Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları
Subhi es-Sâlih
Çeviren: Prof. Dr. Yaşar Kandemir
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
HADİS İLİMLERİ VE HADÎS ISTILAHLARI
1- HADÎS, SÜNNET VE DİĞER ISTILAHLAR
Asr-I Saadette Okuma-Yazmanın Az Oluşunun Sebepleri;
Hz. Peygamber Zamanında Yazılan Sahifeler
Ebü Hureyre'nin Hemmâm B. Münebbih Yoluyla Gelen Sahîfesi
Hadîslerin Tedvîni Ve Müsteşrikler
Tâbi'în Ve Tebe-İ Tâbî'în Devri
3- TALEBU'L-HADÎS (HADÎS TAHSİLİ) İÇİN YAPILAN SEYAHATLER
Hadîs Tedvininde Muhitin Te'sîri:
Talebu'l-Hadîs İçin Yapılan Seyahatler:
Bu Seyahatlerin Dînî Hükümlerin Tevhidine Olan Tesiri:
Hadîs Ticareti İçin Yapılan Seyahatler:
Hadiste Lâubâlî Olanlara Karşı Gösterilen Mukavemet:
4- DÂRU'L-HADÎSLER VE MUHADDÎSLERÎN LÂKAPLARI
5- TAHAMMULU'L-HADÎS VE ÇEŞÎTLERÎ
2- HADİS İLİMLERİNİN BÖLÜMLERİ
1- RlVÂYETU'L-HADÎS VE DİRÂYETU'L-HADÎS ÎLÎMLERÎ
2- RİVÂYETU'L-HADÎS
KİTAPLARI VE DERECELERİ
I. Rivayet
Kitaplarının Dereceleri.
II. Belli-Başlı
Rivayet Kitapları Ve Müsnedler.
3- RİVAYETİN ŞARTLARI VE MUHADDİSLERİN ÖLÇÜLERİ
Sahîh Ve Hasen'e Şâmil Istılahlar:
Mevkuf ve Maktu' Hadîsler, Zayıf Hadîsleri idir?
5- SAHÎH - HASEN - ZAYIF
HADÎSLER ARASINDA MÜŞTEREK OLAN ISTILAHLAR
9-11- Azîz, "Meşhur ve Müstefiz
Müdrec Olan Kısım Birkaç Şekilde Bilinir:
6- MEVZU HADÎSLER VE UYDURMA SEBEPLERİ
7- SENED VE METÎN BAKIMINDAN HADÎS
4- HADÎSİN HUKUK-LÜGAT VE EDEBİYATTAKİ YERİ
1-
HADÎSİN HUKUK BAKIMINDAN ÖNEMİ
2- SAHİH
HADÎS TEŞRÎ BAKIMINDAN HÜCCETTİR
Rasûlullah'iu
Sünneti Hakkında Sahâbîlerin Bilgisi Farklıdır:
Mezheblerîn
Zuhuru ve İmamların Hadîsle Ihticâcı:
Haber-i
Vâhidle Îhticâc Ve Şartları:
Karinelerle
Takviye Edilen Haberle Ihticâc Edilip Zayıf Hadîsle Edilemeyeceği:
3-
HADÎSİN EDEBİYAT İLİMLERİNE TESİRİ
İslâmî
İlimlerin Hadîsin Gölgesinde Doğuşu:
Hadîsin
Nahiv Asıllarına Tesiri:
İslâm'ın
İlk Devirlerinden Beri İsnâd Sistemini
Tatbiki:
"Bil
Ki Fezâil Hadîslerini Uydurma Hareketi, İlk Olarak Şiîler Tarafından
Başlatılmıştır.
Edebiyat
İlimleri Ve Hadîscilerin İsnadının Bu İlimlere Tesîri:
4- LÜGAT
ve NAHİVDE HADÎSLE ÎHTÎGÂC
Âlimlerin
Hadîs Rivâyetindeki Çekingenlikleri:
Lügat ve
Nahivde Hadîsle İhticâc:
Edebiyatçılar
Niçin Hadîsle Îhticâc Etmemişlerdir?
Hadîsle
İhticâca Manî Olanlara Cevâp:
1- İBNU
SA'D ve et-TABAKÂT'DAKÎ TASNÎF METODU
Îbnu
Sa'd, Hayâtı Ve Eserleri:
Îbnu
Sa'd'ın Şeyhi El-Vâkıdi Hakkında Birkaç Söz:
Et-Tabakât’ın
İhtiva Ettiği Bellibaşlı Mevzular:
İbnu
Sa'd'ın et-Tabakât'daki Metodu:
Râvîlerin
Tabakaları Ve Tabaka Taksimleri:
İbnu
Hacer'e Göre Râvîlerin Tabakaları:
3- BÂZI
SAHÂBÎLERÎN TERCEME-Î HALLERİ
4
-Mü'minlerin Annesi Hz. Âişe.
9 -
Abdullah b- Amr b. el-'Âs.
4- BÂZI
TABİİN BÜYÜKLERİNİN TERCEME-İ HALLERİ
5-
ETBÂ'U'T-TÂBÎ'ÎNDEN BÂZILARININ TERCEME-Î HALLERİ
6- ETBÂ'U
ETBÂ'I'T-TÂBÎİNDEN BÂZILARININ TERCEME’Î HALLERİ
Hadîs ilimleri mevzuundaki
bu eser, Ulûmu’l-Kur'ân adlı kitabımız gibi Ölümsüz mirasımızın üzerinden
senelerin tozunu silken, ecdadımızın en değerli fikir şaheserlerini, asrımızın
zevkine uygun sâde ve açık bir üslûbla takdim eden bâzı ilmî araştırmaları
ihtiva etmektedir.
Birçokları, böyle bir
araştırmanın pek kolay olduğunu, şaşmaz bir metodu bulunduğunu ve dolayısıyle
herhangi bir şekilde yanılma ihtimâlinin kalmadığını zannederler; zira onlara
göre büyük âlimlerimiz, yapılması îcâb eden kerşeyi yapmışlar ve ilâve edilecek
hiçbir şey bırakmamışlardır. Buna göret ecdadımızın eserlerini ve sözlerini
Özetlemekle yetinerek, onların ilim ummamndan kana kana içmekten başka
yapılacak bir işimiz kalmıyor.
Söylediğimiz tarzdaki
bir araştırmanın son derece müşkil olduğunu, me tinleri tetkik ve yazmaları
neşr etmek süreliyle uzun bir emek ve gayrete ihtiyaç gösterdiğini anlatarak,
bu yaygın hatâyı derhal tashîh etmemiz gerekmektedir; Çünkü böyle bir
araştırmada, ie'lif ve tahkik ile beraber, eski mahsûlün yeni metodla mükemmel
bir şekilde terkibi bahis mevzuudur. Hadîs ilimleri mevzuunda yazüan bir
eserde, muhtelif metinlerin tetkik edilmesi zarurîdir. Eğer bu ilimler deki
yazma ana kaynaklara eğilerek, onları emniyetle aktarıp dikkatle özetleyerek
muhtelif meseleleri bir araya loplamasaydık, bu kitabımız-, mütehassısların
aradıkları Önemli bahisleri ihtiva etmeyecekti.
Suriye''deki âhiriyye
Kütüphanesinin, Hadîs ilimleri ve hadis ıstı-lâkları bakımından dünyânın en
zengin kütüphanelerinden biri olduğu malûmdur. Bu ana kaynakların ekserisini
tanıma imkânını eldetftik. Bibliyografya kısmında tanıttığımız bu eserlerden ne
kadar çok faydalandığımız, kitabımız-daki notlardan anlaşılabilir.
Sâdece dikkatli bir
nakil ve iyi bir özetleme ile yetinmeyip, selefimizin hadîs ilimleri hakkındaki
eserlerini, târihî ve tahlilî bir metodla inceledik. Neticesiz münakaşalarını
naklederek okuyucuyu lüzûmsuzyere oyalamadan, muhtelif müelliflerin fikirlerim
mukayese ettik. Ayrıca, bu pek kıymetli eserlerindeki çeşitli ıstılahlar
münâsebetiyle yer yer temas ettikleri tenkîd ölçülerini de bir araya getirmeye
çalıştık.
Şu hâle göre bu kitap
bir hulâsa değil, Ur inceleme ve araştırma mahsûlüdür', böyle olmayıp da
sâdece bir hulâsadan ibaret bulunsaydı, bunu söylemek bile bizim için bir kusur
sayılmazdı. yeryüzünü Rasûlullah (s.a.v.yin sünnetine dâir yazdıkları eserlerle
dolduran büyük münekhdlerimize ve asil selefimize hadîs ilimleri mevzuunda
muhtaç olmak, bizim için bir şereftir. Şurası da muhakkak ki, mevzuun
karakteri, gerek bize ve gerekse diğer araştırıcılara nakil ve hulâsa yapmayı
zarurî kılmaktadır. Bugün bizim, dünyanın ve bütün âlemlerin efendileri olan
ecdadımızın ortaya koyduğu bu temel prensiplere, kökleşmiş kaidelere ve âşîkâr
usûllere yeni bir şey ilâve etmemiz ne mümkün Bizyeni bir araştırmanın, titiz
bir şekilde yapılacak olan nakle, metinler arasında bir mukayese yapmanın da
tetkik ve tahkike muarız olacağını zannetmiyoruz. İşte bu anlayış çerçevesinde
fevkalâde bir dikkat ve îtina ile, ekseriya beğendiğimiz veya tercih ettiğimiz
görüşü de söyleyerek, birçok çetrefilli bahislere daldık:
Rasûî-i Ekrem (s.a.v.)
yın zamanında hadîslerin yazıldığını gösteren, hiç kimsenin reddedemeyeceği
deliller getirdik. Bu mevzuda birçok mecmuaları, kitapları ve târihî vesikaları
ortaya koyarak bunu isbâta çalıştık. Nihayet şu. neticeye vardık : Bu büyük
insanlar sünneti korkmak mevzuunda sâdece hafızaya itimat etmekle kalmayarak,
islâm'ın ilk yıllarından itibaren hadîsleri azıyla da tesbit etmişlerdir.
Daha sonra târihî bir
incelemeye geçerek talebu''l-hadîs (hadîsleri toplamak) için yapılan
seyahatleri, tahammülü' l-hadîs (bir üstâddan hadîs alma) usûllerini tetkik
ettik. Bunları birbiriyle karşılaştırarak aralarında mukayeseler yaptık.
Muhtelif hadîs
ilimleri mevzuunda yazılan belli-baslı eserleri kısaca gözden geçirdik.
Râvîlerde aranan
şartlara temas ederek, kıymeti her devirde kabul edilen bu şartlardaki insanî
ölçüleri göz Önüne serdik.
Sonra hadîsin
çeşitlerine geçerek, hassas hadis ıstılahlarını, en sağlam ve muteber
kitaplardan faydalanarak inceledik. Şunun için de, hadîs ıstılahları mevzuunda
ilk olarak yazıldığı kabul edilen eserinden başlayarak, Şam'ın allâmesi merhum
Cemâluddîn el-Kâsımî'nin KavâHdu't-tahdîs'irce varıncaya kadar birçok usâl-i
hadîs kitabını tetkik ettik.
Hadîsin hukuk, lügat
ve edebiyattaki yerine tahsis ettiğimiz holümde, sünnetin hukuki bütün
mevzularda nasıl hâkimiyet tesîs ettiğini, aslı Kut Kerîm!de bulunsa dahî,
zaman zaman helâl ve karamı belirtmek hususunda
tek başına nasıl söz
sahibi olduğunu îzâh ettik. Haber-i vâhİd ve haber-İ vâhidlt ihticâcın şartlan
mevzuunu mufassal bir şekilde anlattık.
Haberleri isnâdlartyle
birlikte rivayet etmek keyfiyetinin İlk defa lümanlar tarafından kullanıldığını
gösterdik. Muhaddislerin îcâd ettiği bı
isnâd sisteminin, edebiyat ilimlerine ne derece te'sîr ettiğini inceledik
Lügat ve nahivde
hadîsle İhticâc etmek istemiyenleri reddederek, sahîh ve fasih sözleri
nakletmek hususunda muhaddislerin kullandığı Ölçülerin, lâgat-Çİlerinkİnden
daha hassas olduğunu belirttik.
Son bölümde râvîlerin
tabakalarım geniş bir şekilde incelemek lüzumunu duyarak, özellikle İbnu
Sâ'dVan ve onun bu tabakalarda göz Önünde bulundurduğu tasnif metodundan bahs
ettik. Bu arada sahabe, tabiîn, ve tebe-i tâbiîn hakkındaki ıstılâhî taksimleri
açıklayarak, bunlar arasında pek meşhur olan zevatın terceme-i hâllerini, ana
kaynaklara baş vurmaya hacet kalmayacak şekilde yazdık.
Bâzı aydın
gençlerimizin, "hadîsin tedvini" inkâr ederek, çeşitli şüpheler
uyandıran müsteşriklerin hilelerine kapıldığını gördüğümüz İçin, bu bahsi
mufassal bir şekilde tetkîk ettik.
'''Mevzu hadisler ve
hadîs uydurmanın sebepleri" mevzuunu da etraflıca araştırarak, eski
âlimlerimizin sahîh hadîs ile uydurma hadisi birbirinden ayırmak için göz
Önünde bulundurdukları ana prensipleri ortaya koyduk.
Muhtelif bahisleri
incelerken, hadîs ıstılahlarının kabuktan Önce Özün, şekilden önce mânânın,
senedden Önce metnin, taklîdden önce akıl ve hissin dikkate alındığı pek hassas
bir tenkîd sistemine dayandığını göstermeye çalıştık. Çeşitlerin, bölümlerin ve
fasılların arasında, bu güç meseleyi net bir şekilde îzâh etmek kolay bir iş
değildi. Zira okuyucunun, bu meseleleri anlamak ve çeşitli misâllerini görmek
için devamlı surette bizi takip etmesi gerekirdi. Bu sebeple meseleyi vuzuha
kavuşturup iyice anlaşmasını temin için, kitabın sonuna bir netîce kısmı ilâve
ettik. Burada, daha önce verilen bilgileri özetleyerek, muhaddislerin tenkîd
Ölçülerini gösterdik. Bu arada kalemimizin bahis mevzuu edilen ölçüleri, başka
kitaplardan aynen alıp kopya etmesine, oradan buraya aktarmasına imkân
vermedik. Takip ettiğimiz prensipler, açıkça ifâde etmek mecburiyetinde
olduğumuz tabiî sonucu tutup çıkaracak bir şekilde okuyucunun önünde
belirmiştir; bu sonuç da, hadîs ıstılahı iliminin, asırlar geçmesine rağmen
ıstılahlar sistemindeki enyüksekyeri işgal etmekte olduğudur.
Biz şimdi, kültürünü
ve düşünce sistemini yabancılardan alarak, ümmetinin arasında bir garîb gibi
yaşamayı aklının ucundan dahî geçirmtdiğinden olduğumuz okuyucumuzun, hadîs
ıstılahları ilminin hassasiyetine kanaat getirdikten sonra hadis rivayeti
{hadis metni) ilminin de okutulması lâzım geldiği neticesine vararak bunu
isteyeceğinden de eminiz- Şu hâle göre okuyucu, ' sahih hadis kitaplarını
mutlaka tetkike başlamak, dil ve edebiyat kültürünün zevkim onlarla varmaya
çalışmalıdır. Böylece bu eserlerde, Rasûl'i Ekrem (s.a.v.yin asrını en doğru
şekilde aksettiren bir ayna bulacaklardır, öyle bir ayna ki, o büyük
Peygamberdin hayâtım, yüce ahlâkını, ashabını doğruluk, iyilik ve güzdük
esâsları üzerine ideâl bir cemiyet kurmaya teşvik ettiğini gösterir.
Hadîste, şüphe yok ki,
tetkik ve incelemeye değer başka taraflar da vardır. 'Bunların bir kısmı asıl
araştırmamızın dışında kaldığı İçin hiç temas etmedik. Bİr kısmı üzerinde, sözü
fazla uzatmaya imkânımız olmadığı için kısaca durduk. Bir kısmına ise,
araştırıcıyı yolun başlangıcına götürmek düşüncesiyle, önemli çizgileri ve ana
kaynaklanyle işaret,edip geçtik.
Bu kitapta temas
etmediğimiz bahislerden biri de "belâgat-i nebeviyye" meselesidir;
zira bu mevzu, geniş araştırmalar yapılmasını gerektirecek kadar mühimdir. Eğer
burada belâgat-i nebeviyye meselesine de yer vermiş olsaydık, culûmu'l-hadîs,
kendi sahasına girmeyen bir mevzüya müdâhale etmiş ve böylece bu eserin
yazılmasındaki maksada uygun düşmeyen bir karışıklık meydana gelmiş olacaktı.
Burada, kitabımı
yazarken bana yardım eden her şâhsa, samimi ve. sonsuz teşekkürlerimi takdim
etmeyi bir borç bilirim. Çok istifâde ettiğim eserlerden biri olan Hemmâm b.
Munebbih'in sahîfesVni neşredeliberi, hadis tedvini mev-ZÛunda yapılan
araştırmaların öncüsü olarak gördüğüm Haydarâbâd'h dostum Prof. Dr. Muhammed
Hamîdullah'ı ve HatîbuH-BağdâdVnin Takyidu'l-'Um'ini, titiz ve- ilmi bir
incelemeyle yine hadîs tedvini sahasında, önümde uçsuz, bucaksız ufuklar açan,
aynı zamanda birçok nâdir kitaplara ve pek kıymetli el yazmalarına muttali
olmamı temin ederek Hatîbu’l-Bağ-dâdVnin el-Câmi1 liahlâhyr-râvî ve
âdâbVs-sâmi' gibi bâzı eserlerini bana lütfeden arkadaşım Dr. Yûfus el-Aş'ı;
kaynak eserlere, bilhassa muhad-dislerin terceme-i hâllerine müracaat etme
babında bana- yardım eden âlim dostum Ahmed Ubeyd'i husûsiyle anmak isterim.
Cenâb-ı Mevlâ'dan bu
kitabı rızâsına muvafık kılmasını, bu kitap sebebiyle bana hüsn-i kabul
göstermesini ve onda husule gelen kata ve kusurlarımı bağışlamasını niyaz
ederim.
Dr. Subhi es-Sâlik[1]
Muhaddislerce - bilhassa müteahhirîn muhaddislerince - hadîs ve sünnetin, biri diğerinin yerinde kullanılan iki kelime olduğu kabul edilmiştir. Hadîs ve sünnet ifâdelerinden, bir sözün,, bir hareketin, bir takririn veya bir sıfatın Rasûl-i Ekrem'e fzâfrsi anlaşılmaktadır. Yalnız bu iki lâfzın tarihî asıllarına inilince, lügat ve ıstılah bakımlarından aralarında birtakım ince farkların bulunduğu göze çarpar.
Hadîsi, Ebu'1-Bekâ'[2] şöyle tarif eder: "Hadîs, talıdîs mastarındın bir isimdir, haber vermek manasınadır; sonraları Rasûlullah (s.a.v.] nisbet edilen bir söze veya fiile yahut bir takrire hadîs denmiştir) [3] Hadîsin tarifinde geçen haber verme" nin ne mânâv geldiği, câhiliye devrinde meşhur günlerini diye adlandırdıkları zamandan beri Araplarca biliniyordu. [4] Ferra' in müfredi dir, bilâhare hadîsin cenı'ilarak[5] kullanılmıştır" [6] derken bu mânâya işaret etmiş olmalıdır. Bundan dolayı kendisinden darb-ı mesel yapılan kelime hakkında
[7]yahut [8]denmeye başlanmıştır. Şâir Ebû Kelede ""kelimelerinin eş manâlı olduğuna işaret etmek istermiş gibi ikisini de-bir beytte kullanmıştır: darb-ı mesel söylemek isteyen herkesin ağzına düşen bir söz olmayınız[9]
Hadîs lafzı hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın, yine de "haber vermek mânâsına gelir; netekim şu âyetlerde bu mânâ açıkça görülü O halde onun gibi bir söz yor getirsinler"[10]
Allah Taâlâ sözün en güzelim her tarafı birbirini tutan bir kitab halinde vahy etmiştir".[11] Bazı âlimler hadîs kelimesinde "yenilik" mânâsı sezerek, onun kadîm kelimesinin mukabili olduğunu söylemişlerdir. Bunlar kadîm sözüyle Kur'ân-ı Kerîm'i, hadîs sözü ile de Rasûl-i Ekrem'e izafe edilen şeyleri kasdetmişlerdir. Şeyhu'l-isiâm İbnu Hacer 'Askalânî, "Fethu'l-Bârî'de şöyle söylemektedir: "Şeriat örfünde hadisten maksat Rasûl-i Ekrem'e izafe edilen şeylerdir. Hadîs sözüyle, kadîm olan Kur'ân-ı Kerîm'in mukabili kasd edilmiş gibidir. [12] Bu izah bize birçok âlimin Kur'ân-ı Kcrîm'e hadîs ismini takmaktan ve "kelâ-mullah" yerine "hadîsullah" demekten ne derece kaçındıklarını açık birşekilde göstermektedir. "Sunenu İbn-i Mâce" de bulunan bir hadîs-i şerifin rivayeti esnasında gösterilen îtinâ, ifadedeki bu titizlik ve saygının âdeta zarurî olduğunu göstermektedir: Abdullah b. Mes{ud, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu söylemektedir:
Onlar da biri kelâm, diğeri hidâyet olmak üzere iki tanedir, kelâmın en güzeli Allah'ın kelâmı, hidâyetin en güzeli de Muhammcd (s.a.v.) in hidâyetidir. [13]Sünen kitaplarının bir çoğunda " Sözün en güzeli Allah'ın kitabıdır." İfadesi bulunurken, sadece İbn-i Mâce'nin şeklinde rivayet etmesini dikkate aldığımızda, onu
bu tâbiri tercih etmeye sevk eden âmilin titizlik olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Bundan çıkaracağımız bir mânâ da,âlirrüer arasında kadîm olan Kitâbullah hakkında hadîs ismin kullanmaktan sakınanların bulunduğudur.
Bizzat Peygamber Efendimiz de kendi sözü hakkında hadîs kelimesini kullanmıştır; böyle söylemekle sanki o, kendine ait olanla olmayanı birbirinden ayırmış gibidir; hatta denebilir ki, hadîs sözünün sonraları bir ıstılah olarak kullanılması hususundaki prensibi Hz. Peygamber ortaya koymuştur, Ebû Hureyre Rasûl-i Ekrem'e gelerek, layâmet günü şefaatine mazlıar olacak en mes'ut insanın kim olduğunu sorduğunda Rasûlullah, "hadîs Öğrenmedeki aşırı arzusundan dolayı bu hadîsi Ebû Hurcyre'den Önce kimsenin sormayacağını bildiğini"[14] söylemiştir.
Sünnet esasında hadîsin mukabili değildir; lügat mânâsına baVılarak Rasûl-i Ekrcn (s.a.v.)'in günlük yaşayışında takip ettiği dînî yol mânâsında kullanılmıştır; zira sünnetin lügat mânâsı, yol demektir. Hadîsin, Rasûlullah (s.a.v.)'ın hem kavlini, hem de fiilini ihtiva eden umumî mânâsına mukabil onun sadece fiilleri demek olan sünnetin daha hususi bir mânâsı vardır. Muhaddİslerİn "bu hadîs kıyasa, sünnete ve icmâa muhaliftir" veya "o. hadîste imamdır, sünnette İmamdır veya hem hadîste, hem de sünnette imamdır, [15]şeklindeki bir [akım sözlerini bu iki mefhum arasındaki mânâ ayı ılığı sayesinde daha iyi anlamaktayız. Daha garibi sanki bu iki mefhum her bakımdan birbirine muhalifmiş gibi, birinin ötekini takviye etmek için kullanıldığı olmuştur. İbııu Nedim'in Fihrist'inde adlı bir kitabı zikretmesi de bunu göstermektedir.[16]
İslâm dini, yol kelimesini sünnet lâfzı ile ifade edince Araplar şaşmadılar; zira sünnetin zıddı olan bid'at kelimesini bildikleri gibi, onun yol mânâsına geldiğini de biliyorlardı. [17] Bundan başka Daha evvel geçenler hakkında da
Allah bu âdeti koymuştur[18] âyet-i kerîmesinde olduğu gibi sünnet kelimesinin lafza-i celâle izafesiyle kazandığı mânâyı da anlayabi-liyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Size benim sünnetime sarılmanızı tavsiye ederim, [19] şeklindeki hadîslerinde sünnet sözünü duyunca, artık onu, Rasûlullah (s.a.v.)'in üslûbunu, hususî ve umumî hayatındaki davranışlarını ifade etmek üzere kullanmaya başladılar.
Medine-i münevvere -ileride görüleceği gibi- halkının sünnete çok düşkün olması sebebiyle, [20]diye anılmaya başlanmıştır. Bu mübarek beldede "sünnet" tâbiri, asıl dinî mânasının yanında siyasî ve içtimaî bîr mânâ kazanmaya da başladı. Bu sebepledir ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Medine'de bir bid'at (hades) çıkaran kimsenin, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetini celbedeceğini beyan etmiştir. [21] Bu hadîste cemaati rahatsız eden, itaati bırakarak baş kaldıran, bid'ati sünnete tercih eden kimseden Allah'ın ve Rasû-lünün uzak olduğunu îmâ eden bir mânâ mevcuttur. Burada hades ile bid'atin aynı mânâda olduğu görülmektedir. Hem bîd'at, hem de hades sünnete zıt mânâdadır. Şu misâller de bunu göstermektedir. Oğ-lunaöğüt vermek isteyen baba şöyle der: "
Oğlum bid'atten sakın!"; oğul, babasının sünnet-i seniyyeye bağlılığını coşkunlukla karşılayarak; "Rasûlullah'm ashabından görüştüğüm her zâtın en ziyâde öfkelendiği şey, dinde bid'at çıkarmak idi[22]karşılığını verir. Dinî durumu sebebiyle itham edilen bir kimse de, kendini müdâfaa ederek şöyle diyebilir: îslâm dininde bir bid'at çıkarmadım ve itaatsizlik ederek baş kaldırmadım.[23]
Şu hâle göre müslümanlar, coğrafî dar mânâdan daha şümullü ve geniş bir mânaya pek çabuk intikal etmiş oluyorlar. Onlar sadece "dâru's-sünne" olan Medine'de değil, bütün islâmda, ulvî davetin ulaştığı her şehirde bir bid'at çıkarmış olmaktan korkuyorlardı; zira ortaya konan prensip umumî ve şümullü idi. Bu prensibi.
İşlerin en fenası sonradan uydurulmuş olanlardır[24] buyurduğundan beri bizzat Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) koymuştu ve şöyle demişti:
Kim dinde olmayan bir şey uydurursa, o şey merdûddur" [25]
Bu açık ve nebevî prensibin tek ve kesin bir neticesi vardır: Is-lâmda bir bid'at çıkarmış olmak korkusu nisbetinde Rasûlullah (s.a.v.)'in sünnetini koruma arzusu şiddetlenmiştir, içi ve dışı Rasû-lullah'ın şahsına bağlı olmayan, nefsi ve hareketleri onun ahlâkına, davranışına[26] veya devamlı olarak işlediklerine[27] uymayan kimse, gerçek mânâsı ile îmân etmiş ve bütün gönlü ile İslama bağlanmış olamaz. Bu kimse, hadîs-İ nebevî ile meşgul olan biri ise, onun Rasûl-i Ekrem'e bağlılığı daha da artar. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yapmadığı bir şeyi yapmaz yapacağı işlere başlamadan önce, sünnet-i seniyyeye en uygun olanım Öğrenmek için araştırmalar yapar; meselâ elbisesini yukarı çekmede, [28] bir eve girmek için izin isterken kapıyı çalmada, [29] münâsip bir sesle selâm verirken müstahap olan haddi aşmamakta, [30] bir mecliste boş bulunan yere oturmada[31] ve fakat meclisin baş tarafına veya ortasına[32] yahut müsaadeleri olmadan iki kişinin arasına geçmemekte[33] velhâsıl bütün sünen kitaplarındaki edeb bölümünün ihtiva ettiği peygambere mahsus huylarda Rasûlullah'ı örnek alır.
Vahiy kesilip Rasûlullah (s.a.v.)'in vefatının üzerinden uzun zaman geçinccj selef-i sâlihîne benzemek de bir nevî sünnete ittibâ sayılmıştır. Selefe benzemeye çalışan bu zevat, onlara nisbet edilerek "selefiyyûn" adım aldılar, [34] hayatlarını da sünneti ihyaya ve bid'atı imhaya vakf ettiler. [35] Muhtelif asırlarda, gerçek dindarların onları hürmetle yâd etmiş olmalarına rağmen, bid'atçıların, bâtıl mezhep sâliklerinin, ölçüsüz mutasavvıfların ve sahte ediplerin hücumlarından kurtulamamışlardır. Selefîler, avam tabakasının İşkencesine aldırmamıştır; zira insanlar hidâyetin yollarını yitirdikleri bir zamanda, bu yolları muhafaza etme şerefi onlara yeter!
Her nekadar bir çok yerlerde sünnet, hadîsten farklı mânâda kullanılmışsa da, hadîs münekkitleri bunların delâlet bakımından müsavî olduğunu veya - en azından - birbirine yakın bulunduğunu anlamakta idiler.
Şu hâle göre acaba amelî sünnet demek, sadece Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hikmetli sözleri, yön verip irşâd eden hadîsleri ile te'yîd ettiği nebevî yol mu demektir. Hadîsin mevzuu, sünnetin mevzûundan ayrı mıdır?. Her ikisinin de etrafında döndüğü mihver bir değil midir? netice itibariyle her ikisi de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in amellerini te'yîd eden sözleri ile, sözlerini takviye eden amelleri demek değil midir?
Bu-sualler hadîs münekkitlerinin zihinlerim kurcaladığı" zaman, reddedilmesine imkân olmayan şu hakikati açıklamakta bir beis görmediler: Bu iki türlü isimlendirmenin aslına bakmayacak olursak, hadîsle sünnet bir tek şey olmuş olur; buna göre birçok muhaddisin, hadîsle sünnet eş manâlıdır, demekte hakkı vardır. [36]
Haberin hadîsle eş manâlı olması, sünnetin hadîsle eş manâlı olmasından daha münasiptir. Tahdîs (hadîs rivayet etmek) ihbar manasınadır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hadîsi demek, ona kadar varan haber demektir. Tarih ve benzeri ilimlerle uğraşanlara ahbârî denmesi, bazı âlimleri sünnetle meşgul olanlara "muhaddis" admı vermek suretiyle onları tarihçilerden ayırmaya sevk etmiş, başkalarından gelen "haber" den ayırmak için de muhaddislerin rivayetlerine "hadîs" demişlerdir. Bu îzâh muhaddislerin "haber ile hadîs arasında mutlak bir umumîlik ve hususîlik vardır; binâenaleyh her hadîs haberdir, fakat her haber hadîs değildir.[37] şeklindeki sözlerini daha iyi açıklamaktadır.
Hadîsle haberin eş manâlı olduğunu anlayan muhaddisler ,iki lafzın birbirine benzeyen lügat mânâsının yanında râvîlerin Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e ulaşan hadîsleri (niern) nakl ile iktifa etmeyerek, ayrıca sahabeye dayanan (mevkuf) ve tabiîne kadar varan (maktu) nakillerde de meşgul olduklarını dikkate almışlar ve bu suretle hem . Peygamber Efendimizden, hem de başkalarından gelen malûmatı rivayet etmişlerdir. Her iki durumda da rivayet, ihbar mânâsına gelmektedir. Şu hâle göre hadîse haber, habere de hadîs demekte bir beis yoktur.
Hadîsciler, eseri de aynı açıdan mütalaa etmişler, onun haber, sünnet ve hadîsle eş manâlı olduğunu görmüşlerdir. "Hadîsi rivayet ettim" mânâsına gelmek üzere denir., Eser'e nisbet ederek muhaddise eserî adı da verilmektedir"[38] Sadece sahabe ve tabiînin sözlerine "eser" denmesi doğru değildir; zira mevkuf ve maktu rivayetlerde merfû gibi birer eser sayılır. Şu kadar ki, merfû' Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e varırken, mevkuf sahâbîye, maktu da tabiîye dayanmaktadır. Haber ile eser arasındaki farkları gösteren birtakım ıstılahlar mevcut ise de, biz burada onlardan bahs açıp münâkaşaya dalmayacağız. [39]Tahdîs ve ihbarı ifade etmek bakımından bütün bu ıstılahlar arasında hiçbir fark bulunmadığım belirten cumhurun görüşünü almış bulunuyoruz; zaten usûl-i hadîs ilminin esasını tahdîs ve ihbar teşkil eder. [40]
Hz. Peygamber zaman zaman Rabbmdan nakiller yaparak as-hâb-ı kirama va(z ederdi; inzal edilmiş vahiy olmadığı için bu sözlere Kur'ân denilemezdi; onun doğrudan doğruya ve açıkça kendine isnâd ettiği bir söz olmadığı için de hadîs-i nebevi denilemezdi. Kendinin yegâne vazifesinin bu sözleri Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbundan tamamen farklı bir ifade ile Allah'dan nakletmekten ibaret olduğunu belirtmek için Rasûl-i Ekrem, bu hadîslerin Allah'a ait olduğunu açıkça göstermek hususunda ciddî bir gayret sarfediyordu. Fakat bu hadîslerde yine de kudsî âlemin sırlarını taşıyan bir nefes, gayb âleminden bir nur ve taraf-ı ilâhîden geldiği belli olan bir heybet vardır. îşte aynı zamanda ilâhî ve rabbânî sözleri ile de ifade edilen kudsî hadîsler bunlardır.
Buna bir misâl olmak üzere Müslim'in Sahîh'inde bulunan şu kudsî hadîsi zikredelim: Ebû Zer (r.a.)'m nakline göre Rasûi-i Ekrem (s.a.v.)'in Allah Taâlâ'dan rivayet ettiği bir hadîste Allah Taâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey kullarım, ben zulmetmeyi kendime haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım, öyleyse birbirinize zulm etmeyiniz.
Ey kullarım, benim doğru yolu gösterdiklerimden başka hepiniz sapıksınız, binâenaleyh benden hidâyet isteyin ki, sizi doğru yola ileteyim.
Ey kullarım, benim doyurduklarımdan başka hepiniz açsınız, benden rızık isteyin ki, sizi doyurayım.
Ey kullarım, benim giydirdiklerimden başka hepiniz çıplaksınız, giydirmemi isteyin ki, sizi giydireyim.
Ey kullarım, siz gece-gündüz günâh işliyorsunuz; ben de bütün günâhları affederim. Binâenaleyh benden af dileyiniz ki, sizi affedeyim.
Ey kullarım, bana zarar vermek elinizden gelmez ki, zarar veresiniz. Yine bana fayda temin etmek elinizden gelmez ki, fayda veresiniz.
Ey kullarım, sizden evvelkiler ve sonrakiler, ins ve cin hepiniz en miit-takî bir insanın kalbine sahip olsalar, benim mülkümden en küçük bir şey eksilmez
Ey kullarım, geçmişiniz, geleceğiniz, ins ve cin hepiniz, bir yerde toplanıp benden dilediklerini isteseler, ben de herkesin istediğini versem, bu benim mülkümden, denize daldırılan iğnenin ondan eksilttiğinden fazla bir şey eksiltmez.
Ey kullarım, sizin için amellerinizi saklar, sonra da bunların karşılığını noksansız olarak veririm. Şu hale göre iyilik bulan Allah'a hamdetsin, kötülük bulan ise yalnız nefsini kötülesin.[41]
Daha önce de söylediğimiz gibi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bu kudsî
Hadîse Rasûlullah Rabbinden rivayet ettiği hadîste şöyle buyurdu. diyerek başlamıştır. Hadîs-i kudsîlerin rivayeti esnasında selefin kullandığı ifade budur. Daha sonraki âlimler ise kendilerine has bir tâbir kullanarak: Rasûlullah (s.a.v.)'ın rivayet ettiği hadîste Allah
Taâlâ şöyle buyurdu" demişlerdir. Her iki cümlede de söylenmek istenen şey aynıdır. Aralarındaki fark ise, bunların ayrı ayrı zamanlarda kullanılmış birer ıstılahtan ibaret oluşudur.
Bu nev(î kudsî hadîslerde Hz. Peygamber'in Allah Taâlâ'dan rivayette bulunduğunun ifade edilmesi, kudsî hadîslerin lâfzı Allah'a aittir, diyen âlimlere delil teşkil etmektedir. Ama ne var ki, âlimlerin çoğu kudsî hadîslerin lâfzının Hz. Peygamber'e, mânâsının ise Allah Taâlâ'ya ait olduğu görüşündedir, Ebu'1-Bekâ' da bu görüşü benimseyerek kanâatini şu sözlerle açıkça belirtmiştir: "Kur'ân-ı Kerîm'in hem lâfzı, hem de mânâsı vahy-i celî ile Allah Taâlâ tarafından inzal edilmiştir; kudsî hadîse gelince, onun lâfzı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e, mânâsı ise ilham ile veya uykuda bildirmek suretiyle Allah Taâlâ'ya aittir. [42]
İslâmdan Önce Araplar okuma-yazma biliyor muydu?
Arapların -îslâmdan bîr müddet önce- kâfi miktarda yazı malzemesine sahip olamayışları ve eserlerini koruyup edebiyatlarını nakl etmek için büyük ölçüde hafızaya güvenmeleri sebebiyle okuyup - yazmayı .bilmediklerini söyleyerek ifrata sapmayacağız. Arap Yarımadasının kuzeyinde bulunanların okuma-yazma bildiklerinden şüphe edilemez. Seçkin bir ticarî merkez olması sebebiyle Mekke'de, biletten bir müddet önce, Medine'ye nazaran daha çok okumuş insan vardı. Biz birtakım haberlerde söylendiği üzere o zaman Mekke'de sadece "okuma-yazma bilen on küsur adam bulunmasına[43] ihtimâl vermiyoruz. Senedleri sahîh olsa bile bu haberler, dikkatli bir istatistik bilgisi ve kesin bir netice veremez. Üstelik son derece önemli böyle bir mevzuda, böylesi zayıf ve müphem bir delille kat'î hüküm vermek doğru değildir. Bununla beraber, Arapların hayatındaki o fetret devrinde birçok okur-yazar bulunduğunu gösteren aklî ve nakli delillere sahip değiliz. Okuma-yazma mevzuunda ve Arap Yarımadasında okur-yazar birçok insan bulunduğu hususunda aşırı olmaya bizi sevk eden şey, müsteşriklere körü-körüne uyan bir cehalete sahip oluşu-muzdur. Müsteşriklere göre Kur'ân-i Kerîm'de[44] Arapların "ümmî" diye tavsif edilmeleri, okuma-yazma bilmediklerini göstermez. ArapIara göre "ümmî", ilâhî şeriatı bilmeyen kimsedir; Muhammed (s.a.v.) de "ümmî" değil, [45]"Allah'ın gönderdiği peygamberleri ve indirdiği kitapları tasdik etmeyen, üstelik kendi elleriyle bir kitap yazan"[46] o putperest "ümmîler" in peygamberi idi.
Gerçek şu ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vasfı olan "ümmî" kelimesi ile, Araplar hakkında kullanılan "ümmîyyûn" kelimesi arasındaki bu zoraki alâka mantıkî değildir; zira bu ne dil bakımından, ne de birbirine zıt iki mânâya değil de, tek mânâya göre açıklanması gereken bir Kuı'ân lafzının üslûbu bakımından münâsip olan bir tefriktir. Ummî, ya ilâhî şcrîali bilmeyen veya okuma-yazma bilmeyen kimse demektir, "ümmî nebi" sözünü, okuyup yazması olmayan, "ümmî arap" sözünü de, ilâhî şeriatı bilmeyen şeklinde te'vîl eden müfessirlerin hataları bu yüzden büyüktür. Müsteşriklerin hatası ise kat kat fazladır; zira onlar zayıf bir görüşe dayanarak meseleyi iki kısımda mütâlâa ettiler, peşinden de çocukça görüşlerini söylediler: Araplar -müsteşriklere göre güya ilâhî şerîati bilmedikleri için ümmîdirler; peygamber ise, bu câhillere mensup olduğu, onlara Allah'ın şerîatİni öğrettiği için ümmîdir. O, bu câhillerin peygamberidir, diğer bir deyişle, bu ümmîlerin peygamberidir!
Bu iki zıt tefsirin fevkinde bir tenakuz bulunabilir mi?
Bu hezeyandan bizi ancak te'vile lüzum bırakmayacak derecede açık olan Kur'ân-ı Kerîm âyeti kurtarır. Kur'ân-ı Kerînı'deki "ümmi" kelimesi, ister Arapların, isterse Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sıfatı olsun, bu, sadece okuma-yazma bilmeyen kimse mânâsına gelir. Müfessirlerin çoğunun ve îslâm âlimlerinin bu güne kadar anladığı mânâ da budur. Şu hâle göre Araplara ümmî denmesi, onların okuma-yazma bilmedikleri hususunda bir aşırılık mânâsı taşımamaktadır; zira bu mânâya göre onların ekserisi ümmî idi. Asıl aşırılık ise Araplar arasında yazının ve yazı malzemesinin çok olduğunu iddia etmekte ve onlar yazı yazmasını değil, ilâhî şerîati bilmiyorlardı, demektedir; çünkü hiçbir araştırıcı, bu kısır [47]görüşü destekleyen bir delil getirmemiştir. [48]
İslâmdan önce Arapların okuma-yazma bilgileri ne durumda olursa olsun, Mekke'de okuyup yazma bilenler, Medine'dekilerden daha çoktu. Rasûlullâh (s.a.v.)'ın "Bedr" savaşında esir edilen Mek-keli okur-yazarlara Medineli çocuklardan onar tanesine okuma -yazma öğretmek şartıyle serbest bırakılacaklarını söylemesi bunu gösterir. Rasûl-i Ekrem'in kâtiplerinin kırk'a ulaşması, [49] onların çoğunun hicretten Önce nazil olan Mekkî âyetleri yazan Mekkeli kâtipler olması da bunu gösterir. Lâkin müslümanlar Medine'ye yerleşince. durum değişti. Hz. Peygamberin Mescitte bir sofa yaptırıp güzel yazı yazan Abdullah b. Sa'îd b. el-'Âs'm da orada isteklilere okuma-yazma ve hüsn-i hat öğretmeye başlatmasından sonra Medine'de de yazı yazanlar çoğaldı. [50] Kanaatim odur ki, Rasûlullâh (s.a.v.)'m zamanında Medine'de bulunan dokuz mescit[51] ilmin yayılması için mektep olarak da kullanılmıştır. Bu da Rasûl-i Ekrem'in çocuklara kendi mahalle mescitlerinde ders okumalarını emrettiği hakkındaki inancımızı takviye etmektedir. [52] Rasûlullâh'm hicretin birinci yılında Medine'de bulunan büyük, küçük, erkek, kadın bütün müslümanlarm nüfus sayımının yapılmalını emrettiği de bilinmektedir. Sahîhu Buhârî'nin"kitâbetu'1-imâm li'n-nâs" babında bu nüfus sayımının yazılarak tertiplendiği açıkça görülmektedir:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) İslama girenlerin isimlerini bana yazınız buyurdu; biz de derhal bin beş yüz kişinin isimlerini yazdık.[53]
Bundan sonra sahabenin hadîsleri muhafaza etmek için yazıya değilde-ezberlemeye ehemmiyet vermelerinin sebeplerini araştırmamız gerekecektir. Ne var ki, bu mevzuu tetkik eden bazı araştırıcıların âdet yerini bulsun diye temas ettikleri gibi davraniriay.acağız. Onlara uyarak Hz. Peygamber zamanında hadîslerin kâfi derecede tedvin edilmeyişinin en önemli sebebi olarak yazı malzemesinin azlığını gösteremeyiz; zira yazı malzemesi mübalağa edildiği kadar az değildi. Fakat bu sebep - her hâl-ü kârda - hadîs tedvinini geciktiren âmillerden biri olabilir. Ama şüphe yok İd. yegâne âmil değildir. Yazı malzemesinin az oluşu, ashâb-ı kiramın nice eziyetlere katlanarak Kur'ân-ı Kerîm'i ince taşlara, düzgün hurma dallarına, kürek kemiklerine, bağırsaklara ve derilere yazmalarına engel olmamıştır. [54]Onların hadîs tedvini hususundaki meyilleri, Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması mevzuundaki meyilleri kadar kuvvetli olsaydı, bunun için çeşitli vesileler icat eder ve her şeye baş vururlardı. Lâkin onlar hadîsleri toplamak için - gönüllerinin arzusu, Peygamberlerinin de irşadı ile - Kur'ân-ı Kerîm'in toplanmasında takip ettikleri yoldan farklı bir metod takip ettiler.
Kendilerini zorlayan bulunmadığı halde ashâb-ı kiram, Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyerek ve yazarak toplamaya çalışıyordu. Kitâbullâh onların derûnuna tamamen hâkim olduğu gibi, zamanlarının çoğunu da işgal ediyordu. O zaman Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hadîsleri sayılamayacak kadar çoktu. Her hâdise ile ilgili olarak birşey söylüyor, her danışana bir cevap veriyor ve Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin çoğunu açıklayıp îzâh ediyordu. Hadîsleri yazanlar devamlı olarak onu takip ederek bütün sözlerini, hareketlerini ve takrirlerini yazabilecek zamanı nerede bulabileceklerdi? Bu .kâtiplerin bir kısmı, Rasûlullâh (s.a.v.)'dan duyup gördükleri herşeyi yazmaya kalkmalardı, hiçbir şey kaçırmamak şartıyle hcrbirinin aynı derecede muvaffak olması mümkün mü idi?
Akla ve gerçeğe en yakın olanı şudur: Sahâbe-i kiramdan bir kısmı, Rasûl Ekrem'den duyduklarının çoğunu bazan da hepsini -yazmak için büyük bir arzu duydular. Hadîslerin Kur!ân-ı Kerîm'lc karışması endişesi kalmadığı sıralarda Hz. Peygamber de buna müsaade etmiştir. O zaman bâzı salıâbücr bir miktar hadîs yazdılar. Okur yazar olanların bir kısmı da hadîsleri yazmaya imkan bulamayacak derecede, kendini Kur'ân-ı Kcrîm'e vermiş bulunuvordu. Bunlar Rasûlullâh (s.a.v.)'dan birşey duyuyor, onunla amel ediyor ve fakat yazmaya lüzum görmüyordu. Ümmî olan diğer bir ki s? m sahâbî de elinden geldiği kadar Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-İ şerif ezberliyordu; zaten-îslâmın ilr devirlerinde ashâb-ı kiramın çoğu da bu durumda idi. Ashâb-ı kiramın herşeyi bir iarafa bırakıp bütün mevcudiyetleri ile ezberleyerek[55] ve yazarak Kurân-ı Kerîm1 i toplamaya çalışmaları, bu Ümmî ve okur-yazar necîb talebelerin Rasûlullâh (s.a.v.)'dan aldıkları bir talimata dayanıyordu. Bu tâlİmât tek şekilden ioaret kalmayıp hayata ve şahıslara göre değişen, îslâm cemiyetinin yaşadığı hâdiselerle birlikte gelişen bir mâhiyet arz ediyordu. Zamanın ve İnsanların durumu dikkate almıyordu. Nitekim Islâmm ilk yıllarında Rasûl-i Ekrem, kendi sözlerinin, izahlarının sîretinin Kur'ân-ı Kerîm'-le karıştırılmasından, hele ikisinin de ayni sahîfede toplanmasından korkarak hadîslerin yazılmasını yasak etmiş1 ve şöyle söylemisdir:
Benden bir şey yazmayınız, Kur'ân'dan başka benden bir şey yazmış olan varsa onu derhal imha etsin. Benden hadîs rivayet ediniz, bunun'bir mahzuru oktur, benim soylcmediğim bir şeyi kim bİIebile bana îsnad ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.[56]
Ne zaman ki, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin ekserisi nazil oldu; birçok hafızlar tarafından ezberlendi[57] ve artık başka birşcyle karışması hususundaki endişe ortadan kalktı; işte o zaman Hz. Peygamber (s.a.v.), hadîslerin yazılabileceğini ifâde ederek İlmi (hadîsi) yazı ile tesbit ediniz"[58] buyurdu. Rasûlullâh (s.a.v.) hadişlerin yazılmasını umûmî bir ifade ile yasak etmişti; zira onun sözleri ashâh-ı kiramın umûmuna birden müteveccihti. Ashâb-ı kiram ise, sika» sâlih, zabıt, hafız olmak bakımından birbirinden farklı idi. Zabtı kuvvetli olanların hıfzına ayrıca yazı ile tesbitin yardım edeceği, [59]unutma İhtimali bulunan ve hafızası sağlam olmayanların ise daha iyi zabt edebileceği düşüncesiyle Rasûlullah (s.a.v.) bazı sahabeye hadîslerin yazılması mevzuunda husûsî izin vermişti; [60] ashabın bir kısmına istisnaî muamele yaparak husûsî izin vermesi ise Rasûlullah (s.a.v.)'m zamana ve şahıslara göre takdir ve tayin ettiği birtakım Önemli sebeplere dayanmaktadır.
Bu mevzuda nesh vârid olduğunu - yani sünnetin yazılması hakkındaki hadîsleri nesh ettiğini[61] söylemekle, bu son derece ehemmiyetli problemin mâkûl bir formülle peyderpey halledildiğine işaret edilmektedir. Hadîslerin yazılmasının herkese yasak edildiği sıralarda, bazı sahabenin bundan müstesna tutulması, nesh mevcut olduğu görüşü ile tezat teşkil etmez; zîrâ nâsihin mensûhu iptal etmesi, neshten önce bazı fertlere husûsî muamele yapılmasına manî değildir. Sathî bir şekilde araştırma yapan kimseye birbirine zıtmiş gibi görünen muhtelif fikir ve yorumları böylece bağdaştırmaktayız. Halbuki bu görüşleri birbiri ile bağdaştırmak görüldüğü üzere öyle zor değildir. Bizim buradan çıkaracağımız ve tslâm âlimlerinin de üzerinde birleştikleri netîce şudur: İslâm'ın ilk yıllarından sonra hadîslerin yazrl-masına müsâade edildiği hususunda herkes müttefiktir. Ibnu Salâh şöyle söylemektedir: "Bilâhare bu ihtilâf ortadan kalktı ve müslümanlar bu işin caiz olduğu hususunda fikir birliği ettiler. Eğer hadîsler tedvin edilmeseydi, daha sonraki asırlarda kaybolup gidecekti. [62]
Bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatında birtakım hadîsleri yazdıkları kesin olarak bilinmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, hadîslerin yazılması hakkındaki umûmî yasağa rağmen, bazıları Rasûl-i Ekrem'den husûsî izin alarak yazmaya devam etmişlerdi. Şurası da var ki, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru, hadîslerin yazılması hakkında her isteyene ve elinden gelene izin vermesini müteakip birçok ashâb topladığı hadîsleri yazmışlardır. [63]Bu sahîfeler hakkında sağlam ve zayıf bir takım bilgilere sahibiz. Bu bilgilerin bir kısmı çok sağlam senedlere dayanmakla beraber, bugün o sayfaların izlerine tesadüf edemiyoruz. Buna rağmen onların Hz. Peygamber'in hayatında yazılmış olduğundan ve onun vefat ederek refîk-i â'lâya kavuşmasından sonra uzun zaman dilden dile dolaştığından şüphe etmemekteyiz.
Tirmizî, [64] Sa'd b. 'Ubâde el-Ensârî'nin, Rasûlullâh'm bâzı hadîs ve sünnetlerini topladığı bir sahîfesi bulunduğunu rivayet etmektedir, [65]Sacd b. Ubâde'nin oğlu, bu sahîfeden hadîs rivayet ederdi. [66]
Buhârî, [67]bu sdhîfenin, Abdullah b. Ebî Evfâa'm [68] sahîfesinin bîr nüshası olduğunu söylemektedir. Abdullah, hadîsleri bizzat yazarak toplar, başkaları da bu hadîsleri onun huzurunda okurlardı. [69]
Semure b. Cündüb (v. 60) büyük bir nüshada birçok hadîs toplamıştır. Bu nüsha kendine intikal eden oğlu Süleyman da onu babasından rivayet etmiştir. [70] Bu nüsha -tahmin edildiğine göre- Scmure1-nin, oğullarına gönderdiği nüshadır. [71] Bunun hakkında İbnu Şîrîn: [72] "Semure'nİTi oğullarına gönderdiği nüshada çok hadîs vardır" demektedir. [73]
Câbir b. Abdillâh (v. 78)'m da bir sahîfesi vardır.[74] Müslim, [75] Sa-hîh'inde bu sahîfenin menâsik-i hac hakkında olduğunu söylemektedir. [76]Bu sahîfedeki bazı hadîslerde belki de Rasûlullâh (s.a.v.)'m, ihatalı hutbesini îrâd ettiği veda haccı hakkında bilgi vardı. Muhterem tâbi'î Katâde b. Di'ânıe es-Sedûsî (v. n8)'nin, "Câbir'in sahîfesini Bakare sûresinden daha kuvvetli olarak ezbere bilmekteyim, [77] diyerek bu sahîfeye verdiği değeri ifâde etmesi, zanmmızı son derece takviye etmektedir. Câbir'in talebelerinden olan Süleyman b. Kays el-Yeş-kurî[78]'nin rivayet ettiği hadîslerin mezkûr sahîfeden nakledilmiş olması da ihtimâl dahilindedir. [79] Vehb b. Munebbih (v. 114), Mescid-i Nebevî'de bir ders halkası kuran Câbir'in yazdırdığını[80] söylediği bazı hadîsleri rivayet etmektedir ki, bunu nazar-ı itibare almamız gerekir. Belki de bu hadîsler, Câbir'in sahîfesinden nakledilmiştir. Bundan çıkaracağımız netîce en azından bu sahîfenin herkesçe bilinen meşhur bîr sahîfe olduğudur. Her nekadar bugün elimizde yoksa bile, Câbir'in bâzı talebelerinin bu sahîfeyi istinsah etmiş olmaları da mümkündür. [81] Bununla beraber onun nüshalarından hiçbiri elimizde mevcut değildir.
Asr-ı Sâadette yazılan sahîfelerin en meşhuru, Abdullah b. (Amr-b.Âs (v. 65)'in bizzat Rasûlullâh (s.a.v.)'dan yazarak topladığı Sahîfe-i sâdika'dir.[82] Îbnu'l-Esîr'in söylediğine göre bu sahifede bin hadîs-i şerif bulunmaktadır. [83]Sahîfe-i sâdıka Abdullah b. 'Amr'm hattıyle bugün Elimize ulaşmamış olsa bile, muhtevasını bilmekteyiz; zîrâ bu sahîfe, îmâm Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer almış bulunmaktadır. [84] Sahîfe-i sâdıka'yi asr-ı saadette hadîslerin yazıldığını isbât eden en sağlam tarihî bir vesika olarak kabul etmemiz yerinde olur. Bu sahîfenin, Rasûlullâh (s.a.v.)'m Abdullah b. 'Amr'a hadîslerin yazılması hususundaki müsâadesinin ve hikmet dolu irşadının tabi'î ve kesin bir neticesi olması, onun sıhhati hakkındaki güvenimizi artırmaktadır. Abdullah b. 'Amr, hadîslerin yazılması için Rasûlullâh (s.a.v.)'danizin almak maksadıyle şöyle sormuştu: "Sizden işittiklerimin, hepsini yazayım mı?" Rasûlullâh (s.a.v.) "evet" diye cevap verdi. Abdullah tekrar: "sükûnet hâlinde olduğu gibi, öfkelendiğiniz zaman da yazabilir miyim?" diye sorunca, Rasûl-i Ekrem: Evet ben, hiç bir zaman hakikat dışında birşey söylemem" buyurdular. [85] Bana öyle geliyor ki, Abdullah b. Amr, Rasûlullah (s.a.v.)'dan bu sarîh izni aldıktan sonra hadîs-i şerifleri yazmaya başlamıştır. Sahîfe-i sâdıka da bu iznin bir meyvesi olmuştur. Abdullah b. 'Amr'm gerek Sahîfe-i sâdıka'yı, gerekse başka sahîfeleri yazmakla meşgul olduğunun açık delili, Ebû Hureyre'nin şu sözüdür: "Abdullah b. 'Amr'dan başka Rasûlullah (s.a.v.)'ın ashabından hiçkimse, benden daha çok hadîs rivayet etmemiştir. Çünkü o yazardı, ben yazmazdım[86]
Abdullah b. 'Amr'ın torunu olan (Amr b. Şu ayb (v. 120)'m sonraları bu sahîfenin hadîslerini okuyarak veya ezberinden rivayet ettiği kuvvetle tahmin edilmektedir. [87] Muhterem tâbi'î Mucâhid b. Gebr (v, 103), Sahîfe-i sâdıka'yı Abdullah b. cAmr'm yanında görmüştür.[88]
Hicretin birinci yılında bizzat Rasûl-i Ekrem'in yazılmasını emrettiği son derece mühim bir sahîfe, sahabe zamanında pek meşhur idi. Daha çok bu sahîfe Medine'de henüz gelişmekte olan genç bir devletin "anayasa" sına benzemekte idi. Bu Rasûlullah (s.a.v.)'ın kâtipleri tarafından muhâcirûn, Ansâr, Yahudiler ve Medine Arapları arasındaki hukukun tedvin edildiği sahîfedir. Onun baş tarafında "kitabet" sözü açıkça görülmektedir: "Bu belge, Kureyşli ve Medine'li olan, onlara tâbic olup iltihak eden ve onlarla birlikte mücâhede eden mü'min ve müslümanlar arasındaki hukuku gösteren Allah Rasûlu Muhammed'in mektubudur; onlar diğer insanlardan ayrı olarak bir ümmettir. [89] Belgede ubu sahîfenin ehli" sözü beş defa tekrarlanmaktadır. Şu hâle göre bu sahîfenin yazılı olduğunu İtiraf etmekten başka çıkar yol yoktur. Bahis mevzuu sahîfe, tevâtüren nakli, içindeki dînî hükümlerin çokluğu ve muhtevasının genişliği bakımından Kur'ân-ı Kerîm'in şöhretine yakın bir şöhrete sahiptir. Hz. Ali'ye: "Yanınızda bir kitap var mıdır?" diye sorulduğunda, "hayır, Allah'ın kitabı, bir müslümana verilen anlayış kabiliyeti ve bir de şu sahîfeden başka birşey yoktur" cevâbını verirken kasdettiği sahîfe herhalde budur. Ona: "Bu sahîfede ne vardır?" dîye sormuşlar, o da "akıl, [90]esirleri serbest bırakma ve bir kâfir karşılığında bir müslümamn Öldürülmeyeceği vardır[91] demiştir. Bu sayılan meseleler mezkûr sahîfenin ihtiva ettiği hususlardan bir kısmıdır. [92]
Abdullah b. Abbas (v. 69), ilim meclislerine hep yanında götürdüğü levhalara Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in sünnet ve sîretini yazmaya çalışmıştır; [93]vefatında bir deve yükü kitap bıraktığı tevâtüren nakledilir, [94] Abdullah'ın talebesi Sa'îd b. Cubeyr (v. 95), onun kendine imlâ ettirdiği hadîsleri yazardı; kâğıt tükenince elbisesine, ayakkabı-: sına ve bâzan da elinin içine yazar, evine gittiğinde bunları sahîfelere geçirirdi. [95] îbnu Abbas'ın sahîfelerînin bilinmekte olduğunda ve uzun zaman elden ele dolaştığında şüphe yoktur. Bunlar oğlu Ali'ye intikâl etti. [96] Müslümanlar bu sahîfeleri rivayet edip onlardan faydalanmışlar, bu suretle tefsir ve hadîs kitapları îbnu Abbas'ın nakl ve rivayetleri ile dolmuştur. Böyle olmakla beraber bu sahifelerin ne zaman ve ne şekilde kaybolduklarım bilemiyoruz. [97]
Ebû Hureyre (r.a.) [98] ın (v. 58) topladığı sahîfeler de böyle mahvolmuştur; sâdece talebesi tâbirlerden Hemmâm b. Munebbİh[99] (v. ioi) [100]' in ondan rivayet ettiği sahîfe bize kadar gelmiştir. Bu sahîfe sonraları Hemmâm'a nisbet edilerek "Sahîfetu Hemmâm" diye tanınmıştır. Gerçekte ise bu, Ebû Hureyre'nin Hemmâm'a yazdırdığı sahî-fedir. Bu sahîfeyi, asr-ı sâadette yazılan sahîfeler cümlesinden sayamıyoruz. Zîrâ Hemmâm H. 40 tarihine yakın bir zamanda doğmuş. Şeyhi Ebû Hureyre ise H. 58'de vefat etmiştir. Bu sahîfe -Hernrnâm'ın hocasının meclislerine devam ederek işittiği hadîslerin mecmuu olduğu için - mutlaka. Ebû Hureyre'nin vefatından önce, yani hicrî I. asrm ortalarında tedvîn edilmiş olmalıdır. Bu durum hadîslerin pek erken bir çağda tedvîn edildiğini gösteren ve hadîsler II. hicret asrının başlarından önce tedvîn edilmemiştir" şeklindeki yaygın, bir hatayı tashîh eden açık ve kesin bir ilmî neticedir.
Bu sahîfe, Hemmâm'm Ebû Hureyre'den rivayet ve tedvîn ettiği şekilde tam. ve kusursuz olarak bize intikal etmesi bakımından hadîs tedvininde pek mümtaz bir mevkie sahiptir. Abdullah b. cAmr b. 'Âs'ın zikri geçen "es-Sahîfetu's-sâdıka" sı gibi bu da "es-Sahîfetu's-sahîha[101] diye adlandırilsa yeridir. Kıymetli araştırıcı ve ilim adamı Dr. Muhammed Hamîduîlah bu sahîfenin Berlin ve Dimeşk'te bulunan birbirinin aynı iki nüshasını elde etmiştir[102] Bu sahîfede bulunan hadîslerin hepsinin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde bulunuşu,[103] ayrıca hadîslerin bir çoğunun Sahîhu Buhârî'nin muhtelif bâblarmda yer alışı[104] ona olan itimâdımızı daha çok kuvvetlendirmiştir. Hemmâm'ıa sahîfesinde 138 hadîs bulunmaktadır. [105] Hemmâm'ın kitaplara pek düşkün olduğunu onları te'mîn edip yazdığını, "kardeşi Vehb için kitaplar satın aldığını"[106] kitapları ve notlarını halka arzedip onlardaki hadîsleri yazdırdığını[107] bilmekteyiz.[108]
Adına hadîs tedvini veya hadîs tedvin gayreti denen şeyi ilk defa duymak İçin halîfe Ömer b. Abdilazîz devrine bakmak zorunda değiliz. Hadîs tedvininin pek erken bir asırda başladığını söylemek için, Goldziher ve Sprenger gibi müsteşriklere uyarak içinde yaşadığımız asra bakmamız da icab etmez; zîrâ kitaplarımız, haberlerimiz ve târihî vesikalarımız, hadîslerin bu ikî müsteşrikin söylediği gibi ikinci hicret asrının başında değil, daha Hz. Peygamber zamanında yazıya geçtiğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Ayrıca bu vesikalar Dozi'nin sandığı gibi bir kısmında değil -bütün hadîs kitaplarında bulunan sahîh ve hasen hadîslerin ihtiva ettiği bilumum vakıaların, sözlerin, davranış ve tasarrufların doğruluğunu beyan etmektedir. Bu müsteşrikler, bize, edebiyat ve şeriatımıza hizmet etmek maksadiyle hadîs tedvini hakkında delil ve hüccet toplama zahmetine katlanmıyorlar. Hayır, hayır onların maksatları başka, onların hadîs tedvini ile alâkası olmayan başka hedefleri vardır.
Goldziher'e gelince: İkinci cildi fransızcaya terceme edilen Muhammedanische Studien adlı araştırmasında hadîslerin yazılmasına dâir husûsî bir bölüm ayırmıştır. [109]Bu bölümde (p. 241-250) hadîslerin II. hicret asrının başlarında tedvin edildiğini isbat etmek üzere birçok deliller ileri sürmüştür. Hernekadar kitabın birinci faslında (p. 10-12) asr-ı saadette tedvîn edilen bazı sahîfeler hakkında birtakım hadîsler zikretmişse de, öte yandan bunun doğru olmadığını göstermek maksadıyle birçok şüpheler ileri sürmüştür. Böyle davranışının iki sebebi vardır:
1- Hicretin TF. asrında müslümanlarm yazıya güvenmeleri sebebiyle sünnetin artık ezberlenerek kalblerde muhafaza edildiği hususundaki îtimadi sarsmak,
2 - Hadîs tedvin edenlerin, sadece kendi hevâ ve heveslerine uyan, fikir ve dünya görüşlerini ifade eden hadîsleri topladıklarını söyleyerek bütün sünneti onların düzüp koşması olarak göstermek. Bu sebeple biz de hadîslerin Rasûlullah (s.a.v.)'in hayatında yazılmaya başlandığını ve aynı zamanda rivayetin hıfz ve zabt bakımından da müteselsil olduğunu te'kîd eden güvenilir târihî vesikaları okuyucunun önüne serebilmek için Rasûlullah (s.a.v.) zamanında yazılmış sahîfeler hakkında geniş îzâhât verdik.
Sprenger, "Araplarda hadîs[110] adlı kitabında, sünnetin sâdece şifahî nakil yoluyla geldiği hususundaki yanlış kanâati çürütmeye çalışır; hadîslerin Rasûlullah (s.a.v,)'m hayatında değil de hicrî ikinci asrın başları gibi erken bir zamanda tedvîn edilmeye başlandığına dâir birçok delil toplar. Onun gayesi de Goldziher'in gayesinden farklı değildir.
Dozi ise mutedil görüşüyle öğrencilerimiz bir yana, âlimlerimizin çoğunu dahî aldatmaktadır. Bu müsteşrik, gönüllerde muhafaza edilen ve son derece titiz, misilsiz bir çalışmayla tedvîn edilen hadîs-i şeriflerin büyük bir kısmının sahîh olduğunu îtiraf etmekte ve şöyle demektedir: "Hadîs kitaplarında mevzu ve yalan hadislerin bulunmasına şaşmamak lâzımdır. - bu ona göre tabiidir. - Aksine, şüphe edilmesine imkân olmayan birçok sahîh ve sağlam rivayetler vardır ki (aşırı hadîs tenkidçilerine göre en azından Sahîh-i Buhârî'nin yarısı böyledir.) bunlar, samimî bir müslümanın bulunmasını hoş görmediği birçok şeyleri ihtiva etmektedir[111] Dozi, sünnetin büyük bir kısmının sıhhatini îtiraf eder gibi görünürken, ilim ve mücerret araştırma adına hiç de samimî davranmak niyetinde değildir. Onun bütün düşüncesi, sahîh sünnetin ihtiva ettiği kâinat, hayat ve insan hakkındaki müstakil görüşlerdir. Bu görüşlerin müstakil oluşu, onları cerh ve ta'dîlden âzâde kılamaz; çünkü bunlar hârikalar yaratan garplının aklından fışkıran nazariyeler olmadığı gibi, hiçbir kayda tâbi olmayan garbın hür hayatını da tasvir etmemektedir.
Eski kültürümüzü araştırırken bu müsteşriklere muhtaç olmayacağız. Üstelik medeniyetimizle ilgili olarak söyledikleri herşeyde de sonderece uyanık olacağız - Hadîsin tedvini hakkındaki sözlerini dikkate almıyoruz; zîrâ onların bu itiraflardaki gayeleri de bizce meçhul değildir. Bunu ister ikrar etsinler, ister inkâr etsinler netîce değişmez; zîrâ ev sahibi, evin içinde ne bulunduğunu başkalarından daha iyi bilir. Şurası muhakkak ki, güvenilir kitaplarımız, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında yazılmış sahîfeler bulunduğunu haber vermektedir. Alımed b. Hanbel'in Mü sn ed'in de, Abdullah b. 'Amr b. 'Âs'ın.ve Ebû Hureyre'nin Hemmâm b. Munebbih'e yazdırdığı sahîfeler nasıl yer almışsa, kimbilir belki de dünyâ kütüphânelerindeki hadîs yazmaları' arasında bulunan müsnedlerde bu sahîfelerin hepsi de mevcuttur!.
Müsteşriklerin, sağlam bir mantık ve sahîh bir nakle dayanmadan geveleyip durdukları fikirlerden biri de şudur: diyorlar ki, gerek sünneti tedvine teşvik eden ve gerekse bundan meneden hadîsler, bir taraftan ehî-i hadîsin, diğer yandan ehl-i re'yin birbirine zıt olan kanaatlerini te'yit eden sözler uydurmak üzere giriştikleri yarışların bir neticesidir. Ehl-i hadîs, hadîslerin sıhhati ve onlarla ihticâc hususunda ellerinde bir delil bulunması için, hadîslerin yazılmasının cevazına kail oluyorlar. Ehl-i rc'y ise - aksine - hadîsin sıhhatini ve onunla ihticâcı inkâr edebilmek için hadîslerin yazılmaktan nehy edildiğini ve yazılmadığını İleri sürüyorlar.[112]
Goldziher, 1855 senesinde Hatîbul-Bağdâdî'nin "Takyîdu'l-'ilm" adlı kitabını keşfeden selefi Sprenger'in "kitabetin başlaması ve gelişmesi" adlı yazısını gördükten sonra, bu ilmî sapıklığın en büyüğünü üzerine almış oluyor. Bununla beraber bu iki müsteşrikin metodu bu mevzuda tamamen farklıdır. Sprenger, Araplarda yazının başlaması adlı yazısından ve mezkûr kitapta geçen metinlerden, hadîslerin çoğunun Rasûlullah (s.a.v.) zamanında tedvin edildiği neticesini çıkarmış ve bu görüşü herzaman savunmuştur. Goldzihcr'e gelince: o, bütün bu metinlerin sıhhatinden şüphelenmiş ve onların bir kısmını ehl-i hadîsin, diğer bir kısmını da ehl-i re'yin uydurduğunu ileri sürmüştür.
Allah Taâlâ bu kitabın Dimeşk'tc ilmî bir şekilde neşr edilmesini müyesser kılmıştır. Naşiri olan değerli âlim Dr. Yusuf el-cAş, mukad-demede, Goldziher'in görüşünde yanıldığına dâir münakaşaya meydan bırakmayan deliller getirmiştir. Ezcümle, hadîslerin yazılıp yazılmaması hususundaki anlaşmazlığın, ehl-i re'y ile ehl-i hadîs arasında bir mücâdele mcvzû'u olmadığını isbât etmekte ve şöyle demektedir :
"Zira ehl-i re'y arasında 'îsâ b. Yûnus (v. 187), Hammâd b. Zeyd (v. 179), Abdullah b. İdrîs (v. 192), Sufyânu's-Sevrî (v. 161) gibi hadîslerin yazılmasına taraftar olmayanların mevcudiyetine karşılık, Hammâd b. Seleme (v. 167), Leys b. Sa'd (v. 175), Zâtide b. Kudâme (v. 161), Yahya b. el-Yemân (v. 189......gibi hadîslerin yazılmasını
isteyenler de vardı. Mulıaddislerde de durum böyledir: İbnu 'Uleyye (v. 200), Huşeym b. Beşir (v. 183), 'Âsim b. Damre (v. 174) ve diğerleri hadîslerin yazılmasına taraftar olmadıkları halde, Bakıyyetu'l-Kelâ'î (v. 197), (İkrime b. 'Ammâr (v. 159),'Mâlik b. Enes (v. 179) ve başkaları da bunu tasvip etmektedir" [113]
Yûsuf el-cAş, ilk asrın, hadîslerin yazılmasını tasvip edip etmeme bakımından arzettiği durumun tekâmülünü îzâh ederken muvaffak olmuştur; yalnız hadîslerin yazilmasıyle meşgul olan nesilleri, İslâm'ın siyâsî ve içtimaî hayatının tekâmülüne uygun düşeceği zannıyle kendine has bir taksime tâbi tutmuştur. Bu taksim hususunda onun fikrine iştirak etmiyoruz; zîrâ bu sâdece bir görüş ve ıstılah meselesidir. Yusuf el-'Aş burada nesilleri dörde bölüp, her nesli kırk sene olarak kabul etmektedir. [114] Bu tahdîd bâzan "âlimlerin ilim sahasından çekildiği zamana uygun gelmektedir. Yine alimlerin tabakalarına ve bâzı zevatın birbirinden nakillerine de muvafık düşmektedir"[115] Fakat bu taksim - herşeye rağmen - yalnız zaman çerçevesi İçinde kalan pek muayyen bir sınırlamadır. Biraz dikkat edilirse görülür ki, bu taksim, az veya çok bâzı râvîlerin vefat târihlerine aykırı düşmektedir. Şu halde bunun uygun bir taksim olduğu söylenemez. Görülüyor ki, eskilerin meşhur tabakât eserlerinde dikkate aldıkları içtimaî sınırları da göz önünde tutan taksimlerinden faydalanmak durumundayız. Onlar hadîslerin yazılması mevzuunda birbirine zıt fikirlere sahip olduklarından bâz an buna taraftar görünüyorlar, bâzan da aleyhinde görünüyorlardı. Burada sahabe, tâbi'î ve tebe-i tâbi'în olmak üzere üç nesil bahis'mevzuudur. Sahabe devrinde, daha Rasûlulîah (s.a.v.)'ın hayatında, hadîslerin yazılmaya başlandığını, fakat çok miktarda yazılmadığını gördük. Zikrettiğimiz sahîfeler haklarında ne kadar konuşursak konuşalımmahduttu; bunun sebeplerini de zikrettik. . Bizi alâkadar eden tek şey, hadîslerin sadece ezberyoluyla nakl edildiği hususundaki kanâatin yanlış olduğunu isbât etmektir.[116]
Hulefâ-i râşidîn devrinde durum pek değişmemişti. Bu devrin halîfeleri de asr-ı saadetteki sahabe kardeşleri gibi hadîslerin şifahî rivayetine önem. veriyorlar, yazılmasına muhalefet ediyorlardı. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.), Önce bâzı hadîsleri toplamış, sonra da onları yakmıştı. [117] Diğer taraftan Hz. Ömer, hadîslerin tedvinine karar verdikten sonra bu karardan caymıştı. '"Urve b. Zubcvr'dcn rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattâb hadîslerin yazılmasını arzu ederek bu mevzuda ashâb-ı kiram ile istişare etti. Onlar bu görüşe katıldılar. Hz. Ömer yine de mütereddid olduğu için bir ay süren bir istişarede bulundu. Nihayet birgün kat(î kararını vermiş olarak dedi ki, "bildiğiniz gibi sünnetin yazılması meselesini sizlere arzetmiştim, sonra düşündüm ve şu karara vardım: Sizden önce ehl-i kitaptan bâzıları Allah'ın Kitâb'ından başka şeyler yazmışlar ve onlara ehemmiyet vererek Kitâbullâh'ı bîr tarafa bırakmışlardı. Allah'a yemin ederim ki, ben O'nun Kitâb'mı bir şey ile asla karıştırmam" ve bu sûretlf hadîsleri yazmaktan vazgeçti.[118]
Hulcfâ-i râşidîn, sâdece hadîslerin yazılması işinde sıkı davranmakla kalmadılar, hatta rivayet hususunda bile son derece titizlik gösterdiler. Hz. Ebû Bekir, ancak Muğîre b. Şu'bc ve Muhammed b. Mcslcme'nin Rasûlullâh (s.a.v.)'m nineye mirasın verdiğini söylemeleri üzerine bunu tatbik etti. [119]Hz. Ömer, istîzân hadîsini rivayet eden Ebû Mûsâ'l-Eş'arî'ye müsamaha göstermemiş, aksine bu hadîsi Hz. Peygambcr'den duyduğuna dâir ashâbdan bir şahit göstermediği takdirde işkence yapacağını söyleyerek, ('bu hususta bir delil getirmezsen elimden çekeceğin var[120] diye tehdît etmişti.
Bilâhare Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hadîs yazdıklarını ve başkalarını buna teşvik ettiklerini, [121] onların devirlerinde yaşamış olan büyük ashâbdan bir çoğunun da aynı şekilde hadîslerin yazılmasını tavsiye, hatta açık açık emrettiklerini gördüğümüz zaman, bahsi geçen bu şiddetin sebebini daha iyi anlıyoruz. Ismâîl b. İbrahim b. 'Uleyye el-Basrî (v. 2oo)'nin de söylediği gibi, sahabenin "eski kavimlerin çeşitli kitaplara sahip olmaları, onları daha çok sevdikleri İçin de Allah'ın Kitâb'mı bir tarafa bırakmaları sebebiyle hadîsleri yazmaktan çekindiklerini[122] öğrenmiş olduk. Hatîbu'l-Bağdâdî de şöyle söylemektedir:
"İlk asırda yaşamış olanların hadîsleri yazmaktan çekinmeleri, Allah'ın Kitâb'ma bir diğer kitabı eş tutmamak veya Kur'ân'dan baş-kasıyle meşgul olmamak içindi.[123]
Tabiîn devrine gelince büyük, orta yaşlı ve küçük tâbi'îlerin hadîslerin yazılmasına karşı oldukları hususunda birçok rivayetle karşılaşırız. Bir müddet sonra da onların çoğunun bu mevzuda anlayışlı davrandıklarını, hadîslerin yazılmasına cevaz verdiklerim veya buna teşvik ettiklerini görürüz. Artık orta yaşlı tâbi'îler devrinde hadîslerin yazılması "resmî" bir iş durumuna gelmiştir. Bize sanki bu rivayetlerde bir tezat varmış da, onlardan mevsuk bir târihî hüküm çıkarılması mümkün değilmiş, gibi geliyor. Fakat mesele çok daha basittir; zîrâ Hulefây-ı râşidîn'i bu mevzuda menfî davranmaya götüren sebep ne ise, tâbi'îni hadîslerin yazılmasına karşı çıkaran sebep de odur. Bu sebep ortadan kalkınca herkes aynı şeyi söylemiş, fikir birliği etmiş, hadîslerin yazılmasının caiz olduğunu belirtmekle kalmamış hatta teşvik ve takviye etmişlerdir,
Hicrî I. yüzyılın sonuna kadar devam eden büyük tâbi'îler devrinde birçokları hadîslerin yazılmasına muhalefet etmiştir. 'Ubeyde b. 'Amr cs-Selmânî el-Murâdî (v. 72), İbrâhîm b. Yezîd et-Teymî (v. 92), Câbir b. Zeyd (v. 93), İbrâhîm b. Yezîd en-Nehacî (v. 96) bu. kanâattadır. Bunlar hadîsleri yazmayı gerektiren bir sebep görmüyorlardı; hatta bir müddet önce Hulefây-ı râşidîn'in de bu işe yanaşmadıkları hakkındaki haberleri işitip duruyorlardı. Ne derece muttekî oldukları görülen bu kıymetli insanların, ashabın tesirinde kalarak onlara iştirak etmelerine şaşmamak lâzımdır. Yine onların kendilerine ebediyyen nisbet edilecek bir hata ve günâhtan kaçınmalarına da hayret etmemek lâzımdır. Nitekim İbrahim'in kendinden birşeyîer yazmakta olduğunu öğrenen 'Ubeyde, ona şöyle demişti: "Benden birşey yazarak ebedîleştirme![124] ibrahim'in de bu tavsiyeye uyduğunu ve "ondan sonra bir şey yazmadım" dediğini görüyoruz. [125]
Bu âlimlerin hadîslerin yazılmasına muhalefet etmelerine te'sîr eden bir sebep de şahsî fikirlerinin yayılmaya başlaması idi. Kendilerinden hadîs yazanların, onun bir tarafına kendi fikirlerini de yazmalarından korkuyorlardı. Elimizde bunu gösteren bir hayli delil vardır. Bu meselenin büyük tâbi'îler devrindeki hâlini en iyi anlatan şu misâli zikredelim: Câbir b. Zeyd (v. 93)'e, senin fikirlerini yazıyorlar, dendiğinde bundan memnun olmadığını şu sözlerle ifâde etmişti: "Yazıyorlar ama, yarın benim o fikirlerden dönmeyeceğim ne malum?!. [126]
Bu zâtların kendilerinden birşey yazılmasına taraftar olmayışı, aralarında tedvine cevaz verenler bulunduğunu dolaylı olarak ifâde etmektedir. Hele şahsî görüşlerden âzâde olarak sâdece hadîs-i şeriflerin yazılmasına hiç itiraz etmemişlerdir. Onları bu mevzuda muhalefete sevk eden şey, hadîslerin yazılması keyfiyetidir. Prensip olarak bu âlimler, işin nazarî tarafına itiraz etmemişlerdir. Onların itirazını celbeden husus, tatbikat sırasında meydana çıkan amelî durumdur. Bütün bunlardan sonra, Sa'îd b. Cubeyr (v. 95) 'den hadîslerin yazılmasına dair nakledilen ve aralarında tenakuz varmış gibi görünen iki söz bizi şaşırtmamalıdır. Sa'îd bir defasında îbnu Abbâs'ın hadîslerin yazılmasını yasak ederek: "Sizden öncekileri sapıtan şey kitaplardır[127]dediğini nakleder; başka bir defasında da yine îbnu Abbâs'ın: "îlmi en iyi muhafaza eden şey kitapdır[128] dediğini rivayet eder. îbnu Abbâs'ın yazı hakkındaki nehyi, kitaplardaki şahsî görüşleri; tavsiyesi ise Rasûl-i Ekrem'in hadîslerini muhafazayı hedef almaktadır. İşte bu yüzden Sa'îd b. Cubeyr, hadîsleri yazmakla kalmadı, kendini büsbütün bu işe verdi ve dedi ki:
"Yolda tbnu Ömer ile İbnu Abbâs'ın arasında gider, her ikisinden de hadîs dinlerdim. Duyduğum hadîsleri binitin semerine kaydeder, indiğim zaman da temize çekerdim.[129]
Hadîs-i şerifleri yazmanın yasaklanması ile, şahsî görüşleri yazmanın yasaklanması fikri arasındaki fark anlaşılmaya başlayınca, ikinci yüzyılın başında, orta yaşlı tâbirlerin birçoğu hadîsleri yazıya geçirmekte herhangi bir mahzur görmedikleri gibi, talebelerine de bu hususta izin verdiler. Nitekim Sa'îd b. el-Museyyeb (v. 105), hafızasının zayıflığından şikâyet eden Abdurrahman b. Harmele'nin hadîsleri yazmasına müsâade etmiştir. [130] McrnV bir hadîsten mülhem olarak sahabe ve tâbi'în arasında nakledilegelen Yazmak ilmi bağlamaktır[131] sözünü Şa'bî (v. 104) her zaman tekrar edera yazmanın faydalarına işaret ederek şöyle derdi: "Benden birşey duyduğunuz zaman onu duvara bile olsa yazınız. [132] Bundan Şa'bî'nin. bâzı hadîsleri yazdığı' anlaşılıyor. Nitekim ölümünden sonra ferâiz ve yaralamalar mevzû(unda bir kitabı ele geçmiştir. [133] Mücâhit b. Cebr cl-Mekkî (v. 103), hadîs talihlerini odasına çıkarır, kitaplarım verir, onlar da istinsah ederlerdi. [134] (Atâ' b. Ebî Rabâh (v. 114) da hadîsleri yazar, başkalarının yazmasına da müsâade ederdi. [135] Katâde b. Di'âme es-Sedûsî (v. 118) bu mevzuda izin isteyenlere açıkça derdi ki:
''Allah Taâla bile (onların bilgisi Rabbı'nm katından yazılıdır. Rabb'ın şaşırmaz ve unutmaz), [136]âyetiyle kendinin bile yazdığım haber vermişken sen niye yaz mıy a çakmışsın. [137]
Öyle zannediyorum ki, muttekî halîfe Ömer b. Abdilazîz (v. 101), hadîs tedvinine başlanmasını resmî olarak emrettiği zaman âlimlerin görüşlerine mutlaka istinâd etmiştir; onlarla istişareden sonra -en azından - ekserisinin tasvibini alarak bu işe başlamıştır. [138] Hernekadar haberler, bilhassa zühd ve takvasına inanan muasırları tarafından çok sevildiği için Ömer b. Abdilazîz'in bu kararı yalnız basma aldığını gösteriyorsa da buna ihtimâl vermiyoruz.
Bu mevzuda rivayet edilen bütün haberler dikkâte alınırsa görülür ki Ömer b. Abdilazîz'i hadîs tedvinine zorlayan âmil, ilmin yok olup âlimlerin zeval bulması endişesidir; zîrâ Medine valisi Ebû Bekr b. Muharnmed b. Hazm'e yazdığı mektup da şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.v.)'m hadîslerini, sünnetlerini, 'Amre'nin rivayetlerini araştır ve yaz; zîrâ ben ilmin yok olup âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum. [139] Burada ismi geçen 'Amre, (Amre binti Abdirrahmân el-.\nsâriye'dir. Bâzi rivayetlerde onun isminin yanında Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir es-Siddîk (v. io7)'m ismi de geçer. Her ikisi de Hz. 'Â'işe'nin talebelerinden olup onun Rasûlullah (s.a.v.)'dan rivayet ettiği hadîsleri en iyi bilen kimselerdi. Ebû Bekir b. Hazm, Ömer b. Abdilazîz'in verdiği vazifeyi îfâ etti; fakat büyük halîfe, valisinin yaptıklarım göremeden Rabbı'na kavuştu. [140]
Ömer b. Abdilazîz, Ibnu Hazm'e verdiği talimatı, bütün valilere yazıp memleketin her tarafına göndermişti.[141] Daha halîfe hayatta iken emrini ilk olarak yerine getirerek gayesini tahakkuk ettiren şahıs, Hicaz ve Şam âlimi Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî el-Medenî (v. 124) olmuştu. Zührî hadîsleri halîfenin emrine uyarak bir kitapta toplamıştı. [142] Halîfe de bu kitap formalarım-her yana gönderiyordu. [143] Yaptığı işle iftihar ederek: "Bu ilmi benden önce kimse tedvin etmemişti" demekte Zührî haklıdır. [144]
Tetkikin bu safhasına gelen araştırıcı, artık tedvîn aleyhindeki görüşün tamamen ortadan kalktığını ve bu asırda unutulmaya başladığını zanneder. Fakat çok geçmeden aynı sözleri, hattâ tedvine cevaz verip teşvik ve müdâfaa edenlerin ağzından bile tekrar duymaya başlar. Sanki tedvinciler bu işi kendileri başlatmamış da idarecilerin emir ve zoruyla bu işe katılmışcasına, araştırıcı onların pişmanlık sadâlanm duyacaktır. Zührî der ki:
"Emirler bizi zorlaymcaya kadar hadîslerin yazılmasını istemiyorduk; sonra hiçbir müslümanı bu işten alıkoyaiırayacağımızı anladık. [145] Gerçekten de Zührî, hiçbir müslümanı birşey yazmaktan menetmemiştir. Hattâ tedvîn işine iyice giriştiği zamanlar duyduğu hadîsleri unutmak korkusule onu derhal ayakkabısının üstüne yazmaktan kendini alamamıştıre. Şunu söylemek lâzımdır ki, hadîsleri yazmaya ve buna cevaz vermeye emirleri zorlayan âmillerden biri de, Rasul-i Ekrem'in hadîslerini, [146]uydurularak ona nisbet edilenlerden ayırmaktı. Zâten Zührî'nin belini büken de budur. Öfkesini tutmaya çalışarak Zührî şöyle diyordu:
"Şark tarafından tanımadığımız, bilmediğimiz hadîsler gelmeye başlamasaydı, ne bir hadîs yazar, ne de yazılmasına izin verirdim".[147]
Zührî'nin bu görüşü o asırdaki âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Rasûl-i Ekrem'in sözünün kaybolması korkusu gibi, ona başka sözler karışması endişesi de âlimlerin bâzan hadîslerin yazılmasına taraftar olmalarında, bâzan da muhalif kalmalarında iki mühim âmil olmuştur. Sa'îd b. el-Museyyeb ile Sadî'nin isimlerini hadîslerin yazılmasına taraftar olanlar arasında görmekle, onların bu işe muhalefet ettikleri hususundaki rivayetleri inkâr etmek mümkün değildir.[148] Mücâhid ve Katâde'nin durumu da böyledir. [149]Ömer b. Abdilazîz'in, Hz. 'Â'işe'ye ait ne kadar hadîs ve rivayet biliyorsa hepsini toplamakla görevlendirdiği Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir'in tedvîn aleyhtarı olduğu pek meşhurdur. [150] Cem1 ve tedvîn taraftarı olmayan nice şahıslardan hadîsleri işte böyle topladılar. Halka: "Hadîsleri de Kur'ân-ı Kerîm'-de olduğu gibi kâğıtlara yazmayınız[151] diye bağıran Dahhâk b. Mu-zâhim el-Hilâîî (v. 105), bu sözlerle, hadîs tedvini neticesinde meydana gelecek durumdan ne derece korktuklarını ifade ediyordu. Bununla beraber Dahhâk, endîşeye mahâî kalmadığını görünce, halka menâsik-i hac hakkındaki rivayetleri yazdırmıştı. [152]
Orta yaşlı tâbi'îler hadîs uyduranların îcâd ettikleri sözlerden sakındırıp dururken, tabiinin son tabakası, muhtelif fırka ve partileri takviye etmek maksadıyle uydurulmuş sözlerle karşılaştılar. Hadîs metinlerini bu pervasız insanların oyuncağı olmaktan korumak için de kendi asırlarında hadîs tedvinini geliştirip yaymaya koyuldular. Bu asırda yapılan tedvînİn özelliği, hadîslerin ekseriya sahabe ve tâbirinin fetvâlanyle karışık bulunmasıdır. Nitekim Medîne imâmı Mâlik b. Enes (v. R g)'in Muvatta'ı böyledir.
İkinci yüzyılın başında, Etbâu't-tâbİ'în devrinde âlimler, sahabe ve tâbi'înin fetvalarından ârî, sadece sünnete tahsis edilmiş müsned eserler meydana getirmeye çalışmışlardır. Bu müsnedlerden ilkini te'lîf eden Ebû Davut et-Tayâlisî (v. 2O4)'dir. [153]Ahmed h- Hanbel (v. 24i)'in Müsned'i, bu müsnedlerin en yeterlisi ve en genişi olarak kabul edilmektedir. Ne var ki, Ahmed b. Hanbel H. 220 târihinden sonra vefat ettiği için Etbâu etbâi't-tâbi'înden sayılmaktadır.
Bâblara göre tasnif edilmiş olarak sırf sahîh hadîslerden meydana getirilmiş eserler, Buhârf nin çağdaşı olan etbâu etbâi't-tâbi'îler devrinden önce tedvîn edilmemiştir. Kütüb-i sitte de bu devirde meydana getirilmiştir. Kütüb-i sitte'yi ve müelliflerini (Buhârî, Müslim, Tir-mizî, Ebû Dâvûd, Ibnu Mâce ve Nese'f yi) "önemli rivayet kitapları" bölümünde inceliyeceğiz.
Rivayet asrından sonra gelenlerin yaptığı iş, meşhur sahîh hadîs kitaplarını tehzîb, şerh ve ihtisar etmek olmuştur. Nitekim .Ebû Ab-diîiâh el-Humeydî (v. 448), Sahîheyn'i müsned metoduna göre tertib etmiştir. Sonra Ebû's-Sa'âdât Mübarek b. el-Esîr (v. 606), Kütüb-i sitte'yi bâblarma göre tertib etmiştir. Daha sonra Nûreddîn Alî el-Heysemî (v. 807), Mecma'u'z-zevâ'id'ine Kütüb-i sitte dışında kalan meşhur musannafları almıştır. [154] Ve nihayet Suyûtî (v. 911), Kutub-i sitte, on müsned ve bunun gibi elliden fazla eseri el-Câmicu'l-kebîr adiyle anılan Cem'ul-cevâmi'inde toplamıştır. [155]
İşte hadîs-i nebevi, böylece yazılmış ve zâbtedilmiş olarak bize gelinceye kadar birçok merhaleler geçirmiştir. Modern matbaacılık da bu muazzam îslâmî mirasın neşrine yardım etmiştir.[156]
Sınırlarım tâyin etmek suretiyle Rasûlullah (s.a.v.)'m tebcil ettiği[157] dâru's-sunne[158] denen Medîne-i münevvere'de hadîsler yeni yeni parıldamaya başlamıştı. Ashâb-ı kiram onları şifahî olarak telkin suretiyle birbirine naklediyordu. Tâbirler de aynı usûlle hadîs alabilmek için Ashâb-ı kiramın yardımını istiyorlardı. Böylece hadîs - henüz doğmakta iken - muhitin tesirinde kalmış, oluyordu.
Medine topraklan, râvîler nazarında mukaddes bir bölge sayılmaya başlandı; gönüller orayı arzuluyordu. Zîra Medine, hicretten sonra îslâm davetinin gelişip yayıldığı mübarek bir yerdi. Beytullâh'ı ziyaret için diğer memleketlerden çekilip gelen ziyaretçiler, hac vazifesini îfâ ettikten sonra, halkının ağzından hadîs dinlemek maksa-dıyle hemen Medine tarafına yöneliyorlardı. [159] Râvîlerin teferrüd ettiği hadîsleri onlardan duyup .almak için uzak diyarlardan oraya geliyorlardı.[160] Bâzı âlimler, Hicaz âlimlerinden hadîs dinlemek maksa-dıyle hac ettiklerini itiraf etmekte bir beis görmemişlerdir. Onların bütün arzusu, Medine'nin sika ve sağlam Kadîscileriyle görüşmekti. [161] Ali b. el-Medînî. [162] "Bir kere haccettim, ama asıl maksadım hadîs dinlemekti!" [163] derken herhalde bu duruma işaret etmiştir.
Medîneliler - hadîslerin ilk neş'eti sırasında - sünnetin çoğunu rivayet etmek hususiyetine sahip oldukları gibi[164] diğer bâzı şehirler de - daha erken bir devirde - ilk defa kendi muhitlerinde şöhret bulan, bir müddet sonra da başka memleketlerdeki râvîlerce duyularak meşhur olan bâzı hadîsleri rivayet etmek hususiyetini kazanmaya başladılar. Hadîs kitaplarında, bâzı muhitlerin muhtelif hadîsleri rivayet etmekle hususiyet kazandıklarını gösteren çeşitli tâbirler vardır: Bu hadîsin rivayetinde Basrahlar teferrüd etmiştir[165] bu hadîs
Şamlıların sünnetlerindendir, onu Şamlılardan başka kimse rivayet etmemiştirı,[166]bu Humuslularm hadîsidir, [167] gibi. Alışa geldikleri muhitin tesirinde kalarak muhaddislerin rivayette teferrüd mevzuunda ihtilaf etmeleri tabiîdir. Bir şehir halkı tarafından benimsenen râvînm hadîsleri almıyor ve rivayete elverişli olarak kabul ediliyordu; şayet onu bir başka şehrin ahâlisi tutuyorsa, o zaman râvî makbul sayılmıyor, hadîslerine münker gözüyle bakılıyordu. Bu hâl bize imâm Buhârî'nin aşağıdaki sözleriyle Zuheyr b. Muham-med'e karşı takındığı tavrı açık ve mantıkî bir şekilde îzâh etmektedir. Buhârî diyor ki: "Zuheyr b. Muhammed'den Şamlıların rivayeti münkerdir; Iraklıların rivayeti ise doğruya yakındır. [168] Buhârî'nin bu şahıs hakkındaki hükmü, tesirinde kaldığı iklim farkı sebebiyle değişik olmuştur. Zîrâ bu büyük imâm - hadîs ricali bilgisi, râvî ve rivayetlerde aradığı şartlardaki aşırı titizliği ile - bir kimseyi cerh, ötekim ta'dil etmek veya aynı adamı kâh gizli bir kusuru sebebiyle zayıf bulmak, kâh takdîr odeceği birçok sebepler yüzünden sika olarak göstermek bakımlarından asrının en kudretli âlimi idi. [169]
Râvîler rivayette muhitin tesiriyle yapılan teferrüd karşısında -hadîsleri ne sâdece kendi hemşehrilerinden almakla yetiniyorlar, [170]ne de kendi şehirlerine uzak olsun, yakın olsun, sâdece Medine'den hadis almakla kalıyorlardı. Taiebu'l-hadîs için en uzak beldelere seyahatler yapmak onların en çok sevdiği birşeydi; bu aşk sebebiyledir ki, ilk râ-vîler kafilesinin ağzından hadîs alabilmişlerdi. "Doğrudan doğruya ve telkin yoluyla kazanılacak melekeler, daha kuvvetli ve sağlamdır"[171] şeklindeki inançları bu ideâl sayesinde gerçekleşmiştir.
Hadîs toplama işi hicretin birinci asrında şifahî olarak başlamıştır. Azîz sahâbî Ebu'd-Derdâ'[172] diyor ki: "Kur'ân- Kerîm'in bir âyetini anlamakta müşkiîât çekseydim de onu halledecek tek şahsın Bir-ku'l-ğimâd'da bulunduğunu öğren şeydim, yine oraya giderdim'. [173]
Âlim sahâbî Câbir b. Abdilîâh (v. 78) bir deve satın alarak eşyasını yükledi ve Abdullah b. Uneys'den kısas mevzuundaki bir hadîsi sormak için Şam'a kadar bir ay süren bir yolculuk yaptı. [174]
Tek hadîs için dahi seyahat etmeye selef âlimlerinin bir çoğu alışmıştı; Sa'îd b. cl-Müseyyeb (v. 105): '!Bir hadîs için günlerce seyahat ederdim" demektedir. [175] Ebû Küâbe (v. 104 civan): "Hiçbir işim olmadığı halde Medine'de, sırf bir hadîsi daha Önce duymuş olan bir şahıstan dinlemek için üç gün kaldım", diyor. [176] Mekhûl (v. 112 civarı)'ün aşağıdaki sözleri, bir kısmımızın akıl erdiremediği, Allah katında çok büyük bir iş olduğu halde basit zannettiğimiz, yalmz bir hadîs için yapılan seyahatlere iyi bir nüsâl teşkil eder. Mekhûl diyor ki:
"Mısır'da Benî Huzeyl kabilesinden bir kadının kölesi idim; sonra beni âzâd etti. Mısır'dan çıktığım zaman kanaatimce oranın bütün ilmini öğrenmiş bulunuyordum. Sonra Hirâz'a gittim; oradan ayrıldığım zaman, zannımca Hicaz'ın bütün îlmİHİ de almış bulunuyordum. Sonra Irak'a geldim; oradan ayrıldığım zaman, zannedersem Irak'ın bütün ilmini öğrenmiş bulunuyordum. Sonra Şam'a gittim, orayı kalburdan geçirdim. Her gittiğim yerde ganimet mevzuunu soruyordum, O hususta bana birşey söyleyecek kimseleri bulamadım. Nihayet Ziyâd b. Câriye et-Teymî denen bir şeyhi buldum. Ona; ganimet hakkında birşey işittin mi? diye sordum. Şöyle cevap verdi; Evet, Habîb b. Mesleme el-Fihrî'nin şöyle dediğini duydum: Hz. Peygamberin ganimetin dörtte birini dönmeden önce, dörtte üçünü de harpten döndükten sonra dağıttığını gördüm[177]. (Abdan [178], Basrah-larca rivayet edilen Eyyûb'un teferrüd ettiği hadîsleri duymak üzere Basralya on sekiz defa seyâhet ettiren sebep, talebu'l-hadîse olan bu susuzluk olsa gerektir. [179]
Şahısların, şehir ve nesillerin değişmesiyle, talebu'l-hadîs için yapılan seyahatlerin şekilleri de değişmiştir. Seyyahların kimi yaya olarak dolaşıyo, [180] kimi daha 15 veya 20 yaşında iken seferlere'başlıyor, [181] kiminden de şu sıfatlarla bahsediliyordu: O seyahat edip eziyet çekenlerden biridir; [182] birçok seyahatler yapmıştır; [183] onun dolaşmadığı yer yoktur; [184]talebu'l-hadîs ve seyahate pek önem vermiştir; [185]on. küsur sene durmadan dolaşmıştır[186]
Muhaddislerin zaman zaman şu kabil sözlerle anıldığı da olmuştur Ona varmak için hayvanların böğürleri tepilir[187]ona herkes çekilip giderdi[188] zamanında onun için seyahatlar yapılırdı. [189]
Çok seyahat eden mânâsmdaki güllakapları, topladığı hadîs sayısı ne kadar olursa olsun, bu gaye uğrunda çeşitli eziyetlere katlanarak uzak beldelere seferler tertîb eden bu büyük muhaddisler ve benzeri âlimler hakkında kullanılmıştır.
Bu sebeple halk, muhaddislerin başına gelen çeşitli eziyetleri merakla sorup öğrenmeye çalışırdı. Onlar halk nazanndaki ehemmiyetleri sebebiyle asırlar boyunca " beldeler seyyahı" diye hürmetle anıla gelmişlerdir.
Bir kısım seyyahların şarkı, garbı defalarca dolaştıklarında şüphe yoktur. Müsteşrik Goldziher - hadîseilerin rivayetlerini inkâr etmeye pek meraklı olduğu halde - "şarkı, garbı dört defa dolaştıklarını söyleyen seyyahların - kanaatına göre hiç de mübalağa etmediklerini" itiraf etmektedir. [190]
Talebu'l-hadîs ve seyahat husus iye tleriyle meşhur olan hadîseilerin[191] islâm ülkeleri arasındaki bağı sağlanlaştırdıkları açıkça görülmektedir, ki bu gayet normal bir neticedir, iş sâdece bu kadarla da kalmamıştır; öyleki çeşitli beldelerde devamlı bir şekilde dolaşmakta olan âlimler, şarkla garbı birbirine bağlamış,[192] aradaki bütün engelleri kaldırıp atmış ve İslâm âlemini, bütün efradının gönülleri tek prensip etrafında birleşen bir şehir hâline getirmişlerdir. Bu seyahatlerin, muhaddislerin dolaştığı şehirlerden'çok, bizzat hadîsin nass ve ruhu üzerindeki tesirleri daha çok olmuştur. İlk defa bir muhitin fertleri rivayet ettiği zaman dînî metinlerin rivayet şekilleri birbirinden farklı idi; fakat bu seyahatler aradaki farkı kaldırarak hepsinin aynı havaya bürünmesini temin etti. Muhitin doğurduğu bu farklı rivayet neticesinde, râvîlerin muhtelif bölgelerde yetişmiş olması itibariyle- ha-dîslerdeki ifade şekilleri de değişmiştir. Fakat birbirine zıt bu rivayetler, bir kalıpta eritilmesi mümkün olacak şekilde gittikçe birbirine benzemeye başladı. Sonunda Öyle bir hâl aldı ki, hadîsi ilk defa duyan veya okuyan kimse, onu muhtelif beldelerin değilde bir şehrin rivayet ettiği hadîs sanmaya başladı. Bunun birçok misâli vardır. Fakat mu-haddisler nazanndaki ehemmiyetim. binâen hadîsini misâl vermekle yetineceğiz:
Abdurrahmân b. Mehdi (v. 198) diyor ki: "İlmî mevzuda bir eser yazacak olan müellifin, kitabına mutlaka bu hadîsle başlaması lâzımdır. [193]Şu sözleri ile Buharı aynı şeyi ifâde etmektedir: "Bir kitap
yazmak isteyen kimse eserinesın. [194]Bu prensibi bizzat tatbik ederek Buharı, -bilindiği üzere-Sahîh'ine bu hadîs-i şerif ile başlamıştır. Bu değerli vasıyyetc uyan birçok âlimler, hadîs mevzuunda yazdıkları kitaplarına aynı hadîs ile başlamışlardır.
Okuyucu sünen kitaplarının niyet hadîsi ile başladığım ve hadîs metninin hepsinde de hemen hemen aynı olduğunu görünce, tevatür, şartlarının lüzumu kadar bulunduğunu ve hadîsi mutlaka büyük bir topluluğun, kendileri gibi kalabalık bir cemâatten rivayet ettiğini zanneder. Halbuki hadîsi - Müsncd'indc Bezzâr[195] söylediği gibi "sahîh olarak sâdece Rasûlullah'dan Hz. Ömer, ondan sadece Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed, Muhammcd'den de yalnız Yahya rivayet etmiştir; hadîsin yegâne sahîh tarîki böyledir[196] Rasûl-i Ekrem'den sâdece Hz. Ömer rivayet ettiği için de bu.hadîs mütevâtir olamaz. [197]Niyet hadîsi bundan başka sâdece Medine'de bilinmekte idi. Fakat bilâhare diğer şehirlerde de meşhur şeklî ile yayıldı. Bu hâl. hadîs metinlerinin tevhidinde ve onların asıl muhitlerinin te'sirinden çıkarak umûmî ve müşterek bir kalıba bürünmezinde seyahatlerin te'sîri bulunduğunu açıkça göstermektedir. Sahîh hadîs kitaplarında bulunan avnı mevzu etrafındaki rivayetlerin birbirine benzemesİ bu yüzdendir. Yalnız muhaddislerin işaret etmeyi unutmadıkları bazı önemsiz ve küçük farklar da vardır. Bu çok nâdir benzeyişlerin sebebi, seyahat sırasında râvîlerin birbirleri ile karşılaşmaları, birbirlerine te'sîr etmeleri ve gelip giderken halka hadîs rivayet etmeleridir.[198]
Bu seyahatlerin te'sîri, sâdece metinlerin birbirine benzemesini te'mîn etmekten ve zaman zaman da aralarım te'lîf etmekten ibaret kalmadı. Daha da ileri giderek teşrî ve itikat bakımınlarmdan da bir vahdet temin etti. Böylece âlimler bu hadîsten, İslâm dîninde dış görünüşe değil, insanın vicdanına bakıldığına, herşeyden çok kalblere ve gönüllere ehemmiyet verildiğine dâir çeşitli fikri meseleler istinbât , ettiler. [199]
Teşri ve îtİkat meselelerinin tevhidinde seyahatlerin bu kadar çok te'sîri bulunduğu için, adı sened zincirinde geçen her râvînin ismini iyice bilmek için isnâd mevzuunda çok sıkı davranmak gerekiyordu; zira Alî b- el-Medînî'nin dediği gibi: "seneddeki şahıslan tanımak, hadîs ilminin yarısıdır. [200] Bu sebeple, hadîs aramak için seyahatler yapıp eziyetlere katlandığını söyleyen talibin rivayetini kabul edebilmek için, isnâd silsilesindeki bütün isimleri ezbere sayması, sonuna da kendi adını eklemesi şart koşulmuştur. Râvînin rivayet ettiğini gerçekten işitip işitmediği böylece anlaşılmış olacak, aksi halde faziletli büyük bir âlim olsa bile rivayette müsamahakâr olduğu kabul edilecek, hadîsiyle ihticâc edilmeyecektir. [201] İşte Zelıebî[202] îbnu Lehî'a (v. 174) hakkında: "Mısır diyarının kadısı büyük imâm"[203]dedikten sonra Ahmed b. Hanbel'in onun için şöyle söylediğini rivayet etmektedir: "Mısır'ın muhaddisi yalnız İbnu Lehî'a'dir". Fakat bu büyük muhaddisi - bütün bunlara rağmen - bizzat Zehebî gevşeklikle itham etmekte ve "Onun hadîsi mütâbi olarak rivayet edilir; fakat ihticâc için kullanılmaz"[204] ve "geniş ilmine rağmen îbnu Lehî'a sağlam değildi, [205]demektedir. Hatîbu'l-Bağdâdî de onun hakkında şunları söylemektedir: "îbnu Lehî'a hadîsleri alırken gevşek davranırdı; kendine gösterilen her kitaptan hadîs rivayet ederdi. Bu sebeple birçok münker hadîsleri vardır[206] Yahya b. Hassan diyor ki:
"Birtakım hadîseiler bana gelerek, ellerinde bulunan bir cüz'ü îbnu Lehî'a'dan dinlediklerini' söylediler. Alıp baktım, içinde İbnu Lehî'a'ya ait bir hadîs dah: bulamadım. Kalkıp İbnu Lehî'a'nın yanma gittim. Ona: îçinden senin hadîslerinden bir tane bile bulunmayan ve hiçbirini katiyen duymamış olduğun bu hadîsleri sen mi rivayet .ettin? diye sorduğum zaman 5u cevâbı verdi: Ne yapayım, bana tutup bir kitap getiriyorlar, şu hadîs senin hadîsindir, diyorlar, ben de bu hadîsi onlara rivayet ediyorum. [207]
Hernekadar haberlerin sahîh bir senedle beraber rivayet edilmesi şart koşulmuşsa da, buna rağmen hadîs toplamak için seyahat eden muhaddîslerin haberlerine bir hayli mübalağa karışmıştır. Meselâ : Haccâc b. Şâ'ir diyor ki:
"Annemin pişirdiği yüz pideyi bir torbaya doldurarak Medâ'İn'-de ikâmet eden Şebâbe'nin yanına gittim, kapısının önünde yüz gün kaldım. Hergün bir pide alıyor, Dicle suyuna batırarak yiyordum. Nihayet pideler tükenince ben de oradan ayrıldım. [208] Ahmed b. Furât[209] "1107 şeyhten hadîs yazdığını" söylüyor[210] .Halbuki Buhârî'nin - Sahîh'ini toplarken - bizzat görüşerek ağızlarından hadîs ilseyirlerinden sâdece bin kadarının ismini bilmekteyiz.[211] Ebü AbdiIIâh b.' Mende (v. 395)'nin hadîs için seyahat edenlerin sonuncusu olduğu söylenmektedir[212] zîrâ "uzun seyahatinden döndüğü zaman onun kitapları birkaç yük, hatta söylendiğine göre, kırk yük kadar vardı. [213] Hadîs kitaplarının tasnîf edilmesi, mulıad d isleri, talebu'l- hadîs için seyahat etmekten müstağni kılmadı; zîrâ kitaplar, rahatça ilim tahsil etmek isteyen kimselere bu kolaylığı tc'mîn etmek içindi. İlmin şeref ve bereketini acıyanlar ise kitaplarda okudukları ile yetinmi-yorlardı. Onların en büyük arzusu talebu'l-lıadîs için seyahat etmekti.[214]
Bahsettiğimiz muhaddis seyyahların sırf ilim için hadîs aramalarına karşılık, birçokları da ticaret düşüncesiyle hadîs toplamaya başladılar, îşte Ya'kûb b. İbrahim b. Sa'd bunun misâlidir; Ya'kûb. necaset karışan durgun suda yıkanmaktan Rasûlullah (s.a.v.)'ın nehy ettiğine dâir Ebû Hurevrc'nin rivayet ettiği hadîsi biliyordu ve "bu hadîsi ancak bir dînâr karşılığında rivayet ediyordu"[215] Ebû Nu/aym el-Fadl b. Dukeyn'in hâli bundan da gariptir. Sika ve hafız bir imâm. olmasına rağmen ibnu Dukeyn, [216] işin mâlî tarafını sağlama almış, rivayet ettiği her hadîs için belli bir para birimi kabul etmişti. Onun talebelerinden biri olan Ali b. Ca'fer b. Hâlid diyor ki: "Ebû ÎNVaym el-Fadl b. Dukeyn el-Kureşı'ye gider gelir, ondan hadîs yazardık. Buna karşılık bizden sahih dirhemler alırdı; yanımızda değeri düşük dirhemler bulunursa üste para alırdı. [217] îşte bu sebeple Şu'be b. el-Haccâc[218]yalan söylemeye ihtiyacı bulunmayacağı düşüncesiyle hâli vakti yerinde olan zengin râvîlerdcn hadîs almayı tavsiye ederek derdi ki:
"Ziyâd b. Mıhrâk'dan hadîs yazınız; zîrâ o zengindir, yalan söylemez Ali b. Âsim'a da şöyle demişti:
"'Umara b. Ebî Hafsa'dan hadîs almam tavsiye ederim; zira o zengin adamdır, yalan söylemez." Ali b. Âsim da onun bu sözünü kabule şâyân görmeyerek: "yalan söyleyen nice zengin gördük!" diye cevap vermişti.[219] Şu'be görüşünde ısrar ederek diyor ki: "Fakirlerden kat'iyyen birşey yazmayınız!. [220]
Muhtelif devirlerde âlimler, bu hadîs tacirlerinin karşısına çıkarak ellerine vurmuşlar ve ilim yolcularına: "Ey âdemoğlu, sana nasıl karşılıksız öğretilmişse, sen de karşılıksız öğret" diye nasihat etmişlerdir. [221] Kütüb-i semâviyede de meccani Öğretimden bahsedildiğini dikkate alarak böyle söylüyorlardı. Rabî1 b. Encs, Ebu'l-Âliye'nin: "Semavî kitaplarda: Sana nasıl bedava öğretilmişse, sen de bedava öğret, diye yazılmıştır" dediğini rivayet etmektedir. [222] Bu sözün semavî kitaplarda bulunduğu bilinmektedir Kitâb-i mukaddesin bir bölümünün sonunda "Deuter-onome": "Ben size Rabbımın emri ile öğrettim" denilmektedir. [223]
İlim öğretmek için ücret almanın kesin surette haram olduğunu göstermek için bâzan da hadîs-i şerîfe istinat ederler. Sunenu Ebî Dâvûd'da rivayet edildiğine göre muhterem sahâbî 'Ubâde b. es-Sâmit (s.a.) ehl-i suffe'den bazılarına yazı ve Kur'ân-ı Kerîm öğretti. Onlardan biri de 'Ubâde'ye minnet ve teşekkürünü ifâde etmek üzere bir yay hediye etti. (Ubâde, bu hediyeyi kabul etmenin dînî bakımdan mahzurlu olup olmadığını Rasûlullâh (s.a.v.)'a sordu. Raşûlullâh (s.a.v.)'da şiddet ve kesinlik ifâde eden bir üslûpla buyurdu ki: "Eğer boynuna ateşten bir halka takmak istiyorsan o hediyeyi kabul et!. [224]Bu kabil hadîsler âlimlere ve râvîlere çok te'sîr ediyor, onlar da hadis talibi tarafından verilen hediyeyi rüşvet sayıyorlar ve ancak kendilerine hiçbir şey hediye edilmeyeceğine dâir söz aldıktan sonra tâlible görüşmeyi kabul ediyorlardı. Muhammed b. Haccâc diyor ki:
"Hammâd b. Seleme (v. 167)'den hadîs dinleyen bir adam Çin Denizinde yaptığı yolculuktan döndüğü zaman Hammâd'a bir hediye getirdi. Hammâd ona: Bak, dedi, istersen bu hediyeyi kabul edeyim ve fakat sana bir daha katiyen hadîs rivayet etmeyim; istersen hadîs rivayet edeyim; fakat hediyeyi almayım. Bu şıklardan birini seç. O zât da: pekâlâ hediyeyi alma da hadîs rivayet et! dedi. Hammâd hediyeyi almadan hadîs rivayet etti.[225]
Hadîs ticâreti yapanların bu düşünce, ile takbih edilmeye başladığı, Ahmed b. Hanbei'in şu sözünde ve buna benzer diğer sözlerde görülmektedir. Ahmed b. Hanbel'e: hadîs satan kimseden hadîs yazılır mı? diye sorulduğu zaman: hayır ,onun hiçbir değeri yoktur! cevâbını vermiştir. [226]
Hadîsleri para mukabilinde satarak bu işin ticâretini yapanlar, - bazan açıkça görülen aşırı hırs ve tama'larma rağmen - hep yalancı ve hadîs uydurucular arasından çıkmamıştır. Hatta bu tacirlerin birçoğu sika ve zabt sahibi kimselerdi. Fakat ne varki, paranın yüzü yumuşaktır, çoklarının boynunu büker. Hadîs tacirlerinin de kendilerine göre bir felsefeleri vardı: Öyle ya nice meşakkatlere göğüs germişler, tehlikelere atılmışlar ve bu suretle talebu'l-hadîs için seyahat etmişlerdi. "Fakr-u zaruret onları mecbur kıîmamiştı; yolda başlarına gelecek eziyetleri, tehlikeleri biliyorlardı. Çölün yakıcı ateşi, denizin korkunç dalgaları, evet bütün bunlar onların azmini kırmıyordu; zîrâ onların gönlünde ilim öğrenmenin cihâd olduğu ve bu yolda ölen kimsenin şehîd olarak öleceği inancı yerleşmişti. [227] Halbuki bunlardan hadîs alan diğer râvîler, rivayet ve nakil vazifesini gayet rahat ve huzur içinde yapıyorlar, kendilerini ötekilerle aynı seviyede tutmak istemiyorlardı.
