar başa dönülür, ödeme yine koyundan başlar: Her beş için ilâve olarak bir, on için iki, onbeş için üç, yirmi için dört koyun, yir-mibeş için bint mehâd eklenir, rakam 150 olunca üç hıkka öde­nir, 200'e kadar yine baştaki gibi her 50 artışında bir hıkka ek­lenip tekrar başa dönerek ödeme yapılır. 200'den sonra da böylece devam edilir. [726] Bu durum tabloda şöylece gösterilebilir:

 

Develerin Zekat Tarifesi/3

 

Deve Sayısı

Zekatı

 

121-129

2 Flıkka ile 1 Şât

 

130-134

2 Hıkka ile 2 Şât

 

135-139

2 Hıkka ile 3 Şât

 

140-144

2 Hıkka ile 4 Şât

 

145-149

2 Hıkka ile 1 Bint- Mehad

 

150-154

3 Hıkka

 

155-159

3 Hıkka ile 1 Şât

 

160-161

3 Hıkka ile 2 Şât

 

165-169

3 Hıkka ile 3 Şât

 

170-174

3 Hıkka ile 4 Şât

 

175485

8 Hıkka ile 1 Bint, Mehad

 

186-195

3 Hıkka ile 1 Bint. Lebûn

 

196-201

 

 

205-209

4 Hıkka ile 1 Şât

 

210-214

4 Hıkka ile 2 Şât

 

215-219

4 Hıkka ile 3 Şât

 

220-224

4 Hıkka ile 4 Şât

 

225-235

4 Hıkka ile 1 Bint. Mehad

 

230-245

 

 

246-254

5 Hıkka

 

Tablo 86: Develerin Zekât Tarifesi/3

 

c) Taberî'ye göre, bu iki görüş arasında, zekât memuruna bir tercih hakkı tanınır.

Yusuf Kardavî'ye göre de Taberi'nin görüşü oldukça haklıdır. Böylelikle, uygulama açısından büyük bir kolaylık sağlanır. Ay­rıca bu konudaki uygulama, Hz. Peygamber'in nübüvvet değil, imamet ve riyaset vasfına dayanarak gerçekleşmiştir. Öyleyse, her iki uygulama da dikkate alınarak, deve ve koyun fiyatlarının yük­seliş ve düşüşüne göre hareket edilebilir. [727]

Tablolarda görüldüğü gibi, iki nisap arasında kalıp, zekâta tâbi olmayan hayvanlara Vakas (ç. Evkâs) ya da Afv adı verilir.

Bunların zekâttan istisna edildikleri ittifakla sabittir. [728] Afv’ın iki yanındakiler ise Ferîda (ç. Fera’id) adını almaktadır. Nisaptan az olan sayıya ise Sebak denir.

 

2- Sığırlar:

 

a) Cumhur'a göre, sığırlar için ödenecek zekât miktarı tablo­daki gibidir: [729]

 

Sığırların Zekât Tarifesi

Sığır Sayısı

Zekâtı

   30-39

1 Tebi' veya Tebi'a

   40-59

1 Müsin veya Müsinne

   60-69

2 Tebi' veya Tebi'a

   70-79

1 Tebi' ile 1 Müsin

   80-39

2 Müsinne

   90-99

3 Tebi'

100-109

1 Müsinne ile 1 Tebi'

110-119

2Müsinne ile l Tebi'

120

3 Müsinne veya.4 Tebi'

Tablo 87: Sığırların Zekât Tarifesi

 

120'den sonra, her 30 sığır için elde edilen toplama, 1 tebî' [730] veya her 40 sığır için 1 müsin eklenir: [731]

a) 121-150 arası için 1 tebî' verilebileceği gibi, 121-160 arası için 1 müsin eklenebilir.

b) 151-180 arası için, 1 tebî' mevcut toplama eklenerek veya 151-190 arası için bir müsinne verilerek zekât ödenir.

Kırktan sonra 60'a karar olan sığırların zekât miktarı konu­sunda, Ebu Hanife'den nakledilen görüşleri de eklemeliyiz: [732]

1) Meşhur rivayete ve Hanefî Mezhebine göre, 40'tan sonra her sığır için bir müsinnenin 1/4'ü ödenir.

2) el-Hasan b.  Ziyad’ın nakline göre, sayı 50'ye ulaşıncaya kadar bir şey gerekmez; 50'ye ulaşınca, bir müsin ve  1/4'ü öde­nir.

3) Bir başka rivayete göre, onun görüşü aynen Cumhur'unki gibidir.

b) Taberî ve İbn Hazm'e göre, her 50 için i sığır zekât ödene­rek hukukçular arasındaki ihtilaflı durumlardan   kurtulunmuş olunur.

c) Sa'id b. el-Müseyyeb, Zuhrî ve Ebu Kılâbe'ye göre, sığırların zekâtında  -bint mehad, biat lebûn, hıkka gibi  çeşitli yaşlardaki hayvanların  bulunmasıyla  ilgili  şartlar  aranmaksızın-  aynen  de-velerdeki gibi hareket edilir.

İbn Hazm'in ondan naklettiğine göre, sığırların zekâtı, 5 için 1, 10 için 2, 15 için 3, 20 için 4 koyun; 25-75 arasındakiler için 1, 75-120 arası için 2, 120'den sonrası için her 40'ta 1 sığır olarak ödenir.

d) Şehr b. Havşebe'ye göre, her 10 sığır için 1, 20 sığır için 2 koyun; 30 sığır için 1 tebi’ zekât olarak ödenmelidir.

Yusuf Kardavî'ye göre, sığırların fiyat ve yararındaki de­ğişmelere göre hareket ederek görüşlerden her birine uygulama şansı tanınmalıdır.

 

3- Koyunlar ve Keçiler: [733]

 

Koyun ve keçilerin zekât miktarı, aşağıdaki tabloda gösteril­miştir:

 

Koyun ve Keçilerin Zekât Tarifesi

Şât Sayısı.

Zekâtı

  40-120

1 Şât

121-200

2 Şât

210-399

3 Şât

400499

4 Şât

500-599

5 Şât

600-699

6 Şât

700-799

7 Şât

800-899

8 Şât

900-999

9 Şât

Tablo 88: Koyun ve Keçilerin Zekât Tarifesi

 

Dikkat edileceği üzere, 400'den sonra her 100 için bir koyun veya keçi arttırılır.

Koyun ve keçilerin zekâtında, sayı arttıkça zekât miktarının azalması, bazılarına göre indirimli vergi usulünün uygulanması dolayısıyladır. [734] Ancak Yusuf Kardavî'ye göre, bu durum, indirimli arttırımlı bir vergileme   usulünden değil, bu cinsin yıl içindeki üremesinin öbür hayvanlara göre daha çok olduğundan dolayıdır. Böylelikle, sığır ve deve sahiplerine göre, bulların sahip­leri bir haksızlığa da uğratılmış olmazlar. [735]

 

4- Atlar:

 

Oranın % 2.5 Olması:

 

Bazı hukukçulara göre, atların ödenecek zekât miktarı, piya­sa değerlerinin % 2.5'udur. [736]

 

At Başına Bir Dinar Olması:

 

At başına bir dinar ödeme yapmak gerektiğini benimseyen (msl., Ebu Hanife gibi) hukukçular da bulunmaktadır. [737] Hz. Ömer, attan on dirhem, katırdan beş dirhem zekât alıyordu; Hz. Peygam­ber zamanında on dirhemin satın alma gücü 2.5 koyun, dirheminki bir koyundur. [738]

Ebu Hanife'den her iki görüş de nakledilmektedir. İbn Abidin, atlar arap cinsiyse, mükellefin at başına bir dinar veya kıyme­tinin % 2.5’unu seçebileceğini, arap cinsi değilse toplam kıymetinin takdir edileceğini belirtir. [739]

Çağdaş hukukçulardan Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf, A.Hasen ve Yusuf Kardavî, ilk görüşü tercih etmektedirler. [740] Mu­hammed Ebu Zehra, kıymetinin yüksek olduğuna bakarak, yarış atlarının da, değerlerinin % 2.5'u oranında zekâta tâbi olacaklarını savunur.[741]

 

5- Diğer Hayvanlar:

 

Deve, sığır ve koyun-keçi ile atlar dışında kalıp, zekâta tâbi olacak diğer hayvanlar için, değerlerinin % 2.5'u oranında zekât ödenir. [742]

 

55. Ödeme

 

1- Usul:

 

Atların zekâtlarının mükellefçe ilgili kişilere ve alanlara ödeneceği, devletin atların zekâtını tahsil edemeyeceği görüşü de bulunmaktadır. [743]

Ancak, zekât için geçerli olan genel hükümler, atlar için de geçerli kılınmalıdır.

 

2- Şekil:

 

Zekât, genellikle ayn olarak ödenmektedir. Ancak, zekât ola­rak ödenecek hayvanın bazı vasıfları taşıması gerekir:

 

Dişi Olması: [744]

 

Deve-Sığır:

 

Cumhur'a göre, develer için ödenecek zekat devesinin dişi olması şarttır; ancak Hanefî Mezhebine göre, erkeğin ödenmesi, kıymetinin takdiriyle olur.

 

Davar:

 

a) Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, koyun ve keçinin er­kek veya dişisinin ödenmesi eşittir.

b) Hanbelî Mezhebine göre, koyun ve keçiler için mutlaka di­şisini ödemek gerekmez.

c) Malik'e göre, zekât memuru tahsili faydalı olanı alır. Sâimelerin zekâtı, değer olarak ödeneceği zaman, bu, ödeme günündeki değerine göre düzenlenir.

 

Kusursuz Olması: [745]

 

Zekât olarak ödenecek hayvanın kusursuz olması gerekir:

a) Bazılarına göre, zekât olarak ödenmeyi engelleyen kusur, satışta iadeyi gerektiren kusurdur.

b) Bazıları ise, udhiye (vacip bayram) kurbanı için çok kusur sayılan vasıfların, zekâta da engel olduğunu belirtirler.

Hayvanların tümü kusurlu olunca, içlerinden biri zekât ola­rak ödenir.

 

Orta Seviyede Olması: [746]

 

Zekât olarak ödenecek hayvan, ne en âlâ, ne de en kötü olma­lıdır; orta seviyede olan ödenerek denge sağlanır.

Sığır ve manda için ödenecek hayvan, sayısı çok olana göre düzenlenir; ödeme sayısı çok olandan ödeme yapılır. Eşitlik halin­de ödenecek hayvan cinsi için iki görüş bulunmaktadır:

a) Hanefî Mezhebine göre, mükellef dilediğini seçmekte ser­besttir; Malik de bu görüşe katılır.

b) eş-Şafiî'ye göre, orta seviyede plandan ödeme yapılır.

Hanefî Mezhebine göre ödeme, az değerdekinin en iyisinden veya en iyinin az değerdekisinden yapılarak orta seviye bulunmuş olur.

Koyun ve keçilerin sayıca eşitliği halinde, zekât olarak öde­necek hayvanı, dilediği cinsten seçmekte mükellef serbesttir; ancak sayıca çok olandan ödemek mesnundur. Zekât olarak ödenecek hayvanın, erkek veya dişi olmasında bir fark yoktur. Koyun ve keçi karışık olmayınca, zekâtları birbirinden ödenmez.

Beş devede verilecek zekât miktarı, bedel olarak düşünüldüğü takdirde, nasıl bir koyunun bedeli esas alınacaktır?

Bir yaşındaki koyunların düşük ve üstün vasıflıları arasında bölgelere göre önemli farklar ortaya çıkabilir. Bu takdirde, meselâ deve zekâtını kıymet üzerinden ödeyen muhtelif kimselerin orta­lama olarak kabul edebilecekleri koyunların fiyatları arasında ih­tilaf ortaya çıkacağından, aynı konuda iki türlü ve birbirinden farklı muamelenin icrası gerekecektir. Bu mahzurdan tamamen kurtulabilmek için, şu yoldan hareket etmekte fayda olabilir: Ebu Hanife'nin görüşünde olduğu gibi, beş devenin fiyatı takdir edilme­li ve toplam değerinin kırkta biri (% 2.5) zekât olarak ödenmelidir.

orta derecede bir sığır bulunmadığı veya mal sahibi sığır ye­rine kıymetini ödemek istediği yahut buna mecbur kaldığı zaman, orta derecede bir sığırın değerini hesap ederek zekâtını öder. Deve­lerde olduğu gibi, orta dereceyi bulmak güçlüğü bahis konusu olabi­leceğinden, sığır zekâtının kıymet üzerinden ödenmesi halinde de aynen en az iki yaşında otuz sığırın orta hallileri hesaplanır veya eğer mal elinde mevcut ise otuz sığırın değerini hesap ederek, top­lam değerinin % 2.5'unu öder ve böylece borcundan kurtulmuş olur. Ayn olarak ödemek istediği takdirde de, yine otuz sığırın toplam değerinin kırkta biri tutarında bir sığır ödemesinin, mesuliyetten tamamen kendini kurtarmak bakımından daha uygun olduğu dü­şünülebilir. [747]

Dünya malına taparcasına bağlı bazı dindar kişilerce zayıf, çelimsiz ve değeri düşük keçilerin zekat olarak ödenmesi dolayı­sıyla, dilimizde değersizliği ve çelimsizliği anlatmak üzere zekât keçisi şeklinde bir deyim doğmuştur.

 

Gerekli Yaşı Doldurması:

 

Gerekli Yaş: [748]

 

Zekât olarak ödenecek hayvanların istenen yaşları doldur­ması şarttır:

 

Sığır Ve Deve:

 

Sığır ve deve için, tablolarda belirtilen yaştakiler ödenir; bun­lar için ödenecek koyunun, bir yaşını doldurması şarttır.

Develerden ödenecek- zekâtta bir mesele ortaya çıkmaktadır: Meselâ iki yaşında dişi bir deveyi zekât olarak ödemesi gereken kimseden, aynı yaşta, fakat birbirinden değer ve vücut yapısı ba­kımından çok farklı develer bulunduğu takdirde, bunların hangisi esas alınacaktır?

Bu konuda, Hanefî Mezhebinin görüşü, şöylece belirtiliyor:

“Şüphe yok ki, devede asıl farz olan orta yaştır. Bunun için, hem fakir, hem de zenginin durumlarını gözönünde bulundurmak gere­kir. Meselâ bir kimsenin beş devesi bulunsa ve bunların içinde orta semizlikte iki yaşında veya zayıflığı dolayısıyla aynı değerde, fakat yaşça daha büyük bir dişi deve bulunsa, bu develerden orta dere­cede bir koyun zekât vermek lâzım gelir. Eğer develer içinde orta yapılı bir deveye denk gelecek deve bulunmazsa, iki yaşında dişi bir devenin kıymeti ile ondan daha üstün bir devenin kıymetine bakılır. Orta derecede bir deve ile semiz bir deve arasındaki kıymet farkı, koyunda da itibar edilir. Msl., iki yaşında bir dişi devenin kıymeti elli dirhem, ondan daha düşüğünün kıymeti ise yirmibeş dirhem olsa, aradaki fark yarı yarıyadır. Bu durumda, beş deveden orta derecede bir koyunun yarı kıymetinde bir koyun zekât ödemek gerekir.

Develer, yirmibeş tane olup yaşları dört, beş veya iki olsa ve bunlar arasında orta semizlikte iki yaşında dişi bir deve veya de­ğerce buna denk gelecek diğer yaşlarda hayvan bulunsa, yirmibeş devede orta vücutlu iki yaşında dişi bir deve ödemek gerekir. Mal sahibi dilediği takdirde, bu devenin kıymetini öder ve bunun kıy­metine denk gelecek başka yaşlarda develer ödeyebilir. Eğer bunla­rın arasında orta seviyede iki yaşında dişi bir deve veya buna denk bir deve bulunmazsa, o zaman farz olan miktar, iki yaşında dişi devenin en üstününe denk gelecek bir devedir.”

Zekât develerinin yaşı konusunda, ayn yerine kıymet öden­diği takdirde, şu formülü de bu bahse ilave edelim: “Peygamber Efendimiz malın zekâtının kırkta bir hesabı ile ödenmesini emre­diyor.”

 

Koyun Ve Keçi:

 

Keçinin bir yaşını doldurması şarttır; koyun için ceza'a (seniyye) gerekir, ancak bunun tefsiri farklı yapılmaktadır:

a) Cumhur'a göre, bir yaşını doldurmuş olan hayvan, bu adı alır.  Bazıları, bunun altı, sekiz veya on aylık için de kullanıldı­ğını belirtir.  Hanefî Mezhebinin sahih rivayetine göre, koyun ve keçide altı aylık hayvan zekât için kabul edilmez; Ebu Hanife'den koyunun altı aylığının kabul edileceği nakledilir.

b) Hanbelî Mezhebine göre, ödeme koyun cinsinden yapıla­caksa,  altı ayı; keçi cinsinden yapılacaksa bir yaşını doldurması şarttır.

c) Şafiî Mezhebine göre, ceza'a iki yaşına girmiş hayvanın adıdır.  Onlara göre, keçi cinsinden ödeme yapınca iki, koyundan bir yaşını doldurmuş olan ödenir.

Zekât koyunlarının yaşı konusunda, çok az bir farkla ileri sürülen görüşler arasında, bir yaşında olma şartını tercih etmek gerekir.

Mükellef bir yaşında koyun bulamadığı ve zekâtını paraya çevirmek istemediği veya buna imkân bulamadığı takdirde, bir ya­şındaki koyun değerinde altı aylık bir kuzuyu ödeyerek borçtan kurtulabilir. Fakat bu kuzunun, bir yaşındaki koyundan daha az değerde olmaması gerekir, aksi halde fark ödenir.

 

3- Terkin: [749]

 

Hayvanların zekâttan istisna edilen (vakas veya afv) kısmı­nın yok olması halinde zekât mükellefliği konusu tartışmalıdır. Bu konuda şu ilke gözönünde tutulur:

“Sâimelerin zekâtı, Ebu Hanife ile Ebu Yusuf’a göre, nisap miktarına taalluk edip, müstesna (vakas, afv) kısma taalluk etmez; Muhammed ve Züfer'e göre, her ikisine de taalluk eder.”

Şu halde, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, telef durumu, öde­necek zekât miktarını düşürmez; ödenecek zekât miktarı, yok olan­lar oranında düşer. Msl., 60 koyunu bulunan bir mükellef için öde­necek zekât miktarı, 40-120 arasındaki hayvanlar için geçerli olan bir koyundur. Eldeki bu 60 koyundan 10 veya 20'si telef olsa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, yine sadece bir koyun ödenir. Oysa Muhammed ve Züfer'e göre, zekât miktarı, eldeki malla telef olan­ların oranına göre hesaplanır, msl., 10 koyun zekâtı borcunu altıda bir, yirmi koyun zekâtı altıda iki oranında düşürür, çünkü on, alt­mış sayısının altıda biri, yirmi ise altıda ikisidir.

 

İKİNCİ AYIRIM TİCARET MALLARI (ZEKÂTU'L-URUD)

 

56. Mükellef

 

Zekât mükellefi olmanın genel şartları, ticaret malı zekâtı mükellefi olmak için de aynen geçerlidir. [750]

 

57. Mevzu Ve Matrah

 

1- Ticaret Mallarının Zekât Mevzuu Olması:

 

Zekât Mevzuu Değildir:

 

Sonraki zahirî hukukçulardan İbn Hazm ve diğerleri ile Şevkâni ve Sıddîk Hasen Han'a göre, ticaret malları âyet ve hadislerde zikre dilmediğinden zekâta tâbi değildir. eş-Şafiî'den nakledilen bir görüş bu ise de, son görüşü onların zekâta tâbi olduklarıdır. [751]

 

Zekât Mevzuudur:

 

Sermaye Ve Kârın Birlikte Zekâta Tâbi Olması:

 

Cumhur'a, (sahabeden İbn Ömer, İbn Abbas; fukaha-i seb'a ile tabi'în ve müctehid imamlardan el-Hasenu'1-Basrî, Sevrî, Evzaî, eş-Şafiî, Malik, Ebu Ubeyd, İshak ve Hanefî ve Hanbelî Mezheblerine) göre, ticaret mallarının hem sermayesi, hem de sağladığı kazanç birlikte zekâta tâbidir. [752] Hatta İbnu'l-Munzir, [753] Hattabî ve Ebu Ubeyd bu konuda icma bulunduğunu nakletmektedirler. Cabir b. Zeyd, Meymun b. Mihran, Tavus ve Nehaî de bu görüştedirler. [754]

“Ey İman edenler! Kazandıklarınızın temiz (helal) olanla­rından ve sizin için topraktan çıkardığımız şeylerden -Allah için harcama yapınız.” [755] Mealindeki âyet ile bütün mallardan zekât vermeyi emreden umumî naslar ve bilhassa ticarî mallardan zekât verilmesini talebeden hadisler [756] ve icma, bu hükme delil olarak gösterilmiştir. Ticarî mal, kazanç (nema) maksadıyla arzedilmiş olmakla altın, gümüş, ziraî mahsuller ve hayvanlara benzediği şeklindeki kıyas da, bu hükmü teyid etmektedir. [757]

Bu âyet ve hadislere rağmen, ticaret mallarının zekâta tâbi olması sahabe ve müctehid imamlar devrinde ortaya çıkmıştır. Bu malların, fiilen namı oldukları için zekât mevzuu olması, sahabe tarafından tespit edilmiştir. Esasen, Hz. Peygamber, zekâtın tüket­memesi için yetimin malıyla ticaret yapılması hususunu onların velilerine emrettiğinde, ticaret mallarına zekâtın gerekli olduğuna da işaret etmiş oluyordu. Ticaret, paraları mala tahvil ettiği ve pa­ralar da alım-satım suretiyle değişebilen ticaret malları oldukları için onlara zekât düşer. [758]

Ticaret mallarının sermayesi ve geliri zekâta tâbi olurken, işletme binası ve sabit kıymetlerle âletler zekâta tâbi olmaz. [759]

LZK (m. 6) ve Suudi Arabistan'daki 393 sayılı zekât kararna­mesi, tüccarın hem sermayesini, hem de kârını zekâta tâbi tutmuş­tur. [760]

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı ve Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 1/3), ticari şir­ketlerin sermayelerini ve hisselerini zekât konusu yapar. Suudî Arabistan'da 393 sayılı zekât kararnamesi de zekâtın, tüccar kişi ve şirketlerin hem sermaye, hem de gelirine farz olduğunu belirt­miştir. [761]

 

Yalnızca Gelirin Zekâta Tâbi Olması:

 

1) Mahmud Ahmed ve onun zikrettiği Muhammed Ali ile Ebu'l-Kelâm Azad'a göre, ticarî eşya değil, ticaret, yani gelirin ver­gilendirilmesi gerekir. Mahmud Ahmed'in konuyla ilgili değişik açıklaması şöyledir.

“İslâm dünyasının halihazır şartlarında tica­rî serveti zekâta tâbi kılmak birçok sakıncalar doğuracaktır. Fakat yarının şartlan içerisinde İhı durum ortadan kalkabilir ve o zaman bu servet zaruri olarak zekâta tâbi olur.” Mahmud Ahmed, sanayi ve ticarete konacak servet vergisi yerine, devletin gelir vergisinden elde ettiklerinden ayrılacak bir kısım üzerine zekât konması görü­şünü benimser. [762]

2) İmamiye Mezhebi hukukçularının esah görüşüne göre, tica­ret malları zekâta tâbi değildir. Ancak, onlar için ödeme yapmak müstehaptır. Bu mezhep içindeki bir diğer görüşe göre, ticaret mal­larından elde edilen safî kâr -yeraltı ve yerüstü servetlerinden in­sanın elde ettiği diğer şeyler arasında bu nevi mallan da ganimet âyetinin şümulüne sokarak [763] %20 oranında zekâta tâbidir. [764]

 

2- Zekât Mevzuu Ticaret Mallarının Nitelikleri:

 

Genel Şartlar:

 

Tam Mülkiyet:

 

Ticaret mallarının zekâta tâbi olması için, onların tam mül­kiyetle elde bulunması gerekir. Emanet, vedi'a, rehin gibi tam mülkiyet anlamı ifade etmeyen mallar zekâta tâbi olmaz.

 

Nisap:

 

Miktarı: [765]

 

a) Hanefî Mezhebine göre, ticaret mallarının nisabı, altın ve gümüş nisaplarından birine göre düzenlenir.   Değeri, altın veya gümüşten hangisinin değerine ulaşırsa ulaşsın, ticaret mallarına zekât farz olur. Bu sebeple, ticaret mallan, gümüşe göre nisabı dol­durduğu halde, altına göre doldurmazsa, nisap gümüşe göre hesap­lanarak zekât ödenir.

Ebu Hanife'den fakirlere daha faydalı olan, Ebu Yusuf’tan sa­tın aldıysa mübadele aracı altın veya gümüşse bununla, bunlardan biri değilse, msl., trampa yoluyla veya hibe gibi karşılıksız almışsa, o yerde çok kullanılan nakit; Muhammed'den her durumda o yerde çok kullanılan nakit nisabına göre düzenleneceği görüşleri de nakledilir.

b) UM'e göre de, nisap altın veya gümüşe göre düzenlenir; yalnızca Hanbelî Mezhebine göre, fakirlere daha faydalı olan nisap uygulanır.

c) Çağdaş hukukçulardan Muhammed Ebu Zehra ve Yusuf Kardavî 'ye göre, ticaret mallarının nisap miktarı, altın nisabına göre düzenlenir. Libya Zekât Kanunu (m. 6), 1986 tarihli Sudan Ze­kât Kanunu (m. 13, 14, 15), 1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı ile Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 11/1) da bu görüşü almışlardır.

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısına göre nisap, oniki cüneyhtir. [766]

 

Hesaplanması:

 

1) Sene başında nisaba ulaşan ticaret mallarının zekâtı için sene sonundaki piyasa değerine göre hesaplama yapılır. Sene için­deki artışlar ve eksilmeler nisaba tesir etmezken, sene sonundaki eksilme halinde, mal zekâta tâbi olmaz. Zira aslolan, ticaret malı­nın artmasıdır; ticaret yapmanın amacı da budur. Ayrıca, ticaret yapılan yer ile ticaret için gerekli terazi, masa vb.'leri aslî ihtiyaç olup, nisaba katılmaz. [767]

2) Ticaret mallarının sene sonundaki değerleri, bulundukları yerdeki piyasaya göre düzenlenir. [768] 1983-1984 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı (m. 5, 6) da bu görüşü almıştır. [769]

3) Ticaret için elde bulunan hayvanların da nisabı,  sayıya veya sâime olmalarına göre değil, piyasa değerlerine göre hesapla­nır.

4) Nisap, her çeşit ticaret malının tümünün toplam değeri üze­rinden yapılır. ÜM'e göre, yıl sonunda malın değerine, o yılın ge­tirdiği kâr da eklenir, yani hem yıl sonundaki malvarlığı, hem de bir yıl boyunca getirdiği kâr ve artış, msl. hibe ve miras yollarıyla malın çoğalması gözönüne alınarak nisap hesabı yapılır. Fakat kâr yıl içinde harcanmışsa, yıl sonunda elde olanın zekâtını öde­mek gerekir. [770]

Hanbelî Mezhebine göre, kâr getiren malın toplam değeri ni­sabı dolduruyorsa, kâr bu mala eklenir, bulmuyorsa eklenmez; bu ikisi birlikte nisabı dolduruyorsa, takvim yılı bu tarihten itibaren başlar. [771]

5) Gümrükteki ticarî eşya vergisi, müslümanlar için, Cumhur'a (Enes b. Malik, el-Hasenu'1-Basri, Nehaî, Şa'bî, Ebu Ca'fer el-Bakır, ve Ebu Ubeyd'e) göre zekâttan, gayrimüslimler için fey'den sayılır; Meymun b. Mihan'a göre yeniden zekât ödenir. [772] Cumhur'un görüşü çifte zekâta meydan vermediği için, tercih edilmelidir.

6) Ticaret mâlları, sene içinde kendi cinsinden veya o cinsten olmayan başka bir malla satın alma gibi bir işlemle değiştirilecek olsa,  takvim yılı yeniden hesaplanmayacağı gibi, nisabı da eski mala göre değil, yeniye göre yapılır, nakitlerde de hüküm böyle­dir. [773]

7) Ticarî borçların matrahtan düşüp düşmeyeceği tartışmalıdır: [774]

a) Cumhur'a ve bir görüşünde Şafiî Mezhebine göre, ticarî borçlar, matrahtan düşülür. Kalan nisabı bulursa zekâtı ödenir.

b) Bir kavlinde -ki azhar görüşüdür- eş-Şafiî'ye göre, ticarî borç, ticaret malları matrahından düşülmez.

Bu görüşlerden tercih edilen birincisi ışığında, devletten veya başka yerden belli bir süre içinde taksitle ödenmek üzere ti­carî kredi alınırsa, sadece zekât yılı içinde ödenecek borç mik­tarı matrahtan düşülür.

8) Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasa­rısına göre (m. 11/1), nisap hesaplanırken, ticaret mallarının değe­rine, ticarete ayrılmış nakit ve tasarruflar ile tahsili umulan ala­caklar da eklenir.

 

Artıcı Olma (Nema):

 

Ticaret malları artıcılık vasfını taşıyan en önemli mallar­dandır; bu sebeple, zekâta tabidirler.

Günümüzde, üzerinde ziraat yapılmayan ve arsa denen ta­şınmazlar da takdirî artıcılık vasfı taşır; hatta bu çeşit varlığı olanlar, normal olarak zengin sayılır. Bu gibi özellikleri dikkate alınarak -üzerinde ziraat yapılmasa bile- arsaların değeri üzerin­den zekât ödenmesi gerekir; arsaların üzerinde ziraat yapılıyorsa, bu durumda sadece elde edilen ürünler ziraî mahsuller statüsüne tâbi olurlar.

 

Havelân-ı Havl:

 

Ticaret malının zekâta tâbi olması için üzerinden bir kamerî yıl geçmesi gerekir: [775]

 

Asıl Mala İlâveler: [776]

 

I. Ayırım Yapmayanlar:

 

a) Hanefî Mezhebine göre, sene içindeki eski mallara ilâve edilenler için, -cinsleri dikkate alınmaksızın- havelân-ı havl hesa­bına yeniden başlanmaz. Çünkü ticarî sermayenin, sene başındaki durumuyla sene sonundaki durumu esastır.

b) Maliki Mezhebine göre, sene içinde elde edilen her mal için havelân-ı havi ayrı ayrı hesaplanır.

 

II. Ayırım Yapanlar:

 

A. Ticaret Dışı Elde Edilenler:

 

Hanefi Mezhebi dışındaki ÜM'e göre, hibe, miras, vasiyet, sa­daka gibi ticaret sayılmayan yollarla elde edilen malların takvim yılı, mülkiyet tarihinden itibaren kendi başına hesaplanır; katıl­dığı asıl inallarla birlikte yapılmaz.

 

B. Ticari Hayvanlar:

 

1) Yavrulama Yoluyla:

Ticarî hayvanlardan yavrulama yoluyla elde edilen yavrula­rın havelân-ı havli analarmınkiyle başlar.

2) Yavrulama Dışındaki Yollarla:

Maliki Mezhebine göre, yavrulama dışındaki yollarla elde edilen hayvanlarda havelân-ı havlin başlama tarihi, birincilerin nisaba ulaşmalarına göre düzenlenir; ulaşmışsa diğerleriyle bir­likte olur, ulaşmamışsa havelân-ı havli ayrıca başlar.

Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri böyle bir ayırım yapmazlar.

 

C. Ticari Ağaçlar:

 

Ticarî ağaçtan elde edilen gelir, Şafiî Mezhebine göre, aslına eklenir.

 

Ticarî Kazancın Havelân-ı Havli: [777]

 

Ticaret mallarının getirdiği kârın havelân-ı havli ne zaman başlayacaktır?

a) eş-Şafiî'ye göre, ticaret mallarının kârının havelân-ı havi hesabı, elde edildiği günden başlar.

b) Şafiî ve Malikî Mezheblerine göre, esas alınan asıl maldır; [778] kârinki de bununla aynı zamanda başlar.

c) Hanefî ve Hanbelî Mezhebleri ile Evzaî ve Ebu Sevr'e göre, asıl malın nisabı doldurup doldurmadığı gözönünde bulundurulur; nisabı dolduran malın havelân-ı havl hesabı asıl malla yapılır, doldurmayan mal ise zaten zekâta tâbi değildir.

Bu görüşlerden uygulamaya en elverişli olanı hiç şüphesiz üçüncüsüdür.

 

Havelân-ı Havlin Devamlılığı: [779]

 

Nisap miktarı mal, yılın başında, ortasında ve sonunda hangi durumda olursa havelân-ı havi hesabı geçerliliğini koruya­caktır?

1) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, ticaret, kazanmak kadar kaybetmeyi de içine aldığından, sene başında ve sonunda malın nisap miktarında olması gerekir.

Tüccarın sene içindeki kayıpları, mal sene içinde ve sonunda nisap miktarında olduğu takdirde, zenginliğine bir zarar vermez ve zekât ödemesini gerektirir. Bunun yanında senenin geçmesi, 1malın aynı değil, değeri için şarttır.

2) Şafiî Mezhebine ve Malik'e göre, malın sene sonunda nisap miktarında olması yeterlidir.

M.Şeltut ve Y. Kardavî de -konuyla ilgili bir delil ve sahih bir nas bulunmadığından- bu görüşü benimsemektedirler. Şu halde devlet, belirli bir zamanı -msl., Muharrem ayını- tespit ederek zekâtı tahsil eder. Hz. Peygamber ve Râşid Halifeler devrinde de tahsildarlarca yıl sonundaki durum esas alınır. Önceki hal sorulmazdı. Her yıl bu böylece devam edip giderdi. [780]

3) Hanbelî Mezhebi, Sevrî, Ebu Ubeyd, İshak, Ebu Sevr ve İbnu'1-Munzir'e göre, yılbaşı, yıl ortası ve sonunda nisap asla eksilmemelidir.

Buna göre, kişi, değeri nisabı bulmayan bir mal alır ve yılın yarısı geçtikten sonra malın kıymeti artar, fiyatlar değişip nisabı bulur, nisap karşılığı bir malı satılıp, yıl içinde nisabı dolduracak başka bir mal veya nakit edinirse, Cumhur'a göre, takvim yılı bun­dan sonra başlar, Malik ve eş-Şafiî'ye göre hemen başlar ve yıl sonundaki durum esas alınarak nisabı doldurunca zekâta tâbi olur.

Muhammed Ebu Zehra'nın belirttiği gibi, yılbaşı ve yılsonu sayımlarında kolaylık sağladığı için, iş hayatı açısından birinci görüş tercih edilmelidir. [781]

Mükellefin elinde bulunan ticaret malı stok edilip üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra satılırsa, Hanefî Mezhebine göre, bütün yıllar; Maliki Mezhebine göre sadece bu yıl için zekât ödenir. [782]

 

Özel Şartlar:

 

Ticaret Niyeti:

 

Ticaret Malı Kavramı: [783]

 

İslâm hukuk dilinde kendilerine Ard veya Urûdu't-Ticare de­nen ticaret mallarının tamımı şu şekilde yapılır:

1) Cumhur'a göre, nakit, altın ve gümüş dışında kalan ve ti­carete arzedilip âlet, makina, emtia, sebze, meyve,   arsa,  arazi, akar, süs eşyası, taşınmaz mallar vb. ticaret gayesiyle kullanılan her çeşit mal ticaret malı sayılır.

2) Maliki Mezhebine göre, ticaret malının tanımı değişiktir: Para halinde basılı olmayan ve para olarak kullanılmayan altın ve gümüş bilezikler, yüzükler, küpeler vb. hep ticaret malı hük­mündedir. Bu sebeple, onlara da zekât düşer.

3) Kimi hukukçular, ticarî malı, kazanç maksadıyla alım-satım konusu olan mal olarak tanımlar.

Bilmen'in belirttiğine göre ticaret için, yani alım-satım için olan ev, apartman, daire, arsa, dükkan vb. taşınmaz malların kira bedelleri de ticaret malı sayılır.

Günümüzde ticaret işlemleri, klasik dönemdeki menkul mal­ların kâr sağlamak amacıyla satın alınmasından farklılık gös­termektedir. Bugün ticaret işlemleri arasında yer alan başlıca fa­aliyetler; bankacılık işlemleri, kara, deniz ve hava taşımacılığı, sözleşme, sigorta, simsarlık-aracılık işlemleri, sınaî işlemler, otel, konaklama ve turizm işlemleri vb. dir. Günümüzün iktisadî hayatında büyük öneme sahip bu işlemlerin zekât dışında tutulması makul sayılamaz. Bu çeşit işlemler, (geniş anlamda düşünüldü­ğünde ticaret zekâtındaki gibi) sermaye veya (ziraî üretimde geli­rin zekâtındaki gibi) gelir zekâtına tâbi tutulmalıdır. [784] Zekâtın türü, mevzuu ve tarifesiyle ilgili konular, gerçekten titiz bir şekilde değerlendirilmeli, zekât yükü adalet ve eşitlik ölçülerine göre dağı­tılmalıdır.

\yrıca, günümüzde tacirler, yalnızca sahip oldukları sınırlı sermaye ile ticaret yapmıyorlar. Buna ek olarak, ticaret alanında yeni yeni ortaya çıkan çeşitli teminat ve kolaylık yollarıyla banka­lardan veya başka kuruluşlardan sağladıkları kredilerle de ticaret yapıyorlar. [785] Kredilerden ayrı olarak, kiralama (leasing) yoluyla da sermaye sağlanmakta ve işyerinin büyüklüğüne göre önemli ge­lirler elde edilmektedir. Bu gibi durumlarda, kredilerin geri öde­nen miktarı ve kiralama ücretleri aslî ihtiyaç sayılıp matrahtan düşülür.

 

Ticarî Niyet: [786]

 

I.Şart Olması:

 

Ticaret malının zekâta tâbi olması için, onunla ticaret yap­maya niyet etmek şarttır:

1) Hanefî Mezhebine göre, bu niyetin, ayrıca ticaret işiyle bir­likte olması gerekmektedir. Sadece ticaret niyetiyle bir mal, ticaret malı olmaz.  Yani bu niyet (niyet=fiil) şeklinde olmalıdır. Niyet; kazanç amacı gütmekle; eylem, ahm-satımla gerçekleşir.

2) Ebu Yusuf ve Tahâvî'ye göre, niyet yeterli olup, ayrıca niye­tin eyleme dönüşmesi şart değildir; şahsî kullanım malının ticarî mala dönüşmesinde, İbn Akil ve hanbelî Ebu Bekr de bu görüştedir.

3) Şafiî ve Hanbelî Mezhebine göre, niyetin, ticaret için alı­nan malın karşılığı verilirken veya tespit edilirken yapılması ge­rekir. Her satışta da niyetin yenilenmesi şarttır. Malı, şahsî ihtiyaç için kullanmaya niyet ettikten sonra, havelân-ı havl kesilir; yeni­den ticarete niyet edilince, bu niyetin ticarî eyleme dönüşmesi ge­rekir. Hanbelî Mezhebi giyim ve takım için alınan zînet eşyasını bu hükümden istisna eder.

4) Maliki Mezhebine göre, niyet mal satın alınırken yapılır.

 

II. Çeşitleri:

 

Ticaret niyeti, sarih (açık) ve delâleten (gizli, zımnî) olmak üzere iki şekilde yapılır:

1) Değişim özelliği taşısın taşımasın, akid sırasında ticaret malı olacağına niyet edilen mal, ticaret malı sayılır;  ancak, deği­şim özelliği taşımayan, msl., hibe, vasiyet, sadaka akidleri ile elde edilmesinde veya akidsiz,  msl.  miras yoluyla mülkiyete geçmesi ya da malın mal olmayan, msl. mehir, muhale'a bedeli, kasıtlı öl­dürmede diyet bedeli, azad bedeli gibi akidlerle ele geçmesinde ni­yet eylemle pekiştirilmelidir.

2) Ticaret niyetiyle alınan borç paralar konusunda hukukçu­ların, bunların ticaret malı sayılacağı ve sayılmayacağı görüşleri­nin ikisi de bulunmaktadır.

3) Ticaret malını kullanım malına dönüştürmek için, Cumhur'a göre sadece niyet yeterlidir; kimi hukukçular malın iki kez zekâta tâbi tutulması gerektiğini belirtir.  Bu açıklama ışığında, Cumhur'a göre, ticarî amaçla bir ziraî toprak satın alınıp, bu ara­zide öşür ödemek gereken bitki ziraati yapılırsa, yalnızca öşür öde­nir, ayrıca bu arazi için ticaret zekâtı ödenmez, ikinci gruptaki hu­kukçulara göre, böyle bir durumda ticarî zekât, kimisine göre her iki zekât de ödenmelidir. Çifte zekâtı önlediği ve zekâtın ruhuna uygun düştüğü için, Cumhur'un görüşü tercih edilmelidir.

4) Alış-veriş sırasında hiçbir ticaret niyeti yoksa mal, şahsi kullanım amacıyla satın alınmış olur. Öte yandan,   daha önce şahsi amaçla kullanılan bir madde üzerine ticaret niyeti yönelirse, bu, bir ticaret malı sayılır. Msl., kazançlı olduğunu görüp satmayı düşünerek şahsî kullanım için bir otomobil alınırsa, bu otomobil ti­caret malı sayılamaz. Ancak, ticaret amacıyla birkaç oto alınır ve bunlardan biri ilk şekildeki gibi kullanılırsa, bu oto ticaret malı kabul edilir.

5) Bir mal üzerindeki ticaret niyeti devam ettiği -bu niyet bir eylemle teyit ve tespit edilmemiş olsa bile- ticaret malı sayılır. Çünkü bu durumda eylem, ihmalden dolayı gerçekleşmemiştir; bu ihmal yüzünden, sırf niyet etmek yeterli sayılır. Fakat maldaki ti­caret niyeti kullanıma dönüşürse, bunun eylemle pekiştirilmesi ge­rekmez.

6) Ticarî Amaç Yanında Başka Amaç Bulunması; Ticarî amaçla hayvan satın alınır ve bunlar ticarî niyet yanında sâime olarak da elde bulundurulursa, hangisinin zekât statüsü uygulana­caktır? [787]

a) Malik ve son görüşünde eş-Şafii’ye göre, icma ile sabit olması dolayısıyla, sâime statüsü uygulanır.

b) Ebu Hanife, Sevrî ve Ahmed'e göre, yoksullara daha ya­rarlı olduğundan, ticarî zekât statüsü uygulanmalıdır.

Sâimeler, havelân-ı havli ticarî zekâta tâbi maldan önce ta­mamlarsa, -msl., ticarî nisabı bulmayan mükellefin 40 koyunu olup, yılın yarısında değerlenerek nisabı bulursa- bazı hukukçulara göre, zekâtın ödenmesi ticarî takvim yılının tamamlanmasına er­telenir; kimilerine göre, her iki zekât bütün olarak değil, önce sâ­ime zekâtı ödenir, daha sonra da nisaptan artan kısmın ticarî ze­kâtı ödenir. Yalnızca sâime nisabı bulunur ve yıl öylece tamamlanırsa, ihtilafsız sadece bu zekât ödenecektir. Y. Kardavî 'ye göre zi­raî veya ticarî statüden biri tercih edilerek, iki kez zekât ödemekten kurtulunur. Ayrıca, bunlardan biri asaleten, öteki ikinci derecede amaçlanır, burada ticarî statü seçilmelidir, hangi statünün seçile­ceği mükellef veya devletçe kararlaştırılmalıdır.

Kimi hukukçulara göre, ticarî mal nisabı bulursa -elde edi­lenler yeni kazanç sayılarak- ticarî zekât ödenir; ticarî nisabı bul­maz, fakat sâime statüsüne göre nisabı bulursa, sâime zekâtı ödene­rek mal bütünüyle zekât dışı kalmaz. Kimisine (msl., el-Hasan b. Hayy'e) göre, yalnızca ticarî zekât ödenir. Her iki zekât statüsü bir­den uygulanamaz.

Yine, ticarî amaçla hurma ağacı ve arazi satın alınır ve bun­lardan ürün elde edilirse, hasad sırasında ticarî takvim yılı da do­larsa, Ebu Hanife ve Ebu Sevr ile bir nakilde Muhammed'e göre -yoksullara daha yararlı olduğundan- hem öşür, hem ticaret zekâtı ödenir. Bazı hanbelî hukukçulara göre -bunlar ticaret malı olduğun­dan- yalnızca ticarî zekât ödenir, Hanefî Mezhebinin meşhur görü­şüne göre yalnızca öşür ödenir.

Şunun iyice bilinmesi gerekir: Bütün hukukçular, aynı yıl içinde bir malın aynı sebepten dolayı iki kez zekâta tâbi tutulmaya­cağı görüşündedir. Yalnızca -burada belirtildiği üzere- bazı özel du­rumlarda zekâtın farz olması için iki sebebin birlikte bulunduğu görüşünde olanlar, onları değişik mal gibi kabul ederek çifte ze­kâta tâbi tutarlar.

 

Malın Ticaret Yapmaya Elverişli Bulunması:

 

Hanefî Mezhebine göre, ticaret mallarının zekâta tâbi olması malın ticaret yapmaya elverişli mallardan olması  gerekir. Öşür toprağı satın alan bir kimse, bu toprakta ziraat yaparsa, ürüne öşür düşer, ayrıca ticaret zekâtı ödenmez. Fakat bu toprakta ziraat yapılmıyorsa, bu takdirde arazinin değerine zekât farz olur. Altın ve gümüş ticaret malı olarak kullanılsa bile, bunların zekât satüsü ayrıdır. [788]

Hayvan zekâtı ile ticaret zekâtı arasında bir ihtilaf bulun­ması halinde, ticaret zekâtı tercih edilir. Msl., bir kişi, ticaret ama­cıyla deve satın almışsa, bunlardan, ancak ticaret zekâtı ödenir. Bunun sebebi, hayvanların ticaret amacıyla beslenmesi niyeti ger­çekleşir gerçekleşmez, hem görünüşte, hem de gerçekte, ticaret maddesi haline gelmesidir. Maamafih, ilave edelim ki, hayvanlar üzerinden bu zekâtı toplamak hakkı devlete aittir ve devlet bunları ister ticaret maddesi, isterse hayvan olarak vergilendirebilir.

 

Malın Bedel Karşılığı Mülkiyete Geçmesi: [789]

 

1) Hanefî Mezhebine göre, hangi yolla elde edilirse edilsin ti­caret malları bütün olarak zekâta tâbi olur.

2) ÜM'e göre, alım-satım gibi bedel karşılığı ele geçen ve tica­rete niyet edilen mallar zekâta tâbidir. Mülkiyete geçmesi, miras, hibe, sadaka vb. şekilde bedel karşılığı olmadan gerçekleşen mal­lar, ticaret niyetiyle tasarrufta bulunmadıkça, zekâta tâbi olmaz. Ticarete niyet edilip satılınca ve bedel ele geçince havelân-ı havl hesabı başlar.

 

Malın Zekât Mevzuu Mallardan Olmaması: [790]

 

Maliki Mezhebine göre, ticaret yapılan altın, gümüş ve hay­vanlar vb. kendisi zekâta tâbi mallardan olmaması gerekir. Bu gibi mallar, nisabı bulursa, özel bölümlerinde ele alındığı gibi ze­kâta tâbi olur. Nisabı bulmayan bu gibi malların zekâtı, ticaret malı olarak piyasa değeri üzerinden ödenir.

 

Nisap Miktarı Mal Satmak: [791]

 

Yine Maliki Mezhebine göre, ticaret mallarında, muhtekir'in altın veya gümüş miktarı kadar satış yapması gerekir, mudîr tüc­car için bu şart aranmaz. [792]

 

58. Tarife

 

1- Oranın % 2.5 Olması:

 

Cumhur'a göre, ticaret mallarının bütün çeşitlerinde zekât oranı % 2.5'tur. Ticarî amaçla kırda, merada beslenen zekâta tâbi evcil hayvanların zekâtı, sâime statüsüne, yani sayıya göre değil, diğer ticaret mallarında olduğu gibi, piyasa değerlerine göre % 2.5 oramnda ödenir. Fakat bir süre sonra ticaretten vazgeçip, sâime niyetiyle elde bulundurulursa, havelân-ı havl müddeti yeniden he­saplanır.

Ticaret malları, bir kimse yanında birkaç yıl satılmadan ve zekâtı ödenmeden kaldıktan sonra satılırsa, bütün yılların zekâtını toptan ödemek gerekir. [793]

 

2- Oranın % 20 Olması:

 

İmamiye Mezhebi içindeki bir görüşe göre, ticaret malların­dan elde edilen safi kazanç -yeraltı ve yerüstü servetlerinden insa­nın elde ettiği diğer şeyler arasında bu nevi malları da ganimet âyetinin şümulüne sokarak- % 20 oranında zekâta tâbidir. [794]

 

59. Ödeme

 

1- Şeklî: [795]

 

Aynî Ödeme Yapılması:

 

Bir kavlinde eş-Şafiî ile Müzenî'ye göre, ticaret mallarının zekâtı aynî, yani bizzat kendisi, zekât olarak ödenir.

 

Nakdî Ödeme Yapılması:

 

Ahmed b. Hanbel, İbn Kudame ve bir diğer kavlinde eş-Şafiî'ye göre, ticaret mallarının zekâtı, aynî olarak değil, kıymet ola­rak ödenir.

 

Serbest Olması:

 

Hanefî Mezhebine ve bir kavlinde eş-Şafiî'ye göre, ticaret mallarının kendisi zekât olarak ödenebileceği gibi, değerleri de ödenebilir.

Yusuf Kardavî kendisinin ve İbn Teymiye'nin ikinci görüşü tercih ettiğini, ancak bunun, zekâtın devletçe organize edilmesinde uygulamaya en elverişli olduğunu; zekâtı bizzat mükellef ödedi­ğinde fakirin nakde değil, kendi elindeki mala muhtaç olduğunu bilirse üçüncü görüşün istisnaî olarak uygulamaya konabileceğini belirtmektedir[796].

Cumhur'a göre, ticaret mallarının zekâtının ödenmesi, cins­leri ayrı olsa bile, aynına, yani kendilerine göre değil, piyasa de­ğerlerini takdir etmek suretiyle ödenir. Zekâtı para olarak ödene­cek ticaret mallarının değerinin -mükellef veya memurca- tespit edilmesi konusu ihtilaflıdır: [797]

a) Cumhur'a göre, zekâtın farz olduğu günkü piyasa fiyatı esas alınmalıdır.

b) İbn Abbas'a göre, malın satıldığı günkü fiyatını esas al­makta bir sakınca yoktur.

c) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, değeri zekât olarak ödene­cek malın kıymeti, zekâtın farz olduğu güne değil, ödeneceği güne göre düzenlenir.

d) Bir grup hukukçuya göre, satış günündeki kıymeti değil, alış günündeki fiyatına göre değerlendirme yapılır.  Böyle bir du­rumda, iki sonuç ortaya çıkar: Fiyatlar düşünce, tüccar aldığı fi­yatla değerlendirişe zarara uğrar.  Fiyatlar yükselirse, zekât kâr­dan değil, yalnızca sermayeden alınır.

Yusuf Kardavî, birinci görüşün tercih edilmesi görüşündedir. Böylelikle değer biçme, fiyatların genel durumu gözönüne alınarak yapılır. Kanaatimizce, üçüncü görüş tercih edilmeye daha elverişli­dir, çünkü gerçekçi bir değerlendirmeye dayalıdır. Özellikle en­flasyonun yüksek olduğu ülkelerde bu yol izlenmelidir.

 

2- Zamanı: [798]

 

Tüccarlar Arasında Ayırım Yapılmaması:

 

Cumhur'a göre,  ticarî zekat ödeyecek mükellefler arasında herhangi bir ayırım sözkonusu değildir.

Takvim yılı dolunca, her mükellef, her türlü ticarî malı, pi­yasa fiyatlarına göre değerlendirerek ve nakitleri ile sağlam ala­caklarını da ekleyerek zekâtını öder.                                 

Şu halde, ticarî eşyanın konduğu bina, dolap, kafes, raf, te­razi, çahşma masası, şahsî kullanım amacıyla ve işletmenin yü­rümesi için elde olduğundan, zekâta tâbi olmaz. Ancak, kimi hu­kukçular, bu konuda şöyle bir ayırım yaparlar: Ticaret eşyasıyla birlikte satılmak üzere kullanılan eşya da değer takdirinde -hesaba katılır. Ancak, bu eşya, sadece kullanılır, ticarî eşyayla birlikte satılmazsa, böyle değildir.                                                              

 

Tüccarlar Arasında Ayırım Yapılması:

 

Maliki Mezhebine göre,  ticarî zekât mükellefleri, mudîr ve muhtekir olmak üzere iki grupta toplanır:

1) Mudîr: Alış-verişi halihazır fiyatlara göre hemen yapan -bakkal, hırdavatçı vb.- tüccar Mudîr (devreden) Tüccar adını alır. Bu gibiler, Cumhur'un görüşünde olduğu gibi, ticarete başladıkları günden itibaren yıl dolunca ticaret mallarının değerini belirler, bu toplama eldeki nakit sermayeyi ve tahsilini umduğu alacakları ek­ler. Toplamı nisabı bulunca, % 2.5 oranında zekât ödenir. Bu görü­şün, Cumhur'dan farklı olan yanı, nisabın yalnızca yıl sonundaki durumunun esas alınmasıdır.

2) Muhtekir:  Ticaret malım satın alıp bir süre fiyatının yükselmesini bekledikten sonra satan -arsa,  toprak vb.,  satımıyla uğraşan-  tüccar Muhtekir adını alır. Çabuk devredilmeyen, fiyat bulması için uzun zaman bekletilen mallar satan muhtekir tüccar, bu mallan sattıktan sonra ve -elinde yıllarca kalsa bile- yalnızca bir yıl için zekât öder.

Mudîr tüccarın elindeki mal, satılmadan elde kalır ve kesata uğrarsa, Sahnun'a göre, tüccar muhtekire dönüşür; [799]  İbnu'1-Kasım'a göre o yine mudîr tüccar olarak kalır. Malın kesada uğrama ölçüsünün örf mü, iki yıl mı olacağı konusunda, Şahmın ve Abdulmelik'in her iki görüşü de bulunmaktadır.

Yusuf Kardavî'nin belirttiğine göre, normal şartlarda Cum­hur'un görüşü elbette tercihe şayandır. Bununla birlikte, -çok rast­landığı için- malın çabuk devredilmemesi, uzun yıllar satılma­ması halinde Malik ve Sahnun'un görüşü, uygulamada büyük ko­laylık ve rahatlık sağlar, çünkü mal ve yıl için bazan rastlanabilen bu durum, tüccarın kendi isteği ve kusuruyla ortaya çıkmaz.

 

Mevzu

Nisab

Eldeki

Mik tar

İstisna  ve      İndirimler

Mat rah

Ta­rife

 

Ağır­lık

De-

ğeri

Ser ma

ye

Kâr

Sair

Top lam

Aslî İh­tiyaç

Maa-raf Vergi Kredi

Sair

Top lam

 

Ora­nı

Mik tar

Ayniyat

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Taşınmaz

Mallar

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 25

 

Ticarî Hayvan­lar

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Arsa vs.

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Sair Mal­lar ve Ge­lirler

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

Genel

 

Tablo 89: Zekât - Ticaret Mallarının Zekâtı

 

ÜÇÜNCÜ AYIRIM NAKİT VE NAKDE BENZER SERVET (MENKUL SERVET / SERMAYE VE İRATLARI)

 

BİRİNCİ BAŞLIK ALTIN VE GÜMÜŞ İLE ALAŞIMLARI

 

60. Mükellef

 

Mükellefi zekâta tâbi tutmak için gerekli genel şartlar, [800] al­tın, gümüş ve alaşımlarının sahipleri için de aynen geçerlidir.

 

61. Mevzu Ve Matrah

 

1- Altın Ve Gümüşün Zekât Mevzuu Olması:

 

Nakit olarak kullanılan altın ve gümüşün zekâta tâbi olduğu kitap, sünnet ve icma ile sabittir. İslâm'ın geldiği devrede Arabis­tan'da aynî mübadele yanında nakit de biliniyor ve mübadele vası­tası olarak kullanılıyordu; ancak burada nakitten maksat, daha zi­yade Bizans'tan gelen altın para (dinar) ile İran'dan gelen gümüş para (dirhem)'dır. Piyasada bulunan dirhemler birbirine eş'it olma­dığı için, Araplar dirhemi sayı ile değil, tartı ile mübadele eder­lerdi; ticaret merkezi olan Mekke'de kabul edilmiş rıtıl (12 okiyye), okiyye (kırk dirhem).., gibi ağırlık ölçüleri vardı; Hz. Peygamber,

“Ağırlık ölçülerinde muteber olan, Mekke ölçüleridir” [801] buyurarak, bu ölçüleri dinî-hukukî miyar haline getirmiş oluyordu. Böylelikle altın ve gümüş, faiz ve sarf (para) konusunda olduğu gibi, ticarî ve gedeni hukuk, mehr'de olduğu gibi aile hukuku, hırsızın elinin Kesilmesi için gerekli nisapta ve diyetlerde olduğu gibi ceza hukuku, zekâtta olduğu gibi iktisadî-malî hukuk alanlarında birer ölçü olarak kullanıldı. [802]

Altın ve gümüş, ne maksatla kullanılırsa kullanılsın veya hangi gaye ile elde bulundurulursa bulundurulsun zekâta tâbidir. Çünkü kenz [803] âyetinde geçen, “Altın ve gümüş yığıp bi­riktirenler ve Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele.” ifadesinden, gerek nakit, gerekse külçe olsun altın ve gümüşün ne gayeyle elde bulundurulursa bulundurulsun zekâta mevzu teşkil ettiğini öğreniyoruz. Ayrıca, gümüş hakkında, Hz. Peygamber'in hadisleri ve uygulamaları bulunmaktadır. Ancak, altın hakkında böyle bir uygulamaya rastlanmamaktadır. Bununla birlikte, sahabe, 20 dinar altında 1/2 dinar zekât ödenmesi gerekti­ğini kabul etmişlerdir. O devirde dirhem gümüş, dinarsa altın para birimidir. Tarihî incelemeler, Hz. Peygamber devrinde, 200 dir­hemle 20 dinarın eşdeğer olduğunu göstermektedir. [804]

Bu iki madde veya ondan yapılmış olan her türlü kullanım ve süs eşyası (msl., bilezik, küpe, tabla, beşibirlik, tabak, bardak, yü­zük, taç, kemer...) nisabı tamamlar ve diğer şartları da taşırsa ze­kâta tâbidir. [805]

Nakitlerin müteharrik ve tedavülde olması gereken bir ya­pıda oldukları şüphesizdir. Onları tedavüle sokanlar bir takım ya­rarlar da elde ederler. Ancak, nakitlerin iddiharı ve atıl bir şekilde hapsedilmeleri, iktisadî hayatta bir takım sıkıntı ve zorluklar yara­tır. İşte bu sebeple, -sahibi, arttırmak için iktisadî hayata sokmuş olsun olmasın- gerekli şartları taşıyan nakdî servet, zekâta tâbi tu­tularak iddihar önlenmiş olmaktadır. Zira her yıl zekâtın ödenme­siyle, altında ve gümüşte kaynağın kuruması yolu gerçekleşebilir. Bu yüzden, ekonomistler konu üzerinde önemle durmuş, hatta ki­misi onlara çıkış tarihi vermek suretiyle iddihara izin verilme­mesi tezini ortaya atmıştır ki, böylelikle belirli bir süre sonra değer kaybederek iddihar kendiliğinden önlenmiş olacaktır.

Altın, gümüş ve para, işletilmesi dahi bizzat nemalı sayılarak zekâta tâbi kılınmış ve böylece atıl sermaye problemine de çözüm getirilmiştir.

 

2- Zekât Mevzuu Altın Ve Gümüşün Nitelikleri:

 

Malı zekâta tâbi tutmak için gerekli genel şartlar [806] altın ve gümüş sahipleri için de geçerliliğini aynen korur.  Yalnız burada nisabın miktarı ve hesaplanmasıyla ilgili ayrıntıyı ele almamız gerekmektedir:

 

Nisabın Miktarı: [807]

 

1) İçlerinde DM'in de bulunduğu Cumhur'a göre, -birbirini teyid eden hadisler, iktisadî teamül ve sahabe tatbikatına bakarak-altının nisabı yirmi miskaldir.  Ömer b. Abdilaziz devrinden sonra bu konuda ihtilaf olmamış ve böylelikle amelî icma meydana gel­miştir.