Güvenilir kitaplarımızda bu ravîlerin hadîs toplarken riâyet ettikleri metodu gösteren birtakım haberler bulma imkânına sahibiz. Bu metodlar muhaddislere pekçok külfetler yüklemekteydi. Eğer onlarrın durumları günümüzün vâkıasıyle kıyaslanacak olursa görülür ki, bu bayiler, bütün mesaîsini yazına eserleri neşre hazırlamaya veren, sonra da çalışmasının mahsûlünü pahalı bir şekilde satan naşirlere benzemektedirler.
Âlimlerin Ali b. el-Cacd (v. 23o)'in hadîslerini elde etmesini sağlayan usûl, o günlerdeki hadîs tacirlerinin düşünce sistemlerini bize aksettirmektedir: "Ebu'1-Fadl b. Tâhir el-Makdisî diyor ki:
Arkadaşımız Ebu'l-Kâsım Hibetullah b. Abdilvâris eş-Şîrâzî'nin şöyle dediğini duydum: Bağdat'a gittim, şeyhlerle görüşerek elimden geldiği kadar hadîs dinlemeye çalıştım. Sonra Musul'a gitmek Üzere oradan ayrıldım, Sarîfîn'e geldiğimde orada kalarak geceyi bir mescitte geçirdim. Nihayet Ebû Muhammed es-Sarîfînî mescide gelerek cemâate imâm oldu. Yanına giderek: hiç hadîs dinlediğin oldu mu? diye sordum. Cevaben: Babam beni Ebû Hafs el-Kettânî, İbnu Hab-bâbe ve diğer şeyhlerin yanına götürürdü. Yanımda bâzı cüz'ler var, dedi. Ona: Şu cüz'leri çıkar cia bir göreyim, dedim. O da, içinde diğer cüzlerle beraber Ali b. el-Ca'd'in kitabının tamamı bulunan bir paket getirdi. Kitabı ona okudum. Sonra Bağdatlılara bu durumu yazdım. Büyük Bağdat âlimleri es-Sarîfînî'ye geldiler. Bu kitabı es-Sarîfinî'den işitenler ona minnettardırlar. Onun bu işte çok Önemli mevkii vardır.[228]
Talebu'l-hadîs için yıllar, nesiller sonra yapılan bu seyahatler, şöhret için yapılan bir nev'î sportif geziler mâhiyetini almaya başladı. Bazı nasipsiz kişiler, hadîsleri muhafaza edip onların muktezâsı ile amel etmek için değil de, bilhassa meşhur olmayan hadîslerin sened zincirlerine adlarını geçirmek için uzak diyarlara seyahat ediyorlardı. Bu - tâbir caizse - sportif geziler, hicretin III. yüzyılında arttı ve V. yüzyılda çok kötü neticeler verdi. Nihayet muhtelif beldelerde bulunan âlijîüer bundan bîzâr olarak seslerini yükselttiler ve buna karşı bütün güçleriyle mukavemet etmeye başladılar.[229]
Hatîbu'l-Bağdâdî (v. 463) diye bilinen Ebû Bekir b. Ahmed, zamanında kendilerine hadîs râvîsi diye iftira eden bâzı şahısların bayağı durumlarına temas ederek, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye adlı kitabının mukaddimesinde diyor ki:
Zamanımızda bâzı adamlar, hadîsleri yazmak ve toplamaya çalışmak hususunda kendi kapasitelerinin dışına çıkıyorlar. Bunlar râvînin ve mervînin (rivayet edilen haberin) durumuna selefin gözüyle bakmak, makbul ve merdûd rivayetleri birbirinden ayırmak, sünnetlerden hüküm çıkarmak, onlarda bulunan helâl ve haram hakkındaki fıkhî meseleleri elde etmek bakımlarından selef ulemâsının izinden gitmiyorlar; aksine hadîsin adıyla oyalanıyorlar ve onu kâğıtlara yaz-. makla kalıyorlar. Bunlar câhil kimselerdir. Kitap hamalından başka birşey değildirler. Nice çetin zorluklara katlanarak uzak diyarlara seferler yapmışlar; yorulmak, usanmak bilmeden konup göçmüşler; mallarını» canlarım bu uğurda bezletmişler, tehlikelere atılmışlar; saçları, başları dağınık, benizleri soluk, karınları aç, bedenleri yorgun ve zayıf olduğu halde âlî isnâd elde etmek ve bundan başka da bİrşey arayıp istemeksizin memleket memleket dolaşmışlardır. Adaleti sabit olmayan, kendine güvenilmeyen kimselerden hadîs almışlar; hadîsin sıhhat derecesini bilmedikleri, hakîkaten o hadîsi duyduğundan emîn olmadıkları şahıslardan rivayet etmişler; daha sahîfesini doğru dürüst okumasını bilmeyen, rivayet şartlarının hiçbirini hâiz olmayan, semâ ile icazetin farkını anlamayan; müsned ile mürseli, maktu ile muttasılı tefrik edemeyen; başka râvîlerden ayırabilmek için şeyhinin adım dahî ezberlememiş olan kimseleri hüccet kabul etmişler; hare% ketleri nokta-i nazarından fâsık, mezhebi itibariyle sapık, din yönünden bid'atçı ve inancı büsbütün bozuk adamlardan hadîs yazmışlar; semâ vuku bulduğu sabit olup da isnâd da 'âlî olunca, râvî nasıl olursa olsun, onun rivayeti ile amel etmeyi vacip görmüşlerdir.[230] Garip ve münker, hadîs râvîlerinin müttekî görünmeleri, fazlaca ibâdet ve tâat yapmaları yeterli görülmemiştir. Hadîs münekkidlerinin ilhama benzeyen bir sezgileri vardır. Bu sezgi onları garip hadîs râvîlerinin rivayetlerine karşı ihtiyatlı olmaya, onları benimsemekten sakınmaya zorlar. Böylece son derece uyanık ve tedbirli olarak o hadîslerden uzaklaşırlar ve rivayete yanaşmazlar. Mu'allâ b. Hİlâl'in rivayetini fışkı veya zabtının mükemmel olmayışı sebebiyle reddetmemişlerdir; zira Mu'allâ, günde yüz rek'at namaz kılan, iyi hâli ile tanınan âbid ve zâhid bir kimse idi. Onun hadîslerini kabul etmeyişlerinin sebebi, çok garip hadîs rivayet[231] etmesidira. Hadîs münekkidleri meşhur
hadîsleri rivayet etmeyi seviyorlar, bir araya geldiklerinde de - râ-vînin en iyi hadîsini veya bildiği hadîslerin en iyisini rivayet etmesinden hoşlanmıyorlardı.[232] Onlara göre "en iyi" demek, "garîb" demekti; çünkü alışılmamış, duyulmamış olan garîb şey, bilinen ve tamnandan..daha çok rağbet görmektedir[233]Bilhassa bilmediği şeye pek meraklı olan halk tabakası için bu böyledir. Şu'be b. Haccâc'a, Ab-dulmelik b. Ebî Süleyman'dan niye rivayet etmiyorsun? Halbuki onun hadîsleri iyidir, diye sorulduğu zaman şu cevâbı verdi: Ben de iyiliğinden kaçıyorum ya. [234]
Garîb hadîs rivayetinden kaçmak sözü, garîb ve münker hadîs rivayet edenlerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları tedlîsten âlimlerin korktuklarını en iyi ifade eden bir tâbirdir. Zîrâ böylesi râvîler, diğer muhaddislere nazaran çeşitli tedlîsleri daha çok yapıyorlar: Bunun sebebi de onların, havâssa övünmek, avama karşı da âlimlik taslamak için, hadîsin sıhhatinden evvel garabetini, senedinin ittisalinden evvel nâdir oluşunu ön plâna alarak talebu'l-hadîs için çeşitli tehlikelere atılmalarıdır. Hadîs münekkidleri bu yüzden onları basît görerek hiçbir değer vermemişler; Ebû Hanîfe'nin "garîb hadîs peşinde koşanlar, yalanlanrruşlardır. [235] Sözünü muktezâsmca onları cerh etmişler ve yalancı olduklarını söylemişlerdir.
Hadîs tenkidçiîerinin, garîb rivayetler düşkünü müdellisîeri cerh etmesi gayet normaldir. Tedlîs yapan kimse, kendi kendini rezil ve mahkûm etmekte. [236] Bu duruma düşüp de yalancı olduğu anlaşılınca, ceza olarak hiçbir sözüne inanılmamakta, iyi hâlleri söylenmemekte[237] ve artık.hadîsi hiçbir zaman kabul edilmemektedir. [238]
Övünmek- ve halka gösteriş yapmak için tedlîse tevessül eden kimseler, bazan eşi görülüp duyulmamış derecede fena insanlardı. Bâzıları, hiç görüşmediği bir şahıstan hadîs dinlediğini iddia ederek rivayet ediyor, hiç tanışmadığı kimselerin yerlerin adlarını uyduruyor veya kendinden rivayet ettiği râvîyi, geniş hayâlinin îcâd ettiği üstün sıfatlarla tebcîl ediyor veya ona aslı esası bulunmayan nice sâlih ameller izafe ediyordu. 'Ufeyr b. Ma'dân el-Kilâ'i diyor ki:
"Ömer b. Mûsâ Humus'a geldi. Mescitte onun etrafına toplandık, îkide bir Bize sâlih şeyhiniz rivayet etti"
diyordu. Bunu o kadar tekrarladı ki, nihayet dayanamayarak: Bu sâlih! şeyhimiz kimmiş? söyle de bilelim, dedim. Onun Hâlid b. Ma'dân olduğunu söyledi. Hâlid ile ne zaman görüştünüz. diye sordum, 108 yılında, dedi. Nerede görüştünüz? diye sordum, Ermîniye gazasında, dedi. O zaman dedim ki: Ey şeyh, Allah'dan kork, yalan söyleme! Hâlid b. Ma'dân 104 tarihinde vefat etti; sen onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığım söylüyorsun. Üstelik Hâlid, ErmîniyeMe hiç| savaşmadı, hep Rumlarla harbetti.[239]
Bu hikâyeden de anlaşıîacağr üzere râvîlerin kendilerinden rivâ-l yet ettikleri şeyhlerin vefat tarihlerini bilmemesi, o rivayette yalan vej tedlîs bulunduğunu gösteren kat'î bir delildir. [240] Hadîs münekkidleri bu yüzden râvîlerin terceme-i hâllerini, tabakalarım bilmeyi, doğuı ve ölüm târihlerine dikkat etmeyi şart koşmuşlardır" Bütün bunlarla meşgul olmanın sebebini izah ederek Sufyânu's-Sevrî (v. 161) der ki: "Râvîler yalan söylemeye başlayınca, biz de onlara karşı târih silâ-hıyle karşı koyduk.[241] Hatta hadîs münekkidleri yalancıları meydana çıkarmak, onların hadîs uydururken ve tedlîs yaparken başvurdukları hileleri keşfetmek için coğrafî bir tahdîd de yapmışlardır. Buna göre1 râvîîcr seyahatleri sırasında çeşitli memleketleri dolaşırken kendilerinden hadîs aldıkları şeyhleri sayarken, onların ismiyle beraber mutlaka I.:ıdîs rivayet ettikleri şehirleri de söyleyeceklerdir, [242]H;ıclîs ticâreti yapmak veya şöhret te'mîn edip övünmek için seyahat yapanlar ne kadar çok olursa olsun, yeryüzünü Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünneti ile dolduranlar yine de Allah'ın rızâsını kazanmak düşüncesiyle hadîs rivayet eden muttekî kişilerdir. Her yerde ve her zaman azımsanmayacak kadar çok, ihmâl edilmeyecek derecede yüce, ve târihin nisyân perdesine bürünmeyecek kadar da kuvvetli şahsiyete mâlik idiler. Bize - muhaddislcrin rivayetleri kabuldeki titizliklerini göstermek üzere- onların şu beyânları da kâfidir: "Hadîsler dışındaki diğer mevzularda da yalan söyleyen kimsenin rivayeti reddedilir, [243] "sefâhet, adaleti yok eder, rivayetin reddedilmesini gerektirir. [244]
Âdî sözler söyleyen ve bayağı tarzda konuşan kimseden hadîseiler nefret eder; böylesinin rivayetini kabul etmezler. Buhârî'den rivayet edildiğine göre Yahya b. Sa'îd el-Kattân (v. 113), en-Nadr b. Mutar-rif'den rivayet etmediği için Buhârî de onun hadîsini almaz. Yahya, en-Nadr'm hadîsini niçin almadığını îzâh ederek diyor ki:
"en-Nadr'm eğer size rivayet etmezsem fahişe çocuğuyum, dediğini duydum; bu sebeple hadîsini terk ettim. [245]Şube b. el-Haccâc (v. 160)'dan rivayet edilen şu sözlerde böyledir. Şube diyor ki:
"Mekke'den geldiğini gördüğüm bir kimseye Ebu'z-Zubeyr'i sorarak ondan haber almak kadar hoşlandığım birşey yoktu. Nihayeti Mekke'ye giderek ondan hadîs dinledim. Yanında bulunduğum es-; nâda bir adam gelerek Ebu'z-Zubeyr'den birşey sordu. Ebu'z-Zubeyrl de o şahsa iftira etti. Ona bir müslümana nasıl iftira edersin? diye sordum. Cevaben: ne yapayım, beni kızdırdı, dedi. Bunun üzerine ona: Demek seni kızdırana iftira edeceksin Öyle mi?! dedim ve ondan bir daha rivayet etmemek üzere yemin ettim". Yine aynı şahısla ilgilij olarak Şu'be derdi ki:
"Ezberimde ondan dörtyüz hadîs vardır; vallahi size bunlardaı hiçbirini katiyen rivayet etmem.[246]
Öfkelendirdiğini ileri sürerek bir adama iftira etmek, adalet sıfatını yok eden bir sefâhettir; zîrâ bu râvîler en güzel ahlâk ile muttasıf kimselerdi. Onların tâlim ve terbiyede, eski, yeni, şarkta, ve garbtaki diğer bütün âlimlerden farklı, kendilerine hâs birtakım usûl ve metodları vardı. [247]
Hicrî VI. asırda İslâm, âlemi, talebu'î-hadîs için yapılan seyahatleri tavsatan yeni bir vakıa ile karşı karşıya kaldı. Bu asrın başlarında, îslâm memleketlerinde hadîs öğretmek için kurulan medreseler henüz yoktu. Talebeler hadîs öğrenmek için seyahatler yapıp, seferler tertip etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Fıkıh, mezhepleri, fıkhı görüşler, ve ictihadlar mevzuunda öğretim yapan ve ihtisas kazandıran medreseler, devlet mekanizmasına kadı ve. dindar adamlar yetiştirmek maksadıyle her yerde kuruluyordu.
VI. yüzyılda Dimeşk'te yaptırdığı Nuriye Medresesi ile adını ebedîleştiren Nureddin Mahmud b. Ebî Sa'îd Zengî (v. 569)'nin emriyle ilk dâru'l-hadîs inşa edilmiştir. "Târîhu Dimeşk" adlı eserin müellifi îbnu cAsâkir, bu medresenin hocalarındandı.[248]
Seneler sonra Kahire'de, Eyyûbî meliki el-Kâmil Nâsıruddîn'in emriyle bir dâru'l-hadîs yaptırıldı ve 622 târihinde tedrise açıldı. Bu medresenin ilk hocası, Ebu'l-Hattâb b. Dıhye'dir. [249]
Kâmiliye Medresesi'nin tesisinden dört yıl sonra 626 tarihindt Dimeşk'te Eşrefiye dâru'l-hadîsi kurulmuştur. îlk hocası Ebû Amr b es-Salâh'dır. [250]Burada îmâm Nevevî[251] de hocalık yapmıştır.
Dımeşk'te bunların dışında pek meşhur olmayan dâru'l-hadîslei de yapılmıştır. [252] Bütün bu dâru'l-hadîslerin tedris hayatı pek uzuı sürmedi; zira bu müesseseler, fıkıh ve ahkâm medreseleri gibi biı makam ve kadılık elde etmeye, halîfeler yanında iltifat ve îtiba kazan-j maya imkân hazırlamıyordu. Dâru'l-hadîsler -üstelik- diyar di dolaşarak hadis öğrenmeyi herşeye tercih eden muttekî hadîs talebe lerinin susuzluğunu gideremiyordu.[253]
Âlimler, hadîs toplamak için seyahat eden kimselerin bu mevzû-daki şevklerine bakarak onlara muhtelif adlar verdikleri gibi, kendi memleketlerinde veya komşu bölgelerde bulunan müderrislere de "resmî" unvanlar vermişlerdir. Bu unvanları, onların tabakalarını, derecelerini, hadîs tahammülü ve rivâyetindekİ usûllerini göstermek için, terceme-i hâllerinden bahsederken isimleriyle birlikte söylemeyi uygun görüyorlardı.
Birbirinden farklı olarak kullandıkları meşhur üç unvan şunlardır: müsnid, muhaddis ve hafız.
Miisnid, rivayet ettiği hadîse vukufu olsun veya olmasın, hadîsi senedi ile rivayet eden kimse demektir. [254]
Muhaddis,' müsnidden daha üstündür; zira muhaddis diye se-nedleri, illetleri, senedde adı geçen râvîîeri, isnâdm 'âlî ve nazil olanını bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, kütüb-i sİtte'yi Ahmed b. Han bel'in. Müsned'İni, Beyhakî'nin Sünen'ini, Taberânî'nin Mu'ce-m'ini ve ayrıca bin tane hadîs cüz'ünü dinlemiş olan kimseye denir.[255]
Hafız ise derece bakımından her ikisinden de üstündür. Hafızda şu hususiyetler aranır: Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünnetlerini bilmek, tarîklerine vâkıf olmak, isnâdlarmı birbirinden iyice tefrik etmek, hadîs mütehassıslarının sıhhatinde ittifak ettiği, ictihâd farkı yüzünden nâkillerinin durumunda ihtilâf ettiği sünnetleri ezberlemek. Hafız, hadîscilerin: gibi tâbirleri arasındaki farkı bilir; gibi ifadelerle
değişen rivayetleri birbirinden ayırır; [256] Bunları söyleyenin sahâbî veya tâbi'î oluşuna, râvîmn deyişine göre hükümlerin değişeceğini, hadîsi işittiğini kesin olarak isbât etmese dahî müdellisin bu tâbirlerle naklettiği rivayetlerin kabule şayan olduğunu bilir; hadîste geçen bir kelimenin icâbında vehim eseri ve fakat diğerlerinin sahîh olduğunu anlar; metinlere karışan ve bu sebeple o metnin bir parçası hâline gelen müdrec lâfızları tanır; sırf hadîs ilminin yardımiyle râvî-lerin durumuna dikkat eder. Zîrâ bu ilim nefsini sâdece ona vakfeden ve ona başka bir ilirn karıştırmayan kimselere nasîb olur. [257]
Hafızın en önemli hususiyeti, - âlimlerin söz ve tariflerinden anlaşıldığına göre - tabaka tabaka, ama her tabakada bildikleri bilmediklerinden fazla olmak şartıyle şeyhlerini, şeyhlerinin de şeyhlerini tanımış olmasıdır. [258] Birçok hadîs münekkidi, hafızlarda aranan şartlar pek zor olduğu için, bu adı alan zevatın her devirde ve her yerde pek az olduğu ve hatta "bulunmasına imkân olmadığı[259] kanâatmtmdadır.
Mutlak olarak hafız denince, hadîs İlmİndeki hafız kasdedilmiş olur. Bir Kur'ân-ı Kerîm kâri'i çıkıp da: falan hafız bana Kur'ân öğretti; yahut bir nahivci: beni falan hafız yetiştirdi, demez.[260]
Hafızlarla ilgili olarak halkın ağzında dolaşan birçok mübalağalı söz vardır: Ahmcd b. Hanbel vefat ettiği gün kitapları sayılmış, oniki yüktü ttuğu görülmüş, bu kitaplarda"
diye başlayan ne kadar hadîs varsa, Ahmed b. Hanbel hepsini de ezbere biliyormuş. [261] Yahya b. Mn(îr[262] diyor ki; "Bu altıyüzbin hadîsi kendi elimle yazdım. [263] Bunda şaşılacak bir taraf yoktur; zîrâ Yahya vefât ettiği zaman içi kitap dolu 114 kitap dolabı bırakmıştı. [264]tbnu 'Ukde'nin[265] durumu daha az enteresan değildir. Onun hafız olduğu ve dört kardeşe ezbere dörtyüzbin hadîs yazdırdığı söylenmektedir; ezberinde daha başka hadîsler bulunması da muhtemeldir. Bu dört kardeşten biri olan Abdullah el-Kâdisî diyor ki; "Dört kardeşimle birlikte senelerce Kûfe'de kalarak İbnu 'Ukde'den hadîs yazdık. Ayrılmak istediğimizde ona veda etmeye gitmiştik, bize şöyle dedi: İşittiklerinizle yetinip kaldınız; ben en az hadîs dinlediğim şeyhten yüzbin hadîs almişımdır/Abdullah el-Kâdisî diyor ki: Ey şeyh, dedim, biz dört kardeşiz, herbirimiz senden yüzer bin hadîs yazdık".[266]
Bu hafızlardan herhangi birine nisbet edilerek eliyle yazdığı veya talebelerine yazdırdığı söylenen muazzam hadîsler, ekseriya onların ezberinde bulunuyordu. Ebû Züras [267]diyor ki: "Evimizde yazılmış olarak ne kadar yazı mevcutsa, hepsi de czbcrimdcdir. [268]Şacbî de mevzuda şunları söylemektedir:
"Bugüne kadar herhangi bir yere ne kaydetmişsem, biri bana hadîs olarak ne rivayet etmişse, hepsim ezberlemîşimdir. [269]
Bâzı hafızlar hadîsleri ezberleyebilmek içm önce yazar, iyice ezberleyince de buna güvenir kalırım endişesiyle yazdığı şeyleri imha eder veya makasla doğrardı. Böyle yapanlar arasında Sufyânu's-Sevrî[270] Âsim b. Damre [271] ve Hâlidu'l-Hazzâ' [272] bulunmaktadır. Halk arasında şu söz pek yaygındır: timi kâğıtlara terketmek ne fenadır!
Bazı âlimler, bir muhaddisin "hafız" adım alabilmek için ne kadar hadîs ezberlemiş olması gerektiğini tahdîd etmek istemişlerdir. Hâkim[273] el-medhaî adlı kitabında diyor ki:
"Bir kimsenin hafız olabilmesi için beşyüzbin hadîsi ezbere bilmesi lâzımdır. [274] Başkaları hâfızm ezberindeki hadîslerin yirmibinden az olmaması gerektiğini söylemişlerdir. Fakat Fethuddîn b. Seyyidi'n-nâs[275] bu ölçülerin nisbî olduğunu, her devrin kendisine göre bir ıstılahı ve tahdîdi bulunduğunu ileri sürerek diyor ki:
"Bâzı selef âlimlerinden nakledilen yirmibin hadis yazmayan kimseyi muhaddis saymazdık, şeklindeki beyân, kendi zamanlarına göre söylenmiş bir sözdür. [276]
Ezberlenmesi şart koşulan hadîs sayısı on binler ile yüz binler arasında değişiyorsa,[277] ki bu fark hakîkaten pek büyüktür o zaman bunun belli bir îzâhı vardır. Şöyle ki: yüz binler sözüyle merfu1, mevkuf ve maktu bütün hadîsler kasdedilmektedir. Ahmed b. Hanbel'in: Ebû Zür'a yediyüzbin hadîsi ezbere bnirdi, şeklindeki sözünü Bey-hakî1 tefsir ederek "bununla sahih hadîsleri, sahabe ve tabiîn sözlerini kasdetmiştir" diyor. [278] Şu hâle göre bu rakama sahîh olan ve olmayan rivayetler de dâhildir. Buhârî diyor ki: "Ezberimde yüzbin sahîh, ikiyiizbin de sahîh olmayan hadîs vardır[279] Muhaddisler, ezbere bilinen hadîsleri on binler sözüyle ifade edince de, sâdece merfû' sahîh hadîsleri kasdetmiş olmalıdırlar.
Müttekî hafızlar, halkın kendileri hakkında yaydığı mübalağalı sözlerden hiç de hoşnut değillerdi. Ellerinden gelse buna hiç meydan vermeyeceklerdi; zira yanlarında bir hadîs bulunacak olsa onu tahrîc veya rivayet edene kadar halk peşlerini bırakmıyordu. [280]Onlar ytiz binlerce hadîs yazmış veya ezberlemişlerse, bunun ancak on binler-cesini rivayet ediyorlardı. Kendilerini - bütün bunlardan başka - sadece çok hadîs rivayet etmeye değil, ilimde derinleşmeyej fehm ve dirayet kazanmaya mecbur hissediyorlardı. [281]
Hadîs âlimlerinin - bilhassa ilk zamanlar - hadîsi kendi lâfzı ve metniyle rivayet etmek hususunda ne derece titizlik gösterdiklerini, hattâ vâv yerine fâ kullanılmasına dahî göz yummadıklarını öğrendiğimiz zaman, onları daha çok tebcil ederiz. Hadîsi edâ (rivayet) eden kimsenin, onu hiçbir değişiklik yapmadan, fazla ve noksan söylemeden, aynen şeyhinden aldığı lâfızla rivayet etmesini şart koşuyorlardı. Bunu da Rasûlullâh (s.a.v.)'ın sözünden çıkarıyorlardı kimsenin yüzünü Allah Taâla ak etsin. Kendine hadîs nakledilen niceleri vardır ki, onu duyandan daha mükemmel muhafaza eder.[282] Bu titizliği ayrıca Rasûlullâh (s.a.v.)'ın kendi lâzfma son derece îtina edilmesi hususunda ashabına Öğrettiği şu hareketten arılıyorlardı. Hz. Peygamber, Berâ' b. 'Âzib'e öğrettiği, yatağa yatarken okunacak duayı tekrarlattığı zaman Berâ'aynen bellediği gibi okudu; yalnız " yerine dedi. Hz. Peygamber derhâl
eliyle kendini göstererek diye tashih etti. [283] Ashâb-ı kiram ekserisi lâfızla rivayet üzerinde bu yüzden çok durmuştur. As-hâb-ı kiram'dan birine: Sen de falan, falan şahıslar gibi neden rivayet etmiyorsun? diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Onların duyduğunu ben de duydum; ben de onlar gibi Rasûlullâh (s.a.v.)'ın huzurunda bulundum. Fakat şimdilik buna zaruret yoktur. Halk işi sıkı tutmaktadır. Bu işi benim yerime yapanlar vardır. Rasûlullâh (s.a.v.)'ın hadîslerinde bir ilâve ve noksan yapmaktan çekmiyorum. [284]
Bu anlayış içinde bazı sahâbîler, râvîlerden duydukları hadîsler-deki takdîmte'hîri veya bir kelimenin yerine eş manâlısını koymak suretiyle yapılan değişikliği tashih etmeye başlamışlardır. b. 'Umeyr, münafığın durumu iki ayrı sürü arasında idip gelen bir koyun gibidir mealindeki hadîsini okurken Îbnu Ömer müdâhale ederek, şöyle dedi: Vah size vah! Rasûlullâh (s.a.v.)'in söylemediği bir sözü ona nisbet etmeyiniz. O böyle değil demişti.[285] Yine îbnu Ömer, İslâm'ın beş esası hadîsini okuyan birinin, onun bizzat Rasûl-i Ekrem'den dinlediğine muhalif olarak hadîsi takdîm te'hîrli okuduğunu görünce: "Rasûlullâh (s.a.v.)'m ağzından duyduğun gibi Ramazan Orucunu son olarak söyle!" demişti. [286]
Tâbi'în ve tebe-i tâbi'în devrinde, bâzılarının mânâ ile rivayet etmekte bir beis görmemesine rağmen, birçok râvîler Rasûlullâh (s.a.v.)'ın hadîsini lâfzı ve metni ile rivayet etmekte idiler. îbnu (Avn diyor ki:
"Rivayet esnasında harfler üzerinde dahî titizlik gösteren üç muhaddis ile manen rivayete cevaz veren diğer üç muhaddisi görüp tanıştım. Mânâ ile rivayete müsâade edenler Hasenu'l-Basrî, Şacbî ve îbrâhîm en-Neha'î idi. Harflere dahî dikkat eden muhaddisler ise Kasım b. Muhammed, Recâ3 b. Hayve ve Muhammed h, Şîrîn idi. [287]
A'meş, rivayet sırasında harflere dahî dikkat eden hadîseilerden bahisle, onların bu titizliğine karşı duyduğu minneti ifâde ederek der ki: "Hadîs ilmi vaktiyle öyle insanların elinde bulunuyordu ki, onlar hadîse bir vâv, bir elif, bir dâl ilâve etmektense, gökten yüzü-koyun yere düşmeyi tercih ederlerdi. Bugün öyle râvîler var ki, en değersiz bir meselede dahî yemin etmekten çekinmiyor. [288]
Bu müttekî râvîlerin, Hz. Peygamber'in lâfzı idi diyerek hadîsler üzerinde böylesine titremelerine şaşmamak lâzımdır[289]. Yine onların râvî [290] dedi; yahut dedi diye şüphelerini [291]çık açık söylemelerine de hayret etmemelidir. Râvîlere göre bu iş, üzerinde daha fazla titizlik ve dikkat göstermeye lâyık bir iştir. Bâzıları lâhin değişikliği yapmaya lüzum görmüyordu; râvî ister sahâbî, ister tâbi'î olsun sözünü olduğu gibi muhafaza ediyordu; zîrâ hadîseiler onu böyle rivayet etmişlerdi. Bu hâle göre yerme[292] demekte yerine demekte[293] "ıîIiIp" yerine demekte[294] bir beis yoktur. Bu sebeple îbııu Sîrîn'in, "râvîler gibi lâhin yaptığı" nakledilmektedir. [295] îmâm Ebû'Ubeyd, lâhni olduğu gibi bırakma vakıasını şu sözlerle îzâh etmektedir:
"Hadîscilerin bir dili, arap dili mütehassıslarının da ayrı bir dili vardır. Arap dili mütchassıslarınınki kaideye daha uygundur; fakat semâ dolayısıyle hadîscilerin diline uymak zarureti vardır. [296]
Daha sonra âlimler lâhni, mânâyı bozan ve bozmayan olmak üzere ikiye ayırdılar ve mânâyı bozan lâhni mutlaka değiştirmek îcâb ettiğini belirttiler. [297] Eğer hadîsin râvîsi i'râua riâyet etmemişse, hadîsi tashih ederek doğrusunu bulmak gerektiğini söylediler. [298]
Hadîsin mânâ ile rivayetinde bir mahzur görmeyenler, bunun için birıakım şartlar ileri sürdüler. Buna göre râvînin sarf, nahiv ve lügat ilimlerini bilmesi, lâfızların delâlet ettiği mânayı ve maksadı anlaması, lâfızlar arasındaki mânâ farkına vâkıf olması ve hadîsi lâhinsiz olarak rivayet etmesi lâzım gelmektedir; zîrâ Rasûlullah (s.a.v.), arapça konuşanların en fasihidir. Rasûl-i Ekrem'in yapması muhal olan lâhni, sanki o söylemiş gibi hadîs râvisinin îcâd etmesi de bir yalandır. Asma'î diyor ki:
"Râvî için en çok korkulacak şev, arapçayı bilmeyişi yüzünden
Benim söylemediğim bir sözü bile bile bana kim isnâd ederse cehennemdeki yerine hazırlansın,) hadîsinin şümulüne girmesidir. Zîrâ Hz, Paygamber (s.a.v.) lâhin yapmazdı. Eğer ondan hadîs rivayet ederken lâhin yaparsan ona yalan söylemiş olursun.[299]
Arap dili ilimleri pek çeşitlidir. Onları anlamak, lâfızlar ve lâfızların delâlet ettiği mânâlar arasındaki ince farkları kavramak imkânsız denecek kadar güçdür. Bu sebeple bâzı âlimler, sahabe dışında kalan râvîlerİn hadisleri mânâ ile rivayet etmesine müsâade etmemişlerdir. Zîrâ ashâb-ı kiramın "mayası arap olarak yoğurulmuş, arapçaya istidatlı olarak yaratılmışlardır". Kadı Ebû Bekir b. el-'Arabî[300] der ki: "Bu ihtilâf ancak sahabe asrı ve ashâb-ı kiram hakkında bahis mevzuu olabilir. Onların dışında kalan hiçbir kimsenin -mânâyı ifâde etse dahî - lâfzı bırakarak mânâ ile rivayeti caiz değildir. Eğer herkesin mânâ ile rivayetine izin verecek olsak, o zaman hadîslere katiyen güvenemeyiz; zîrâ zamanımıza kadar birşeyler rivayet etmiş olan şahıslar, nakl ettikleri haberi değiştirerek bir harfin yerine münâsip gördükleri başka bir harfi koysalardı, rivayetler büsbütün değiştirilmiş, tahrif edilmiş olurdu".
"Ashâb-ı kiram böyle değildiler; zîrâ onlarda iki büyük hususiyet vardı; biri fesahat ve belagattı; çünkü onların mayası arap olarak yoğrulmuş, arapçaya isti'dath olarak yaratılmışlardır. İkincisi de onların Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in sözünü duyup, yaptığını görmüş olmalarıydı. İşte bu müşahede, sahabeye mânâyı tam olarak kavrama ve maksadı kamilen anlama imkânını kazandırmıştır. Haber veren, onu gözüyle gören gibi-olamaz. Görme;, misin ki, onlar, lâfzını söylemeden her hâdise hakkında Rasüluliah (s.;ı.y.) şunu emn Rasûlullah (s.a.v.) şunu yasak etti" deyip dururlar. Onların bu kalıil sözleri, güvenilir bir haber ve sağlam "bir nakil olarak kabul edilmiştir. İnsaflı bir kimse bunun böyle olduğundan şüphe edemez. [301]
Manâ ile rivâyei meselesinde İmâm Mâlik vasat bir yol tutmuştur. Şöylr ki: Rasûlull.ıh (s.a.v.)'dan merfı olarak rivayet edilmeyen haberlerde manen rivayeti câîz görmüş, merfû1 hadîslerde ise buna katiyen cevaz vermemiştir. Hatta Beyhakî'nin Medhal'inde naklettiğine göre takva ve ihtiyâtkârliğı sebebiyle - Rasûlullah'ın hadislerinde bâ, yâ ve tâ harflerinin değişmesine dahî göz yummazdı.[302]
İbnu's-Salâh ise, merfû olsun veya olmasın, hadîsin mânâ ile rivayeti üzerinde böyle sıkı davranmaya zaruret olmadığı kanaatın-dadır. Ona göre merfû olan veya olmayan rivayetleri mânâ ile nakledebilmek için arapçayı iyi bilmek, zikredildiği şekilde bu lisâna fevkalâde hâkim olma kudretini kazanmak şarttır. Görüşlerini îzâh ederek Îbnu's-Salâh diyor kî: "Bâzıları Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hadîslerinin mânâ ile rivayetini men' etti; fakat diğer rivayetlerde buna cevaz verdi. Halbuki en doğrusu, şayet râvî bahsedildiği şekilde âlimse, kendine ulaşan lâfzın mânâsım ifadeye muktedirse, böyle bir tefsir yapmadan mânâ ile rivayeti kabul etmektir. Zîrâ sahâbe-i kiram da, selef-î sâlİhîn de böyle yapmıştır. Onlar çoğu zaman ifâde edilmesi gereken bir mânâyı, çeşitli lâfızlarla naklederlerdi. Bu da onların lâfza değil, mânâya ehemmiyet vermeleri yüzündendi. Sonra bu ihtilâf - bildiğimize göre - kitaplardaki nakiller hakkında da bahis mevzuu olmamıştır. Lâfızları olduğu gibi zabtederek korumak çok güç ve zahmetli olduğu için mânâ ile rivayete müsâade edilmiştir, diye kimse kalkıp da herhangi bir müellifin eserindeki bir lâfzı, o mânâya gelen bir başka lâfızla değiştirecek de değildir. Şimdiye kadar böyle birşey yapılmamıştır. [303]
Mânâ ile rivayet edilen nakillerde ihtiyat ve dikkati gösteren bâzı ifâdelerin de bulunması lüzumludur. Rivâyetindeki bir lâfızda şüphelendiği zaman râvînin hemen demesi îcâb eder. [304]
Hâvilerin ekserisi hadîsi bütün lâfızlarıyla birlikte tam olarak rivayet etmek için büyük gayret sarfederler; bu suretle Rasûlullah (s.a. v.)'ın lâfızlarına bir nevî itina edilmiş olduğunu hesap ederler. Yalmz bazı âlimler hadîslerin ihtisar edilmesi mevzuunda müsamahakâr davranarak hadîsin bir kısmını hazfetmişler, parçalamışlar ve böylece onu muhtelif münâsebetlerle ayrı ayrı rivayet etmişlerdir; nitekim Buhâri de Sahîh'inde böyle yapmıştır. Hadîs imamları Buhârî'nin bu hareketinde tenkıd edilecek bir taraf görmemişlerdir; çünkü onla Buhârî'nin bu mevzuda tesâhül göstermediğini, haberi bir başka rivayette bütünüyle birlikte rivayet ettiğini hesaba katıyorlardı. Bu yüzden muhaddisler, teblîğ edilmesi gereken şeyi gizlemek durumuna düşmemek için, bir başka tarîkle tam rivayet edilmedikçe, hadîsin ihtisarına müsâade etmemişlerdir.[305]
Hadîsin rivayetinde (edasında) gösterilen bu müsamaha, onun râvîden ilk alınışı (tahammülü) esnasında gösterilen müsamahanın tabiî bir netîcesidir. Bâzı imamların mânâ ile rivayeti mübâh gördüğünü veya hadîsin ihüsâr edilmesine ve bölünmesine izin verdiğini müşahede eden birçok âlimler de, hadîsin semâ(a hiç benzemeyen yeni bir takım yollarla tahammül edilmesine cevaz vermişlerdir. Onların bu cevazı - islâm âlimlerinin ekserisine (cumhura) göre fena bir tutum ve mes'uliyetli bir iş değildir.
Talebu'l-hadîs için yapılan bu seyahatler gittikçe azalmaya başladı. Seyyahlar da bizzat şeyh ile görüşerek onun- ağzından hadîs almaz oldular. Gerçi şimdi de büyük bir imâmın yanma gitmek için uzun yollar katediyorlar; fakat oraya varınca şeyhe zettîkleri bir kitapla veya şeyhin onlara verdiği icazetle yahut rivayetine müsâade ederek kendilerine verdiği hadîs cüz'leri ile iktifa ediyorlardı. Kendine müracaat edilen îmâm da taliplere rivayet ettiği hadîsleri bildiriyor veya yazdığı bâzı haberleri vasıyyet ediyordu. Hadîs talipleri, sanki Şeyh kendilerine gayet açık ve net ifâdelerle icazet vermişcesine bu haberleri topluyorlar ve gayet rahatlıkla rivayet ediyorlardı. Hatta daha sonraki hadîscüer, sahibleriyle görüşsünler, görüşmesinler, kitaplarda ve yazma eserlerde buldukları herşeyi rivayet etme hakkına sahip olduktan itibaren seyahate ve bir süre zahmetlere katlanmaya hacet görmediler.
Semâ îslâmm ilk yıllarında da olduğu gibi - hadîs tahammülü ve rivayeti için yegâne yol olarak değil, hadîs münekkidlerİnin ortaya koyduğu sekiz yoldan biri olarak kabul edildi.
Bundan sonraki fasılda bu sekiz yolu inceliyecek, ıstılahlarını tetkîk edip aralarındaki farkı göstereceğiz. Böylece okuyucu ilk devrin muhaddisleriyle karşı karşıya gelmiş olacaktır. O halde kalb buna hazırlansın, kulak dikkat kesilsin; zîrâ şiir ve mûsikî dili gibi insanı coşturmasa bile, bu âlimlerin de kendilerine hâs dilleri vardır. Bu dil, tenkîd ve tahlîl ilminin apayrı dili olarak derin muhtevası ile insanı hayran bırakır.[306]
Hadîs talipleri ilk çağlardaki râvîlerin yaptığı gibi - hadîsleri doğrudan doğruya şeyhin ağzından duyarak elde etme usûlünü zamanla bırakarak kirâet, icâzet,-münâvele. mükâtebe, i'Iâm, vasıyyet ve vicâdet yollarıyla hadîs almaya başladılar. Semâ1 ile birlikte bu yedi usûl, muhaddİslerin tahammulu'l-hadîs için kullandıkları sekiz rivayet Şeklini meydana getirir.[307]
Semâ'ın tahammulu'l-hadîs çeşitlerinin en yükseği ve en kuvvetlisi olduğunu bir defa daha söylemenin fazla olacağı kanaatindeyim. Yalnız burada sema'a, muhaddİslerin tarif ve ıstılahlarım da dikkate alarak husûsî bir surette bakmamız gerekmektedir. Buna göre semâ, talibin, şeyhin sözünü işitmesi demektir. Şeyh ister ona okuduğu bir kitaptan veya ezberinden rivayet etsin, isterse imlâ ettirsin veya ettirmesin durum aynıdır. [308]
Râvînin söylediği: gibi tâbirlerin arapçada tahdîs (rivayet) mânâsına geldiği bilinmekte-dır. Bu tâbirler lügat âlimlerine göre falanın, (falanı işittim) dediğini duydum" mânâsında kullanılmaktadır. Hemen hemen muhaddİslerin çoğu, ıstılah bakımından Arap dili mütehassıslarına tabî oldular; öyle ki, yukarıda zikredilen tâbirler arasında bir fark görmeyerek hepsini aynı mânâda kullanmaya başladılar. İlk devir hadîseilerinin biı çoğundan rivayet edildiğine göre Fonlar, "rivayet ettikleri hadîsleri ekseriya sözüyle nakletmişlei ve hemen hemen tâbirini kullanmamışlardır. [309]Ahmed Hanbel'e bir adam gelerek demişti ki: Ey Ebû Abdillâh, Abdurrezj zâk[310] demezdi de derdi. Ahmed b. Hanbel şu karşılığı vermişti; aynıdır. [311] Mütekaddimîn âlimle-" rinin lügat bakımından tahdîs mânâsına gelen diğer lâfızlara tercih etmelerinin sebebi, onun çok yaygın olması ve çok kullanılmasıdır. [312] Bâzan 'mn istimali diğer tâbirlerden daha geniş ve[313] şümullü olmuştur. Nu'aym b. Hammâd[314]diyor ki: îbnu Müb'ı-rek6îin dediğim hiç duymadım; herhalde'yi daha şümullü sayıyordu. [315]
Bütün bu tâbirlerin tahdîs ve semâ'ı ifâde etmekte müsâvî olduğuna göre, Kâdî Iyâz[316]'m lügat âlimlerinin kanâatına iştirak etmesinde bir mahzur yoktur. Kâdî 'Iyaz semâ1 şeyhin lâfzından veya bir kitaptan olduğu zaman- hadîsi duyan kimsenin falan bize zikretti), bize dedi) lâfızlarından birini söylemesinde bir beis görmemektedir.[317]
Ne var ki hadis münekkidleri her türlü karışıklığı ve mübhemliği ortadan kaldırmayı isterler. Bu sebeple derler ki: Semâ'ın keyfiyetini tâyin etmek lâzımdır, şeyhin ağzından duyulan rivayet için denir. Şayet râvî haberi şeyhe bizzat okumuşsa bunu ifâde etmek üzere der. Eğer bir başkası şeyhe okumuş da o dinlemişse, bunu göstermek üzere de der. [318]
Âlimlerin ekserisi lâfzını diğer tâbirlerin hepsinden üstün tutmaktadır; zira hiçbir râvî icazet ve kitabet yoluyla aldığı bir hadîs, işitmediği bir haber, yaptığı bîr tedlîs hakkında bu tâbiri hemen hemen kullanmamıştır, işte bu sebeple lâfzı, talebu'l-hadîsin diğer tâbirlerinden üstün tutulmuştur. [319] Derece itibariyle 'den sonra daha sonra da lâfızları gelir. [320] Tabİ'î ki müfred ve cemî durumlarını tefrik etmek icâb eder. Bu hususta imâm Mâlik[321]'in arkadaşlarından Abdullah b. Vehb. [322]der ki: "Bu lâfızlar dört tanedir: sözüyle bir âlîmden yalnız başıma duyduğum rivayeti, lafzıyla ondan, bir cemâatle beraber duyduğum, rivayeti, sözüyle muhaddise bizzat okuduğum rivayeti, tabiriyle de ben dinlerken muhaddise okunan rivayeti kastederim. [323]
Tahdîs ve ihbar lâfızlarından sonra tâbirleri gelir. Ama bunlar nâdir kullanılan tâbirlerdir. [324]Aslında bütün tâbirleri birbirinden ayıran niyettir. [325] Bu yüzden muhaddisler râvîlere karşı pek çetin davranmışlar, veya demedikçe onların hadîslerini kabul etmemişlerdir. [326]
Hafız Ibnu Kesîr (v. 774-)'e göre bu tâbirlerin en üstünü sözüdür; zîrâ veya diyen râvînin, rivayet edeceği haberi dinlerken büyük bir topluluğun arasında bulunması ve şeyhin maksadını iyice [327]anlamaması ihtimali mevcuttur. Binâenaleyh şeyhin maksadım tam olarak belirten siğa müfred sîğasıdır lâfzı, duyulmayan bir rivayeti tedlîs ederken kullanıldığı için, muhaddisin demesi, lâfzını kullanarak demesinden daha üstündür. [328] Müteahhİrîn şâirlerinden biri şu beytiyle bunu dikkate almıştır:
Senin güzel bir sözün ve parlak bir ifâden bana ulaştı. Fakîhin demesi arasında bir fark vardır. [329]
Scrnâ'ı ifâde ederken râvînin demesi caizdir; her ne kadar bu tâbirler müzâkere yoluyla elde edilen semâ'a daha çok benziyorsa da, râvî ile şeyh arasında bir inkitâ( bulunmadığını göstermesi bakımından gibidir. [330]
Bütün bu tâbirlerin en zayıfı, denmeden söylenen ve lâfızlarıdır; zîrâ bunda tedlîs şaibesi vardır. Bu duruma Hammâcl şu sözleriyle işaret ediyor: "Eyyub[331]'dan duymadığım bir hadîsi rivayet ederken diyerek onu Eyyûb'dan duyduğumu zannettirmekten nefret ederim.[332] Şube b. eI-Haccâca'[333] şu sözü daha sert ve ağırdır. Şube der ki: "Kendinden bizzat hadîs duymadığım biri hakkında demektense zina etmeyi tercih ederim. [334]
Şunu tekrar edelim ki, lisân âlimlerine göre bütün bu lâfızlar tahdîs karşılığıdır; aslında bunlar demek gibidir. Bunun hadîs münekkidleri arasındaki ihtilâfa yol açan tarafı, örf ve âdet bakımından farklı istimal edilmesidir. [335]
Kırâcti târîf etmeye lüzum voktur. Bu tâbirin, talibin şeyhe ezbere veya bir kitaba bakmak suretiyle okuması (kırâet etmesi) sözünden alındığı aşikârdır. [336] Talibin, kirâetini, tahammulu'l-hadîsin bu yoluyla şeyhine arz etmesine bakarak birçok muhaddisler kirâete arz adını da vermişlerdi[337]
Tilmiz, hadîn ezberinden veya elinde bulunan bir kitapdan okumuyorsa, şu hâle göre bir başkasını şeyhe okurken dinliyor demektir. Bu durumda şeyhin, kendine okunan rivayetleri ezbere bilmesi lâzımdır; yahut da bu rivayetleri diğer sika ve zabıt tilmizlerin ellerinde veya en azından birinin elinde bulunan asıl nüsha ile karşılaştırılmak icab ettiğinde, bu sahih asılla onların aynı olduğundan tamamen emîn olması gereki. [338]
Kitaptan okumak daha makbuldür; zira kitap ile yapılacak olan karşılaştırma, ezberdekine nisbetle daha sağlam ve emniyetlidir.
Hafız Ibnu Hacer[339] bu sebeple der ki: "Elde tutmayı, tahammuîu'l-hadîsin bütün çeşitlerinde ezbere tercih etmek lâzımdır. Zîrâ ezber aldatıcıdır. [340] İbnu Hacer, bu cümledeki "elde tutmak" ifadesiyle yazılı metni elde bulundurmayı kasdettiğini söylemeye lüzum görmemiştir.
Kirâct'in senıâ'dan sonra ikinci derecede bulunduğu görüşü vavgındır[341] fakat bâzıları ikisinin müsâvî olduğu kanâatındadır. [342]Bu ikinci görüş sahipleri, şeyhin huzurunda hadîs okuyan talibin, onu başkasına nakletmek istediği zaman sözüyle şeyhe okuduğunu ifâde etmeden sadece lâfzıylc rivayet etmesinde mahzur görmezler. [343] Bâzı muhaddisîer de daha ileri giderek kırâet tâbirini semâ'a tercih etmişlerdir. [344]
Âlimlerct muteber olan kanâate göre eğer talip şeyhe bizzat oku-muşsa hadîsi rivayet ederken demesi lâzımdır. Eğer başkası okumuşsa demesi gerekir. Hadîscilcrin birçoğu rivayet sırasında tilmizin mutlaka sözünü ekleyerek veya yahut da demesini uygun görmüşlerdir; zîrâ sözünü ilâve etmediği takdirde, tahammülü[345]-hadîsin en yükseği olduğunda şüphe edilmeyen semâ'm vuku bulduğu anlaşılabilir1. lâfızlarının mutlak olarak semâ1 mânâsına gelen ıstılâhî birer tâbir olduğunu henüz unutmuş değiliz.[346]
Semâda talibin, şeyhin sözlerini duyduğunu, kırâet'de ise okuduğunu, şeyhine arzettiğini görmüştük. Her iki şekilde de ağızdan duyarak veya sahîh bir tarzda naklederek muttasıl isnâdla rivayet mevcuttur, icazette ise bunların hiçbiri yoktur. Zîrâ icazet, şeyhin tilmizine duyduklarini veya kitaplarını rivayet etmesine İzin vermesinden ibarettir. Tilmiz şeyhten bîrşey dinlemese veya ona birşey okumasa dahî bu böyledir. îşte ibnu.Hazm da icazete bu yüzden itiraz etmekte ve onu "caiz olmayan bir bîd'at" olarak görmektedir. Bâzıları icazete aşırı şekilde muhalefet ederek derler ki: "Bir kimse
başka bir şahsa Benden duymadığın şeyleri benden duymuş gibi rivayet etmene icazet veriyorum.) demekle sanki ona: benim hakkımda yalan söylemene icazet veriyorum, demiş gibi olur; zîrâ dîn, duyulmayan bir şeyi rivayet etmeyi mübâh saymaz. [347]
Bu da aşırılıktır; çünkü icazetin bu kadar zayıf olmayan bâzı şekilleri de vardır. Nitekim icazetin âlimlerin büyük ekseriyeti tarafından tereddütsüz kabul edilen çeşitlerinden biri de: [348]
Muayyen bir şahsa veya şahıslara, muayyen bir kitabı veya kitapları rivayet etmek üzere verilen icazettir; buna göre şeyh şöyle der: Sana veya size yahut (ismini ve hususiyetlerini söyleyerek) falana, Sahîh-i Müslim'i veya Sunenu Ebî Davud'u yahut Kütüb-i sitte'yi veyahutta şunlardan ibaret olan bütün müdevvenâ-tımı rivayet etmek üzere icazet verdim.
Birçokları işi daha geniş tutarak nıurayyen bir şahsa veya şahıslara, belli olmayan bîr şeyi rivayet etmek üzere verilen icazeti makbul saymaktadırlar. Buna göre şeyh meselâ: Sana veya size veya falana bütün duyduklarımı veya mervivyâtımi rivayet etmek üzere icazet verdim, diyebilir veya buna benzer mübhem bir ifâde ile icazet verebilir, icazetin bu şeklinin kabulü, icazet anlayışının genişliğine bağlıdır.
Bilinmeyen bir şahsın, yine kendisi gibi bilinmeyen bir kimseye verdiği icazet, ittifakla bâtıl sayılmıştır. Bir de umûmî icazet vardır. Buna göre şeyh şöyle söyliyebilir: Şunu rivayet etmek üzere bütün insanlara) veya müslümanlara) veya hâlen yaşamakta olanlara) veya muasırlarıma) veya lâilâhe illallah diyen herkese) yahut dileyene) veyahut ( o falanın dilediği kimseye) icâaet verdim. Her ne kadar-icazeti bu türlüsüne bazıları cevaz vermişse de, şüphesiz bu katiyen makbul değildir.
icazet veren şeyhin, talibin önünde bunu açıkça söylemesi lâzımdır. Eğer sözüyle ifâde etmeden yazarak icazet verirse, müteşeddid âlimlerce bu icazet muteber sayılmaz; fakat bu mevzuda en doğru hareket tarzı yazmak ile söylemeyi müsâvî tutmaktır.
En makbul şekilleriyle de olsa icazet, semâ bir tarafa, kİrâet seviyesinde bile değildir; tahammulu'l-hadîs dereceleri arasında kırâet'ten sonra Üçüncü sırayı alır.[349]
Şeyhin, kendinden nakil ve rivayet etmesi için talebesine bir kitap veya yazılı bir hadîs vermesine münâvele denmektedir. Münâvele'nin kuvvet ve zayıflık bakımından birbirinden farklı birkaç çeşidi vardır. En yüksek ve en kuvvetli şekli de, şeyhin talebesine kitabı veya yazılı hadîsi verirken: bunu sana temlik ediyor, rivâyetine de icazet veriyorum; bunu benden al ve rivayet et, demcsidir.[350] Münâvele'nin bu türlüsüne icazetli münâvele7denir. Bâzıları mübalağa ederek bu şeklin semâ'dan üstün olduğunu söylemekte ve "zîrâ- şeyhin rivayetine izin verdiği kitabına olan güven ve itimat, ORtian duyulan rivayete olan itimattan daha üstün ve sağlamdır; çünkü duyan da, dinleyen de yanılabilir' demektedir; fakat İmâm Ncvevî: "Doğrusu şudur ki, münâvele hem semâ'dan, hem de kırâet'ten aşağı seviyededir" [351] demek suretiyle meseleyi kökünden halletmektedir.
Şeyhin talebesine: "bu kitabı al, istinsah ve mukabele ettikten sonra geri bana ver" demesi icazetli münâvele seviyesine yakındır.
Bu iki nev'in dûnunda olan bir başka usûl de, talibin şeyhinden dinlediği bir kitabı ona takdim etmesi, şeyhin de bu kitabı alıp mütalaa ettikten sonra Bunu benden rivayet et!" demesidir.
Bütün bu şekillerin şüphesiz dûnunda olan münâvele de, lale benin münâvele arzftsuyîe şeyhine bir kitap vermesi, şeyhin de kitaba bakmadan veya mütalaa edip kendi nüshasıylc karşılaştırmadan talebesinin arzusunu yerine getirmesidir.[352]
Hadîs aLnak üzere gelen veya orada bulunmayan bir şahıs irin şeyhin bâzı hadîslerini bizzat yazarak veya yazdırarak vermesi veya göndermesidir".[353] Şeyh hadîs yazarken yanında, bulunarak onun yazısını veya şeyhin yanındaki kâtibin yazısını gören bir kimse bu hadislerden katiyen şüphe etmez. Şeyhin yarımda bulunmayan kimseye gönderilen hadîslerden ilk anda şüphelenmek mümkün ise de bu doğru değildir; zîrâ kendine mektup gönderilen şalısın, bu yazının şeyhin veya kâtibinin yazısı olduğuna inanması için mektubu götüren kimsenin güvenilir biri olması kâfidir. [354] Şu hâle göre kâtibin ve mektubu götüren kimselerin sika ve âdil olması şarttır.
Bâzıları bu mevzuda pek sıkı davranarak "kitabetsin "icâzet li olmasını şart koşmuşlardır; fakat bu lüzumsuz bir aşırılıktır; zîrâ büyük râvîler icâzetsiz kitabet usulüyle hadîs alıp rivayet etmişlerdir, îşte Buhârî, SahüVinin bölümünde, Muhammed b. Beşşâr'a mektup yazıp ondan hadîs alarak rivayet ettiğini söylüyor[355] İşte Müslim, Sahîh'inde diyor ki: "Câbir ibn-i Scmure'ye, Rasûlullah (s.a.v.j'dan duyduğun falan meseleyi bana »haber ver, diye mektup yazarak kölemNâfi1 ile gönderdim. O da cevaben bana şöyle yazdı: Eslemî'nin recm edildiği cum'a günü akşam Rasûlullah (s.a.v.Vdan duydum kiilh. [356]
tcâzetli kitâbet'in yalnız kitabet'ten daha kuvvetli olduğu muhakkaktır; hatta bâzıları icazetli kitâbet'i semâ'a tercih etmeye kalkmıştır. [357]
Kitabet usulüyle hadîs rivayet eden kimsenin mutlak olarak demekten sakınması uygun olur;
zira bu lâfızlar sönlendiği takdirde, semâ1 vuku1 bulduğu zannedilc-bilir; ama kitabet sözüyle birlikte bu lâfızları söylemekte bir mahzur yoktur. Kitâbet rivayet ederken şöyle söylemek lâzımdır: veya Yam falan bana kendi meclisinde veya bir başka yerde yazdığı veya yazdırdığı, elçisinin veya benim elçimin getirdiği hadîste şöyle şöyle dedi. [358]
Şeyhin talibine -rivayetine icazet verdiğini açıklamadan- falan kitabın veya hadîsin, falan şeyhten aldığı veya duyduğu rivayetlerinden olduğunu sâdece söylemekle iktifa etmesine i'lâm denir. [359]Birçok muhaddislef, şeyhe olan tam itimâdın devam ettiği müddetçe tahammülü '1-hadîsin bu çeşidinin cevazına taraftardır; zîrâ bu îtimâd, şeyhin, kendi rivayetinden olmayan bir şeyi tilmizine söylemesine engel teşkil eder. Şeyhin, duyduğu rivayetlerden bir kısmır; tilmizine sâdece söylemekle, onun bu rivayetleri tahammül ve nakl etmesine razı olduğunu imâ etmiş sayılır. Şeyh rivayete izin verdiğini açıkça söylemese bile, bu keyfiyet zımnen anlaşılmış olur. Eğer şeyh aşağıda zikredileceği üzere - kendinden rivayet etmesine razı olmadığını talebesine açıkça söylemişse, o takdirde muhaddislerin çoğu ilâm yoluyla rivayete müsâade etmemişlerdir. Bu durumda şeyh şöyle der yâni bu benim semâyım veya bu benim rivâyetimdir; fakat bunları benden rivayet etmeni istemiyorum veya müsâade etmiyorum veya sana icazet vermiyorum yahut fakat bunları benden rivayet etme".
Bu mesele "şahitliğe şahitlik etme" ye çok benzediği için, böyle bir rivayete müsâade etmemişlerdir; çünkü ikinci şahsın kendi şahadetine şahitlik etmesine birinci şahit izin vermedikçe, o şahsın şahitliği kabul edilmez.[360] Fakat Kadı bu kıyâsı doğru bulmayarak, böyle bir i'lâm ile şahitliğe şahitlik arasında hiçbir benzerlik olmadığını söylüyor ve diyor ki :
"Zîrâ şahitliğe şahitlik, izinsiz katiyen caiz olmaz, Kirâct ve semâ1 yoluyla alman hadîsi rivayet etmek için de izin almaya ihtiyaç olmadığında ittifak edilmiştir. Ayrıca şahadet birçok bakımlardan rivayetten ayrılır. [361]
Talebe, şeyh tarafından hadîs rivayet etmekten nıen'edilse bile, i'lâm yoluyla rivayetinin yine de caiz olduğu hususundaki Kâdî 'Iyâz'm istidlali gayet açıktır. Zâhiriyye mezhebinin birtakım mensupları[362] şeyhin i'lâm yoluyla haber verdiği hadîsleri nakletmekten talebesini menetmesi, semâ" yoluyla kendinden hadîs alan talebesini rivayetten menetmesi gibidir, diyorlar.[363]
Tahammulu'l-hadîsİn pek nâdir bir şekli olan vâsıyyet, sefere çıkan veya ölmek üzere olan bir şeyhin, rivayet etmekte olduğu kitabı bir şahsa vasıyyet ederek bırakması demektir.[364] Bâzı selef âlimleri, kendine kitap bırakılan şahsın (mûsâ leh), onu şeyh (mûsî) den rivayet etmesini mübâh saymışlardır; zîrâ onlar bu vasıyyetin bir nev'î i'lâm'a benzediğini, bir çeşit münâvele olduğunu söylemişlerdir. Sanki şeyh bu vasıyyetiyle, açık açık söylememekle beraber, talebesine muayyen bir şey vermiş (münâvele yapmış) ve o şeyin Kendi rivayetlerinden olduğunu söylemiş (i'lâm etmiş) gibidir. [365]
Vasıyyet yoluyle rivayete cevaz verenle bununla beraber -onun tahammulu'l-hadîs şekillerinin en zayıfı olduğunu da itiraf etmektedirler. Vasıyyet bâzı bakımdan münâvele ve i'lâm'a benzemekle beraber onların dûnundadır. Ibmı Salâh ise vasıyyet ile mü-nâvele ve ilâm arasında herhangi bir benzerlik bulunduğunu söyleyenleri şiddetle reddederek diyor ki:
"Bâzıları vasıyyet yoluyla rivayeti kabul ederek onu bir nev'î i'lâm ve münâvele'ye teşbih etmişlerdir. Bu doğru olamaz; zîrâ - daha önce de söylediğimiz üzere mücerred bir ilâm ve münâve-le'yi kâfi görerek rivayete cevaz verenlerin sözünün bir dayanağı vardır; ama i'lâm ve münâvele ve vasıyyet arasında bir yakınlık bile yoktur. [366]
Vasıyyet edilen kimsenin rivayet sırasında vasıyyet edenin sözünü, fazla veya noksansız olarak, aynen söylemesi gerekir; çünkü mal vasıyyetinde olduğu gibi, ilim vasıyyetinin de hudud ve miktarı belli olmak icâb eder. Aynı şekilde vasıyyet edilen şey de kitap mı, kitaplar mı, hadîs mi, hadîsler mi, mesmûât mı, merviyyât mı? her ne ise vasıyyet eden şeyhin söylediği gibi açık ve net olmalıdır.[367]
Vicâdet sözü mastardır. Bu söz, Araplarca önceden bilinmeyen, fakat sonradan îcâd edilen bir kelimedir. Muhaddisler bunu, semâ', icazet ve münâvele vâki' olmadığı hâlde, bir sahîfeden hadîs almayı ifâde etmek üzere kullanmışlardır. [368]Bir şahsın görüşüp yazısına âşinâ olduğu, kendini iyice tanıyıp itimat ettiği bir şeyhin hattıyle yazılmış bir hadîs bulmasına vicâdet denir. Şeyhi görmediği hâlde bu yazının ona ait olduğunu kat'î olarak bilirse durum yine aynıdır. Bir kimsenin meşhur müelliflerin mâruf kitaplarından bazı hadîsleri bulup alması da vicâdet'tir. Böyle bir imkânı elde eden kimsenin o hadîsleri şeyhten hikâye yoluyla rivayet ederek hadîsin isnadını zikretmesi vr şöyle, demesi lâzımdır:
Falanın hattıyle yazılmış olara! buldum).
Falanın hattı olduğunu zannettiğim bir hatla yazılmış olara! buldum).
Meşhur sahîhde buldum)| Hadîsi bulan kimse, bu sözlerden sonra Abdullah b. Ahmcd Hanbel'in yaptığı gibi hadîsi zikreder; zîrâ Abdullah çoğu zaman: Babamın hattı ile diye yazılı olarak buldum" diyerek senedi ve metni zikrederdi. [369]
Hadîsi rivayet ederken râvînin rivayetinden şüphe ederek veya demesi caiz değildir
çünkü bütün bu tâbirler semâı andırdığı için çirkin bir tcdlîstir: Râvînin şöyle demesi îcâbeder: [370]
Falan dedi ki veya Falanın şöyle dediği bana ulaştı) yahu Şeyh kendi hattıyle yazdı) veyahıı Kâtibine yazmasını emretti). Işl buna bakarak muasır yazar ve tarihçilerimizin kitaplarmdj günlük konuşmalarında söz gelişi)veya yahut derken ne uûyük hatâv yaptıklarım anlamaktayı.[371]
"Vicâdet'in - gerektiği gibi anlaşıldığı takdirde tahammulu'1-ha-dîs şekillerinden biri olarak değerinden şüphe edilemez. Bugün sahîh hadîs kitaplarından yaptığımız nakillerin hepsi bir nev'îvicâdet'tir; zira matbaacılık yayılıp ana eserlere baş vurmak son derece kolaylaştıktan sonra îelkin ve semâ' yoluyla hadîs'rivayet eden hafızlar, îslâmî hayatta cidden pek azalmıştır. Zİkredildiği üzere Ibnu's-Salâh, vicâ-det'İc amel etmenin zarurî olduğunu söyleyerek der ki:
"Son asırlarda başka türlüsü geçmeyecek olan en doğru söz budur; zîrâ bu kitaplarla amel etmek rivayete bağlı olsa, şartları bulunamayacağı için menkûl ile amel etmenin kapısı kapanırdı. [372]
Ibnu Kesîr[373] vicâdet'le amel etmenin cevazına delîl olarak Rasû-llullah (s.a.v.)'m şu sahîh hadîsini zikretmiştir:
Hz. Peygamber ashabına sordu: "îmânı en çok hoşunuza giden mahlûk kimdir? Ashâb-ı kiram: Meleklerdir, dediler. Hz. Peygamber: Onlar Rab'larının yanında bulunup dururken nasıl îmân etmezler? Ashâb: Peygamberlerdir, dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): Kendilerine vahiy gelip durmakta iken îmân etmez olurlar mı? dedi. Bu defa sahâbîler: O halde bizler miyiz? dediler. Rasûlullah (s.a.v.): Ben aranızda bulunduğum halde nasıl îmân etmezmîşsiniz? buyurdu. Çaresiz kalan sahâbîler: öyleyse bunlar kimdir, yâ Rasûlallah? diye sordular. O zaman Hz. Peygamber şu cevâbı verdi: Sizden sonra gelip ae birtakım sayfalar bularak onlara îmân edenlerdir" buyurdular. [374]Bu hadîsten sâdece ellerine geçmesi (vicâdet) sebebiyle eski kitaplarla amel edenlerin medh edildiği anlaşılmaktadır. Bulkînî bu istinbâtı beğenmiştir.[375] Bütün mesele bundan ibaret olmadığı gibi, vicâdet yoluyla amel etmenin gerekli oluşu da buna bağlı değildir. Vicâ-deti gerekli kılan husus, tebliğ ve kendine ulaşan bilginin Rasûlullah (s.a.v.)'a âit olduğuna mükellefin güvenmesidir. [376]
Selefin vicâdet, vasıyvet ve ilâm gibi bâzı tahammulu'l-hadîs şekilleri üzerinde titizlik göstermeleri, kendi hayat ve durumlarının bir îcâbı idi. Hadîs onların yegâne meşgalesi idi. O devirde tedvin ve kitabet imkânlarının azlığı sebebiyle hadîsleri muhafaza ve rivayet etmeye bizden daha fazla ihtiyaçları vardı. Bizİm de hadîsleri koruyup tahammül ve rivayet yollarını incelememiz lâzımdır. Fakat matbaanın getirdiği kolaylıklar, hadîsleri muhafaza etmek ve korumak hususundaki birçok zorlukları üzerimizden kaldırmıştır.[377]
Muhaddisîerin tahammül yollarım göstermek üzere kullandıkları sekiz usûlün hepsi de eda (rivayet) şekillerini anlatmaya elverişlidir. Edâ, tilmize hadîs rivayet etmek demektir. Kendinden aşağıdaki şahsa edâ eden kimse (müeddî), kendinden yukarıda bulunan şahsın hadîsini tahammül etmiş olur (mütehammil olur). Şu hâle göre bir şahıs bir defasında şeyh, diğer seferinde de tilmiz olmak itibariyle aynı zamanda hem mütehammil, hem de müeddî olabilir. Meselâ: Hz. Ebû Bekir'i Rasûlullah (s.a.v.)'dan hadîs almış bîri (mütehammil) olarak ele alalım. Bu durumda Hz. Ebû Bekir tilmizdir, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) de şeyhtir. Hz. Ebû Bekir, tahammül ettiği hadîsi Hz. Ali'ye edâ ettiği zaman, Hz. Ebû Bekir müeddî şeyh, Hz. Ali de mütehammil tiîmîz olmuş olur.
Bu itibarla edâ'ya, tahammülün bir devamı olarak bakmak lâzımdır. Sekiz şekilden biri ile hadîs tahammülüne liyâkati olan kimsenin, şayet edâ ehliyetine mâni olan veya bu e-uiyeti zayıflatan bir durumu yoksa, tahammül ettiği hadîsleri bu şekillerden biri ile edâ etmesi îcâb eder.[378]
Hadîs ilmi başlıca iki gruba ayrılır: biri rivâyetu'l-hadîs ilmi diğeri dirâyetu'l-hadîs ilmidir.
Rivâyetu'l-hadîs ilmi ~ muteber görüşe nazaran - Hz. Peygam-. ber'e, sahabeye ve tâbi'îne nîsbet edilen kavil, fiil, takrir ve sıfatlardan ibaret olan yazılı naklin hassas ve dikkatli bir şekilde nakledildiği bir ilimdir.[379]
Dirâyetu'l-hadîs ilmi de râvî ile mervî (rivayet edilen haber) in makbul olup olmamak bakımından durumlarını gösteren birtakım bilgilerden meydana gelen bir ilimdir. [380]
Râvî -kadın olsun, erkek olsun hadîsi isnadı ile- beraber nakl eden kimsedir. [381]
Mervî (rivayet edilen haber, hem Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, sahabe ve tâbi'îne âit olan nakilleri, hem de bunların dışında kalan nakilleri ifâde eden umûmî bir tâbirdir.
Râvînin makbul olup olmamak bakımından araştırılan hâlleri şunlardır: Tahammül, eda, cerh ve tâ'dîl durumu, vatanı, ailesi, doğuna ve vefat târihleri.
Rivayet edilen haberin tetkîk mevzuu olan durumları şunlardır; tahammül ve edâ sırasında rivayetin şartları ve senedin bundan sonraki fasılda göreceğimiz üzere muttasıl, munkatı% mu'dal ve buna benzer bakımlardan durumları.
Râvî veya mervî hakkında: "Bunlar makbuldür veya mer-dûddur" dediğimiz zaman, makbul sözüyle onlarla amel etmeyi, merdûd sözüyle de onlarla amel etmenin caiz olmadığı mânâsım kas-detmiyoruz. Bizim kabul ve reddimiz sâdece nakil bakımındandır. Râvîyi makbul saymamız, ona değer verip rivayetini kabul etmemiz demektir; reddetmemiz de, ona değer vermeyip rivayetini mühim-semediğimizi gösterir. Rivayet edilen haberi kabul edişimiz, onun varit olduğuna inandığımızın, reddedişimiz de, o haberden şüphelenip sıhhatini kabul etmediğimizin bir ifadesidir.
Âlimler dirâyetu'l-hadîs ilmine usûl-i hadîs ilmi adını verirler.[382]
Hadîs metni tetkikimiz ve rivayet kitaplarım korumak bâbmdaki gayretimiz, şayet Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in kavil ve fiillerinin târihî ve tahlilî bakımlardan tetkîki demek olan dirâyetu'l-hadis ilmine istinâd etmiyorsa, bu yaptıklarımızın hiçbir değeri yoktur.
Bu kitabımızda dirâyetu'l-hadîs bakımından tahlîlî araştırma yapacağız. Kur'ân-ı Kerîm'e göre tefsîr veya hâdiselere göre hükümler ne ise, hadîs metnine göre tahlîlî araştırma da odur. Dirâ-yetu'î-hadîs ilminin içine aldığı bahisler, ilk zamanlarda çok çeşitli idi. Buna rağmen mevzuu, gayesi ve metodu bakımlarından tamamen müstakil idi. Hadîsler tedvîn edilip, bu suretle birçok eser vücûda getirilince, her âlim işîn bir cephesini ele aldı ve tahlîlî araştırmaya bağlı ilimler çoğalmış oldu. Bu ilimlerin hepsine birden hadîs ilimleri adı verildi. Şimdi bu ilimlerin en mühimlerinden kısaca bahs edeceğiz.[383]
Hadîs ilimlerinden biri de cerh ve ta(dîl ilmidir. Bu ilimde isûsî bâzı tâbirlerle râvîlerin kusurları veya meziyetleri incelenir.
Cerh ve ta'dîl, hadîs ilminin bir semeresi ve büyük ölçüde gelişmiş bir koludur.[384]
Sahabeden müteahhirîn ulemâsına varıncaya kadar ulûmu'1-hadîs ile meşgul olan birçokları cerh ve taıdîl ilminde tenkidler ~ yapmışlardır. Bunlar arasında:
Sahabeden îbmı Âbbâs (v. 96) ve Enes b. Mâlik (v. 93).
Tâbi'înden eş-Şa'bî (v. 104) ve İbnu Şîrîn (v. no).
Tâbi'înm son neslinden el-A'meş (v. 14S), Şu'be (v. 160) ve Mâlik (v. 179) vardır.
Bunlardan sonra gelen tabakada ise: İbmı'l-Mübârek (v. 181), İbnu 'Uyeyne (v. 179) ve Abdurrahman b. Mehdî (v. 198) bulunmaktadır. Bu ilim Yahya b. Ma'în (v. 233) ve Ahmed b. Hanbel (v. 241) ile zirvesine ulaşmıştır.
Cerh ve tacdîl ilminde yazılmış derlİ toplu kitaplar arasında İbnu Sa'd ez-Zuhrî el-Basrî (v. 23o)'nin 15 ciltlik et-Tabakât'ı vardır. Suyûtî (v. 911) bu eseri îcâzul-va£d el-muntekâ min Ta-bakâti îbnu Sa'd adiyle ihtisar etmiştir.
Cerh ve ta'dîl ile alâkalı olarak Buhârî (v. 256)'nin üç Tâ-rîhi, [385]Alî b. el-Medînî (v. 234)'nin oncüz'Iük Târihi, İbnu Hibbân (v- 345)'m tarihçilerin vehimlerine dâir oncüz'Iük bir kitabı, İbnu Kesîr (v. 774)'in Kitâbu't-tekmîl fî macrifeti's-sikât ve'd-du'afâ ve'1-mecâhîl adlı eseri mevcuttur.
Bir kısım âlimler râvîleri sâdece cerh ve ta'dil bakımından tetkik eden kitaplar yazmışlardır. Yalnız sika râvîleri incelemek üzere el-(Iclî (v. 361) ve Zeynuddîn Kasım (v. 389); Du*afâ ve metrûkîn ile alâkalı olarak Buhârî, Nese'î ve İbnul-Cevzî; sâdece müdellis-leri incelemek üzere îmâm Şâfi'î'nin arkadaşı olan tmâm el-Huseyn b. Ali el-Kerâbîsî, sonra da Nese'î, ed-Dârekutnî ve nî-hayet es-Suyûtî eser vermişlerdir. .
Muhammed b. Tâhîr el-Makdisî, Buhârî ve Müslim'in râvî-lerini tetkik eden bir kitap yazmış, hafız ez-Zehebî de Kütüb-i Sitte râvîleri hakkında el-Kâşif adlı kitabım te'lif etmiştir.[386]
Bu ilim hadîs râvîlerini, hadîs rivayeti bakımından tetkik eden bir ilimdir1, Bu ilimle ilk defa Buhârî (v. 256)'nin meşgul olduğu bilinmektedir, ibnu Sa'd (v. 23o)'m et-Tabakât'mda bunlardan birçoğunun ismi zikredilmektedir.
H. VII. asırda İzzuddîn b. el-Esîr (v. 630), Usdü'1-gâbe fî esmâ'i's-sahâbe adlı bir eser yazmış, fakat bu esere sahabe olmayanları da almıştır. Daha sonraları İbnu Haceri'l-cAskalânî (v. 852), el-Isâbe fî temyizi's-sahâbe isimli eserim meydana getirmiş, talebesi es-Suyûtî (v. gii)'de bunu ıAynu'l-Isâbe adiyle ihtisar etmiştir.[387]
Aralarını tc'lîf etme imkânı olmakla beraber dış görüşünü bakımından tezat teşkil ediyormuş hissini veren hadîsleri inceleyen bir ilimdir. Hadîslerin aralarını te'lîf de yâ mânâsı mutlak olanı bâzı kayıtlara bağlamak veya umûmî manâlı olanı tahsis «tmek veyahut bahis mevzuu olan hâdiselerin mükerrer oluşuna hami etmek. gibi şekillerle olur. Buna Telfîku[388]-hadîs ilmi de denir.
Nevevî Takrîb'inde demiştir ki:
"Bu çok mühim bir ilimdir. Branşı ne olursa olsun her âlim bunu bilmek mecburiyetindedir. Muhtelefu'l-hadîs ilmi'nde mânâsı zahiren birbirine zıtmış gibi görünen iki hadîsin araları bulunur veya biri diğerine tercih edilir. Bu işi en mükemmel bir şekilde yapanlar, hadîs ile fıkhı iyi bilen imamlarla, mânâlara halyle vâkıf olan usûlcülerdir. îmâm ŞâfiTnin bu mevzuda bir eseri vardır; fakat doyurucu değildir. Şâfi'î bu eserde muhtclefu'l-hadîse kısaca temas etmiş ve metodunu vermekle yetinmiştir".[389]
Buna misâl olmak üzere Rasûlullâh (s.a.v.)'ın şu iki hadîsini zikredelim: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bir hadîsinde "
râyet yoktur." buyurmuş; diğer hadîsinde de:
Cüzzamhdan aslandan kaçtığın gibi kaç" buyurmuştur. Bu hadîslerin ikisi de sahihtir. Araları şöyle telif edilmektedir: "Hastalıklar kendiliklerinden bulaşmaz fakat; Allah Taâlâ hastanın sağlam ile ihtilâtım, hastalığını ona bulaştırması için bir sebep kılmıştır. Diğer sebeplerde olduğu gibi bu sebep de aynı neticeyi doğurmaz; yâni hastanın sıhhatli biri ile ihtilâti, hastalığın bulaşmasına her zaman sebep teşkil etmez.[390]
Muhteliful-hadîs mevzuunda İmâm Şâfi'î (v. 204), îbtm Kuteybe (v. 276), Ebû Yahya Zekeriyyâ b. Yahya es-Sâcî (v. 307) ve Îbnu'l-Cevzî (v. 597) eser yazmışlardır.[391]
Hadîsin sıhhatini zedeleyen gizli sebeplerden bahs ederi bir ilimdir. Bu sebepler de meselâ: Munkatıc hadîsi mevsûl, mevkuf hadîsi merfû göstermek, bir hadîsi diğer hadîse karıştırmak gibi kusurlardır. [392] Zayıf hadîsin kısımlarından biri olan mu'allel hadîsi incelerken, zahiren hiçbir illeti bulunmayan bir hadîsi zayıflatacak olan Önemli .illetlere İşaret edeceğiz.
Bu sahada eser veren âlimler arasında İbnu'l-Medînî (v. 234), İmâm Müslim (v. 261), İbnu Ebî Hatim (v. 327), Ali b. Ömer ed-Dârekutnî (375), Muhammed b. Abdillâh el-Hâkim (v. 405) ve Îbnu'l-Cevzî (597) bulunmaktadır.[393]
Arapça bozulmaya başladıktan sonra hadîs-i şeriflerin birçokla-rınca mübhem kalan taraflarım inceleyen bir ilimdir. [394]
Bu ilimde ilk olarak eser veren Ebû 'Ubeyde Ma'mer b. el-Musennâ el-Basrî (v. 2io)'dir; fakat kitabı küçük ve muhtasar idi.
Ebu'l-Hasen en-Nadr b. Şümeyl el-Mâzinî (v. 204), ondan daha İÂ büyük bir eser meydana getirdi. Daha somaları Ebû cUbeyd el-Kasım b. Sellâm (v. 223), ömrünü vakfettiği kıymetli bir kitap j yazdı. îbnu Kuteybe (v. 276)'den sonra Zemahşerî (v. 538),! el-Fâik fî ğarîbi'l-hadîs'ini yazdı. tbnu'1-Eşîr diye mâruf olan| Mecduddîn (v. 606), en-Nihâye fî ğârîbi'I-hadîs ve'1-eser adlı i kitabım telif etti. el-Ermevî, en-Nihâye'ye zeyl yazmış, es-Suyûtîi (v. 511) de ed-Durru'n-nesîr telhîsu Nihayeti Ibnu'1-Esîr adiyle onu ihtisar etmiştir.[395]
Bir kısmı nâsİh, diğer bir kısmı da mensûh olduğu için aralarım telîf etmek imkânı bulunmayan birbirine zıt hadîslerden bahs eden bir ilimdir. Önce vârid olan hadîse mensûh, daha sonra söylendiği anlaşılan hadîse de nâsih denir.[396]
Hadîsin nâsih olduğu bâzan Rasûlullah (s.a.v.)'m sözlcrinden| anlaşılır; nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadîste şöyle buyurmuştur:
Ben sizi kabir ziyaretinden menetmiştim; fakat şimdi kabirleri ziyaret ediniz. Kurban etlerinin üç günden fazlî yanınızda kalmasını yasak etmiştim; ama şimdi münâsi] gördüğünüz şekilde yiyiniz". Bunu Müslim Burcyde'nin hadîsinden rivayet etmiştir. [397]
Nâsih hadîs bâzan da târih ve siyer ilimlerinin yardımıyle bilinir j Mekke Fethi'nden önce Ca'fer b. Ebî Tâlİb hakkında vârid olan Hacamat yapanın da, yapdıranın da orucu bozulur", hadîsinin mensûh olduğu Mekke Fethi esnasında babası ile beraber müslüman olan îbnu Abbâs'm rivâye ettiği: RasûluIIah (s.a.v.) oruçlu ve ihramlı iken hacamat yaptırdı" hadîsi ile anlaşılır.
"Nâsih ve mensûh hadîs" sahasında Ahmed b. îshâk ed-Dî-narî (v. 318) Muhammed b. Bahr'el-îsbahânı (v. 322), Hibet-tullah b. Selâme (v. 410), Muhammed b. Mûsâ el-Hâzimî (v. 584) [398]ve Îbnu'l-Cevzî (v. 579) kitap yazmışlardır.[399]
Hadîs mevzuunda bir kısmı bize kadar ulaşan, bir kısmı ulaşmayan birçok kitap yazılmıştır. Bunların büyük bir kısmı, hâlâ yazma olarak dünyâ kütüphanelerinde bulunmaktadır. Bu kitapların tozunu silkip büyük îslâm mîrasmı onlarla ihya edecek olan mütehassıs âlimler mutlaka gelecektir. Hadîs kitaplarının zâten bu kadar çok olması icab ederdi; zîrâ hadîslerin hepsini saymak ve hacim itibariyle ne kadar büyük olursa olsun bir kitapta toplamak imkânı yoktur. Nitekim Ahmed b. Hanbel sâdece Müsned'ini yediyüzellibin hadîsten seçerek meydana getirmiştir.[400] Bununla beraber Müsned'deki hadîslerin yekûnu kırk bini bulmaz. [401]
Suyûtî, Cem^u'l-cevâmi' adlı kitabında görüp elde edebildİğil hadîslerin hepsini bir araya getirmeye gayret etmiş, yüzbin tânesinil toplamış ve eserim tamamlayamadan vefat etmiştir. Onun şu sözü yâd edilmeye değer: "Yer yüzünde bulunan kavlî ve fiilî hadîslerin tamâmı ikiyüzbin küsurdur. [402]
Muhtelif asııinrda telif edilen çeşitli kitaplardakİ muazzam hadîslerin kaynağını aynı seviyede.kabul etmek mümkün değildir. Diğer bir deyişle hadîslerin kaynakları pek çeşitli olduğu için onları bir tabakada ve bir derecede toplamak mümkün değildir. Bu sebeple âlimler sahih, hasen ve zayıf oluşlarına göre hadîs kitaplarını birkaç tabakaya ayırmışlardır.[403]
Birinci tabaka: Buhârî ve Müslim'in Sahihleri İle Mâlik, b. Enes'in Muvata'mdan ibarettir. Bunlar rnütcvâtir, sahih (haber-i vâhid olarak) ve hasen hadîsleri ihtiva etmektedir.
İkinci tabaka: Bu tabakada Tirmizî'niri Câmi'i. Ebû Davud'un Sünen'i, Ahmed b, Hanbel'in Müsned'i ve Nese'î'nin Müctebâ'sı yer almaktadır. Bu kitaplar. Sahihayn ve .el-Muvatta derecesine ulaşmamıştır. Bununla beraber bu eserlerin müellifleri kendi şartlarında bir gevşeklik göstermiş de değildirler. Daha sonraki âlimler bu kitaplara pek ehemmiyet vermişlerdir. İçlerinde zayıf hadîsler bulunmakla beraber birçok ilimler ve hükümler bu kitaplardan alınmıştır.
Muhaddisler bu iki tabakaya çok itibar ederler; itikat ve şeriat esaslarını bu kitaplardan çıkarırlar.
Üçüncü tabaka: Bunlar şâz. münker ve muztarİb gibi zayıf hadîs çeşitlerinin çokça bulunduğu kitaplardır. Senedlerindc bulunan râvîlerin hâli mübhemdir. Şâz veya münferid olan hadîsleri de kullanılmaz. Bu tabakaya giren kitaplara misâl olarak İbnu Ebî Şeybe'nin, et-Tayâlîsî'nin ve Abd b. Humeyd'İn Müsnedleri, "Abdurrezzâk'm Musannaf ı, el-Beyhakî, et-Taberânî ye et-Tahâvî'nin; kitapları söylenebilir.
Bu tabakada bulunan kitaplara itimat edilemez. Bunlardan ancak hayatlarım bu ilmi ikmâl edip her meselesini tetkîk etmeye hasr etmiş olan hadîs mütehassısları faydalanabilir.
Dördüncü tabaka: Kıssacılar, vâ'izlcr, mutasavvıflar ve tarihçiler gibi udûl olmayan hevâ ve bid'at sahibi kimselerin ağızlarından sonraki asırlarda toplanmış olan değersiz kitaplardır. İbnu Murdeveyh, İbnu Şâhîn ve Ebusş-Şeyh'in kitapları bu cümledendir.
Hadîs-i şeriflere vukufu olan bir kimsenin bu tabakadaki kitaplara itimat edemeyeceği aşikârdır; zîrâ bunlar bid'at ye,hurafelerin kavnaçhdir.[404]
Tabakaları gibi hadîs kitaplarının nevileri de farklılık arzeder. Nitekim bu eserlerin sahihler, camiler, müsnedler, mu'cemler, müstedrekler, müstahrecler ve cüz'ler gibi çeşitleri vardır.
Sahih hadîs Kitapları: Kütüb-i sitte yâni el-Euîiâiî ve Müslim'in Sahihleri ile Ebû Davûd, et-Tirmizî, en-Nese'î ve İbnu Mâce'nin Sünen'leri bu gruba dâhildir. Yaînız âlimler İbnu Mâcc'de ihtilâf etmişlerdir. Razîn ve Îbnu'l-Esîrin dediğine göre İmâm Mâlik'in Muvattahnı, İbnu Hacer eî-VVskalânî'rnn söylediğine göre de e'd-Dârimî'nin Müsned'ini altıncı kitap olarak kabul edenler olmuştur.[405]
'Kütübü'I-hamse" denilince, İbnu Mâce'dcn Öncv zikredilen pımâmlarm kitapları akla gelir. Bâzı hadîslerden sonra ibaresini görünce o hadîsin Buhârî, Müslim, Ebû Davûd, Tirmizî ve Nese'î tarafından müştereken rivayet edildiği anlaşılır.
"Sahîheyn" tâbiri, Buhârî[406] ve Müslim[407]'in Sahîlıleri hakkında kullanılır. İkisinin birden rivayet ettiği hadîs hakkında denir.
Hadîslerinin ekserisi dikkate alınarak Kütüb-i sitte'ye sahihler denmektedir. Yoksa Tirmizî, Ebû Dâvûd, Ncse'î ve Ibnu Mâce'nin Sünenlerî, Sahîheyn mertebesinden daha aşağı, dikkat ve zabt bakımından daha dûndur.[408]
Kütüb-i sitte'nin herbirinin ayrı bir özelliği vardır: Fıkhı mâlû-mât isteyen Sâhîh-i Buhârî'ye, az ta'lîkât isteyen Sahîh-i Müslim'e, [409] hadîs rivayet mevzuunda fazla bilgi almak isteyen Tirmizî'nin Gâmİ'ine, sâdece ahkâm hadîsleri isteyen Ebû Dâvûd[410]'un Sünen'ine, fikhî bakımdan bâblavin mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbmı Mâce[411]nin Sünen'ine müracaat etmelidir. Nese'î[412] 'nin Süneninde ise bu meziyetlerin birçoğu bulunmaktadır.
Sahîh-i Buhârî, Sahih-i Müslim'den daha üstündür; zîrâ imâm Buharı hadîsi tahrîc ecerken iki şart ileri sürmüştür. Bunlardan biri râvînin şeyhi ile mıı'ûsır olması, ikincisi de râvînin şeyhini mutlaka dink-miş olmasıdır. Halbuki Müslim, sâdece mu'âsır olmak şartı ile iktifa etmiştir.[413]
Hafız İbnu Hacer, Fethu'1-bârî adi t kitabının mukaddimesinde Sahîh-i Buhârî hadîslerinin mükerrerleri, ta Ukât, mütâbeât ve muhtelif rivayetleri ile (9082), tekrarsız mevsûl hadîslerin (2602), merfû' mu'allak îıadîslerin. (159) adet olduğunu söylemektedir. İbnu Haccr, Sahih-İ BuhûıTdeki mcvkûi ve maktu1 rivayetleri bu rakama dâhil etmemiştir, [414]
Sahîh-İ Müslim hadîslerinin tekrarsiz sayısı ise (4000) kadardır. [415]
Buhârî, Sahîh"İnin başlıklarını bizzat kovmuş, İlmînin ve fıkhının genişliğini gösteren oz.el bir mrtodla kitabını bâblara ayırmıştır. aman İjâblara âyet-i kerîmelerle başlar; bundan onun muhtelif bâblar h.ıkkmdaki fıklıî görüşünü anlamak mü dündür.
Müslim ise hadîslerini kadine hâs bir usûlle tcrtîb etmiştir. Aynı mevzu' ik- alâkalı olan birçok hadîsleri, herbirinc ayrı ayrı başlıklar koymadan bir yerde toplamıştır. îmâm Nevevî, Müslim'in Sahîh'i-ni bâblara ayırmış ve başlıklar koymuş, bu sûrede ondan daha kolay faydalanma İmkânı hâsıl olmuştur.
Müslim'in SalnVinin bircek meziyetleri vardır. Bu meziyetlerden biri de istifâde imkânının kolay oluşudur; zîrâ Müslim her hadîsi, ait olduğu en münâsip yeıe yerleştirmiş ve orada hadîsin beğendiği tariklerini, çeşitli isnâdların: toplamıştır. Buhârî ise böyle yapmamış, bu çeşitli vasıflan, birbiri ile alâkası olmayan muhtelif bâblarda zikretmişıir.
Müslim tâbirlerini farklı görür tâbirini sadece râvînin bizzat şeyhin ağzından duyduğu hadîs için yi da şeyhe okunan hadîs için kullanır K Muhaddislerin çoğunun görüşü de budur. Bilhassa îmâm Şâfi'î ve Şâfiî mezhebinde olanlar ile şarklı hadîscilerin ekserisi bu kanâattedir. Müslim Sahîh'inde ayrıca râvîlerin lâfızlarını aynen muhafazaya da pek dikkat eder. Meselâ: Onun şu sözünü misâl olarak zikredebilirizû Râvîler arasında hadîs metninin bir harfinde veya râvînîn sifaünda yahut nesebinde veyahut da buna benzer hususlarda bir ihtilâf varsa, bu ihtilâfla mânâ değişmese bile, onu göstermeyi Müslim kat'iyen ihmâl etmez Eğer bu titizlik birşey ifâde ediyorsa şüphesiz Müslim'in zabtının ve emânetinin mükemmel olduğunu gösterir.
Sahîheyn'de rumuzu ile gösterilmektedir. Bu rumuzlar ihtisar için kullanılan birer ıstılahtır. Bilhassa Sahîh-i Müslim'de -ık sık 'harfi kullanılır, bu işaret senedlerin değiştiğini gösterir. Bir hadîsin iki veya daha fazla senedi olduğu zaman kullanılır. Okuyucunun bu işarete gerince dedikten sonra devam etmesi gerekir.[416]
Buhârî ve Müslim, sahîh olduğu kabul edilen bütün hadîsleri tahrîc etmek mecburiyetini duymamışlardır. Kitaplarına almamakla beraber sıhhatini kabul ettikleri bir miktar hadîs daha vardır. Bu hadîsler dört sünende veya bunlar dışında kalan sahîh hadîs kitaplarında bulunmaktadır . [417]
İmâm Mâlik [418]Muvatta'i onu kütüb-i sitte'nin altıncısı olarak kabul edenlere göre derece itibariyle Sahîheyn'den sonra gelir. Kütüb-i sitte'nin altıncısı olarak Ibnu Mâce'nin Sünen'inİ kabul edenlere göre ise sahîh kitaplar arasında yer almaz. Onlar buna sebep olarak, Muvatta'da bir taraftan çok sayıda mürsellerİn, diğer taraftan da birçok fıkhî görüşlerin bulunuşunu göstererek onu fıkıh kitaplarına daha yakın bulurlar . [419]
Camiler; Sekiz tane olduğu kabul edilen bütün hadîs bâblarını içine alan kitaplardır. Bu bâblar şunlardır: bâbu'l-akâ'id, bâbu'l-ahkâm, bâbu'r-rikâk, bâbu âdâbi't-ta'âm veş-şarâb, bâbu't-tefsîr ve't-tarîh ve's-siyer, bâbu's-sefer vel-kı-yâtn ve'l-ku[420]ûd (buna bâbu'ş-şcmâ'il de denir), bâbu'l-fiten ve bâbu'l-menâkıb ve'1-mesâlib[421] Bu sekiz babı içine alan kitaplara cami denir. Buhârî'nin ve Tirmizî'nin câmi'lerİ gibi.
Müsnedler:Müsned kelimesinin cemi mesâ-nîd'dir. Müsnedler, Islama giriş sırası esas alınarak sahabe adlarına6
veya iescblerine1 göre hadîslerin zikredildiği kitaplardır.
Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî (v. 204);nin Müsned'İ bu gruba dâhildir. Daha önce de söylediğimiz gibi ct-Tayâîisî, ilk olarak rnüsned tcrtib eden muh.addi.yir, Eâkîr b. MaKIed (296)'in Müsned'[422] de bu cümledendir. [423] Buna Musannaf da denir; zîrâ müellif bu eserde her sahâbînin hadisini fıkıh bâblarma göre tasnif etmiştir. Bu müs-ncdlerin en mükemmeli ve en genişi İmâm Ahmed b. Hanbel [424]'in Müsned'idir. Bu müsnedde[425] Kütüb-İ pitte'de bulunmayan birçok salıih hadîs vardır Ahmed b. Hanbel kendi müsnedî hakkında şunları söylemektedir:
"Bu kitabı 750 binden fazla hadîs arasından sererek mcyd.V'.a getirdim. Müslümanlar Rıısül-i Ekrem (s.a.v.Vm gi bir IıacMsi hakkında ihtilâfa düşerse, hemen bu kitaba başvursunlar, eğer hadisi ondi- bulurlarsa ne â'lâ, bulamazlar?:, o hadis hüccet olamaz"[426]. Hafız Zehebî bu sözü1 tenkîd ederek şöyle Ahmcdb. Hanbel'in bu sözü umûmî olarak İnimi;; bir sözdür; aksi takdirde Sahîheyn'dc sünenlerde ve cüzUerde Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde olmayan sağlam hadîsleri vardır".
Uydurma hadîsler ve uydurma sebepleri bahsinde, hafız İbnu Hacer'in el-Kavlu'1-musedded fi'z-zebbi 'an Müsnedi'1-îmâm Ahmed adlı bir risale yazdiğ-nıı ve bu risalede. el-Müsncd'de mcvzuc-hadîsler bulunduğunu tevehhüm edenlerin sözlerini reddettiğini görceğiz. îbnu Teymiye bu meseleyi mükemmel bir şekilde halletmiştir: et-Tevessül ve'1-vesîle adlı kitabında imâm Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inde mevzu1 h-adî bulunmadığını ifâde ederek der ki: mevzu hadîsten maksad, senedinde yalancı râvî olan hadîs ise, Müs-ned'de böylesi yoktur, "şayet mevzu hadîs sözüyle râvînin galatı ve sû-i hıfzı sebebiyle Rasûlüah (s.a.v.)'a nisbet edilen sözler kastedili-yorsa, el-Müsned'de ve sünenlerde bu kabil sözler pek çoktur".
Mu'cemler: Mu'cem'in cem'i me'âcim'dir.
Şeyhlerin veya şehirlerin yahut kabilelerin adlarına göre hadîslerin alfabetik olarak sıralandığı kitaplardır.[427] En meşhur mu'cemler: et-Taberânî'nin el-Kebîr, el-Evsat ve es-Sağîr adlı mu'cemlerdir.
Müstedrekler: Bir müellifin şartlarına uygun olduğu halde kitabına almadığı hadîslerin toplandığı kitaplara bu ad verilmektedir. M üste dr ekler in en meşhuru el-Hâkim en-Neysâbûrî'nin Sahîheyn üzerine yaptığı Müstedrek'tir. Zehebî bu eseri telhis etmiştir. [428] Buhârî ve Müslim'in, râvîleri zayıf olduğu için kitaplarına almadıkları hadîsleri el-Hâkim tahrîc etmek lüzumunu duymuştur. [429] Şurası var ki, el-Hâkim'in Müstedrek'inin zararı, sahih olmayan bir hadîsi sahîh gibi göstermesidir; zîrâ bâzı hadîsleri Şeyheyn (Buhârî ve Müslim)'in şartlarına uygun olarak tahrîc etmeye çalışmıştır. Bununla beraber istidrâlderinin çoğu tenkîd mevzuu olmuştur. [430]
Müstahracler: el-'Irâkî'ninde dediği gibi mustahrac, muhaddisin herhangi bir kitabın hadîslerini, o kitabın müclh'finin senedleriyle değil, kendine ulaşan başka senedlerle rivayet etmesidir. Böylece o kitabın müellifinin şeyhinde veya daha yukarıdaki bir şeyhte birleşir. [431] Müstahraclere misâl olarak, Ebû Bekir el-îs-mâilî'nin Buhârî üzerine, Ebû (Avâne'nin Müslim üzerine, Ebû Alî et-Tûsrnin Tirmizî üzerine ve Muhammed b. Abdilmelik b. Eymen'in Ebû Davud'un Süneni üzerine yaptığı müstahracler zikredebiliriz. îbnu Kesîr Muhtasaru Hılûmi'1-hadîs adlı eserinde bu mevzuda şunları söylemektedir:
"Diğer birtakım kitaplar daha vardır ki, müellifleri bilhassa sahîh hadîsleri toplamayı hedef edinmişlerdir. îbnu Huzeyme ve îbnu Hibbân el-Büstfnin kitapları böyledir. Bu iki eser müstedrekten daha İyi, isnâd ve metin itibariyle de daha mükemmeldir.[432]
Cüz'ler: Sahabeden veya daha sonra gelen birinden rivayet edilen hadîslerin bir araya toplanması ile meydana gelen kitaplara cüz' denir. Meselâ: Ebû Bekir'in Cüz'ü böyledir. Herhangi bir mesele hakkındaki hadîslerin bir araya toplanması ile meydana, gelen eserlere de bu ad verilmektedir: el-Mervezînin gece namazı, Suyûtî'nin Kuşluk namazı hakkındaki cüz'leri böyledir. Vuhdâniyât, sünâ'iyat... 'uşâriyât gibi hadis kitapları da bu gruba dâhildir. İmâm Müslim'in Kitâbu'l-vuhdân'ı böyledir. [433]
Hadîsle amel etmenin şartlarını bilen herkes, hadîsi tahammül ve edaya salahiyetlidir; meşhur sahîh kitaplardan hadîs nakl ve rî-vâyet etmesi, mânâsını söylemesi, caizdir.[434]
Rivayetinin kabul edilebilmesi için bir râvîde akıl, zabt, adalet ve İslâm şartlarının bulunması lâzımdır. Râvîde bu şartlar veya bunların bir kısmı bulunmazsa, rivayeti kabul edilmez, terk edilir. Müte-kaddim ve müteahhir hadîs münekkidlerinin sözleri, bu şartlan hedef alır. Şurası var ki, ıstılahın bu derece önem kazanması, mütekaddi-mînin birçok görüşlerine vâkıf olarak bunlar arasında tercihler yapabilme imkânına sâhib olan müteahhirînin bir özelliğidir. Mütekaddi-mîn ise bu mevzuda amelî tatbikatları ile yetinmişler, kazandıkları tecrübe ve melekeler sebebiyle ıstılahlar vaz edip ölçüler koymak lüzumunu duymamışlardı. Şu'be b. Haccâc (v. 160)'a: "Kimin hadîsi alınmaz?" diye soruldu. O da şu cevâbı verdi:
"Ma (ruf râvîlerden, meşhur muhaddislerin bilmediği hadîsleri çok rivayet edenin hadîsi alınmaz; hadîs uydurmakla ittiham edilen kimsenin hadîsi alınmaz; galatı çok olanın hadîsi alınmaz; galat olduğu ittifakla kabul edilen bir hadîsi rivayet edenin hadîsi alınmaz. Böyle olmayanların hadîslerini rivayet et.[435]
Bu sözüyle Şu'be, rivayeti kabul edilecek olan râvîde bulunması gereken şartlardan ikisine işaret etmiştir ki bunlar zabt ve adalet şartlarıdır. Çok yanılmak zabt sıfatını ortadan kaldırır; hadîs uydurmakla ittiham edilmek de adalet sıfatının bulunmasına mânî'dir. İslâm ve akıl sıfatlarına gelince, bunlar Şube'nin söylemek lüzumunu duymayacağı kadar bedihî şartlardır; zîrâ İslâm olmadan adalet, akıl ve temyîz olmadan da zabt sıfatlarının bulunması düşünülemez.
Müteahhir hadîs münekkidleri ıstılahlar ve Ölçüler koymak lüzumunu duydukları ıman bütün şartları göstermişler, zaman zaman bilinen şeyleri söylemek .en de çekinmemişlerdir. Üstelik bâblara ayırmak, fasıllara bölmek suretiyle bu ilmi tahsil etmek isteyenlerden hiçbir şeyi esirgememişlerdir.
Muhaddislere göre akıl şartı, râvînin temyiz kudretine sahip olması mânâsında kullanılmıştır. Akıl şartını hâiz olan baliğ, tahammül ve edaya; mümeyyiz s^bî ise edaya değil tahammüle salahiyetlidir. Akıl şartında bulûğ mânâsı zımnen mevcuttur; zîrâ sabî rivayeti tahammül edebilir; ama ancak bulûğa erdikten sonra edâ etme salâhiyetine sahip olur.[436]
Sahabeden küçük yaşta hadîs duyup da müksirûndan olanlar arasında Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas ve Ebû Sa'îd el-Hudrî vardır. Mahmud b. er-Rabic söylediğine göre, evlerinde asılı duran kovadan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in bir avuç su alıp ağzıyle ona püskürttüğünü hatırlamaktadır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) vefat ettiği zaman Mahmud b. er-Rabi' henüz beş yaşında bulunmakta idi. [437]
Rivayete başlamaya elverişli yaş haddinin ne olduğu hususunda muhaddîslerin bir ittifakı yoktur. [438] Kimi 15, kimi 13 demiş; ulemânın ekserisi de, daha küçük yaşlarda bunun mümkün olacağını söylemişlerdir. Hatîbu'l-Bağdâdî de bu son görüşü benimseyerek: "Bizce doğru olan da budur" demiştir. [439]
Semâmda yaş haddi muhitine göre değişir: Basralılar 10 yaşında hadîs yazıp dinledikleri halde, [440] Kûfcliler 20 yaşını doldurmamış kimseye bu mevzuda izin vermezlerdi. Bunlar 20 yaşına kadar Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek ve ibâdet etmekle meşgul olurlardı. [441]Şamlılar ise ancak 30 yaşında hadîs yazarlardı. [442]
Muhaddisler sözüyle, râvînin rivayet ettiği haberi gerektiği şekilde duymasını, mükemmel bir şekilde anlamasını şüpheye mahal kalmayacak surette tam olarak ezberlemesini ve bütüı bu saydığımız vasıflara, semâ1 vaktinden cdâ zamanına kadar sahip olmasını kastederler. [443]Zabt şartında, hafıza kuvvetine ve kontrol hassasiyetine bakılır.
Râvînin zabt sahibi olduğunu anlamak için, rivayet ettiği hadîs sağlam ve zabt sahibi sikaların hadîsleri ile karşılaştırılır. Eğer çoğ zaman onların rivayetleri ile mânâ bakımından da olsa uyuşu yorsa, râvî zabt sahibidir; ufak-tefek muhalefetleri bu sıfatına bi nakîse getirmez. Böyle değil de, muhalefeti çok, muvafakati az ise râvî zabt sıfatını kaybeder, hadîsi ile ihticâc edilmez. [444]
Şurası muhakkak ki, zabt sahibi sika râvîlere muhalefet etmek haktan ve doğrudan bir nev'î sapıp ayrılmaktır. Şâz rivayetleri tahammül edenlerin büyük bir vebal altına girdiklerinde şüphe" yoktur. [445] Şucbe b. el-Haccâc der ki: "Şâz hadîsi ancak şâz olan rivayet eder. [446]
Allah Taâlâ rivayet mevzuunda son derece titiz davranan büyük âlimler halketmiş, onlar bu vazifeyi pek şuuriu bir şekilde yapmışlar ve sahîh. olmayan hadîsleri rivayet etmemişlerdir. Bir hadîsin sahih olduğu sâdece rivayet şekline bakılarak anlaşılmaz. Bunun yanında ayrıca idrâk, hıfz ve çok hadîs dinlemiş olmak da lâzımdır. [447] Şu hâle göre Abdullah b. cî-Mübârek'in, hatâsından dönmeyecek derecede sâbİt fikirli, yalancı, bid'atma taraftar toplayan bid'atçı ve ezberlemediği hâlde ezbere hadîs rivayet eden kimselerden hadîs yazmayı veya dinlemeyi men etmesi gayet- tabiîdir. [448]
Râvînin adaleti söziyle, onun din işlerinde haktan ayrılmaması, her nev'î günâhtan sakınması ve şahsiyeti yıpratıcı hareketlerden kaçınması kasdedilmektedir.[449] Hatîbu'l-Bağdâdî adaleti şöyle tarif etmektedir: "Farzları îfâ eden, emredileni devamlı yapıp nehye-dilenden sakınan, insanı âdîleştiren günâhlardan kaçman, davranışlarında hakkı arayıp yapılması gerekeni yapan, bu esnada dînini ve şahsiyetini zedeleyen sözleri ağzında almayan kimseye âdil denir ve doğru sözlü olduğu kabul edilir. [450]
Muhaddisler bîr râvînîn adaletli olduğunu söylemekle bir şahidi tezkiye etmenin aynı olmadığım kabul ederler. Çünkü bir şâhidî ancak iki erkek tezkiye edebildiği hâlde, bir râvînin adaleti- sözüne güvenilir olmak şartıyle - erkek veya kadın, hür veya köle olan bir kişinin beyânı ile kabul edilir. [451] Fahruddîn er-Râzî[452] ve Seyfeddîn el-Âmidî[453]nin görüşü budur.
Bâzı âlimler de şahit ile râvî arasında bir fark görmezler. Bu takdirde bir şalısın beyâm ile ikisinin de adaleti sabit olur. [454] Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî[455] de bu görüştedir. Malûm olduğu üzere şahidi tezkiye etmek, şâhidlik yapmak değildir. Şahadette iki erkeğin bulunması gerektiğinde bütün âlimler müttefiktir. İhtilâf edilen husus şahidin tezkiyesi meselesidir. Acaba şahidi tezkiye edebilmek için bir kişinin sözü kâfî midir, yoksa iki şahsın bulunması zarurî midir?.
Ta’dîl edilen bir râvîde bulunması gereken şahsiyet, çoğu zaman insanların müşterek özelliği olan ahlâkî Ölçülerle değerlendirilir. Haübu'l-Bağdâdî, bunu isbât etmek üzere şu hadîsi şerîfi delil getirir: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurmuştur ki
İnsanlarla yaptığı işte onlara zulmetmeyen, onlarla konuştuğunda yalan söylemeyen, va'dettiği zaman sözünden dönmeyen kimse, şahsiyetli, adaletli, kendisiyle kardeşlik yapılması gereken, arkasından konuşulması haram olan bir insandır.[456]
Bu Ölçülerin ışığı altında, insanm terketmesine imkân olmayan bâzı kusurlarına göz yummaktan başka çâre yoktur. Bir âlimin, bir râvînin hayatında bildiklerimizden çok bilmediğimiz taraflar mevcuttur. "Hiçbir değerli şahıs, kıymetli âlim, kuvvet ve kudret sahibi insan yoktur ki bir kusuru bulunmasın; fakat kusurları söylenmeyen insanlar da vardır. [457] Sa'îd b. el-Müseyyeb'in: "Fazileti kusurundan çok olanın kusurları, fazîleti dolayısıyîe bağışlanmahdır" sözü, râvîleri tadildeki ölçümüz olmalıdır. [458]
Râvîye hüsn-i zanda bulunmak prensibi, bâzı âlimleri, hâli ve durumu bilinmeyen kimselerden hadîs rivayet edecek derecede müsamahalı olmaya sevketmiştir. Bu şu demektir: Hadîs sahasında hizmet îfâ eden bîr kimse, cerhi tebeyyün edene kadar âdil kabul edilir. [459]
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.):
Bu ilmi her ijesİlden âdil olan kişiler naklederler ve onu haddi aşanların tahrifinden, sapıkların çalmasından korurlar. [460] buyurmuştur. Fakat usûlcü âlimler, fesada me\dan vermemek düşüncesiyle hâli bilinmeyen kimselerden rivayet etmenin aleyhindedirler.[461] Her nekadar birinin ayp ve kusurlarını araştırmak muhaddislerin hiçbir surette yapmadıkları birşey ise de, bu durumda olasıları ta'dil etmek, mümkün olduğu kadar bilinmeyen taraflarını keşfetmek lâzım geldiği görüşündedirler.
Şüphe yok ki adalet, dindar ve müttekî görünmenin üzerinde bir hâldir. Bu hâl râvî hakkında tam bir bilgi edinebilmek için ancak onun hareketlerini kontrol etmek ve yaşayışlarını araştırmakla bilinebilir. Şahidin adaletini tesbîtte olduğu gibi, muhbirin adaletini araştırmak da kimsenin şahsiyetini zedelemeyecek birkaç hassas araştırma usûlü ile yapılır; hatta böyiece muhbir olan râvînin tezkiyesi sırasında mervî olan haber de tezkiye edilmiş olur. Şöyle ki:
Adamm biri Ömer b. Hattâb'm yanında bir şahadette bulundu. Hz. Ömer ona: Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi. Orada bulunanlardan biri ben onu tanıyorum, dedi. liz. Ömer, nasıl bilirsin? diye sordu. O da, emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, dedi. Hz. Ömer tekrar: Gecesini gündüzünü, girdisini çıktısını bildiğin en yakın bîr komşun mudur? diye sordu. Adam: Hayır, dedi. Hz. Ömer: İnsanın takvasını ortaya koyan para vasıtasıyle karşılıklı iş yaptığın biri midir? diye sordu. Adam tekrar: Hayır. dedi. üz. Ömer: Onunla insanın güzel ahlâklı olduğunu anlamaya imkân veren 'bir yolculuk yaptın mı? diye sordu. Adam tekrar: Hayır, dedi. O zampn Hz. Ömer. S m onu tanımıyorsun, dedikten sonra adama dönerek: Git, seni tanıyan birini getir, dedi. [462]
Bütün bunlardan sonra muhaddisî hevâ vr bid'at sahihlerinden[463] bayağı ve utanmaz[464] kimselerden rivayet etmek istemeyişlerine şaşmamalıdır. Bunun yanında meşhur râvîlerc müsamahakâr davranarak onların adaletlerini gösteren sebepleri araştırmamışlardır. Mu-haddisler arasında ve onların dışındaki ilim muhitinde adaletiyle şöhret bulan ve bu vasfiylc medh-u sena edilen kimsenin tezkiye edilmeye ihtiyacı yoktur. Meselâ: Mâlik b. Enes, Süfyân b. 'Uyeyne, SüfyâııuVSevrî[465] el-Evzâ'î[466] cş-Şâficî, Ahmed b. Hanbcl, el-Lcys b. Sa'd, [467] Şu'be b. el-Haccâc, Abdullah b. el-Mübârek, Vcki b. çl-Cerrâh, Ali b. cl-Medini, Yahya b. Maîn bu kabil râvîlerdcndir.