2) el-Hasenu'1-Basrî ve Davud b.  Ali'ye göre, altının nisabı kırk miskaldir; ancak el-Basrî'nin Cumhur'a katıldığı  da   nakle­dilmektedir.

3) Bazı hukukçulara göre,  altının değerinin ikiyüz dirhemi bulmasıyla, bu miktar tespit edilir. Tavus, Atâ, Kadı İyad, Zuhrî, Süleyman b. Harb ve Eyyub es-Sahtiyanî'nin, bu görüşü savunduğu rivayet edilir.

Mübadelede daha ziyade dirhem (gümüş para) kullanıldığı için nisap ve zekât miktarı ile ilgili açıklamalarda daha ziyade gümüş geçmektedir.

“Beş okiyyeden az olan gümüşte zekât yok­tur.” [808] Hadisi gümüşün nisabını 200 dirhem olarak tespit etmiştir. Gümüşün nisabı ihtilafsız böyledir. [809]

Altın ve gümüşün nisapları dinar ve dirhem olarak belli ol­makla birlikte, bunların bugünkü ölçülerle karşılığı açıkta kal­maktadır. Arkeolojik bulgulardan yapılan tespitlere göre, 1 dinar 4.25, bir dirhem 2,975 gr. olmakta, böylece altının nisabı 20x4, 25=85 [810] gümüşün nisabı ise 200x2, 975=595 gr.'dır neticesine va­rılmaktadır[811].

Günümüzün altın nisabı hakkında, bazı ilim adamlarının ileri sürdükleri görüşleri belirtmekte yarar bulunmaktadır: [812]

1) İbn Habîb el-Endelûsi'ye göre, her memleketin ahalisi ni­sabı kendi paylarının değerine göre ayarlamalıdır.

2) İbn Abdilber'e göre, Endülüs dirhemlerine nispetle diğer memleketlerin dirhemleri arasında tartı ve değer bakımından fark bulunmaktadır.

3) Fetavay-ı Fadli'de şöyle bir kayıt vardır: “Nisapta her memleketin dirhem ve dinarları (yani paraları)  itibar  edilmeli­dir.”

4) Bir görüşe göre de, bazı ilim adamları nisabı ağırlık ola­rak değil de sayıya göre ele almışlardır.

Bu görüşler, altın ve gümüş nisabında da bir kıymet itibar etmeye ve eşyaya göre bugünkü değerlerini tespit ederek neticeye varmaya zorluyor. [813]

 

Nisabın Hesaplanması:

 

1) Altın ve gümüş, nisap hesabında, kaideten ayrı ayrı işlem görürler. Ancak her biri ayrı ayrı nisabı tamamlayamazsa yapıla­cak işlem ihtilaflıdır: [814]

a) Başlarında Hanefî Mezhebi, Re'y mektebi hukukçuları ile Katade'nin bulunduğu gruba göre, altın ile gümüş, nisabı dolduramayınca birbirine eklenebilir: Hanefi Mezhebi ve Sevrî'ye göre, ekleme değer, Malik'e göre ağırlık olarak yapılır; hukuk­çuların bir kısmına göre, miktarca az olan çok olana eklenir; bazı hukukçulara göre nisabı dolduran türe öbürünün bütünü ek­lenir; diğer bazılarına göre mıskal dirheme eklenir, dirhem miskale eklenmez.

b) ÜM, Ebu Sevr ve Davud'a göre, bu iki tür mal, kendi baş­larına nisap hesabına tâbi tutularak nisabı tamamlamak için -ne değerce, ne ağırlıkça- birbirine eklenemezler. Her iki türün de kendileri için gerekli ağırbğı bulması gerekir.

Yine Hanefî Mezhebine göre, nisap miktarını bulamayan altın ve gümüş, birbirleri dışında -zekât kıymetlerine değil, ayn'larına farz olduğundan- kendileriyle manen birlik olan ticaret mallarıyla -sureten ayrılıkları gözönüne alınmaksızın- nisap tamamlama işlemi yapabilirler. Ancak, aralarında hem manen ve hem de sureten ayrılık bulunduğundan, sâime nisabıyla bir­likte düşünülemezler. [815]  

2) Altınla gümüşün nisaplarının hesaplanması değerlerine göre değil, ağırlığına göre yapılır. Bu kaide, zekâtı kendilerinden ödendiği zaman geçerlidir. Zekâtları başka cins mallardan ödene­ceği zaman ağırlığa değil, değere bakılır. Şu halde, 199 dirhem gümüsün değeri 200 dirhemden fazla da olsa, zekât gümüş olarak ödeneceği zaman, bu toplam nisabı bulmadığı için zekâttan istisna ediür; fakat gümüş olarak değil, başka bir cinsten ödenecekse, bu 199 dirhem gümüşün ağırlığı değil, değeri esas alınır. [816]

Bu kaidenin gereği olarak, altın ve gümüşten yapılan her türlü kullanım eşyası, üzerindeki ince sanat, işleme ve antikalık gibi sebeplerle ağırlığına göre çok daha pahalı duruma gelse bile, nisabı tamamlamadıkça ve diğer şartları taşımadıkça zekâta tâbi olmaz. Bu gibi sebeplerle, ağırlığına göre değeri çok olan eşyanın kendisi zekât olarak ödeneceği gibi, başka cinsten de ödenebilir, bu son durumda zekâtın miktarı değer üzerinden hesaplanır. Ödeme kendi cinslerinden yapılacaksa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre, ağırlığa; Züfer'e göre değere; Muhammed'e göre fakirlere faydalı olana göre hareket edilir. İlk görüş, tersine ödeme yapmada faiz mantığını görürken, ikinci görüşteki Muhammed ve Züfer, Allah ile kul arasında faizin cereyan etmeyeceğini savunurlar.

Hanefi Mezhebi içindeki ayrıntıyı biraz açalım: Nisap mikta­rında eksik olan altın ile gümüşün birbirlerine ilâve edilmesi, Ebu Hanife ile bir nakilde Ebu Yusuf’a göre değer, yine Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ve bir nakilde Ebu Hanife'ye göre ecza (orantı) yönünden olur, yani biri diğerini değer itibarıyla değil, eksik olan kısmın tamamına oranı itibarıyla tamamlar. Bu görüş ayrılığı, bi­rinin değeri ağırlığından fazla olunca, bir değer taşır. Msl., bir mükellefin 100 dirhem gümüşüyle bu değerde 10 mıskal altını bu­lunsa, bunlar için ittifakla 5 dirhem zekât ödenir. Fakat 100 dir­hem gümüş ile 150 dirhem gümüş değerinde 10 miskal altını bu­lunsa, Ebu Hanife'ye göre 5 dirhem zekât ödenir, Ebu Yusuf ve Mu­hammed'e göre aralarındaki orantı bulunmadığından zekât öden­mez, bu durumda nisabı tamamlamamış olurlar. 150 dirhem gü­müşle 50 dirhem değerinde 5 miskal altını bulunan mükellef, itti­fakla bunların zekâtını öder. Çünkü hem değerleri tam gümüş ni­sabına eşit, hem de birinin nisabı öbürüne bakarak 3/4, diğerihinki 1/4 oranında olduğundan ikisi birlikte tam bir nisap meydana getirmiş olurlar. Ebu Hanife'ye göre, değerce nisabı tamamlamada, zekât fakirlere faydalı olan cinsten ödenir. Msl. 195 dirhemi ve 5 dirhem değerinde 1 dinarı olan mükellef, gümüşü altınla değerlen­direrek -her beş dirhem yerine bir dinar kaidesince- bir dinar zekât öder. [817]

3) Altının nisabı olan 20 miskal ve gümüşün nisabı olan 200 dirhemden sonrasında zekâtın ödenmesi nasıl düzenlenecektir? [818]

a) Ebu Hanife ve Züfer'e göre, 20 miskalden sonraki altın 4 miskale, 200 dirhemden sonraki gümüş 40 dirheme, başka bir deyişle altın ve gümüş her defasında tam nisabın beşte birine ulaşıncaya kadar, bu fazlalık için zekât ödenmez. Zekât ödeme, her 4 miskalde ve 40 dirhemde bu şekilde olur. Bu fazlalıkla bir­likte ticaret malı bulunur veya her ikisinden fazla olan miktar 4 miskal veya 40 dirheme eşit olursa, zekâtın ödenmesi bunların da nisaba katılmasıyla olur. Tahâvî de, bu görüşü savunmakta­dır.

b) Cumhur'a (Ebu Yusuf, Muhammed ve eş-Şafifye) göre, böyle bir istisna bulunmayıp eldeki bütün miktar, aynı oranda zekâta tâbi olur; hatta fazlalık, bir dinar da olsa onun % 2.5'u zekât olarak ödenir.

Msl. 239 dirhem gümüşü olan mükellef, Ebu Hanife, Züfer ve Tahâvî'ye göre, sadece 200 dirhemin, Cumhur'a göre tümünün zekâtını öder. Yine, msl., bir mükellefin yalnız 270 dirhem gü­müşü bulunsa, Ebu Hanife ve Tahâvî'ye göre yalnızca 240 dir­hem, Cumhur'a göre tümü için zekât öder.

Bu konudaki ihtilaf, sahabe ihtilafına bağlıdır: Hz. Ömer birinci, Hz. Ali ve İbn Ömer ikinci görüşü tercih etmektedirler.

 

62. Tarife

 

Altın ve gümüş için % 2.5 oranında zekât ödeneceği -tıpkı ze­kâta tâbi olması gibi- icma ile sabittir. [819]

 

63. Ödeme

 

1- Zamanı:

 

Altın ve gümüş ile alaşımları için zekâtın, yılda yalnız bir defa ve takvim yılı dolunca ödeneceği kesindir.

 

2- Şekli:

 

Saf Altın Ve Gümüş:

 

Nisap miktarı altın veya gümüşü olan kimse, kaide olarak her birinin zekâtını ayrı ayrı öder: [820]

1) Hanefî ve Maliki Mezheblerine göre, bunun aksi de caizdir; aîtırın zekâtı gümüşten, gümüş zekâtı altından veya her ikisinin zekâtı da başka mallardan ödenebilir. Bu durumda, kıymet takdi­rine göre ödeme yapılır;   ancak, fakirlere yararlı cinsten ödemek uygundur, aksi takdirde her cinsin ödemesi ayrı yapılır.

2) Zahirî Mezhebine ve Ebu Süleyman'a göre, altınla gümüşün zekâtı mutlaka kendi cinslerinden ödenir.

 

Altın Ve Gümüş Alaşımları:

 

Birbirleriyle Alaşımı:

 

Altınla gümüş birbirleriyle alaşım yapmışsa, alaşım içinde ağırlık veya değer yönünden oranca fazla olan madde üzerinden zekât ödenir. [821]

 

Başkalarıyla Alaşımı:

 

Ticaret malı olan alaşımın zekâtı, DM'e göre de, diğer bütün ticaret mallarında olduğu gibi, toplam değerinin % 2.5 oranındaki tutarıyla ödenir. [822] Ticaret malı olmayan alaşımın statüsü ise, para olarak kullanılıp kullanılmamasına göre değişir:

 

Para Olarak Kullanılmasına Göre Ayırım Yapılması:

 

Hanefî Mezhebine göre, altınla gümüşün başka maddelerle yaptığı alaşımların zekât statüsünü para olarak kullanılıp kulla­nılmamasına nazaran değerlendirmek gerekir:

1) Para Olarak Kullanılan Alaşım: Para olarak kullanılan ve altın veya gümüşle alaşım yapan nikel, bakır vb. maddelerde al­tın veya gümüş fazlaysa, bütünü altın veya gümüş kabul edilir; azsa, nakit veya ticaret malı hükmünde olduğundan, onlar gibi iş­lem görerek, toplam değeri üzerinden % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.

2) Para Olarak Kullanılmayan Alaşım:

a) Altın veya Gümüşün Üstünlüğü veya Eşitliği: Altın veya gümüş, nikel, bakır vb. başka cins madenle alaşım yapmışsa ve bu alaşım para olarak kullanılmıyorsa,  alaşımın içinde bulu­nan altın veya gümüş, ağırlık ve değer yönünden diğer madde­den fazla veya ona eşitse, bütünü altın veya gümüş kabul edilir. Bu durumda zekâtın Ödenmesi, bütünün kabul edildiği şekle göre düzenlenir.

b) Altın ve Gümüşün Azlığı: Alaşım içinde altın veya gü­müş azsa, sadece altın veya gümüş ağırlıkça nisap miktarına ulaşmıyorsa, başka zekât mevzuu malların nisabına eklenir ve bu toplam üzerinden zekâta tâbi olur. [823]

 

Para Olarak Kullanılmasını Dikkate Almayan­lar: [824]

 

Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, altın veya gümüş gibi kullanılırsa, saf altın veya gümüş statüsünde zekâta tâbi olur; on­lar gibi kullanılmaz ve fakat nisaba ulaşırsa, zekâta tâbidir, aksi halde tâbi değildir.

 

Mevzu

Nisab

Eldeki Miktar         

İstisnalar      ve          İndirimler

Mat­rah

 

 

Ağırlık

Değer

Gr.

Gr. değeri

Tutan

Aslî İhti­yaç

Vergi

Sair

Top­lam

 

Ora­nı

Mik­tar

Altın

85 gr.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Gümüş

595 gr

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Altın

Ala­şımı

85 gr.

altın değeri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Gümüş Ala­şımı

85 gr. altın

değeri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

Tablo 90: Altın-Gümüş ve Alaşımlarının Zekatı

 

İKİNCİ BAŞLIK ZÎNET EŞYALARI (HULİYYAT)

 

64. Mükellef

 

Mükellefin zekâta tâbi tutulması için aranan genel şartlar [825] zînet eşyası sahipleri için de aynen geçerlidir.

 

65. Mevzu Ve Matrah

 

1- Zînet Eşyasının Zekât Mevzuu Olması: [826]

 

Zînet eşyalarının zekâta tâbi olmasını, maddesi ve kullanı­mının aldığı hükme göre incelemek doğru olur:

 

Altın Ve Gümüş Dışındaki Zînet Eşyaları: [827]

 

a) İbn Mes'ud, Hz. Ömer, Ebu Hanife, Sevrî, Evzaî, İbn Hazm ve Şi'a'dan bir gruba göre, bütün zînet eşyası zekâta tâbidir. Çünkü zekât verilmesini emreden âyetler umumîdir; bu emirlerde zînet eşyası ile diğer mallar arasında bir fark gözetilmemektedir.

b) el-Leys b. Sa'd, zînet eşyalarında bir ayırım yaparak, zekât­tan kaçırmak için yaptırılan zînet eşyasını zekâta tâbi, başka gaye­lerle kullanılanları ise istisna tutmuştur.

c) Enes b. Malik'e göre, zînet eşyalarında yalnızca bir defa zekât ödenir, tekrar ödenmez.

d) Cumhur'a (DM'e) göre, altın ve gümüş dışındaki inci, ya­kut, mercan gibi zînet eşyaları iddihar amacı olmaz ve makul sı­nırı aşmazsa, namî (artıcı) mal olmadığından zekâta tâbi değildir. [828]

 

Altın Ve Gümüş Zînet Eşyaları: [829]

 

Altın ve gümüş, mübadele vasıtası olarak kullanılmayıp zî­net, süsleme, kap-kacak ve ev eşyası olarak kullanıldığı takdirde, miktarları nisabı dolduruyorsa, zekâta tâbi olup olmayacakları me­selesi üzerinde durulmuştur:

Kadınların altın ve gümüş zînet eşyasının zekâta tâbi olup olmaması konusunda, Hz. Peygamber'in zekât tahsildarlarına yaz­dığı mektuplarında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu yüz­den hukukçular, bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Şunu hemen belirte­lim ki, erkeğin mülkündeki ev eşyası olarak kullanılan altın ve gümüş zînet eşyasında ittifak, kadının kullandığı altın ve gümüş zînet eşyasında ihtilaf vardır. [830]

 

Zînet Eşyasının Mutlak Zekâta Tâbi Olması:

 

Sa'id b. el-Müseyyeb, [831] Sa'id b. Cübeyr, Atâ, Mücahid, Abdul­lah b. Şeddad, Cabir b. Zeyd, İbn Şübrüme, Meyimin b. Mihran, Zuhrî, Sevrî, Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Hanefî ve Zahirî Mezheblerine göre, -umumî hükümlere bakarak- kadının, altın ve gümüş eş­yası zekâta tâbi olur.

Zekât konusunu araştıranlardan biri olan Yunus Vehbi Ya­vuz, konuya şöyle bir açıklık getirir:

“Zînet eşyasını zekâta tâbi tutmamak, milyonların onlara yatırılmasına, zekâttan kaçmak için açık kapı bırakılmasına sebep olur. Bunun yanında zînet eşya­sının zekâtının ödenmemesi halinde, malların stok edilmesine ve böylece iktisadî yapının sarsılmasına izin verilmiş olur. Zînet eş­yası da mal hükmündedir. Bu durumda, zekâta tâbi olması gerekir. Piyasada değeri milyonları bulan mücevherat bulunmaktadır. Ze­kâta tâbi olmayacağını benimseyenlere göre, zekât ödeme mecburi­yeti ortadan kalktığı takdirde, zenginlik ölçülerinde büyük bir nis­petsizlik doğar. Msl. 1.000.000 lira değerinde mücevherata sahip olan kimse, zengin sayılmayacağı için, zekâtla mükellef olmaya­cak; buna karşılık 20 mıskal altını veya bu değerde parası bulunan kimseler zengin sayılacağından, böyle kimselere icabında zekât ödemek gerekecektir. Yani 1.000.000 lira değerinde mücevherat sahibi fakir, altının gramını 725 lira kabul edersek, yaklaşık 70.000 lirası olan kimseler zengin sayılacaktır. Bu, aklın gerçeklerine aykırıdır. Binaenaleyh, ister nami olsun, ister olmasın, piyasada değer taşıyan bütün zînet eşyasının ve mücevheratın zekâta tâbi ol­duğu görüşünü tercih etmek mecburiyeti ortaya çıkacaktır. Çünkü 96 gr. altın ve bu değerde zînet eşyası, bir kadına zînet olarak yeter. Daha fazla zînet eşyası bulundurmak ihtiyacını duyan bir kadın, geniş imkânlı ve zevk sahibi demektir; bu sebeple zekât ödemekte de güçlük çekmez.” [832]

Mısır'da 1948'de hazırlanan zekât kanunu tasarısı, bütün zinet eşyalarının zekâta tâbi olmasını benimsemiştir.

 

Zînet Eşyasının Ayrıntılara Göre Zekâta Tâbi Olması:

 

Hanefî Mezhebi dışındaki ÜM'e göre, altın ve gümüşten olan zînet eşyalarının zekâta tâbi olup olmaması kullanma hükmüne göre değişir:

 

Haram Zînet Eşyası:

 

Edinimi ve kullanımı haram olan -bu durumda iddihar ve âtıl servet olacağından- altın ve gümüşün, zekâta tâbi olduğu ihti­lafsızdır. Msl., erkeğin altından zînet eşyası, evlerdeki altın kap-kacak ve diğer eşya, bu hükme tâbidir. Altın olarak yalnızca zaru­retlere mebni bazı eşya kullanılabilir ve zekâta tâbi olmazlar. Bu­run ve dişlerden zaruret sınırını aşmayanlar böyledir, sınırı aşan­lar ise değerleri itibarıyla zekâta tâbi olurlar. [833]

 

Mubah Zînet Eşyası:

 

Cabir b. Abdillah, İbn Ömer, Esma bt. Ebi Bekr, Âişe, Şa'bî, Amre bt. Abdirrahman, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali, el-Kasım b. Muhammed, Malik, Ahmed ve İshak, -örfe ve içtimai seviyeye göre-normal ölçülerde olan ve serveti zekâttan kaçırma amacı taşıma­yan zînet eşyasının zekâta tâbi olmayacağını, bunlara uymayanla­rın tâbi olacağını benimsemişlerdir. Bunlar, bu nevi zînetin zekâta tâbi olduğuna ait sahih bir rivayetin bulunmadığı, sahih rivayetle­rin buna delalet etmediği, bunların eşya, takımlar, çalıştırılan hayvanlar ve kıymetli taşlardan edinilen zînet eşyası gibi “nemalı olmayan, şahsî ve aslî ihtiyaç” maddeleri cümlesinden bulunduğu esaslarına dayanarak, zekât ödemek gerekmeyeceği hükmünü be-ninısemişlerdir. Bu konuda kimilerinin açıklaması şöyledir:

a) Şafiî Mezhebine göre, mubah olan zînet eşyası üzerinden bir yıl geçip, sahibi de bunlara malik olduğunu bildiği takdirde ze­kâta tabi olmaz.  Fakat bir mükellef mülkiyetine -msl., miras yo­luyla- giren ve üzerinden bir yıl geçen zînet eşyasından haberdar olmazsa, zekâtını öder. Mubah olan zînet eşyası, kadınların zînetleri ile erkeğin gümüş yüzüğüdür.

b) Malikî Mezhebine göre, mubah olan zînet eşyası için zekât ödenmez. Kadınların bilezikleri, cihad için  hazırlanan kılıçların kabzaları,  erkeklerin  altın veya gümüşten yapılmış  dişleri veya burunları, bu çeşit zînet eşyasıdır. Bu çeşit zînet eşyaları kırılıp, zînet eşyası olma vasfını kaybeder, ihtiyaç vaktinde veya sahibinin ilerde nikâhlanacağı kadın veya mehri için yahut ilerde doğacak kızı için ya da evlenecek oğlu için saklanırsa, ticarete niyet edi­lirse zekâta tâbi olurlar.  Bunların nisap hesabında esas olan da, değer değil,  ağırlıktır.

c) Hanbelî Mezhebine göre, kullanılması kendisine mubah olan kimsenin kullanım veya iare (iare-ödünç- vermek) için hazır­lanmış zînet eşyaları zekâta tâbi değildir. Fakat böyle bir gaye için hazırlanmamış olursa,  nisabı bulunca zekâta tâbi olur. Aynı şe­kilde, zînet eşyası kırılıp tamiri kuyumcuya ihtiyaç duyulacak şe­kildeyse, zekâta tâbidir; kuyumcuya muhtaç olmaksızın düzeltil­mesine veya öylece takılmasına niyet edilirse, zekâta tâbi olmaz. Nisap hesabında esas olan, değer değil, ağırlıktır. Şafiî Mezhebi de kırılan zînet eşyası hakkında bu şekilde düşünmektedir.

d) el-Leys b. Sa'd, zînet eşyalarında bir ayırım yaparak, zekât­tan kaçırmak için yapılan zînet eşyasını zekâta tâbi, başka gaye­lerle kullanılanları ise istisna tutmuştur.

e) Enes b. Malik'e göre, zînet eşyalarından yalnızca bir defa zekât ödenir, tekrar ödenmez.

f) Sa'id b. el-Müseyyeb'den nakledilen bir görüşe göre, zînet eşyasının zekâtı, onları ihtiyacı olanlara iğreti vermektir.

Ezhar kavlinde eş-Şafiî, Tavus, el-Hasenu'1-Basrî, Sevrî, Sa'id b. el-Müseyyeb'in de, mubah zînet eşyasının zekâta tâbi olmayacağı görüşünde oldukları rivayeti bulunmaktadır. Eskilerden Ebu Ubeyd ile çağdaş hukukçulardan Mahmud Şeltut, Muhammed Ebu Zehra ve Yusuf Kardavî, Cumhur'un bu görüşünü, delil ve mesned yönlerin­den kuvvetli bulmuş ve haklı olarak bunu tercih etmişlerdir. [834]

Gerçekten, bu sonunculara göre, kadının zînet eşyası süslen­mek içinse, aslî ihtiyaç sayılacağı, fakat zînet eşyası adıyla hazine ve biriktirme içinse, bunların nakit muamelesi göreceği ve aslî ih­tiyaç sayılmayacağı açıktır. Mahmud Şeltut'un belirttiğine göre, bu görüş, ilgili naslar dikkate alınarak, ihtilaflı görüşleri birleştiren bir görüştür. Gerçekten de bu görüş, dikkat edilirse, esasında, Şafiî Mezhebinin haram zînet eşyası hakkında verdiği hüküm ile el-Leys b. Sa'd'in benimsediği içtihadın birleştirilmesidir; Şafiî Mezhebi­nin görüşü, Malik'ten de nakledilir.

Şu halde, ancak “iddihar” amacı taşıyanlar, zekâta tâbi olur­lar. Erkeğin sahip olup, ailesinin süs eşyası olarak kullandığı, başkasına emaneten (iğreti) verilen veya bunun için edinilen zînet eşyası -tıpkı kadınınkiler gibi mubah bir kullanıma konu olduğun­dan- zekâta tâbi olmazlar.

Normal ölçüyü aşan ve israf derecesine vararak zekâta tâbi olması sözkonusu olan zînet eşyasının üst sınırı nedir? [835]

a) Şafiî Mezhebine göre, kadınlara mubah olan zînet eşyası, nisap derecesinde veya daha fazla olursa zekâta tâbi olur. [836]

b) Hanbelî hukukçu İbn Hamid'e göre, 1000 (bin) mıskal ve daha fazlasına zekât gerekir.

c) İbn Kudame'ye göre, böyle bir sınır konamaz, mubah olan için re'y ve ictihadla sınır tespit edilemez.

d) Yusuf Kardavî ve Muhammed Ebu Zehra'ya göre, israf öl­çüsü, kişi, çevre ve ülkenin iktisadî ve içtimaî hal ve şartlarına göre değişir, örfe göre hüküm verilir.

Böylece, altın ve gümüş kâr için elde bulundurulursa; yemek kabı, heykel, biblo vb. kullanım aracı olursa; erkek tarafından kul­lanılırsa zekâta tâbi olur. Fakat kadının israfı bulmayacak şe­kilde, bölge ve sosyal şartlara göre uygun ve normal sayılan zînet eşyası zekâta tâbi olmaz; kadınların, israfı gerektiren zînet eşyası da zekâta tâbidir. Yusuf Kardavî'ye göre bu hüküm, altın ve gümüş dışındaki zînet eşyası için de geçerlidir.

Mısır'da 1983'te hazırlanan zekât kanunu tasarısına (m. 5) göre, kadının mutad olarak edindiği zînet eşyası dışındakiler, ze­kâta tâbidir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 10), zînet eyası arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın, normal ölçüdeki zînet eşyası için olanları zekâta tâbi tutmaz. Bu­nun dışındaki gayelerle edinilen zînet eşyası ise zekâta tâbidir. Rahibinin durumuyla uygunluk gösteren ve normal ölçüyü aşma­yan zînet eşyası   insanların normal  karşıladığı bir şeydir. Bu amaçla kullanıldığı sürece de namî olmaz ve şahsî-normal bir ihtiyacı karşılar, dolayısıyla zekât dışında kalır. Sahibinin duru­muyla uygunluk gösteren normal ölçüyü aşar, hazine, iddihar ve ti­caret için edinilir, ediniminden amaç nakit zekâtından kaçmak olur veya edinimi ve kullanımı haram zînet eşyası özelliğini ta­şırsa, zekâta tâbi olur. Zînet eşyasının, altın, gümüş veya başka maden ve maddelerden, takı veya başka amaçlı eşya olması önemli değildir.

 

2- Zekât Mevzuu Zînet Eşyasının Nitelikleri:

 

Zînet eşyasının zekâta tâbi olması için, aranan genel şartla­rın [837] aynen uygulanması gerekir. Nisap tespiti için, zînet eşyası­nın ağırlığına değil, piyasa değerlerine bakılır; ancak Maliki ve Hanbelî Mezheblerine göre, esas olan, değer değil, ağırlıktır. Bu konuda nisap, Yusuf Kardavî'ye göre 85 gr., Yavuz'a göre 96 gr. al­tın veya değeri olmalıdır. [838] Nisabı bulmayan zînet eşyası, diğer zekât mevzuu mallara eklenir.

Kadınların mubah zînet eşyasının israf ölçüsünde olmaması gerektiği, erkeğin ise zarurî olan altın ve gümüş diş ve burunları­nın zekâta tâbi olmadığı az önce ele alınmıştı.

 

66. Tarife Ve Ödeme

 

Zînet eşyasının zekâtı, tıpkı altın ve gümüş gibi yılda yal­nızca bir kez ve % 2.5 oranında ödenir.

 

ÜÇÜNCÜ BAŞLIK NAKİT VE MALÎ KAĞITLAR

 

67. Mükellef

 

Mükellef için aranan genel şartlar, [839] burada da geçerli kı­lınacaktır.

 

68. Mevzu Ve Matrah

 

1- Nakit Ve Malî Kâğıtların Zekât Mevzuu Olması:

 

Kıymet yerine kullanılan, değişim ve iddihar aracı olan her madde, yapıldığı maddeye ve başlangıçtaki durumuna bakılmaksı­zın Nakit adını alır. Altın ve gümüşün yerini tutan paraların ge­çerliliği dolayısıyla zekât mevzuu olup olmamaları konusunda hu­kukçular başlangıçta ihtilaf etmişlerdir.

Selef âlimlerinin bu konuda herhangi bir görüşü bulunma­maktadır. Çağdaş bilginlerden kimisine göre, yalnızca altın ve gümüş paralar için zekât ödenir; bunlar dışındakiler için zekât ödemek sözkonusu değildir. Çünkü şer'î nakit, yalnızca altın ve gümüştür: [840]

a) Sultanın mührü bulunan ve dirhemle dinarın yerine geçen kâğıtların (kaimelerin) zekâtı konusunda fetva istendiğinde, Mısır’daki maliki müftü Uleyş, nakitlerin zekâta tâbi olmayacağına dair fetva vermiştir. [841]

b) Kendileriyle muamele sahih olmayan bir havale olduğun­dan bazı şafıî hukukçular da aynı yolda fetva vermişlerdir. Burada havalenin sahih olmaması, icap ve kabul sözlerinin bulunmama­sından dolayıdır.

c) Hanbelî Mezhebine göre de, bunlar zekâta tâbi olmamalıdır; ancak bankadan çıkarak fiilen altın ve gümüş yerine geçince ze­kâtları ödenmelidir.

Nakitlerin ve malî kâğıtların zekâta tâbi olmasını benimse­meyenler yanında, hukukçuların çoğunluğu bunların zekâta tâbi olacaklarını savunmaktadır:

a) Hanefî Mezhebine göre, malî kâğıtlar -banknotlar- kuvvetli alacak hükmündedir, ancak zekâtları her yıl için hemen ödenir.

b) Şafiî Mezhebine göre,  bunlar havale gibi kabul edilir ve -tahsili umulan sağlam alacaklar gibi- tahsil edilmese de her yıl zekâtı ödenir.

c) Maliki Mezhebine göre, altın ve gümüş olarak tedavül edi­lince zekâta tâbi olurlar.

Muhamnıed Haseneyn Mahluf ve Yusuf Kardavî, bunların bi­rer alacak olarak değerlendirilmesine karşı çıkmakta ve onlara altın gibi başlıbaşına birer mal olarak bakılması gerektiğini be­lirtmektedirler. [842]

Banknot denen banka kâğıtları, kâğıt ve madenî paralar, bankalara vadeli olarak yatırılmış paralar, çekler, hisse senetleri, istenildiği an paraya çevrilebilen ve devredilebilen tahviller birer malî kâğıt ve varlık olup, malî değer ifade ederler. Günümüz ikti­sadî ve ticarî şartlarının yaygın hale getirdiği tahviller, menkul kıymetler borsasında alınıp satılan malî değerler haline gelmiştir; gerçi tahviller faiz karşılığı alınmış borç senetleridir ve faiz haramdır. Ancak faizli tahvil ihracının haram olması bunların zekât­tan istisna edilmesini gerektirmez; erkeklerin altın ve gümüş zînet eşyası kullanmaları da haram olmakla beraber, bunlar nisabı dolduruyorsa zekâtı ödenecektir. Şu halde, sağlam alacak vesikası olan ve alınıp satılan tahviller, değerinin % 2.5'u oranında zekâta tâbi olacaktır.

Hisse senetleri, bir şirkete, kâr ve zararda ortaklık vesikala­rıdır; şirketin başarısına göre değerleri artar veya eksilir, böylece senet borsasında teşekkül eden fiyatlarla alınır ve satılırlar.

İşte, malî kâğıtlar, değer ifade ettiklerinden ve günümüzde insanların değişim aracı olduklarından, tıpkı altın, gümüş ve tica­ret malı gibi zekâta tâbidir. Zira bunlara sahip olanlar, zengin sa­yılır. Aynı zamanda bunlar sahibinin hazır malvarlığı ve servetini meydana getirirler. Zekât için gerekli olan artıcı olma özelliğini de taşımaktadırlar. [843] Tevbe: 9/34'te geçen, “Altın ve gümüşü yığıp biriktiren, Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı azabı müjdele.” ifadesinden, gerek nakit ve gerekse külçe olsun al­tın ve gümüşün ne gayeyle elde bulundurulursa bulundurulsun zekâta konu teşkil ettiğini öğreniyoruz. [844] Ayrıca, Hz. Peygamber devrinde, altın için dinar, gümüş için dirhem, hem para, hem de tartı birimiydi. Öyleyse, hiçbir tereddüde yer kalmadan para ve malî kâğıtlara da zekât farz olacaktır. [845] Bugün paralar, iktisadî hayatın canlı mübadele unsurları olmuş ve gücünü her yerde kabul ettirmiştir. Her milletin kendine ait bir para birimi olduğu gibi, , milletlerarası şöhret kazanmış, hatta ithalat ve ihracat için esas mübadele unsuru kabul edilmiş paralar vardır. Bunlar, artık alım gücü bakımından altının yerini almışlardır. Bu bakımdan, devle­tin millî gelir kaynaklarına göre basıp piyasaya arzettiği paraların zekâtı üzerinde tereddüde kapılmak yersiz ve dayanaksızdır,

 

2- Zekât Mevzuu Nakitlerin Ve Malî Kâğıtların Nitelikleri: [846]

 

1) Hanefî Mezhebine göre, malî kâğıtlar kuvvetli alacak hükmündedirler. Bü sebeple, zekâta tâbi olma şartları da kuvvetli alacakların statüsünde olacaktır. Fakat, bunların zekâtı hemen ödenir.[847].

2) Şafiî ve Maliki Mezheblerine göre, bunlar için altın ve gü­müşün zekât şartları uygulanır.

Yusuf Kardavî'ye göre, nisabın -nakit nisabı olarak altının ölçü olmasıyla- 85 gr. altın değeri olması gerekir. [848] Üc­ret, toplu para, serbest meslek kazançları, sabit ve hareketli (oto ve uçak) sermaye gelirleri, mal-i müstefad [849] olarak yıl içinde elde edilen nakitler, Cumhur'a göre, ayrı ayrı havelân-ı havle tâbi iken, Ebu Hanife'ye göre mükellefte bulunan ve zekâtı ödenecek olan di­ğer nakitlere ilâve edilirler, bazı sahabeye göre ise ele geçince hemen zekâtları ödenir.

 

69. Tarife Ve Ödeme

 

1- Hisse Senetleri Ve Tahviller Dışındakiler:

 

Hisse senetleri ve tahviller dışındaki nakit ve malî kağıtla­rın zekâtı, nisabı bulan ve aşan toplamın % 2.5'u üzerinden ödenır. [850]

 

2- Hisse Senetleri:

 

18. asırdan sonra büyük bir hızla gelişen teknoloji karşımıza makinaları çıkarmış, makinalar da ağır ve hafifi ile makina sa­nayiini ve fabrikaları doğurmuştur. Çok eski zamanlardan beri in­sanların, ticaret için sermayelerini bir araya getirmelerinden do­ğan ticarî şirketlerin yanında, son iki asırda makina ve teçhizat almak, fabrika kurmak ve böylece daha büyük ölçüde üretim yap­mak için sermayelerin bir araya geldiğine, sanayi şirketlerinin kurulduğuna şahid oluyoruz. Eskiden el, kol ve kafa gücüne daya­nan zenaat ve üretimde âlet, teçhizat ve benzerine yatırılan sermaye önemli bir yekûn tutmaz iken, günümüzde sermayenin ta’ınamı veya büyük bir kısmı makina, âlet, bina ve teçhizattan ibaret olan yatırım, kuruluş, fabrika ve üretim vasıtaları ortaya çıkmıştır. Bu yeni durumların meşruiyet ve şer'î (dinî) yükümlülükleri üzerine eğilen muasır İslâm âlimleri, bu arada şirketlerin ve bunlara ortak kimselerin elinde bulunan hisse senetlerinin zekâtını da araştırma konusu yapmışlardır.

Elinde ortaklık (hisse) senedleri bulunan hakikî şahıslar ve fertlerden önce, zekât mükellefiyeti açısından şirketlerin duru­munu incelemek gerekir: [851]

 

Şirketler Arasında Ayırım Yapanlar:

 

Sınaî Şirketlerin Hisse Senetleri:

 

a) Abdurrahman İsa'ya göre, boyama, soğutma, nakliyat, rek­lâm şirketleri gibi, sermayesi tamamen âlet ve vasıtalara bağlan­mış şirketlerin hisse senetleri zekâta tâbi değildir. Zira, bu gibi şirketlerin hisselerinin kıymeti âlet, idare binası vb.'den meydana gelmiştir. Bununla birlikte, bu şirketlerin hisse senetlerinin yıllık kârları % 2,5 oranında zekâta tâbi olur. Yıl sonunda hissedarların elinde duruyorsa, birbirine eklenerek nisabı doldurduğu diğer mal­larla birlikte zekâta tâbi olurlar. [852]

b) Muhammed Ebu Zehra'ya göre, hisse senetlerine sahip olan kimse, bunları yalnız gelirlerini almak için kullanır veya bunlar sınaî hisse senetleri ise zekâtları safî gelirin % 10'u üzerinden öde­nir. [853]

 

Ticarî Ve Tîcarî-Sınaî Şirketlerin Hisse Senetleri:

 

a) Abdurrahman İsa'ya göre, şirket, ithalat ve ihracat şirket­leri gibi yalnız ticarî veya petrol -dokuma, kimyevî madde, demir-çelik şirketleri gibi- yalnız ticarî-smaî şirket olursa, bunların hisse senetleri zekâta tâbi olur.  Senetlerin halihazır kıymetleri takdir edilir; kıymetleri şirket bütçesinde belirtilen bina ve asıl âletler dü­şülür, kârı eklenerek, kalanı üzerinden % 2.5 oranında zekât öde­nir. [854]

Bu görüş, fabrika ve akar nev'inden malların zekâta tâbi ol­madığı fikrinin neticesidir. [855]

b) Muhammed Ebu Zehra'ya göre, hisse senetleri eğer ticarî şirketlerin hisse senetleriyse zekât iki şekilde ödenir:

1) Değeri Üzerinden: Bu durumda, değerine, sağladığı kâr da eklenir; zekât bütün toplamın % 2.5'u oranındadır. Hisse se­netleri, ticaret için kullanılıyorsa ticaret mallarının zekât statü­süne tâbi olurlar. Bu durumda, zekâtları alınan-satılan malların esaslarına bağlı olarak, yıl sonundaki değerine göre ödenir. [856]

2) Geliri Üzerinden: İkinci ödeme tarzı safî gelirin % 10'u üzerinden yapılır. Artık bu durumda, fakirlere en faydalı yolu tercih etmek gerekir. [857]

Hemen şunu belirtelim ki, Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A. Hasen tarafından hazırlanan raporda böyle bir ayırım ya­pılmamıştır.

 

Şirketler Arasında Ayırım Yapmayanlar:

 

Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen tarafından ha­zırlanan raporda, şirketler arasında herhangi bir ayırım yapılma­dan, onların ticarî zekât statüsüne tâbi olacağı görüşü benimsen­miştir. Buna göre, hem sabit sermaye, hem de kazancın hisse senet­lerinin senet piyasasındaki değerleri ile kârlarının toplamı -aslî ihtiyaçlar veya asgarî geçim indirimi dışında- nisaba ulaşıyorsa, % 2.5 üzerinden zekât ödenir. İbrahim Fuad da bu görüşe katılmak­tadır.

Bu üçüne göre, hisse senetleri ve tahvillerin sahipleri ile biz­zat şirket, ayrı ayrı zekât öderler, şirketin malları sanayi dolayı­sıyla arttığından zekâta tâbi olur. Böyle bir durumda bir mükellef, sınaî bir şirketin 1000 dinar değerindeki hisse senedine sahip olur ve bu, yıl sonunda 200 dinar kâr ederek 1200 dinar olursa 30 dinar zekât ödeyecektir. Senetleri çıkaran bu şirket, yine -şirket olarak-safi gelirin % 10'unu zekât olarak ödeyecektir. Böylece, hisse senedi sahibi tüccar, şirket ise üretici kabul edilerek 1000 dinar ve kârı iki kere zekâta tâbi tutulmuş olacaktır.

Nisabın yani zekâtla yükümlü olabilmek için kişinin mülki­yetinde bulunması gereken asgarî servet ve sermayenin hesaplan­ması ve zekâtın ödeme şekli bakımından önemli olan bir husus da, şirketi bir hükmî şahsiyet olarak değerlendirmenin mümkün olup olmaması meselesidir. Hükmî şahsiyet bugünkü mefhumu ve hüvi­yetiyle oldukça yenidir. Bu sebeple de, İslâm hukuku ile ilgilenen­ler “hükmî şahsiyet”in tanınması, hak ve borçlarda taraf olması meselesini tartışmışlardır. Zekât açısından meseleye bakılınca, eş-Şafifnin “ortak malın nisabında ortakların her birine düşen mik­tarın değil, hisseler toplamının esas alınacağı” şeklindeki içtihadı, şirketin zekât mükellefi bir hükmî şahsiyet olarak değerlendiril­mesine müsait bulunmaktadır. eş-Şafiî'ye göre, yirmişer koyunu bulunan iki kişi ayrı ayrı zekât mükellefi olmadıkları halde, or­taklık kurarlarsa şirketin malvarlığı kırk koyun olacağı için bir koyunu zekât olarak ödemeleri gerekecektir. [858] Nevevî gibi şafiî hukukçularının açıklamalarından, bu hükmün yalnızca hayvan ortaklığına mahsus bulunmadığı anlaşılmaktadır. İşte buradan ha­reketle, “bir şirketin ortakları malik oldukları hisseler bakımın­dan zekât mükellefi olmasalar bile, şirket sermayesi nisaba ulaşı­yorsa, şirket zekât mükellefidir” demek mümkündür. Ancak, bu takdirde, karşımıza bazı problemler çıkmaktadır:

1) Laik ülkelerde şirketin bütün ortakları zekât ödenmesi ka­rarına katılmayabilirler veya ortaklar arasında   gayrimüslimler bulunabilir. Buna rağmen, zekâtı şirket ödeyecekse, ödemeye razı olmayanların veya gayrimüslimlerin hissesine düşen miktar ayrı­larak gerisini ödemek mümkündür.

2) Şirketin bazı ortakları fakir ve dar gelirli olmaları sebe­biyle zekât alabilecek kimseler olduğu halde şirket vasıtasıyla ze­kât mükellefi olmakta ve zekât ödemektedirler. Bu da bir gerçek olmakla beraber, böyle ortakların tespit edilmesi, ödenecek zekâtın bir miktarı ayrılarak bu ortaklara ödenmesi, probleme çözüm olabi­lecektir.

Şirketi zekât mükellefi bir hükmî şahsiyet olarak kabul et­memek, şartları, şirketin zekâtı ödemesine uygun ve müsait bu­lunmamak gibi sebeplerle zekâtı her ortağın bizzat kendisinin ödemesi yoluna gidildiği takdirde, Önümüze çıkan meseleleri çö­züm teklifleriyle beraber şöylece sıralayabiriz:

Ortağın hissesi, yıllık kazancı ve diğer zekât mevzuu malla­rının toplamı nisabı buluyorsa (msl. 85 gr. altının TL. olarak kar­şılığı olan bir meblağa ulaşıyorsa), zekât ile mükellef olacaktır.

Hisseler, senetlerle tevsik ve ortaklara tevzi edilmiş ise, bu hisse senetlerinin değerlerini tespit için iki yoldan yürünmüştür:

1) Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasan gibi bazı İs­lâm bilginlerine göre, bu senetler, borsada alınıp satılan menkul kıymetlerdir. Bu sebeple, onların üzerinde yazılı bulunan değerler (nominal değerler) değil, piyasa ve borsada alınıp satılan değerler muteberdir; nisabın hesaplanmasında bu değerler esas alınacaktır.

2) Diğer bazı bilginlere göre, senetlerin borsadaki değeri de­ğil, nominal değerleri esas alınacak; aynı zamanda hissenin,  sı­naî şirkete mi, ticarî şirkete mi ait olduğu gözönünde bulundurula­caktır: Şirket ticarî ise, sermayenin büyük bir kısmı ticarî mal ve nakit halindedir.  Bu sermayenin yıllık kazancı tevzi edilirse, el­deki hisse senedinin  nominal  değerine eklenerek nisaba girecek, tevzi edilmemesi halinde ise sermaye arttırılmış ve nominal değer (ek hisse senetleriyle) büyümüş gibi olacaktır. Şirketin sınaî ol­ması halinde ise tevzi edilen kârdan ödenecek zekât miktarı daha büyük olacaktır.

Durum ne olursa olsun, aynı malvarlığından dolayı, hem şirketin, hem de ortakların ayrı ayrı zekât ödemeleri şeklindeki çifte zekât sonucunun ortaya çıkması önlenecektir. Çünkü bir malı, aynı yıl içinde aynı sebeple iki defa vergilendirmek, İslâm­'ın asırlarca önce yasakladığı bir uygulamadır. [859]

Bu konuda Hayreddin Karaman, şu açıklamayı yapmaktadır:

“Uygulama pratiği ve hesap kolaylığı bakımından sabit ve hare­ketli sermayenin nispetine göre şirketleri sınaî ve ticarî kısımla­rına ayırarak: sermayesinin yarısından fazlası bina, âlet, makina ve teçhizata yatırılmış olanlara “sınaî,” sermayesinin azı sabit te­sislere yatırılmış olup çoğu hareketli olan, devamlı mal ile nakit vb., arasında yer değiştiren şirketlere de “ticarî” diyeceğiz. Bu ayı­rım tamamen zekât mükellefiyeti bakımından olup, ekonomik ve ticarî teamül ve terminoloji göz önüne alınmamıştır. Buna göre sermayesinin çoğu otel, motel ve taşıma vasıtalarına yatırılmış bu­lunan bir turizm şirketi de “sınaî” içinde mütalaa edilmiş olacak­tır. Bu farklı isimlendirmenin mevzuumuz bakımından önemi yoktur.(...) Katıldığımız görüşe gelince, buna göre on milyon sabit sermaye ile iş yapan bir sınaî şirket yılda iki milyon kazanmış ise safi kazançtan % 10, gayrisafiden ödemesi halinde % 5 zekât ödeye­cek; bu durumda 10 milyonluk sabit sermaye zekâta tâbi olmazken, bunun getirdiği iki milyonluk kazanç % 2.5 üzerinden değil, % 10 veya 5 üzerinden zekâta tâbi olacaktır. Gayrisafiden daha az öden­mesi, masrafın düşülmemesi ve matrahın büyük olmasından ileri gelmektedir.” [860]

Yusuf Kardavî, hesap ve ödeme kolaylığını gözönüne alarak zekâtı devlet tahsil ediyorsa birinci görüşün (ticarî-smaî ayırımı ve sınaîlerin gelirinden % 10 veya 20 alınması görüşünün), zekâtı fert­ler ilgili kişilere ödüyorsa ikinci görüşün tercihini ileri sürmekte­dir. [861]

 

3- Tahviller:

 

Devletin veya özel kesimin çıkardığı -her an paraya çevirilebilecek- tahviller de, diğer kâğıt paralar gibidir. Zekât için gerekli şartlar gerçekleştiği takdirde, bunlara da zekât gerekir. [862]

a) Abdurrahman İsa'ya göre, tahviller sahibi için -banka, şir­ket veya hükümetin borçlu olduğu- vadeli alacak gibidir, süresinin bitiminde de vadesi dolmuş olur. Vadesi dolduğunda mülkiyetinde bir yıl veya daha fazla kaldıysa, Ebu Yusuf ve Malik'e göre “sadece tahsil ettiği yılın zekâtını öder, [863] vadesi dolmayanlar ve bir yılı doldurmayanların ise zekâtı ödenmez. [864]

Yusuf Kardavî, bu görüşü şu noktadan tenkit eder: Sağlam alacaklarda, Cumhur, her yıl için zekât ödenmesi gerektiği görü­şündedir. Günümüz iktisadî ve ticarî şartlarının yaygın hale getir­diği tahviller, menkul kıymetler borsasında alınıp satılan malî de­ğerler haline gelmiştir.

b) Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen'e göre, tahvil­ler hisse senetleriyle aynı muameleyi görürse de diğer alacaklar­dan ayrılırlar. Bunlar ticarî zekât statüsüne tâbi olurlar, zekât % 2.5 üzerinden ödenir. Bunun için nisap hesabında nominal değerleri değil, piyasa değerleri esas alınır. Bu üçü, “Senetler alacak olup, bir alacaklıdan öbürüne devredilmektedir. Bu ise hukukçuların çoğun­luğuna göre caiz olmadığı gibi, bu şekilde kazanç sağlamak ha­ramdan uzak olmaz” görüşüne şu şekilde cevap verirler: Bu tahvil­ler, fiilen bir ticarî eşya olmuştur. Onları zekâttan istisna tutmak haramdan uzaklaşmasını sağlamaz. Tersine böyle bir durum kar­şısında insanlar onları almaya yönelir ve bu haram kazanç açı­sından önleyici değil, teşvik edici bir rol oynar. Haram kazancın sadaka olarak, dağıtılması yasaklanmış değildir, haksız olarak alındığı sahibi bilinmese bile tasadduk edilir yolunda tavsiyede bu­lunulur. [865]

Yusuf Kardavî'nin belirttiğine göre, gerçekten de bu songörüş, klasik hukukçuların alacak tanımından -artma ve alacaklıya fayda sağlaması yönlerinden- ayrıldığından ve onlara değişik bir özellik tanındığından haklılık kazanmaktadır. [866]

 

 

Mevzu

 

Nisab

Eldeki

Miktar

İstisnalar ve          İndirimler

Mat­rah

Tari­fe

 

 

 

Ağır­lık

Değer

 

Aslî İhtiyaç

Vergi

Sayı

Top-

lam

 

Oranı

Mik­tar

 

Zînet Eşyası

Altın

58 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

 

Gümüş

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

 

Sair

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

Hisse Senedi

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

Tahvil

58 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

% 2.5

 

 

Para

85.gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

%2.5

 

 

Alacak

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

%2.5

 

 

Sair

Nakdî Servet

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

%2.5

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Genel   Topian

 

Tablo 91: Nakit ve Nakte Benzer Servetin Zekâtı

 

15. BÖLÜM GELİR ÜZERİNDEN ALINAN / ÖDENEN ZEKÂT

 

BİRİNCİ AYIRIM MADENLER VE DEFİNELER

 

Yer altında bulunan ve “Rikâz” adını alan maden ve define­ler zekâta tâbi mallardandır. Maden ve defineler, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen, “Allah'ın size yerden çıkardığı...” ifadesindeki inallar cümlesindendir. Kur'ân'da açıkça belirtilmemekle birlikte, hadis­lerde zekâta tâbi olan maden ve definelerden % 20 zekât ödeneceği ifade edilir. [867] Maden ve defineyi ifade etmesi açısından, “Rikâz” kavramının kullanılışı, hukukçular arasında değişik şekillerdedir: [868]

 

Rikâz Kavramının Kullanılması

Kavram

Hanefî

Şafiî

Mâlikî

Hanbelî

Genel

Maden ve Define

Define

Define

Define

Özel

Maden

Sıvı ve Katı Madde

Maden

Maden

Maden

 

Define

Kenz

Kenzi Câhilî

Kenzi Câhilî Kenzi Müştebeh

Kenzi Câhilî

Tablo 92: Rikâz Kavramının Kullanılması

 

Şu halde bir kısım hukukçularca madenler, rikâz mefhumu altında toplanmak istenir ve bu husustaki hadisler tamamen ma­denlere ait telakki edilir. Diğerleri ise, rikâz'ı, cahiliye devrinde saklanmış ve İslâm'da bulunmuş şeyler (altın, gümüş) olarak te­lakki ederler.

Öyleyse, rikâz kavramı, hem maden ve hem de define için kullanılabilir; maden manasında hakikî olarak kullanılmaktadır; fakat mecazî olarak defineler için de kullanılır. [869] Rikâz için, “İster tabiî olarak bulunsun, ister sonradan konulsun yeraltındaki bütün kaynak ve zenginlikleri içine alan bir ifadedir” denebilir. [870] eş-Şafiî, rikâzı, yalnızca altın ve gümüş için kullanır. [871] Öşrün aslında ziraî mahsulün zekât oranı olup mevzuuna isim vermesi gibi, “humus” da aslında maden ve definelerin zekât oranı olup mevzu­una -öşre benzer şekilde- ismini vermiştir. [872]

 

BİRİNCİ BAŞLIK MADENLER [873]

 

70. Mükellef

 

1- İslâm:

 

a) Hanefî ve Malikî Mezheblerine göre, zimmîlerin istihsal ettikleri madenler için zekât ödemek gerekirken, Malik ve Ahmed'e göre gerekmez.

b) Hanbelî Mezhebine göre, zimmî veya mükâtep kölenin ni­sap miktarı madeni olsa bile, onlara zekât farz olmaz; zimmî, mezheb içindeki sahih görüşe göre, maden aramaktan menedilemez.

Hanbelî Mezhebine göre, kâfir, zimmî, borçlu gibi zekât mü­kellefi olmayanlara madenler için zekât ödemek farz değildir. [874] Hanefî Mezhebine göre, istihsal eden kişi harbî veya müste’men olursa paylar devlet ile istihsal eden arasında yapılan anlaşmayla tespit edilir, bir anlaşma yoksa bulunan fey' olur. [875]

 

2- Reşit Olma: [876]

 

Maden ve defineyi istihsal edenin ve bulanın, küçük veya bü­yük olması sonucu değiştirmez; hepsi zekât mükellefi olur.

 

3- Hürriyet: [877]

 

Malikî Mezhebine göre,  madeni istihsal edenin hür olması şarttır; oysa başka hukukçulara göre şart değildir.

Hanbelî Mezhebine göre, köle, efendisi için maden istihsal ederse zekâtını efendisi öder.

 

4- Borçlu Olmamak:

 

Zekât mükellefi olmanın genel şartlarından olan, borçlu ol­mama hali burada da sözkonusudur.

 

71. Mevzu Ve Matrah

 

1- Madenlerin Zekât Mevzuu Olması:

 

Allah tarafından yaratılmış olup, kimsenin gömmediği, yeraltında bulunan mallara Maden adı verilir. Başka bir ifadeyle, toprak altından çıkarılan, tabiî olarak teşekkül etmiş kıymetli ma­denlerdir. [878] İbn Kudame, madeni, “Yerden çıkan, kendi cinsinden olmayan maddelerden yaratılan ve kıymetli olan her madde” şek­linde tanımlar. Tanımda geçen unsurları incelersek, “yerden çı­kan” kaydı denizden çıkandan farkını, “yaratılan” kaydı insanların toprağa gömdüklerinden başkalığını, “kendi cinsinden olma­yan madde” kaydı da kendisinde bir takım haklar bulunan mal olmasını sağlar. [879]

“Hadislerdeki dahilî şehadetten çıkarıldığına göre, daha Hendek harbine tekaddüm eden sene (takriben Uhud ile Hendek harbi arasındaki zaman fasılasında) Süleym'in altın madenlerinden Hz. Peyamber'e bir miktar altın getirilmiştir. Altın madenleri işletmeciliği ile şöhret bulmuş olan bu kabileden gelen miktardan başka, vakıa olarak Hz. Peygamber'in Bilal b. Haris el-Muzeni'ye ikta' olarak tahsis ettiği el-Kabaliyya adlı altın madenlerinden alınan zekât nazarı dikkatimizi çeker. İlerki devirde neler ma­dendir ve hangi nevi madenlerden zekâttahsil edilir münakaşaları müctehidlerce yapılırken de kullanılan bu misaller bize bazı ipuç­ları temin eder mahiyettedir.

Verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in madenlerden vergi aldığı sabittir; ancak Yarımada’ınn bu sahada geniş imkânlara sahip olmaması dolayısıyla, kendisinin bu husus­taki tatbikatını sadece mahdut misallerde görmekteyiz. Ayrıca kazuistik metoda tâbi olma sebebiyledir ki, Hz. Peygamber teorik bir takım kaideler vazetmekten de çekinmiş olabilir. İlerki devirde bu meseleyi ele alan hukukçular, hangi nevi topraktan çıkan maden nevilerinde zekât tatbik edileceğinin münakaşasını uzun uzun yapmışlardır. Bu mevzuda kısır hükümlerin mevcut oluşunda, o sı­rada madencilik kolunda ticaretin pek gelişmemiş olması esaslı bir rol oynamıştır.” [880]

Cumhur'a göre, gerekli şartları taşıyan madenler -kıymetli birer mal olduklarından- zekâta tâbidir; Zahirî Mezhebine göre ma­denler zekâta tâbi değildir, ancak istihsal edilen altın ve gümüş madeni üzerinden bir yıl geçince zekât ödenmesi gerekir. [881]

 

2- Zekât Mevzuu Madenin Nitelikleri:

 

Zekât mevzuu madenin niteliklerini, genel ve özel şartlar başlıkları altında inceleyebiliriz:

 

Genel Şartlar:

 

Tam Mülkiyet:

 

Zekâtın farz olmasının genel şartı olan tam mülkiyet, [882] ma­denler için de sözkonusudur.

 

Nisap: [883]

 

Şart Olması Ve Miktarı:

 

a. Hanefî Mezehebine göre, madenlerin zekâta tâbi olmaları için, nisaba ulaşması şart değildir.

b. ÜM, İshak b. Râheveyh ve Yusuf Kardavî'ye göre, madenle­rin zekâta tâbi tutulabilmesi için, nisaba ulaşmaları şarttır: ÜM ve İshak, madenler için altın veya gümüş ya da kıymetlerinin; Yusuf Kardavî ise altın nisabının esas alınması görüşündedir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı tasarıya göre (m. 16/2), altın nisabı esas alınır.

 

Hesaplanması:

 

I. İstihsal Edilen Madenlerin Nisap Hesabı:

 

Bu konuda hukukçular değişik görüşler ileri sürerler:

a) Nisabın hesaplanması konusunda, Şafiî Mezhebi şu görüşü benimser: İstihsal edilen madenlerin bir defada nisabı bulması şart değildir; daha önce istihsal edilenler birbirine eklenir. Bu konuda ölçü şudur: “İstihsal edilenin aynı yıl veya mevsime ait olması ge­rekir. Bu durumda da çalışma, bulma ve madenin istihsaliyle mülkiyete geçmesi esas alınır:

1) Çalışma ve madeni bulma arasında ara bulunmazsa, is­tihsal edilenler birbirine eklenir. Âleti düzeltme ve tamir, çalı­şanların hastalığı veya yolculuğu (günümüzde kısa süren görev­ler) bunu önlemez. Madenin çıkma ümidinin bulunmaması veya buna benzer sebepler yüzünden başka bir kazıya geçilirse, önceki ile sonraki birbirine eklenmez.