Ahmed b. HanbcTe İshâk b. Râhûyeyi sordular; şu cevâbı verdi: "İshâk gibisi de sorulur mu? [468]Yalıya b. Ma'în'e Ebû 'Ubcyd'i sordular; dedi ki: "Ebû {Ubeyd de benim gibisine sorulur mu?; o başkasının durumunu sorup araştıracak bir adamdır. [469]
MuhaddisltTİn crh için kullandıkları metodlar. [470]acdil için kullandıklarından daha şiddetlidir; zira meşhur ve makbul olduğu üzere onlar, sebep zikredilmeyen ta'dîü kabul ederler". Sebebi kâfi derecede açıklanmayan cerhi de kabul etmezler. Onlara göre insanlar, adaleti iskât eden ve (aşıklıkla hükmetmeyi gerektiren sebeplerde farklılık arzederler ve "münekkıdlrrin bu movzûdaki görüşleri çok derin ve hassas'n Çoğu kere bazıları râvînin en ufak bir kusurunu duyduğu zaman onun haberi ile iluirâc etmekten kaçınır; râvî hakkında cluv-duğu şov hadîsi reddetmeyi gerektiren ve adaletin düşmesini îcâb ettiren bir sebep olmasa dahî büyle davranırlar. [471]
Bu sebepledir ki, yollarda dolasan, sokaklarda yemek yiyen, şaka ve mizaha çok düşkün olan insanların bu nev'î mubahları işlemeleri sebebiyle dahî rivayetlerini kabulde şiddet gösterirlerf. [472] Satranç ve benzeri oyunları oynamak, mûsikî âletleri ile eğlenmek ise daha şid-1; detli davranmayı gerektirir. Şu'be b. Haccâc diyor ki:
"Ebû Ishâk'ın hadîs rivayet ettiği Naciye ile karşılaştım; satranç I oynadığını gördüm ve ondan hadîs yazmadım; bilâhare ondan rivayet eden bir başkasından yazdım". Yine Şu'be der ki: "el-Minhâl b. 'Amr'ın evine gittim ve orada tanbur çalındığını duyarak geri döndüm. Keski içeri girip konuşsaydım. Belki de tanbur çalmanın haram olduğunu bilmiyordu.[473]
Cerh ve tacdîl kitaplarının müellifleri, bilindiği üz«rc, cerh heplerine çok az temas ederler. Sâdece falan zayıf falanın hiçbir değeri yoktur", falan metruktür" v.b. demekle iktifa ederler. Bununla berâber râvîlerin hadîslerini reddederken herkes bu sözleri dikkate alır.
Bu kitapların mevzuları hakkında yapılan hassas ilmî araştırmalar göstermiştir ki, bunların gayesi, cerh mevzuunda verdikleri hüküm lere itimat ettirmek değil, cerh edilen kimseler hakkında şüphe uyan dırmak ve tevakkuf ettirmektir. O râvî hakkındaki şüphe zail olup|. itimat hâsıl olmadıkça hadîsi kabul edilmez. [474]
Bu aşırı titizlik, büyük takva ve son derece hassas dikkat, hadîsj münekkidlerinin hadîse verdiği büyük değeri gösterir; zîrâ hadîs rast[475] gele bir söz, şiir, hutbe ve hikâye değil, ancak güvenilir bir nakil vep sahîh bir semâ' ile alınacak dîndir. Muhammed b. Şîrîn der ki: "Bu|. hadîsler dîndir, dîninizi kimden aldığınıza dikkat ediniz" Bâzıları Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu mânâda bir hadîsi olduğunu|v söylerler. îbnu Ömer'in rivayet ettiğine göre Rasûl-i Ekrem şöyle! buyurmuştur:
"Ey Ibnu Ömer, dînine çok dikkat et; o senin etin ve kanmdır Onu kimden aldığına dikkat et. Müstakim olanlardan al; sapanlardan! alma. [476]
Bu vasiyetlerin ışığı altında hadîs talebeleri, vasıfları uygun ol«jf mayan şeyhler arasında tercihler yapıyorlar[477]emîn kimselerden hadî alıyorlar, zayıf olanlardan nakil ve rivayet etmekten kaçınıyorlardı.[478] "Senette Rasûlullah (s.a.v.)'a yakınlık, Allah'a yakınlıktır[479] inan-cıyle 'âlî isnâdlan, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e yakın olanları tercih ediyorlar; Rasûlullah (s.a.v.)'a yakın olan isnâdları bulamayınca Sahabeye, Tâbi(îne veya büyük imamlara yakın olan isnâdları arıyorlar ve bu altın asırlardaki ilmin "taptaze bulunduğuna, onu araştırmanın en zevkli bir iş olduğuna, böyle olmasını gerektiren sebeplerin büyüklüğüne ve hadîslere rağbetin fazlalığına" güveniyorlardı. [480] Muhaddis-lerin ulüvvü isnadı bu derece aramaları sırf (âlî isnâd elde etmek için değil, aksine, 'âlî isnâdlann hadîs metninin sahîh olduğu inancım kuvvetlendirdiği içindir. P âvîleri hakkında şüpheye düştükleri zaman, 'âlî isnada pek değer vermezler; zîrâ seneddeki râvîlerin zayıf oluşu, netîce itibariyle rivayet edilen metnin zayıf olduğunu ortaya koyar. İşte bu sebepledir ki, sika râvîlerin teşkîl ettiği nazil isnâdı,sika olmayan râvîlerden meydana gelen'âlî isnada tcrcîh etmişlerdir; [481] şu beyitleri söyleyen Ebû Bekir b. cl-Enbârî[482] ile hemfikirdirler:
Nazil olan isnâdları yazmakta fayda vardır; yazınız; yazmamanız bir hatâdır. Size sika râvîlerin rivayet ettiği nazil haberler, sika olmayanların rivayet edeceği 'âlî haberlerden daha makbuldür. [483]
Bâzı hadîs münekkidleri, nazil isnâdlarda, 'âlî isnâdlarda bulun-|nayan bâzı meziyetlerin mevcut olduğunu kabul ederek derler ki:
"Nazil hadîs daha faziletlidir; zîrâ râvî hadîsi rivayet edenlerin âdil mi, yoksa mecruh mu olduklarını bilmek için gayret sarfedecektir. Nâz hadîsleri rivayet edenleri tanımak için daha çok gayret sarfedece-ğine göre, onun sevabı daha fazla olacaktır.[484]
Muhaddislcrin mu'âsır olanlardan hadîs naklini kusur sayarak, o zaman yaşayanlardan hadîs rivayet etmekten kaçındıkları düşünülecek olursa, tenkîd görüşlerinin ne derece yüksek olduğu anlaşılır. Böylece onlar, kendisinden hadîs rivayet edilen kimse hakkında hüsn-i[485].an veya sû-i zan beyân ederken ona karşı beslenilen sevginin veya nefretin müessir olacağından çekiniyor gibiydiler."Böyle olunca da cerh ve ta'dîîin prensipleri sağlam temellere dayanmış olacaktı. îbnu Abdi'l-Hâkim der ki:
"Ben henüz çocuk denecek bir yaşta iken eş-ŞâfiTye bir hadîs okudum. eş-Şâfi(î: bunu sana kim söyledi? diye sordu. Ben de sen söyledin, dedim. O zaman bana dedi ki: Şana söylediğim şey aynen söylediğim gibidir; fakat henüz yaşamakta olanlardır, rivayet etmekten kaçın!. [486] İbnu 'Avn de der ki: cş-Şa'bî'ye, sana hadîs rivayet edeyim mi? d ive sordum. Dirilerden mi, yoksa ölmüş olanlardan, mı rivayet edeceksin" dedi. Ben de, dirilerden, cevâbını verdim. O zaman cş-Şa'bî şunu söyledi: "Bana dirilerden hadîs rivâyrt etme. [487]
Hadîs münekkidi er inin cerh ve ta'dîl hakkında birtakım ıstılahları vardır. Bunlarin çeşitli oluşu, râvîlerin de kuvvet ve za'f, itimat ve şüphe bakımından farklı olduklarını gösterir. İbnu Haccr bu ıstılahları oniki dereceye ayırmıştır. [488] Şöyle ki:
1- Sahabe.
2- En üstün sıfatıyle medh edilenler: insanların en sağlamı" gibi veya sıfatı lâfzen tekrar edilenler "
gibi; veya manen tekrar edilenler: gibi.
3 - Hakkında bir sıfat kullanılanlar: veyahut gibi.
4 - Üçüncü dereceden biraz daha aşağıda olanlar: çok doğrudur" veya zararı yoktur" yahut "iyicedir" gibi.
5 - Bir derece daha asafrı olanlar: hıfzı gevşek doğru" veya vehim sahibi bir doğrudur" veya vehimlidir" yahut hata eder" veyahut sonraları hâli değişmişûr" gibihevâ ve bid'at sahipleri hakkında kullanılan ıstılahlar bu gruba dâhildir.
6 - Çok az hadîs rivayet edenler ve bu-sebeple de hadîsini terk etmeye vesile olacak bir hâli bilinmeyenlere " makbuldür" denir. Böyle de olmaz, bir kusuru meydana çıkarsa: hadîs mevzû'unda yumuşakçadır" denir.
7 - Kendinden birden fazla râvînin sika olduğunu söylemeden rivayet ettiği kimse hakkında durumu bilinmemektedir" veya " durumu belli değildir" tâbirleri kullanılır.
8 - Hakkında muteber bir tevsik bulunmayan; fakat sebebi söy-lenmediği halde zayıf olduğu belirlileri kimse hakkında tâbiri kullanılır.
9 - Kendinden sâdece bir kişinin, sika olduğunu söylemeden rivayet ettiği şahıs hakkında da bilinmemektedir" denir.
10 - Hiçbir şekilde îtimat caiz olmayan, ayrıca kendini cerh eden bir sebeple zayıf görülen kimse hakkında da " terkedilmiştir" veya il hadîsi terkedilmiştir" yahut büsbütün zayıftır" veyahut da tamamen atılmıştır" denir.
11 -Yalanla ittihâm edilen hakkında" yalama, iiulıâm edilmiştir" denir.
12 -Hakkında mutlak olarak kizb ve vaz' tâoirleri kullanılan Kimse hakkında yalancıdır" veya hadis uydurucu" yahut haoîîs uydurur" veyahuüa ne yalancıdır!" v.b. denir.
Münekkidlcrin istilâlılarımn ışığı altında râvîde aranan şartlara karşı gösterilen îtinâ, H. III. asrın sonlarına kadar büyük bir titizlikle devam etmiştir. Zîrâ o devirde semâ' imkânı henüz mevcut olduğu gibi, bu lâfızlar şeyhlerin ve talebelerin dillerinde hâlâ dolaşmakta idi. Ne var ki, rivayet işi ağızla ve semâ' suretiyle yapılmayıp kitaplara geçtikten sonra râvîlcr bu şartlarda büyük ölçüde müsamahakâr davranmaya mecbur kalmışlar ve râvî'yi ta'dîl için onda akıl, bulûğ, İslâm, zabt ve fışkı zahir olmamak şartlarıyie iktif;ı etmişlerdir.[489]
îslâm şartının ne demek olduğu ve niçin konulduğu gayet açıktır; zîrâ râvî, bu dîni, dînin hükümlerini, hikmetlerini ve teşrîîni alâkadar eden hadîsleri, haber ve eserleri rivayet eder. İşin sağlamı, bu mühim mevkide, bu akideye îmân eden ve onu insanlara duyurma mescûli- -yetini deruhte eden insanların bulunmasıdır.
islâm şartı, rivayeti tahammül ederken değil, edâ ederken aranır. [490] Nitekim Cübeyr b. Mut'ım'in henüz müslüman olmadığı ve Bedir esirleri arasında bulunduğu zamanlar "Hz. Peygamber (s.a.v.)'i akşam namazında Tûr sûresini okurken dinlediği" ni ifâde eden rivayeti kabul edilmiştir. Sahîh-i Buhârî'de de bulunduğu üzere Cübeyr: "İlk olarak o zaman îmân kalbime tesir etti" demiştir.[491]
Hadîs makbul ve merdûd olmak üzere ikiye ayrılır. Makbul olanına sahîh, merdûd olanına da zayıf denir. Bu iki büyük kısmın şümulüne râvîlerin ye hadîs metinlerinin durumlarına göre sıhhat ve zayıflık bakımından değişen daha birçok bölümler girer.
Muhaddisler üçlü diğer bir taksîmi bu ikili taksime tercîh etmişlerdir. Böylece hiçbir hadîs bu ana taksimin dışında kalmamıştır. Bunlar da sahih, hasen ve zayıf bölümleridir.[492]
Hasen hadîs I birinci görüşe göre iki gruptan birine dâhildir. Zehebî'nin Buhârî ve Müslim'den naklettiğine göre, [493] ya sahîh. grubuna dâhildir yahut da kendisiyle amel edilen zayıf hadîs grubuna dahildir. [494] Hatta zayıf hadîs Ahmed b. Hanbel'in dediğine göre kıyâsa da tercîh edilir. İkinci görüşe göre ise hasen sahihten aşağı, zayıftan da yukarıda bulunan başlı başına bir bölüm teşkil eder.
Mevzû'a gelince, o Rasûlullâh (s.a.v.)'a veya sahabe ve tâbi'îne karşı yapılmış olan bir iftira olduğu için - onu hadîsin kısımları arasında zikretmedife 'zirâ mevzu hadîs, gerçekte hadîs olmayıp, yalnız onları uyduranlara göre hadîs hükmündedir. [495]Uydurma olduğunu isbât etmekle hadîs sıfatı düşmüş olur. Uydurma olduğu isbât edil meden önce de, bu husustaki araştırma sona erene kadar hadîs diye biliriz. Eğer onda zayıflık vasfı görülürse, zayıf hadîs denir ve niçi: zayıf olduğu gösterilir. Uydurma olduğu isbât edilince de kat'iye: hadîs olamaz. "Mevzu'hadîs' tâbirini işittiğin veya bir yerde okuduğun zaman şunu bilmelisin ki, buradaki hadîs sözü, onun nakl v rivayet edilmesinin haram olduğunu gösterir.
Hadîsin bu üçlü taksiminin altına birçok hadîs nevileri girer. Bunlar yâ sahîh veya hasen yahut zayıf olmaya müsaittir; veyahut da sahîhle hasen arasında müşterek vasıfları vardır. Nihayet bu üçü arasında eşit özelliklere sahip olanlar da sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere ayrı bir grup teşkil eder. Bir yönden müstakil hadîs nev'î olmaya müsait bulunan, diğer yönden de bunlarla müşterek tarafları olan bu nev'îler hakkında çeşitli ıstılahlar ortaya konmuştur. Bunlara kimi ilim kimi nevi demiştir. Hepsi de bunların sayılamayacak kadar çok olduğunu kabul ederler. [496]Nitekim el-Hâzimî[497] der ki: "Hadîs ilmînin yüz kadar nev'i vardır; bunların herbiri başlı-başına birer ilimdir. Hadîs talibi bunlara bütüa ömrünü hasretsç, yine de tamamını öğrenemez. [498]
İbmı's-Salâh, cUlûmu'l-hadîs'ini te'lîf ettiği zaman bu ilimlerden altmişbeş tanesinden bahsetmiş ve şöyle demiştir: "Bu ilimler altmışbeş nev'e inhisar etmez; onları sayılamayacak kadar çok gruplara ayırmak mümkündür; zîrâ râvîlerin ve hadîs metinlerinin hâlleri ve sıfatları sınırlandırılamaz. [499]
îbnu Kesir ise mezkûr kitaba yaptığı ihtisarında - bu nevilerin bir kısmrnı kendi aralarında birleştirmeyi düşünmüş, Îbnu's-Salâh'm mufassalan bahsettiği bu taksimi, kendince münâsip şekilde yeniden tertiplemiştir. [500] İbnu Kesîr'in bu yeni taksîmi hakkında söylenecek sözümüz vardır. Her nekadar çoğu zaman onun usûlünü takip etmişsek de, tertibini tamamen esâs almadık.
Cemâluddîn el-Kâsimî[501]'nin Kavâ'idu't-tahdîs'inde olduğu üzere sahih ve hasen hadîsler: içine alan, [502] sahih, hasen ve zayıf hadîsler arasında ortak olan[503] ve sonunda da sâdece zayıf hadîslere [504]mahsûs olan çeşitli taksimleri akla ve mantığa daha uygun gelmektedir. Bu taksimi benimsediğimiz için, onun bu eserimiz üzerindeki tes'îri açıkça görülecektir. Ayrıca okuyucu ıstılahlarında ve taksimlerinde Şamlı allâme el-Kâsimî ile tamamen ittifak hâlinde bulunmadığımızı müşahede edecektir. Eski âlimlerimiz: "Istılahta münâkaşanın yeri yoktur1 derîcr. Biz de hadis ıstılahlarım haîka açık bir dille, güzel bir taksimle, nevilerini ve adlarım karıştırmaksızın ve bahislerinin ehemmiyetine inanaraK, faydasız olduğuna inandığımız boş lâf ve faydasız münâkaşalardan sıyrılarak anlatmak için kolaylıklar ihsan etmesini Cenâb-ı Mevlâ'dan niyaz ederiz.[505]
Sahîh hadîsi şöyle tarif etmişlerdir: "Şâz ve mu'allel olmayarak, isnadı Rasûl-i Ekrem'e veya sahabeden yahut daha sonrakilerden birine varıncaya kadar adi ve zabt sahibi kimselerin, yine kendileri gibi adi ve zabt sahibi kimselerden muttasıl senedlerle rivayet ettikleri hadîstir.[506]
Bu târîfe göre sahîh hadîste şu şartların bulunması lâzımdır:
1- Sahîh hadîs müsned olacaktır. [507] Yâni ilk râvîsinden son râvîsine varıncaya kadar isnadı muttasıl olacaktır. Bu sebeple sahîh hadîsin vasıflarını anlatırken muttasıl veya mevsûl sözleri de kullanılır. Şu hâle göre mürsel hadîsin senedinden bir sahâbî düştüğüne göre, senedde ittisal şartını kaybetmiştir. Makbul olan görüşe nazaran mürsel hadîs, sahîh değil zayıftır. Aynı şekilde munkatı' hadîs de sahîh değildir; zîrâ onun da isnadından bir kişi düşmüştür veya senedinde müphem olan bir kişi zikredilmiştir. Senedde müphem bir râvînin yer alması ise, ondan bir kişinin düşmesine benzemektedir. Mudal da bu durumdadır; zîrâ mu'dal hadîs, senedinden iki veya daha fazla râvîsi düşefi hadîstir.
2- Sahîh hadîs şâz da olmayacaktır. Şâz hadîs, sika bir râvînin yine kendisi gibi sika râvîlere muhalif olarak rivayet ettiği hadîs demektir. Şazlar bahsinde bunu göreceğiz.
3 - Sahîh hadis mu'allel de olmayacaktır. Mucallel,
zahiren illetten salim gibi görünse de sıhhatini zedeleyen gizli bir illeti ortaya çıkarılan hadîs demektir.
4 - Sahih hadisin senedinde bulunan râvîlerin hepsi de adi ve zabt sahibi kimseler olacaktır. Bu râvîlerden herhangi birinde adalet ve zabt sıfatlarından biri bulunmazsa, hadîs sahih olamaz; zayıf kabul edilir. "Rivayetin şartları" bahsinde adalet ve zabttan ne kasdedildiğini görmüştük.
Sahih hadîs de: li zâtihî sahîh ve li ğayrihî sahîh olmak üzere ikiye ayrılır.
Li zâtihî sahîh: Makbûliyet sıfatlarım tamamen ihtiva eden hadîstir.
Li ğayrihî sahîh: Makbûliyet sıfatlarını tamamen ihtiva etmeyince, dışarıdan herhangi bir destek yardirmyle sahîh olan hadîstir. Li ğayrihî sahîh hadîs, hasen hadîs gibidir. Birkaç türlü rivayet edildiği zaman kendini takviye eden sebepler dolayisıyle hascn derecesinden sahîh derecesine yükselir.[508]
Sahîh hadîse müsned ve muttasıl dendiği gibi, mütevâtir ve âhad da denir; ayrıca garîb ve meşhur demek de mümkündür. [509] Burada sahîh İle hasen arasında müşterek olan bâzı tâbirler olduğunu; sahîh, hasen ve zayıf hadîslere şâmil olan başka ıstılahlar da bulunduğunu göreceğiz.[510]
Aldın ve âdetin yalan üzere birleşmelerini imkânsız gördüğü bir topluluğun, senedin başından sonuna kadar yine kendileri gibi bir topluluktan rivayet ettiği sahîh hadîstir. [511] Mütevâtirin tarifinde: aklın ve âdetin yalan üzere birleşmelerini imkânsız gördüğü bir topluluk dedik. Bunu, açık bir delîle dayanmayarak tamamen keyfî bir şekilde bu topluluğun sayısını tahdîd etmeye çalışan görüşlerden kaçınmak için söyledik. Bunların bir kısmı, bir hadîsin mütevâtir olabilmesi için en az dört kişinin bulunması lâzımdır, der. Kendilerine göre delilleri de, zinanın sabit olabilmesi için aranan şahit sayısını ifâde eden şu âyettir:
Buna dört şahit getirselerdi ya!.[512]
Kimi beş kişinin bulunması lâzımdır, der. Delilleri de mülâ'ane âyetidir. [513]
Kimi on kişinin bulunmasını şart koşar; zîrâ on'dan aşağıda bulunan sayılar cemi' sayılmaz. Cemi' olabilmesi İçin on veya on'dan yukarı olması lâzımdır.
Kimi oniki kişinin bulunmasını şart koşar. Delilleri de şu âyet-i kerîmedir: İçlerinden oniki kefîl bulundurmuştuk. [514]
Kimi yirmi kişinin bulunmasını şart koşar. Delilleri de şu âyet-i kerîmedir:
İçinizden sabır ve sebat edecek yirmi kişi bulunursa, onlar iki yüz kişiye galip gelirler. [515]
Kimi kırk kişinin bulunmasını şart koşar. Delilleri şu âyet-i Kerîmedir.
Ey Peygamber, sana da, mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter. [516]Bu âyet-i kerîme nazil olduğu zaman müslüman-larm sayısı, Hz. Ömer'in müslümân olmasıyle kırk'ı bulmuştu.
Kimi yetmiş kişi olması lâzımdır, der. Delîl olarak da şu âyet-i kerîmeyi ileri sürerler: Mûsâ tâyin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam ayırdı.[517]
Kimi de üçyüzonüç erkek ve iki kadın bulunmasını şart koşmuştur; çünkü bu adet Ehl-i Bedr'in sayısını ifâde, etmektedir.
Bütün bu istidlaller -isfcerse Kur'ân-ı Kerîm'den istinbât edilmiş olsun- açık ve net değildir; zîrâ bütün bu âyet-i kerîmeler, orada bahsedilen husûsî bir hâdise ile alâkalıdır.
Mütevâtiri tarif ederken yapılacak en doğru hareket, adedini tâyin etmeye kalkmaksizm sâdece yalan üzere birleşmesini aklın kabul etmediği bir topluluğun rivayet ettiğini göz önünde bulundurmaktır. Ibnu Hacer der ki: "Gerçekten de adet tesbît etmenin bir faydası yoktur. [518]
Mütevâtir hadis, lafzı ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır:
Lafzı mütevâtir: Adı geçen topluluğun, senedin başından sonuna kadar, metnini aynı lâfızla ve aynı şekilde rivayet ettiği hadîstir. Böyle bir hadîs ise, Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi: "Hakîkaten bulunmayacak kadar nâdirdir. Bunun bir misâlini göstermesi istenen bir kimse çok müşkil durumda kalır. [519]
Âlimlerin çoğu - mütevâtir hadîste her bakımdan lâfzî mutabakatın bulunması şart koşulduğu takdirde - Kur'ân-ı Kerîm'den başka bir yerde bu şarta uyan bir naklin bulunmasını muhal görmektedir. Bâzı âlimler de bizzat hadîs-i nebevide bir hayli lâfzî mütevâtirin bulunduğunu teyît ederler ve buna delîl olarak da: ayın yarılması,
şefaat, kütüğün inlemesi, mest üzerine mesh, isrâ ve mi(râc, Rasûlullâh (s.a.v,)Jın parmaklarından su fışkırması, Katâde'nin gözünü tekrar yerine yerleştirmesi ve az yiyeceği birçok askere yetiştirmesi hadîslerini ve benzeri hadîsleri ileri sürerler.[520] Suyûti [521]'nin, el-Ezhâru'1-mütenâsira i fi'1-ahbâri'l-mütevâtira adlı kitabında bu görüşe katıldığı anlaşıl maktadır. [522] Kâdî 'Iyâz da eş-Şifâ'sında aynı görüşü ifâde eder. Hafız îbnu Hacer'in de aynı kanâatte olduğu görülmektedir. Nitekim Nuhbe şerhi'nde şöyle der:
"Mütevâtir hadîsin bol miktarda mevcut olduğunu gösteren en güzel delîl şudur: Dünyânın dört-bir yanında bulunan âlimlerin ello-j rinde dolaşan ve yazarlarına ait olduğu kesinlikle bilinen meşhur kitaplarda bir hadîs müştereken tahric edilmişse, hadîsin muhtelif]! tarîkleri de bütün şartları hâiz olarak adeten yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan bir cemaat tarafından rivayet edilmişse, bu rivayetini söyleyenine âit olduğu hususunda ilm-i yakînî hâsıl olur. [523]
Hacer, Buhârî şerhinde: hadîsini kırktan fazla sahâbinin rivayet ettiğini ve aralarında aşere-i mübeşşere'nin! de bulunduğunu söylemektedir. [524]
Mânevi mütevâtir hadîsin rivayetinde lâfzı bir mutabakat! aranmadığım söylemeye lüzum yoktur. Râvîleri ihtilâf etse de. aklen! ve adeten yalan üzere birleşmelerine imkân olmayan bir topluluğun,! hadîsin mânâsını edâ etmeleri kâfidir.
Mânevi mütevâtir, kimsenin inkâr edemeyeceği kadar çoktur.! Bunun misâli: "Duada elleri kaldırmak" hakkındaki hadîs-i şerif lerdir. Rasûlullâh (s.a.v.)'dan rivayet edilen yüz kadar hadîs-i şerifte, onun duâ ederken ellerini kaldırdığı zikredilmektedir. Suyûti bu! hadîsleri bir cüz'de toplamıştır. Fakat bunların herbiri ayrı ayrı meseleler hakkındadır. Bu meselelerin hepsi de mütevâtir değildir. Bunların müşterek tarafı ise," duada ellerin kaldırılması meselesinde tevatürün mevcut oluşudur.[525]
Bâzıları da diyor ki: âlimlerin bir kısmının lafzî mütevâtire misâl olarak İleri sürdükleri bu hadîsler, gerçekte manen mütevâtir olan hadîslerdir; fakat muhtevasının şöhret bulup yayılması, bâzı lâfızla-rındaki rivayet ihtilâflarını kapamıştır.
Mânevi mütevâtir hadîsin daha önce âhad hadîs[526] olup birinci tabakadan sonra meşhur olmasında bir beis görmeyen hadîs âlimleri vardır. hadîsini manen mütevâtir olan hadîsler arasında sayarlar; halbuki onu yalnız Ömer b. el-Hattâb, ondan yalnız 'Alkame, ondan yalnız Muhammed b. îbrâhîm et-Teymî, ondan da yalnız Yahya b. Sa(id el-Ensârî rivayet etmiş ve hadîs ancak Yahya ile meşhur olmuştu. [527]
Muhaddisler, mütevâtiri kelime olarak taşıdığı mânâsıyle değil de, fıkıhcılann ve usûlcülerin kullandıkları mânâda kullanırlar. Bunlara göre: "Tevatür, isnâd ilminin şümulüne girmez. Zîrâ isnâd ilminde hadîs râvîlerinin sıfatları ve edâ sığaları göz önünde bulundurularak hadîsle amel etmek veya etmemek bakımından hadîsin sahîh veya zayıf oluşu incelenir. Mütevâtir hadîsin râvîleri araştırılmaz, hatta böyle bir araştırma yapmaksızın onunla amel etmek îcâb eder. [528] Hem lafzîj hem de manevî mütevâtir hadîsin kesin ve yakînî bilgi ifâde ettiğinde bütün muhaddisler müttefiktir. Onların ihtilâfı, haber-İ vâhid olan sahîh hadîsin zan mı, yoksa kat'iyet mi ifâde ettiği husû-sundadır. Nevevî et-Takrîb'de onun sübûtunun zannî olduğu görüşünü benimsemektedir.Muhaddislerin çoğu ise, sahîh hadîsin kat'iyet ifâde edebilmesi için şeyhân (Buhârî ve Müslim) tarafmdan tahrîc edilmiş olması lâzımdır, derler. Bir kısım muhaddisler de, sahîh olan haber-i vahidin - ister şeyhân, isterse başkaları tarafından tahrîc edilmiş olsun-lafzî ve manevî mütevâtir hadîs gibi kat ve yakînî ilim ifâde ettiğini kabul ederler. îbnu Hazm[529] der ki:
"Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e varıncaya kadar hep adalet sahibi râvîler tarafından rivayet edilen haber-i vâhid hem ilim, hem de amel ifâde eder. [530]
Kabule şayan görüş, İbnu Hazm'in görüşüdür; zîrâ sâdece Sahîheyn hadîslerinin katiyet ifâde ettiğini söylemenin hiçbir mânâsı yoktur. Bu İki kitabın dışında kalan kitaplardan sıhhati kesin surette bilinenleri de aynı şekilde kabul etmek gerekir. Bunların mü'min-lerce büyük bir değeri hâiz olması, diğer kkaplardaki sahîh hadîslerin değerini küçümsemeyi gerektirmez. Aynı şekilde, sıhhati sâbît olduktan sonra haber-i vahidin zan ifâde ettiğini söylemenin de bir mânâsı yoktur; zîrâ hadîsin sahîh olabilmesi için aranan şartlar, ondaki zan mânâlarım ortadan kaldırır ve onun hakkında ilm-İ yakîn hâsıl olmasını gerektirir. [531]
Sahîh hadîsin rivayetinde sika bir râvî teferrüd ederse, o hadîse garîb denir. Garabet bâzan metinde, bâzan da senedde bulunur. [532]
Sahîh hadîsi sika râvîlerden meydana gelen bir topluluk rivayet erse o hadîse meşhur denir. [533]
Muhaddislerin garîb İşlerinden bîrî de, sahîh hadîsi tarif edern bâzılarının onun azîz olmasını şart koşmalarıdır. [534] Hâkim .bu Abdillâh'm 'Ulûmu'l-hadîs'teki şu sözü de bunu göstermektedir:
"Sahîh hadîsin özelliği, Rasûlullâh (s.a.v.)'dan meçhul olmayan ir sahâbî, ondan da iki tabii rivayet etmek suretiyle ve hadîseiler .rafından makbul addedilerek birinin şahadet etme ehliyetini hâiz olduğuna şahadet etmek gibi - günümüze kadar rivayet cdilegelme-sİdir.[535] Yukarıda da açıkladığımız üzere ulemânın râvîyi ta'dîl ile şahidi tezkiye etmenin farklı olduğunu söylemelerinden sonra böyle husûsî bir ıstılaha lüzum yoktur.
Mürscl, munkatı1 ve "belâğ" sözü[536] ile rivayet edilen hadîslere yer vermeden sâdece sahîh hadîsleri ilk defa toplayan îmâm Bu-hârî'dir. Buhârî Gâmi'İnc aldığı ta'lîklcri âdece misâl ve .şâhirî olmak üzere almıştır. Bu tarîklerin bulunuşu eserinin hususiyetini değiştirmez. [537]
İmâm Mâlik, sahîh hadîsleri toplayanların ilki sayılmaz; zîrâ o sâdece sahîh hadîsleri toplamamış, - metodu gereğince - eserine mür-sel, munkatı ve "belâğ" sözü ile rivayet edilen hadîsleri de almıştır.
Sahîh hadîsleri toplama mevzuunda Buhârî'yi, talebesi îmâm Müslim takip etmiştir. [538] Daha sonra "Bclli-başh rivayet kitapları" bölümünde incelediğimiz üzere - sahih ve benzeri hadîsler hakkında birçok kitaplar yazılmaya başlanmıştır.
Şu da var ki, sahîh
adını alan ve sahîh hadîsleri ihtiva eden bütün kitaplardakî hadîslerin sıhhat
derecesi aynı değildir. Muhaddisler -ileride göreceğimiz üzere- bütün
mertebelerİyle zayıf hadîsleri bildikleri gibi derece derece bütün sahîh
hadîsleri de bilirler. Sıhhatini gerektiren vasıfların farklı olması sebebiyle,
sahîh hadîslerin kuvvet itibariyle de farklı olacağını kabul ederler.
[539] Bu
farklhîk karşısında Nevevî, sahih hadîsleri yedi muhtelif sınıfa ayırmıştır:
1- Buharı ve
Müslim'in ittifak ettiği hadis.
2 -Sâdece Buhârî'nin rivayet ettiği hadîs.
3 - Sâdece Müslim'in rivayet ettiği hadîs.
4 -Buhârî ve Müslim kitaplarına almadıkları hâlde onların şartlarına uyan hadîs.
5 - Buhârî'nin şartlarına uygun olduğu hâlde kitabına almadığı hadîs.
6 - Müslim'in şartlarına uygun olduğu hâlde kitabına almadığı hadîs.
7 - Buhârî ve Müslim dışındaki diğer imamlar tarafından sahîh olarak kabul edilen hadîs.[540]
Sahîh hadîsleri rivayet eden şehirlerin değişmesiyle onların dereceleri de farklılık arzeder. Hemen hemen ulemânın ekserisi, en sahîh hadîslerin Dâru's-sünne olan Medine halkı tarafından rivayet edilenler olduğunu kesinlikle belirtirler. îbnu Teymiye[541] diyor ki:
"Hadis âlimleri en sahîh hadîslerin Medîneliler, sonra Basrahlar, daha sonra da Şamlılar tarafından rivayet edilen hadîsler olduğunda müttefiktirler".
Hatîbu'l-Bağdâdî de şöyle demektedir:
"Tarîkleri en sahîh olan hadîsler, Mekke ve Medîneliler tarafından rivayet edilenlerdir; zîrâ onlarda tedlîs az, kizb ve hadîs vaz ise pek nâdirdir. Yemenlilerin pek az olmakla beraber ceyyid rivayetleri ve sahîh tarîkleri vardır. Onların kaynakları da yine Hicazlı-lardır. Basrahlar çok hadîs rivayet etmelerine rağmen gayet açık ve başkalarında bulunmayan senedlerle rivayet edilen hadîslere sahiptirler. Kûfeliler de Basrahlar gibi çok hadîs rivayet ederler; fakat rivayetlerinde çok kusur bulunur; illetten salim olanları ise azdır. Şamlıların rivayet ettiği hadîslerin çoğu mürsel ve maktû'dur. Bunlardan sika râvîleri tarafından muttasıl olarak rivayet edilenler ise iyidir. Fakat bunların çoğu mevâ'izla ilgilidir. [542]
Hadîs imamları esahhu'î-esânîd'de (en mükemmel isnadın hangisi olduğunda) ihtilâf etmişlerdir. Herbiri kendi gayreti neticesinde elde ettiği bir esahhu'l-esânîd vermektedir. Her sahâbînin tâbi'înden râvîleri, onların da çoğu sika olan etbâ'u't-tâbi'înden râvîleri vardır. Bu sebeple kesin olarak bir sahâbînin esahhu'l-esânîd'ini söylemek mümkün olmamaktadır. [543]
Hadîs münekkidleri, metinde şaz ve illetlerin bulunabileceğini hesaba katarak ve metnin değil, senedin sıhhatini kastederek bir hadîs hakkında lâdesini değil de tâbirini kullanırlar" Hem senedin, hem de metnin sahîh olduğunu göstermek istediklerinde de mutlak bir ifâdeyle derler. şeklindeki mukayyet ifâdeden daha üstündür. Bu sebeple Suyûtî, Elfiyye'sinde şöyle der:
Münekkidlerin, metnin değil de isnadın sahîh ve hasen olduğuna hükmetmeleri, metinde bâzı şâz ve illetlerin bulunması ihtimâline binâendir. Hıfzı kuvvetli olan râvîlerin rivayet ettiği metin içm de aynı hükmü ver[544]
Muhaddislcrin Bu bâbta en sahîh olan hadîs falan hadîstir demeleri o hadîsin sahîh olmasını icâb ettirmez; zîrâ o hadîs zayıf olsa bile onlar yine aynı sözü söylerler. Muhaddislerin bu sözden maksatları, bu bâbta en makbul olan veya en az zayıf olan hadîsin o olduğunu göstermektedir. [545]
Hasen hadîs: Şâz ve illetten salim olarak, zabtı mükemmel olmayan râvîler tarafından muttasıl bir senedle rivayet edilen hadîstir. [546]Sahîh ile hasen arasında bir karışıklığa meydan vermemek için bu tarifte dikkate alınacak husus, sahîh hadîs râvîsinin zabt bakımından mükemmel olmasına mukabil, hasen hadîs râvîsinin bu bakımdan noksan olduğudur. Her iki hadîs de şâz ve illetten salim olup ihticâc ve istişhâda elverişlidir.
Hasen hadîs iki çeşittir:
1 -Li zâtihî hasen.
2 - Lİ ğayrihî hasen.
Mutlak olarak söylenen Hasen hadîs sözüyle li zâtihî hasen kastedildiğine göre burada onu tekrar tarif etmeye lüzum yoktur. Li zâtihî hasen denişinin sebebi de, ondaki hüsnün (güzelliğin) bizzat kendinde bulunup dışarıdan gelmeyişidir. [547] Hasen hadîs her ne kadar râvîlerinin zabtı bakımından sahîh hadîsten aşağı ise de, şartları itibariyle sahîh hadîs seviyesindedir.
Liğâyrihî hasen hadîs'e gelince: Senedindeki râvîierden biri çok hatâ yapacak kadar dalgın ve kizb ile müttehem olmamakla beraber, ehliyetli veya ehliyetsiz olduğu anlaşılmayacak kadar kapalı bulunmasıdır. Ayrıca hadîsin metni mütâbic ve şâhidle takviye edilmiş olacaktır. [548]
Lizâtihî ve liğayrihî hasen hadîsin tarifi hakkında söylenmiş pek çok söz ve münâkaşalar vardır ki, onlardan bahsetmeye ne lüzum görüyor, ne de bir fayda bekliyoruz.[549]
Her ne kadar Tirmizî'nin hasen hadîs tarifi hakkında bir çok söz söylenmişse de, onun Câmi'i yine de hasen hadîsin kaynağıdır. Hasen hadîs tarifini ilk defa ortaya atan da Tirmizı'dir. [550] Hadîsleri ilk olarak sahih, hasen ve zayıf şeklinde taksim eden yine odur.
Muhaddisler zayıf hadîsi iki kısma ayırırlar:
a) Amel edilebilecek olan zayıf hadîs ki, bu Tirmizî'nin ıstılâ-hındaki hasen hadîse benzer.
b) Terkedilrnesi zarurî olan zayıf hadîs ki, işte bu büsbütün değersiz olan hadîstir. [551]
Tirmizî'nin Camiinde, iyice bilinmediği takdirde bâzı karışıklıklara yol açabilecek olan iki tâbir vardıı. Bunlardan bîri ifâdesi, diğeri de ifadesidir. Hasen olarak bilinen bir rivayetin, diğer tariklerden sıhhat şartlarını hâiz olduğu anlaşılınca, Tirmizî bu rivayet hakkında tâbirini kullanmaktadır. Ona göre bu hadîs hasenden üstün, sahihten de aşağı bir mertebededir. [552] Hafız İbnu Hacer şu misaliyle bu mesele hakkındaki bütün şüpheleri dağıtmıştır. İbnu Hacer diyor ki:
"Bunun bir benzeri de muhaddislerin râvî hakkında söyledikleri tâbirleridir. Bunlardan birincisi sâdece
sahîh hadîs râvîleri derecesinde olanlar hakkında, ikincisi de bu derecede olduğu kabul edilenler hakkında kullanılır. Her ikisini irleştirerek söylemekte nasıl ki, hiçbir mahzur yoksa sahîh ile hasen tizlerini birleştirerek söylemekte de hiçbir mahzur yoktur.
"Hasen-Sahîh" hadîs hakkında garîb sözünün kullanılmasına gelince: Sahîh hadîs bâzan bir tarîkle rivayet edildiği için garîb olur. Şu hâle göre, sahihin dûnunda olan hasen hadîs'in, garîblikte tavsifi daha münâsip olur.
îbnu Hacer bu ıstılahı bir başka şekilde daha açıklamıştır. Buna göre Tirmizî, hasen hadîs'i mutlak olarak tarif etmemiş, onu kitabında kendine mahsus bir ıstılah olarak kullanmıştır, Tirmizî bâzı hadîsler hakkında bâzıları hakkında veya tâbirini kullandığı gibi, diğerlerinde de bir kısmında ve diğer bâzılarında da denmektedir. Onun yaptığı tarif, ilk defa zikri geçen haseri hadîs hakkındadır. Nitekim kitabının sonundaki şu ifâde de bunu göstermektedir:[553]
"Bu kitabımızda dediğimiz zaman, bu sözle isnadı bizce hasen olan hadîsi kasdetmişizdir. Kizb ile ittihâm edilmeyen râvî tarafından rivayet edilip başka tarîklerden de onun gibisi gelen ve şâz da olmayan hadîs bizce hasendir". Bundan da anlaşılıyor ki, o sâdece hasen dediği hadîsi tarif etmiştir. Yalnız .at" veya yalnız
dediklerini tarif etmediği gibi, dediklerini de tarif etmemiştir. Diğer nev'îler, hadîscüer arasında meşhur olduğu için Tirmizî onları tarife lüzum görmemiş, yalnız dediğini tarif etmiş olsa gerektir. Bunun sebebi de herhalde bu tâbirin ya müphem oluşu, yahut yeni bir ıstılah oluşudur. Nitekim - Hattâbî[554]'nin yapüğı gibi bu tâbiri hadîscilere nisbet etmemiş, "bizce" diyerek sınırlandırmıştır.[555]
Li zâtihî hasen olan hadîs başka bir tarîkten de rivayet edilmişse, iki taraftan takviye edilmesi sebebiyle hasen derecesinden sahîh mertebesine yükselir. Zîrâ hasen hadîsin râvîsi, sıdk ve mestûru'1-hâl olarak meşhur olmakla beraber, zabtı kuvvetli hafız derecesine çıkamamıştır. Bu durum karşısında râvînin hadîsi bir başka tarîkten rivayet edilirse, mütâbi' ile takviye edilmiş olur ve böylece râvisinin sû-i hıfzı cihetiyle beslenen endîşe giderildiği gibi, hadîsi de hasen mertebesinden sahîh mertebesine çıkmış olur. Meselâ: Ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her abdest alışlarında misvak kullanmalarını emrederdim", hadîsinin senedi şöyledir Seneddeki Muhammed b. Amr'a her ne kadar birçok hadîsciler sıkadır, diyorlarsa da, hıfz, zabt ve itkân bakımlarından müttehemdir. Buna göre mezkûr hadîs, lizâtihî hasen ve liğayrihî sahihtir; zîrâ hadîs. Muhammed'in şeyhinden, şeyhinin de şeyhinden rivayet edilmektedir. Ayrıca onu Ebû Hurey-re'den, aralarında A'rec b. Hürmüz ve Sa'îdu'î-Makburî'nin de bulunduğu birçok râvîler rivayet etmektedir. [556]
Hasen tâbirini ilk defa ortaya atan Tirmizî olmakla beraber, daha Önceki tabakaya mensup olan Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi zevatın kitaplarında ve Tirmizî'nin şeyhlerinin bâzı rivayetlerinde haseıı adım verebileceğimiz birtakım hadîslerin bulunduğunu görmekteyiz. [557] Bunlar mertebece sahihten aşağı, zayıftan da üstündür. Zehebî'nin, hasen hadîsin sahihin bir nev{i olduğu hususundaki delilini zikrettikten sonra, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i bir tarafa - Sahîh-i Bu-hârî'de bile hasen'in bulunuşunu garîb görmüyoruz.
Îbnu's-Salâh, Ebû Davud'un Sünen'ini hasen hadîsin çokça bulunduğu eserlerden biri olarak kabul eder. Buna delil olarak da Ebû Davud'un şu sözlerini nakleder:
"Sahîh hadîsi, sahihe benzeyeni ve ona yakm bir durumda olanı zikrettim. Kendinde son derece za olan hadîsleri de açıkladım. Hakkında hiçbir şey söylemediğim hadîs sâlihtir; ,bir kısmı diğerin den daha sahihtir. [558]Ibnu Salâh. Ebû Davud'un bu sözlerini şöyle tenkîd eder:
"Sahîheyn'den birinde bulunmadığı ve hiçkimsenin de sahîh duğunu söylemediği hâlde Ebû Davud'un Sünen'inde mutlak olarak zikredilen hadîsler ona göre hasendir. [559]
Îbnu's-Salâh'm kendi metodu gereğince böyle bir tenkîd yaparak sahîheyn'de bulunmayan ve imamlardan biri tarafmdan sahîh olduğu söylenmeyen herhangi bir hadîse, müteahhirînin sahîh diye hükmetmesini önlemek zaruretini hissettiği meydandadır. Bu sebepledir ki, Hâkim'in sahihtir dediği fakat diğer güvenilir âlimlerin, hakkında sahihtir veya zayıftır şeklinde bir hüküm vermediği hadîslerin zacftnı gerektiren bir illet görmedikçe hasen oldukları kabul edilir. Hafız tIrâkî[560]'nin, isnâd ve illetleri tetkîk etmeye muktedir olan bir mütehassısın, herhangi bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğuna hükmetmeye yetkili olduğunu söylemesi çok doğru bir sözdür. [561]
Beğavî, [562]Mesâbîhu's-sünne adlı eserinde sahîh ve hasen hadîsleri tefrik etmek için kendine hâs ıstılahlar kullanmıştır. Ona göre Seyhan'ın veya onlardan birinin tahrîc ettiği hadîs sahîh; Ebû Dâvûd, Tirmizî ve benzerlerinin rivayet ettiği hadîsler de hasendir. Birçok âlimler buna îtiraz ederek Beğavî'nİn husûsî ıstılahına makbul bir îzâh yolu bulamamışlardır. Kaldı ki onun Mesâbîh'İnde Nevevî'nin de dediği gibi âdil ve zabıt olmayan râvîlerin infirat ettiği münker hadîsler vardır. [563]
Hadîs münekkidleri, sahîh veya hasen dedikleri hadîslerin aynı zamanda- makbul ve ihticâca elverişli.olduklarını ifâde eden başka isimlerle anılmasını da uygun görmüşlerdir. Makbul bir hadis hakkında kullamlan bu isimler arasında ceyyid mücevved kavi sabit mahfuz marûf sâlîh ve müstahsen gibi tâbirler de vardır. Bu tâbirlerde muhaddislerin ıstılahlarından çok, lügat mânâsının hâkim olduğu görülmektedir. Bilhassa ilk dört tâbir yâni mücevved ile ceyyid ve-sâbit île kavi beraber düşünüldüğünde, bunların sâdece değişik tâbir söylemek için kullanıldığı açıkça görülür. Ahmed b. Hanbel'in esahhu'l-esânîd yerine: En ceyyîd sened Zührî'nin Sâlim'den, onun da babasından rivâyetiyle meydana gelen eneddir, demesi de bunu göstermektedir.[564] Bu sözü Îbnu's-Salâh Hâkim Ebû Abdillâh gibi Ahmed b. Hanhel'den almıştır. îbnu's-Salâh bu nakline bakan bâzı âlimler onun ceyyid ile sahih tâbirlerini müsâvî gördüğü sonucuna varmışlardır. [565]
Tirmizî de, daha önce işaret ettiğimiz meşhur tâbîri yerine zaman zaman " ifâdesini kullanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Tirmizî, lizâtihî hasen mertebesini aşan hadisin, sahih derecesine çıktığında tereddüt edince - ki bu durumda hadîs, lizâtihî hasen ve liğayrihî sahih olmuştur meşhur tâbirini kullanmaktan vazgeçmektedir. Bu sözüyle Tirmizî, ceyyid tâbirinin sahîhe olduğu gibi hasen'e de şâmil olduğunu kas-detmektedir.
Bana öyle geliyor ki, şu sözleriyle Suyûtî de buna İşaret etmek istemiştir: "Mütehassıs bir hadîseinin sahih tâbiri yerine ceyyid'i kullanmasında mutlaka bir incelik vardır. Meselâ: Ona göre bir hadîs lizâtihî hasen mertebesinden yüksektir; fakat sahîh mertebesine çıktığından da şüphe etmektedir. Kavı tâbirinde olduğu gibi ceyyid tâbirini kullanınca, o hadîsin sahîh derecesinden bir derece aşağı olduğunu ifâde etmek istediği anlaşılır.[566]
Suyûtî'jıin cümlesindeki "kavî tâbîrinde olduğu gibi" sözüne dikkat etmek gerekir. Bu suretle o, "cevdet" ve "kuvvet" ifâdelerini müsavi görmektedir. Buna kıyâsen tecvîd ve cevdet tâbirleri ile sübût ve kuvvet tâbirleri arasında bir fark olmadığı neticesine varabiliriz, ister sahîh, ister hasen olsun bütün bunlar makbul hadîsin sıfatlarıdır.
Sahîh ve hasen hadîsi tarif ederken bunların şâz olmaması gerektiğine işaret etmiştik. Şâz olmadıktan başka bunlar münker de olmayacaktır. Buna göre şâz ve münker'in mukabili olan mahfuz ve ma'rûf sıfatlarını alırlar. îbnu Hacer diyor ki: "Kendinden daha sika olana muhalif olmamak şartıyle sahîh ve hasen hadîs râvîsinin yaptığı ziyâde makbuldür. Eğer daha makbul hadîse muhalif olursa bu hadîse mahfuz, onun mukabiline de şâz denir. Kendinde zayıflık bulunmakla beraber makbule muhalif olan hadîse macrûf denir. Mukabili de münker'dir. [567]
Sahîh ve hasen olan hadîslere "sâlih" denmesine gelince, mânâsından da anlaşılacağı üzere, onların ihticâca elverişli oldukları kastedilmektedir. [568] îşte bunun içindir ki muhaddisler, Ebû Davud'un Sünen'indeki hadîslerin sâlih olduğunu söylerler. Zîrâ onda hem sâlîh, hem de hasen hadîsler vardır,
Muhaddislerin bir hadîs hakkında demeleri, o hadîsin - açıkladığımız - ıstılâhî mânâsıyle hasen olduğunu göstermez. Aksine hasen'e olduğu kadar, sahîh olmaya da ihtimâli bulunduğunu belirtir. Hasen demek, cevdet demektir. Müstah-sen'den maksat da ceyyîd olmaya elverişli demektir. Muhaddisler bu tâbirleri ve müştaklarını ne de kolay anlıyorlar!. Bu tâbirlerin avam ifadesine benzeyenlerini tefrik etmek hususunda ne kadar da hassastırlar!
Ali b. el-Medînî diyor ki:
"Süfyân b. Uyeyne'nin meclisinde bulunuyorduk. Süfyân, Ra-sûlullah (s.a.v.)'m bir hadîsini okudu. Orada bulunanlardan biri: Ne kadar güzel! dedi.[569] Süfyân ona dönerek şunları söyledi: Cevahirden de güzel, inciden de güzel, yakuttan da güzel, dünyada mevcut olan her şeyden de güzel desen olmaz mı?. [570]
Sahîh ile hasen arasında müşterek olan noktalardan biri de şudur: Bir sened hakkında sahihtir veya hasendir diye hüküm vermişsek, bu hükmün metne de şâmil olması gerekmez; zîrâ metin bâzan şâz veya mu'allel olur. Bu noktaya sahîh hadîs bahsinde temas etmiştik. Burada ona tekrar temas edişimizin sebebi, sahîh ile hasen arasında bir benzeyiş ve mantıkî bir alâka olduğunu göstermek; ayrıca "senedi sahîh olan her hadîsin metni de sahîh olmaz[571] demek suretiyle arazdan önce cevheri, şekilden önce de muhtevayı gözeten, muhadrîisîerin bir oıçüsünü ortaya koymaktır.[572]
Zayıf hadîs, hadîs taksiminde üçüncü yeri işgal eder; en güzel tarifi de şudur: "Zayıf hadîs, kendinde sahîh ve hasen hadîslerin sıfatları bulunmayan hadîstir.[573] Bâzıları zayıf hadîsi, sahîh ve hasen hadîsin şartlarını hâiz olmayışı bakımından muhtelif aklî taksimlere tâbi tutmuşlar ve netice itibariyle 381 kısma ayırmışlardır. Bunların çoğu hayalîdir. Üstelik hadîsle uğraşanların zayıf hadîs hakkında ortaya koydukları çeşitli ıstılahlar arasında bunların belirli birer adı da yoktur. [574] Îbnu's-Salâh, zayıf hadîs hakkında yapılacak taksimlerin 42'yi geçmeyeceği kanaatındadır. O bunları açıklamış ve nasıl taksim ettiğini de göstermiştir. Hafız 'Irâkî de bu taksimi kabul etmiştir. Fakat biz bunlardan sâdece kendine hâs ismi olanları mevzû-ı bahs edeceğiz ki, bunlar mutlaka bilinmesi îcâb edenlerdir. Kendinde herhangi bir zayıflık bulunup da muayyen bir adı olmayanlara ise kısaca işaret etmekle yetineceğiz.[575]
Mürsel'in meşhur olan tarifi, senedinden bir sahâbî düşen hadîs, şeklinde yapılmıştır. Meselâ: Nâfi'in Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu" veya Rasûlullah (s.a.v.) şöyle yaptı" yahut Rasûlullah (s.a.v.)'ın karşısında şöyle davranıldı" şeklindeki sözleri mürseldir. [576]Şu hâle göre mürsel yaşı ister küçük, ister büyük olsun "bîr tâbi'înin mutlak olarak merfû'an rivayet ettiği hadîstir.[577]
Mürsel'in zayıf sayılmasının sebebi, senedinin muttasıl olmayışıdır. Mürsel adını alışının sebebi de, râvîsinin onu Rasûl-i Ekrem (s.a.y.)'den dinlemiş olan sahâbîyi söylemeden doğrudan doğruya Rasûlullah. (s.a.v.)'a bağlamasıdır. [578]
Mürsel, dinde hüccet değildir. Bu görüş üzerinde "hadîs hafız ve münekkîdler i ittifak etmişler ve eserlerinde böyle söylemişlerdir. [579] Müslinij Sahîh'inin mukaddimesinde şöyle demektedir: "Bizim ve hadîscilerin kesin kanaati şudur ki, mürsel hüccet olamaz".
Âlimlerin-birçoğu sahabenin mürselini zayıf görmeyerek onunla amel etmektedir. Zîrâ Rasûlullah (s.a.v.)'dan bizzat duyamadığı bir hadisi rivayet eden sahâbî, çoğu zaman onu Rasûlullah (s.a.v.)' dan aldığında şüphe edilmeyen diğer bir sahâbîden dinlemiştir,ve bu sahabenin, senedden düşmüş olması hadise zarar vermez. Nitekim o sahâbînin hâlini bilmemek de hadîsi zayıflatmaz; zîrâ onun Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) görmüş olması adaleti için kâfi bir sebeptir. Suyûtî
Tedrîbu'r-râvî'de diyor ki:
"Sahîheyn'de sayılamayacak kadar sahâbî mürseli vardır; zîrâ onların rivayetlerinin çoğu yine sahabedendir. Sahabenin hepsi de udûldür. Onların sahâbî olmayandan rivayeti ise nâdirdir. Böyle bir rivayet vukû'undaîse onu kimden aldıklarını açıklarlar. Şurası muhakkak ki, sahabenin tabiînden rivayet ettiklerinin çoğu merfu hadisler olmayıp isrâilİyyât, bir takım hikâyeler ve mevkuf iıadîslerdir. [580]
Sahabenin mürseli diye birşey olmadığını söylemek mümkün değildir; zîrâ Ibnu Abbas, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında küçük yaşta bulunduğu için, ondan gelen rivayetlerin çoğu mürsel'dir! Kat'î olarak bilmekteyiz ki Rasûl-i Ekrem vcfât ettiği zaman îbnu A|b|s'm yaşı onüç'ü geçmiyordu.[581]
Mürsel'in birkaç derecesi vardır. Sırayla en makbulü Rasûl-i Ekrem'den hadîs dinlemiş öîan sahâbînin mürselidir. Sonra Rasûlullah (s.a,v.)'dan hadîs duymayan fakat sâdece onu gören sahâbînin mürselidir. Sonra muhadramın, daha sonra da Saîd b. Müseyyeb gibi güvenilir râvîlerin mürselidir. Bunları takiben de Şa*bî ve Mü-câhid gibi şeyhleri üzerinde titizlikle duranların mürseK-gelir. Bunların dûnunda olan mürsel de Hasanu'l-Basrî gibi herkesten hadîs alanların mürselidir. Katâde, Zührî, Humeydu't-Tavîl gibi küçük tabiîlerin mürselîerine gelince, bunların rivayetlerinin çoğu tâbi'în-dendir. [582]
Mürsel, sika râvîlere isnâd edilmiş olarak gelirse kuvvet kazanır ve sıhhati aşikâr olur. Bu durumda o hadîste biri mürselUk, diğeri müsnedlik olmak üzere iki hâl birleşmiş olur. Böyle olan bir hadîsle başka bir müsned tearuz.ederse, önceki tercîh edilir; çünkü mücsel olan o hadîs, sonuna kadar muttasü olan müsned bir hadîsle takviye edilmiştir. [583] ...
Meşhur tarifi şöyledir:
"Munkatı hadîs, senedinden bir kişinin düştüğü veya mübhem birinin zikredildiği hadistir[584] Zayıf oluşunun sebebi de, senedinin muttasü bulunmayışıdır. Munkatı' hadis bu bakımdan mürsel gibidir.
Senedinden bir kişi düşen munkatı' hadîs'in misâli: merfıi' olarak rivayet edilen şu hadîstir:
Eğer o işe Ebû Bekir'i seçerseniz, şüphesiz ki o kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir". Eu hadîsin isnadından, Sevrî ûi Ebû tshâk arasında bulunan Şerik düşmüştür; zîrâ Sevrî hadîf doğrudan doğruya Ebû îshak'dan değil Serik'ten almıştır. Onu Ebı tshâk'dan dinleyen ise Serik'tir.
Senedinde mübhem bir kişi bulunan hadîsin misâli
Allah'ım senden isimdi sebat vermeni dilerim" hadîsidir. Hadîsin isnadı şöyledir: diye zikredilen iki adam kimdir? Senedde zikredilmekle beraber bunların kim oldukları belli değildir. Bu hadîste mübhem olarak. zikredilenler iki kişidir. Bâzan diğer hadîslerde mübhem olarak sâdece bir kişinin zikredildiği de olur. Burada bizi alâkadar eden şey, senedin bâzı halkalarında mübhemlik bulunuşudur.
Senedinde adı hiç geçmeyen bir kişi bulunduğu hâlde munkatı [585]sayılmayan hadîs de vardır. Bunun misâli şu hadîstir:
Bize Ebû Hureyre'den bir şeyh rivayet etti, Ebû Hureyre'nin söylediğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Kişinin acizlikle fısk u fücur arasında muhayyer kalacağı bir zaman gelecektir. Bu zamana yetişen kimse acziy-yeti fısk u fücura tercih etsin". Bu hadîsin munkatı' sayılmamasının sebebi, mübhem olan zâtın diğer bir rivayette Ebû Anır el-Cedelî olarak zikredilmesidir. Bu ne'î munkatı hadisi ancak çok anlayışlı ve hadîste büyük ihtisası olan bir hafız anlayabilir. [586]
Munkatı vnnürsel hadîslerin zayıf sayılmasının sebebi, sened-lerinin muttasıl olmayışıdır. Hatîbu'l-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye adlı kitabında der ki:
"Munkatı1 hadîs mürsel gibidir. Yalnız munkatı[587] sözü çoğu zaman tabiinin dûnunda bulunan birinin sahabeden rivayet ettiği hadîs hakkında kullanılmaktadır. Meselâ: Mâlik b. Enes'in Abdullah b. Ömer'den veya Süfyânu's-Sevrî'nin Câbir b. Abdillâh'tan veyahut Şu'be b. el-Haccâc'm Enes b. Mâlik'ten......olan rivayetleri böyledir"1. Hatîbu'l-Bağdâdî'nin çoğu zaman kullanıldığına işaret ettiği bu isti'mâl tarzı, yukarıda verdiğimiz munkatı' tarifiyle her bakımdan aynı değildir. Bu, munkatı' hadîs'lerde çoğu zaman bulunan vasfa göre daha husûsî bir ıstılahtır.[588]
Senedinden biribiri peşine iki veya daha fazla râvînin düştüğü hadîstir; [589] munkatı hadîsten daha kapalı ve mübhemdir. Mu'dal adı da bu yüzden verilmiştir. [590] Mu'dal, husûsî bir surette olmak üzere, munkatıın bir kısmı sayılmaktadır; zîrâ her mtdal, munkatı'; fakat her munkatı mu'dal değildi. Mürsel ve munkatı hadîslerde söylediğimiz gibi, bunun zayıf sayılmasının sebebi de senedinde ittisalin bulunmamasıdır, Tebe-i tâbi'înin irsal ettiği hadîs de mu'dal'dır. Bunun misâli A'meş'in Şa'bî'den livâyet ettiği: [591]
Kıyamet günü insana falan falan işi yaptın denecek; fakat o inkâr edecek; bunun üzerine ağzı mühürlenecek" hadîsidir. Zîrâ Şa'bî bunu Enes'den, Enes de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'-den rivayet etmiştir. Fakat A(meş hadîsin isnadından Enes'i ve Rasûlullah (s.a.v.)'ı düşürmek suretiyle hadîsi Mu'dal yapmıştır. [592]
Mu'dal munkatı'dan, tnunkatı1 da mürselden daha değersizdir. Mürselle ihticâc olunmaz. Eğer senedde inkıta bir yerde ise bu takdirde mu'dal munkatı'dan daha değersiz olur. Şayet inkıta iki veya daha fazla yerde olursa, bu durumda munkatı' ile mu'dal'ın değersizliği müsavi olur. [593]
Müdelles iki kısımdır:
a) İsnâdda tedlîs: Râvînin mutasın olup görüştüğü fakat hadîs almadığı veya mu'âsırı olduğu hâlde görüşmediği kimseden hadîs işittiğini zannettirecek şekilde rivayet ettiği hadîstir. Bunun misâli Ali b. Haşrem'in şu sözüdür:
Süfyân b. Uyeyne'nin yanında bulunuyorduk. Süfyan: Zührî şöyle söyledi diyerek rivayete başladı. Ona Zührî'den bunu işittin mi? diye sorulduğunda: Hayır, bunu Zührî'-den Macmer duymuş, bana da ondan duyan Abdurrezz⣠söyledi, demiştir. [594]Gerçekten Süfyân Zührî'nin mu'âsm olup onunla görüşmüştür ; lâkin ondan hadîs almadığı için semâ'ı sabit değildir. Süfyân Abdurrezzâk'dan, Abdurrezzâk Ma'mer'den o da Zührî'den hadîs almıştır. Buradaki tedlîs, Süfyan'm iki şeyhini de atlayarak hadîsi doğrudan doğruya Zührî'den duyduğunu zannettirecek bir tarzda rivayet etmesidir.
Tedlîs'in en çirkin ve yalana en yakın olan kısmı budur. Şube: "Tedlîs yapmaktansa, zina yapmak bence ehvendir[595] ve "Tedlîs yalanın kardeşidir" demiştir. [596] Şâfi'î, isnadda bir defa dahî tedlîs yaptığını bildiği kimsenin hadîsini almazdı. Fakat bu mevzuda âlimlerin kanâati şudur: Tedlîs yaptığı söylenenlerin rivayetinde semâ1 lâfzını açık bir şekilde kullananların rivayeti kabul edilir. Bunun aksine sözü mübhem ve tedlîs ihtimâli mevcut olan râvînin rivayeti reddedilir.
Hâkim, bu nev'î tedlîs'in çokça yapıldığı memleketlerle, rivayetlerinde böylesi yalan bilinmeyen şehirler üzerinde bir araştırma yapmış; neticede imamları tedlîs yapmayan şehirler olarak: "Hicaz, Haremeyn, Mısır, Avâlî (Medîne civarındaki köyler), Horasan.. Isfahan, îran, Hûzistan ve Mâverâ'u'n-nehir halkını tesbît etmiş; en çok tedlîs yapan muhaddislerin de Kûfeliler ile Basrahlar olduğunu iyleyen Şâfi'î değildir (Bk.
söylemiştir. Bağdatlılardan ise Ebû Bekir Muhammed b. Muhammed b- Süleyman el-Bağdâdî el-Vâsıtî'ye gelinceye kadar kimse tedlîs yapmamıştır. Oraya tedlîs'i ilk defa sokan bu zâttır.[597]
b) Şüyûhta tedlîs: Râvînin, durumunu gizlemek istediği şeyhini, hâiz olmadığı yüksek vasıflarla anması veya bilinen künyesinden başka birisimle zikretmesidîr. Meselâ râvî:
Sağlam allâme bize haber verdi" veya Zabtı kuvvetli hafız bize haber verdi" diyerek şeyhini kast eder.
Bunun bir başka misâli de şudur: Kıraat imâmı Ebû Bekir b. Mücâhid'in Ebû Bekir b. Dâvûd'dan: diyerek ve müfessir Ebû Bekir Muhammed b. Hasen en-Nakkâş'dan diyerek ve onu tamndığı isim olan babasına değil de dedesine m'sbet ederek rivayet etmesidir. [598]
Îbnu's-Salâh, Hatîbu'l-Bağdâdî'nîn "eserlerinde bu nev'i çok isü'mâl ettiğini[599] söyleyerek bu mevzuda ondan bâzı misâller verir. Şöyle ki: Hatîbu'l-Bağdâdî kitaplarında Ebû'l-Kâsım el-Ezdî'den, Ubeyduîlâh b. Ebi'1-Feth el-Fâsî'den ve Ubeydullâh b. Ahmed b. Osman es-Sayrafî'den rivayet etmektedir. Halbuki bütün bu değişik İsimlerin sâhibî onun şeyhlerinden sâdece bir şahıstır.
Yine Hatîbu'l-Bağdâdî, el-Hasen b. Muhammed el-Hallâl'den, el-Hasen b. Ebî Tâlib'den ve Ebû Muhammed el-Hallâî'den rivayet eder. Halbuki bütün bu isimler bir kişiye' ait muhtelif adlardır.
Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebû'l-Kâsim et-Tenûhî'den, Ali b. el-Muh-sin'den, Kâdî Ebû'l-Kâsım Ali b. el-Muhsin et-Tenûhî'den ve Ali b. Ebî Ali el-Mu'addil'den rivayet etmektedir. Yine bütün bu değişik isimlerle yalnız bir şahsı kasdetmektedir.
Aslında biz, hafız Hatîbu'l-Bağdâdî'yi bu şeyhlerden birinin durumunu ört-bas etmek için böyle yapmaktan tenzih ederiz-. Fakat şeyhin tanınmasını güçleştiren bu isimleri zikretmesini yadırgadığımızı da gizİiyemiyeceğiz. Bu isimler bir şahsa aittir. Bunun böyle olduğunu o da bilmektedir. Ne var ki, çokları bunu anlayamazlar. Bâzı âlimler tedlîs'i birkaç gruba ayırırlar. Şöyle ki:
aa) Atf tedlîsi: Râvî, demekle beraber ikinci râvîden (mâctûf olandan) hadîs dinlememiştir.[600]
bb) Sükût tedlîsi: Râvî, veya dedikten sonra susarak meselâ: el-A(meş, der. Böylece A'meş'den hadîs işitmediği hâlde işitmiş gibi göstermektedir.[601]
c) Tesviye tedlîsi: Râvînin, hadîsini makbul ve sahih göstermek için senedde bulunan - fakat kendi şeyhi olmayan - birini zayıf veya kendinden daha küçük olduğu için atlayarak, hadîsi sâdece sika râvîler rivayet etmiş gibi göstermesine denir. Tedlîsin en kötü çeşidi, büyük ölçüde bir aldatma mevcut olduğu için tesviye tedlîsidir. Bu tedlîsi yapmakla meşhur olanlardan biri de Velîd b. Müslim'dir. Velîd, Evzâ'î'nin zayıf şeyhlerini atlayarak sâdece sika olanlarım zikrederdi. Niçin böyle yaptığını sordular; cevaben: Evzâ'î böylelerinden rivayet etmiş olmaktan berîdir! dedi. Buna karşılık tekrar: Evzâ% zayıf olmalarına rağmen bu râvîlerden münker hadîs rivayet etmişse, sen de o zayıf râvîleri iskât ederek Ev2â(î'yİ hep sikalardan rivayet etmiş gibi gösteriisen, bu hareket EvzâTyikötü bir duruma düşürmez mi? diye sorulduğunda, Velîd bu söze aldırış bile etmedi.
Müdellislerin sözlerinde birçok bozukluk! ir vardır. Öyleleri var ki, bir şehie veya şeyhinin mahallesine hürmetkar davranırken birtakım mübhem ve müteşâbih sözlerle şeyhine olan saygısını göster-
meye çalışır. Meselâ Mısırlı bir râvî: Falan bana Endülüs'te rivayet etti ki. .." derken, Karâfe'deki yeri kasteder; veya Falan bana Halep Sokağı'nda rivayet etti ki. . ." derken Kahİre'dekİ bir yeri kasteder; veya Bağdat'Iı bir râvî: Falan bana Mâverâ'u'n-nehir'de rivayet etti ki..."derken nehir sözüyle Dicle nehrini kasteder.[602] Yahut
Rakka'da rivayet etti" derken, Dicle kenarında bulunan bir bahçeyi
kasteder; veyahut Dimeşk'li biri: Bana Kerek'te rivayet etti" demek suretiyle Dimeşk yakınlarında bulunan Kerek-i Nuh'u kasteder. Bütün bu ifâdeler, talebu'l-hadîs için seyahatler yapılmış olduğunu zannettirmektedir. İbnu Hacer bu yaldızlı ifâdelere tedlîs-i bilâd" adını vererek onu "tedlîs-i şüyuh" grubuna dâhil etmiştir. [603]
Hadîs imamlarından bâzı müdellisler, böylesi mübhem rivayetlerle latifeler yapmaktan hoşlandıkları için bu mevzuda müsamahakâr davranmış, sonra da pişmanlık duyarak tevbe etmişlerdir. Huşeym [604]niçin tedlîs yapıyorsun? diye sormuşlar; o da: "Tedlîs yapmak çok zevkli bir şeydir! [605] demiştir. Hüseyin'in arkadaşlarından bâzıları, birgün, ondan tedlîs yapılmış hadîs almamak üzere karar vermişler; bunu anlayan Huşeym, okuduğu her hadîste demiş; sonunda onlara bugün size tedlîs yaptim mı? diye sorduğunda: hayır, yapmadın, demişler; o zaman Huşeym şunları söylemiştir: Seneddeki Muğîre'tfen, söylediklerimin bir harfini bile duymadım; bu böyle olduğu içindir ki şeklînde söyledim!. [606]
Görülüyor ki, Huşeym tedlîs ile şaka yapmanın bir hududu olduğunu anlayaı ak, duyduğunu iddia ettiği şeyleri, aslında duymadığını bizzat itiraf etmiştir! Müdellisier bilhassa semalarını iyice soruşturup kendilerine sık sık baş vuranlara bu suretle itirafta bulunmuşlardır.[607] Hatta çoğu zaman halkı tedlîs yaptığı rivayetlerden sakındırarak mübhem ifâdelerini bırakarak asıl işittiklerini açıklamışlardır. AH b. Haşiem diyor ki: "Birgün îbnu 'Uyeyne [608]nin yanında iken, Züh-rî'den diyerek söze başladı. Ona, bu hadîsi size Zührî mi söyledi? diye sorduklarında: hayır, dedi, bunu ne Zührî'den, ne de Zührî'den işitenden aldım. Bunu bana Zührî'den rivayet eden Ma'mer'den duyan Abdurıezzâk söylemiştir. [609]
Emânet, hıfz ve zabt sıfatlarına sahip îbnu 'Uyeyne ve Huşeym gibi böylesi iki imâmın tedlîs yapması insanı şaşırtabilir. Şaşmamak lâzım. çünkü tedlîs yapmayanlar o kadar azdır ki[610] Hatta îbnu Abbâs (r.a.), Rasûlulîah (s.a.v.)'den çok az hadîs duymuştur. (Bâzıları bunun dört tane olduğunu söyler). Rivayet ettiği diğer hadîsleri ise,
Rasûlulîah (s.a.v.)'den duyan sahabeden almıştır. Abdullah b. Abbas, hemen hemen Rasûlulîah (s.a.v.) ile kendi arasındaki râvîyi söylememiş, sadece Rasûlulîah (s.a.v.) buyurdu ki. . ." demekle iktifa etmiştir.[611]
îbnu 'Uyeyne ve Huşeym, üstelik Sahîheyn'in râvîlerindendir. Bu ise onlar için büyük bir şereftir. Zaten hadîs imamlarının gerek bu iki râvîyi ve gerekse bunlar gibi tedlîs ile meşhur olan Sahîheyn râvîlerinden A'meş, [612] Katâde, [613] Hasenu'İ-Basrî [614] Abdurrezzâk[615] ve Velîd b. Müslim[616] gibilerini müdâfaa etmeleri lâzım gelirdi.
Ibnu yeyne'ye mahsus olmak üzere bu mevzuda onu ma'zûr görerek tedlîsini kabul etmişlerdir.[617] Çünkü İbnu 'Uyeyne mevkuf olarak rivayet ettiği zaman Ibnu Güreye, Ma'mer[618] ve benzerlerine dayanmıştır. Bu görüşü tercih eden îbnu Hibban[619] şöyle demiştir: "Bu hâl dünyâda sâdece Süfyân b. 'Uyeyne'ye mahsustur. O tedlîs yapardı ama sika ve sağlam râvîleri tedlîs ederdi. Bir de tedlîs ettiği bütün haberleri kendi gibi güvenilir râvîlerden işittiğini söylemiştir. [620]
Ayrıca, tedlîs ile meşhur olan Sahîhayn râvîlerinin yaptığı ted-lîsİn kizb değil, bir nev'î müblıem bırakma olduğunu söyleyerek onları mâ'zür görmüşlerdir; çünkü onların rivayetlerinde ve buna benzer semâ vukû unu gösteren ifâdeler vardır, [621]
Buhârî ve Müslim, belki de hadîslerini rivayet ettikleri müdellisin semah olup olmadığım bilmiyorlardı. Fakat onlar aldıkları hadisin sıhhatini gösteren mütâbicler bulunduğunu biliyorlardı. Bunun irindir kis pek kıymetli, emin ve hadîsinde za'f töhmeti bulunmayan minlellisin isnadını tercih etmişlerdir. Tercih ettikleri bu müdellisin sika mütâbier arasında fazilet ve şöhret bakımlarından da bir benzeri yoktur[622]Bâzı münekkidler, Sahîhayn râvîlerinden tedlîs yaptığı söylenenlerin bu hareketine, mürsel-i hafî demenin daha uygun olacağı kanaatindedir. Bunlar tedlîs ile mürsel-i hafî'yî çok hassas bir şekilde birbirlerinden ayırırlar. Buna göre tedlîs, mülâki olduğu bilinen kimseden rivayet edenler hakkında kullanılır. Birbirinin mucâsırı olup mülâki oldukları bilinmeyenler hakkında mürsel-i hafî tâbiri kullanılır. Hafız îbnu Hacer bu mevzuda der ki:
"Tedlîsi tarif ederken, birbirleriyle görüşmemiş olsalar bile aynı asırda yaşamış olmayı şart koşan kimsenin, tarifine mürsel-i hafî'yi de alması gerekir. En doğrusu, bu İki tâbiri birbirinden ayırmaktır[623]Tedlîste, muhaddislere mucâsır olmaya değil, görüşmeye ehemmiyet verilmektedir. Şöyle ki: Ebû Osman en-Nehdî[624] ve Kays b. Ebî Hazım[625] gibi muhadramların Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayetleri, müdelles değil, mürseî sayılmaktadır. Sâdece mu'âsı-r olmak hadîsin müdelles olması için kâfi bir sebep olsaydı, bu zevatın da müdellis olmaları gerekirdi. Zîrâ bunların Rasûlullah (s.a.v.)'ın mu'âsırı olduklarında şüphe yoktur; fakat ona mülâki olup olmadığı bilinmemektedir. [626]
Müdelles île mürseli, Hatîbu'l-Bağdâdî'nin şu sözleri kesinlikle birbirinden ayırmaktadır: Râvî, "hadîsi tedlîs yaptığı şeyhten işitmediğini söylerse durum tavazzuh eder ve bu suretle hadîs müdelles olmaktan çıkarak mürsel olur. Mürsilin işitmediği bir kimseden işitmiş, görmediği bir şahıs ile de görüşmüş zannını uyandırmasıyle hadîs mürsel olmaz. Fakat anlattığımız tedlîs, müdelHsin kimden tedlîs yaptığım açıklamadığı için, muhakkak ki mürselük mânâsını da taşımaktadır. Müdellesi mürselden ayıran taraf, râvînin hadis duymadığı kimseden duymuş gibi göstermesidir. Burada işini gevşek tutan müdellistir. Şu hâle, göre bu tedlîsin mürsel mânâsını ihtiva etmesi gerekir. Mürsel hadîs ise tedlîs mânâsım ihtiva etmez; zîrâ mürsilin, duymadığı kimseyi duymuş gibi göstermesi gerekmez. îşte bunun içindir ki âlimler müdellisleri ayıpladıkları hâlde mürsilleri ayıplamazlar[627]
Bütün çeşitleriyle müdelles hadîsin, zayıf hadîsler grubuna girmesinin sebebi meydandadır. Çünkü râvîlerinin sika olduğu sâbıt değildir. Şu sözleri Ibnu Mübarek ne kadar yerinde söylemiştir:
Halka mû'teber göstermek için hadîslerini tedlîs etti; ama Allah tedlîsi kabul etmez. [628]
Dış görünüşü bakımından kusursuz gibi görünse bile, sıhhatim zedeleyen bir kusuru olduğu anlaşılan hadîstir. [630]
Hadîsteki illet, hadîs ilimleriyle uyğraşanlann dahî anlayamayacağı kadar kapalı olması îtibariyie onu meydana çıkarmak için geniş bir bilgiye, iyi bir hafızaya ve hassas bir anlayışa sâh'p olmak îcab eder. Ibnu HaceV diyor ki:
"İllet, 'ulûmu'1-hadîs nev'îlerinin en kapalı ve en hassasıdır ki onu ancak Allah Taâlâ'nm fevkalâde bir anlayış, geniş bir külün» râvîlerin dereceleri hakkında mükemmel bir bilgi ve senedlerle metinleri tam mânâsıyle kavrayacak kuvvetli bir meleke verdiği insanlaı anlayabilir. [631]
Bu ilmi çok iyi bilen bir âlim, Allah Taâlâ'nm kalbine doğduracağı bir nev'î ilhamla bu kapalı illetleri bilebilir. Buna şaşmamak lâzımdır; zîrâ hadîsi anlamak, telkîn ile olacak bir iş değildir. En ancak Allah'ın kalbe akıtacağı bir bilgi ile olabilir. [632]
Abdurrahmân b. Mehdî[633] diyor ki: "Hadîs ilhamla anlaşılabilir. Hadîsin illetlerini açıklayan bir âlime, bunun neye dayanarak söylüyorsun? diye sorsanız size bir delîl gösteremez. [634] Yine Abdurrahmân b. Mehdî'ye: "Sen herhangi bir şeye: bu sahihtir, bu sabit değildir, diyorsun; bunu neye göre söylüyorsun? diye sordular. O da şöyle bir suâlle karşılık verdi: Sarrafa gidip dirhemlerini gösterdiğin zaman, sana: bu iyidir, bu kalptır, derse, ona bunun sebebini sorar mısm? yoksa dediğini aynen kabul mü edersin?. Soru sahibi: Aynen kabul ederim, deyince, Ibnu Mehdî: İşte uzun derslerin, münâkaşaların ve ihtisasın netîcesi olarak bu da onun gibidir, dedi. [635]
Hatîbu'l-Bağdâdî de şu sözleriyle bunu anlatmaktadır: "Muhad-disin sarraf gibi olması gerekir. Dirhemlerin bozuğu ve kalpı olduğu gibi, hadîslerin de bozuğu ve kalpı vardır. [636]
îşte bu ilmin çok zor ve hassas olması, uzun mümâreseye ihtiyaç göstermesi sebebiyledir ki, bu mevzuda çok az eser yazılmıştır. [637] Yazılan eserlerin en kıymetlisi de Buhâri'nin şeyhi olan Ali b. el-Medî-nî'nin "Kitâbu'l-'Iler'idir. [638] Bunun arkasından el-Hallâl[639] aynı adlı eseri gelir. Daha sonra da iki cilt olarak Mısır'da basılmış olan tbnu Ebî Hatim [640]'in 'Ilel'ini zikredebiliriz.
Bize kadar gelmiş olan bu mevzûdaki kitaplardan biri de Sünen-i Tirmizî'nin sonunda muhtasar olarak bulunan Kitâbu'l-'Ilel'dir.
Bunu İbnu Receb[641] şerh etmiştir. Yine {Ilel mevzû'unda Ahmed b. Hanbel'in -hâlen yazma olarak bulunan[642] bir kitabı vardır. Bundan başka Ebû'l-Hasen ed-Dârekutnî [643]'nin kendinden sonra bir benzeri yazılamayan değerli bir eseri vardır. [644] Fakat kitabı kendi yazmamış, talebesi hafız Ebü Bekir cl-Burkânî cem1 etmiştir. [645] Ayrıca yine 'Ilelu 1-hadîs mevzulunda Buhârî, Ya'kûb b. Ebî Şeybe, [646] es-Sâcî, [647] tbnu'l-Gevzî[648] ve îbrnı Hacerfi'[649] nisbet edilen kitaplar mevcuttur.
Çoğu zaman illet, zahiren sıhhat şartlarını hâiz olan bir isnadda bulunur. Şu hâle güre illetin mevcudiyeti, râvînin teferrüdü, bir vehim bulunduğunu münekkide gösteren karinelerle birlikte diğer bir râvînin ona muhalif oluşu, mevsûlün mürsel olarak, merfıVun mevkuf olarak gösterilmesi ve bir hadîsin diğer bir hadîse karışması ile anlaşılır ki, bu durumlar karşısında müuekkidde hadîsin sahih olmadığı hususunda zann-ı gâlib hâsıl olur veya hadiste tereddüd ederek durakla. [650]
Muallel bir hadîsi rivayet eden râvînin ondaki iüel.i söylemesi nasıl şâyân-i arzu ise, [651]isnadda birçok bakımlardan illet bulunabileceği için, müsnidin de hadîsteki illeti açıklaması aynı şekilde verinde olur. [652]
Bİr hadîsin İlletim bilmek için hadîsin bütün rivayetlerini tetkîk etmek, râvîlerinin hadîs hakkındaki ihtilâflarına ve onların zabt ve itkân itibariyle durumlarına bakmak İâzimdır. Ali b. cl-Mcdînî: "Hadîsin bütün tariklerini cem etmedikçe hatası anlaşılmaz'' d':inrktndiı. [653]
Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetu culûmi' 1-hadîs adlı kitabında mu'allel hadîsi on kısma ve her birini îzâh eden misâller vermiştir. [654] Daha sonra demektedir: "Burada zikretmediğim başka nev'îler de itiklerimi ise, bu ilmin mütt Kassıslarınm birçok mu'allel hadisi bulabilmesi İçin verdim; zîrâ hadîslerin illetlerini i.iSmh' îhıv, bu ilimlerin en değerlilerindendir. [655]
Mu'allel hadîsin nevMleri, Hâkim'in taksim ettiği bu on gruptan ibaret değildir. Binâenaleyh hadîsi zedeleyen bu gizli sebepleri îzâh etmek maksadıylc mu'allel hadîsin bclli-başh misâllerini süylemckle iktifa edeceğiz.
Bir sahâbîden rivayet edildiği bilinen bîr hadîs, iki veya daha fazla râvînin memleketlerinin ayrı olması sebebiyle diğer bir râvîden rivayet edilir. Bunun misâli: tarikiyle rivayet edilen Ben günde yüz defa Allah'a tevbe
ederim'" hadîsidir. Bu isnada bakan kimse, [656] ilk önce onu sahih hadîsin şartına uygun olaiak rivayet edilmiş zanneder. Halbuki bu hadîsi bir Medîncli, bir Kuleliden rivayet etmiştir. Mâ'iûm olduğu üzere Medîneliler, Kûfelilerdcn rivayet ettikleri zaman hati ederler.
Bunun bir başka misâli, râvîlerden birinin kendi şeyhinin ismini söylemesi veya mübhem birakmasıyle meydana gelen ihtilâftır. Şöyle ki, Ebu Şihâb'ın: isnâdıyle meruV ola-rak rivayet ettiği Mü'-min saf ve kerîm, fâcir ise hilekâr ve alçaktır", hadîsini Muhammed b. Kesîr'in senediyle rivayet etmesinin hadîsi malûl yaptığını Hâkim beyân etmektedir.[657]
Bir başka misâl: Bir şahıstan rivayet eden râvîj o zâtı görüp, hadîs dinlemiş olmakla beraber, ondan dinlediği hadîsler mu'ayyen değildir. Bu râvî o zâttan arada vâsıta olmaksızın rivayet ederse, bu hadîslerin illeti, râvînin. onları şeyhinden duymamış olmasıdır. Bunun misâli, Yahya b. Ebî Kesîr'in En es (r.a.)'den rivayet ettiği:
Rasûlullalı (s.a.v.) bir aile yanında iftar ettikleri zaman, evinizde oruçlular iftar etsin, diye dua ederdi, [658] hadîsidir. Hâkim: "Yahya b. Ebî Kesîr'in Enes b. Mâlik1 den bir çok hadîs rivayet ettiğini biliyoruz; fakat bu hadisi Enes'den duymamıştır", dedikten sonra Yahya b. Ebî Kesîr'in Enes'-den rivayet eden şahıs bana söyledi", dediğini beyân ederek hadîsi senediyle zikreder. [659]
Bir başka misâl: Sened görünüşü bakımından sahîh olmakla beraber, orada, rivayet ettiği zâttan hadis işitmediği bilinen birinin bulunması, hadîsin mu'allel olmasına sebep teşkil eder. isnâdıyla Rasûluîlah (s.a.v.)'dan rivayet edilen: Çok dedi kodu yapılan bir mecliste bulunan kimse oradan kalkmadan öncesi deyince, o mecliste bulunması sebebiyle işlediği günâh affedilir' , hadîsi bunun misâlini teşkil eder. Rivayet edildiğine göre Müslim, Buhârî'ye gelerek bu hadîsi sormuş, Buhârî de: "Bu güzel bir hadîstir. Bu babta dünyâda bundan başka bir hadîs bulunduğunu da bilmiyorum; ne var ki hadîs ma'lûldur", diyerek senedini okumuş ve bununla
beraber Musa b. 'Ukbe'nin Süheyl b. Ebî Sâlih'den hadîs işittiği zikredilmemektedir, demiştir.[660]
Hadîsle meşgul olan kimsenin: Bu hadîs falan râvî sebebiyle mualleldir sözünü okuyunca, hadîste, mu-callel İstılahı ile anılan cinsten cerh edici bir illet bulunduğuna hemen hükmetmeyerek biraz teennîlİ davranması gerekir; zîrâ bâzı âlimler illet sözünü, ıstılahı mânâsını kastetmeyerek de kullanmaktadır. [661] Bu takdirde yapılan cerh onlar nazarında, râvîyi, hafızasının zayıflığı veya kizbi gibi, (gizli değil) zahirî bir sebebe dayanarak yapılan bir cerhten öteye geçmez. Hadîsin zayıf olmasını gerektiren zahirî bir sebep bulunduğu takdirde, o hadîse mu'allel denemez. Misâllerle açıkladığımız üzere illet, hadîsin mu'allel olmasını gerektiren gizli ve kapalı bir sebcbtir. Ne var kİ bâzı münekkidler mu'allel hadîsin tarifinde hafi illet sözünün zikredilmesini zarurî görmeyerek, mu'allel hadîste gizli değil açık illetlerin de bulunabileceğini söylemektedirler. [662]
Ebû. Ya'lâ el-Halîlî, el-îrşâd adlı eserinde, zabıt olan sika râvînin müsned olarak rivayet ettiğini, mürsel olarak rivayet etmek gibi, hadîsin sıhhatini zedelemeyecek bir muhalefete de illet adını vermekte ve nasıl ki bâzıları şâz olan sahihin bir nev'i saymışsa, "ma'luL olan sahîh hadîs de sahîh'in bölümlerindendir", demektedir. Bununla: beraber ıstılahı sınırlandırmak da istememiş ve buna misâl olarak; Mâlik'in Muvatta'ında bulunan şu hadîsi zikretmiştir; Ebû Hureyre (R.A.)'den bize. baliğ oldu ki, Rasûlullah (s.a.v.): Yedirilmek ve giydirilmek kölenin; hakkıdır, bu vurmuştur". Mâlik bu hadisi Muvatta'ında bu şekilde nru'dal olarak rivayet etmektedir. Hadîsi İbrahim b. Tahmân ve ı-ıı-Nu'mau b. Abdisselâm isnâdıyle rivayet etmektedir. Hadîs, isnâdı! beyân edildikten sonra sahîh olmuştur. Bâzıları: da "Ma'lul, bunun; aksine, görünüp itibariyle kusurdan salim olmakla beraber, yapıları araştırmadan sonra sıhhatini zedeleyen bir kusuru bulunan hadîstir. Misâlini verdiğimiz bu hadîs ise, dış görünüşü itibariyle mu'dal olmakla beraber, araştırıldığında mevsûl olduğu meydana çıkmıştır.[663] diyorlar.
Ma'lûl tâbiri, merdûd olan her hadîse şâmil değildir. Buna göre| munkatı' hadîs ma'lûl sayılmaz. Râvîleri arasında meçhul veya zayıf bir kimse bulunan hadîse de maûl denmez. Malûl diye bu saydığı mız kusurlardan birini ihtiva eden hadîse deni. [664]Hâkim Ebû AbdillaK diyor ki:
"Mecruh olan bir râvînin hadîsi değersiz ve bâtıl olduğundan, cerhle hiç alâkası bulunmayan muhtelif bakımlardan hadis ta'lil edilebilir. Hadisin illetine gelince, sika râvîlerin bîr çok hadislerinde onların bile farkına varamadıkları illetler bulunur ve hadîs ma'lûl olur. Bizce illeti tâyin etmede ölçü hıfz, fehm ve mâ'rifettir. [665]
Muztarib Hadis, birçok rivayetleri bulunmakla beraber bu rivayetler birbirine müsavi olduğu için aralarında terc yapma imkânı olmayan, bir râvînin iki veya dahi rivayet ettiği, yahut iki veya ikiden daha çok râvi ettiği hadîstir. [667]Bu hadîsin zaTma sebep râvîlerinin hıfz ve zabtı hakkın. ihtilâf edilmesidir. [668]Bu ihtilâf da rivayetlerden birinin râvisinin hıfz veya zabt, yahut aldığı zâttan uzun müddet hadis dinlemesi gibi üstünlüklerden biri sebebiyle Ötekine tercih edilmesiyle ortadan kalk.u. İşte bu sebepledir ki, iki veya daha fazla rivayetten biri diğerine iı.rcıh edildiği zaman, hndîse Muztarib denihnez . [669]
Iztırâb bâzan raetinde bulunmakla beraber, ekseriya i .naıida bulunur, İsnâdda değil de, sâdece metindeki ıztırâba binâen, nuılıad-disin bir hadîse bu adı vcıişi pek nâdirdir.
îsnâddaki ıztırâba misâl olarak V'.bû Bekir Hadisini -zikredebiliriz. Ebû Bekir "Vâ Rasûiallah yaşlanmış gcrüy.iıma", dediğinde Rasûl-i Ekrem:
Sûresi ile benzeri sûreler ılı uyarlattı" buyurmuşlardır. Dân-laıtni diyor ki: "Bu hadîs miizuribtir; zîrâ sâth gelmekte ve bu rivayette on türlü ihtilâf edilmektedir. Kimi bu hadîsi Ebû îshâk'dan mürsel olarak, kimi mevsûi olarak ıivâye.ı cimi ktc, kimi onu Ebû Bekir (r.a.)'ın, kimi Sacd (r.a.;'ın, kimi de Ifz. .Vize'nin müsnedi olarak rivayet etmektedir. Hadîsin bütün râvîleri sika oİduğu gibi, birini diğerine tercih etmek de mümkün değildir; üsteli etmeye de imkân yoktur. [670]
Araştırıcı bu nevi muztarib insâd hakkında şöyle düşünebilir: Dârekutnî'nin de saydığına göre bu hadîste birbirine zıt on cihetten ihtilâf edilmiş oluyor. Buna rağmen aralarında bir tercih yapmaya imkân olmayan birbirinin dengi sika râvîler hakkında tereddüt edildiği müddetçe hadîsi sahîh kabul etmek gerekir, ilk anda akla gelen bu anlayış kısaca söylemek gerekirse makbuldür. Ne var ki meselâ: Hadîs te'âruz ettiğinde onun hakkında bir hüküm verebilmek için rivayetlerini makbûliyet sırasına göre kademelere ayırmak gerekir; "Bu durumda râvîsi hakkında hiçbir suretle ihtilâf edilmeyen hadîs, râvîsi hakkında ihtilâf edilen hadîsten elbette daha sahihtir" Demek oluyor ki, sâdece isnâdda[671] bir iz tır âb bulunması, hadîsin za'fma işaret sayılmaktadır; çünkü rivayetlerin derece bakımından müsavi olup, aralarında hiçbir teâruz bulunmaması, hangisinin sahîh olduğu hakkında bir hüküm vermeye mânidir. Buna göre hadîslerin sıhhat bakımından birbirine mu'âdil oluşu, zayıflık bakımından mu'âdil oluşu gibidir ki, birini alıp diğerini terk etmek için ortada hiçbir tercih sebebi yoktur.[672]
Metindeki ıztırâba misâl, Müslim'in Velid b. Müslim rivâye-tiyle Sahîh'ine aldığı besmele hadîsidir. Velîd b. Müslim diyor ki, "bize Katâde tarikiyle Ev2âcî rivayet etti. Katâde EvzâTye yazdığı bir mektupta Enes b. Mâlik'in kendisine şunu rivayet ettiğini haber vermiştir :
Rasûlullah (s.a.v.)'in, Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r.a.)'ın arkalarında namaz diyerek başlıyorlar, kırakıldım. Namaza atin başında ve sonunda demiyorlardı". Bu hadîste muzurib olan metin, râvînin besmele'nin okunmadığını söylediği hadîsin ikinci yarısını teşkil eden kısımdır. Zîrâ Buhârî ve Müslim'in müttefikan tahrîc ettikleri aynı mevzûdaki diğer bir rivayette besmelenin okunup - okunmaması şeklinde bir mesele ve dolayısıyla bir tearuz yoktur. Bu rivayette râvî:
Kırâete diyerek başlıyorlardı", demekle iktifa etmekte ve namaza başlandığında okunan sûrenin Fatiha Sûresi olduğunu kastetmektedir, îş bu kadarla kalsaydı elbette müttefekun aleyh olan hadîs tercih edilmekle iş biterdi. Biz birinci hadîse muztaribtir demiyoruz; fakat yine Enes (r.a.)'den gelen üçüncü bir rivayete göre, ona besmele ile namaza başlama meselesinde sorulan bir suâle cevaben, bu hususta Rasûlullah'tan mervî herhangi bir şey bilmediğini söylemiştir. Böyle değerli bir kimsenin tereddüdü, önemsenmeyecek bir tereddüt değildir. Böylece besmelenin kırâet edilip - edilmeyeceği hususunda rivayetlerin birini tercih etmek çok güç veya imkânsız bir duruma gelmiş oluyor. Hadîsin ilk yarısına muztarib deyişimizin esas sebebi, tercihe imkân olmayışıdır. Hadîs metninde illetin bulunuşunu göstermesi bakımından bu iyi bir misâldir. Bunun içindir ki Ibnu's-Salâh, Ulûmul-hadîs'inde Hafız Irâkî, Îbnu's-Salâh'ın kitabına yazdığı şerhdeı, [673]Suyûtf de Tedrîbu'r-râvî'sinde mu'allel hadîse misâl" olarak zikrederler. [674] Muztarib hadîs, mu'allel hadîsin bir nev(i olduğu ve iki mevzu da biribirine çok yakın bulunduğu için buna hayret etmemek lâzımdır. [675] îbnu Hacer'in mu'allel için söylediğini bildiğimiz şu sözü, Alâî, muztarib hadîs hakkında söylemektedir:
Bu mesele, hadîs nev'îlerinin en gizli - kapalı ve en hassas bir nev'ini t-şkîl ctmektediı. Bunun hakkından ancak Allah Taâlâ'nm çok hu. e bir seziş, geniş bir nüfuz, râvücrin durumları hakkında tam bir idrâk ve derin bir anlayış verdiği kimseler gelebilir.[676]
îbnu Haccr'in el-Mukterib fî beyâni'l-muztarib[677] adlı kitabını yazarken Dârekutnî'nin[678] el-llel'inc dayanışının sırrını burada anlamaktayız; zîrâ mevzular biribirine çok yakın, misâller de birbirine çok benzemektedir. Hadîs nev'îlerinin biiibirinc karışması ve bâzılarının içİçe girmesi ihtimâline rağmen hadiscilerin. hadisleri neden bu kadar çok bolümleıe ayırmak isledikleri hakkında bu durum bize herhalde bir fikir vermektedir. Dikkat ve hassasiyetlerini bildiğimiz hadîseiler, hadisleri [679] taksim edip gruplara ayırırken, onların birbirine karışması ihtimâlini göz önünde bulundurdukları için, herhangi bir tenakuz bahis mevzuu değildir. Zaten bir bakıma muzLırib olan hadîsin, diğer cihetten nnrullcl olması mümkündür. Diğer hususlar da buna kıyâs edilebilir.
Bâzı hâllerde, sahih ve hasen olan hadîslerde bile iztırâb olabilir. Şöyle ki, râvî sika bir kimse olmakla beraber onun nesebi veya ismi, yahut babasının isminde ihtilâf edilebilir. İşte böyle bir hadîse muztarib, denir. Hadîsin muztarib oluşu sahih veya hasen oluşuna bir zarar getirmez. Hadîsin zayıf olmasını gerektiren bir ıztııâb, bundan önce çeşitlerini zikrettiğimiz, metni \eya senedi muztarib olan hadîslerdeki durumlardır. [680]
Kavilerden birinin metindeki bir lafzı veya isnâddaki bir şahsın ismini yahut nesebini alt - üst etmesiyle, tehîr edilmesi gerekeni takdim, veya takdîm edilmesi gerekeni tehîr etmesiyle, veyahut bir şeyin diğerinin yerine konması suretiyle rivayet edilen hadîse maklûb denir.[681] Bu tariften anlaşılacağı üzere kalb, isnâdda olduğu gibi metinde de olur.
Metindeki maklûba misâl: Müslim'in rivayet ettiği, Allah Taâlâ'nın, kendi gölgesinden başka bir gölgenin bulunmayacağı günde gölgelendireceği yedi sınıf hadîsindeki: Sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak şekilde, [682]gizlice sadaka veren kimse" cümlesidir. Hadîsin Sahîhayn'daki lâfzı: Sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak tarzda şeklindedir. Fakat râvîlerden biri tam aksini yapması gerekirken sözünü takdîm, lâfzını da tehîr etmiştir.
İsnâddaki İsimlerin takdîm ve tehiri ile yapılan maklûb hadîse misâl, Murre b. Ka(b ve Kab b. Murre isimlerinin takdîm ve tehiridir. Halbuki bunlardan biri, diğerinin babasının adıdır. [683] Hatîbu'1-Bağ-dâdî, Raf'ul-irtiyâb fi'İ-maklûb mine'l-esmâi ve'l- ensâb adlı eserinde bu mevzua gereken ehemmiyeti vermiştir. [684]
Bu iki misâldeki kalb de, kasten değil sehven yapılmıştır. Böyle olmakla beraber bu hâl yine de hadîsin zayıf olmasını gerektirmektedir. Bu durum, sehven değil de kasten yapılmış olsaydı o takdirde kalb, mevzu hadîsin bir nevi olurdu[685] Meselâ: Hadîs bir râvî veya bir isnâd ile meşhur olur; hadîs uyduranlardan biri, seneddeki râvînin yerine, halkın hadîslerine rağbet ettiği bir başka râvîyi kasden getirir. [686] Söz gelimi Salim b. Abdillah[687]'ın olduğu bilinen hadîsi Nâfi[688]'in hadîsi imiş gibi gösterir. Yahut bir isnadın yerine bir başka isnadı koyar. Bunun misâli de yalancı Hammâd b. 'Amr en-Nesîbî'nin: isnâdıyle merfu olarak rivayet ettiği:
Yolda mü[689]" riklere rasladığımz zaman ilk olarak siz selâm vermeyiniz" hadîsim Hammâd kalb ederek A'meş'ten geliyormuş gibi göstermektedir. Halbuki hadîsin ma'rûf olan senedi: şeklindedir. [690]
Hadîscilerin çoğu hadîs uydurmak veya kalb ettiklerini müstakil bir hadîs olarak benimsetmek maksadıyle değil de[691], râvîlerin, başkalarının ne derece tesirinde kaldıklarını öğrenmek arzusu ile[692] hadîsleri kalb ederek ve birbiri arasına karıştırarak denerlerdi.[693] Hatîbu'l-Bağdâdî, Ahrncd b. Mansûr er-Rûbâzî tarikiyle şu haberi rivayet eder:
er-Rûbâzî diyor ki.: "Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în ile beraber Abdurrezzâk'a gittik. Kûfe'ye döndüğümüzde Yahya b. Ma'în, Ahmed b. Hanbel'e Ebû Nu'aym'i denemek istediğini söyledi. Ahmcd'in bundan vaz geçmesi hususundaki ısrarına rağmen Yahya vaz geçmeyerek eîine bir kâğıt aldı ve Ebû Nu'aym'in hadîslerinden otuz tanesini yazdı. Her Gn tanede bir Ebû Nu'aynr e âid olmayan bir hadîs ilâve etti. Sonra Ebû Nu'aym'e gittik. Ebû Nu'aym dışarı çıkarak evinin karşısında bulunan bir dükkâna girdi ve oturdu. Sağma Ahmed b. Hanbel'i, soluna Yahya'yı oturttu; ben de aşağıya oturdum. Yahya Ebû Nu'aym'e on hadîs okudu; Ebû Nu'aym hiç sesini çıkarmadı. Onbirincİ hadîsi okuduğunda ise, bu benim hadîsim değildir diyerek reddetti. Yahya ikinci on hadîsi ve peşinden ilâve ettiği ikinci hadîsi okudu. Ebû Nucaym yine, benim hadîslerim arasında bu yoktur, diyerek ilâve edilen hadîsi kabul etmedi. Yahya tekrar üçüncü on hadîsi ve ilâve ettiği üçüncü hadîsi okuyunca Ebû Nu'aym birden değişerek Ahmed'in kolunu tuttu ve - Ahmed'i göstererek- bunun takvası böyle bir şey yapmasına manîdir; bana işaret ederek-bunun da yaşı böyle bir şey yapmasına müsâid değildir; arna bu olsa olsa senin işindir be adam!., diyerek ayağıyla Yahya b. Ma'în'e vura vura dükkândan çıkardı; sonra da kalkıp evine gitti. Ahmed b. Hanbeî'in Yahya'ya dönerek: Ben sana, yapma bunu, o sağlamdır, demedim mi? diye sorması üzerine Yahya b. Ma'în şu cevâbı verdi: Böyîe bir kovulma, yaptığımız yolculuktan bence daha makbuldür. [694]
Münekkidlcr Hz. Peygamber'in yasak etmesi sebebiyle bu neVî yanıltmaları sevmezler. [695] Ebân b. Ebî Ayyaş'm hadîslerini Şu'be kalb ettiği zaman, bunu doğru bulmayan Haramî: "Bu yaptığı şey ne fenadır!" demişti. [696]
Maklûb hadîsleri tanımak, muazzam bir ilme sâhib bulunmayı, rivayet ve isnâdlarla uzun zaman meşgul olmayı îcâbettirir. Muhad-disin bu ilimdeki mahareti de hadislerdeki kalbleri bilmesiyle anlaşılır, işte Buhârî'nin büyüklüğünü gözlerimizin önüne seren ve O'na karşı kalblerimizdeki saygıyı artıran bu mevzu'daki şu misâlini Hatîbu'l-Bağdâdî anlatıyor:
"Buhârî Bağdad'a gittiği zaman Bağdat uleması O'nun etrafında toplandılar. Senedlerini ve metinlerini kâlb ederek, bir metni başka bir isnada, onun senedini de başka bir metne ekleyerek yüz hadîs hazırlayıp on kişiye bu hadîslerden on'ar tane dağıttılar ve Buhârî meclise geldiği zaman bu hadîsleri ona okumalarını emrettiler. Buhârî'den bir yerde görüşmek üzere söz aldılar. O gün buluşma yerini Horasan ve başka semtlere mensup yabancı hadîscilerle, Bağdatlı hadîsciler doldurdular. Herkes geldikten sonra, hazırlıklı olan on kişiden biri söz alarak bîr hadîs okuyup durumunu sordu. Buhârî: Bilmiyorum, dedi. Diğerini sordu. Buhârî yine: Bilmiyorum, dedi. Aynı tarzda diğer hadîsleri teker teker sorduğunda Buhârî hep aynı cevâbı veriyor, bilmiyorum, diyordu. Mecliste bulunan anlayışlı bâzıları biribirine dönerek: "Adam meseleyi anladı!" diyorlardı. Anlayışlı olmayanlar da Buhârî'yi, acziyet ,bilgisizlik ve anlayışsızlık ile suçluyorlardı. Sonra on kişiden bir diğeri sözü alarak bu maklûb hadîsleri sormaya başladı. Buhârî yine: Bilmiyorum, dedi. Bu zât aynı tarzda on hadîsi de okuyup bitirdi. Hepsine de Buhârî "bilmiyorum" diye karşılık verdi. Daha sonra 3. 4. ve diğer zevat maklûb hadîsleri sorup bitirdiler. Aldıkları cevap hep "bilmiyorum" sözünden ibaretti. Buhârî soruların bittiğini anlayınca ilk defa sorana dönerek: İlk olarak okuduğunuz hadîs şöyledir, ikincisi şöyledir, 3. 4. ve 10. ya kadar aynı sırayla asıllarını okuyor, her metni kendi isnadına, her isnadı da âid olduğu metne rabtediyordu. Diğer on kişinin hadîslerine de aynı tarzda cevâp vererek her metni ve inadı âid oldukları isnada ve metne bağladı. Bu durumu görenler O'nun hafızasının mükemmel olduğunu ikrar ederek faziletini kabul ettiler.[697]
Maklûb hadîsin zayıf olmasının sebebi, ondaki takdim, tehîr ve bir şeyin diğeri ile değiştirilmesi suretiyle meydana gelen zabt noksanlığıdır. Maklûb hadîs, bundan başka dinleyenin anlayışını- da bozarak onu hataya sürüklemektedir. [698]
Şâz'ı tarif etmek zordur; bu sebeble de âlimler şâz hadîs hakkında müstakil eserler yazmamışlardır. [700] Yalnız şâz hakkında düşünülen iki mühim husus vardır.- Bünîardan biri iufirâd, diğeri de muhalefettir. Umûmî mânâda şâz hadîs, sika bir râvînin diğer sikalara muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir. Daha hassas bir ifâde ile şâz: "Makbul bir râvînin kendinden daha makbul olan bir râvîye muhalif olarak rivayet ettiğihadîstir". Hafız îbnu Ha-cer, Şâz'm ıstilâhî bakımdan en güvenilir tarifinin bu olduğunu söylemektedir. [701]
îbnu Hacer, şâz'ın mutemet olan bu tarifi ile, halkın birbirine aykırı olduğunu zannettiği iki meşhur ıstılah arasındaki ihtilâfia meydana getirdiği mesafeyi azaltmış gibidir. Bu iki ıstılah, İmam Şafi[702]ve Hâkim'e nisbet edilmektedir.
Şâfi'î bu mevzuda şunları söylemektedir: "Şâz hadîs, başka birinin rivayet etmediğini sika râvinin rivayet ettiği hadîs demek değildir. Buna şâz denmez. Şâz diye: Nâsa muhalif olarak, sika râvînin rivayet ettiği hadîse denir. İşte şâz hadîs budur. [703]ŞâfîYııin nâs dediği, sika râvîlerdir. O bu sözüyle: "Şâz, sika bir râvînin diğer sika râvîlere muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir" demek istemiştir. Buna göre Şâfi sâdece teferrüdü değil, hem teferrüd hem de muhalefeti aynı anda düşünmüştür. Ne var ki O, muhalefetin daha makbul veya daha sağlam râvîye karşı olması gerektiğini tasrîh etmemiş, sâdece nâsa,.yâni sika râvîlere karşı uiffûmî bir muhalefet meydâna geldiğini söylemekle iktifa etmiştir.
Hicaz âlimlerinin çoğu bu ıstılahı benimsemişlerdir,[704] tbnu's-Salâh da bunu kabul etmiştir, tbnu Kesîr ise bu ıstılaha binâen şöyle bir neticeye varmıştır: Sika râvî başkalarının rivayet etmediğini rivayet ederse o, "âdil, zabıt ve hafız olmak şartıyle makbuldür; zîrâ bu râvî reddedilecek olursa, bu neviden birçok hadîs de reddedilir ve birçok meseleler delilsiz kalır. [705] Şu kesin sözleriyle büyük âlim îbnu Kayyım[706] de bu ıstılahı tekîd etmektedir: asıl şâz diye, sikaların rivayet ettiğine muhalif olarak rivayet edilene denir. Sika bir râvî, diğer sikaların muhalifini rivayet etmediği bir hadîs rivayet edecek olursa, buna da şâz denmez. Eğer bu hadîs hakkında - söylenilen mânâda olmak üzere - "şâz" ıstılahı kullanılırsa, bu ıstılah o hadîsin reddedilmesini gerektirmediği gibi, cevaz da vermez. [707]
Hâkim'e gelince; o da şazı: "Sika bir râvinin mü tâbi (i olmaksızın münferiden rivayet ettiği hadîs[708] şeklinde tarif etmiştir. Hâkim, teferrüd kaydını nazar-j îtibâre aldığını açıkça söylemekte, muhalefet kaydını ise, net bir şekilde olmasa da yine dikkate aldığı - bizce -görülmektedir. Şayet sika râvînin o hadîs için bir mütâbici bulunsaydı, hadîs ne nâsa, ne de başkalarına muhalif olurdu. Hâkim -görüldüğü üzere - şâz hadîste, bir mütâbicin bulunmayışını şart koşmaktadır. Bu durumuyla o, muhalefeti de şart koşmuş ve nazar-ı îtibâre almış gibidir. Uzaklara gitmeye ne hacet, şazın târifindeki anlayış güçlüğü bize yetmektedir. Şâfi'î'nin görüşü ile bu büyük imâmın görüşü arasındaki benzerliği meydana koymak maksadıyle ve ŞâfiTnin şâz tarifine bağlı olarak bu mesele tetkik edildiği zaman bütün ^karışıklıklar ortadan kalkar. Bu benzerliği gören Hâkim ister kendi husûsî tarifine, ister Şâfi'î'nin tarifine misâl yapmakta muhatabını muhayyer bırakarak şu hadîsi şaza misâl olarak zikretmiştir:
Mu'âz b. Cebel diyor ki,
Rasûlullah (s.a.v.) Tebûk Gazvesinde güneşin batıya doğru meylinden önce yola çıktığında, öğle namazını ikindiye kadar tehîr ederek ikisini birden kılardı. Güneşin meylinden sonra yola çıktığında da öğleyi ikindi ile birlikte kılar, sonra yola devam ederdi. Akşam namazından önce yola çıküğı zaman, akşam namazını tehîr ederek yatsıyla beraber kılardı. Akşam namazından sonra yola çıktığında da yatsıyı öne alarak akşam namazı ile birlikte kılardı."