2) Çalışma aralıksız sürüp, madeni bulma aralıklı olunca -msl., maden bir süre çıkmayıp, sonra çıkarsa- bu durumda, bazı hukukçulara göre ara kısa sürerse birbirine eklenir, uzun sü­rerse bazı hukukçulara göre yine eklenir. Zira madenlerde bu çeşit hallerle sıkça karşılaşılabilir, eğer eklenmezse madenle­rin çoğu kez zekâta tâbi olmaması gerekir. Fakat bazı hukukçu­lar, istihsal edilen madenleri iki ayrı mevsimin madeni gibi değerlendirerek birbirine eklenmemesini savunur. [884]

b) Maliki Mezhebine göre, hür ve müslüman olan kimselere, istihsal ettikleri altın ve gümüş nisabı doldurunca zekâtını ödemek farz olur; havelân-ı havi şartı aranmaz. Aynı damardan iki ayrı defada da olsa istihsal edilen madenler birbirine eklenir. Nisap tamamlandıktan sonra ortaya çıkarılan altın ve gümüş madeni az da olsa zekâtının ödenmesi gerekir. İki ayrı damardan istihsal edi­len altın ve gümüş madenlerinin zekâtı ayrı ayrı nisap hesabı ya­pılarak ödenir. Fakat bu durumda, ikinci damarın çıkarılması, bi­rincinin bitmesinden sonra olmalıdır. Altın ve gümüş madenleri­nin nisabı, birbirine eklenmeden yapılır. [885]

c) Hanbelî Mezhebine göre, altın ve gümüş dışındakiler nisap hesabında birbirine eklenmez. Nisabı dolduran ve kendisine zekât farz olanlar, kamu mülkiyetindeki topraklarda bulunan maden ze­kâtını % 2.5 üzerinden öderler. Özel mülkiyetteki topraklarda bulu­nan madenler mal sahibinin olur, eline geçince zekâtını öder. [886] Hanbelî Mezhebine göre, nisabı tamamlamak için iki ayrı yerde bulunan aynı cinsten madenler birbirine eklenir. Mezhep içindeki sahih görüşe göre, cinsleri ayrı olursa eklenmez. [887]

Yusuf Kardavî'nin belirttiği gibi, aslında Nahl: 16/43 ve En­biya: 6/7 âyetlerinin ışığı altında, konunun hukukî düzenlemesinin -mezheplerin görüşlerini ve zekâtın ruhunu kavrayan- mütehassıs­lara bırakılması en makul çözüm yoludur. [888]

 

II. Madeni İstihsal İçin Yapılan Masraflar:

 

Ebu Yusuf’a göre, madeniistihsal için yapılan masraflar matrahtan düşülmez, ancak yapılan masraf çıkarılanın tamamına eşitse, % 20 zekât ödenmez. [889]

Hanbelî Mezhebine göre de, mâdeni istihsal için yapılan mas­raf matrahtan düşülmez. Ancak bu işlem borçla yapıldığı takdirde, sahih görüşe göre matrahtan düşülebilir. [890]

 

Havelân-ı Havl: [891]

 

a) Cumhur'a. göre,  madenler için havelân-ı havl şartı aran­maz;

1) Hukukçuların çoğunluğuna göre, maden zekâtı istihsal­den ve temizlenmesinden hemen sonra ödenir.

2) Malik'e göre, madenlerin zekâtı,  temizlenmesi beklen­meksizin hemen ödenir. Madenler, bir çeşit toprak ürünü gibi zekâta tabidirler.

b) İshak b. Raheveyh ve İbnu'l-Munzir'e göre, maden zekâtı için de -diğer mallar gibi- havelân-ı havl şartı aranır. İbn Rüşd bu görüşü eş-Şafîî'ye, Kâsânî ise bazı şafiî hukukçulara izafe eder.

 

Özel Şartlar:

 

Zekât Mevzuu Madenlerden Olması:

 

Denizden elde edilen inci,  sünger vb. servet,  daha çok su ürünleri ile ilgili olduğundan birazdan kendi    bölümünde ele alı­nacaktır. [892] Burada, kara madenleri, inceleme konusu yapılacaktır:

 

Madenler Arasında Ayırım Yapanlar:

 

I. Katılık-Sıvılık Yönünden Madenler:

 

Hanefî hukukçular, madenleri iki kategoriye ayırır ve zekâta tâbi olmasını da bu sınıflamaya göre açıklar: [893]

1) Katı Madenler:

a) Sert Olup Ateşte Eriyen ve Kalıp Hale Gelebilenler: Bu tür madenlere altın, gümüş, bakır, kalay, nikel, kurşun, demir vb. ile aslında sıvı olup bu kategoride ele alınan cıva birer ör­nektir; ancak Ebu Yusuf ve Tahâvî cıvanın bu kategoride ele alınmasını uygun görmezler. Hanefî Mezhebine göre, sadece bu çeşit madenler zekâta tâbidir. Hanefi hukukçular bu görüşü, “sert olup ateşte eriyen ve kalıp hale gelebilen” illetiyle (gerekçesiyle), altın ve gümüşe kıyas ederek çıkarırlar. İlk gö­rüşlerinde Ebu Hanife'ye göre cıva zekâta tâbi değilken, Ebu Yusuf’a göre tâbi iken, son görüşlerinde Ebu Hanife ve ona katılan Muhammed'e göre cıva zekâta tâbidir, Ebu Yusuf ve Tahâvî'ye göre tâbi değildir.

b) Sert Olup Ateşte Erimeyen ve Sıvı Hale Gelmeyen Ma­denler: Kireç, alçı taşı, yakut, zümrüt, elmas vb. madenler bu türe örnektir. Bu çeşit madenler, zekâta tâbi değildir. Bütünü, toprak sahibine, sahibi yoksa bulana ait olur. Bu sebeple, devlet toprakları içinde bulunan bu gibi madenler, devlete ait olur.

2) Sıvı Madenler: Bunlara petrol, su, neft, zift vb. madenler örnektir. Sıvı madenlerden -suya katılmaları, suyun ise müslü-manlar arasında ortak olması dolayısıyla- zekât ödenmez, tümü bu­lana kalır.

Şu halde, Hanefî Mezhebine göre, altın ve gümüş gibi ısı ile eritilip şekillendirilen diğer madenler onlara kıyasla zekâta tâbi­dir, bunlar dışında kalan katı ve sıvı madenler zekât dışıdır.

 

II. Zekât Mevzuu Mallardan Olması Yönünden Madenler:

 

a) Şafiî Mezhebine göre, madenler için, sadece zekât mevzuu mallardan olunca zekât ödenir, yani altın ve gümüş dışındaki ma­denler için zekât ödenmez. [894]

b) Malikî Mezhebine göre, madenler, iki kategoride ele alınır:

1) Altın ve Gümüş: Nisabı dolduran altın ve gümüş maden­leri için takvim yılı şartı aranmaksızın zekât ödenir.

2) Altın ve Gümüş Dışındaki Madenler: İstihsal edilen al­tın ve gümüş dışındaki madenler, ticaret gayesi güdülmedikçe zekâta tâbi olmaz. Ticarî gaye ile çıkarıldıklarında, ticaret mal­larının statüsüne tâbi olurlar. [895]

Madenleri zekât mevzu mallar açısından inceleyen bu iki görüşteki hukukçulara göre, altın ve gümüş şeklindekiler Ma'din-i Ayn, diğerleri Ma'din-i Gayr-i Ayn adını alır. [896]

c) Zahirî Mezhebine göre, madenler, zekâta tâbi değildir, an­cak çıkarılan altın ve gümüş madeni üzerinden bir yıl geçince ze­kât ödenmesi gerekir. [897]

 

III. Zînet Eşyası Olma Yönünden Madenler:

 

Maverdî'nin belirttiğine göre, Ebu Yusuf, sadece zînet eşyası olan madenleri zekâta tâbi tutar. [898]

 

Madenler Arasında Ayırım Yapmayanlar:

 

a) Zeyd b. Ali, es-Sadık, el-Bakır, el-Müeyyid Billah gibi bütün şiaya mensup hukukçulara göre, bir ayırım yapılmaksızın bütün madenler zekâta tabidirler. Yalnızca, el-Müeyyid Billah, tuz, petrol ve zifti zekâttan istisna tutar. [899]

b) Hanbelî Mezhebine göre, madenin istihsal edildiği yer kendi mülkü ve öşür toprağı olan zekâtla mükellef bir kimsenin nisabı dolduran madenleri, hiçbir ayırıma sokulmaksızın zekâta tâbi olur. Çünkü bütün maden çeşitlerinden faydalanılabilmektedir. [900]

Yusuf Kardavî ve Mahmud Ahmed, Hanbelî Mezhebinin sa­vunduğu madenlerin ayırıma tâbi tutulmaması görüşünü tercih et­mektedirler. Zira, çağımızda madenler, değerli birer mal olarak milletlerarası büyük bir öneme sahiptir. [901] Libya Zekât Kanunu (m. 7) da, bütün madenlerin zekâta tâbi olacağı yolunda düzenlemede bulunmuştur.

c) Ebu Hanife'den, madenlerin hiçbir ayırıma tâbi tutulmak­sızın ve havelân-ı havi ile nisap şartı aranmaksızın zekâta tâbi olması gerektiği görüşü de nakledilir. [902] Yunus Vehbi Yavuz, bu gö­rüşün tercih edilmesi gerektiği kanaatindedir. [903]

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı (m. 4), topraktan çı­karılan madenleri, Ebu Hanife'nin görüşünü alarak, % 20 oranında zekâta tâbi tutmuştur.

Ticaret için istihsal edilen madenler -şartlarını taşıyınca- ti­carî zekât statüsüne tâbi olur.

 

Mülk Toprakta Bulunması:

 

Mülk toprakta bulunan madenler, İslâm ülkesinde veya dar-ı harpte bulunmasına göre, ayrı ayrı incelenir:

 

İslâm Ülkesinde Bulunan Madenler:

 

I. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:

 

Maliki Mezhebine göre, madenlerin her nevi, müslümanların, yani devletin sayılır. Maden, ister mülk toprakta, ister mülk olmayan yerde bulunsun hüküm aynıdır. Devlet, amme menfaatini gerçekleştirebilen istediği tasarrufta bulunabilir. Çünkü maden, bü­tün müslümanların mülkü, devlet ise menfaati ammeye ait olmak, bu gayeyi gerçekleştirmek üzere madenlerde tasarrufta onların na­ibidir. Devlet, ferde veya şirkete muayyen müddet için belirli ücret karşılığında, temlik suretiyle değil, faydalanma ve istiğlal şar­tıyla maden ıkta edebilir. Müslümanlar madenlere araziyi zaptet­tikleri zaman malik olmuştur. Arazi, her ne kadar askerlere dağıtılsa veya başkalarına ait olsa da, madenin mülkiyeti devlet için bakidir. Arazi malikleri toprağın yalnızca satımına (üstüne) sahip­tirler. Normal olarak araziye ziraatçilik, ev yapmak ve gelirlerin­den (gailesinden) faydalanmak maksadıyla malik olunur. Araziye temellükten maksat, içindeki madenlere malikiyet değildir. Buna göre, başlangıçtaki gibi devletin mülkiyeti o madenlerde devam eder. [904]

Abdülkerim Zeydan, bu görüşün tercih edilmesi gerektiğini savunur. [905]

 

II. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar: [906]

 

Madenlerin bulunduğu toprağın mülkiyeti konusunda ayırım yapanlar, özel mülkteki veya kamu mülkiyetindeki madenleri bir­birinden ayırırlar:

 

A. Özel Mülkiyetteki Madenler: [907]

 

Özel mülkiyyetteki madenler, meskende veya mesken dı­şında bulunup bulunmayışına göre incelenmiştir:

1) Mesken ve Mesken Dışı Ayırımı Yapanlar:

i) Evde Bulunan Madenler:

Ebu Hanife ye göre, maden, bulanın meskeninden çıkarı­lırsa, zekâta tâbi olmaz, bulunan -bulan kendisi veya başkası da olsa- toprak sahibinindir. Meskenle arazi arasındaki fark, toprağın öşre veya haraca tâbi olmak gibi bir kamu mükellefliği taşımasın­dan ileri gelir. Halbuki mesken vergiye tâbi olmaz. Ayrıca, -definenin aksine- maden toprağın bir parçası olarak ona tâbidir, satış sırasında -söz edilmeksizin- satış konusuna girer. Böylelikle, sahibu't-hıtta [908] ona devletin temlikiyle sahip olursa da, satışıyla başkasına intikal eder. Mükellefin kendi arazisinde bulduğu ma­den hakkında, Ebu Hanife'den zekât ödeneceği ve ödenmeyeceği gö­rüşlerinin ikisi de nakledilir, ancak ödeneceği görüşü kuvvetli­dir. [909]

ii) Ev Dışında Bulunan Madenler:

Ev dışında bulunan madenler, % 20 oranında zekâta tâbi olur, madenin kalan kısmı, toprak sahipliyse onun, sahipli değilse bula­nındır.

2) Mesken ve Mesken Dışı Ayırımı Yapmayanlar:

a) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, kişinin kendi evinde de bulunsa, madenler zekâta tâbi olur; Ebu Hanife'nin de bu görüşte olduğu nakledilir. Kıyas bu görüşün tercih edilmesini gerektirir.

b) Hanbelî Mezhebine göre, bulunan maden mülk arazide ise, katı ve sıvı madenler ayırdedilirler, katı madenler arazi malikinindir. Çünkü o şahıs, arazinin bütün cüzlerine, tabakalarına ma­liktir ki, katı maden de toprağın bir parçasıdır. Petrol ve zift gibi akıcı madenler hakkında iki görüş vardır: En meşhuruna göre, şu hadis gereği malik olamaz:

“İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: su, ot ve ateş.” Sıvı madenler, arazi parçası gibi sayılmaz. Araziye tâbi tutu­lup temellük edilemez. İkinci görüş şudur: Arazi sahibi ona malik olur.  Çünkü arazisinden (mülkünden) çıkmakta,  durumu ekin ve katı madenlere benzemektedir. [910]

c) Maliki Mezhebi içindeki muteber olmayan görüşe göre, madenler bulundukları yere tâbi olduğundan, arz-i anve (zorla ele geçirilen arazi) de sahipsiz arazide bulunan madenler devletin, sa­hipli arazide bulunanlar yer sahibinindir.

Hanefî Mezhebinin görüşü şöylece özetlenebilir: Malikin meskeninde bulduğu madenin % 80'i ittifakla kendisine aittir, an­cak %20'si Ebu Hanife'ye göre vergiye tâbi olmaz (ondan zayıf bir rivayete göre arazi de böyledir), Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre -mesken ve arazi ayırımı yapılmaksızın- vergiye tâbidir. [911]

 

B. Kamu Mülkiyetindeki Madenler:

 

a) Hanefî Mezhebine göre, zekâta tâbi madenler, kamu mül­kiyetindeki topraklarda bulunursa, % 20 oranında zekât Ödenir. Bu miktarda zekât ödendikten sonra, geriye kalan bulana ait olur. Zira bu madenler ganimet hükmündedir. Müste’ınenin (yabancı vatan­daşın) bulduğu böyle bir maden herhangi bir anlaşma yoksa tama­men İslâm devletine ait olur, anlaşma varsa şartlara uyulur. [912]

b) Şafiî Mezhebine göre, madenin zekâta tâbi olması İçin ki­şinin kendi toprağında veya mubah arazide bulunması gerekir. [913]

c) Hanbelî Mezhebine göre, sahipsiz (mubah) arazide bulunan madenler, kendisine kolayca, zahmetsiz veya çok az bir zahmetle ulaşılabilen açık madenlerden ise, arazi isterse sahipsiz olsun, isti­fadede herkesin hakkı bulunduğundan, istila ile mülk haline ge­lemez.  Devlet de harhangi birine temlik ve ıkta edemez. Ancak, cemiyet menfaatini gerçekleştirir şekilde, koruması ve işletmesi gerekir. Fakat, külfet ve çalışmakla ulaşılabilen madenler  ise, Hanbelî ve  Şafiî Mezheblerinin  zahirî fikrine  göre,   zaptetmekle malik olunmaz. Burada Şafiî Mezhebinin bir fikri daha bulunmak­tadır ki, Hanbelî Mezhebi de ona dayanır. Ona göre, sahipsiz ma­den zaptetmekle şahsın mülkü olur. Sözü edilen madenlerin hepsi maliksiz arazide bulunduğunda durum böyledir. [914]

d) Maliki Mezhebinin muteber görüşüne göre, fethedilen top­rakların neresinde bulunursa bulunsun, bütün madenlerin sahibi devlettir. Devlet başkanı, içtihadına göre, muayyen bir müddet için veya ömür boyunca intifa etmek üzere, muayyen bir kimseye meccanen veya bedel karşılığında madenleri intifa ve işletmek üzere verebilir. Müslümanlar namına işletmek üzere vekil de tayin ede­bilir.  İmam,  madenleri muayyen bir şahsa verdiğinde, madenler altın veya gümüş ise, o şahıs onların zekâtını öder. İmam, maden­lerin beytülmale ayrılmasını emrederse, ayrılan madenler kimse­nin mülkü olmadığı için zekât alınmaz. [915]

 

C. Vakıf Topraklarındaki Madenler:

 

Şafiî Mezhebine göre, muayyen bir kimseye vakfedilen arazi­deki -vakıftan sonra gömüldüğü anlaşılan- maden zekâta tâbidir. [916]

 

Dar-ı Harb'te Bulunan Madenler:

 

Dar-ı harpteki (gayri müslim ülkedeki) madenler de, özel mülkte veya kamu mülkiyetindeki yerde bulunuşuna göre değer­lendirilir.

 

I. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar:

 

A. Özel Mülkiyetteki Madenler:

 

Hanefî Mezhebi, özel mülkiyetteki madenleri, izne göre, iki kategoride ele alır:

1) İzinli (Emanlı) Girme:

Daru'l-Harb'e izinle girilmesi halinde, maden, bulana değil, toprak sahibine ait olur. Böylece, dar-ı harbe giren müslümanın bulduğu madeni mülkiyetine geçirmesi ahde vefasızlık, emanete hıyanet olacağından gönül hoşluğuyla kullanılamaz, kullanılması helal olmaz. Bütün bunlara rağmen, maden, toprak sahibine veril­mezse onun sarf yeri sadaka olur.

2) Emansız Girme:

Dar-ı harbe izinsiz girince, -kahren ve üstünlükle alınmadı­ğından- % 20 zekât gerekmediği gibi, -rızaları gerekmeden elde etti­ğinden- mal bulana helal olur. [917]

 

B. Kamu Mülkiyetindeki Madenler:

 

Özel mülkte olmayan arazide bulunan madenler, tamamen bulana ait olur, zekât ödenmez. Zira bu mal artık ganimet olma an­lamını yitirmiştir. [918]

 

II. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:

 

Şafiî Mezhebine göre, müslümanların dar-ı harpte çıkardık­ları madenler ganimettir, bu sebeple % 20'sini devlet alır. [919]

 

72. Tarife [920]

 

1- % 2.5 Oranı:

 

Ahmed b. Hanbel, İshak, Malik ve Şafiî Mezhebine göre, -fey' ve ganimet hükmünde olduklarından- madenlerin zekât oranı -nakitlerdeki gibi- % 2.5'tur.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı tasarıya (m. 16/3) göre, maden zekâtının oranı % 2.5'tur.

 

2- % 20 Oranı:

 

Hanefî Mezhebi, Şia'nın kolları olan Zeydiyye ve İmamiye Mezhebi (Zeyd, Bakır ve Sadık gibi zeydî hukukçular) ve Ebu Ubeyd'e göre, madenlerin zekât oranı % 20'dir.

1948 tarihli Mısır Zekât Kanunu (m. 4), madenleri % 20 ora­nında zekâta tâbi tutar.

 

3- Emeğe Göre Düzenleme:

 

Malikî Mezhebine göre, zorlukla ve masrafla, emek sarfıyla istihsal edilenler % 2.5, bunlar bulunmaksızın istihsal edilenler % 20 oranında zekâta tâbi olur. Az önce geçtiği üzere, Malik'ten, % 2.5 oranı da nakledilir.

eş-Şafiî'den, bu oranların (% 2.5, % 20, % 2.5 veya 20 olması) tümü nakledilirse de, mezhep içinde meşhur ve müfta bih olan, % 2.5 oranıdır.

Yusuf Kardavî, son görüşü benimser ve oranın emek sarfına, madenin değer ve faydasına göre düzenlenmesini uygun görür.

 

4- Tümünün Devlete Ait Olması:

 

Malikî Mezhebi içinde meşhur bir başka görüşe göre, yerin derinliklerinden istihsal edilen madenlerin bütünü devlete ait olur. Müslümanların çıkarı, bu malların fertlerin değil, kamunun mül­kiyetinde olmasını gerektirir. Kötü niyetli insanlar bu gibi malları istihsal ederlerse, toplumda bir takım huzursuzluklar doğabilir. Bu yüzden, toplumu temsilen devlete teslim edilmeleri, en isabetli çö­züm yoludur.                                                                      

Sıddıki, istihsali, ağır işçilik ve masrafı gerektiren madenle­rin devletin mülkünde olacağını ve ferde orada çalışma izni verilirse, zekâtına ilaveten % 20 maden vergisine tâbi olacağı görüşünü savunur. [921]

 

73. Ödeme [922]

 

a) Cumhur'a göre, madenler için havelân-ı havl şartı aran­maz, bu sebeple zekâtı hemen ödenir:

1) Hukukçuların çoğuna göre, maden zekâtı, maden çıktı­ğında ve temizlenmesinden sonra ödenir:

a) Şafiî Mezhebine göre, ödeme temizlikten sonra farz olur ve bundan önce ödeme sahih olmaz. [923]

b) Hanbelî Mezhebine göre, zekâtın farz olma vakti, ele geçme anıdır. Madenin zekâtı, temizlenmezden önce  veri­lirse, zekâtı  alan kimsenin  maden  elinde olduğu  takdirde onu, elinde yoksa değerini tazmin ederek geri vermesi gere­kir, ancak alan kimse temizler ve temizlenen de zekâta ye­terli olursa ödeme geçerli olur, fakat fazlalık alan tarafından iade, eksiklik veren tarafından ikmal edilir. [924]

2) Malik'e göre, madenlerin zekâtı, temizlenmesi beklen­meden hemen ödenir; bazı malikîlere göre, ödeme temizlendik­ten sonra yapılır. [925]

b) İshak b. Raheveyh ve İbnu'l-Munzir'e göre, maden zekâtı için de takvim yılı şartı arandığından, zekât buna göre ödenir.

 

74. Tahsis [926]

 

Hukukçular,  madenler için alınan verginin harcanmasında, zekât veya ganimet olarak değerlendirilmesine göre ihtilaflıdırlar:

 

1- Ganimet Oluşu:

 

Hanefî Mezhebine, Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, maden geliri -zekâttan farklı olarak- ganimet gibi kabul edilir ve harcanır.

Bu görüş, maden bulunan damarların, silah gücüyle İslâm egemenliğine girmeden önce gayrimüslimlerin mülkiyetinde olan hazineler gibi telakki edilmesi düşüncesine dayanır ve bu yoldan ganimetler gibi beşte bir vergiye tâbi tutulur.

Hanefî Mezhebine göre, maden ve define vergisinin mükel­lefçe devlete ödenmeyip fakir anne baba ile çocuklara sarfedilmesi caizdir. Hatta kalan % 80'lik kısım 200 dirhemi bulmadığı tak­dirde, bizzat muhtaç mükellefçe kendisine bile harcanabilir. Bu ko­nuda Hz. Ali'nin “% 20'si bulana bırakılır” görüşü, “mükellef muhtaçsa” şeklinde yorumlanır. Ancak, son devir hanefî hukukçusu İbn Abidin, bu görüşe katılmaz; ona göre, defineyi bulan muhtaç ol­duğu takdirde,-kalan kısma bakılmaksızın- tamamını kendine harcayabilir. [927]

 

2- Zekât Oluşu:

 

UM ve Mahmud Alımed'e göre, maden geliri, zekât olarak harcanır.

eş-Şafiî'den her iki görüş de nakledilir. Bu durumda, Maliki Mezhebinin ve eş-Şafiî'nin birinci görüşüne göre % 20 öderse gani­met, % 2.5 öderse zekât; ikinci görüşüne göre, mutlak olarak zekât gibi harcanır.

Öyleyse, bu vergiyi zekât olarak görmeyip % 20 zekâta tâbi tu­tanlara göre, zimmî, maden istihsal edince, geliri bu oranda ver­giye tâbidir, aynı zamanda -bir ibadet olmadığından- niyete de ihti­yaç yoktur.

 

İKİNCİ BAŞLIK DEFİNELER

 

Eski milletler ve insanlar tarafından yeraltına gömülen ve halk arasında hazine denen altın veya para vb. dolu küp, eşya vb. mallar ile deprem ve yer çökmesiyle yeraltında kalan mallara Keriz, Define ve Gömü denir. [928]

Cumhur'a göre, rikâz kavramı, bütün defineler, eş-Şafiî'ye göre, sadece altın ve gümüş için kullanılır. Özellikle, şafiîler ve malikîler, madenler ile defineleri ayırmak için, birinciler için maden, ikinciler için rikâz kelimelerini kullanırlar. Hanefîler ise, genel olarak rikâz kelimesini kullanırlar ve defineyi ayırdetmek için de kenz kelimesini tercih ederler

 

75. Mükellef

 

1- İslâm: [929]

 

a) Cumhur'a göre, bulanın müslüman veya zimmî, küçük veya büyük olması sonucu değiştirmez; eş-Şafiî'ye göre sadece zekât mükellefleri define bulduklarında zekât öderler.

b) Şafiî Mezhebine göre, zimmîlerin bulduğu defineler, zekâta tâbi olmaz, genel zekât şartları aynen geçerlidir.

Müste’menin (yabancı ülke vatandaşının) izinsiz arayarak bulduğu define, tamamen devletin olur; izinli olarak bulduysa, an­laşma şartlarına uyulur.

 

2- Hürriyet:

 

Hanefî Mezhebine göre, defineyi bulanın, hür veya köle ol­ması mükellefliği kaldırmaz. [930]    

 

3- Akıl-Büluğ: [931]

 

Defineyi bulan kişinin, küçük veya büyük olması zekât mükellefliği açısından önemli değildir.

 

76. Mevzu Ve Matrah

 

1- Definelerin Zekât Mevzuu Olması:

 

Defineler hakkında, ne Kur'ân-ı Kerîm'de, ne de hadislerde ayrıntılı bilgi bulunur. Bu konuda, ilerki devir hukukçularının gö­rüşleri rol oynamaktadır. [932]

 

2- Zekât Mevzuu Definenin Nitelikleri:

 

Zekât mevzuu definede, malın zekâta tâbi olmasının genel ve özel şartları aranır:

 

Genel Şartlar:

 

Tam Mülkiyet:

 

Zekâtın farz olmasıyla ilgili bu genel şart, [933] -her malda ol­duğu gibi- definelerde de geçerlidir.

 

Nisap: [934]

 

1) Hanefi Mezhebine,  Malik, Ahmed,  İshak ve kadim kav­linde eş-Şafiî'ye göre, defineler için nisaba ulaşmak şartı aranmaz.

Ebu Hanife'ye göre, define ve madenlerde, borçlar matrahtan düşülmez. Yine Ebu Hanife'den nakle göre, defineyi bulan kişi hep­sine muhtaçsa, % 20 zekâtı, devlete veya fakirlere ödemeyebilir.

2) Cedid kavlinde eş-Şafiî ve birer nakilde Malik, Ahmed ve İshak'a göre, definenin zekâta tâbi olması için, nisabı bulması şart­tır.

 

Havelân-ı Havl: [935]

 

Definelerin zekâta tâbi olması için havelân-ı havi şartı aranmaz. Bununla birlikte İbnu'l-Arabî, Tirmizî şerhinde eş-Şafif-den şart olduğu görüşünü naklederse de, İbnu'l-Haceri'l-Askalanî onun hem kendi, hem de şafîî hukukçularının kitaplarında böyle bir görüşünün bulunmadığını belirtir.

 

Özel Şartlar:

 

Zekâta Tâbi Definelerden Olması ve Mülkiyetteki Toprakta Bulunması: Bu açıdan defineler, başlıca üç kategoride ele alınmaktadır: Kenz-i İslâmî, Kenz-i Cahili, ve Kenz-i Müştebeh.

 

Kenz-i İslâmî:

 

Tanımı:

 

Daha önceki müslümanlar tarafından yeraltına gömülmüş hazineler Kenz-i İslâmî olarak adlandırılır. Bunların, müslü-manlara ait olduğu, kelime-i tevhid vb. bir alametle bilinir.

Bazı çağdaş hukukçular kenz-i İslâmînin tanımını değişik yapmaktadır: Gömülmesi İslâm'ın ortaya çıkışından sonra olan defineler kenz-i İslâmî kabul edilir. [936] Nitekim, Maliki Mezhebine göre, kenz-i İslâmî, zimmilerin gömdüklerine de ad olabilir. [937]

 

Zekât Statüsü: [938]

 

Hukukçuların bütünü, bu gibi definelerin lukata, yani buluntu mal hükmünde olacağını kabul eder; zira müslümanm malı gani­mete konu olamaz.

Lukata, canlı ve cansız buluntu mal demektir. Böyle bir malı alıp kaldırana Lâkıt veya Mültekıt, bu kaldırma işine de İltikat denir. Lukata için, şu hükümler uygulanır: [939]

1) Buluntu malın öncelikle sahibi aranır (ta'rîf): Hanefî Mez­hebinin müfta bih görüşüne göre, arama süresi lukataya ve örfe göre değişir; ÜM'e göre, bir sene süreyle ilan yapılır, sahibi aranır.

İlan, miktarı veya değeri çok olan mallar için yapılır. Bu miktar konusunda ihtilaf bulunmaktadır: Bazılarına göre, bunun örf ve âdete bırakılması gerekir; diğer bazılarına göre ise, dinarın dörtte bir kıymeti esas alınır.

2) Bu şekilde ilan yapıldıktan sonra, maliki ve mirasçıları ortaya çıkarsa, ona verilir. Maliki bulunamazsa, konu ihtilaflıdır:

a) Hanefî Mezhebine göre, bulan kimse fakirlere tadadduk eder; kendisi fakirse ondan faydalanabilir.

b) Şafiî ve Hanbelî Mezhebine göre, araştırma ve bekleme sonucu sahibi çıkmazsa, bulan kimse maliki olur, ondan fayda­lanır. Ama sahibi ortaya çıkarsa, o takdirde buldukları elin­deyse aynen,  elinde değilse kıymetini tazmin ederek sahibine verir.                                                                 .

Şafiî Mezhebine göre, yer üstünde bulunan kenz-i cahilî için de, lukata hükmü uygulanır. [940]

c) Maliki Mezhebine göre, lukatanın sahibi bulunamazsa ve müslümanların silah zoruyla fethettiği yerlerdeyse devletin­dir, başka yerdeyse bulanındır.     

d) Bazı çağdaş bilginlere göre, kenz-i İslâmînin maliki bi­liniyorsa onun, bilinmiyorsa tamamı devletin olur, bunun sarf yeri de zekâttır. [941]

 

Kenz-i Cahilî:

 

Tanımı:

 

Müslüman olmayanların gömdükleri kıymetli maddeler Kenz-i Cahilî adını alır. Bu gibi definede haç, put, resim vb. müslümanlığa ait olmayan alâmetler bulunabilir.

Çağdaş bilginlerin bir kısmı kenz-i cahilinin tanımını deği­şik yapar: Gömülmesinin İslâm'dan önce gerçekleştiği sabit olan­lar Kenz-i Cahilî adını alır. [942]

 

Zekât Statüsü:

 

I. İslâm Ülkesinde Bulunan Defineler:

 

A. Sahipsiz Topraklarda Bulunanlar:

 

1) Hanefî, Hanbelî, Şafiî Mezhebleri ile Malik'e göre, özel mülkiyette olmayan topraklarda bulunan bu çeşit defineler, % 20 üzerinden zekâta tâbi olur:

a) Hanefi, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine göre, bunun dı­şında kalan -emeğinin karşılığı olarak- bulana ait olur. [943] Hanbelî Mezhebine göre, definelerin, % 20'si zekâta tâbidir. Bunun harcama yeri de ganimette olduğu gibidir. Kalanı sahi­bine veya sahibi yoksa bulana ait olur. Kendi mülkü veya ka­muya ait mülkte bulunan defineler % 20 zekâta tâbidir. [944]

b) Ebu Hanife'ye göre, define bulan kimse, bunu gizlemek veya açığa çıkarmakta serbesttir: Açığa çıkarınca zekâtını dev­let tahsil eder veya mükellefin kendisine bırakır.

c) Maliki Mezhebine göre, sahipsiz yerlerde bulunan defi­neden, % 20 zekât alınmaz, tamamı bulana ait olur. [945]

İşlenmeyen veya sahibi bilinmeyen toprakta bulunan de­fine -toprağın üstünde de bulunsa- % 20 zekâta tâbidir, kalanı bu­lana ait olur. [946]

İslâm ülkesine emanla (pasaportla) girip, hazine bulan harbi, bunun tamamını devlete teslim eder; aramayı izinli ola­rak yapmışsa, % 20 vergi öder, kalanı kendinin olur. [947]

 

B. Sahipli Topraklarda Bulunanlar:

 

Müslüman veya zimmî başkasının toprağında bulunan de­fine, -ganimete, konu olacağından- %20 zekâttan sonra toprak sahi­binindir:

a) Şafiî Mezhebine göre, özel mülkiyet altındaki arazide bulu­nan define, -hak iddia edince- arazi sahibine ait olup bulanın bir hakkı olmaz; mal sahibine de sadece zekâtını ödemek düşer. Top­rak sahibi hakkını aramazsa define bulanın olur. [948]

b) Hanefî Mezhebi içinde üç görüş bulunmaktadır;

1) Ebu Hanife ve Muhammed'e göre, özel mülkiyette bulu­nan define için % 20 zekât ödenir, kalanı sağ ise sahibine, [949] sağ değilse ve biliniyorsa mirasçılarınakalır, bilinmiyorsa arazi­nin bilinen ilk malikinin veya mirasçılarının olur.

2) Ebu Yusuf ve Tahâvî'ye göre, bu durumda % 20 zekât ödenir, -adalet gereği- kalanı bulanın olur.

3) Ebu'I-Leys'e göre, define bulanın değil, devletin olur. [950] Muhammed-eş-Şeybanî'nin nakline göre, Ebu Hanife müslüman veya zimmînin kendi evinde bulduğunun, tamamen kendisinin olacağı görüşündeyken, Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre % 20 zekât ödenir. [951]

Hanefîler bu konuda, fetih zamanında toprak kendisine verilen (ki bu sahibul-hıtta adını alır) kimsenin, toprağın hem yüzeyine, hem de bu yüzeyin altında kalan şeylere sahip olduğu ve bu kimse toprağı bir başkasına devrederse, toprağın altındakileri değil, yalnız yüzeyinin mülkiyetini devrettiği görüşünde­dirler. Balığın karnında bulunan inci de, balığı satın alana de­ğil, onu yakalayana aittir, bu ikisi birbirine benzer.

c) Maliki Mezhebine göre, bu gibi defineler, ağır çalışma ve harcamayla çıkanlıyorsa % 2.5, basit çalışmayla çıkarıhyorsa % 20 oranında zekâta tâbi olur. Kalanı, arazi sahibine, sahibi yoksa bu­lana ait olur. % 2.5 oranında zekâta tâbi olanın harcama yeri zekât, % 20 üzerinden zekâta tâbi olanınsa ganimet gibidir. Bu gibi define­leri  bulanların,  müslünıan veya hür olup olmamaları,  zekâttan muaf olmayı gerektirmez. Toprak üstünde veya deniz kıyısında bu­lunan kenz-i cahilîler % 20 zekâta tâbidir. Zekât ödendikten sonra kalanı -miras veya ihya yoluyla sahip olduysa- mal sahibine, -satın alma veya hibe yoluyla- mülkiyetine geçtiyse ilk malike veya -bir kişinin mülkiyetinde değilse- bulana ait olur. Özel mülkiyette kin i mal sahibi iddia ederse onun, etmezse bulanın olur. Fakat, malikin izniyle çalışınca, define bulanın olur. [952]

Bu ihtilaf, arazi sahibi, definenin sahibi olduğunu iddia etme­diği zamandır. Definenin sahibi olduğunu iddia ederse, sözü kabul olunur,  define kendisine ait olur. Bir şahsın evinde define bulun­duğu zaman da aynı hükümler geçerlidir. [953]

d) Hanbelî Mezhebine göre, rikâzda, beşte bir oranında vergi vardır. Birisinin mülkünde olan bir arazide bulunduğunda, arazi sahibi definenin kendisine ait olduğunu iddia ederse söz onundur. Fakat böyle bir iddiada bulunmazsa, bulanın olur. Bir şahıs, ken­disine başkasından intikal eden arazide, cahiliye definesi bulursa, definenin kime ait olacağı hususunda iki görüş bulunmaktadır:

1) Define, o anda araziye, mülkiyetinde bulunduran şah­sındır.

2) Define, araziyi elinde bulunduran şahsın değil de, ara­zinin bir önceki sahibinindir. Bu da bilinmiyorsa, ondan önceki sahibinindir. Bu böyle arazinin ilk sahibine kadar gider. Arazi­nin ilk sahibi de bilinmiyorsa, sahibi  meçhul mal hükmünde olur. Esah olan görüş, birinci görüştür. Çünkü yere sahip ol­makla, defineye sahip olunmaz, define yerin cüzü değildir. [954]

 

II. Dar-ı Harpte Bulunan Defineler:

 

Dar-ı harpte bulunan definelerin vergi statüsü, mülkiyet du­rumlarına göre değerlendirilir.

 

A. Mülkiyet Ayırımı Yapanlar:

 

1) Özel Mülkiyetteki Topraklar:

i) Çok Kişinin Mülkiyetindeki Topraklarda:

Bu konudaki açıklamayı, emanla girip girmemeye göre yap­mak daha doğru olur: [955]

1) Emanla Girme: Hanefî ve Şafiî Mezheblerine göre, bu du­rumda define, bulana değil, toprak sahibine ait olur. Böylece, dar-ı harbe giren müslümanın, bulduğu defineyi mülkiyetine geçirmesi ahde vefasızlık, emanete  hıyanet olacağından  gönül  hoşluğuyla kullanılmaz, kullanılması  helal  olmaz. Bütün bunlara rağmen, toprak sahibine verilmezse, onun sarf yeri sadakadır.

2) Emansız Girme; Dar-ı harbe emansız girince, -kahren ve üstünlükle alınmadığından- % 20 zekât gerekmediği gibi,  -rızaları gerekmeden elde etmesi caiz olduğundan- mal bulana helal olur.

İİ) Tek Kişinin Mülkiyetindeki Topraklarda veya Evde:

Bir kişiye ait toprakta veya evde bulunan defineler % 20 zekâta tâbidir. Kalanı, Ebu Hanife ve Muhammed'e göre mal sahibine, Ebu Yusuf’a göre bulana ait olur. [956]

2) Kamu Mülkiyetindeki Topraklar

a) Hanefî Mezhebine göre, özel mülkiyette olmayan -kır, dağ, gibi sahipsiz- arazide bulunan defineler tamamen bulana ait olur. Bu konuda, izinli girip girmemenin bir rolü yoktur. Çünkü iznin hükmü, sahipsiz değil, sahipli topraklar için sözkonusudur. [957]

b) Şafiî Mezhebine göre, sahipsiz arazide bulunan define bu­lana ait olur ve zekâtı onun tarafından ödenir. [958]

 

B. Mülkiyet Ayırımı Yapmayanlar:

 

Hanbelî Mezhebine göre, müslüman, bulduğu defineyi tek ba­şına almağa muktedir ise, kendisinin olur ve zekât ödemez. [959]

Klasik hukukçuların, dar-ı harpteki gerek madenler, gerekse defineler için yaptıkları bu açıklamalar, kendi zamanları için ge­çerliydi. Günümüzde devletler, egemenlik haklarına dayanarak, bu gibi konuları çok sıkı bir denetim altında tutmakta, maden ve de­fine aramaya sıkı şartlarla izin vermekte, vergilemeyi de milletle­rarası anlaşmalara ve gelişmelere göre yapmaktadırlar.

 

Kenz-i Müştebeh: [960]

 

Müslümanlara veya gayrimüslimlere ait olduğu konusunda hiçbir işaret bulunmayan defineler Kenz-i Müştebeh adını alır:

a) Hanefî Mezhebi içinde, kenz-i müştebeh iki şekilde hüküm alır:

1) Kuvvetli görüşe göre, bunlar kenz-i cahilî hükmüne tâbi­dir.

2) İkinci görüşe göre, bunların müslümanlara ait olma ih­timali fazladır, onun için lukata hükümleri uygulanır.

b) Malikî Mezhebi hanefîlerin ilk, Şafiî ve Hanbelî Mezhebleri ikinci görüşünü benimsemektedir.

 

77. Tarife [961]

 

a) ÜM ve MaJik'e göre, zekâta tâbi defineler için, % 20 ora­nında zekât ödenir.

b) Malikî Mezhebine göre, ağır ve masraflı çalışmayla elde edilen için % 2.5, basit çalışmayla elde edilen için % 20. oranında ze­kât ödenir.

 

78. Ödeme [962]

 

Defineler için, havelân-ı havl şart koşulmadığından, zekât­ları hemen ödenir. Maden ve definelerin zekâtı ödendikten sonra, bir yıl geçip, nisabı buldukları takdirde yeniden zekât ödenmesi ge­rekir.                                

 

79. Tahsis [963]

 

a) Cumhur'a göre, definelerden elde edilen gelirin harcama yeri, fey ve ganimet gibidir.

Hanefî Mezhebine göre, maden ve define vergisinin mükel­lefçe devlete ödenmeyip fakir anne-baba ile çocuklara sarfedilmesi caizdir. Hatta kalan % 80'lik kısım 200 dirhemi bulmadığı tak­dirde, bizzat muhtaç mükellefçe kendisine bile harcanabilir. Bu ko­nuda Hz. Ali'nin “% 20'si bulana, bırakılır” görüşü, “mükellef muhtaçsa” şeklinde yorumlanır. Ancak son devir hanefî hukukçusu İbn Abidin, bu görüşe katılmayıp, ona göre, defineyi bulan muhtaç ol­duğu takdirde, -kalan kısma bakılmaksızın- tamamını kendine harcayabilir.

Defineyi bulan mükellefin % 20 oranındaki vergiyi devlete vermeyip fakirlere bizzat tasadduk etmesi caizdir, bu mükelleften -zekât ve öşrün aksine- ikinci kez vergi alınmaz. [964]

b) Şafiî Mezhebi ile bir nakilde Ahmed'e göre, defineler zekât gibi harcanır.

c) Maliki Mezhebine göre, % 2.5 oranındakiler zekât, %20 oranındakiler ganimet gibi harcanır.

 

Mevzu

Nisab

Eldeki Vliktar Değeri)

İstisna ve İndirimler

Matrah

Tarife

 

 

 

 

Aslî

İhtiyaç

Masraf

Sair

Toplam

 

 

 

Maden

 

 

 

 

 

 

 

 

% 20

 

Define

 

 

 

 

 

 

 

 

% 20

 

Tablo 93: Maden ve Definelerin Zekâtı

 

İKİNCİ AYIRIM ZİRAÎ ÜRÜNLER (ZEKÂTU'T-TA'ÂM)

 

80. Mükellef [965]

 

Ziraî ürünlerin zekâtında da, zekâtın mükellefle ilgili genel şartları, [966] aynen geçerli olur: Ancak akıl ve buluğ şartı ile borçlar tartışmalıdır:

 

1- Akıl, Buluğ Ve Hürriyet:

 

ÜM'e gpre geçerli olmazken, Hanbelî Mezhebine ve Ebu Hanife'ye göre, bu şart da geçerliliğini korur.

Muhammed Ebu Zehra'nın belirttiği gibi, Cumhur'un görüşü tercih edilmelidir.

Yine Ebu Hanife'ye göre, mükâtep köleler de öşür mükellefi­dirler.

 

2- Borçlar:

 

Ziraî borçların mükellefliği etkilemesi de hukukçular ara­sında ihtilaflıdır: [967]

a) Ebu Hanife'nin de içlerinde yer aldığı Cumhur'a göre, borç, öşür mükellefliğini etkilemez. [968] Borca karşılık tutulsa bile, ürün için zekât ödenir. Fakat ondan nakledilen başka bir gö­rüşe göre, borç öşür mükellefliğine tesir eder.

b) İbn Ömer, Mekhul, Atâ, Tavus, Sevrî, bir nakilde Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd ve Şureyk'e göre, bütün borç çeşitleri öşür mü­kellefliğine tesir eder. Ebu Ubeyd, borcun sıhhatinin sabit olması şartını arar.

Ömer b. Abdilaziz, Sevrî ve Ahmed'e göre, haraç -tıpkı bir borç gibi- nisap ve matrah hesabına katılmaz. İcarla bir araziyi işleten kişinin toprak sahibine ödediği bedeli de haraç gibi düşünmek ge­rekir. Nitekim, Şureyk, böyle düşünenlerden biridir.

c) İbn Abbas ve bir nakilde Ahmed b. Hanbel'e göre, sadece zi­raî amaçlı borçlar zekât mükellefliği ne tesir eder, diğer borçların bir tesiri yoktur.

d) Yusuf Kardavî ve Muhammed Ebu Zehra, her çeşit mal için borcun tesirli olduğunu benimseyerek, kredi ile veya -gübre, ziraî âletler dahil- borçlanarak ziraat yapan bir çiftçinin, ürettiğinin ze­kâtını ödemesi için, borçlarının düşmesi gerektiği kanaatindedirler.

Üretim-yatırım kredileri ve zekât konusunu inceleyen Mu­hammed Osman Şibbeyr, Maliki Mezhebinin görüşünden hareketle, araziyi iyileştirme, su kanalı getirme gibi bir yolla doğan borca karşılık tutulacak başka malı veya aslî ihtiyaç fazlalığı olan malı yoksa, ziraî borcun matrahtan düşüleceğini; yeni toprak veya âletler/makinalar satın alma yoluyla daha fazla gelir sağlamak için doğan borcun matrahtan düşülemeyeceğini, satın alınan toprak veya âletlerin borca karşılık tutulması gerektiğini savunur. [969]

Toprak gasbedilip ziraat yapılmışsa, zekât, işleyen tarafından ödenir.

 

81. Mevzu Ve Matrah

 

1- Ziraî Ürünlerin Zekât Mevzuu Olması:

 

Esasen mefhum olarak ilk belirtileri evvelce Mekke'de ortaya çıkmış olan ziraî mahsuller üzerindeki mükellefiyetler, [970] Medi­ne'de daha belirli ve daha çok bir vergi esasına uygun şekilde Kur'ân'da ilk olarak Bakara: 2/267 âyetinde ele alınmış bulunmakta­dır. Pek umumî bir tarzda ziraî mahsullere temas eden bu âyetin yanında, mekkî iki sureye yerleştirilmiş olan En'am: 6/141 ve Ka­lem: 68/17-34 medenî âyetleri de bu meselede hakikaten kâfi dere­cede açıklığa sahiptir. Mezkur Bakara: 2/267 âyetinde topraktan elde edilen her nevi mahsullere pek geniş ve umumî olarak temas edilirken, En'am: 6/141 âyetinde vergiye tâbi ziraî mahsullerin ne gibi şeyler olduğu sayılarak gösterilmiş bulunmaktadır:

Hurma (nahl), her nevi toprak mahsulleri (zer'), zeytin, nar (rumman), bunlara benzeyenler ve benzemeyenler.

Ziraî ürünler için ödenen zekâta onda bir manasına gelen Öşür, Uşr veya A’şar adı verilir. Öşre, zekâttan ayrı bir vergi gözüyle bakılamaz, ona mecazen zekât deneceği de yanlıştır. Ziraî ürünlerin zekâtı hemen bütün hukuk kaynaklarında öşür adıyla anılır. Yalnız, öşür kelimesine, âyetlerde rastlanmaz ve ziraî ürünlerin zekât oranı belirtilmez. Hz. Peygamber'in hadislerinde de kullanılan bu asıl mânası yanında öşür kelimesi, bazan güm­rük vergisi ile devlete ait topraklardan alınan vergi için de kulla­nılabilir. Öşür için, “oranın zekât mevzuuna isim vermesi” denebi­lir. Öşür kelimesinin, zekât dışındaki mefhumlar için kullanıl­ması ya arızîdir, yahut da meşhur olmuş galat nevindendir. Kısa­cası, sadece ziraî mahsullerden alınan vergilerde bir nispet olan öşür, zamanla zekât mefhumu içinde müstakil bir vergi imiş gibi mütalaa edilir olmuş ve neticede bu tâbir, hem vergi mevzuunu ve hem de nispetini ifade için kullanılmıştır.

Ziraî ürünler de bir nevi maldır, hakiki artıcılık vasfı taşır. Bu sebeple de, zekâta tabidirler. [971] Gerekli şartlar taşındı­ğında ziraat ürünlerinin zekâtına ad olan öşrün farz olduğu kitap, sünnet ve icma ile sabittir.

Konuyu açıklığa kavuşturan hususî âyetlerden olan “Ey İman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardık­larımızdan sarfedin; iğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri ver­meye kalkmayın. Allah'ın müstağni ve övülmeye layık olduğunu bilin.” [972] âyeti, Muhammed Hamidullah'a göre sanayi, ticaret ve ziraî kazançların zekâta tâbi olacağının delilidir. [973] Bu âyetten daha geniş olan ve ürün adı veren, “Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tadları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve nan, -birbirine benzer ve benzemez şekilde- yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, biçildiği gün de hakkını verin, israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.” [974] Gibi âyetlerde geçen infak ve hak kelimeleri zekât olarak tefsir edilmiştir. [975]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

“Göğün suladığında onda bir; kova ve dolabın suladığında yirmide bir hak vardır.” [976]

İslâm hukukçuları, öşrün farz olduğu konusunda ittifak et­mişlerdir. Müctehidlerin bütünü farziyetini kabul etmiş, mezheplerin hiçbiri -teferruatta ayrılsalar bile- bu konuda muafiyet tanıma­mışlardır. [977]

Türk Gelir Vergisi Kanunu, “ziraî kazanç” mefhumuyla, “ziraî mahsuller zekâtı”nı aşan bir durumu belirtir:

Kanunda, “ziraî faaliyetten doğan kazanç, ziraî kazançtır,” şeklinde bir tanım verildikten sonra, ticarî faaliyetin aksine, ziraî faaliyet geniş ölçüde açıklanmıştır. Madde metnine göre, “Ziraî fa­aliyet, arazide, deniz, göl ve nehirlerde, ekim, dikim, bakım, üretme, yetiştirme ve ıslah yollarıyla veyahut doğrudan doğruya ta­biattan istifade etmek suretiyle nebat, orman, hayvan, balık ve bun­ların mahsullerinin istihsalini, avlanmasını, avcıları ve yetiştiri­cileri tarafından muhafazasını, taşınmasını, satılmasını veya bu mahsullerden sair bir şekilde faydalanılmasını ifade eder (m. 52/2). Aynı maddenin diğer fıkralarına göre de, çiftçiye ait her türlü makine ve âletlerin başka çiftçilerin ziraî istihsal işlerinde çalıştırılması, mahsullerin değerlendirilmesi maksadıyla ve ziraî istihsale müteferri olarak işlenmesi de ziraî faaliyet sayılmaktadır. Bundan başka, “Satışların dükkân ve mağazaya gelinceye ka­dar geçirdikleri safhalar, ziraî faaliyet sahasında kalır (52/6). Şu halde, dükkân veya mağaza açmak yoluyla ziraî ürünlerin satışı ziraî değil, ticarî faaliyet sayılmaktadır, ancak çiftçiler tarafından yazıhane açılarak doğrudan doğruya kendi ziraî faaliyetleri ile il­gili olarak yapılan alım satım işleri, bu çerçeve içinde kalmak şar­tıyla, ziraî faaliyet kapsamına girer.

Bu maddede belirtilen diğer önemli bir nokta da ziraî işletme, çiftçi ve mahsul terimleridir:

1) Ziraî İşletme: Kanuna göre ziraî faaliyetlerin yapıldığı işletmelere Ziraî İşletme denir bu anlamda çiftlik, hara, mandra, dalyan ve genellikle ziraî ürünlerin işlendiği yerler ziraî işletme­dir. Öte yandan kanun, “Bir çiftçiye veya ortaklığa ait olup aynı köy sınırları içinde veya birbirine bitişik arazi üzerinde bulunan yahut istihsal şartlarına göre birbirlerine bağlılık ve beraberlik arz eden işletmeleri” tek işletme saymıştır. Böylece işletmelerde birlik ilkesi kabul edilmiş bulunmaktadır. [978]

2) Çiftçi: Ziraî işletmeleri işleten gerçek kişilere çiftçi denir. Vergiye tâbi olmak veya olmamak, bu niteliği değiştirmez; ancak adi şirketlerin faaliyeti de bu anlamda çiftçilik sayılmıştır. Buna karşılık, tüzel kişilikleri  olması dolayısıyla, kollektif şirketlerle adi veya eshamlı komandit  şirketler, ziraî faaliyette  bulunsalar dahi çiftçi sayılmazlar. Bunların faaliyetleri, ticarî faaliyet olarak kabul edildiği için, kollektif şirketlerin ortakları ile komandit şir­ketlerin komandite ortaklarının şirketten aldıkları kârlar ticarî kazanç sayılır.

3) Mahsul: Ziraî faaliyet sonucu elde edilen maddelere mah­sul denir. Bunlar arasında hububat, çay, sebze gibi tarla ve bahçe mahsulleri; koyun, keçi, inek gibi hayvan mahsulleri, bunların iş­lenmesinden elde edilen yoğurt, yağ, peynir, un gibi maddeler; or­mancılıktan elde edilen odun, kereste, kömür gibi maddeler; balık avcılığından alınan balıklar vb. örnek olarak gösterilebilir[979].

Öşür bazı özellikleriyle hayvan, nakit ve ticaret gibi diğer ze­kât mevzularında, farklı bir durum gösterir. Havelân-ı havle tâbi olmayıp hasatla birlikte zekât ödenmesi, yalnızca gelirin zekâta tâbi tutulması bu özelliklerindendir.

 

2- Zekât Mevzuu Ziraî Ürünün Nitelikleri:

 

Zekât mevzuu olan ziraî ürünün niteliklerini, genel ve özel şartlar başlıkları altında incelemek mümkündür:

 

Genel Şartlar:

 

Tam Mülkiyet:

 

Öşrün şartı, toprağın değil, ürünün mülkiyetiyle ilgilidir. Toprak sahibi -dinimizce de övüldüğü gibi- toprağını bizzat işleyebi­lir. Bu takdirde, zekât mükellefi de bizzat kendisi olur:

 

Ortak Ziraat:

 

I. Normal Ortaklık: [980]    

 

a) Cumhur'a göre, ortak ziraat yapanların her birinin payı ni­sap miktarını bulunca, öşür Ödemeleri gerekir. Hissesi bu miktara ulaşmayan ortak öşür ödemez.

b) Şafiî Mezhebine göre, hisseler toplamı esastır; bu toplam ni­sabı bulursa, öşür her ortak tarafından hissesi oranında ödenir. Bu görüş, Ebu Yusuf ve Ahmed'den de nakledilir.

 

II. Müzaraa Ortaklığı: [981]

 

Müzaraa denen ve biri tarlanın maliki, öbürü de işleticisi olan ortaklıkta öşrün ödenmesi, Ebu Hanife'ye göre toprak sahibine aittir; Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre her ikisinin de hisseleri öl­çüsünde ödeme yapması gerekir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 17/5) göre, müzaraa ortaklığında zekât yükü, taraflar ara­sında paylaştırılır. Toprağın sahibi ile işletici, elde ettikleri ürüne göre zekât öderler.

 

III. Toprağın İaresi: [982]

 

İslâm, ekilip biçilmeyen arazinin, sahibi tarafından, çalıştı­racak ve değerlendirecek bir müslümana bedelsiz ve iğreti (iare) olarak verilmesini teşvik etmiştir. Bu tavsiyeye uyulduğu takdirde, zekâtı tarla sahibi değil, müste'îr (ekip biçen) öder.

Toprak karşılıksız olarak bir gayrimüslime kiralanırsa, ma­lik öşrü ödemek zorundadır. Çünkü karşılıksız olarak bir toprağı zimmîye kiralamak yoksulların hakkını gasbetmek demektir, ma­lik bundan sorumludur, öşrü öder.

 

IV. Toprağın Kiralanması: [983]

 

Ürünün belli bir miktarı veya belli bir para karşılığında ki­ralanan, halk arasındaki söyleyişiyle icarla işlenen topraktan çı­kan ürünün zekâtını kimin ödeyeceği ihtilaflıdır:

a) Ebu Hanife ve Nehaî'ye göre, öşürde toprak esastır; öşür de bu toprağın vergisidir. Bu sebeple, icarla işlenen toprağın zekâtım, sahibi ödeyecektir. Kira bedelinin, öşür miktarından az veya çok oluşuna bakılmaz. Burada vergi, toprağın kullanılmasından dola­yıdır ve bu durumda kullanma toprak sahibine aittir. Çünkü malik, toprağın kullanılmasının karşılığı olan kira bedelini haketmektedir. Kiracı, yalnız kira bedelini öder, bundan başka bir sorumlu­luğu yoktur.

b) Cumhur'a (ÜM, Sevrî, Ebu Sevr, İbnu'l-Mubarek, Ebu Yusuf ve Muhammed'e) göre, öşür, elde edilen ürünün vergisidir. Bu se­beple, öşrü toprak sahibinin değil, icarla işleyenin ödemesi gerekir.

c) İbn Rüşd've Yusuf Kardavî'nin benimsediği üçüncü görüşe göre, hem kira bedeli, hem de ürün ayrı ayrı nisaba ulaşırsa, hem toprak sahibinin, hem de icarla işleyenin öşür ödemesi gerekir. Eğer yalnız birininki nisabı bulursa, yalnızca bu, öşürle mükellef olur. Çünkü İbn Rüşd'ün belirttiği gibi, ürünün ortaya çıkması bir yandan tohum ve emekle, öbür yandan da tarlayladır. Böylece bu görüş, ilk iki görüşün bir çeşit birleştirilmesiyle elde edilmiş olur. [984] Böyle bir durumda, icar, nisap hesabına katıl­maz. Toprak sahibi de bu esaslar çerçevesinde hareket eder. Böy­lece, malik ve kiracının birlikte zekâta tâbi tuttulmasıyla, zekâtın aynı malda iki kere ödenmesi önlenmiş olur. [985]

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısına göre, kiralama yo­luyla ziraatta, zekât yükü, toprak sahibi ile kiracı arasında paylaş­tırılır. Toprak sahibi, vergileri matrahtan düştükten sonra ücretin % 5'i, kiracı da masrafları düştükten sonra safi gelirin % 5'i ora­nında zekât öder. [986] Osman Huseyn -Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 17/4) da, bu görüşü benimsemiştir. Buna göre, toprağın maliki ücretin % 5'ini, kiracı sulamanın aletli olup ol­mamasına göre kira ve diğer masrafları düştükten sonra safi gelir üzerinden % 5 veya % 10'unu zekât olarak öder.

 

Ürünün Satılması: [987]

 

Elde edilmeden satılan ürünün öşrünü ödemek müşteriye, fa­kat ürün yetişmişse satana aittir. Malik'e göre, ürünü, olgunlaşma­dan satmak doğru değildir. Yine Malik'e göre, satılan gayrimenkuldeki ürün için ödenecek zekâtların müşteriye yüklenmesi şartı akitte belirtilebilir.

 

Nisap:

 

Şart Olması: [988]

 

I. Nisap Şarttır:

 

a) Cumhur'a göre, diğer zekât mevzularında olduğu gibi, öşürde de nisaba ulaşmak şarttır. Nisap bütün ürünler için sözko-nusudur.  Çünkü Hz. Peygamber, “Beş vesk'ten az olan mahsulde zekât yoktur” buyurmuştur.

b) Cumhur ile Ebu Hanife'nin görüşünü birleştirmeye çalışan Davud ez-Zahiri’ye göre, sadece ölçüye giren ürünlerde nisap ara­nır, -pamuk, za'feran, yeşillikler gibi- ölçüye girmeyenlerde bu şart aranmaz.

c) Zeydiye Mezhebinden el-Bakır ve en-Nasır'a göre, İmrma, üzüm, buğday ve arpa için nisap şartı aranır, diğerlerinde ise ni­sabı bulmak gerekmez.

 

II. Nisap Şart Değildir:

 

İbn Abbas, Zeyd b. Ali, Nehaî, Ebu Hanife, bir nakilde Atâ, Mücahid, Hammad ve Ömer b. Abdilaziz'e göre, öşür Ödemek için, ürünün, nisabı doldurması şart değildir; ürün az olsun çok olsun zekâta tâbidir. Ebu Hanife, zekât mevzuu malların cinsinde de, miktarında da nasların mutlak ve umumîliğine dayanmıştır.

Cumhur'un görüşü diğerlerine göre, tercih edilir durumdadır. Çünkü konuyla ilgili olarak sahih hadisler bulunmaktadır. As­lında zekâtın ruh ve manası da bunu gerektirir. Zira zekât, zengin­den fakire uzanan bir çeşit yardımdır. Zenginlikse, belli bir ser­vetle gerçekleşir. Öyleyse, öşürde de nisap, -tıpkı diğer mallardaki gibi- şart olmalıdır. [989]

 

Miktarı:

 

I. Hububat İçin: [990]

 

Cumhur'a göre, -az önce geçtiği gibi- belli bir miktara ulaş­mayan ürün için zekât ödenmez.  Gerekli miktar, hadislerde “beş vesk” olarak iffede edilir. [991] Hadiste geçen “beş ölçek (vesk)” ve bunun kilogram olarak miktarı konusunda görüş ayrı­lığı bulunmaktadır:

a) Hanefîlerin de içinde yer aldığı Irak'lı hukukçulara göre, 1 vesk 60 sa', İsa' 8 rıtıl, 1 rıtıl 130 dirhemdir. Bu ölçüden hareket edilince 5 vesk, kullandığımız ağırlık ölçüsüne göre bir tondur.

b) Diğer ÜM'in yer aldığı Hicaz'h hukukçulara göre, 1 vesk 60 sa'dır. Ancak, 1 sa' 8 değil 5.33 rıtıldır. 1 rıtıl da, 128 dirhemdir. Bu ölçülere göre, zekâta tâbi mahsullerin asgarî miktarı, yaklaşık 2/3 ton, yani 653 kg.'hk bir ağırlığı göstermektedir.

Bağdat rıtlını esas alan her iki grup da zekât, fitre, yemin keffareti ve hac fidyesinde bir ölçü olarak kullanılan 1 sa’ın, 4 müdd olduğunu kabul ediyorlar. Bir müdd orta büyüklükte iki elin birleştirilmiş vaziyette aldığı miktar (bir koçam)'dır ki, bugünkü ifadeyle yarım kiloyu geçmez. Öyleyse 1 sa', yaklaşık 2 kilogram, 5 vesk'in karşılığı olan 300 sa' da 600 kg. civarındadır. Yine bir ilmî araştırmaya göre, [992] bu fark, ölçülen şeyin su veya buğday vb. olu­şundan ileri gelmektedir ve orta ağırlıkta buğday ile bir sa' 2,176 gr.'dır. Buna göre 5 vesk, 300 sa'x2.176=652,8 kg.'dır.

Hz. Peygamber, Medine ölçüsünü esas aldığına göre, müslü-manların sa’ın miktarında birleşmeleri gerekirdi, ancak onlar ih­tilafa düşmüşlerdir.

Bu. durum karşısında, Yunus Vehbi Yavuz'un benimsediği 1 tonluk ağırlığın aksine, [993] ihtiyatlı bir davranışla 5 vesk'i, 653 kg. olarak kabul etmek gerekir. [994]

Bu ölçüyü, genel bir ifade ile “Ölçülerek mübadele edilen” ürünler için gözönünde tutmalıyız.

 

II. Hububat Dışındakiler İçin: [995]

 

Ölçü ve tartı ile mübadele edilen -msl., pamuk vb. bağ, renk, balya, demet gibi değişik şekil ve hesaplarla alınıp-satılan ürün­lerde nisabın miktarının ne olacağı da ihtilaflıdır:

a) Ebu Yusuf a göre, -naslarda geçtiğinden ve yoksulların ya­rarına olduğundan, ülkenin hububat cinsinin en düşük olanının 5 vesk'lik değeri esas alınır.  Buna göre, bir ülkede ölçülen en ucuz ziraî mahsul arpa ise bunun 653 kg. para olarak değerine ulaşan -msl., pamuk da- zekâta tâbi olacaktır.

b) Muhammed eş-Şeybânî'ye göre, beş misi (ç. emsal) esastır; bu da en üstüne göre düzenlenir. Ancak, pamuk özel olarak, beş hami (ç. ahmal; bir hami, 300 menn'dir, tümü 1500 menn eder); za'feran ve şeker kamışının 5 menn olması gerekir. Kısaca, “her cins için kullanılan en büyük birim” esastır. Bu görüş, uygulamada bü­yük güçlükler doğurur.

c) Zeydiye Mezhebine göre, bu gibi ürünler için 200 dirhem, yani nakit nisabı ölçü olur.

d) Davud ez-Zahirî'ye göre, ölçülemeyen maddelerde nisap aranmaz, ne çıkarsa tümü zekâta tâbi olur.

e) İbn Hanbel'e göre, her üründe beş vesk (1600 Irak rıtlı), yani 653 kg. Yunus Vehbi Yavuz'a göre, -vesk'in tercihine bağlı olarak- her ürün için bir ton esastır.

Yusuf Kardavî ve Hayreddin Karaman, bu görüşlerden Ebu Yusuf’unkinin tercih edilmesi, ancak en düşük vasıflısının değil, orta seviyedekinin esas alınması gerektiğini benimsemektedirler. Bunun tespiti de, şüphesiz her bölge ile zaman ve iktisadî şartlara göre değişik olarak düzenlenir. Onun içindir ki, konu uzmanla­rına havale edilmelidir.

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, ziraî ürünlerde elli cüneyhin matrah dışında tutulmasını benimsemiştir.

 

Hesaplanması:

 

1) Nisap hesabı meyve olgunlaştıktan, diğerleri kabuğundan ayrıldıktan sonra yapılır. [996]

2) Nisap hesabında senelik ihtiyaçlarla ürünün yetişmesi için yapılan masraflar hesap dışı bırakılır. Öşre tâbi ürünlerde de, çiftçi ve bakmakla yükümlü olduklarının senelik ihtiyacı üründen ayrı­larak, kalanı üzerinden zekât ödenir. [997]

Libya Zekât Kanunu'na (m. 9) göre, sadece hasat, harman ve ayırma için yapılan masraflar matrahtan düşülür.             

Günümüzde sulama kanal ve motopomlarla yapılmakta, ay­rıca verim için sun'i gübreler kullanılmakta ve ilaçlamalar yapılmaktadır. Bütün bunların yapılabilmesi için de, işçi ve amele ücreti ödenmektedir. Ziraî yatırımın bu nevi girdileri, hayvan veya âlet ile su çekip sulama külfetinden daha az değildir. İçtihada muh­taç bu yeni külfet ye girdilerin oran yönünden veya nisabın hesap­lanması yönünden zekâta tesir edip etmediği tartışılmıştır: [998]

a) Selef hukukçularına göre,  sulama dışındaki hiçbir kül­fet, öşrün oranını % 10'dan 5'e düşürmez.

b) İkinci gruptaki Atâ, İsmail b. Abdilmelik vb. hukukçu­lara göre, sulama dışındaki külfet ve masrafların   tutarının üründen çıkarılması ve geri kalandan sulama şekline göre öşür ödenmesi  gerekir. [999]  

ABT/SAT (Arap Birliği Teşkilatı Sosyal Araştırmalar Toplantısı), ayrıca, ekin ve meyve zekâtının safi gelirin % 5'i üzerinden tahsil edilmesini kararlaştırmıştır (m. 2).                                                        

c) Hanefî ve Zahirî Mezhebleri ile Malik ve eş-Şafiî'ye göre, hiçbir masraf öşrün oranını düşürmez; maliyet ne olursa olsun ürünün tamamı üzerinden zekât ödenir.

Bu üç görüş içinde uygulamaya en müsait olanı, Muhammed Ebu Zehra ve Yusuf Kardavî'nin de belirttiği gibi, ikinci gruptaki hukukçuların görüşüdür. [1000]

Borç ve haraç dışındaki işçilik, ilaç, gübre, tohum, kira ve vergi gibi harcamalar ve geçim masrafları, İbn Abbas, İbn Hazm, eş-Şafiî ve Ebu Hanife'ye göre -borç olsun olmasın- nisap ve mat­raha tesir etmez; İbn Ömer, Atâ ve İbnu'l-Arabi'ye göre -borç olma­yıp peşin ödenmiş bulunsa da- mahsulden düşülür ve geriye kalan nisabı dolduruyorsa zekâtı ödenir; bazı sahabe ve tabiîn müctehid-leri ile Ahmed b. Hanbel'e göre bunlar borç ise matrahtan düşülür. Yusuf Kardavî'nin de ifade ettiği gibi, zekâtın mana ve ruhu ikinci görüşü destekler.

Gelir vergisinde de borçlar ve masraflar matrah dışı kalır: “Türk Gelir Vergisi Kanununda işletme hesabı bakımından maddede sözü edilen ziraî hasılat, hesap dönemi içinde tahsil edilen veya alacak olarak, tahakkuk eden para miktarlarıdır. Ziraî ka­zanç ise, bu hasılattan, yılı içinde ödenen veya borçlanılan giderle­rin çıkarılmasından arta kalan miktardır (m. 55). Görüldüğü üzere, ziraî kazançta bir çiftçinin yılı içinde üretmiş olmakla bir­likte satmadığı mahsulün değerleri hasılata girmemektedir. Oysa ticarî kazançlarda, özellikle mal alım satımı ile uğradan tüccar­larda, stok itibariyle dönem başı ve dönem sonu sonuçları gözönünde tutulmaktadır. Sözüedilen hasılat miktarının içeriği, her türlü ziraî mahsullerin satış bedelleri, ziraat makina ve âletlerinin başka çiftçilerin ziraî işlerinde çalıştırılması karşılığından her­hangi bir tüketim maddesi veya üretim aracı alınması halinde, alman madde veya aracın emsal bedelleridir (m. 56). Öte yandan hasılatın bulunmasında gözönüne alınacak giderler veya borçlanı­lan miktarlar başlıca şu unsurlardan oluşur: İşletme ile ilgili ola­rak tohum, gübre, fide, yem, ilaç ve benzeri maddeler için ödenen bedeller; satılmak üzere satın alman ziraî mahsul veya hayvanla­rın bedelleri; işletmede çalıştırılan işçilere ödenen ücret ve prim gibi paralar; ziraî tesisat, makine, âlet ve taşıtların çalıştırma, ba­kım ve tamir giderleri vb. Buna karşılık, GVK'nun 41. maddesinde ticarî kazançlar bakımından indirilmesi kabul edilmeyen giderler -teşebbüs sahibi ile eş ve çocuklarının ziraî işletmeden çektiği para­lar gibi-, aynı şekilde ziraî kazançlar için de kabul edilmez.”

Yine aynî vergilerin tenkit edildikleri noktalardan biri de şudur:

“Ayın olarak ürün üzerinden alman vergiler, hem adaletsiz, hem de çok masraflıdır. Gerçekten bu vergiler gayrisafi ürün üze­rinden alındığı ve ürünün elde edilmesi için yapılan masrafları gözönünde tutmadığı için, vergi yükü, safi ürüne göre, mükelleften mükellefe değişmektedir. Örneğin 100'er ürün elde eden iki mükel­lefin gayrisafi ürünleri üzerinden 10'ar olduğu varsayılırsa, safi ürüne göre, birinci mükellefin gerçek vergisi % 20 (safi miktar üzerinden 10) ve ikincisinin % 14.3 (safi miktar 70 üzerinden 10) oranında olur. Buna göre, masraf arttıkça vergi oranı da artmakta olduğundan, aşar, tarımın gelişmesini engelleyen ve yine adaletsiz olan bir vergi sayılır. Öte yandan, ürün olarak alman değerlerin toplanması, saklanması ve gerektiği hallerde satılması büyük masrafları gerektirir. Bu sebeple bu vergiler, verimsiz oldukları ve mükellef üzerinde baskı yarattıkları için terkedilmişlerdir.” [1001]

Bu gibi özellik ve durumlar, öşürde de dikkate alınarak, zekâ­tın ruhuna uygun çözümler üretilmelidir.

3) Nisap ve matrahın hesaplanması, öncelikle öşre tâbi her cins ürünün kendisiyle yapılır. Ayrı ayrı nisabı bulmayan hububat ve meyva cinslerinin birbirine eklenmesi hukukçular arasında tar­tışmalıdır. Hukukçuların ittifakına göre, ziraî-ürünlerde kalite açısından bazı farklılıklar bulunsa bile, meyve ve hububattan her kalem bir Sınıf oluşturarak (yani üzüm üzümle) nisap hesabında birbirine eklenebilir, böyle bir durumda zekât iyi, orta ve kötünün hissesine göre alınır; ancak İbnu'l-Munzir'in belirttiğine göre, kuru hurma, kuru huoubat cinsi ile buğday, arpa ve çavdarın birbirini tamamlamalarında ihtilaf edilmiştir: [1002]

a) Ebu Hanife, Muhammed, eş-Şafiî, Ahmed, Sevrî ve Za­hirî Mezhebine göre, her birinin ayrı birer ismi bulunduğu için, ziraî ürünler birbirine eklenmezler. Yani,  buğday,  ancak buğ­dayla tamamlanabilir.

b) Ebu Yusuf tan bu konuda dört görüş rivayet edilmektedir:

1) Aynı arazide ekilen ziraî ürünlerden -msl., buğday, arpa ve mercimek- her birinin nisabı öncelikle kendi başına yapılır ve nisabı tamamlamak için birbirine eklenirler.

2) Her cinsin nisabı kendi başına yapılır, birbirine ek­leme sözkonusu değildir (bununla ilgili olarak aynı cinsten iki nevi mahsul elde edilince ne yapılacağı konusunda bir ri­vayet yoktur),

3) Muhammed eş-Şeybanî'nin de katıldığı bu görüşe göre, iki üründen kızıl veya beyaz buğday gibi trampa edilmesi halinde birinin fazla olması caiz değilse -ister aynı, is­ter ayrı arazide elde edilsinler- birbirine eklenirler, fakat bi­rinin fazlalığında -arpa ve buğday gibi- trampası caiz değilse eklenemezler, her birinin nisabı ayrı yapılır.

4) İki gelir, -cinsleri farklı da olsa- aynı mevsimde elde edilirse birbirine eklenirken, aynı mevsimde elde edilmeyen­ler eklenmezler.

c) Malikî ve Hanbelî Mezheblerine göre, aynı sınıfa giren ürünler, nisap hesabında birbirine eklenebilir:

Malik'e göre, mercimek, nohut ve fasulye aynı cinsten sayıl­dığı gibi, buğday, arpa ve çavdar gibi hububat da aynı cinsten kabul edilir. Ona göre, bu tür ziraî ürünlerde esas olan, yiyecek olarak insana yararmdaki birliktir. Aynı özelliği taşıyıp, aynı yararı sağlayanlar, tek bir sınıf kabul edilirler.

Libya Zekât Kanunu (m. 17), bu konuyu,, şu şekilde düzenle­miştir:

“Aşağıdaki sınıflar, her maddedekiler ayrı bir cins kabul edilmek suretiyle birbirine ilâve edilerek nisabı buldukları tak­dirde, zekâtları ödenir:

a) Altın ve gümüş;

b) Buğday ve arpa,

c) Kuru hurma,

d) Yağlı tohumlar,

e) Baklagiller,

f) İnek ve manda,

g) Koyun ve keçi,

h) Develer.”

Ancak, şunu iyi bilmek gerekir: Yılın iki ayrı mevsiminde meydana gelen ürünler birbirine eklenmez; Hanbelî Mezhebine göre, bir yılın ürünleri -yılda iki kez alınsa da- birbirine eklenir.

4) ABT/SAT’nın kararma göre, ilk planda elli cüneyh nisap­tan istisna edilir (m. 2-b).

5) Öşre tâbi ürünlerin bir kısmı ticarî gaye olmaksızın sak­lanıp üzerinden bir yıl geçtikten sonra satılarak nisap miktarına ulaşacak kadar para elde edilirse, bu para için üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât ödenmez; ticaret için saklanan ürünler, ticarî ze­kât statüsüne tâbi olurlar.

6) Ürünün Tahminle Tespiti: [1003] Hz. Peygamberin, hurma ve üzümleri ölçü veya tartı olmaksızın tahminle tespit ettiği olmuştur. Uzman ve tecrübeli kişiler, ödenecek miktarı tespit ede­bilmek için bu yola girerler. Tahmin, hem mükellef ve hem de ze­kât ödenecek kişi açısından çifte yarar taşır. Bu yolla mükellef, ürününde dilediği gibi tasarruf edebilme imkânı bulur, tükettiği kısmın zekâtını tazmin ederken, hak sahiplerinin vekili olan âmil de bu miktarı talep etmeye hak kazanır:

a) Tahminin Caiz Olup Olmaması:

a) Cumhur'a (Hz. Ömer, Sehl, Mervan, el-Kasım b. Muhammed, el-Hasenu'1-Basri, Atâ, Zuhrî, Amr b. Dînar, Ma­lik, Şafiî, Ahmed, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr'e) göre, hasaddan önce fakat ona yakın bir zamanda devletçe çıkacak ürünün tahmini olarak tespiti caizdir:

1) Zuhrî, Evzaî ve Leys'e göre, tahmin bütün ürünlerde caizdir.

2) Cumhur'a göre, tahmin sadece hurma ve üzüm için caizdir. Bunun dışındakiler -msl. zeytin-  için yapılmaz. Çünkü hurma ve üzüm, görünür ve toplu bir haldedir, zeytin­ler ise dağınık ve gizlidir. Ayrıca, ötekilerin bu  vaziyette yenmeleri de imkân dahilindedir.                             

3) Zahirî Mezhebine göre, ürünün tahminle tespiti sadece hurma için söz konusudur.

b) HanrT Mezhebine göre, ziraî ürünlerin ne miktarda çı­kacağının tahminle tespit edilmesi, asla caiz değildir. Bu, bir gaybı bilmedir, hükme esas olmayacak zan ve tahmindir.

Henüz ağaçta olan taze meyvanın değerinin tespit edilmesi ve gelecekte bunun tesliminin istenmesi, mal sahibinin hakla­rını azaltır. Çünkü bu ikisi arasında, hem miktar, hem de satış şartları bakımından fark vardır ve bu durum faiz olarak yasak­lanmıştır.

Bu iki görüş arasındaki fark, faiz yasağının farklı bir bi­çimde yorumlanmasından ileri gelmektedir. Faiz, teknik ola­rak, servet mübadelesinde, iki taraftan, sadece birisi lehine, karşılıksız olarak, fazladan bir şeyi taahhüt etmek diye tanım­lanır. Bu fazlalık, teslim şartında veya sadece aynı cins malla­rın mübadelesindeki hacim veya ağırlık fazlalığından ibaret olabilir. Msl., altının altınla veya ilerde teslim edilecek gümüşle mübadelesi veyahut altının altınla, gümüşün gümüşle eşit olma­yan miktarlardaki mübadelesi, bir faiz hareketidir. Faiz, sün­nette, birbirinden farklı yorumlanan altı belirli nesne bakımın­dan yasaklanmıştır. Hanefîler, bunları hacim veya ağırlıkla­rıyla satılan nesneler olarak yorumlar. Şafiîler, bunları altın, gümüş ve yiyecek maddeleri anlamında yorumlar. Nihayet ma-likîlere göre, altın, gümüş ve gelecekte kullanmak veya teslim etmek için muhafaza edilen dayanıklı yiyecek maddeleri bakı­mından, sonuçtaki eşitsizliktir. [1004]

Yusuf Kardavî'ye göre, ihtiyaç ve şartlara göre, tahmin caiz olmalı ve bu mütehassıslarca yapılmalıdır. Teknik imkân­larla tahmin yapılabilecek veya çiftçinin ihtiyaç duyduğu ürün­ler için tahminde bulunulmalı, başkaları için böyle bir yola gi­dilmemelidir.                                         

b) Yanılma Payı ve Sonuçları:

a) Yanılma Payı:

Hz. Ömer, belirli bir miktarı mal sahiplerine bırakmıştır. Henüz öşrü ödenmemiş ürünlerden yemek doğru değildir, fakat öşrünü daha sonra ödemek niyetiyle yenmesi helaldir:

1) Yetişmeden Önce Yemek:

Ürün henüz yetişmeden yenmişse Ebu Hanife'ye göre zekât tazminat yoluyla ödenir; Ebu Yusuf ve Muhamed'e göre ödenmez; bazı hukukçulara göre, aşırı gitmeksizin belli bir miktar yenebilir.

2) Yetiştikten Sonra Yemek:

Ebu Hanife, Sevrî ve Maliki Mezhebine göre, hasada ya­kın olgunlaşıp toplanmazdan önce yenen ürün, nisap hesa­bına katılır; Şafiî Mezhebine göre, mal sahibi ile ailesinin yediği istisna edilir; Ebu Yusuf ve Muhammed de mükellefin kendisi ve ailesi için gerekli yiyecek miktarını öşürden muaf sayar, hatta olgunlaşmadan tümü yenebilir. Burada konuyu değişik olarak değerlendiren görüşün zikri de uygundur: Za­hirî Mezhebi, eş-Şafiî ve Leys'e göre, ölçülür hale gelmezden önce yenirse, zekâtı ödenmez; daha sonra yenirse ödenir. Yu­suf Kardavî de bu görüşü benimsemektedir. Fakat Sıddıki ve Yusuf Kardavî'nin belirttiği gibi, bu konu, makul tüketimin nisap hesabına katılmayacağı şeklinde çözümlenebilir.[1005]

Tahminde bulunurken, şu şekilde hareket edilir:

a) Şafiî Mezhebine göre, tahminde bulunurken vasiyet, yakın akrabaya verilecek hediye, gelen geçenlerin yiyebile­ceği ve bozulabilecek miktar tahminin istisna ve muafiyet sı­nırları içine alınır. Tahmin ürünün farz olma  zamanında yapılır.

b) Ahmed b.  Hanbel, İshak,  Leys,  Ebu Ubeyd ve İbn Hazm'e göre, tahminde, ürünün 1/3 (üçte biri)  veya  1/4'i (çeyreği) mükellefe bırakılır.  Çünkü kendisi,  ailesi, misafir­leri, komşuları, arkadaşları ve isteyenler ile kuş vb. hayvan­lar, gelip geçenler yiyerek tüketimde bulunabilir. İbn Hazm, daha da ileri giderek, şöyle der: Hasada kadar düşen, kuş, hayvan ve yoksulların aldığı, hasad zamanı tasadduk edilen­ler hep dışarda bırakılır. Zekât ürün ancak ölçülebilecek hale gelince farz olduğundan, bundan öncesi nazarı itibara alın­maz. Memur, bunların  çokluğuna göre, iki orandan birini takdir edebilir, istisna böylece takdir edilir.  Tahminci,  bu miktarı bırakmasa da, mükellef onu nisap hesabına katmaz. Ödemeyi mükellef kendisi yaptığı takdirde, aşırı gitmeksizin yine bu şekilde hareket edilir,  ancak aşırı gitmemeye özen gösterilmelidir.

b) Yanılmada Ödeme Durumu:

a) Malik ve Medineli yedi hukukçudan biri olan el-Kasım b.  Muhammed'e göre, ödenecek miktar değişmez, aynen uygulanır.

b) İbn Hazm'e göre, ürünün çokluğuna ve azlığına göre, ikmal veya geri verme yollarından biri uygulanır.

c) Ebu Ubeyd'e göre, fahiş hatada ödenecek miktar ta­mamlanır veya geri alınır. Fakat insanların çoklukla yanıldığı miktar hoşgörülür. Yusuf Kardavî de Ebu Ubeyd'in gö­rüşünü benimseyerek, yanılmanın büyüklüğü halinde fazla­lık için ödem'e, azlık için geri alma şeklinde hareket edilme­sini savunur.

 

Havelân-ı Hav1: [1006]

 

Ziraat ürünlerinin zekâta tâbi olması için, hasattan sonra bir yıl geçmesi şart değildir. Yıl içindeki her hasat mevsimi için ayrı ödeme yapılır. [1007]

 

Nema: [1008]

 

Zekât mevzuu malla ilgili genel şartlardan biri olan artıcı olma vasfı, öşre tâbi ürünler için de aranır. Zaten bu tür ürünler, hakikî artıcılık vasfı taşımaktadırlar; hatta bizzat kendileri nema­dırlar.

 

Özel Şartlar:

 

Öşre Tâbi Topraklarda Yetişmek:

 

Giriş:

 

Ziraî mahsuller araziden elde edildiği, arazi ise her zaman ekip biçenin mülkü olmadığı için, öşürde arazi mülkiyetinin rolü üzerinde durulmuş, haracî, mirî, kiralanmış ve mülk arazide, bir nevi arazi vergisi olan haraç ile zekât mahiyetindeki öşrün birleşip birleşmiyeceği tartışılmıştır.

öşrî arazi, müslümanların ganimet hissesi, ihya, tevarüs, ikta yollarıyla elde ettikleri mülkleri; haracî arazi, fetih sırasında askere dağıtılmayıp bütün müslümanlar lehine vakfedilen yahut da gayrimüslim sahiplerinin mülkiyetinde bırakılıp haracı ammeye sarfedilen arazidir. İşte bu haracî arazi -ki Selçuklulardaki ıktalar ile Osmanlılardaki tımarlar da aslında buna dahildir- müslüman­ların mülkiyetine geçebilir mi ve geçerse haraç ile öşür birleşebilir mi meselesi öteden beri tartışma konusu olmuştur.

 

Şart Olması: [1009]

 

a) Hanefî Mezhebine göre, öşür ödenecek ürünlerin, öşür top­rağında yetişmesi şarttır; haraç toprağında yetişen ürün için zekât ödenmez.

b) Cumhur'a göre, her çeşit arazide yetişen ürünler için zekât ödenir, toprağın öşür veya haraç toprağı olması dikkate alınmaz.

 

Toprakların Sınıflandırılması:

 

Gerek hususi ve gerekse amme mülkiyeti altında bulunan top­rakların bütünü vatanı teşkil eder. Vatan, devletin ayrılmaz bir unsurudur. Toprağın bu siyasî ehemmiyeti yanında, altındaki ve üstündeki servet kaynaklarının işletilmesi ile millî servetin art­masını, millî ekonominin gelişmesini sağlamak gibi, yine am­meyi alakadar eden hususiyetleri vardır. İşte bu ehemmiyet ve hu­susiyetler sebebiyle, İslâm hukukunda toprağın, mülkiyet ve tasarruf bakımlarından birkaç kısma ayrıldığını görüyoruz: [1010]

 

I. Özel Mülkiyet Altındaki Topraklar (Arazî-i Memluke):

 

Mülkiyeti tam olarak özel kişilere ait topraklar, Arazi-i Memluke adını alır. Bu tür topraklar, birkaç çeşittir: [1011]

1) Şehir, kasaba, köy vb. yerleşim merkezlerinin içindeki ar­salar ile bu yerlerin kıyı ve banliyölerinde bulunan yarım dönüm kadarhk topraklar; bunlar bina ve bahçe olarak kullanılır ve öşre tâbi olmazlar.

2) Devlet topraklarından ayrılarak, meşru bir şekilde şahıs­ların mülkiyetine geçen topraklar. Bu tür topraklar, iki çeşittir ve öşre tâbidir:

a) Devletin, istediği yeri, hizmeti görülen şahıslara verme­siyle özelleşen topraklar,

b) Mülkiyeti kendine ait olmak üzere ihya ve imar edilen topraklar.

3) Öşür Toprakları (Arazi-î Öşriyye): Bunlar savaş yo­luyla fethedilerek gazilere ganimet payı olarak veya başka müslümanlara dağıtılan topraklardır. Adından da anlaşılacağı üzere, bu tür topraklar, en açık şekilde öşre tâbi topraklardandır.

4) Haraç Toprakları (Arazi-i Haraçîyye): Fethedilen yerlerdeki müslüman olmayan sahiplerine bırakılıp haraca bağla­nan veya müslümanlar lehine vakfedilmiş arazidir.  Hanefî Mez­hebine göre haraç topraklarından, haraç  adı verilen ve harcama yeri  belli  bir vergi  alındığından, [1012] ayrıca zekâta tâbi olmazlar. Müslüman olsunlar veya olmasınlar haracı ödendikçe sahiplerinin elinde kalır. Sahibinin müslüman olması veya zimmîden müslü-mana intikal etmesiyle haraç düşmez.

5) Fetih sırasında müslümanlığı kabul eden eski sahiplerine bırakılan topraklar; bunlar da öşre tâbidir.

Özel mülkiyet altındaki topraklar, -ister öşre, ister haraca tâbi olsunlar- miras hükümlerine de konu olurlar.

 

II. Devlet Mülkiyetindeki Topraklar (Arazi-i Miriyye, Arazî-i Memleket Veya Millî Arazi):

 

Şahısların mülkü olmayan, mülkiyeti doğrudan doğruya dev­lete ve dolayısıyla kamuya ait olan topraklar Devlet Toprakları adını alır. Gereğinde tasarruf hakkı fertlerin eline verilebilen dev­let mülkiyetindeki topraklar da birkaç çeşittir:

1) Fethedildiği zaman ne gazilere, ne de eski sahiplerine ve­rilmeyip, hazineye bırakılan topraklar,

2) Nasıl alındığı ve kime verildiği bilinmeyen topraklar,

3) Özel mülkiyet altındayken sahiplerinin mirasçısı olma­dan, vasiyetsiz ve borçsuz olarak ölmesi üzerine hazineye kalan topraklar,

4) Kime ait olduğu bilinmeyen ve sahipsiz topraklar,

5) Mülkiyeti devlete ait olmak üzere ihya ve imar edilen top­raklar,

6) Kamu yararına, umumun istifadesine bırakılan, yani bir nevi toplu mülkiyet altında bulunan topraklar; Arazi-i   Metruke adı da verilen ve özel mülkiyet altına alınmayan bu tür topraklar iki çeşittir:

a) Bütün halkın istifadesine sunulan umumî yollar, pazar ve panayır yerleri, meydanlar, parklar ve namazgahlar gibi ya­pıların bulunduğu topraklar,

b) Yalnızca bir şehir, kaza veya köy halkına mahsus otlak, kışlak, baltalık, ormanlık gibi yerler. Arazi-i Metruke'ye İslâm'ın ilk devirlerinde Arazi-i Mahmiyye veya sadece Hima ya da Arazi-i Mirfaka denirdi.

7) Ölü topraklar manasındaki Arazi-i Mevat adını alan sa­hipsiz ve işlenmemiş topraklar. Bu tür topraklar, diğer toprak çeşit­leri dışında kalan, oturulan yerlerden oldukça uzak, kullanılma­yan yerlerdir.

Devlet toprakları gerektiğinde vergi veya icar karşılığında özel mülkiyetin tasarrufuna verilebilir.

Özel mülkiyet altındaki topraklarla devlet mülkiyeti altın­daki topraklar, yer değiştirebilirken, vakıf topraklar kesinlikle yer değiştirmeyerek, sadece amacı doğrultusunda hizmet görüp görme­diğinin, kontrolü devlete ait olur.

Ebu Hanife'ye göre, dâr-ı harpte müslüman olanlar da, toprak­larından elde ettikleri ürün için öşür ödemekle mükelleftir. [1013]

 

III. Vakıf Topraklar (Arazi-i Mevkufe):

 

Özel mülkiyet veya devlet mülkiyeti altındayken Allah rızası için bir hayır yoluna vakfedilen topraklar Arazi-i Mevkufe adını alır. Bu tür topraklarda ziraat yapıldığında elde edilen ürün zekâta tâbidir; ancak Şafiî Mezhebine göre, muayyen bir şahsa ait olmadığı için, vakıf toprakların öşre tâbi olmaması gerekir. [1014] Bu konuda, özel mülkiyetteki hükümler geçerli kılınmalı, belki bazı durumlarda İmam Şafiî'nin içtihadı uygulanmalıdır.

Kökü çok eskilere giden bu taksime bakarak, İslâm'da hususî ve ferdî arazi mülkiyetine yer verildiğini, çeşitli sebeplerle arazi­nin bir kısmının devlet ve amme mülkiyetinde bırakıldığını, vakıf yoluyla aslı şahısların mülkü olan topraklardan ammenin fayda­lanmasının sağlandığını, hususî ve amme mülkiyetlerinin yer de­ğiştirmesinin mümkün bulunduğunu -nazarî olarak- tekrarlamak mümkündür.

Herhangi bir tarihte çıkarılmış arazi kanunnamesindeki taksim ve tasnife dayanılarak bir toprak için “öşür gerekir, öşür gerekmez” demek, tarihî gelişmeyi günümüzdeki tasarruf şeklini nazarı itibara almamak, ilme ve gerçeğe uygun düşmez. Hanefî hukukçu İbn Nuceyn, Mısır topraklarının mülkiyet ve vergi statü­sünü incelediği risalesinde vakıf topraklarının öşre tâbi olduğunu, ortak ziraatçilikte hem vakfın, hem de diğer ortağın öşür mükellefi olduğunu, toprakların kiraya verilmesi durumunda özel mülkiyetlerdeki hükmün geçerli kılınacağını, ama Ebu Yusuf ile Muhammed'in gorüşlerinin tercih edilerek topraktan ürün çıkaranın mü­kellef olması gerektiğini belirtmiştir. [1015]

Bir ülkenin iktisadî ve içtimaî hayatı içinde önemli yeri bu­lunan toprak mülkiyeti meselesi, o ülkenin tâbi bulunduğu rejime göre şekillenmektedir. İslâm, ferdî ve hususî mülkiyet hakkını top­rağa da teşmil etmiş, ancak toprağı işleyen ve mahsul alan kim­seye bir vergi mükellefiyeti yüklenmiştir. Bu vergi, toprağın mülk olup olmamasına göre değişen öşür veya haraçtır. Ülkeye savaş yo­luyla katılan bir toprağın kimin mülkü olacağı konusu, başlan­gıçta açıklığa kavuşmamış, ictihadla bu hususu tayin salahiyeti devlete bırakılmış; devlet başkanı,

a) Toprağı mülk olarak savaşçılara dağıtmak,

b) Vergisinden bütün müslümanların istifade edebilmesi maksadıyla mülkiyetini devletin elinde bırakmak  (ammeye vak­fetmek) şıklarından birini tercih hususunda seçimli olmuştur.

İslâm tarihi boyunca idareciler, iktisadî ve içtimaî şartları, İslâmî esaslara -zahiren de olsa- intibak ettirerek toprak rejimini tayin etmişler; genellikle ıkta ve timar sistemi uygulanmakla bir­likte, daima ve her yerde hususî mülk halinde topraklar bulunmuş ve son devirde, hemen her yerde ıkta ve timar sistemleri kaldırıla­rak hususî mülkiyet sistemi getirilmiştir. Böylece, günümüzde hiç­bir İslâm ülkesinde haraç toprağı kalmamış; toprak hem hukuken, hem de fiilen sahibinin özel ve tam mülkü haline gelmiştir. Bu ta­pulu arazi, mülkiyetin bütün vasıflarını ve hükümlerini içine alır. Durum böyle olunca, müsîüman toprak sahibi, mülkü olan veya ki­raladığı topraktan elde ettiği ürünün öşrünü ödemekle mükellef olur. Hiçbir bahane, kişiyi, bu durumda öşür ödeme sorumluluğun­dan kurtaramaz. Aslında zekât, fakirin hakkıdır, toprak da kişiye Allah'ın bir emanetidir. Bu sebeple, Türkiye'deki bütün topraklar öşre tâbidir. Devlete ait hazine topraklanyla vakıflar idaresine ait topraklar hariç tutulursa, başka cins arazi bulunmadığı söylenebi­lir. Esasen vakıf olup, bugün tapu ile tam mülk haline gelmiş top­raklar da öşre tâbidir. Çünkü onların vakıf olmayla fiilen hiçbir ilgisi kalmamıştır. Fukaha ve tarihçilerin sözünü ettiği haraç top­rakları, bugün için kalmamış, özel mülk haline gelmişlerdir. Özel topraklardan toprak vergisi alındığı gibi, öşür de ödenmelidir.

Öyleyse, daha ziyade öşür diye bilineh ziraî mahsuller zekâ­tının, arazinin müslüman şahsın mülkü olup olmadığına bağlı de­ğişkenliği  -zamanımızda haracî ve mirî neviden arazi kalmadığı için- tesirini kaybetmiş sayılabilir, bugün şahısların tapulu arazi­leri hususî mülkleridir ve öşre tâbidir. [1016] Toprakların mazideki statüsü değil, şimdiki statüsü geçerli kılınır, .

 

Toprakların Tasnifinin Sonuçları:

 

I. Haraç Topraklarının Mülkiyeti: [1017]

 

a) Cumhur'a göre, -diğer vakıf topraklarda olduğu gibi, bunlar da vakıf kabul edildiğinden- haraç topraklarının alınıp satılması caiz değildir; haracı da devamlıdır.

b) Bazı hukukçulara göre, devlet başkanı savaşla alınan ha­raç toprağını sahiplerine bırakınca, onlar bu  topraklara mirasçı olabilirler ve onları satabilirler.

c) Bir grup hukukçuya göre, haraç topraklarının satımı caiz değilken, alımı caizdir.

d) İbn Kudame, doğruluğuna hükmedince, devlet başkanı kamu yararı için satabilir görüşünü savunur.

 

II. Mülkiyetin Devrinden Sonra Haraç: [1018]

 

Nazarî planda bu tartışma devam ederken, fiil ve tatbikat sa­hasında haracı arazi çeşitli yollarla müslümanların hususî mülkü haline gelmiştir.

Hz. Peygamber devrinden, Osmanlıların sonuna kadar bütün devirlerde ya ıkta ve hibe yoluyla veya satış ve tevarüs yollarıyla haracı arazinin hususi mülkiyete geçtiği görülmüştür. Merkezî oto­rite zayıfladıkça, hususî mülkiyet sahası genişlemiş, kuvvetlendikçe daralmıştır. Fatih, Yavuz ve Kanunî zamanlarında birçok vakıf ve mülk arazi -zecrî tedbirlerle- yeniden mirî (haracî) hale getirilmiştir.

Klasik hukukçuların icmaına göre, haraç topraklarının mül­kiyeti sahiplerinin müslüman olması veya Müslüman, miras ve alım-satımla devredilmesi halinde -ki fiilen artık böyledir- haraç mükellefliğinin düşmeyip, mülkiyetinde olana ait bulunur. Haraç toprağı müslüman nesillerin toprağıdır, bu sebeple haraç düşmez. Ancak, İbnu'l-Kayyım'ın ifadesine göre, müslümanların menfaati öyle gerektiriyorsa, haracın bazı kimselerden tahfif ve ıskatı da ca­izdir.

 

III. Öşür Ve Haracın Birleşmesi: [1019]

 

Haraç ebediyen düşmeyeceğine göre, ikisi birleşirler mi, yoksa öşür mü düşecektir konusu tartışmalıdır:

a) Hanefi Mezhebi, Leys b. Sa'd, Şa'bî ve İkrime'ye göre, bir toprakta öşürle haraç birleşmez; arazinin durumuna göre haraç ya da öşür alınır. Haraç arazisi kimin mükliyetine geçerse haraç ile beraber geçer. Ancak bu mezhebe göre de, haracı ve miri arazinin öşrî hale gelmesi mümkün ve caizdir, bu takdirde haraç değilse de öşür alınacaktır.

Yunus Vehbi Yavuz'a göre, Ebu Hanife'nin görüşü, diğerle­rinden daha sağlamdır. Zira o devirde öşür, müslümanlarm elinde bulunan topraklardan alınmıyordu. Müslüman olmayanların mülk ve tasarrufundaki topraklardan öşür değil, vergi almıyordu. Bunun sebebi de, sahiplerinin müslüman olmaması idi. Müslümanlardan haraç alınmayacağına göre, ister fethedilen ülkelerden ellerine geçsin, ister sonradan gayrimüslimlerden satın alınsın ve ister mal sahibi müslümanlığı sonradan kabul etsin, vergiye değil, ze­kâta tâbi olması gerekir.

b) Cumhur'a göre, öşür ile haraç birleşir, yani haraca tâbi bir arazi müslümanın mülkiyetine geçerse,  yeni sahibi hem haracı, hem de çıkan mahsulün zekâtını öder. Öşür farzdır, haracın farz olması onu düşürmez.  Bu durumda haraç, borç gibi ele alınır ve matrahtan düşülür. İbnu'l-Munzir, bu görüşün çoğunluğa ait oldu­ğunu belirtir; gerçekten de Ömer b. Abdilaziz, Rebi'a, Zuhrî, Malik, Evzaî, Sevrî, İbn Ebi Leylâ, Hasan b. Salih, Leys, Ahmed, İshak, Ebu Ubeyd ve Davud ez-Zâhirî bu görüşü benimsemektedirler.

Yusuf Kardavî, Mahmud Şeltut, Muhammed Ali Sayis ve Hayreddin Karaman, bu görüşün, delilleri açısından daha kuvvetli ol­duğunu belirtmektedirler.

 

Öşür Toprağında Fiilen Ziraat Yapılması: [1020]

 

Öşre tâbi “arazi üzerinde fiilen ziraat yapılarak mahsul elde edilmişse öşür ödemek gerekir. Bu sebeple, sadece bilfiil ziraat ya­pılan arazide yetişen üründen dolayı zekât ödenir. Öşre tâbi arazı üzerinde bulunan odun, kuru ot, kamış, yaprak vb. toprağa zararlı olan bitkiler için öşür ödenmez. Fakat bu gibi bitkiler, ticaret eş­yası olarak kullanılırsa, ticarî zekât statüsüne tâbi olurlar. Öşre tâbi toprakta bilfiil ziraat yapılmıyorsa, öşür ödenmez. Fakat ha­raca tâbi topraklarda, ziraat yapılsın yapılmasın, haraç mükellefi­yeti kalkmaz. Zira haraç ürüne değil, toprağın işlenmesine bağlı bir vergidir.

Öşür, sahipsiz topraktan ve yabani olarak kendiliğinden yeti­şen meyveler üzerinden de alınır. Çünkü öşre tâbi bir ürünü teslim etmek için bir bakıcının bulunması gerekli değildir. Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybanî, bu çeşit topraklardan elde edilen ürünler­den öşür alınmayacağını savunurlar. Çünkü bunlar, karşılıksız, bedelsiz ürün verirler ve ilk sahibinin malı haline gelirler.

Ticaret için satın alınan toprak veya ağacın ürünleri ve ken­dileri, hem ziraî, hem ticarî nisabı bulunca, Ebu Hanife ve Ebu Sev­r'e göre, ürünler için ziraî, toprak için ticarî zekât statüsü uygula­nır. Îbnu'l-Arabî ve onun görüşündeki hanbelî hukukçular ile el-Hasen b. Hayy'e göre bütünü ticarî statüye tâbi olur. [1021]

Hanefî Mezhebine göre, ticaret için alınan öşür veya haraç toprağı için, sadece öşür veya haraç ödenir. [1022]

Yusuf Kardavî, iki özellikten birinin tercih edilerek, ziraî ya da ticarî zekât statüsünün uygulanması gerektiği kanaatini taşır. [1023]

 

Öşre Tâbi Ürünlerden Olmak: [1024]

 

İslâm vergi hukukunun ortaya çıkışını inceleyen Salih Tuğ, bu konunun tarihî gelişmesini şöylece açıklamaktadır:

“Bakara: 2/267 âyetinde umumî bir kaide olarak “(...) toprak­tan çıkardığımız şeylerden (...)” diye meselenin vazedilmesine ve Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadiste de “(...) topraktan çı­kan şeylerde uşr vardır (...)” denmesine rağmen, Yemen'e vergi tahsil salahiyeti ile gönderilen memurlarına sadece buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden öşür toplama yetkisini tanımaktadır. Bu­nun yanında şimalde mukim Cuhayna kabilesine yazılan bir ya­zıda ziraî vergi mevzuu sadece simâr olarak gösterilmekte ve bunda öşür tatbik edileceği kaidesi vazedilmektedir. Keza Hicaz bölgesindeki Has'am kabilesine yazılan yazıda akar su ve yağmur suyu ile sulanan arazide elde edilen her nevi mahsulden müslümanların vergi verecekleri belirtilmektedir. Ayrıca Bahreyn'e ve Umman'a giden memurların müslimlerden,  hurma mahsulünden öşür ve hububattan ise nısfu'1-uşr tahsil ettiğini biliyoruz. Has'am kabilesi misalinde olduğu gibi, umumen her nevi mahsullere vergi yüklendiği ve mahsul nevi belirtilmediği vakıalarda ise, bu duru­mun orada çıkan mahsulün mahdut neviden olup, esasen herkesçe bilinen oraya mahsus şeyler olmasından ileri gelmesi mümkün bu­lunmaktadır. Keza bazı mektuplarda da “(...) namazı vaktinde kılı­nız ve zekâtı da gerektiği şekilde (muayyen mevzu ve nispetlerde) ödeyiniz (...)” şeklinde kaidenin vazedilmesi, ya ora ahalisince ze­kâtın ne olduğunun bilindiğini veya gönderilen memurların bunu ayrıca halka, Hz. Peygamber'den aldıkları yazılı veya şifahî vergi talimatı mucibince şifahen bildirdiklerini gösterir. Esasen Hz. Peygamber'in bazı bölgelere gönderdiği yazılarda zekât mevzu ve nispetlerini bir bir ele alıp gösterdiğini tespit edebilmekteyiz; bun­lardan bir kısmı kaybolmuş, günümüze kadar ulaşmamış ise de, diğer bazıları birçok kaynaklarda iktibas suretiyle zamanımıza kadar gelmiş bulunmaktadır. Ana hukuk kaynaklarında ziraî mahsuller, umumî olarak vazedildikleri halde, bir kısım hukukçu­lar ilerki devirlerde bunun münakaşasını yaparlarken bazı mah­sul nevilerini zekâttan hariç tutma yoluna gitmişler, meyve, sebze ve sair bazı mahsulleri, üzerinden vergi ödenmeyen şeyler olarak göstermişlerdir.” [1025]

Gerçekten de hukukçular, ziraî ürünlerin zekâta tâbi olması konusunda ürün ayırımı yapılıp yapılmamasını uzun uzun tartış­mışlardır. Bazıları ürünler arasında ayırım yaparken, bazıları herhangi bir ayırım yapmaz:        

 

Ürün Ayırımı Yapanlar:

 

I. Bekletilebilen, Kurutulabilen, Gıda Olan Ve Ölçüye Giren Ürünler:

 

a) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, hububat ve kalıcı meyvası olan bitkiler için öşür ödenir;  -ilaç vb. ile- müdahale edilmeden enaz  bir yıl  bekletilemeyen  -msl.,  karpuz,  kavun,  hıyar,  meyva, sebze gibi-ürünler için zekât ödenmez. [1026]

b) Şafiî ve Malikî Mezheblerine göre, ziraî ürünlerin zekâta tâbi olması için, şu üç şartı taşıması gerekir:

1) Gıda olmak: Tabiî olarak gıda vasfını taşımayan fın­dık, fıstık, ceviz... -bekletilebilse de- zekâta tâbi değildir; zaruret halinde yenen maddeler azık olamazlar, çünkü insanlar bun­ları yiyerek yaşamaz.

2) Kurutulabilmek:  Elma,  armut,  şeftali,  nar gibi meyvalardan da öşür ödenmez;  çünkü bunlar kurutulmaz ve ambar­lanmazlar.

3) Ambarlanmak: Yukarıda örnek olarak sayılan meyve ve sebzeler aynı zamanda anbarlanmadığı için zekâta tâbi tu­tulmazlar. [1027] Bu iki mezhep, bazı hadislerle, ambarlanabilen gıda maddelerinin,  diğerlerine bakarak daha kıymetli oldukla­rını gözönüne almış ve bu sonuca varmışlardır.

c) Hanbelî Mezhebine göre de, şu üç özelliği taşıyan ürünler zekâta tâbidir:

1) Ölçüye girme,

2) Bekletilebilme,

3) Kurutulabilme; olduğu gibi veya kurutularak durabilen ve ölçü ile devredilebilen mahsuller. Ancak, Ahmed b. Hanbel'den çeşitli görüşlerin nakledildiği unutulmamalıdır. [1028]

Bu görüşleriyle ÜM, ziraî mahsuller için adeta havelân-ı havl şartını aramış olurlar.

Libya Zekât Kanunu (m. 9), yalnızca ölçülebilen (keylî) ürün­leri zekâta tâbi tutar.                                             

1986 tarihli Mısır Zekât Kanunu (m. 19), saklanabilen ve gıda olarak kullanılan hububat, yağlı tohum ve bütün çeşitleriyle meyvaları zekâta konu yapar. [1029]

 

II. Hz. Peygamber Devrindeki Ürünler:

 

Abdullah b. Ömer, el-Hasenu'1-Basrî, Şa'bî, bir nakilde Ah­med, Musa b. Talha, İbn Şirin, el-Hasen b. Salih, İbn Ebi Leyla ve İbnu'l-Mubarek gibi selef müctehi di eriyle Ebu Ubeyd ve Şevkani'ye göre, -Hz. Peygamber devrindeki uygulamaya ve hadislere baka­rak- sadece buğday, hurma, arpa ve kuru üzümden dolayı öşür öde­nir. Nehaî de bu görüştedir; ancak o bunlara zerreyi de ekler. [1030]

 

Ürünlerde Ayırım Yapmayanlar: [1031]

 

Ebu Hanife, İbn Hazm dışındaki zahirî hukukçular, bir kav­linde Nehaî, Ömer b. Abdilaziz, Hammad ve malikî hukukçular­dan İbnu'l-Arabîye göre, -toprağı değerlendirmek üzere ekip dikile­rek elde edilen- bütün ziraî ürünler zekâta tâbidir. Ebu Hanife, bunu, “toprağı değerlendirmek üzere ekilen ve istifade edilen her türlü ürün öşre tâbidir” şeklinde ifade eder. Zira konuyla ilgili âyet ve hadislerde, ürün ismi sayılmaksızm “yerin bitirdiği, yerden çı­kan, yağmurun suladığı...” gibi ifadeler umumîdir. Bunları tahsis edecek ve bazı mahsulleri istisna edecek kuvvetli bir delil yoktur. [1032]

Görüşler içinde tercihe şayan olan, Mahmud Şeltut ve Yusuf Kardavî'nin belirttikleri gibi, -umumî naslar ve zekâtın ruhu kar­şısında- Ebu Hanife ve onun gibi düşünenlerinkidir. Bu sebeple top­rağa ekilen ve öşür toprakları içinde yetişen her çeşit ürünün öş­rünü ödemek gerekir. Her ne kadar hadislerde zekâta mevzuu mal­lar isim olarak zikredilmemişse de, bu hadisler, o devirde Arabis­tan topraklarının en çok yetiştirdiği ürünlerden olmalarına binaendir. O devirde mevcut mahsullerin mahdut oluşu, ayiıı toprak­larda veya başka topraklarda modern usullerle yetiştirilen diğer mahsullerden zekât alınmayacağı manasına gelmez. Hadislerde belirtilen toprak ürünleri, o devirde müslümanların yayıldığı ülke­lerde umumiyetle zekâta tâbi mallara birer misaldir. Hadislerdeki kasr (daraltma) ifadesi, bunlardan başka yetişen mahsullerden ka­tiyen zekât alınmayacağı manasına gelmez. Şu halde, hadislerde ismi geçmeyip sonradan keşfedilen veya başka ülkelerde yetişen bütün toprak mahsulleri, özellikle baklagiller ve yeşillikler de ze­kâta tâbidir. [1033]

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, topraktan ve ağaç­lardan, 1983-4 tarihli zekât kanunu tasarısı, (m. 10) ise nema ve üretim için ziraat yapılan topraktan çıkan her çeşit ürünü zekâta tâbi tutarlar. [1034]

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 17/1) da, bütün ziraî ürünlerin, meyvalar, sebzeler, çiçekler vb. nin zekâta tâbi olduğunu benimsemiştir. Buna göre, hububat, yağlı tohum, sebze, meyva, elyaf veya ahşab için ekilen-dikilen bitkiler, tıbbî bitkiler, çiçek ve süs bitkileri zekâta tâbidir.

Burada, bazı ayrıntılı durumları da açıklamakta yarar gör­mekteyiz:

1) Hanefî Mezhebine göre, ancak ziraat yapıldığı takdirde is­tifade edilebilen, kendi başına hiçbir işe yaramayan kavun, kapuz, patlıcan tohumu gibi maddelere zekât düşmez. Fakat bunlarla tica­ret yapılıyorsa, ticarî zekât statüsüne tâbi olurlar. [1035] Ancak, bunu, “servet olma amacı taşımadıkça” şeklinde kayıt altına almak ge­rekir. Şu halde, kimi bitkiler, bunun için ekilirse umumî hükümler içinde yer almalıdır. Devamlı olarak toprağa bağlı kalan hurma, zeytin gibi ağaçlara zekât gerekmez. Çünkü bunların kendileri de­ğil, ürünleri zekâta tâbidir. Ağaçtan çıkan zamk, reçine ya da başka ad alan yapıştırıcı vb. maddelere -ticarî gaye taşımadıkça-zekât düşmez. [1036] Merada biçilen otlarla, dağlarda kendiliğinden yetişen ve kesilen kerestelik veya başka ağaçlardan, kamışlardan ve arazi içinde avlanan balıklardan dolayı öşür ödemek gerekmez. Fakat dağlardan toplanan meyvalardan, öşür toprağındaki her sene kesilip satılacak ağaçlık, kavaklık, kamışlık veya çayırlık olarak işlenen ürünlerden dolayı zekât ödemek gerekir. [1037] Öşür toprağında bulunan ve kendisiyle ipek kurdu beslenen dut yaprak­ları için öşür ödenir. İpek, hayvana tâbi olduğu için, ipeğinden do­layı öşür ödenmez, zira ipek kurdu öşre tâbi değildir. [1038]

b) Zuhrî'ye göre, buğday, arpa, hurma, üzüm ve zeytin dışın­daki ürünlerin zekâtı kendilerinden değil, değerleri  üzerinden ödenir.

c) Atâ, Zuhrî ve bir nakilde Şa'bî'ye göre, yeşillikler, ceviz ve meyvaların tümü için öşür gerekmez, bunlardan satılanların de­ğeri 200 dirhemi bulunca zekâtları ödenir. Ancak, Zuhrî, bunları nakitlerin zekât statüsünde ele alır.

d) Malik'e göre, kurutulamayacak haldeki üzüm ve hurma, tahmin sonucu satılınca, değeri 5 vesk değerine ulaşırsa, her 200 dirhem için 5 dirhem zekât ödenir. Zeytinyağı elde edilemeyecek durumdaki zeytin de böyledir, ne var ki bu zeytin tahminle tespit edilemez, çiftçinin elinde olan esas alınır.

Yusuf Kardavî, şu görüşü belirtir: “Bu hukukçuların, çabuk bozularak ve telef olarak beytülmalde depo ve muhafaza edilemeyen böyle ürünlerin kendisini değil, değerlerini zekâta tâbi tutmaları isabetlidir. Ancak, ödenecek miktarın % 2.5 olması, aynı şekilde isabetli olmaz. Zira tespit edilen değer, ürünlerin yerine geçtiğinden ödeme oranı % 2.5 değil, duruma göre % 5 veya 10 olarak benim­senmelidir.” [1039]

 

82. Tarife

 

Ziraat ürünlerinin zekâtı, sünnet delilinden anlaşıldığı gibi, sulamadaki şekle, daha doğrusu emeğe göre üç şekilde ödenir: [1040]

1) Yağmur, nehir, çay, ırmak gibi tabiî sularla sulanan top­raklardan elde edilen ürünlerde zekât oranı % 10'dur.  [1041] Çünkü bu şekilde elde edilen' üründe emeğin payı azdır.

2) Kova,  dolap veya taşıma suyla sulanan araziden alınan üründe emeğin payı yüksek olduğundan oran % 5'tir. [1042]

3) Öşre tâbi toprak, hem yağmur veya ırmak, hem de âletle elde edilen sularla sulanırsa, Atâ, Sevrî, Ebu Hanife, bir nakilde Şafiî ve Hanbelî Mezhebine göre, daha çok kullanılan sulama şekli esas alınır ve öşür buna göre oranlarak ödenir; fakat bazı hanefî hukukçulara göre, sulama türünden her birine eşit miktar ayrılarak ödenir.   Sulama türleri eşit olunca, Hanefî Mezhebine göre -mükellefin lehine olarak- ürünün % 5'i, ÜM'e göre % 7.5'u ödenir. Hangi sulama çeşidinin fazla olduğu bilinmezse, ödeme -ihtiyaten-% 10 üzerinden yapılır. [1043]

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, Mısır'daki arazinin yalnızca külfet ve zahmetle sulandığını dikkate alarak, ziraî ürün zekâtında oranı % 5 olarak belirlemiştir. [1044] Halbuki, oran sulama­nın aletli olup olmamasına göre belirlenmelidir. En azından ka­nun metninde böyle bir hüküm bulunmalı, yorum şura ehline bıra­kılmalıydı.

Mükellef ve zekât memuru, sulama türünde ihtilaf edince, memur mükellefi yemin ettirdikten sonra, mükellefin sözü esas alınır, yemin etmezse sadece memurun dediği kabul edilir. [1045]

Günümüzde sulama kanal ve motopomplarla yapılmakta, ay­rıca verim için suni gübreler kullanılmakta ve ilaçlamalar yapıl­maktadır. Bütün bunların yapılabilmesi için de işçi ve amele ücreti ödenmektedir. Bu yeni külfet ve girdiler -selefin belirttiği gibi- öş­rün oranını indirmez; ancak bunlar matrahtan düşülürler. [1046]

Yunus Vehbi Yavuz ise şu görüşü ileri sürer:

“Bugün sula­mada kullanılan hayvanların yerini motor gücü, havuzların yerini de barajlar almıştır. Gerek iptidai usulde olduğu gibi, hayvan ve havuzlar yardımı ile sulanan arazi, gerekse motor ve baraj suları ile sulanan arazi aynı hükme bağlıdır. Eğer baraj suyu para karşı­lığı temin ediliyorsa, hüküm havuz suyu hükmündedir, yani % 5 zekât ödenir. Yok, eğer bedava temin ediliyorsa o takdirde kendili­ğinden sulanan topraklar hükmü cari olur, yani % 10 zekât ödenir. Hayvan ve havuz yardımı ile veya bunların yerinde kullanılan motor, baraj vb. teknik vasıtalarla sulanan toprak mahsullerinden % 5, yani kendiliğinden sulanan arazilere nispetle 1/2 nispetinde daha az zekât alınmasının sebebi, bu gibi toprakların işletilme­sinde dışardan bir güç tatbik edilmesi neticesi yapılan masraf ve çekilen zahmetlere binaendir. İslâm dini sarf edilen enerjiyi ve yapılan masrafları gozonünde bulundurarak âdilâne bir hüküm koymuştur ki, müslümanlar mağdur kalmasın.” [1047]

 

83. Ödeme

 

1- Zamanı:

 

Öşrün Farz Olma Vakti:

 

a) Hanefi Mezhebine göre, öşür topraklarından zekât öden­mesi için, ürünün tamamen yetişip elde edilmesi gerekir; daha önce ödenmez:

1) Meyvalı bitkilerin zekâtının farz olma vakti, meyvaların ortaya çıktığı, yani bozulma ihtimali kalmadığı zamandır. Bu durumda meyva, faydalanılabilecek hale gelmiş olduğundan, bozulma ihtimali de ortadan kalkar. Zekât miktarı, mahsul top­lanınca ayrılır ve ödenir.