Bu misâle ilâveten Hâkim diyor ki:
"Bu hadîsin râvîleri sika imamlardır; hem isnadı, hem de metni şazdır; gösterebileceğimiz bir illeti yoktur. Eğer hadîsi el-Leys, Ebu't-Tufeyl'den rivayet etseydi, hadîsin bu yüzden rna'lûl olduğunu söylerdik. Yezîd b. Ebî Habîb, Ebu'z-Zubeyr'den rivayet etseydi, hadîsi yine ma'lûl kabul ederdik. Bu iki illeti bulamadığımıza göre hadîs mu'allel değildir. Dikkatle araştırdığımızda görüyoruz ki, Yezîd b. Ebî Habîb'in, Ebu't-Tufeyl'den bir rivayeti yoktur. Aynı şekilde bu metni bu ifâdeyle ne Ebu't-Tufeyl'in ashabından birinin, ne de onu Ebu't-Tufeyl tarikiyle Mu'âz b. Gebel'den rivayet edenlerden birinin hadîsleri arasmda görmekteyiz. îşte bu sebeple hadîsin şâz olduğunu söylemekteyiz.[709]
Hâkim bu hadîsteki illeti bulmak arzûsuyle bütün dikkatini sar-fetmiş; fakat sonunda hadîste hiçbir illet bulamadığını açıklamıştır. Böylece hadîs ma'lûl olmaktan kurtulmuştur. Şâz'da ma'Iûlünkinc benzer bir müşkil vardır. Bu müşkil, "Münekkidin hadîste bir galat olduğunu sezmesine rağmen bunu gösteren bir delîl bulamayışıdır. [710]
işte bu sebeple Hâkim bu iki ıstılahı birbirinden ayırmak mecburiyetinde kalmış ve malûl hadîsi şöyle tarif etmiştir: "Ma'lûl hadîs, bir hadîsin diğerine karışması veya hadîste bir râvînin vehme kapılması, yahut birinin mürsel olarak rivayet ettiğini vehm sahibi başka birinin mevsûl olarak rivayet etmesi gibi illetleri bilinebilen hadîstir.[711]
Ma'lûl hadîs - illetinin gizli ve kapalı olmasına rağmen - tanma-bİlmektedif. Fakat şâz, malûl'den daha dakîk olduğu için illeti bilinemez. Bir hadîsin şâz olduğunu ancak bu ilim ile haşir-şenir olmuş, derin anlayışı ve ihtisası ile zirveye ulaşmış ve Allah Taâla tarafından kendine büyük bir meleke bahşedilmiş insanlar anlayabilir. [712]Şâz'm dakîk oluşu, çoğu zaman onun bir mütâbi'inin bulunmayı-şmdandır; zîrâ mütâbi bulabilmek İçin uzun araştırmalar yapmak lâzımdır. Şazı - Hâkim'in mübalağa ettiği kadar - dakîk veya güç yapan sebep belki de onun kendine göre bir şâz tarifi yaparak ekseriyetin görüşünden ayrılmasıdır, işte Ibnu's-Salâh, Hâkim'in görüşünü bu sebeple zayıf bularak hadîsiyle onun tarifine kiraz etmiştir. Zîrâ bu hadîsi sâdece Hz. Ömer rivayet etmekte olup aynı şekilde ondan 'Alkame, ondan Muhammed b. îbrâhîm et-Teymî, ondan da Yahya b. Sa'îd el-Ansârî nakl etmektedir. [713]
Biz ulemânın bu hadîs için saydığı bâzı garîb mütâbi'lere işaret ettik. Münekkidlerin bâzı ifâdelerinden, mütâbi'lere rağmen bu hadîsin Hz, Ömer tarîkinden ancak mezkûr yolla geldiği takdirde sahih olabileceğini gördük[714] ibnu'l-cArabî, niyyet hadîsini onüç tarîkten rivayet ettiği zannına kapılmış, bâzı hemşehrileri de iddia ettiği bu tarîkleri kendilerine göstermeyince ona îtirâz etmişler ve bir şâir şöyle demiştir:
Ey Humuslular[715] ve orada bulunanlar, size İyiliği ve takvayı şefkatle tavsiye ederim. Gecenin isimlerim el-Arabî'den, rivayeti de müttekî bir imâmdan alınız. Zîrâ genç olan temiz ve acı sözlüdür; sahîh bir haber bulamazsa, keûdi îcâd etler. [716]
Şu hâlde Hâkim'in bu niyyet hadîsini şâz'a misâl olarak getirmesi doğru değildir; zîrâ hadîs, teferrüdüne rağmen sahihtir. Sahîh hadîs de şâz olmaz. Şâz'm makbul tarifine misâl olmak üzere cumhûr-ı ulemânın zikrettiği hadîslerin çoğu - aynı zamanda - Hâkim'in şâz tarifine misâl olmaya da elverişlidir. Çünkü bu hadîslerdeki sika râvî-lere olan muhalefet, mütâbi'lerin elde mevcut olmayışındandır. Bunun en açık misâli, Ebû Dâvûd ile Tirmizî'nin: tarikiyle merfû olarak rivayet ettikleri:
Herhangi biriniz sabah namazmın. iki rekcat sünnetini kıldığı zaman, sağ tarafı üzerine yatsın" hadîsidir. Beyhakî[717]'nin söylediğine göre fcb-dulvâhid bu hadîste birçok sika râvîlere muhalefet etmiştir. Zîrâ bu râvîier hadîsin muhtevasını Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözü olarak değil, fiili olarak rivayet etmişlerdir. A'meş'in sika ashabı içinden sâdece Abdulvâhid bu lâfızlarla rivayet etmiştir. [718]
Münekkidler bu bâbta, hadîs hafızlarının şâz hakkındaki görü şünü ifâde eden Ebû Yalâ el-Halîlî [719]'nin tarifini zikretmektedirle Onlar, yalnız bir isnadı olan hadîse şâz adını vermektedirler. Hadîsi şâz yapan râvînin sika olup olmaması dikkate alınmaz. Yalnız sikamn cazında tevakkuf edilir ve onunla hemen ihticâc edilmez. Sika olmayan râvinin şazı ise reddedilir. [720] Hâkim'in görüşünü zayıf bulan İbnu's-Salâh ve diğer âlimlerin aynı şekilde bu görüşü de zayıf bulmaları gerekirdi; ne var ki, iki görüş arasında açık bir farklılık mevcuttur. Hâkim'in tarifi ile cumhurun görüşünü teîîf etme ilunkâm hasıl olduğu takdirde, HalÜî'nin söylediği ile cumhurun görüşünü uzlaştırmak güçleşmektedir; zîrâ cumhurun, sikamn teferrüdü ve diğer sikalara muhalefeti şartların ileri sürmesine karşılık Halîlî, muhalefeti nazar-ı itibara almaksızın sâdece teferrüde şâz demektedir. [721] HalıK'nin yaptığı, hadîs hafızlarının şâz hakkındaki görüşlerini hikâye etmekten ibarettir. Onun kendine mahsus ıstılahı da - hakikatte - ŞâfiTnin cumhur tarafından kabul edilen tarifinin tekrarından başka birşey değildir. [722] Her iki durumda da Halîlî'nin yaptığı iş, ulemânın görüşlerini sâdece dikkat ve emniyetle nakletmekten ibaretti[723]
Şâz'ın -Halîlî'nin dediği şekilde bir tarifi kabul edilecek olsa,mustalahu'l-hadîste çok tehlikeli birtakım neticeler doğar. Şöyle l;i: Sahîh hadîsin her türlü illetten olduğu gibi, her türlü şâz'dan da s âlim olmasını şart koşmamıza rağmen bu tarif, bâzı durumlarda şâz hadise de sahîh olma imkânını vermektedir. Ne var ki, biz - Halîlî'nin bir nev'î hadîse es-Sahîhu'1-malûl adını vermekle beraber, ıstılahı daraltmak istemediğini gördüğümüz gibi[724] yine onun bir sikanın şilz olarak rivayet ettiği sâdece bir isnadı bulunan sahîh hadîse şâz dediğini de burada görmekteyiz. îkİnci defa da Halîlî, yine meşhur ve yaygın olan ıstılahı sınırlandırmayı düşünmemektedir; fakat - Şâz'ın böyle garip bir tarifini zikretmesine rağmen - yine de Halîlî cumhurun görüşünü benimsemektedir; bu meşhur görüşü bize hikâye etmekle de kendine olan İtimadımızı artırmaktadır.
Şu hâle göre, şâz hadîste mutlaka teferrüd ve muhalefet şartlarının bulunması lâzımdır. Bu İki vasfı hâiz olan bir hadîs, sahîh olmaktan çıkarak zayıf hadîsler grubuna girer; bu durumda da onu, zayıf hadîslere mahsûs olan nev'îler arasında zikredebiliriz. Sika veya olmayan bir râvînin, muhalefet şartı bulunmadan teferrüd etmesine gelince, bu durum, mutlak teferrüdün bir kısmını teşkil eder ve bu sebeple de hadîs fcrd adım alır. Bunu "Sahîh-Hasen-Zayıf hadîsler arasında müşterek olan ıstılahlar" kısmında anlatacağız. Onun burada Şâz ile herhangi bir şekilde karışması doğru değildir.
Sika râvînin teferrüd ettiği hadîste tevakkuf etmek, sika olmayan râvînin hadîsini reddetmek meselesi, ihticâc etme veya etmeme ile alâkalı bir iştir ve bu meselenin bir hadîse sahihtir veya zayıftır diye hüküm vermekte hiçbir te'sîri yoktur.
işte, sahîh ve hasen hadîsler ihticâca elverişli oldukları için onlara sâlİK dedik. Bunların dışında kalan İse - ki o da zayıftır sâlih ve ihticâca elverişli olmayıp aksine merdûttur. Hulâsa olarak şunu söyleyelim ki, kısımların ve ıstılahların değişmesiyle birlikte her zaman vasıflar ve adlar da değişmez.[725]
Münker Hadîsin en iyi tarifi: zayıf bir râvînin sika râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadîstir, şeklinde yapılanıdır. Münker, şâz'ın zıddıdır; zîrâ şâz'ın râvîsi sika olduğu halde münkerin râvîsi sika olmayıp zayıf bir kimsedir. Şâz hadîs, nasıl mahfuzun mukabili ise, [726] münker hadîs de ma'rûfun mukabilidir. [727] Çünkü Münker'i ravîsi, hıfz sahibi olmamakla beraber, mâ'rûf ve meşhur olana muhalefet etmektedir; zira hıfz, böylesi zayıf râvîlerin seviyesinden çok uzak bir zabt derecesidir. Şâz'lann râvîsi ise sikadır; çoğu zaman da sika oluşunun yanında hafız ve zabıttır. Ne var ki, bu râvî, zabt ve itkân bakımından kendinden daha sika olana muhalefet etmiştir. Sâdece bilinen ve meşhur olana muhalif olmakla kalmamış, aynı zamanda sağlam bir şekilde hıfz edilene de muhalefet etmiştir. îbnu Hacer diyor ki: "Sahîh ve hasen hadîs râvîsinin yaptığı ziyâde, kendinden daha sika olanın rivayetine münâfi olmadıkça makbuldür. Şayet zabtının daha sağlam, râvîsinin daha çok olması... gibi tercih yolları sebebiyle daha üstün bir hadîse muhalif olursa, tercîh edilene mahfuz, mukabiline de - kendine tercîh edilene de - şâz denir. Râvî zayıf olmakla beraber yine de bir muhalefet bulunursa, tercîh edilene ma'rûf, mukabiline de nıünker denir.[728]
Îbnu's-Salâh, Münker ile Şâz'm müteradif olduğu kanâatindedir. Berdîcî[729]nin de Münker'i tarif ederken: "Yegâne râvîsinden gelen isnâddan başka herhangi bir yolla metni ma'ruf olmayan hadîstir[730] dediği söylenmektedir. Daha açık bir ifâdeyle Münker hadîs, mutlak ferd olan hadîstir. Birçok muhaddisin merdûd veya münker yahut şâz olduğu için bir hadîse ferd dediği çok görülmüştür. [731] Mutlak ferd hadîslerin makbul olanları bulunduğu gibi merdûd olanları da vardır. "Bir râvî herhangi bir rivayette teferrüd edince bakılır: Teferrüd ettiği hadîs, kendinden hıfz ve zabt bakımlarından daha makbul olan bir râvînin hadîsine muhâlîf ise, teferrüd ettiği hadîs şâz-i merdûd olur. Şayet hadîste başkasının rivayet ettiğine muhalif birşey olmayıp, bu kendinden başkasının rivayet etmediği bir hadîs ise, şu duiumda râvîye bakılır; Eğer râvî âdil, hâfiz, itkânma ve zabtına güvenilir biriyse, teferrüd ettiği kısım kabul edilir, reddedilmez. Şayet, infirâd ettiği kısımlar sebebiyle, hıfz ve itkânma güvenilir biri değilse teferrüd ettiği bu kısımlar sahîh olmaktan çıkarak reddedilir. [732] Mutlak ferd'in neverini anlatırken îbnuVSalâh, münker hadîsin de Şâz'm ayrıldığı bölümlere ayrılacağına işaret etmek istemiş gibidir. Her iki hadîs nev'inde de daha üstün olana muhalefet bahis mevzii olduğu gibi, yine bunlar makbul ve merdûd kısımlarına da ayrılır. Îbnu's-Salâh'm, Şâz ve Münker'in aynı mânâya olduğunu açıkça söylemesinde bir acâiblik yoktur. [733]
Şâz ve Münker'in müteradif olduğu sözü hakikatten uzaktır. Bunun böyle olduğuna Suyûü Elfiyye'sinde şöyle işaret eder:
Münker, sika râvîye muhalif olarak rivayet edilen hadîstir. Nuhbe-tu'1-fiker müellifi bu mevzuu güzel bir şekilde incelemiştir. Münker'in mukabili Ma'rûf'tur. Münker ile Şâz'ın müteradif olduğunu söyleyenler, hakikatten ayrılmış olurlar.[734]
Suyûtî bu sözleriyle Şâz ve Münker'in müterâddif olduğunu söylemekle doğrudan ayrılan İbnu's-Salâh'ı kasdetmektedir. Yine Suyûtî: "Bu iki ıstılahı müsâvî gören de gaflet etmiştir" sözleriyle de Îbnu Hacer'i kasdetmektedir. [735]
Münker hadîsin en açık misâli, îbnu Ebî Hatim [736]in, -kırâat[737] sebca imamlarından Hamza b. Habîb ez-Zeyyât kardeşi Hubey yib b. Habîb tarîkinden senediyle tahrîc ettiği:
Herkim namazı kılar, zekâtı verir, hac eder, oruç tutar, misafirini ağırlarsa, Cennete girer" hadî-sid'r. Ebû Hatim bu hadîse münker demektedir; zîrâ Ebû Hâtim'-den başka diğer sikalar da bu hadîsi Ebû İshâk'dan mevkuf olaral yâni îbnu Abbâs'ın sözü olarak - rivayet etmektedirler ki, mâ'rı olan da budur. [738]
Dikkat edilecek hususlardan biri de şudur: Bâzı imamlar, sırf tflbferrüde de münker adını vermektedirler. [739] Halbuki Münker'iı başkalarına karışmaması için hadîste mutlaka münkerlik alâmetleri bulunmalıdır. Muhaddisin hadîsinin münker olup olmadığım anlamak İçin. rivayeti, hıfz ve itkân sahibi râvîlerin hadîsleriyle karşıla;-tırılır. Birbirini tekzîb etmemekle beraber, mezkûr râvîlerin hadîslerine muhalif olursa onda münkcrlik bulunduğu anlaşılır.[740]
Munaddisler, zayıf olmasa bile bâzan bir hadîs hakkında Bu, falanın rivayet ettiği hadîslerin en mnnkeridir", derler. Meselâ İbnu Adî: [741]Yezîd b. Abdiilâh b. Ebî Bürae'nin rivayetlerini en münkeri: Allah Taâla bir ümmetin iyiliğini dilerse, kendilerinden Önce peygamberlerini vefat ettirir" hadîsidir, dedikten sonra şöyle devanı eder. "Bu tarîk hasendir; râvîleri sikadır; bâzı muhaddisler bu hadîsi sahihlerine almışlardır. [742]
Muhaddislere göre metruk: "Hadîste yalan söylemekle itham edilen yahut fiilî veya kavlî bakımdan fışkı zahir olan, veyahut çok gafil [743]veya çok vehimli olan bir râvınin rivayet
Büsbütün zayıf olan
hadîsler meyânmda zikrettiğimiz bu on nevi, zayıflık bakımından hep aynı
seviyede değildir; aksine râvilerin durumuna göre farklılık arzeder. Nasıl ki,
sahîh hadîsler arasında daha sahîh olanı varsa, zayıf hadîsler arasında da pek
zayıf olan hadîsler vardır.
[744]
Hâkim Ebû Abdiilâh, Ma'rifetu ulümi'I-hadîs adlı bitabında hadîs râvüerinin ve
muhtelif şehirlerin en zayıf isnâdlannı mükemmel bir şekilde îzâh etmiştir.
[745]
Şimdiye kadar zayıf hadîsin kısımlarından - bahsimizin başındı] da söylediğimiz gibi- husûsî bir adı olanları zikrettik. Muayyen biı adı olmamakla beraber kendisinde herhangi bir zayıflık bulunan ha] dîslere de kısaca işaret etmekle yelindik.
Bizİm -"Sahîh Hasen Zayıf Hadîsler arasında müşterek oiaıj ıstılahlar" kısmına geçmeden evvel - iki meseleye temas etmemiz gerekir. Bunlardan biri, Mevkuf ve MaktıYlara zayıf denip denmeyeceği, diğeri de zayıf hadîslerin rivayeti ve onlarla amel etme mı leşidir.
Mevkuf sözüyle: Sahabeden rivayet edilen söz, fiil ve takrirler kastedilmektedir. Meselâ: Râvînin Ömer b. Hattâb şöyle dedi veya Ali b. Ebî Tâlib şöyle yaptı, eyahut Ebû Bekir'in önünde şöyle şöyle yapıldı da, birşey söyleyip reddetmedi, demesi bu rivayetlerin. mevkuf olduğunu gösterir. Rasûlullah (s.a.v.)'dan sâdır oiduı kabul edilen kavil, fiil veya takriri mevkuf hadîste sahâbî yapmaktadır. Rasûlullah (s.a.v.);dan gelen hadislerde bir uhuvvet bulunduğu yüce bir sahâbî bile olsa, başkalarının sözlerinde bu ulviyyet mevcut olmadığı düşüncesiyle bâzı âlimler mevkuf hadîsi zayıf saymak istemişlerdir. [746] Sırf bu sebeple mevkuf hadîsi mutlak olarak zayıf görmeye taraftar değiliz; zîrâ biz sahîh veya hasen hadîsin şartlarım hâiz olan mevkuf bir hadîse, sahihtir veya hasendir, dediğimizde şunu kat'î olarak bilmekteyiz ki, o hadis Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) değil, sahâbînin sözüdür. Biz - bu duruma göre - Rasûlullah' sehven veya kasten tekzîb etmediğimiz gibi, onun söylemediği bir şeyi de söyledi diye iddiaya kalkışmıyoruz. Sonra mevkuf bir hadîse sahihtir jeya hasendir demekle, onunla amel etmenin vâcib olduğunu söylemek istemiyoruz. Biz sâdece re'y ve içtihadın bulunmadığı bir mevkufla amel etmeyi kendimize mübâh kılmaktayız.[747] Çünkü böyle bir durumda sahâbî Rasûlullah (s.a.v.)'dan sadır olduğuna bizzat kanâat getirmediği bir şeyi ne söyler, ne yapar ne de tasvîb eder. Şu hâle kıymetli Sahâbî Abdullah b. Mes'ûd'un: neccime veya kâhine giderek, onun söylediklerini kabul eden kimse Hz. Muhamrned (s.a.v.)'e nazil olanı inkâr etmiş demektir, [748]sözü mevkuf hadîstir. Yine İbnu Mescûd'un müezzin ezan okurken mescitten çıkıp giden kimse hakkındaki: adam Ebû'l Kasım (s.a.v.)'e isyan etmektedir[749] sözü de mevkuftur. Bunların her ikisi de amel etmemiz caiz olan sözlerdir. Buna rağmen bizim Kâ'bu'l-Ahbâr, Abdullah b. Selâm ve Abdullah b. cAmr b. 'Âs'ın mevkuf hadîsleri karşısında dikkatli bulunmamız gerekir; zîrâ bu sahâbîler, isrâiliyyat ve birçok kıssalar rivayet etmekle, bunlardan bilhassa kıyamet alâmetlerine ve âhir zaman fitnelerine dâir olanları nakl etmekle meşhurdurlar. Bu nev(î haberleri ihtiva eden hadîslerin çoğu, mevzu demesek bile, zayıftır. Fakat bu zayıflık hadîsin mevkuf oluşundan gelmemektedir. Diğer bir ifâdeyle mevkuf olduğu için zayıf değildir; bilakis bu zayıflık hadîsteki şâz, İllet, iz tır âb gibi durumlardan meydana gelmektedir. Yoksa mevkuf hadîse de, isnâd ve metinlerine bakarak, Rasûlullah (s.a.v.)'e ref edilen hadîsler gibi sahîh, hasen, zayıf demek mümkündür.
Râvîninsahâbivi kastederek: Hadîsi ref ediyor" veya îsnâdediyor",yahut:
Rasûiullah (s.a.v.)'e iblâğ ediyor" dediği hadîsler, hadîsciîere göre sarih mernV kabîlindendir. [750] Yalnız bâzılarının sahabe tefsirlerini mutlaka mernV hükmünde tutuşu doğru değildir; zîrâ sahabe Kur'ân tefsirinde ictihâd etmiş, bâzı mesâii ve fürûda da ihtilâfta bulunmuşlardır. Nitekim bâzılarının ehl-i k:tâbdan isrâiliyyat rivayet ettiğini de gördük. [751]
Maktu hadis ise, tâbi'înden rivayet edilen kavi, fiil ve takrirlerdir, imâm Ebû Hanîfe'nin bu mevzuda meşhur bir görüşü vardır.
Ebû Hanîfe, Enes b. Mâlik ve Abdullah b. Abbâs (r.a.) gibi birkaç sahâbîyi görmüş olmasına rağmen açıkça der ki:
Rasûlullah (s.a.v.)'dan gelen hadîslerin başımız, gözümüz Üzerinde yeri var. Sahâbîden gelenlerde muhayyeriz. Tabiinden gelenlere gelince, onlar ricâlse biz de ricaliz". Ebû Hanîfe bu sözüyle Maktûru ihticâc edilmeyen bir zayıf olarak kabûi ettiğini belirtmektedir.
îşte bu sebeple re'y mektebi ki Ebû Hanîfe'nin mektebidir - kı-yâs-ı celî ile amel etmeyi, tabiinden maktu olarak gelen rivayetlerle amel etmeye tercih etmiştir. Ancak makbul olan görüş şudur: Maktu' -isnadının ve metninin durumuna göre- sahih, hasen, zayrfsıfatlarından birini alabilir; Maktu'un sahîh ve hasen oluşu, değil Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'den, sahabeden alındığı mânâsına dahî gelmez; aksine bizzat tabiinden rivayet edildiği anlaşılır. Bunlardan sâdece büyük sahâbîlerle aynı çağda yaşamak bahtiyarlığına eren Sacîd b. el-Mü-seyyeb, eş-Şa(bî, en-Nehaî ve Mesrûk [752] gibi büyük tâbi'îlerin Maktuclarıyle ihticâc etmemiz caiz olur.
Zayıf Hadîslerin Rivayeti ve Onlarla Amel Etme Meselesi
"Fezâil-i a'mâl mevzuunda zayıf hadîsle amel etmek caizdir" sözünü herkes söyler durur. Bu sözle, rivayetinde müsamahalı davrandıkları, kendilerince sahîh 7 mayan bütün hadîsleri bu gruba katarlar ve böylece sabit ve mâliun bir esasa dayanmadan birçok prensipleri dine ilâve ederler. Aradan asırlar geçmesine rağmen bu söz, Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman b. Mehdî ve Abdullah b. Mü-bâ^ek gibi üç büyük hadîs imamının söylediği buna benzer bir sözün aks-i sadâsmdan başka birşey değildir. Bu üç büyük imâmın sözü şudur: "Helâl ve haram mevzuunda birşey rivayet ettiğimizde pek sıkı, fezâil ve benzeri mevzularda birşey rivayet ettiğimizde de müsamahakâr davranırdık. [753]
Bu imamların sözleri tam olarak anlaşılmamıştır. Nasıl ki bizim nazarımızda sahîh'in mukabil zayıfsa, onların pek sıkı davranmak sözünden kastettikleri de, böyle karşılığı olan birşey değildir. Helâl ve harama dâir birşey rivayet ettiklerinde daha temkinli davranarak ancak hadisin en yüksek derecesinde bulunanlarla ihticâc ediyorlardı ki, bu da kendi zamanlaımda ittifakla "sahih" diye adlandırılan derecedir. Helâl ve haram ile ilgisi olmayan, fezâile dâir birşey rivayet ettiklerinde pek sıkı davranmak ve sâdece sahihleri rivayet etmek zaruretini duymuyorlar, aksine mertebece sahihten aşağıda bulunup, kendi asırlarında henüz yerleşmemiş bir tâbir olan Hasen'i de kabule taraftardırlar. Hernekadar hasen, kendilerinden sonra zayıf adı verilen hadîslerden mertebece daha üstün görülüyorsa da, mütekaddi-mînin ıstılahında zayıf hadîsin bir nev'i olarak kabul ediliyordu.[754] Halk bu imamların fezâil babında müsamahalı davranmaları sözüyle, sahih derecesine varmayan hasen hadîsleri rivayete elverişli bulmaları şeklinde anlasalar bile, "Fezâil-i a'mâlde zayıf hadîsle amel etmek caizdir" sözünü pek doğru bulmuyorlardı. Şu noktada hiç şüphe yoktur kî, - din nazarında - zayıf rivayetler ne şer'î bir hüküm, ne de ahlâkî bir fazilet için kaynak olur; zîrâ zan, gerçekten hiçbir şey ifâde etmez. Fezâil de ahkâm gibi dinin esas prensiplerindendir. Binâenaleyh bu prensipleri çürük bir temel üzerine, paramparça olacağı bir uçurum kenarına bina etmek doğru olamaz.
Müsamahakâr davrananların, fezâil-i a'mâî mevzuunda zayıf hadîs rivayet edebilmek İçin öne sürdükleri şartlar ne kadar çok ve müsait olursa olsun, anlattığımız sebebe binâen bunu kabul etmiyoruz. Bilindiği üzere bu şartlar üç tanedir:
1 - Rivayet edilen hadîs pek zayıf olmayacak.
2 - Kitap veya sahîh sünnetle sabit olan bir asla dayanacak.
3 - Kendinden daha kuvvetli bir delile muhalif olmayacak. Zayıf hadîs rivayetini - bu şartlara rağmen - kabul etmiyoruz.
Gerek şer'î ahkâm ve gerekse fezâil babında, elimizde, başkasına Iüzûm bırakmayacak kadar çok sahîh ve hasen hadis vardır. Biz - bu şartların çokluğuna rağmen - zayıf hadîslerin sabit olduğuna bir türlü inanamıyoruz. Böyle olsaydı ona hiç zayıf deriniydik. Hâsılı, zayıf hadîsler hakkında şüphe etmekten kendimizi alamıyoruz. Zâten dinde,, yakînî olmayan şeylerin hiçbir değeri yoktur.
Buradan şu neticeye varmaktayız ki, - hadîs çalışmalarında ve tedrisinde bile - zayıf olduğunu iyice bildiğimiz bir hadîsi kesin bir ifâdeyle: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki..." diye başlayarak misâl vermekten şiddetle kaçınmalıyız. Böylece dinleyicide veya okuyucuda onun sahîh olduğu zannını uyandırmamahyız. Aksine onun zayıf olduğunu açıklamalı ve hatta iyice biliyorsak, hadîsin malû, mudal, muztarib, şâz... gibi zayıf hadîs nevilerinden hangisine girdiğini belirtmeliyiz. Sözünmüzü de bu hadîsin muhtelif tarîklerine vâkıf olan hadîs hafızlarının - bunun zayıf olduğunu ortaya koyan - beyânları ile desteklemeliyiz.
Zayıf hadîsin tetkik ettiğimiz kısımlarındaki muhtelif misâllere bir daha bakacak olursak, bu zayıflığın bâzan senedden, bâzan da metinden ileri geldiğini görürüz. Bu bakış bizi, herhangi bir hadîse zayıftır derken son derece ihtiyath bulunmaya sevkede çektir. Bir hadîse mutlak olarak zayıftır demek, muhaddislerin titizlikleri ile bağdaşmayan bir harekettir. Bunu söylemenin mânâsı, aynı zamanda o hadîsin hem sened ve hem de metin bakımından zayıf olduğunu beyân etmektir. Ne var ki, aynı hadîsin sâdece senedinin veya sâdece metninin zayıf olması da muhtemeldir. Hattâ diğer senedleri zayıf denemeyecek kadar sahîh olmakla beraber, zayıflık sâdece muayyen bir senedde bulunabilir, işte zayıf senedlî bir hadîs bulduğumuz zaman, tâbirimize son derece dikkat ederek bu hadîs, bu isnâdla zayıftır, dememiz gerekir,[755] Aynı şekilde bâzı hafızların metnine zayıf dedikleri bir hadîs hancında da: "Falan hafızın falan kitabında söylediği gibi, bu metin başka bir tarîkten sahîh olarak gelmemiştir" demek suretiyle ihtiyatlı davranmamız îcâb eder.
îetihad kapısı fıkıh sahasında kapanmadığı gibi hadîs sahasında da kapanmamıştır. Her iki ilmin kapısının açık bulunması da lâzımdır. Rivayet ve dirâyet-i hadîs üzerinde ihtisası olan ve selef hafızlarında olduğu gibi, ictihâd şartlarını tamamen bilen bir kimse, bir hadîsin bütün tarîklerini araştırmak ve metninin bir başka senedle sahîh olarak gelmediği hususunda zann-i galibi bulunmak şartıyle, o hadîsin zayıf olduğuna mutlak surette hükmedebilir.
Hadîs ilminde yetişmiş bir kimsenin, sahîh mi, yoksa zayıf mı olduğunu bilmediği bir hadîsi rivayet edeceği zaman mutlaka temrîz sîğasım kullanarak meselâ: Rasûlullah (s.a.v.)'dan şöyle rivayet edilmiştir. .." veya"
Bize baliğ oldu ki. demesi gereklidir.[756] Böyle bir muhaddisin isnâdsız olarak rivayet edeceği sahîh bir hadîs hakkında zayıf olabileceği vehmi hâsıl olabileceğinden temrîz sîğasım katiyen kullanmaması lâzımdır. O zaman kesinlikle: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki..." demelidir.[757]
Bu müşterek ıstılahlar kısmında, üç ana bölümden birine girmediğini, aksine sahîh, hasen ve zayıf gruplarından her birine aynı derecede şâmil olup bunların adı ve sıfatı olabildiğini - istikra ve araştırma yoluyla - anladığımız ıstılahlardan bahs edeceğiz.
Bu ıstılahlar yirmi tanedir. Bunlardan asıl üzerinde durmak istediğimiz de mevkuf ve matku hadîslerdir. Biz bu ikisine bâzan sahîh ve hasen, bâzan da zayıf demekte bir beis görmüyoruz. Geri kalan onsekiz ıstılah da şunlardır: Merfu, Müsned, Muttasıl; Mü'ennen, Mu'an'an, Mu'allak; Ferd, Garîb; Aziz, Meşhur, Müstefİz; Âlî, Nazil; Tâbi', Şâhid; Müdrec; Müselsel, Mu-sah h af.
Ad ve vasıfları arasında kolayca mukayese yapabilmek için bu ıstılahlardan bir kısmını birbirine yakın olmaları itibariyle üçlü gruplar hâlinde, diğer bâzılarını da birbirinin aksi ve mukabili olmaları bakımından ikili gruplar hâlinde inceleyeceğiz. Yalnız son üç ıstılahı müstakil olarak tetkik edeceğiz; zîrâ müdrec, müselsel ve musahhaf arasında bir yakınlık veya birbirinin mukabili olma durumları bahis mevzuu değildir. Bunların, birbirine daha fazla yaklaşmasına imkân olmayan açık birer mânâları vardır.[758]
Meşhur olan tarifi şudur: Hassaten Hz. Peygâtiı-ber (s.a.v.) izafe edilen söz, fiil veya takrire merfu denîr.
Onu Hz. Peygamber (s.a.v.)'e izafe edenin bir sahâbî, bir tâbi'î veya onlardan sonra gelen biri olması arasında bir fark bulunmadığı gibi, senedinin muttasıl olup olmaması arasında da bir fark yoktur.[759]
Bu tariften de anlaşılacağı üzere merfu, her zaman muttasıl olmaz. Bâzan bilhassa bir sahâbînin düşmesiyle mürsel, bâzan isnadından bir kişinin düşmesiyle veya senedde mübhem bir kişinin bulunmasıyla munkatı', bâzan da iki veya daha çok râvînin düşmesiyle mu'daî olur. Hadîs merfu bile olsa, bu üç durumda da zayıf sayılır. Hadîsin sırf merfu olması, mutlaka sahîh denmesi için kâfî bir sebep değildir. Aksine bir taraftan muttasıl veya munkatı olduğunu anlamak için, diğer tai aftan da muttasıl olduğu takdirde râvîlerinin derecesini bilmek İçin ref edildiği tarîki iyice araştırmak lâzımdır, işte Merfuun bu müşterek kısma girmesi de bu İtibarladır. MerftVun isnadında inkıta varsa, inkıtam nevine göre zayıf hadîsin isimlerinden birini alır. Şayet isnadı muttasıl ise, ricalinin zabt hususundaki derecesine göre sahîh ve hasen adlarım almaya elverişli olur.
Kavli Merfûca misâl: Sahâbînin: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle söylediğini duydum", veya: Rasûlullah (s.a,v.) bize şunları söyledi", demesi, yahut sahâbî veya bir başkasının (s.a.v)dedi ki", yahut ,
Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur"
gibi ifâdeler kullanmasıdır.
Fiilî merfû'amisal: Sahâbînin: Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle yapmakta olduğunu gördüm" demesi, yahut da sahâbînin veya sahâbî olmayan birinin ıIifT Rasûlullah (s.a.v.) şeyle yapardı", demesidir.
Takriri merfû'a misâl: Sahâbînin: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in huzurunda şöyle yaptım" demesi, yahut onun veya bir başkasının: Rasûİullah (s.a.v.)'m huzû Rasûlullah runda falan şöyle davrandı" diyerek, Rasûl-i Ekrem'in bunu yadırgadığını söylememesidir.[760]
Merfû'da isnâd bir tarafa bırakılarak sâdece metnin durumuna bakılır: Bu hâle göre Hz. Peygamber (s.a.v,)'e izafe edilen herşey merfû'dur. [761] Kavil, fiil ve takrirden herbirine "metnu'l-hadîs" denilebilir; çünkü hadîs metnine sırf metin olması itibariyle bakılacak olursa, onunla isnâd arasında bir münâsebet görülmez.[762]
Güvenilir tarifine göre Müsned: İlk râvîden sonuncu râvîye kadar, senedi muttasıl olarak Rasûlullah (s.a.v.)'e ref edilen hadîstir. [763] Müsned'deki mernVluk durumunu çoğu zaman aranan bir şart olarak kabul eden Hatîbu'l-Bağdâdî der ki: "Hadîse müsned derken, râvîsi ile, kendine haber isnâd edilen kimse arasındaki isnadın muttasıl olmasını kastederler. Fakat bu tâbiri bilhassa Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e isnâd edilen haberler hakkında kullanırlar, isnadın ittisali demek, sencd zincirindeki sonuncu şahsa varıncaya kadar, râvîlerinden her birinin, haberi bir üstteki râvîden bizzat dinlemiş olması demektir. Haberde sema sözü zikredilmese bile anane ile ( aIp lâfzını söylemekle) iktifa edilir. [764]
Mutlaka ref şartı aransa bile Müsned, makbul olan göiüşe nazaran, merfûcun mürâdifi değildir. Merfû'un isnadında inkıta olabileceğini gördük; çünkü merfû hadîste sâdece metnin durumuna bakılır. Müsned, ittisal ve ref şartlarını cem etmekle beraber, her merfu' Müsned değildir; çünkü Müsnedde isnada ve metne dikkat edilir. Senedinde sonuna kadar ittisal bulunduğundan, her müsned muttasıl, metni Rasûlullah (s.a.v.)a ulaştığı için de her Müsned merfû'dur. [765] Bu sebeple Hâkim Müsned tâbirinin ancak muttasıl merfû'da kullanılabileceğini belirtmiş[766] ve Müsned'in şartlanndan bahisle onun ne mevkuf, ne mürsel, ne mu'dal olacağını, ne de rivâ yetinde tedlîs bulunabileceğini söylemiştir1. Yine Hâkim'in beyânına göre Müsned'in isnadında: Falanın şöyle dediği bana haber verildi Falanın şöyle dediği
Falanın şöyle dediği bana rivayet edildi" bana baliğ oldu" Bu haberi falan Hz. Peygamber'e ref etti, O haberin merru, [767]olduğunu zannediyorum", gibi, hadîsin nıüsnedliğini bozacak ifâdeler bulunmayacaktır. [768]Bildiğimiz ve îzâh ettiğimiz üzere, Müsned Hadîs'e misâl olarak zikrediîebilecek pekçok misâl vardır. Hâkim'in binlercesine misâl teşkil etmek üzere zikrettiği şu hadîse bakalım: Hâkim diyor ki, Müsned'in misâli, bize Bağdat'ta Ebû Amr Osman b. Ahmed es-Semmâk'in senediyle rivayet ettiği şu hadîstir:
Ka'b b. Mâlik'in babası Mescidte îbnu Ebî Hadred'den alacağım istedi. Sesleri o derece yükseldi ki, bunu duyan Rasûlullah (s.a.v.) hücresinin perdesini aralayarak dışarı çıktı. Ne oluyoruz? diye sorduktan sonra meseleyi halletti. [769] Şimdi duruma bakalım: Hâkim'in îbnu's-Semmâk'den hadîs dinlediği aşikârdır. Îbnu's-Semmâk'in el-Ha-sen b. Mukrem'den semâ'ı olduğu da meydandadır. Aynı şekilde el-Ha-sen'in Osman b. Ömer'den, Osman b. Ömer'in Yûnus b. Yezîd'den hadîs dinlediği bellidir. Yûnussun Zührî ile, Zührî'nin Ka'b b. Mâlik'in oğullarıyle, Ka'b b. Mâlik oğullarının babalan Kab ile, Ka'b'ın da Rasûlullah (s.a.v.) ile görüşüp ashâb-ı kiramdan olduğu malumdur, [770] îbnu 'Abdilber[771]'in Müsned ile Merfû'u müsâvî tutan farklı bir görüşü vardır. Ona göre Müsned, ister muttasıl, ister munkatı' olsun (s.a.v.)'den hâsseten Rasûlullah (s.a.v.)'dan gelen hadîstir.[772]Hz. Peygamber senediyle gelen hadîsi, muttasıl Müsned'e misâl olarak zikreder. Munkatic Müsned'e misâl olarak da Rasûlullah (s.a.v.)'dan senediyle gelen hadîsi zikreder. [773]Bu sonuncu hadîsin akabinde îbnu Abdilber der ki:
"Bu hadîs, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e isnâd edildiği için Müsned'-dir, Zuhrî'nin onu îbnu Abbas'dan duymadığı için de mımkatı'dir. [774] Fakat hadîs imamlarının diyerek
Müsned ile Mürsei arasında gözettikleri meşhur farka bu görüş muhaliftir4. Gerçek şudur ki, Müsned'de inkıta1, İrsal v,b. şeyler düşünülmez. Aksine Müsned, ref[775] ve ittisali aynı anda ihtiva eder. ittisalin gibi - bîr hadîsin sahîh olduğuna hükmetmek için kâfi gelmeyeceği, [776] ancak îzâh edildiği üzere, zabt ve hıfz şartlan yeter miktarda bulunduğu takdirde sahîh olacağı gayet açıktır. [777]
İster Rasûlullah (s.a.v.)'a ref( edilmiş olsun, ister sahâbî veya daha berideki bir şahısta kalsın, senedinde kesiklik olmayan hadîse bu ad verilir. [778] Nevar ki, Hatîbu'l-Bağdâdî, Muttasıl ile Müsned'i hemen hemen bir tutarak, aralarında çok istîmâl edilmekten başka bir fark görmez. [779]Çünkü Müsned tâbiri çoğu zaman Rasûlullah (s.a.v.)'a isnâd edilen haberler hakkında kullanılır. Müsned hadîs'deki merfûluk keyfiyeti, onda çoğu zaman bulunan bir şarttır. Hatîbu'l-Bağdâdî'nin Mürsel ile Munkatı' arasında bir fark gözetmeyi sinde olduğu gibi, bu da yine ona mahsus bir ıstılahtır. Hatîbu'l-Bağdâdî'nin Mürsel ile Munkatı arasında çok istimal edilmekten başka-bir fark gözetmediğini de görmüştük. Müsnedin tarifinde merfû'luk keyfiyetini çoğu zaman bulunan bir şart olarak değil de, her hâl-u kârda bulunması gereken bir şart olarak gereken muteber görüşü esas aldık.
Merfû1 hadîs hakkında verilen misâller Muttasıl Merfû' hakkında da câri olduğu için tekrara lüzum yoktur. Aynı şekilde mevkuf için verilen bütün misâller Muttasıl Mevkuf için de verilebilir. Ibnu Salâh, Mâlik'in tarikiyle rivayet ettiği hadîsi buna misâl olarak göstermektedir.[780]
Tabiînin sözlerine gelince: îsnâdları muttasıl olursa, Mukâyyed Muttasıl denir; nitekim ifâdesi de bunu gösterir. Senedin dayandığı tâbi'îyi söyJemeksizin Mutlak Muttasıl demek caiz değildir; zîrâ tâbirde nihayet bulan haberler için Maktu' tâbirini kullanırlar. Maklû'un gerek tlil ve gerekse zevk bakımlarından mevsûlün zıddı olduğunda şüphe bulunmadığı için, bîr şeye onun tam zıddmın adini vermeyi doğru bulmamışlardır. [781] Belki bu hassas çekingenlik yardımryle Ibnu's-Salâh'ın "merfiYa da, mevkufa da mutlak mânâda muttasıl denebilir[782] cümlesini, daha iyi anlarız. Zâten biz Muttasıldı tarif ederken, onun bâzan sahâbînin berisinde bulunanların yâni tâbicînin sözleri hakkmda da kullanılabileceğine işaret etmiştik.
Bu üç ıstılah hakkında hulâsa olarak diyebiliriz ki, Merfû bâzan muttasıl olduğu gibi, olmayabilir de; nitekim Muttasıl'da bâzan rnerfû olur; bâzan olmaz. Müsned ise bu iki tâbirden daha umûmî olup aynı zamanda Muttasıl ve Merfû'dur. [783]Bütün bu ıstılahlar, râvîlerinin durumlarına göre sahîh, hasen veya zayıf olmaya müsaittir.
B. 4.5.6) Mu'an'an, Mü'ennen Ve Mu'allak.[784]
Lâfzından da anlaşılacağı üzere-tahdîs ve sema sözleri açıkça belirtilmeden senedinde (denen hadîstir. [785] Mu'an'an hadîs'te mûtemed olan görüşe nazaran - şu üç şart bulunursa, muttasıl isriâd gibi kabul edilir. Uç şart şunlardır: râvînin adaleti, râvînin rivayeti aldığı zâtla görüştüğünün sübûtu ve tedlîsten salim olmak.[786]
Mu'an'an hadîs, Sahîheyn'de de, bol miktarda mevcuttur; Sa-hîh-i Müslim'de daha çok bulunmaktadır; zîrâ Müslim, râvî ile ondan lâfzıyle hadîs nakleden şahsm görüşmüş olmasını şart koşmamıştır; hatta Alî b. el-Medînî, Buhârî ve başka hadîs imamlarının kabul etmesine rağmen o, Sahîh'irûn mukaddimesinde bu şartı reddetmiştir. Müslim görüşünü, 'an'ane ile rivayetin İcabûl edilip ihticâcı gerektirdiğini ileri süren eski ve yeni ulemânın görüşlerine istİnâd ettirmektedir. Buna göre sika ve mu'âsır oldukları takdirde râvînin rivayeti aldığı şahıstan hadîsi bizzat işitmiş olduğu kabul edilir. [787]
Müslim'in bu görüşüne iştirak eden bir kimse olmadıktan başka, üstelik onu tenkîd ve muâhaze edenler dahî mevcuttur. İbnu's-Salâh diyor ki:
"Müslim'in söylediği hususta düşünmek lâzımdır. Ayrıca Müslim'in reddettiği görüşün, Ali b. el-Medîni, Buhârî ve bunlardan başka zevatın üzerinde birleştiği görüş olduğunu söyleyenler de vardır. [788] Nevevfnin bu mevzûdaki sözü gayet açık ve nettir; diyor kî:
"Müslim'in bu görüşünü âlimler reddetmekte ve zayıf olduğunu söylemektedirler. Onun kabul etmediği görüş de, hadîs imamlarının üzerinde birleştiği makbul ve sahih olan görüştür. [789]
Bâzı münekkidler, Mu'an'an Hadîsi Mürsel gibi telâkki ederek onunla ihticâc edilemeyeceğini söylemişlerdir. Buna rağmen Mu'an^an ile ihticâc edilebileceğini söyleyen münekkidler de vardır. Çünkü 011u, sahâbînin mürseline nazaran ihticâca daha elverişli bulmuşlardır. Bununla beraber Mu'an'an Hadîs'in rivayet ederken kullanılan muayen bir ıstılahı yoktur. Kâhbâzan da demek suretiyle ifâde edilir. Bu sebeple meseleyi açıklamaya lüzum görmüşler ve RasûluUah (s.a.v.)'dan ayrılmayan sahâbînin rivayetini, hangi lâfız ile rivayet edilirse edilsin, Rasûlullah (s.a.v.)'dan duyulmuş olarak kabul etmişlerdir. Rasûl-i Ekrem'in yanında her zaman bulunmayanların rivayetinde iki ihtimâl ifrev-cuttur. Hz. Ömer ki seçkin sahâbîlerdendir- Rasûhıllah (s.a;v.)'ı dinlemek için bir komşusuyla nöbetledirler di. Birgün Hz. Ömer Rasûl-i Ekrem'in yanında kalarak duyduklarını komşusuna iletir; ertesi gün komşusu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanında kalarak duyduklarını Hz. Ömer'e aktarırdı. Bu durumu Buhârî, Sahîh'inde anlatmaktadır.[790] Fakat îmâm Nevevî, Mı^an'an'ı Mürsel gibi telakki etmenin selefin icmâı ile merdûd olduğunu beyân etmektedir. [791]
Sahîhayn'de, hele Sahîh-i Müslim'de Mu'an'an Hadîs'in çok kullanıldığından, tahdîs ve sernâ'm açıkça ifâde edildiği birçok tarîklerle bu iki esere yazılan tahrîclerde şikâyet edilmektedir. [792] Bundan başka Sahîh'inde, bir hadîsin hepsi Mu'an'an olmayan birçok tarîkinin bulunuşu da Müslim'in lehinedir. [793]
Mu'an'an Hadîs'in üç durumunu Hafız îbmı Hacer kesin surette halletmektedir. Birinci mesele: gibidir. İkincisi: Eğer hadîs bir müdellisten sâdır ol-, muşsa, bu mertebede değildir. Üçüncüsü: ( J-p) lâfzı, icazetle kullanılan gibidir; hadîs yine muttasıldır. Lâkin tahammül şekillerinde de açıkladığımız üzere, sema'dan aşağı mertebededir. [794]
Senedinde ibaresi kullanılan hadîstir. îmâm MâUVe bir râvînin: demesiyle demesi arasında ne fark vardır? diye sorulduğunda, O, her ikisi de birdir, demek suretiyle Mü'ennen hadîs ile Muanlan hadîs arasında bir fark gözetmemiştir. [795] Berdîcî, [796]Mü'ennen hadîs'te semac vuku bulduğu, bir başka hadîsle meydana çıkıncaya kadar onu rmmkatı kabul eder. [797] Gerçek şudur ki, - sema' bahsinde de işaret etliğimiz üzere râvînin kullandığı muhtelif lâfızlar, lisân ulemâsmca tahdîs olarak kabul edilmektedir. Bu meseledeki ihtilâf örf ve âdet bakımından olup sâdece hadîs mü-nekkidleri arasında bahis mevzuudur.[798]
îsnâdın baş tarafından bir veya birbiri peşine daha fazla râvînin ismi hazf edilerek, mahzûfun üst tarafındaki râvîye isnâd edilen hadîstir.[799] Mu'allak hadîs,
Buhârî'de pek çoktur. Misâli şu hadîstir:
Ebû 'Amr Osman b. el-Heysem dedi ki, 'Avf, Muhammed b. Sîrîn'den, O da Ebû Hureyre'den bize şunu rivayet etmiştir: Ebû. Hureyre dedi ki: Rasûlullah (s.a,v.) beni Ramazan zekâtını korumaya memur ettiğinde biri gelerek yiyeceklerden çalmak istedi. Ben de adamı yakalayarak, Vallahi seni Rasûlullah (s.a.v.)'m huzuruna çıkaracağım, dedim. [800]
Sahîh-i Buhârî'deki Mu'allak hadîsler iki türlüdür. Bir kısmı kitabının birbaşka yerinde mevsûl olarak yer almış olanlardır ki, Buhârî fazla uzatmak endişesiyle senedde tasarruf ederek kısaca zikretmektedir. Diğeri ise, sırf mu'allak olanlardır ki, Buhârî bunları cezm sîğasi ile îrâd etmektedir. Böylece hadîsin, adı zikredilmeyen râvîlerden kesin surette rivayet edilmiş olduğu anlaşılır. Nevevî diyor ki: "Bunlardan gibi cezm sığası
ile zikredilenler ma'ruftur. Buhârî, bu suretle hadîsin, kendine izafe edilen kimseden sahîh bir şekilde geldiğini kabul etmiş demektir. Ayrıca onun Sahîh'inde bu Mn'allak hadîsi zikredişi, aslının güvenilir ve îtimat edilir sahîh bir hadîs olduğunu gösterir. O hadîsle istidlal etmek isteyen âlimin, hadîsin ihticâca elverişli olup olmadığını anlamak için râvîlerine ve senedinin durumuna bakmasılâzımdır. [801]
Bâzı âlimler Mu'allak hadîsi, isnadından bir kişinin düştüğü veya mübhem birinin zikredildiği Munkatı hadîs'in bir nevi olarak kabul etmek istemektedir. Suyûtî, "Sahîh-i Müslim'de, râvîlerinden bir kısmı mübhern olan hadîsler bulunduğunu" göz önünde bulundurarak bunlardan bir kısmını Munkatı£ hadîs bahsinde zikretmiştir.[802] Bununla beraber Nevevî, böylelerine Mu(âllak demekte veya Mun-katı1 mı, yoksa Mu'allak mı diyeceğini ketirememekte ve şöyle demektedir :
"(Müslim, el-Leys b. Sacd şöyle rivayet etti, dedi sözüyle hadîsi zikrettikten sonra devamla şunları söylemektedir: Hadîs, Sahîh-i Müslim'de bütün rivayetlerde, Müslim ile Leys arasında munkatı olarak rivayet edilmektedir ki, bu nev^e Mu'âllak denir. [803]
Bu üç hadîste de mühim olan nokta şudur; Bunları sırf zayıf olarak kabul etmek doğru olmamakla beraber râvîlerinin hâline bakarak sahih, hasen ve zayıf sıfatlarından biri verilebilir. [804]
Ferd ile Garîb hadîsler arasında lügat ve ıstılah bakımından müşterek bir rabıta vardır ki, o da teferrüd mefhûmudur. Bu itibarla bâzı âlimler Ferd ile Garîb'in müteradif olduğunu söylemekte beis görmemişler, bâzan " Bu hadîste falan teferrüd etmiştir", bâzan da Bu hadîs falan sebebiyle garîb olmuştur" deıken aynı şeyi kasdetmişlerdir. [805]
Gerçek şudur ki, muhaddislerin çoğu, az veya çok İstîmâl edilmek itibariyle aralarında fark gözetirler. Ferd tâbirini çoğu zaman, herhangi bir şekilde takyîd edilmeyen mutlak ferd hakkında; garîb tâbirini ise, ekseriya muayyen bir şeyle kayıtlanan nisbî ferd hakkında kullanmaktadırlar. Bu iki tâbiri ancak ıstılahı mânâda kullandıkları zaman ayırdetmektedirler. Bu durumlarda esasen iki ıstılahın da müteradif mânâda kullanılması lâzımdır. Müştak fiil olarak istîmâl ederken de, teferrüd ile garîblik arasında bir ayırım yapmazlar. [806]
Mutlak Ferd'in şâz ile karıştırılması doğru değildir. Daha önce de gördüğümüz üzere, şâz'da, teferrüd ve muhalefet şartlarının bulunması gereklidir.[807] Ferd denince akla gelen Mutlak Ferd'dir. Bu sebeple onu "tarîkleri çok olsa bile tek râvînin infirâd ettiği hadîstir1' diye tarif etmektedirler. [808] Râvîlerinin durumuna göre de Ferd hadis, sahîh, hasen yahut zayıf adlarını alır. Sahih olan mutlak ferde misâl olarak velâmn bey ve hibe edilmesini nehy eden hadîsi zikretmektedirler. Zîrâ bu hadîsi Abdullah b. Ömer'den rivayet eden Abdullah b. Dînâr, onda teferrüd etmektedir. [809]Abdullah b. Dinar'ın sika, zabıt ve sağlam olduğu da bilinmektedir.
Nisbî ferd olan (veya ıstılahta garîb denilen) hadîse gelince; onun da şâz ile karışması doğru değildir. Nisbî ferdde, teferrüd ile birlikte muhalefet şartı aranmaz. O, bir râvî ile mukayyed olan veya muayyen bir râvîden, yahut bir şehir halkından v.b. rivayet edilmek suretiyle kayıtlanan teferrüdün bir nev(i olur. Bu sebeple Garîb'i şöyle târîf etmişlerdir: "Senedin herhangi bir yerinde, bir şahsın rivayetinde teferrüd ettiği hadîstir"[810] Garîb hadîste teferrüd, senedin başında değil, devamında olur ve sâdece bulunduğu yerle kayıtlı olur. Meselâ : Bir sahâbîden birkaç kişi rivayet eder de, sonra o hadîsi bu râvîlerden sâdece biri rivayet ede[811]. Ferd hadîsteki teferrüd, senedin aslında, yâni sahâbînin bulunduğu kısımda vuku bulur. Hadîs muhtelif-tarîklerle rivayet edilse bile, yine o sahâbîye irca edilmiş olur [812]Garîb hadîs, herhangi bir şehir ahâlîsi ile takyîd edilirse, onların teferrüdü sözünden yalnız, içlerinden birinin mün-ferid olarak rivayet ettiği anlaşılır. [813] Garîb'in râvîsi, her hâl-ü kârda, bir kişidir.
Garîb'in birçok nevileri vardır. Bunlar da Garîb'teki teferrüdün nisbet edildiği muayyen durumlara göre tesbît edilir. Bu nevilerin en önemlilerini üç grupta toplamak mümkündür:
1 - Bir şahsın diğer bir şahıstan teferrüdü.[814] Meselâ : Ab-durrahman b. Mehdî'nin, Sevrî'den, onun da Vâsıl'dan Abdullah b. Mes'ûd'un şu hadîsiyle teferrüd etmesi gibi :
"Abdullah b. Mes'ûd diyor ki, yâ Rasûlailah, en büyük günâh hangisidir? diye sordum. Seni yaratmış olduğu hâlde, Allah Taâlâ'ya şirk koşmanda, dedi. Sonra hangisidir? diye sordum. Komşunun karısı ile zina etmendir, dedia. [815]Bu nevcî çok olup muhaddislerce pek mâruftur.
2 - Bir şehir halkının bir şahıstan teferrüdü. [816]Bunun misâli îbnu Bureyde'nin şu hadîsidir:
"Ebû Bureyde'den Rasûlullah (s.a.v.)'m şu hadîsini duyduktan sonra bir meselede hüküm veremem. Rasûİullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Kadılar üç sınıftır. İki sınıfı cehennemlik, bir sınıfı da cennetlik olacaktır. Cehennemlik olanlardan biri, bile - bile haksız hüküm veren hâkim, öteki de bilmeyerek haksız hüküm veren hâkimdir. Cennetlik olanı ise, hakkıyle hüküm veren hâkimdir". Hâkim en-Neysâbûrî diyor ki, bu hadîste Horasanlılar teferrüd etmişlerdir; zîrâ son kısımlardaki râvîler Mervlidir. [817]
3 - Bir şahsın diğer bir şehir halkından rivâyetiyle meydana gelen teferrüddür. Hâlid b. Nizâr el-Eylî'nin hadîsi gibi ki onun: tarikiyle rivayet ettiği hadîs şudur: Allah Taâlâ'nm en çok sevmediği kimse, sığırın diliyle yalanması gibi, dilini dişleri üzerinde dolaştıran hatîbtir'
Hâkim diyor ki, bu, Mısırlıların Mekkelilerden infirâd ettiği hadîslerdendir; zîrâ Hâlİd b. Nizâr Mısırlı, Nâfi* b. Ömer ise Mekkelidir.[818] Hâkim, bu üçüncü nev'î hakkında şunları söylemektedir: "Meselâ: Medînelilerin hadîslerini, onlardan alan Mekkelilerj o hadîslerden teferrüd etmiş olurlar. Ve yine meselâ: Horasanlıların Haremeyn ahâlîsinden teferrüd ettikleri hadîsler olabilir. Bu nev'î, mevcudiyeti de, kavranması da pek ender ve zor olan bir nevî'dir!. [819]
Bu üç nev'înin her bîrinde - daha önce de söylediğimiz gibi-bir kişi teferrüd etmektedir ve bütün bu nev^lerde teferrüd, senedin neresinde bulunursa, sâdece o kısımla mukayyeddir. Teferrüd senedin aslında değil, devamında bulunur. Garîh hadîs'teki bu izafî takyide Nisbî Ferd de denebilir. Nisbî Ferd'e misâl olarak zikrettiklerimizin çoğunu, Hâkim, kitabının MaVifetu'l-efrâd adlı 25. nev'inde zikretmektedir. [820] Hâkim, mutlak ile mukayyed arasında tevcih ve ta'lîller yapmaktan başka Ferd ile Garîb arasında herhalde bir fark görmemektedir.[821]
Bu üç ıstılahın müşterek noktaları, nisbî ferd ile, manevî tevatür arasında yer almış olmalarıdır. Bunlarda -nisbî ferd olduğunu gördüğümüz- bir nev'î garîblik de vardır; zîrâ bir şeyhden iki veya üç kişinin müştereken rivayet ettikleri garîb hadîse Azîz denmektedir. Şayet hadisi şeyhten rivayet edenler bir cemâat olursa, hadîs meşhur adını alır. [822]Şeyhten rivayet eden bu cemâatin sayısı, baş tarafta da, son tarafta da aynı olursa, hadîse müstefîz denir. [823]Hadîs, müteaddit rivayetlerinin bulunduğu anlaşıldıktan sonra halk arasında yayıldığı için, onda bir nev'î manevî tevatür de bulunmaktadır. Şöyleki: birden fazla râvîsi bulunduğu için Azîz olmakta; halk arasında nakl edilişi sebebiyle de meşhur lduğu kabul edilmektedir.
Şu da var ki, bu üç nev'î, mütevâürden çok, garîb ile alâkalıdır; zîrâ bahisleri isnâdla alâkalıdır. Mütevâtirin ise isnâdla bir ilgisi yoktur. [824] Bunlarda râvî sayısının farklı Ölçülerde değişmesi, onları âhadlık durumundan çıkarmadığı gibi, mütevâtirde bulunması şart olan cemâat seviyesine de ulaştırmaz. Bunlar teferrüdden bir kademe daha yüksclseler bile, eninde - sonunda garîb hadîs'in isimleri ve lâkabları olmaktan başka hirşey değildir. Sahîh, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılmaları itibariyle de Garîb'i andırırlar.
Bu üç ncr'îyc acele bir göz atan kimse, bunların mükemmel birer sahîh hadîs olması lâzım geldiğini zanneder ve bir başka tarikten gelmesi sebebiyle yükselip kuvvet bulmuş veya bir cemâat tarafından rivayet edilmek suretiyle meşhur olmuş bir hadîsin, rivayetinde bir şahsın teferrüd ettiği garîb hadîs mertebesinde bulunacağına İhtimâl vermez. Kemiyete ve çokluğa, her yerde ve her zaman Önem verildiğine halkın alışması sebebiyle, bu netîce ilk bakışta mantıkî ve doğru görülebilir. Fakat hassas ilmî araştırmalar göstermiştir ki, muhaddislerin, rivayetleri sahîh ve zayıf olarak değerlendiren öiçüleri kemiyetle alâkalı olmadığından, rakamlara ve adetlere ehemmiyet vermezler. Fertler ve cemaatlar arasında bir mukayese yapmazlar. Onların ölçüleri kıymet ölçüsü, olduğu için, senedlerde adı geçen râvîlerin vasıflarını îtibar ederek bunların azlık veya çokluklarına bakarlar. Buradan da anlamış oluyoruz ki, hadîs münekkidleri, mütevâtir hadîste bile onu rivayet eden cemâatin sayısını tâyine ehemmiyet vermeyip, bu cemâatin örf ve âdet bakımından yalan üzere birleşmelerinin imkânsız olması lâzım geldiğini şart koşarlar.[825]
Araştırıcı, bîr hadîsin sahîh olması hususunda bâzı münekkid-lerin râvî sayısını gözden uzak tutmadıklarını zannetmekle zaman zaman aldanır. Hâkim Ebû Abdillâh'in, sahîh hadîsin iki râvîsi bulunmasını şart koşarken, bu adet ölçüsünü dikkate aldığı sanılmaktadır. Onun bu tutumunu sahîh hadîs bahsinde îzâh etmiştik. [826]Bu meseledeki görüşünü daha net bir şekilde açıklamamız, Hâkim'in bizim üzerimizdeki haklarından biridir;
Hâkim, Sahîh'in azîz olmasını şart koşarken, Azîz'in sahîh olduğuna hükm etmez. Ona göre Sahîh'in azîz olması gerekir; ferd ve garîb olması caiz değildir. Azîz ise her zaman sahîh olmaz. Hatta Meşhur ve Müstefîz hadîs bile râvilerinin mütteaddit ve bir cemâat hâlinde bulunmasının şart olmasına rağmen - her zaman sahîh değildir: Çünkü hasen ve zayıf oldukları gibi, bâzan bâtıi ve mevzîr da olabilirler. Hâkim'in bu bâbtaki sözü, te'vîle lüzum kalmayacak kadar açıktır. O diyor ki:
"Meşhur hadîs, sahîh hadîsten başkadır. Nice meşhur hadîsler vardır ki, sahihler arasında tahrîc edilmemiştir.[827] Hâkim buna misâl olarak aralarında hasen ve zayıfların da bulunduğu birtakım hadîsleri zikretmekte ve demektedir ki:
"Bütün bu hadîsler isnâdlarıyle, tarîkleriyle ve hadîscilerin cem ettiği bâblanyle meşhurdur. Tarîkleri bir veya iki cüz'de cem edilen bu hadîslerin bir harfleri bile sahîh olarak tahrîc edilmemiştir.
Hâkim'in istişhâd ettiği bu hadîsleri gören Suyûtî, bunları inceden inceye tetkîk ederek ve aralarında mükemmel bir şekilde temyizler yaparak her birine uygun ıstılâhî isimler vermiş; ayrıca İmâm Zer-keşî'nin et-Tezkira fi'1-ehâdîsi'l-müştehira adlı kitabına alamadıklarını da toplayarak birçok ilâveler yapmış ve alfabetik bir tarzda tertîb etmiştir. [828] Suyûtî'nin Meşhur hadîs'in sahîh, hasen, zayıf ve bâtıl olmak üzere bütün durumlarına misâl olarak zikrettiği bu şevâ-hidden bir kısmı Tedrîbu'r-râvî'de mevcuttur.
Sahîh olan Meşhûr'un misâli şu hadîstir:
Allah Taâlâ ilmi, insanların arasından çekip almak suretiyle değil, âlimleri vefat ettirmek suretiyle ortadan kaldırır. Nihayet ortada âlim kalmayınca, halk birtakım câhil insanları kendilerine lider seçer; bunlara birşeyler sorulur; onlar da rastgele, bilmeden cevap verirler. Böylece hem kendileri doğru yoldan saparlar; hem de başkalarını saptırırlar. [829]
Hasen olan Meşhûr'un misâli de şu hadîstir ilim öğrenmek her müslümana farzdır.[830]
Mİzzî1, bu hadîsi hasen derecesine yükseltecek tarîkleri bulunduğunu söylemektedir. [831]
Zayıf olan Meşhûr'un misâli: Kalbler, kendilerine iyilik yapanları sevmeye mail olarak yaratılmıştır. [832]
Bâtıl olan Meşhûr'un misâli ise hadsiz hesapsızdır. Bir kısmı merfiy, bir kısmı mevkuf, bir kısmı da maktu olarak nakledilmektedir. Çoğu da avam arasında pek yaygındır. Misâl olarak şunları zikredebiliriz: Kendini bilen kimse, Rabb'ini de bilir Oruç tutacağınız gün, kurban kestiğiniz gündür bilinmeyen bir hazîne idim her derde devadır. [833]
Hadîsin meşhur olması nisbî bir iştir. [834]Bâzan sâdece hadîseiler arasında meşhur olur; bâzan tia hem hadîstiler, hem diğer islâm âlimleri ve hem de avara arasında meşhur olabilir, işte bu sebeple deniyor ki:
Ailah Taâlâ'nın ençok buğz ettiği helâi, talâktır" hadîsi, fakîhler arasında meşhurdur.
Ümmetim, hatâ, unutkanlık ve zorlanmak suretiyle yaptıkları hareketlerden mesûl tutulmamıştır", hadisi usûicüîer arasında meşhurdur.
Suhayb ne güzel bir kuldur. AllahMan korkmasa bile, ona âsî olmazdı" hadîsi, nahivciler arasında meşhurdur.
Halka iyi muamele etmek sadakadır" hadîsi, avam arasında meşhurdur.
Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanlarm zarar görmediği kimsedir" hadîsi, hem hadîsciîer, hem bütün İslâm âlimleri, hem de halk tabakası arasında meşhurdur.[835]
Şurası var kî, hadîs münekkidlerince mâruf olan ıstılâhî mânâdaki meşhur sözü ile, âlimler ve avam dilinde yaygın olan meşhur hadîs değil, üç veya daha çok kişinin rivayet ettiği hadîs kastedilmektedir[836] Bunun misâllerinin pek çok olmasına rağmen, onları cem' etmek ve tanımak için hadîseiler ile müctehidlerden başkası pek gayret etmez. [837]Bunun en açık misâli Enes'in rivayet ettiği şu hadîstir:
Rasûlullah (s.a.v.) bir ay müddetle rükûMan sonra kunût yaparak Ril ve Zekvân kabilelerine beddua etmiştir." Bu hadîsi Buhârî ve Müslim, senediyle tahrîc etmişlerdir. [838]Bu hadîse meşhur denmesinin sebeplerini açıklayarak Hâkim der ki:
"Bu hadîs sahih hadîsler arasında rivayet edilmiştir. Onu Enes (r.a.)'den Ebû Mecliz'den başka, Ebû MechVden Teymfden başka, Teymî'den de Ensârî'den başka râvîier rivayet etmektedir. Bunu ha-dîsci olmayanlar bilemez. Başkaları onun üzerine düşündüğü zaman der ki: "Süleyman et-Teymî, Enes'in arkadaşıdır. Teymî hadîsi,
Enes'den rivayet eden adı zikredilmeyen bir şahıstan aldığına göre, bu hadîs garîb olmaktadır!". Böyle söyleyen bilmez ki, hadîs, Zührî ve Katâde tarafından da bilinmektedir. Hadîsin Katâde'den gelen pekçok tarîkleri vardır. Ve yine bilmez ki, bütün uzunluğuyla hadîs Urenîler hakkında olup tarikleri cem ve müzâkere edilmektedi.[839]
Meşhur için verilen misâllerin çoğu Müstefîz için de verilebilir. Fukahâ imamlarından bir kısmının görüşlerine nazaran bu iki ıstılah müteradiftir. Fakat doğrusu, aralarında bir farkın mevcut olduğudur. Şöyle ki, Müstefîz'in baş ve sonundaki râvî sayısı bir olup, Meşhur ise bundan daha umûmîdir. [840] Bu iki ıstılahı bir başka bakımdan da farklı mütalâa edenler vardır. Bunlar, Meşhûr'u rivayet eden üç veya üçden fazla kişiyi düşünerek, Meşhûr'un tarîklerini ikiden fazla olmakla sınırlandırırlar. Bu arada Müstefîz'in tarîklerinin ise üçden fazla olması lâzım geldiği, üçten az olmasının imkânı bulunmadığını da söylerler. [841]Suyun kabın etrafından taşması göz önünde bulundurularak şeklindeki yaygın istimale binâen Müstefîz adını almıştır. [842]
Muhaddisler, ne Meşhur, ne de Müstefîz hakkında her hangi bir şüphe izhâr etmişlerdir. Bunların pek çok misâlleri vardır. Muhad-dislerin şüphesi Azîz hadîs hakkındadır, tbnu Hibbân el-Büstî. [843] Azız hadîsi, senedinin sonuna kadar hep iki kişinin, diğer iki kişiden rivayet ettiği hadîs, olarak kabul ettiği için, onun hiç mevcut olmadığım zannetmiştir. [844]Ibnu Hibbân, hadîse azîz denmesini, az ve nâdir bulunuşuyla değil de, her halde hiç mevcut olmayışıyle îzâh etmektedir. Şeyhu'l-îslâm Ibnu Hacer, onun bu görüşünü şu sözleriyle reddetmektedir:
"Ibnu Hibbân, iki kişinin, yalnız iki kişiden rivayetini kastediyorsa, o taktirde azîz hadîs hiç bulunmaz ve ona hak verilebilir. Ama bizim bahsettiğimiz azîz hadîs vardır; şartı da: îkiden az olmayan râvîlerin, yine en az iki râvîden rivayet etmesidir. Bunun misâli, Buhârî ve Müslim'in Enes hadîsinden müştereken rivayet ettiği, Bu-hârî'nin de ayrıca Ebû Hureyre hadîsinden rivayet ettiği şu hadîstir.
Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki Herhangi biriniz beni babasından ve annesinden daha çok sevmedikçe hakkıyle îmân etmiş olmaz ...". Bu hadîsi Enes'ten Katâde ve Abdulâzîz b. Suheyb rivayet etmiştir. Katâde'den de Şu'be ve Sa'îd, Abdulazîz'den de Ismâîl b. 'Uleyye ve Abdulvâris rivayet etmiş; bunların her bîrinden de birer cemâat rivayet etmiştir.[845]
Istılahta nâdir görülen bîr durum da, hadîste hem azizlik ve hem de meşhurluk vasıflarının müştereken bulunmasıdır ki, bu takdirde hadise Meşhur azîz denir. Bunun için de, hadîsin iki kişinin rivayeti ile bâzı tabakalarında azîz olduğu, daha evvel veya daha sonraki tabakalarda ise çok râvîden rivayet edilmek suretiyle meşhur olduğu ortaya çıkmalıdır. Hafız 'Alâ'î[846] buna misâl olarak:
Biz kıyamette en öne geçecek olan sonra gelenleriz' hadîsini zikretmekte ve şöyle demetedir: Bu hadîs, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den azîz olarak gelmektedir; zîrâ Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'den Huzeyfe b. Yemân ve Ebû Hureyre rivayet etmekte, Ebû Hureyre'den de şu yedi zât rivayet etmektedir: Ebû Seleme b. Abdirrahmân, Ebû Hâzim, Tavus, el-A'rec, Hemmâm, Ebû Salih, Ümmü Bürsün'ün mevlâsı Abdurrahman. [847]
Müttekî hadîseiler, "isnâdda yakınlık, Allah'a yakınlıktır"
inancıyle isnadı âlî olup Rasûlullah (s.a.v.)'a yakın olan râvîlerden hadîs almayı tercih ediyorlardı. [848] Her zaman Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)e yakın olan isnâdları elde edemiyorlar ve bu sebeple de sahabe, tâbi'în ve büyük âlimlere yakın olan isnâdlara îtimat ediyorlardı. Bu suretle 'âlî isnadın mutlak ve nisbî olmak üzere iki nev'i meydana geldi.
Mutlak câlî isnâd, senedinde birçok râvînin yer aldığı başka bir senede nazaran, adetlerinin azlığı sebebiyle Tâvîleri Rasûlullah (s.a.v.)'a yaklaşan isnâddır.[849]
Ulûvvün her türlüsü, sahîh ve güzel bir isnâdla gelmek şar tiyle, isnâdlarin en değerlisidir. Zayıf bir isnâdla geldiği takdirde.ise, Önemi yoktur. Hele içinde sahabeden hadîs işittiğini iddia eden sonraki yalancılardan İbnu Hüdbe, Dînâr, Hırâşe, Nu'aym b. Salim ve Ebu'd-Dünyâ el-Eşec gibileri bulunduğu takdirde, o isnadın hiçbir değeri yoktur. Hafız Zehebî bu sebeple:
"Muhaddisin şu saydığımız adamlara yakınlık sebebiyle övündüğünü görürsen, o kimsenin avamdan biri olduğunda şüphe etme[850] demiştir.
Nisbî âlî isnâd ise, senedindeki râvîler, sağlam bir şekilde Ameş, tbnu Güreye, Mâlik, Şube v.b. hadîs imâmlanndan birine veya Kütüb-i Sitte, Muvatta v.b. meşhur ve mutemet kitapların müelliflerinden birine yakın olan isnâddır. [851] Nisbî denişinin sebebi de ondaki ulüvvün hakikî değil de izafî oluşudur.
Nisbî 'âlî isnâd'ın birçok çeşitleri vardır. En meşhuru da Buhâ-rî'nin rivayet ettiği hadîsin bir benzerini getirmekdir. Bu da bir hadîsi Buhârî'nin şeyhine veya şeyhinin şeyhine kadar isnâdla götürmek suretiyle yapılır. Böylece hadîsin senedindeki râvîler, Buhârî'nin tarîkinden rivayet edildiği takdirde mevcut olacak râvî sayısından daha az olur. [852]
îbnu Hacer, nisbî 'âlî isnâd'ı Muvafakat, Bedel, Müsâ-vât ve Musâfaha olmak üzere dört neviye ayırır.
Muvafakat: Musannıflardan birinin şeyhine, başka bir tarîkle olan vusuldür. Meselâ: Buhârî'nin Kuteybe'den, onun da Mâlik'den rivayet ettiği hadîsi, Kuteybe'den başka bir isnâdla ve Buhârî tarikiyle Kuteybe'den rivayet edildiği takdirde mevcut olacak râvî adedinden daha az bir adetle rivayet etmek gibi. [853]
Bedel: Bir musannifin şeyhinin şeyhine, yine başka bir tarîkle olan vusuldür. Bunun misâli de daha önce zikredilen isnâdm aynen ve başka bir tarîkle Mâlik'den rivayet eden Ka'nebî'ye ulaşması gibi ki; burada Ka'nebi Kuteybe'nin yerini almaktadır.[854]
Müsavat: Sona kadar isnâddaki râvî adedinin musannıflardan birinin imâdıyle müsâvî olmasıdır. Bunun misâli: -îbnu Hacer'in dediği gibi- şudur: Diyelim ki Nese'î'nin rivayet ettiği bir hadîste kendiyle Rasûlullah (s.a.v.) arasında onbir kişi bulunsun. Bu hadîsi Rasûlullah (s.a.v.)'a kadar varan başka bir isnâdla aynen elde edelim. Bu .hadîste de bizimle Rasûlullah (s.a.v.) arasında onbir râvî bulunsun, bu takdirde biz o husûsî isnadı bir an düşünmediğimiz takdirde adet itibariyle Nese'î ile müsâvî olmaktayız. [855]
Îbnu's-Salâh der ki:
"Asrımızda müsavat, isnâddaki adedin az olması demektir. Ne Müslim'in ve emsalinin şeyhine, ne de şeyhlerinin şeyhine ulaşmak değil, aksine sahâbî veya ona yakın olan birine ulaşmak matlûbdur. Bâzan seninle meselâ; sahâbî arasındaki râvî sayısı, Müslim ile o sahâbî arasındaki râvî sayısı kadar olabilir. Bu takdirde s'en isnâd yakınlığı ve rical adedi itibariyle Müslim ile müsâvî olursun. [856]
Musâfaha: O musannifin tilmizi ile müsâvî olmak demektir. Musâfaha denmesinin sebebi de karşılaşan iki insanın musâfaha etmelerinin âdet olmasıdır. [857] Müsavat senin şeyhinle olursa, sen musannrfla musâfaha ederek hadîsi ondan aldın demektir. Müsavat seninle değil de şeyhinin şeyhiyle olmuşsa, musâfaha şeyhinle cereyan etmiş olur. Müsavat şeyhinin şeyhinin şeyhiyle olmuşsa, musâfaha da şeyhinin şeyhiyle yapılmış demektir. [858]
Müsavat ve
Musâfaha'nın her birinde uîüvvün nisbî oluşunu îzâha lüzum yoktur. Bu iki nev%
kitabın müellifin İsnâdmdakİ nüzule nisbetle 'âlîdir, işte bu sebeple,
zamanımızda, yâni H. XIV. asırda ve buna yakın geçmiş asırlarda bu iki
nev'ielde etmek imkânsızdır; zîrâ isnâd bize nisbetle çok uzaklaşmıştır.
Îbnu's-Salâh, müsavat ve musâfaha'dan hakiki ulüvlük vasfını kaldırarak,
ikisini aynı hükme tâbi tutmuş, ikisine aynı ölçüyle bakmış ve kesin olarak
demiştir ki:
"Ulüvvün bu türlüsü nüzule bağlıdır; çünkü o imâmın isnadı nazil olmasaydı, senin isnadın da 'âlî olmazdı.[859]
Nisbî ulüvvun çeşitlerinden biri de adet bir olduğu halde râvînin, rivayeti telâkki ettiği zâttan Önce vefâtıyle olan ulüv-dür. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'ini tarikiyle dinleyenin isnadı, tarîkiyle dinleyenin isnadına nisbetle'âlîdir. Sebebi de ilk üç zâtın, son üç zâttan Önce vefat etmeleridir. [860] Böylece, önce vefat edenler Ahmed b. Hanbel'e ve Müsned'ine daha yakın olmaktadır.
Nisbî ulüvvün çeşitlerinden biri de Semâ'ın tekaddümüdür. [861] Şeyhten, Önce hadîs alanların isnadı, daha sonra alanların-kinden 'âlîdir. Meselâ: Bir şeyhten iki kişi hadîs dinlemiş olsun. Bunlardan biri o hadîsi şeyhten altmış sene önce, diğeri de kırk sene Önce almışsa, birinci zâtın isnadı, ikincisinin isnadından 'âlîdir. [862]
Müteahhirîn muhaddisleri, mutlak ve nisbî 'âlî isnada karşı büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Bu iş muhaddislerin çoğu arasında o derece yaygm bir hâle gelmiştir ki, daha mühim, meseleleri bırakarak isnâd meselesiyle meşgul olmaya başlamışlardır. Talebu'l-hadîs için yapılan seyahatler ve Râvînin şartları fasıllarında da îzâh ettiğimiz üzere, garîb ve münker hadîsleri arayıp bulmayı nasıl bir iftihar vesilesi yapmışlarsa, 'âlî isnâd bulmakla da aynı şekilde iftihar etmeye başlamışlardır. Âlî isnâd sıhhate daha yakın olduğu ve onda hata ihtimâli daha az bulunduğu için rağbette idi; zîrâ sened zincirini teşkil eden her râvî hata edebilir. Hele vâsıtalar çoğalıp sened uzadıkça hata ihtimâli de artar. Vâsıtalar azalıp sened kısaldıkça da, hata ihtimâli azalır. [863]
îşte bu sebeple muhaddisler arasında âlî isnadın nazil isnâddan üstün olduğu kanâati yayılmıştır. [864]Suyûtî Elfiyye'sinde der ki:
Âlî isnadı aramak sünnettir. Nazili 'âlîye tercih eden kimse ise, meseleyi kavramamış demektir.[865]
Nazil îsnâd'm, 'âlî İsnâd'm mukabili olduğunu söylemeye hacet yoktur. Nazil isnadın kısımları ise, 'âlî isnadın îzâh edilen kısımlarına bakarak anlaşılır. [866]
Âlî'nin Nâzil'den üstün olduğunu mutlak olarak söyleyip geç-geçmemelidir. Bir husus ile değer kazanan nice nazil isnâdlar vardır ki, 'âlî isnâddan üstündür. Nitekim nazil isnadın ricali daha sika, veya daha hafız yahut daha fakîh olursa, veyahut tahammül tarzı semâ'a daha yakın bulunursa, 'âlî isnâddan üstün olur. [867]
Vekî[868] arkadaşlarına şöyle sordu:
"Sizce isnadı mı, yoksa isnadı mı
daha makbuldür? Birincisi daha makbuldür, cevâbını verdiler. O zaman Vekî' dedi ki: senedinde bir şeyh, diğer bir şeyhten rivayet etmekte, Üp senedinde ise, bir fakîh diğer bir fakîhten
rivayet etmektedir. Fukahânın rivayet ettiği hadîs, bizce şeyhlerin rivayet etmekte olduğu hadîsten daha makbuldür. [869]Hafız Silefî, [870]bundan şu netîceyi çıkarmaktadır:
"Rivayetle makbul
olan husus, hadîsi âlimlerden almaktır. Muhakkak râvîlerce, âlimlerin nazil isnadı, câhillerin
alî isnadından
evlâdır. Bu
takdirde nazil olan bir isnâd, mütehassıs âlimler katında 'âlî olmuş olur!.[871]
Bâzı muhaddisler, Mütâbi'e şâhid, Şâhid'e de Mütâbi demekte bir beis görmemektedirler. [872]Her ikisinde de ni.sbî ferd'in (Garîb'in) bir neVî azîzleştirihnesi mevcuttur. Bu da iki ıstılahın müteradif olması mânâsına gelmez. Aralarında âlimlerin tahdidinde ittifak edemediği bir fark mevcuttur.
Biz - bu bâbta söylenmiş sözlerden ve misâllerden de anlamaktayız ki, Şâhid, Mütâbi'den daha umûmîdir. Şâhid bâzan mânâyı, bâzan hem söz hem de mânâyı takviye etmektedir. Halbuki mutabakat lâfızla ilgili olup mânâ ile bir alâkası yoktur. [873] Şimdi bu asıl farkın ışığı altında - Mütâbi'î, râvîsine, hadîsi tahrîc edilmeye elverişli olan başka bir râvînin muvafakat ettiği ve bu ikinci râvînin o hadîsi şeyhinden veya daha üstteki birinden yaklaşık sözlerle rivayet ettiği hadîstir, diye tanıtabiliriz. [874] Şâhid'i de şu sözlerle tarif edebiliriz:
Hadîsin râvîsine, bir başka râvînin, aynı hadîsi diğer bir sahâbîden lâfzan ve manen benzeyen veya sâdece mânâ itibariyle benzeyen - bir metinle rivayet ederek muvafakat ettiği hadîstir. [875]
Mütâbi', tam ve kasır olmak üzere iki kısımdır, Şâhİd de îâfzî ve manevî olmak üzere iki kısımdır.
Tam mütâbic: Aynı râvî için gelen mutabakattır. Misâli de Şâfi'î'nin el-Ümm'de dîstir:
Senediyle rivayet ettiği bu hayirmi dokuz gündür. Hâli görmedikçe oruç tutmayım Hilâli görmedikçe de bayram etmeyiniz. Eğer ufkun bulutlu olması sebebiyle ayı göremiyorsanız, sayıyı otuza tamamlayınız". Bâzıları bu hadîsi bu lâfızla Mâlik'ten sâdece imâm Şafii'nin rivayet ettiğini zannederek hadîsi ŞâfiTniıı garîblerinden biri olarak kabul etmişlerdir. Bunun sebebi de, Mâlik'in ashabının aynı hadîsi bu isnâdla
Hava bulutlu olursa, hesaplayarak ve takdir ediniz" lâfzıyle rivayet etmeleridir. Fakat âlimler, Şâfi'î'nin hadisinin mütâbi'ini bulmuşlardır ki, o da Abdullah b. Mesleme el-Ka'nebî'dİr. Ayrıca bu hadîsi Buhârî, Mâlik'ten rivayet etmiş olan Şafii'den tahrîc etmiştir.[876]
Kasır Mütâbi: Mütâba'atın, râvînin şeyhinden daha yukarıda olmasıdır. Misâli de îbnu Huzeyme'nin Sahihinde vâri-i olan yukarıda zikrettiğimiz, lâfzıyle rivayet edilen hadîstir. Aynı hadîs, Sahîh-i Müslim'de isnâdıyle ye lâfzıyle rivayet edilmiştir. [877]
Lâfzî Şâhid: Hadîs metninin lâfzen azîzleşmesidir. Bunun misâli de daha evvel zikrettiğimiz Nese'î'nin tarikiyle rivayet ettiği hadîse muvafık olmasıdır. [878]
Manevî Şâhid: Hadîsin lâfzen değil manen azîzleşmesidir. Bunun misâli de Buhârî'nin Muhammed b. Ziyâd'dan, onun da Ebû Hureyre'den rivayet ettiği mezkûr Eğer ay, bulut sebebiyle görünmüyorsa, Şa'bân'm sayısını otuza tamamlayınız" lâfzıyle rivayet ettiği hadîstir. [879] Böylece görüyoruz ki rü'yet-i hilâl hadîsi, hem tam mütâbi'e, hem kasır mütâbi'e, "hem lâfzî şahide, hem de manevî şahide misâl teşkil etmektedir. [880]
Mustalahu'l-hadîs kitaplarında mütâbi ve şâhid'in yamsıra itibârın da zikredilmesi âdet olmuştur. Hadîs ilmiyle alâkası olmayan bir okuyucu, bunların üç nev'i olduğunu zannedebilir. Halbuki itibâr, mütâbi( ve Şâhid'i tanımak için bir vesile olmaktan öteye geçmez. Suyûtî Elfiyye'sinde der ki:
î'tibâr, rivayet edilen hadîsi, başka bir râvînin rivayet edip etmediğini araştırmak demektir.[881]
Tbnu Hacer de şöyle demektedir:
"Ferd olduğu zannedilen bir hadîsin mütâbi i olup olmadığını anlamak için tarîklerini câmi'lerden, müsnedİerden ve cüz'lerden aramaya iHibâr denir. İbnu's-Salâh'ın Ma'rifetu'l-i'tibâr ve'1-mütâ-ba'ât ve'ş-şevâhid başlığı ile bu kısmı incelemesi, i'tibârın, bu iki ıstılahın bir bölümü olduğu zannını uy andırmakta dn ki, durum hiç de böyle değildir. Aksine i'tibâr, mütâbi' ve şevâhidi elde etme durumundan ibarettir. [882]
Hadîs münekkidleri, asıl hadîslerde gösterdikleri titizliği, şevâhid ve mütâbi'de göstermezler ve asıl hadîslerde müsamaha etmedikleri bit miktar zaıfa, bunlarda müsamaha göstererek aldırış etmezler. Bu gibi şeyler Hazan Sahîhayn'de de vuku bulmuştur, işte bu sebeple Dârekutnî ve emsali münekkidler, bâzı zayıflar hakkında:
Bu hadîs i'tibâra elverişlidir', ve Bununla i'tibâr etmek doğru değildir", demektedirler. [883] Zayıf bir hadîs damgasını aldıktan sonra i'tibâr için kullanılmaz. Bunun misâli:
"Bu hadîs garîbtir. Onu yalnız bu tarîkten bu isnâd ile bilmekteyiz". Suyûtî, Tirmizî'nhı bu sözünü şöyle açıklamaktadır:
Yâni hadîs bir vecihten sabittir. Yoksa onu cl-Haseıı b. Dînâr, Ibnu Sîrîn'den rivayet etmektedir. el-Hasen ise metruktür, mütâ-ba'at'ta bir işe yaramaz.[884]
Şâhid ve inütâbi'lere elverişli tarîkleri araştırmak isteyen kimsenin camilere, müsncdleıe ve cüzlere baş vurması gerekir. Bunların mâhiyetini 99. sayfa ve devamında açıklamıştık.[885]
Müdrec, metninde veya senedinde kendine ait olmayan bir fazlalık görmen hadîstir. [886] Niçin müdrec dendiği de açıktır. O Bir şeyi ötekinin içine sokup yerleştirmek", sözünden alınmıştır. [887]
Sahîh, hasen ve müsnedlerin çoğu zaman hadîslerin gerek metninde gerek senedinde - bulunan, önemsiz de olsa ziyâdeleri ve bu ziyâdeleri yapanları gösterirleı. Böyle yapmalarının sebebi de, müdrec sözü ve o sözü söyleyeni göstermedikleri takdirde, bunların müdrec olduğunu düşünmeyerek, kendilerinden olduğu gibi rivayet edecek insanların bulunabileceğini ve bu suretle -istemeyerek - Rasûlullah (s.a.v.)'a veya onun hadîslerini edâ edecek kimseye karşı yalan söylenmesine müsâade etmiş olacak]aım'dan korkmalarıdır. Kasden müdrec yapmanın bir nev'î kizb ve tedlîs olduğundan ve bunu da ancak îmânı zayıf ve akîdesi bozuk kimselerin yapacağından şüphe yoktur. Sem'ânî der ki:
"Kasden müdrec yapan, âdil olmaktan çıkar; kelimeleri yerle-, rinden çıkararak tahrif eden kimse de yalancılardandır. [888]
Metindeki idrâc çoğu zaman hadîsin sonunda olur. Hadise kendi sözlerini katan bâzı râvîler, bunu, hadisi îzâh ve tefsir etmek için yaparlar.
İdrâc, bâzan da hadîsin başında veya sonunda olur. Hadîsin baş tarafında olan idrâc, ortasında olan idrâc'dan daha çoktur.[889]
Hadîsin ortasında olan idrâca misâl: Nese'î'nin Fedâle'den merfû' olarak rivayet ettiği şu hadîstir: müslüman olan ve Allah yolunda cihâd eden kimseye, Cennette bulunan bir köşkü garanti ediyorum. [890]Za'îm, kefîl demektir"
kısmı hadîsin aslında, Rasûlulîah (s.a.v.)'ın sözü olarak mevcut değildir' müdrec'tir. Bu sözü, hadîsin râvîleıinden biri olan Ibnu Vehb, vazıh olmadığını zannettiği sözünü tefsir etmek maksadiyle ilâve etmiştir.
Hadîsi» baş tarafındaki idrâca misâl: Hatîbu'l-Bağdâdî'nin, tarikiyle rivayet ettiği:
Abdesti eksiksiz alınız. Cehennemde yanacak Ökçelere yazık" hadîsidir. Hadîsin baş tarafındaki: sözü Rasûlulîah (s.a.v.)'a âit değildir. O sâdece: buyurmuştur. Fakat bu sözü hadîsin baş
tarafına Ebû Hureyre getirmiş; Ebû Katan ve Şebâbe de hadîsi Şuı-be'den rivayet ederken, bu ilâveyi Ebû Hureyre nin değil de Rasûlul-lah (s.a.v.)'m sözü zannetmişlerdir. [891]
Hadîsin sonundaki idrâca misâl: Sahîh-i Buhârî'deki Ebi Hureyre'nin şu merfû1 hadîsidir:
Kölenin iki kat mükâfatı vardır. Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda cihâd ile hac ve anamın gönlünü hoş etmek kaygûsu olmasaydı, köle olarak ölmeyi tercih ederdim[892] Bu hadîsteki Rasûlulîah (s.a.v.)'a âit olan söz sâdece: kısmından ibarettir, Ne var ki, Ebû Hureyre, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in söylediği iki ecri, köleliği temenni eden kısımlarla izah etmek istemiştir. Getirdiği prensiplerle köleleri hürriyete kavuşturmava teşvik eden bir Peygamberin kalbine böyle bir temenninin gelmesi muhaldir. Kaldı ki, Rasûlulîah (s.a.v.)'m annesi, o daha küçük iken vefat etmiştir. Binâenaleyh bu son kısmın Rasûl-i Ekrem'e ait olmasına katiyen imkân yoktur. [893]
îsnâddaki idrâc, netîce itibariyle metne râciMir[894] ve başlıca iki kısımdır. [895]
Birincisi: Bir râvînin, muhtelif isnâdları bulunan bir hadîsi, bu senedlerin aslında muhtelif olduğunu söylemeden tek isnâdla-rivayet rimesidir. [896] Bunun misâli: Tirmizî'nin ki, Ibnu Mes'ûd bu hadîste; tarikiyle rivayet ettiği hadîstir
Ya Rasûİallah, en büyük günâh hangisidir?..." diye sorduğunu söylemektedir. Vâsıl ise, rivayetinde cAmr b. Şurahbîl'i zikre tmey ip Ebû Vâil'den, o da doğrudan d&ğruya İbnu Mes'ûd'dan rivayet etmektedir. Mansûr ve A'meş'in rivayetlerine göre 'Amr b. Şurahbîl'in senedde zikredilmesi idrâcdır. Böyle olduğu da Yahya b. Kattân'ın Sevrî'den bu hadîsi Vâsıl'a varan iki isnâdla yaptığı rivayetlerde mezkûr idrâcın bulunmasından anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerden biri Mansûr'dan, ikincisi de A'meş'dendir. Kattân'ın rivayetini de Buhârî tahrîc etmiştir.[897] îsnâd müteaddittir. Râvî sen iki isnâdda hadîsin Mansûr ve A'meş'den geldiğini açıkça gördüğümüz bu müteadditîik durumuna işaret etmeyerek Vâsıl'ın (Amr b. Şurahbil'dcn rivayet ettiğim zannetmiştir. [898]
İkincisi: Bir râvîde bir hadîs, senediyle birlikte bulunmaktadır. O râvînin yanında başka bir isnâdla diğer bir hadîs de mevcuttur. Bir şahıs bu zâtın yanma gelerek hadîslerden birini o zâtın İsnâdıyle alır ve bir açıklamada bulunmaksızın öteki hadîsi buna katar. Bunun misâli:merfû( olarak rivayet edilen Birbirinize gazablanmaym, birbirinize haset etmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin, birbirinizte rakâbete kalkışmayın . ." hadîsidir. Ibnu Ebî Meryem bu hadîse, aslında bulunmayan bir sözü katmıştır. Halbuki bu söz ayrıca bir isnadı dan ve: olarak gelen başka, bir hadîse aittir. Bu ilâve edilen söz de Sahîlıayn'de ve Muvat-ta'da olduğu üzere, başka bir senedle rivayet edildiği bilinen V/! sözüdür. [899]
Müdrec'in birçok sebepleri vardır. Biri de hadîs-i nebevideki bâzı garîb lâfızların tefsir edilmesidir. Diğeri, râvînİn, Rasûlullah (s.a.v.)'ın sözünü söylemeye biı hazırlık olmak üzere zikrettiği şer'î hükümdür ki, metnin başındaki idrâclarda olur. Bir başkası, hadîsten bir hüküm istinbât etmektir ki, bu da metnin ortasındaki veya sonundaki idrâclarda bulunur. [900] Bütün bunları râvî kasden bile yapmış olsa, onun bu hareketini normal karşılayabiliriz. Bu sebepledir ki, Zührî ve başka imamlar, garibi tefsir v.b. zikrettiğimiz maksatlardan biri için müdrec yapmakta bir beis görmemişlerdir. [901] Bu saydığımız sebepkr dışında kasden yapılan idrâc ise, hadîs ve fıkıh imamlarının icmâ'ıyle haramdır. Buraya, "sahîh-hasen-zayıf. arasında müşterek olan ıstılahlar" kısmına aldığımız Müdrec'in herhangi bir tedlîs çeşidi ile alâkalı olmadığı açıktır. Yine Müdrec hadîs, müdrec olduğu bilinen kısmının dışında, sahîh ve hasen olmaz. Şurası anlaşılmış oldu ki, müdrec sırf, şerh ve tefsîr etmek için zikredilir. Hadîsin aslında sâdece Rasûlullah (s.a.v.)'ın merfû akvâli veya sahabe ve tâbi'înin mevkuf ve maktu sözleri bulunmakta ölüp, müdrec kısım mevcut değildir.[902]
1. O kısmın Peygamber (s.a.v.)'e izafe edilmesi muhal
olur. Bunun misâli: Teşe'üm şirktir..." hadîsidir. Bunun son kısmı müdrec olup îbnu Mes'ûd'a aittir; çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e herhangi bir şekilde şirk izafe edilemez. Biraz önce gördüğümüz, Ebû Hureyre'nin hadîse kölelik temennisini ilâvesi de buria misâldir.
2. Sahâbînin müdrec cümleyi Peygamber (s.a.v.)'den duymadığını açıkça söylemesidir. Misâli, Ibnu Mes'ûd'un:
"Rasûlullah (s.a.v.)'Allah'a şirk koşan Cehenneme girer" dediğini işittim; bende ona ilâveten diyorum ki: Kim de Allah'a şirk isnâd etmeden ölürse, Cennete girer" hadîsidir. Hadîs Sahîh-i Müslim'de: Rasûlullah (s.a.v.) bir söz söyledi; ben de ilâveten birşey söyledim", lâfzıyledir. Rivayetlerin muhtelif olması sebebiyle müdrec olan kısmın, Allah'a şirk koşmayanın Cennete gireceği kısmı mı, yoksa Allah'a şirk koşanın Cehenneme gireceği kısmı mı olduğunu katı olarak bilemiyoruz.
3. Bâzı râvîler müdrec olan sözü merfû metinden ayırarak kimin söylediğini^elirtir ve ilâve edilen kısımla, edilmeyeni gösterir. Bunun misâli de İbnu Mes(ûd'un teşehhüd hadîsini rivayet ettikten sonra:
yapınca namazın tamam olmuştur. Eğer kalkmak İstiyorsan kalkar, oturmak istiyorsan oturursun" demesİdir. Bunu Ebû Dâvûd kitabına almıştır. Bu söz müdrectir. Müdrec olduğunu da Şebâbe b. Sivâr'ın îbnu Mes'ûd'dan:
Abdullah dedi ki: Bunu yapınca..." diyerek rivayet etmesinden kesin surette anlamak tayız. Bu hadîsi Dârekutnî rivayet etmiş ve Şebâbe sika'dir, demiştir.[904]
Müselselj müsned ve muttasıl olup, içinde tedlîs bulunmayan ve rivayet şekli hakkında Rasûlullah (s.a.v.)'a varıncaya kadar her râvînin bir Önceki râvîden naklettiği birbirinin aynı sözlerin ve hareketlerin senedinde tekrar edildiği hadîstir. [905]Hadîsin tedlîs ve ınkıtacdan salim oluşu, bu ilme yeni başlayanlara, o hadîsin sahîh olduğuna dâir fevrî bir hüküm verdire-bilir. Ve râvî bu hükmünde pek acele davranmış olur. Çünkü o bu sözlerin ve birbirinin aynı olan hareketlerin müteselsil oluşunda rivayetin aynen eda edilip edilmediğine dâir mevcut olan şüpheden habersizdir, îbnu Kesîr:
"Müselsel hadîs'in faydası, tedlîs ve mkıta'dan uzak oluşudur. Bununla beraber müselsel tarîkle gelen bir hadîs, nadiren sahîh olur", demektedir.[906] Müselsel bir hadîsin metni, tedlîsten salim olduğu için bâzan sahîh olur. Fakat haberlerin nakl edilişinde bu derece teselsülün imkânsız ve böyle bir benzeyişin nâdir olacağı için^aym rivayette bâzı akvâl veya ef'âlin her cihetten mükemmel bir surette müteselsil oluşu yüzünden hadîse zayıflık arız olur. işte bu sebeple birçok hadîslerin sâdece rivayetleri, anlattığımız tarzdaki bir teselsül ile sahîh olmamakla beraber, metinleri sahîh olur.[907]
îbnu Hacer'in: "Müselsellik isnadın sıfatlarındandır, [908]deyişi bu yüzdendir. Merfû'luk ve benzeri durumlar bunun hilâfınadır; çünkü ref1 hâli, metnin sıfatlarındandır. Sahîhük ise böyle değildir; çünkü sıhhat, hem metnin, hem de isnadın sıfatlarındandır.
Rivayeti sırasında söylenen sözler birbirinin aym olan ve fakat böyle bir ayniyetin vukuu garîb görülen müselsel hadîs'in misâli, Ebû Bekir Muhammed b. Dâvûd b. Süleyman ez-Zâhîd'in tarikiyle rivayet ettiği şu hadîstir: eş-Şenâbuzî diyor
ki: Bana Ebû Mansûr: "Kalk, abdest suyumu dök de, sana Man-sûr'un nasıl abdest aldığını söyleyeyim" dedi. Ona da Mansûr: "Kalk, bana abdest suyumu dök de sana İbrahim'in nasıl auıicot aldığını göstereyim" dedi. Ona da îbrâhîm: "Kalk bana abdest suyumu dök de sana Alkame'nin nasıl abdest aldığını söyleyeyim", dedi. Ona da Alka-me: "Kalk, bana abdest suyumu dök de sana îbnu Mes'ûd'un nasıl abdest aldığını söyleyeyim", dedi. Ona da îbnu Mes'ûd: "Kalk, bana abdest suyumu dök de, sana Rasûlullah (s.a.v.)'ın nasıl abdest aldığını söyleyeyim", dedi. Ona da Rasûlullah (s.a.v.): "Kalk, bana abdest suyumu dök de sana Cebrail (a.s.)'in nasıl abdest aldığım söyleyeyim dedi.[909]
Rivayetinde yapılan hareketler birbirinin aynı olan hadîsin misâli de Hâkim'in rivayet ettiği şu hadîstir; fakat bundaki ayniyet de en azından mezkûr hadîsteki kadar garîb görülmektedir. Hâkim diyor ki. Mukrı Ahmed b. el-Huseyin elimi kenetledi ve dedi ki: Ebû Arar Ab-dulazîz b. Ömer b. el-Hasen b. Bekr eş-Şerûd es-Sanânî elimi kenetledi ve dedi ki: Eiimi babam kenetledi ve dedi ki: Ibrâhîm b. Ebî Yahya elimi kenetledi ve dedi ki: Safvân b. Selîm elimi kenetledi ve dedi ki: Eyyûb b. Hâlid el-Ansârî elimi kenetledi ve dedi ki: Abdullah b. Râfi elimi kenetledi ve dedi ki: Ebû Hureyre eiimi kenetledi ve dedîki: Ebu'l-Kâsim (s.a.v.) elimi kenetledi ve buyurdu ki Allah Taâlâ yeryüzünü cumartesi günü, dağlan pazar günü, ağaçları pazartesi günü, mekruhu salı günü, nuru çarşamba günü, hayvanları perşembe günü ve Âdemi de cum'a günü yarattı[910].
Hadîs râvîleri, birbirin aynı olan bu söz ve hareketlerin, o rivayetler hakkında şüpheye düşüreceğini ve bunun da rivayetleri cerh edeceğini mutlaka hissetmişlerdir. Hâkim bu kısma misâl olarak zikrettiği Şevâhidin akabinde der ki:
"İşte bunlar, tedlîs karışmayan muttasıl isnâdlardan meydana gelen müselsel'in nev'îleridir. Râvîler arasında semâ1 vuku bulduğu da zahirdir. Ne var ki, bu isnâdlarda cerh ve ta*dîl izi kuvvetle görülmektedir. Ben bu isnâdlarm bir kısmının sahîh olduğunu söyleyemem. Bunları, şevâhidleriyle Allah Taâlâ'nm müsâadesi nisbetinde istidlal edilsiî; diye zikrettim. [911]
Hâkim, - kendi ifadesince - zikrettiği bu isnâdlarm bir kısmına sahih demediğine göre, diğer bir kısmına sahîh veya hasen demiş olması gerekir. Os bu sözüyle zabıt oldukları fülen sabit olan râvîlerin de, vücûda getirdiği bir teselsül nevrine işaret etmektedir ki, bu zabıt râvîler de aynen duydukları şekilde yahut feibi mümasil ibarelerle, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e varıncaya kadar hadîsleri aldıkları tarzda edâ ederler. Edâ,şekillerini gösteren lâfızlardaki bu teselsülün vukuu mümkündür. Veya en azından rivayet lâfızlarının yahut râvîlerin yaptığı hareketlerin aynı şekilde tetkrarlanmasından daha çok imkân dahilindedir. Hâ-kim'in şu sözü bunun misâlidir:
Ebû Hureyre diyordu ki: "Ateşte pişen şeyler yenildiği zaman abdest alınır'1. Bunu Mervân'a anlattım veya ona biri anlattı. O da, o kimseyi veya beni Ümmü Seleme'ye gönderdi. Ümmü Seleme bana şunları söyledi: Rasûhıllab. (s.a,v.) bir kemikteki etleri yerdi veya bir uyluktan yerdi; sonra namaza gider ve yeniden abdest almadan namaz kılardı.[912]
Sahîh Müselsel'den biri de hafızların müselselidir. Bu, her biri hıfz mertebesine ulaşmış aynı sıfattaki râvîlerin rivayet ettiği hadîstir. Müselsel'in bu türlüsü kat'î ilim ifâde eder. [913]
Rivayet edilen müselsel hadîslerin en sahihi, Sâf sûresinin kıraati hakkındaki hadîstir. [914] Bunu rivayet eden Abdullah b. Selâm der ki: Rasûlullah (s.a.v.)'m ashabından bir kaç kişi ile konuştuk ve dedik ki, hangi amellerin Allah katında en makbul olduğunu biîsek de onu yapsak. O zaman şu âyet nazil oldu:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbîh etmekte. . .
O, Azîz'dir, HakîmMir. Ey îmân edenler, niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?" Abdullah b. Selâm dedi ki: Onu bize Rasûlullah (s.a.v.) böylece okudu. Ebû Seleme dedi ki: Onu bize Abdullah b. Selâm (r.a.) böyle okudu. Yahya dedi ki: Onu bize Ebû Seleme okudu. Evzâ(î dedi ki: Onu bize Yahya okudu. Muhammed b. Kesir dedi ki: Onu bize Evzâ'î okudu. Dârimî dedi ki: Onu bize Muhammed b. Kesîr okudu.[915]
Münekkidlerin gerek metin ve gerekse silsile itibariyle bâtıl olduğuna hükmettikleri müselsel hadîslerden biri de kasem ile teselsül eden şu hadîstir:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki, Vallahi bana Cebrail (a.s.) söyledi. Cebrail dedi ki, Vallahi hana Mikâii (a.s.) söyledi, ve bu silsile Allah Taâlâ'ya varıncaya kadar bu lâfızlarla devam eder...". Sehâvî diyor ki: Bu hadîs hem metin; hem de teselsül bakımından bâtıldır. [916]
Hülâsa, herhangi bir hadîsin sahih veya zayıf olduğu kesin olarak söylenemez. Sened ve metnin hâiz olduğu vasfı isabetli ve temkinli bir şekilde verebilmek ve hatâya düşmemek, büyük ölçüde senedle metni, her durumuyla araştırmaya bağlıdır.[917]
Mütehassıs hafızlar, metni ve isnadı tashîfe uğramış hadisleri tanımak için büyük gayretler sarfetmişler ve "bu nev'i tanımayı çok mühim[918] bir vazife kabul ederek bu sahada yetişenleri takdirle karşılamışlardır. Zîrâ Musahhaf 'ı gösterirken, birçok âlimlerin hata ettiklerini söylemek durumu bahis mevzuudur.
Eski hadîs münekkidleri Musahhaf ile Muharref'i birbirinden ayırmamalardır. Her ikisinde de hatâ mevcuttur. Bu hatâ müşâfehe ve semâc ile nakilden değil, sahîfelerden doğduğu için bu arlı almıştır. Bu iki lâfız arasındaki müteradif lige bakarak îmâm el-'Askerî[919] kitabına: et-Tashîf ve't-tahrîf ve şerhu mâ yaka'u fîh[920] adını vermiştir. Bu kİtâb, âlimlerin, Kur'ân ve sünnette yatpıkları tashîflerİ açıklaması bakımından çok değerli bir eserdir. 'Askerî şu sözleriyle okuyucusuna, tashîf ile tahrifi bir tuttuğunu söylemek İstemiştir:
"Kitabımda yazılışı bakımından birbirine benzeyen, bu sebeple de tashîf ve tahrif vâki olan şu lâfızları ve miişkil isimleri şerh ettim. [921] Başka bir yerde de şöyle demektedir:
"Tashîfin sebebi şudur: Bâzıları âlimlerle görüşüp onlara arzet-meden, ilmi sahîfelerden almışlar; böylece rivayetlerinde değişikliklei vuku bulmuştur. [922]
Fakat daha sonraki hafızlar, Musahhaf ile muharref'i birbirinden ayırmak istemişler; bununla beraber yaptıkları ayırım lâfız ve şekil bakımından olmuştur. îbnu Hacer, yazılışı aynı olmakla beraber, noktaların değişmesiyle meydana gelen harf veya harflerin değişikliğine Musahhaf,- şekil İle alâkalı olan değişikliğe de Muharref adın; vermiştir. [923]
Musahhaf'm misâli, -bu ıstılaha göre - şu hadîstir:
Kim Ramazan'ı tutar ve ardur dan da Şevval ayında altı oruç tutarsa.. .". Bu hadîsteki lâf zım, Ebû Bekir es-Sûlî tashîf ederek, yapmıştır.
Muharref in misâli de, Câbir'in şu hadîsidir; muharebesinde3 Ubey omuzundan vuruldu. Rasulullah (s.a.v,) da onu dağladı". Bu hadîsteki lâfzını Gunder tashîf ederek, izâfet hâline getirmiştir. Halbuki" den maksat "Ubeyy b. Ka'b'dir. Üstelik Câbir'in babası da Ahzâb'dân önce Uhud'da şehîd düştüğü için, olması mümkün değildir.[924]
Tashîfin hadîste olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'de de vuku bulduğu hakkında pek çok haber vardır. Tashîfi yapanların çoğu da hatalarını kendilerine haber verip ikaz edecek kurrâ ve hafızlardan üstâdlan bulunmayan ve halk arasında âlim geçinen insanlardır. [925]Ebû Bekir el-Mu(aytî diyor ki:.
"önünde oturan çocuğa imlâ ettiren bir muallime rastladım: diye yazdırıyordu. Ona: Ey falan, dedim, Allah Taâlâ böyle bir şey söylememiştir. Senin yazdırdığın: olacaktır. Adam hemen cevâbı yapıştırdı: "Sen Ebû Âsim b. el-'Alâ el-Kisâ'î'nin kıraati üzere okuyorsun; ben ise Ebû Hamza b. Âsim el-Medenî'nİn kırâatma göre okuyorum. Ben de ona: Kıraat bilgine bayıldım doğrusu!!, diyerek yanından kalkıp gittim. [926]
Osman b. Ebî Şeybe[927]'nİn Kur'ân-ı Kerîm'de yaptığı söylenen tashîfier kadar çok tashîfi hiçbir muhaddis yapmamıştır. Dârakutnî, et-Tashîf adlı kitabında onun pek çok hatâlarını ve tahriflerini zikretmektedir. [928] Bu hatâlarından biri tefsir hakkında arkadaşlarlyla konuşurken: diye okumasıdır. Bunun üzerine ona doğrusu: dir denilince, şu cevâbı vermiştir: Ben ve kardeşim Ebû Bekir, Âsım'm kıraati üzere okumayız[929] Osman arkadaşlarına yine tefsir babında: âyetinin evvelindeki harfini, sûre başlarının okunduğu şekilde ve sanki Bakara sûresinin başındaki gibi tecvîd üzere okumuştur1. Osman b. Ebî Şeybe, yine bir seferinde, âyet-i kerîmeyi: şeklinde okumuştur.
Arkadaşlarından bâzıları, doğrusunun olduğunu söyleyince şu cevâbı vermiştir: "Ben Hamza'mn kıraati üzere okumam, bizce onun kıraati bid'attır. [930]
Ibnu Kesîr, Osman b. Ebî Şeybe'ye nisbet edilen bu haberlerin doğru olmadığını söyleyerek onu hararetle müdâfaa eder ve der ki:
"Birçoklarının Osman b. Ebî Şeybe'nin Kur'ân kıraatim tashîf ettiğini söylemesi hakikaten çok garîbtir. Zîrâonun tefsîr mevzu(unda bir kitabı vardır! Onda öyle şeyler naklediyor ki; bunları.mektep çocukları bile yapmaz! [931]
Böylesi tasniflerin Kur'ân-ı Keıîm'de cereyan edip üstelik hafız, müfessir ve muhaddis bîr âlim tarafından yapılması, [932] bu iddiaların sıhhati hakkında çok şüphe edilmesine sebep olmaktadır. Bizim bâzan hadîs metinlerinde, bâzan isnâdlarda vuku bulan birçok tashîf çeşitlerinin mevcudiyetini inkâr etmemiz pek güçtür. Şurası da var ki, hadîs ıstılahları hakkında yazılmış olan her kitapta bu mevzua dâir birçok misâller vardır, tmâm Ahmed b. Hanbel'in: "Hatâ ve tashîfi kim yapmamış ki?!" sözü ne kadar güzeldi. [933]
Musahhaf daha çok metinlerde, bâzan da isnâdlardaki isimlerde vuku bulur. [934] Metindeki Musahhaf in misâli şudur:
Muhammed b. Yahya ez-Zühelî öldüğü zaman tahdîs için Mahmiş diye bilinen bir şeyh vazifelendirildi. Mahmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: buyurduğunu rivayet etti. Halbuki doğrusu:[935]
Zekeriyâ b. Mihrân'ın'zikrettiği misâl de böyledir. Zekeriyâ diyor' ki:
Bâzıları, kısmını tashîf ederek: şeklinde öKumuştur. [936] Yine bâzıları, hadîsini tashîf edip okuduktan sonra bununla ilgili olarak uzunca bir kıisa da anlatarak şöyle demiştir: Bir kavim kazandıklaımın ne öşrünü veriyor, ne de fukaraya sadaka veriyordu. Bunun üzerine bütün ekinleri kına oldu. [937]
Metin tasniflerine dâir anlatılanların en garîblerinden biri de şudur: Adamın biri ei-Leys b. Sa'd'ın evine gelerek derki:
adama dönerek: Yazıklar olsun sana, okumak istediğin hadîs Öyle değil, şeklindedir, der. [938] îsnâdda vâki olan tashîfe misâl de Kur'ân-ı Kerîm kâri'lerin-den Muhammed b. Abdilkuddûs'ün bir şeyhinden rivayet ettiği şu sözlerdir:
"Bağdtâ'ta bir şeyh bize rivayet ederken dedi ki: [939] Halbuki demek istediğinin doğrusu şöyledir: kelimesi, kelimesinin ism-i tasgiridir; serçeye benzeyen kırmızı gagalı küçük bir kuşun adıdır. Bu hadîs meşhurdur. [940]Bk.
îmâm ŞâfiTnin, îmâm Mâlik'in tasnifleri hakkında anlattıkları da böyledir. el-Müzenî diyor ki, Şafii'nin şöyle söylediğini duydum: tasnîf ederek, tashîf yaparak, 'i tashîf ederek, diye dîye "Mâlik, okumuştur. okumuştur. okumuştur.[941]
Önceki iki isimde tashîf yapıldığı aşikârdır; üçüncü isim hakkında Hâkim şunları söyler:
"îmâm Şâfi'î'nin Abdulazîz hakkındaki sözleri vehimden ibarettir ; şüphe yok ki o, değil, 'dir:
Zîrâ Mâlik Asma[942]den, yâni Abdulmelik b. Kureyb'den rivayet etmemiştir. Abdulazîz'den ise Mâlik'den başkaları da rivayet etmiştir. [943]
Müelliflerin semâ( tashihi hakkında rivayet ettikleri de buna benzemektedir. Şöyle ki:
Şube b. Haccâc, 'nin ismini tashîf ederek yapmıştır. [944]Şurası aşikârdır ki, bunun ikisi de şeyhtir. Şuıbe, bunların birinden rivayet etmiştir. Ötekinden de bir başkası rivayet etmiştir. Şu'be'nin şeyhidir. Onun ismini semâ yoluyla tashîf edeceği düşünülemez; fakat isnâdda Şu'be yanılarak, bunlardan bilini ötekinin yerine koymuş, münekkidler de bunu tashîf zannetmişlerdir. [945]
Tashîfde hata gördüğümüz üzere, sayfalara bakarken gözün yanılmasıyle meydana gelmektedir. îsim söylenirken yapılan hatâ da bu kısma girer. Bir de işitme tashîfi denen bir nev'î vardır. Şöyle ki:
İsmin ve lâkabm veya İsmin ve baba adının, başka bir isim ve lâkabıyle veya başka bir isim ve baba adiyle aynı vezinli oluşudur. Harfler, şekil ve nokta bakımından farklı olduğu için, bunları kulak birbirine benzetir. Meselâ : 'in hadîsini, bâzıları 'in hadîsi diye rivayet etmişlerdir. [946] İbnu's-Salâh diyor ki
"Dârakutnî bunun göz tashîfi değil, işitme tashîfi olduğunu söyler, O, Allah bilir ya bunların yazı bakımından karışmadığı, aksine onu rivayet edenin yanlış işitmiş .oldıığn kanâatinde olsa gerektir. [947]
İşitme tashîfinden biri de, Ehvâzlılarm diye tashîf etmeleridir. Hâkim diyor ki:
"Herhalde râvî bunu imlâ yoluyla aldı ve duydu. [948]
Râvîlerin isimlerinde pekçok tashîf yapılması, münekkidleri bu isimlerden birbirine benzeyenler üzerinde dikkate durmaya sevketmiştir. Onlar daha da ileri giderek râvî kabilelerinden, şehirlerinden, künyelerinden, san'atların dan[949] birbirine benzeyenleri bellemişler; birkaç adı olanları, [950] künyesiyle değil de adıyla meşhur olanları, [951]isim, lâkab ve neseblerden mü'telef ve muhtelef olanları[952] öğrenmişler ve bu mevzularda bir kısmı basılan çoğu da hâlâ yazma olarak duran pekçok eser vücûda getirmişlerdir.
Hangi çeşidiyle olursa olsun, metindeki tasnifler, çoğu zaman mânâyı değiştirir ve gerçekleri çirkinleştİrir, [953] Heîe tashîf yapan kimse, bilgisi az ve zabtı kötü biri ise daha fenadır. Bu mevzuda
Hatîbu'l-Bağdâdî'nin, Ebû Mûsâ Muhammcd b. el-Müsennâ el-nezî'den rivayet ettiği şu misâl ne garîbtir. Birgün kabilesiyle iftihar ederek Ebû Mûsâ dedi ki:
"Biz şerefli bir kavimiz. Biz 'Aneze (S j_lp ) kabîlesindeniz. Muhakkak ki Rasûlullah bizim kabilemize doğru yönelerek namaz kılmıştır Böyle söylemesinin sebebi şudur: Rasûlullah (s.a.v.) in doğru yönelip namaz kıldığına dâir bir rivayet vardır.
Fakat Ebû Mûsâ Rasûl-i Ekrem'in, kendi kabilelerine doğru yöneîip namaz kıldığı vehmine kapılmıştır. Halbuki Onun yönelerek namaz kıldığı anaze, namaz kılacağı zaman Önüne dikilen bir mızraktır.[954]
Musahhaf'm hemen hemen bütün çeşitlerinde göze çarpan zayıflığa rağmen, "sahîh-hasen-zayıf hadîsler arasında müşterek olan ıstılahlar" kısmında zikredilmesi, bir çoklarınca acâib karşılanacaktır. Araştırıcı, ona mevzu' damgası vurulmasa bile, tamamen zayıf olarak kabul edilmesi gerektiğini zannedecektir.
Bu zannın hatalı olduğu, daha işin başında bellidir; zîrâ bu zan, fasit bir kanâate dayanmaktadır. Kısaca bu kanâate göre, tashîfcilerin sahîh ve hasen hadîsleri tahrif etmeleri yasaklanmış ve son derece zayıf rivayetlerle, istedikleri gibi oynamalarına da müsâade edilmiştir. Vakı'a bu kanâati tekzîb etmektedir; zîrâ tashîfciler, bütün hadîs nevilerini tahrife yeltenmekle kalmamışlar; hatta bâzılarının hayâsızlığı Allah'ın Kitâbi'nda bile tashîf yapacak kadar aşırı bir hadde varmıştır. Mütevâtir olan Kur'ân-ı Kerîm/in, bu tashîflerden beri. olduğu ve onda katiyen tashîf yapılmadığı gibi, sahîh, hasen ve zayıf hadîs-i şerifler dahi bu tashîflerden beridir.
Tashîf yapılan hadîsler hakkında şu ifâdeler kullanılır: Bu hadîs sahihtir; fakat onu falan tashîf etmiştir. Bu hasendir; onda tashîf yapılmıştır. Nitekim zayıf hadîs için de, ister tashîf edilsin; ister edilmesin, bu hadîs zayıftır, denir.
İşte böylece Musahhaf'm da incelenmesiyle, sahîh-hasen-zayıf hadîsler arasında müşterek olan yirmi ıstılah anlatılmış olmaktadır. Bu bölümün başında da söylediğimiz gibi, mevkuf ve maktu' hadîsi de bu kısma dâhil ettik.
Bu ıstılahları, birbirine yakın veya zıt olmaları bakımından üçlü veya ikili gruplar hâlinde tetkik edişimiz, şüphesiz onların tariflerini, şekil ve misâllerini anlamamızı kolaylaştırmıştır. Bu tetkik tarzı ayrıca bize, muhaddislerin, kendi fikir ve düşünce tarzlarını, bir tarihçi dikkati, mantıkçı anlayışı, hatîb belagatı ve hadîsin din olduğuna inanan râvî eminliğini hâiz açık bir dille ortaya koydukları tenkîd ölçülerinin bir çoğunu gözümüzün önüne sermiştir![955]
Mevzu' hadîs, yalancıların uydurduğu ve iftira ederek Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e nîsbet ettiği haberdir. [956]Bu uydurma işi, çoğu zaman, uyduranın bizzat hazırladığı sözler ve düzüp-koştuğu senedlerle meydana gelmektedir. Birtakım müfteriler, hadîs uydurmak için geniş hayâller kuramadıklarında, Rasûlullah (s.a.v.)'a kadar varan uydurma senedlerle, onun ağzından parlak hikmetler, özlü sözler yahut vecîz misâller elde etme yoluna başvururlar. [957]
Abdullah b. el-Mübârek'e, bu uydurma hadîsler için ne dersiniz? diye sorulduğunda şu cevâbı verdi:
"Hadîs mütehassısları ne güne duruyor; onlar bunun için yaşarlar. Muhakkak ki Kur'ân-ı
Biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz biz. [958] Gerçekten de mütehassıslar bunun için yaşadı. Sahîh rivayeti, uydurmasından ayıracak ilmî ve hassas ölçüler hazırladılar. Bu ölçülerin esâsları çok olmakla beraber, en meşhurları aşağıdaki beş maddedir. Bir haberin uydurma olduğuna hükm etmek İçin, bunlardan birinin bulunması dahî kâfidir.
Birinci kaide: Hadîs uyduran kimsenin, yaptığı işi bizzat îtiraf etmesidir. [959] Nûh el-Câmi diye şöhret bulan Ebû İsmet Nûh b. Ebî Meryem'in yaptığı gibi ki, bu zât Kur'ân-ı Kerîm'in her sûresinin faziletine dâir tbnu Abbas (r.a.)'a nisbet ederek hadîsler uydurduğunu îtiraf etmiştir. [960]
İkinci kaide: Rivayet edilen sözde bir gramer hatâsı veya bir mânâ bozukluğu bulunmasıdır. [961] Böyle bir kusurun, Arapların en fasihi olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'den sâdır olması imkânsızdır. Hadîs ilmiyle meşgul olanlar için bu kaidenin tatbîki gayet kolaydır. er-Rabî1 b. Cuseym'in dediği gibi: "Hadîste gün ışığı gibi bir pırıltı vardır ki, onun hadîs olduğunu derhâl tanırsın, veya gece karanlığı gibi bir zulmet vardır ki, o sözü derhâl reddedersin. [962]
Hadîs münekkidleri, lâfız hatâsından önce mânâ bozukluğuna dikkat ederler; zîrâ mânâ bozukluğu, hadîsin uydurma olduğunu gösteren en açık bir delildir. Hafız İbnu Hacer der ki:
"Esâs rekâket, mânâ bozukluğudur. Buna lâfız bozukluğu eklen-mese bile, sâdece mânâ bozukluğu, o sözün uydurma olduğunu gösterir; zlrâ İslâm, baştan sona güzeldir; rekâket ise çirkin olan bir şeyde bulunur. Sâdece lâfız bozukluğu bunu göstermez; çünkü bir hadîs, manen rivayet edilirken, lâfızları, fasih olmayan lâfızlarla değiştirilerek rivayet edilmiş olabilir. Evet, eğer râvî o lâfızların Peygamber (s,a,v.)'in lâfızları olduğunu söylerse yalancıdır. [963]
Üçüncü kaide: Rivayet edilen sözün tevili mümkün olmadan akla veya his ve müşahedeye aykırı düşmesidir. [964] Abdurrahman b. Zeyd'e: Sana baban, dedenden rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.):
Nuh'un gemisi Kâ'be'yi tavaf etmiş ve Makâm'm arkasında iki rek'at namaz kılmıştır", buyurduğunu söyledi mi? diye sordular. Oda: "Evet", diye tasdik etti.[965] Bu haberi, yalan ve iftirası ile meşhur olan Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem uydurmuştur. Tehzîb'de İmâm Şâficî'nin şöyle dediği nakl edilmektedir:
"Adamın biri îmâm Mâlik'e munkatı bir hadîs okudu. Mâlik ona şunu söyledi: Abdurrahman b. Zeyd'e git; o sana babası tarikiyle Nûh'dan rivayet etsin!!. [966]
Dördüncü kaide: Hadîs diye rivayet edilen. sözün, basit bir iş yüzünden şiddetli cezalar veya büyük mükâfatlar görüleceğini ifâde etmesidir. [967]Meselâ: Mendûp bir işin yapılmasıyle, veya bir mekruhun terk edilmesiyle binlerce huri ile beraber altından ırmaklar akan Cennetlerde ebediyyen yaşanacağını, [968]veya yine bir mendûbu terk etmek, yahut bir mekruhu işlemekle, Allah'ın gazabını kazanmış olaıak ebediyyen Cehennemde kalınacağını anlatan uydurma sözler bu kabildendir.
Hikayeci vâ'izîei [969] halk tabakasının kalbini kazanmak için bu nevcî sözler uydurmaya pek hevesli idiler.
Beşinci kaide: Hadîs uyduran kimsenin, yalancılıkla meşhur olan, dindar olmayan ve şahsî arzularını tahakkuk ettirmek hevesiyle | hadîsler ve senedîer uydurmaktan korkmayan biri olmasıdır.
Me'mûn b. Ahmed el-Herevî'ye: "Şâfi'î ve Horasan'da ona tabî olanlar hakkında ne dersin?", diye sordular. Cevaben dedi ki:
"Ahmed b. Abdullah, bize Abdullah b. Ma'dân el-Ezdî'den rivayet etti, o da Enes'den merfuc olarak rivayet etti, Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Ümmetim içinde Muhammed b. îdrîs adında biri çıkacaktır ve ümmetime İblîs'ten daha zararlı olacaktır. Yine ümmetim içinden Ebû Hanîfe denilen bir zât çıkacaktır ki, o ümmetimin meselesidir.[970]
Bundan daha garîbi Hâkim'in Seyf b. Ömer et-Temîmî'ye isnâd ettiği şu sözdür. et-Temîmî diyor ki;
"Sacd b. Tarifin yanında bulunuyordum. Oğlu mektebten ağlayarak geldi. Ona neyin var?, diye sordu. Oğlu: Beni mu'alüm dövdü, dedi. O zaman Sacd b. Tarîf şunları söyledi: Bugün onları rezîl edeceğim, îkrime İbnu Abbâs'dan merfûc olarak bana şöyle rivayet etti: Sizin en şerlileriniz, çocuklarınızın muallimleridir; onlar yetime karşı merhametsiz ve fukaraya karşı çok haşîndirlei. [971]
Hadîs uydurma hareketi, hicretin 41. senesinde, IV. halîfe Ali b. Ebî Tâlib (k.v.)'in hilâfeti zamanında başlamıştır. O
zamanlar, müslümanlar arasında çeşitli grup ve parti münâkaşaları baş göstermiş, siyâsî olarak cumhur, haricîler ve şî'a kısımlarına ayrılmışlar; arzularına uygun olan hadîsleri îmâl etmeye başlayarak îbnu Abbâs'ın dediği gibi: "Serkeş ve uysal atlara binmişlerdi", ilk zamanlar hadîs uydurmanın en mühim sebeplerinden biri, mensûb olduğu mezhebi galip getirme çabalan idi.
Muhtelif asırlarda bid'atçılar Rasûluliah (s.a.v.)'aiftirâetmekİçin uğraşıp durmuşlardır. Nitekim Abdullah b. Yezîd el-Mukrî diyor ki:
"Eski hâlini bırakan bid'atçılardan biri şöyle derdi: Hadîsi den aldığınıza dikkat ediniz. Eskiden biz ortaya yeni bİrşey atmak istediğimizde, o mesele hakkında bir hadîs uydururduk!.[972] Hammad b. Seleme de şöyle demiştir: "Râfizîlerden yaşlı bir adam, hadîs uydurmak mevzuunda râfizîlerin ittifak hâlinde bulunduğunu bana söyledi. [973]
Bid'atçılardan biri de, mezheplerini iftira ve tezvir yoluyla müdâfaaya çalışan ve kitaplarını mevzu hadîslerle dolduran fakîhlerdir, Onlarm bizzat hadîs uydurmaları ile, kendilerine hizmet edip bâtıl dâvalarını desteklemek için hadîs uydurmayı meslek edinenlerin düzüp-koşması arasında bir fark yoktur. Bunların cür'etlerİ, kendi kıyasları ile Rasûluliah (s.a.v.)'m hadîslerini birbirine karıştıracak dereceye varmıştır. Böylece ictihâdları ile elde ettikleri kıyâslarını, tamamen Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e nisbet etmişlerdir. Ekseriyetle bu fakîhler, kıyâsa husûsî bir ehemmiyet veren re'y medre| sesine mensup idiler. Ebu'I-Abbas el-Kurtubî[974] der İd:
"Bâzı ehl-i re'y fakîbJeri, kıyâs-ı celî ile elde ettikleri hükmü, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e nisbet etmeyi caiz görecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu sebeple onların kitaplarım, fakîhlerin fetvalarına benzeyen hadîslerle dop-dolu bulursun ve onlar bu hadîslere bir sened de gösteremezler!"
Bunun en fecîsi ve en bayağısı, her asırda görülen bâz âlim taslaklarının, hükümet adamlarına yaklaşmak ve onlar dan dünyalık koparmak maksadıyle hadîs uydurmalarıdır. Gıyâs b. İbrahim en-Neha(î el-Kûfî'nin yaptığı da böyledir. Gıyâs, güvercinlerle oynamasını seven halîfe Mehdî'nin huzuruna girdiği zaman, halîfenin önünde güvercin bulunduğunu gördü. Ona: Mü'mİn-Ierin emîrine hadîs oku dediler. Gıyâs söze başlayarak dedi ki:
Bize falan, rivayet etti, o da falan-İ dan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle ,buyurduğunu nakletti: deve, at ve kuş yarışlarından başkası için ödül almak helâl olmaz". Bunun üzerine Halîfe Mehdî, ona bir kese verilmesini emretti; kalkıp giderken de ona şunları söyledi: Senin şu kafan yok mu? Fu Rasûlullah (s.a.v.)'a iftira eden bir adamın kafasıdır. Sonra Mehdi, onu bu işe ben teşvik etüm, diyerek güvercinin kesilmesini emretti ve güvercinle oynamaktan vaz geçti.[975]
Bâzan halk arasında bilgiç görünmek gayreti, hadîs uydurmaya sebep olmaktadır. Âlim kılığında bir câhilin ortaya çıkıp halk arasında parmakla gösterilen bir âlim olmak hevesine kapılması bu neticeyi doğurmaktadır Her asırda göıülebilen böylesi açık gözler, halkın aklını çelen birtakım garip sözler uydurmak suretiyle cehaletini gizleyebilmektedirler. Îbnu'l-Gevzî, isnadı Ebû Ca'fer b. Muhammed et-Tayâîisî'ye varan şu haberi rivayet etmektedir:
"Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în Rusâfe mescidinde namaz kıldılar. Ortaya bir kıssacı çıkarak şöyle konuşmaya başladı: Bize Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. senediyle Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ettiler: Kim derse, Allah Taâlâ bu sözün her kelimesine mukabil, gagası altından ve kanatları mercandan bir kuş yaratır! diye başlayarak, tahminen yirmi yaprak tutacak bir hikâye anlatmaya başladı! Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, Yahya'nın; Yahya, Ahmed b. Hanbel'in yüzüne bakıp duruyordu. Yahya b- Ma'în, Ahmed b. Han-bel'e sordu: Sen bu adama böyle bir şey söyledin mi?. Ahmed: vallahi ilk defa burada duyuyorum, dedi. Adam kıssasını bâtipip-he diyeler aldıktan sonra, oturarak verilecek başka hediyeleri beklemeye başladı. Yahya b. Ma în, eliyle buraya gel diye işaret etti. Adam bir şeyler daha koparmak ümidiyle yaklaştı. Yahya ona: Bu hadîsi sana kim rivayet etti?, diye sordu. Kıssacı: Ahmed b. Hanbel İle Yahya b. Maîn rivayet etti, cevâbını verdi. Yahya: Yahya b. Ma'în benim, Ahmed b. Hanbel de budur. Biz Rasûlullah (s.a.v.)'ın hadîsleri arasında böyle -sini hiç duymadık, dedi. Hikayeci vâ'izşu cevâbı verdi: Öteden beri Yahya b. Ma'în'in ahmağın biri olduğunu duyardım. Bunun doğru olduğu şimdi iyice anlaşıldı. Dünyâda sizden başka Yahya b. Ma'în ile Ahmed b. Hanbel kalmadı mı?. Ben on yedi tane Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în'den hadis yazmışımdır. Bu sözleri duyan Ahmed b. Hanbel, eliyle yüzünü kapayarak: Bırak şunu gitsin, dedi. Adam onlarla alay ederek kalkıp gitti!!.[976]
Alim geçinen kıssacılar, en yüzsüz ve en hayâsız insanlardır. Bunlar uydurdukları sözlerin revaç- bulması için birtakım meşhur isnâdları papağan gibi ezberleyip, Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în ile karşılaşan şu utanmaz adamın yaptığı gibi, uydurmalarım bu senedlerle rivayet ederler.
Başka bir kıssacı ile de Ebû Hatim el-Bustî karşılaşmıştır ki, Ebû Hatim, onun, cehaletini ve yalancılığım hemencecik itiraf ettiğini şöyle anlatır:
"Bir mescide girmiştim; namazdan sonra bir genç ayağa kalkarak :
senediyle bir hadîs okudu. Okumasını bitirdikten sonra onu yanıma çağırdım ve Ebû Halîfe'yi gördün mü? diye sordum. "Hayır, görmedim", dedi. "Görmediğin birinden nasıl rivayet edersin?', şeklindeki soruma şu cevabı verdi: Bizimle münâkaşa etmek terbiyesizlik sayılır. Bu senedi ezberledim, duyduğum hadîsleri de bu senedle rivayet ediyorum!!. [977]
Bâzı zâhid ve mutasavvıfların, insanları sâlİh amellere teşvik etmek için Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in söylemediği bir sözü hadîs diye uydurmakta bir beis görmemeleri hakîkaten çok garîbtir. Rasûl-İ Ekrem (s.a.v.)'in seçkin hikmetlerinden ve Özlü sözlerinden meydana gelen, dilin sayıp dökemediği bu büyük servet onlara kâfi gelmemiş gibidir. Bu adamların ibâdetle meşgul olmaları, zühd ve iffetle tanınmaları, halkı, uydurdukları şeye aldanmaya sev-ketmektedir. Bu cihetten zai arları tasavvurumuzun çok fevkindedir. Cehaletleri sebebiyle islâm'ın güzel yüzünü çirkinleştirmisler, islâm prensiplerinin arasında bulunmayan şeyleri, islâm esâslarmdandır, diye sokuşturmuşlardır. Yahya b. Sa'îd el-Kattân: "Hakkında, iyidir denen bir adamdan daha fazla yalan söyleyen birini görmedim [978]demektedir.
Hadîs uyduranların, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e nisbet ettiği iftiraları saymaya kalksak, tüketemeyiz. Sâdece din düşmanları, -Hammâd b. Zeyd'in dediği gibi ondörtbin hadîs uydurmuşlardır, [979] Ab-dulkerim b. Ebi'l-'Avcâ', [980] yalnız başına, -kendinin de îtiraf ettiği gibi drtbîn hadîs uydurmuştur; halîfe Mehdî zamanında boynu vurulmak üzere yakalandığı zaman, şöyle bağırmıştır: "Ben dîninizde helâli haram, haramı da helâl göstermek üzere dörtbin hadîs uydurmuşumdur.
Kendi dînini âdî kimselerin oyuncağı olmaktan ve Peygamberinin hadîsini de uydurmacıların yalanından koruyan Allah Taâlâ'ya hamd-ü senalar etmeliyiz. Cenâb-ı Mevlâj kendine güvenilir, ihlâslı, temiz.! pisinden ayıran, bize uydurma sebeplerini öğreten, hadîs uyduranları cerh eden, onların bayağı hareketlerini ortaya döken, mevzu hadisleri bir araya topladıkları kitaplar telîf eden, bu uydurma hadisler kendilerini müşkil durumda bırakmasın diye zaman zaman onları ezberleyen âlimler göndermek suretiyle ümmet-i Muhammed'e büyük lûtuflarda bulunmuştur.
Muhtelif seviyedeki hadîslere dâir yazılan kitapların en meşhuru, Ebu'l-Ferec Ab dur rahman b. el-Cevzî (v. 597)'nin- Kitâbu'l-Mevzuatadır. İbnul-Cevzî, kitabındaki mevzu' hadîslerin çoğunu el-Gevzekânî'nin el-Ebâtıl'inden almıştır. Bu sonuncu zât, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine -yapması veya terk etmesi bakımından muhalif olan her hadîse mevzu' damgasını vurur. Îbnu'l-Cevzî Gevzekânî'nin metodunu kullandığına göre, Cevzekânî'nin düştüğü hatâlara onun da düşmesi lâzımgelirdi. Bu sebeple Îbnu'l-Cevzî, bâzı sahîh ve hasen hadîslere mevzu damgasını vurmuştur. Hatta Sahîh-i Müslim'de bulunan bir hadîsi de mevzu saymıştır. Bu, Ebû Hureyre'nin merfû[981] olarak rivayet ettiği şu hadîstir:
Eğer uzun müddet daha yaşayacak olursan, Allah'ın gazabına uğrayan ve lâ'netine yakalanan bir kavim göreceksin. Onların ellerinde sığır kuyruğuna benzer birşeyler vardır. [982]Bu hadîsi tetkîk eden îbnu Hacer 'Askalânî şöyle der:
"Îbnu'l-Cevzî'nia Kitâbu'l-Mevzû'ât'mda bu hadîs müstesna, Sahîheyn'deki bir başka hadîs için mevzu dediğini görmedim. Bu hadîsi mevzu sayışı da onun büyük bir gafletidir".[983]
Îbmrl-Gevzî'nin Kitâbul-MevztVât'ını tetkik eden îbnu Hacer, el-Müsned'de bulunan yirmidört hadîsin, bu esende mevzu kabul edildiğini görmüş, el-Kavlu'1-müsedded fi'z-zebbi 'ani'l-Müsnedı Ahmed, adiyle yazdığı bir kitapta, İbnu'l-Cevzî'nin bu hükmünü reddederek, Ahmet b. HanbePi müdâfaa etmiştir. Bu kitaba bir zeyl yazan Suyûıi, İbnu'l-Cevzî'nin Kitâbu'l-Mcvzû ât'ında bu yirmi dört hadîsten başka, Müsned'deki ondört hadisin daha mevzu sayıldığını söylemiş ve bunlara mevzu denemeyeceğine işaret etmiştir. Suyûtîj el-Kavlul-müsedded ve zeyluhû aleyh adlı kitaplara bir zeyl yazmış ve el-Kavlu'1-hasen fi'z-zebbi 'ani's-sünen adını vermiştir. Bu kitapta, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nese'î ve Îbnu Mâce'nin Sünenlerindeki hadîslerden yüzyirmidört kadarının Îbnu'1-Cev-zî'nin eserinde mevzu sayıldığını göstermiş ve İbnu'l-Cevzî'nin bunlara mevzu damgasını vurmakta haklı olmadığına işaret etmiştir.
Daha sonraları Suyûtî, İbnu'l-Cevzî'nin kitabını telhîs etme ve bu kitaptaki. bâ?,ı hadîsleri tenkîd eden hafızların sözlerini araştırma lüzumunu duymuş, bu suretle meydana getirdiği kitaba el-Le'âli'1 masnûa. sâdece tenkîd edilen hadîsler irin yazdığı kitaba da Zeylu'l-Le'âli'l-masnû'a adını vermiştir.[984]
Âlimlerin, ibnu'lrCevzî'yî ve Kitâbu'İ-Mevzû'ât'ını sırf ilmî bir tarzda tenkîd etmeleri sebebiyle, bu eserden istifâde imkânları çok kolaylaşmıştır. Bilhassa hadîs ilmi ile meşgul olan kimse, bu eseıin mevzularını büyük bn arzu ve ihtimamla okur. Şunu da söylemek lâzımdır ki, Îbnu'l-Cevzî'nin kitabındaki zarar, - âlimler tenkîd etmeden önceki durumuyla meşhur mevzu hadislerin ve hadîs uy-duranlunn meydana getirdiği zarara benzemez. İbnu Hacer'in de söylediği gibi, "bu kitabın zararı, mevzu olmayan hadîsi, mevzu1 diye göstermesidir. Hâkim'in MüstedreVindeki hadîslerin zararı da bunun aksinedir; o da, sahîh olmayan hadîsleri sahih diye göstermiştir. [985]
Şuna da işaret etmek zarureti vardır: Bâzı âlimlerin mevzu dediği hadîsler, Müdrec'e daha yakın olup, ona daha fazla benzemektedir.
Şöyle ki:
Şeyh bir hadîs rivayet ederken, muayyen bir isnâd zikreder. Sonra da rivayet etmek istediği hadîsle alâkası olmayan bir söz söylemek lüzumunu duyar. Hadîs dinlemek için bekleyen râvi, bu sözü, zikredilen senede bağlı olan metin zanneder ve şeyhten alır, başkalarına rivayet eder. Bunun misâli Ibnu Mâce'nin: taiîkiyle merfiY olarak rivayet ettiği şu sözdür:
Gece çok namaz az kılanın yüzü, gündüz güzelleşir". Hâkim diyor ki: "Şerîk, hadîs imlâ ettirirken, yanında Sabit giriyor. Bu esnada Şerîk, şu isnadı yazdırıyordu: Bu sırada, hadîsi yazanlar yazıp yetiştirsin diye .Şerîk sustu ve Sâbit'in yüzüne bakarak: Gece çok namaz kılanın yüzü
gündüz güzelleşir", dedi ve bu sözle de zühd ve takva sahibi bir zât olan Sabiti kasdetti. Sabit de bu sözü mezkûr isnadın metni zannetti ve hadîs diye rivayet ederdi". îbnu Hibbân diyor ki:
"Bu söz, Şerîk'in sözüdür. A'meş'in Ebû Süfyân'dan, onun da merfi olarak Câbir'den rivayet ettiği hadîsin akabinde bunu söylemiştir; hadîs şudur: Şeytan birinizin ensesine düğüm atar". Sabit o sözü hadîse katmış; sonra da birtakım zayıf râvîler bunu Sâbit'den çalarak, Serik'ten rivayet etmişlerdir.[986]
Böyle hadîsleri İbnu Hacer Müdrec sayar. Bunların zayıf olduğunu, fakat mevzu olmadığım kabul eder. Ebû Amr Ibnu's-Salâh ise bunları, kasden uydurulmayan bir nevî mevzu' hadîs telâkki eder. Nevevî ve Suyûtî de İbnu's-Salâh'ın görüşüne katılmaktadır.
Şurası bir gerçektir ki, herhangi bir hadîse rnevzû damgasını vurmak çok güçtür; zîrâ bir hadîse hemen sahihtir, demek gibi,.arayı, sormadan mevzu damgasını basmak da, ancak ağzına geldiği gibi konuşan, mes'ûliyetini idrâk etmemiş araştırıcıların yapacağı bir şeydir. Yukarıda zikrettiğimiz beş kaideden birinin şümulüne gire.ı bir söz hakkında, mevzudur demekte acele etmek, diye bir şey bahis mevzuu değildir. Şu sözleri Ibnu'l-Cevzî ile birlikte tekrarlıyoruz:
"Akla uymayan, nakle muhalif ve İslâm prensiplerine zıt bir hadîs görürsen, bil ki o mutlaka mevzundur, diyen ne güzel söylemiş. [987]
Bütün bunlardan sonra, mevzu[988] olduğunu katî surette bildiğimiz bir haberin mevzu olduğunu söylemeden nakletmenin haram olacağını belirtmeye lüzum yoktur; zîrâ Rasûl-i Ekrem buyuruyor ki:
Yalan olduğunu bildiği bir sözü, ben söylemişim gibi nakleden kimse olan bir sözü, herhangi bir insan ve öğretmektir.[989]
İnsaflı araştırıcının, bu kitabın mufassal fihristini sâdeee şöyle bir karıştjnvermesi, onu, hadîs mustalahının ilimler tarihindeki yerinin, asırlar boyu mustalahlar felsefesinin çıktığı en yüksek mertebeyi işgal edeceğine inandırır. Araştırıcı, kitabın fihristine çabucak bir göz gezdirdikten sonra, hoşuna giden bâzı mevzuları dikkatli bir şekilde tetkik edecek olursa, muhaddislerin târihî araştırmalar ve ıstılahlar için yapılan tahlilî incelemeler yanında, zevahiri kurtarmak için değil de, hakikatleri meydana çıkarmak maksadıyle tesîs ettikleri ilmî ve hassas tenkîd ölçülerinin de mevcut olduğunu görür. Bu mütehassıs tenkîd-cilerin üzerinde dikkatle durdukları şey, muhteva, yâni hadîs metnidir. Senede gelince o, bu muhtevayı tetkike yardım ettiği ölçüde değerlidir.
Muhtelif yerlerde ve asırlarda, şekil ile muhteva veya sened ile metin yahut lâfız ile mânâ... etrafında şiddetii ve uzun süre devam eden anlaşmazlıklar meydana gelmiştir. Bu anlaşmazlıklar şiir ve edebiyat sahalarında da devam etmiş, sonra ilim ve felsefe sahasına atlamıştır. Onun tehlikesi her branşa ve kâinattaki her hakikate sirayet etmiş, nihayet din sahasına sokulmuş, gayb hududuna geçmiştir, işte böylece bu anlaşmazlıklar, her dînin îtirazsız kabul edilen hakikatieri, yerleşmiş kökleri ve alışılmış prensipleri ile, bu hakikatleri, kökleri ve prensipleri günümüze aktaran târihî vesikaların, bu vesikaları bize açıklayan dilin ve bu dile yön veren mantığın.. . arasını açmıştır.
Önünden, aıkasmdan. hiçbir yanından bâtılın yol bulup da yanaşamayacağı Allâh'm azîz Kİtâb'ı, bugün kâh müsteşriklerle, bizden yeni yetişen mukallitleri, kâh bizdeki fikir öncüleri tarafından, semâ ile hiçbir alâkası olmayan herhangi bir din gibi tetkik edilmekte; gayet kesin ve hiçbir kayda tâbi olmayan hükümler verilmekte, derû-nundakileri meydana çıkarmak maksadıyle onu aydınlatacak olan ışıklar tutulmakta; bütün bahisler garplı veya garplılaşmaya çalışan tamamen şüpheci veya ne yaptığını bilemeyecek derecede şaşkın akılların istediği sonradan ortaya.konan, ilmî araştırma metodlarına âmâde bulundurulmaktadır.
Birtakım araştırıcılar, fıtrî olmayan bu prensip, ma'kûl olmayan bu mantık, insanî olmayan bu inceleme usûlü çerçevesinde Kur'ân-ı Kerîrn'i araştırdılar. Onun hakikatlerine elleriyle dokunmak, nazil oluşunu gözleriyle görmek, Mekkîsini, Medenîsini, nâsihinİ, mensû-hunu, cem'ini, tertibini, te'vîlini, tefsirini tenkid etmek istediler: ama Kui'ân-ı Kerimi inzal, eden: Bu azız Kitabı Biz indirdik, onu tahriflerden koruyacak olan da biziz biz[990] âyeti 'kerîmesi mucibince, onu bu adamların oyuncağı olmaktan korudu.
Allah kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'in durumu böyle olursa, bu tenkidli ilmî araştırmanın hadîa-i nebeviye sokularak onun usûlü, nakil yollan, ezberlenmesi, tedvini ve ıstılahları hakkında münâkaşalar yapmasına, epey bir zaman önce câhiliyye şiirinin sıhhati hakkında şüphelei yaydığı gibi, hadîsin sıhhati hakkında da şüpheler uyandırmasına şaşmamak lâzımdır. Ağır bîr silâha karşı, şüphe yok ki, - yine kendi gibi ağır bir silâhla karşı konabilir. Şurası da malûmdur ki, bilgili düşmanın veya câhil dostun uyandırdığı şüpheler, bağırıp çağırmakla yok edilemez. Bâtılı ancak hak mahveder. Karanlık şüpheleri de, "gecesi gündüzü gibi aydınlık ve mahv u perişan olmuş kimselerden başkasının sapıtmayacağı şekilde parlak olan" deliller siler, süpürür!
Mebâhis fî 'ulûmi'1-K.ur'ân adlı kitabımızda[991] müsteşriklerin
şüphelerini inceleyip reddettiğimiz veya çok gevşek olup birbirini tutmadığı için bunların kendi kendilerini reddettikleri gibi, 'ulûmu'l-hadîs'te de bu şüphelerin bclli-bashlanm tetkik ettik \c pek değerli âlimlerimizin izinde giderek bu ilimlerin çeşitli meselelerini, elimizden geldiği kadar, hassas bir şekilde tahlil ettik. Müsteşrikleri ve kendi diyarımızda bulunan onların mukallidlerini meşgul etmekte olan esas problemi incelemek üzere, - ki bütün bunlar halledilmiştir - müstakil bir fasıl açmaya lüzum görmedik. Bu problem de hadîs ve usûl-i hadîsteki lâfız ve mânâ, şekil ve muhteva yâni sened ve metin problemidir. Böyle yapmak yerine, mevzuu muza devam edip hedefe doğru ilerledik. Şimdi de ıstılahımızı sâdece şekilden ibaret görüp, onun muhtevayı ihmâl ettiğini sanan veya kendi tâbirleri ile senedlere önem verip metinlere dikkat etmediğini söyleyenlerden bu kısımda hayretle bahsetmekteyiz. Gerek müsteşriklere ve geıekse onlara aklananlara yönelerek şunu açıkça söylüyoruz ki, âlimlerimizin hadîs ıstılahları hakkındaki kitaplarından anlaşıldığına göre, - Allah'a şükür, bu ana eserlerin matbu veya yazma, hiçbirini gözden kaçırmadık onların şekille meşgul olduklarını, şekil dışında hiçbir şeye ehemmiyet vermediklerini söylemek katiyen doğru değildir. Kitabımızın sayfalarına dikkatle şöyle bir bakmak, insaflı okuyucunun bu açık hakikati kabul etmesi için kâfidir.
Bu kısımda, bütün dikkatiylc kulak veren kimseler için muhad-dislerin birtakım sözlerinden güzel aks-i sadâlar vermeyi, onların . îcâdı olan bazı tenkîd ölçülerini gözlerinin önüne bir daha sermeyi uygun görüyoruz. Bu sözleri uzun boylu araştıracak değiliz; zîrâ onlar bu kitabın ileriki sayfalarında önümüze çıkacaktır. Bu sayfalara işaret edip geçmemiz kâfidir. Orada, kendini beğenmiş bir inatçıdan başka hiçbir kimsenin inkâr edemeyeceği hakikatler konuşacaktır!
Muhaddisler şuna kuvvetle inanmışlardır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlerini ve hareketlerini târihî ve tahlilî bakımdan araştırmak demek olan dirâyetu'l-hadîs ilmine istinat, etmeyen hadîs metni çalışması ve rivayet kitaplarını ezberleme gayreti, pek Önemli bir şey değildir. Dirâyetu'l-hadîs ilminde muhaddislerin, râvi ile mervînin hallerini incelediklerini görmekteyiz. Râvî sözü ile sened zincirindeki bir halkayı, mervî ile de sâdece hadîs metnini kastederler. Şu hâlde, Mustalahu'l-hadîs ilmi, sâdece senedle ilgili bahislerle uğraşmaz; ayrıca metne âit birtakım mes'eîelerle de meşgul olur. İşin yalnız dış görünüşüne bakan bir araştırıcı, muhaddislerin metinden çok senedlc meşgul olduklarını zanneder. Fakat bu kanâat, derin tetkik ve incelemeler karşısında eriyip gidecek bir vehimden ibarettir,
Muhaddislerin incelemeleri, kabule şâyân olup olmaması bakımından senedle metin etrafında cereyan eder. Makbul -gurubunda Sahih ile Hasen'i, mcrdûd grubunda da zayıf ile Mevzû'u incelerler. Onların bütün ıstılahlarında hem senedi, hem de metni içine alan ikili bir taksim görülür. Burada dikkat edilecek husus, muhaddislerin sened ile metni aynı derecede göz önünde bulundurduğudur. Şöyle kî:
239Sahîh ve Hasen bahislerinde müşterek bir durum vardır, yâni hem sened, hem de metin beraberce sahîh olur veya sencd sahîh, metin zayıf; bâzan metin sahîh, sened zayıf olur. Hasen de böyledir. Bir hadîsin sahîh veya hasen olduğuna mutlak olarak hükm edilemez; bilâkis sahîh veya hasen olan sened mi, yoksa metin midir?, açıklanır. Senedi sahîh olan her hadîsin metni de sahîh olmaz.
Sahih hadîs, mütevâtİr derecesine ulaşrmşsa, râvîlerinin say ısının çoğalması ve onda ittifak hâsıl olması itibariyle isnadına değil, bu kadar çok râvî böyle bir yalanda ittifak edebilir mi, edemez mi? dîye metnine bakılır; zîrâ hisse veya akla muhalif olan bir meselede kalabalık bir topluluğun anlaşması akla gelmez. Mütevâtir ise, bunun da üzerinde, isnâd meseleleri ile alâkası olmayan bir haberdir.
Hasen li zatini hadîs, sahîh li gayrihi derecesine çıkınca sâdece tarîk ve isnâdlannm çokluğuna bakılmaz; sahîh li zâtihî' de olduğu gibi, her türlü şâz ve illetten salim elmasına dikkat edilir. Şâz hadîsteki râvînin teferrüdü ve sikaya muhalefeti^ çoğu zaman metinde bulunur. Bu sebepledir ki, şâz hadîsi ancak şâz olan rivayet eder, derler. Münker hadîsleri rivayet etmeyi hoş görmeyişlcri de yine bu sebeptendir. İllet ise, bizatihi hadîste bulunan bir kusurdur. Bu da râvîlerin hatâları sonunda meydana gelir. İllet, mütehassıs'arın derin nüfuzları ve ilâhî ilham sayesinde anlaşılır. Yoksa râvîlerin isimlerini ve isnâdları ezberlemek suretiyle
bilinemez.
Hadîs ister sırf zayıf olsun; isterse sahih-hasen-zayıf açasmda müş-terek olan bir hadîs nevH olsun, zayıf hadîs nev'îlerinin çoğunda hem sened, hem de metin bahis mevzuudur. Sahabenin mürseÜ, sened bakımından munkatıc olmasına rağmen makbuldür; zîrâ sahabenin, rivayet ettiği .metni uydurmuş olması ihtimâli mevcut değildir; fakat Benî îsrâîl haberlerini nakl eden sahâbîlere karşı âlimler sıkı davranmışlar ve haberlerini tetkike tâbi tutmadan kabul etmemişlerdir. Zîrâ bu sahâbîlerin rivayet ettiği haberler bâzan hadîslere muhalif düşmektedir... Münekkİdler, bu sebeple sahabenin yaptığı tefsîrleıi dikkatle incelerler ve bir kısmının, müslüman olan ehl-i kitabın tesirinde kalabileceği korkusuyla o nakle hemen meıfiY damgasını vurmazlar.
Bir kısım münekkidler de sahabenin mürselı diye birşey kabul etmediği gibi, bazı sahâbîlerin mürsellerini de müdelles saymışlardır.
Hatta açık açık: "Tedlîsten kurtulanlar ne de azdır!", demişlerdir.[992]
Alimler illetin daha çok şenedde bulunduğunu söylemekle beraber, m.tindeki illeti de reddetmemişler ve şöyle demişlerdir: Bir hadîsin metninde illet bulunabileceği için, mutlak olarak onun sahih okluğuna hükm editmez. Hadîste kusur en fazla senedde bulunmakla beraber, münekkidler bu kusurun metinae de bulunabileceğini söylemeyi ihmâl etmemişler ve buna dâir birçok misâller göstermişlerdir.
Maklûb h tdîsi, metni maklûb ve senedi maklûb diye ikiye ayırmışlardır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.Ve kimse yalan söylemesin diye hadîsin lâfzan edasında senedden çok metin üzerinde titizlik
göstermişlerdir. Bilhassa râvi hadîste lâhin yapmış ise, bu hatânın Rasûlullah (s.a.v.)'in lâfzında yapıldığı düşünülerek, râvînin kasden yalan söylediğini kabul etmişler ve onu Cehennemdeki yerine hazırlanmaya lâyık görmüşlerdir.
Sahîh-hasen-zayıf arasında müşterek cian ıstılahların bir kısmında sâdece metnin durumuna bakılır. Meselâ; meruV hadîs böyledir; zîrâ Rasûlullah (s.a.v.)'a varan bir hadîsin, zevk-i selimin tanıdığı gündüz aydınlığına benzer bir nuru vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'a nisbet edilerek onun ağzından uydurulmuş sözler gizli kalamaz; çünkü mevzu' hadîslerde parlak basiretin yadırgadığı eece karanlığına benzer bir zulmet vardır. [993]
Bu müşterek ıstılahlar kısmının birçok bahisleri, birinci derecede metinlerle alâkalıdır. Scnedlcrle ilgisi olan tarafları davardır. Müdrec hadîsin senedindeki müdreclik, aslında yine metni ilgilendirir. Musahhaf da böyle olup tashîf daha çok metinde bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra rnüselsel'i de misâl olarak zikredebiliriz. Müselseî hadîste şüpheyi en çok celbeden taraf metinlerindeki ifâdelerin birbirinin aynı oluşudur. Her ne kadar dış görünüş itibariyle bu benzerlik râvîlerin sözlerinde veya diğer bir deyişle isnâd silsilesinde ise de, netice itibariyle metni alâkadar etmektedir. İşte bu sebeple müselscl hadîs hem metin, hem de teselsül bakımından bâtıldır, derler. Sanki müscjseJ hadîsin bâtıl oluşunun sebebi, sırf ondaki teselsül değil, metninin böyle pek nâdir görülen bir şekilde tekrarlanıp durmasıdır !
Araştırıcı ferd ve garîb ıstılahlarının yalnız senedle ilgili olduklarını ve daha önce gördüğümüz gibi teferrüd durumunun onları birbirine bağlayan müşterek bir tarafı olduğunu zanneder; fakat dikkatli ve nüfuzlu bir bakış, meselenin senedden çok metinle ilgili olduğunu görür. Şâz ve münl.er hadîsleri yadırgadıkları gİbİ, ferd ve garîb hadisleri de çokça rivayet etmeyi hoş görmezler. Bu itibarla da garîb hadîslerin aziz, meşhur ve müstefîz rivayetlerin metinlerine muhalefeti sebebiyle onlardan uzaklaşırlar.
Münekkidlerin bu son üç rivayeti (aziz, meşhur ve müstefîzi) şevâhid ve mütâba'lan ile sâdece ferd ve garîb hadisleri takviye etmek maksadıyle bahis mevzuu ederler. Bunlar müteaddid isnâdlarla ve birçok râvîlerle takviye edilmez; zîrâ ıiıuhaddisler kemiyete değil keyfiyete bakarlar. Bu sebeple şayet hadîsteki şöhret nisbî ise, buna şaşmamak lâzımdır. Yine bâzı hadîslerin fukahâ arasında meşhur olup onların damgasını taşımasına, bir kısmının halk tabakası, diğer kısmmm sûfiler nezdinde şöhret bulmasına ve çoğu zaman arzularını takviye etmek için ortaya konmuş olmasına hayret etmemelidir.
Muhaddislerin metinlere husûsî bir ihtimam göstermelerine bakarak - mütâbeât ve şevâhidden ziyâde asıl kabul edilen hadîsler
Üzerinde daha çok durduklarını görmekteyiz. Asim lâfzını veya mânasını takviye eden fürû'lardan çok asıl hadîslerin metinlerine îtimad etmek gerekir. Yine muhaddislerin itibar sırasında metruk hadîslere değer vermevişlerinîn sırrını da anlamaktayız. Zîrâ metruk hadîsin vasıflarından biri de3 onda zabt keyfiyetinin bulunmayışıdır. Zabt sıfatı olmadan ne kadar uğraşıhrsa uğraşılsın, metinleri muhafaza etmek mümkün değildir. Bu sebep! hadîsleri, itibâra elverişli olan ve olmayan diye ikiye ayırmışlardır.
Muhaddisler, şahidi de lâfzı ve manevî olmak üzere ikiye ayırır. Lâfzı şâhid, hadîs metninin aynı demektir. Manevî şâhid de hadîs metniyle ilgili olup metnin lâfzına yakın ifâdelerle onu takviye eden hadîs demektir.
MÜtaba(ât'ta da hadîs lâfızlarının birbirine yakınlığı arandığı için yine metnin durumu-bahis mevzuudur, tşte bütün bu ıstılahlarda metnin ne derece ehemmiyetli olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Biz şimdiye kadar, senedle ilgili her bahsin, mutlaka metin ile de bir münâsebetini te'mîn etmeye çalışmadık. Bizim yaptığımız iş, me-tin-sened ikilisinin bu ilmin bütün meselelerini alâkadar ettiğini göstermekten ibarettir. .Metnin ehemmiyetinden bahsederken, katiyen senedin durumunu küçümsemek iddiasında değiliz. Muhterem âlimlerimizi de, sened üzerinde bu derece titremeleri sebebiyle ayıplayacak insaflı bir insanın bulunacağını da zannetmiyoruz. Sened asıl hedef sayılmadıkça bu böyledir. Alimlerimiz senedi bir hedefe varmak için kullanmışlardır. Bu hedef, hadîsin sahihini mevzûundan tefrik etmek ve âlimJerİn, hukuk, sosyoloji, iktisat, askerlik ve politika mevzularında hadislerden faydalanmalarını sağlamak için onları farklı derecelere ayırmaktır. Bu hâl bütün îslâmî ilimlerde mevcut olan insanî ve asîLbir gayedir. Bunu sâdece bizim ümmetimizin yapmış olması, bu yüce hedefin değerini azaltmaz; aksine bu bize ait bir hususiyet ve meziyet olduğundan, onunla bütün dünyaya karşı ilelebed İftihar edeceğiz.
Şurası unutulmamalıdır ki, biz müsteşriklerin ve onların muazzam (!) ilimlerine aldanmış öğrencilerinin, hadîs-i nebevi sahasında her araştırma yaptıklarında irtikâb ettikleri ahmaklığa kapılmayacağız; çünkü onlar birleşmelerine imkân olmayan iki hasmı veya bir araya gelmeleri mümkün olmayan iki kumayı birbirinden ayırır gibi senedîe metni ayrı ayrı mütâlâa ediyorlar.[994] Muhaddislerin sened hakkındaki ölçüleri, metne tatbik ettikleri ölçülerden, sâdece açıklama, bâblara ayırma ve taksim etme bakımından bir farkhhic iirzcder. Yoksa çoğu zaman sahili bir sened, sahîh bir metinle son bulur; ve hisse muhalif olmayan ma'kûl, mantıki bir metîn de çoğu zaman sahîh bîr senedle beraber zikredilir. Şu hâle göre münekkidlerin isnâddaki râvîier ve rivayetin şartları hakkında yaptıkları bütün araştırmalar, yalnız bir neticeye götürmektedir. Bu netice de, hadîslerin, sahih, hasen ve zayıf gibi çeşitli seviyelerden hangisinde bulunduğunu anlamak içîn hadîs metinlerini tcnkîd etmektir. .
Muhterem okuyucu bir kere daha rivayetin şartları bahsine dönerek bu kısmı dikkat ve îtina ile okuyacak olsa açıkça görür ki, münekkidlerin râvîlerde aranan şartlarda titiz davranmalarının sebebi, yalnız rivayet edilen haberin sıhhatini meydana çıkarmak içindir. Muhaddislerin titizliği, onların râvîlerde aradığı bu şartların, insanlığın kullanmakta olduğu diğer müşterek ölçülerle mukayese edilmesini gerektirecek durumdadır. Bu şanlar, bütün milletlerin eskiden olduğu gibi şimdi de alıp kullanmalarına elverişlidir: çünkü bur umumiyetle şahısların ve kendilerini herkesin fevkinde gören veya gösteren bâzı adamların ortaya koyduğu prensiplerden çok üstün, objektif bir görüşten doğmaktadır.
Bu metoddaîsİm ve şökrctia önemi yoktur. İşte bu Sebeple bâzı sahâbîlerin tecilîs ile ittihâm edilmesi, İmâm Mâlik gibi meşhur imamların tashîf yapmakla suçlanması bu nisbî ölçüye göre pek mühim değildir. Sika râvüerden teşekkül eden nâz İsnadın, sika olmayan râvîlerin meydana getirdiği câlî İsnada üstün olmasında bir beis yoktur. Hayatta olan râvîıerden rivayet etmek makbul değildir; zîrâ mucâsır olmak bir mahzû sayılmaktadır. Ter.kîd edilen bâzı hadîslerin Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde bulunmasında,[995] bâzı zayıf hadîslerin Ahmet b. Hanbel'in Müsned'İnde yer almasında, [996] bir mahzur yoktur. Hatta âhad hadîslerin sahîh olmalarına, sahîh hadîste aranan bütün şartları ihtiva etmelerine ve üstelik dînî hükümlerin büyük bir kısmının onlara dayandırılmasına rağmen, zan ifâde edip etmeyecekleri hususunda umûmî bir münâkaşa açılmasında bir mahzur görülmemiştir. Muhaddisler, sened tenkidinde zaman ve mekân, diğer bir ifâdeyle târih ve coğrafya ölçülerinden de faydalanmışlardır. Râvîier yalan söylemeye başlayınca. muhaddİsler de onlara târih bilgisi ile karşî koymuşlar; râvîlerin tabakalarını bilmeyi, doğum ve ölüm târihlerine vâkıf olmayı, râvîlerin adl'anyle birlikte hadîsi rivayet ettikleri beldenin adını da söylemeyi şart koşmuşlardır, Muhaddisin, hadîs aldığı şahsın vefat târihini bilmemesi sebebiyle tedlîs damgasını vurdukları birtakım kıssalar ve haberler anlatmışlardır. Târihî gerçeklere umûmî surette muhalefet etmeyi de uydurma alâmetlerinden biri olarak kabul etmişlerdir. [997]
Adet bakımından müsâvî olsalar dahî râvînin önce vefat etmesi ve hadîsi daha önce duymuş olmasını uluvv-û nisbî şekillerinden biri olarak kabul etmişlerdir. Medîneliier, Kûfelilerden rivayet ettikleri zaman yanıldıklarına ve semâ'ın muhit şartlarına bağlı bulunduğuna ve en çok tedlîs yapan muhaddislerin Kûfeliler ve bâzı Basralılar olduğuna işaret etmişlerdir. Bâzı asırlarda ve çevrelerde aşırı taraftarları bulunan mezheblerin tesirlerini göz önünde bulundurmuşlardır. Bu durum çoğu zaman o nev'î hadîsleri mevzu' saymaya birer sebep teskîl etmiştir. Şehirlerde yapılan tedrisi, şüyûhta tedlîs arasında saymışlardır; zîrâ böyle tedlîslerde râvînin görmediği yerleri gördüğünü iddia etmesi hâli mevcuttur,
Muhaddislerin ölçülerinde psikoloji ve sosyolojiden de faydalanıl-mıştır. Helva hadîsi mevzû'dur. Onu helvacı Muhammed b, el-Haccâc el-Lahmî uydurmuştur[998]
Çocuklarımızın muallimleri hadîsi de böyledir. Çocuğunu mu'allimin üzerine Sad b. Tarif uydurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Guhfe'de hamama girdiğini iddia eden hadîs de hadîs hafızlarının ittifakı ile uydurmadır[999] zîrâ Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) zamanında hamam diye bir şey yoktu.
Bu ölçülerdeki hassasiyet aşikârdır. Şöyleki, bir defa bile yalan söylediği sabit olan râvînin hadîsi kabul olunmaz. Hatâsını kabul edip ondan dönmeyen aşırı râvîlerden hadîs alınmaz. Muhaddislerin kulağı tashîf yapılan bir kelimeyi kaçırmayacak kadar hassastır. Bu tashîf, kelimelerinde olduğu gibi bakışla ilgili bir tashîf değil de, duymakla vukuca gelen bir tashîf olsa bile onların dikkatinden kaçmaz. Cerh mevzuunda, ta'dîlde olduğundan daha fazla titizdirler; zîrâ bu Ölçülerin, - sırf insanlar tarafından ortaya konmuş olmasına rağmen- halkı Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı yalan söylemekten alıkoyacak bir vasıfta olması lâzımdır. Herhangi bir hatâ ve yanılmadan tamamen emîn oluncaya kadar herkese karşı mutlaka titiz davranmak gerekir.
Mevzûc hadîsin alâmetleri olarak saydıkları bütün deliller metinle ilgilidir. Gramer hatası ve ifâde bozukluğu, akıl prensiplerine veya hisse aykırılık, va'd ve va'îd mevzûlanndaki ölçüsüzlük ve aşırılık, hadisin belîğ ifâdesinin, usûlcülerin veya kelâmcılarm kapalı ve anla şuması güç sözlerine benzemesi,[1000] devlet idaresine hâkim olan zümreye yaklaşmak arzusuyla uydurulmuş olması, işte bütün bunlar Hz. Peygamber (s.a.v,)'e yakışmayan sözlerin onun hadîsleri arasına sokulması itibariyle hadîs metnini ilgilendiren hususlardır. Yine Rasûl-i Ekrem'in ağzından çıkması mümkün olmayan sözler de bu cümledendir. Meselâ: Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadîste Rasûlullah (s.a.v.)'m köle olmayı arzu etmesi gibi ki, buna imkân yoktur. Hadîsi kasden kalb etmek (takdim-tehîr yapmak), İki hadîs arasında uzlaştırılmasma imkân olmayan bir tenakuz bulunması da mevzû£ hadîsin alâmetle-rindendir. Mütenâkiz gibi görünen hadîslerden ya birinin ötekini nesli ettiğini veya îzâh yahut tahsis edebileceğini dikkate almak lâzımdır.
Bütün bunlar bizi zarurî bir neticeye götürmektedir: Bu durumlar karşısında muhaddislerin daha çok sened üzerinde mi, yoksa metin üzerinde mi durduklarını tâyin etmek gerekirse, kesin olarak söylenecek söz, onların metin üzerinde daha çok durduklarını beyân etmek olacaktır; çünkü sened bizi asıl söze ve metne götüren bir vesileden ibarettir.
Bütün bunlara, her çağda râvîlerin takvaları, hadîs öğrenmek için I katlandıkları eziyetler, hadîsin değerini hakkıyle anlayışları, hadîsleri dînin temeli kabul etmeleri ilâve edilecek olursa diyebiliriz ki, muhaddislerin îcâd ve tatbik ettikleri böylesine hassas bir metodun târihte bir eşi ve benzeri yoktur. [1001]
Müsteşrikler, bizim gördüğümüz yazma eserleri, bütün müdev-venâtı ve sahîfeleri okumak zahmetine katlandıktan sonra, metnin sıhhatini tesbît için senedden başka bîr yol olmadığını ve Araplarin sâdece bu sened işine önem verdiklerini nasıl zannedebiliyorlar?. Müsteşriklerin ileri gelenleri sırf hadîse ve hadîs râvîlerine hakaret etmek, hadîs metinlerine dil uzatmak için kitaplar ve makaleler yazmak suretiyle böylesine bir mugalataya nasıl cesaret edebiliyorlar?.[1002]
Bütün bunlara bir de daha Rasûlullah (s.a.v.)'ın hayatında hadîs-lerin yazıldığını gösteren; müsteşriklerin ve taraftarlarının kurdukları bütün ümitleri ve. hayâlleri yıkan; muhaddislerin tâlim ve terbiyeaki metodlannı, tahammül ve edâ şekillerini birbirinden ayırdıkları lâfızlar üzerindeki titizliklerini ortaya koyan târihî vesikaların mevcut olduğu hususundaki isbadarımiz eklenecek olursa görürüz ki, muhaddislerin çalışma sistemleri ve hassas metodlan hakkında söylenen bütün medhu senalar, onların bizim kültürümüz ve dünya medeniyeti üzerindeki büyük hizmetlerini ifâde etmeye yetmez. Şunu da iyice anlamış bulunuyoruz ki, hadîs ıstılahları üzerinde yapılacak araştırma, kültür neşri üzerindeki asıl metodumuzu takviye edecektir. Dünya, bu metodu yalnız ve yalnız bizim altın asırlarımızda ortaya konduğu zaman görüp tanımıştır. Onu başkalarının îcâd etmesi de mümkün değildir; sîrâ bu metod, bizim, îcâd etmeye muktedir düşünce sistemimizden, geniş ve yaygın kültürümüzden ve yüce mazimizin ruhundan fışkırıp çıkmıştır.
îşte şimdi netice olarak diyoruz ki, müsteşrikler, harbi ve hücum tarzlarını çok iyi bilirler. Şüphe uyandırmak ve zehirler saçmak hususunda üzerlerine geîen yoktur. Biz ise yalnız bildiğimiz sağlam bir şekilde yapar ve ancak inandığımızı biliriz. Başkalarıyla harb etmeye bir zaruret ve onların üzerine saldıımayı gerektiren hu sebep olmadıkça kimseyle savaşmayız. Bizi alâkadar eden husus, insanların hakikati perdesiz bir gözle ve hastalıksrz bir kalble bizim gibi göımeleridir...
Bu sözlerle kültürlü
gençlerimize hitâb ediyoruz; hâlâ bu sese kulak vermeyecekler mi?! hâlâ derdi
anlamayacaklar mı?![1003]
Kur'ân-ı Kerîm'in Rasûlullah'a itaati ve nete sarılmayı tavsiye etmesi:
Mütehassıs âlimler, sahih hadîsin bütün müslümanlara hucci olduğu neticesine vararak, mü'minlerin Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e bağlanıp onun hükmüne boyun eğmelerini farz kılan âyet-i kerîmelerle bu görüşü desteklemişlerdir. Bu görüşün aksini kabul eden kimseye de bu şahıs kendini veya halk onu bilgisi muazzam, dînî anlayışı tam biri olarak kabul etse dahî- ilim adamı sıfatını vermemişlerdir.[1004]
Derin ilmî araştırmanın bu doğru neticeye varması tabiî idi; zîrâ mü'minlerin Rasûlullah (s.a.v.)'a İtaat etmesini emreden âyet-i kerîmelerin başka türlü tevîli mümkün değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e itaat de ancak onun sünnetine yapışmak, hadîsiyle amel etmek, dînî mes'elelerde ona baş vurmak ve onu; dînin Kur'ân-ı Kerîm'den sonra gelen ikinci kaynağı olarak kabul etmekle mümkündür.
Bu işin böylesine açık bir şekilde halledilmesine rağmen, hadîsin hüccet olması mes'elesi etrafmda beliren bâzı pürüzlere ışık tutmakta fayda görüyoruz.
Acaba Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e itaati tavsiye eden Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, onun hadîslerinin de teşri' bakımından müstakil olduğunu kabul ediyormu ki, Kur'ân'm ahkâmıyle amel edildiği gibi onun ahkâ-nüyle de amel edilsin? Yoksa yalnız Kur'ân-ı Kerîm'in bir tefsiri olup ona bağlı bulunması itibariyle teşrî' yönünden müstakil olduğunu kabul etmiyor mu? Eğer hadîs Allah Kitâbı'nın bir tefsîri veya mücmelinin îzâhı ise, bu takdirde O'nunla beraber teşrî1 asıllarından biri olarak nasıl kabul edilebilir? Halbuki din hükümleri bunların yalnız birinden, Allah'ın yüce Kitâb'mdan elde edilir. Şayet hadîs, müstakil veya müstakil olmayan bir teşrîc kaynağı sayılacaksa, bu arada haber-i vâhidler de kabul edilecek mi? Yoksa hadîsin mutlaka sahîh olması mı şart koşulacak?
Bu suallere yerinde cevâp verebilmek için her şeyden evvel sünnetin Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in günlük hayaundaki amelî tatbikatını ve ileri gelen sahabenin, kendilerini zorlamadan hadisleri duyar duymaz nasıl anladıklarını da göz önünde bulundurarak sünnet-i ile amel etmenin vacip olduğunu ifâde eden belli-başlı âyet-i kerimeleri zikretmemiz îcâb edecektir.
Abdurrahman b. Yezîd, hac mevsiminde dikişli bir elbise ile ihrama girmiş bir zâtı görür ve ona. elbiselerini çıkararak Rasu. (s.a.v.)'in giydiği şekilde ihrama bürünmesini tavsiye eder. O şahsın:
"Bana elbisemi çıkarmamı emreden bir âyet oku bakalım! demesi
üzerine Abdurrahman ona verilecek en güzel cevâbın: Peygamber (s.a.v.) size neyi getirdi ise onu alın; size neyi yasak etti ise ondan da uzak durun[1005] âyetini okumak olduğunu görür.
Dikişli elbisenin çıkarılması Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça zikredil-memiştiı; fakat bu meseleye dâir hadîs-i şerîf vardır. Demek oluyor ki, bu şer'î hükmü sâdece sünnet ortaya koymuş ve tcşrî kaynaklarından müstakil bir kaynak durumuna gelmiştir; zîrâ Rasûlullah (s.a.v.)'ın yasak ettiği şeyden sakınmalarını mü'minlere emreden
Allah Taâiâ'dır.
Büyük imâm Tâvûs, [1006] ikindiden sonra iki rekat namaz kılar. Bunu gören Abdullah b. Abbas, ona, "bir daha bu namazı kılma," der. Buna karşıhlc Tâvûs, Rasûl-i Lkrem (s.a.v.)'in, sünnet hâline getirilmesinden çekindiği için bu namazı nehyettiğini, devamlı olmamak şartıyle bu iki iek(at namazı kılmakta bir beis olmadığını söyler. Fakat Abdullah b. Abbas Rasûlullah (s.a.v.)'m, ikindiden sonra bir başka namaz kılınmasını mutlak surette yasak ettiğini ısrarla söyler
Allah ve Peygamberi bir işe hüküm verdiği zaman mü'miti olan erkekle kadına kendi işlerinde buna aykırı hareket etme muhayyerliği yoktur,[1007] âyetine dayanarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.'in beyân ettiği bir meselede muhayyerliğin bahis mevzuu olamayacağım tekrarlar. [1008]
Sünnet-i nebeviyenin vârid olduğu bir meselede mü'ininin muhayyerliği, her ihtilâfta ve dâvada şu âyet-i kerime gereğince tam bir teslimiyetle sünnetin vereceği hükme boyun eğmekten ibarettir:
Rabb'ın hakkı için, onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam biı teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar. [1009]'Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü hakkındaki rivayetlerin hepsi de, Zübcyr b. 'Avvâm'm, hurmalarını Bedir harbine katılan bir Ansârî'den önce Harre çeşmesinden sulamasına Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hükmettiği noktasında toplanmaktadır. [1010] Burada açıkça görülüyor ki, Kur'ân-ı Kerîm'in sarîh bir hükümle temas etmediği bu mevzuda kânun vaz' eden yalnız hadîs-i şerîf olmuştur.
Allah Taâlâ Peygamberine; İnsanlara, kendileıine ne indirildiğini açıkça anlatasm diye sana da Kur'ân-ı Kerîm'i inzal ettik, [1011] buyurmak suretiyle, mü'minlere sünnetin teşrîîdeki yerini göstermek istemiştir; zîrâ Rasûlullah (s.a.v.) in sözleii ve fiilleri âyet-i kerîmeyi tefsir ederek onun mücmelini tafsil, mutlakını takyıd, umûmî lâfızlarım tahsis, Kur'ân-ı Keıîm'in belirtmediği ölçüleri, hadleri ve cüz'iyyâtı da lâyîn eder. Kur'ân-ı Kerîm'in açıkça bir hüküm getirmediği yerlerde sünnet, müstakil olarak kanun koyma salâhiyetini hâizdir. Kur'ân-m İîfcafsîl ve izahını kendine bu aktığı hususları da tefsir eder. 'Imrân b.Husayn'm, büyük bir gaflet ve sakat bir anlayışla suçladığı şahsa söylediği sözlerden bu sonuç elde edilmektedir. 'Imrân ona şöyle çıkış:
"Sen ahmağın birisin. Kur'ân-ı Kerîm'de, Öğle namazının dört rek'at olup, kıraatinin da cehri olmayacağına dâir bir âyet bulabiliyor musun?", ^mrân ona, namaza dâir bâzı hükümleri, zekâta dâir bâzı ölçüleri ve İslâm'ın buna benzer esaslarını ve farzlarını sayıp döktükten sonra sözüne şöyle devam etti:
"Bütün bunları Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça bulabiliyor musun? Bulamazsın; çünkü Allah'ın Kitâb'ı bu meseleleri müphem ve mücmel bırakmıştır. Onları açıklayıp tefsîr eden ise sünnettir.[1012]
Sünnetin Her Mevzuda Teşrî Vâsıtası Olduğu:
Sünnetin, Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel âyetlerini tafsil etmesi hakkında verdiğimiz misâller, ibâdât, mu'âmelât, helâl ve haram gibi İslâm hukûkuni-in bütün mcvzûlarına şâmildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün bu mevzuları, kâh kıyâs yoluyla, kâh birbirine benzeyen iki şeyi mukayese etmek, bâzan da karşılıklı iki şey arasında bir muvâzene kurmak suretiyle mükemmel bir şekilde açıklar. Allah, ahş-verişi helâl, faizi haram kılmıştır[1013] Âyct-i kerîmesinde faizin haram oluşu meselesindeki inceliğin, karşılığı bulunmayan bir çoğalma olduğunu anlayan Rasûl-i Ekrem s.a.v bu çoğalmanın bulunduğu bütün muameleleri kıyâs yoluyla ribâ sınıfına sokarak şöyle hükmetmiştir:
Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; her şey kendinin mukabili ile müsâvî bir şekilde ve elde mevcut olarak muamele görecektir. Kim artırırsa veya artırmak isterse haddi aşmış (faiz muamelesi'yapmış) olur, [1014] Karşılığı olmayan muhtelif maddeler ise ribâ sınıfına girmez ve mukabili olmayan bir artma sayılmaz. Bununla ilgili olarak da Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuşturMaddeler değişik olduğu zaman, elde mevcut olmak şartıyle istediğiniz gibi satınız".
Kur'ân-ı Kerîm, mâ'lûm âyet-i kerîmelerle zinayı haram, nikâhı da mübâh kılmakla beraber, velîsinin izni olmadan bir kadının evlenmesi gibi şeriata muhalif bir nikâhın hükmünü ise açıklamamıştır. Mutlak zina ile şeriata uygun olmayan böylesi bir evlenme arasında yakınlık gören Hz. Peygamber (s.a.v.), evlilik muamelesinin usûllerine uyulmayan evlenmelerin bâtıl olduğuna hükmederek şöyle buyurmuştur.
Velîlerinin izni olmadan evlenen kadınların nikâhı bâtıldır".[1015]
Deniz avını, Deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki, hem size, hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun"[1016] âyetiyle helâl ve temiz olarak kabul eden Kur'ân-ı Kerîm,Ölü hayvan etini de muhtelif âyetleıv le kat'î surette haram etmiştir. [1017] Deniz avının mutlak surette helâl ol-Imasıyla, ölü hayvan etinin umûmî bir ifâdeyle kesin şekilde haram olması arasında bir muvâzene kuran Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), deniz meytesinİ umûmî hükümden istisna ederek helâl saymış ve deniz
hakkında: Denizin suyu temiz, ölüsü de helâldir, [1018] buyurmuştur. Rasûlullah (s.a.v.), denizde ölen deniz hayvanına mahsus olan bu hükmünü şu hadîsiyle de teyît etmiştir:
İki ölü, iki de kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü: çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır.[1019]
Selef âlimlerinin, sünnetin Kur'ârı âyetlerini açıklamadaki büyük önemini -ki bu açıklama hangi suretle olursa olsun anlamış olmaları, bazılarını sünnetin Kitâb üzerinde söz sahibi olduğunu söylemeye sevketmiştir. Nitekim Evzâ'î demiştir ki:
"Sünnetin Kitâb'a olduğundan çok Kitâb'm sünnete ihtiyâcı vardır. [1020] Gerek Evzâ'î e gerekse başkaları bu sözle, Kur'ân-ı Kerîm'in mânâlarını en iyi bilen insanın, hevâdan konuşmayan, konuştuğu ancak vahy-i ilâhî olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Yine bu cümleden olarak Mutarrif b. Şıhhîr[1021]'e: Bize yalnız Kur ân-ı Kerîm'den bahs ediniz, denmişti. O böyle söyleyenleıe şu karşılığı vermişti:
"Vallahi biz, Kuı'ân-ı Kerînrm bir mukabili olduğunu söylemiyoruz; fakat Kur'ân-ı Kerîîn'İ bizden iyî bilen birinin bulunduğunu söylüyoruz!. [1022]
Zikrettiğimiz misâller sünnetin iki fonksiyonu bulunduğunu göstermektedir. Buna göre sünnet, ya Kur'ân-ı Kerîm'de bulunmayan meselelerin teşriinde müstakildir; yahut da Kur'ân-ı Kerîm1 deki mücmel âyetlerin açıklayıcısıdir. Bu hâl kaışısmda - Şâtibfnin dediği gibi - şunu kabul etmekten başka yapacak birşey yoktur:
"Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri de göstermektedir ki, Rasûluîlah (s.a.v.Vm getirdiği, emredip yasakladı hevşey Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerine katılmaktadır. Şu hâlde sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in bir ilavesidir",[1023] Hz. Peygamber (s.a.vO'in Kur'ân'a ilâveten getirdiği bu hükümler, hadîsi - bütün âlimlerin kanâatine göre - Kur'ân-ı Kerîm'den sonra gelen ikinci dereceye çıkarmaktadır. Bu da Rasûl-İ Ekrem (s.a.v.)'in:
Size, sıkıca sarıldığınız takdirde sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kİtâb'ı ve benim. sünnetim, [1024] hadîsi gereğince îslâm şerîatmm Kur'ân ve hadîs olmak üzere iki asıldan meydana geldiğini gösterir.
Aslı Kur'ân-ı Kerîm'de Bulunsa Bile Sünnetin Teşrrde Müstakil Olduğu:
Bütün bunlardan sonra biri çıkıp da dese ki: Hayır, Kur'ân-ı ÎCerîm hadîs-i şerîflerdeki bütün meselelere icmâlen ve tafsîlen de olsa ışık tutmaktadır. Rasûluîlah (s.a.v.)'ın her sünnetinin Kur'ân'da mutlaka bir aslı mevcuttur; zîrâ Allah Taâlâ Kur'ân her şeyi açıklayan[1025] bir Kitâb olarak göndermiştir. Onunîa dînini tamamlayarak; dîninizi kemâle erdirdim" [1026]
Biz O Kitâb'dahiçbirşeyi eksik bırakmadık[1027] buyurmuştur. Binâenaleyh, sünnetin müstakiLbir te§rîc organı olması şöyle dursun, dinde katiyen ilâve yapmamıştır.
Bu şüpheciler. Rasûluîlah (s.a.v.)'a itaati tavsiye eden, ona muhalefetten sakındıran, bu hususta onun Kur'ân-ı Kenm'e yaptığı tefsirlerle, sünnetinde müstakil olarak emrettikleri arasında bîr fark gözetmeyen Kur'âxw Kerîm'den şüphe ettirmek istiyorlar. Halbuki
yine Kur ân-ı Kerîm tehdîd ifadesiyle buyurur ki: Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden sakınsınlar[1028]Bu âyetle Kur" ân-ı Kerîm, Peygamber (ş.a.vj'de itaat edilip, katiyen karşı gelinmemesi gereken bir hususiyet bulunduğunu ifâde etmektedir. Bu hususiyet ne Kur'ân'a âit olan, ne de Kur'ân'da işaret edilen Peygamber sünnetidir. Mü'itimle re, anlaşmazlığın hallini Allah'a ve bırakmalarını emreden ilâhî emir de böyledir:
Lymü'minler, eğer bir mesele hakkında ihtilâfa düşerseniz, onun hallini derhal Allah'a ve Rasûlüne arz ediniz; eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız.[1029] İhtilâfın hâilini Allah'a bırakmak demek. Kur*ân-ı Kcrîm'e müracaat etmek demektir. Rasûlullah (s.a.v.)'a bırakmak da vefatından sonra sünnetine baş vurmakla olur.
Bu durum karşısında sünnet, bütün tafsîH delilleriyle birlikte Kur'ân-ı Kerîm'e yönelmiş oluyor; ?.îrâ hiçbir âlim, sünnetin getirdiği ile amel etmenin, Kur'ân ile amel olduğuna itiraz etmez. Çünkü sünnetle amel etmenin vacip olduğunu gösteren Kur!ân-ı Kerîmdir. Kur'ân-ı Kerîm daha umûmî, hadîs ise daha husûsîdir. Külli hükümleriyle daha umûmî elanın, cüz'î hükümleriyle daha husûsî olanı kapsadığında şüphe yoktur. Kur'ân ile hadîs arasında prensip bakımından mevcut olan birlik, -prensipler üzerinde bile olsa- hadîsin yalnız başına bir hüküm getirmesine veya mevcut bir hükmü îzâh etmesine manî değildir. Şurası muhakkak ki Allah Taâîâ, Allah'a ve âhiret gününe imân eden ve kendini çok ananlar için Rasûlünü önder, sünnetini kılavuz ve nebevi hidâyetini de güzel bir örnek yapmıştır.
İmâm Şâf i'î Risâle'sînde[1030] hakkında âyet-i kerîme bulunmayan hususlarda Rasûlullah (s.a.v.)'m getirdiği hükümlere temas ederek meseleyi dört yönlü bir tetkike tâbi tutmuştur ki, bunların hepsinde de sünnetin Kur'ân ahkâmına birtakım ilavelerde bulunduğu kabul edilmektedir. Bu ilâve durumunun nereden geldiğini ve teşrî'de ne derece hüccet olduğunu inceleyen İmâm Şâfi'î şu ikinci vechi tercih etmiş gibi görünmektedir. Buna göre Rasûl-i Ekrem'in "sünnetlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de mutlaka bir aslı vardır; meselâ: Na-rnazm miktarını ve kılınma şeklini açıklayan sünneti, namazın farz olduğunu beyân eden âyete dayanmaktadır. Alış-veriş ve diğer dînî meseleler hakkındaki sünnetlerde böyledir; zîrâ Allah Taâlâ: Mallarınızı aranızda bâtıl
sebeplerle yemeyin"[1031] ve "Allah, alış-verişi helâl, faizi de haram kılmıştır[1032], buyurur. Namaz hakkında olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in helâl veya haram kıldığı meseleler hakkında Allah Taâlâ'-nm mutlaka bir beyânı vardır[1033]
Hadisin hukuk bakımından önemini açıklarken, en doğru görüşün sonuncusu olduğu kanaatindeyiz; zîrâ bu görüşe nazaran Kur'ân'm her şeye şâmil olduğu, herşeyi açıkladığı ve Allah Taâlâ'nın ona dere etmedik bir şey bırakmadığı meselesi ile, ana prensipleri Kur'ân'da mevcut olmakla beraber, onun isbât ve nefy etmediği hükümlerin sünnette yer aldığı meselesini hiçbir müşkilâta ve haksızlığa mahal kalmadan uzlaştırabiliriz. Bu mutedil görüş, hadîse İslâm'ın teşri asıllarından ikincisi adını tereddütsüz vermemizi mümkün kılmaktadır. Bu tafsilâttan sonra, bâzı şahısların sünneti teşrî'de müstakil sayıp, bâzılarının da saymaması önemli değildir. Eskiden, "Ki-tâb'm sünnete terk ettiği bir saha, sünnetin de Kitâb'a bıraktığı bir. saha vardır[1034] diyen ulemâ ne kadar doğru söylemiştir.
Allah Taâlâ: ber'e itaat ederse, muhakkak Allah'.itaat etmiş olur[1035] buyurduktan sonra bunda garip görülecek bir taraf yoktur.[1036]
Helâl ve Haram Kılma Mevzuunda Sünnet ile Kur'ân Arasında Bir Fark Yoktur:
Rasûlullah (s.a.v.), sanki gayb perdesini aralayarak, ileriki çağlarda .AHâh'm Kitabiyle Rasûlü'nün sünnetini birbirinden ayırmakta ve sâdece Kur’ân nassiyle amel etmekte olan bîr millet görmüş de, bunların fecî hatâsını ve doğru yoldan sapışını bize şu sözleriyle tasvir etmiş gibidir:
Şunu kat'î olarak biliniz ki, bana Kur'ân-ı Kerîm ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir hâlde rahat koltuğunda oturarak: şu Kurân'a sarılınız; Onda helâl olarak ne görmeseniz onu helâl kabûî ediniz, neyi de haram görrnüşseniz onu haram biliniz, diyecek bâzı "kimseler gelmek üzeredir. Şüphesiz ki, Allah Rasûîü'nün haram ettiği şey, Allah'ın haram ettiği şey gibidir.[1037]
Helâi-haram mevzuunda olduğu gibi, önemli bütün dînî meselelerde de Rasûlullah (s.a.v.)'ın kendi sünnetini Kur'ân'a ilâve ederek şahsının ehemmiyetini göstermesini îmâm Şâfi'î: Hz. Peygamber yalnız Âîîah Taâlâ'nm Kur'ân'da helâl saydığmı helâl, haram saydığını da haram kılmıştır, diye îzâh ettikten sonra pek kesin bir ifâdeyle şunu söyler: îmânfların tmfim söyfefffKlerî, sinmetm nnet de Kur’ân-ı Kerîm'in şerhidir. [1038]Şafii'nin dışındaki mler sünneti:
"Cebrail'in Rasûlullah'a Kur'ân'ı indirdiği şekilde getir-i ve Kur'ân'ı tâ'lîm ettiği gibi öğrettiği bir vahiy" olarak kabul etmekle, bu pek bedihî meselenin tefsirinde haddi aşmış gibidirler. [1039] Ebü'1-Bekâ', ifrat ve tefrite düşmeksizin bunu KülUyât'ın[1040] şöyle tefsir eder:
"Hâsılı Kur'ân ile hadîs, O, Allah rafından ilka edilmiş bir vahiyden ibarettir" âyetinin delâlet ettiği ü-zere Allah tarafından inzal edilmiş bir vahiy olmak bakımından bîrdirler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm, mûciz olması ve bir benzerinin getirilemiyeeeği hususunda meydan okumak için inzal edilmiş bulunması bakımlarından hadisten ayrılır. Buna ilâveten Kur'ân-ı Kerîm, Levh-i mahfûz'da yazıtıdır. Ne Cebrail'in, ne de Resûiuliah (s.a.v.)'in ondan herhangi bir tasarrufa haklan vardır. Cebrail tarafından sırf mânâ hâlinde inzal edilen birtakım hadîsleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in söz hâlinde ifâde etmesi muhtemeldir".
Biz - vahiy nokta-i nazarından - Kur'ân-ı Kerîm'in, Rasıılulîah (s.a,v.)'m kalbine indirilmesi ile, bâzı hadisleri söylemesi için ona ilham verilmesini birbirinden ayırmaya şiddetle taraftarız. Sonra da bu ayırım sebebiyle adlı kitabımızda da îzâh ettiğimiz şekilde vahiy hâdisesinin sâdece Kur'ân-ı Kerîmce mahsûs olduğu kana'atindeyiz. [1041] Zîrâ "Rasûlullah (s.a.v.) kendine nâil olan vahy ile, Allah Taâlâ'mn ilhamı diye bahs ettiği kendi hadislerini zâten birbirinden açıkça ayırırdı. İçinden geçen sırf insanî düşünce ve fikirleri, ilâhî kelâm ile karıştırması mümkün değildir. [1042]Bu durumda -nebevi hadîslerdeki "tevkîfî" (vahye müstenit) mânâya Kur'ân-ı Kerîm'in de dediği gibi hikmet adım vermeyi tercih ediyoruz :
Allah mü'minlere bol bol ihsanda bulundu.
Çünkü onlara kendi cinslerinden bir Peygamber gönderdi ki, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyor, onları fena huy ve inaçlardan temizliyor; onlara Kur'ân ve sünneti öğretiyor. Halbuki bundan önce açık bir sapıklık içinde idiler.[1043] Mütehassıs İslâm âlimlerinin ekserisi, âyetteki hikmet kelimesiyle Kur'ân-ı Kerîm'in kastedilme d iği ve fakat Hz. Peygamber'in kaviî ve fiilî sünnetinden başka birşey olmayan Allah'ın Rasûlü'ne bildirdiği şeriat hedeflerinin, tâlîmât ve sırlarının mecmuundan ibaret bulunduğu kanaatindedir. Çünkü Allah Taâlâ, -îmâm Şâfi'î'nin de dediği gibi - kullarına "Kitabı ve hikmeti öğretmek lût-funda bulunmuştur. Buna göre - Allah bilir yâ burada hikmetten maksat sâdece Rasûlullah (s.a.v.)'uı sünnetidir, demek caiz değildir; zîrâ hikmet, Kur ân-ı Kerîmle birlikte bu vasfı taşır. Allah Taâlâ Rasûlü'ne itaat etmeyi farz kılmış ve insanların onun emirlerine uymalarım kesinlikle beyân etmiştir. Bu itibarla farz kılındı sözü, ancak Kitâbulîah ve Rasûlullah,'m sünneti hakkında kullanılabilir; çünkü Allah Taâlâ, anlattığı üzere Rasûlü'ne îmânı kendine îmânla birlikte zikretmiştir[1044]
Asr-ı saadete baktığımız zaman, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in evde, mescidte, çarşıda, harp sahasında, hazerde ve seferde sahâbe-i kiramın mu'allimi olduğunu ve her nazil oldukça Kur'ân âyetlerini anlamaları için, sözleriyle ve fiilleriyle onları irşâd ettiğim görmekteyiz. Yine sahâbîlerin, anlatılması kabil olmayacak derecede sünnete önem verdiğini görmekteyiz. Öyleki:
Sözümü işittikten sonra duyduğu gibi rivayet eden kimseye Allah rahmet etsin. Kendisine söz ulaşan nicelen vardır ki, sözü duyandan daha iyi muhafaza eder,[1045] şeklindeki sözleriyle ashabı ilme teşvik ettikien ve ilme olan susuzluklarını giderdikten sonra bâzıları onun meclisinde birgün arayla nöbetleşe bulunurlar; birgün biri, ertesi gün diğeri Rasûlullah'in yanındaki yerini alırdı; sonra da arkadaşı kendi duyduklarından birini kaçırır endişesiyle Rasûlullah (s.a.v.)'dan işittiği söz ve tâlîmâtı diğerine aynen aktarırdı.
Bütün sahabe ictihâd mertebesine ulaşmadığı gibi, Rasûlullah'm sünnetim ve sözlerim de aynı derecede bilmezlerdi; çünkü onların kimi köylü ve bedevî, kimi san'atkâr ve tacirdi. İçlerinde Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında bir kere oturanlar, ondan sâdece bir hadîs duyanlar vardı. "Rasûl-i Ekrem'den veya sahabenin birinden hadîs duyan kimsenin, müetehid olsun veya olmasın, duyduğuyle anlayışına göre amel ettiğinden şüphe edilemez. 'Gerek Rasûlullah zamanında, gerekse sahabe devrinde müetehid olmayan birinin duyduğu hadîsle amel etmek için müetehide gitmeye zorlandığı bilinmemektedir. Müetehid olmadan da bir hadîsle amel etmenin caiz olduğu hakkında Rasûlullah (s.a.v.)'m takrîri, ashâbm da icmâcı mevcuttur. Böyle olmasaydı hulefâ-i râşidîn, müetehid olmayanlara, - hele bedevilere ~ bizzat veya bilvasıta Rasûlullah'dan duyduklarını, müetehid olanlarına arzetmeden amel etmemelerini emrederdi ki, bu hususta ne bir kaynak, ne de bir eser vardır. [1046]
Şurası muhakkak ki, - sahabenin sünnet bilgisi farklı olduğu için - bâzı hükümlerin sebebini bilmede, bâzı lâfızları zabtetmede, ictihâd ve istinbât ettikleri meselelerde sünnete uygun karar verebilme derecesinde aralarında elbette bir farklılık bulunacaktı. Çünkü "her sahâbî, Rasûlullah (s.a.v!)'m ibâdetinden, fetva ve hükümlerinden Allah'ın müyesser kıldığı kadarını görmüş, onları hıfz etmiş, anlamış, bildiği karineler ölçüsünde her şeyin hikmetini anlamış ve yeterli gördüğü birtakım emare ve karînelere dayanarak bunlara bîı kısmının mübâh olduğuna, bir kısmının da mensûh olduğuna hükmetmiştir. Onların dayandıkları tek şey, istidlal tarîklerine iltifat etmeksizin, sâdece itminan ve kalbi kana'aün bulunması id. [1047]
TSirgün "RasulüIlaTı '(s.a.v.) ve sahabesinin "bulunduğu yerden bir cenaze geçer. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), ayağa kalkar; ashâb da ona bakarak hep beraber ayağa kalkarlar.[1048] Fakat cenaze geçerken Hz. Peygamber (s.a.v.)'in neden ayağa kalktığının sebebini de bilmemektedirler. Hayretini gulemeyen bir sahâbî: Yâ Rasûlâllah, der, o bir yahûdînin cenazesi idi. Rasûl-i Ekrem ona cevaben: "îyi ama o bir nefis değil midir?", buyurduktan sonra, mürşid bir mu'allim olarak şunları söyler: Cenazeyi gördüğünüzde onun için ayağa kalkınız" 2. Ashâb-ı kiram, cenaze için neden ayağa kalkıldığında ve bu emri tefsir ederken, onun, mü'min, kâfir herkese şâmil olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Ayağa kalkma sebebim, kimi Ölümün 'azametine hürmet, kimi Ölünün etrafındaki meleklere tâ'zîm şeklinde îzâh etmişlerdir. [1049] Fakat ayağa kalkma sebebini Rasûlullah'ın: "O bir nefis değil midir?" gerekçesiyle îzâhı her cenaze için ayağa kalkmanın müstahab olduğunu göstermektedir. [1050]
Abdullah b. Ömer, Rasûî-î Ekrem (s.a.v.) den şu hadîsi rivayet eder: Ölü, ailesinin kendine-ağlaması sebebiyle azâb görür". Hz. îşe, îbnu Ömer'in bu hadîsi iyice alamadığını ve lâfzını zabtedemediğini söyleyerek tenkîd etmiş ve Ölümüne ailesi ağlayan bîr yahûdî kadının mezarı yanından geçerken Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in: yahûdî kadın mezarında azâb görürken, ötekiler de oturmuş arkasından ağlıyorlar, buyurduğunu söylemiştir. Şu hâle göre, ölünün azâb görmesinin sebebi, arkasından ailesinin ağlaması değildir, îbnu Ömer'in rivayet ettiği hadîsin lâfızlarından anlaşılan mânânın hilâfına her ölünün kabrinde azâb görmesi, arkasından ağlanmasıyla îzâh edilemez. Halbuki Hz. 'Âişe'nin rivayetine göre hadîs, Rasû-lullalı'm işitip gördüğü manzarayı hikâye etmesinden ibaret olup ne şer bir hükmü, ne de nebevi bir tâ'lîmi ihtiva eder.[1051]
Sahabenin içtihadı bâzan hadise muvafık düşmüştür. Nitekim Nese'î'nin rivayetine göre îbnu Mes'ûd (r.a.)'a, kendine mehii takdir etmeden kocası ölen kadının durumu sorulduğunda: Rasûluîlah (s.a.v.)'m bu mevzuda bir hüküm verdiğini bilmiyorum, diye cevâp vermiş, ashâb-ı kiranı da bir ay devamlı surette ona gidip-gelip ısrar etmiştir. Bunun üzerine İbnu Mes'ûd, o kadının ne fazla, ne de az olmadan, emsali kadınların mehri kadar mehir alması, iddet beklemesi ve mirastan hakkını almasına hükm ederek re'yi île ictihâd etmistir. Ma'kıl b. Yesâr gelerek, Rasûlullah (s.a.v.)'m kendi kabîle-\ lerinden bir kadm hakkında aynen böyle hükmettiğim söyleyince, Abdullah b. Mes'ûd buna, müslüman olalıdanberi sevinmediği bir şekilde sevinmiştir.[1052]
işte ashâb-ı kiramın böyle farklı görüşleri oîmuş; bu görüşleri tâbirler almışlar, ellerinden geldiği kadar hıfz ederek ashabın kana'at-lerini öğrenmişler; aralarında ihtilâf bulunanları, yapabildikleri nis-bette uzlaştırıp bâzı kaviller diğerine tercih etmişler ve böylece tâbi4în imamlarından herbirinin müstakil bir mezhebi meydana gelmiş; her beldede bir imâma uyulup intisâb edilmiş; bu imamlardan fetvalar istenmiş: aralarında birçok meseleler görüşülmüş ve kendilerine birçok dâvalar ve hükümler götürülmüştür. [1053]
Etbâ'u't-tâbi'în, müftîlerin fetvalarını duymuşlar, onların muhtelif şehirlerde verdikleri hükümleri ve hallettikleri meseleleri araştırmışlar, ictihâd ve istinbât mevziıunda, kaza ve fetva babında ellerinden geleni esiı gememişlerdir. Sonra mezhebler vücûda gelmiş, tâbî'lerİ çoğalmış ve her biri - görüşünü tfeyît için - sünnete dayanarak, onun müşkülen hâl ve münazaaları neticeye bağlamak hususundaki salıîh hükümünü ortaya koymuşlardır. Bu mezhep imamlarının her biri sünnetle kat'î surette amel edileceğini ve onunla ihticâcm vâcib olduğunu açıkça söylemişlerdir. Onlar -herhangi bir meselede farklı hadîsler bulunla duğunu görünce- sahabenin sözlerine müracaat etmişlerdir; zîrâ sahabe, İslâm'ın asıl kaynağına ve Rasûluilah (s.a.v.)'ın zamanına en yakın olan insanlardır.
Şurasına dikkat edilmelidir ki, meşhur mezheblerin imamlarının - hadîs hıfzı ve hadîs bilgisi bakımından farklı durumlarda bulunduklarını araştırıcılar ne kadar zannederlerse etsinler- hepsi de sahîh hadîsin kıyâsa ve nazara takdim edileceğinde ittifak etmişlerdir. Onlar arasında hiçbir imâm yoktur ki, aynen veya yaklaşık bir ifâdeyle: "Hadîs sahîh ise, işte benim mezhebim odur", dememiş olsun. Hatta "hadîscilerin ölçüyü kaçırarak aşırı bîr şekilde zemmettiği [1054]Ebû Hanîfe, sahîh olduğunu gördüğü bir sünneti elde ettiği zaman, onunla amel etmekten başka birşey düşünmemiştir. Ebû Hanîfe'nİn görüş tarzını hassas bir şekilde açıklayan Şa'rânî der ki:
"Ebû Hanîfe'iıin kıyâsı nassa tercîh ettiğini söyleyen kimse, ihtimâlki bu hükme onun mukallidlerinin sözleri arasında rastlamıştır. Ebû Hanîfe'nİn mukallidleri, imamlarının ki-yâsıyle amel etmeyi mecbur tutmuşlar ve imâmın ölümünden sonra sahîh olduğu anlaşılan hadîsi terketmişlerdir. Bunda imâm Ebû Hanîfe mahzurdur; fakat tâbî'leri ma'zûr sayılamaz. Onların (bizim imamımız bu hadîsle amel etmemiştir), demeleri, hadîsin huccetlik vasfını kaldırmaz; çünkü imâm o hadîse ya rastlamamış veya gördüğü halde sahîh kabul etmemiş olabilir. [1055]
Ebû Hanîfe zamanında hadîs uydurma hareketinin korkunç bir şekilde yayıldığım öğrendiğimiz zaman, onun re'yi ve kıyâsı birtakım hadîslere tercîh ederek bunlara ehemmiyet vermesini ve haber-i vâhid-lerin çoğunu reddetmesini büyük ölçüde nıâzûr görürüz. Zâten re'y imâmı olan kimsenin hadîsleri kabul ederken pek titiz davranması ve haber-i vâhidlerle amel etmek için bâzan bir kısmında aşırı davrandığı ağır şartlar ileri sürmesi gerekirdi, tşte bu hâl imamları, Ebû Hanîfe'nİn bâzı fikirlerini ve zaman zaman mezhebini tenkîd etmeye
şevke tmiş tir.
Ebû Hanîfe'nİn bu bâbta ileri sürdüğü şartların en mühimleri' şunlardır:
Haber-i vahidin, şeriatın kaynaklarında yapılan istikradan sonra ittifak edilen şartlara mu'ârız olmaması,
Kuı'âıı-ı Kerîm'in umûmî prensiplerine ve zevahirine muhalif olmaması,
Kavlî veya fiilî olan meşhur sünnete aykırı düşmemesi,
Bir beldeye hâs olmadan, sahabe ve tabiinden tevarüs edilen amele muhalif olmaması,
Râvînİn, hadîsi müzâkere etmedikçe yazısına güvenmemesi,
Râvînin, hadîsinin, hilâfına amel etmemesi,
Sahabeden gelen bir mes'elede ihtilâf eden birinin, yine bir sahâ-bînin rivayet ettiği haberle ihticâc etmeyi terketmesi,
Haberin, metinde veya senedde bir fazlalık ile infirâd etmemesi.
Herkesin başına gelebilecek bir mesele olmaması,[1056]
İmâm Şafii'nin, hadîse ne büyük bir değer verdiğini söylemeye hacet yoktur. O derki:
"Rasûlullah (s.a.v.) m sözü yanında, kimin başka bir hücceti bulunabilir? Anam, babam ona feda olsun!. [1057]Haber-i vahidin tesbîtinde göz önünde bulundurulacak esâsları göstermek için Risalesinde müstakil bir fasıl açan odur.[1058]
Mâlik b. Enes'in kıymetini anlamak için, onun yüce dâru's-sünne diye kabul edilen Medine'nin imâmı, Muvatta'mın da ehl-i hadîs metoduyla yazılmış bir nev'î fıkıh olması kâfidir. îmâm Mâlik, hadîsle tatbikî ve amelî olarak ihticâc etmiştir. Bu mevzuda ondan rivayet edilen sözler, onun hakkında daha fazla bir bilgi vermez. Mâlik, - her hâl-ü kârda - haber-i vahidin kat'î olarak ilim ve amel ifâde ettiği görüşündedir. [1059]
Ahmed b. Hanbel'e gelince, hadîs mevzuundaki ımı'azzam Müsned'i, onun teşrîc bakımından sünnete ne kadar büyük bir ehemmiyet verdiğini göstermektedir. Ahmed b. Hanbei"in, en büyük hadîs hafızlarından biri olduğu şüphesizdir. Hatta onun hadîsci tarafı, fakîhliğinden daha fazladır. "Öyle ki bir nass bulduğu zaman derhal ona göre fetva vermiş, ona muhalif olan her şeye ve kim olursa olsun hiçbir kimseye aldırış dahi etmemiştir. [1060]
Bütün bunlar, büyük imamların hadîsin dindeki yerini bildiklerini ve onu şerîatm ikinci aslı saydıklarını göstermektedir. Onlar sâdece haber-i vahidin kendilerine verdiği tatmin derecesinde ihtilâf etmişlerdir.[1061]
Haber-i vâhidle - Ebû Hanîfe'nin yaptığı gibi - ancak bâzı şartlar dâhilinde ihticâc edenler, sahabeden gelen rivayetlere göre onlardan böylesi haber-i vâhidle amel etmeyenlerin de bulunduğuna bakarak kendilerini mâ'zur göstermeye çalışmışlardır. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Muğîre'nin, ninenin mîrâsı hakkındaki haberini, Muhammed b. Mes-leme de aynı şeyi söyleyene kadar reddetmiştir. Hz. Ömer Ebû Mûsa'l-Eş'ari'nin bir yere izin isteyerek girme mevzuundaki haberini, Ebû Sa'îd el-Hudrî takviye edene kadar reddetmiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v.)'in Hakem b. Âsı reddetmeye izin verdiğine dâir Hz. Osman'ın rivayet ettiği haberi kabul etmemişlerdi^. Hz. Ali, Ebû Sinan el-Eşca(î'nin talâk-ı tefviz mevzuundaki haberini reddetmiştir. Hz. AH, Hz. Ebû Bekir müstesna, hiçbir kimsenin haberini, yemin ettirmedikçe kabul etmezdi. Hz, eÂişe de, ailesinin ağlaması sebebiyle ölünün azâb göreceğine dâir Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği haberi reddetmiştir.[1062]
Sahabenin haber-i vâhidle ihticâc ve muhtevası ile amel ettiğinden şüphe edilemez. Yalnız bâzı haber-i vâhidleri hemen kabul etmeyişlerinin sebebi, şüpheyi gidermek veya iyice anlamaya teşvik etmek, yahut da hadîs rivayetinde son derece ihtiyatlı olmayı tavsiye etmek İçindir, Bunun böyle olduğunu Hz. Ömer'in Ebû Musa'ya söylediği şu söz pek güzel ifâde etmektedir:
"Ben scvii itham etmiyorum; ama rivayet ettiğin söz, Rasûlullah (s.a.v.)'in sözüdür!".
Haber-i vahidin gerçek mânâsını bilmemiz, bu mevzûdaki karışıklığı bir kere daha izâle edecektir, Haber-i vâhid demek, sâdece bir kişinin rivayet ettiği haber demek değildir; bilakis o, sahih bahsinde de îzâh ettiğimiz üzere, mütevâtirin mukabilidir. [1063] Mezkûr rivayeti erdeki birinci sahâbîye bir başka sahâbînin de katılması, o rivayetin haber-i vâhid olmaktan çıkması için kâfî değildir. Daha da fazla olarak birinci sahâbînin rivayetine iki veya üç, hattâ yalan üzerine birleşmelerini akim kabul etmediği birçok râvîlcr katılsa dahî o haberler vâhidlik durumundan çıkmazlar. îşte bunun için !Âmidî demiştiı ki:
"Muhaddislerin bâzı haberleri reddedip bâzıları üzerinde tevakkuf etmeleri, habetlerde böyle davranmayı gerektiren bir.hâlin bulunuşu veya aranan bir şartın bulunmayıp gibi sebepler dolayısıyledır. Yoksa .0 haberlerle, amel etmek hususunda hemfikir olup da sıhhat derecesi bakımından ihticâca elverişli bulmadıkları için değildir.[1064] Binâenaleyh haber sahih olduğu saman, dînin asıllarından biri olur. Araştırıcının bu aslı başka bir asılla karşılaştırmasına ihtiyaç yoktur; zîrâ ikinci asıl birinciye muvâfıksa onu destekler ve takviye eder; muhalif olduğu takdirde de, ikisinden birini reddetmek doğru değildir; zîrâ o zaman bu iş. haberi kıyasla reddetmeye benzer. Halbuki sünnet kıyâsa tercih edildiği İçin bu durum ittifakla merduttur. [1065] "Eğer biri kalkar da: Biz sâdece Kur'ân'da bulduğumuzla amel ederiz, derse, icmâ-ı ümmetle kâfir "olur. O takdirde bu şahsın, sâdece biri güneşin zevalinden gece karanlığına kadar, [1066] diğeri de fecr vaktinde olan namazları kılması îcâbeder; zîrâ namaz adiyle Kur'ân-j Kerîm'de zikri geçen en az miktar bu kadardır. Bundan fazlasının da hududu yoktur. [1067]
Şurası var ki, haber-i vâhidle amel etmenin sahîh oluşu başka şey, kat'î oluşu daha başka şeydir. îslâm âlimlerinin ekserisi, sika râvînin rivayet ettiği haber-i vahidin hüccet olup onunla amel etmek lâz;m geldiği kanaatindedir. [1068] Bu nevî haberin delâleti zannî olduğu için de, yine onların ekserisine göre katHyet ifâde etmez. [1069]İmâm Ahmed b. Hanbel, Haris b. Esed eî-Muhâsibİ, Hüseyin.b. Ali eî-Kerâbîsî ve Ebû Süleyman'ın [1070]aralarında bulunduğu bir grup, haber-i vahidin kat olup ilm-i yakînî ifâde ettiği [1071]Hatta İbnu
Hazm de der ki:
"Rasûlullah (s.a.v.)'a varıncaya kadar hep âdil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid, hem ilim, hem de amel ifâde eder. [1072]Hatîbu'l-Bağdâdî, bu görüşü tenkîd etmek ve haber-i vahidin katiyet ifâde ettiğini söyleyenleri reddetmek için el-Kifâye adlı eserinde bir bolüm ayırmıştır. [1073] Bir başka bölümü de, haber-i vahidin ilim İfâde ettiğini zannedenlerin şüphesini zikretmeye ve bu şüpheyi yok etmeye tahsis etmiştir. [1074] Aynı zamanda da haber-i vâhidlerle amel etmek gerektiği mevzuuna girip buna sahîh rivayetlerle deliller getirmekte bîr beis görmemiştir. Bütün bunları, "haber-i vâhidle amel etmemin sıhhatine ve vücûbuna dâir bâzı delillerin beyânı[1075] adlı müstakil bir bâbta incelemiş, sonra haber-i vahidin kabul edildiği ve edilmediği mevzuları beyân etmiş ve nihayet "aklın ve muhkem olan Kur'ân âyetlerinin hükmüne, ma'lum sünnete, sünnet yerine kâim fiile ve her kesin delile muhalif olan" mevzularda haber-i vahidin kabul edilmeyeceğini söyleyerek bu bahse son vermiştir. [1076]Eğer bu bir şey ifâde ediyorsa, şüphesiz, âhad yolla rivayet edilse . dahî, sahîh hadîsin teşrî'deki Önemli yerini gösterir. Gayr-i dînî ilimlerin haberlerini, semavî olan dînî rivayetler bir tarafa, Arap olan bu yüce Rasûlün hadîslerinden daha hassas bir İsnâdla, daha muttekîce, daha emîn bir tarzda daha titizlikle ve ihtiyatla, daha geniş ve yaygın bir şöhretle rivayet etmek elbette çok güç, hatta muhal gibidir. Bu hadîslerin çoğu tevatür derecesine ulaşmasa, her neslija ulemâsı, hadîslerin kat'î ve yakînî ilim ifâde ettiğinde aynı - veya birbirine yakın -kanâ'atlere sahip olmasa bile bu böyledir. îşte bu sebeple, ekseriyetin sahîh haberin hilâfına amel etmesi ona zarar vermez; çünkü ekseriyetin sözü hüccet değildir. [1077] Üstelik hadîsle amel etmek, daha önce de îzâh ettiğimiz üzere[1078] senedden önce metni, şekilden önce muhtevayı, lâfızdan önce mânâyı gözeten birtakım tenkîd ölçülerine bağlıdır.[1079]
Daha öfice zikredilen sebeplere binâen mütehassıslar, senedi sahîh olan haber-i vâhidle ihticâcı kâfî görmeyip, karinelerle takviye edilen haberle de ihticâc ederek bu nevi haberin ilim ifâde ettiğini kabul etmişlerı[1080] ve ilim ifâde etmek bakımından, bunu, tevatür derecesine varmamakla beraber tarîkleri çok olan haberlerden de kuvvetli saymışlardır. Bunu böyle saymalarının sebebi: ''onu hafızlardan hiç birinin tenkîd etmeyişi ve iki mânâsı arasında bir zıddiyet bulunma-İyişıdır; zîrâ mütenâkız olan iki şeyden her birinin değru olması mümkün değildir[1081]
I Eğer karinelerle takviye edilen haber kabul edilirse ve haberi I takviye eden şey de karineleri ise, o takdirde hasen hadis bilhassa zâtihî hasen hadîs[1082] kuvvet, derece ve yakın ifâde etmek bakımından ; sahîh seviyesinde olmamakla beraber sahihe ilâve edilecek ve hatta 'ihticâc bakımından ona müsavi olacak kadar sahîh hadîse benzemektedir. Şu hâlde imamların çoğunun: Hasen hadîs, ihticâc itibariyle sahîh hadîs gibidir, demelerine şaşmamak lâzımdır. Hattâbî'nin de dediği gibi: "Hadîslerin ekserisinin durumu böyledir; zîrâ birçok hadîs, sahih derecesine ulaşmaz. Hemen hemen bütün fakîhler hasenle amel etmiş, âlimlerin çoğu da onu makbul saymıştı[1083]
Bilindiği üzere bütün çeşitleri ile ihticâca elverişli görülmeyen hadîs, zayıf hadîstir. Bu durum da îzâha lüzum kalmayacak kadar tabiîdir; zîrâ kusuru ister metinde, ister senedde olsun zayıf hadîsin bütün nev'îleri şüpheyi celbe tmektedır. Bunların niçin zayıf olduğunu
"aynı ölçüde belirttiğimiz İçin şimdi yeni baştan bu ıstılahları ele alarak her birinin neden zayıf olduklarını araştıracak değiliz. Biz zâten incelediğimiz her ıstılahın niçin ihticâca elverişli olmadığını söylemiştik.
Burada okuyucuyaj muhaddİslerin araştırmalarına hâkim olan me-todlu tenkîd ruhunu hatırlatmak istiyoruz. Hadîsteki zayıflık ne kadar önemsiz de olsa, onu herhangi bir tedkîk ve tahkike tâbic tutmadan ne bir şercî hükmün, ne de ahlâkî bir faziletin kaynağı olarak kabul edebiliriz.[1084] Yine okuyucunun, münekkıdlerin cerh ve taMîl ıstılahlarım ve cerh ıstılahlarının, tafdîl için kullanılanlardan daha sert olduğunu her zaman hatırlamasını isteriz. [1085] Bu suretle okuyucu, kendisiyle amel edilecek hadîsin sahîh olduğunu görmek ve onu her türlü şaibeden kurtarmak için bu hassas tenkîd Ölçülerinin, râvîicri cerh etmeyi caiz, hattâ vacip kıldığına[1086] inanmış olacaktır. Yalnız sika râvîîer tarafından rivayet edilen ve bu işin ĞXn olduğunu bütün râvîleri anlamış olan hadîs ihticâca elverişlidir.[1087]
Bâzı âlimler şöyle derdi: "İlimler üç kısımdır:
1 -Pişen fakat yanmayan ilim ki bu nahiv ve nahiv asılları ilmidir.
2 -Ne pişen, ne de yanan ilim ki bu beyân ve tefsir ilmidir.
3 -Pişen ve yaran ilim ki hu fıkıh ve hadis ilmidir.[1088] Bu söz, önemli İslâmî ilimlerin gc\irdiği merhalelerden bahseden, araştırıcıların bu ilimler .ırasında y.ip Lığı muvâzeneden ve bu ilimlerin asıl prensipleri, yerleşmiş kfudt İcri ve hassas ıstılahları arasındaki mukayeseden sonra vardıklar neticeleri gözümüzün önüne seher doğru bir sözdür.
Bu sözleri söyleyen kimse, fıkıh ve hadîsi bir ilim olarak kabul etmekle çok İsabetli davranmıştır; zîrâ fıkıh, hadîs-i şeriflerin, hayâtın muhtelif saf halan hakkında ortaya koyduğu muazam teşrî'i mirastan doğmuştur. Hadîs-i şerifin, mücmel âyetleri beyân etmesiyle, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra müstakil bir teşri' esâsı olması arasında bir fark yoktur. Şüphe yok ki fıkıhla hadîs arasındaki bu sağlam bağlantı, onların tekâmül yolundaki adıral^rmı birbirine yaklaştırmış, gelişme safhasında geçirdikleri merhaleleri yakmlaştırmıştır. Fıkhın asılları, ancak 'ulûmu'l-hadîsin temeline ilk tas konduktan sonra yerleşebilmiştir.
Hadîs ile fıkıh, hazırlayıcı ve yerleştirici fonksiyonlarını îfâya devam edip giderken, onlar hakkında yapılan araştırmalar genişleyip çoğalmış}, "kâh hadîsin, kâh re'yin hâkimiyeti için gayret eden fikir ekolleri vücut bulmaya başlamış ve hadîs ile fıkıh beraberce pişmiş, beraberce yanmışlardır. Başlangıçları aynı olduğu, mu'azzam gelişmeleri birbirine benzediği, şerî'ata hizmet etmek, tahkik ve tedkîk için müşterek bir metod kullanmak itibariyle aralarında fark bulunmadığı için karşılıklı rabıtaları hiç gevşeme mistir. Eğer hadîs ile fıkha müşterek bir isim vermek istenirse, her ikisini birden ifâde etmesi İtibariyle 'ilmu'l-hadîs adından daha münâsibi bulunamaz. Bu suretle hâsseten hadîsin bütün iıkhî meselelerdeki yerine işaret etmek için bu isimlerden birini söylemekle ötekine ihtiyaç duymayız. Hadîs olmasaydı, fıkıh elbette bir ilim olamazdı.
Şu hâle göre. Önce pişen, sonra da - hakkında pek çok eser yazılması sebebiyle yanan ilim hadîs veya fıkhıı'l-hadîs ilmidir. Diğer ilimler de -İster nahiv esasları gibi pişsin'fakat yanmasın, ister tefsir tnetodlan gibi ne pissin ne de yânsın - hadîs münekkidi erinin vaz'et-tiği ölçülerden, yerleştirdiği kaide ve usûllerden kuvvet ve zayıflık, genişlik ve derinlik itibariyle farklı şekillerde tesir altında kalmıştır. Fıkıh hadîsin gölgesinde doğmuş, sonraları onun kopmayan bir parçası hâline gelmiştir. Müfessirler, Kur'ân-ı Kerîm'in tevilinde sünnete dayanırken, tefsîr ilmî de hadîs sahasındaki yolunu bulmuş, kendisine hâs metodlaıı ve usûlleri olan müstakil bir ilim hâline gelinceye kadar o da fıkıh gibi - hadîsin bir parçası olmuştur. Fakat tefsîr,. - müstakil olmakla beraber - tefsîr bi'l-me'sûrda olduğu gibi hadîsten bir dereceye kadar ayrılmış da olsa, yine RasûluUah (s.a.v.)'m sözüyle büyük bir irtibat halindedir.[1089]
îşte bu suretle müfessirler, tefsîr gibi pişmemiş ve yanmamış bir ilmi teyît için, pişen ve yanan bir ilimle - hadîsle ihticâc etmişlerdir. [1090]Nitekim fıkıh ilminde de hadîsle ihticâc etmişler; bu suretle müfessir fakîhler muhaddislerin metodlarını kullanmayı âdet edinmişler; ve fıkıhla tefsirin bir çok tarafları hadis mührüyle damgalanmıştır.[1091]
Şimdi geriye, pişen fakat yanmayan nahiv asılları kalmış oluyor. Bunlar hadîsin tâsîrinde nasıl kalabilir?. Nahvin, -dünyevî ve insanî bir ilim olarak- dînin temellerinden ve teşrî( esaslarından birine ne ihtiyâcı vardır?!
Hayret edilecek nokta şürasıdır: Bu soruya cevâp verirken, hadîsin nahve ve nahiv asıllarına olan tesirinin, fıkha ve tefsire olan tesîri kadar kuvvetli olduğunu âdeta gözle görmekteyiz. Şurası da var ki, bunların birbirine olan tesîr ve müessiriyetine kendi arasından baktığımız açı, taklîdle hiçbir münâsebeti clmayan asîl ve orjinâl bir açıdır.