2) Hububatın zekâtının farz olma vakti, samanlarından ayrıldıktan ve tartıldıktan sonradır. [1048]

b) Şafiî Mezhebine göre, hububatın kuvvetlenme vakti (zekâtı, ayrıldıktan sonra ödenir), meyvaların ise bozulma ihtimalinin or­tadan kalktığı an, öşrün farz olma vaktidir. Bu zamandan önce, meyvayı veya ekini toplamakla zekât düşer;  ancak bu,  zekâttan kaçmak için yapılırsa mekruh, ihtiyaç için yapılırsa caizdir. [1049]

c) Maliki Mezhebine ve Ebu Yusuf’a göre, öşrün farz olma vakti, ürünün toplanabilir hale geldiği zamandır. [1050]

d) Hanbelî Mezhebine göre, öşrün farz olma vakti, hububatın kuvvetlendiği ve anbarlanabildiği; meyvaların da  yenebilir hale geldiği vakittir. [1051]

e)  Muhammedeş-Şeybanî'ye göre,  bilfiil hasad yapıldığı ve temizlendiği zaman, öşrün ödenmesi farz olur. [1052]

 

Öşrün Peşin Ödenmesi: [1053]

 

Ekin Ve Sebzeler İçin:

 

Ziraattan ve ekilenin çıkmasından sonra -sebep bulunmuş olacağından- öşür peşin ödenebilir. Ziraat yapılmadan önce, öşür ödenmez. Ziraatten sonra, ekilenin çıkmasından önce de, Ebu Yusuf’a göre öşür peşin ödenebilirken, Muhammed'e göre ödenmez.

 

Meyvalar İçin:

 

Çiçeklenip meyva haline gelmeye başlamasından sonra mey­valar için ödeme yapılabilir. Bundan önce, Ebu Yusuf’a göre yine ödenir (ancak ödenmez görüşü de nakledilir), Muhammed'e göre ödenmez.

 

2- Şekli:

 

1) Zekât memuru öşrü, harman yerinde teslim alır; mükellef­ler devletin ilgili yerine malını getirmek zorunda değildir. [1054]

2) Öşür topraklarından dolayı ödenmesi gereken öşür, devlet tarafından tahsil edilmezse, bizzat sahipleri tarafından ödenmeli­dir; konuyla ilgili mükellefiyet başka hiçbir şekilde düşmez. [1055]

3) Öşür, malın kendisinden de, değer olarak da ödenebilir; Hz. Peygamber tarafından, ürünün değerini değil, kendisini öde­mek tavsiye edilmiştir. Şafiî Mezhebine göre, ürünün bizzat kendisi zekât olarak ödenir. [1056]

4) Öşrün tahsil ve tevzii, tarım merkezlerinde -bunların çoğu sosyal dayanışmanın kuvvetli olacağı köylerdir- güvenilir kişile­rin önderliğinde yürütülebilir. [1057]

 

84. Terkin [1058]

 

1) Öşür farz olduktan sonra, ürün kusursuz olarak telef olursa zekât borcu düşer:

a) Ebu Hanife'ye göre, kalanın az veya çok olması sonucu değiştirmez.

b) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, kalanla telef olan nisap hesabında birbirine eklenir, zekât kalan, üzerinden ödenir; ürünün bir kısmı tahrip olmuşsa, geriye kalan kısım üzerinden, orantılı olarak öşür ödenir.

“Yanmış harmanın öşrü olmaz” atasözümüz bu görüşlerden çıkmış olmalıdır.

c) Bir nakilde Ebu Yusuf’a göre, kalan ürün nisabı bulursa zekât ödenir.

d) eş-Şafi'i'ye göre, ürünün bütünü üzerinden zekât ödenir.

Şafiî Mezhebine göre, tahminden sonra ve fakat ödeme im­kânından önce ürün tabiî olarak yok olursa, borç düşer, ödeme imkânından sonraysa düşmez.

2) Öşür farz olduktan sonra, ürünün kusurlu olarak telef ol­ması veya ölüm, öşür borcunu düşürmez; ölüm halinde terikeden ödenir. Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'tan, ölüm halinde öşür borcunun düşeceği görüşü de nakledilir.

 

Mevzu

Nisab

Eldeki Miktar

İstisna ve İndirimler

Matrah

Tarife

 

Ağırlık

Değer

S

Kg. Değeri

Tutarı

Aslî İhtiyaç

Masraf ve Diğer Vergi

Sair

Toplam

 

Oranı

Miktar

Hububat

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Meyva

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sebze

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çiçek

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sair Ürünler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

s   .

 

Tablo 94: Ziraî Ürünlerin Zekâtı

 

ÜÇÜNCÜ AYIRIM HAYVAN ÜRÜNLERİ

 

BİRİNCİ BAŞLIK BAL

 

85. Mükellef

 

Mükellefin zekâta tâbi tutulması için gerekli genel şartlar, [1059] bal üreticisi için de aynen geçerlidir.

 

86. Mevzu Ve Matrah

 

1- Balın Zekât Mevzuu Olması: [1060]

 

Bal, Allah'ın insanlara ihsan ettiği en önemli nimetlerden biridir. [1061] Balın zekât mevzuu olmasıyla ilgili olarak, sünnet uy­gulaması bulunmamaktadır; yalnızca Hz. Ömer, baldan zekât tah­sil etmiştir. [1062]

a) Bir gruba göre, bazı şartlarla bal zekâta tâbidir:

1) Hanefî Mezhebine göre, haraç toprağında bulunmayan arının ürettiği bal zekâta tâbidir, zira bu toprak için haraç öde­nir, diğer toprakların öşür toprağı olması dikkate alınmaz.

2) Buharî ve İbn Ebi Şeybe'nin nakline nazaran- Ahmed, Mekhul, Zuhrî, Süleyman b. Musa, Evzaî, İshak, Hz. Ömer, el-Hadi ve Müyyid Billah ile Ömer b. Abdilaziz ve bir kavlinde eş-Şafiî'ye göre, arazi farkı hükmü değiştirmez, her halde bal zekâ­ta tâbidir.

b) Şafiî ve Malikî Mezhebleri ile İbn Ebi Leyla, el-Hasan b. Salih ve İbnu'l-Munzir'e göre, bal zekâta tâbi değildir. Bunlar, balı süte benzetmiş ve hakkında sağlam delil  (hadis) bulunmadığını ifade etmişlerdir.

İbn Kudame, bu görüşü, “sütün aslı olan sâime, zekâta tâbidir” diyerek reddetmektedir.

c) İlk iki görüşü birleştirmeye çalışan Ebu Ubeyd'e göre, sün­net uygulaması ve bağlayıcı bir hüküm bulunmamakla birlikte, bal zekâta tâbi olmalıdır. [1063] Ona göre, farz gibi telakki edilmeksizin, bal sahiplerinin zekât ödemesi emredilmeli, bu konuda teşvikte bu­lunulmalı ve ödenmemesinin kötülüğü anlatılmalıdır. Buna rağ­men zekâtını ödemezse,  diğer mallardaki gibi, kendilerine karşı savaş açılmaz. Ancak, ödememek dinî açıdan hiçbir zaman doğru değildir. Bal sahibi, malının zekâtım getirince, idarenin bunu ka­bul etmesi gerekir.                          

Şevkânî, Sıddık Hasen Han, İbnu'l Kayyım ve Yusuf Kardavî'ye göre, birinci görüş tercih edilip, bal zekât mevzuu olmalıdır. [1064] Zaten Tirmizî, bu görüş ilim ehlinin çoğunluğuna aittir, demekte­dir. Ancak, şunu da belirtelim ki, İbn Abdilberr'in ifadesine göre, çoğunluğun görüşü, balın zekât mevzuu olmadığı yolundadır.

 

2- Zekât Mevzuu Balın Nitelikleri:

 

Genel Şartlar:

 

Öşür için gerekli genel şartlar, [1065] bal için de geçerli kılınır. Ancak balın nisabı konusundaki görüşler, öşür ürünlerindeki hu­bubat dışında kalan ürünlerden biraz farklıdır: [1066]

a) Ebu Yusuf’a göre, balın nisabı on rıtıldır. Ondan nakledi­len diğer görüşe göre, ölçülenlerin en aşağısının 5 vesklik değeri­dir. [1067]

b) Muhammed eş-Şeybânî'den beş ferak, beş menn veya beş kirbet olacağı nakledilir. 1 ferak, 36 rıtıl, 1 menn 2 rıtıl, 1 kırbet 100 rıtıldır.

c) Ahmed b. Hanbel'e göre, balın nisabı, birimi 16 rıtıla eşit olan 10 feraktır. Böylece, ona göre nisap, Bağdat ntlıyla 16, Mısır rıtlıyla 144 rıtıldır.

d) Yusuf Kardavî ise, öşürdeki nisap miktarında ısrar etmek­tedir. Böylece, bir ülkenin ortalama hububatının 653 kg.lık değeri, nisaba esas olacaktır.

 

Özel Şartlar:

 

Balın zekât mevzuu olduğunu benimseyenlerin çoğuna göre, balın haraç toprağında bulunmayan arı tarafından üretilmesi şart değilken, Hanefî Mezhebine göre şarttır; ancak Hanefî Mezhebine göre de, diğer toprakların öşür toprağı olması dikkate alınmaz.

 

87. Tarife [1068]

 

1- % 10 Oranı:                                                

 

Balın zekât mevzuu olacağını kabul edenlerin çoğunluğuna göre, bal için de -ziraî ürünlerde olduğu gibi- % 10 oranında zekât ödenir.

 

2- % 20 Oranı:

 

Zeydiye Mezhebine mensup en-Nasır'a göre, bal -ölçülebilir ol­duğu veya yerden bitmediği için- fey'de olduğu gibi, % 20 oranında zekâta tâbi olur.

Ebu Ubeyd'in nakline göre, Hz. Ömer, bal için ödenecek zekât miktarını, ovada olan için % 10, dağlık bölgede bulunan için % 5 oranında tespit etmiştir.

Yusuf Kardavî, birinci görüşü tercih etmektedir; ödeme, har­cama ve vergiler matrahtan düşülerek, safi gelir üzerinden olur.

 

88. Ödeme

 

Ziraat ürünlerinde olduğu gibi, balda da ödeme zamanı, her üretim dönemidir

 

İKİNCİ BAŞLIK BAL DIŞINDAKİLER [1069]

 

89. Mükellef, Mevzu Ve Matrah

 

Çağımızda bir takım hayvanlar, yalnızca et, süt, yumurta veya: koza üretiminde önemli rol oynarlar. Bunların zekât mevzuu olup olmamaları, saimelerin sütüne zekât gerekmeyip, balın zekâta tâbi olacağının gerekçesinden kararlaştırılır. Bunun, genel kural olarak, “Aslı zekâta tâbi olmayanın, gelir ve üretimi zekâta tâbi­dir.” şeklinde ifade edilmesi mümkündür. Şu halde, “toprağa göre ürün, arıya göre bal, sâimeye göre süt, tavuğa göre yumurta, ipekböceğine göre koza...” zekâta tâbi tutulacaktır:

a) Hanefi Mezhebine göre, öşür toprağında bulunan ve kendi­siyle ipek kurdu beslenen dut yaprakları için öşür ödenir. İpek hay­vana tâbi olduğundan, ipeğinden dolayı öşür ödenmez. Zira ipek kurdu, öşre tâbi değildir. [1070]

b) Şi'a'nın kollarından biri olan Zeydiye Mezhebine mensup Yahya, balda olduğu gibi, ipek böceğinin ürettiği ticarî amaç taşı­mayan ipeği de zekâta tâbi tutar. [1071]

c) Yusuf Kardavî'ye göre, ticarî ve sâime olmayan, bütün be­sin maddesi veya başka bir madde üreten çiftlik vb. hayvanlarının ürünleri, baldaki gibi zekâta tâbi olmalıdır.

1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 29), çiftlik ve hayvan ürünlerini de zekâta tâbi tutar. Altın nisabını esas alır. [1072]

 

90. Tarife Ve Ödeme

 

a) Zeydiye Mezhebinden Yahya'ya ve Yusuf Kardavî 'ye göre, bal dışındaki ürünler için de balda olduğu gibi, % 10 oranında zekât ödenir.

b) Zeydiye Mezhebi hukukçularından el-Hadi ve el-Mueyyid Billah'ın içinde bulunduğu gruba göre, sâime olmayıp üretim için edinilen hayvanlar  -msl., yavrusu satılmak üzere edinilen âtlar, sütü satılmak üzere edinilen sığırlar- ticarî zekât statüsüne tâbidir.

Bu hüküm, sâime olmayan hayvanlar için olduğu kadar, diğer mallar için de geçerlidir.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına göre (m. 20), -safi gelirden % 10, bu bilinmiyorsa toplam gelir­den % 5 oranında zekât ödenir.

 

Mevzu

Nisab

Eldeki Miktar Değeri)

İstisnalar ve              İndirimler

Matrah

Tarife

 

Ağırlık

Değer

 

Aslî  İhtiyaç

Masraf Kredi

Ver£i

Sair

Toplam

 

Oranı

Miktarı

Bal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sair

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 95: Hayvanı Ürünlerin Zekâtı

 

DÖRDÜNCÜ AYIRIM DENİZ VE SU ÜRÜNLERİ

 

BİRİNCİ BAŞLIK BALIKLAR [1073]

 

91. Mükellef

 

Mükellefin zekâta tâbi tutulması için gerekli genel şartlar, [1074] bu konuda da aynen uygulanır.

 

92. Mevzu Ve Matrah

 

1- Balıkların Zekât Mevzuu Olması:

 

Zekâta Tâbi Değildir:

 

Klasik hukukçuların çoğunluğuna göre, balıklar zekâta tâbi değildir; daha doğrusu onlar böyle bir konuda zekât mevzuu olu­şunu benimseyen görüş bildirmemişlerdir. [1075] Ancak, hukukçuların, buna yer vermemelerinin sebebi, onların zamanında balıkçılığın bir iş kolu haline gelmemiş olması ve balıkçıların günlük azıklarını karşılamak için avlama yapmalarından dolayıdır. Ba­lıklardan büyük paralar kazanıldığını onlar da görseydiler, bun­lardan zekât alınmasını benimseyeceklerdi. Aramızdaki ihtilaf, bir delilden dolayı değil, çağ ve zamanın getirdiği bir ihtilaftır.

 

Zekâta Tâbidir:

 

a) Ömer b. Abdilaziz, zekât memuruna gönderdiği bir emir­namede, “Balığın nisabı, 200 dirhem gümüşe ulaşmadan zekât tah­sil etme, bu rakama ulaşırsa tahsil et” emrini vermiştir. Bu görüş, Ahmed b. Hanbel'den de nakledilmektedir. [1076] Buradaki, 200 dirhem gümüşü, nakit nisabı olarak anlamak gerekir.

b) İmamiye Mezhebine göre, balıklar, %20 oranında zekâta tâ­bidir.

c) Mısır Parlamentosu'na 1947 yılında sunulan ve Muhammed Ebu Zehra başkanlığında hazırlanan Zekât Kanunu Tasarısı, deniz, göl ve nehirlerden istihsal edilen her türlü canlı varlıklar­dan ve nimetlerden % 20 oranında zekât tahsil edilmesi hükmünü benimsemiştir. Anber ve inciye kıyas edildiği takdirde -Ebu Yusuf­'un bunlar için benimsediği şekilde- bu oranın benimsenmesi ma­kul olur.

d) Yusuf Kardavî ve İbrahim Fuad, balıkların zekât mevzuu olduğu görüşünü savunmaktadırlar.

 

2- Zekât Mevzuu Balığın Nitelikleri:

 

Genel Şartlar:

 

Zekât mevzuu mallar için aranan genel şartlar, [1077] havelân-ı havl ve nisap dışında aynen uygulanır:                                

a) Ömer b. Abdilaziz'e göre, balıklar için havelân-ı havl şartı aranmaz; nisap ise 200 dirhemdir. Öyle görünüyor ki, bu 200 dirhemi, nakit nisabı olarak anlamak gerekir.

b) Yusuf Kardavî'ye göre, hububat dışında kalan ziraat ürün­leri için aranan nisap, balıklar için de geçerli kılınmalıdır. [1078]

 

Özel Şartlar:

 

Tabiî halde yetişmeyip, mükellef tarafından yetiştirilen ba­lıklar, ticarî zekât statüsüne tâbi olurlar. Tabiî halde yetişen balık­lar için özel şart aranmaz.

 

93. Tarife [1079]

 

a) Ömer b. Abdilaziz ve Ahmed b.  Hanbel'e göre, balıklar, % 2.5 oranında zekâta tabidirler.

b) Mısır parlamentosuna sunulan Zekât Kanunu Tasarısı oranın % 20 olmasını kararlaştırmıştır. İmamiye Mezhebi de bu gö­rüşü benimsemektedir.

Tabiî halde yetişen balıklar için geçerli olan bu oran, mükel­lef tarafından yetiştirilen balıklar ticarî zekât statüsüne tâbi oldu­ğundan, bunlar için geçerli olmaz.

Balıklarda zekât oranının, konunun uzmanları tarafından balıkçılık alanındaki ülke şartları da dikkate alınarak esnek bir biçimde belirlenmesi, en doğru çözüm yolu gibi görünmektedir.

 

94. Ödeme

 

Balıklarda zekâtın ödenme zamanı, her ürünün elde edilme­sine bağlı olarak değişik şekilde düzenlenir.

 

İKİNCİ BAŞLIK BALIK DIŞINDAKİLER

 

95. Mükellef-Mevzu Ve Matrah [1080]

 

a) Hz. Ömer, son görüşünde İbn Abb'as, el-Hasenu'1-Basrî, Zuhrî, Ömer b. Abdilaziz ve Zeydiye Mezhebine göre, balık dışın­daki inci, mercan vb. deniz ve su ürünleri zekâta tâbidir.

b) Ebu Yusuf’a göre, denizden çıkarılan bütün eşya, zekâta tâbi' kılınır.

Yusuf Kardavî de, bu son görüşü benimseyerek, bütün deniz ve su ürünlerinin zekâta tâbi tutulması gerektiğini savunur.

Ancak biz, Mahmud Ahmed'in sanayi ürünleri ve ticaret mal­ları konusundaki düşünce ve endişeleri gibi, deniz ve su ürünle­rinde de aynı hükümlerin geçerli olabileceği kanaatini taşımakta­yız. [1081]

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 16/2) göre, altın nisabı esas alınır.

c) Hanefî Mezhebi, Maliki ve Hanbelî Mezhebleri, Zeydiye Mezhebi, el-Hasan b. Salih, ilk görüşünde İbn Abbas ve Ebu Ubeyd'e göre -deniz dibinde olmaları dolayısıyla fetih konusu olamayacak­larından- bu gibi mallar, zekâta tâbi değildir. Bunlara göre, deniz­den çıkarılan madenlerden % 20 oranında vergi alınmasına dair bir delil yoktur.

Denizden çıkarılan madenlerin, karadan çıkarılan maden­lere kıyas edilmesi, kıyas ma'al-farık'tır. Karadan çıkarılan ma­denlerden % 20 vergi alınmasının sebebi, ganimet oldukları içindir. Denizden çıkarılan madenler ise ganimet olmazlar. [1082]

 

96. Tarife Ve Ödeme [1083]

 

a) İbn Abbas, Ömer b. Abdilaziz, el-Hasenu'1-Basrî, Zuhrî ve Ebu Yusuf’a göre, bunlarda zekâtın oranı % 20'dir. Mısır Zekât Ka­nunu Tasarısı da bu oranı benimsemiştir. Ebu Yusuf, bu oranı, her deniz ürünü için geçerli kabul eder.

b) Hz. Ömer'den % 20 ve % 10 oranları nakledilir; ilki için o sahabe ile istişarede bulunmuştur.

1948 tarihli Mısır Zekât Kanunu tasarısı (m. 4), deniz, göl ve ırmaklardan çıkarılan canlı varlık ve incileri de, % 20 oranında zekâta tâbi tutar.

c) Ahmed b. Hanbel'e göre, ticaret mallarında olduğu gibi, bunlarda da oran % 2.5'tur.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı tasarıya (m. 16/3) göre, deniz ve su ürünlerinde zekât oranı % 2.5'tur.

d) Yusuf Kardavî'ye göre bu işle uğraşanlarla mütehassısla­rın görüşüne uygun olarak, emek ve ürüne göre esnek bir oran tes­pit edilebilir. Nitekim, Hz. Ömer bu şekilde hareket etmiştir.

Bizce, deniz ve su ürünlerinin zekât statüsü, ülkedeki durum göz önüne alınarak gerçekçi bir şekilde belirlenmeli, esnek bir yol izlenmelidir.

 

Mevzu

Ni sab

Eldeki

Miktar (Değeri)

İstisna ve indirimler

Matrah

Tarife

 

Ağırlık

Değer

 

Aslî

İhtiyaç

Masraf Vergi Kredi

Sair

Top­lam

 

Oran

Miktar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 96: Deniz ve Su Ürünlerinin Zekâtı

 

BEŞİNCİ AYIRIM ÜCRETLER VE SERBEST MESLEK KAZANÇLARI

 

97. Mükellef

 

Genel anlamda, insanların gerek bedenen, gerek fikren baş­kasının hizmetinde çalışmalarının karşılığı olarak aldıkları be­dele ücret denir. Ücret, ya para veya ayn (mal, eşya, menfaat sağ­lamak) şeklinde ödenir. Bir işverene tâbi olmaksızın kişilerin kendi uzmanlıklarıyla ilgili işlerinden elde edilen kazançları da Serbest Meslek Kazancı  adını  alır.

Mükelleflerin zekâta tâbi tutulabilmesi için gerekli genel şartlar, [1084] ücret ve serbest meslek kazançlarının zekâtında da ay­nen aranır.

 

98. Mevzu Ve Matrah

 

1- Ücret Ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekât Mevzuu Olması:

 

Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, İbn Mes'ud, Mu'aviye ve Ömer b. Abdilaziz, ödeme yaparken maaşlardan zekât tahsil eder­lerdi. [1085]

Serbest çalışan doktor, mühendis, avukat, teknik elemanlar, terzi, berber, marangoz vb. serbest meslek sahipleri ile aylık, hafta­lık, üç aylık gibi fasılalarla ücret ve maaş alan işçi ve memurların elde ettiği gelir -ülkelere göre değişik şekilde- hiç küçümsenecek gibi değildir:

Klasik devir hukukçuları doğrudan doğruya böyle bir konuyla ilgili açıklama yapmamaktadırlar; zira onlar devrinde konu bu­günkü gibi değildi, çok özel bir durumdaydı.

Çağdaş hukukçu ve iktisatçılar ile maliyeciler konu üzerinde önemle durmaktadırlar: Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen, Arap Birliği Teşkilatı'nın Dımaşk'ta 1952 yılında yaptığı toplantıya takdim ettikleri raporda şu görüşlere yer verirler: [1086]

“Ücretler ve serbest meslek kazançları üzerinden bir yıl geçince zekâta tâbi olurlar. Havelân-ı Havi için Hanefî Mezhebinin benim­sediği yıl içinde tamamen eksilmedikçe esas olan yılbaşı ile yılso-nundaki nisap miktarını bulması görüşü esas alınabilir. Ödenecek miktar konusunda klasik hukukçuların belirttiği benzer bir konu yalnızca Ahmed b. Hânbel'in kira konusundaki görüşüdür: Ona göre, evini kiraya veren, kira bedelini alınca nisabı bulan bu geli­rin zekâtını hemen öder, havelân-ı havl şartı aranmaz. Geliri ni­sabı bulmayan böylesi kazanç sahibi de az bulunur. Bu son duruma, maaşın tahsilinden birkaç gün sonra memurlarca harcandığı iti­razı yapılabilir. Böyle bir durumda icma ile havelân-ı havl kesin­tiye uğrar.”

Yusuf Kardavî 'ye göre, ücretler ve serbest meslek kazançla­rının benzeri, yalnızca evini kiraya verenin zekâtı ödemesi konu­sunda olmayıp, ayrıca mal-i müstefad [1087] da onun bir benzeridir. Öyleyse, bu gibi geliri, onun hükümlerine tâbi tutmalıyız.

Suudi Arabistan'da 393 sayılı tüzüğe dayanarak, 22.3.1987'de ilgili kuruluş, serbest meslek kazançlarının zekâta tâbi olduğuna dair bir genelge yayınlamıştır. [1088]

1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 3) ve ücret ve serbest meslek kazançlarının yıllık safi gelirinin zekâta tâbi olmasını benimsemiştir. 1983-4 tarihli Mısır Zekât Kanunu tasarısı ise onları zekâta tâbi tutmaz.

 

2- Zekât Mevzuu Kazancın Nitelikleri:

 

Genel Şartlar:

 

Malın zekâta tâbi tutulabilmesi için gerekli genel şartlar, [1089] ücretler ve serbest meslek kazançları için de sözkonusudur. Ancak, nisap ve havelân-ı havi için biraz açıklama yapmak gerekir:

 

Nisap:

 

Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen'e göre, yılın iki tarafında; Mahmud Şeltut ve ABT/SAT'na göre (m. 6), yıl sonunda nisabın bulunması şarttır. [1090]

 

Miktarı: [1091]

 

a) Muhammed el-Gazzali'ye göre, ücretler ve serbest meslek kazançlarının nisap miktarı, zirâat ürünlerinin  nisap miktarıyla eşittir.

b) Muhammed Ebu Zehra, A. Hallaf, A. Hasen ve Yusuf Kardavî 'ye göre 85 gr. olan altının nisabı esas alınır. Çünkü bu gibi gelir, bir yerde nakit kabul edilir.

Nakit nisabının esas alınması, zekâtın yapısı açısından daha makul görünmektedir.

 

Hesaplanması: [1092]

 

1) Ücret ve serbest meslek kazançlarının günlük veya çeşitli aralıklarla elde edilmesine göre, nisap hesabı iki şekilde düzenle­nebilir:

a) Nisabı Bulanların Ölçü Olması: Mal-i müstefadın [1093]  ele geçince nisap miktarını bulması halinde zekâtının hemen ödeneceği görüşünde olan sahabe ve tabiîn hukukçularına göre, gelir veya mal-i müstefaddanele geçen her meblağ nisabı bulursa zekât ödenir. Buna göre, nisabı bulan yüksek ücret ve maaşlar ile ikramiyeler, serbest meslek sahiplerinin bir defada elde ettiği yüksek kazançlar zekâta tâbi olacak, düşük ücret ve kazançlar zekât dışı kalacaktır.

b) Yıllık Toplamın Ölçü Olması: Bir defada ele geçen ücret veya kazancın nisaba ölçü alınması, aralıklarla alınıp yıl sonunda yüksek rakama ulaşan toplamı zekât dışı bırakmamızı gerektirir. Böyle bir durum ise, ücretli ve serbest çalışanların çoğunu zekâttan muaf tutmuş olur. Yusuf Kardavî, bu durumu gözönünde tutarak, şu görüşü savunur:

“Maden (şafiiler) [1094] ve zirai ürünler (hanbelîler) [1095] konusunda hukukçuların,- aynı yıl veya mevsimde elde edilenleri o yılın nisabına katmalarını esas alarak, ücret ve serbest meslek kazançlarını da yıllık safi gelirin nisabı bulmasına göre düzenleriz.”

2) Ücretler ve serbest meslek kazançlarının yalnızca safi ge­lirinden zekât ödenir. Borç, asli ihtiyaç, harcama ve vergiler dü­şüldükten sonra kalan kısım zekâta tâbi olur. Serbest meslek ka­zancından meslekî faaliyetin icrasına tahsis edilen işyeri kirası; meslekî kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi için ödenen aydınlatma, ısıtma, telefon, kırtasiye giderleri; müstahdem ücret­leri; işyeri ile ilgili aynî vergi, resim ve harçları, meslekî faaliyet­le ilgili seyahat ve ikamet giderleri, mesleğin ifasında lüzumlu aletlerin, eczaların ve sair maddelerin tedariki için yapılan gider­ler, amortismanlar; işle ilgili şehir dahilî nakil vasıtaları ücretle­ri; posta, telgraf, mecmua, gazete parası vb. müteferrik giderler in­dirilerek safi gelir bulunur.

 

Havelân-ı Havl:

 

M.Ebu Zehra, A.Hallaf, A.Hasen ve M.Şeltut'a göre, ücret ve kazançların zekâta tâbi olması için havelân-ı havl şarttır. [1096] Şeltut' a göre, havelân-ı havi hesabı ayrı ayrı yapılır ve bu, gelirin nisabı bulduğu tarihte başlar.

 

Özel Şartlar:

 

Ücretler ve serbest meslek kazançları için şu ya da bu şekilde özel şart aranmaz.

 

99. Tarife [1097]

 

1- % 2.5 Oranı:

 

Klasik hukukçulara göre ücret ve maaşların zekât oranı % 2.5'tur. Yusuf Kardavî, -İbn Mes'ud, Mu'aviye ve Ömer b. Abdilaziz'in uygulamasına bakarak- yalnızca iş ve çalışma karşılığında elde edilen ücretler ve serbest meslek kazançları için % 2.5 zekât ödenmesini savunur. [1098]

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarısı (m. 22) da bu görüşü benimser.

 

2- % 10 Oranı:

 

Yusuf Kardavî, yalnızca sermaye ile (ki bu sermaye ticarî olmayıp gelir getiren sermayedir) veya sermaye ve çalışma birlikte bulunarak elde edilen ücretler ve -fabrika, bina, matbaa, otel, otobüs, uçak vb.nin kazançları gibi- serbest meslek kazançları için safi ge­lirin % 10'unun zekât olarak ödenmesini savunur. [1099]

 

Esnek Olması:

 

Muhammed el-Gazzali'ye göre, bu gibi gelirin zekât oranı, mütehassısların tespitine bırakılmadır.

 

100. Ödeme [1100]

 

1) Yusuf Kardavî, ücret ve serbest meslek kazançlarının zekâ­tının ödenme zamanı konusunda mal-i müstefadın zekâtıyla ilgili görüşlerin yardımcı olduğunu belirtir.

Bu konuda başlıca iki yol bilinmektedir:

a) Zuhrî'ye göre, mükellef bir mal elde eder ve zekât öde­diği ay gelmezden önce harcaman; isterse, önce zekât ödenir, sonra harcama yapılır. Malın harcanması sözkonusu olmazsa, ödeme, bu belirli zamanda yapılır. Evzaî de, evini veya kölesini satarak mal-i müstefad sahibi olan kişinin, belli bir ödeme ayı varsa, zekât bu ayda ödenmek üzere ertelenir, yoksa eline geçin­ce hemen ödenir. Birbirine yakın bu iki görüş, şöyle özetlenebi­lir: “Belirli bir zamanda zekâtını ödediği malı bulunan mükel­lef, mal-i müstefadının zekâtını onunla birlikte ödemek üzere er­teleyebilir,  ancak bu tarihten önce malın harcanmasından en­dişe edilirse zekât hemen ödenir.”

b) Mekhul'e göre, belli bir ödeme ayı bulunan mükellef, eline geçen malı bundan önce harcamışsa, bu harcadığının ze­kâtı ödenmez, fakat malın ele geçmesi bu aya rastlarsa' ödenir. Belli bir ödeme ayı yoksa mal ele geçince ödeme yapılır. Bu gö­rüş, belli ödeme zamanı bulunana bir imtiyaz tanıyarak, mal-i müs tef adı  harcamasına izin verir. Aynı zamanda, bu görüşe göre, “başka malı olana kolaylık bahsedilirken,  sadece mal-i müstefadı olana zorluk çıkarılmaktadır.”

Yusuf Kardavî'ye göre bu iki görüşün uygulanabileceği durumlar bulunabilir:

a) Mal-i müstefadı nisabı bulanlar için ilk görüş uygula­narak, ya havelân-ı havle tâbi başka malı bulunmayanlar mal-i müstefadı ele geçirince zekâtını ödeyecektir, ya da başka malı bulunanlar harcamaktan korkmayınca diğer   malıyla birlikte zekât ödemek üzere ödemeyi erteleyecektir, ancak bu son durum­da harcama endişesi varsa zekât hemen ödenir.

b) Mal fiilen harcanmışsa -nisabın altında da olsa- zekât zimmetinde kabul edilir, ancak kendisi ve geçindirdiklerine ait harcama için zekât ödenmez. Bu konuda, Mekhul'un görüşü esas alınarak, malının zekâtını ödediği aya rastlarsa birlikte zekât ödenir. Fakat belli zamanda zekâtını ödediği başka malı olmaz ve mal-i müstefad nisabın alında olursa başka malla nisabı ta­mamlayıp bu tarihten itibaren yıllanmadıkça zekât ödenmez. Böyle bir tercih,  nisabı tamamlamayacak şekilde düşük ücret alanlarla, bir defada düşük kazanç sağlayan serbest meslek sa­hiplerini zekât dışında tutarak nispeten kolaylık sağlayacaktır.

Burada bir noktaya daha dikkat çekmeliyiz: Mükellef ücret veya meslekî kazancı gibi mal-i müstefadının zekâtını ele geçi­rince ödedikten sonra, havelana tâbi malıyla yeniden zekât ödemez.

2) Üzerinden bir yıl geçmesini savunan klasik hukukçular ile Arap Birliği Teşkilatı Sosyal Araştırmalar Toplantısı (ABT/SAT), ücretler ve serbest meslek kazançlarının zekâtının yıl sonunda ödenmesi görüşündedirler (m.6).

 

Mevzu

Nisab

Eldeki

İstisna

ve

İndirimler

Matrah

Tarife

 

-Ağırlık

Değer

Miktar  (Değeri)

Aslî İh­tiyaç

Masraf Vergi Kredi

Sair

Top­lam

 

Oranı

Miktarı

 

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

96-2.5

 

 

85 gr.

altın

 

 

 

 

 

 

 

%2.5

 

 

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

%2.5

 

Tablo 97: Ücret ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekâtı

 

ALTINCI AYIRIM GELİR GETİREN BİNA, SANAYİ TESİSİ, NAKLİYE ARAÇLARI VE TAŞINIR

MALLAR [1101]

(MENKUL VE GAYRİMENKUL SERMAYE İRATLARI)

 

101. Menkul Ve Gayri Menkul Sermaye İradı

 

Aynına zekât gerekmeyen, ticaret için değil, üretim için elde bulunup, kiraya vermek veya ürettiğini satmak suretiyle sahibine fayda ve kazanç sağlayan mallar Müstegallat (Gelir Getiren Mal) adını alır. İlkine, muayyen bir bedelle kiraya verilen ev, hayvan, zînet eşyası ile düğün salonu ve ulaşım araçlarını; ikinci­lere de, yününü veya sütünü satmak üzere edinilen sâime olmayan hayvan ile fabrikalar örnek gösterilebilir.

Ticaret için elde bulunan mal ile gelir getirmesi için elde bu­lunan mal arasında şöyle bir farklılık vardır: Birincisi değişim suretiyle kâr sağlar; ikincisi aynı sabit kalıp, devamlı yenilenen menfaati değişime konu olarak gelir sağlar.

Gelir getiren bu gibi malların zekât statüsünü tespit etmek, özellikle zekât mevzuu artıcı malların sayılarının giderek arttığı zamanımızda çok büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, sanayi devrimi sonrası teknolojik gelişme döneminde, müslümanlar için yeni bazı meseleler ortaya çıkmıştır. Bu meselelerin başında bil­hassa zekâtı ilgilendiren büyük bina, sanayi tesisi ve gelir getiren malların zekâtı konusu gelmektedir.

Genel olarak bugün, bu gaye için yapılan yatırımlar azımsanmıyacak seviyede olduğu gibi, gelir getirici olma yönünden de kârlı bir niteliğe sahiptir. Hz. Peygamber zamanında ve İslam hu­kukunun tedvin dönemlerinde gelir sağlama gayesiyle yapılan bu tür yatırımlar çok az olmasına rağmen, yine de mesele zekât hu­kuku bakımından incelenmiş ve belli bazı sonuçlara varılmıştır.

Gelir getiren gayrimenkuller, kiraya verilmek suretiyle ya­hut işletilmek ve ürünlerini, satmak suretiyle kâr getirme gayesine bağlı olan bina, fabrika, sanayi tesisi gibi taşınmaz veya gemi, oto­büs, taksi, uçak, inşaat ve hafriyat araçları gibi taşınır mallardır. Bu mallar, ticari maksada dayalı olmasa da, getirdikleri gelirler kâr gayesine dayalıdır. Bir yönü ile ticarî olmayan sâime koyun­larla sığırların sütleri ve yünlerine benzemektedirler.

Müctehidlerin yaşadığı devirlerde büyük sanayi tesisleri, bu­günkü büyüklükte gelir getiren hanlar, büyük apartmanlar olma­dığı gibi, taşımacılık alanında da bugünkü gelişmiş kara, deniz ve hava taşımacılığı yoktu. İnşaat ve hafriyat alanında da durum ay­nıydı, o devirlerde var olan bina, sanayi tesisi, inşaat veya taşıma araçları, ihtiyaca cevap verecek ölçüde iptidaî olarak bulunuyordu. Bu sebeple, bugünkü sanayi tesisleri ile büyük binaların zekâtı ko­nusunda, eski kaynaklarda yeterli genişlikte ve açıklıkta bir hü­küm bulunmamaktadır.

Bu konuda fikir ileri süren ilim adamları, konuya genellikle iki türlü bakmışlardır: Bir kısmı, konuyu dar bir çerçeve içinde tu­tarak, meseleyi Hz Peygamber devrinde zekât ödenen inallarla sı­nırlandırmışlar, bina, arsa, sanayi tesisi, ulaştırma araçları gibi gelir sağlayan mülkleri zekâta tâbi kılmamışlardır. [1102] Buna kar­şılık, diğer bazı alimler ise, böyle mallarda, değeri ve geliri veya yalnızca geliri üzerinden zekât vermek gerektiği görüşünü savun­muşlardır.

 

102. Mükellef

 

Zekât mükellefi olmakla ilgili genel şartlar, [1103] gelir getiren bina, sanayi tesisi, nakliye araçları gibi mallar için zekât mükel­lefi olma konusunda da aynen geçerli kılınmalıdır.

Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 21/3) göre gayrimenkul sermayeden gelir elde eden kiracı ise, gayrimenkulün maliki aldığı ücretin % 5'i, kiracı da elde ettiği safi gelirin % 10'u, bunu bilmek mümkün değilse, toplam gelirin % 5'i üzerinden zekât öder.

 

103. Mevzu Ve Matrah

 

1- Gelir Getiren Taşınmazlar Ve Nakliye Araçlarının Zekât Mevzuu Olması:

 

Gelir getiren malların zekât mevzuu olmasını zekât mevzula­rının dar ve geniş planda ele alınmasına göre incelemek daha uy­gundur:

 

Zekât Mevzularını Dar Çerçevede Düşünenler:

 

Zahirî Mezhebine mensup İbn Hazm ile Şevkânî ve Sıddık Hasen Han'a göre, haklarında âyet ve hadis bulunmadığı, hukuk­çular böyle bir şeyi benimsemediği ve oturulan ev, meslekî âletler, binek hayvanı ve ev eşyası gibi mallara, gelirleri çok yüksek ra­kamlara ulaşsa da, zekât gerekmediği için, bu gibi' mallar da ze­kâta tâbi tutulmaz; ancak, onlardan elde edilen gelir, yıllandıktan sonra nakit statüsüyle zekâta tâbi olur. Havelân-ı havlin sonuna kadar nisap veya onu tamamlayacak malı bulunmazsa zekât ge­rekmez. [1104]

Bu görüştekilere göre, Hz. Peygamber, zekâta tâbi olan mal­ları tahdit etmiştir. Bu mallar arasında bina, akaret, sanayi tesisi, nakliye araçları ve benzeri mallar yoktur. Beraet-i zimmet asıldır. Yani, bir konuda açık bir âyet veya hadis yoksa müslümanların sorumluluktan beri olmaları esastır. Açık bir âyet veya hadis bu­lunmadıkça, yalnız Hz. Peygamber devrinde zekâta tâbi olduğu be­yan edilen malların zekâta tâbi olacağı esasından ayrılmak ve bu mallara yenilerini eklemek mümkün değildir.

Oysa Hz. Peygamber, kendi yaşadığı devirde gelir getiren ve büyüyen malları zikrederek, bunlardan zekât ödemek gerektiğini açıklamıştır. O devirde Arap yarımadasında zekât ödenmesi gerek­li mallar koyun, sığır, deve, arpa, buğday, hurma, kuru üzüm, gü­müş ve altın paralardır. Bununla birlikte, müslümanlar, sonradan ortaya çıkan ve Hz. Peygamber'in zikretmediği, fakat bu esaslara uyan mallardan da zekât ödemeyi farz kılmışlardır. İmam Şafiî'­nin er-Risale'sinde açıkladığına göre, Hz. Peygamber, gümüş para­lardan zekât ödemek gerektiğini açıklamış, sonradan müslüman­lar gümüşe kıyasla altın paralardan da zekât vermek gerektiği hükmünü ortaya koyarak bu paralardan zekât almışlardır. [1105] Hz. Peygamber'in altın zekâtını açıklamamasının  sebebi, o devirde alış-verişlerde geçerli paranın gümüş para olmasıdır. Ticarî mu­amelelerde, çoğullukla gümüş paralar kullanılıyordu.

Yine, ticarî malların zekâtı konusunda sağlam bir nas bu­lunmamasına rağmen, bunların zekâtı konusunda icma meydana gelmiştir. [1106] Hz. Ömer, büyük bir paraya denk olan zarurî ihtiyaç dışındaki atlardan zekât almıştır. [1107] Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf ve Muhammed eş-Şeybânî, zirai ürünlere benzeterek, baldan da öşür ödenmesi gerektiğini açıklamışlardır. [1108] Yine Zuhrî, el-Hasen b.Ziyad, Ebu Yusuf gibi âlimler, madenlere ve defi­nelere benzeterek, denizden çıkarılan balık, inci, anber, misk ve benzeri mallardan da % 20 zekât ödemek gerektiğini benimsemiş­lerdir. [1109]

Ayrıca, o müctehidler için, konu hakkında zaruret ve müşkü­lat derecesinde zorlayıcı bir durum sözkonusu değildi. Onlar dev­rinde bina vardı, fakat bu binalar genelikle geçimi sağlayacak öl­çüde küçük binalardan ibaretti. Buna rağmen, o gün var olan şek­liyle binalardan zekât ödemek gerektiğini söyleyen âlimler de var­dır.

Hadiste, “köle ve atın” zekâttan istisna tutulması, aslî ihtiyaç­lardan olmaları dolayısıyladır. Ticaret için elde bulunduruldukla­rında -İbnu'l-Munzir'in naklettiği üzere- icmaen zekâta tabidirler. Öyleyse, bu görüşün, hadisin ruhunu unutup, yalnızca zahirine ba­karak verdiği bu hüküm isabetli olamaz.

O halde, zarurî ihtiyaç için bulundurulan ev, ev eşyası, hiz­metçi, binek, otomobil, dolmuş veya taksi, sanat âlet ve tezgâhları zekâta tâbi değildir. Fakat zarurî ihtiyaç dışında gelir temin etmek gayesiyle kurulan sanayi tesisleri, fabrika, büyük bina, büyük nak­liye araçları ticarî gaye taşıdığından, zekâta tâbi olmaları gerek­mektedir.

 

Zekât Mevzularını Geniş Çerçevede Düşünenler:

 

Genel Açıklama:

 

Buna benzer konularda görüş belirten -görüşleri meşhur ol­masa da- bazı maliki ve hanbelî hukukçular ve Zeydiye Mezhebinin Hâdeviye kolu ile çağdaş hukukçulardan Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf, Abdurrahman Hasen, İbrahim Fuad ve Yusuf Kardavî'ye göre, âyet ve hadislerde malda belli bir hak. bulunduğunun belirtilmesi, zekâtın farz olma illeti olan artıcığılın akılla kavranılması dolayısıyla kıyas yapılabilmesi ve zekâtın hikmet ve ruhuna uygun olması gerekçesiyle, bu gibi mallar zekâta tâbidir. Nitekim klasik hukukçular, Hz. Peygamber devri toplumunda bu­lunmayıp hakkında âyet ve hadis bulunmayan mallar için kıyas, nasların umumî hükümleri ve zekâtın farz olma hikmetini gözönünde tutarak zekât ödenmesi gerektiğini kararlaştırmışlardır. [1110] Msl., ticaret malları hakkında bir nas bulunmadığı halde, İbnu'l-Munzir onların zekâta tâbi olması hakkında icma bulunduğunu nakletmiş, yalnızca bazı tutarsız şüphelerle Zahirî Mezhebi onları zekâta tâbi tutmamıştır. Balın ve madenlerin zekâta tâbi tutulması hep bunların örneğidir. Ayrıca, zekâtla ilgili çeşitli hükümlerin çıkarılmasında, bütün mezhepler ve hukukçular kıyası kullanmış­lardır.

Zekâta tâbi malların temel hususiyeti artıcı ve gelir sağlayıcı olmalarıdır. Sanayi inkılabından, sosyal ve teknik gelişmelerden sonra dünyanın tanıdığı gelir ve kira için hazırlanarak büyük ge­lirler sağlayan taşınmazlar, üretim için meydana getirilen fabri­kalar, her türlü eşyayı taşıyan kara, deniz ve hava ulaşım araçları gibi mallar ortaya çıkmıştır. Özellikle “sabit sermaye” veya sahi­bine büyük gelir sağlayan “hareketli sermaye” olarak bilinen bu gibi malların özelliği, mülkiyetleri el değiştirmeden ya kiraya ve­rilmek veya üretimde kullanılmak suretiyle büyük gelirler sağla­malarıdır.

Mükelleflerin şahsî ve meslekî ihtiyaçları için edindikleri ev, dükkân, âlet ve eşyayı zekâttan istisna tutma prensibini[1111] bu mallar için de geçerli kılmak uygun görülmemektedir. Çünkü bu malların otobüs, gemi, kiraya verilen ev, düğün salonu, fabrika, dükkân, inşaat-hafriyat araçları gibi bazıları, dünden farklı ola­rak günümüzde yaygın ve mühim gelir kaynakları arasına gir­miştir. Üretimde kullanılan makina ve fabrikalar -dünün basit âletlerinden farklı olarak- sahiplerinin bizzat el emeğine ihtiyaç bulunmaksızın işçiler vasıtasıyla” üretim yapan gelir kaynaklan­dır.

Öteki zekât mevzuu mallara göre, astronomik rakamlara va­racak derecede gelirler getiren bu gibi malların zekâttan istisna tu­tulması adalete uygun düşmemektedir.                                   

Burada, bu genel açıklamaya, sanayi ürünleri, kira geliri, ulaştırma ve inşaat-hafriyat araçlarıyla ilgili bazı özel açıklama­ları da ekleyelim.

 

Sanayi Ürünleri:

 

a) Ebu Yusuf’tan rivayet edilen görüşe göre, boyahane sahip­leri bez boyamak için boya ile ilgili malzeme, satın alırlarsa, bu bo­yadan zekât ödemeleri gerekir. Yine ona göre, bir mal ticarî mak­sada yakınsa, ticarî mal kabul edilir. Aksine,  ticarî maksat taşı­yan bir malı eğer sahibi kendi ihtiyacı için kullanmaya niyet ederse, o takdirde bu mal ticarî olmaktan çıkar. Dolayısıyla, zekât­tan istisna olur. [1112]

b) İslâm Araştırmaları Kurumu (İAK); II. Fıkıh Kongresi'nde (m. 3), sanayi ürünlerinin zekâta tâbi olacağı esası benimsenmiş­tir. [1113]

c) Mahmud Ahmet ise zekât konusunda yaptığı değişik açık­lamalara, sanayi ürünlerinin zekâta tâbi olması konusunu da ek­leyerek, halihazır İslam ülkelerinde bunlardan dolayı zekât öden­meyeceği görüşünü savunur:   “Prensip olarak sanayii zekâttan muaf tutamayız; ancak doğacak muhtemel zararları gözönüne alınca, gelir vergisi yerine, sanayi ve ticarete vergi konması gere­kir. Çünkü sanayi ve ticarete konacak zekât ülkenin servet geliş­mesini önleyecek, hatta işsizliğe, satınalma gücünün azaltılmasına ve bu yüzden de üretimin daha da engellenmesine yol açacak, ser­mayenin daha da azaltılması hususunda her çeşit tehlike mevcut­tur. Bugün sanayi ürünlerine ve ticarete zekât konması hususunda birkaç pratik zorluk bulunmaktadır:

aa) Zekâtı servet vergisi olarak tarheden İslam devletinde gayrimüslim azınlıkların bulunduğunu düşünelim: Şüphesiz devlet sadece müslümanın servetini vergilendirecektir; zira gayrimüslimleri zekât ödemeye mecbur etmek itirazlara yol aça­caktır. [1114] Bu da İslâm ticaret ve sanayiinin İslâm devletinde engeller içinde olması demektir. İslâm devleti ticaretlerini ve sanayilerini gayrimüslimlere devretmeye müslümanları zorla­mış olacaktır. Şüphesiz bu da İslâm'ın en yüksek menfaatlerine aykırıdır.

bb) Birinci durumun tam tersine nazarî İslâm devletimiz­de, gayrimüslim azınlığın hiç bulunmadığını düşünelim: Bu durumda benzer servet vergisini koymayan diğer ülkelere nispetle İslâm devleti kendi ticaret ve sanayiini handikaplara itecektir. Bu da İslâm devletinin öz ticaret ve sanayiini baskı altında tut­maya ve dünya pazarlarında, yabancı ülke ticaretini ve sanayii teşvikine kadar gidecektir. Yalnız bir tek halde sanayie servet vergisini koymak uygun olur: İşletmecilik şartları içinde eğer bir atelye ve sanayi bir sene çalışmadan kalırsa, ona servet ver­gisi koymak gerekir ve bu durumda o birikmiş servet muamelesi görür.”

Mahmud Ahmed, halihazır islam ülkelerindeki sanayi ürün­lerine ve ticarete zekât konup konmaması hususunda, yarınki şart­ların ne olacağım dikkate alarak bazı açıklamalar yapmaktadır.

“Önceden göremediğimiz yarınki şartlarda sosyal ihtiyaçlar için gelir temini maksadıyla, ticarete ve sanayie servet vergisi koyma zaruretinin doğması mümkündür. Bu halde eskiden beri olagelen vergilendirme esaslarına dönmekten bizi alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Bununla birlikte biz istikbal için spekülasyon yapacak deği­liz; zira biz sadece günümüzün İslâm iktisat sistemi ile alâkalıyız. Ticaret ve sanayii devletin teşvik ve desteğine tamamen muhtaç ol­duğu bir devir olan İslam devletlerinde bulunan şartlarda, sana­yide ve ticarette kullanılan sermayeye vergi koymak, halkın refa­hını son derece rencide edecektir.”

Mahmud Ahmed, “sanayi ve ticarete konacak servet vergisi yerine devletin gelir vergisinden elde ettiklerinden ayrılacak bir pay üzerine zekât konması” görüşünü benimser. [1115]

Gerçekten de bu görüş, üzerinde dikkatle durulmaya değer ni­teliktedir. Çünkü, ülkenin iktisadî ve sanayi şartlarına göre durum düzenlenebilir.

 

Kira Geliri:

 

Klasik hukukçular devrinde ev, apartman, daire, kat, dük­kan, pasaj vb. mesken ve ticarî yerler ihtiyaca yetecek kadar oldu­ğundan, onlara zekât düşmezdi; ancak bugün sayılan yerlerde ze­kâtın farz olma sebebi, onlar devrinde olmadığından, bu gibi yerler hakkında hüküm verdikleri genellikle söylenemez. Hatta, yeni hu­kukçuların belirttiği gibi, bugünkü şartlar onlar devrinde bulun­saydı, belki klasik hukukçular da zekâta tâbi olacağı görüşünü be­nimseyeceklerdi. [1116] Yeni hukukçulardan Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf, A.Hasen,  M.A/Mannan,  M.Şeltut,   S.A.Sıddıki,  Muhammed Ali ve Ö.N Bilmen'e göre, kiradaki mesken ve ticarî yerler zekâta tâbidir. [1117]

Yeni hukukçular, görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır: Esasında, bu şekilde bir hüküm vermek, klasik hukukçuların gö­rüşleriyle bir çelişki meydana getirmez. Onlarla aradaki fark, gö­rüşlerde değil, görüşlerin uygulanmasmdadır. Çünkü onlar dev­rinde bu gibi yerler, gelir getiren mallardan değildi, aslî ihtiyaçtan sayılırdı. Oysa bugün bu gibi yerler gelir getiren önemli birer kaynaktır, yani zekâtın farz olma sebebi kendilerinde gerçekleş­miştir. Bu sebeple, verilen hüküm, belki onlardan ilhamla çıkarıl­mıştır. Ayrıca, bu gibi yerlerden elde edilen gelir, topraktan elde edilen gelirin çok üstündedir. Toprağı kiraya verip gelir elde edenler ile bu yerleri kiraya verenler arasında gerçekte bir fark yoktur. Bu durumda, toprağa zekât yükleyip, evleri ve gelir getiren benzeri yerleri bu yükümlülüğün dışında tutmanın mantıkî bir sebebi yok­tur. Bu, tarım topraklarına karşı bir haksızlık olacağı gibi, halkın bina sahibi olmayı, toprak sahibi olmaya tercih etmesine de sebep olacaktır. Bütün bunlar yanında, msl., köylerdeki evler gibi gelir getirmeyen ve özel mesken olarak kullanılan evler ile gelir için bir apartmanı bulunan birinin, kendi oturduğu evine zekât düşmez; zaten bunlarda zekâtın sebebi de gerçekleşmemiştir; aynı zamanda bunlar aslî ihtiyaçtan sayılırlar.

LZK (m. 34), 1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 29) ve Os­man Hüseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanun tasarısı (m. 21/1), gayri menkul sermaye iradını zekâta tâbi tutmuştur. 1983-4 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı ise bu görüşe katılmamış, on­ları zekât dışı tutmuştur.  

Suudi Arabistan'da 22.03.1394 (h.) tarihli fetvaya göre, oteller­den elde edilip, nisab bulan ve havelân-ı havli dolduran gelir, tıpkı kira geliri gibi zekâta tâbidir. [1118]

 

Ulaştırma Araçları:

 

Ulaştırma işletmelerinden elde edilen gelir, zekâta tâbidir. Çünkü bu gibi gelir, zekâtın sebebi olan artıcılık vasfını tam ma­nâsıyla taşımaktadır. [1119]

Dün gelir getirmedikleri veya bulunmadıkları için sanayi ürünleri, apartman, ev kirası ile hisse senetlerine daha önceki devirîerde zekât farz kılınmamış ve bunlar,  hukukçular tarafından zekâttan istisna tutulmuşlardır. Çünkü bunlar hakkında hukukçu­ların bir şey söylemesi veya özel olarak hepsinin isim ve cinslerini saymamasındaki gerekçe, eski devirlerde sanat aletleriyle evlerde henüz zekâtın sebebinin gerçekleşmemiş olmasıdır. Fakat  günü­müzde bu tür mallar, zekâtın sebebi olan artıcılık vasfını tam ola­rak taşımaktadırlar.  Öyleyse dün gelir getirmeyen ve fakat çağı­mızda gelir getiren fabrikalar, evler ve hisse senetlerinin zekâta tâbi olduğunu söylemek, hukukçuların görüşlerini zorlamadan, on­lara herhangi bir muhalefette bulunmadan ve bid'ate kaçmadan, hatta yalnızca klasik hukukçuların konuyla ilgili temel ilkelerini günümüz meselelerine uygulama şeklinde verilen bir hüküm de­mektir.

Fabrikaların zekâta tâbi kılınması, sahibi tarafından kulla­nılan el sanatları vb.âletlerin vazifelerinin yerine getirilmesini ortadan kaldırmaz; berberin, marangozun vb.’nin kullandığı âlet­ler kendi başlarına değil, onları  kullanan sanatkârın  çalışma­sıyla gelir getirirler.  Bu sebepten, onlar kendi başlarına artıcılık vasfı taşıyan sermaye sayılmaz. İşte bu sebeplerle ve fabrikaların kendi üretim araçlarının büyüyen aktifleri olarak kabul  edilme­sinden dolayı bir esnafın ve sanatkârın, msl., berber ve marango­zun sahip olduğu ve kullandığı araçlar zekâtın dışında tutulmalı­dır. Çünkü bunlar, bir esnaf ve sanatkâr için, temel araç ve gereç­lerdir; belirtildiği gibi bunlarsız hiç bir gelir sağlanamaz.

1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 29), nakit, ticaret malı ve ziraî ürün dışındaki gelir getiren malları, yani gayrimenkul sermaye iratlarını, çiftlik ve hayvan ürünlerini ve ulaşım araçları gelirlerini de safi gelir üzerinden zekâta tâbi tutar.

 

Zekâta Tâbi Kısım:

 

Genel Açıklamada Bulunanlar:

 

I. Ticarî Zekât Statüsünü Benimseyenler:

 

Bu gibi mallan ticaret mallarının zekât statüsüne tâbi tutan görüşe göre, gelir getiren akar (taşınmaz), uçak ve gemilerin ze­kâtı, aynen ticaret malları gibi ödenir. Böylelikle, yılsonunda ser­maye ve gelir birlikte değerlendirilerek, % 2.5 oranında bir ödeme yapılır.                                                                                

Bu görüş hanbelî hukukçu İbn Akîl ve İbnu'l-Kayyım, Malik ve onun mezhebine mensup İbnu'l-Arabî ile Zeydiye Mezhebinin Hâdeviye kolu tarafından savunulmuştur:

1) İbnu'l-Kayyım'in zikrettiği [1120] hanbelî hukukçulardan İbn Akîl, Ahmed b. Hanbel'in kiraya verilen zînet eşyasının zekâta tâbi olacağından hareketle, kiraya verilen bütün gayrimenkuller ile kiraya verilen veya bunun için hazırlanmış olan her türlü ma­lın zekâta tâbi olacağı görüşünü benimser. Ona göre, böyle bir ne­tice zarurî olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü mezhebe göre, zînet eşyasından zekât vermek gerekmez. [1121] Fakat kiraya verilen bu eşya kiraya verilince bu eşyadan zekât vermek gerekir. O halde zekât ödemek gerekli olmayan bir malı kiraya vermek, onun aynından zekât ödemeyi gerektiriyor. Buna göre, aslında zekâta tâbi olmayan bütün mallar kiraya verilince, kendilerinden zekât ödenmesi gerekir. İbnu'l-Kayyım, kendisi de bu görüşü benimsemektedir.

2) İbn Rüşd'ün belirttiğine göre, kiraya verilen zînet eşyası­nın zekâta tâbi olması gerektiği” aynı zamanda Malik'in de görüşü­dür. [1122]

3) Maliki İbnu'l-Arabî de, satılık olmayıp mubah süslenme için de kullanılmayan zînet eşyasının, kiraya verilmesi halinde, asıl ve gelirlerinin % 2.5 oranında zekâta tâbi olduğunu ileri sür­müştür. [1123]

Yusuf Kardavî bu görüşle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bu görüşü, akar, otel, otobüs, gemi, uçak, makina ve çeşitli sınaî cihazlara uyguladığımızda, şahsî kullanım için elde bulunduklarında zekâta tâbi olmayacakları, kira ve kazanç için elde bulunduklarında ise ticarî zekât statüsüne tâbi olacakları so­nucunu elde ederiz. Böylece, düğün ve sinema salonu, otobüs veya uçak sahibi, akar veya diğer malını, tüccar gibi değerlendirerek % 2.5 oranında zekât ödeyecektir. Bu gibi eşyanın sabit sermaye sa­yılarak, ticarî yerlerin sabit eşyası gibi zekâttan istisna tutulması düşünülemez. Zira bunların bizzat kendisi, kâr ve kazanç sağla­yan artıcı sermayedir. Zekâttan istisna tutmak, kendisinden gelir sağlama maksadı bulunmayınca sözkonusu olur. Nitekim, toprak ve sınaî makinelerin konduğu binalar, zekâttan istisna tutulur. Halbuki makinalar ve otel, sinema vb. yerlerin bizzat kendileri, fayda ve kazanç sağlar.”

4) Zeydiye Mezhebinden el-Hadi ve taraftarları, gelir getiren -taşınır veya taşınmaz- her çeşit malı, zekâta tâbi tutar ve zekât sta­tüsünü, ticaret mallarındaki gibi kabul ederler. Onlara göre, aynı sabit kalıp, menfaati yenilenen her mal böyledir. A'yan ile menafi arasında bir fark yoktur. Yavrusu, sütü, meyvası ve kozası satıl­mak üzere alınan at, sığır ve koyun, ağaç, -artık kendisi ve yav­rusu ticaret malı olduğundan- birlikte zekâta tâbi olur. At, katır, eşek, ev ve ev eşyası için, ancak ticaret veya gelir getirme amacı bulununca zekât ödenir.