Görüşümüzü açıklamaya başlamadan önce, - tâbirin sıkıcılığm-dan kurtulmak için - bu fasılda nahiv sözünü her zikredisimizde, yalnız lügat meselelerini sırf nahvi kısımlar olarak ihtiva eden büyük nahiv asıllarını kasdettiğinmi söylemek istiyoruz. Bu nahiv asılları, - umûmî vfe şümullü ıstılaha göre - hadîsin tesirinde kalmış ve onun metodundan çok istifâde etmiştir.
Hadîsin nahiv asıllarına tesîri, bu asılların genişliğine, derin ligine ve ufkunun büyüklüğüne rağmen - iki türlü olmuştur: Birincisi hadîs ilmi pişmeden önce nahiv asılları onun doğuşuna katılmış; diğeri de, hadîs ilminin pişip, parlak nefis yemişlerini verdikten sonraki yanışına şahit olmuştur!
Birinci kısımda bu tesîr derecesini genişleterek ifrata sapmayacağız; zîrâ şimdi biz, hadîsleri isnâd fikrinin İlk ve basit şekliyle Hulefâ-i râşidîn devrinde doğduğunu tasavvuı etmekte, sonra da - yine ilk ve basit şekliyle - Hulefâ-i râşidîn'in sonuncusu olan Hz. AH zamanında nahiv ve arabî ilimlere dâir bâzı meseleleri ortaya koyma fiikfinİn doğduğunu düşünmekteyiz. Her hâl-ü kârda İslâm âlimlerinin ahkâm-ı şer'iyyeyi elde ettikleri rivayetlere gösterdikleri titizliği, aynen, nahiv kaidelerini çıkardıkları rivayetlere gösterdiklerini müşahede etmekteyiz. Arabî ilimleri ilk olarak ortaya koymakla tanınan Ebu'l-Esved ed-Duelî[1092], nahiv meselelerini ilk defa Hz. Alî'nin bahis mevzuu ettiğini söylemektedir. Rivayet edilen haber, dînî ve şer'î bir mesele olmasa bile onun Hz. Alî'ye nisbet edilmesi, tahammül ve edâ yollarının müslü-manlar tarafından çok Önceleri kullanıldığını göstermesi bakımından bir isnâd çeşidi sayılır. Ebu'l-Esved ed-Duelî bu rivayeti Hz. Alî'ye isnâd ettikten başka, yine pek aşikâr bîr isnâdla fetvalarının bir çoğunu da ona nİsbet ediyordu.
Hadîs rivayetinde isnadın kullanılmaya başlandığı zamanı tâyin etmenin güç olduğu zannı, hadîsin kaynaklarına pek az inilmesi sebebiyle doğmuştur; zîrâ bu kadar çok ve yaygın hadîsleri sahâbîlerin birbirinden aldığını, onların bir sözü bir başka sahâbîye isnâd ettiğini ve bir sözün, o mealdeki diğer sahabe sözleriyle takviye edildiğini reddetmek güçtür,
Kitâbımızdakî teşrî'de hadîsle ihticâc faslım okuyan, -zikre-! dildiği üzere - hadîsleri duyup Öğrenip başkalarına rivayet etmeky maksadıyla sahâbe-i kiramın Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanına nöbetleşffl gittiğini müşahede eden, asr-ı saadette bile müslümanlarin birbirlej rinden rivayet ettiğini gören okuyucunun rivayet ve isnâd meselelerini tekrar ele almaya intiyaç duyduğunu zannetmiyoruz. Ve yine sahabe ve tâbi'înİn, rivayet etmekte oldukları haberleri kimden aldıklarını beyân ettiklerinden de şüphe ettiğine ihtimâl vermiyoruz.[1093]
Bâzı tâbi£îlerİn-meselâ:Katâde b. Di*âme es-Scdûsî gibilerin -ha-? dîsleri senedleriyle birlikte rivayet etmediklerine dâir söylenen haberler dahî bize, muhtelif şehirlerde bulunan tâbi'îleiin çoğunun, hadîsleri senedleriyle birlikte rivayet etmekte olduklarını gösterir. Böyle olmasaydı râvî; herkese şâmil olduğunu o devirde - bilmeyen tek şahsın dahî mevcut olmadığı umûmî bir hükümden Katâde'yi veya bir başka tabiiyimüstesna tutmaya uğraşmazdı. Misâl olarak: Hammâd b. Seleme'nin Tabakâtu'l-kubıâ'daki[1094] şu sözünü ele alalım
Katâde'ye giderdik, oda: Hz. Peygamber'den bize ulaştı ki. Ömer'den bize ulaştı ki. diyerek hadîsleri hemen hemen isnâd etmezdi. Hammâd b. Ebî Süleyman Basra'ya geldiği zaman: Bİze İbrahim, falan ve falan rivayet etti ki demeye başladı. Bu hâl Katâde'ye söylendiğinde o da: Mutarrıf'a sordum kî diyerek haberle senetleriyle birlikte rivayet etti.
ilk bakışta bu haberden anlaşılan mânâ şudur: Hammâd b. Süleyman Basra'da bu âdeti yaygın hâle getirdikten sonradır ki Katâde isnâdla rivayet etmeye başlamıştır. Bu haberle anlatılmak istenen asıl mesele, Hammâd b. Seîeme'den başka birçok tabiilerin de kendi şehirlerinde haberleri isnâdla rivayet etmekte olduklarıdır. îşte meselenin delîl olarak ele alınacak tarafı burasıdır.
Esâsında tâbi'îlerin, isnâdla birlikte rivayet etmeye teşvik etmeleri veya haberlerin senedlerini soruşturmaları îcâb ediyordu; fakat bu teşvike ne asr-ı saadette, ne de ilk sahâbîler devrinde hacet vardı; zîrâ herkes birbirini tasdîk edip inanıyor, kimse kimseyi itham etmiyordu. Yalnız "Hz. AH ile Hz. Mu'âviye arasındaki ihtilâfın harp şeklini alarak, kanların dökülüp canların telef olmaya başladığı hicretin kırkıncı yılı, sünnetin yalan ve uydurmadan münezzeh olması ile, yalan ve hadis uydurma hareketinin çoğalarak siyâsi maksatlara ve dahilî bölünmelere hizmet için kullanılmaya başlamasını birbirinden ayıran bir hududtur.[1095] Bu fitne hareketinin zuhurundan sonra herkes haberlerin senedlerini soruşturmaya başladı; "ehl-İ sünnetten olanların hadîslerini kabul ettilers ehl-i bid'attan olanların hadîslerini de terk ettiler[1096] Fitnenin kalblerde bıraktığı kötü tesirlerden biri de, iki kutubtai herbirini, kendi grubunun faziletlerine dâir uydurmaya tabiî olarak teşvîk etmesiydi. Nitekim büyük şiî edîbi Ibnu Ebi'l-Hadîd şöyle demektedir;[1097]
Mühim olan nokta, - daha önce zikrediîdiği üzere - haberlerin senedlerle birlikte rivayetinin ilk olarak sünnetin naklinde görüldüğüdür. Çünkü fıkhî ve teşri meselelerin izahında sünnetin tesiri mevcuttur. Gayr-i dînî rivayetlerde isnada önem verenler, -islâm'ın ilk yıllarında - müsamahakâr ıstılâhçılarm göz yumabileceği bir tarzda, lâfza bağlı kalanların taassubundan da pek uzak bir şekilde ve tabiî imkân nisbetinde nakillerini isnâd etmişlerdir. Bununla beraber nahvin kurucusu sayılanlardan arabî ilimleri ilk defa tesîs eden kimseler, muhtelif sahalarda imkânları nisbetinde haberler ve eserler nakl etmeye çalışan sahabe ve son tâbirlerin yaptıklarından farklı bir şey yapmamışlardır. Bu iki gruptan herbiri, ahbâr râvîierini umûmî olarak, hadîs râvîierini de daha husûsî bir şekilde birbirlerinden tama-! miyle ayıracak bir özellik bulamıyorlardı.
Bununla beraber diyoruz ki, Arapların nahiv prensipleri vazetmeyi düşündüğü günden itibaren hadîs, nahiv asıllarına tabiî olarak tesîr etmiştir. Yani bu tesîr, hadîsin kemâl devresinde değil doğuşu sırasında vuku bulmuştur. Bu hususta mübalağa ederek hadîsin tesîr sahasının genişliğini belirtirken aşırı davranmayacağız. Fakat bu ilmin ikinci asırda pişip, üçüncü asııda yanmasından sonra- hadîsin nahve ve nahiv usûlüne, muhtelif ilimlere ve metodlarına olan tesîrini anlatmak bâbmda ne kadar mübalağa edersek edelim, yine de hadîs ilminin hakkını Ödeyemeyiz; zîrâ hiçbir îslâmî ilim yoktur ki, onda hadîsin belirli bir tesîri bulunmasın. Bu tesîr vasıyyetler, hikmetler ve prensipler gibî nebevî mîrâsın aydınlattığı sahalarda olmasa bile, mutlaka tahammül ve edâ usûlleri, rivayet ve râvîlerin şartları, ten-kîd ve tercih Ölçüleri, tasnif ve tahrîc iislûbları, muvâzene ve tercih şekilleri hakkındadır. İşte bütün bunlar rivayet ve isnâd yoluyla nahiv misâllerine girmiş, lügat bahislerine geçmiş, edebiyat haberleri arasına katılmış ve her sahada gür sesini duyurmuştur. [1099]
Bilindiği üzere sarf, nahiv ve bütün lügat meseleleri, edebiyat ilimlerinin çeşitli dallarını teşkîl eder. Bunlara ancak erRuaynî [1100]'nin de dediği gibi asıl Arap kelâmıyle şâhid getirebilir. Sahîh rivayetlerle, muttasıl isnâdlardan başka, bizi fasîh olan kadîm Arap kelâmına götüren bir başka yol var mıdır?
Bütün âlimler şu hususta ittifak etmişlerdir ki kanaaümca bu ittifaklarında haklıdırlar Arapçada müteahhir edebiyatçıların sözüyle ihticâc edilmez. [1101]Ve bu ittifak sebebiyle, saymakla tüken-v meyecek nice rivayetleri ulûm-i arabiyyeye katmışlardır. Bu rivayetler arasında, İslâm'a yetişemeyen Gâhiliyyet devri şâirlerinin, Câhiliyyet ve İslâm devirlerine yetişen Muhadramlann birçok şiirlerinden başka Gâhiliyyet devrini hiç görmemiş şâirlerin bir kısım îslâmî şiirleri de bulunmaktadır. [1102]Acaba muhaddislerin hadîs rivayetinde kullandıkları isnâd sisteminin az veya çok nisbette tĞsîrinde kalmadan bütün bu şevâhidi nakletmek onlardan birine müyesser olmuş mudur?
Bu noktada bâzı mu'âsır araştırıcılar bize şöyle seslenmektedir: Aksine hadîs rivayeti, şiir rivayetinin ve Câhiliyye şâirlerinin haberlerinin te'sîrinde kalmıştır; zîrâ İslâm'dan önceki bâzı şâirlerden şiir alındığını söyleyen sahâbîler mevcuttur. Nitekim Ömer b. el-Hattâb, Furât b. Zeyd el-Leysî'ye kardeşinin şiirini okuyarak: "Bu, kardeşin Kusâme b. Zeyd'in şiiridir. Bu şiiri bana o okudu; ben de ondan zabtettim". demiştir. [1103]Araştırıcıların - şayet doğru ise byîe bir haber kaışısında- sâdece misâl verilen şiirin Câhiliyye şiiri olmasına bakarak, onu, Gâhiliyyet devri halkının, şâirlerin haberlerini senedle rivayet ettiklerine delîl saymalarını anlayamıyorum. [1104]Bu haberde, İslâm'ın Ömer gibi birisine, bilmen her sözü sahibine nisbet etme hırsını vermesinde, doğruluğa, takvaya, emânete ve iyi ahlâka teşvîk etmek için bir misâl bulamıyorlar!
Hattâ rivayet edilmekte1 olan az miktardaki bu kabil rivayetin hepsi, Câhiliyyet devri insanları arasında, haberleri senedîeriyle rivayet etme âdetinin mevcut olduğuna delîl sayılsa, ve hatta bu misâllerin sayılamayacak kadar çok olduğu kabul edilse bile - ki aslında, bu kadarcık rivayetten fazlası da elimizde yoktur- kim çıkıp da bu şevâhidin, İslâm'dan Önce veya Hulefâ-i râşidîn devrinde rivayet edildiği tarzda bize geldiğini iddia edebilir?
Hadîs ilimleri gelişip, hadîs ıstılahları hakkında esâsh prensipler tesbit edilip ve bu prensiplerle ıstılahlar halk arasında yayıldıktan sonra râvîler, öğrenip öğretilmesini istedikleri haber, siyer ve şiirlerden senedleri muttasıl olanların rivayetlerine ehemmiyet vermeye başlamışlardır. Aslında râvîler, bunlar arasında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadîslerini, takva ve ihtiyatla rivayet etmek hususunda daha titiz davranıyorlardı.
Bunlardan şu neticeye varmaktayız: Râvîler, ilimlerin tasnifi asrında, hadîs rivayetinde muttasıl isnadı kullanmaya önem vermişler veya bu kabil dînî rivayette sened zincirinin muttasıl olmasını daha çok gözetmişlerdir. [1105]Sonra yine aynı şahısların, lügat ve nahvin, şiir V€ benzeri şevâhidin râvîleri-oldukları ve bunları rivayet ederken dînî rivayetteki kadar ciddî olmadıkları; fakat hadîs münekkidlerinin onlara cehd ve zorlama ile dahî zail olmayan derin bir tesir bırakmaları sebebiyle, bu şevâhidte, câhiliyye devrinde olduğu nisbette bir gevşeklik göstermedikleri neticesine varmak hakkımız ve hattâ vazifemizdir. [1106]
Asma'î gibi bîr imâmın, "ancak birkaç hadîs rivayet edecek kadar[1107] hadîs rivayetinden kaçınması gösteriyor ki, Rasûlullah (s.a.v.)'a yalan isnadı korkusu, ilk büyük râvîlere olduğu gibi ona da hâkim olmuş, kendileri için Selâmeti, dinde takva ve ihtiyat sahibi olmakta görmüşlerdir. Bunların, başka rivayetlerde de takvayı asla bırakmamalarına rağmen, hadîs rivayetine kıyâsla şiir rivayetinde dana serbest oldukları da bir hakikattir. Meselâ: Şu'beb. Haccâc, en büyük hadîs imamlarından biridir. Hemen hemen yegâne meşgalesi, halka hadîs rivayet etmekti. Fakat zaman zaman şiir rivâyetiyle bir miktar uğraştığı da olurdu. Birgün Ebû Zeyd Sa(îd b. Evs ile karşı-bklı bir hayli şiir okurlar. Buna hayret eden bâzı hadısciler dayana-mıyarak Şu'be'ye derler ki:
"Ey Ebû Bistâm! Biz senden Rasûlullah (s.a.v.)'m hadîslerini duyabilmek için günlerce yolculuk edip geliyoruz. Sen ise bizi bırakıp şiirle uğraşıyorsun!" Bu sözlere pek hiddetlenen Şu'be onlara dönerek:
"Be adamlar! Ben kendim için hayırlı olanı sizden daha iyi bilirim. Allah'a yemin ederim ki ben, şiir rivayetinde, hadîstekinden daha serbest davranıyorum", der. [1108]
Hadîs rivayetinde gösterdikleri ciddiyete nazaran, şiirde, râvîlerin m daha serbest davrandıkları muhakkaktır; zîrâ sünneti rivayet ederken |j onlara, tahkik ve tetkiki gerektiren tahdîs sıfatı hâkim oluyor ve bu sûrede sened zincirine gösterdikleri ihtimamı hadîs metninin lâfızlarında da gösteriyorlardı[1109] Onlar şiir rivayetinde de fevkalade bir dikkat ve titizlik gösteriyorlar ve farkında olmadan tahdîs sıfatının tesirinde bulunuyorlardı; şiirde serbest davranmakla büsbütün gevşetmiyorlardı. Hadîs rivayet edip yalana düşmektense, şiir rivayet etmeyi tercih ediyorlardı. Nitekim sahâbî îmrân b. Hıısayn Basra'ya geldiğinde, şiir ve hadîs rivayetine ayrı ayrı zaman tahsis etmekle beraber, daha çok şiir rivayet etmiş ve eğer istese devamlı surette iki gün hadîs rivayet edebileceğini söylemiştir.[1110]
Siz, bütün bunlardan sonra, eski nahivcileiin çoğunun hadîsle ihticâcı terkederek şiirle ihticâc etmelerine şaşmaz mısınız? Dağ gibi ağaçları bırakıp çalı-çırpiya sarılmaları sizi dehşete düşürmüyor mu?
Eskilerin haberlerini rivayet edenlerin yalancı veya uydurmacı (vazzâ) olduklarını söylemiyoruz; hatta şiir rivayetinde, onların hepsinin müsâmahakâı olduklarını da söylemiyoruz; aksine ellerinden geldiği kadar bütün rivayetlerinde doğru, temkinli ve ihtiyatlı olmaya çalıştıklarını zannediyoruz. Ne var ki, Müsned'i irsal etmek, Mür-sel'i isnâd etmek, Mevzûl'ü maktu yapmak, Maktû'u mevsûl yapmak, bir rivayeti diğerlerine idhâi etmek gibi mevzularda hadîseilerin gösterdiği dikkat ve sağlamlığa onlar sahip değildiler. Onlar her hâl-u kârda mâzûr idiler. Şüphesiz onların bu mazeretleri bir çoğunun edebiyat haberlerini, nahiv ve lügat şevâhidini, câhilliyye devrini görmeyen kimselerden almış olmaları sebebiyledir, Şu hâle göre bâzı isnâd halkalarının düşmüş olmasında onların bir sû-i taksirleri yoktur. Bu halkalar düşünce, geniş mesafeleri kapatmak, boşlukları doldurmak için, inkıta1 ortadan kalkana kadar bir şahsın yerine mu'âsırı olan birini koyarak ve isnâd silsilesini tamir ederek tesviye tedlîsi[1111] yapmakta da bir beis yoktur. Bununla beraber, şiir rivayet eden kimselerin yalancı ve gevşek olduklarını, bu tamir ve tedlîsi kasden yaptıklarını söylemiyoruz. Şüphe yok ki onlar, hadîseilerin tesirinde çok kalmışlardır. Şiir râvîlerinin, hadîs ıstılahlarının tesirinde kaldığını gösteren en açık delîl, hadîs rivayetinden kaçmaları, muhaddislerin merhamet nedir bilmeyen terbiyeci sopalarından ve bu sopanın son derece sağlam ve insaftı dikkatli davranmaya mecbur eden karaltısından koıkmalarıdır. Bu öyle bir müeyyidedir ki, bütün talebelerinin, gerek dünyâ ve gerekse din işlerine dâir rivayet ettikleri her şeyde en doğru konuşan, alnı en açık ve sözü en samimî birer insan olmalarını ister.
İlk nahivcilerin durumuna hayret etmemek kabil değildir. Çeşitli bâblar ve fasıllar hâlinde tertîb ettikleri kaidelere misâl arayıp durdukları hâlde, Rasüluilah (s.a.v.)'ın hadîslerine müracaat etmemeye gönülleri nasıl razı oldu! Halbuki onlar, muhaddislerin gerek şifahen ve gerekse isnâd yoluyle rivayet edilen haberler için ileri sürdükleri şartların en doğru nakilleri ve en sağlam sözleri temîn ettiğini de bilirler!
Mucâsır bazı araştırıcılar bu acâip durumu mükemmel bir tarzda şu şekilde açıklamaktadırlar:
"Eski lûgatçiler ve nahivciler bilhassa şiir râvîlerinin naklettiği küitüre olanca gayretleri ile yöneldikleri için, hadîs rivayet ve dirâ-yetiyle meşgul olacak imkânları kalmadı. Bu sebeple, hadîsle ihticâc meselesi de istendiği gibi olmadı. Nahivciler, hadîsle ihticâc edememelerinin sebeplerini zikrederken öyle gerekçeler ileri sürmüşlerdir ki, bütün bunlar, şiir ve nesirle yaptıkları ihticâctan daha kuvvetli ve sağlam olmuştur.[1112]
Hadîsle ihticâc edilmesine razı olmayanların ileri sürdükleri en' kuvvetli delil, bütün bu rivayetlerin, Arabın en fasîhi olduğunda şüphe edilmeyen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in lâfzı olduğuna güvenmedikleridir ve "ulemâ bu rivayetleri, - Ebû Hayyân el-Endülüsî'nin dediği gibi- Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in sözü olduğuna güvenemedikleri için terke tmişler dir. Eğer güvenselerdi, bunlar, külli kaidelerin isbâtında Kur'ân yerine geçerdi. [1113]
Ebû Hayyân, hadîsle ihticâcı kabul etmeyenlerin durumunu iki şeye bağlamaktadır:
Birincisi, râvîlerin bir kıssayı değişik lâfizlarla nakletmeye cevaz vermeleridir; halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün bu lâfızları söylememiştir; fakat râvîler Hz. Peygamber (s.a.v.)'in fasîh lâfızlarını söylemeyipj onların benzeri diğer kelimelerle hadisi nakletmelerdi.[1114]
İkincisi, rivayet edüen hadîslerde birçok lâhin yapıldığıdır. "Zîrâ râvîlerin birçoğu aslında Arap değildi ve Arap dilini de nahiv san'atına uygun olarak bilmiyorlardı. Bu sebeple, onlar farkına varmadan sözlerinde lâhin vuku* bulmuştur. [1115]
Gerçek şudur ki, mânâ ile rivayeti caiz görenler} bunu birtakım şartlara bağlamışlardır. Şöyle ki:
Mânâ ile rivayeti, ancak, dili kendi tabiatı iktizâsı olup yaratılış itibariyle Arap olan sahabe, tâbi'în, büyük fakîh imamlar ve râvîler yapabilir. Bu zevattan Arap olarak yaratılan biri, bir lâfzın yei ine mürâdifini koysa, bunu nahivcilerin diğer Arap kelâmına tercih etmesi gerekir. Zîrâ bunu yapanın, fasîh Arap topluluklarında yetişen biri olması, sözünün tereddüt edilmeden derhâl kabul edilmesini îcâb ettirir. îşte bu sebeple imâm Ahmed. b. Hanbel, îmâm Şafii hakkında: "Onun sözü lügatte hüccettir", der. [1116]
Farzedelim ki, selef-i sâlihîn, mânâ ile rivayet etmiştir. Farzede-lim ki, hepsi de diğer rivayetlerde olduğu gibî, merfû hadîste de müsamahakâr davranmıştır. Ve yine diyelim ki, rivayet ve tedvîn asrında, bütün râvîlerin mânâ ile rivayet edebileceğine dâir icmâ edilmiştir; fakat vâkı'a her bakımdan bunun aksini göstermektedir. Şöyle ki:
îlk râvîler, rivayetlerin mutlaka lâfzî ve nassa tamamen uygun olarak yapılması hususunda pek titiz davranıyorlardı; hattâ ve harflerinin yer değiştirmesine dahî müsamaha etmiyorlardı. Onlar,Acmeş'in dediği gibi hadîste bir veya bir ziyâde etmektense, göklerin başlarına yıkılmasını tercih ediyorlardı.[1117] Hadîs râvîsinin, iki lâfız arasındaki tereddüdünü gösteren ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in söylediği lâfzın yerine başkasını söylemek korkusuyle, tereddüd ettiği iki lâfzı da belirtmek istediğini ifâde i eden ne kadar çok misâl vardır. [1118]
Bâzı imamlar, merfûc hadîslerin mânâ ile livâyet edilmesini şiddetle reddetmişlerdir. Onlar, yalnız mevkuf ve maktûc hadîsleıin mânâ ile rivayetine göz yumuyorlardı; zîrâ onlar hadîse, teşrîcdeki yeri dola-yısıyle son derece ikiat etmek gerektiğine inanıyorlardı. [1119]
Rasûlullah (s.a.v.)'m lâfzını mürâdifi ile değiştirdikleri takdirde onun söylemek istediğini îfâya muktedir olsalar dahî, sahabeden başkasının mânâ ile rivayetine bâzı mütehassıs âlimlerin nasıl karşı koyduklarını gördük. Buna gerekçe olarak da, herkesin mânâ ile rivayet edebileceği kabul edildiği takdirde, kimsenin hadîslere itimat etmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. [1120]Bu kadar şiddetten ve her yönden yapılan bu kadar tazyikten sonra mânâ ile yapılan rivayetler çok az ve pek nâdir olmuştur. Böylesi bir rivayet, vâki olduğunu kabul etsek bile- yalnız şu şartlan hâiz olan râvîlere serbest bırakılmıştır: Râvî sarf ve nahvi mükemmel surette bilecek, lâfzın medlul ve maksatlarına vâkıf olacak ve Hz. Peygamber hiç lâhîn yapmadığı için de, lâhin yapmadan hadîsi rivayet etmeye muktedir olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadîste lâhin yaparı kimse Rasû-lullah (s.a.v.)'a yalan söylemiş, böylece de Cehennemdeki yerine hazırlanmış olur.[1121]
Aralarında lâhne benzer ifâde bozuklukları görülen bir hayli hadîs, bize göre çoğu zaman - râvîleıin tahammül ve edadaki titizlik ve ihtiyatlarını gösterir. Râvîlerin bir kısmı da, emânete haddinden fazla dikkat göstermesi sebebiyle, rivayet ettiği lâfız mânâyı bozup fesada uğratmadığı müddetçe lâhin yapmıştır. [1122] Buna binâen mütehassıs âlimler, râvîsinin i'râba muhalif davrandığı bir hadîsin aslını bulmak gerektiğini söylemişlerdir!. [1123]Yine aynı sebeple el-Hasen b. A1İ el-Hulvânî demiştir ki:
"Kitabımda 'Affân'dan rivayet ettiklerimde bir lâhin bulursanız onun i'râbım göstererek tashih ediniz; zîrâ 'Affân lâhin yapmazdı" 'Affân da der ki:
"Kitabımda Hammâd b. Seleme'den, rivayet ettiklerimde bir lâhin bulursanız, onun i'râbmı göstererek tashih ediniz; zîrâ Hammâd b. Seleme îâhin yapmazdı". Hammâd da şöyle der:
"Kitabımda Katâde'den rivayet ettiklerimde bir lâhin bulursanız, onun i'râbım veriniz; zîrâ Katâde lâhin yapmazdı. [1124]
Muhaddisierin senedleri rivayet ederken gösterdikleri fevkalâde dikkatin yanında, metinleri rivayet ederken göz önünde bulundurdukları bu ölçüler bize kesin surette göstermektedir ki, mütekaddim lû-gatçilerden ve nahivcüerden hadisle ihticâcı men'edenler, hadis mer-viyyatının, hâlis Arap olan yüce Peygamber'in sözleri olduğu hususunda insana îtimat telkin etmediğini söylemekle pek büyük bir hata işlemişlerdir. Hadîsle ihticâca manî olanlar, ihticâca cevaz verenler ğibİ, şunu iyice anlamış oldular ki, "nahivcilerin ve Iûgatçilerin ihticâc ettiği bütün Arap keîâmındas hadîs rivayetinde gösterilen zabt, dikkat ve araştırmanın asgarîsi dahî mevcut değildir. [1125]
Mütekaddim lûgatçi ve nahivcileri, hadîste onlar gibi şüphe etmemek şartıyle - mâzûr gösterecek sebepler araştırdığımız takdirde görürüz ki, o gün İçin Rasûlulîah (s.a.v.)'ın sahîh hadîsleri "bol miktarda ellerinde bulunduğu hâlde onları hadîsin dışındaki kıraç arazîde otlamaya mahkûm eden[1126] sebeplerin başında, "az meşguliyet, [1127]nâdir rivayet ve pek az kitabın mevcut olması gelir.
Nahvin ilk kurucuları olan Basralı imamlardan Ebû Amr b. el-'AIâ, İsa b. Ömer, el-Halîl, Sîbeveyh ve Kûfe'li imamlardan el-Kisâ'î, el-Ferrâ', Ali b. Mübarek eİ-Ahmer ve Hişâm ed-Darîr'e nisbet edilen bu tefsirin ışığı altında hadîsle ihticâcm neden islenırie.diğini anlamamız mümkün olabilir. [1128] Ve yine müteahhir Iûgatçilerin en seçilmiş ve en fasîh lâfızları, şerhleri ve şevâhidİ ile bir arada bulunduran mu'cemlerinde RasûJullah (s,a.v.)'m hadîsleri ile neden ihticâc I ettiklerini de anlamamız mümkündür. Bu mu'cemler arasında el-Ezherî'nin Tehzîb'i, el-Cevherî'nin Sinan'ı, İbnu Fâris'in Ma-kâyîs'i, ez-Zemahşerî'nîn Fâik'i ve ayrıca îbnu Harûf, İbnu : Ginnî, îbnu Berrî ve es-Suheylî gibi büyük nahivcilerin meseleleri :de bulunmaktadır. Nitekim bu görüşte olanlardan Îbnu't Tayyib diyor ki: [1129]
"Bu meselede şeyh Ebû Hayyân (v. 745 H.)'m Şerhu't-teshîl de ve Ebu'l-Hasen ed-Dâ'i fv. 680 HO'in Şerhu'l-cumel'de ortaya koydukları görüş dışında, hadisle ihticâca muhalif olan bir nahiv âlimi "bulunduğunu bilmiyoruz. Celâluddin es-Suyûtî (v. 91î)'de bu iki zâtın kanâatine tâbi olmuştur".[1130]
"Kuvvetle tahmin ediyorum ki, Saîd eî-Efgânî'nin dediği gibi - mütekaddim âlimlerden hadîsi şâhid olarak kullanmayanlar, hadîs âlimlerinin gerek rivayet ve gerekse dirayet bakımından verdikleri meyvenin halk arasında revaç bulduğu zamanda gelselerdi, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra elbette yalnız hadîsle ihticâc ederlerdi. Hadîs ilminin hassas ilmî ölçülerine vurulduğu zaman haklarında birçok şüphelerin uyanacağı şiirlere ve haberlere hiç iltifat etmezlerdi.[1131]
Bu sağlam mantıkî görüşle, ihticâc meselesini, asla şaşmayacak bir ölçüye bağlayabiliriz ki, bu, fesahat, saflık ve bozulmadan salim olma ölçüsüdür. Bu hâle göre gerek hadîste ve gerekse diğer ilimlerde, lügatinde za(f olan, kelâmına yabancı söz karışan, makam ve mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun, lâfzında rekâket bulunan kimseyle İhticâc edilmez. îlk lûgatçiler keşkt bu Ölçüyü daha o zamanlarda bilselerdi, şüphesiz ki bu ölçüler, dil kaidelerini ve nahiv asıllarım, sabit ve sağlam esaslara bağlamayı, bu usûlün semeresini müteahhir nahivcilerden ve ileri gelen imamlardan Ibnu Mâlik ve îbnu Hişâm'm topladıkları gibi, şevâhiÖle zenginleşmiş nahiv meyveleri olarak toplamayı garanti altına almış olurdu.[1132]
Hadîslerin cem'i, hadîs toplamak için yap lan seyahatler ve bu sahada yazılmış olan eserlerin tedvini, rivayet ve isnada dayanan bütün naklî ilimlerle birlikte ilk müslüman Arap kültürünün temelini teşkîl eder. Târih, siyer, megâzî, fetihnameler, terâcim ve tabakât kitapları, hattâ tefsir ve kıraat ilimlerine dâir bütün bilgilerimiz, hadîsin cem ve rivayeti neticesinde meydana gelmiştir; çünkü hadîsler, vârid oldukları ilk halleriyle râvîlerin zihinlerinde ve hafızların kalb-İerinde iktn bütün bu ilimleri ihtiva etmekteydi. Bu parça paıça bilgiler, müstakil isim ve mevzular ile yavaş, yavaş hadîsten ayrılmaya başladı ve daha sonraları herbiri başlı başına birer üim hâline geldi.
Tabakât kitapları, hadîsin cem ve tedvini ile doğan bu ilk İslâm kültüıünün bir cephesini teşkîl eder. Bu kitaplarda râvîlerin hâl ter-cemelerini ve asır asır, tabaka tabaka durumlarını bulmaktayız. [1133]Biz bu fasılda, tabakât kitaplarından, onların esâs kaynaklatmdau ve bu nev'i târihi-tenkîdî incelemelerde bulunan kimselerden mutlaka bilmemiz lâzım gelenleriyle meşgul olacağız.
Tabakât der demez akla ilk gelen, îbnu Sa'd'm et-Tabakâtu'l-kubrâ sıchr; zîrâ bu esef, tabakât ilminde yazılan kitapların en değerlileri ndendir. [1134]Bu nev'i tetkiklerin esâsına ve bu mevzuda kitap yazmış olanların metodlarına vâkıf olabilmek için yapacağımız en faydalı çalışma, bu eseii tahlil etmektir. Biz de et-Tabakât'ın müellifini tanıtarak işe başlıyoruz.[1135]
Adı, Muhammed b. Sad b. Meni ez-Zührî'dir. Zühre oğullarının mevlâlarmdaıı biri olduğu için ez-Zühîî nisbesini almıştır. Dedelerinden biri, Hâşimîlerden Hüseyin b. Abdillâh b. 'Ubeydiüâh b. el-Abbâs'ın mevlâsı olduğu için de el-Hâşimî sayılır. H. i68'de Basra da doğdu; bu sebeple Îbnu Sa(d el-Basrî dîye anılır. Sonraları Medine, Küfe ve Bağdat'a seyahatler yapmıştır. Medine'ye yaptığı seyahatin H. 200 senesinde vuku bulmuş olması gerekir; zîrâ Medine'de, 189 târihinde bâzı şeyhlerle karşılaşmış ve onlardan ilim atmıştır. Medine'de meşhur râvîlerle görüşmüştür; çünkü Medine dâru's-sünne ve hadîs rivayetinin geliştiği ilk şehirdir.
Bağdat'a seyahat ettikten sonra, H. 230 senesinde vefat edene kadar orada kalmıştır. Vefat ettiği zaman 62 yaşında bulunuyordu. Bağdat'ta, tabakât ve nıegâzî müellifi büyük tarihçi el-Vâkidî'den ayrılmamıştır. Onun kâtipliğini yaptığı için Kâtİbu'l-Vâkidî unvanı İle tanınmıştır. Ayrıca tarihçiler îbnu Sa'd'i, Vâkıdî'nin ölümsüz bir eseri olarak kabul ederler. .
îbnu Sa'd'in hayâtım yazan tabâkat kitapları, onun sâdece üç kitabından bahs ederler: Birincisi, bu et-Tabakâtu'1-kubrâ, ikincisi, bize et-Tabakâtus-sağîr diye tan]ulan kitap, üçüncüsü de Ah-hâru'n-Nebî'dr? kî, îbnu Nedîm el-Fihrist'inde îbnu SaSd'in yalnız bu eserinden bahsetmektedir. Bâzı araştırıcılar, -ki ben de onların kanaatindeyim bu üç kitabın aslında sâdece bir kitap olduğunu söylerler, Zîrâ görüldüğü üzere, et-Tabakâtu*s-sağîr ve Ahbâru'n-Nebî kitaplarının muhtevası, et-Tabakâtu'1-kübrâ'mn ilk iki cüz'ürı-de mevcuttur. Bu durum, îbnu Sa£d in et-Tabakâtu'1-kübrâ'dan başka bir kitap yazmadığını göstermez; fakat terceme-i hâl kitaplarının, îbnu Sa'd ve eserleri hakkında" verdiği bilgiler kısaca bundan ibarettir, îbnu Sa'd'in et-Tabakâtul-kubrâ'dan başka bir kitabı olmasa bile, sâdece bu kıymetli eser onun muazzam ilmini, sağlam hafızasını ve zamanındaki rivayet ve târih kaynaklarıyla, olan kuvvetli alâkasını ortaya koymaya kâfi gelirdi.[1136]
îbnu Sa'd'in et-Tabakât'mdaki kaynakları iki türlüdür:
Birincisi, zamanındaki muhaddis ve tarihçilerin ekserisinin yaptığı gibi dinleyerek ağızdan alma yolu.
İkincisi de, yazma usûlüdür. Bu ikinci kaynak, dar ve sınırlıdır.
et-Tabakât'dan husûsî bir şekilde bahs edeceğimize göre, ilmî emânet hemen şunu söylememizi îcâb ettirir: îbnu Sa'd, ön plânda, şeyhlerinin ağzından duyduğu nakle istinâd etmiştir. Hattâ şeyhi
Vâkidi'den et-Tabakât'da yazılı olarak aldığı bilgileri, ayrıca şifahî olarak da almıştır, ilmî emânet, ayrıca şunu da söylememizi gerekli kılar: îsmine açıkça et-Tabakât denen bir eseri, îbnu Sa'd'dan önce, - Vâkıdî müstesna - telîf eden olmamıştır, îbnu Sa'd, asrındaki bütün meşhur mnhaddislerle görüşerek onlardan hadîs alma fırsatını da kaçırmamiştır. Onun yaşadığı ilmî çevrenin mâhiyetini anlamak için şeyhlerinden bir kaçının misâl olarak zikretmek kâfi gelecektir: Vekîc b. el-Cerrâh, Süleyman b. Harb, Huşeym b. Beşîr, Ebû Nu'aym el-Fadl b. Dükeyn, Sufyân b. Uyeyne el-Velîd b. Müslim, Ebu'l-Velîd et-Tayâlisî ve Muhammed b. Sacdân el-Mukri' ed-Darîr bunlardandır. îşte bu durum sebebiyle, daha sonraki asırlarda ve kısa bîr zaman sonra yaşayan hadîs raünekkidleri onu medh, tezkiye ve ta'dîl etmişler ve hakkında sadûktur, sikadır, rivayetlerinin çoğunda titiz davranır, demişlerdir. Hattâ îbnu Sa'd'i şeyhinden üstün tutanlar vardır. Meselâ es-Sehâvî: "İsnadı zayıf olmakla beraber kendi sikadır", der.[1137]
îbnu Sa!dm üstadı el-Vâkıdî hakkında, - zayıftır deseler dahî -birkaç söz söylemeyi lüzumlu görüyoruz. Adı Muhammed b. Ömer b. Vâkıd el-Vâkıdî'dır. Benî Hâşim'in mevlâlarından olup Mervân b. Muhammed'in hilâfeti zamanında, H. 130'da Medine'de doğmuştur. 170 târihinde hacca giden halîfe Hârûnu'r-Reşîd'e refakat etmiştir. Halîfe ile birlikte Medine'yi ziyaret etmiş ve ona meşhedleri, gazve yerlerini göstermiştir. Halîfe, el-Vâkıdî'yi bu sebeple çok sevmiştir. Sonraları Hârûnu'r-Reşîd'in veziri Yahya b, Hâlîd el-Bermekî, Irak'ı merkez edindiği zaman, el-Vâkıdî'ye yanında kalmasını teklif etmiş, bu teklifi kabul eden Vâkıdî, vezirden birçok îzâz u ikram görmüştür. Sonraları Şam'a ve Rakka'ya gitmiş, tekrar Bağdad'a dönmüştür. Me'mûn onu Askeru'l-Mehdî kadılığına tâyin etmiş, Vâkıdî de Bağdat'ta H. 207 (veya 209) senesinde vefat edene kadar bu vazifede kalmıştır.
el-Vâkıdî, hadîsi, Medînelilerin imâmı Mâlik b. Enes, Sufyân b. Sacîd es-Sevrî ve Ma'mer b. Râşid gibi büyük râvî ve hafızlardan almıştır; yaşça küçük olmakla beraber meşhur es-Sîre sahibi Muhammed b. îshâk'ın mu'âsırı idi. el-Vâkıdî'yi târih, siyer, megâzî ve fütûh ilimlerine vukuf îtibariyîe îbnu Ishâk'dan sonra ikinci olarak kabul ederler; fakat el-Vâkıdî, megâzî ilminin çoğunu, H. 170 târihinde vefat eden Ebû Ma'şer es-Sindî diye mâruf Nuceyh es-Sindî'den almıştır. Halîfe Mehdi, Medine'yi ziyareti sırasında el-Vâkıdî'nin ilim ve faziletini duymuş, kendisiyle birlikte Bağdad'a gelmesini teklîf etmiştir. Şurası da var ki, hafızlar ve münekkidler, çok münker haber rivayet etmesi sebebiyle Ebû Ma'şer'in bâzı rivayetlerini tenkîd ederler. Bununla beraber onun megâzîyi çok iyi bildiğinde, sîretu'n-nebî ve fetihlere defin vukufu olduğunda ittifak ederler. Nitekim imâm Ahmed b. Hanbel: Ebû Ma'şer, megâzîyi iyi bilir, demektedir. Hatî-bu'1-Bağdâdî'nin, eİ-Vâkıdî'nin hayatim yazarken söylediği gibi, onun tabakât, târih ve megâzî sahasındaki kitaplarının dünyânın dört bucağına yayılmasına şaşmamak lâzımdır; zîrâ o, bu mevzuları sahabeden, şehîd çocuklarından, mevâlîden, râvîlerden, âlimlerden ve ilk megâzî sahibi Ebû Ma'şer'den en ince teferruatına varıncaya kadar öğrenmiştir. Sonra bildiği bütün gazvelerin cereyan ettiği yerleri bizzat görüp, iyice tetkik edip, gazve hakkındaki bütün haberleri en ince teferruatına varıncaya kadar yerinde tesbît etmek için harp meydanlarını dolaşmıştır.
Bizi ne el-Vâkıdî'nln, yüz yirmi devenin taşıdığı iddia edilen 600 kitaplık dolusu te'lîfâtı, ne senelere ve hâdiselere göre tertîb ettiği ve Taberf nin târihinde çok faydalandığı - ki son olarak H. 179 yılı hâdiselerini iktibas etmiştir - et-Târîhul-kebîr adlı eseri, ne Hz. Peygamber (s.a.v.)'în vefatını müteakip irtidâd edenler hakkında yazdığı er-Ridde adlı kitabı ve ne de günümüze kadar gelip el-Vâkıdî'ye ait olduğu bilinen yegâne, kitabı el-Megâzî'si alâkadar ediyor. Bizi yalnız, günümüze kadar gelmeyen et~Tabakât'ı İlgilendirmektedir. O bu kitabında sahabe ve tâbi'înin sîretlerini, tabakalarına göre yazmış, onların islâm ve Emevi asırlarında cereyan eden haberlerini husûsîle anlatmış ve bu haberleri çoğu dâru's-sünne ve sahîh rivayet şehri olan Medîneli yirmi beş kadar şeyhe isnâd etmiştir. el-Megâzî'sinin baş taraflarında da söylediği gibi el-Vâkıdî, megâzî-sîni de yine bu şeyhlerden almıştır. Bahis mevzuu olan et-Tabakât, hernekadar bize müellifinin tertîb ettiği, şekilde ulaşmamıza da talebenin şeyhinden büyük bir titizlikle nakl etmesi suretiyle gelmiştir ki, bu talebe tabakâtımızın sahibi Muhammed b. Sa'd b. Menimden başkası değildir.[1138]
Bâzı hadîs münekkidleri el-Vâkidî'yi tenkîd ederek bâzan gevşeklik ile bâzan da hadîs uydurmakla itham etmişlerdir. Nitekim Ah-med b. Hanbel: "Vâkıdî muhtelif senedleri birbirine karıştırarak sened uydurur", demektedir. Yahya h. Macîn: el-Vâkıdî, Rasûlullah (s.a.v.)'a yirmi bin garîb hadîs nisbet etmiştir, der. Başka münekkidler de şöyle demişlerdir: el-Vâkıdî, çeşitli senedleri bir araya getirerek bîr metnin senedi imiş gibi gösterir; halbuki metnin de bir kısmı muayyen bir râvîye, diğer kısmı başka bir râvîye aittir.
el-Vâkıdî'nin sahîfelerden, kitap ve defterlerden hadîs aldığını söyleyen vardır, ki bunlar tahrif ve tashîf endişesiyle, râvînin kulağı ile duymadığı bir haberi rivayet etmesini hoş görmezler.
el-Vâkidî'ye hüsn-i zan besleyenler de vardır. Meselâ: İmâm Mâlik b. Enes, onun rivayetini îbnu Ishâk'm rivayetine tercîh eder. Ebû 'Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm ve imâm Şâfi'î de bunlardandır; I fakat muhaddislerin ekserisi, bilhassa Vâkıdî'nin Abbâsîlere karşı I olan aşırı tutkunluğunu ve onlara olan meyli sebebiyle bâzı haberler | üzerindeki tahrifini öğrendikten sonra onun hakkında iyice tereddüde I düşmüşlerdir. el-Vâkidî, Abbâsîlere olan aşırı muhabbeti sebebiyle, |Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcası Abbâs'm ismini, Bedir harbinde I müsîümanlara esîr düşenlerin listesinden çıkarmıştır. Rasûl-i Ekrem J(s.a.v.)'in amcasını esirler arasında görmek, bu aşırı Abbasî taraf-ftarına güç gelmiş olmalıdır. el-Vâkıdî'nin haberleri hakkındaki'bu |tereddüd, îbnu Sa'd için bir kusur teşkil etmez; zîrâ birçok âlimler, daha önce de söylediğimiz gibi- îbnu Sa'd hakkında: Hocası zayıf ^olmakla beraber kendi sikadır, demektedir.
Îbnu Sa'd, -îbnu Nedim'in de isabetli olarak söylediği gibi-I "kitaplarını el-Vâkıdî'nin eserlerinden faydalanarak te'lîf etmiştir"; îbnu Sa'd, yazdığı her tabakada veya Peygamber (s.a.v.)'în İgavzelerinden birine tahsis ettiği her bâbm isnâd zincirinde üstadı el-Vâkıdî'nin. ismini hemen hemen unutmaz. Şu kadar var ki, îbnu Sad - üstadını zikretmekle beraber ona ait bir rivayeti nakl ederken Jiyice kontrol eder veya o rivayeti ensâb, megâzî ve fetihnameler ile luğraşan bir başkasmm rivayeti ile takviye eder. Meselâ: Hz. Peygamber |(s.a.v.)'e gelen elçilerden bahsederken şeyhi el-Vâkıdfnin rivayeti ile jyetinmeyip, onun adının yarüna Hişâm b. Muhammed b. es-Sâ'ib el.-Kelbî'nin adını da ilâve eder. Şeyhinin rivayetini bulamadığı bâzı
fasılları yeniden yazdığı olmuştur. Meselâ; el-Vâkıdî'nin pek önem vermediği anlaşılan Rasûlulîah (s.a.v.)'ın künyesi, Rasül-i Ekrem'in istiâze ettiği ve Cebrail (a.s.)'in istiâze ettirdiği meseleler, câhiliyye devrinde yaşayanların ensâbı, peygamberlerin ve geçmiş milletlerin sîretleri gibi bahisler bu kabildendir.[1139]
îbnu Sacd'm et-Tabakât'ı, muhtevası geniş, hacimli bir kitaptır. Müellifi onu, sahabe ve tâbicîn asrında ve kendi yaşadığı devirdeki muhaddislerin, tarihçilerin ve ensâb âlimlerinin hayatlarını içine alan onbeş ciltlik bir eser olarak yazmaya çalışmıştır. et-Tabakât'ı îbnu Sâ'd'dan bize rivayet eden, el-Hâris b. UsâmeMir. Bu itibarla eserin bâzı bölümlerinde zaman zaman Bize Mu-hammed b. Sa'd rivayet etti" sözüne rastlarız. Bu ifâdeden, metnin râvîsinin bizzat Îbnu Sad olmayıp talebesi olduğunu anlamaktayız, İbnu Sa'd'm, kendine gelen haberlerin pek azını tenkîd ederek, geri kalanlarını büyük bir dikkatle yazmakla yetinmesinin hikmetini bununla îzâh ediyoruz. Eserin bir kısmını da Îbnu Sacd'm diğer bir talebesi eî-Huseyn b. Fehm rivayet etmiştir. Sanki bu iki talebe, et-Tabakâtu'1-kubrâ'nm rivayetini paylaşmış gibidirler.
îbnu Sa(dr kitabının ilk iki cildini Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hayâtına tahsis' etmiştir. Buna giriş mâhiyetinde olmak üzere de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in peygamberlerden olan ecdadını zikretmiştir. Bu meyânda Hz. Havva'yı, îdrîs, Nûh, İbrahim, îsmâîl (aleyhimi's-selâm)'ı ve Hz. Muhammed ile Hz. Âdem arasında kalan yılları ve asırları, peygamberlerin isimlerini ve neseblerini, Hz. Âdem'e varıncaya kadar Rasûlullâh (s.a.v.)'m ecdadını, validelerini, dedelerinden Kusay, Abdumenâf, Hâşim, Abdulmuttalib'i, babası Abdullah ve annesi Âmine b. Vehb'i ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in bi'setine kadar olanlan, vahyin nüzulünü anlatmış; sonra hicretten söz etmiş, Ra-sûlullah (s.a.v.)'m gazvelerini birer birer vasfetrmş ve ona gelen elçileri . zikretmiştir. Daha sonra Rasûluilah (s.a.v.) zamanında Medine'de fetva verenlerden söz etmiş,, bütün bunları takiben de sahabe ve tabiînin hayatlarına geçerek, kadınlara tahsis ettiği son cilt müstesna, diğer bütün cildîerde onların terceme-İ hâllerini vermiştir.[1140]
Tabakât kitaplarında birinci derecede zaman unsurunu nazar-ı dikkate almak lâzımdır; îbnu Sad buna dikkat etmiştir. Habeşistan'a hicret edenlerden veya Bedir savaşına iştirak eden Ehl-i Bedir'den yahut Mekke fethinden önce müslüman olanlardan bahs ederken, İslâm'a ilk girenleri zaman bakımından hareket noktası kabul etmiştir. Bu sebeple ilk olarak Ehl-i Bedir muhacirlerinden başlamış, sırasıyle Ehl-i Bedir ensârını, önceleri müslüman olduğu hâlde Habeşistan'a hicret ettiği için Bedr'e iştirak edemeyenleri veya edenleri, Mekke fethinden önce müslüman olanları... zikretmiştir. Bu usûl, Hz. Ömer'in sicil defterleri tutarken takip ettiği usûle benziyor. Belki de îbnu Sa'd burada, Hz. Ömer'in usûlünü göz önünde bulundurmuştur.
îbnu Sa(d aynı zamanda
mekân unsurunu da ihmâl etmemiş ve sahabenin hâl tercemesini gittikleri
şehirlere göre yazmıştır. Bu suretle Medine, Mekke, Tâif, Yemen ve Yemâme'de
olanları; Küfe ve Basra'ya gidenleri; Şam ve Mısır'da yerleşip kalanları
zikretmiştir. Zaman ve mekân bakımından tâkîp edilen bu metodun, tâbi'înin terceme-i
hâlleri sırasında da göz önünde bulundurulduğu görülür. Tabiinin terceme-i
hâlini de bu esâsa göre yazmış ve her tabakayı yirmi sene olarak kabul
etmiştir. Tabakât, terceme-i hâl ve siyer yazanların çoğunun metodu da
böyledir. et-Tabakât'da pek mühim olan
iki mevzu, evvelâ ashabın, ikinci olarak da büyük tabiilerin terceme-i
hâlleridir. Zîrâ Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in zamanına en yakın olanlar bunlardır.
Bunlardan rivayet edilen dîni ve târihî bilgiler tereddüdsüz kabûî îbnu Sa'd,
sahabeyi beş tabakaya ayırmıştır:
1 -Bedir harbîne iştirak eden muhacirler.
2 - Bedir harbine iştirak eden ensâr.
3 - Habeşistan'a hicret ettiği yahut Uhut savaşına katildığ hâlde Bedir'de bulunmayan ilk müslümanlar.
4 - Mekke fethinden önce müslüman olanlar.
5 - Mekke fethinden sonra müslüman olanlar.
îbnu Sa'd'in takip ettiği ve kendinden sonraki tabâfcat sahipîe-|rinin geliştirdiği bu tabaka taksiminde, kaçınılmaz bir kusur vardır. I Bu da bâzı şahısların muhtelif tabakalara girmek suretiyle birbirine i karışmasıdır. Meselâ: Ehl-i Bedir'den olan muhacirler tabakasında geçen birinin, fetihler sırasında bâzı şehirlere hicret etmesi mümkündür.
Sonra aynı zât uzun müddet Medine'de'kalarak fetva verenlerden olabilir. îbnu Sa'd'ın bu zâtı gerçek yerinde zikretmesi mümkün değildir. Bu sebeple onun terceme-i hâlini iki veya daha fazla yerde vermek mecburiyetinde kalır. îbnu Sa'd. bunu yapmakla beraber o zâtın mufassal terceme-i hâlini, bâzı hususiyetleri sebebiyle zikrettiği yerlerde değil de, asıl tabakasında verir.
îbnu Sa'd'ın Ensâba verdiği ehemmiyet: îbmıSa'd kitabına et-Tabakât adını verip, onun sâdece tabaka taksimlerini ihtiva etmesine dikkat etmekle beraber, üstadı el-Vâkıdî'-nin aksine, câhiliyye târihine ayrı bir ehemmiyet vermiştir. îbnu Sa'd'm bu mevzuda, babası gibi neseb (soy) bilgini olan ve eski Arap haseblerini çok İyi bilen Hişâm b. Muhammed b. es-Sâ'ib el-Kelbî'ye itimat ettiğini görüyoruz. Demek, oluyor ki, îbnu Sa*d ensâbı (soy bilgisini) mükemmel surette biliyordu. O, bu malûmatı, ensâbı çok iyi bilenlerden bizzat almıştı. Hişâm el-Kelbî, nesebi, Arap haberlerini, iyi ve kötü günlerini ve Arap savaşlarını çok iyi bilen babasının meslekini ilerletti. Onun, Arapların meşhur günlerine, gece baskınlarına, münâferetlerine, islâm târihine ve şehirlerin haberlerine dâir birçok eseri vardır. Bu eserlerin 140 kadar olduğu söylenmektedir. Emevîler devrinde cereyan eden hâdiseleri bizzat babasından öğrenmiştir. Babası Muhammed b. Sâ'ib, uzun müddet Emevîler devrinde yaşamış, Abdurrahmân b.. el-Eşcas ile Deyru'l-Cemâcim savaşına iştirak etmiş; fakat Emevîler ile birleşip ona zulmetmemiştir. Îbnu Sa'd'ın et-Tabakât'm da Asr-ı saadette yaşadığı hâlde sahâbî sayılmayan bir soy bilginine dâir malûmat bulmaktayız. Bu zât Dağfel b. Hanzaîe eş-Şeybânî'dir. Bunun Ebû Bekr es-Sıddîk ile Aıap ensâbı hakkında yaptığı bir münazarayı da kendinden rivayet ederler. Onun Mu'âviye ile görüştüğü, Mu'âviye'nin onun bilgisine hayran kaldığı ve bu zâtın, kendi asandaki birçok ensâb haberlerini rivayet ettiği söylenir.
Îbnu Sâ'd'ın kitabına almadığı ensâb hakkındaki bilgilerin, daha sonra yazılan iki kitâpda yer aldığını görmekteyiz. Bu kitaplar, el-Belâzurî'nin Ensâbu'l-eşrâf ve Fütûhu'l-buld&n adlı eserleridir, el-Belâzurî îbnu Sa'd'm et-Tabakât'mdaki metinleri ve hattâ aynı lâfızları alıp rivayet etmekte bir beis görmez.
Daha sonraki tarihçilerin ensâb ve tabakât mevzuunda düştükleri hatâlardan îbnu Sa'd'ı ensâb hakkındaki bu derin bilgisi korumuş olsa gerektir. Nitekim Mukarrinu'l-Muzenî'nin iki oğlu en-Nu'mân ve Süveyd gibi, sahâbî cldukJan hâlde, bâzılarına göre tabiinden sayılan kimseler vardır. Diğer taraftan Abdurrahmân b. Ğanem gibi tabiinden olduğu hâlde sahâbî sayılanlar da mevcuttur. Bu hatâya, haberi mürsel olarak rivayet etmek suretiyle Mahmut b. er-Rabî1 el-Gîzî sebep olmuştur. îbrâhîm b. Abdirrahmân el-'Uzrî hakkında da Îbnu Mende yanlışlık yapmıştır.
Muhaddislerin metodunu takip eden bir râvî îbnu Sa'd'ın et-Tabakât'ı rivayete dayanmakla beraber, eserde müellifin şahsiyyeti nerdeyse görünmez ve tenkîdlere de hemen hemen rastlanmaz. Yalnız bâzı ufak-tefek açıklamalar, Îbnu Sa'd'ın yer yer tenkîdler de yaptığını göstermektedir. Meselâ: H2.. Peygamber Mekke'yi feth ettiği zaman annesinin kabri başında ağlamıştır, şeklinde özetleyebileceğimiz bir rivayet zikr ettikten sonra der
"Bu iddia yanlıştır; zîrâ Hz. Âmine'nin kabri Mekke'de değil Ebvâ'dadır". Hişâm el-Kelbî'nin, "Bedr'e iştirak eden es-SâJib b. Osman b'. Maz'ûn değil, es-Sâ'ib b. Maz'ûn'dur' , sözünü naklettikten sonra, bu sözü şöyle tenkîd eder:
"Bize göre bu, onun bir hatâsından ibarettir; zîrâ megâzî bilen siyerciler, Osman b. Maz'ûn'un Bedir'e, Uhut'a. Hendek'e ve bütün gazvelere iştirak ettiğini kabul ederler".
Îbnu Sa'd'ın et-Tabakât !mda yer alan şiir mevzuundaki edebî parçalar, hutbeler gibi -bilhassa muhtelif münâsebetlerle zikredilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hutbeleri gibi - çok değildir. et-Tabakât'-taki şiirlerin bir kısmı, eski câhiliyye şiiridir. Bunların çoğu da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedelerine veya Kureyş kabilesinden olan Arap büyüklerine dâirdir. Şiirlerin bir kısmı da îslâmî olup ekseriyetle gazveler hakkındadır. Bu şiirler el-Vâkıdî'nin Megâzî'sindeki veya îbnu Ishâk'ın Sîret'indeki şiirlerle kıyâs edilecek olursa çok azdır.
Eninde-sonunda söylenecek söz şudur ki, îbnu Sa'd, muhaddisler gibi bir rivayet adamıdır. Edîbler gibi münekkid değildir.[1141]
Muhaddisler, râvîlerin yaşlarını ve şeyhlerle görüşme durumlarını dikkate alarak meydana getirdikleri her gruba tabaka adını vermekte hemen hemen ittifak etmişlerdir. [1142]Râvileri tabakalara ayırmaları ise tamamiyle ıstılahıdır. [1143]Tabaka taksimi yapanların kimi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in
Nesillerin en hayırlısı benim çağdaşlarım, sonra onları takip
edenler, daha sonra müteakiben gelenlerdir, [1144] hadîsine bakarak sahabenin hepsini bir tabaka, tâbifîni ikinci bir tabaka, daha sonra gelenleri de üçüncü bir tabaka olarak kabul etmişlerdir. Şu hâle göre Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), hadîste iki veya üç asırdan söz etmiş oluyor.
Kimi de sahabeyi çeşitli tabakalara bölmüş, tâbi(în ve daha sonra gelenleri de muhtelif tabakalaıa ayırmıştır. [1145]
Belli bir topluluğu içine alan bu taksimde gözetilen esas, onların müşterek bir vasıf etrafında birleşmiş olmasıdır. Nitekim sahabe tabakasında çeşitli topluluklar bir araya gelir: Bâzan islâm'a ilk olarak girenler, bâzan muhacirler, bâzan da gazvelere ve harplere katılanlar bu tabakayı teşkil ederler; meselâ, Hz. Ebû Bekr hem sahabe tabakasından, hem islâm'a ilk olarak girenler tabakasından, hem cennetle müjdelenenler tabakasından ve hem de muhacirler-tabakasından sayılmaktadır. Bu vasıflardan herhangi birinde Hz. Ebû Bekr'e benzeyenler, onun tabakasına girmiş olur. [1146]Tabakaların teşkili hakkında, çeşitli görüş ve kanaatler bulunduğu için sahâbîler, ona bağlı olarak da tâbirler muhtelif tabakalara bölünmüştür.[1147]
îbnu Haceri'l-'Askalânî, sahabe asrından rivayetin sona erdiği devre kadar olan tabakaları on iki kısma ayırmıştır, Kütüb-i siue'de rivayeti bulunmayanlar bu tabakalara dâhil değildir:
1. Dereceleri farklı olmakla beraber Ashâb-ı kiram.
2. Büyük tâbİ'îler tabakası, Sa'îd b. el-Museyyeb gibi.
3. Orta yaşlı tâbi'îler tabakası, el-Hasen ve ibnu Şîrîn gibi.
4. Rivayetlerinin çoğu tâbi'înden olup orta yaşlı tabiilerden sonra gelenler tabakası, Zuhrî ve Katâde gibi.
5. Bir kısmı sahabeden hadîs duymamış olan küçük yaşlı tâbirler tabakası, el-Ameş gibi.
6. Beşinci tabakadaki râvîlerle görüşmekle beraber, sahabe ile görüşmeyenler tabakası, ibnu Cureyc gibi.
7. Büyük etbâ'u't-tâbi'în tabakası, Mâlik b. Enes ve Sufyânu's-Sevrî gibi.
8. Orta yaşlı etbâVt-tâbi'în tabakası, ibnu 'Uyeyne ve ibnu 'Uleyye gibi.
9. Küçük etbâ'u't-tâbi'în tabakası,. Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî ve Şâfi'î gibi.
10. Tabiin ile görüşmeyip etbâcu't-tâbi(înden hadîs rivayet eden büyük râvîler tabakası, Ahmed b. Hanbel gibi.
11.Tâbİ'în ile görüşmeyip etbâcu't-tâbicînden hadîs rivayet eden orta yaşlı râvîler tabakası, ez-Zuhelî ve el-Buhârî gibi.
12 . EtbâVt-tâbi'înden hadis alan küçük râvîler tabakası, et-Tir-mizî gibi. [1148]
Râvîlerin tabakalarını bilmek, birçok karışıklığı önler; birbirine benzeyen isim ve künyelerin karışmasına mâni olur; araştırıcıya tedlîs, inkıta ve irsalin çeşitli şekillerini öğretir. Bu sebeple mühim tabakaları tetkik etmeyi, her tabakadaki meşhur râvîlerin hal tercemelerini vermeyi, sahabe, tâbi'în veetbâVt-tâbi'jn tabakalarım incelemeyi faydalı gördük.[1149]
îmân etmiş olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'i gören ve müsîümanjj olarak ölen kimselere sahâbî denmiştir. Az bir müddet de olsa Rasûlullah (s.a.v.) ile görüşmek şarttır.[1150] Bu sebeple Ashanıe en-Necâî'y sahâbî saymazlar; zîrâ Necâşî Rasülullah (s.a.v.)'a îmân etmiş, faka onunla görüşmemiştir. Sahâbî olabilmek için temyiz yaşında bulun mak kâfidir. "Sözü anlayıp karşılık verebilen" çocuk - Nevevî v Irâkî'nin dediği gibi - sahâbî sayılır. Hz. Ali'nin iki oğlu Hasen il Hüseyin ve Mahmud b. er-Rabî1 de böyle idiler.
Âlimler sahâbî olabilmek için birtakım şartlar tesbit etmişlerdi ki, bunlardan birini hâiz olan kimse sahâbî sayılır, bu şartların belli başlıları şunlardır: [1151]
1. Birinin sahâbî olduğu tevatür yoluyla bilinir; cennetle müjdelenen sahâbîler gibi. Bunlar Hulefâ-i râşidîn, Sa'd b. Ebî Vakkas, Sa'îd b. Zeyd, Talha b. 'Ubeydillâh, Zubeyr b. el-cAwâm, Abdurrah-man b. cAvf vç Ebû (Ubeyde Âmir b. el-Cerrah'dır. Bilindiği üzere Hz. Ebû Bekrin sahâbî olduğu Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetiyle sabittir: "b O vakit Peygamber arkadaşına şöyle diyordu: Üzülme, zîrâ Allah bizimle beraberdir[1152] 2 Şöhret yoluyla bilinir; Dımâm b. Sa'lebe ve Ukâşe b. Mıhsaj gibi.
3. Meşhur bir sahibinin şahadeti ile bilinir; Humeme b. Eli Humeme ed-Devsî'nin sahâbî olduğunu Ebû Mûsâ el-Eş(-arî'nin söklemesi gibi. [1153]
4. Mümkün olan zaman sınırım aşmamak kaydîyle, adaleti bilinen bir şahsın, kendinin sahâbî olduğunu söylemesiyle bilinir. Aşılmaması şart koşulan bu zaman sınırını H. 110 senesi olarak tesbît etmişlerdir. Bunu da Müslim'in ve Tirmizî'nin rivayet ettiği Rasûl-i Ekrem'in şu hadîs-i şeriflerinden almışlardır: sonra bugün yaşayanlardan hiçbir canlı sağ kalmayacaktır[1154] hadîse binâen âlimlerin H. 200 yılından sonra sahâbî oldu iddia eden Ga'fer b. Nastûr er-Rûnıî'nin ve H. 333 yılında Serbâtek eî-Hindî'nin bu iddialarını reddetmeleri gayet tabiîdi
Âlimler zikretmemiş olsa bile, bir zâtın sahâbî olduğunu şuanlamak mümkündür: Hz. Peygamber'in zamanındaki Evs ve H. kabileleri tamamen müslüman olmuşlardı. Bu kabilelerden Hz. gambcr'i gören herkes sahâbîdir. Bundan başka hicretin onuncu yılı Medine veya Tâİf'te bulunan herkes müslüman olmuş ve Hz. Pe gamber'le birlikte Veda' Hacc'mda bulunmuşlardır. Onların sahâla olduğu böylece de anlaşılmış olur. Bunlardan başka Rasûl-İ Ekrcn fetilılerde yalnız sahâbîleri kumandan tâyin etmiştir. Asr-ı saadetteki fütuhat kumandanlarının hepsi de sahâbî idi. [1155]
Îbnu's-Salâh, Ibnu *Abdilber ve Nevevî, bütün sahabenin udûl olduğunda âlimlerin ittifak ettiklerini söylerler, Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hadîs-i şeriflerde sahabenin fazilet ve adaletine dâir işaretler vardır. Nitekim Allah Taâlâ bir âyet-i kerîmede: " Siz, beşeriyet için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz[1156] diğer bir âyette de: Müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık kî, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şâhiüeri olasınız[1157] buyurmaktadır. Hz. Peygamberde şöyle görüp îmân edene Nesillerin en hayırlısı benim Sakın hâ ashabım aleyhinde bulunmayınız. Onlara saldırmayınız. Onları kim severse, bana olan sevgisi dolayısıyle sever. Kim de kin beslerse, bana olan kini dolayısıyle böyle davranır. Kim onlara eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse, Allah'a eziyet etmiş olur. Her kim de Allah'a eziyet ederse, çok sürmez Allah onun belâsını verir.
En önce îmân eden sahâbînin Hz. Peygamber'in hanımı Hatîce binti Huveylid olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Yaşlılardan Hz. Hatice'min amcazadesi Varaka b. Nevfel, hür erkeklerden Hz. Ebû Bekr, azatlılardan Zeyd b. Harise, çocuklardan Hz. Ali, kölelerden Bilâl, iranlılardan da Selmân ilk îmân edenlerdendir. [1158]
Sahâbîler muhtelif köy ve şehirlere dağıldıkları için sayılarını tes-bit etmek mümkün olmamıştır. Ebû Zür'a diyor ki: [1159] Hz. Peygamber vefat ettiği zaman 114 bin sahâbî mevcuttu. Muteber görüşe nazaran hicretin 100. yılında en son vefat eden sahâbî Ebu't-Tufeyl 'Âmir b. Vasile el-Leysî el-Kinânî ile sahabe nesli son bulmuştur.
Sahabeden, bin hadîsten çok rivayet edenlere müksirûn denir. Bunlar yedi kişi[1160] olup şunlardır:
Ebû. Hureyre, 5374 hadîs rivayet etmiştir. Abdullah b. Ömer, 2630 hadîs rivayet etmiştir. Enes b. Mâlik, 2286 hadîs rivayet etmiştir. Hz. ıÂişe, 2210 hadîs rivayet etmiştir. Abdullah b. Abbâs, 1660 hadîs rivayet etmiştir. Câbir b. Abdillâh, 1540 hadîs rivayet etmiştir. Ebû Sa£îd el-Hudrî, 1170 hadîs rivayet etmiştir.
Müksİrûndan herbirinin terceme-i hâlini vereceğiz; sonra da daha az hadîs rivayet eden muhaddislerden kısaca bahs etmekle yetineceğiz.
îbnu Sad et-Tabakât'ında sahabeyi beş tabakaya ayırmıştır. Bu^kaİarı bunu daha genişleterek îslâmJa girişlerine, hicretlerine ve velerde bulunuşlarına göre on iki tabakaya taksim etmiştir. [1161]
1 - Mekke'de îmân eden ilk müslümanlar, 'Aşere-i mübeşşere, Hz. Hatîce ve Bilâl gibi.
2 - Hz. Ömer'in İslâm'a girişinden sonra müslüman olan Dâru'nedve ashabı.
3 - Peygamberliğin beşinci yılında Habeşistan'a hicret edenler; bunlar on bir erkek ve dört de kadından ibarettir. Osman b. Affân, Zübeyr b. el-'Avvâm, Ca'fer b. Ebî Tâlib, Hz. Osman'ın hanımı ve Hz. Peygamber'in de kızı olan Rukiyye, Ebû Huzeyfe'nin hanımı Seh-le binti Sehl bunlar arasındadır, Habeşistan'a ikinci defa hicret edenler de bu tabakaya dâhildir. Bunlar seksen üç kişi kadar vardı. Ca'fer b. Ebî Tâlib, hanımı Esma binti 'Umeys, (Ubeydullah b. Cahş, karısı Ummü Habîbe, kardeşi Abdullah, Ebû Mûsâ ve Ibnu Mes'ûd bunlardandır.
4 - Birinci Akabe'de bulunanlar; bunlar arasında on iki ansâr vardı: Câbir b. Abdillâh, *Ukbe b. 'Âmir, Es'ad b. Zürâre, ve 'Ubâde b. es-Sâmit de bunlardandır.
5 - Birinci Akabe yılından sonra müslüman olan ikinci Akabe müslümanları; bunlar yetmiş Ansârdan ibarettir; aralarında iki tane de kadın vardı. el-Berâ' b. Ma'rûr, Sacd b. 'Ubâde ve Ka'b b. Mâlik bunlardandır.
6 - Hz. Peygamber daha Küba'da, iken Medine'ye giren muhacirler.
7 - Ehl-i Bedr, Rasûl-i Ekrem bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak, Ehl-i Bedr'e baktı da dedi kî, dilediğinizi yapın, ben sîzi affettim". Bu hadîsi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Ehl-i Bedr, üç yüz küsur erkekten ibarettir.
8 - Bedr savaşı ile Hudeybiye musâlahası arasında hicret denîer.
9 - Hudeybiye'de ağaç altında bey'at eder. Eey^tu'r-rıdvân ehli. Bunlar hakkında Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur Ağaç altında bey'at edenlerden hiçbiri Cehenneme girmeyecektir".
10 - Hudeybiye musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler. Hâlid b. Velîd bunlardandır.
11 - Mekke fethinde müslüman olanlar. Bunlar bin kişiden fez-ladır. Ebû Süfyân b. Harb ve Hakim b. Hızâm bu tabakaya dâhildir.
12 -Mekke fethinde ve Vedâc Hacc'mda Rasûl-i Ekrem'i gören çocuklar. Hz. Ali'nin iki oğlu Hasen ile Huseyn, es-Sâ'ib b. Yezîd el-Kelbî ve Abdullah b. ez-Zubeyr'de bunlardandır.[1162]
Tâbiîyî, Hz. Peygamber'e îmân etmiş olarak bir sahâbîyi gören ve müsîüman olarak ölen kimse diye tarif ederler. Hatîbu'l-Bağdâdî, sahabeyi sâdece görmeyi kâfi bulmayarak onunla sohbeti de şart koşar.[1163] Kitâb ve sünnette bu tabakanın fazileti bahis mevzuu edilmiştir. Şöyle ki, Allah Taâlâ: İslâm'dabirinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensâr ile, onlara güzellikle tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" [1164]Hz. Peygamber de muhtelif hadîslerinde: Beni göreni görene ne mutlu!" ve Nesillerin en hayırlısı benim çağdaşlarım, sonra onları takiben gelenlerdir", buyurmuştur.
el-Hâkim'e göre tâbiîn tabakasuun sonuncusu, en son ölen sahâ-bîyi görenlerdir. Bunlar Mekke'de Ebu't-Tufeyl'i, Medine'de es-Sâ'ib'i, Şam'da Ebû Umâme'yi, Kûfe'de £Ubeydullâh b. Ebî Evfâ'yı, Basra'da Enes b. Mâlik'i görenlerdir. [1165]
H. 181 târihinde vefat eden Halef b. Halîfe en son vefat eden tâbi'î sayılmaktadır; zîrâ Halef, Mekke'de en son vefat eden sahâbî Ebu't-Tufeyl €Âmir b. Vâsile'yi görmüştür. -Buna dayanarak tâbi'în asrının 181'de son bulduğu söylenmektedir.[1166]
Etbâ'u't-tâbi'î, Hz. Peygamber'e îmân etmiş olarak bir tâbny gören ve müsîüman olarak ölen kimsedir. îmâm Mâlik b. Enes ve imâm Şâfi'î'yi bu tabakadan saymışlardır. Ebû Hanîfe ise makbul olan görüşe nazaran tâbi'îndendir; zîrâ sahabeden Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdillâh, Abdullah b. Gez' ez-Zubeydî, Abdullah b. Uneys ve Aişe binti 'Acred'i görmüş ve onlardan rivayet etmiştir. îmâm Ahmed b. Hanbel'e gelince o, etbâVt-tâbi'înden sonraki tabakadan, yâni etbâ£u etbâ'i't-tabiinden sayılır; zîrâ etbâ'u't-tâbi'în asrı H. 220'de son bulduğu halde, Ahmed b. Hanbel 241'de vefat etmiştir.[1167]
Binden fazla hadîs rivayet eden sahâbîlere müksirûn dendiğine daha önce işaret etmiştik. Müksirûn - söylendiği üzere - Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Hz. 'Âişe, Abdullah b. Abbâs, Câbir b. Abdillâh ve Ebû Sâ îd el-Hudrî olmak üzere yedi kişidir. Terceme-i hâllerini, isimlerini saydığımız sıra ile vereceğiz:[1168]
Müksirûn İçerisinde en fazla hadîs rivayet eden Ebû Hureyre'dir. Baki b. Mahled, onun 5374 hadîsini tahrîc etmiştir.[1169]
Ebû Hureyre'yi kucağındaki küçük bir kedi ile gördüğü zaman Rasûl-i Ekrem ona "Ebû Hureyre" diye çağırmıştı. Onun kedilere olan sevgisi sebebiyle Rasûlullâh (s.a.v.)'m verdiği bu künye, adetâ isminin yerini tutmuştur. Öyle ki, Ebû Hüreyre'yi asıl adı ile Abdur-rahman b. Sahr diye çağıranlar çok nâdir olurdu. Ebû Hureyre Devs kabîlesindendir. Nesebi, Devs b. ^Adnân oğullarından olan Ezdî'lerin bir oymağına dayanır.
Ebû Hureyre hicretin yedinci senesinde, Hayber yılında müslü-man olmuştur. Makbul olan görüşe nazaran da Akîk'de H. 57'de vefat etmiştir. Rasûîullah (s.a.v.)'ın mescidinde sâdece ibâdetle meşgul olan Ehî-i Suffe'nin en ileri gelen siması ic\i. (Suffe, Mescid-i Nebevî'de gölgelik bir yerdir. Bu zâhid sahâbîler orada barmırdı). Allah Taâla, onun hafızasının kuvvetlenmesi için Rasûl-i Ekrem'in yaptığı duayı kabul etmiştir. Hafızası en kuvvetli sahâbî o idi. Buhârî, Müslim ve
Tirmizî onun bu hadîsini kitaplarına almışlardır:
Yâ Rasûlallah, dedim, senden bir çok şey dinliyorum, fakat aklımda kalmıyor. Rasûîullah, cübbeni yere ser, buyurdu. Ben de serdim. Bana birçok hadîs söyledi, söylediklerinin hiçbirini unutmadım".
Ebû Hureyre -ziihd ve takvasına rağmen- mizahı sever, nükteye bayılırdı. Çocukların yanından geçerken onları güldürürdü. Çarşı-pazarda karşılaştığı insanları üzüntüden kurtaracak birtakım hikâyeler anlatırdı. Yalnız başına kalınca da bütün bicgece huşu içerisinde ibâdet ederdi.
Ömer b. Hattâb'ın hilâfeti zamanında Bahreyn valisi idi. Ne var kî, bir müddet sonra Hz. Ömer onu azletmiştir. Ebû Hureyre'yi sonraları Hz. Mu'âviye Medine emirliğine tayin etmiştir. Hz. Ömer hadîs rivayetinde gösterdiği titizlik sebebiyle - Ebû Hureyre nin çok hadîs rivayet etmesini hoş görmemiş ve onu: "Ya çok hadîs rivayet etmeyi bırakırsın, yahut da seniDevs'e yollarım!" diye tehdit etmişti.
Hz. Ebû- Hureyre de ona Rasûl-i Ekrem'in Benim söylemediğim bir
sözü bile bile bana isnâd eden kimse Cehennemdeki yerine hazırlansın", hadîsini okuduğu zaman Hz. Ömer onun haklı olduğunu kabul etmiş ve "o takdirde git, rivayete devam et" demiştir.
Şu*be b. el-Haccâc, Ebû Hureyre'nin hem Ka'bul-Ahbâr'dan I hem de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'den hadîs rivayet ettiğini, fakat bu iki rivayetin arasını tefrik etmediğini ileri sürerek onu "tedlîs" ile itham etmiştir. Bişr b. Sa'îd ise, Şu'be'nin Ebû Hureyre hakkındaki sözünü | kabul etmemiş ve şu sözlerle reddetmiştir:
"AUah'dan korkunuz ve hadîs-i şerifleri koruyunuz. Biz Ebû Hu-1 reyre ile otururduk da o bize Rasûl-i Ekrem'den de hadîs rivayet ederdi, Kau'I-Ahbâr'dan da. Sonra Ebû Hureyre kalkıp gidince, bizimle oturup onu dinlemiş olanların bir kısmına kulak verirdim; onlar Rasûl-i Ekrem'in hadîsini Ka^u'l-Ahbâr'ın sözüne, Ka(bu'l-| Ahbâr'm sözünü de Rasûl-i Ekrem'in hadîsine karıştırırlardı". Şu I hâle göre eğer burada bir tedlîs varsa, bunu yapan bizzat Ebû Hureyre değil, ondan hadîs rivayet edenlerdir. İmâm Şâfi'î'nin bu mev-zûdaki beyânı her şeyi halletmeye kâfidir:
"Ebû Hureyre, zamanındaki hadîs râvîlerinin hafızası en sağlam olanı idi". Mervân b. el-Hakem'in valisi ve kâtibi Ebu'z-Zu'ayze'a Salim şu haberi rivayet ediyor:
"Mervân b. el-Hakem, Ebû Hureyre'yi davet etti ve divânın arkasına oturttu. Sonra ona hadîs sormaya başladı; ben de söylediklerini yazıyordum. Nihayet bin hadîs hakkında soracağını sorup bitirince onu perdenin arkasına oturttu ve yazdıklarımı tekrar sormaya başladı, Ebû Hureyre daha önce söylediklerinden ne bir harf fazla veya noksan söyledi, ne de takdim-telür yaptı"
Ebû Hureyre Hz. Peygamberden, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, b. Zeyd, Hz. Â'işe (r.a.) ve başka sahâbî-lerden hadîs rivayet etmiştir. Ondan hadîs rivayet eden sahâbîlerin ve tâbi'îlerin sayısı sekiz yüzü geçmektedir. Bunlar arasında sahabe âlimlerinden Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Ab-dülâh ve Enes b. Mâlik, tâbi'în âlimlerinden de Saîd b. el-Museyyeb, îbmi Şîrîn, «Ikrime, cAtâ\ Mucâhid ve eş-Şa'bî vardır.
Ondan gelen esahhu'l-esânîd (en sahih isnâd) şöyledir,: zayıf sened zinciri de şöyledir:[1170]
Ebû Hureyre'den sonra en fazla hadîs rivayet eden sahâbî îbnu Ömer'dir, 2630 hadis rivayet etmiştir.
Abdullah b. Ömer, ikinci halîfe Ömer b. Hattâb'm oğlu, üm-mü'1-mü'rninîn Hz. Hafsa'nın kardeşi ve fetva vermekle meşhur dört Abdullah'dan ((abâdile) biridir. Diğer üç Abdullah ise, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Amr b. el-As ve Abdullah b. Zubeyr'dir. [1171]
Bi'setten bir müddet sonra doğdu. Babası ile beraber müslüman olduğu zaman on yaşında idi. Sonra Medine'ye babasından önce hicret etmişti. Uhut harbinde çocuk denebilecek bir yaşta bulunuyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onu pek genç bulduğu için harbe katılmasına izin vermemişti. Fakat sonraları birçok savaşlara iştirak etmiştir. Nitekim onun Kadisiye ve Yermûk savaşlarına katıldığını, Afrika, Mısır ve İran'ın fetihlerinde bulunduğunu, Basra ve Medâine geldiğini biliyoruz.
Zührî onun görüşlerine pek önem verirdi. Mâlik ve Zührî onun hakkında:
"Evet, îbnu Ömer, Rasûlullah ve ashabının hareketlerine dâir ne varsa hepsini bildirdi", demişlerdir.
Ibnu Ömer, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, 'Âişe, kız kardeşi I Hafsa ve Abdullah b. Mes'ûd (r,a.) dan hadîs rivayet etmiştir. Ondan rivayet edenler arasında ise, Sa'îd b. el-Müseyyeb, Hasenu'l-BasrîJ îbnu Şihâb ez-Zührî, îbnu Şîrîn, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs ve îkrime gibi birçok râvîler vardır.
Abdullah b. ÖmerH. 73 yılında vefat etmiştir. Söylendiğine göre! Haccâc ona sû-i kast hazırlamış, zehirli bir mızrağı bir adam vasıta-sıyle ayağına düşürtmüş, Îbnu Ömer de bunun tesîriyle ölmüştür. Ölümünün tabiî olduğu da söylenmektedir ki, bu haber doğru değildir,
Onun silsiletu'z-zeheb adı verilen esahhu'l-esânîdi şöyledir: îsnâdlannın en zayıfi da; şeklindedir.[1172]
Müksirûnun üçüncüsüdür, 2286 hadîs rivayet etmiştir.
Enes, Rasûlullah (s.a.v.)'ın.pek güvenip sevdiği bîr hizmetkârıdır^ Annesi Ümmü Sülem onu Rasûl-i Ekrem'e hizmet etmesi için getirdiği zaman henüz on yaşında İdi. Babası Mâlik b. en-Nadr'dır. Nesebi îbnu 'Adî b. en-Neccâr ile birleşir. Hz. Peygamber ona kulaklı" diye takılırdı; ona hiçbir zaman,| efendi - köle muamelesi yapmamıştır. Bu itibarla Enes diyor ki:
"Yaptığım herhangi bîr şey için Rasûl-i Ekrem, niye bunu yaptın veya yapmadığım birşey için de bunu niye yapmadın, diye beni azarlamaz, yalnız: Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, derdi".
Enes, yaşının küçük olması sebebiyle büyük Bedir savaşına katılmamış; fakat sonraları birçok gazvelerde bulunmuştur. Hz, Ebû Bekir, Enes'i Bahreyn'e vali olarak göndermek istediğini Hz. Ömer'e söylediği zaman, Hz. Ömer onu medh etmiş ve "Enes akıllı ve okur -yazar bir gençtir" demişti. Rasûl-i Ekrem'in yanında uzun zaman bulunması sebebiyle çok muttekî idi. Onun hakkında Ebû Hureyre
şunları söyler:
"Kıldığı namaz Rasûl-i Ekrem'in namazına Enes'inki kadar benzeyen birini daha görmedim." îbnu Şîrîn de:
"Hazarda ve seferde en güzel namaz kılan Enes'ti", diyor.
Enes hayatının sonlarına doğru Basra'da ikâmet etmeye başlamıştır. Bunun sebebini îzâh maksadıyle bâzıları diyor ki, Enes'in Basra'ya gidişinin sebebi, tbnul-Eşcas fitnesinde tazyike mâruz kalmasıdır. Haccâc ona eziyet etmeye başlayınca Basra'ya gitmekten başka bir çıkar yol bulamadı. Basra'da bulunan yegâne sahâbî o idi. işte bu sebeple Basra'da vefat eden son sahâbînin Enes olduğu söylenmektedir. H. 93 yılında yüz yaşını aşkın olduğu halde vefat etmiştir. Vefat ettiği gün Muverrik şöyle demiştir: "İlmin yarısı gitti. Bir bid'atçı bize muhalefet ettiği zaman ona, gel, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i dinleyenin yanına gidelim derdik!"
Enes'in esahhu'l esânîdi: şeklindedir.[1173]
En zayıf isnadı da şöyledir:[1174]
Rasûl-i Ekrem'in zevcesi olan Hz. 'Âişe, Rasûlullâh (s.a.v.)'ın dostu ve en çok sevdiği insan Hz. Ebû Bekir'in kızıdır. Henüz çok küçük yaşta iken İslâm'a girdi; on dokuzuncu müslüman Odur. Rasûl-i
Ekrem (s.a.v.) ile hicretin ikinci yılında evlenmişlerdir. Rasûlullâh (s.a.v.)'m bakire olarak evlendiği yegâne hanımdır. Efendimiz onu çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur; zîrâ Hz. 'Âişe'de bulunan pek kıymetli meziyetler, kolay kolay bir başkasında daha bulunmaz: Arap edebiyatını, şiiri, tıbbı, ensâbı ve Arapların meşhur günlerini bilirdi. Onun hakkında Zührî şunları söyler: "Hz. Peygamber'in diğer hanımlarının ve hatta bütün kadınların bilgisi bir araya toplansa, Hz. 'Âişe'nin ilmi yine de hepsinden fazla olurdu".
'Urve de der ki:
"Tıbbı, şiiri ve fıkhı Hz. Aişe'den daha iyi bilen biri görmedim".
Hz. Âişe, çok hadîs rivayet edenlerdendir. Bu mevzuda Enes Mâlik'den sonra gelir; 2210 hadîs rivayet etmiştir. Onun özelliklerinden biri de, zaman zaman bâzı meseleleri tek başına istinbât etmesidir. Yalnız başına yaptığı bu içtihatları ile âlim sahâbîlerin hatalarım da düzelttiği olurdu. Nitekim ez-Zerkeşî, yalnız bu mevzu
hakkında adını verdiği bir eser yazmıştır.
Hz. (Âişe hakkında Rasûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu söylenir Dîninizin yarısını bu hu meyradan alınız". Humeyrâ. beyaz kadın demektir; zira Arapla beyaza ahmer derler-Ne var ki bu hadîsin senedi yoktur. îbnu Hacer el-Mizzî, ez-Zehebî ve îbnu Kesir bunun yalan ve uydurma olduğun söylemişlerdir. Yalnız Aliyyu'1-K.ârî: "Fakat mânâsı doğrudur", diyor
Babası Hz. Ebû Bekir'den, Hz. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkas, Usey b. Hudayr ve başkalarından rivayet etmiştir.
Ondan rivayet eden sahâbîler: Ebû Hureyre, Ebû Mûsâ'l-Eş'ârî Zeyd b. Hâlid el-Cuhnî, Safiyye binti Şeybe ve başkalarıdır.
Hz. Âişe'den hadîs rivayet eden büyük tâbi'îler ise: Saîd b el-Museyyeb, 'Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecda, Âişe binti Talha (Amre binti Abdirrahman ve Hafsa binti Sîrîn'dir. Bu üç hanım, Hz 'Âişe'nin çok kıymetli fakîh talebelerindendir.
Meşhur ifk hâdisesinden sonra Cenâb-ı Hakk'ın âyet inz ederek Hz. 'Âişe'nin mâsm olduğunu îlân etmesi ona şeref olar. yeter! Ifk hâdisesine adı karışan Hassan b. Sabit bilâhare Hz. Âi hakkında şunları söylemiştir;
Afiftir» vakurdur, bir şüphe üzerine itham edilemez. Midesinde temiz kişilerin eti yoktur (kimsenin gıybetini etmez). Bununla beraber biri Hassan b, Sâbit'in aleyhinde bulunduğu zaman Hz. 'Âişe kızar ve:
Anam, babam, dedem size karşı Muhammed (s.a.v.)'in ırzını korumak için fedadır, diyen Hassan değil midir? diyerek onu müdâfaa ederdi.
En muteber rivayete göre Hz. Âişe H. 57 yılında vefat etti; cenaze namazını Ebû Hureyre kıldırdı.
Hz. (Âişe nin esahhu'l-esânîdi şöyledir: »
En zayıf isnadı da şöyledir.[1175]
Müksirûnun beşincisi olup çok hadîs rivayet etmek bakımından Hz. 'Âişe'den sonra gelir. 1660 hadîs rivayet etmiştir.
Abdullah, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in amca-zâdesidir; babası Abbâs b. Abdilmuttalib, Annesi de ümmül-müminîn Hz. Meymûne'nin kız kardeşi Ümmü'1-fadl Lübâbe binti'l-Hâris el-Hilâliye'dir.
Hicretten üç yıl önce doğmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onun hakkında şöyle duâ etmiştir:
Allah'ım! Onu dinde fakîh kıl ve Kur'ân ilmini öğret". Genâb-ı Hak RasûTünün duasını kabul etmiştir. Bu sebeple Jbnu Abbâs, ilminin çokluğu ve fıkhının derinliğin ile ün salmış, ilim yolcuları S ondan fetva almak ve hadîs rivayet etmek için uzak diyardan çekilip gelmişlerdir. Abdullah b. Mes'ûd'dan sonra, takriben otuz beş sene müddetle herkese fetva vermiştir. Onun hakkında Ubeydullah b. Ab-dîllah b. ıUtbe şunları söylemektedir:
"Rasûlullah (s.a.v.)'m hadîslerini, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın hükümlerini ondan daha iyi bilen, Kur'ân tefsirini, arapça, şiir, hesap ve ferâizi ondan daha iyi anlayan birini görmedim. Birgün fıkıh, birgün te'vîl, birgün megâzî, bir6iin şiir ve birgün de Arapların meşhur günlerini anlatıp öğretmek maksadiyle ilim meclisleri kurardı. Omm yanına gelip de boyun eğmeyen bir âlim, ona herhangi birşey sorup da cevâp alamayan bir kimseyi de görmedim.
Nese'î onun esahhu'l-esânîdinin: en zayıf isnâdırun da: şeklinde olduğunu söylemektedir. Onun bu zayıf isnadına yalan zinciri" adı verilmektedir.
Rasûl-i Ekrem ona tercümânul-Kur'ân lakabını vermiştir. Onun tefsiri hakkında âiimler: "Eğer bu tefsiri Rumiar ve DeylemHler duy-saydij mutîaka müslüman olurlardı", demişlerdir. Ne var ki, birçokları onun rivayetlerine ilâveler yapmışlardır. Nese'fnin de işaret ettiği üzere âlimler, onun tefsirdeki en değersiz tarîkinin birinci derecede silsiletu'l-kezib, ikinci derecede de ed-Dahhâk b. Müzâhim'in tarîki olduğunu söylemişlerdir. Bu tarîk munkatı'dır; zîrâ ed-Dahhâk} îbnu Abbâs'ı görmemiştir. Bu senedi Guveybir el-Belhî, ed-Dahhâk*-dan rivayet ederse, zayıfhk daha da artar.
îbnu Abbâs'ın tefsirdeki makbul tarîkleri ise şöyledir: r. Ali b. Talha el-Hâşimî'nin tarîki. Buhârî, îbnu Abbâs'dan talikler yaptığı zaman bu tarîke itimat etmiştir. îbnu Abbâs'dan bu tarîk ile rivayet edilen tefsîr nüshası, Mısır'da el-Leys'in kâtibi Ebû Salih'in yanında idi. Bu nüshayı Ali b. Ebî Taîha'dan Mucâviye bji Salih, Mu'âviye'den de el-Leys'in kâtibi rivayet eder. Bu nüshî hakkında îmâm Ahmed b. Hahbel şunları söyler:
"Mısır'da Ali b. Ebî Talha'nm rivayet ettiği bir tefsir sahîfesi vardır ki, bir kimse sâdece onu görmek için Mısır'a gitse, yine de çok Şey yapmış sayılmaz". Ali b. Ebî Talha'nm bu sahîfeyi îbnu Abbâş'-dan bizzat işitmeyip Mucâhid veya Ibnu Gubeyr'den duyduğu anlaşılmaktadır. Mucâhid ve Ibnu Cubeyr sika râvîlerdîr. Bana öyle geliyor ki, Ibnu Talha bu sahîfeyi bizzat Ibnu Abbâs'dan almıştır.
tarîki. Bu tarîk, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olan tarîktir. Hâkim en-Neysâbûrî Müstedrek'ine bu tarîk İle bir miktar hadîs almıştır. tarîki. (Muhammed b. Ebî Muhammed, Zeyd b, Sâbİt ailesinin mevlâsıdır). Ibnu Cerîr et-Taberî, tefsirine bu tarîk ile birçok rivayet almıştır.
tbnu Abbâs'a, bu kadar ilmi ne ile elde ettin? dîye sordular; "çok soran bir dil ve anlayışlı bir kalb ile" cevâbını verdi. Onun Kur'ân lügati hakkındaki bilgisi, dînî ve şer! hükümlere olan vukufundan daha fazla İdi. Öyle ki, bu bilgisi bütün Arap dilini kapsayacak ve câhiliyye arapçasında yaygın olan tâbirlerle Kur'ân üslûbuna misâller verebilecek kadar genişti. Rivayet edildiğine göre Nâfi b. eUEzrak ve Necde b. cUveymir birkaç haricî ile birlikte ilim tahsîlî için yola düşüp Mekke'ye geldiklerinde, Zemzem'in yanında duran Ibnu Abbâs'm tefsîr hakkında kendine sorulan meselelere cevâp vermekte olduğunu gördüler. Nafi de ona bâzı Kur'ân âyetleri ile, bu âyetlerdeki bir takım kelimeler hakkında suâl sormuş ve şöyle demişti: Araplar, Kurân-ı Kerîm gelmeden önce bu kelimeyi biliyorlar mıydı? Ibnu Abbâs, evet, diyerek ona bir beyit okumuş, bu suretle Nâfi1 ve arkadaşları, Ibnu Abbâs'm derin bilgisine ve muazzam ilmine şahit olmuşlardı.
Ibnu Abbâs, Hz. Ali, Hz. Ömer, TIbey b. Kâ'b'dan hadîs rivayet etmiştir. Ma'mer, Ibnu Abbâs'm, ilmi bu üç zâttan aldığını söyler. Ayrıca Mü'âz b. Cebel, Ebû Zer el-Ğifârî ve başkalarından da rivayet etmiştir. Ondan rivayet edenler ise şunlardır: Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Sehl b. Hüneyf ve mevlâsı 'Ikrime.
Ibnu Abbâs, Huneyn'de, Tâif'te, Mekke fethinde ve Haccetu'l-vedâ'da bulunmuştur. Ibnu Ebî Şerh ile birlikte Afrika'nın fethine,
Hz. Ali ile birlikte de Cemel ve Sıffîn harplerine katılmıştır. Hz. Ali onu, kendi temsilcisi olarak Basra'ya göndermiştir.
Ömrünün son günlerinde gözleri kor oldu. Daha Önce babası ve dedesi de aynı derde yakalanmışlardı. îbnu Abbâs, Tâif'te, hicretin 68. yılında vefat etti; namazını İbnu'l-Hanîfe kıldırdı.[1176]
Müksirûnun altıncısıdır. 1540 hadîs rivayet etmiştir.
Babası, Abdullah b. Amr b. Haram el-Ensârî es-Sulemî'dir. En-sâr oymaklarından biri olan Seleme oğullarına mensuptur. Babası ve dayısı ile birlikte Rasûlullah (s.a.v.)'a yardım edip desteklemek ve dîni yaymak üzere ona bey'at eden 70 ensârın arasına katılmak suretiyle ikinci Akabe'de bulunmuştur. Câbir, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in birçok savaşlarına katılmıştır. Yalnız Bedir ve Uhut harplerine iştirak edememişti; bunu şöyle anlatmaktadır:
"Rasûî-i Ekrem ile birlikte on dokuz harbe iştirak ettim; yalnız Bedir ve Uhut'ta bulunamadım. Bunlara katılmama babam engel olmuştu. Babam Öldürülünce Rasûlullah (s.a.v.)'ın katıldığı hiçbir savaştan geri kalmadım".
Gâbir b. Abdillâh, Mısır'a ve Şam'a geldiğinde, halk onu gördüğü yerde etrafım çevirip hadis alırdı. Medine'de Mescid-i Nebevî'-de, herkesin onun etrafını alarak ilim ve takvasından faydalandığı bir tedris halkası vardı. Medine'de hicretin 74. yılında vefat etti. Namazını, o zaman Medîne valisi olan Ebân b. Osman kıldırmıştır.
Câbir'in esahh-ı esânîdi, bilindiği üzere: tarikiyle Mekkelilerİn rivayet ettiği isnâddı. [1177]
Müksirûnun yedinci sidir. 1170 hadis rivayet etmiştir.
Ondan duydukları hadîsleri yazmak için izin isteyenlere şu cevâbı vermişti:
"Hayır, hadîsleri yazmayınız; onları Kur'ân yerine koymayınız. Biz nasıl ezberlemişsek, siz de öyle ezberleyiniz".
İsmi Sa'd b. Mâlik b. Sinan'dır; fakat daha çok Ebû Sa'îd kün--yesi ile bilinir. Babası Mâlik b. Sinan, Uhut harbinde şehît olmuştur. Nisbesi Hudrî'dir. Nesebi, el-Ebcer diye maruf Hudre b. (Avf b. el-Hâris b. el-Hazrec ile birleşir.
Babası Mâlik, Uhut harbinde, onu Rasûlullah (s.a.v.)'a getirip takdîm ederek'harbe iştirak etmesini teklif etti. O zaman Ebû Sa'îd henüz on üç yaşında bulunuyordu. Babası onun kuvvetli ve dayanıklı olduğunu söyleyerek: "Yâ Rasûlallah, bu kemikleri ufaltır", diyordu. Fakat Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onu çok küçük bularak harbe katılmasını doğru bulmadı.
Ebû Saîd el-Hudrî, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e, Allah yolunda kendine dil uzatanlara aldırmamak üzere beycat edenlerdendir; bunlar: Ebû Zer el-Ğifârî, Sehl b. Sacd, cUbâde b. es-Sâmit ve Muham-med b. Mesleme'dir. Hendek ve daha sonraki savaşlara katıldığı gibi, Rasûl-i Ekrem'le birlikte Benû'l-Mustahk harbine de iştirak etmiştir. İştirak ettiği gazvelerin sayısı on iki'dir.
Ebû Sa'îd, birçok sahabeden hadîs rivayet etmiştir. Bunların bellibaşhları şunlardır: Babası Mâlik b. Sinan, Anne bir kardeşi Ka-tâde b. erı-Nu'mân, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebü Mûsa'l-Eş'arî, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Selâm (r.a.)'dır.
Ondan rivayet edenler ise: Oğlu Abdurrahmân, hanımı Zeyneb binti Kâ'b b. 'Acred, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Ebu't-Tufeyl, Nâfic ve 'Ikrime'dir.
Oğlu Abdurrahmân'm elinden tutarak Bakî'a (Medine mezarlığına) götürdü. Kendini mezarlığın uzak bir yerine defn etmesini vasıyyet ettikten sonra dedi ki:
''Oğlum, öldüğüm zaman beni buraya defnet; üzerime kılcadır germe; yanıma ateş getirme; üzerime katiyen bağırıp çağırarak ağlama; kimsenin de öyle ağlamasına izin verme!".
Zahit, âbit, âlim ve âmil Ebû Sa'îdi'l-Hudrî, hicretin 74. yılında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.[1178]
Adı, Abdullah b. Mes'ûd b. Ğâfil el-Huzelî, künyesi Ebû Abdir-rahmandır. İslâm'a ilk girenlerin altıncısıdır. Habeşistan'a iki defa hicret etmiş ve Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bütün harblere iştirak etmiştir. Bedir harbinde Ebû Cehil'i yakalayıp öldüren odur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) onun Cennetlik olduğunu söylemiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.):"Kur'ân-ı Kerîm'i dört kişiden öğreniniz: Abdullah'dan (yâni Abdullah b. Mes'ûd'dan), Ebû Huzeyfe'nin mevlâsı Sâlim'den, Mu'âz b. Gebel'den ve 'Ubey b. Kacb'dan" buyurmuştur. Muhaddis-lerin ıstılahında mutlak olarak Abdullah denince, Abdullah b. Mes'ûd kastedilir.
Abdullah'ın barakları çok ince idi. Bâzı sahâbîler onun bu haliyle alay ederlerdi. Bunu duyan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o iki bacak Mîzân'da Uhut dağından daha ağır gelecektir".
Hz. Ömer onu Kûfe'ye kadılık ve beytu'1-mâl memurluğu ile göndermişti, Ibnu Mes'ûd, vera(, takva ve iffetin timsâli idi.
Onun esahhu'l-esânîdi şöyledir:
En zayıf isnadı da: şekündedir.
Hz. Ömer ve Sa'd b. Mu'âz'dan hadîs rivayet etmiştir. Ondan rivayet edenler ise: Abâdile, Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdillah, Ebû Mûsa [1179]Eş/arî, ^İkame, Mesrûk, Şureyhu'1-kâdî ve başkalarıdır. Rivayet ettiği hadîslerin sayısı, 848'i bulur.
Medîne'ye geldiğinde rahatsızlandı ve H. 32'de.vefat etti. BakTa defnedildi. Cenaze namazını Osman b. 'Affân kıldırdı .[1180]
Fakîh dört Abdulîah'dan (Abâdile'den) biridir. Babasından önce müslüman olmuş, Mekke fethinden önce de hicret etmiştir. Âbid, zâhid, çok oruç tutup çok namaz kılan ve kendini tamamen hadîse vermiş olan bir zât idi. 700 hadîs rivayet etmiştir. Hadîsleri yazması İçin Rasûl-i Ekrem ona izin verdikten sonra, ondan duyduklarını yazmaya başladı. Buna işaret ederek Ebû Hureyre der ki:
"Abdullah b. Amr b. el-'Âs müstesna, Rasûl-i Ekrem'in hadîslerini benden daha iyi hıfz eden bir kimse yoktur; çünkü o yazardı, ben yazmazdım".
Hz. Ömer, Ebu'd-Derdâ', Mu'âz b. Cebel, AbdurTahmân b. Avf ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir.
Ondan rivayet edenler ise: Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb, es-Sâ'ib b. Yezîd, Sa'îd b. el-Müseyyeb, Tâvûs, (Ikrime ve başkalarıdır.
Esahhu'l-esânîdi şöyledir:
Abduliah b. Amr, H. 43 yılında Fustât'ın kuşatıldığı günlerde vefat etti.[1181]
Künyesi budur; adı Cundeb b. Gunâde'dir. Ğıfâr kabîiesinden olan dedesi Gunâde'ye nisbet edilmiştir; Kinân oğullarmdandır. Ebû Zer, Rasûl-i Ekrem'e peygamberlik gelmeden önce de ibâdet ile meşgul olurdu. İslâm'a ilk girenlerin beşincisidir. Ancak Hendek harbinden sonra hicret etme imkânını bulabilmiştir. Allah yolunda kendini kınayanlara aldırmamak ve acı da olsa hakkı söylemek üzere Rasûl-i Ekrem'e bey'at edenlerdendir.
Ebû Zer (r.a.), ertesi günü yiyecek bir şey bırakmayacak kadar zâhid idi. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında bir ney'î mâlda sosyalizmi müdâfaa etmeye başladı. Kendini buna sevk eden şey, son derece hassas insanî şuuru ve büyük takvası idi. Fakat Osman b. cAffân, Ebû-Zer'in bu tutumunu beğenmedi ve onu Rebeze'ye nefyetti. H. 32'de ve yine Osman b. 'Affân'ın hilâfeti sıralarında vefat edene kadar orada kaldı. Namazını tesadüfen Rebeze'den geçmekte olan Abdullah b. Mes'ûd kıldırdı. Hz. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Örher ve diğer sahâ-bîlerden hadîs rivayet etti. Ebû Zer'den hadîs rivayet edenler ise: el-Ahnef b. Kays, ÂbdurJ İahmân b. Ganem, Atâ ve diğerleridir. Esahhu'l-esânîdi, Şamlıların: tarikiyle rivayet ettiği isnâdd Ebû Zer'den 281 hadîs rivayet edilmiştir.[1182]
Sa'd b. Ebî Vakkâs b. Üheyb ez-Zuhrî'nin künyesi Ebû Ishâk'tır. Aşere-i mübeşşere'den olup Allah yolunda ilk oku atan odur. İslâm'a- ilk girenlerin dördüncüsüdür. Henüz on yedi yaşında iken Hz. Ebû Bekir'in delâleti ile müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bütün gazvelere iştirak etmiştir. Bütün bu gazvelerde fârisu'l-îslâm = tslâm süvârîsi idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in annesi Hz. Amine'nin mensup olduğu Benû Zuhre oğullarmdandır. Bu sebeple Rasûl-i Ekrem onu göstererek: "işte benim dayım, kimin böyle bir dayısı var!", derdi. Hz. Ömer, Sacd b. Ebî Vakkâs'ı İranlılar üzerine gönderdiği orduya baş kumandan olarak tâyin etti. İranlıları, hicretin 15. yılında Kadisiye'de, 16. yılında da Celûlâ'da bozguna uğrattı. Medâin'i fethetti. H. 17'de Küfe şehrini kurdu. Hz. Ömer devrinde, daha sonra da Hz. Osman zamanında Irak- valisi İdi. Hz. Ömer'in halîfe seçimi için tâyin ettiği altı kişiden biridir. Hz. Osman'ın şehâdeti ile ortaya çıkan büyük fitneye karışmadı. 'Akîk'te H. 55 târihînde vefat edene kadar evinden dışarı çıkmadı. Bald'a defnedildi. Aşere-i mübeşşere'den en son vefat eden O'dur.
Hadîslerini rivayet ettiği sahâbîler, Abdullah b. Abbâs, Abdulh b. Ömer, Havle binti Hakîm'dir.
Ondan rivayet edenler ise, Mucâhid, Alkame b. Kays ve es-Sâ'ib b. Yezîd'dir. Sad b. Ebî Vakkâs'm esahhu'l-esânîdi şöyledir: Ondan 270 hadîs rivayet edilmiştir.[1183]
Sahâbîlerin fakîhi Mu'âz'm tam adı: Mu'âz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Hazrecî, künyesi de Ebû Abdirrahmân'dır, On sekiz yaşında müslüman olmuş ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'e ikinci Akabe'de bey'at etmiştir. Rasûluliah ile birlikte bütün gazvelere iştirak etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu Abdullah b. Mes'ûdile kardeş yapmış, İslâm'ı anlatıp Öğretmek ve Kur'ân-ı Kerîm'i ezberletmek üzere Yemen'e göndermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu Yemen'e uğurlarken Mu'âz, biniti üzerinde bulunuyor, Rasûl-i Ekrem de yanında yaya olarak gidiyordu. Rasûluliah (s.a.v.) Mu'âz'a: "Ben seni seviyorum", derdi. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında da Yemen'deki muallimliğine devam etti; sonraları Şam'a hicret etmiştir.
Mu'âz, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zamanında Kur'ân-ı Kerîm'i cem eden sahâbîîerdendir. Rasûl-i Ekrem'in söylediği gibi: "Helâl ve haramı en iyi bilen o idi".
Mu'âz, Abdullah b. Abbâs, ve Abdullah b. Ömer'den hadîs rİ-vâyet etmiştir. Ondan rivayet edenler ise, Enes b. Mâlik, Mesrûk ve Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vâsile'dir. Henüz otuz üç yaşında iken Ürdün'de Tâ(ûn-ı Amvâs'm çıktığı hicretin 18. yılında vefat etmiştir. Onun hakkında Ömer b. el-Hattâb şöyle der:
"Analar bir daha Mu'âz gibisini doğuramaz. Mu'âz olmasaydı Ömer helak olurdu!. [1184]
Adı 'Uveymir b. Zeyd b. Kays olmakla beraber, daha çok Ebu'd-Derdâ künyesi ile şöhret bulmuştur. Ensâr'dan olup Hazrec oğulla-rmdandır.
Kur'ân-ı Kerîm'i Rasûluliah (s.a.v.)'dan öğrenip ezberledi. Umu harbinde nasıl bir yiğit olduğunu isbât etti. Bu sebeple Rasûl-i Ekrem: '"Uveymir ne yaman bir yiğittir", buyurmuştur. Hz. Peygamber, onunla Selmân-ı Fârisî'yi kardeş yapmıştır.
Ebu'd-Derdâ', Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında Şam kadısı olup Şamlıların müftîsi, Filistinlilerin de kadısı idi.
Ebu'd-Derdâ1, Hz. Â'işe'den ve Zeyd b. Sâbit'ten hadîs rivayet etmiştir. Ondan da oğlu Bilâl ve hanımı Ummü'd-Derdâ1 rivayet etmişlerdir. Rivayet ettiği hadîslerin sayısı 179'u bulur. O'nun hakkında Mesrûk şöyle demektedir:
"Rasûluliah (s.a.v.)'ın ilminin altı kişide bulunduğunu gördüm; Ebu'd-Derdâ da bunlardan biridir.[1185]
Ebu'd-Derdâ', Dımeşk'te H. 32 târihinde vefat etmiştir.[1186]
Sa(îd b. el-Museyyeb b. Hazn eİ-Kureşi el-Mahzûmî, - Ahmed b. Hanbel'in de dediği gibi- tâbi'îninen değerli simasıdır. Babası ve dedesi sahâbî idiler. Hz. Ömer'in hilâfetinin ikinci yılında dünyâya geldi. Çocuk denecek yaştan îtibâren bir tek hadîs bulabilmek için günlerce, gecelerce seyahatler yapmıştır. Onun hakkında Mekhûİ der ki:
"Hadîs aramak için yer yüzünü dolaştım; fakat Sa'îd b. el-Museyyeb'den daha âlim birine rastlamadım". Ali b. el-Medînî de şunları söyler:
"Tâbi'în içinde ondan daha âlimini bilmiyorum. Sacîd'in birşey hakkında bu sünnette mevcuttur, demesi yeter. Bana göre, o tâbi'înin en büyüğüdür.
Onun zühd ve takvası için şunu anlatırlar. Halîfe Abdulmelik oğlu Veiîd için kızını istediği zaman, Sa'îd b. el-Museyyeb razı olmamış; fakat Küseyyir b. Ebî Vedâ'a ile sâdece iki dirhem karşılığında evlendirmiştir. Abdulmelik, oğlu Velîd'e halkı bey'at ettirmek istediği sıralarda, Abdulmelik'in Medine'deki vekili Hişâm b. İsmâ(îl, Îbnu'l-Museyyeb'i dövmüşj bey'ata razı olması için ölümle tehdîd etmiş; bütün bunlara rağmen İbnu'l-Museyyeb bey'atı kabul etmemiştir.
Sa'îd b. el-Museyyeb, Hz. Ebû Bekir'den mürsel olarak birtakım haberler rivayet etmiş; Hz. Ömer, Osman, Ebû Hureyre, Zeyd b. Sabit, Hz. 'Âişe ve diğer sahâbîlerden hadîs dinlemiştir.
Ondan rivayet edenler: Salim b. Abdillâh, ez-Zuhrî, Katâde, Şerik, Ebu'z-Zinâd ve başkalarıdır.
'Sa'îd b. el-Museyyeb, H. 94 târihinde vefat etmiştir.[1188]
Nâfi'in babasının adı Hürmüz'dür; Kâvûs olduğunu söyleyenler de vardır. Künyesi Ebû Abdillâh el-Medenî'dir. Onu Abdullah b. Ömer, gazvelerinden birinde ele geçirmiş, Nâfi'deki ilim aşkını ve mükemmel rivayet istidadını gördükten sonra da: "Allah Taâlâ, Nâfi'i bize bağışlamak suretiyle büyük bir lûtufta bulundu", demiştir.
Nâfi*, efendisi îbnu Ömer'in hizmetinde samimiyetle otuz sene çalıştı. Bâzıları onun aslen Nîsâbûr'lu, bâzıları da Kâbil'li olduğunu söyler. Yahya b. Ma'în ise: "Nâfi* Deylem'lİdir; çünkü onun lisânında Deylemlilere hâs şîve bozukluğu vardır",,demektedir..
îmâm Mâlik b. Enes, Nâficîn arkadaşlanndandır. Hattâ en-Ne-se'î'nin söylediğine göre, "en sağlam arkadaşıdır". Mâlik, Nâfi* hakkında şöyle der:
"Nâfi'in îbnu Ömer'den rivayet ettiği bir hadîs dayduğum zaman, onu bir başkasından daha duymak lüzumunu hissetmezdim". Bu sebeple îmâm Buhârî, "Mâlik'in esahh-ı esânîdinin, şeklinde olduğunu" söylemiştir.
Nâfi' sâdece ibnu Ömer'den rivayet etmemiş, aynı zamanda Ebû Sa'îdi'l-Hudrî, Hz. ve Hz. Hafsa'dan da mürsel olarak rivayet etmiştir.
Ondan rivayet eden hadîsciler şunlardır: Abdullah b. Dînâr, ez-Zuhrî, el-Evzâ% îbnu îshâk, Salih b. Keysân ve îbnu Cureyc.
Abdullah b. Ömer, Nâfi'i çok severdi. Nâfi'i satın almak için otuz bin dinar teklif edenler olmuş; fakat îbnu Ömer bunu kabul etmeyerek onu nzây-ı bârî için âzâd etmiştir. Halîfe Ömer b. Ab-dilazîz, Nâfi, Mısırlılara sünneti öğretip dîni anlatması için Mısır'a göndermiştir.