5) Hanefî Mezhebince kabul edilen en sağlam görüşe göre, za­rurî mesken dışında ticarî gaye ile elde bulundurulan evler, daire, arsa vb. ticarî eşya gibi kabul edilerek bu evlerin kirasından zekât ödemek gerekir. Ancak, bu gibi evlerin ve binaların zekâtı konu­sunda iki görüş bulunmaktadır:

a) Ebu Hanife'ye göre, henüz gelirinin tamamını almadan ticarî gaye ile bulundurulan evlerden dolayı zekât farz olur; An­cak, ödeme sorumluluğu, kirayı alınca başlar. Ona göre, zekâtın farz olması için tahsil edilen kira  bedeli, nisabın 1/5'i  (beşte biri) kadar  olmalıdır.   Bir ev sahibi, kiraya verdiği evin kira­sından 40 dirhem tahsil ederse, üzerinden sene geçme mecburi­yeti olmaksızın bir dirhemi zekât olarak ödemesi gerekir. Böyle bir paranın üzerinden bir yıl zamanın geçme mecburiyeti yok­tur.

b) Zahiru'r-Rivaye görüşe göre,  bir mala zekât ilk anda farz olur. Binaenaleyh, zekât nisabında olduğu gibi, alınan pa­ranın 200 dirhem olması gerekir. Alman kira bedeli nisap mik­tarına ulaşırsa, alınmadan önce ondan   zekât vermek farz olur. [1124] Hanefî Mezhebinin benimsediği esasa göre, gelir getir­meyen mallardan dolayı zekât ödemek gerekmez. Şu halde, gelir getiren meskenler, işyerleri gibi kiralık, binaların da maliyeti (değeri) üzerinden zekâtının ödenmesi gerekir.

6) Hanbelî Mezhebi de, kira bedelinin zekâtı konusunda Ha­nefî Mezhebinin, görüşünü benimser. Hanbelî fıkıh kaynaklarında, konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir:

“Bir müslüman, evini iki seneliğine 40 dinara kiraya verse, akit yapıldığı andan itibaren bu gelirin sahibi kabul edildiği için, bu akdin üzerinden bir yıl ge­çince iki yıllık kira bedelinin zekâtını ödemesi gerekir. Çünkü kira bedeline sahip olmak konusundaki hakkı tamdır. Mal sahibi­nin kira bedeli üzerinde istediği gibi tasarruf etme yetkisi vardır. Ödeme durumuna gelince, ancak kiranın tamamını aldığı zaman zekâtını ödemekle yükümlüdür.” [1125]                                  

Şu halde, kiraya verilen zînet eşyası, ev, hayvan vb. nin de­ğeri yıhn başı ve sonunda nakit nisabını bulunca, ticaret malı gibi zekâta tâbi olur.

Bu görüşü benimseyen Yunus Vehbi Yavuz, şu açıklamayı yapar:

“Bizim görüşümüz, bu malların ticarî mallara benzetilerek, sermaye üzerinden % 2.5 nispetinde zekâta tâbi kılınması yolunda­dır. Ticarî eşyada zekât malın sermayesi ile birlikte hesap edilip verileceğine ve sermaye katılmaksızın öşrün sadece gelir üzerin­den verilmesi gerektiğine bakılırsa, yukardaki kıyaslamada bü­yük bir fark ortaya çıkmadığı görülür. Öte yandan İslâm devleti, zekât ve öşürler dışında bir vergi ihdas edeceği zaman, mal sahip­lerine yükletilen en yüksek vergi nispeti olan humus (% 20) ve öşür­ler ( % 10) emsal alınabilir. (...) Bu noktada, ölçü olabilmek bakı­mından aralarında bir benzetme yapılabilir, fakat mahiyet bakı­mından benzetmek farklı bir benzetme olur. Hayvanların hem kendilerinden, hem de ürünlerinden ve gelirlerinden zekât alını­yor da, sanayi tesisleri, kazanç' için inşa edilmiş büyük bina ve nakliye araçlarının hem kendilerinden ve hem de ürettikleri mal­lardan ve sağladıkları gelirlerden zekât almamak İslam'ın vergi adaleti ile bağdaşmaz. Ticarî gaye ile elde bulundurulan tüm mal­ların, hem bizzat kendilerinden, hem de ürettikleri kârdan zekât vermek gerekiyor. Sanayi tesisleri ile büyük bina ve nakliye araç­ları da ticarî maksat taşıdığından, aynen diğer ticarî eşya gibi, hem gelirlerinden, hem de kendisinden zekât vermek gerekir. Arada büyük bir benzerlik vardır. Sadece oturma ve zarurî ihtiyacı karşılamak için sahip olunan bir yahut iki daire ile büyük işharı-lan ve gökdelenleri; yalnız geçimi sağlamak için sahip olunan bir dolmuş ve taksi ile tır kamyonu veya petrol tankerini eşit kabul et­mek adalet ile bağdaşmaz. Bunların sahiplerinden biri zarurî ihti­yacını giderecek kadar küçük bir servete, diğeri ise milyonlarca lira değerinde varlığa sahiptir.”

Oysa, bu malların alım satım yoluyla el değiştirerek gelir sağlamayıp, kiralama veya işletme yoluyla kazanç getirmeleri, ti­carî eşya kabul edilmelerine manidir. Gelirleri de, hareketli ser­maye gelirlerine kıyas edilemez.

1948 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, sınaî şirketlere -sermaye ve hisselerinde- zekât mükellefiyetini yüklemiştir. Buna karşılık, Suudi Arabistan'da 393 sayılı tüzüğe göre, sınaî şirketle­rin sermaye ve gelirleri zekâta tâbidir. [1126]

 

II. Yalnızca Geliri Zekâta Tabî Tutanlar:

 

A. Nakîtlerın Zekât Statüsü:

 

Bu görüştekiler, gelir sağlayan mallara, değişik açıdan ba­karak, her yıl, kıymeti üzerinden değil, gelir ve üretimi üzerinden zekât ödenmesi gerektiğini savunur:

1) Ahmed b.  Hanbel'den, evini kiraya veren kişinin, bu kira bedelini aldığında, zekâtı hemen ödeyeceği görüşü nakledilir. [1127]

2) Maliki hukukçu Zervak'ın belirttiğine göre, gelir için ha­zırlanan veya elde bulunan mallar konusunda, mezhep içinde, ayn'ı satılınca bedelin ve elde edilince gelirin olmak üzere iki nok­tada görüş ayrılığı bulunmaktadır:

a) İlk meselede, iki görüş ileri sürülmüştür:

aa) Meşhur olan görüşe göre, bedel için -şahsî kullanım aracının satımmdaki gibi- bir yıl beklenir ve sonra zekâtı ödenir.

bb) İkinciye göre, mükellef muhtekir tüccar gibi kabul edilir; [1128] mal kendinde bir yıl veya daha fazla kalınca zekâ­tını hemen öder.

b)  İkinci meseledeki gelirin zekâtı ise, elde edilince hemen ödenir. [1129]

3) Mal-i müstefad için havelân-ı havl şartı aranmaksızın mülkiyete geçtiği anda zekâtının ödeneceğini benimseyen İbn Abbas, İbn Mes'ud, Muaviye, en-Nasır, el-Bakır, Davud, Ömer b. Abdilaziz, el-Hasenu'1-Basrî, Zuhrî, Mekhul ve Evzaî, gelir getiren bina, fabrika, ulaşım araçlarının, gelirini de mal-i müstefad gibi kabul ederler. [1130] Şu halde, gelir getiren malları, mal-i müstefad gibi kabul edenler, havelân-ı havi şartı aramaksızın ve % 2.5 oranında zekâta tâbi tutarlar. [1131]

Kuveyt'te hazırlanan bir zekât kanunu tasarısına göre, hay­van, sözleşme, seyahat hizmetleri ve taşınmaz şirketleri % 2.5 ora­nında zekât ödeyecektir. [1132]

 

B. Ziraî Ürünlerin Zekât Statüsü:

 

1) Muhammed Ebu Zehra, Abdulvehhab Hallaf ve Abdurrah-man Hasen'e göre, bu gibi mallar -tıpkı zirai ürünler gibi- zekâta tâbidir; safi geliri tespit edebilmek mümkünse bundan % 10 mümkün değilse tümü üzerinden % 5 oranında zekât ödenir. [1133] Arap Bir­liği Teşkilatı'nca Dımaşk (Şam)'da Aralık 1952'de düzenlenen bir toplantıya M. Ebu Zehra, A. Hallaf ve Abdurrahman Hasen tarafın­dan sunulan raporda, başlıca şu görüşlere yer verilmektedir:

“Mallar zekâta tâbi olup olmamak açısından üç kategoride ele alınır:

a) Sahiplerinin oturması için edinilen evler, malikinin ih­tiyacını gidermek üzere  iddihar edilen  azıklar gibi şahsî ihti­yaçların giderilmesi için elde bulunan mallar, -artıcılık özelli­ğine sahip olmadıklarından- zekâta tâbi olmazlar.

b) Kendi özelliği dolayısıyla (iddihar edilip iktisadî hayat­tan çekilseler bile) veya kendisi aracılığıyla kazanç sağlamak üzere edinilen mallar ittifakla zekâta tâbidir. Hz. Peygamber'in de kendilerinden zekât tahsil ettiği mallar bunlardır. Aynı za­manda, başka mallar da bunlara kıyas edilirler.

c) Artma ve şahsî ihtiyacı giderme arasında bulunan mal­ların (zînet eşyası, çalıştırma ve nema için tutulan hayvanla­rın) zekâta tâbi olması hukukçular arasında ihtilaflıdır. Bu sı­nıflamayı günümüzdeki uyguladığımızda,  fıkhî istinbatın ya­pıldığı çağda bilinmeyip, çağımızda fiilen artıcı-gelir getirici özellikteki bazı malları da zekâta tâbi tutmak gerektiği sonu­cuna ulaşırız. Bunlara başlıca iki tür malı sokabiliriz:

aa) Sınaî Aletler: Bunlar, sahibine gelir sağlamak için sermaye kabul edilir. Msl., büyük bir fabrika sahibi, bunun idaresi için işçiler kiralamak suretiyle, bizzat bu âlet­lerle gelir sağlar. Sermayesi yine bizzat bunlardır, öyleyse, onlar birer namî mal sayılırlar, Bunlar mesleki ihtiyaç için kullanılan âletlere de benzemez. Eskiden kullanılan sanat ve meslek âletleri iptidaî âletlerdir. Bu yüzden, işyerlerindeki üretim, tamamen kendi atelyesinde bizzat çalışan sanat ve meslek sahiplerinin maharetine bağlıydı. Oysa bugün üretim işini, fabrikalar yapmakta ve fabrikaların da sermayesini bu sanat âletleri meydana getirmektedir. Fabrikalardaki üretim, gelir itibariyle iki amile dayanır: Çalışan el ve planlayan fi­kir; fabrikanın sermayesi. Birincisindeki gelir işe, ikincisindeki gelir fabrika kuran ve imkânlarını hazırlayan ser­mayeye aittir. İşte bu sebeplerden dolayı, sermayeye mahsus, olan mala zekât düşer. Çünkü bu tür mallarda artık zekâtın farz olmasının sebebi gerçekleşmiştir. Aslında, fabrikalara zekâtın düştüğüne dair hüküm verirken, klasik hukukçuların görüşlerine aykırı açıklamada bulunulmuş olmaz. Öncelikle, klasik hukukçular böyle bir meseleyle karşılaşmadılar. Bu sebeple de, konuyla ilgili açıklamada bulunamazlardı. Bu mallar, dün gelir getirmezken, bugün gelir getiren mallardan biri haline gelmiştir. Fabrikanın kendi üretim araçları, zekâ­tın dışında tutulmalıdır.

bb) Gelir Getiren Akar (Taşınmazlar): Bunlar da şahsî ihtiyacı gidermek üzerre değil, gelir sağlamak üzere edinildiklerinden, artıcı mal sayılır ve zekâta tâbi olurlar. Evler iki kısımda incelenebilir:

a) Malikinin Oturması İçin Edinilenler: Bun­lar -klasik hukukçuların kararlaştırdıkları üzere- zekâta konu olmazlar.

b) Gelir İçin Edinilenler: Bu çeşit evler, zekâta tâbidir. Bu hükmü vermekle, klasik hukukçuların görüşle­rine  aykırı düşmüş olmayız. Zira onlar devrinde evler, genellikle şahsî oturma için kullanılır, nadiren gelir için edinilirdi. Gelir getirmelerinin nadir oluşuna bakarak konuyla yeterince ilgilenmediler.   Fakat çağımızda binalar, yalnızca şahsî ihtiyaç için değil, büyük kazançlar için de edinilmektedir. Şu halde, onlar zekâta tâbi olmalıdırlar. Bu hükmü, onları zira araziye kıyasla elde etmekteyiz. Yine, bunda da klasik hukukçuların görüşlerine ve gerekçelerine dayanmaktayız. Hz. Peygamber'in, menkul mal­larda sermayenin % 2.5, artıcı sabit mallarda yalnızca ge­lirin % 10'unun zekâta tâbi tuttuğunu görmekteyiz.  Onun sabit ve menkul mallar arasında, zekâta tâbi  kısım ve oran yönünden yaptığı bu ayırımı, çağımızdaki gelir geti­ren ve üretimde bulunan mallarda da uygulayarak menkul malları sermaye üzerinden % 2.5, sabit malları gelir ve ar­tış üzerinden % 5 veya % 10 oranında zekâta tâbi tutarız. Be­nimsediğimiz bu esasa göre, gelir getiren mallar ve sabit sınaî âletlerden zekât % 5 veya % 10 oranında ve gelir üze­rinden ödenir.  Maliyet unsurları çıkarıldıktan sonra safi gelir -sınaî şirketlerde olduğu gibi- % 10, safî gelirleri tespit edebilmek mümkün değilse -çeşitli binalarda olduğu gibi- % 5 üzerinden zekât ödenmelidir;”

2) Yusuf Kardavî de, prensip olarak, sahih kıyasa dayanan bu görüşü benimsemektedir; ancak, yaptıkları kıyasa çeşitli noktalar­dan itirazda bulunarak biraz farklı düşünür: [1134]

“a) Bu görüş, fabrika ve gelir getiren binaları zekâta tâbi tutmakla birlikte, onlar için genel bir kural koymamaktadır. Böyle bir genel kuralla, onlara benzeyip gelir getiren diğer ser­maye de zekâta tâbi tutulabilir. Çağımızda sığır ve tavuk için edinilen toprakların önemli bir hayvanı gelir sağladığı şüphe­sizdir. Otobüs, nakil araçları, ticarî gemi ve uçaklar, tören vb. sebeplerle kiraya verilen âletlerin bulunduğu binalar da böyle­dir. İşte bu gibi yeni ortaya çıkan mallar için, “Müstegallât” (Gelir Getiren Mallar) kaidesini koymakla, büyük bir kolaylık elde ederiz. Gelir sağlama, -bina ve otobüslerdeki gibi- ister ma­lın kiraya verilip ücretinden istifade, isterse -fabrikalarda ol­duğu gibi- üretim ve onun satımı, piyasa için üretim yoluyla ol­sun; gelirin kaynağı ister -ürettiklerini bala kıyas ettiğimiz ta­vukta ve süt ineklerinde olduğu gibi- hayvan, isterse diğer eşya olsun; gelir sağlayan ister - bina ve fabrika gibi- akar, isterse -otobüs ve âletler gibi- menkul olsun sonuç değişmez. Şu halde, sabit ve menkul şeklinde bir ayırıma gitmeye gerek yoktur. Sabit malı % 10, menkulü % 5 oranında zekâta tâbi tutmayı esas alan bu görüş, arının ürettiği menkul mallardan olan balın % 10 ora­nında zekâta tâbi tutulması karşısında tutarsız kalmaktadır.

b) Kiraya verilen ev vb.nin, zirai topraklara kıyas edilme­si de tutarsızdır:

“Toprağından gelir elde eden toprak sahibiyle, binasından gelir elde eden arasında bir fark yoktur.” Zirai ürünlerde zekât, zirai toprağın mülkiyetine değil, ziraat yapma fiiline bağlı olduğundan,  Cumhur'a göre kiracı bile olsa zekât bizzat ziraat yapan tarafından ödenir. [1135] Burada makisun aleyh (büyük önerme), toprağını kiraya verip, icar şeklinde bir bedel alan toprak sahibi olmalıdır. İşte bu toprak sahibi, burasını ki­raya verip, gelir elde edene benzer. Şu halde, -daha önce maliki tahsil edince zirai arazi icarının zekâtının ödenmesi şeklindeki tercihimize uygun olarak [1136] burada da aynı esası benimsemeli­yiz.

c) Binalar ile zirai toprakların kıyası, şu açıdan da tutar­sızlık gösterebilir: Zirai topraklar daimî bir gelir kaynağıdır, zaman geçmesiyle yıpranma ve eskime sözkonusu olmaz. Oysa fabrikalar ve binalar, geçici birer kaynaktır, uzun veya kısa va­dede ömrünü tamamlar, artık bir daha bu amaçla kullanılamaz olur. İşte bu noktaları gözönünde tutarak, yapılan kıyası doğru kabul edebiliriz.”

Kısacası, Yusuf Kardavî,  sanayi tesisleri ve gelir getiren fakat hakkında nas bulunmayan tesislerin ürünlerinden, ürün değeri belirliyse % 10, belirli değilse % 5 oranında zekât alınması gerektiğini kabul etmektedir. Ancak, kıyasın şekline ve matrah tespit usulüne itiraz ederek, bugünkü vergi memurlarının matrah hesaplamalarının daha sağlam olduğunu, binaenaleyh zekâtların bu usule göre tespit edilmesi gerektiğini savunur.

Çağdaş hukukçulardan Mustafa Ahmed ez-Zerka da bu gö­rüşe katılmakta, bu mallara, kiraya verilen uçak, gemi, otobüs, taksi vb. ulaşım araçları ile müteahhitlik firmalarına veya baş­kalarına kiraya verilen inşaat ve hafriyat araçlarını, suyu satı­lan veya kiraya verilen artezyenleri ve yapı taşı çıkaran işlet­meleri de katmaktadır[1137].

1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 29) ile 1983-4 tarihli Mısır zekât kanunu tasarısı, sanayi ürünlerinin zekâta tâbi oluşu konusunu ele almamıştır. 1984 tarihli Sudan Zekât Kanunu (m. 58) ise, bu konuyu ele almış ve onları zekât konusu yapmış­tır. Osman Huseyn Abdullah'ın hazırladığı zekât kanunu tasarı­sına (m. 18) göre, taşıma, otel, seyahat, sigorta, banka, komisyon, sözleşme, av vb. ticarî faaliyetler için, safi gelirden % 10, bu bilinmiyorsa toplam gelirin % 5'i üzerinden zekât ödenir. [1138]

 

Özel Çözüm Getirenler:

 

I. Sanayi Ürünleri:

 

1) Fabrika ve atelyelerde sınaî sermayenin, mi, yoksa ürünle­rinin mi zekâta tâbi olacağı konusunda, çağdaş hukukçular ve ikti­satçıların çoğunluğu, toprak ürünlerini gözönünde bulundurur. Bu sebeple,  nasıl ki arazinin kendine değil, ürününe zekât düşerse, fabrika vb.nin de fizik değerleri üzerinden değil, sağladığı safi ge­lir üzerinden zekât ödenmelidir. [1139]

2) Ebu'l-Kelâm Azad'a göre, sanayi ürünlerine konacak zekâ­tın şekli, gelir vergisi tarzında olmalıdır. [1140]

 

II. Kira Geliri:

 

Gelir getiren apartman, daire, kat, dükkan, pasaj, ev vb. ki­radaki mesken ve ticarî yerlerin kendisine değil, gelirine zekât düşer.  Msl. kira getiren birkaç tane dükkânı,  dairesi,  apartmanı vb.,  bulunan  kimseler,  bunların  değerlerine  değil,  safi  gelirine  ba­karak zekât ödeyeceklerdir. [1141]

Bu gibi taşınmazlar, ticaret için elde bulunduruluyor ve bu sı­rada kendilerinden kira da elde ediliyorsa, bu kira geliri ticarî ze­kât statüsüne tâbi olacaktır. [1142]

 

III. Ulaştırma Araçlarının Geliri:

 

Ulaştırma araçlarından elde edilen gelirin sadece kendisi zekâta tâbidir. [1143]

Yusuf Kardavî'ye göre, bu gelirin mal-i müstefad gibi ele alınması daha uygundur. [1144]

 

2- Zekât Mevzuu Bina, Sanayi Tesisi Ve Nakliye Araçlarının Nitelikleri:

 

Nisap:

 

Niteliği Ve Miktarı:

 

Gelir getiren bu gibi mallarda nisap şartı aranır ve miktarı altın nisabına göre [1145] 85 gr. olarak takdir edilir. [1146] 1986 tarihli Sudan Zekât Kanunu ile 1948 tarihli Mısır zekât kanunu ta­sarısı da bu görüşü almıştır. [1147] Bunların sahibi, geliri nakit olarak elde ederse, nisabı da nakitle tespit etmelidir.

Yusuf Kardavî'ye göre, gelir aylık değil, -tıpkı devletinki gibi-yıllık olarak birbirine eklenir. Nitekim eskiden evler, yıllık ola­rak kiraya verilirdi. Bu yüzden, kimi hukukçular, kira geliri yıl­lık olarak nisabı bulursa, bu mal-i müstefadın [1148] tahsil edilince hemen zekâtının ödenmesi görüşündedir. Aynı şekilde, ziraî ürün­ler de -Ahmed b. Hanbel'in benimsediği üzere[1149] birbirine eklen­mektedir. Bina ve fabrikalar da böylece nisap hesabı yaparlar. Zira onların geliri, aylık olarak değil, yıllık olarak hesaplanmaktadır.

Zekât safi gelir üzerinden ödenir. [1150] Üretimin ma­liyet unsurları olan harcamalar, -işçi, sürücü ve yardnıcısma ait-ücretler, vergi koruma gideri ile borçlar, aydınlatma giderleri vb., Atâ ve İbnu'l-Arabî'nin ziraî ürünlerde benimsediği gibi [1151] yıllık ihtiyaç miktarı brüt gelirden düşülür.

Aynı şekilde -msl., kiraya verdiği evden ve fabrikadan- başka gelir kaynağı olmayanların, dindar ve güvenilir mütehassısların tespit ve takdir edeceği kendisi, ailesi ve nafakası kendisine ait yakınlarının yıllık ihtiyacı, brüt gelirden düşülür, safi gelir nisabı bulursa zekât ödenir. Sünnet uygulamasının ruhuna uygun olarak, -zirai ürünlerde olduğu gibi- ilk planda 1/3 (üçte bir) veya 1/4 (dörtte bir) bunun için takdir edilebilir. [1152] Msl. [1153]  sanayi ürünleri vb. de ilk planda 50 cüneyhin zekâttan istisna tutulacağını karar altına almıştır. [1154]

Nisabı bulmayan gelirler, başka zekât mevzularına eklenebi­lir. [1155] Kira gelirinin yüksek olması halinde -ziraat ürünlerinde kiracı ve toprak sahibinin ödediği gibi[1156] hem malik, hem kiracı zekât öderler. [1157]

 

Mustegallât Kredisi Ve Nisap:

 

Kredi ve zekât konusunu inceleyen Muhammed Osman Şibbeyr, bu konuda şu açıklamayı yapar:

“a) Hanefi ve Hanbelî Mezheplerine göre, zorunlu olan men­kul veya gayrimenkul sermaye satın almak için borçlanılmışsa, bu borç, gelirin matrahından düşülür.

b) Şafiî ve bir görüşte Maliki Mezhebine göre, borç, gelirden düşülmez. Çünkü mükellef,  nisaba maliktir,   alınan mallar, bu borca karşılık tutulur.

c) Bazı malikîlere göre, alınanlar değeri az meslekî araçlardansa, borç matrahtan düşülür.

Bence, borç, geçimi sağlamak üzere zorunlu meslek âletleri için alınmışsa, bu borç, gelirden düşülür. Daha fazla gelir ve mal üretimi için alınmışsa, borç gelirden düşülmez, sahip olduğu ihti­yaç fazlası mallar borca karşılık tutulur.”

Vadeli konut kredisini aynı çerçevede ele alan Muhammed. Osman Şibbeyr, şu sonuçlara varır:

a) Kredi, zorunlu ve muhtaç olana ev almak içinse, aynı yı­lın vadesi gelmiş borcu, bu takvim yılma ait zekât mallarının mat­rahından düşülür, kalan nisabı bulursa zekât ödenir; diğer taksit­ler sonraki yıllara bırakılır.                                                  

b) Kredi, aslî ihtiyaçtan fazla bir konut vb. almak içinse ve israf sözkonusuysa, alınan bu taşınmaz, borca karşılık tutulur, elindeki zekât mallarının matrahına dokunulmaz.”

Affa uğrayan devletin verdiği konut kredilerini de ele alan Muhammed Osman Şibbeyr, bu konunun, nisabı kaplayan veya ek­silten yahut eksiltmeyen durumlara göre incelenmesini savunur:

“a) Nisabı kaplama veya eksiltme durumu konusunda, hu­kukçular üç görüş belirtmiştir:

1) İbnu'l-Kasım'ın kavlinde Malikîlere, Hanefi ve Hanbelî Mezheplerine göre,  affedilen borç için, havelân-ı havi yeniden başlar.

2) Muhammed eş-Şeybanî'ye göre, havelân-ı havi tamam­landığında zekât farz olur.

3) Malikîlerden Eşheb'e göre, bağışlandığı anda ve başka malı yoksa zekât farz olur.

b) Nisabı eksiltmeyen borç ise, mal-i müstefad gibi kabul edi­lir. Bu konuda şu görüşler belirtilmiştir:

a) Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheplerine göre, elindekilerin yıl hesabına katılmaz, yeni bir takvim yılı başlatılır, kredi­nin af tarihi yılın başı kabul edilir.

b) Hanefî Mezhebine göre,  elindeki malın cinsindense, onun takvim yılına katılır.” [1158]

 

Havelân-ı Havl:

 

Çağdaş hukukçular, bu gibi gelirler için çoğunlukla havelân-ı havi şartını aramaktadırlar. (İAK, m. 3); ancak Yusuf Kardavî, ulaştırma araçları gelirinin mal-i müstefad gibi ele alınması ge­rektiği kanaatindedir. [1159]

Ebu Hanife ile Malik'e göre, bir müslüman, sahip olduğu mülkün kirasını alıp bu kira üzerinden bir yıl geçmedikçe zekâtını ödemekle sorumlu tutulmaz. Bu âlimlere göre, yalnızca akitle ki­raya hak kazanılmış olmaz, ancak kira akdi süresinin sona erme­siyle kira bedeli hakedilmiş olur. Aynı görüşü paylaşan Ahmed b. Hanbel'den, ayrıca herhangi bir mülkünden gelir temin eden bir müslümanın, nisap miktarı para tahsil ederse, üzerinden bir yıl geçmeden zekâtını ödeyeceği görüşü de nakledilmiştir. [1160]

Mahmud Ahmed, ticaret üzerindeki zekat şartlarının, sanayi alanına da şamil kılınabileceği; Ebu’l-Kelam Azad ise, sanayi ürünlerinne konacak zekatın gelir vergisi tarzında olabileceği görüşündedir. [1161]

 

104. Tarife

 

1- % 2.5 Oranı:

 

İAK bina, sanayi tesisleri ve ulaştıran araçlarının zekat oranını % 2.5 olarak kararlaştırmıştır; nisab ve havelan-ı havl şartını tanımayanlar, aynı özellikteki başka mallara eklenir; Kuveyt’te hazırlanan bir tasarı da bu oranı almıştır (m.3-c); Sıddıki, kira gelirinin bu oranda zekata tabi olduğu görüşündedir. [1162] Bu gibi malları, ticaret ve nakitlerin statüsünde ele alanlaragöre ve zekatın oranı %2.5’tur. [1163]

 

2- % 10 Veya % 5 Oranı

 

Muhammed Ebu Zehra, Hallaf ve Hasen’e göre, -toprak ürünleri alınarak- bina, sanayi tesisi, nakliye araçları gibi gelir getiren malların zekat oranı, safi geliri tesbit edebilmek mümkünse % 10, mümkün değilse % 5’tir. Yusuf Kardavi de bu görüşü savunmaktadır. [1164] Osman Huseyn Abdullah’ın hazırladığı zekat kanunu tasarısı (m. 21/2) da bu görüşü almıştır. Aynı görüşten hareket eden, [1165] tümü için ödenecek zekatın miktarını % 5 olarak kararlaştırmıştır. 1948 tarihli Mısır zekat kanunu tasarısı ise binalardan elde edilen gelir için % 5 oranını almıştır. [1166]

 

3- Esnek Oran:

 

M. A. Mannan, sanayi makinaları ve fabrikaların üretimi üzerine zekât yüklenmesiyle ilgili olarak Muhammed Ebu Zehra, A. Hallaf ve A. Hasen tarafından hazırlanan raporda ve diğer mütehassılarca belirtilen görüşlere tümüyle katıldığını, ancak zekâtın oranıyla ilgili görüşe şu gerekçeyle katılamayacağını belirtmekte­dir:

1) Sanayi ürününü, ziraat ürününe kıyaslamak doğru değil­dir. Çünkü, sanayi makinalarında aşınma ve eskime    payı (amortisman), zirai topraklardan çok daha yüksektir. Aşınma ve eskime için gerekli pay ayrıldıktan sonra, zekât oranı tespit edil­melidir. Bu durumda, zekât oranının, ziraat ürünlerine konandan daha düşük olacağı açıktır.

2) Sanayi ürünlerinde zekât oranı, sanayiden sanayie değişen üretkenliğe ve verime bağlı olarak tespit edilmelidir.  Bu sebeple, sanayi makinaları ve fabrika üretimi üzerine konan zekâtın oranı esnek tutulmalıdır. Böylece, zekât oranının tespit edilmesinde artan oranlılık ilkesi uygulanmış olur. [1167]  

3) Ebu'l-Kelam Azad ise, daha değişik bir açıklama yapmaktadır: “Kur'an-ı Kerim'de hiçbir şekil ve nispet tayin edilmemiştir. Ayetlerde, sadece devletçe gelirlerin bir kısmının, fakirlerin ihti­yacını karşılamak maksadıyla sarfedilmesi gerektiği beyan edilir. Hz. Peygamber muhtelif vesilelerle değişik nispetler tayin etmiştir. Hz. Ömer zamanında sahabe bu meseleler üzerinde düşünmüş ve bugünkü nispetleri tayin etmişlerdir.  Bunlar farz olarak  tayin edilmiş değildir; bilakis ictihad konusudur. Ekonomik şartlara ve her asırda cemiyetin ihtiyaçlarına göre münasip bir nispeti tayin etmek hükümetlerin vazifesidir. [1168]

M. A. Mannan ve Ebu'l-Kelam Azad'ın itirazlarına ek olarak şu tenkitler yapılabilir:

“Sanayi ürünlerinden elde edilen verim, ziraat kesiminden çok daha yüksektir. Bu açıdan da, iki kesimi birbirine örnek almak imkânsızdır. Pazar için üreten sanayi sis­temine, ticarî zekât usulünü uygulamak, sadece ürünü değil, bütün malvarlığını vergilendirmek, bu kesimde elde edilen büyük kâr­lardan bir kısmını, talepleriyle, bunu oluşturan kârı topluma geri verecektir.” [1169]

Bu son tenkit, ticarî statüye hayli yaklaşmaktadır. Yine Mannan'a göre, kira gelirinin zekât oranı esnek tutulmalıdır. Böy­lelikle üretkenlik ve kârlılık gözönüne alınarak oran farklılaştırılmalıdır. [1170]

 

105. Ödeme

 

1- Sanayi Ürünleri:

 

1) Muhammed Ali'ye göre,  sanayi ürünlerinin zekâtı yıllık hasılat üzerinden ödenmelidir. [1171]

2) Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen'e göre, her ürünün elde edildiği zaman ödeme yapmak gerekir. [1172]

 

Mevzu

Nisab

Safi veya

İstisna

ve İndirimler

Matrah

Tarife

(Sanayi Kolu)

Ağır­lık

Değer

Gayr-i

Safi Gelir (Değeri)

Aslî İhti-yaç

Masraf Vergi Kredi

Sair

Top­lam

 

Oran

Miktar

 

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

85 gr. altın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 98: Sanayi Ürünlerinin Zekâtı

 

2- Kira Geliri:

 

1) Muhammed Ali ve Ömer Nasuhi Bilmen'e göre, yıllık ge­ri zekâta tâbi olacağından, kira gelirinde zekâtın ödenme zamanı sonudur. [1173]

2) Muhammed Ebu Zehra'ya göre, gelir aydan aya elde ediliyorsa her ay, yıllık olarak elde ediliyorsa yıl sonunda zekâtı öder. [1174]

 

Zekâtın Ödenmesi

 Zekât Mevzuu

Servet  veya Gelir

İstisna ve Gi­derler (Temel İhtiyaç, Gider

Nisap ve

Matrah

Tarife

 

 

ve Gelirler)

Nisap

Matrah

Oran

Miktar

Ticaret Malları

 

 

 

 

 

 

 

Altın

Gümüş

 

 

 

 

 

 

Nakdî

Zînet Eşyası

 

 

 

 

 

 

Servet

Hisse Senedi

 

 

 

 

 

 

 

Tahvil

 

 

 

 

 

 

 

Nakit Para

 

 

 

 

 

 

Maden

 

 

 

 

 

 

Define

 

 

 

 

 

 

Ziraî Ürünler

 

 

 

 

 

 

Hay­vani

Bal

 

 

 

 

 

 

Ürün­ler

Bal

Dışın­dakiler

 

 

 

 

 

 

Deniz ye Su Ürün-

Balıklar

 

 

 

 

 

 

leri

Balık Dışında­kiler

 

 

 

 

 

 

Ücretler ve Ser­best Meslek Ka­zançları

 

 

 

 

 

 

Gelir Getiren Bina, Sanayi   Tesisi   ve Nakil Araçları

 

 

 

 

 

 

Tablo 100: Zekâtın Ödenmesi

 

 



[1] Malî İktisat konusunda bkz., Brochîer, H.-Tabatoni, P., Economic Financiere, Paris 1959; Bulutoğlu, Kenan, Kamu Ekonomisini} Giriş, İstanbul 1981, 3.B.; Due, J. F., Maliye, Bir İktisadi Analiz (çev, S. Görgün-I. Önder), İstanbuI1967; Kızılyalı, H., Türk Vergi Sisteminin Ekonomik Analizi, Ankara 1969; Laufenburger, H., Précis d'Economie et de Legislation Financiére (Revenu, Capital et İmpot), Paris 1981, (Türkçesi, İ. Özüt, Malî İktisat ve Malî Kanunlar)] Laufenburger, H., Maliyenin Ekonomik ve Psikolojik Teorisi, (çev. İ; H. Ülkmen), Ankara 1967.

Malî Siyaset için bkz., Alaybek, A., Batı Vergi Politikasında Yeni Eğilim ve Akımlar, İstanbul   1965;  Barrere, A., Polituque   Financiére,  Paris ,1958; Şanever, S., Maliye Politikası (Amaçlar-Araçlar) ve Çağdaş Gelir Vergisi ve Kurumlar  Vergisi, ? 1972; el-Hatîb, Abdulkerim, es-'Siyasetu'l-Maliyye fi'l-İslâm, Beyrut 1975, 2.B.

Malî Sosyoloji için bkz. Ardant, G., Théorie Sociolojique de L'împot, Paris 1965; Kurtkan, Amiran, Malî Sosyoloji, İstanbul 1968; Laufenburger, H., Maliyenin Ekonomik ve Psikolojik Teorisi, (çev. İ. H. Ülkmen), Ankara 1967. Maliye ve Vergi Hukuku İle ilgili kaynaklar Bibliyografyada gösterilecektir.

[2] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 1-6.

[3] Kamu  veya   idare  Malları  konusunda   bkz.   Cin,   H.,   Eski   ve   Yeni   Türk Hukukunda Mer'a Yaylak ve Kışlaklar, (Ankara, 1975), s. 4-12; Düren, A., İdare Malları, Ankara 1975, AÜHF y. 373; Düren, A., İdare Hukuku Dersleri, (Ankara, 1979), s. 2-127.

[4] Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 208; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 1-5, 19-20. Bütçekonusunda bkz. Erginay, Kamu Maliyesi, s. 161-217; Erginay, A., Mukayeseli Bütçe, Ankara 1957; Feyzioğlu, B. N., Nazarî Tatbikî Mukayeseli Bütçe, İstanbul 1972; Gürsoy, B., Kamusal Maliye "Bütçe", Ankara 1980, SBF y.; Yeniçeri, Celal, İslâm'da Devlet Bütçesi, İstanbul 1984.

[5] Bilge, age, s. 208; Erginay, Vergi Hukuku, s. 10-12, 31-34.

[6] Erginay, Vergi Hukuku, s. 10; Bulutoğlu, Kenan, Türk Vergi Sistemi, İstanbul1976, S.B.

[7] Salih Tuğ, İslâm  Vergi Hukuku, s. IX. İslâm Vergi hukuku'nun ilk gelişmesafhası için bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963 "Doktora Tezi"; Erkal, Mehmet, İslâm Vergi Hukuku Erzurum 1981, (A.Ü.I.F., Yayınlanmamış Doktora Tezi).

[8] Kitabu’l-Harac'lar için bkz.

1) Ebu Yusuf, Kitabu'l-Haraç,

2) Yahya b. Adem,Kitabu'l-Harac,

3) Hassaf; Kitabu'l-Harac;

4) İbn Receb, el-îstihrâc.

[9] Kitabu'l-Emval'ler için bkz.

1) Ebu Ubeyd; Kitabu'l Emval,

2) İbn Zenceveyh;Kitabu'l-Emval.

[10] el-Ahkâmu's-Sultâniyye'le için bkz. M.Erkal, "el-Ahkâmu's-Sultâniyye", DİA, c. I, s. 555-556.

[11] Tuğ, S., İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı; Sıddıkî,  S.A., İslâm Devletinde Malî Yapı; M.Erkal, İdam Vergi Hukuku.

[12] Erginay, Vergi Hukuku, s. 11; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 218-243.

[13] Erginay, Vergi Hukuku, s. 12; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 25.

[14] Bu konuda bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 25, 46-48, 71-8.3.

[15] Geniş bilgi için bkz. Erginay, Vergi Hukuku, s. 14-17.

[16] Erginay, Vergi Hukuku, s. 18-30.

[17] Hukukun kaynakları konusunda genel bilgi için bkz. Aral, Vecdi, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine (İstanbul 1971), s. 81 vcL; Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 40-136; Gözübüyük, A. Şeref, Hukuka Giriş ve Hukukun Temel Kavramları, (Ankara 1978), s. 33-68; Özsunay, Ergun, Madeni Hukuka Giriş, (İstanbul 1970), s. 175-210; Ataay, Aytekin, Medeni Hukukun Genel Teorisi, (İstanbul 1980), s. 97-136,191-228.

İslam hukukunun kaynakları, uygulanması ve yorumlanması konusunda, fıkıh usulü eserlerinin ilgili bölümlerinin yanısıra, ayrıca bkz.,  Dönmez, I.K., Metodolojik Açıdan İslâm Hukukunun Kaynakları, (Erzurum A.U.Î.F yayınlanmamış Doktora Tezi);  Salih,  Edib,  Tefsiru'n-Nusûs fi'l-Fıkhi'l-İslamî, Dımaşk 1964.

Zekât hukukunun doktrin kaynaklarının başlıcaları için bkz., Kardavî, Fıkhu'z-Zekât (FZ), c. I, s. 10-16.

[18] Bu konuda bkz.,Ahmed Emin Hassan, "Bahsu'l-Cevânibi'l-Kanuniyye li-İnşni ve Tanzimi ve îdareti Mu'essesâti'z-Zekât ve Talbîkâtihâ'l-Ameliyyeti'l-Muâsıra”, Ebhâs ve A'mâlu Mu'temeri’z-Zekâti'l-Evvel, Kuveyt 1984, s. 93-172.

[19] Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 35-36.

[20] Abdullah, Osman Hüseyn, ez-Zekât, s. 206-207. Ayrıca bkz., Bennâ, Mahmud Atıf, Nizûmu'z-Zekât ve'd-Darâib fi'l-Memleketi'l-Arabiyyeti's-Suûdıyye Riyad 1983.

[21] Kanunun metni ve gerekçesi için bkz. Arafe, ez-Zekât  Fi'l-Cumhûriyyeti'l-Arabıyyeti'l-Lıbiyye, Trablus ty., s. 29-40, 41-52; tanıtılması için bkz. Sadak, Bekir, "Libya Cumhuriyeti Zekât. Müessesesini Kanunlaştırdı",  Sönmez D Yıl 8, Sayı 74-75 (Kasım-Aralık 1971), s. 19-20.

[22] Bu talimatname için bkz., Arafe, age, s. 54-60.

[23] Libya Zekât Kanunu (LZK) ve uygulanması konusunda geniş bilgi için bkz., Arafe, age, s. 126.

[24] Abdullah, age, s. 201. Ebu Zehra-Şekerci; Zekât Hukuku, s. 54.

[25] Geniş bilgi, değerlendirme ve eleştirisi için bkz., Abdullah, age, s. 201-203.

[26] Geniş bilgi, değerlendirme ve eleştirisi için bkz., Abdullah, age, s. 204-206.

[27] Schacht, J., İslâm Hukukuna Giriş, s. 105.  Daha  sonraki  gelişme ve düzenlemeler için bkz., Malik Muhammad Rashid Awan, Manual of Zakat and Ushr Laws, Lahore ty.

[28] Geniş bilgi, değerlendirme ve eleştirisi için bkz.. Abdullah, age, s. 208-212.

[29] Geniş bilgi, değerlendirme ve eleştirisi için bkz., Abdullah, age, s. 213.

[30] Zekât Hukuku ile ilgili klasik ve modern bilgi (doktrin) kaynakları Bibliyografya'da -hemen tümüyle- gösterildiğinden, burada onlara yeniden yer verilmemiştir.

[31] Kardavî, FZ, c. I, s. 10-15.

[32] Ebhâs ve A'mâlu Mu'temeri'z-Zekâti’l-Evvel, Kuveyt 1984.

[33] Tavsiyyâtu'n-Nedveti'l-Ûla li-Kadâyâ'z-Zekâti'l-Muâsıra,Kahire 1989 (?).

[34] Türkiye'de Zekât Potansiyeli, İstanbul 1987.

[35] Bu konudaki toplantıların ve ilmî yayınların listesi için bkz. Tabakoğlu, Ahmet (Derleyen), İslâm İktisadı Araştırmaları I, İstanbul 1988.

[36] Müdessir: 74/44, Fecr: 89/18, Maun: 107/3, Hakka: 69/34.

[37] Yusuf: 12/88.

[38] En'am: 6/136, Nahl: 16/56

[39] ez-Zariyat 51/19, el-Me'aric: 70/24-25

[40] en-Nahl: 16/90.

[41] Enbiya: 21/70.

[42] Enfal: 8/36.

[43] En'am: 6/141, İsra: 17/26, Kalem: 68/17-34.

[44] Bakara: 2/177, Nur: 24/22.

[45] Bakara: 2/196, 263; Nisa: 4/114, Tevbe: 9/103, Mücadele: 58/12.

[46] Enfal: 8/36, Tevbe: 9/34, Bakara: 2/264-267-215.

[47] İnsan: 76/8.

[48] Müzemmil: 73/20, Hadîd: 57/18.

[49] Bakara: 2/177.

[50] Nisa: 4/8.

[51] Nisa: 4/36.

[52] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 49-50.

[53] Bkz. aşağıda 10 4 3 ve 106.

[54] Bilmen: HFK, c. IV, s. 77; Cezîrî, Fame, c. I, s. 590; Kardavî, FZ, c. I, s. 38;Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 38-39.

[55] Ergınay, Vergi Hukuku, s. 9; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 19-20.

[56] Farklı iki âyet şunlardır: Kehf: 18/81; Meryem: 19/13.

[57] Örnek olarak Tevbe: 9/60.

[58] Örnek olarak En'am: 6/141; Me'aric: 70/24; Zariyat: 51/19.

[59] Al-ı İmran: 3/92; Bakara: 2/177.

[60] Bakara: 2/267.

[61] Ma'un: 107/3.

[62] Hamidullah, M., "Müslümanlarda  Hukuk  Felsefesi" , (çev. I. K. Dönmez), İslâm Medeniyeti D., c. IV, sayı: 4 (Ağustos 1980), s. 32.

[63] el-Mu'minun: 23/2-4 âyetlerinde

[64] Abdulbaki, M. Fuad, el-Mu'cemu'l-Mufehres li-Elfazi'l-Kur'âni'l-Kerim, s. 331. Zekâtla ilgili âyetler için bkz. Abdulbaki, age., s. 331; el-Azzuzi, M., Kur'ân-ı Kerîm  Fihristi , (İstanbul. 1979), s. 64; Tafsilu Ayatul-Kur'âni'l-Azim (İst. 1979), s. 301 vd.

[65] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 11, 112, 196.

[66] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 153.

[67] Ahraed, İdam İktisadı, s. 149; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c I, s. 127; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 379.

[68] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 111, 196; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 17.

[69] Tevbe: 9/60.

[70] Asım Efendi: Kamus, c. III, s. 916; Bilmen, HFK, c. IV, s. 223.

[71] Bilmen, HFK, c. IV, s. 223.

[72] Gazali, İhya, c. I, s. 225-231; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur'ân Dili, c. IV, s. 2572; Maverdi, d-Ahhâmu's-Sultâniyye, s. 113; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 39.

[73] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 197; Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlminin Yardımları, s. 67; Hamidullah, Modern İktisat ve. İslâm, s. 17.

[74] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 21-27; Kardayt, FZ, c. II, s. 1006-1022; Kardavî, takırlik Problemi, s. 100-102, 106-107; Özek-Karaman, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 225-229.

[75] Zarıyat: 51/19.

[76] Mearic: 70/24-25.

[77] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nedvî, Dört Rükün, s.118-123;  Udeh,Abdulkadir, İslâm ve Siyasî Durumumuz, (çev. Beşir Eryarsoy, İstanbul 1982), s. 39/71.

[78] Nisa: 4/5.

[79] Nisa: 4/29.

[80] Hucurat: 49/10.

[81] Müslim: Birr, 17.

[82] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 21-25. Ayrıca bkz. yukarıda 1 (son kısım).

[83] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 106-107.

[84] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ahmed, İslâm İktisadı, s. 127-129; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 93-96;   Kardavî, FZ, c. I, s. 45-92; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 392, 410; Nedvi, Dört Rükün, 115-187; Özek-Karaman, ibadet ve Müessese Olarak Zekât, s. 186-205; Yavuz, İZM, s. 86-163.

[85] Âl-i İmran: 3/92.

[86] Tevbe: 9/103.

[87] Rum: 30/39.

[88] Cum'a: 62/10

[89] Zariyat: 51/19.

[90] Bakara: 2/275-278.

[91] Tevbe: 9/5.

[92] Tevbe: 9/11.

[93] Maide: 5/55.

[94] Bu konuda bkz. Ebu Zehra, İslam'da Sosyal Dayanışma, İstanbul 1975; MusLafa Sibai, İslam Sosyalizmi, İstanbul 1976.

[95] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 152; Kardavî FZ, c. II, s. 1038-1052; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 377, 394-396; Sıddıkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s. 25-27; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 34-70; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 291-321.

[96] Buhari: Zekât, 1; Nesaî: Zekât, 1.

[97] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 34-58; Kardavî, FZ, c. II, s. 10.38-1052; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 406-409; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 28-37.

[98] Bkz. aşağıda 11.3.2 ve 11.9.1.1.2.

[99] Sıddıkinin bu, düşüncesine karşı, Kardavi’nin fikirleri için bkz. Aşağıda10.5.2.4.

[100] Son ikisiyle ilgili olarak bazı hukukçuların görüşleri saklıdır. bkz. aşağıda 17.2. Ayrıca bkz. aşağıda 17.1.2

[101] Bkz. aşağıda 25.2 ve 3.

[102] Bkz. aşağıda 51.

[103] Bkz. aşağıda 72 ve 82.

[104] Bkz. aşağıda 10.1.2.

[105] Bu konuda bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 75-83.

[106] Bu konuda bkz. aşağıda 29.

[107] Bu konuda bkz. aşağıda 45.

[108] Bkz. aşağıda 47.

[109] Bkz. aşağıda 117 2. 2 2. ve 123 1.

[110] Geniş bilgi ve başka görüşler için bkz. aşağıda 29.

[111] Bu konuda bkz. Yazgan, Turan: Sosyal Güvenlik Açısından Zekât,  İstanbul 1987; Beşer, Faruk: İslâm'da Sosyal Güvenlik, Ankara 1.987.

[112] Zamanımızda verginin özellikleri için bkz. Erginay, Kamu Maliyesi, s: 25-27.

[113] Bkz. aşağıda 45.

[114] Bkz. aşağıda 43.

[115] Bkz. aşağıda 36. 1. 9.

[116] Bkz. aşağıda 113-119.

[117] Bkz. aşağıda 17.1. 2.

[118] Bkz. aşağıda 17.1. 2.

[119] Tuğ, İslâm Vegi Hukuku,  s. 1-13; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 18-19, Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 207-211.

[120] Tevrat, Tesniye, XIV/22-29; Tekvin, XXVIII/22.

[121] Tevrat, Çıkış, XXXIV/26.

[122] Tevrat, Tesniye, XIV/28-29. Krş. Maide: 5/12.

[123] Tevrat, I. Samuel, VIII/15-17. Daha geniş bilgi için bkz. Budda, Hilmi Ömer, "Sami Dinlerde Kurbanın Mahiyeti, Daru'l-Funun İlahiyat    Fakültesi Mecmuası, sayı, 11 (1929), s. 81-102.

[124] Togan, Zeki Velidi, Umumî Türk Tarihine Giriş, s. 115 vd., 293 vd.; Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, s. 285-286. Şimdilik kısa bilgiler için için bkz. Arsal. S. M., Türk Tarihi ve Hukuk I (İslâmiyetten Evvelki Devir), İstanbul 1947; Caferoğlu, Ahmet, "Uygurlarda Hukuk ve Maliye Istılahları", Türkıyat M., c. IV; Eberhard, W., "Eski Türk Devletleri'nin Ekonomisi Hakkında İncelemeler",  Belleten, lX/36 (1945), s. 485-494; X/37 (1946) 81-95;7  A?  o6)' 255'266; Tabakoğlu, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 1987.

[125] Üçok, C.-Mumcu, A., Türk Hukuk Tarihi , (Ankara 1981), s. 23.

[126] Kalem: 68/17-34.

[127] En'am: 6/136-139, Nahl: 16/56.

[128] Bkz. aşağıda 13.1.3.1.

[129] Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 64-47; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 16-23, 40-48.

[130] Gerek Kur'ân'da (Bakara: 2/43; Nisa: 4/77, 162; el-Maide: 5/12; Meryem: 19/13;Beyine: 98/5) ve gerekse Tevrat ve İncil'de, geçmiş semavî dinlerde zekatıteşvikeden nasların iyi bir özeti için bkz. Kardavî, FZ, c. I, s. 47-52; Sibaî M., İslam Sosyalizmi (İstanbul 1976), s. 59-90; Nedvî, Dört Rükün, s. 151-160. İnsanların fakirlik   karşısındaki tutumları için  bkz. Kardavi, Fakirlik Problemi, s. 11-23.

[131] Tevbe: 9/34.

[132] Müddessir: 74/38-46; Kalem: 68/19-33; Hakka: 69/25-34; Fecr: 89/17-18; Maun: 107/1-7.

[133] Zariyat: 51/19-20; Me'aric: 70/19/25; İsrâ: 17/26; Rum. 39/38.

[134] En'am: 6/141.

[135] Rum: 30/38, 39; Neml: 27/1-3; Lokman: 31/4; Mü'minun: 23/4; A'raf: 7/156-157; Fassilet: 41/6-7.

[136] Bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 16-23.

[137] Ebu Ubeyd, Emval, Hadis no: 921-922; Karaman, İslâm'ın Işığında GününMeseleleri, c. II, s. 63-64; Kardavî, FZ, c. I, s. 39 vd.

[138] Bakara: 2/110; Tevbe: 9/5-103.

[139] İbnu'l-Esir, el-Kamil fi't-Tarih (Beyrut 1965), c. II, s. 291'den Karaman, age, c.U, s. 66; İbnu'l-Hacer, Fethu'l-Barî  (Kahire 1959), c. IV, s. 9'dan Karaman, age,c II, s. 66.

[140] İbnu'l-Hacer, Fethu'l-Barî , (Kahire 1959), c. IV, s. 9'dan Karaman, age, c. II, s. 66.

[141] Karaman, age, c. II, s. 66-67; Kardavi, FZ, c. II, s. 70.

[142] Vergilerin tasnifi konusunda geniş bilgi için bkz. Erginay, Kamu Maliyesi, s. 58-119; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 321-334.

[143] Bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 1043-1046.

[144] Bkz. aşağıda 25.2.

[145] Bkz. aşağıda 25.3.

[146] Bkz. aşağıda 17.5.1.

[147] Bkz. aşağıda 26-27.

[148] Erginay, Kamu Maliyeni, s. 77-119.

[149] Kardavî, FZ, c. II, s. 1024-1030; Nadaroğlu, age, s. 335-373; Özek-Kararaan,ibadet Ve Müessese Olarak Zekât, s. 229-232

[150] İslam hukukunda mal kavramı için bkz Karaman, Mukayeseli Ulam Hukuku, cin, s. 12-23. Yavuz, İZM s 177-180; Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 102-107; Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 329-339.

[151] Erginay, Vergi Hukuku, s. 178-179; Erginay, Kamu Maliyesi, 77, 89; Nadaroğlu, age, s. 346-355.

[152] Zeytinoğlu, Erol, Genel Ekonomi, (İstanbul 1976), s. 55, 56-57.

[153] Erginay, Vergi Hukuku, s. 238; Erginay, Kamu Maliyeni, s. 89-101. İslâm'da servet transferi dolayısıyla alınabilen servet vergilerinden veraset ve intikal vergisi için bkz. Ahmed, İslâm İktisadı, s. 161-162.

[154] Bkz. aşağıda 25.4.2.

[155] Erginay, Vergi Hukuku, s. 140; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 81-85; Nadaroğlu, age, s. 336-346.

[156] Erginay, Vergi Hukuku, s. 146, 178-179.

[157] Erginay Vergi Hukuku, s. 137; Erginay, Kamu Maliyeti, s. 51-58.

[158] Kardavi, FZ, c. II, s. 1031-1034. Ayrıca bkz. aşağıda 70-105.

[159] Kardavi, FZ, c. II, s. 1035-1037. Ayrıca bkz. aşağıda 106-112.

[160] Belirtilen özellikler ve çelişkiler dolayısıyla, Maliye Bakanlığı, 1982 Bütçe Kanunu B Cetveli'nde vergileri değişik bir sınıflamaya tâbi tutmuştur,

1. Gelirlerden alınan Vergiler, Gelir, Kurumlar Vergisi vb.

2. Servetten alınan Vergiler, Emlak, Veraset ve İntikal vergileri vb.

3. Mallardan alınan Vergiler, dahilde alınan İstihsal Vergisi, İşletme Vergisi vb.

4. Hizmetlerden alınan Vergiler, Bina inşaat vergisi vb.

5. Dış Ticaretten alınan Vergiler Gümrük Vergisi vb.

Geniş bilgi için bkz- Erginay Vergi Hukuku,  s.  270-271, 134-136; Erginay,  Maliyesi, s. 103; Nadaroğlu, age, s. 355-372.

[161] Kardavî, FZ, c. II, s. 1023.

[162] Kardavî, FZ, c. II, a. 1054.

[163] Sıddıkî, İslâm Devletinde Malı Yapı, s. 29 ve bkz. yukarıda 7.2.1.

[164] Kardavî, FZ, c. II, s. 1054.

[165] Bkz. aşağıda 54.2.

[166] Bkz. aşağıda 54.2.

[167] Bkz. aşağıda 54.2.

[168] Bkz. aşağıda 54.1.

[169] Bkz. aşağıda 54.4.1

[170] Kardavî, FZ, c. II, s. 1053-1058. Krş. Yavuz, İZM, s. 179-180, 182-183.

[171] Kardavî, FZ, c. II, s. 964-967; Nedvî, Dört Rükün, s. 167-187; Yavuz, İZM, s. 132-155; Udeh, Abdülkadir; İslâm ve Siyasî Durumumuz, (İstanbul 1982), s. 50-68.

[172] İbn Hazm, el-Muhallâ, c. V, s. 816'dîm Kardavî, FZ, c. II, s. 991-992. Ayrıca bkz. Yavuz, İZM, s. 142-143.

[173] Bkz. aşağıda. 12.2.

[174] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 161-162; Fazlu'r-Rahman; İslâmiyet ve İktisadî Adalet Meselesi, s. 32-33; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. I, s. 154; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 219; Kardavî, FZ, c. II, s. 1072-1105; Sıddıkî, İslâm Devletinde Malt Yapı, s. 140; Şeltut, Fetâvâ, s. 125; Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 244-252.

[175] Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 209.

[176] Karaman, age, c. I, s. 168-169; Kardavî, FZ, c. II   s   1106-1119; Yavuz, İZM, s. 439-440.

[177] Şerhu Gayeü'l-Munteha, c. II, s. 133'ten Kardavî, FZ, c. II, s. 1112.

[178] Nevevî, el-Mecmu, c. 5, s. 541-543; Kardavî, FZ, c. II, s. 1111.

[179] c. I, s. 154, 5. B.

[180] c. XXV, s. 92, Riyad.

[181] Zevacir an İqtirâfi’l-Keba'ir, c. I, s. 149'dan Kardavî, FZ, c. II, s. 1113; Yavuz, İZM, s. 439.

[182] Haşiyetu Reddi'l-Muhtar, c. I, s. 42'den Kardavî, c. II, s. 1114-1115; Yavuz, İZM, s. 439.

[183] Kardavî, FZ, c. II, s. 1115; Yavuz, İZM, s. 439.

[184] M: Reşid Rıza, el-Fetâvâ, c. I, s. 229-230'dan ve el-Menar, c. VII, s. 576'dan Kardavî, FZ, c. II, s. 1115; Yavuz, İZM, s. 439.

[185] Şeltût, Fetâvâ, s. 126-127; Yavuz, İZM, s. 439.

[186] Ebu Zehra, M. Tanzimu'l-İslâm li'l-Muctema', s. 165'ten Kardavî, FZ, c. II, s. 1117-1118.

[187] Nedvî, Dört Rükün, s. 137-147.

[188] İAK, m. I . Karaman, İslâm'ın- Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 169; Kardavî, FZ, c. II, s. 1118-1119; Yavuz, İZM, s. 441-442.

[189] Buharî, Zekât, 1; Nesaî, Zekât, 1

[190] Bakara: 2/262-264.

[191] Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c  I, s. 164; Kardavî, FZ, c. II, s. 995-1105; Nedvî, age, s. 137-51; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdût, s.  140-141; Şeltut, Fetâvâ, s. 125-126; Yavuz, İZM, s. 439-440.

[192] Bkz. aşağıda 117, 118 ve 119.

[193] Bkz. aşağıda 16.2.

[194] Bkz. aşağıda 36.1.2.

[195] Bkz. aşağıda 17.1.1.

[196] Bkz. yukarıda 10.3.1, 2, 3, 4.