Nâfic H.. 117 târihinde vefat etmiştir. [1189]
Müttekî fakîh Muhammed b. Şîrîn el-Ensârî'nin babası Sînn, Enes b. Mâlik'in kölesi idi. Enes onu, Enbâr'ın yakınında bulunan cIrak çölündeki Aynu't-Temrtle esîr eden Hâlid b.Velîdden satın almıştı. Enes, bir miktar mâl karşılığında serbest bırakmak üzere Şîrîn ile bir anlaşma yapmış, Şîrîn de tâyin edilen meblâğı ödeyerek hürriyetini kazanmıştı. Annesi Safiyye ise Hz. Ebû Bekir'in azatlısı idi. Muhammed b. Şîrîn, Hz. Osman'ın hilâfetinin son ikinci yılında doğdu ve hicretin no. yılında vefat etti. Otuz sahâbî ile görüşmüş; fakat Hz. Ebû Bekir ve Ebû Zer'i görmemiş, Ibnu Abbâs, Ebu'd-Der-dâ, (tmrân b. Husayn ve Hz. Âişe'yi dinleyip hadîs alamamıştır. Bunlardan rivayet ettiği hadîslerin hepsi mürsel sayılır. Bununla beraber b. îbnu Sîrîn'in Zeyd b. Sâbİt, Enes b. Mâlik, Ebû Hureyre, Huzeyfe el-Yemân ve başkalarından müsned olarak rivayet ettiği hadîsler vardır.
Ibnu SîrînMen rivayet eden muhaddisler şunlardır: eş-Şâ'bî, el-Evzâ% 'Âsimu'I-Ahvel, Mâlik b. Dînâr ve Hâlidu'l-Hazzâ'.
Hişâm b. Hassan der ki:
"Ibnu Şîrîn, gördüğüm insanların en doğrusudur". Onun hakkında Ebû Avâne de şunları söyler:
"Ben İbnu Sîrîn'i gördüm. Onu gören mutlaka Allah Taâlâ'yi hatırlar". Ibnu Sad ise:
"Muhammed b. Şîrîn, sika, güvenilir, pek kıymetli bir imâm ve çok âlim bir insandı", demektedir.[1190]
îbnu Şihâb'ın adı, Muhammed b. Müslim b. Ahdülâh'dır. el-H-eys b. Sa'd onun hakkında şunları söylemektedir:
"ez-Zuhrî'den daha ihatalı bir âlim görmedim. Sanl. ıskalarını rivayet etmek istemezmiş gibi, çoğu zaman tergîb had i-İtrini rivayet ederdi; aynı zamanda Sünnet ve Kur'ân hakkındaki hadîsleri de rivayet ederdi; rivayet ettiği hadîsler kusursuz îdi".
ez-Zuhrî, Hicaz ile Şam arasındaki Eyle köyünde otururdu. Şöh-ifreti öylesine yayıldı ki, Hicaz ve Şam âlimlerinin mercii hâline geldi. Sa'id b. el-Museyyeb'in Şam civarındaki "Şa'bedâ" adlı köyünde onunla birlikte sekiz sene kalmış ve yine orada 123 yılında, bâzılarına göre 125 yılında vefat etmiştir. ez-Zuhrî, duyduğu hadîsleri tedvin ederdi. Salih b. Keysân diyor.
"ez-Zuhrî ile birlikte hadîs toplardık. Zuhrî bana: Gel, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in hadîslerini yazalım, dedi. Bir müddet sonra, gej sahabenin kavillerini de yazalım, dedi; fakat o yazdı, ben yaznjadım. Neticede o kazandı, biz kaybettik ez-Zuhrî'nin hıfz ve zabtının ne kadar kuvvetli olduğunu ifade etmek maksadıyle onun anlattığı şu vaka zikredilir: Hişâm b. Abdil-[ melik Zuhrî'den bir çocuğuna hadîs imlâ ettirmesini ister. ez-Zuhrî, çocuğa dört yüz hadîs yazdırır ve çıkıp gider. Sonra da ey hadîsciler, neredesiniz? diyerek muhaddislerı toplar ve onlara da bu dört yüz hadîsi yazdırır. Aradan bir ay kadar bir zaman geçer. Birgün Hişâm, ez-Zührî ile karşılaşarak ona: Yazdırdığın hadîsleri kaybettim, der ve bir kâtip çağırarak hadîsleri tekrar yazdırır. Bilâhare bunları ilk defa yazılan hadîslerle karşılaştırır ve bir tek harfinin dahî farklı olmadığını görür. Bu hâdise üzerine Hişâm, ez-Zührryi çok beğenir ve onu çocuklarına muallim tâyin eder.
Amr b. Dînâr'ı: "Hadîsleri tam metinleri ile Zuhrî gibi rivayet eden birini daha görmedim", diyerek, ez-Zuhii'nin faziletini îtirâfa sevk eden şey, onun hadîsleri böylesine bir dikkat ve ihtimamla zab-tetmesidîr. ez-Zuhrî, hadîsleri asıl metinleri ile rivayet etmek hususunda pek titiz davranırdı. Onun rivayet ettiği hadîslerin bin iki yüz'e ulaştığı söylenmektedir; fakat bu hadîslerin müsned olanları bu rakamın yarısı kadardır.
ez-Zuhrî, şu muhaddislerden hadîs rivayet etmiştir: Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ca'fer, Sehl b. ez-Zubeyr, «Atâ b. Ebî Rabâh.
Diğer taraftan Ubâde b. es-Sâmit, Ebû Hureyre, Râfî( b. Hu-deyc ve başkalarından da mürsel rivayetleri vardır.
Buhârî, onun esahh-ı esânîdının: şeklinde olduğunu söylemektedir. Ebû Bekir b. Ebî Şeybe'ye göre esahh-ı esânîdi ise şöyledir :[1191]
Fakîlı, mükrî ve âbid Sa(îd b, Cubeyr el-Esedî el-Kûfî'nin künyesi Ebû Abdillâh'dır. Sufyânu's-Sevrî onu İbrahim en-Naha(î'den üstün tutarak derdi ki:
"Tefsîri şu dört kişiden alınız: Sa'îd b. Cubeyr, Mucâhid, 'Ikrime ve ed-Dahhâk".
Abdullah b. Mes'ûd Küfe kadısı iken, îbnu Cubeyr onun kâtipliğini yapardı. Sonra Ebû Burde b. Ebî Musa'nın kâtipliğini yapmaya başladı. Daha sonraları da Ibnu'l-Eş'as ile birlikte ayaklandığı için hicretin 95. yılında Haccâc tarafından Öldürüldü.[1192]
Sa'îd b. Cubeyr, Abdullah b. Zubeyr'den, Enes b. Mâlik'ten ve Ebû Sa'îd el-Hudrî'den hadîs rivayet etmiştir; bunlardan rivayet ettiği hadîsler müsneddİr. Yalnız Ebû Hureyre, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Hz. Ali ve Hz, eÂişeden hadîs duymamıştır; bunlardan rivayet ettiği hadîsler de mürseldir. Onun bu mürselleri hakkında Yahya b. Saîd
der ki:
"Sa'îd'in mürselleri, bence cAtâ'nıri mürsellerinden daha makbuldür".
Ondan rivayet edenler: el-A'meş, Mansûr b. el-Mu'temir, Ya'lâ b. Hakîm es-Sakafî, Simâk b. Harb ve başkalarıdır.
Meymûn b. Mihrân diyor ki:
"Sa'îd b. Cubeyr Öldü; fakat yeri doldurulamayacak bir boşluk bırakarak göçtü gitti. [1193]
Ebû Hanîfe künyesi ile meşhur olmuştur. Asıl adı, en-Nu'mân b. Sabit b. Zûtâ'dır. Teymullâh b. Sa4lebe el-Kûfî'nin mevlâsı olduğu için nisbesi Teymî'dir; fakat aslen Iran'lıdır.. Sahabeden Enes b. Mâlik, Sehl b. Sa'd es-Saidî, Abdullah b. Ebî Evfâ, Ebu't-Tufeyl Âir b. VâsüVyi gördüğü için tâbirdir. Bu sahâbîlerin bir kısmından
hadîs de rivayet etmiştir. Bâzı âlimler ise, onun bu sahâbîlerin hepsinden rivayet ettiğini söylemektedir.
Ebû Hanîfe, fıkhı ve hadîsi, 'Ata, Nâfi1, îbnu Hürmüz, Hammâd b. Ebî Süleyman, Amr b. Dînâr ve diğer âlimlerden öğrenmiştir. Ondan rivayet edenler ise: Ebû Yûsuf, Zufer, Ebû Mutîc el-Belhî, İbhu'l-Mubârek, el-Hasen b. Ziyâd, Dâvûd et-Tâ'î, Vekî ve başkalarıdır.
Âlimler, Ebû Hanife'nin muazzam bir fıkıh kültürüne ve kuvvetli delillere sahîp olduğunu söylerler. eş-Şâfi(î ise: "İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'ye minnettardır", der. el-Leys b. Sacd da şunları anlatır:
"Medine'de Mâlik'e rastladım. Hayrola terlemişsin, dedim. Mâlik : Beni Ebû Hanîfe terletti; o gerçekten fakîhmiş a Mısırlım! dedi. Sonra Ebû Hanîfe ile karşılaştım. Ona: Mâlik senin hakkında ne güzel şeyler söylüyor, dedim. Ebu Hanîfe'nin karşılığı şöyle oldu: "Ben onun kadar hazır cevâp olup da isabetli konuşan, onun kadar mükemmel tenkîd yapan birini daha görmedim".
Ebû Hanîfe, şüphesiz muhaddis olmaktan çok fakîhtir. Fakat onun hadîse vukufu, bâzılarının söylediği kadar az değildi. Muham-med b- Mahmûd el-Harzemî, onun on beş müsnedinî toplamıştır. Muhammed b. el-Hasen, el-Âsâr adlı kitabında Ebû Hanîfe'den pek çok hadîs almıştır. Fakat Ebû Hanîfe'nin en bariz vasfım fıkıh teşkil etmektedir. Zaten kendi adiyle anılan Hanefî mezhebini tesîs etmesi ve re'y mektebinin imâmı olması ona yeter!
Ebû Hanîfe, muttekî bir insandı. Elinin emeği ile geçinirdi. Âlimlerin değerini sarsacağı, izzet-i nefislerini rencîde edeceği düşüncesiyle onların hediye almasını doğru bulmazdı.
Ebû Ca'fer, onu zorla kadı yapmak istedi. Bu vazifeyi kabul etmediği için Ebû Hanîfe'yi haps etti. Kabul etmesini sağlamak düşüncesiyle, günde on sopa olmak üzere yüz on sopa vurdurdu. Ebû Hanîfe yine de kabul etmedi. Bağdat'ta hapishanede iken H. 150'de Allah'ın rahmetine kavuştu.
Abdullah b. el-Mubârek onun hakkında şunları söylemektedir: "İnsanların en fakîhi Ebû Hanîfe'dir. Fikıh'ta onun bir benzerini daha görmedim. Eğer Cenâb-ı Hak, Ebû Hanîfe ile görüştürmek lûtfunda buîunmasaydı, ben de rastgele bir insan olurdum. O, muttekî, cömert, meseleleri bütün incelikleri ile kavrayan bir insandı.[1194]
Medînelilerin imâmı, hadîste emîru'I-mü'rnmîn Mâlik b. Enes b. Ebî 'Âmir el-Asbahî'dir. Yemen meliklerinden Zû Asbah'a mensup olduğu anlaşılmaktadır. Künyesi Ebû Abdillâh'dir. Onun hakkında İmâm Şafii şöyle demektedir:
"Malik, Allah Taâlâ'nın, tâbi'înden sonra kullarına karşı hüccet olarak gönderdiği bir insandır". îbmı Hibbân da diyor ki: "Medine'de râvîleri, fıkıh ve din anlayışlarına, fazilet ve ibâdet durumlarına göre değerlendiren ilk fakîh Mâlik'tir. İmâm Şâfi'î de ondan istifâde etmiştir". en-Nese'î'nin Mâlik, hakkındaki sözleri ise Şöyledir:
"Mâlik'ten daha asil, daha büyük, daha itimâda şayan, hadîs bakımından daha emniyetli ve zayıf râvîlerden daha az rivayet eden birini görmedim. Abdulkerîm'den başka metruk olan bir râvî'den hadîs aldığını bilmiyoruz". Mekke'de ikâmet eden Abdulkerîm b. Ebi'l-Muhârık el-Basrî'yi kasdetmektedir; zîrâ Abdulkerîm, müstakim ve çok mütevâzî bir insandı; fakat Mâlik'in hemşehrisi değildi. Bu sebeple imâm onu tanıyamadı. Bununla beraber Abdulkerîm'den sâdece faziletli ameller hakkında bir miktar hadîs veya hadîs metni üzerine bazı ilâveler almıştır.
Mâlik, el-Muvatta'ı telîf ettiği zaman, halîfe Mansûr halkı bu eseri okuyup onunla amel etmeye zorlamak istedi; fakat Mâlik daha önce de söylediğimiz gibi bunu doğru bulmadı. Mâlik, el-Muvatta üzerinde kırk sene çalıştı. Bu arada eserini Medîne'U yetmiş fakîhe sunup onların fikirlerini aldı. Bu eseri yüz bin hadîsten seçerek meydana getirmiştir. el-Muvatta'ı Mâlik'ten binden fazla kimse rivayet etmiştir. Bu sebeple el-Muvatta'ın çeşitli otuz nüshası vardır; fakat bunlardan sâdece yirmi tanesi meşhur olmuştur. En meşhur nüshası da, Yahya b. Yahya el-Leysî el-Endülüsî el-Maşmûdî'nin rivayet ettiği nüshadır.
Bâzı âlimler, ana hadîs kitaplarının, Kütüb-i sitte ve Muvatta' olmak üzere yedi tane olduğunu söylerler. Bâzıları da Kütüb-i sitte'ye, el-Muvatta' yerine Dârimî'nin Suhen'ini katarlar. Bu büyük eser hakkında Ibnu Hazm der ki:
"Fıkıh ve hadîs sahasında meydana getirilmiş bu eserin . bir dengi daha yoktur".
el-Muvatta hadîslerinin hepsi müsned değildir. Aralarında mürsel, mu'dal, munkatı ve başka nev'îlerİ de vardır. Bâzı âlimler el-Muvatta'da 600 müsned, 222 mürseî, 613 mevkuf hadîs ve 285'de tâbi€în sözü bulunduğunu tesbît etmişlerdir. Ayrıca Mâlik'in isnâd etmeden Bana ulaştı" ve Sika râvîden"
diye rivayet ettiği sözlerin 61 tane olduğu söylenmektedir. Fakat bu rivayetler, Mâlik'in isnâdları dışındaki diğer tarîklerden müsned olarak gelmektedir. Bu .sebeple îbnu Abdilber en-Nemerî, Mâlik'in el-Muvatta'mda bulunan mürsel munkatı, muMal hadîsleri mevsûl olarak rivayet etmeyi hedef tutan bir kitap yazmıştır.
Mâlik şu muhaddislerden rivayet etmiştir: Nu'aym el-Mucmir, Zeyd b. Eşlem, Nâfi', Şerîk b. Abdillâh, ez-Zuhrî: Ebu'z-Zİnâd, Sa'îd eî-Makburî ve Humeyd et-Tavîl. Mâlik'in arkadaşlarından en son vefat eden Huzâfe es-Sehmî el-Ensârî'dir.
Mâlik'ten rivayet edenler ise pek çoktur. Bunlar arasında: ez-Zuhrî, Yahya b. -Sa'îd gibi şeyhleri, el-Evzâ% es-Scvrî, Sufyân b. Uyeyne, el-Leys b. Sard, Ibnu Güreye ve Şu'be b. d-Haccâc gibi arkadaşları ve eş-Şâfi% Ibnu'l-Mubârek, îbnu Vchb, îbnu Mehdî, el-Kattân ve Ibnu îshâk el-Fezârî gibi diğer âlimler de vardır.
Malik H. 93 yılında doğup 179'da vefat etmiştir.[1195]
Yeryüzünü ilimle dolduran Muhammed b. Idrîs b. Abbâs b. Osman b. Şâfi'î, bu sonuncu dedesine nisbet edilerek eş-Şâf^î diye tanınmıştır. Neseb İtibariyle Kuregî, Muttalibî ve "Mekkî'dir. Künyesi Ebû AbdÜlâh'dır. Annesi Ezd kabîlesindendir.
eş-Şâfi, H. 150'de Gazze'de doğdu. Sütten kesildikten sonra Mekke'ye götürüldü. Orada büyüyüp okudu. Daha yedi yaşında iken
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledi. O zamanlar Mekke mukri'i olan İsmail b. Kostantîn'den Kur'ân tâlimi yaptı. Ramazan ayında Kur'ân-ı Kerîm'i altmış defa hatm ettiği söylenir.
Medine'İllerin imâmı Mâlik b. Enes'den hadîs rivayet etmiş,, henüz on üç yaşında iken birkaç gün zarfında hocasının el-Muvat-ta'mı ezberleyerek önünde okumuştur. Ayrıca Sufyân b. 'Uyeyne -ve Abdulmelik b. Mâcişûn [1196]dan da hadîs rivayet etmiştir. Fıkhı, yirmi yaşlarında bile yokken, fetva vermek üzere kendisine izin veren Müslim b. Hâlid ez-Zencî'den okumuştur. Bütün bunlardan başka lügat ve şiirde çok üstündü. Münazara 'ederken çok kuvvetli deliller ileri sürerdi. Kendisiyle -münazara yapan bütün Irak ve Mısır âlimlerini su s tur muştur. Hîcâzlıların, Mısırlı ve Iraklıların fıkıhlarını mez-cedip bilgisinde toplamıştır.
Yemen bölgesindeki Necrân'da kadılık vazîfesini üzerine aldı; bunun üzerine onu halîfe Hârûnu'r-Reşîd'e jurnal ederek .hilâfeti ele geçirmek istediğini söylediler. Derhâl Bağdat'ta bulunan hilâfet merkezine götürüldü. Orada H. 184 târihinde halîfe Hârunu'r-Reşîd ile görüşerek onun huzurunda Muhammed b. el-Hasen ile münazara etti. Muhammed b. el-Hasen onun ne büyük bir âlim olduğunu anladı ve halîfenin önünde, iddia edilen suçla eş-ŞâfiTnin bir alâkası bulunmadığını ifâde etti. eş-Şâfi'î sonra Mekke'ye, daha sonra da H. 195'de ikinci defa olarak Irak'a gitti. Bu defasında îrnâm Ahmed b. Hanbel, el-Kerâbîsi ve ez-Zağferânî ile görüştü. Bilâhare Mekke ile Bağdâd arasında birçok seferler yaptı ve nihayet H. 199 târihinde Mısır'a geldi. 204 yılında 54 yaşında iken Mısır'da vefat etti.
îshâk b. Râhûye'ye: Genç denecek bir yaşta ölmesine rağmen eş-Şâfi(î bu kadar kitabı nasıl yazdı? diye sordular. îshâk b. Râhûye şu cevâbı verdi: "Ömrü kısa olduğu için, Cenâbı-Mevlâ ona çok akıl verdi!".
eş-ŞâfiTnin İbnu Râhûye'ye sorulan eserleri, tefsîr, hadîs, fıkıh ve edebiyat sahalarında olmak üzere pek çoktur; fakat en meşhuru Ab-durrahman b. Mehdî'nin arzusu üzerine yazdığı er-Risâle'dir. Bu eser îisûi-i fıkıh hakkındadır. eş-ŞâfiTnin bunlardan başka, din prensiplerinin çoğunu içine alan el-Um adlı bir kitabı daha vardır. Ebû Amr Muhammed b. Ga'fer en-Nîsâbûrî, el-Um'deki ve yine eş-Şâfil'nin el-Mebsût adlı bir diğer eserindeki müsned hadîsleri bir araya toplamıştır. Böyle olmakla beraber bâzı âlimler cş-ŞâfiTnin hadîs sahasında müstakil bir Müsned'i olduğunu zannetmişlerdir. lbnu'1-Esîr (v. 606) bu Müsned'e bir şerh yazmıştır.
eş-Şâfi'î'den rivayet edenler: imâm Ahmed b. Hanbel, Ebû 'Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm, Buhârî'nin şeyhi Abdullah b. ez-Zubeyr el-Humeydî, Ebû Sevr İbrahim Hâlid el-Bağdâdî, Yûsuf b. Yahya el-Bûtî, Harmele b. Yahya, el-Hasen b. Muhammed ez-2acferânî ve başkalarıdır.
eş-Şâficî'nin hadîsteki üstünlüğünü ez-Zehebîşöyle anlatmaktadır: "Hadîs hafızı olup hadîsteki illetlere hakkıyle vâkıftı. Sübûtuna mutlak surette kanâat getirmediği rivayetleri kabul etmezdi. Eğer ömrü olsaydı bu sahada daha çok ilerlerdi". îmâm Ahmed b. Hanbel'in şu sözü onun değerini anlatmak için kâfidir:
"Eline kalem kâğıt alan herkesin îmâm eş-ŞâfiTye şükran borcu vardır.[1197]
Hıfz ve zabtı mükemmel olup hadîste hüccet sayılan îmâm Sufyân b. Sa'îd b. Mesrûk el-Kûfî'dir. Künyesi Ebû Abdillâh'dır. Babası Sa'îd, Küfe âlimlerinden idi. Hadîsleri rivayet ve zabt bakımından öylesine meşhur oldu ki, Şu'be b. el-Haccâc, Sufyân b. *Uyeyne ve Yahya b. Ma'în ona: "Hadîste emîru'1-mü'minin" lâkabım verdiler, îmâm Mâlik b. Enes'in bu lâkabı aldığını görmüştük. Hatîbu'J-Bağdadî onun hakkında şunları söyler: "Müslümanların bîr imâmı, dînin yüce bir şahsı idi. Onun büyük bir imâm olduğunu kabul etmeyen yoktur. îtkân, hıfz, marifet, zühd ve takvası sebebiyle Sufyân'ın kimsenin tezkiyesine ihtiyâcı yoktur".
Sufyan, A'meş, (Süleyman b. Mihrân), Abdullah b. Dînâr, cAsı-mu'1-Ahvel, Îbnu'l-Munkedir ve diğer muhaddislerden rivayet etmiştir.
Ondan rivayet edenler İse: Abdurrahmân el-Evzâ'î, Abdur-rahmân b. Mehdî, Miscar b. Kidâm, Ebân b. Abdillâh el-Ahmesî'dir. Sufyân'dan son olarak rivayet eden Ali b. el-Ca'd'dır.
Abdullah b. el-Mubârek der ki:
"Bin yüz şeyhten hadîs yazmış olmama rağmen, Sufyân'dan daha değerli bir muhaddisten hadîs yazmamışımdır." Bunu duyan biri Abdullah b. Mubârek'e: "Sen Sa'îd b. Cubeyr gibilerini görmüş bir adamsın; nasıl böyle söylersin, Ebû Abdillâh?, diye sorduğu zaman îbnu'J-Mubârek ona şu cevâbı verdi: "Söyledim, yine söylüyorum; ondan daha üstün birini görmedim". Bununla beraber SufyânuV Sevrî'nin zaman zaman tedlîs ettiği yine Ibnu'l-Mubârek'ten rivayet edilmektedir. Bu hususta Îbnu'l-Mubârek diyor ki:
"Sufyân'a bir hadîs rivayet ettim. Yanma gittiğim zaman o hadîsi tedlîs ettiğini gördüm. Sufyân beni görünce utandı ve onu senden rivayet ediyoruz, dedi". Eğer bu söylenen doğru ise, - Ibnu'l-Mübarek'in bu iki sözünün arasını telîf etmek için - Sufyân'm tedlîsinin sâdece sika râvîlerden yapılan tedlîs gibi, şahsını zedelemeyecek bir şekilde olduğunu kabûi edeceğiz. îşte Sufyân bunun içindir ki Îbnu'1-Mu-bârek'e: "Onu senden rivayet ediyoruz", demiştir. Bu sözü ile Sufyân, hadîsi Îbnu'l-Mubârek'e isnâd ederek tevsik etmek istemiştir. Suiyânu's-Sevrî, Basra'da H. 161 târihinde vefat etmiştir.[1198]
Sufyân b. 'Uyeyne b. Meymûii el-Hilâlî el-Kûff dir; künyesi Ebû Muhammed'dir. 87 tâbi'î ile görüşüp 70'inden hadîs dinlemiştir. Bunların en meşhurları: Gacferu's-Sâdık, Hurreydu't-.Tavîl, Abdullah b. Dînâr, Ebu'z-Zinâd ve Salih b. Keysân'dır.
Ondan da şeyhlerinden, arkadaşlarından ve talebesinden bir çoğu rivayet etmiştir. Bunlar arasında el-A'meş, Mis'ar b. Kidâm, Abdullah b. el-Mubârek, eş-Şâfi Ahmed b. Hanbel, Yahya b, Ma'în ve Ali b. el-Medînî vardır.
163 târihinde Kûfe'den Mekke'ye gitmiş, ömrünün sonlarına doğru hafızası zayıflayıncaya kadar orada Hicâzlılara hadîs rivayet edip Kur'ân-ı Kerîm öğretmiştir. îşte bu sebeple îbnu Hacer el-Aska-lânî der ki:
"Sika, hafız, fakili, imâm ve hüccettir. Ne var ki, ömrünün son :iarma doğru hafızası bozuldu. Pek az da olsa tedlîs yapardı; fakat hep sikalardan tedlîs yapmıştır".
Yedi bin kadar hadîs rivayet etmiştir. eş-Şâfi(î, onun geniş Edimini takdir ederek der ki:
"Mâlik ve îbnu 'Uyeyne olmasaydı, Hicaz beldesinin ilmi yok folup giderdi". İbnu Uyeyne hakkında el-'Iclî de şunları söyler: K.ûfe'Iidir; sikadır ve hadîste çok sağlamdır".
Sufyân b. Uyeyne,
Mekke'de H. 198 târihinde, 91 yaşında ikenf İS'efât etmiştir.
[1199]
I Mısır diyarının muhaddisi el-Leys b. Sa'd b. Abdirrahmân eî-| "Fehmi'dir; künyesi Ebu'l-Hâris'tir. H. 94 yılında Karkaşend'de doğdu. | -Zengin ve cömert İdi. Senelik geliri yirmi bin dinardan fazla idi. Fakat! iaşırı derecedeki cömertliği yüzünden yanında nisap miktarı mâl ^bırakmadığı için, ona hiçbir zaman zekât farz olmamıştır.
1 Buharı ve Müslim, ondan çok hadîs rivayet etmiştir. Ahmed b.'. Hanbel, eş-Şâfi% Sırfyânu's-Sevrî, el-1clî ve birçok âlimler, onun sika Olduğunu ifâde etmişlerdir. Onun hakkında cş-Şâfi'î şöyle demektedir:.
"el-Leys, Mâlik'ten daha fakîhtir. Ne var ki, arkadaşları onun| İlmini zayi etmişlerdir". îmâm Mâlik b. Enes, kitaplarındaki:
En çok îtimât ettiğim âlim bana haber verdi ki..." sözü ile hep el-Leys b. Sa'd'i kasteder.
el-Leys, en-Nevevî'nİn dediği gibi, "rivayetlerinde tedlîs yapmaktan çok sakmırdı"; fakat icazet yoluyla rivayet etmekte bir mahzur görmezdi. îşte bu sebeple Yahya b. Ma'în: "el-Leys. semâ1 ve şüyûh bakımlarından müsamahakâr idi", demektedir. Ahmed b. Hanbel de: "el-Leys, sikadır; ne var kİ, hadîs tahammülü bakımından gevşektir der. Âlimler, Mısır'ın esahh-ı esânîd'İnin şöyle olduğunu söylemişlerdir: el-Leys'in hadîs rivayet ettiği muhaddisler şunlardır: Nâfi ez-Zuhrî, Sa(îd el-Makburî ve Yezîd b. Ebî Habîb. Ondan rivayet .edener ise: Abdullah b. el-Mübarek, Abdullah b. Vehb ve başkalarıdır. el-Leys, 175 târihinde vefat etmiştir.[1200]
İmâm Ahmed b. Muhamrhed b. Hanbel b. Hilâl eş-Şeybânî el-Mervezî'nin künyesi Ebû Abdillâh'dır. Annesi Merv'de iken ona hâmile idi. Merv'den çıkıp Bağdâd'a geldi. Oğlunu H. 164'de burada dünyâya getirdi.
Ahmed b. Hanbel, tahsîl hayâtının çoğunu Bağdat'ta geçirdi. Bununla beraber yine de hadis toplamak için diyar diyar dolaşarak, sahabe ve tâbi'îlerin rivayetleri mevzuunda, sağlam zabtı ve mükemmel takvası ile parmakla gösterilen bir muhaddis durumuna geldi.
Ahmed b. Hanbel'in birçok eseri vardır. Başlıçaları: Kitâbu'l-îlelj Kitâbu'z-zühd, et-Tefsîr, en-Nâsih ve'1-mensûh, Kitâbu fezâili's-sahâbe, Kitâbu'l-eşribe'dir. En meşhur ve en büyük eseri, el-Musned'dir. Bu eserde, ilki aşere-i tnübeşşere'nin müsnedi olmak üzere on sekiz müsned vardır. "Bellibaşlı rivayet kitapları ve müsnedler" bahsinde, İbnu Hacer'in el-Musaed'i müdâfaa ederek, onda mevzu hadîs bulunduğu iddiasını reddettiğini görmüştük. Bununla beraber yine Ibnu Hacer, Ta'cîlu'l-merüVa bi ricâli'l-erba'a adh kitabında üç veya dört hadîs müstesna el-Müsned'de asılsız hadîs bulunmadığını söylemektedir.
Ahmed b. Hanbel'in el-Musned'inde kırk bin müsned hadîs vardır. Bunlardan on bin'i mükerrerdir. Oğlu Abdullah'da on bin kadar hadîs ilâve etmiştir. Ayrıca AbdullâhMan rivayet eden Ahmed b. Câ(fer el-KatîTnin de bâzı ilâveleri vardır.
Ahmed b. Hanbel'in el-Musned'ini tertîb eden oğlu Abdullah'tır. el-Musned'de bâzı karışıklıklar olmuş; fakat Ahmed b. Hanbel bunları tashih edemeden vefat etmiştir. el-Musned'i alfabetik olarak tertîb eden ise, Hafız Ebû Bekir Muhammed b. AbdUlâh el-Makdisî el-Hanbelf dir.
Ahmed b. Hanbel, hıfz ve zabt bakımından bir hârika idi. Buna işaret ederek Ebû Zür'a der ki:
"Ezbere yazdıracak şekilde yüz bin hadîs hıfz etmişti". Ahmed b. Hanbel, hadîste emîru'l-mü'minîn sayıldığına göre, bunda hayret edecek bir taraf yoktur. Onun hakkında îbnu Hibbân da şunları söylüyor : ,
"Hafız ve sağlam bir hadîsci idi. Gizli bir takvası vardı. Kırbaçlar altında »iletildiği hâlde, yine de ibâdetlerini gevşetmedi. Allah Taâlâ onu bid'attan korumuş, kendine uyulan bir imâm, himayesine girilen bir barınak yapmıştır".
Allah Taâlâ'nın onu koruduğu.ve kabul etmediği için kırbaçla dövüldüğü bidcat, -îbnu Hibbân'm dediği gibi- halku'l-Kur'ân (Kur'ân-ı Kerîmin mahlûk olduğu) meselesi idi. Ahmed b. Hanbel, Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu söylemediği için dövüldü, haps edildi; Bişr b. el-Hâris el-Hâfî'nin de dediği gibi, "körüğün içine girdi, som altın olarak çıktı".
Ahmed b. Hanbeî, önceleri Kadı Ebû Yûsuf'un ilim meclislerine devam etti, sonraları eş-Şâfi(î den hadîs, fıkıh ve Kureyş ensâbi ilimlerini tahsil etti. Abdurrezzâk'dan hadîs dinlemek için Yemen'e gitmiş, Küfe, Basra, Cezire (Mezopotamya), Mekke, Medine ve Şam'ı dolaşmıştır.
Hadîs rivayet ettiği şeyhleri şunlardır: Bişr el-Mufaddal er-Ru-kâşî, Sufyân b. Uyeyne, Yahya b. Sa'îd el-Katt.ân, Abdurrezzâk b. Hemmâm es-Sancânî, Süleyman b. Dâvud et-Tayâlisî, İsmail b. 'Uleyye, Murtemir b. Süleyman el-Bâsrî ve başkaları.
Ahmed b. Hanbel'den rivayet edenler ise; el-Buhârî, Muslini, Ebû Dâvûd, Vekîc b. el-Cerrâh, Yahya b. Âdem el-Kûfî, Ali b. el-Medînî, tbnu Mehdî'dir. Ayrıca bâzı şeyhleri, arkadaşları ve talebeleri de ondan rivayet etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel, H. 241'de, 77 yaşında iken vefat etmiştir. Menkıbeleri saymakla tükenmez.[1201]
Hadîs hıfz ve zabtı bakımından eşsiz îmânı Muhammed b. îs-mâil b. İbrahim'dir; künyesi Ebû Abdillâh'dır. Daha on yaşlarında bile yokken hadîs ezberlemeye başlamıştır. Binden fazla şeyhten hadis yazmış, yüz bini sahîh olmak üzere üç yüz bin ha'dîs ezberlemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en sahîh kitap olan el-Camicu's-sahîh'iiı müellifidir. Bu eserdeki hadîsleri yetmiş bin'den fazla râvîden dinlemiş olup» on altı senede meydâna getirmiştir. Birtakım hafızlar, el-CamiVs-sahîhHn bâzı hadîslerine talikler yapmışlar, 110 tanesini de tenkîd etmişlerdir. Tenkîd edilen bu hadîslerden otuz iki'sini Müslim tahrîc etmiş, geri kalan yetmiş sekiz'ini de yalnız Bu-hârî kitabına almıştır. îbnu Hacer el-(Askalânî, tenkîd edilen bu hadîslerin, "bütün illetlerinin cerh edici mâhiyette olmadığını, çoğunun îzâhı kolay olup, pek azmi îzâh etmenin müşkül olduğunu" söylemektedir.
Sahîh-i Buhârî'nin pek çok şerhleri vardır. Keşfu'z-zunûn'da bunlardan seksen iki'sinin adı verilmektedir; yalnız bu şerhlerin en değerlisi, îbnu Hacer el-'Askalânî'nin Fethu'l-bârî'sidir. Sonra bunu sıra ile el-Kastalânî'nin îrşâdu's-sârî'si ve el-'Aynfnin eUrc-detu'l-kârî'si takip eder.
Buhârî'nin birçok eserleri vardır: Büyük, orta ve küçük olmak üzere üç Târih'i, Kitâbu'1-kunâ, Kitâbu'l-vuhdân, Kitâbu edebi'l-mufred, ve Kitâbu' d-du[afâ'sı bunlar arasındadır. Buhârî hakkında Tirrnizî der ki:
"Hadîslerin illetlerini ve râvîlerin hâllerim Buhârî'den daha iyi bilen birini görmedim". îbnu Hacer ise şunları söylemektedir.
"Gök kubbenin altında, Rasûlullah (s.a.v.)'ın hadîslerini, Muhammed b. îsmâil el-Buhârî'den daha iyi bilen birini görmedim". Müslim b. Haccâc ona gelerek alnından öptü ve "Üstâd-larm üstadı, muhaddislerin efendisi, hadîs illetlerinin doktoru, bırak ayaklarım Öpeyim", dedi.
Maklûb hadîs bahsinde söylediğimiz gibi, Bağdâd âlimlerinin yüz hadîsi birbirine karıştırdıklarını, Buhârî'nin de her metnin senedini, her senedin metnim ayırıp gösterdiğini, âlimlerin de onun hıfzı ve zabtı karşısmda dehşete düştüklerini her hâlde unutmadık. Hadîsleri zabt ve hıfz etmek İçin Buhârî, Şam, Mısır, Bağdat, Küfe, Mezopotamya, Hicaz ve Basra'ya seyâhatlar yapmıştır.
Buhârî'nin hadîs rivayet ettiği şeyhler şunlardır: ed-Dahhâk b. Mahled Ebû «Âsim en-Nebîl, Mekkî b. îbrâhîm el-Hanzalî, «Ubeydullâh b. Mûsâ el-'Abaî, Abdulkuddûs b. el-Haccâc, Muhammed b. Abdillâh el-Ensârî ve diğerleri.
Ondan rivayet edenler ise pek çoktur 5 başlıcaları: et-Tirmizî, Müslim, en-Nese'î, ibrahim b. îshâk el-Harbî, Muhammed b. Ahmed ed-Dûlâbî. es-Sahîh'i, Buhârî'den en son olarak rivayet eden Mansûr b. Muhammed el-Bezûdî (v. 329)'dir.
Buhârî, H. 194'de doğup, Semerkand köylerinden Hartenk'de 256 târihinde vefat etmiştir[1202]
Hadîscilerin imâmı Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî'dir. Benû Kuşeyr, meşhur bir Arap kabîlesidir. Künyesi Ebu'l-Huseyn'dir. Âlimler, onun hadîste imâm ve rivayette mütehassıs olduğunda müttefiktir. Hadîs toplamak için pek çok seyahatler yapmış, bu sûrede Horasan'da Yahya b. Yahya, îshâk b. Râhûye ve başkalarını, Rey'de Muhammed b. Mihrân, Ebû. Gassân ve diğerlerini, Hicaz'da Sa'îd b. Mansûr, Ebû Mus'ab ve başkalarını, Irak'ta Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Mesleme ve başkalarını, Mısır'da Amr b. Sevâd, Harmele b. Yahya ve diğer muhaddisleri dinleyip hadîs almıştır.
Müslim'den hadîs rivayet edenler ise pek çoktur; en meşhurları: et-Tirmizî, Ebû Hatim er-Râzî, Ahmed b. Seleme, Mûsâ b. Hârûn, Yahya b. Sâ'id, Muhammed b. Mahled, Ebû *Avâne Ya'kûb b. îshâk el-îsferâînî, Muhammed b. Abdulvehhâb el-Ferrâ', Ali b. el-Hu-seyin, el-Huseyin b. Muhammed b. Ziyâd el-Kabbânî, İbrahim b. Muhammed b. Sufyân'dır. Bu sonuncu muhaddis, Sahîh-i Müslim'in râvîsidir.
Müslim'in birçok eserleri vardır: el-Cami Vs-sahih, Kitâbu'l-(ilel, Kifâbu evhâmi'l-muhaddisîn, Kîtâbu men leyse lehû illâ râvin vâhid, Kitâbu tabakâti't-tâbiln, Kitâbu'l-muhad-ramîn, Kitâbu' l-musnedi'1-kebîr (âlâ esmâi'r-ricâl ve Kitâ-bu'1-câmi'i'l-kebîr'ale'l-ebvâb bunlar arasındadır.
Sahîh-i Buhârî ile birlikte Sahîh-i Müslim, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra gelen en sahih iki kitaptır. Müslümanlar bunlara büyük önem vermişlerdir. Çokları Buhârî'nin kitabının daha sahîh olduğu kanâatindedir.
Müslim, Sahîh'ini meydana getirene kadar çok gayret sarfettiği için onun üzerine titrerdi; zîrâ bu eseri, şeyhlerinden bizzat dinlediği üç yüz bin hadîs arasından seçerek meydana getirmiştir. îşte bu sebeple derdi ki:
"Hadisciler iki yüz sene boyunca hadîs yazacak olsalar, baş vuracakları kaynak yine de bu el-CâmiVs-sahîh olacaktır".
Müslim, Nîsâbur'da H. 261 târihinde, 55 yaşında iken vefat etmiştir .[1203]
îmâm, hafız ve münekkıd Muhammed b. îsâ b. Sevre et-Tir-mizî'nin künyesi Ebû 'îsâ'dır. H. 200 yılında doğmuştur. Buhârâ'ya giderek orada hadîs okumuştur. Birçok memleketler dolaşmış, Hora-san'hlardan, Hicâz'lılardan ve Irak'hlardan hadîs dinlemiştir. Buhârî, Musİim, ve îsmâîl b. Mûsâ es-Suddî'den rivayet etmiştir. Ondan rivayet edenler ise pek çoktur: el-Heysem b. Kuleyb eş-Şâşî, Mekhûl b. el-Fadl ve es-Sunen diye mâruf olan el-Gâmi'in râvîsi Muhammed b. Mahbûb el-Mahbûbî el-Mervezî bunlar arasındadır.
Tirmizî'nin birçok eserleri vardır. Başlıcaları şunlardır: Kitâ-bu'I-Hel, Kitâbu'ş-şemâil, Kitâbu esmâ'is-sahâbe, Kitâbul-esma( ve'1-kuna ve şüphesiz en meşhur kitabı es-Sunen diye anılan el-Câmî'idir. Hasen hadis bahsinde söylediğimiz gibi, Tirmizî'nin es-Sunen'i, hasen hadîs mevzuunda ana kaynaktır. es-Sunen dört kısımdan ibarettir. Birinci kısımda, sahîh olduğu kat'î olan hadîsler; ikinci kısımda, Ebû Dâvûd ve en-Nese'î'nin şartlarına uygun olan hadîsler; üçüncü kısımda, illetini açıkladığı hadîsler; dördüncü kısımda ise, "bu kitaba aldığım hadîslerle bâzı fakîhler amel etmişlerdir", diyerek durumunu açıkladığı hadîsler vardır.
Abdullah b. Muhammed el-Ensârî, Sunenu't-Tirmizî'nin hususiyetlerine temas ederek: "Tirmizî'nin Sunen'i, bence Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinden daha faydalıdır", deyince, bunu duyan Muhammed b. Tâhir el-Makdisî, Abdullah'a: Neden böyle söylüyorsun? diye sordu. Abdullah da şu cevâbı verdi: "Zîrâ Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinden ancak hadîs ilmini çok iyi bilenler faydalanabilir. Tirmizî ise, kitabındaki hadîsleri açıklayıp şerh etmiştir. Bu sebeple fakîhler, muhaddisler ve başkaları ondan faydalanırlar".
Tirmizî, kitabının kıymetini bilir ve derdi ki:
"Bu kitabı tasnif ettikten sonra, Hicaz, Irak ve Horasan âlimlerine gösterdim, beğendiler. Kimin evinde bu kitap varsa, orada, konuşan bir peygamber varmış gibidir!".
Tirmizî, hayâtının sonlarına doğru âmâ oldu ve 279 yılında vefat etti.[1204]
[1] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: III-VI.
[2] Eyyûb b. Mûsâ el-Huseynî el-Karîmî cl-Kefevî, Hanefî
kadılarmdandır, Ku-düs*te kadı iken 1093 yılında vefat etmiştir (bk.
Hcdiyyctu'l-'ârifin, c. I, s. 229J îzâhu'I-meknûn c. î, s. 251, 380).
[3] Kulliyâtu Ebi'I-Eekâ', s. 152, Emîriyye matbaası,
1280.
[4] Belâzuri, Futûhu'l-buldân, s. 39.
[5] Yahya b. Ziyad ed-Dcylcmî, Küfe nalıivciîerinden ve
meşhur lügat imâm-! Iarmdan biridir;
Ma'âni'I-Kur'an hakkında bir eseri vardır; 207 yılında vefâı etmiştir (bk.
Tabakatu'ss-Zeb"idî, s-; 146).
[6] Bk. Kava'idu't-tahdîsj s. 35.
[7] el-Eğânî, c. 21, s.
150.
[8] el-Eğânî, c.
14, s. 47.
[9] el-Eğânî, c.
10, s. 120.
[10] Tür: 52/34
[11] Zümer: 39/23.
[12] Tedrîbu'r-râvî, s. 4.
[13] Sünemi İbni Mâcc, c. I, s, ı?>, badis nr, 46. nşr.
Muhammcd Fuâd Abdulbâkî.
[14] Sahihu'l-Bulıârî, Kitabn'r-rikâk, nr. 51.
[15] Nitekim Abdurrahman b. Mehdi (v, K)8)'ye güre,
Sufyânu's-Servî hadîste imânıdır; Evzâî hadîste değil sünnette imamdır; Mâlik
b, Enes de her ikisinde imamdır (bk. Zurkâni, Mu vatla* şerhi, c. 1, s. 4; krş.
Trad. İslam, p. 13, 14.
[16] Bk. el-Eğânî, c. 7, s. 119; bİd'atla ilgili olarak bk.
c. 7, s. 114,
[17] Suneni İbn-î Mâce, c. I, s. iöj hadîs nr. 42.
[18] Ahzâb sûresi, âyet 62.
[19] Bk. Talebu'l-hadîs için yapılan seyâhatlar faslı, s.
3g v.d.
[20] Sahîhu'I-Buhârî, el-İctisâm, nr. 6.
[21] Suoemı't-Tirmizî, c. I, s. 51.
[22] İbnu'n-Nedim, el-Fihrist, s. 230.
[23] el-Eğânî c. 21, s. 144.,
[24] Sunenu îbn-i Mâce, c. I, s. 17, hadîs nr. 45.
[25] Sunenu Ebî Dâvûd, c. 4, s. 280.
[26] Buharı, el-îctisâm, nr. 9.
[27] Sunenu Ebî Dâvûd, c. II, s. 368, nr. 2250.
[28] el-Câmi'li ahlâkı'r-râvî, c. II, s. 22.
[29] Aynı eser, c. II, s. 24.
[30] Aynı eser, c. II, s. 26.
[31] Aynı eser, c. II, s, 28.
[32] el-Câmi' li ahlâkı'r-râvî c. II, s. 28.
[33] el-Câmi' li ahlâkı'r-râvî, c. II, s, 29.
[34] Zehebî, el-Muştebah fî esmâi'r-ricâl, nşr. Jong, s.
260,.
[35] Müsteşriklerin meseleleri inceleme ve araştırmada
takip ettikleri metodları gereğince Goldziher, muhtelif devirlerde müslümanlann
sünneti ihya hareketleri hakkında birtakım faydalı bilgiler toplamaya
çalışmıştır. Onun bu meselede yaptığı incelemeden elde ettiği neticelere itiraz
edecek değiliz. O, bu araştırmada sünneti ihya etmenin, çoğu zaman onu yaymak,
fertlerin ve cemiyetlerin bünyesine iyice yerleştirmeye çalışmak
demek olduğunu göstermiştir. Bk.
Muhammedanisches Recht, in Theorie und Wirklich Keit (Zeitschrift f.
vergileich). Rechtswissenschatt, VIII, 409 sq.
[36] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1-7.
[37] Tedrîbu'r-râvî, s. 4.
[38] Tedrîbu'r-râvî, s. 4.
[39] Meselâ muhaddisler, merfû1 ve mevkufa eser derler; buna
karşılık Horasan fakîhleri de mevkufa eser, merfû'a haber adını verirler. Bk.
Tedrîbu'r-râvî, s. 4.
[40] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 7-8.
[41] en-Nevevî.'Riyâzu's-salîhîn, s, 73,
[42] Ebu'1-Bekâ', Külliyât, s. 288.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 8-9.
[43] Misâl olarak Dr. Muhammed Hamîdullah'm bu habere ne
derece itimat ettiğini görmek için bk. Sahîfetu Hemmâm b. Münebbih, s. 3; krş.
H. Lammens, La Mecque â la veille de l'Hegire, Beyrouth 1924, p. 122.
Tarihçiler de "Araplar arasında okuma-yazma az idi" sözünü
tekrarlayıp dururlar. Meselâ bk. İbnu Sa'd, Tabakât, c. III/2 s. 148.
[44] el-Cum'a sûresi, âyet 2.
[45] el-A'râf sûresi, âyet 157.
[46] Ümmî kelimesinin bu şekildeki tefsiri, Taberî'nin
İbnu Abbas'dan naklettiği^ rivayetlerin bir kısmında
(c. I, s. 296) ve Bakara
sûresinin 78. âyetmdeki
Onların içinde ümmîler de var ki, Kitabı (Tevrat'ı)
bilmezler. Bütün bildikleri bir sürü kuruntu ve yalandan İbarettir" âyet-i
kerimesinin te'vîlinde görülmektedir. Müsteşrikler bu te'vîlde, Rasûlullâtrm
okuyup yazma bildiği şeklindeki yanlış kanaatlarmm tecvizini buldular. Onlara-
göre Hz, Peygamber'e ümmî denmesi - Araplara da denildiği gibi - Onun
okuma-yazma bilmediği mânâsına geimez (Bk. Paret, Encyc). de L'Islam, IV, 1070; Korovitz, Koranische Untersuchungen, Berlin,
1924, p. 52).
Taberî'nin aynı sayfada bu kanâati zayıf bulduğunu görebilmek için,
müsteş riklerin Taberî Tefsîri'ni okumaları uygun olur.
[47] Bk. Tefsiru9t-Taberî, c. I, s. 296-297..
[48] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 10-12.
[49] Bk. es-Süheylî, er-Ravdu'1-unuf <alâ sîreti İbni
Hişâm, c, II, s. 92; Tabakâtu tbn-i Sa(d. c. II/ij s. 14.
[50] Mebâhis fî 'ulûr.ıi'l-Kur'ân adh kitabımıza bk. s. 66.
ikinci baskı.
[51] İbnu 'Abdi'1-Berr, el-lstî'âb fî esmâi'l-ashâb, c. II,
s. 366 (tbnu Hacer'in ei-îsâbe'si kenarında), nşr. Mustafa Muhammed, 1358. îbnu
'Abdi'l-Berr'in sözü şudur: "Hz. Peygamber, Abdullah b. Sa'îd b. el-'As'a
Medine'de okuma-yazma öğretmesini emretti. Abdullah güzel yazı yazardı".
[52] Ensâbu'İ-eşrâf, Kahire nüshası, c. I, s. 420. Bunu
Muhammed b. Hamî-dullâh Sahîfetu Hemmâm b. Münebbih'de zikretmiştir: s. 6, not
5.
[53] Bk. Sahîfetu Hemmâm, s. 9; krş. Sahîhu Müslim bi
şerhi'n-Nevevî, kitâbu'l-îmân, bâbu cevâzi'I-istisrâr bi'1-îmân li'1-hâif. c.
II, s. 178 (Nevevî şerhi).
[54] Bk. Mebâhis fî 'ulûmi'l-Kur'ân adh kitabımız, s. 67
(ikinci baskı).
[55] Hattâbî, Ma'âlimü's-sünen, c. 4S s. 184'de, bv. duruma
işaret ederek der ki: "Bazıları bu mevzuda şüyle söylemiştir: Rasûl-i
Ekrem, birbirine karışmaması için hadisle Kur'ân'm aynı sahîfeye yazılmasını
yasak etmiştir; bu yüzden okuyucu, yazı yazmanın ve hadîslerin yazı ile tesbit
edilmesinin yasaklandığım zan edebilir ki, bu katiyyen. doğru değildir".
[56] Sahîhu Müslim, c. 8, s. 229; bu hadîsi Ebû Sa'id
el-Hudrî rivayet etmiştir: Onun bu mevzûdaki diğer rivayetleri için bk.
İbnu's-Salâh, 'Ulümu'l-hadîsj s. 1 70; Hatîbu'l-Bağdâdî, Takyîdu'l-'ilm. s. 29-32. Buhârî ve diğer bâzı hadîstiler, bu hadisi tenkid ederek Ebû
Sa'îdi'î-Hudrî'ye mevkuf olduğunu söylemelerdir; fakat büyük âlim Ahmed Şâkir
bu iddianın yerinde olmayıp hadisin sahih olduğunu söylemektedir, (bk.
el-Bâ'isu'1-hasis, s. 149). Bu hadîsin yine bizzat Ebû Sa'îdi'l-Hudri'-nin
rivayet ettiği şu hadîsle olan insicamı da - bizce - onun sıhhatini takviye
etmektedir. Ebû Sa'îd diyor ki: "Hadîs yazmak için Rasûİ-i Ekrem'den izin
istedim, bana izin vermekten çekindi" (Takyîdu'l-'ilm, s. 32; krş. Kâdî
'îyâd, el-İlmâ*, Zahiriye nüshası varak: 27 a).
Ebû Sa'îdi'l-Hudrî,
Kur'ân-ı Kerîm ile karışmasından korktuğu için hadîslerin yazılması bâbmda çok
sıkı davranıyordu. Bu husustaki kanâatini kendinden hadis yazmak isteyen Ebû
Nadra'ya şöyle açıkladı: "Biz size hadîs yazdırmayız, hadîsleri Mushaf
haline getirmeyiz. Rasûlullâh (s.a.v.) söyler, biz de ezberlerdik. Biz Peygamberinizden
nasıl ezberlemişsek siz de bizden ezberleyiniz (bk. Hercvî, Zemmu'l-kelâm,
Zahiriye nüshası, varak 62 b).
Netice şudur: Hadîslerin
yazılmasını yasak eden hadîs-i şerifi Ebû Sa'îdi'l-Hudrî rivayet etmiştir.
Diğer sahabeden bir kısmı da -anlaşıldığına göre- buna benzer hadisleri rivayet
etmişlerdir. Ebû Hureyre'nin rivayeti için bk. "Takyidu'l-'İlm, s.
33-34"; İbnu Abbâs ve îbnu Ömer'in rivayeti için bk.
"Mecme'u'z-zevâ'd, c. I, s, 150"; Zeyd b. Sâbit'in rivayeti için bk.
"Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 63".
[57] Hadîsleıin yazılmasını yasak eden Ebû Sa'îd hadisi
üzerine konuşurken Râ-mahurmuzî bu fikri reddederek der ki; "Ebu Sa'id'in
hadisi şudur: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in bize hadîsleri yazmak için izin
vermesini çok arzu ettik; fakat vermedi. Ben hadîslerin, hicretin ilk
yıllarında ve ashabın Kur'an'la değil de hadîsle meşgul olmasından çekinildiği
zamanlar ezberlendiğini zannediyorum" (Ek. el-Muhaddisü'l-fâsıl, c. IV,
varak 6 a).
[58] İbnu 'Afedi'1-Berr, Câmi'u beyâni'l-'ilm. c. I,
s. 72; Takyîdu'l-'ilm, s, 69;
Râmahurmuzî, eî-Muhaddisu'I-fâsıI, Zahiriye nüshası, c. IV, varak 2 a. Yalnız
Rcşîd Rıza "Mecelletu'l-menâr, e. X,s. 763-766" da bu hadîsi tenkîd
ederek Abdul-hamîd b. Süleyman el-Huzâ'î tarikinden gelen rivayetin de zayıf
olduğunu söylemiştir. Sonuncu râvî hakkında îmâm Ahmed b. Hanbel,
"hadîsleri münkerdir" demiştir (Bk. Mecma'u'z-zevâ'id, c. I, s. 152).
Reşîd Rızâ'nm tenkidi
sadece bu iki tarîk hakkındadır; bunların dışında kalan diğer tariklerin de
zayıf olması gerekmez. Meselâ sadece " tarikiyle geîen ve Rasûlullâh'sn
hadîsi yazı ile tesbit ediniz" buyurduğunu ifade
eden hadîs de böyledir
(Bk. Takyîdu'I-'ilm, s. 69).
.
İleride göreceğimiz
gibi bu hadîs sahabe arasında çok yaygın idi; bu yüzden onu bazı muhaddisler
mevkuf olarak "rivayet etmişlerdir. Aslında hadis merfü'dur; fakat
sahâbîler tarafından çok nakledilmesi, mevkuf olduğu zannını uyandırmıştır. Bu
yüzden Suyûtî, et-Tedrîb, s. 150 de şöyle demektedir; Bu hadîsi Hâkim ve baş-'
kalan, Enes'in ve diğer bâzı sahâbîlerin sözü olarak rivayet etmiştir".
Râmahurmuzî'nin,
el-MuhadJisu'1-fâsıl, c. IV, v. 3 a da, Suyûtî'nin et-Tedrîb, s. 150 de naklettiği
şu rivayet, hadîslerin yazılmasına umûmî izin verildiği zannını
uyandırmaktadır: Raf ic b. Hudeyc diyor ki, ya Rasûîallah, biz Senden birçok
şeyler
duymaktayız, onları
yazalım mı? dedim. O da: yazınız, bunda bir beis yoktur" buyurdu, Reşîd
Rızâ, bu hadîsin zayıf olduğu kanaatindedir {Bk. Mecelle tu'1-mcnâr, c, X, s.
763).
[59] Nitekim "es-Sahîfetu's-sâdika", Rasûl-i
Ekrem (s.a.v.)'in Abdullah b. Arnr b. 'As'a verdiği husûsî iznin bir
semeresidir. İleride Abdullah b. 'Amr'dan ve Sahîfe*-sinden bahsedeceğiz. îbnu
Kuteybe,Te'vîIu muhtelefi'l-hadîs, s. 365, (Mısır, 1326)'-da bu mesele hakkında
şöyle söylemektedir: "Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in Abdullah b. 'Amr'a
hadîslerin yazılması bâbmda husûsî izin vermesinin sebebi, onun eski kitapları
okuyup Süryânîce ve Arapçayı.yazabilmesi idi; Öteki sahâbîler ümmî oldukları
için, bir ikisi müstesna, yazı yazamıyorlardı. Yazı yazabilenler de harfleri
doğru-dürüst tanıyarak kusursuz bir şekilde yazamıyor!ardı. Bu sebeple
Rasûlullah diğerlerinin yazı yazmasını yasak etti. Abdullah b. 'Amr'ın hatasız
olarak yazı yazabileceğini görünce ona izin verdi".
[60] Bu mevzuda Ebû Hureyre'den bir hadîs rivayet
edilmektedir: Ensârdan bir zât Rasül-i Ekrem'in yanında oturarak onu dinler ve
hayran kalır, fakat duyduklarım ezberinde tutamazdı. Bu hâlini Rasûlullah
(s.a.v.)'a şikâyet etti; O da: elinden faydalan" buyurdu (Bk.
Talcyîdu'l-'ilm, s. 67; Sunenu't-Tirmizî, c. II, s. 111, Mısır, 1292; Hattâbî,
Ma'âlimu's-sunen, c. IV, s. 184).
Yalnız bu hadîsin
senedinde Halil b. Murre vardır. Buhârî onun hakkında "hadîsleri
münkerdir" diyor. Hatîbu'l-Bağdâdî ise bu hadîsi (Takyîdu'l-'ilm. s. 66
da) içinde Halil b. Murre bulunmayan bir sened ile rivayet etmektedir. Aynı
hadîsi Suyûtî, {Tedrîbu'r-râvî, s. 150 de) senedsiz olarak rivayet ediyor. Hadîsin
bütün tarîklerinin münker ve zayıf olduğunu söyleyivermek doğru değildir.
Biz şimdiye kadar
zikredilen metin ve vesikaları dikkate alarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in,
hayatının son yıllarında hadîslerin yazılmasına izin verdiği neticesini çıkarabiliriz.
Yemen'li Ebû Şâh'm hadîsi de bunu göstermektedir: Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'yi
feth ettikten sonra halka bir hutbe îrâd etti. Hutbesini bitirince Ebû Şah
ayağa kalkarak: "Yâ Rasûlallah! Bu hutbeyi bana yazınız" dedi.
Rasûl-i Ekrem de ashabına: "Bu hutbeyi yazıp Ebû Şâh'a veriniz" diye
emretti. Haberin tafsilâtı ve hutbenin metni için bk. Takyîdu'I-'ilm, s. 89;
krş. Fethu'1-bârî, c. I, s. 184; Sunenu't-Tiraıizî, c. II, s. 110;
Îbnu's-Salâh, 'Ulûmu'l-hadîs, s. 170; Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 70;
el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, v. 1 b).
[61] Bk. Ibnu Kuteybe, Te'vîlu muhtelefi'l-hadîs s. 365;
el-Ba'isu'I-hasîs, s. 149.
[62] İbnu's-Salâh, 'Ulumu'l-hadîs, s. 171.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 12-17.
[63] Rasûlullah (s.a.v.)'m -hadîsle Kur'ân'm artık
birbirine karışmayacağından emin olduktan sonra - hayatının sonlarına doğru
hadîslerin yazıl masına izin verdiği anlaşılıyor. Çünki Rasûî-i Ekrem (s.asV.)
vefatından biraz Önce, müslümanların kendinden sonra dalâlete düşmemeleri için
bir mektup yazmak istedi ve böyle bir mektubun yazılmasında herhangi bir beis
görmedi. Tafsilât için bk. Târihu't-Taberî, c. î/4, s. 1806-1807; Fethu'1-bârî,
c. I, s. 185-187.
[64] Tirmizî, Muhammed b. 'îsâ b. Sevre b. Mûsâ b.
ed-Dahhâk esrSuIeinî'dir. Meşhur Sunen'in sahibidir. Kitabına
"el-Câmi'u'1-kebir" de denir. H. 279'da vefat etmiştir, 275'de vefat
ettiğini söyleyenler de vardır. Hasen hadîsden ve rivayet kitaplarının en
mühimlerinden bahsederken tekrar Tirmizî ve kitabı üzerinde duracağız,
[65] Sünemi't-Tİrmizî, Kitâbu'l-ahkâm, bâbu'l-yemîn
maa'ş-şâhid (bk. Sahîfetu Hemmâm, s. 16; krş. Goldziher, Etudes sur la
Tradition Islamique, p. 11.
Abdussamed Sârim, Hintçe olarak yazdığı Târihu'l-Kur'ân diye bilinen
(Ar-zuH-envâr) adlı ve 1359 da Dehlî'de basılmış olan kitabının 137. sayfasında
ve devamında, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Sa'd b. 'Ubâde'nin sahîfesinden
bahsedildiğini söylemektedir (bk. Sahîfetu Hemmâm, s, 17). İbnu Hacer,
Tehzî-bu't-tehzîb, c. III, s. 457, madde 883 de Sa'd b. 'Ubâde'nin
"câhîliye devrinde oku-ma-yazma bilenlerden" olduğunu kesin olarak
ifâde etmektedir. Sa'd, Havran'da H, 1,5 yılında vefat etmiştir.
[66] Bk. Menâzır Ahsen Geylânî'nin Hintçe olarak yazdığı (Tedvînu'l-hadîs) kitabından naklen
Sahîfetu Hemmâm, s. 16.
[67] Buhârî'nin hâl tercemesini, belli-başlı rivayet
kitaplarından bahs ederken yazacağız.'
[68] Sahîhu Buhârî, Kitâbu'l-cihâd, bâbu's-sabr
cale'l-kıtâl. Bu meseleyi Mu-hammed Zubeyr es-Sıddîkî, ( es-Seyru' î-hasîs fî
târîhi tedvîni'I-hadîs) adlı kitabının 9. sayfasında anlatmaktadır.
[69] Bu durum Sahîhu Buhâri'nin muhtelif bâblarmda
mevcuttur. Ayrıca "Me-ğâzî" adh kitabın sahibi Mûsâ b. 'Ukbe'nin şu
rivayetinde açıkça görülmektedir: "Ömer b. 'Ubeydulİah'm mevlâsi ve kâtibi
Ebü I\radr Sâlîm diyor ki: Abdullah b. Ebî Evfâ yazdı, ben de okudum, - diğer
bir rivayette - Abdullah b. Ebî Evfâ Harü-riye'ye çıktığında ona bir mektup
yazdı, bende okudum. Mektupta şunlar yazılı idi: Rasûl-i Ekrem düşmanla karşı
karşıya geldiği günlerden birinde, .güneş batıya yö-nelinceye kadar bekledi.
Sonra ayağa kalkarak ashaba şöyle hitap etti: "Ey insanlar, düşmanla
karşılaşmayı arzu etmeyiniz, AÜah'dan sıhhat ve afiyet isteyiniz. Düşmanla
karşılaşınca da sabredip dayanınız. Şunu iyice biliniz ki, cennet, kılıçların gölgesindedir.
Sonra şöyle devam etti: Ey kitap indiren, bulutları yürüten, orduları bozan
Allahım, düşmanı perişan,bizi muzaffer eyle", Bk. Sahîhu Buhârî, bâbu la
temennev likâe'l-'adüvv, bâbu izâ lem yukâtil evvele'n-nehâr, bâbu's-sabr
'ale'l-kıtâl.
[70] Tehzîbu't-tehzîb, c. IV, s. 198.
[71] Krş. Tradition Islamique, p. 11.
[72] Muhammed b. Şîrîn el-Basrî, künyesi Ebû Bekr'dîr.
Baira'da dînî ilimlerde zamanının imâmı idi, H. 110 da vefat etmiştir (Bk.
Tehzîbu't-tehzîb, c. IX, s. 'i 14).
[73] Tehzîbu't-tehzîb, c. IV, s. 236, nr. 402. Muhammed b.
Sîrîn'in hadîslerin yazılmasına taraftar olmadığı bilinmektedir. Hadislerin
yazılmasını istemeyenlerin görüşünden bahsederken şöyıe demiştir: "Onlar,
Benî İsrail'in ellerinde bulunan kitaplar sebebivîe saptıkları kanaatinde idiler".
Takyîdu'l-'iim, s, 61. Bir gün 'Ubey-de'ye: Senden duyduklarımı yazayım mı?
diye sordu; o da hayır, diye cevap verdi (bk. Takyîdu*l-'ilm,s. 45; krş.
Sunenu'd-Dârimî ,c. I, s, 121). Muhammed b. Sirîn'in hadîslerin yazılmasına
muhalefeti için şu kitapiara bk. (Ahmçd b. Hanbel, 'Helu'l-hadîs, v. 6 a,
Zahiriye nüshası, mecmua, 40; el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, v 5a; tbnu
Sa'd,et-Tabakât, c. VII/i, s. 141).
Buna rağmen İbnu Şîrîn,
"ezberledikten sonra İmha etmek şartıyle, duyulan bir hadîsi yazmakta beis
görmemiştir". Nitekim Yahya b. 'Atık, Takyîdu'l-ilm s. 60 da; Hammâd b.
Zeyd, el-Muhaddisu'İ-fâsıl, c. IV, v 5 b de böyle rivayet etmişlerdir.
Muhtemeldir ki, Ibnu Şîrîn önceleri hadîsleri yazmış veya kitaplardan
okumuştur; zîrâ Semure'nin oğullarına bıraktığı kitabın muhtevasını ve onda
bulunan hadîslerin çokluğunu başka türlü bilemez.
[74] Ibnu Sa'd, et-Tabakât, c. V, s. 344;
Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 110.
[75] Terceme-i hâli, "belli-başh rivayet
kitaplan" bahsinde verilecektir.
[76] Sahîfetu Hemmâır, s, 14.
[77] Buhârî, Târîhu'I-kebîr, c. IV, s. 182, Hindistan.
[78] Süleymânu'l-Yeşkurî'nin hadîs yazdığından şüphe
edilemez, Ebû Bişr, Ebû Süleyman'a: "Süleymânu'l-Yeşkurî'nin rivayet
ettiği gibi niçin rivayet etmiyorsun?' diye sorduğu zaman, o da: "Süleyman
yazardı, ben yazmazdım" diye cevap vermiştir. TakyîduM-'ilm, s, 108.
[79] Tehzîbu't-tehzîb, c. IV, s. 215, nr. 369,
[80] Tehzîbu't-tehzîb", Vehb b. Munebbih
maddesi; "bk. Sahîfetu Hemmâm, s. 14".
[81] s Câbir'in talebelerinden olan tâbi'înin ileri
gelenlerinden Muhammed b. el-Hanefiyye (v, 80), Muhammed b. Ali Ebû
Ca'feru'l-Bâkrr (v. 114) ve Abdullah b. Muhammed b. "Ukayl (terceme-i hâli
için Hulâsatu't-tehzîb'e bk) gibi üç büyük âlim "Câbir'in sohbetine devam
ederler, ondan Rasûlullah'm sünnetlerini, nasıl namaz kıldığını sorarlar, yazıp
öğrenirlerdi" (Bk. Takyîdu'l-'ihn, s. 104; krş. tbnu Sa'd, et-Tabakât, c.
IV, s. 344; el-Mubaddisu'I-fâsıl, c. IV, V3a.). Şu yukarıdaki metni de
.okuduktan sonra şöyle bir suâl sormamız gerekir: Bu üç büyük âlim Câ bir'den
birşeyler yazıp öğrendiklerine göre, acaba Câbir'in sahîfesinî veya o sahîfeden
birkaç hadîsi yazmak hiçbirinin aklına gelmedi mi?
[82] Abdullah b. 'Amr b. 'Âs, bu sahîfeyi bizzat yazdığını
şöyle anlatmıştır: "es-Sahîfetu's-sâdika, Rasûlullah'dan yazdığım bir
sahifedir" (Takyîdu'l-'ilm, s. 84).
Abdullah b. 'Amr bu sahîfenin değerini şu sözlerle ifâde ederdi: "Hayatı
bana sevdiren iki şey vardır: biri es-Sahîfetu's-sâdıka, öteki de Vehta'dır.
es-Sahîfetu's-sâdika, Rasûlullah'dan yazdığım bir hadîs mecmuasıdır. Vehta ise,
'Amr b. 'Âs'ın sadaka olarak verdiği ve vaktiyle üzerinde oturduğu bir toprak
parçasıdır" (Bk. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 73; krş.
el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, v2b; Sunenu'd-Dârimîj c. I, s. 127).
Reşid Rıza, Mecelletu'l-menâr, c. X, s. 766 da senedinde el-Leys
bulunduğu için bu hadîsin zayıf olduğunu söylemiştir. Abdullah b. 'Amr b.
'Âs'm, Sahîfe-i sâdıka'sma pek Önem verdiğini - daha hassas bir ifâdeyle - onun
Rasûlullâh (s.a.v.}' dan duyduğu hadîsleri bu sahîfeye yazmaya pek meraklı
olduğunu gösteren diğer rivayetlerin zayıf sayılmasında bunun herhangi bir
tesiri söz konusu olamaz, önemlilerine işaret ettiğimiz güvenilir kaynaklarda
bu görüş yer almıştır.
[83] Îbnu'1-Esîr, Usdu'1-gâbe, Abdullah b. 'Amr'm hâl
tercemesi, c. III. s. 233.
[84] Abdullah b. 'Amr'ın sahîfe'si için bk. Ahmed b. Hanbel, Musned, c. II, s. 158-226.
[85] tbnu 'Abdi'1-Berr, Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 71.
Aynı mânâdaki diğer bir hadîs için bk. Müsnedu Ahmed b. Hanbel, c. II, s, 207;
îbnu Kuteybe, Te'vîlu muhtelefi'l-hadîs, s. 365; Hâkim, Mustedrek, c. I, s.
105; el-llmâ1 v. 36 b; el-Mu-haddisu'l-fâsil, c. IV, v. 2 a.
Bu rivayetlerin bir
kısmında ifade edildiğine göre Abdullah b. 'Amr, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'den her
duyduğunu yazardı. Kureyşliler, Hz. Peygamber, nihayet bir insandır, sükûnet
hâlinde de konuşur, öfkelendiğinde de, diyerek Abdullah'ın hadîs yazmasına mâni
oldular. O da bunu kabul etmekle beraber meseleyi Rasûl-i Ekrem
(s.a.v.)'c açtı.
Rasûl-i Ekrem'in cevabı şöyle oldu: Yazj nefsim kudret elinde bulunan Allah'a
yemin ederim ki, ben hak olandan başkasını söylemem".
[86] Takyîdu'İ-'ilm, s. 82; krş. Câmi'u beyânı'î-'ilm. c.
I, s. 70; Musnedu Ahmed b. Hanbel, c. II, s. 248; el-îsâbe, c. IV, s. 112;
Fethu'1-bârî, c. I, s. 184. ibnuHacer (Fethu*l-bârî*de, gösterilen yerde)
Abdullah b. 'Ami'ın kitapları, bilhassa ehl-i kitaba ait olanları bildiğine
i§aret etmektedir. Bu hadîs-i şerifin bazı tarîklerinde za'f ve illet
bulunduğu anlaşılmaktadır. Ahmed b.Hanbel'in 'Ilelu'l-hadîs (v.6 a)'inde
zikrcdildiğine göre bu hadîs İsmail
b. 'Uleyye el-Basrî (v. 2oo)'ye senediyle okunduğu zaman:
"yalandan Allah'a
sığınırım" demiştir. Fakat haberin gelişinden sezildiğine göre tbnu
'Uleyye, 'Amr'ı yalancılıkla itham etmemiştir. Onun böyle söylemesinin sebebi,
hadîslerin yazılmasına muhalif oluşudur. Habere göre: "İsmail b. 'Uleyye,
Amr b. Şu'ayb'dan, Muhammed b. Şîrîn, Eyyûb ve îbnu 'Avn'ı hadîslerin
yazılmamasına taraftar olduklarını rivayet etmiştir".
Buhârî'nİn Sahîh'inde (Bâbu'I-'ilm'de) bu hadisi zikretmesi onun sıhhati
için kâfi bir delildir.
[87] Tehzîbu't-tehzîb, c. VIIÎ, s. 48-55, nr. 80; krş.
Sahîfetu Hemmâm, s. 2; Goldziher,Tradition Islamique, p. 11. 'Anîr b. Şu'ayb'in
sahîfesinin aslında Abdullah b. 'Amr'm sahîfesi olup Îbnu Şvı'ayb'in onu
dedesinden rivayet ettiği sözü zikredilmeye değer.
[88] Tehzîbu't-tehzîb,c. VIII, s. 54;
el-Muhaddisul'1-fâsıl, c. IV, v. 2 b; Tabakâtu Îbnu Sa'd, c. H/2, s, 125.
Abdullah b. 'Amr - bu sahîfeye çok düşkün olduğu için -hiç kimsenin ona
dokunmasına razı olmazdı. Mucâhid'in bu sahîfeyi görmesi de arz kabHindendir;
zîrâ anlattığına göre Mucâhid'in bu sahîfeyi görmesi şöyle olmuştur:
"Abdullah b. 'Amr'm yanma gittim, yatağının altından bir sahîfe aldım,
hemen bana mâni oldu. Ona: Hani benden birşey esirgemezdin, dediğim zaman şu
cevâbı verdi: Bu Sahîfe-i sâdıka'da Rasûlullah (s.a.v.)'dan duyduğum hadîsler
bulunmaktadır. Onunla benim arama kimseler giremez...". Tafsilat için bk.
Takyîdu'l-Cilm. s. 84.
Abdullah b. 'Amr'm Ebû
Râşid el-Hibrânî'ye verdiği ve içinde bir mü'minin akşam-sabah yapacağı dualar
bulunan sahîfeye gelince, kanaatimce bu sahîfe, Abdullah b. 'Amr'm
başkalarından sakınmadığı birçok sahîfelerden biridir ve fakat sahîfe-i sâdıka
veya onun bir parçası değildir. Geniş bilgi ve mezkûr duâ için bk.
Takyîdu'l-'ilm. s. 85.
Abdullah b. 'Amr'ın hadîslerini halka nasıl imlâ ettirdiğini, -ezberden
mi?, yoksa sahîfe-i sâdıka'ya veya diğer ;ahîfelerine bakmak suretiyle mi? -
kesin olarak tâyin edemiyoruz. Kesin olarak b-idiğİmiz, onun hadîs imlâ
ettirdiği ve ondan iki kitabın nakledilmiş olduğudur (Bk. Hıtatu'l-Makrizî, c.
II, s. 332, Bulak, 1270).
[89] Bu rivayet Ebû 'Ubsyd ve İbn.u.Hişâm'm_rivayetleridir.
Bk. Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku's-siyâsiye fi'1-ahdi'n-nebevî,
nr. 1.
[90] Atıl sözüyle burada para cezası ve diyet
kasdedilmektedir.
[91] Fethu'1-bârî, c. Is s. 182, bâbu kitâbeti'I-'ilm,
ayrıca bk. bâbu fikâki'1-esîr.
[92] Zira bu sahîfenin muhtevasının çoğu para cezası ve
diyet hakkındadır. Bki Muhammed Hamîduîlah, el-Vesâiku's-siyâsiye, nr. 1,
[93] Îbnu Sa'd, et-Tabakât, c. II/2, s. 123; Muhammed
Zubeyr es-Sıddîkî*n es-Seyru'1-hasîs s. 9 da, Tirmizî'nin Kitâbu'I-'Ilel'inden
naklettiği bilgilerle kar: laşunnız.
[94] Bk. Îbnu Sa'd, et-Tabakât c. V, s. 216;
Takyidu'İ-'ilm, s. 136; Şezerâtu1: zeheb, c. I, s. 114.
[95] Dârimi, Sünen, c. I, s. 128; îbnu Sa'd et-Tabakât, c.
VI, s. 179.
[96] îbnu Sa'd, et-Tabakât, c. V, s. 216 "Ali b.
Abdullah b. Abbâs bir sahîfi isteyeceği zaman Kureyb'e, bana falan sahîfeyi
gönder, diye yazar, onları istins. ettikten sonra iade ederdi".
Takyidu'İ-'ilm s. 136.
[97] Şurası teessüfe şayandır ki, bazı sahâbîler Rasûlullah
(s.a.v.)'daıı duyduklar: gibi zabtedemeyecekleri ve böylece aynı lâfızlarla
rivayet edemeyecekleri endişesiyle, yazdıkları hadisleri imha ederlerdi.
Tabaka;u!l-huffâz, c. I, s. 5 de rivayet edildiğine göre, Ebû Bekr es-Sıddik
(r. a.) Peygamber Efendimizin beşyüz kadar hadîsini bir sahîfede toplamış,
sonra da iyice ezberlemediği bir hadîsi yazmış olabileceğini -düşünerek
hepsini imha etmiştir.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 18-24.
[98] Bk. Tehzîbu't-tehzîb, c. XII, s. 265, nr. 1216. Ebû
Hureyre'nin birçoksahîfesi vardı. Bunları îbnu Vehb (Fethu'1-bârî, c. I, s.
184) ve .'Âmr b. Ümeyye ed-Damrî (Câmi'u beyâni'l-'ilm, c, I. s. 74)
görmüşlerdir.
[99] Brockelmannj-bu sahîfenin H. 151'de vefat eden Hemmâm
b. Mende'ye ait olduğunu zannetmiş, bu hatasını kitabının ne ikinci lab'mda, ne
de Suppleman'mda tashih etmiştu. Bk. Brockelmann, Geschischte des Arab.
Litter., c. I, s. 354.
[100] îbnu Hemmâm'm vefat tarihi, îbnu Sa'd'm et-Tabakât'mda
(c. V, s. 396) kesin olduğu için biz onu tercih ettik; zîrâ et-Tabakât en eski
kaynak eserlerden biridir. îbnu Hacer, Nevevî ve başkaları da onun 131
tarihinde vefat ettiğini söylemektedir. Belki de bu târih hatâsı, Îbnu
Sa'd'm 101 veya 102 yılında ölmüştür.) şeklindeki sözünün
tashîf edilmesiyle meydana gelmiştir.
Sahîfetu Hemmâm'm sonundaki tashihler kısmına bk. s. 2.
[101] Keşfu'z-zunûn'da böyle geçmektedir.
[102] Her iki yazmanın da tavsifi için bk. Sahîfetu Hemmâm.
s. 21-23.
[103] Ahmed b. Hanbel Müsned, c. II, s. 312-319.
[104] Sahîh-i Buhârî, Mısır, 1313, c. I, s. 34, 3g, 56, 64,
91; c. IV, s, 56, 63, 86, vs.
[105] Bu sahîfenin Hemmâm'a ait olduğunu bir taraftan bu
rakam, diğer taraftan
da halk arasında yaygın oluşu isbat etmektedir. Zîrâ mevsuk kitaplarda
da bu rakam verilmektedir. Nitekim. Tehzîbu't-tehzîb, c. XI, s. 67 nr. 106 da
şöyle denmektedir: "Hemmâm, Ebû Hureyre'nin meclislerinde bulundu ve
doğrudan doğruya ondan 140 kadar hadîs rivayet etti".
[106] Tehzîbu't-tehzîb c. XI, s. 67. nr. 106.
[107] Hatîbu'l-Bağdâdî, eI-Câmic li ahlâki'r-râvî ve
âdâbi's-sâmi% c. VIII, v. 112.
[108] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 25-26.
[109] Mütercimi Leon Bsrcher, Etudes sur la Tradition
Islamique (Maisonneuve, Paris) adiyle 1952'de terceme etmiştir.
[110] Sprenger, das Traditionswesen bei den Arabern, 1856, 1-17 dans Uber das Tradİtionswesen
beiden Arabern.
[111] Dozi'nin
sözleri, esasında olduğu gibi, burada zikredemiyeceğimiz kadar çirkindir. Bu adamın sözlerini merak
edenler şu kitabı okumalıdır:
Dozy, Essai sur l'Histoire de l'Islamisme, traduit par. V. Chauvin, p.
124.
[112] Goldziher, Etudes sur la Tradition Islamique, p.
245-250. Ruth. Macken-son'un, Goldziher'in tesirinde kalarak yazdığı şu makale
ile krş.; Ruth Mackenson, Arabic books and librairies in the Omayad period (in
AJSL, vol. L. II-LIV, 245-253; vol. L. III, 230-249; vol. L. IV, 41-61).
[113] Hatîbu'l-Bağdâdî, Takyîdu'i-'ilm. naşirin önsö?ü, s.
21-22.
[114] Dr. Yusuf el-'Aş, Takyîdu'l-'ilm önsözü s. 17'de bu
dört nesli şöyle sıralamaktadır:
a) Hz. Peygamber ve ilk sahâbîler devri. Hulefây-İ râşidîn'in sonuncusunun vefâtıyle
H. 40 yılma doğru bu devir sona erer.
b) Son r.ahâbîler ve ilk tâbi'îler devri.
Abduimelik b. Mcrvan'm hilâfetinin sonlarında, H, 80 yılı hududunda nihayet
bulur.
c) Son tâbi'îler devri. Hişâm b. Abdiîmeiik'in
hilâfetinin sonlarına doğru H. 120 yılı civarında son bulur.
d) Daha sonrakiler devri. H. 160 yılı
dolaylarında sona erer.
[115] Takyîdu'l-ilm3 naşirin Önsözü, s. 17.
[116] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 26-30.
[117] Tezkjratu'l-huffâz, c. I, s. 5.
[118] Takyîdu'l-'ilm s. 50. Ayrıca bk. uâmru beyâni'l-'ilm,
c. I, s. 64; Tabakâtu. İbni Sacd, c. IIÎ/i, s. 206; Mutteki'l-Hindi, Kcnzu'I-'ummâl,
c. V, s. 239.
[119] Abdulvchhâb Abdullatîf, el-Muhtasar fî 'ilm-i
ricâlİ'l-eser, s. 79.
[120] Sahîhu Müslim, c. VI, ;. 177. Ebû Musa'nın bu hadîsi
Hz. Peygamber'den duyduğuna dair Ebû Sa'îdi'î-Hudrî şahadette buku:,auştur.
[121] Meselâ: bk. Suyûtî, Cem'u'I-cevâmi', Zahiriye nüshası,
hadîs nr. 196. v. (o3 b; Rasûlullâh (s.a.v.)'m müslümanlara farz kıldığı sadaka
farizası hususundaki emrini muhtevi Hz. Ebû Bekr'İn Enes'e yazdığı mektup;
ayrıca bk. Hâkim, Mustedrek, c. I, s. 106; Câmi'u bcyânî'l-'ilm, c. I, s. 72;
Râmahurmuzî, el-Muhaddisu'1-fâsıl,
Zahiriye nüshası, hadis nr. 4.00'dc Ömer b. Hattâb'm " sözü
mevcuttur. Aynı şekilde Ali b. Ebî Tâlib de hadîslerin yazılmasını teşvik etmiştir.
Onun " süzü, birçok sahabe tarafmdan bilinmektedir. Bk. Takyîdu'l-'ilm,
s. 90; Emîn 'Amili, Ma'âdinu'l-Cevher, Dimeşk, 1347.
[122] Takyîdu'l-'ilm s s. 57; kış. Tezkiratu'l-huffâz, c I}
s. 296.
[123] Aynı eser, s, 57.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 30-32.
[124] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 67; Takyîdu'l-'ilm, s.
46. 'Ubeyde, biraz önce bahsi geçen 'Ubeyde b. 'Ainr es-Selmânî el-Murâdî'dir.
Öleceği zaman bütün kitaplarını getirtmiş, imha etmiş ve "bunların,
benden sonra kıymetini bilmeyeceklerin
ve yerinde kullanmayacakların eline
geçmesinden korkuyorum"
demiştir. Tabakâtu İbni Sa'd, c. VI, s. 63; Câmi'u beyâni'l-'ilm. c. I,
s. 67. İbrâhîm ise, İDrâhîm b. Yezîd en-Neha'î'dir. İbrâhîm et-Teymî'nin
hadîslerin yazılmasına karşı olduğunu görmek için bk. Sunenu'd-Dârimî, c. I, s.
22; Câbir b. Zeyd'in muhalefeti için d? bk. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. II, s. 31.
[125] Takyîdu'l-'ilm, s. 60.
[126] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. II, s. 31. Dr. Yûsuf el-'Aş'm
bu mevzûdaki sözleri için bk. Takyîdu'l-'ilm mukaddemesi, s. 20.
[127] Takyîdu'I-'ilm. s. 43; bu mealdeki diğer bir haber
için bk. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 65.
[128] Takyîdu'l-'ilm, s. 9,2.
[129] Takyîdu'l-'ilm, s. 103; Câmi'u beyâni'l-'iim, c. I, s.
72. Şu hâle göre Kesîr b. Eflah (v. 63)'ın "Zeyd b. Sâbit'den hadîs
yazardık" (Takyîdu'l-'ilm, s. 102) sözüyle, Zeyd b. Sâbit'in rivayet
ettiği hadîs yazmayı yasak eden rivayetin arasını te'lîf etmemiz mümkündür (bk.
bu bahsin baş tarafları).
[130] Câmi'u beyânı'I-1 ilm, c. I, s. 73; Takyîdu'l-'ilm, s.
99.
[131] Takyîdu'l-'ilm, s. gg. Bu mevzuda meşhur olan hadîs
şudur: İlmi yazarak tesbit ediniz".
[132] Takyîdu'l-'ilm, s.
100.
[133] Târîhu Bağdâd, c. XI, s. 232.
[134] Bk. Sunenu'd-Dârimîj c. I, s. 128; Takyîdu'l-'ilm, s,
105. Yine Sunenu'd-Dârimî, c. I, s. 121 de Mucâhid'in hadîslerin kâğıtlara
yazılmasını hoş görmediği rivayet edilmektedir.
[135] Kâdî 'Iyâz, el-llmâ', v. 27 a; Sünen u'd-Dârimî, c. I,
s. 125.
[136] Tâhâ sûresi, âyet 52.
[137] Takyîdu'I-'iim, s. 103; Dârimî, Sünen, c. I, s. 120 de
ayrıca onun yazmayı uygun görmediğini de rivayet etmektedir.
[138] Ekserisinin
tasvibi" dedik5 zîrâ bâzı
âlimler tedvine razı olmadıklarını Ömer
b. Abdilazîz'in yüzüne karşı söylemişlerdir.
Kendinden rivayet edildiğine göre, Ubeydullah b. Abdillâh (v. 106), Ömer
b. Abdilazîz'in huzuruna girdiği zaman halîfenin etrafında birşey ler
yazıldığını görüyor. Kalkıp gideceği zaman Ömer b. Abdilazîz ona hitaben:
"yapmakta olduğumuz işe ne dersin?" diye soruyor. Ubeydullah,
"hangi İşten bahsediyorsun?" dediği zaman halîfe: "Demin
söylediklerimi yazdırdım" diye mukabele ediyor. Bu defa Ubeydullah:
"Hani nerede?" diye soruyor ve kâğıt getirildiği zaman eline alıp
yırtıyor (Bk. Takyîdu'l-'ilaı, s. 45).
[139] İbnu Sa'd, et-Tabakât, c, II/2, s: 134.
[140] Muhammed Abdulazîz el-Hûlî, Miftâhu's-sünne, s. 20
(üçüncü baskı).
[141] er-Risâletu*I-mustatxafe, s. 4.
[142] Aynı eser, aynı yer.
[143] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 76.
[144] Risâlctu'1-mustatrafe, s. 4,
[145] îbnu Sa'd. Tabakât, c. II/3, s. 13;,. el-Kâsım b.
Sellâm'm Kitâbu'l-emvâl, (s. 578,
Mısır, I353)'inde halîfelerden sadece Ömer b. Abdiiazîz'in ismi zikredilmektedir,
bunun için ayrıca bk. Câmi'u beyânı3l-'ilm. c. I, s. 76.
[146] T-zkiratu'1-huffâz, c. I, s. 103; Takyîdu'l-'ilm, s. 107.
Zühri'den intikâl eden
-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin 300 hadîsi
ihtiva ettiğini söylediği- sahîfe, onun muazzam ilmini yazdığı birçok
sahîfelerden sâdece bir örnektir (Bk. Târîhu Bağdâd, c. XIV, s. 87).
[147] Takyîdu'l-'ilm, s.
108.
[148] Sa'îd b.
el-Müseyyeb'in kitabet aleyhindeki görüşü için bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. I. s. 105; Şâ'bî'nin
aleyhteki görüşü için de bk. el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, s". 5 a.
[149] Mücâhid'in
hadîslerin kâğıtlara yazılmaması hususundaki fikri için
bk. SunenuM-Dârimî, c. I, s. 121. Yine Stınenu'd-Dârimî, c. I, s. 128
de Mücâhid'in hadisleri yazmadaki
gayretine dâir rivayetler bulunduğunu söylemiştik. Katâde'nin kitabet
aleyhindeki görüşü için de bk. Sunenu'd-Dârimî, c. I, s. 120.
[150] Bk. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 68; Takyîdu'l-'ilm,
s. 46.
[151] Takyîdu'l-'ilm, s. 47.
[152] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 72.
[153] Bu müsned, Haydarâbâd'da 1321 senesinde basılmıştır.
[154] Husâmeddin el-Kudsî, bu eseri 1352 senesir.de
neşretmiştir.
[155] Bk. Zahiriye kütüphanesi, hadîs nr. 196, CemVl-cevâmi' nıij sâdece 3. cildi
mevcuttur.
[156] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 32-38.
[157] Bk. Musnedu Ahmed b-. Hanbel, nşr. Ahmed Muhammed
Şâkir, c. II, s. 19^> '99 hadîs nr. 959. Burada Rasûlullah
(s.a.v.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İbrahim (a.s.) Mekke'yi
harem kabul etti. Ben de Medine'yi harem olarak kabul ediyorum. Medine
hudutları içindeki bütün topraklar haremdir. Otu kopanlmaz avı ürkütülmez,
orada bulunan birşey -yerini gösteren kimse müstesna - alınmaz...".
Hadîsin isnadı sahihtir.
[158] Târîhu't-Taberî, s. 1820.
[159] Rivayet edildiğine göre Ebu'l-cÂliye şöyle demiştir:
"Basra'da Ashâb-ı kiramdan hadîs
dinlerdik; bununla da yetinmeyerek Medînelilerin ağzmdan hadîs duymak için
oraya gelirdik" (Bk. el-Câmi' li ahlâkı'r-râvi, c. IX, v. 168 b.
[160] Bunun en iyi misâli, Abdulmelik b. Habîb'in anlattığı
şu sözlerdir': Abdul-melik "hac vazifesini ifâ ettikten sonra Abdulmelik
b. Mâcişûn, Esedu's-sünne, Asbağ b. el-Ferec ve bunların tabakasırdan hadîs
alarak birçok ilimle birlikte Endülüs'e döndük Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 537,
(üçüncü baskı). Bu fasıldaki bütün nakillerimiz bu baskıdan olacaktır; daha
fazla bilgi için bibliyografya kısmına bk.
Abdulmelik b, Habîb. Endülüs'ün büyük âlimi ve fakîhidir. Künyesi Ebû
Mervân es-Sulemî'dir. el-Mirdâsî, el-Endiilüsî ve el-Kurtubî nisbeleriyle de
anılır H. 238 târihinde vefat etmiştir.
[161] Bu rivayet, hadîs semâ'mm Mekke'ye nisbetle Medine'de
daha çok olduğunu göstermektedir. Bu sebeple tarihçiler Medîne hakkında
dânı's-sünne vasfını kullanmışlardır. Bu sözlerimizden, hadîs tedvîni itibariyle
bu iki şehirden birine öncelik hakkı tanıdığımız mânâsı çıkarılmamalıdır.
Telkin yoluyla semâ', tedvin suretiyle hadîsleri yazmak demek değildir.
[162] Ali b. Abdillâh b. Ca'fer, künyesi Ebû Ca'fer'dir.
Sa'd oğullarının mevlâsıdir. Buhâri'nin şeyhlerinden biridir. H. 234. târihinde
vefat etmiştir. (Bk. Şezerâtu'z-zeheb, c. II, s. 81).
[163] Sunenu't-Tirmizî, c. I, s. 196.
[164] Bu yüzdendir ki sünen kitaplarında çoğu zaman:
"Bu hadîs Medînelilerin rivayetinde teferrüd ettiği hadîslerdendir"
sözüne rastlarız; nitekim bk. Sunenu Ebî Dâvûd, c. II, s. 370, hadîs nr. 254,
1369, ikinci baskı, nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamîd. Bütün nakillerimiz bu
baskıdan olacaktır. Yine Ebû Dâvûd'un şu sözü de bu cümledendir:
"Medîneliler diye okurlar; bu hadîs
onlar için hüccettir" (Bk. Sunenu Ebî Dâvûd, c. I, s. 416, hadîs nr.
1173).
[165] Bk. Sunenu Ebî Dâvûd, c. I, s. 76, hadîs nr. 155; c.
I, s. 140,hadîs nr. 333.
[166] Sunenu Ebî Dâvûd, c. I,'5. 56, hadîs nr. 91.
[167] Ibnu Şîhâb'dan rivayet edildiğine göre, cumartesi günü
oruç tutulmasına taraftar olmadığı ona hatırlatıldığı zaman: "Bu
Humuslularm hadisidir", derdi. (Sunenu Ebî Dâvûd, c. II, s. 341, hadîs nr.
2423).
[168] Sunenu't-Tirmizî, c. I, s. 60, Hz. 'Âi'şe'nin rivayet
ettiği şu hadîs sebebiyle Zuheyr b. Muhammed'den bahsedilmektedir: "Rasûlullah
(s.a.v.) namazda Ön tarafına doğru bir selâm verirdi, bu esnada sağ tarafına da
hafifçe meylederdi" Hadîsin senedi şöyledir:
[169] Zuheyr b. Muhammed hakkındaki ihtilâfta Ahmed b.
Hanbel'in tamamen farklı bir görüşü vardır; diyor ki: "Bahis mevzû'u olan
Zuheyr b. Muhammed, kendinden Irak'ta hadîs rivayet edilen Zuheyr b. Muhammed
değildir. Bu ismi kalbedilen bir başka şahıs olsa gerektir"
(Sunenu't-Tirmizî, c. I, s, 60}.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 39-41.
[170] Eğer seyahatten beklenen faydayı kendi şehrinin
âlimlerinden temin etmek mümkünse, o zaman muhaddisler hadîs talibinin kendi
şehrindeki hadîslerle yetinmesini ve onlar üzerinde ihtisas yapmasını uygun
görüyorlardı; fakat bu tavsiye onlara kâr etmiyordu. Hatîbu'l-Bağdâdî diyor ki:
Talebu'l-hadis için
seyahat iki maksada binâen yapılır: birincisi, âlî isnâd ve e.n eski semâ'ı
elde etmek; İkincisi, hafızlarla görüşerek müzâkereler yapmak vr onlardan
istifâde etmektir. Eğer bu iki husus başka yerde olmayıp da talihin beldesinde
mevcutsa, seyahat etmekte bir fayda yoktur. En iyisi kendi beldesinde olanla
iktifa etmektir" (el-Câmi1 li
ahlâld'r-râvî, e. IX, s. 167 b),
[171] İbnu Haldun, Mukaddeme, s. 541, nşr. Mustafa Muhammed,
Kahire, tarihsiz.
[172] Bu muhterem
sahâbînin adı, 'Uveymir b,
Zeyd'dir. H: 32 târihinde vefat
etmiştir.
[173] Yakut,
Mu'ccmu'l-Buldân. c. î, s. 590. İbnu Dureyd bu kelimenin Birku'l-ğumâd
şeklinde telaffuz edildiğini sÖyJemişse de,Gımâd telaffuzu daha meşhurdur.
Birku'l-ğımâd; Mekke'ye sahil tarafından beş gün uzaklıkta ve Mekke'nin arka
tarafında bir yerdir (Bk. Mu'cernu'l-buldân, c. I. s. 589).
[174] el-Câmi' li ahîâkı'r-râvî. c. IX, s. 168 Câbir b.
Abdiîlâh'ın hâl tercemesi için bk. Tezkiratu'l-huffâz, r. I, s. 43, nr. 21.
[175] Aynı eser, c. IX, s. 169 a. Sa'îd b. el-Müseyyeb'in
ha! terrenıesi için bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 54, nr. 38.
[176] Aynı eser. c. IX.s. 169 a. Ebû Kılâbe. Abdullah b.
Zevci el-C lurmî el-Basrî'dir.
[177] Sunenu Ebî Dâvûd, c. III, s. 106, hadîs nr. 2750; İbnu
Mâce de buna yakın mânâda bir hadîs tahrîc etmiştir, (Bk. c. II, s. 951-952).
Mekhûl, Şamlıların âlimi: fakîh ve hafız Ebû AbdîIJâh b. Ebî Müslim
el-Huzelî'dir. (Terceme-i hâii için bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 107, nr.
96).
[178] Ahmed b. Mûsâ el-Cevâlikî (v. 3o6)'dir.
[179] Mu'cemu'I-buldân, e. I, s. 414. Sika âlim Eyyûb b. Keysân es-Sahtiyâni (v. i3i)'dir,
künyesi Ebû Bekir'dir.
[180] Nitekim fakîh ve hafız Ebû Mûsâ Abdullah b. Abdilğânİ
(v. 629} hakkında böyle söylenmiştir (bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. IV, s. 1409).
[181] Meşhur sika hafız Ebû Ya'lâ eî-Mavsıli (v. 3O7)'nin
Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 708 de; Ebu'n-Nersî diye anılan Muhammed b. Alî
(v. ^io/'nin de Tezkiratu'l-huffâz, c. IV, s. 1261 deki hâl tercemelerine bk.
[182] Mufîd Ebu'l-Berekât b. el-Mubârek es-Sakatî (v. 509).
Tezkiratu'l-huffâz, c. IV, s. 1260 da, 509 yılında vefat edenler kısmında geçen
terceme-i hâline bk.
[183] eş-Şîrâzî, Ebû Ya'kûb Yûsuf b. Ahmed İbrahim es-Sûfî
(v. sSjJ'nin Tezkı-ratu'l-huffâz, c. IV, s. 1357 deki.; İbnu Mettûye İbrahim b.
Muhammed el-Isbahâni (v. 3O2)*nin rle Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 740 daki
terceme-i hallerine bk.
[184] H. 240 dolaylarında vefat eden büyük Tirmizî'nin hâl
tercemesine bk. Tezkiratu'l-huffâzj c. II, s. 740.
[185] Mâverâu'n-nehr muhaddisî el-Buceyrî Ebû Hafs Ömer b.
Muhammed b. Buceyr el-Hemezânî es-Semerkandî (v. 311) hakkında böyle denmiştir
(bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 720).
[186] Ebû Tâhir es-Süefî (v. 576) böyledir. Hafız, allâme,
şeyhu'l-islam Süefî'nin tam adı: 'Imâduddîn Ahmed b. Muhammed el-Isbahânî
el-Curvâ'ânî'dir (bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. IV, s, 1298, nr. 1298.)
[187] Mu'cemu'l-Buldân, c. I, s. 694.
[188] Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 807.
[189] îbnu Hubeyş Ebu'I-Kâsim Abdurrahmân el-Endülüsî (v.
584) hakkında böyie denmiştir (bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. IV, s. 1354).
[190] Goldziher, Tradition îslamique, p.,220.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 41-44.
[191] Mu'cemu'l-buldân, c. III, s. 528'de Tarsus ve orada
yetişen meşhur ha-dîsciler münâsebetiyle bu mevzua temas edilmiştir.
[192] Zîrâ âlimler, İslâm ülkelerinde dolaşın durmaları
sebebiyle kendi beldelerinde devamlı kalma imkânını bulamıyorlardı. Bİr âlim
Irak'da iken icâbında hemen Şam'a geçiyor, Şam'a henüz gelmişken Endülüs'e
hareket etmek lüzumunu duyuyor, Endülüs'de bulunduğu zannedilirken bir de
Mısır'a geçmiş oluyordu. Tabakât ve terâcim kitaplarında bir muhaddis kendi
memleketine nisbet edilmekte beraber, çoğu zaman dolaştığı şehirlere be işaret
edilir : Nizâr b. Abdilaziz Bağdadî, Mısır'a gitmiştir (Târîhu Bağdâd, c. XIII,
s. 437); Nail b. Necih eİ-Hanefî Basrahdır. Bağdat'a seyahat etmiştir (Târîhu
Bağdâd, c. XIII, s. 434); Ali b. Ma'bed cr-Rakkî, Mısır'da kalmıştır
(Tabakâtu'l-huffâz, c- Hj s- 55°); Cûzecânı Dimeşk de ikâmet etmiştir
(Tabakâıu'i-huffâz, c. II. s. 549}; Îbnu Vâsıl es-Sedüsî el-Basr:, Bağdat'a
yerleşmiştir (Tabakâtu'l-huffâz, c s- 3r3); Ali b. Sa'd cl-'Askerî, Rey'de
kalmıştır (Tabakâtu'l-huffâz, c. II, s. 749); Ahmed b. Abdillâh el-'Iciî
el-Kûfî, Trablusgarp'ta ikâmet etmiştir. (Taba kâtu'I-huffâz, c. II, s. 560)
Mekkî b. İbrahim el-Belhî, Bağdat'a gelmiştir (Târîhu Bağdâd, c. XIII, s.
118).
[193] el-Câmi1 li ahlâki'r-râvi, c. X, s. 193-b.
[194] cl-Câmi1 li ahlâki'r-râvî, c. X, s. 193 b.
[195] Meşhur hafız Ahmed b. 'Arar b. Abdilhâlık'dır: künyesi
Ebü Bekir olup H. 21c târihinde vefat etmiştir. Büyük ve küçük olmak üzere iki
Müsned'i vardır.
Büyük müsnedine el-Bahru'z-zâhır ve el-Kebîru'1-tnu'allel denir. Niyet
hadisinde Hz. Ömer'in teferrüdünü gördüğümüz gibi. Bezzâr'da burada mezkûr
hadîsin bazı râvîleriııin teurrüdünden ve mtitâ-bi'înin bulunduğundan
bahsetmektedir (Bk. er-Risâlelu'I-mustalrafe, s. 51).
[196] Suyûlî, Tedrîbu'r-râvî. s. 83. Ne var ki, Ebu
'1-K.âsım b. Mende, niyet hadisini ayrıca diğer onyedi sahâbînin rivayet
ettiğini sû\ temektedir (Bu sahâbîlerin isimlerine bk. Tedrîb'u'r-râvî, s. 82).
Hz. Ömer, - ona göre - bu hadisin rivayetinde teferrüd etmiştir. Sonra bu
hadîsi Hz. Ömer'den yalnız Alkame, ondan yalnız Muhammed, Muhammed'den de
yalnız Yahya rivayet elmemiş, diğer râviler de bu muhaddislerden alarak rivayet
etmişlerdir (Tedrîbu'r-râvî, s. 82;.
İrâkî, böyk bir görüşü reddederek adları zikredilen sahâbîlerin bu
hadîsi aynen rivayet etmediklerine ve bu mevzûdaki başka bir hadisi rivayet
etliklerine işaret etmektedir. Niyet hadîsi Hz. Ömer'den yukarıda zikredilen
tarik dışında sahîh olarak gelmemiştir. Suyûtî Tedrîbu'r-râvî, s. 82'de böyle
söylemektedir. Bu hadis etrafındaki bütün bilgilerin Tedrîbu'r-râvî, s.
82-83'den okuması faydalı olur.
[197] Tedrîbu'r-râvî, s. 193.
[198] Gelip-giderken &adîs rivayet etti" sözü,
târih ve tabakât kitaplarında çok geçer; meselâ bk. Târîhu Bağdâd, c. XIII, s.
n8, Mekkî b. ibrahim el-Belhî (v. 2i5)'nin terceme-i hâli.
[199] Bunun en güzel misâli, müsteşrik Ahhvardt'm bir
araştırmasında İmâm Şafii'nin niyet hadîsinden 70 fıkhî mesele istinbât
ettiğini göstermiş, olmasıdır. (Bk. Ahhvardt, Berliner Katalog, c. II, s. 165,
nr. 1362). Ahhvardt, îmâm Şâfi'î'nin bu mevzuda söylediklerini, münâkaşa
etmeden araştırıp topladığı için başarılı olmuştur; eğer münâkaşa etmeye
kalksaydı diğer, müsteşrikler gibi o da hatalar^a-pardı.
[200] Bu söz için bk. el-Câmi* li ahlâkı'r-râvî, c, IX, s.
1G4 a.
[201] Hatîbu'l-Bağdâdî. el-Kifâye, s. 152'de hadis rivayetinde
müsamahakarlık ile tanınan kimsenin hadîsiyle ihticâc olunmayacağına dair bir
bâb vardır.
[202] Hafız Şemsuddîn, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b.
Osman b. Kaymaz et-Turkmânî el-Fârûkî ez-Zehebî. Mîzânu'I-i'tidâl ve
Tezkiratu'l-huffâz onun değerli kitaplarından ikisidir. 748 H. târihinde vefat
etmiştir.
[203] Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 238.
[204] Tezkiratu'3-huffâz, c. î, s. 239.
[205] Aynı eser, c. I, s. 238.
[206] cl-Kifâye, s. 152.
[207] Aynı eser, aynı yer;
[208] îbnu Ebî Ya'lâ, Tabakatu'I-hanâbile, s. 106, nşr. Ahmed 'Ubeyd, Dimeşk,
Matbaatu'l-i'tidâl, 1350,
[209] Büyük hafız, Isfahan muhaddisi ve birçok eserin
müellifi Ebû Mes'ûd er-Râzî, 258 tarihinde vefat etmiştir.
[210] Tezkiratu'l-huffâz, c. IIj s. 544.
[211] Bunu, binden
fazla âlimden hadis yazdım" diyen
îmâm Buhârî'nin sözlerinden öğrenmekteyiz. Devamında Buhârî, "îmân
hem söz, hem de amelden ibarettir" demeyenlerden hadîs yazmadığını ifade
etmektedir (Bk. Şezerâtu'z-zeheb, c II, s. 134, H. 256. sene hâdiseleri;
Tezkiratu'l-huffâz, c. II, s. 255'de Buhârî'nin muhtehT şehirlerden hadîs
işittiği hakkındaki kısma bk.)
[212] Tezkİratu'l-huffâz, c. III, a. 1032, terceme-i hâli
buradadır.
[213] Aynı eser, c. III, s. 1032.
[214] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 44-49.
[215] Bk. Sunenu'n-Ncseî bi şerhi's-Suyûtî, c. I, s. 49;
el-Kifâye, s. 156.
[216] Terceme-i hâli için bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s,
372.
[217] el-Kifâyej s. 156. Onun para mukabilinde hadîs rivayet
ettiğini görmek için bk. el-Bâ'isu'I-hasîs, s. 116.
[218] Şu'be b. el-Haccâc b. el-Verd el-Âtekî el-Vâsıtî'dir.
Künyesi Ebû Bistâm'dir. Basra muhaddisi olup hadîsde emîru'l-mü'minîn
sayılmıştır. Enes b. Mâlik (r.a.)'i görmüş ve tabiînden 400 râvideri hadis
îşitmiştir. H. 160 târihinde yefât etmiştir.
[219] el-Kifâyc, s. 155.
[220] Aynı eser, s. 156.
[221] el-Kifâye, s. 154.
[222] Bk. aynı eser, s. 153.
[223] Goldzihe Etudes sur la Tradition Islamique, p. 225. 3
numaralı dip notta Coldziher, bunun doğru olduğuna işaret etmektedir.
[224] Sunenu Ebî Dâvûd, c. III, s. 360, hadîs nr. 3416.
Kitâbu'l-icâra, bâbfî kesbi'î-mu'allim.
[225] el-Kifâye s. 153, hadis rivayetine karşılık ücret
almanın kerâhati ve "ücret alandan hadîs dinlenmez" diyenin sözü.
[226] el-Kifâye, S.J54.
[227] Duhâ'l-Islâm, c. II, s. 72.
[228] Yakut, Mu'cemu'l-Buldân, c. III. s. 385.
[229] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 49-52.
[230] El-kifaye,s. 3-4
[231] El-Cami’lı aklaki’r-ravi, c. VII,v.
I27a.HatîbuU-Bağdâd^nsözü «Onun makbul bir râvî olmayışının sebebi, garîb hadis
rivayet etmesidir.
[232] el-Câmi( li ahlâkı'r-râvî c. VII, v. 127 b.
[233] el-Câmİ1 li ahlâkı'r-râvî, c. VII, v. 127 a.
[234] Aynı eser, aynı yer.
[235] Aynı eser, c. VIII,
v. 146
a.
[236] B Sufyânu's-Sevrî (v. i6ıj'de: "hadîste yalan
söyıeyen kimse rezîl, rüsvây olur" demektedir (el-Kifâye, s. 117).
[237] Abdullah b. el-Mubârek
(v. i8i)'in "yalancının bir
cezası da sözüne bir daha itibar etmemekdir", dediği rivayet edilmektedir.
Bir başkası da: "Fâsık bid'at-çının cezası, iyi hâllerinin bir daha amlmamasıdır" demektedir (Bk. el-Kifaye.
s.'117).
[238] el-Kİfâye, s.
118.
[239] el-Kifâye, s.
119.
[240] Bu yalan ve onu doğuran cehaletin, terceme-i hâlinden
pek cüz'î bİrşey bildiğimiz Ömer b. Mûsâ gibi müphem bir adama izafe
edilmesine şaşmamak lâzımdır; asıl şaşılacak taraf, meşhur âlim Kitâbu'I-Ensâb
müellifi Abdulkerîm es-Sem'âni (v- 5Ö3)'yi> ~ şayet doğru ise - Ebu'l-Ferec
Îbnu'l-Cevzî'nin. açık bir yalan ve çirkin bir tedlîs ile itham etmesidir.
Şöyle ki: es-Sem'ânî, Bağdat'taki bir şeyhinin elinden tutarak onunla <îsâ
Nehri'nin karşı tarafına geçtikten sonra şöyle rivayet etmeye başlıyor: Falan
şeyhin nehrin karşı tarafında (Mâverâu'n-nehr'de) şöyle söylediğini duydum.
es-Sem'ânî "nehrin karşı tarafında" sözüyle "MâverâuVnehr '
denen yeri anlatmak istiyor.
Goldziher bu hikâyeyi (tbnu'1-Esîr, el-Kâmil, c. XI, s. i25)de görünce
ona dört elle sanldı ve müsteşriklerin âdeti veçhile hadîs rivayeti hakkında
şüpheyi cel-betmeye bir vesile oîmak üzere diline doladı. Fakat İbnu Cevzî'nin
es-Sem'ânî hakkındaki yalanını Îbnu'l-Esîr'in yine aynı yerde reddettiğini görünce
gerism geriye donuverdi. Ibr.u'1-Esîr, "el-Ensâb" müellifinin
yalandan berî olduğunu ve gerçekten "Mâverâu'n-nehr" e seyahat
ettiğini ve orada mâruf şeyhleri bulunduğunu; Sem'ânî şâfİ'î, İbnu Cevzî de
hanbelî olduğu için, mezhep ihtilâfı yüzünden îbnu Cevzî'nin onu böyle itham
ettiğini söylemektedir. (Krş. Goldziher, Tradition Isla-mique, p. 329-230).
İbnu Cevzî'nin mevzu hadîs hakkındaki hükümlerinde pek aceleci
olduğu.bilinmekte ve hatta onun Mevzûât'ının değeri yoktur, denilmektedir.
[241] el-Kifâye, s.
119.
[242] İşte misâlleri: Muhammed b. Ahmed el-'tyâdî ve Hascn
b. Hafs cn-Nchre-vânî bize Semerkant'ta rivayet etti (Târîhu Bağdâd, c. XIII,
s. 436); Ebu'1-Fadl Ömer b. Ebî Sa'd el-Herevî bize haber vererek dedi ki,
Abdulazîz b. Ca'fer el-Harîrî bize Bağdad'da haber verdi (el-Câmi' li
ahlâkır-râvî, c. Hı, v. 157 b); îmâm Buhârî Bağdad'da bâzı râvîlerden hadîs
dinledi. Onlar arasında Ahmed b. üanbei'de vardır (Şezerâtu'z-zeheb, c. II, s.
57-60); Mekke'de Humcydî'dcn hadîs dinledi (Tabakatu'ş-şâfi'iyye, s. 5}.
Muhaddisler râvîye bunun için hadîs işittiği yeri sorarak imtihan ederlerdi
(el-Câmi'Ii ahlâki'r-râvî, c. I, v. i7a-b).
[243] el-Kifâye, s, 117.
[244] Aynı eser, s. 115.
[245] el-Kifâye, s. 115.
[246] el-Kifâye, s. 115
[247] Muhaddislerin tâlim ve terbiyede tâkİp ettikleri
metodu en iyi gösteren kitap, 4Ö3 tarihinde vefat eden Hatîbu'l-Bağdâdî'nin
"el-Câmİ( li ahlâkı'r-râvî ve âdâbİ's-sâmİ;" adlı kitabı olmalıdır.
Bu eser İskenderiye Belediye kütüphanesinde (nr. 117, c. III) bulunmaktadır.
Küçük boyda 10 cüz'lük bir yazmadır.
Arkadaşım Dr. Yûsuf el-'Âş, bu eserden yaptırdığı fotokopi nüshasını
emaneten bana vermek lûtfunda bulundu; kendisine çok teşekkür ederim, Allah
razı olsun. Değerli okuyucu bu eserden ne kadar çok faydalandığımızı görmüştür.
Eseri tetkik ve tahkik ettik, inşallah yakında neşr edeceğiz.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
52-57.
[248] Bk. Wustenfeld, die Akademien der Arabcr und ihre
Lehrer, p. 69 (ef. Tradit. islam, 231 note 1).
Wustenfeld'in bu kitabı,
Araplarda dâru'l-hadîs ve hocaları mevzuunda yazılmış en güzel eserlerdendir.