[197] Genel olarak devlet gelirleri konusu için bkz. Erginay, Kamu Maliyesi, s. 7-17; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 179-205.

islâm devletinin gelirleri konusunda bkz. Ebû Yusuf, Ya'kub b. İbrahim, Kıtabu'l-Haraç, Bulak 1302, (çev. Ali Özek, İstanbul 1973, İÜÎF y., 344 s.); İbn Receb, Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ahmed el-Hanbelî, el-İstihrac li-Ahkami'l-Harac, Yay. Abdullah Sıddik, Mısır 1934, 2. B.; Kudame b. Ca'fer: el-Harac ve üanı'atu'l-Kitabe, Yay. Muhammed Hüseyin ez-Zubeydî, Bağdad 1981; el-Kuraşî, Yahya b. Adem, Kitabu'l-Harac, Yay. Ahmed Muhammed Şakir, Kahire 1949, es-Selefıyye; Ebu Ubeyd, el-Kasım b. Sellam, Kitabu'l-Emval, Yay. Muhammed Halil Herras, Beyrut 1986; İbn Zenceveyh; Kitabu'l-Emval, Süleymaniye Küt., No: 141 (fotokopi) ayrıca Yay. Şakir Dib Feyyâd, III c, Kıyad 1986; Fuad Ali İbrahim, el-Mevaridu'l-Maliyye fı'l-İslâm, Mısır 1972, 3. o.; Hasen, Abdurrahman, el-Mevaridü'l-Maliyye fı'l-İslâm, Kahire 1961; el-Hatıb, Abdulkerim, es-Siyasetu'l-Maliyye fi'l-İslâm, Beyrut 1975, 2. B.; en-Nevavî, Abdulhahk, en-Nizamu'l-Matî fi'l-İslâm, Mısır 1971; Siddıki, S. A., Publıc Finance in Mâm, Lahore 1952 (çev. Rasira Özdenören, İslâm devletinde Malî Yapı, İstanbul 1972, Fikir Yayınları); Bilmen, Ömer Nasuhi, HFK, C. IV, S 72-143; Ahmed, İslâm İktisadı, s. 168-170.

[198] Vergi gelirleri konusunda önceki dipnottakilere ilaveten bkz. İnalcık, Halil, -İslam Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi". AÜİF, İslâm İlimleri Enstitüsü D., 1 (İstanbul 1959); Lokkegaard, Frede, İslamic Taxation in. the Classic Period, Copenhagen 1950; Tuğ, Salih, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, AÜİF y., 112 s,   Doktora Tezi."

[199] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Berchem, M. Von, La Propriete Territoriale et l'İmpot Foncier sous Les Premiers Califes, Geneve 1886;  Mardin, Ebulula, "Harac", İA, V-l, s. 222-2-25; er-Reyis, Muhammed Dıyauddin, el-Harac ve'n-Nuzumu'l-Maliyye li'd-Devleti'l-İslâmiyye,  Kahire 1969, 3. B.; Bilmen, Ömer Nasuhi, HFK, c. IV, s. 82-85; Sıddiki, S. A., İslâm Devletinde Malt Yapı, s. 78-91; Tuğ, 3r, İslâm Vergi Hukuku, s. 85-91.

[200] Cizye konusunda geniş bilgi için bkz. Becker, C. H., "Cizye", İA, III, s. 199-201; Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayri   Müslimler, s. 109-181;Hadzıbegiç, Hamid, Glavarına u Osmanskoj Drzavi (Cizye'nin Yugoslavya'daki Uygulaması), Sarajevo 1966; Nedkoff, Boris Christoff, "Osmanlı İmparatorluğunda Cizye (Başvergisi)", çev. Şinasi Altundağ,Belleten, VIII/32 (1944), s. 559-652; Bilmen, Ö. N., HFK, C. IV,'s. 97-102; Sıddiki, S. A., age, s. 110-119; Tuğ, S., age, s. 93, 100; Malik, Zekât, 41-45.

[201] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Payda, Mustafa, "Hz. Ömer ve Ticaret Malları, Vergisi veya Uşûr", AUIFD, XXV (1981), s. 169-175; Malik, Zekât, 46-48; Tuğ, S., age, s. 62 64, 99-100; Sıddıkî, age, s. 104-109; Mergınanî, Hidaye, c. 1, s. 105-^S.

[202] Bkz. aşağıda 81.1.

[203] Bkz. aşağıda 13.2.2.

[204] Hamidullah, M., İslâm'da Devlet İdaresi, s   117.

[205] Barkan Ömer, Lütfı' "Avârız", İA, c. II, s. 13-19; Barkan, Ö.L., "Avarız", Küçük Türk-İslam Ansiklopedisi,  s. 229-232;  Erünsal, İsmail, "Avarız", Meydan Larousse, c. I, s. 875-876; Tuğ, S., age, s. 65.Ayrıca Bkz. Yukarıda  11. II.2.

[206] Bkz. yukarıda 11.2.2.

[207] Sıddiki, age, s, 91-103.

[208] Bkz. aşağıda 36.1.2 2.

[209] Sıddıki, age, a. 140-147; Tuğ, age, s. 24.

[210] Bu konuda bkz. Fayda, Mustafa, "Hz. Ömer ve Fey," AÜlF, İslâm İlimleri Enstitüsü  D., V (1982), s. 193-202; Hatemi, Hüseyin, "Ganimet", Meydan Larousse, c. IV, s. 948-949; Juynboll, Th. W., "Ganimet", İA, c. IV, s. 716; Juynboll, Th. W., "Fey", İA, c. IV, s. 584-585.

[211] el-Haşr: 59/6-7.

[212] Sıddıki, age, s. 137-139.

[213] Bilmen, HFK, c. VII, s. 267-249; Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 258; Tuğ, age, s. 66.

[214] Bkz. aşağıda 76.2.2.1.2.

[215] Bilmen, HFK, c. IV, s. 73; Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Sıddıki, age, s. 137.

[216] Sıddıki, age, s. 137.

[217] Mavsili, İhtiyar, c. I, s. 104. Zekât için devletin teşkilatlanması ve bu teşkilatın işleyişinin ilk örnekleri için bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukuku,  s. 25, 75-83; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 53-72.

[218] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 109-110; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 104; Tuğ, age, s. 76-77.- Delilerin geniş tartışması için bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 747-758.

[219] Buhârî; Zekât, 63; Nesa'î: Zekât, 1, 146.

[220] İbn Haceri'l-Askalanî, Fethu'l-Bari, c. III, s. 231; Şevkanî, Neylu'l-Eutar, c. IV, s. 124; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 111.

[221] Bu konuda hadis kitaplarının ez-Zekât bölümleri başlıca kaynaktır.

[222] Bunların isimleri, vazifeleri ve gittikleri yerler için bkz. Hasan-uz-Zaman, ilk islâm Devletlerinde Ekonomik Strüktür, çev. Sinan Ersoy, (İstanbul 1987), s. 156-157; Kardavî, FZ, c. 2, s. 749-752; Kettanî, et-Teratîbu’l-İdariyye, (Rabat 1346 h.), c. r, s. 396-400; Tuğ, age, s. 77-83; Yavuz, İZM, s. 421-423.

[223] Kâsânî, BSr'c. II, s. 68-69; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 104-105.

[224] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 230.

[225] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 425.

[226] Tuğ, age, s. 25-26.

[227] Kettanî, et-Teratibu’l-İdariyye, c. I, s. 225-226; Tuğ, age, s. 25-26.

[228] Tuğ, age, s. 27.

[229] Kettanî, age, c. I, s. 225-226; Tuğ, age, s. 25-26.

[230] Kettanî, age, c. I, s. 228, 398; Tuğ, age, s. 76. Hu vazifelilerden ez-Zubeyr b. el-Avvam, Cehm b. es-Salt ve Huzeyfe b. el-Yemanî'yi   örnek olarak hatırlayabiliriz.

[231] Kâsânî, BS, c. II, s. 35. Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 175.

[232] Kâsânî, BS, c. II, s. 7-8, 35-6. Ebu Zehra, age, s. 152.

[233] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Buhâri: İman, 40; Zebidi-Naim-Miras, Tecrîd-i Sarih, c. V, s. 19, No: 689; Malik, Zekât, 30; Müslim: îman, 7; Ebu Yusuf, Kıtabu't-Harac, s. 137; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s.  152-153; Nedvi, Dört Rükün, s. 160-164.

[234] Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 135.

[235] Geniş bilgi için bkz. Şibli Numani, BütünYönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi, (çev. Talip Yaşar Alp), İstanbul 1975, Çağ Yayınları; Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, İstanbul 1987.

[236] Bkz. aşağıda 118.

[237] Bkz. aşağıda 113.1.1.

[238] Bkz. aşağıda 115, II.3.B.

[239] Bkz. aşağıda 117.

[240] Bkz. aşağıda 53.1,

[241] Bkz. aşağıda 92.1.2.

[242] Bkz. aşağıda 43.

[243] Bkz. aşağıda 43.

[244] Kâsânî, BS, c. II, s. 7, 35-361 Mavsili, İhtiyar, c. I, s. 104; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 153; Nedvi, Dört Rükün, s. 164-165.

[245] Ebu Zehra, age, s. 153; Kardavî, FZ, c. II, s. 712-713; Kâsânî, BS, c: II, S- 7, 35-36, Mavsılî, age, c. I, s. 104.

[246] Kardavî, FZ, c. II, 8. 761-763; Yavuz, İZM, s. 428.

[247] Kardavî, FZ, c. II, s. 759; Kâsânî, BS, c. II, s. 7-8, 35-39.

[248] Bkz. aşağıda 25.2.

[249] Kardavî, FZ, c. II, s. 760-761.

[250] Ebu Ubeyd, Emval, s. 568, no: 1819-1820; Kardavî, FZ, c. II, s. 769-773; Yavuz, İZM, s. 428. '

bizzat zekât işleri genel müdürlüğüne ödenmesini, ödenmediği tak­dirde icra yoluyla tahsilini emretmiştir35.

[251] Libya Zekât Kanunu; m. 35; Sudan Zekât Kanunu; m. 31.

[252] Abdullah, Zekât, s. 208, 211.

[253] Kardavî, FZ, c. II, s. 759-760.

[254] Sıddıki, İslâm Devletinde, Malî Yapı, s. 167.

[255] Kardavî, FZ, c. II, s. 761-762.

[256] Yavuz, İZM, s. 431-433; Kardavî, FZ, c. II, s. 765.

[257] Kardavî, FZ, c. II, s. 76.3-764.

[258] Kardavî, FZ, c. II, s. 764-765.

[259] Kardavî, FZ, c. II, s. 765-769.

[260] Halkatu'd-Dirasati'l-îctima'iyye'den Kardavî, FZ, c. II, s. 773-774; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 106.

[261] Bakara: 2/85.

[262] Abdullah, Zekât, s. 43, 206.

[263] Abdullah, age, s. 204.

[264] Abdullah, age, s. 204.

[265] Abdullah, age, s. 213.

[266] Ebu Ubeyd, Emval, s. 569-570; Kardavî, FZ, c. II, s. 784-791; Kâsânî, BS, c. II, s. 36; Serahsî, age, c. II, s. 180; Şeyhanî, Asl, c. II, s. 31; Şeybanî, el-Cami's-Sagîr, s. 125-129.

[267] Bkz. aşağıda 115.2.2.2 ve 116.2.1.2.

[268] Kardavî, FZ, c. II, s. 789-791.

[269] Bu konuda çeşitli görüşler için bkz. aşağıda 29

[270] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 414-415.

[271] Tevbe: 9/60, 103; A'raf: 7/199; Furkan: 25/67; Bakara: 2/219. Bu konuda bkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. I, s. 96;

[272] Beyhakî, es-Sunnu'l-Kübra, c. XII'den Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 135.

[273] Bu  yolda görüşler için  bkz.  Tuğ, Salih, "Zekâtın  Yeniden Merkezile'ştirilmesi", İslâm Medeniyeti D., c. III, sayı: 28, s. 32-33.

[274] Libya Zekât Kanunu ve uygulanışı konusunda geniş bilgi için bkz. Arafe, ez-Zekât fi’l-Cumhûriyyeti'l-Arabiyyeti'l-Lîbiyye, Trablus ty.

[275] Yavuz, İZM, s. 436-437.

[276] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 24, 50-53.

[277] Örnek olarak bkz. Bakara: 2/43; Zariyat: 51/19; Me'aric: 70/24.

[278] Buharî: İman, 10; Müslim: İman, 22; Tirmizi: İman, 3; Nesaî: İnan, 13

[279] İbnu'l-Munzir, Kitabu't-İcma, s. 33.

[280] Tuğ, age, s.51.

[281] Kardavî FZ c. I, s. 69; Kasani, BS, c. II, s. 4

[282] Taha: 20/73; Mearic: 70/24, 25; Rum: 30/38.

[283] Tuğ, age, s. 50-51, 51-52.

[284] Debusî, Esrar, c. I, v. 116-b; Kâsânî, BS, c. II, s. 4; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 99; Tahâvî, Muhtasar, s. 45.

[285] Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, s. 150-161.

[286] Tuğ, age' s 52-53, Ayrıca bkz. İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kardavi, FZ, c. I, s. 99-102.

[287] İbn Rüşd, BM, c. I, a. 226.

[288] Abdullah, Zekât, s. 61, 85, 86, 154-157, 202, 203, 210, 219, 221, 259.

[289] Kardavî, FZ, c. I, s. 99-102.

[290] Bakara: 2/43, 83; Nisa; 4/77; el-Maide: 5/12; Meryem: 19/13; Beyyine: 98/5.

[291] Zeydan, A., Ahkamu'z-Zimmiyyin ve'l-Muste'minin, s. 149.

[292] Ebu Zehre-Şekerci, Zekât. Hukuku, s. 84-85.

[293] Bakara: 2/256; Yunus: 10/99

[294] İbn Hazm, Muhallâ, c. VI, s. 111.

[295] Cezîrî, Fame, c. I, s. 591; İbn Kudame, Mugni, c. III, s. 50; Kâsânî, BS, c. II, s. 53, 65; Sıddıki, İslâm Devletinde Mail Yapı, s. 53.

[296] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 167, no: 630; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Debusî, Esrar, c. I, v. 118-a; Kâsânî, BS, c. II, s. 5-6; Mavsılî, İhtiyar, c. 1, s. 99; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 163; Şeybânî, Asl, c. II, s. 61; Tahâvî, Muhtasar, s. 45.

[297] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 158-160, no: 591-597; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Debusî, Esrar, c. I, v. 116-a ve 126; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 172-173; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225; Kardavî, FZ, c I, s. 105-119; Kâsânî, BS, e. II, s. 4; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 99; Sorahsî, Mebsut, c. II, s. 162; Şafiî, Umm, c. II, s. 27-28; Tahâvî, Muhtasar, s. 49.

[298] İAK, m. 4. Ebu Zehra, Ulâm'da Sosyal Dayanışma, s. 173; Kardavî, FZ, c. I, s. 119; Yavuz, İZM, s. 446-447..

[299] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 396.

[300] Erginay, Vergi Hukuku, s. 142.

[301] Ahmed b. Hanbel, Mesûil, s. 161, no: 603; Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kâsânî, BS, c. II, s. 6; Mavsılî, İhtiyar, c, I, s. 99; Serahsi, age, c. II, s. 164; Şeybanî, Asl, c. II, s. 11-12; Tahâvî, Muhtasar, s. 32; Yavuz, İZM, s. 447.

[302] İbn Rüşd, BM. c. I, s. 226; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 32.

[303] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 266; Kâsânî, US, c. II, s. 6; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 99. Bugün uygulamadan kalkmış çeşitli örnekler İçin bkz. Kâsânî, BS, c. II, s. 6.

[304] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. V, No: 3577; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 53.

[305] Ebu Ubeyd, el-Emval, No: 12C0; Yahya b. Adem, Harac, No: 210; Ebu Davud: Zekât, 4; Tuğ, age, s. 53.

[306] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 397.

[307] Kâsânî, BS, c. II, s. 4; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 181; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 41, 52-53.

[308] Bkz. aşağıda 25.1.

[309] Bkz. aşağıda 25.3.

[310] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225.

[311] Kâsânî, BS, c. II, s. 6-9; Mavsıli, ihtiyar, c. I, s. 99: Mergınânî, Hidaye, c. I s 96-97.

[312] Kardavî, FZ, c. I, s. 161. Hadis için bkz. Müslim: Siyam, 156.

[313] Kâsânî, BS, c. II, s. 7; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 97; Serahsî, age, c. II, s. 169; Sıddıki, age, s. 47.

[314] Ebu Ubeyd, Emval, s. 442, no: 1247.

[315] Ahmed b. Hanbel, Mesad, s. 158, no: 589-590; Bilmen, HFK, c. IV, s. 115; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 29-30; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kardavî, FZ, c. I, s. 157-158; Malik: Zekât, 19; Sıddikî, age, s. 41; Şafiî, Unun, c. II, s. 50.

[316] Ebu Ubeyd, age, s. 507-508, no: 1549-1553; Ebu Zehre-Şekerci, age, s. 31-32; İbn Kudame, Mugni, c. III, s. 42; İbn Rüşd, BM, c, I, s. 226; Kardavî, FZ, c. I, s. 157; Kâsânî, BS, c. II, s. 6.

[317] Şibbeyr, Muhammcd Osman: "Medâ Te'sîri'd-Duyûni'l-İstismâriyye ve'l-Îskâniyyeti'l-Mu'eccele fî Tahdidi Viâi'z-Zekât", Mecelletu'ş-Şeria ve'd-Birâsâti'l İslâmiyye, c. VII, sayı: 16. (Kuveyt-Mart 1990), s. 160.

[318] Ebu Ubeyd, age, s. 507-508, no: 1549-1553; Ebu Zehre-Şekerci, age, s. 30-31; Serahsî, age, e. II, s. 160; Şafiî, Umm, e. II, s. 26.

[319] Bilmen, HFK, c. IV, s. 115; Ebu Ubeyd, Emval, s. 508, no: 1553; İbn Rüşd, BM, c I, s. 226; Kardavî, FZ, e. I, s. 159.

[320] Buhari: Zekât, 18; Ahmed b.Hanbel, Müsned, 11/230; Darimi: Zekât, 25.

[321] Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 31-32; Kardavî, FZ, c. I, s. 158-159.

[322] Kâsânî, BS, c. II, s. 8; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 99-100; Sıddıki, age, s. 47.

[323] Kardavî, FZ, c. I, s. 160; Kûsânî, BS, c. II, g. C7; Sıddıki, age, s,4S.

[324] Kardavî, FZ, c. I, s. 161; Kâsânî, BS, c. II, s. 6-9; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 99; Serahsî, age, c. II, s. 169, 186.

[325] Kâsânî, BS, c. II, s. 8-9; Serahsî, age, c. II, s. 160; Sıddıki, İslam Devletinde Mali Yapı, s. 48; Şeybani, el-Camiu'l-Kebîr, s. 20.

[326] Şibbeyr, age, s. 164.

[327] Ebu Ubeyd, Emval, s. 443, no: 1252-1256.

[328] Debusî, Esrar, c.'l, v.-107-b ve 120-b; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kâsânî, BS, c.II, s. 6; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 97.

[329] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 36-38.

[330] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 173; Kardavî, FZ, c. I, s. 105-119; Yavuz, İZM, s. 446-447. Vergi hukukunda ehliyet için hkz. Erginay, Vergi Hukuku, s. 61-63

[331] Küçüklerin,  kısıtlıların ve kölelerin zekât mükellefi olmadığı görüşündekilerin düşünceleri saklıdır. Bkz. yukarıda 17.2 ve 17-3.

[332] İslâm hukukunda temsil için hkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. I, s. 195-196, c. II, s. 335-365; Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 482-507.

[333] Kâsânî, BS, c. II, s. 7; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 104.

[334] Bkz. aşağıda 43.

[335] LZK, m. 33.

[336] Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Debusî, Esrar, c. I, y. 116-a, 118-a ve 126; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 172-173; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225; Kâsânî, BS, c. II, s. 4-6; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 99; Tahâvî, Muhtasar, s. 45.

[337] İAK, m. 3; LZK, m. 2.

[338] Kardavî, FZ, c. II, s. 845-846; Kâsânî, BS, c. II, s. 40-41.

[339] Kâsânî, BS, c. II, s. 41.

[340] Vergi hukukunda sorumluluk konusunda geniş bilgi için bkz. Erginay. Vergi Hukuku, s. 66-73; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 230-232.

[341] Erginay, age, s. 67-68.

[342] İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. IV, s. 44; Şafii, Umm, c. II, s. 14; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 218; Hamidullah. Modern İktisat ve İslâm, s. 49-50; Kardavî, FZ, c. I, s. 502-503, 508-509, c. II, s. 768-769.

[343] Malik: Zekât, 7; Tuğ, age, s. 66.

[344] Tuğ, age, s. 66.

[345] LZK, m. 33.

[346] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 4. Bkz. yukarıda 17.2.

[347] Borçlar Kanunu, m. 41.

[348] Erginay, Vergi Hukuku, s. 68-69. İslâm hukukunda müteselsil sorumluluk için bkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. II, s. 590-594.

[349] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 236; Kardavî, FZ, c. I, s. 218-221; Kâsânî, BS, c. II, s. 16-8. Ayrıca bkz. aşağıda 25.1,4 ve 53.2.1.1.

[350] İslâm hukukunda borcun nakli ve halefiyet için bkz. Karaman, ağe, c. II, 594-613.

[351] Erginay, Vergi Hukuku, s. 70-73.

[352] Bilmen, HFK, c. IV, s. 91; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 34-41; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 155; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 229; Kardavî, Fakirlik Problemi, s, 103; Kardavî, FZ, c. II, s. 834-835; Kâsânî, BS, c. II, s. 25, 53, 65; Serahsî, Mebsut, c. II, Şafiî, Umm, s.  185; c. II, s.  15, 55; Tahâvî, Muhtasar, s. 52

[353] LZK, m. 21.

[354] Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 35-36; Kâsânî, BS, c. II, s. 53; Şafiî, Umm, c. II, s. 15, 55.

[355] Malik: Zekât, 16.

[356] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 168, no: 631; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 37-41; Kardavî, FZ, c. II, s. 835-837; Malik: Zekât, 16.

[357] Müslim: Siyam, 156.

[358] Erginay- VerS'1 Hukuku, s. 71-72. bkz. aşağıda 69.2.

[359] Bkz. yarıda 17.1.1 ve aşağıda 25.1.4.

[360] Erginay, age, s. 72-73.

[361] Bkz. aşağıda 25.1.4.

[362] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 28-29; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 229.

[363] En'am: 6/136.

[364] Ebu Ubeyd, Emval, s. 364, no: 922.

[365] En'am: 6/99.

[366] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 24, 43-44.

[367] Tevbe: 9/34.

[368] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 217-218; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 113-114, 200.

[369] Kardavî, FZ, c. I, s, 146.

[370] Bkz. aşağıda 25.4.

[371] Kardavi, FZ, c. I, s. 141; Ebu Zehra, İslamda Sosyal Dayanışma, s. 157.

[372] Bkz. Aşağıda 25.4.

[373] Kâsânî BSc. TL, 8. 2,4; Debusî, Esrar, c. I, v. 101.

[374] Bkz., yukarıda 17.2; aşağıda 53.1; 65.1.2.1; 81.2.3.3 3; 81.2.2.4.2,3

[375] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 143; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 157; Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 56-58; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 195; Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s. 68-69; Kardavî, FZ, c. I, s. 146-149; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 404, 415-416.

[376] Bkz. yukarıda 10.2.1, 23 ve 4.

[377] Bkz. yukarıda 10.4.3 ve aşağıda 106-112.

[378] Kardavî, FZ, c. II, s. 1023 Ayrıca bkz. yukarıda 10.4.4.

[379] Bu konuda bkz. Yazgan, Turan: Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, İstanbul 1987.

[380] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 55-57.

[381] Bkz. aşağıda 48.1.

[382] Kardavî, FZ, c. I, s. 130.

[383] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 592-593; Kâsânî, BS, c. II, s. 9; Serahsî, age, c. II, s. 168-170.

[384] Kardavî, FZ, c. I, s. 130; Şehhate, Fıkhu'l -İbâdât, s. 116; Tabbara, Rûhu'd-Dîni'l Islâmî, s. 335.

[385] Debusî, Esrar, c. I, v. 103-a; Kâsânî, BS, c. II, s. 9; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 97; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 43; Yavuz, İZM, s. 448

[386] Mergınani, age, c. I, s. 113; Sıddıki, age, s. 44.

[387] Debusî, age, c. 1, v. 103-a; Kâsânî, BS, c. II, s. 9; Mergınânî, age, c. I, s. 97.

[388] Debusî, age, c. I, v. 103-b.

[389] Erginay, Vergi Hukuku, s. 143.

[390] Kardavî, FZ, c. I, s. 131-132.

[391] Abdullah, Zekât, s. 213.

[392] Abdullah, age, s. 212.

[393] İbn Rüşd, DM, c. I, s. 239; Kardavî, FZ, c. I, s. 132; Kâsânî, ES, c. II, s. 9.

[394] LZK,   12/2.

[395] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali,  s. 340; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 48;  Kardavî, FZ, c. I, s. 133-134.

[396] LZK, m. 18/a.

[397] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 156-158, no: 577-588; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 4b; Kardavî, FZ, c; I, s. 135-138; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 46-49;  Serahsi, age, c- II, s. 194; Şeybanî, Asl, c. II, s. 72-73.

[398] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 225

[399] Cezîrî, Fame, c. I, s. 604; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 227; Malik: Zekât, 19.

[400] Bilmen, HFK, c. IV, s. 114; Kâsânî, AS, c. II, s. 10; Tahâvî, Muhtasar, s. 51.

[401] Bilmen, HFK, c. IV, s. 114; Kardavî, FZ, c. I, s. 135.

[402] Ebu Ubeyd, Emval, s. 439 no: 1226.

[403] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 156, no: 557-579, 580, s. 157, no: 581; Cezîrî, Fame, c I, s. 603-604.

[404] Cezîrî, Fame, c. I, s. 605; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 227; Sıddıki, age, s. 62; Şafiî, Umm, c. II, s. 25, 51.

[405] Kardavî, FZ, c. I, s. 138.

[406] Kardavî, FZ, c. I, s. 137; Mergınânî, Hidâye, c. 1, s. 97; Tahâvî, Muhtasar, n. 51.

[407] Kardavî, FZ, c. I, s. 138.

[408] Bilmen, HFK, c. IV, s. 113-114; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 350-351; Cezîrî, FameE, c. I, s. 603; Kâsânî, BS, c. II, s. 10-11; Mergınânî, age, c. I, s. 97; Sıddıki, age, s. 61; Serahsî, age, c. II, s. 167-168, Şeybanî, Asl, c. II, s. 18, 85; Tahâvî, Muhtasar, s. 51.

[409] Kâsânî, BS, c. II, s. 9; Sıddıki, age, s. 44; Krş, Yavuz, İZM, s. 448

[410] Kardavi, FZ, c. I, s. 138-1.39.

[411] Debusî, Esrar, c. I, v. 103; Kardavî, FZ, c. I, s. 138; Kâsânî, BS, c. II, s. 9; Mergınânî, age, c. I, s. 97, 113; Serahsî, age, c. II, s. 171, 209; Şeybanî, Asl, c. II, s. 111; Sıddıki, age, s. 43-44; Yavuz, s. 448.

[412] Bilmen, HFK, c IV, s. 88; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 236; Kardavî, FZ, c. I, s. 218-221; Serahsî, age, c. II, s. 209; c. 3, s. 39-41, Şeybanî, Asl, c. II, s. 98-99, 109-110, Tahâvî, Muhtasar, s. 44; Yavuz, İZM, 469-470; Malik: Zekât, 25 Ayrıca bkz. aşağıda 69.2.

[413] İAK, m. 3/d.

[414] Abdullah, Zekât, s. 87-89, 201, 205.

[415] 05.01.1383 tarihli fer­man.

[416] Dr. Muhammed Abdulhaüm'in Mecelletu'd-Dîrâsâti't-Ticariyye (bi-Camiati'l-Ezher)'de (sayı: 4, 1984), İslâm bankalarının zekât fonuyla ilgili muhasebe ve tartışması organizasyonuna dair bir incelemesi vardır. Özeti için bkz. Abdullah, Zekât, s. 200-201.

[417] Bkz. yukarıda 7.2.1.

[418] Bkz. yukarıda 7.2.1.

[419] Yazgan, Turan, Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, s. 45-47.

[420] Debusî, Esrar, c. I, v. 132-a; Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 242; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 32; Kardavî, FZ, c. I, -s. 36ı-362. Ayrıca bkz. aşağıda 81-II. l. B.b.

[421] Bkz. aşağıda 25.3.

[422] Buharı: Zekât., 32; Müslim, Zekât, 1; Malik, Zekâl, 1, 2; Kardavî, FZ, c. I, s. 261; Yavuz, İZM, s. 170-171; Diyanet İşleri Başkanlığı 26.11.181 tarih ve 7 sayılı genelgesi.

[423] Ebu Davud: Buyu', 8; Nesai: Zekât, 44.

[424] Bilmen, UFK, c. IV, s. 111; Ahmed, İslâm İktisadı, s. 138; Kardavî, FZ, c. I, s. 263; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 75-78.

[425] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 232-233; Kardavî, FZ, c. I, s. 264-265;  Yavuz, İZM, s. 230-231.

[426] İAK, m. 2. Ebu Zehra İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 162; Kardavî, FZ, c. I, s. 264; te Fıkhu'l İbâdât, s. 120-121; Tabbara, Rûhu'd-Dini'l-İslâmî, s. 336.

[427] Kardavî, FZ, c. I, s. 264-265; Karaman, age, c. II, s. 77-78; Yavuz, İZM. s, 263, 273.

[428] Kardavî, FZ, c. I, s. 261; Karaman, ager c. II, s. 76-77.

[429] Yavuz, İZM, s. 170-171.

[430] Kardavî, FZ, z. II, s. 266-269.

[431] Geniş bilgi ve mukayese için bkz. Yavuz, İZM, s. 225-278.

[432] Serahsî, Mebsut, c. II, s. 150; Yavuz, İZM, s. 265.

[433] Karaman, age, c. II, s. 78.

[434] Şah Veliyyullah, Huccetullahi'l-Bâliga,  (Yay. Seyyid Sabık), c. II, s. 506; Karaman, age, c. II, s. 70; Yavuz, İZM, s. 23.3-234.

[435] Bkz. yukarıda 17.5.1.

[436] İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 31.

[437] Bilmen, HFK, c. IV, s. 110-112; Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ûn, c. I, s. 108. Debusî, Esrar, c. I, v. 111-a; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 235; c. 1, s. 105; Kâsânî, BS, c. II, s. 19-20; Serahsî, age, c. III, s. 20; Sıddıki, age, s. 46; Tahâvî, Muhtasar, s. 48; Yavuz İZM, s. 224, 228-230.

[438] Bkz. aşağıda 61.2.2.

[439] Bilmen, HFK, c. IV, s. 111; Kâsânî, BS, c. II, s.. 19; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye,  s. 119; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 105; Tahâvî, age, s. 50; Yavuz, İZM, s. 224.

[440] İbnu’l-Munzir, age, s. 31; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 243.

[441] Krş. Yavuz, İZM, s. 225.

[442] Müslim: Zekât, 9; Ebu Davud: Zekât, 11; Nesaî: Zekât, 16.

[443] Malik, el-Müdevvene, c. 1, s. 55'ten Yavuz, İZM, s. 218.

[444] LZK, m. 2.

[445] Kâsânî, BS, c. II, s. 11.

[446] Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 66-67; Kardavî, FZ, c. 1, s. 484-485.

[447] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 157; Kardavî, FZ, c. I, s. 139-149; Kâsânî, BS, c. II, s. 11; Maverdî, age, s. 113; Sıddıki, age, s. 39.

[448] Müslim: Zekât, 9; Ebu Davud: Zekât, 11; Neaaî: Zekât, 16.

[449] Bkz. aşağıda 53.2.2.1.

[450] LZK, m. 14.

[451] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 246; İbnu'l-Munzir, age, s. 32; Kardavî, FZ, c. I, s. 161; Malik: Zekât, 4.

[452] Erginay, Vergi Hukuku, s. 142, 200.

[453] Cezîrî, Fame, c. I, s. 612; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 237, 247; Kardavî, FZ, c. I, s. 449-450; Kâsânî, BS, c. II s. 47; Maverdî, age, s. 120.

[454] LZK, m. 2.

[455] Kâsânî, BS, c. II, s. 65.

[456] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 237; Kardavî, FZ, c I, s. 4.3.5; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 117; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 108.

[457] LZK, m. 2.

[458] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Cezîrî, Fame, c. I, s. 616-617; Kâsânî, BS, c. II, s. 62.

[459] LZK, m. 3.

[460] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 248-249.

[461] Bkz. yukarıda 10-4-2.

[462] Bilmen, HFK- c- IV, s- 94; Cezîrî- Fame, c. I, s. 593-594; Kardavî, FZ, c. I, s165-166, 491-492, 504-505; Kâsânî, BS, c. II, s. 13-14; Mergınânî, age, c. I, s. 108; 91;  Serahsi,  age, c. II.  s- 164; Şafii, Umm, c. II, s. 16; Şeybanî, Asl, c. II, s. 72.

[463] Bilmen, HFK, c- IV, s- 94; İbn Rüşd, BM, c- I, s- 247, 249-250; Kardavî, FZ, c. I, s. 165, 491; Kâsânî, BS, c. II, s. 13-14; Malik: Zekât, 24.

[464] LZK, m. 14.

[465] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 162, no: 605-608; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 249-250; Kardavî, FZ, c. I, s. 165; Kâsânî, BS, c. II, s. 13-14; Malik: Zekât, 24; Mergınânî, age, c. I, s. 102.

[466] LZK, m. 13.

[467] Ahmed b. Hanbel, age, s. 162, no: 605-608; Kardavî, FZ, c. I, s. 165; Kâsânî, BS, c. II, s. 13.

[468] Kardavî, FZ, c. I, s. 499, 503, 505.

[469] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 218; Hamidullah, Modern İktisat ve İdam, s. 49; Kardavî, FZ, c. I, s. 500-503.

[470] Kardavî, FZ, c. I, s. 516-517.

[471] Kâsânî, BS, c. II, s. 14.

[472] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 344-345; Cezîrî, Fame, c. I, s. 593-594; Debusî, Esrar, c. I, v. 104-b; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 248; Kâsânî, BS, c. II, s. 8, 13, 15; Serahsî, age, e. II, s. 172-173; Şeybanî, Asl, c. II, s. 72; Yavuz, İZM, s. 450.

[473] Abdullah, Zekât, s. 85-86.

[474] Erginay, Kamu Maliyesi,  s. 29-30; Erginay, Vergi Hukuku,  s. 147; Kamu Maliyesi Teorisi, s. 234.

[475] Bkz. yukarıda 25.2.

[476] Bkz. yukarıda 25.1-4.1 ve. 25.3.

[477] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 30-31; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 234.

[478] Bkz. aşağıda 53.2.1.2; 54; 57.2.1.2; 62.

[479] Bkz. yukarıda 10 5.

[480] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 58-60; Nadaroğlu, age, s. 235-236, 247-257.

[481] Geniş bilgi için bkz. Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 24, 66-71. Ayrıca bkz. Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 33-34.

[482] Tuğ, age, s. 67; Ayrıca bkz. Ebu Davud: Zekât, 5; Ahmed; Müsned, No: 4634; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 152.

[483] Bkz. aşağıda 77.

[484] Bkz. aşağıda 82.

[485] Bkz. aşağıda 62, 66.

[486] Ebu Zehra, age,  s. 167; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 218; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 17; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 107-* 109; Nedvi, Dört Rükün, s. 129-130; Sıddıki, age, s. 21-23; Tuğ, age, s. 70.

[487] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 143-144; Fazlu'r-Rahman, İslâm ve iktisadî Adalet, s. 3, 32; Hamidullah, İslâm'a Giriş,  s.113-114; Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s. 68-69; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 217-219; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 403-404, 416, 425; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 65-71.

[488] Ebu Davud: Sünen,  19; Hamidullah, el-Vesa'iku's-Siyasiyye, No: 181-182; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 217.

[489] Ebu Ubeyd, Emval, H. No: 1660; Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s. 68; Hamidullah, islâm Peygamberi, c. II, s. 217.

[490] îbn Hazm, el-Muhalla, c. VI, s, 156; Hamidullah, islâm Peygamberi, c. II, s. 217; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 49; Nevevî, Riyazu's-Salihin, H. No: 7, 584, 588, 590.

[491] Tuğ, age, s. 65; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, a. 219.

[492] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 403-404, 416, 425.

[493] îbn Hazm, el-Muhalla, c. VI, s. 158; Ahmed, İslâm İktisadı, s. 144. Hz. Ömer'in bunu destekleyen görüşü için bkz. Yavuz, İZM, s. 411. Atâ ve Ebu Ubeyd'in de bu görüşte oldukları nakledilir, bkz. aşağıda 113.3.2.

[494] Buharî: Zekât, 24; Nevevî, Riyazu's-Salihin, H. No: 7, 584-590.

[495] Darimî: Zekât, 13; Tirmizî: Zekât, 27.

[496] Bkz. yukarıda 11.

[497] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 70-71.

[498] Kardavî, FZ, c. I, s. 244-246.

[499] Bkz. yukarıda 11.

[500] Zekât oranının arttırılmasını savunanlardan birinin Fazlurrahman olduğunu belirten Kardavî, onun Eyüp Han devrinin İslâm Araştırmaları Komisyonu başkanlığını işgal yaptığını, iktisatçılara uyarak nisabın 2939 Pakistan robiyesi olmasını da savunduğunu, bu fikirlerinin   Pakistan'da büyük tepkiler yarattığını, ülke  uleraasınca görüşünün reddedildiğini ve hatalı bulunduğunu anlatır. Buna el-Benuri'nin Mecelletu'l-Ba'si'l-İslâmî (c. XII, s. 2)'deki makalesi örnektir. Kardavî, inancının bozukluğu dolayısıyla, bu cesur profesörün daha sonra   vazifesinden uzaklaştırıldığını belirtir. (Fazlurrahman'ın bu konudaki görüşleri için bkz. Fazlu'r-Rahman, İslâmiyet ve İktisadî Adalet, s. 32).

Burada hemen belirtmeliyiz ki, zekât oralarının arttırılması sadecev Fazlu'r-Rahman tarafından savunulmamıştır, az önce de geçtiği gibi bunlar arasında M. A. Mannan, M. Hamidullah, M. Ahmcd de bulunmaktadır. Bu konudaki görüşünü paylaşmakla birlikte Kardavi'nin, sadece Fazlurrahman'a bakarak -bu bile tartışılabilir- bu görüşü savunanların mütehassıs olmadıklarını belirtmesi yanlıştır; kaldı ki, bizzat kendisi Hamidullah için "allâme" demektedir (Kardavî, FZ, c. I, s. 90).

[501] Debbağoğlu, A-, İslâm İktisadına Giriş, s. 343; Kardavî, FZ, c. I, s. 246.

[502] Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 209.

[503] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 31-33; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 233-234; Sur, Fadıl Hakkı: Maliye Dersleri, (Ankara, 1949), s. 199.

[504] Bkz. yukarıda 25.

[505] Erginay, Vergi Hukuku, s. 74.

[506] Erginay, age, s. 74-75; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 236.

[507] Bu genel müdürlüğün kuruluş ve görevleri hakkında bkz. Arafe, Zekât fi'l-Cumhuriyyeû'l-Arabiyyeti'l-Lîbiiyye, s. 3-6, 66-69.

[508] LZK, m. 40.

[509] LZK, m. 41.

[510] Kettanî, et-Terâtîbu'l-İdâriyye, c. 1, s. 399; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 71.

[511] Erginay, Vergi Hukuku, s. 75-82.

[512] VUK, m. 299.

[513] VUK, mükerrer s. 30.

[514] Bkz. aşağıda 109.

[515] Tuğ, age, s. 72; Kâsânt BS, c. II s. 7.

[516] Bkz. aşağıda 82.2.6.

[517] Kettanî, age, c. I, s. 399-400; Tuğ, age, s. 71; Erkal, İslâm Vergi Hukuku, s.

[518] LZK, m. 26.

[519] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 3.

[520] LZK Uygulama Talimat­namesi, m. 78.

[521] LZK, m. 27, 28.

[522] LZK, m. 27.

[523] LZK, m. 29.

[524] Erginay, Vergi Hukuku, s. 82-84; Nadaroğlu, age, s. 236.

[525] VUK, m. 94.

[526] LZK, m. 28, 42; LZK Uygulama Talimatna­mesi, m. 18, 22, 24, 26, 29, 30.

[527] Erginay, age, s. 84-87; Nadaroğlu, age, s. 236.

[528] Erginay, Vergi Hukuku, s. 87-94,  129-130. İslâm hukukunda zaman aşımı konusunda bkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. II, s. 562-569.

[529] LZK, m. 21. İbn Rüşd, EM, c. I, s. 249; Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 102-103; Kardavî, FZ. c. II, s. 832-833; Kâsânî, BS, c. II, s. s. 35.

[530] Erginay, Vergi Hukuku, s. 92-95.

[531] Erginay, Vergi Hukuku, s. 18-20.

[532] Kardavî, FZ, c. II, s. 774-784, 1059-1071; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 222-223; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 104; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 26; Yavuz, İZM, s. 82-86.

[533] Örnek olarak bkz. Müddessir: 74/44.

[534] Tevbe: 9/34-35.

[535] Bkz. Yavuz İZM, s. 133-140.

[536] Al-İ İmran: 3/180; Tevbe: 9/104.

[537] Buhari: Zekât, 3; Malik; Zekât, 21, 22; Zebîdî, Tecrid-i Sarih, c. VII, s. 29, H. No: 691.

[538] Mu'minun: 23/1-6.

[539] Maide: 5/55.

[540] Kardavî, Fakirlik Problemi, s. 98; Kardavî, FZ, c. II, s. 76.

[541] Taberani/Hakim/Beyhaki.

[542] İbn Mace.

[543] Humeydî, Müsned, 237; Kudaî, Musnedu'ş-Şihâb, 67/1.

[544] Kardavî, FZ, c. II, s. 779-782; Malik: Zekât, 31; Yavuz İZM, s. 85.

[545] Kardavî, FZ, c. II, s. 775-778; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 104

[546] Kardavî, FZ, c. I, s. 84-85, c. II, s. 775-778.

[547] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 128-129. Ayrıca bkz. Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 276-7.

[548] Kardavî, FZ, c. II, s. 838-843; c. II, s. 1069-3 070; Kâsânî, BS, c. II, s. 15; Şeybanî, Asl, c. II, s. 15. 20.

[549] İbn Teymiyye, el-Kavâid, s. 89'dan Kardavî, FZ, c. II, s. 837.

[550] Ebu Yusuf, el-Harac, s. 80. Ayrıca bkz. Kardavî, FZ, c. II, s. 839.

[551] Kardavî, FZ, c. I, s. 78; Yavuz, İZM, s. 85.

[552] Buharı: Zekât, 1; Nesaî: Zekât, 1.

[553] Abdullah, age, s. 75.

[554] Erginay, Vergi Hukuku, s. 101.

[555] Erginay, age, s. 102.

[556] Erginay, age, s. 103.

[557] Erginay, age, s. 10.3-104.

[558] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 230; Kardavî, FZ, c. I, s. 78-84; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultanıyye, s. 222-223; Yavuz, İZM, s. 85-86.

[559] Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 135; Kardavî, FZ, c. I, s. 79. Kardavî ve Hamidullah, Hz. Ebu Bekr'in zekât ödemeyenlere karşı, savaşını destekleyen hadisler bulunduğunu belirtirler: Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi, s. 135; Kardavî, FZ, c. I, s. 79. Krş. Zebîdî, Tecrld-i Sarih, c. I, s. 19, H. No: 689.

[560] Ebu Ubeyd, Emval, s. 383, no:981, s. 585, no: 1897.

[561] Erginay, Vergi Hukuku, s. 106-107.

[562] Kardavî, FZ, c. II, s. 775-778.

[563] Erginay, age, s. 107-108.

[564] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 72.

[565] Kettanî, e.t-Terâtîhu'1-İdâriyye, c. I, s. 237-238, 267-268; Tuğ, age, s. 72, 82-83.

[566] Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 168; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 80-81; Yeniçeri, islâm'da Devlet Bütçesi, s. 417-421.

[567] Atar, age, s. 168-169; Maverdî, age, s. 83-84; Yeniçeri, age, s. 417-421.

[568] LZK, m. 32.

[569] LZK, m. 36/3.

[570] LZK, m. 36/4.

[571] LZK, m. 39.

[572] LZK Uygulama Talimat­namesi, m. 18.

[573] LZK Uygulama Talimat­namesi, m. 22.

[574] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 23.

[575] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 24.

[576] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 25.

[577] LZK Uy­gulama Talimatnamesi, m. 26.

[578] LZK Uygulama Tali­matnamesi, m. 39.

[579] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 28.

[580] LZK Uygulama Talimatnamesi, m. 29.

[581] LZK Uygulama Talimat­namesi, m. 30.

[582] LZK m. 42.

[583] Erginay, age, s. 118-120.

[584] Atar, age, s. 189-190.

[585] LZK, m. 28.

[586] LZK, m. 39.

[587] LZK, Uygulama Talimatnamesi, m. 30.

[588] Erginay, age, s. 120-121.

[589] Tuğ, age, s. 72. bkz. yukarıda 38 (sonu).

[590] Erginay, Vergi Hukuku, s. 122.

[591] Erginay, age, s. 122-123; Nadaroğlu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 244-247.

[592] Tuğ, age, s. 73.

[593] Araf: 7/199; Furkan: 25/67; Bakara: 2/219.

[594] Tuğ, age, s. 72-73; Kettani, Teratibu'l-îdariyye, c. I, s. 399-400; Şafiî, Umm, c. II, s. 56, 60.

[595] Kardavî, FZ, c. II, s. 843-845; Nevevî, el-Ezkâr, s. 85; Şafiî, Umm, c. II, s. 60; Tuğ, age, s. 72.

[596] Bilmen, HFK, c. IV, s. 74; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 153; Kardavî, FZ, c. 2, s. 759-775; Kâsânî, BS, c. II, s. 35-36; Maverdi, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 113.

[597] Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 166.

[598] Ebu Davud: Haraç, 3028.

[599] Ebu Davud: Zekât, 1599.

[600] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 245; Kardavî, FZ, c. II, s/799; Kâsânî, BS, c.II, s. 25-26; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 101; Serahsi, age, c. II, s. 156; Şafiî, Umm, c. II, s. 60; Tuğ, age, s. 72.

[601] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 152, no: 562; Cezîrî, Fame, c. I, s. 624; Kardavî, FZ, c. II, s. 800.

[602] Kardavî, FZ, c. I, s. 799-808; Kâsânî, BS, c. II, s. 25; Mergınânî, age, c. I, s. 101; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 156, 203; Yavuz, İZM, s. 219-225.

[603] İbn Teymiyye, el-Fetava, c. XXV, s. 82-83'ten Kardavî, FZ, c. I, s. 807-808.

[604] Erginay, age, s. 124.

[605] Tuğ, age, s. 66. bkz. aşağıda 98 1.

[606] Tuğ, age,  s. 73.

[607] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. .338; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 232; Tuğ, age, s. 75.

[608] En'am: 6/141.

[609] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 2 ve aşağıda 83 1 1.

[610] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 1 ve aşağıda 73.

[611] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 330; Kardavî, FZ, c. II, s. 821-823; Kâsânî, BS, c II, s. 3-4; Sıddıki, age, s. 168; Şafiî, Umm, c. II, s. 17.

[612] Bakara: 2/148; Maide: 5/48; Âl-i İmran: 3/1.33.

[613] Tuğ, age, s. 74-75; Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 268-271.

[614] LZK, m. 23.

[615] LZK, Uygulama Talimatnamesi,  m. 3.

[616] LZK, m. 26.

[617] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; Debusî, Esrar, c. I, s. 111-b; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 824; Mergınânî, age, c. I, s. 103; Sıddıki, age, s. 169.

[618] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116.

[619] Ahmed b. Hanbel, Mavsâil, s. 152-153, no: Ebu Ubeyd, 565; Emval, s. 583-587; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 823; Serahsî, age, c. II, s. 176-177.

[620] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kâsânî, BS, c. II, s. 51; Mergınânî, age, c. I, s. 103; Tahâvî, Muhtasar, s. 45; Tuğ, age, s. 74.

[621] Debusî, Esrar, c. I, v. 113-a; Mavsılî, age, c. I, s. 103-104; Mergınânî, age, c. I, s. 103, Şeybanî' el-Camiu'l-Kebîr, s. 21-22.

[622] Kâsânî, BS, c. II, s. 51; Mavsıli, İhtiyar, c. I, s. 103-104; Mergınânî, age, c. I, s. 103.

[623] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 357; Debusî, Esrar, e. I, v. 113-b; Sıddıki, age, d ı169 bkz- aşağıda 83 1 2.

[624] Bilmen, Büyük Ulam İlmihali, s. 356; Bilmen, HFK. c. IV, s. 116; Şafiî, Unun, c- II, s. 20.

[625] Debusî, Esrar, c. I, v. 113-b; Kardavî, FZ, c. II, s. 826, 827; Siddîki, age. S. 169.

[626] Bkz. aşağıda 59 2 2.

[627] Bkz. aşağıda 59 2 2.

[628] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 250; Kardavî, FZ, c. II, s. 824; Sıddıki, age, s. 169.

[629] Bkz. aşağıda 83 1 2.

[630] Erginay, age, s. 210.-

[631] Kardavî, FZ, c. II, s. 827.

[632] Kâsânî, BS, c. II, s. 51; Sıddıki, age, s. 169.

[633] Kâsânî, BS, c. II, s. 52.

[634] Kardavî, FZ, c. II, s. 827-830; Kâsânî, BS, c. II, s. 3; Siddıki, age, s. 168; Serahsî, age, c II, s. 169; Şafiî, Umm, c. II, s. 5.3; Şeybâni, Asl, c. II, s. 19-20.

[635] Kardavî, FZ, c. II, s. 822, 828-829; Tuğ, age, s. 73.

[636] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 155; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 33-4; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 229; Kâsânî, BS, c. II, s. 24-25; Şafiî, Umm, c. II, s. 53-55.

[637] Erginay, age, s. 130.

[638] Bilmen, HFK, c. IV, s. 115; İbnu'l-Munzir, Kitabu’l-İcma, s. 31-32; Kâsânî, BS, c. II, s. 22-25; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 102; Mergınânî, age, c. I, s. 102; Sıddıki, age, s. 47-48.

[639] Bkz. aşağıda 54 1 (sonu).

[640] Kâsânî, BS, c. II, s. 65.

[641] Bilmen, HFK, c. IV, s. 115; Debusî, Esrar, c. I, v. 116-a; Kâsânî, BS, c. II, s. 22-23, 24-25, 53; Mavsılî, age, c. I, s. 102; Mergınânî, age, c. I, s. 103.

[642] Bilmen, HFK, c. IV, s. 116.

[643] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 155, no: 576; Bilmen, HFK, c. IV, s. 116; Debusî, age, c. I, v. 119-a; Kâsânî, BS, c II, s. 22; Mergınânî, age, c. I, s. 103; Şafiî, Umm, c. II, s. 52.

[644] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 228-229; Kardavî, FZ, c. II, s. 830-832. Ayrıca bkz. Bilmen, HFK, c. IV, s. 115-116; Kâsânî, BS, c. II, s. 22; Mavsılî, age, c. I, s. 103; Mergınânî, age, c. I, s. 103.

[645] Tevbe: 9/104.

[646] Kâsânî, BS, c. II, s. 39; Yavuz, İZM, s. 457.

[647] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 149, no: 552; Kardavî, FZ, c. II, s. 850; Kasani, c. II, s. 39.

[648] Cezîrî, Fame, c. I, s. 591.

[649] Krş. Enfal: 8/36; Nisa: 4/38.

[650] Bilmen, HFK, c. IV, s. 109; Cezîrî, Fame, c. I, s. 621; Kardavî, FZ, c. II, s. 792,798; Kasânî, BS, c. II, s. 40; Şafiî, Umm, c. II, s. 22; Tahâvî, Muhtasar, s. 45.

[651] Nitekim kimi hukukçular ibadet, kimisi malî mükellefiyet olmasını yeğlerken, kimisi de bazı hükümlerde birinci, diğer bazılarında ise İkinci manaya ağırlık verirler.

[652] Cezîrî, Fame, c. I, s. 622, 626; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 171-172; Kâsânî, BS, c. II, s. 41; Mergınanî, age, c. I, s. 98.

[653] Kardavî, FZ, c. II, s. 798; Kâsânî, BS, c. II, s. 22, 40-41; Mergınanî, age, c. I, s.98.

[654] Kâsânî, BS, c. II, s. 50.

[655] Bkz. yukarıda 46 4 1 1 11.

[656] Ebu-Davud: Zekât, 1605; Kâsânî, BS, c. II, s. 41; Yavuz, İZM, s. 459.

[657] Kâsânî, BS, c. II, s. 41-43.

[658] Bkz. aşağıda 125-129.

[659] Kardavî, FZ, c. II, s. 846-847.

[660] Kardavî, FZ, c. II, s. 847-848.

[661] Kardavî, FZ, c.II, s. 848-850; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 335; Yavuz, İZM, s. 455.

[662] Serahsî, age, c. II, s. 203; Şeybanî, Asl, c. 2, s, 97, 98-

[663] Bkz. aşağıda 113 1 1.

[664] Bkz. aşağıda 115 1 1.

[665] Erginay, Vergi Hukuku, s. 131-132; Erginay, Kamu Maliyesi, s. 79; Nadaroğiu, Kamu Maliyesi Teorisi, s. 373-380.

[666] Bu konuda şu eserlere bakılabilir: Tuğ, İslâm Vergi Hukuku; Erkal, M., İslâm Vergi Hukuku, (Erzurum 1981, At.ÜİF yayınlanmamış Doktora Tezi).

[667] Erginay, Kamu. Maliyesi, s. 79-80; Nadaroğlu, age, s. 375-378.

[668] Bkz. yukarıda 10 4 4.

[669] Bkz. yukarıda 11 2 2.

[670] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 131-132; Nadaroğlu, age, s. 281-282.

[671] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Erginay, Vergi Hukuku, s. 22-28, 37.

[672] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 132-133.

[673] Bkz. yukarıda 10 4 2.

[674] Bkz. yukarıda 25 5 2, aşağıda 53 2 2 1.2.

[675] Bkz. yukarıda 17.

[676] Ebu Ubeyd, Emval, s. 507-508, no: 1549-1553; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s.30-31; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 42; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 160; Şafiî, Umm, c. II, s. 26.

[677] Bilmen, HFK, c. IV, s. 91. Ayrıca bkz. yukarıda 23 1.

[678] Umumî hükümler için bkz. Maun:  107/3; Maide: 5/119; Fecr: 89/18/ Mearıc. 70/24-25; Nahl: 16/5-7, 66, 80; Yasin: 36/71-73.

[679] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 58-59. Ayrıca bkz. Kardavî, FZ, c. I, s. 168.

[680] İbnu'l-Munzir, Kitâbu'l-İcma, s. 31.

[681] Bilmen, HFK, c. IV, s..91-92; Dâmâd, Mecmau'l-Enhur,   c. I, s. 200; Debusî, Esrar, c. I, v. 110-a; Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 133-134; Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 51-52; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 231; Kardavî, FZ, c. I, s. 222-224, 228, 232; Kâsânî, BS, c. II, s. 34; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 116; Malik: Zekât,  38; Mergınânî, Hidâye, c. I, S. 10; Serahsî, age, c. II, s. 188; Sıddıki, İslam Devletmde Malı Yapı, s. 68; Tahâvî, Muhtasar, s. 45; Yavuz, İZM, s. 185.

[682] Bilmen, HFK, c. IV, s. 92; Damad, age, c. I, s. 200; Buharı: Zekât, 46; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 231; Kardavî, FZ, c. 1, s. 223; Malik: Zekât, 37; Maverdî, age, s. 116; Serahsî, age, c. II, s. 189; Sıddıki, age, s. 68; Şafiî, Umm, c. II, s. 26; Şeybanî, Asl, c. II, s. 57-58; Tahâvî, age, s. 46; Yavuz, İZM, s. 185,

[683] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 139; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 160-161; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 51-53; Hamidullah, Vesaik, s. 487, no: 356; Kardavî, FZ, c. I, s. 232; Yavuz, İZM, s. 185.

[684] Bilmen, HFK, c. IV, s. 92; Damad, age, c. I, s. 201; Kâsânî, BS, c. II, s. 35; Mergınânî, age, c. I, a. 101; Serahsî, age, c. II, s. 189; Şeybanî, Asi, c. II, s. 59.

[685] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 161; Kardavî, FZ, c. I, s. 233-234.

[686] Damad, age, c. I, s. 200; Kardavî, PZ, c. I, s. 222; Kâsânî, BS, c. II, s. 34.

[687] Bkz. yukarıda 25.

[688] Bilmen, HFK, c. IV, s. 88; Kâsânî, BS, c. II, s. 29-30; Malik: Zekât, 25; Maverdî,age, s. 115; Serahsî, age, c.II.s. 153, 184; Şafiî, Umm, c. II, s. 13, 15, 19; Şeybanî,Asl, c. II, s. 8-9, 40, 47-48; Tahâvî, age, s- 44.

[689] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 231; îbnu'I-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 31; Kardavî, FZ, c. I, s. 169, 194-196; Şeybanî, Asl, c. II, s. 5.

[690] LZK, m. 10/2.

[691] Bilmen, HFK, c. IV, s. 91; Damad, age, c. I, s. 200; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s, 161; Kâsânî, BS, c. II, s. 34; Yavuz, İZM, s. 185.

[692] Kardavî, FZ, c. I, s. 227, 2.34.

[693] Kardavî, FZ, c. I, s. 234-235.

[694] Bkz. yukarıda 25 2 4 2 1.

[695] LZK, m. 1012, 3. İbnu'l-Munzir, age, s. 31; Malik: Zekât, 24; Şeybanî, Âsl, c. II, s. 56.

[696] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 342; Mergınânî, age, c. I, s. 102; Şeybani, Asl, c. II, s. 12-13,42.

[697] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 240; Serahsî, age, c. II, s. 159; Sıddıki, age, s. 64; Şeybani, Asl, c. II, s. 47.

[698] LZK m. 10/4.

[699] Bilmen, HFK, c. IV, s. 91.

[700] Tahâvî, age, s. 44.

[701] LZK, m. 10/8.

[702] LZK, m. 1018, 27. Ebu Zehra, islâm'da Sosyal Dayanışma, s. 160; Malik: Zekât, 24; Sıddıki, age, 63.

[703] Bilmen, HFK, c. IV, s. 88.

[704] Ebu Zehra, age, s. 160.

[705] Abdullah, Zekât, s. 211.

[706] Bilmen, HFK, c. IV, s. 75; Kâsânî, BS, c. II, s. 30; Mergınânî, age, c.I^s. 102.

[707] Bilmen, HFK, c. IV, s. 87; Cezîrî, Fame, c. I, s. 597; Kâsânî, BS, c. II, s. 30; Mergınânî,   age, c. I, s. 102; Serahsî, age, c. II, s. 165; Sıddıki, age, s. 63; Şeybanî, Asl, c. II, s. 13, 20, 25.

[708] Cezîrî, Fame, c. I, s. 597; Maverdî, age, s. 115-116.

[709] Cezîrî, Fame, c. I, s. 597.

[710] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 175, no: 659; Kardavî, FZ, c. I, s. 530; Şeybanî, Asl, c. II, s. 51, 64; Serahsî, age, c. II, s. 165.

[711] Bilmen, HFK, c. IV, s. 90; Cezîrî, Fame, c. I, s. 597; Kâsânî, BS, c. II, s. 30-31; Sıddıki, age, s. 64-65; Şafiî, Umm, c. II, s. 19.

[712] Bilmen, HFK, c. IV, a. 88, 90; Debusî, Esrar, c. I, v. 104-a ve 104-b; Mergınânî, age, c. 1, s. 101; Serahsî, age, c. II, s. 157-159; Şeybanî, Asl, c. II, s. 8, 57; Şeybanî, el-Camiu's~Sagîr, s. 125; Tahâvî, age, s. 45.

[713] Bkz, aşağıda 54 2.

[714] Bkz. aşağıda 54 1.

[715] Kâsânî, BS, c. II, s. 31; Mergınânî, age, c. I, s. 101.

[716] Bkz. aşağıda 54 1 (sonu)

[717] Bilmen, HFK, c. IV, s. 91; Damad, age, c. I, s. 200-201; Kâsânî, BS, c. II, s. 34; Maverdî, age, s. 116; Mergınânî, age, c. I, s. 100; Serahsî, age, c. II, s. 166, 188; Tahâvî, age, s. 46; Yavuz, İZM, s. 185.

[718] Şât: Koyun veya keçi.

[719] Bint Mehâd: Bir yaşını bitirip ikinci seneye girmiş olan dişi deve.

[720] Bint Lebûn: İki yaşını bitirip üçüncü seneye girmiş olan dişi deve.

[721] Hıkka: Üç yaşını bitirip dördüncü seneye girmiş olan dişi deve.

[722] Ceza'a: Dört yaşını bitirip beşinci seneye girmiş olan dişi deve.

[723] LZK, m. 1011.

[724] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 172, no: 653; Kardavî, FZ, c. I, s. 175-6; Serahsî, Mebsut, ç. II, s. 150-151; Şafiî, Uııım, c. II, s. 5; Şeybanî, Asl, c. II, s. 5-7,

[725] LZK, m. 10/1. Kardavî, FZ, c. I, s. 174-175. Hz. Ömer'in tespit ettiği develerin zekât tarifesi için bkz. Malik: Zekât, 23; Ebu Davud: Zekât, 5; Tirmizî: Zekât, 4.

[726] Kardavî, FZ, c. I, s. 184-185.

[727] Kardavî, FZ, c. I, s, 189-191,

[728] Ahmed b. Hanbei, Mesâü, s. 172, no: 656; Bilmen, HFK, c. IV, s. 88-89; Kâsânî, BS, c. II, s. 23; Mergınânî, age, c. I, s. 102; Serahsî, age, c. II, s. 176.

[729] LZK, m. 10/2. Ahmed b. Hanbel, age, s. 173, no: 656; Kardavî, FZ, c. I, s. 192-205; Serahsî, age, c II, s. 187; Şafiî, Umm, c. H, s. 8-9; Şeybanî, Asi, c. II, s. 55-56.

[730] Tebî': Bir yaşını doldurup ikinci seneye girmiş olan erkek buzağıya verilen isimdir. Bu, dişi olduğu takdirde Tebî'a adını alır.

[731] Müsin: İki yaşını doldurup üçüncü seneye girmiş olan erkek danaya verilen addır. Bu dişi olduğu takdirde Müsinne adını alır.

[732] Ebu Yusuf, Kitabul-Harac, s. 133; Şeybanî, Asl, c. II, s. 55-56.

[733] Ahmed b. Hanbel, age, s. 173, no: 655; Ebu Yusuf, age, s. 132-133; Şafiî, Umm, c. H, s. 9-10; Şeybanî, Asl, c. II, s. 34-35.

[734] Bkz. yukarıda 10 5 (sonu).

[735] Bkz. yukarıda 10 5 (sonu)

[736] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 139; Mergınânî, age, c. I, s. 100; Yavuz, İZM, s, 185.

[737] Damad, age, c. I, s. 200; Ebu Yusuf, age, s. 133-134; Kâsânî, BS, c. II, s. 34; Mergınânî, age, c. I, s. 100; Tahâvî, age, s. 46.

[738] Ebu Zehre: Şekerci, Zekât Hukuku, s. 52-53; Şeybanî, Asl, c. II, s. 57-58.

[739] İbn Abidin, Raddu'L-Muhtar, c. II, s. 25; Kardavî, FZ, c. I, s. 227.

[740] Kardavî, FZ, c. I, s. 231, 234.

[741] Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 53.

[742] Kardavî, FZ, c. I, s. 234-235.

[743] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 339; Bilmen, HFK, c. IV, s. 91.

[744] Bilmen, HFK, c. IV, s. 90; Kardavî, FZ, c. I, s. 210-211; Kâsânî, BS, c. II, s. 33. Serahsî, age, c. II, s. 183.

[745] Cezîrî, Fame, c. I, s. 599; Kardavî, FZ, c. I, s. 210; Kâsânî, BS, c. II, s. 33-34; Mergınânî, age, c. I, s. 100, 102; Şafiî, Umm, c. II, s. 6; Şeybanî, Asl, c. II, s. 36-37.

[746] Cezîrî, FAME, c. I, s. 599; Kardavî, FZ, c. I, s. 210, 214-216; Kâsânî, BS, c. II, s. 33-34; Mergınânî, age, c. 1, s. 100, 102; Serahsî, age, c. 2, s. 155-156; Şeybanî, Asl, c. II, s. 7-8; Şeybanî, el-Camiu'l-Kebîr, s. 23; Yavuz, İZM, s. 175-176.

[747] Yavuz, İZM, s. 180, 181-182.

[748] Bitmen, HFK, c. IV, s. 88; Cezîrî, Fame, c. I, s. 599; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 239; Kardavî, FZ, c. 1, s. 212; Kâsânî, BS, c. 2, s. 32-33; Mergınânî, age, c. 1, s. 100; Serahsî, age, c. II, s. 182; Şafiî Umm, c. II, s. 7, 16; Şeybanî, Asl, c. II, s. 38; Yavuz, İZM, s. 175-176, 183-184.

[749] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 343; Bilmen, HFK, c. IV, s. 88-89; Kâsânî, BS, c. II, s. 23; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 102; Serahsî, age, c. II, s. 175; Şeybanî, Asl, c. II, s. 24, 49; Şeybanî, el-Camiu'l-Kebîr, s. 20-21, 25.

[750] Bkz. yukarıda 17.

[751] Kardavî, FZ, c. I, s. 323-324, 460; Kâsânî, BS, c. II, s. 20; Maverdî, AS, s. 119; Sıddık Hasan Han, er-Ravdatu'n-Nediyye, c. I, s. 192; Şafiî, Unun, c. II, s. 46-48.

[752] LZK, m. 6.

[753] Îbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 33.

[754] Kardavî, FZ, c. I, s. 312-326; Kâsânî, BS, c. II, s. 20; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 104; Maverdî, age, s. 119.

[755] Bakara: 2/267. Ayrıca krş. Zariyat: 51/19; Me'aric: 70/24.

[756] Ebu Davud: Zekât, 2.

[757] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 217; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 80.

[758] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 164; Malik: Zekât, s. 12, 13.

[759] Kardavî, FZ, c. I, s. 835-836; Şeltut, Fetâva, s. 121.

[760] Abdullah, Zekât, s. 70.

[761] Abdullah, Zekât, s. 70, 201, 213, 224.

[762] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 149-150, 152, 153.

[763] A'raf: 7/41.

[764] Kardavî, FZ, c. I, s. 326.

[765] Bilmen, HFK, c. IV, s. 93; Cezîrî, Fame, c. T, s. 607, 610; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışması, s. 165; Kardavî, FZ, c. I, s. 329; Kâsânî, BS, c. II, s. 20-21; Sıddıki, age, s. 61; Şohhate, Fıkhu'l-İbûdât, s. 121.

[766] Abdullah, Zekât, s. 81.

[767] LZK, m. 6. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 343; Bilmen, HFK, c. IV, s. 93; Cezîrî, Fame, c. I, s. 607-610; Kardavî, FZ, c. I, s. 335; Serahsî, age, c. II, s. 198.

[768] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 343; Cezîrî, Fame, c. I, s. 607.

[769] Abdullah, Zekât, s. 71.

[770] LZK, m. 6.

[771] Cezîrî, Fame, c. I, s. 610, 611.

[772] Bilmen, HFK,  c. IV, s. 96; Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 117;Karaman, age, c. I, s. 154; Kardavî, FZ, c. I, s. 645.

[773] Tahâvî, Muhtasar, s. 51. Ayrıca bkz. yukarıda 25 5 2 2 1.

[774] Ebu Ubeyd, Emval, s. 431, no: 1184; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 44; Kâsânî,BS, c. II, s. 6; Mergınânî, age, c. I, s. 96.

[775] Cezîrî, Fame, c. I, s. 607.

[776] Bilmen, HFK, c. IV, s. 94; Cezîrî, Fame, c. I, s. 610-611; Tahâvî, age, s. 50, bkz. yukarıda 25 V 12 4 2.

[777] Cezîrî, Fame, c. I, s. 610-611; İbn Rüşd, BM, c. İ, s. 247.

[778] LZK, m. 14.

[779] Bilmen, HFK, c. IV, s. 94; Cezîrî, Fame, c. I, s. 607; Ebu Zehra, age, s. 165; Kardavî, FZ, c. I, s. 330; Mergınânî, age, c. I, s. 105; Tahâvî, age, s. 50.

[780] Kardavî, FZ, c. I, s. 331; Şeltut, Fetâvâ, s. .121.

[781] Ebu Zehra, age, s. 165.

[782] Cezîrî, FAME, c. I, s. 608-609. bkz. aşağıda 59 2.

[783] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 343; Cezîrî, Fame, c. II s. 606; Kardavî, FZ, c. I, s. 315.

[784] Abdullah, Zekât, s. 71. Ayrıca bkz. aşağıda 103.

[785] Abdullah, age, s. 71.

[786] Cezîrî, Fame, c. I, s. 606-607; Kardavî, FZ, c. I, s. 313, 327-328; Kâsânî, BSr c. II, s. 11-12, 21; Mergınânî, age, c. I, s. 97, 98, 105; Serahsî, age, c. II, s. 198: Sevbanî, Asl, c. II, s. 87-88; Tahâvî, age, s. 50.

[787] Kardavî, FZ, c. I, s. 530-533; Kâsanî, BS, c. II, s. 57.

[788] Cezîrî, Fame, c. I, s. 608, 610.

[789] Gezîrî, Fame, c. I, s. 606, 608, 610.

[790] Cezîrî, Fame, c. I, s. 608; Kâsânî, BS, c. II, s. 20-21.

[791] Gezîrî, FameE, c. I, s. 609; Kâsânî, BS, c. II, s. 20.

[792] Bilmen, HFK, c. IV, s. 94; Cezîrî, Fame, c. I, s. 608; Kâsânî, BS, c. II, s. 21; bkz. aşağıda 59 2 2.

[793] Cezîrî, FameE, c. I, s. 608.

[794] Kardavî, FZ, c. I, s. 326.

[795] Bilmen, HFK, c. IV, s. 95; Kâsânî, BS, c. II, s. 21-22.

[796] İbn Teymiyye, el-Fetava, c. 1, s. 299'dan Kardavî, FZ, c. I, s. 338-339.

[797] Bilmen, HFK, c. IV, s. 95; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 246; Kardavî, FZ, c. I, s. 336-338; Kâsânî, BS, c. II, s. 21-22.

[798] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 246, 260-26.1; Karaman, age, c. II, s. 81; Kardavî, FZ, c. I, s. 333-335; Malik: Zekât, 20.

[799] Ahmed b. Hanbel de, buna benzer bir görüş belirtmiştir: Mal olduğu gibi kalır, neması olmazsa, bir takvim yılı geçmedikçe zekât ödenmez. Çünkü, bu sureye kadar, âdeta zekât gerekmeyen mal gibidir (Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 162-163, no: 609).

[800] Bkz. yukarıda 17.

[801] Davud: Büyu, 8; Nesaî: Zekât, 44.

[802] Karaman, age, c. II, s. 75-76; Kardavî, FZ, c. I, s. 240.

[803] Tevbe: 9/34

[804] Ebu Zehra, age, s. 162; İbn Rüşd, BM, c. 1, s. 234, 235; Kâsânî, BS, c. 2, s. 18; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 61.

[805] Bilmen, HFK, c. IV, s. 112; Mergınânî, age, c. I, s. 104; Şeybanî, el-Camiu'l-Kebîr, s. 25; Tahâvî, Muhtasar, s. 49.

[806] Cezîrî, Fame, c. I, s. 601; Tahâvî, age, s. 47. Ayrıca bkz. yukarıda 25.

[807] Bilmen, HFK, c. IV, s. 112; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 234; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l İcma, s. 32; Kardavî, FZ, c. I, s. 147; Kâsânî, BS, c. II, s. 18; Malik: Zekât, 7. Tahâvî, age, s. 47; Yavuz, İZM, s. 171, 228.

[808] Buharı: Zekât, 32; Tirmizî: Zekât, 3; Kardavî, FZ, c. 1, s. 247: Yavuz, İZM, s. 228

[809] LZK, m. 4.

[810] LZK, m. 4.

[811] Karaman, age, c. II, s. 76-77; Kardavî, FZ, c. I, s. 264. bkz. yukarıda 25 2 1

[812] Abdu'r-Rahman el-Bennâ, Fethu'r-Rabbânî, c. 8, s. 242'den Yavuz, İZM, s. 226-7.

[813] Bkz. yukarıda 25 2 3.

[814] Bilmen, HFK, c. IV, s. 110-112; Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, c. I, s. 108; Debusî, Esrar, c. I, v. 111-a; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 235; Kâsânî, BS, c. II, s. 19-20; Maverdî, age, s. 119; Mergınânî, age, c. I, s. 105; Sıddıki, age, s. 46; Serahsî, age, c. II, s. 193; Şeybanî, Asl, c. II, s. 75-78; Tahâvî, age, s. 48, 50; Yavuz, İZM, s. 224, 228-230. bkz. yukarıda. 25 2 4 2 2.

[815] Kâsânî, BS, c. II, s. 19.

[816] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 346-347; Cezîrî, Fame, c. I, s. 601; Sıddıkı, age, s. 57.

[817] Bilmen, HFK, c. IV, s. 110; Cessas, age, c. I, s. 108; Kâsânî, BS, c. II, s. 19; Mergınânî, age, c. I, s. 105; Serahsî, age, c. III, s. 20, 37; Şeybanî, el-Camıul-Kebır, s. 2.3-24; Tahâvî, age, s. 48.

[818] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s, 160-161, no: 598-604; Debusî, age, c. I, v. 111-b; İbn Rüşd, BM,  c. I, s. 235; Kâsânî, BS,  c. II, s.  17-18; Maverdî,. age,  s.  119; Mergınânî, age, c. I, s. 103-104; Sıddıkî, age, s. 56; Şeybanî, Asi, c. II, s. 73-74; Tahâvî, age, s. 47-48. Krş., yukarıda 54 1 (sonu)

[819] Kardavî, FZ, c. I, s. 244; Kâsânî, BS, c. II, s. 8.

[820] Bilmen, HFK, c. IV, s. 111; Kâsânî, BSr c. II, s. 20.

[821] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 348-349; Cezîrî, Fame, c. I, s. 612; Kâsânî, BS, c. II, s. 17; Mergınânî, age, c. I, s. 104.

[822] Cezîrî, Fame, c. I, s. 612; Kâsânî, BS, c. II, s. 17, 18; Mergınânî, age, c. I, s. 104.

[823] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 348; Cezîrî, Fame, c. 1, s. 612; Kâsânî, BS c 2, s. 17, 18; Mergınânî, Hidaye, c. I, s. 104

[824] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 611-612.

[825] Bkz. yukarıda 17.

[826] Tartışma ve karşılıklı deliller için bkz. Kardavî, FZ, c. I, s. 282-310; Yavuz, İZM, s. 200-202.

[827] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s, 107; Kardavî, FZ, c. I, s. 284-285, 294, 307; Malik: Zekât, II; Sıddıki, age, s. 20, 42; Şehhate, Fıkhu'l-îbâdât, s. 141; Şeybanî, Asi, c. II, s. 86; Yavuz, İZM, s. 200.

[828] LZK, m. 1813.

[829] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 164, no: 614-618; Bilmen, HFK, c. IV, s. 112-İ13; Cessas, age, c. III, s. 107; Cezîrî, Fame, c. I, s. 595, 601-602; İbn Kudame, Mugnî,   c. III, s.  11-13; Kâsânî, BS,  c. II, s. 16-17; Maverdî, AS, s.  119; Mergınânî,  age, c. I, s. 104; Sıddıki, age, s. 57; Şafiî, Umm, c. II, s. 40-42; Tahâvî, age, s. 49.

[830] Qessas, age, c. III, s, 107; Kardavî, FZ, c. I, s. 310-311; Serahsî, age, c. II, s. 192.

[831] Ondan, zînet eşyasının zekâtının, iğreti olarak verilmesi olduğu görüşü denakledilir.

[832] Yavuz, İZM, s._202.

[833] LZK, m. 18/2, 19.

[834] Karaman age, c. II, s. 79-80; Kardavî, FZ, c. I, s. 306; Şafiî, Umm, c. II, s 40-41; Şeltut, Fetâvâ, s. 120.

[835] İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 11; Kardavî, FZ, c. I, s. 308-311.

[836] Krş. Yavuz, İZM, s. 202.

[837] Bkz. yukarıda 25.

[838] Kardavî, FZ, s. I, s. 284; Yavuz, İZM, s. 202, 464.

[839] Bkz. yukarıda 17.

[840] Ceziri Fame, c- l. s- 606; Kardavî, FZ, c. I, s. 271-276.

[841] Mahluf, Muhammed Haseneyn: et-Tibyân fi Zekati'l-Esmân, s. 33'tenKardavî, F2, c. I, s. 271.

[842] LZK, m. 5.

[843] ABT/SAT, m. 5.Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 349; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 163; Kâsânî, BS, c. 2, s. 17; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 401.

[844] Ebu Zehra, age, s. 163-164; Hamidullah, İslâm'a Giriş, s. 113, 196; Tuğ, age, s. 61.

[845] Ebu Zehra, age, s. 162, 163; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 121-122.

[846] Cezîrî, Fame, c. I, s. 606; Kardavî, FZ, c. I, s. 277.

[847] Bkz. yukarıda 25 1 3 2 11.

[848] LZK, m. 5/2.

[849] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 4.

[850] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 349; Mannan, age, s. 403.

[851] Karaman, age, c. II, s. 114-115. Fertlerin ortaklığı İçin bkz. yukarıda 25 1 4.

[852] İsa, Abdurrahman: el-Muamelâtu'l-Hadise ve Ahkâmuha, s. 69, 73-74'ten Kardavî, FZ, c. I, s. 523; Karaman, age, c. II, s. 88-9.

[853] Ebu Zehra, age, s. 170; Şehhate, age, s. 130.

[854] Karaman, age, c. II, s. 88-89; Kardavî, FZ, c. I, s. 523-524.

[855] Bkz. aşağıda 103 1.

[856] Ebu Zehra, age, s. 171; Şehhate, age, s. 130.

[857] Ebu Zehra, age, s. 170; Şehhate, age, s. 130; Kardavî, FZ, c. I, s. 527-528; Karaman, age, c. II, s. 89.

[858] Bkz. yukarıda 25 1 4 2 ve 53 2 1 1.

[859] Karaman, age, c. II, s. 117-120. bkz. yukarıda 51.

[860] Karaman, age, c. II, s. 115, 117.

[861] Karaman, age, c, II, s. 89; Kardavî, FZ, c. I, s. 527.

[862] LZK,  m. 511.

[863] Bkz. yukarıda 25 13 2 1.

[864] Kardavî, FZ, c. I, s. 526-527.

[865] Kardavî, FZ, c. I, s. 527.

[866] Kardavî, FZ, c. I, s. 527.

[867] Buharı: Zekât, 66; Tuğ, tstâm Vergi Hukuku, s. 60.

[868] Bilmen, HFK, c. IV, s. 76; Kardavî, FZ, c. I, s. 433, 442-444; Kâsânî, BS, c. II, s.65; Sıddıki, İslâm, Devletinde Malî Yapı, s. 135; Şeybanî, Asl, c. II, s. 114; Tuğ, age, s. 60; Yavuz, İZM, s. 202; Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 380.

[869] Kâsânî, BS, c. II, s. 65.

[870] Sıddıki, age, s. 130; Yavuz, İZM, s. 203.

[871] Kardavî, FZ, c. I, s. 434.

[872] Kâsânî, BS, c. II, s. 68.

[873] İslâm hukukunda madenlerin hukukî statüsü konusunda bkz. Aktan, Hamza:İslâm Maden Hukuku, Erzurum 1986; Şafak, Ali:   "Kur'ân'da Maden" Diyanet Dergisi, c. XVII, sayı: 3-4 (Ankara 1978,, s. 140-150; Yeniçeri, Celal: İslâm İktisadının Esasları, s. 68-98.

[874] Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Cezîrî, Fame, c. I, s. 6İ4; Kardavî, FZ, c. I, s. 438.

[875] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102-103; Cezîrî, Fame, c. I, s. 613; Kardavî, FZ, c. I, s.451; Kâsânî, BS, c. II, s. 67; Mavsılî, ihtiyar, c. I, s. 117; Merdavî, insaf, e. III, s. 119; Sıddıki, age, s. 133.

[876] Cezîrî, Fame, c. I, s. 613; Sıddıki, age, s. 133.

[877] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102; Merdavî, age, c. 3, s. 119; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 133.

[878] Kâsânî, BS, c. II, s. 65.

[879] Kardavî, FZ, c. I, s. 433.

[880] Tuğ, age, s. 60-61.

[881] Bilmen, HFK, c. IV, s. 104.

[882] Bkz. yukarıda 25 1.

[883] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102; Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 53; Hırakî, Muhtasar, c- II, s. 617; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 26; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 237; Kardavî, Fİ, c. I, s. 447-448; Kâsânî, BS, c. II, s. 67; Malik: Zekât, 8; Remlî, Nihayetu'l-Muhtac, c. III, s. 97; Zurkani, Şerhu'l-Muvatta, c. II, s. 319.

[884] Bilmen, HFK, c.IV, s. 104; Kardavî, FZ, c. I, s. 448; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 120.

[885] İbn Rüşd, Mukaddimât, s. 267; Cezîrî, FAME, c. I, s, 613; Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Hıraşî, el-Hıraşl ala Muhtasarı Halil, c. II, s. 207:

[886] Bilmen, HFK, c.IV, s. 104; Cezîrî, Fame, c. I, s. 614; Kardavî, FZ, c. I, s. 438; Yavuz, İZM, s. 203; Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 138.

[887] Merdavî, age, c. III, s. 122.

[888] Kardavî, FZ, c. 1, s. 448.

[889] Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 53.

[890] Makdisi, eş-Şerhu'l-Kebîr, c. II, s. 584.

[891] Cezîrî, Fame, c. I, s. 612; İbn Rüşd, BM, c. I, .s. 237, 247; Kardavî, FZ, c. I, s. 449-450;   Kâsânî,   BS, c. II, s. 67; Malik: Zekât,  8; Maverdî, age, s. 120; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 108; Sıddıki, age, s. 134.

[892] Bkz. aşağıda 95-96.

[893] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102-103; Cezîrî, Fame, c. I, s. 612; Kardavî, FZ, c. I, s. 438; Kâsânî, BS, c. II, s. 67-68; Merginani, age., c. I, s. 109; Serahsî, Mebsut, c. II, s. 213; Şeybanî, Asi, c. II, s. 113-114; Tahâvî, Muhtasar, S. 49.

[894] Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Cezîrî, Fame, c. I, s. 615; İbn Rüşd, BM, c. h s. 237; Kâsânî, ES, c. II, s. 67; Maverdî, age, s. 120; Mergınânî, age, e. I, s. 108; Sıddıki, age, s. 134; Şafiî, Umm, c. II, s. 36, 42; Yavuz İZM, s. 203.

[895] Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Cezîrî, FAME, c. I, s. 613; Hıraşi, age, c. I, s. 207; Şafiî, Umm, c. II, s. 36.

[896] Hıraşî, c. II, s. 207; Şafiî, Umm, c. II, s. 36.

[897] Bilmen, HFK, c. IV, s. 104.

[898] Maverdî, age, s. 120.

[899] Kardavî, FZ, c. I, s. 438.

[900] Bilmen, HFK, c, IV, s. 104; Makdisî,qage, c. II, s. 580; Cezîrî, Fame, c. I, s. 614; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 24-26; Kardavî, FZ, c. I, s. 438; Şehhate,Fıkhu’l-İbâdât, s. 138; Yavuz, ÎZM, s. 203.

[901] Ahmed, İslâm İktisadı, s. 138; Kardavî, FZ, c. I, s. 439.

[902] Damad, Mecmau’l-Enhur, c. I, s. 212; Yavuz, ÎZM, s. 203-204.

[903] Yavuz, İZM, s. 204.

[904] Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 381.

[905] Zeydan, age, s. 383.

[906] Maden ocaklarının özellikle mülkiyeti konusunda bkz. Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 387-388; Sıddıki, age, s. 130-134; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 65-70; Yavuz, İZM, s. 202-204; Zeydan, age,  s. 380-386.

[907] Bilmen, HPK, c. IV, s. 103; Cezîrî, Fame, c. I, s. 612-613; İbn Abidin, Raddu'l-Muhtar, c. II, s. 46; Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 118; Mergınânî, Hidâye, c. I, s. 108; Sıddıki, age, s. 13.3; Şeybanî, el-Camiu's-Sagır, s. 133-135.

[908] Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Mavsılî, İhtiyar, c. I, s. 117; Mergınânî, age, c. I, s. 108; Şeybanî, el-Camiu's-Sagîr, s. 134-135. ( Sahibu'l-Hıtta, fetihten sonra arazinin temlik edildiği ilk kişidir.)

[909] Zeydan, age, s. 382-383; Cezîrî, Fame, c. I, s. 614; Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; İbn Kudame, Mugnî, c. III, s. 24-26; Kardavî, c. I, s. 34-38.

[910] İbn Rüşd, BM, c.I, s.225.

[911] Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Mavsılî, age, c. I, s. 117; Mergınânî, age, c. 1, s. 108.

[912] Bilmen, HFK, c.IV, s. 102-103; Cezîrî, Fame, c. If s. 612; Kâsânî, BS, c. II, s. 67; Mergınânî, age, c. I, s. 108; Sıddıki, age, s. 133; Tahâvî, age, s. 49.

[913] Şerhini, Mugni'l-Muhtaç, c. I, s. 394.

[914] Zeydan, age, s. 382-38.3.

[915] Hıraşî, age, c. II, s. 208; Sâvî, Haşiye ale'd-Derdîr, c. I, s. 451.

[916] Şerbîni, age, c. I, s. 394.

[917] Bilmen, HFK, c. I, s. 103; Kâsânî, BS, c. II, s. 68.

[918] Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Serahsî, Mebsut, c. 2, s. 68.

[919] Remlî, age, c. III, s. 96.

[920] Bilmen, HFK, e. IV, s. 102; Cezîrî, Fame, c. 1, s. 612; İbn Kudarae, age, c. III, s. 24-26; Ibn Rüşd, BM, c. I, s. 237; Kâsâni, BS, c. II, s. 67; Maverdî, age, s. 120; Mergınânî, age, c. I, s. 108; Yavuz, İZM, s. 203; Kardavî, FZ, c. I, s. 440-446.

[921] Sıddıki, age, s. 131.

[922] Cezîrî, Fame, c. I, s. 615; İbn Kudame, age, c. III, s. 27; Kardavî, FZ, c. i, s. 449-450; Maverdî, age, s. 120; Merdavî, age, c. III, s. 121.

[923] Şerbînî, age, c. I, s. 395.

[924] Makdisi, age, c. II,-.ş. 584; Merdavi, age, c. III, s 121.

[925] Hıraşî, age, c. II, s. 208-209.

[926] Cezîrî, Fame, c. I, s. 612, 615; Ahmed, İslâm İktisadı, s. 138; Kardavî, FZ, c. 1, s. 451; Kâsânî, BS, c II, s. 67, 68; Sıddıki, age: s. 130. Fey'in harcama yerleri için bkz. Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 234-249.

[927] İbn Abidin, age, c. II, s. 48.

[928] Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Bilmen, HFK, c. IV, s. 75; Kardavî, FZ, c. I, s. 434; Maverdî, age, s. 120.

[929] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102-103; Kardavî, FZ, c. I, s. 434; Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Maverdî, age, s. 120; Sıddıki, age, s. 136; Şeybanî, Asl, c. II, s. 115.

[930] Bilmen, HFK, c. IV, s. 102; Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Siddıki, age, s. 136; Şeybanî, Asl, c. II, s. 115.

[931] Kardavî, BS, c. I, s. 434; Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Maverdî, age, s. 120; Şeybani, Asl, c. II, s. 115.

[932] Tuğ, age, s. 65.

[933] Bkz. yukarıda 25 1.

[934] Kardavî, FZ, c. I, s. 435; Mavsılî, age, c. I, s. 117; Mergınânî, age, c. I, s. 108.

[935] Kardavî, FZ, c. I, s. 435; Mavsılî, age, c. I, s, 117; Mergınânî, age, c. I, s. 108; Serahsî, age, c. I, s. 216; Şeybanî, Asl, c. II, s. 120, 151.

[936] Şehhate, Fıkhu'l-İbâdât, s. 138-139; Tabhara, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, s. 339.

[937] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 614.

[938] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 167, no: 629; Bilmen, HFK, c. TV, s. 104; Cezîrî, Fame, c.I s. 614-615; Kâsânî, BS, c. II, s..65; Mavsılî, age, c. I, s. 117; Maverdî, age, s. 120; Mergmânî, age, c. I, s. 108; Zeydân, İslâm Hukukuna Giriş, s. 385.

[939] Cezîrî, Fame, c. I, s. 615; Mavsılî, age, c. I, s. 117.

[940] Şehhate, age, s. 138-139; Tabbara, age, s. 339.

[941] Şehhate, age, s. 138-139; Tabbara, age, s. 339; Zeydan, age, s. 385.

[942] Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Mavsılî, age, e. I, s. 117; Serahsî, age, c. II, s. 213; Şafiî Umm, c. II, s. 43-45; Şeybanî, Asl, c. II, s. 111-112.

[943] Cezîrî, Fame, c. I, s. 615.

[944] Hıraşî, age, c. II, s. 211.

[945] Hıraşî, age, c. II, s. 211.

[946] Kardavî, FZ, c. I, s. 434; Şehhate, age, s. 138-139; Tabbara, age, s, 339; Zeydan, age, s. 385.

[947] Şeybanî, Asl, c. II, a. 116.

[948] Cezîrî, Fame, c. I, s. 616; Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Maverdî, age, s. 120; Ayrıntıları için bkz. Nevevî, Mecmu, c. I, s. 396-397; Remli, age, c. IIİ. s. 99-100; Şerbînî, Mugnıl-Muhtac, c. I, s. 396-397.

[949] Bu sahip, arazi fetih zamanında kime temlik edilmişse odur ki buna sahibu'l-hıtta denir.

[950] Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Mavsılî, age, c. I, s. 118; Mergınânî, age, c. I, s. 108-109; Sıddıki, age, s. 136; Şeybanî, Asl, c. II, s. 116; Şeybanî, el-Camiu's-Sagîr,  s. 135; Tahâvî, age, s. 49.

[951] Şeybanî, Asl, c. II, s. 116.

[952] Cezîrî, Fame, c. I, s. 614, 615; Yavuz, İZM, s. 203

[953] Serahsî, Mebsut, c. II, s. 214.

[954] İbn Kudame, Mugnî, c. II, s. 613-614; Makdisî, eş-Şerhu'l-Kebîr, c. II, s. 589-590.

[955] Bilmen, HFK, c. IV, s. 103; Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Remlî, age, c. III, s. 99; Serahsi, age, c. II, s. 215; Sıddıki, age, c. 136-137; Şeybanî, Asl, c. II, s. 116.

[956] Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Sıddıki, age, s. 137; Şeybanî, el-Camiu's-Sagır, c 135.

[957] Bilmen, HFK, c. IV, s. 103; Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Serahsî, age, c. II, s. 215; Şeybanî, Asl, c. II, s. 116; Şeybanî, el-Camiu's-Sagır, s. 135.

[958] Nevevî, age, c. I, s. 396; Şerbînî, age, c. I, s. 396.

[959] İbn Kudame, age, c. II, s. 615.

[960] Bilmen, HFK, c. XV, s. 103; Kâsânî, BS, c. II, s. 65; Cezîrî, Fame, c. II, s. 87; Makdisi, age, c. II, s. 594; Mavsılî, age, c. I, s. 117-118; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Serahsi, age, c. II, s. 214; Sıddıki, age, s. 135-136; Şerbînî, age, c. I, s. 396.

[961] İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma,  s. 32; Yavuz, İZM,  s, 203; Malik: Zekât, 9; Buharî: Zekât, 66.

[962] Kardavî, FZ, c. I s. 435; Mavsıli, age, c. I, s. 117; Mergınânî, age, c. I, s. 108; Tahâvî, Muhtasar, s. 49.

[963] Bilmen, HFK, c. IV, s. 103; Kardavî, FZ, c. I ,s .436; Kâsânî, BS, c. II, s. 66; Maverdî, age, s. 120; Sıddıki, age, s. 135; Şeybanî, Asl, c. II, s. 151. Fey'in harcama yerleri konusunda geniş bilgi için bkz. Yeniçeri, İslâm'da  Devlet Bütçesi, s. 234-249.

[964] İbn Abidin, age, c. II, s. 48; Kâsânî, BS, c. II, s. 68.

[965] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışına, s. 172-173; Kâsânî, BS, c. II, s. 6, 55-56; Serahsî, age, c. III, s. 4, 45, 48; Sıddıki, İslâm Devletinde Malî Yapı, s. 75; Şeybanî, Asl,  c. II, s.  123,  140-141; Tahâvî, Muhtasar, s. 46.

[966] Bkz. yukarıda 17.

[967] Ebu Ubeyd, Emval, s. 507-508, no: 1549-1553; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 31-32; İbn Kudame, Mugni, c. II, s. 42; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 226; Kardavî, FZ, e. I, s. 157, 391-398; Kâsânî, BS, c. II, s. 6, 56, 57; Serahsî, age, c. III, s. 4; Şeybanî, Asl, c. II, s. 123; Tahâvî, age, s. 46.

[968] LZK, m. 3.

[969] Şibbeyr, Muhammed Osman: "Medâ Te'sîri'd-Duyûni'l-İstismâriyye Ve'l-Iskâniyyeti'l-Mu'eccele fi Tahdidi Viâi'z-Zekât", Mecelletu'ş-Şerîa Ve'd-Dirâsâti'l-İslâmiyye, cilt: 7, sayı: 16 (Kuveyt-Mart 1990), s. 160.

[970] En'am: 6/136; Nahl: 16/56; Zariyat: 51/19; Me'aric: 70/24, 25.

[971] LZK, m. 9.

[972] Bakara: 2/267.

[973] Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 216-217.

[974] En'am: 6/141.

[975] Cessas, Ahkâmu'-Kur'ân, c. I, s. 543; Kardavî, FZ, c. I, s. 444-448; Kâsânî, BS, c. II, s. 53-54.

[976] Buharı: Zekât, 55; Müslim: Zekât, 8; Ebu Davud: Zekât, h. 1596.

[977] Kardavî, FZ, c, I, s. 348; Kâsânî, BS, c. II, s. 54.

[978] 52/ son fıkra.

[979] Erginay, Vergi Hukuku, s. 167-168.

[980] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Cezîrî, FAME, c. I, s. 616; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 236; Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, c. I, s. 164-165; Kardavî, FZ, c. I, s. 398-399; Kâsânî, BS, c. II, s. 60-61; Şafiî, Umm, c. II, s. 33.

[981] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79.

[982] Karaman, age, e. I, s. 164; Kardavî, FZ, c. I, s. 398; Serahsî, age, c. III, s. 45; Sıddıki, age, s. 77; Şeybanî, Asi, c. II, s. 123-124, 141.

[983] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Debusî, ED, c. I, V. 132-b; Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 168; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 227; Karaman, age, c. I, s. 164; Kardavî, FZ, c. I, s. 400-401; Serahsî, age, c. II, s. 5, c. 3, s. 44, 49, 51; Sıddıki, İslâm Devletinde Malt Yapı, s. 77; Şeyb anî, As I, c. II, s. 123, 141.

[984] ABT/SAT, m. 2-a.

[985] Kardavî, bu görüşünü, 196.3'te açıkladığını, el-Ezher ulemasınca başlangıçta benimsenmediğini, ancak M. Ebu Zehra tarafından (Tanzîmu'l-Islâm li’1-Muctema', s. 159) aynen kabullenildiğini belirtmektedir, bkz. Kardavî, FZ, c. I, s. 403.

[986] Abdullah, Zekât, s. 73-74, 202.

[987] Bilmen, HFK, c, IV, s. 79; Cezîrî, ame c. I, s. 617; Kâsânî, BS, c. II, s. 5/, Malik: Zekât, 35; Serahsî, age, c. II, s. 206, c. III, s. 48; Şeybanî, Asl, c. II, s. 102-103,136-137.

[988] Ahmed b. Hanbel, Mesâîl, s. 167, no: 628; Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; Debusî, age, e. I, v. 132-a; İbn Rüşd, DM, c. I, s. 242; Îbnu'l-Munzir, Kilabu'l-İcma, s. 32; Karaman, age, c. I, s. 158; Kardavî, FZ, c. I, s. 361-362; Maverdî, el-Ahkâmu's-Sultânıyye, s. 117; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Serahsî, age, e. II, s. 208; Şafiî, Umm, c. II, s. 36; Şeybanî, Asl, c. II, s. 105; Tahâvî, age, s. 46.

[989] Karaman, age, c. I, s. 158; Kardavî, FZ, c. I, s. 352-354.

[990] Cezîrî, Fame, c. 1, s. 616, 617; Karaman, ager c. I, s. 159; Kardavî, FZ, c. I, s. 364-372; Maverdî, age, s. 117; Mergmânî, age, c. I, s. 109; Tahâvî, age, s. 46; Zcbidi, Tecrîd-i Sarih, c. V, s. 32, 81.

[991] LZK, m. 9.

[992] el-Mübarek, Ali Başa: el-Mtzan fi'l-Akyıse ve'l-Evzân, s. 86-88'den Karaman,İslamın Işığında Günün Meseleleri, c. II, s. 82-83; Kardavî, FZ, c. I, s. 369.

[993] Yavuz,/ZM, s. 187.

[994] LZK, m. 9. Ali, Muhammed: Religîon of İslam, s. 470'ten Ahmed, Ulam İktisadı, s. 138; Karaman, age, c. I, s. 159, c. II, s. 83; Kardavî, FZ, c. I, s. 367-373; er-Reyyis, M. Dıyauddin: el-Harac fı'd-Devleti'l-İslamiyye, s. 302-303; Kardavî, FZ, c. I, s. 370.

[995] Karaman, age, c. I, s. 159; Kardavî, FZ, c. I, s. 373-375; Mergınânî, age, c. 1, 8. 110; Kâsânî, BS, c. II, s. 61; Tahâvî, age, s. 46; Yavuz, İZM, s. 187; Zebîdî-Naım, Tecrîd-i Sarih, c. V, s. 370.

[996] Kardavî, FZ, c. I, s. 356-357.

[997] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 169; Karaman, age, c. I, a. 160; Kardavî, FZ, c. I, s. 391-397; Yavuz, ÎZM, s. 188.

[998] Karaman, age, c. T, s. 159-160. Ayrıca bkz.Bilmen, HFK, c. IV, a. 79; Kardavî, FZ, c. I, s. 391-397; Yavuz, İZM, s. 188; Malik: Zekât, 35.

[999] ABT/SAT, m. 2-a.

[1000] Ebu Zehra, age, a. 169; Kardavî, FZ, c. I, s. 396; Yavuz, İZM, s. 188.

[1001] Erginay, Kamu Maliyesi, s. 26; Erginay, Vergi Hukuku, s. 168-169.

[1002] Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; Cezîrî, Fame, c. I, s. 617; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 243; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 31; Kardavî, FZ, c. I, s. 484; Kâsânî, BS, c. II, s- 60-61; Malik: Zekât, 36; Maverdî, age, ş. 118; Serahsî, age, c. II, s. 3; Tahâvî, Muhtasar, s. 47.

[1003] Ebu Ubeyd, Emval, s. 483-495; Kardavî, FZ, c. I, s. 381-385, 387, 389; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 245; Malik: Zekât, 34; Maverdî, age, s. 117; Yavuz, İZM, s. 425-427.

[1004] Bu konuda bkz. Karaman: age, c. II, s. 183-236.

[1005] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; İbn Rüşd, BM, c. I, s. 245; İbnu'l-Munzir, age, s. 31-32; Kardavî, FZ, c. I, s. 388-390; Kâsânî, BS, c. II, s. 63-64; Sıddıki, age, s. 74.

[1006] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Cezîrî, Fame, c. I, s. 616-617; Kâsânî, BS, c. II, s. 62; Şafiî, Umm, c. II, s. 36-37; Şeybanî, Asl, c. II, s. 137-138.

[1007] LZK, m. 3. Bkz. yukarıda 25 5 1 2.2.

[1008] Cezîrî, Fame, c. I, s. 616; Kâsânî, BS, c. II, s. 58.

[1009] Kardavî, FZ, c. I, s. 405; Kâsânî, BS, c. II, s. 57.

[1010] İslâm toprak hukuku konusunda geniş bilgi için bkz. Şafak, Ali: İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul 1977.

[1011] Bilmen, HFK, c. IV, s. 73; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 351; Kardavî, FZ, c. I, s. 405-408.

[1012] Bkz. yukarıda 13 1 2 1.

[1013] Şeybanî, Asl, c. II, s. 125-126.

[1014] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s, 352; Cezîrî, Fame, c. I, s. 617; Kâsânî, BS, c. II, a. 6; Sıddıki, age, s. 75. ayrıca bkz. yukarıda 25 1 3 1 2.

[1015] İbn Nuceyn, et-Tuhfetu'l-Merdıyye fi'i-Arâdi'l-Misriyye, Resâîl, Beyrut 1980, s. 59

[1016] Karaman, age, c. I, s. 160,168; c. 2, s. 84.

[1017] İbn Kudame, Mugnî, c. II, s: 722; Karaman, age, c. I, s. 161; Kardavî, FZ, c. I, s. 410411.

[1018] Karaman, age, c. I, s. 162-163; Kardavî, FZ, c. I, s. 411; Serahsî, age, c. III, s. 6; Şeybanî, Asl, c. II, s. 141-142.

[1019] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 166, no: 623; Karaman, age, c. I, s. 162-164; Kardavî, FZ, c. I, s. 411-417; Serahsî, c. II, s. 207, c. .'), s. 8; Şeybanî, Asi, c. II, s. 141; Yavuz, İZM, s. 197-198.

[1020] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Cezîrî, Fame, c. I, s. 616; Kâsânî, BS, c. 11, s. 58.

[1021] Kardavî, FZ, c. I, S. 531; Serahsî, age, c. III, s. 47; Şeybanî, Asl, e. II, s. 103, 137 (Ebu Hanife'den, sadece öşür ödeyebileceğini nakleder).

[1022] Kardavî, FZ, c. I, s. 533; Kâsânî, BS, c. II, s. 58; Serahsî, age, c. III, s. 47.

[1023] Kardavî, FZ, c. I, s. 533.

[1024] İbn'l-Munzir, age, s. 31; Karaman, age, c. 1, s. 156-157; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Tahâvî, age, s. 46.

[1025] Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 55-57. Ayrıca bkz. yukarıda 24.

[1026] Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; Kardavî, FZ, c. I, s. 354; Serahsî, age, c. III, s. 2; Sıddıki, age, s. 73; Şeybanî, Asl, e. II, s. 104, 138, 140; Yavuz, İZM, s. 190.

[1027] Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; Cezîrî, Fame, c. I, s. 617; Karaman, age, c. I, s. 156-157; Kardavî, FZ, c. I, s. 350; Maverdî, age, s. 117 118; Şafiî, Umm, c. II. s. 35-36;Yavuz, İZM, s. 190-191.

[1028] Ahmed b. Hanbel, Mesâil, s. 165, no: 622; İbn Kudame, Mugni, c. II, s. 690-692; Karaman, age, c. I, s. 157; Kardavî, FZ, c. I, s. 352; Yavuz, İZM, s. 1.91.

[1029] Abdullah, Zekât, s. 210.

[1030] Ebu Ubeyd, Emval, s. 479, no: 1410; Karaman, age, c. I, s. 156; Kardavî, FZ, c. I, s. ,349; Sıddık Hasan Han, er-Ravdatu'n-Nediyye, c. I, s. 198; Yavuz, İZM, s. 189-190.

[1031] Karaman, age, c. I, s. 157; Kardavî, FZ, Ç- I, s. 354; Şeybani, Asl, c. II, s. 104.

[1032] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Debusî, Esrar, c. I, v. 132-a; Kardavî, FZ, c. I, s. 354,356; Sıddıki, age, s. 73; Yavuz, İZM, s. 190.

[1033] Karaman, age, c. I, s. 157; Şeltut, Fetâvâ, s. 123; Yavuz, İZM, s. 191. Ziraî ürünlerin sınıflandırılması için bkz. Yavuz, İZM, s. 205-211.

[1034] Abdullah, Zekât, s. 203.

[1035] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 352; Cezîrî, FAME, c. I, s. 216; Serahsj, age, c. 2, s, 216. Ebu Hanife'den bir rivayete göre, ticaret malı olan nar; karpuz, üzüm,  incir vb. dayanıksız ziraî ürünler için gümrükte zekât alınmaz (Şeybanî, Asl, c. II, s. 100).

[1036] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Cezîrî, FAME, c. I, S. 616; Kardavî, FZ, c. I, s. 354.

[1037] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 353; Yavuz, İZM, s. 190.

[1038] Bilmen, age, s. 353; Mergınânî, age, c. I, s. 110.

[1039] Kardavî, FZ, c. I, s. 359-360.

[1040] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Cezîrî, Fame, c. I, s. 617; Kardavî, FZ, c. I, s. 378-394; Kâsânî, BS, c. II, s. 62; Malik: Zekât, 33; Buharı: Zekât, 55; Müslim: Zekât, 1; Maverdî, age, s. 118, Mergınânî, age, c. 1, s. 1.10; Tahâvî, age, s. 46.

[1041] LZK, m. 9.

[1042] LZK, m. 9.

[1043] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Cezîrî, Fame, c. I, s. 618, 620; Kardavî, FZ, c. I, s. 378-379; Maverdî, age, s. 118; Tabbara, Râhu'd-Dîni'l-İslâmî, s. 337.

[1044] Abdullah, Zekât, s. 202.

[1045] Maverdî, age, s. 118.

[1046] Karaman, age, c. I, s. 160. Ayrıca bkz.Bilmen, HFK, c. IV, s. 79; Kardavî, FZ, c I, s. 391-397; Yavuz, İZM, s. 188. Ayrıntı için bkz. yukarıda 812 12 3.

[1047] Yavuz, İZM, s. 187-188.

[1048] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Cezîrî, Fame, c. I, s. 618; Kâsânî, BS, c. II, s. 63.

[1049] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Cezîrî, Fame, c. I, s. 618; Maverdî, age, s. 117-118.

[1050] LZK, m. 9. Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Cezîrî, FAME, c. I, s. 619; Kâsânî, BS, c. II, s. 63.

[1051] Bilmen, HFK, c. IV, s. 81; Cezîrî, Fame, c. I, s. 619.

[1052] Kâsânî, BS, c. II, s. 63.

[1053] Kâsânî, BS, c. II, s. 54; Serahsî, age, c. III, s. 11; Şeybanî, Asl, c. II, s. 127. Ayrıca bkz. yukarıda 46 4 1 1 2.

[1054] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80.

[1055] Bkz. yukarıda 16 2.

[1056] Ebu Davud: Zekât, 1599; Kâsânî, BS, c. II, s. 63. bkz. yukarıda 45.

[1057] Uygulama örneği için bkz. Şeltut, Fetâvâ, s. 124.

[1058] Bilmen, HFK, c. IV, s. 79-80; İbnu'l-Munzir, Kitabu'l-İcma, s. 31-32; Kâsânî, BS, c. II, s. 56, 63-64, 65; Maverdî, age, s. 118; Serahsî, age, c. II, s. 208; Şeybanî, Asl, c. II, s. 104, 137. Ayrıca bkz. yukarıda 47.

[1059] Bkz. yukarıda 17.

[1060] Ahmed b. Hanbel, Mesad, s. 165, no: 620, 621; Bilmen, HFK, e. IV, s. 80; Ebu Ubeyd, Emval, s. 406-408; Debusî, Esrar, c. I, y. 132-b; Hamidullah, Vesaik, s.217, no: 106, s. 519, no: 368; İbn Kudame, Mugnî, e. II, s. 714; Kardavî, FZ, c. I, s. 421-426; Kâsânî, BS, c. II, s. 61-62; Serahsî, Şafiî, Umm, c. II, s. 38; Sıddık Hasan Han, er-Ravdatu'n-Nediyye, c. I, s. 200; Şeybanî, Asl, c. II, s. 116, 182-134. Krş. Malik: Zekât, 39.

[1061] Nahl: 19/68-69.

[1062] Kardavî, FZ, c. I, s. 422.

[1063] Ebu Ubeyd, Emval, s. 406-408; Kardavî, FZ, c. I, s. 425.

[1064] Kardavî, FZ, c. i, s. 424, 426; Sıddık Hasen Han, age, c.I,s.2OO.

[1065] Bkz. yukarıda 81 2 1.

[1066] Kardavî, FZ, c. I, s. 428-429; Kâsânî, BS, c, II, s. 61; Şeybanî, Asl, c.II, s. 132-134.

[1067] Buradaki ve aşağıdaki ağırlıklar için bkz. yukarıda 81 2 1 2 2.

[1068] Bilmen, HFK, c. IV, s. 80; Debusî, age, c. I, v. 132-b; Kardavî, FZ, c. I, s. 427; Kâsânî, BS, c.II, s. 61-62; Şeybanî, Asl, c. II, s. 116-119.

[1069] Kardavî, FZ, c. I, s. 430-431.

[1070] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 353; Mergınânî, age, e. I, s  110

[1071] Kardavî, FZ, c. I, s. 431.

[1072] Abdullah, Zekât, s. 83, 209.

[1073] Bilmen, age, s. 353-354; Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Kardavî, FZ, c. I, s. 456;Tabbara, age, s. 339; Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 27-8.

[1074] Bkz. yukarıda 17.

[1075] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s, 353; Bilmen, HFK, c. IV, s. 104; Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Ebu Zehre-Şekerci, age, s. 28; Şeybanî, Asl, c. II, s. 113.

[1076] Kardavî, FZ, c. I, s. 455-456.

[1077] Bkz. yukarıda 25.

[1078] Bkz. yukarıda 812 12 2i.

[1079] Ebu Zehre-Şekerci, age, s. 27-28; Kardavî, FZ, c. I, s. 456.

[1080] Ahraed b. Hanbel, Mesâil, s. 164, no: 619; Bilmen, HFK, c. IV, s. 103-104: Cezîrî, Fame, c. I, s. 613; Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, s. 123; İbn Kudame, Mugnî, c. II, s. 27; Kardayî, FZ, c. I, s. 452-455; Kâsânî, BS, c. II. ş. 68; Maverdi, age, s. 120; Mergınânî, age, c. I, s. 109; Debusî, age, c. I, v. 135-a; Sıddıki, age, s. 134; Serahsî, age, c. II, s. 213; Şeybanî, Asl, c. II, s. 113; Tabbara, age, s. 339; Tahâvî, age, s. 49; Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, s. 384.

[1081] Bkz. yukarıda 57 1 2 2 ve aşağıda 103 12 1.

[1082] Hıraşi, age, c. II, s. 212; Kâsânî, BS, c. II, s. 68; Makdisî, eş-Şerhu'l-Kebîr, c. II, s. 585; Merdavi, İnsaf, c. 3, s. 122-123.

[1083] Ebu Yusuf, age, s. 123; Ebu Zehre-Şekerci, age, s. 27-28; Kardavî, FZ, c. I, s. 453-455; Şeybanî, Asl, c. II, s. 113.

[1084] Bkz. yukarıda 17.

[1085] Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 49-50;  Hamidullah,  İslâm Peygamberi, c. II, s. 218; Kardavî, FZ, c. I, s. 502-503, 508-509; c. II, s. 768-769; Tuğ, İslâm Vergi Hukuku, s. 66; İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. IV, s. 44; eş-Şafiî, Umm, c. II, s. 14; Malik, Zekât, 7.

[1086] Kardavî, FZ, c. I, s. 489-490, 510-512; Şeltut, Fetâvâ, s. 1.30; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. II, s. 218; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm, s. 49-50.

[1087] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 4.

[1088] Abdullah, Zekât, s. 82.

[1089] Bkz. yukarıda 25.

[1090] Kardavî, FZ, c. I, s. 489-490; Şeltut, age, s. 130

[1091] Kardavî, FZ, c. I, s. 513-514.

[1092] Kardavî, FZ, c. I, s. 514-518. Krş. Erginay, Vergi Hukuku, s. 173-177.

[1093] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 4.

[1094] Bkz. yukarıda 71 2 1 2 2.

[1095] Bkz. yukarıda 81 2 1 2 3.

[1096] ABT, SAT, m. 6.

[1097] Kardavî, FZ, c. I, s. 510-512, 519, 520-

[1098] ABT; SAT, m. 6.

[1099] Bkz. aşağıda 104 2.

[1100] Kardavî, FZ, c. I, s. 516-518.

[1101] Kardavî, FZ, c. I, s. 458-486 Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 168-170 Ebu Zehre-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 62-74; Yavuz, Y. V: "Gelir Getiren Bina, Sanayi Tesisleri ve Diğer Malların Zekâtları Hakkında Bazı Düşünceler" Fikir ve Sanatta Hareket D.,16-17 (Haziran-Temmuz 1980), s. 28-32; 18-19 (Agustos-Eylül 1980), s. 11-18; Karaman, age, c. 2, s. 86-87.

[1102] Bkz. yukarıda 24

[1103] Bkz. yukarıda 17

[1104] Bkz. yukarıda 68, 69.

[1105] Bkz. yukarıda 61 1.

[1106] Bkz. yukarıda 57 1 2.

[1107] Bkz. yukarıda 53 1.

[1108] Bkz. yukarıda 86 1.

[1109] Bkz. yukarıda 95.

[1110] Bkz. yukarıda 24 2.

[1111] Bkz. yukarıda 25 3.2.

[1112] Serahsî, Mebsut, c. II, s. 198; Yavuz, Y. V. Gelir Getiren Bina, Sanayi Tesisleri ve Diğer Malların Zekâtı, s. 29.

[1113] Ayrıca bkz. ABT/ SAT (m. 4) Ebu Zehre-Şekerci, ZH, s. 70.

[1114] Bkz. yukarıda 17 1 2.

[1115] Ahmed, Ulam İktisadı, s. 140, 149-152, 153.

[1116] Ebu Zehra, İslâm'da Sosyal Dayanışma, s. 168; Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 402

[1117] İAK, m. 3; ABT/SAT, m.3. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 339; Ahmed, İslâm İktisadı, s.151; Ebu Zehra, age, s. 168, 170; Mannan, age, s. 402; 399; Sıddıki, age, s. 62; Şeltut, Fetâvâ, 8. 130; Tabbara, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, s. 338.

[1118] Abdullah, Zekât, s. 81.

[1119] İAK, m. 3 a. Kardavî, FZ, c. I, s. 505; Şeltut, age, s. 130.

[1120] İbnu'l-Kayyım, Bedâ'i'u'l-Feva'id, c. 3, s. 143'ten Kardavî,  FZ, c. I, s. 467-469; İbn Kudame, Mugni, c. III, s. 29.

[1121] Bkz. yukarıda 65 1 2 2.

[1122] İbn Rüşd, BM, c. I, s. 237. Ayrıca bkz. Kardavî, FZ, c. I, s. 468.

[1123] İbnu'l-Arabî, Şerhu't-Tirmizî. v. 3, s. 104'ten Kardavî, FZ c. II, s. 86.

[1124] Yavuz,Y. V.: age, s. 28-29 (Serahsî, Mebsut, c. 2, s. 196'dan). Ayrıca bkz. Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 343.

[1125] Yavuz,Y. V.: age, s.29.

[1126] Abdullah, Zekât, s. 80-81, 201.

[1127] Kardavî, FZ, c. I, s. 474.

[1128] Bkz. yukarıda 50 2 2.

[1129] Kardavî, FZ, c. I, s. 474-475.

[1130] Bkz. yukarıda 25 5 1 2.4.

[1131] Kardavî, FZ, c.I, s. 476.

[1132] Abdullah, Zekât, s. 213.

[1133] Kardavî, -FZ, c.I, s. 476-479.

[1134] Kardavî, FZ, c. I, s. 476-479.

[1135] Bkz. yukarıda 81 2 113.

[1136] Bkz. yukarıda 81 2 113.

[1137] ez-Zerka, M. A.: "Cevânib mine'z-Zekât Tahtâcu ilâ Nazarin Fıkhıyyin Cedîd", Mecelletu' Ebhâsi'l-İktisadi'l-îslâmi, cild: I, sayı: 2 (1984), s. 83-93, özellikle s. 92.

[1138] Abdullah, age, s. 83, 227.

[1139] İAK, m. 3/ABT; SAT, m. 4. Ahmed, age, s. 149-156; Ebu Zehra, age, s. 169; Mannan, age, s. 400.

[1140] Ahmed, age, s. 132.

[1141] İAK, m. 3-a; ABT/SAT, m. 3. Ebu Zehra, age, s. 168; Mannan, İslam Ekonomisi, s. 403; Tabbara, age. s. 338.

[1142] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 339, 343; Şeybanî, el-Camiu'l-Kebir, s. 25-26.

[1143] İAK, m. 3-a . Kardavî, FZ, c. I, a. 505; Şeltut, age, s. 130.

[1144] Kardavî, FZ, c. I, s. 505. bkz. yukarıda 25 5 1 2 4.

[1145] Kardavî, FZ, c. I, s. 483-486; Yavuz, Yunus Vehbi: Gelir Getiren Bina, Sanayi Tesisleri ve Diğer Malların Zekâtı, Hareket, 16, 17 (Haziran 1980, s. 28-29; (Ağustos 1980), s. 14.

[1146] İAK, m. 3-a.

[1147] Abdullah, Zekât, s. 204, 209.

[1148] Bkz. yukarıda 61 2 1.

[1149] Bkz. yukarıda 25 5 1 2 4

[1150] İAK, m. 3-a.

[1151] Bkz. yukarıda 25 2 1 2.3.

[1152] Ebu Zehra-Şekerci, Zekât Hukuku, s. 68-70; Karaman, age, c, II, s. 87; Kardavî, FZ, c. II, s. 479-486.

[1153] ABT/SAT (m. 4)

[1154] İAK, m. 3.

[1155] IAK, m. 3-b.

[1156] EbuZehra-Şekerci, age, s. 66.

[1157] ABT/SAT, m. 3.

[1158] Bkz. yukarıda 81 2 1 1. 3.

[1159] Kardavî, FZ, c. I, s. 505.

[1160] Şibbeyr, Muhammed Osman: "Medâ Te'smri'd-Duyûni'l-İstismâriyye Ve'l-İskâniyyeti'l-Mu'eccele fî Tahdidi Viâi'z-Zekât",   Mecelletu'ş-Şeria Ve'd-Dirâsâti'l-İslâmiyye, yıl: 7, a. 1: 16 (Kuveyt-Mart 1990), s. 163, 168-170. Yavuz, Y. V.: age, (Haziran 1980, s. 29, (Ağustos 1980) s. 14.

[1161] Ahmed, İslami İktisadı, s. 132, 149

[1162] Abdullah, Zekad, 78-79, 213, Ebu Zehra-Şekerci, age, s. 54-55, 64; Kardavi, FZ, c.I, s. 476; Sıddıki, age, s. 62.

[1163] Bkz. Yukarıda 103 1 2 2. 1.

[1164] Ebu Zehra, İslam’da Sosyal Dayanışma, s. 169; Karaman,  age, c. II, s. 87; Kardavi, FZ, c.I, s. 479-486; Şehhate, Fıkhu’l-İbadat, s. 129-130; Tabbara, Ruhud-Dini’l-İslami, s. 338.

[1165] ABT/SAT (m. 3-4)

[1166] Abdullah, age, s. 77, 202.

[1167] Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 401.

[1168] Ahmed, age, s. 151.

[1169] Debbağoğlu, Ahmed: İslâm İktisadına Giriş, s. 368.

[1170] Ahmed, age, s. 151; Mannan, age, s. 403.

[1171] İAK, m. 3-c. Ahmed, age, s. 151. Krş. Tabbara, age, s. 338.

[1172] Mannan, age, s. 400.

[1173] İAK, m. 3-c . Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 339; Ahmed, age, s. 151.

[1174] Tabbara, age, s. 338.