îbnu 'Asâkir, mütehassıs hafızların sonuncusu olan Ebu'l-Kâsım Ali b.
el-Hasen ed-Dimeşkî eş-sâfi'î'dir. 571 H. tarihinde vefat etmiştir,
[249] Îbnu Dıhye diye meşhur olan hafız Ömer b.
el-Hasen'dir. Endülüs'ün doğusunda bulunan Belensiye şehrindendir. Kahire'de
633 de vefat etmiştir. et-Tenyîr fî mevlidi's-sirâci'I-münîr adlı bir eseri
vardır. Makrîzî, Hıtat (c. II, s. 375)'da Ibnu Dıhye'den bahsederken şöyle bir
cümle söyler: tbnu Dthye Kâmiliye Medre-sesi'nde ders verirken, arkasında,
şeklinden başka hiçbir tarafıyle insana benzemeyen bir genç vardı.
[250] Meşhur hafız Ebû
'Amr Takıyyuddîn Osman b.
Abdirrahmân el-Kurdî eş-Şehrizûrî'dir; İbnu's-Salâh diye meşhurdur; 643 tarihinde
vefat etmiştir
[251] Hafız Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şeref
en-Nevevî'dir. Ulûmu'l-hadis'e dâir birçok eseri vardır; en meşhuru da Şerhu
Sahihi Müslim'dir; 676 tarihinde vefat etmiştir,
[252] Bütün bu
dâru'l-hadîsler i Michael Meschâka,
Cultur-Statistik von Da-maskus (ef. Tradit, islam. 232 note 1) adlı
eserinde mükemmel bir surette incelemiştir.
[253] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 58-59.
[254] Tediîbu'r-râvî, s. 4.
[255] Tedrîbü'r-râvî s. 6. Kâsİmî'nin
"Kavâ'idu't-tahdîs", s. 53*deki sözleri biraz tasarruf ile iktibas
edilerek buraya alınmıştır,
[256] Buraya yazılan ve yazılmayan diğer cerh ve ta'dîl
tâbirleri için bk. bu eser, s. 112-114
[257] el-Câmi1 li ahlâki'r-râvî, c. VIII, v. 150 b.
[258] et-Tedrib, s. 7; krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 53.
[259] el-CâmiMi ahlâkıVrâvî, c. VIII, v. 159 a.
[260] el-Câmi* U ahlâkı'r-râvî c. VIII, v. 152 a.
[261] Aynı eser, c. VIII, v. 151 b,
[262] Hafızların en değerlisi, cerh ve ta'dîl imâmı Ebû Zekeriya
Yahya b. Ma'în b. 'Avn b. Ziyâd el-Gatafânî el-Bağdâdî'dir. Medine'de 233
tarihinde vefât etmiştir.
[263] el-Câmif li ahlâkı'r-râvî, c. VIII, v. 151 b;
Tedrîbu'r-râvî, s. 8'de İbnu Ma'în'in
kendi eliyle bin hadîs yazdığı söylenmektedir.
[264] el-Câmif li ahlâkı'r-râvî, c. VIII, v. 151 b;
Tedrîbu'r-râvî, s. 8'de İbnu Ma'în'in
kendi eliyle bin hadîs yazdığı söylenmektedir.
[265] Hafız, cami' ve müellif olan Ahmed b. Muhammed b.
Sa'îd el-Kûfî, Ebu'l-Abbâs'dır. Benû Hâşirrı'in mevlâsı olup İbnu 'Ukde diye
mâruftur. 382 tarihinde vefât etmiştir (Bk. er-Risâletu'l-mustatrafe, s. 84).
[266] el-Câmi' li ahlakı'r-râvî, c. VIII, v. 152 a-b.
[267] Ebû Zürıa er-Râzî, Abdullah b. Abdilkerim b. Yezîd b.
Ferrüh, Kureyşli-lerin mevlâsıdır; meşhur bir sika hafızdır; H. 264*de vefât
etmiştir (Bk. er-Risâletu'l-mustatrafe, s. 48). Ahmed b. Hanbel diyor ki: "Yedi yüz bin küsur sahîh hadîs,
vardır; bu genç de -Ebû Zür'a'yı kasdediyor- yediyüzbin hadîs
ezberlemiştir" (Bk. et-Tedrib, s. 8).
[268] el-Cârui' li ahlâkrr-râvî, c. VIII, v. 152 a.
[269] Tedrîbu'r-râvî, s. 8.
[270] Bk. Sunenu'd-Dârimî, c. I, s. 125.
[271] Rânıaburmuzî, el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, v. 5 a.
'Âsim, 174 tarihinde vefat etmiştir.
[272] Takyîdu'I-'ilm, s. 59. Hazza', H. 141'de vtfât eden
Hâlid b. Mihrân'dır. Yazdıklarını sonradan imha eden âlimler arasında îbnu
Şihâb (Bk. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c I, s. 66) ve Îbnu Şîrîn {Bk.
el-Muhaddisu'1-fâsıl, c. IV, v. öb)'de bulunmaktadır.
[273] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 69.
[274] Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed b.
Hamdûye, Hâkim en-Neysâbûrî ve îbnu'I-Beyyi' diye mâruftur. Meşhur kitapları
vaidir. En mühimlerinden ikisi el-Mustedrek 'ale's-Sahîheyn ve el-Medhal'dir.
H.4O5*de vefât mistir.
[275] Tedrîbu'r-râvî, s. 8.
[276] Ebu'1-Feth, Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed,
îbnu Seyyidi'n-nâs di>e meşhurdur. Nİsbesi de el-Ya'murî el-Endüliisi (aslen
buralıdır) el-Mısrî eş-şâfi'î'dir; meşhur hafızlardan biridir. 734'devefât
etmiştir. 'Uyûnu'1-eser fî fünûni'l-megâzî ve'ş-şemâ'il ve's-siyer adlı bir
eseri vardır.
[277] Terceme-i hâli ileride gelecektir.
[278] Tedrîbu'r-râvî, s. 8.
[279] Aynı eser, aynı yer.
[280] el-Câmi' li ahlâkı'r-râvî, c. VIII, v. 151 b.
[281] Aynı eser, c. VIII, v. 151 a.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 59-63.
[282] el-Kifâye, s. 173.
[283] Aynı eser, s. 175. Berâ' b. 'Âzib'den rivayet
edildiğine göre, Rasût-i Ekrem (s.a.v.) ona: Berâ'. yatağa girdiğin zaman ne
okursun? diye sordu. Berâ'; diyor ki, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, diye
cevap verdim O zaman Rasûlullâh (s.a.v.): Yatağına temiz olarak yattığın zaman
sağ tarafına yaslan ve şöyle de, buyurdu Allah'ım, kendimi sana teslim ettim,
işlerimi sana havale ettim. Arkamı sana dayadım. Senden sığınacak yer varsa, o
yine Sensin. Gönderdiğin Kitabına, yolladığın Peygamberine îmân ettim. Berâ'
diyor ki: Rasûlullâh'm bana
öğrettiği gibi tekrarladım; yalnız dedim. O zaman Rasûlullâh eliyle" dedi.
[284] Aynı eser, s. 173.
[285] el-Kifâye. s. 172.
[286] Aynı eser, s. 176. Îbnu Ömer, büyük sahâbî Abdullah b.
Ömer b. el-Hattâb'-dır. 73 yılında vefat etmiştir.
[287] el-Cami( li âhlâkı'r-râvî, c. V, v. 101 a.
[288] el-Kifâye, s. 178. A'meş, Süleyman b. Mihrân (v.
i48)*dir.
[289] Aynı eser, aynı yer.
[290] Aynı eser, 3. 180.
[291] Aynı eser, s. 179.
[292] el-Kifâye, s.
182.
[293] Aynı eser, s.
183.
[294] Aynı esti. s.
180.
[295] el-Kifâye, s.
186.
[296] el-Kitfıye, s. 182. Ebiı 'Ubeyd. büyük hadis ve lügat
imamlarından biridir. 232'de vefat
etmiştiî.
[297] Aynı eser, s. 188.
[298] el-Cami' li ahlâkı'r-râvî. c. VI, v, 103 a.
[299] İhtişam 'ulûmi'l-hadîs, s. 162.
[300] Mıhûr
İjbiliye fakihlcrinden İbnu'l-'Arabî diye mâ'ruf Muhammcd b. Abdillâh el-M;ı'âfiri'dir. 544 yılında
vefât etmiştir.
[301] Ahkâmu'1-Kur'ân, c. I, s. ıo.
[302] eİ-Bâ'isu'1-hasîs, s. 158; krş. el-Kifâye, s.i79.
[303] îbnuVSalâh, 'Ulûmi'l-hadîs, s. i8y.
[304] el-Bâ'isu'I-hasîs s. 161.
[305] el-Bâ'isu'1-hasîs s. 161
[306] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 63-69.
[307] Tedrîbu'r-râvî, s,
129.
[308] Tedrîbu'r-râvî. s. I2g'dak: semâ* tarifi ile
karşılattırınız.
[309] cl-Câmi* li ahlâkı'r-râvî, c. VI, v. 112 a; aynı
sayfada Hatîbu'I-Bağdâdî, ile arasında
bir fark gözetmeyen ve yi isti'mâl eden bu mütekaddimîn hadîscil er inden şu
zevatı saymaktadır: Hammâd b. Seleme, Huşeym b. Be;îr, Abdullah b. el-Mübârek,
Abdurrezzâk b. Hemmâm, Yezîd b. Hârûn, Yahya b. Yahya en-Neysâbûrî. İshâk b,
Râhûye, Ömer b. *Âvf, Ebû Mes'ûd Ahmed b. el-Furât ve Muhammed b. Eyyüb b.
Yahya b. ed-Dırrîs; krş. el-Kifâye, s. 284-285.
[310] Büyük âlim Abdurrezzâk b. Hemmâm b. Nâfi'dİr; 213'de
vefat etmiştir.
[311] el-Kifâye, s. 286. Ahmed b. Hanbel ile İshâk b.
Râhûye, her nekadar bütün bu tâbirlerin tahdîs ve semâ'ı ifâde etmekte müsâvî
olduğunu söylüyorlaisa da, (LJas-Vyi benimseyerek âlimlerin rivayetlerinde onu kuIlanmaJanm tavsiye
ettikleri anlaşılmaktadır. Muhammed b. Râfi* diyor ki: Abdurrezzâk 'yi
kullanırdı. Ahmed b. Hanbel ile îshâk b. Râhûye gelip de ona 'yı kullanmasını
tavsiye ettikten sonra onlardan duyduğum bütün bu hadîsleri diye rivayet etti;
bundan ünce duyduklarımda demişti (Bk.
el-Kifâye, s. 286.)
[312] el-Kifâye, s. 284.
[313] Nu'aym b. Hammâd b. Mu'âviye b. el-Hâris el-Huzâ'î
el-Mervezî, Ebû Abdillâh: ilk olarak müsned tertib eden odur. Samarrâ'da
hapiste iken ?"8 yılında vefât etmiştir (Bk. er-Risâletu'1-mustatrafe, s.
37).
[314] Büyük imâm Abdullah b. el-Mübârek, Ebû Abdirrahmân;
181 yılında vefât etmiştir.
[315] Ktfaye, s. 285.
[316] Büyük sika âlim Kâdî 'Iyâz b. Mûsâ. eş-Şifâ fî şemâ'iH'l-Mustafâ ve
el-îlmâ' fî usûli's-semâ' adlı eserlerin müellifidir. el-İImâ'm
bir nüshası, Zâ-hiriye'de hadîs
r.r. 406'da bulunmaktadır; 544 yılında vefât etmiştir.
[317] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 122.
[318] el-Câmi' li ahlâkı'r-râvî, c. VI, v.
112 a. Hatîbu'l-Bağdâdî, bu meseleye el-Kifâye, s. 2gg-3orde bii faSıl
tahsis etmiştir.
[319] el-Kifâye, s. 284.
[320] Tedrîbu'r-râvî, s.
130.
[321] Medînelilerin imâmı, hadîste emîru'l-nıü'minîn, Mâlik
b. Enes b. Ebî 'Amir el-Asbahî, Ebû Abdillâh, Muvatta'ını 40 yılda telif etmiş,
bu arada onu Medine fakîhlerinden yetmiş tanesine takdim etmiştir. 179
tarihinde hakkm rahmetine kavuşmuştur.
[322] Hafız Abdullah b. Vehb b. Müslim Ebû Muhammed el-Fihiî
el-Misrî'diy. Fakîhdir, meşhur imamlardan biridir. Mısır ve Haremeyn'de birçok
zevattan hadîs alrtıış ve büyük bir muvatta' telif etmiştir. Bunun hakkında Ebû
Züi'a şöyle de-mek'tedir: "îhnu Vehb'in
otuzbin hadîsini inceledim;
bunların içinde asılsız bir hadîs gördüğümü bilmiyorum". Abdullah b. Vehb 197 tarihinde vefat etmiştir (Terceme-i hâli
için bk. Tezkiratu'I-huffâz, c. I, s. 3°4-306
[323] el-Kifâye, s.
294. Bu haberin
senedinde Ahmed b. Abdirrahman olup demektedir. Amcası da, bundan
önce terceme-i hâlini verdiğimi
İbnu VehbMir.
[324] Tedrîbu'r-râvî, s,
130.
[325] el-Kifâye, s. 287.
[326] A-ym «ser, s. 299.
[327] Îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 122.
[328] el-Kifâye, s. 289.
[329] Aynı eser, s. 291;.
[330] Tedrîbu'r-râvî, s.
130.
[331] Eyyûb es-Sahtiyânî'dir;-ierceme-i hâli verildi.
[332] el-Kifâye. s. 290.
[333] Terccmc-i hâli verildi.
[334] cl-Kifâye, s.
2qn.
[335] Aynı eser, s. 28!?.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 70-74.
[336] Tcdrîbu'r-râvî, s.
131.
[337] Aynı eser, s. 130.
[338] Uâ'isu'l-hasis. s.
123,
[339] İbnu Hac-er el-'Askalânî, Şcyhu'l-islârn Ahnıed b. Ali
b. Muharair.ed b. A!:, Şihâbuddîn Ebu'1-Fadl. hadîsde imâm ve hafız olan
âlimlerden biridir. Aslen As-kalâr.'Iıdır; Haccr ailesine mensuptur; birçok
eserleıi vardır. ÎÎ52 târihinde vefat etmiştir (Bk, er-Risâlttu'1-mustatrafe,
s. 121-122).
[340] Tedrîbu'r-râvİ, ?.
131.
[341] Şark âlimlerinin birçoğunun görüşü budur
(Tedrîbu'r-râvî, s. 132).
[342] İmâm Mâlik'in
Medine âlimlerinden olan arkadaşlarının
ve hocalarının, Hicaz ve Küfe
âlimlerinin ekserisinin kanâati budur, imam Buhârî'nin görüşü de böyledir (Bk.
1 cdrîbu'r-râvî, s. 132).
[343] İhtişam 'ulûmi'l-hadîs, s.-124.
[344] Bu sözü söyleyen birçok âlim arasında Ebû Hânîfc ve
tbnu Ebî Zi'b de vardır. Beyhakî el-Medhal'inde Mekkî b. İbrahim'in şöyle
dediğini rivâyel etmektedir: "İbnu Güreye. Osman b. cl-Esved, Hanzale b.
Ebü Süfyan. Talha b. Amr, Mâlik, Muhammed b. îshâk, Sufyânu's-Sevri, Ebû
Hanîfe. îbnıı Ebî Zi'b, Sa'id b. Ebî 'Arûbe ve el-Musennâ b. es-Sabbâh şöyle
derlerdi; senin âlime okuman, onun Sana okumasından daha iyidir"
(Tedvîbu'r-iâvî. c. I, s. 132}.
[345] el-Bâ'isu'I-hasîs, s. 125; krş. Tedrîbu'r-râvî, s.
132.
[346] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74-76.
[347] Tedrîbu'r-râvî, s.
131.
[348] Bütün bu şekiller için bk. Tedrîbu'r-râvî, s. 137 ve devamı; culûmi'I-hadîs, s. 132.
[349] Tedrîbu'r-râvî, s. 138.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 76-77.
[350] Kış.
İhtisâru 'ulûmi'l-lıadî.s, s.
137.
[351] ci-Bâ'isu'1-hasîs, s.
138
[352] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 77-78.
[353] Rrç. Tav/.îhıı'1-efkâr. c, II. s. 33B; Tcdribu'r-râvî.
«. 146.
[354] Şu bir gerektir
ki, insanların yazısı birbirine benzeme/
ve İbnu
Salâlı'm iddia etlimi iiibi bir karışıklara da meydan vermez
[355] Tavzîhu'I-efkâr, c. II, s. 339, notlar.
[356] Tedrîbu'r-râvî, s.
147.
[357] el-Bâ'isu'1-hasîs, s.
140.
[358] Krş. Tavzİhu'l-efkâr, c. II, s. 341; Ihtisâru
'ulûmi'Uhadîs, s. 139.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 78-79.
[359] Tedrîbu'r-râvî, s.
148.
[360] el-Bâ'isu'1-basîs, s.
140.
[361] Tedribu'r-iâvî, s.
148.
[362] Zahirîler, Dâvûd b. Alî ez-Zâhirî (v. 27o)'nin taraftarlarıdır. Nassların zahirlerini
dikkate aldıkları için kendilerine bu ad verilmiştir.
[363] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 79-80.
[364] Tedrîbu'r-ıâvî, s.
148.
[365] el-Bâ'isu'1-hasîs, s.
141.
[366] Tavzîrm'l-efkâr, c. II, s. 344,
[367] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 81.
[368] Îbnu's-Salâh, 'Ulûmi'l-hadîs, s. 167.
[369] Krş. Tcdi'îbu'r-râvî, s. 1.; -149.
[370] Îbnu's-Salâh, 'Ulûmi'İ-hadîs, î. 168.
[371] el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 144.
[372] Îbnu's-Salâh., 'Ulûmi'l-hadîs, s. i6g.
[373] Muhaddis ve müfessir, 'İmâduddin Ebi'1-Fidâ îsmâîl b. es-Şeyh Ebî Hafij Şihâbuddin
Ömer'dir. Birçok eserleri vardır. 774'de vefat etmiştir.
[374] Tavzîhu'l-efkâr. c. II, s. 349; kış. Tefsîru îbni Kesîr, c. I, s. 74-75, Meni Matbaası.
[375] Tednbu'r-râvî, s. 149. Bulkînî, Abdurrahmân b. Ömer b,
Rasİân, Ebu'1-Fadl Celâluddîn, Fıkıh, usûl, Arap dili ve tefsir ilimlerinde
büyük bir ihtisas sahibidir.
Eserlerinden biri de
dir' 824 V1" Imda vefat
etmiştir (Bk. Şezerâtu'z-zeheb, c. VII, s. 166).
[376] el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 144.
[377] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 81-84.
[378] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 84.
[379] el-Menhelu'I-hadîs, s. 35; îbmi'I-Efltânî'nin Tedrîbu*r-râvi, s.deki tarifi ile krş.
[380] Bu tarif - Tedrîb s. 3-4'de olduğu üzere - Ibnu
Hacer'in tarifinden alınmıştır.
[381] el-Kifâye, s. 97.
[382] Abdulvehhâb Abdullatîf, elrMuhtasar fî 'ilmi
ricâli'1-escr s. 8.
[383] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 86-87.
[384] el-Hâkim, Ma'ıifem 'ulûmi'l-hadîs. e. 52.
onsekizinci nev'î'de böyle söylemektedir.
Ayrıca bk. el-Kifâye, adalet ve hükümleri babı, s. 81-101; cerh ve hükümleri
.babı, s. 101,
[385] Bunlardan
et-Târîhu's-sağir 1325
tarihinde, Târîhu'l-kebîr'in de 1. ve 4. cüz'leri 1360-61 yıllarında
Hindistan'da basılmıştır.
[386] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 87-88.
[387] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 89.
[388] Ez-Zurkânî, el-Menhelu'l-badîs, s., 10; krş.
cr-Risâletu'I-mustatrafe, s. 96-100
[389] el-Menhelu'l-hadîs, s. 11; krj. Tav2İhu'l-efksr, c. II, s. 453.
[390] el-Menhelü'l-hadîs s. 198; krş. İbnu Hacer,
Şerhu'n-nuhbe, s. 15.
[391] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 89-90.
[392] el-Menhelu'l-hadîs, s. 11; bk. er-Risâletu'1-mustatrafe,
'ilehıM-hadîs mevzuunda yazılmış eserler, s. 107.
[393] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 90.
[394] Bk. er-Risâletu'1-mustatrafe, s. 115; Tavzih u'I-ef kâr, c. II, s. 412.
[395] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 90-91.
[396] el-Menhelu'l-hadîs, s.
11; krf. er-Risâîetu'1-mustalrafe, s, 6o.
[397] Şerhu'n-nuhbe, 5. 16,
[398] Hâzimî'nin "el-î'tibâr fî beyâni'n-nâsihi ve-mensûhi
mine'l-ast adh eseri Haydarâbâd, Mısır ve Haleb'de basılmıştır.
[399] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 91-92.
[400] Ebû Müsâel-Medînî, Hasâisu'I-Müsned, bk. el-Müsned,
nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, mukaddeme, c. 1, s. 21.
[401] Ahmed Muhammed Şâkir, Müsned'de der ki:el-Müsned'deki
hadîsler otuz binden fazladır; fakat kırk bini bulmaz. İnşallah neşri
tamamlandığı zaman hadîslerin miktarı belli olacaktır", c. I, s. 23. Fakat
neşrini tamamlayamadan Hakk'm rahmetine kavuştu.
[402] Suyûtî bunu söyledikten sonra sözüne şöyİe devam eder:
"Bu kitaba Cem'u'l-cevâmi' adım verdim. Bütün hadîsleri bu eserde
toplamayı hedef aldım". Münâvî buna ilâveten der ki: "Bu gerçekte
böyle değil; fakat müellifin elde edebildiği hadîsler bakımından
doğrudur".
[403] Şâh Veliyyuİlah cd-Dehlevî tüye mâruf olan İmâm
Ahmcd'in "Huccçtu'1-j lâhi'I-bâliğa" sı ile krş. s. 105 ve devamı,
Kahire, el-îvîaîbaatu'l-Hay--iye, 1322.
[404] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 93-95.
[405] er-Risâletu'I mu^taîrafe. s. ıo-iı.
[406] İmâm Buhârî,
Muhammed b. Ismâ'îl b. İbrahim'dir. Rıiııyesi Ebû Abdil-lâh'dir. On yaşlarında
bile -yokken hadîs ezberlemeye
başlamıştır. Binden fazla şeyhten hadîs
yazmış, yüzbin sahih, ikiyüzbin de
sahih olmayan hadîs ezberlemiştir.
el-Câmi(u's-sahîh'i Kur'ân-ı Kerîm'den
sonra en sahih kitaptır. Onu, yetmiş binden fazla kimseden dinlemiş, onaltı
senede toplamıştır.
Sahîh-i Buhâri'nin pek
çok şerhleri vardır: Keşfu'z-zunûn müellifi bunlardan sekseniki'sini saymıştır.
Fakat bunların en değerlisi İbnu Hacer'in şerhi olan Fethu'l-bârî'diı.
Buhâri'nin diğeı
eserleri arasında el-Kebîı, el-Evsat ve es-Sağîr adlı üç târih kitabı
Kitâbu'1-kunâ, Kitâbu'I-vuhdan, Kitâbu Edebi'l-müfred ve Ki-tâbu'd-du'afâ
bulunmaktadır.
Buhârî, Stmerkant köylerinden Hartenk'de H. 256 tarihinde vefat
etmiştir.
[407] imâm
Müslim b. el-Haccâc b. Müslim d-Kuşcyrî en-Nîsâbûrî'dir. Benu
Kuşeyr, mâruf Arap kabilelerinden biridir. Künyesi Lbû'l-Hasen'dir. Hadiste
imâm olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. Talebu'l-hadis için pek çok seyahatler
yapmıştır. Kitapları çoktur: el-Câmi'u's-Sahîh, Kitâbu'l-'Ilel, Kitâbu
evhâmi'i-mu-haddisîn, kitâbu men Ieyse lehû illâ râvin vâhid, Kitâbu tabakâti't-tâbi'în,
Kitâbu'l-Muhadranıîn, Kitâbu'l-musnedi'l-kebîr 'alâ esmâi'r-ricâl'i bunlar
ara-:ndadır.
îmâm Müslim, Nîsâbûr'da
H. 261 tarihinde 55 yaşında iken vefat etmiştir.
[408] Kütüb-i sitte'nin hâricinde kalan sahih hadîs kitapları
- cs-Suyûti'nin cem'u'l-cevâmî' adiı kitabının mukaddimesinde söylediğine göre-
şunlardır: İbnu Huzeyme Ebû Bekir Muhammed b. tshâk (v. 3n)Mn Sahîh'i, Ebû
'Avâne Ya'kûb b. İshâk b. İbrahim el-îsferâyînî (\. 316}'nin Sahîh'ij İbnu
Hibbân Muhammed b. Hibbân el-Bustî (v. 354)'nin Sahîh'i, ed-Dıyâ'u'l-Malıdisî
Muhammed b. Abdilvâhid el-Makdisî el-Hanbelî (v. Ö34)'nin
es-Sıhâhu'I-muhtâre'si (krş,
er-Risâietu'1-mustatrafe, s. 16-21).
[409] Bu ta'Iîkâtm 14'ü geçmediği söylenir.
Ta'lîklerde Müslim diyerek hadîsin senedini söylemektedir.
Hafız el-'Iiâkî, Îbnu's-Salâh'm 'Üİûmi'l-hadis'me yazdığı şerhinde bunları
saymaktadır (Bk. s. 20-21), Haieb.
1350.
[410] Sika hadîs imamlarından biri olan Ebû Dâvûd Süleyman
b. "el-Eş'as el-Ezdî es-Sicistânî'dir.
"Sünen" inde sâdece
ahkâm hadîslerini
toplamıştır. Râviier ve hadisler
hakkında pek kısmetli fikirleri vardır; 275'de vefat etmiştir.
[411] Hafız Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Kazvînî'dir; İbnu
Mâce diye mâruftur. Bu lâkab dedesine değil, babasına aittir. KütÜb-İ sitte
hakkındaki eserinde, İbnu Mâce'nin Sünen'ini ilk olarak Kütüb-i sitte meyânında sayan Ebu'1-Fadl Muhammed b.
Tâhir b. Ali el-Makdisî'dir. Yaygın olan kanaate göre İbnu Mâce 275'de vefat
etmiştir.
[412] Hafız Ebü Abdiı rahman Ahmed b. Şu'ayb en-Nese'î'dir.
Horasan'da bulunan meşhur Nesâ' beldesine nisbet edilmektedir. Sahîheyn'den
sonra en az zayıf hadîs ihtiva eden sünen, Nese'î'nin Sünen'idîr.
Sünenu'l-kübrâ'sındaki
sahih h.ııU^lm.
el-Müctebâ adını verdiği kitapda tnphımijtır. Bu v:ser ana hadis kİı^pla ından
ve küıüb-i siıte'dcn biri olarak kabul edilmiştir.
[413] İhıisâru 'uKımi'l-hadîs, s. 22. ^';iInız Hâkinvin
^cyiıi olan V,bü Alî en-Xeysâ-bûrî ve birkı.siın MiLğrib âlimltri, Salsîh-i
Müslim'i. Sahîh-i Buhârî'ye tercih el-ıneklcdirk'r. Bu iki eser bütün Küm
âîimlrrİnin inilVıkı iK' hadis ki laplarının kesin surette rn -,alıihı
L>hırak kabul cdihııişiir.
[414] 'fthıı't-bârî, c. 1. s. 470-178
[415] tini^âru 'üiûıni'l-hadis, -i. 23.
[416] çmn tahvîl mânâsına geldiğini görmek için bk.
'Ulûmi'I-hadîs.s. 182-183.
[417] Ihtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 23-24.
[418] Terceme-i hâli için bk. s. 66, not. 3.
[419] el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 31-32.
[420] et-Tavzîh, c. II, s. 15; krş.
er-Risâletu'l-mustatrafe, s, 32. Bir câmi'de toplanmadığı devirlerde bu sekiz
babın herbiri müstakil birer kitap mevzuu idi. Mesela: Akaide dâir îbnu
Huzeyme'nin Kitâbu*t-tevhîd'i, ahkâma dâir Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nese'î ve îbnu
Mâce'nin Sünenleri vardır. Rikâka dâir Ahmed b. Hanbel'in Kitâbu'z-zühd'ü,
âdaba dâir Buhârî'nin el-Edebu'1-müfred'i, tefsire dâir tbnu Murdeveyh'in ve
îbnu Cerîr'in kitapları, sefer ve kıyam babında Tirmizî'nin eş-Şema'il'i, fiten
mevzuunda Nu'aym b. Hammâd'ın bir kitabı vardır. Câmi'Ierle ilgili olarak bk.
et-Tavzîh, c. II, s. 15.
[421] Hatîbu*l-Bağdâdî der ki: "Müsnedlerüı
tahrîci hususundaki bu usûlü çok
beğeniyorum. Bu usûle göre aşare-i mübeşşere ile başlanır, müteakiben ehl-ibedr
zikredilir", el-Câmi% c. X, v. igo a.
[422] Bu usûle gi nesebce Rasûl-i Ekrem (s.a.v. ;'c \ukır,
olaii Hâkini okullarından başlanır, el-Câmi', c. X, v. 190
[423] Eâkî'in Müsned'İ hakkında bilgi almak İçin bk.
Xcflurl-ıîh, c. I. s. 5Ö1; c. II, s.
131.
[424] îmânı Ahmed b. Hanbel b. Hilâl eş-Şcybâni. d-Mervezi.
cl-Bağdâdî'dir, Künyesi Ebû Abdilîâh'dir. Hıfz ve zabt bakımından âdem bir
mucize idi. Hadiste emîru'l-mü'minîn okullardandır. Kitapları çoktur.
Başhcaları: el-Müsned, el-'IIel, Kitâbu'z-zühd, Kitâbu fazâ'İlrs-sahâbe'dir,
H. 241'de vei..: emiştir.
[425] Ahmed b. Hanbel'in. Müsned'İ Mısır'da altı bü\-ük cilı
hâlinde basılmıştır. Basım 1313'de sona ermiştir. Değerli âlim Ahmed Muhammed
Şâkir imiktir mel bir şekilde tahkik ederek tab'ma başJamış. fakat
tamamlayamadan vefat etmiş::r. Eserin yalnız 15 cildi neşredilmiştir.
[426] Bk. Müsned mukaddimesi, nşr. Ahmed Muhammed, Şâkir. s.
21. Ahmed b. Hanbeî, sünneti toplayıp muhafaza ettiğine inandığı Ivlüsmd'ine
çak değer verirdi. Müsned'İ kendinden rivayet eden oğlu Abdullah'a: "Bu
Müsned'İ çok iyi koru; zîrâ o insanların imâmı olacaktır" derdi.'
[427] er-RisâletuI-mustatrafe. s. 101.
[428] Bu iki eser Hindistan'da basılmıştır.
[429] lhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 26.
[430] Tedrîbu'r-râvî, s.
100.
[431] Aynı eser, s. 33.
[432] İhtisara ulunjil-hadîs, s. 27.
[433] er-Risâletu'l-mustatrafc, s. 64-65, (Vufadâniyât, tek râvîli; rtnâ'iy&t, iki
ili; «usâriyât, on râvili hadîsler demektir - mütercim).
[434] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 95-102.
[435] Hâkim, Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 62.
[436] Bk. el-Kifâye, s. 54, bab:
[437] Aynı eser, s. 56
[438] Bu mesele hakkındaki muhtelif görüşler için bk.
el-Câmi li ahlâkı'r-râvî, c. IV, s. 71.
[439] el-Kifâye, s. 54.
[440] Aynı eser, s. 55.
[441] Aynı eser, s. 54,
[442] Aynı eser, s. 55.
[443] Muhaddisler, bir râvinin Önceieri rivayet ettiği hadisle, sonraları rivayet ettiği hadîsi bir cutmazlar; zira râvinin
zabt kudreti ömrünün sonlarına doğru bazen zayıflamaktadır Böyle
olanlara sonraları durumu Ğişti" denmekledir. Sonraları durumu
değişen ve hafızası bozulduktan sonra ba tahrîc eden bir râvînin hadîsinin
reddedilişine bk. Sunenu Ebî Dâvûd, c. IIÎ. 85, hadîs nr. 2695.
[444] Tedrîbu'r-râvî, s.
110.
[445] el-Kifâye, s.
140.
[446] el-Kifâye, s. 141.
[447] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 59.
[448] el-Kifâye, s. 143; aynı sayfadaki, rivayetinde
ekseriya vehim bulunan galatı çok râvînin rivayeti ile ihticâc olunmayacağı
hususunda âlimlerin sözlerine bk.
[449] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 118,
[450] el-Kifâye, s. 80.
[451] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 121; ferş. el-Karâfî. el-Furûk, c. I, s.
5-22 Tunus.
[452] Fahruddîn er-Râzî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer b.
el-Huseyn, aklî ve nakli ilimlerde söz sahibi büyük bir imamdır; Tefsîr-i kebîr
diye meşhur olan kıymetli eserin müellifidir. Birçok kitapları olup başhcaları
şunlardır: Nihâyetu*l-'ukûl, el-Mahsûl fî ilmi'1-usûl, Kitâbu'l-erba'în fî
tısûlid'-dîn. Fahruddîn er-Râzî, H. 606 târihinde vefat etmiştir.
[453] Seyfuddîn el-'Âmidî,
Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed b.
Salim et-Tağlebî el-'Âmidî usûl âlimlerin dendir. Yirmi kadar eseri vardır.
Başhcaları şunlardır: Müntehe's-sûl
fi'I-usûl, Dekâ'iku'l-hakâik ve ilmî kelânn'da
ebkâru'l-efkâr. Diyarbakır Âmid kasabasındandır. H. 631'de vefat
etmiştir.
[454] Tevzîhu'l-efkâr, c. II, s. 121.
[455] Muhammed b. et-Tayyib b. Muhammed b. Ca fer'dir. Kâdî el-BâkıIlânî diye mâ'rûftur. Eş'arî
mezhebinin reisliğini de yapmıştır. I'câzu'l-Kur'ân adlı eseri pek meşhurdur.
H. 403'de vefat etmiştir.
[456] el-Kifâye, s. 78.
[457] el-Küaye, s. 79.
[458] Aynı eser, aynı yer. Bu söz, tâbi'î*nin en ileri gelen
sîmâsı ve Medîne'li fu- i kahâ-i seb'a'dan biri olan Sa(îd b. el-Müseyyeb'e
aittir. Halîfe Ömer b. el-Hattâb'jn hükümlerini en iyi bilen o idî. Bu sebeple
"Ömerin râvîsi" adı verilmiştir. Hadîşî ve fıkıhla meşgul olmasına
rağmen elinin emeği ile, zeytin yağı ticâreti yaparak geçinirdi. el-Hâkim'in de
dediği gibi, hadîscilerin çoğu onun 105 târihinde vefâtj ettiğini kabul etmektedirler
(bk. Tezkiratu'l-huffâzj c. I, s. 56).
[459] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 126-127.
[460] el-Câmi1 li ablâkrV-râvî, c. I, v. 15 b.
[461] Tedrîbu'r-râvî, s, 115.
[462] el-Kifâye, s. 84.
[463] el-Câmi' li ahİâkı'r-râvî, c. I, v, 18 a,
[464] el-Kifâye, s.
136.
[465] Şeyhu'l-islâm \c büyilk hafız Süfyân b,
Sa'itl b. Mesrûk < .-Se.vrî,
Sevr'e nisbet edilir; Sevr, Mudar'dcm bir kabile kurucusudur. H. 160 veya 161'de velat etmiştir (Dk.
er-Rîsâlem'i-muMatrafe. s. 31 .
[466] Evzâ'İ dîye şöhret bulan ^eyhn'1-İ.siâm h.ifrz ANlniTahn:ân
b. 'Amr b. Mıı-hamme.d'dir. Velîd b. Mczîd ûylc anlatır: "Mİik!er
potuklarını onun kendini terbiye ettiği gibi terbiye (Minikten âcizdirler
anhinde veiat etmiştir fLîk. Trzkivatu'I-i-.uffâz
[467] I ir, ânı.
nâfız. iakih takva
sâlıil^i ve Mısır divârınm şeyhi olan eI-Le\s b. Sa'd b.
Abdirrahman el-l7ehn:î. FiıuM-Hâm'ıir:
17-, târihinde v* fâî e ..-.i^tir.
[468] îbnu Râhûye diye bilinen \r künyesi Ebû Y.ı'kub ulan
imânı, hafız ishâk b. İbrahim b. Mahled'dİr. "S'etnu^bin hadîsi ry.hcre
bilirdi. Büyük bir müsnedi vardır. H.
a^ö'de vefât etmiştir . Bk.
or-Rİsâlrtu'İ-nıusıairafc, s. 49).
[469] Tedrîbu'r-râvî, s.
109.
[470] Buna gerekçe olarak îSnyûıi. ta'dil seb'nnin
sayılamayacak t-adar çok o'duğunıı ileri sürer; zîrâ bu takdirde ta'dii \:ıpan
kiTi'.ıçııİn: O şunu yapmamıştırj bunu yapmamıştır diye yapılma.îi veva
tcrkcdün-.c-i (.irkin oian peyleri ıeker teker sayması îcâb eder ki, bu da son
derece ınu^kildir . ledı-ibu'r-râv], s, 111).
[471] el-Kifâye, 5.
109.
[472] Aynı eser, s.
111.
[473] el-Kîfâye, s. m, 112.
[474] Tedrîbu'r-râvî, s.
111.
[475] el-Câmi' li ahiâkır-râvî, c. I, v. 15 b.
[476] el-Kifâye, s. 121.
[477] el-Câmi' Ii ahlâki'r-râvî, c. I, v. 14 b.
[478] el-Kifâye, s.
132.
[479] el-Câmi' îi ahlâkı'r-râvî, c. I, v. 13 b.'de Muhammed
b. Eskm et-Tusî'den böyle rivayet edilmektedir. Bu kitabm aynı sayfasında Ahmed
b. Hanbel'in: "âlî isnâd aramak sünnettir" dediği rivayet
edilmektedir. "Sahîh - hasen - zayıf hadisler arasında müşterek olaıı
ıstılahlar" kısmında 'âlî ve nazil hadîslerle ilgili mühim meseleleri
inceliyeceğiz. Tafsilât.için bk. s. 171.
[480] Aynı eser. c. I, v, ! 1 a.
[481] el-Câmi' li ahlâki'r-râvî, c. I, v. 14 a.
[482] Ebû Bekir b. el-Enbârî diye şöhret bulan Muhammed b.
Beşşâr'dır; nahiv-fcidir; hadîs hafızlarından sayılmaktadır; birçok eserleri
vardır; 328'de vefat etmiştir.
[483] el-Câmi Ii ahlâkı'r-râvî, c. I, v. 14 b. Her iki
beytde geçen ilmu'n-nüzûlden maksat, Rasûlullah (s.a.v.)'dan veya büyük
imamların yaşadığı devirlerden uzak olan nazil isnâdları bilmek demektir.
[484] el-Câmi' li-ahîâkı'r-râvi, c. I, v. 11 b.
[485] Aynı eser. s,
140.
[486] Aynı eser, s.
140.
[487] el-Kifâye, s.
139.
[488] Bu taksimat İbnu Hacer'in Takrîbu't-tehzîb adlı
kitabının mukaddime-sindedir. Biz yukarıda zikrettiğimiz şekilde kısaltarak
aldık. Krş. eI-Bârisu'l-hasîs s. 118-119; Tavzîhu'l-efkâr, c. II, 5.
261-271; İbnu Ebî Hâlim,
Mukaddimetu Kitâbi'1-cerh ve't-ta'dil.
[489] Ihtisâru 'ulûnıi'l-hadîs, s. i ı9
[490] el-Kifâyc, s. 76.
[491] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 103-114.
[492] Tedrîbu'r-râvîj s.
13; krş. Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 7.
[493] Zehebî'nin bu bâbtaki delili şudur: Buhârî ve Müslim, yalanla ittihâm
edilmemekle beraber, zabtı da mükemmel olmayan râvîlerin hadîslerini
kitaplarına almamışlardır. Şu şartla ki bu hadîsler her bakımdan sahîh oîan bir
başka senedle takviye edilmiş olacaktır.
Bu iki imâmın kitapları sâdece sahîh hadîsleri ihtiva ettiği içindir ki,
sahîh adını almışlardır. Bunlarda yer alıp da daha çok hasen hadîsin özelliklerini
taşıyan hadîsler de sahîh olarak telakki edilmeye lâyıktır.
[494] Bunlar zayıf hadîsi ikiye ayırırlar: Birincisi,
kendisiyle amel edilmeyen hadîstir ki, bunun râvîsi ya kizb ile müttehemdir
veya galatı çoktur. İkincisi de, kendisiyle amel edilen hadîstir ki, işte hasen
hadîs budur. Bunun râvîsi ne kizb ile müttehemdir, ne de galatı çoktur. Sâdece
zabtı mükemmel değildir.
[495] Suyûtîj Tedrîbu'r-râvî, s. 13'de: "Mevzu*
zikredilmedi; zîrâ o ıstılah bakımından hadîs olmayjp uyduranına göre
hadîstir" dedikten sonra bizim bu sözümüzü yadırgamamak gerekir.
[496] Tedrîbu’r-râvîj s. 9.
[497] Hâzimî, imâm, hafız ve nesep âlimi;olan ve H. 584,'de
Bağdat'da velat eden Ebû Bekir, Muhammed b. Mûsâ b. Hâzim el-Hemedânîdir.
Birçok kitapları vardır, el-t'tibâr fî beyâni'n-nâsihi ve'1-mensûti
mine'I-âsâr ve el-'Ucâle bunlar arasındadır.
[498] Tedrîbu*r-râvî, s. 9.
[499] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 19-20.
[500] Aynı eser s. 20.
[501] Cfcmâluddîn el-Kâsiml, Şâm allâmesi olup zamanın pek
nâdir yetiştirdiği bir ilim adamıdır. Birçok eserleri vardır. H. 1333 yılında
çok genç sayılacak bir yajta vefat etmiştir.
[502] Kavİ'KİuVtahdlg, %t 88.
[503] Kava'idu't-tahdli, s. 104.
[504] Aynı eser* s. 111.
[505] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 116-118.
[506] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 21.
[507] Muhaddisler, bazan müsned ile muttasıl tâbirlerini
ayrı mânâda kullanırlar. Şu sebeple ki müsnedde ref* mânâsı vardır. Buna göre
müsned, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ulaşan hadîs demektir. Muttasıl ise,
râvîlermin her birinin bir önceki râvıden işitmesi sebebiyle senedi ilk râvîye
dayanan hadis demektir. Sened İster Rasûlullâh (s.a.v.)'a kadar çıksın, ister
bir tâbi'îde kalsın farketmez (iik. Tedrîbu'r-ravi, s. 60) "Sahîh-hasen-zayıf
hadisler arasında müşterek olan ıstılahlar" bahsinde, bu mevzu hakkında
tafsilât vereceğiz.
[508] Kavâ'idu't-tahdîs, s. 56.
[509] lhtİ5âru 'ulûmi'l-hadisj s. 21,
[510] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 119-120.
[511] Şerhu'n-nuhbe, s. 3.
[512] Nûr sûresi, âyet 13.
[513] Bu da Nûr sûresinin 69. âyetleridir: Karılarına zina isnâd eden ve
kendilerinden başka şâhidieri de
bulunmayan kimselerin herbiri dört defa şöyle şâhidlik etmelidir:
"Allah şâhidtir ki, zevcesine isnâd ettiği sözde muhakkak doğru
söyleyenlerdendir". Beşinci defa şöyle demelidir: "Eğer yalancılardan
ise, Allah'ın lâ'neti muhakkak üzerine olsun". Kadından azabı, dört defa
şöyle şahitlik etmesi defeder: "Allah şâhidtir ki, o (koca) muhakkak
yalancılardandır." Beşinci defa kadın şöyle der: "Eğer o doğru söyleyenlerden
ise muhakkak Allah'ın gazabı kendinin üzerine olsun.
[514] el-Mâ'ide sûresi, âyet 11.
[515] el-Enfâl sûresi, âyet 65
[516] Aynı sûre, âyet 64..
[517] cl-A'râf sûresi, âyet 155.
[518] Şcrhu'n-nuhbe, s. 3.
[519] İbnu's-Salâh
bu hükümden hadîsini İstisna
eder ve onun râvîlerinden
altmışiki sahâbînin ismini
sayar; krş. Tedrihu'r-râvî" s. 190.
[520] Geniş bilgi almak için bk. Tedrîbu'r-râvî, s. 190.
[521] Allâme Celâluddin Abdurrahman es-Suyûtî (v. 911),
tefsir hadis ve edebi-| yatta birçok eserler yazmış, bir âlimdir. Hadîs
ıstılahları hakkında da Elfiyve veî Tedrîbu'r-râvî adlı kitapları vardır.
[522] Tedribu'r-râvîj s,
190.
[523] Şerhu'n-nuhbe, s,
4-5,
[524] Aşere-i mübeşşere şu zevattır: "Dört halife. Sa'd
b, Ebi Vakkâs, Sa'id b.| Zeyd b. 'Amr b. Nubeyl, Talha b. 'Ubeydillâh, Zübeyr
b. 'Avvâm, Abdurralımânİ b. 'Avf ve Ebû "Ubeyde 'Amir b. el-Cerrâh".
Bâzı âlimler de bu hadîsi yüzden fazla! râvînin rivayet ettiğini söylemektedir.
Nevevî de Müslim şerhi'nde: Bu hadîsi iki-| yüz kadar râvî rivayet etmiştir,
der. 'îrâkî de şöyle demektedir: "İttifak bu hadisini metninde değil,
mutlak kizb hakkındadır. İçlerinde aşerc-i mübeşşere'nin de bulun-! duğu yetmiş
kadar sahâbî tarafından rivayet edilmek hususiyeti bu hadise mahsûstur." Suyûtî
aşere-i mübeşşere'nin isimlerini Tedrîbu'r-râvî. s. 190'da saymak-| tadır.
[525] Tedrîbu'r-râvî. s.
191.
[526] Âhad hadîs, -ıstılahta- mütevâtirin şartlarını hâiz
olmayan hadîstir. Rivayetinde bir râvî teferrüd ederse garîb adını alır; iki
veya daha fazla râvî tarafından rivayet edilirse, azîz adını alır. Şayet şöhret
bulursa meşhur adım alır. Hadîsin âhad
vasfım taşıması, onun dâima haber-i vâhid olduğunu göstermez; kış. Şerhu'nuhbe,
s. 6.
[527] Tedrîbu'r*râvî, s. 189; krş. Tavzîhu'l-efkâr, C. I, s.
24.
[528] Şerhu'n-nuhbe, s. 4.
[529] Asrının Endüiüs âlimi olan Alî b. Ahmed b. Sa'îd b.
Hazm ez-Zâhirî'dir. En meşhur eserleri: el-Muhallâ, el-Fasl fi'1-milel
ve'1-ehvâ ve'n-nihal'dir, 456 tarihinde vefat etmiştir,
[530] el-İhkâm, c. I, s. 119-137. Orada bu nıevzû hakkında değerli
bilgiler vardır. Bkz. Îbnu'l-Kayyim, îğâsetu'l-lehfân, s. 160 (el-Meymeniyye matbaası, Kahire.)
[531] Krş. el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 39.
[532] Garîb hadîs hakkında geniş bilgi,
"sahîh-hasen-zayıf hadîsler arasında müşterek olan ıstılahlar"
bahsinde verilecektir.
[533] Meşhur hadîs hakkında geniş bilgi,
"sahîh-hasen-zayıf hadîsler arasında müşterek olan ıstılahlar"
bahsinde verilecektir.
[534] Azîz hadîs, - ileride de göreceğimiz üzere - en az iki
râvî tarafından rivayet edilen hadîstir. Bu adı alışının sebebi, ya az oluşu
veya diğer bir tarîkle takviye edilmek suretiyle değerinin artmasıdır.
[535] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. fo: krş. Şerhu'n-nuhbe,
s. 5.
[536] Senedinde gibi ifâdelerin bulunduğu hadîsler kastedilmektedir,
sîgasıylc rivayet edilen hadisler, bilhassa İmâm Mâlik'in Muvatta'ında görülmektedir
(Mütercim).
[537] Tedrîbu'r-râvî, s. 24-vjj.
[538] TedrîbuV-râvî, s. 25.
[539] JjL-rhu'n-nuhbe, s.
y.
[540] Kavâ'idu't-tahdîs, s. 5g. Kâsimî bunu, Tedrîbu'r-râvî,
s. 37'den nakletmiştir.
[541] Büyük ve değerli eserİerin müellifi olan şeyhu'l-îslâm
Takıyyuddîn Ahmed b, | İTeymiye el-Harrânî'dir. H. 728 târihinde vefat
etmiştir. Fransız müsteşriki Herini &.aoust, onun hayatı, siyâsî ve içtimaî
düşünceleri hakkında değerli bir kitap yaz-| j|nıştır (Henri Laoust Essai sur
les doctrines sociales et politiques d'Ibn Taimiya).
[542] Kâsimî, Kavâ'idu't-tahdîs, s. 58.
[543] Ma'rifetu 'ulûmil'-hadîs, s. 54-55; krş.
Tavzîhu'l-efkâr, c. 1, s. 33. Bununla eraber bâzı esânîd zikretmişlerdir ki, Ahmed
Muhammed Şâkir bunları toplamış e bir miktar da ilâve yapmıştır (Bk.
el-Bâ'isu*l-hasîs. s. 22725).
[544] Suyûtî, Elfiyye, s. 55 (104 ve 105. beyitler), notlara
da bk
[545] Nevevî'den naklen. Kavâ'idu't-tahtÜs, s. 59.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 120-128.
[546] Şerhu'n-nuhbc, s. 11; krş. Suyûtî, Elfiyye, s. 42,
not.
[547] Şerhu'n-nuhbe, s.
11,
[548] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 188. "Sahih-hasen-zajif hadîsler arasında
müşterek olan ıstılahlar" kısmında muiâbi' ve şâhid'dtn bahsedeceğiz.
Şimdilik bu iki kelimenin, liğayrih^ hasen hadîsi, lâfızları aynı olan başka
rivayetlerle veya mânâca aynı başka hadislerle takvi>eye yaradığını ve
î'tibâr için kullanıldığını bilmemiz kâfidir.
[549] Bu münâkaşalar arasında Hattâbî'nin hasen hadîs tarifi
ve âlimlerin onu tenkîdleri, sonra Tirmizî'nin tarifi ve onun tenkîdleri, daha
sonra da bu iki tarifi uzlaştırma çabaları bulunmaktadır (Misâl olarak bk.
Tedrîbu'r-râvî, s. 49-52).
Muhaddisler, hasen hadîsin târifindeki bu anlaşmazlığın ilk bakışta onun
sahîh hadîsle zayıf hadîs araşma girmiş gibi görünmesinden çıktığını söylemektedirler;
hatta hasen hadîsin hafızın iyice ifâde edemeyişi yüzünden bir hatâ eseri
olarak vuku'-bulduğunu belirtirler. Biz burada münâkaşayı bırakarak hasenin hudutlarını
çizen en basit ve en sağlam tarifi almakla yetineceğiz.
[550] thtisâiu 'ulûmi'l-hadîs ve şerhi, s. 43.
[551] İbnu Teynıiye'nin fetvalarından birinde geçen sözünden alınmıştır
(Ka-vâ'idu't-tahdîs, s. 83).
[552] îhtisâru 'ulûmi'i-hadîs, s, 47.
[553] Tedrîbu'r-râvî, s. 53.
[554] Hattâbî, hafız Hamed'dir. Abdullah'ın rivayet ettiği
üzere mim'in fethasıyle olup mim'den sonra hemze yoktur- Abdullah Hattâbî'ye
ismini sormuş, o da Hamed'dir demiştir; fakat halk Ahmed diye yazmıştır.
Hattâbî, fakîh, edîb ve muhaddistir. Birçok eserleri vardır: Ebû Davud'un
Sünen'ine şerh olarak yazdığı Me'âlimu's-sünen de bunlar arasındadır. Kitab
matbûdur. Ayrıca Sahlh-i Bu-hâri'yi şerh etmiş, ona da î'Iâmu's-sünen adını
vermiştir. Zaman zaman nisbet edildiği Büst'de 388 târihinde vefat etmiştir.
[555] Şerhu'c-nuhbe, s,
12.
[556] Tedrîbu'r-râvî, s. 57.
[557] thtisâru 'ulûmi'I-hadîs ve şerhi. s. 43,
[558] Tedrîbu'r-râvî, s. 55; Tavzîhu'l-efkâr. c. I, s. 196.
[559] Ihtisâru 'ulûini'l-hadîSj 3. 44,
[560] Aüâme hafız Abdurrahman b. Hüseyin, Zeynüddîn
el-Bağdâdî el-'Irâkî'dir. îmâm, mukrî, fakîh ve usûlcü olup şâii'î mezhebinde
idi. 'TJIûrau'l-badîs sabasında pek çok kitapları vardır. Elfiyye'sİ meşhurdur.
H. 806 târihinde vefat etmiştir.
[561] el-Bâ'isu'l-hasîs, s, 29.
[562] Hafız Ebû Muhainraed el-Hüse^in b, Mes'ûd elrFcrrâ
el-Bcğavî (v. 5i6)'dir.
[563] Tedrîbu'r-râvî, s. 55.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
129-133.
[564] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 54, Bu tâbirlerde lügat
mânâlarının daha çok dikkate alındığını
göstermek üzere muhaddislerin çok
beğendikleri rivayetlere
Hadîslerin en
ceyyidleri ve göz bebekleri" (el-Câmi* li ahlâkı'r-râvl, c. VII,
v. 127)
Bundan daha. hadîs
yoktur" (el-Câmîc ,c. VIIj v. 134) demelerini misâl olarak zikredebiliriz.
Muhaddisler hadîs lügatini ve ıstılahlarını kullana kullana o hâle gelmişlerdir
ki, beğendikleri bir fikir ve görüş hakkında kanaatla-
nm söylemek için dahî
demişlerdir (et-Tavzîh, c. I, s. 327).
Tedlîsde dahî -ki ileride göreceğimiz üzere tedlîs, hadîsin zayıf
olduğunu gösteren sebeplerdendir - münekkidler cevdet ve tecvîd tâbirlerini
kullanmışlardır. Bir râvî senedden zayıf râvîleri atıp, tedlîs-i tesviye suretiyle
onların yerine zayıf olmayan râvİİeri
zikredince Senedi ceyyid yaptı"
derler Bk. TavrfhuM-efkâr, c. I, s. 376).
[565] TedrîbuV-râvî, s. 58.
[566] Tedrîbu*r-râvî, s. 58.
[567] Şerhu'n-nuhbe, s. 12-14; ^î* Suyûtî, Elfiyye, s, 93.
dip not.
[568] îtibâr*a elverişli olan 2ayıf hadîsler hakkında da
bâzan bu tâbir kullanılıştır (Bk. Tedrrbu'r-râvî, s. 58).
[569] el-Câmi* li ahlâkıVrâvî, c. VII, v. 135 a-b.
[570] Aynı eser, C. VII. s. 135 a.
[571] Bk. Tavzîhu'I-eflcâr, c. I, s. 193; Ihtisâru
'ulûmi'I-hadîs, s. 46.
[572] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 133-136.
[573] Tedrîbu'r-râvî, s. 59.
[574] Bu taksim hakkında îbnu Hacer "lüzumsuz
gayret" demektedir (Suyûtî,
Elfiyye, dip not, 58).
[575] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 137.
[576] Kavâ'idu't-tahdîs, s.
114.
[577] Şerhu'n-nuhbe, s. 17.
[578] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 284.
[579] İhtişam "ulûmi'l-hadîs, s. 5a.
[580] Tedrîbu*r-râvî, s. 71; krş. Karâfî, Şerhu't-TerJdh, s.
164 (Kahire, Matbaatu'l-Hayriye, 1306). İbnu's-Salâh'ın mutlak bir ifâdeyle
sahabe mürsellerini, birbirlerinden yaptıkları rivayetler, şeklinde
göstermesini Suyûtî, tenkîd etmiştir. En doğrusu şöyîe demekdir:
"Sahabenin rivayetlerinin hepsini değil, ekserisini, birbirlerinden
yaptıkları rivayetler teşkil eder*' (Bk. Tavzihu'I-efkâr, c. I, s. 317). Bâzı
âlimler sahabenin mürseli mevzuunda pek
titiz davranarak bu tâbiri
lâubalîlik ile tavsîf ederler ve gerçekte sahabenin mürseli dîye birşey
olmadığını söylerler (Bk. Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 295).
[581] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 291. Bâzı âlimler
müsamahakâr davranarak, titiz-likleriyle mâ'rûf, güvenilir hadîs imâmlannin
mürsellermi kabul etmişlerdir (Bk, Tavzîhu*I-efkâr, c- I, s. 287).
[582] Kavâ'idut-tahdîs, a. 125-126. Buraya Delhi'de taş
basma olarak tab* edilen 'trâkî'nin Elfiyye'si kenarındaki, Sehâv!nin
Fethu'l-muğîs'inden naklen alın7 mışür. Zührî'nin küçük tâbi'îler arasında
zikredilmesine itiraz edilmiştir. Zîrâ o, ©nüç veya daha fazla sâhâbîye mülâkî
olmuştur. îbnu Hallikân İse onun on sahâbîyi gördüğünü söyler (Bk.
Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 285).
[583] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, sk 289.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 137-139.
[584] thtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 53.
[585] Ihtisâru 'ulûmi'I-hadîs, s. 54; krş. Ma'rifetu
'ulûmi'l-hadîs, s. 27.
[586] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 28.
[587] el-Kifâye, s. 21.
[588] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 139-141.
[589] Tedrîbu'r-râvî. s. 73. Birbiri peşine değilse, Çeddâd
b. Evs'ten rivayet eden mübhem iki kişide gördüğümüz gibi hadis mıınkatı'dir;
krş, Şerbu'n-nuhbe, s, 18.
[590] İştikakı hayli müşkildiı. Tavzîhu'l-etkâr, c. I, s.
327.
[591] Tavzîhu'î-efkâr, c. I, s. 324.
[592] îhtisâru 'ulûrr.i'I-hadîsj s. 55.
[593] Tavzîhu'l-efkâr; c. I s. 350.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 142.
[594] Tavzîhu'l-efkâTj c. I, s. 366,
[595] Bunu Şu'be söylemiş, Şâfi'î ise nakletmiştirf
ej-Bâ'isu'1-hasîs, s. 58).
[596] Ihtisâru 'ulûrm'l-hadîs, s. 58.
[597] Ma'rifetu «ulûmi'l-hadîs, s. 111-112.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 142-143.
[598] thtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 59.
[599] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 369
[600] Bu nevi' ve daha sonraki iki nevi' için bk.
el-Bâ'isu'!-hasîs, s. 6o.
[601] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 143-144.
[602] Sem'âııî'nin Mâverâ'u'n-nehir hakkındaki hikâyesi için
bu kitabın 54. sayfasındaki 2 numaralı dip nota bk.
[603] Bu hususta geniş bilgi almak için bk. Tavzîhu'l-efkâr,
c. I, s. 372.
[604] Büyük hafız Huşeym b. Beşîr b. Ebî Hazım, Ziihri, (Amr
b. Dînâjy Mansûr b. Zâdân, Husayn b. Abdirrahmân, Ebû Bişr, Eyyûb es-Sahtiyânî
ve diğer birçok zevattan hadîs almıştır. Onun hakkında Zehebî şöyle der:
"Huşeym'in hafız olduğunda şüphe yoktur; ne var ki o, çok tedlîs yapmış
ve işitmediği kimselerden hadîs rivayet etmiştir". Huşe>m, 183
târihinde vefat etmiştir. Terceme-i hâli için bk. Tezkiratu'l-huffâz, c.
I, s. 2^8.
[605] el-Kifâye, s. 361.
[606] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 105; kış. Tedribu'r-râvî,
s. 79. Bu nev'î tediîse tedlîsi) denir. Zîiâ Huşeym burada "
demiş olmakla beraber,
atf harfiyle zikredilen Muğîre'den hiçbir şey işitmemiştir. Husayn'dan ise
pekçok badis duymuştur. Bu Husayn,
Huşeym'in hadîs aldığı zevat arasındaki önceki haşiyede
adı geçen Husayn
b. Abdirrah-mân'dır. Suyûtî'nİn
Tedrîbıv'r-râvî'deki ifâdesi
daha sarihtir, Huşeym diyor ki:
"Senedinde dediğim
bütün hadîsleri, bahsedilen
şahıstan duymaini- Şimdır".
[607] Ma'rifetu
'ulûmi'î-hadîs, s. 104. Bu, Tedrîbu'r-râvî, s, 79'da da nakledilmektedir.
[608] Allâme, hafız şeyhu'l-islâm Süfyân b. 'TJyeyne b.
Meymûn. Ebû Muhammed el-Hilâlî el-Kûfî'dir. 'Arar b. Dinar, Zührî, Ziyâd b.
'Alâka, Ebû İshal, Esved b. Kays, Zeyd b. Eşlem, Abdullah b. Dînâr, Mansûr b.
el-MuHemir ve AbdurraKman b. el-Kâsımfdan hadîs işitmistir. Hadîsleriyle
ihticâc edileceğine dâir imârnların ittifakı vardır; fakat sika râvîlerden
tediîs yapardı. 198 târihinde vefat
etmiştir (Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 262).
[609] Tavzih u'1-efkâr.
c. I, s. 351; Tedrîbu'r-râvî, s. 78."
Kat' tedlîsi" dedikleri budur; zîrâ râvî edatını söy lemiyerek
(kat' edeiek) fülânun" diye şeyhinin ismini söylemekle iktifa etmektedir.
Nitekim îbnu "Uyeyne de demiş; fakat Zührî hadîsi ona tahdîs mi etmiş söylemiş mi yoksa Zührî'den işitmiş mi olduğunu tâyin
etmemiştir.
s. 136'da tamamen bunun
aynı olmamakla beraber buna benzeyen
bir tedlîs-î isnâd misâli
vermiştik; fakat burada yeni bir hüküm elde etmek İçin tekrarladık.
[610] Tedrîbu'r-râvî, s, 77. Burada şöyle denmektedir; "Îbnu ıAbdi']-Berr demiştir ki: -..
.şu hâle göre ne Mâlik, ne de-bir başkası tedlîsten kurtulabilmiştir " .
[611] Tavzîhu'l-efkâı, c. I, s. 347, Bâzıları bunun
tedlîsten ziyâde sahabe mürsel-lerine yakın olduğunu söylemektedir. Âlimler,
gördüğümüz üzere, sahabe mürselle-riyle ihticâc etmektedirler. Aynı zamanda onlar,
açıklayacağımız üzere, rr,ütsel ile müdellesi birbirinden ayırırlar. Daha önce
de dediğimiz üzere, îbnu Abbas'm rivayetlerinin çoğunun rmirsel olduğunda
şüphe yoktur. Ne var kî, bazı Gürsellerinde, tedlise ilhak edilecekleyin bir
kapalılık vardır. Tekrar edelim: Tedlîsten kurtulanlar ne kadar da azdır
[612] A'meş, Süleyman b. Mihrân el-Kûfî'dir. Aslen
Rey'lidir. Enes b. Mâlik'i göiüp hadîs almıştır. Meşhur muhaddislerden biridir.
Tâbi'înin küçüklerinden say.il-maktadır. Mîzân'da da söylendiği üzere, tedlîs
yapmaktan başka bir kusurunu bulamamışlardır. Zehebî diyor ki: Az miktarda
zayıf râvîyi tedlîs ettiği olmuştur. dediklerine söz
yok; fakat lâfzıyle rivayet
ettiklerinde tedlîs ihtimâli
mevcuttur. H. 148 târihinde vefat etmiştir.
[613] Katâde b. Di'âme b. Azîz ed-Devsî. el-Easiî'dir.
Anadan doğma a'mâdır. Hafız, allâme ve sikadır. Abdullah b. Sercis, Enes b.
Mâlik, Sa'îd b. el-Müseyyeb ve Ebu't-Tufeyl'den hadîs ri\âyet etmiştir. Tedlîs
ile mâruftur. îbnu Ma'în onun ne Sa'îd b. Cubeyr'den, ne de Mücâhid'den
işittiğini söyler, Şu'be ise, onun Ebû Râfi'den semâ'ı olduğu bilinmektedir,
diyor. Vâsıt'ta tâ'un hastalığmdan 118 târihinde ölmüştür; 117'de öldüğünü
söyleyenler de vardır.
[614] Hasen b. Ebi'l-Hasen Yesâr el-Basrî, Ensârrn
mevlâsıcbr. Tâbi'înin büyüklerinden ve zühd İle meşhur olan âlimlerindendir.
Mîzân'da onun hakkında söyle denmektedir; sikadır; fakat Ebû Hureyre'den tedlîs yapardiye
rivayet ettiği hadîsler nizacsi2 hüccettir. H. no târihinde vefat etmiştir.
[615] Abdurrezzâk b. Hemmâm es-San'ânî'dir. Mîzân'da:
"sifea olan meşhurlardandır; rivayetinde tedlîs yaptığını gösteren
alâmetler vardıi", deniyor. 2ti târihinde vefat etmiştir.
[616] Velîd b. Müslim, Ebu'l-'Abbâs ed-Dimeşkî'dİr. Benî
Ümeyye'nİn mevlâsıdır. Mîzân'da ona dâir şu sözler söylenmektedir:
"Meşhurlardan olup Şamlıların âlimidir." Ebû Misher diyor ki: Velîd
mtidellistir. Yalancılardan tedlîs yaptığı çok olmuştur, dediği zaman îtimat
edilmez; zîrâ yalancılardan tedlîs
yapar. dediği ise hucftu.ii. 195 târihinde vefat etmiştir
(krş. Tezkiratu'İ-huffâz, c. I, s. 302).
[617] Tedlîs ile meşhur olan bu imamların hc.pbi de Sahiheyn
râvilerSndcndir. Tavzîhu'l-efkâr sahibi buna işaret etmektedir, c. I, s.
353-354. Bir kısmım du Suyûû, Tedrîbu'r-râvî'de zikretmektedir, s. 80.
[618] îbnu Cureyc, Mekke'li fakîh Abduîmelit b. Abdulazîz
\>. (Jureyc er-Rûnû olup Emevîlerin
tnevlâsıdır. İlk olarak kitap yazan odur.
150 lâiiiûnde vefat tt-imştb (Tezkîratu'l-huffâz, c. îj s. 169-170).
Ma'mer ise, meşhur muhaddislerden olup hüccet sayılan bir imamdır. Adı
Ma'mer b. Râşid, Ebû 'Urve'dir. Ezd'lilerin mevlâsıdir. Makbul olan görüşe nazaran
153'de vefat etmiştir (Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 190-191).
[619] Büyük hafızlardan
olup birçok eseri bulunan
Muhammed b, Hibbân b. Ahmed b.
Mu'âz el-Yemânî el-Büsti, Ebû Hâtim'dir. Beş cihlik (et-Tekâsîm ve'l-Enva' adli
eseri ne bâblara göre, ne de müsnedler gibi alfabetik olarak tasnîf
edilmiştir; onun kendi îcâd ettiği
fevkalâde bir tasnif
tarzı vardır. 354 târihinde vefat etmiştir.
[620] Tedrîbu'r-râvî, s. 79.
[621] Aynı eser, s. 80.
[622] Ek. Tavzîhu'I-efkâr, c. I, s. 356.
[623] Şerhu'n-nuhbe, s.
18.
[624] Ebû Osman
en-Nehdî, Abdurrahman b. el-Basrî'dir. Asr-ı saâüetî idrâk etmiş; Hz. Ömer zamanında
irtihâl etmiş; H2. Ömer'den ve bâzı sahabeden hadîs dinlemiştir. H. ıoû târihinde veya bir müddet sonra vefat
etmiştir (Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s.
65).
[625] Kays b. Ebî Hazım, Ebn Ahdillâh el-Ahmesî el-Kûfî'dir.
Küfe muhaddisİdir. Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmek ve ona bey*at etmek için yola çıkmış;
fakat Kays yolda iken Rasûlullah (s.a.v.) vefat etmiştir. Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve birçok büyük sahâbîden semâ'i vardır. Onun hakkında
Zehebî: "hadîsleriyle bütün îslâmi eserlerde ihticâc edilmektedir",
der. Hicretin 97. yılında vefat etmiştir; Be vefat ettiğini söyleyenler de
vardır (Tezkiratu*l-buffâzj c. I, s. 61).
[626] Şerhu'n-nuhbe, s. 19.
[627] el-Kifâye, s. 357.
[628] Ma'rifetu 'ulûrni'l-bacÜs, s. 103.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
144-150.
[629] Buna I(el-Ma*lûl" de denir. Nitekim Buhârî,
Tirmizî ve Hâkim'in sözlerinde
de böyle geçmektedir. Bunun
en iyisi tek lâm ile yazılan peklinde olanıdır; zîrâ bu kıyâsî olarak
fiilînin mef'ûlüdür. tâbiri İse oy al adı,meşgul etti, mânâsına gelen fiilinin
mef'ûlüdür; fakat bu fiili onlar kullanmamışlardır. Bk. Tedrîbu'i-râvî, s. 88.
[630] Kr.5. Tedrîbu'r-râvî, s. 89.
[631] Şerhu*n-nubbe5 s. 21; buradan naklen Tavzîhu'l-efkâr.
c. II, s. 29.
[632] el-Câmi' li ahlâkı'r-râvî, c. IX, s. 177,
[633] Büyük hafız imâm Abdurrahmân b. Mehdî, b.
Hasen'dir. Künyesi Ebû Sa'İd el-Basri'dir. Ezd'lilerin mevlâsıdır. Benu'l-'Anber'in
mevlâsıdır diyenler de olmuştur, Ahmed b. Hanbel onun hakkında: "Yahya
el~Kattan'dan daha fakîh, Vekî'den daha sağlamdır", demiştir. 198
târihinde vefat etmiştir (Bk. Tezkiratu'l-huffâz, c. î, s. 329).
[634] Ma'rifctu 'uluroi'l-hadîSj s. 113.
[635] Bk. TedrîbuVrâvî,
s. 89; el-Bâ<isu'!-hasîs. s, 71.
Yine Abdurrahmân b. Mehdî:
"Bir hadîsin illetini öğrenmek, yanımda olmayan yirmi hadîsi yazmaktan
bana daha makbuldür" demektedir... el-Câmi( li ahlâkı'r-râvî, c. X, s.
ıgi. Aynı sözler için bk. Ma'rifetu 'ulûmi't-hadîs, s. 112.
[636] el-Câmİ! İİ ahlâkı'r-râvî, c. VII, v. 128 a.
[637] Şerhû'n-nuhbe, s. 21.
[638] Tedjîbu'r-râvî, s. 91. İbnu*l-Medîni'n:r terceme-i
hâli verildi.
[639] Hallâl diye rcâ'ruf, Ebû Bekir, Ahmed b. Muhammed b.
Hârûn el-Bağdâdî |el-Hanbelî'dir. Kitabı birkaç cilt halindedir. {Bk.
er-Risâktu'1-mustatrafe, s. m).
[640] er-Risâletu'1-mustatrafe, s. 111.
[641] Hafız Zeynüddîn Ebm'l-Fercc, Abdurrahman b. Ahmed b, eİ-Hüseyin b. Muhammed
ei-Bağdâdî ed-Dİmeşkî el-Hanbelî, tbnu
Receb diye mâ'rûftur. 975 târihinde vefat etmiştir (er-Risâletu'I-mustairafe.
s, 111).
[642] Zâhiriyye kütüphanesinde yazma olarak 40 numaralı
mecmu'ada bulunmakta olup küçük boy 24
varaktan ibarettir.'Muhtelif hatlarla yazılmış 325 varaktan müteşekkil birkaç
risâieyi muhtevi bir cilt idinde bulunmaktadır, (Bu eser Dr. İsmail Cerrahoğlu ve Dr. Talat
Koçyiğit tarafından neşre hazırlanmış
ve I. cildi Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi neşriyatı arasında
1963 yılında basılmıştır (mütercim).
[643] Ali b. Ömer b. Ahmed b. Mehdi, Ebu'I-Hasen
Dârekutnî diye meşhurdur. Bağdat'taki
Dânı'l-kutn'a nisbet edilmektedir. Hadîste Emtru'İ-Mu'minîndir; Sü-nen'i
vardır. 385 yılında vefat etmiştir (er-RisâU;tu'l-nıustatrafe, s. 19).
[644] îhtisâru 'ulûmi'I-hadis, s.70
[645] er-Ri'âletu'1-mustatrafe, s. 111.
[646] Şerhu'n-nuhbe, s. 21.
[647] es-Sâcî, Ebû Yahya, Zekeriyâ b. Yahya ed-Dabbî el-Basri'dir.
Basra muhad-disidir. 307 târihinde vefat etmiştir. Zehebî diyor ki:
'Ilelu'l-hadîs mevzuunda onun büyük bir mütehassıs olduğunu gösteren değerli
bir kitabı vardır (er-Risâletu'l
mustatrafe, s. î 11).
[648] Kitabının adı el-'Ilelu'l-miitenâhiye fi'I-ahâdîsi'l-vâhiye'dir.
îbnu Cevzî, bu kitabı sebebiyle tenkîdlere uğramıştır
(er-Risâletu'1-mustatrafe, s. 111).
[649] Kitabının adı ez-Zehru'1-matlûl
fi'1-haberi'l-ma'Iûl'dur
(Tedrîbur-râvî,e. 91).
[650] Tedrîbu'r-Râvî, s. 89; aynı bilgi için bk.
Tavzîhu'l-efkâr. c. II, s. 27-28.
[651] el-Câmî' İi ahîâki'r-râvî, c. VII, v. 127 b.
[652] Aynı eser, c. X. v. 191. Hatibıı'l-Bağdâdi, el-Câmi'de
müsnidîn illetleri açıklaması me\zû'una bir bâb ialısıs etmiştir (Bk.
gösterilen yer).
[653] Tedrîbu'r-Râvî, s. 89.
[654] Hâkim'in Ma'rifetu
'uiümi'l-hadîs'inde s. 113-119 arasında bu on kısım da mevcuttur. Suyûtî
de Tedrîbu'r-râvî'de Hâkim'den naklen bu on kısmı misalleriyle birlikte
zikreder (Bk. s. 91-93).
[655] Ma'rifetu 'ulûmi'î-hadîs, s. 119.
[656] Ma'rifetu 'ulûmi' 1-hadîs, s. 115.
[657] Ma'rifetu 'ulümi'İ-hadîs, s. 117. AUâme Ahmcd Şakır, Hâkim'in, hadîsi mu'allel saydığı illetin
iyi olmadığını; zîrâ hadîsin şevâhi'd ve mütâbi'lerinin bulunduğunu
söylemiştir (Bk. el-Bâ'ısü'l-hasîs, s. 76).
[658] Hadîsin tamâmı şöyledir:
[659] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 117-118.
[660] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 113-114.
[661] el-Bâ'isü'I-hasîs, s. 77.
[662] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 27.
[663] el-Bâ'isü'1-hasîsj s. 77-78; krş. Tavzîhu'l-efkâr c.
İî, s. 33-34.
[664] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 27.
[665] Ma'rifetü 'ulûmi'I-hadîs, s. 112-113.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
150-156.
[666] Bu ıstılah, işin karışıp nizâmının bozulması mânâsında
kullanılmıştır. Asil da, çok hareketli
olup birbirir-e çarpması sebebimle Drdga hareketi) sözünden alınmıştır. Eğer
rî'nin fethasıyla muztarab denilse idi, ıztırâbın istn-i mekânı oiur ve
ıstılahı mânânın daha iyi belirmesini temîn ederdi. Zîrâ muztarib hadîs
gerçekte râvînîn \cya râvîlerin yalpaîarmm göründüğü, bir yerdir (Ek.
Elfiyyetü'- Suyûtî, s. 118, dip not.)
[667] Krş. Tedrîbür-râvi, s. 93.
[668] Tavzîhıı'l-efkâr, c. II, s. 47. Râvîsi ister bir,
ister daha çok olsun, rztırâbm râvînin zabt edemeyişi sebebiyle meydana geldiği
âşikâ: Jır. Bir râvî bir hadîsi değişik bir çok şekillerde rivayet etmişs*v o
râvînîn ?abt sahibi olduğu düşünülemez; zîrâ on.un muhtelif şekillerde rivayet
etmesi bir nevi tenakuzdur. Şayet muztarip hadîsin râvîleri birden fazla İse,
hepsinin de zabt sahibi olmadığı kabûl edilir; yalnız bu noksan tercih yoluyla
bâzılarından giderilebilir.
[669] TedribuT-râvî, s. 93.
[670] Şerku'n-nıihbe, s, 22. s Tedrîbu'r-râvî, s. 94.
[671] Bu fikri, Tavzîhü'I-efkâr, c. II, s, 47'de Hafız
'Alâî'den îbnu Hacer'in aldığı söylenmektedir. 'Alâî'nin adı: Salâhuddin Ebû Sâ'îd
Halil b. Keykeİdî b. Abdil-lâh ed-Dimeşkî,
el-Makdisî, eş-Şâfi'î'dir
761 târihinde Kudüs'te vefat etmiştir.
Câmi'u't-tahsîl fî ahkâmi'l-merâsîl ve
îhtisâru cami'i'1-usûl li'bni'1-Esîr el-Cezerî eserleri
arasındadır, Terceme-i hâli için bk.
er-Risâletu'I-mustatrafe, s.
62-63.
[672] 'Alâî'den îbnu Hacer'in aldığı seneddeki ıztırâbın
altı şekli: a) Vâsıl ve irsalin tearuzu, b) Vakf ve rafın tearuzu, c) İttisal
ve inkıtâ'ın tearuzu, dj Hadîsi bir topluluk bir adamdan, o tabi'iden, o da sahâbîden
rivayet etmişken, o adamın hadîsi başka bir tabi'îdenj onun da aynı sahâbîden
rivayet etmesidir, e) Birinin, iki isnadın birinde ziyadelik yapması, f) Bir
râvînin sika veya zayıflığında tereddüd ediyorsa, onun ismi ve nesebinde
ihtilâf edilmesidir. Bu altı şekli misalleriyle bir likte görmek için bk.
Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 38-47.
[673] s. 98-103.
[674] s. 89-91. Ayrıca Suyûtî, metni muztarib hadîse misâl olarak bunu zikrettikten
tonra der ki:
"Berice bunun - metni muztarib hadîsin - en güzel misâli, mezkûr
besmele hadîsidir; zîrâ îbnu 'Abdi'1-Berr zikredildiği üzere bunun muztarib
olduğunu söylemiştir. Bâzan illetleri aynı olduğu için muztarib, mu'allel ile
birleşir." Tedrîbu'r râvî, s. 95.
[675] Tavzîhu'l-efkâr,
c. II, s. 37.
[676] Tevzîhu'l-elkâr, c. II, s. 36-37.
[677] Tedribu'r-râvî, s, 95.
[678] Aynı eser, s. 91.
[679] Suyûtî'nin bu meseleye teâliuk eden (Tedribü'r-râvî,
s. 95)'deki sözü Zer-|» keşî'nin Muhtasarından nakledilmiştir. Zcrkeşî divor
ki: "Bazan kâlb şüzûz ve iztırib;
sahih ve hasen hadislerde dahî bulunabilir".
[680] eI-Bâtısüıl-hasîs, s. 78.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 156-160.
[681] Bu târîfi, maklûb hadîsin kısımları hakkında söylenen
bütün sözleri toplamak suretiyle
yaptık.
[682] Hadîsin tamamı şöyledir :
Yedi sınıf insanı Allah Taâla, hiçbir gölgenin bulunmayacağı günde,
Arş'ımn gölgesinde gölgelendirir: Bunlar, Adaletli devlet reisi, Allah'a
ibâdetle büyüyüp yetişen genç, kalbi nu'scidlere bağlı kimse, Allah rızâsı için
sevişen ve bu uğurda birleşip bu sevgi ile ayrılan iki k]$İ, cemiyette mühim
bir mevkii olan güzel bir kadın kendini ona takdim ettiği halde "ben A
Han'dan korkarım" diyerek reddeden kimse, sağ elinin verdiğini sol eli
duymayacak şekilde gizli sadaka veren kimse, tenha yerde Allah'ı anarak gözleri
yaşla dolup taşan kimse (Ek. Şerhu'n-nuhbe'* s. 22; krş, Tavzîhu'l-efkâr, c.
II, s. 106).
[683] Şerhu'n-nuhbe, s. 2a.
[684] Gösterilen yerden naklen el-Bâ'İsü'1-hasîsj s. 97.
[685] Şerhu'n-nuhbe, s. 22.
[686] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 99.
[687] Salim b. Abdillah b. Ömer b. el-Hattab, el-Kureşî,
el-Adevî'dir. Tabiînin ileri
gelenlerinden ve âlimlerinden olup, aynı zamanda Medine'nin yedi fakîhinden
biridir. 106 târihinde Medine'de vefat etmiştir. (Tehzîbu't-tehzîb, c. III, s.
456}.
[688] Nâfi% Medine'deki Tabi'în büyüklerinden biridir.
Nâfi'u'l-Medenî'nin künyesi Ebû Abdillâh'dır. Nâfi' henüz küçükken Abdullah b.
Ömer O'nu, iştirak ettiği gazvelerden birinde esir olarak almıştı. Ömer b.
Abdilazîz: Nâfj'i Mısır'lılara hadîs öğretmek için göndermişti. Sika ve çok
hadîs rivayet eden bir muhaddistir. 117
târihinde vefat etmiştir (Bk. Tehzîbu't-tehzîb, c. X, s. 412).
[689] O'nun hakkında Buhârî: Münkeru'l-hadîs; Neseî:
Metruk;; Cevzekânî Yalan söylerdi; îbnu Hibbân: Hadîs uydururdu, demektedirler
(Mîzân'dan alınmıştır); krş. Tavzîhu'l-efkâr c. II, s. 101.
[690] Bu sonuncu isnâdla hadîsi, Müslim Sahîh'ine almıştır.
Rivayet edenler de: Şu/be, Sevrî, Cerîr b. Abdilhamid, Abdulaziz b. Muhammed
ed-Derâverdî olup, hepsi de Süheyl'den rivayet etmiştir (Krş. Tavzîhu'l-efkâr,
c. II, s, 101}.
[691] Tedrîbu'r-râvî, s.
107.
[692] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 102.
[693] el-Cami' li ahlâkı'r-râvi, c. I, v. 17.
[694] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 102-103.
[695] Aynı eser, c. II, s. 102.
[696] Tedrîbur-râvî, s.
107.
[697] Tedrîbu'r-râvî, s.
106-107; Tavzîhu'l-efkâr, c.
II. s.
104; Suyûtİ Efiyye, s. 122.
[698] TavzîhuJl-efkâr,_c. II, s. 103.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 160-164.
[699] Hadîscilerin büyük çoğunluğu tarafından rivayet
edilmediği için bu ad verilmiştir (Bk. Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 377).
[700] Tedrîbu'r-râvî, s. 81.
[701] Şerhu'n-nuhbe, s, 14.
[702] îmâm Şâfi'î, tanıtmaya lüzum hissedilmeyecek derecede
meshûr olan, yeryüzünü ilimle doldurup taşıran ve kendi adiyle anılan nvzhebin
sahibi Muhammed b. îdrîs b. el-Abbâs b. Osman b. Şâfi'î'dir. İşte bu sonuncu
dedesine nisbet edilmiş ve Şâfi'î diye tanınmıştır. Kureyşli, Muttalib
oğullarına mensûb ve Mekke'lidir. Künyesi: Ebû Abdiîlâh'dır. Annesi Ezd
kabîlesindendir. İmâm Mâlik, Süfyân b. 'Uyeyne, Abdulmelik b. el-Mâcişûn*dan
hadîs-rivâyet etmiş ;ükhı Müslim b. Hâlid ez-Zencî'den öğrenmiştir. Tefsir,
hadîs, fıkıh ve edebiyat sahalarında pek çok eseri vardır; fakat bunların en
meşhuru er-Risâle*sidir. Ayrıca el-Um ve el-Mebsût adlı kitapları da vardır.
Basra'da 204 târihinde, eüidört yaşında iken vefat etmiştir.
[703] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs s. 1 ıg; bundan biraz farklı
olarak da Tcdrîbu*r-râvî, s. 81 ve Tay7Îhu*l-efkâr, c. I, s. 377'de mevcuttur.
[704] îhtisâru 'uîûmi'l-hadîs, s. 6ı.
[705] Aynı eser, 6ij 63.
[706] Büyük imâm, Şemsüddin Ebû Abdillâh Muharrrmed b. Ebî
Bekir b. Eyyûb b. Sa'd b. Harız ez-Zer'î, ed-Dimeşkî el-Hanbelî, îbnu Kayyim
el-Cevzîyye diye meşhur olmuştur. 751 târihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.
[707] İğâsetu'l-Iehfân, s. 160. Talâk-ı selâse'nin Rasûl-i
Ekrem zamanında, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti esnasında ve Hz. Ömer devrinin
başlarında bir olduğunu söyleyerek İbn-i Abbâs hadîsine dil uzatanların reddi
hakkındadır.
[708] Ma'rifetu'ulûmi'l-hadîs, s, 119.
[709] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. ng-:2o.
[710] Tedrîbu'r-râvî, s. 81; krş. Suyûtî, Elfiyye, s. 92,
dip not.
[711] Ma'rifetu 'ulûroi'l-hadîs, s. ng. Bunu mu'allel hadîs
hakkında söylediklerimizle karşılaştırınız.
[712] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 379. Hadîsin illetleri
hakkında söylediklerimizle karşılaştırınız.
[713] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 61; meşhur olan haber-i
vâhidler hakkında söylediklerimizle karşılaştırınız.
[714] Bk. bu eser, s. 46, not. 3.
[715] Şâir Humus sözüyle îşbiliyye'yi kasdetmektedir; zîrâ
Işbiliyye'ye Humus da denir. îbnu'l-'Arabî de îşbüiyye'lidir.
[716] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 381.
[717] îmâm Beyhakî, Ebû Bekir, Ahmed b. el-Huseyin b.
Ali'dir. Nîsâbur'a yirmi fersah uzaklıkta bulunan Beyhak köyündendir.
Beyhakî'nin pek çok eserleri vardır; bunların bin kadar olduğu söylenir. En meşhurları:
es-Sunenu'1-kubrâ ve-De-lâilu'n-nübüvve'sidir. Beyhakî, 458 târihinde vefat
etmiştir (Bk, er-Risâletu'I-mus-tatrafe, s. 25-26).
[718] Tedrîbu'r-râvî, s, 82. Metni şâz olan hadîsin misâli
budur; zîrâ hadisi bu lâfızla yalnız Abdulvâhid b. Ziyâd rivayet etmektedir.
Halbuki A'meş'in arkadaşları olan sika râvîier bu hadîsi Rasûlullah (s.a.v.)'ın
sözü değil, fiili olarak rivayet etmektedir.
[719] Kâdî, hafız el-Halîl b. Abdillâh el-Kazvînî (v.
446)'dir. el-îrşad fî 'ulemâi'l-bîlâd adlı bir eseri olup bundan kendi zamanına
varıncaya kadar muhaddisîeri ve diğer âlimleri şehir sırasına göre
zikretmiştir. Bilâhare İbnu Kutluboğa {v. 879) bu eseri alfabetik
"l.ırak yeniden tertiplemiştir (Bk. er-Risâletu'l-mustatrafe, s. g7).
[720] thtisâru 'ulûmi'1-hadis s. 61
[721] Tedrîbırr-râvî, s. 8ı,
[722] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs. s. 6ı.
[723] Tavzîhu'l-cfkâr, müellifi c. I, s. 384'de HaİîH'yi
böyle müdâfaa etmektediı.
[724] Bu eserdeki Mu'allel hadîs bahsinin sonuna bk.
[725] Şâz hadîs haldandaki muhtelif görüşlerin münâkaşasına
girmeyeceğimize dâir okuyucuya söz vermemize rağmen, buna mecbur kalışımız
sebebiyle özür beyân ederiz. Şâz'ın muhtelif tarifleri arasında bir tezat
bulunabileceği endîşesine kar5ı göz yummayı doğru bulmadık. Münâkaşa yapmadan
bu tariflerin herhangi birini almak mümkün olmadığı için, mümkün mertebe
uzlaştırmaya çalıştık.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 165-171.
[726] Sahîh ve Hasen hadîsler arasında müşterek olan
ıstılahlar bahsinde buna işaret etmiştik; bilhassa bk. s. 128.
[727] Zîrâ münker, lügat bakımından inkâr etti veya,
tanımadı mânâsında ısmv mefûldür. Muhaddisler de husûsî ıstılahlarında
kelimenin lügat mânâsım dikkate alırlar.
[728] Şerhu'n-mihbe, s. is-14; s. 128'de söylediklerimizle
bir defa daha krş.
[729] Hafız Ebû Bekir, Ahmed b. Hârûn el-Berdîcî'dir.
Azerbeycan şehirlerinden -Berda'a yakınlarında bulunan- Berdîc'e nisbet
edilmektedir. Ona Berda'î de denmektedir.
[730] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 45.
[731] Aynı eser, c. II, s. 6.
[732] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 4, dip. not.
[733] Tedrîbu'r-râvî, s. 8a.
[734] buyûtî, ESfiyye, s. 93, 180-181, beyitler.
[735] Şerhu'n-nuiıbe, s.
14.
[736] Rey şehrinin hafızı Abdurrahman b. Ebî Hatim,
Muhammed b, İdris bj el-Munzir er-RâzîJdir; bin cüzlük bir müsnedi vardır
(er-Risâletu'I-mustatıafe, s. 54
[737] 'Ikrime b. Rabî( et-Teymî'nin mevlâsı idi. Yahya b.
Vessâb'ın talebesi oie Acmeş'den kıraat tahsil etmiştir.
[738] Şerhu'n-nuhbe, s.
14.
[739] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 6.
[740] Tavzîhu'I-efkâr, c. II, s. 7.
[741] Tcdrîbu'r-râvî, s. 85.
[742] Suyûü, Elfiyye, s. g4, dip not.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 171-174.
[743] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs, s. 57.
[744] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs, s. 57.
[745] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs, s. 56-58.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 174.
[746] Bu sebeple el-Kâsimî, mevkuf hadîsi zayıf hadîs
nev'ileri arasında say! mışür. Maktu' hadisi de aynı gruba dâhil etmiştir [Bk.
r^avâ'idu'ı-talıdîs. s. 11 il krş, bu eser, s. 9).
[747] Şerhu'n-nuhbe, s. 2ü.
[748] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s, 262.
[749] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 268.
[750] İhtişam 'ulûmi'l-hadis, s. 50.
[751] el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 50.
[752] Sa'id b. el-Müseyyeb'in ve eş-Şâ'bî*m terceme-i
hâlleri verilmişti. en-Neha'î*-ye gelince; adı tbrâhîm b. Yezîd b. Kay s
el-Kûfî'dir. Irak fakîhidir. H. 96 târihinde vefat etmiştir. eş-Şa'bî onun
vefat ettiğini duyunca: "geride kendinden daha âlim ve daha fakîh birini
bırakmadan öldü gitti" demişti. Şa*bî'ye: Hasenu'l-Basrî ve ıbıra 3îxîiı*İ
bıi-akaiadı mı? diye-soıüaklarınâa". Khayır ne Haseınrl-Basrî*yi, ne Ibnu
Sîrin'i, ne Basra'dan, ne Kûfe'den, ne Hicaz'dan, ne Şam'dan hiç bir kimseyi
bırakmadan gitti", karşılığım vermiştir.
Mesrûk ise, !bnu'l-Ecda( b. Mâlü el-Kûfî'dir. Abdullah b. Mes'ûd'un arkadaşlarından
fakîh bir âlimdir. 6a târihinde vefat etmiştir.
[753] Krş. el-Kifâye, s. 133.
[754] el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 101.
[755] El-ba’isu’I-hasis, s. 99
[756] Bk, el-Bâ'isu'1-hasîs, s. ioo. Ahmed Muhammcd Şâkirin
n
[757] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 175-180.
[758] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 181.
[759] Tavzîhu l-eikâr, c. I, s. 254
[760] Bu üç misâli hafız îbnu Hacer (Şerhu'n-nuhbe, s.
26)'da zikretmiştir. Bunlar -ona göre- lâfzı Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
Sarahaten ulaşan nevilerdendir. Îbnu Hacer, bunların peşinden, Hz Peygamber
(s.a.v.)'e hükmen ref' edilen kavil, fiifve takrire üç tane de misâl
getirmektedir. (Bk. s. 27-28). Bu misallerin çoğu Mevkuf hadîs hakkında
söylediklerimizle ilgilidir. Tekrar a\nı bahse dönmeye lüzum görmüyoruz.
[761] Tavzîhul-efkâr, c. I, e. ^59.
[762] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 181-183.
[763] Kavâ'idu't-ıahdîs, s. 104; krş. Tavzîhu'I-efkâr, c. I,
s. »58.
[764] el-Kifâye, s. 21.
[765] Krş. TavzîhuM-efkâr, c. I, s. 259.
[766] Tediîbu'r-râvî, s. 60.
[767] Ma'rifetu *ulûmi»l-koıdîs, s. 18.
[768] Aynı csetj s. 19.
[769] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 17-18.
[770] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 19.
[771] Yûsuf b. Abdillâh b. Abdissamed b. Abdilberr en-Nemerî
eI-Kurtubîs el-îsti'âb, et-Temhîd,
Câmi'u beyâni'l-41tn ve fadlih adlı eserlerin müellifi olup 4G3 yılında veîat
etmiştir (Bk. Şezerâtu'z-zeheb, c, III, s. 314).
[772] Krş, îhtisâru (ulûmi*l-hadîs, s. 48.
[773] Tedrîbu'r-râvî, s. 60.
[774] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 258.
[775] Tavzîhu'I-efkâr; c. I, s. 258.
[776] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs, s. 19.
[777] Bk. Bu eser, Sahîh hadîs bölümü.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 183-185.
[778] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 48.
[779] Tayzîhu'l-efkâr, c. I, s. 155.
[780] Tedrîbu'r-râvîj s. 60.
[781] Tavzîhu'I-efkâr. d, s. 260; ayrıca dip nota da bk.;
krş. Tedrîbu'r-râvî, s.60,61.
[782] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 60.
[783] Krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 104.
[784] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 185-186.
[785] Tavzîhu'I-cfkâr, c. I, s. 330.
[786] Bk. (Irâkî, Şerbu (ulûmi'I-hadîs, s. 67.
[787] Krş. Mukaddemetu Sahihi Müslim, c. I, s. 23.
[788] Îbmı's-Salâh, 'Ulûmu' 1-hadîs, s. 72.
[789] Nevevîi Şerhû S&hîM-MüsUaa, c. Is s, 128.
[790] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 235.
[791] Tavzîhu*l-efkâr, c. I, s. 335.
[792] Kavâ'idu't-tahdîs, s. 104.
[793] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, c. I, s. 14,
[794] Bu üç durum için bk. Tavzihu'I-efkâr, c. I, s. 336.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 186-188.
[795] Aynı eser, c. I, s. 337.
[796] Terceme-i hâli daha önce verilmiştir.
[797] Tavzîhu'I-efkâr, c. I, s. 338.
[798] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 188-189.
[799] el-KJfâye, s. 288.
[800] Sahîh-i Buhârî ,c. III, s. 64, kftâbu'l-vekâle.
[801] Kavâ'idu't-tahdîs, s. 105.
[802] Tedrîbu'r-râvî, s. 117-118.
[803] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, c. IV, s, 63.
[804] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 189-190.
[805] Krş. Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 8, dip not.
[806] Şerhu'n-nuhbe, s. 8.
[807] Şâz hadîs kısmına bk.
[808] Suyûtî, Elfiyye, s, 95, 184. beyt hakkındaki dip nota
[809] Şerhu'n-nuhbe, s. 8.
[810] Aynı eser, s. 6.
[811] Aynı eser, s. 8.
[812] Aynı eser, s. 7.
[813] Tedrîbu'r-râvî, s. 88.
[814] Tâvzîhu'l-efkâr, c. II, s. io. Bu, Hâkim'in, "bir
kişinin imamlardan birinden teferrüd ettiği hadîsler" diye adlandırdığı
ikinci hadîstir. Bk. Ma'rifetu «ulûmi'l-
hadîs, s. .99.
[815] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadis, s, 100.
[816] Tavzîhu'I-efkâr, ç. II, s. 10. Bâkim'in: "Bir
şehir halkının bir sahâbîden teferrüd ettiği sünnetleri bilmek" adını
verdiği birinci nev'îdir. Bk. Ma'rifetu 'ulûmi'1-hadîs, s. 96.
[817] Ma'rifetu culûmi'l-hadîs, 3. 99. Tâlebu'l-hadîs için
yapılan seyahatler faslın-daki "Hadîs tedvininde muhîtîn tesiri'* kısmına
bk. s. 50. Bâzı şehirlerin hadîs rivayetinde teferrüd etmesinin misâlleri (s.
41).
[818] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 1112.
[819] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 100.
[820] Aynı eser, s. 96-102;
[821] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 190-193.
[822] Ihtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s, 187.
[823] Şerhu'n-nuhbe, s. 5.
[824] Bk. Bu eser, s,
[825] Bk. Bu eser, s,
[826] Bk. s. 125.
[827] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 92,
[828] Tedrîhu'r-râvî, s. 188.
[829] Gösterilen yer; krş. Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 92.
[830] Ebu'I-Haccâç, Yûsuf b. Abdirrahman, Dımeşk köylerinden
olanMizze'ye nisbet edilerek el-Mizzî diye tanınmıştır. Dımeşk*teki Eşrefiyye
Dâru'l-hadîs'inde 74a târihinde vefat etmiştir .(er-Risâletu'l-mustatrafç,
s. 126).
[831] Tdrîbu*r-râvî, s. 189. Hâkim, bu hadîs hakkında sâdece
"sahih olarak tahrîc edilmemiştir" diyerekj Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs'ine
almıştır.
[832] Tedrîbu'r-râvî, s. 189
[833] Suyûtî, bunların mevzu* olduğunu açıkça ifâde ederek;
"Bütün bunlar bâtıldır, asılsızdır" demiştir (Tcdrîbu*r-râvî, s.
189).
[834] Ihtisâru •ulûmi'l-badîs, s. 185.
[835] Bütün bunlar hakkında daha mufassal bilgi almak için
bk. Tedrîbu'r-rivî, s. 189; krş. Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 408.
[836] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 409.
[837] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 94.
[838] ledrîbu'r-râvî, s. 189.
[839] Ma'rifetu 'ulûmi'İ-hadîs, s. 93, 94.
[840] Şerhu*n-nuhbe, s. 5.
[841] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 402-403. dip not.
[842] Tedrîbu'r-râvî, s. 188; Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s.
407.
[843] Tcrceme-İ hâli daha önce verildi.
[844] Tavzîhu'Uefkâr, c. II, s. 405, dip not.
[845] Nüzhetu*n-nazar, s. 8; bunu Tedrîbu'r-râvî, s. 191 Men nakletmiştir.
[846] Terceme-i hâli daha önce verilmiştir.
[847] Tedrîbu'r-râvî, s. 193.
[848] el-Cânü', c. I, v. 13 b
[849] Krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 108.
[850] Tedrîbu'r-râvî, s. 184.
[851] Tedrîbu'r-râvî, s. 185.
[852] Krş. el-Bâ'isu'I-hasîs, s. 182.
[853] Şerhu'n-nuhbe, s. 31.
[854] Şerhun'n-nuhbe, s. 31; krş. Tedrîbu'r-râvî, s. 185.
[855] Şerhun'n-nuhbe, s. 32.
[856] İbnu's-Salâh, 'Ulûmu'l-hadîs, s. 219.
[857] Şerhu'n-nuhbe, s. 32.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 193-199.
[858] Tedrîbu'r-râvî, s. 186.
[859] ibnuVSfciâh, 'Ulûmu'l-hadîs, s. 220.
[860] Tedrîbu'r-râvî, s.
186.
[861] İbnu's-Salâh, 'Ulûmu'i-hadîs, s, 220.
[862] el-Bâ'îsu'I-hasîs, s. 184; krş. Tedrîbu'r-râvî, a.
187.
[863] Şerhu'n-nuhbe,
s. 31.
[864] Ihtisâru 'ulûmi'I-hadis. s. 184.
[865] Suyûtî, Elfiyve, s. 260, beyt 604.
[866] Îbnu's-Salâh, 'Ulûmu'l-hadîs, s. 222.
[867] Tedrîbu'r-râvî, s. 188; krş. bu eser, s. 107 sika
râvîlerden gelen nazil isnadın, sika olmayan râvîlerden gelen 'âlî isnada
tercih edilmesi bahsi.
[868] Ebû Süfyân, Veki' b. el-Cerrâh b. Melih b. 'Adî,
er-Ru'âsî, el-Kûfî; H. 128 târihinde doğupj 198'de vefat etmiştir. O'nun
hakkında Ahmed b. Hanbel ve Yahya
b. Mfc'în der ki: Bizce Irak'taki en sağlam
hadîsci Veki'dir. (Bk. Târîhu Bağdâd,
c. XIII, s. 466-481).
[869] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 185.
[870] Terceme-i hâli daha önce verildi.
[871] Tedrîbu'r-râvî, s. 188.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 199-204.
[872] Şerhu'n-nuhbe, s. 15; buradan da Tedrîbu'r-râvî, s.
85'de iktibas edilmiştir.
[873] Tedrîbu'r-râvî, s. 85.
[874] Krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 109.
[875] Şerhu'n-nuhbe, s. 15.
[876] Şerhu'n-nuhbe, s.
14.
[877] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 14; krş. Şerhu'n-nuhbe, s.
14.
[878] Tedrîbu'r-râvî, s. 8P.
[879] Şerhu'n-nuhbe, s.
15.
[880] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 15.
[881] Suyûtî, Elfiyye, s.
104, beyit 204.
[882] Nüzhetu'n-nazar, s. 23; krş, Tavzîhu'l-efkâr. c. II,
s. 11-12.
[883] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s, 64.
[884] el-Bâi'su'Khasis, s. 64. Tcdrîhu'r-râvî, s. 85dcn
naklen.
[885] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 204-207.
[886] el-Bâ'isu'l-hasîs, s, 80 ile krş.
[887] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 50, dip not.
[888] Tedrîbu'r-râvî, s. 98.
[889] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 53, dip not.
[890] Tedribu'r-râvi, s. 97.
[891] Bu hadîste idrâcm
bulunduğunu, içinde sözü bulunmayan diğer birçok rivayetlerden
öğrenmekteyiz. Bu rivayetlerin, üzerinde ehemmiyetle durmaya en çok lâyık
olanı, Sahîh-i Buhârî'deki şu hadîstir:
Ebû Hureyre (r.a.) dedi
ki: "Abdestİ eksiksiz
alınız", zîrâ Rasûl-i Ekrem
(s.a.v.): Cehennemde yanacak ökçelere yazık", buyurdu." Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s, 96'da, Hatibu'l-Bağdâdî'den naklen, bu hadîsin son rivayet
şekliyle, "Ebû Hureyre'den Âdem'in rivayeti olarak birçok râvî tarafından
nakledilmiş olduğunu" söylemektedir.
[892] Tedrîbu'r-râvî, s. 96.
[893] Tavzihu'l-efkâr, c. II, s. 62,
[894] el-Bâ'isu'1-hasîs. s, 82.
[895] tbnu Hacer Askalânî, Şerhu'n-nuhbe, s. 2i-22*de
isnâddaki idiİJdfh dört şeklinden
bahsetmektedir. Gösterilen yere bakılabilir.
[896] Krş. el-Eâ'isu'1-hasîs, s. 82.
[897] Bu rivayetteki idrâc nev'i hakkında geniş bilgi için
bk. Tedîbu'r-râvî, s. 98.
[898] Kr;. cI-Bâ'isu'1-hasîs, s. 83.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 207-209.
[899] Tavzîhu'İ-efkâr, c. II, s. 65; Hâşiyetu lakü'd-dürer,
s. 79.
[900] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 52, dip not.
[901] Tedrîbu'r-râvî, s. 98.
[902] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 209-210.
[903] Bu şekiller hakkında geniş bilgi almak için bk.
Laktu'd-dürer, s. 91; Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 62.
[904] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 210-211.
[905] İbnu Cemâ'a'nm Hâşiyetu Laktı'd-dürer, s, 136'daki
Müselsel hadîs hakkındaki tarifi ile krş. îbnu Ceroâ'a diyor ki: Müselsel,
râvîlerinin bir sıfat veya bir hâl yahut bir keyfiyet üzerinde ittifak ettiği
hadîstir.
[906] İhtişam 'ulûmi'l-hadîs, s. 189.
[907] Şerhu'n-nuhbe, s.34
[908] Şerhu'n-nuhbe, s.34
[909] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 30.
[910] Aynı eser, s. 33, 34.
[911] Ma'rifetu 'ulûmi'l-hadîs, s. 34.
[912] Ma'rifetu 'ulûmi'J-hadîs, s. 30.
[913] Tedrîbu'r-râvi, s.
195.
[914] Aynı eser, s.
194,
[915] Hâşiyctu Laktı'd-dürcr, 3. 135.
[916] Hâşiyctu Laktı'd-düjer, 8. 136.
[917] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 212-216.
[918] Şerhu'n-Nuhbe, s. 22.
[919] Büyük lügat âlimi Ebû Ahmed el-'Askerî, el-Hasen b.
Abdillâh b. Sa'îd'dİr; hadîs imlâ ve rivayeti üstâdhği yaptı, Smâ'atu'ş-şi'r,
el-Hikem ve'1-etnsâl, el-Muhtelef ve'I-mü'telef adlı eserleri yazdı. Eserlerinin
en mühimmi, bu bahiste zikrettiğimiz et/Tashîf adlı kitaptır. es-Smâ'ateyn adlı
eserin müellifi Ebû Hilâl el'Askerî, el-Hasen b. Abdillâh b. Sehl, onun
talebelerindendir. Hem üstadın, hem de şeyhin ismij baba adı ve nısbesi
aynıdır. Bu sebeple Brockelmann, Târîhu âdâbi'l-Arab, c. I, s. 127'de bu iki
zâtı birbirine karıştırmış; bilâhare bu hatasını anlayarak Zeyl'inde
(Supplement) tashih etmiştir. Ebû Ahmed el-'Askerî» 382 târihinde vefat
etmiştir (Bk. Buğyetu'l-vu'ât, s. 122).
[920] Bu eser Mısır'da 1326 senesinde dikkatsiz bir. şekilde
basılmıştır. Eserin aslı Dâru'l-kütübi'l-Mısnyye'de yazma olarak bulunmaktadır,
tamamını 156 varaktır.
[921] et-Tashîf, s. 3.
[922] et-Tashîf, s. 9.
[923] Şerhu'n-nuhbe, s, 22.
[924] Hâşiyetu Laktı'd-dürer, s. 95.
[925] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 192.
[926] el-Câmi(, c.IV, v. 64 a.
[927] el-Câmi1, c. IV, v. 63 b. Osman b. Ebî Şeybe, hafız
Ebu'l-Hasen Osman b. MuhammedMir; dedesi Ebû Şeybc'ye nisbet edilmektedir.
Kendisi ve kardeşi Ebû Bekir b. Muhammed b. Ebî Şcybe'nin miisnedleri vardır.
Osman b. Ebî Şeybe, 239 tarihinde vefat etmiştir (Bk. er-Risâletu'i-mustatrafe,
s. 50).
[928] Tedrîbu'r-râvî, s. 197. Dârekutnî'nin tashîf
mevzuundaki kitabı üe, el-'As-kerî'nin - biraz önce bahsettiğimiz - kitabını
İbnu Hacer 'Askalânit Şerbu'n-nuhbe, s. 22'de bahis mevzuu etmektedir.
[929] Tedrîbu'r-râvî, s. 197; krş. el-Câmi(, c. IV, v. 64
a.
[930] Tedrîbu'r-râvî, s. 197.
[931] el-Câmi', c. IV, v. 64 a.
[932] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 192
[933] Tedrîbu'r-râvî, s. 196.
[934] Şerhu'n-nuhbe, s. 22. îbnu Hacer metinlerde geçen
isimler zannedilmesin diye "isnâdlardaki isimler" demiştir;
tasnif isimlerde bile olsa, bir metne âit bir tashîf olarak kabul edilir.
[935] Ma'rifetu 'ulûmi'l hadis, s. 146; krş. Ihtisâru
'ulûmi'l-hadîs, s. 193.
[936] el»Câmi% c. IV, v. 62 b.
[937] Ma'rifetu 'ulûroi*l-hadîs, s. 148; krş.
Tedrîbu'r-râvî, s. 19İ
[938] el-Câmi', c. IV, v. 62 b.
[939] Mari'fetm'ulûmi'l-hadîs, 9. 15a.
[940] Hepsinin,' de terteme-i hâli daha önce verildi.
[941] Ma'rifetu ulûmi'l-hadîs, b. 150.
[942] Mâlik'in Abdulmelik b. Kureyb'den rivayet etmediğini
söylemek istiyor; 2Îrâ bilindiği üzere Asma'î'nin adı Abdulmelik b. Kureyb'dir.
[943] Ma'rifetu 'ulûmi'I-hadîs, s, 150.
[944] Bk, meselâ: Tedribu'r-râvî, s. 197.
[945] Bu tashîfi Ahmed Muhammed Şâkir, Süıten i Tirmisı'ye
yazdığı şerhd: mükemmel bir şekilde incelemiştir (c. I, s. 67-70); yine onun
tahkikli olarak neşrettiği Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki, 928 ve 989
numaralı hadîslere bakıldığı zaman, orada, birinde diğerinde de isimleri
bulunan iki isnâd göîülür.
[946] Tedrîbu'r-râvi, s. 196. 197.
[947] İbnu's-Salâh, 'Ulûmu' 1-hadîs, s. 233.
[948] Ma'rifetu 'ulûmi' 1-hadîs, s. 151.
[949] Aynı eser, s.-221.
[950] Ihüsaru 'ulümi'l-hadîs. s. 235.
[951] Aynı eser, s. 247,
[952] Tcdribu'r-râvî, s. 235.
[953] Bu sebeple Musahhaf'ı, lâfzı musahhaf ve mânâsı
musahhaf olmak üzere ikiye ayırırlar (Bk. Tedrîhu'r-râvî; s, H)6. 197).
[954] el-Câmi1, c. IV, v. 63 a.
[955] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 216-224.
[956] Tedrîbu'r-râvî, s, 98.
[957] Şerhu'n-nuhbe, s. 20.
[958] Tedrîbu'r-râvî, s. 102; Tavzîhu'I-efkâr, c, II, s.
89'da bu sözün Abduirahnıan b. Mehdî'ye âit olduğu söylenmektedir,
[959] Şerhıı'n-nubbe, s. 20.
[960] Tedrîbu'r-râvî, s. 102. Ömer b. Subh b. rImrân
et-Teymî'nin, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) adına bir hutbe umdurduğunu söylemesi
Meysere b. Abdirabbih el-Fârisî'-nin, Ali b. Ebî Tâlib'in faziletine dâir
yetmiş adet hadîs uydurduğunu ikrar etmesi cümledendir.
Ebû îsmet'in, el-Câmir
lâkabını almasının sebebi Ebû Hanîfe ve İbnu Ebî
Leylâ'dan fıkıh, Haccâc b. Enâd'dan hadîs, el-Keîbî ve Mukâtil'den
tefsîr, Ebû îshâk'danmeğâzî okumuş olmasıdır. Onun böylece bütün faziletleri
nefsinde toplamış Qİduğu kabul edilmektedir. Nûh b. Ebî Meryem hakkında Ebû
Hatim şöyle der: "Dpğrulûktan başka her şeyi kendinde toplamıştır".
Nûh, Mansûr'un hilâfeti zamanında Merv kadılığı yapmıştır (Bk. Tavzih
u'l-efkâr, c, II, s. 81).
[961] Tedrîbu'r-râvî, s. 88. Gramer hatâsı hakkında s. 65'de
söylediklerimizle krş,
[962] Tavzihu'l-efkâr, c. II, s. 94.
[963] Tedrîbu'r-râvî, s. 99.
[964] et-Tehzîb, c. VI, s. 179; krş. Tedribu'r-Râvî, s.
100. ibnu Cevzî'nin Mev-| zûât'mda:
senediyle merfû' olarak rivayet ettiği: m.
Allah kısrağı -yarattı
ve onu koşturdu. Kısrak terledi; Allah da kendini ondan yarattı!!", sözü
de bu cümledendir. Su>ûtî. Tedrîbu'r-râvî, s.de bu söze ilâveten der ki:
"Böyle bir şeyi müslüman olan uyduramaz. Burada mütlehem olan
Muham-med b. Şüca'dır; o da samimi bir dindar değildi. Senedde Ebu'l-Mühezzem
de vardır, Şu'be onun hakkında diyor .ki: "Ona bir kuruş verilse, elli
hadîs uydurur!"
[965] el-Bâi'şu'1-hasîs. s. 91.
[966] Krş. Tedrîbu'r-râvî, s. 99.
[967] Laktu'd-dürer, s. 83.
[968] Tedrîbu'r-râvî, s.
[969] Şerhu'n-nuhbe, s. 20.
[970] nıîzân, c. V, s. 7-8; krş. Tedrîbu'r-râvî, s. 100;
Laktu'd-dürer, s. 84.
[971] Tedrîbu'r-râvî, s. 100. Sa'd b. Tarîf hakkında İbnu
Hibbân: hadis uydururdu, demiştir. Yahya b, Ma'în de: Ondan rivayet etmek hiç kimseye
helâl değildir, demiştir. Hikâyeyi Sa'd b. Tariften rivayet eden Seyf b. Ömer
hakkında da Hâkim: "Zındıklıkla ittibam edilmiştir. Onun rivayetinin
hiçbir önemi yoktur", demektedir (Krş. el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 89).
[972] Tedrîbu'r-râvîj s.
103.
[973] Gösterilen yer.
[974] Ebu'l-Abbas el-Kurtubî, el-Müfhîm şerhti Sahîh-i
Müslim adlı kitabın^ müellifidir. Onun ehl-i re'y fakîhlermden bahs eden bu
sözünü Sehâvî, Elfiyyetû'I-y 'Irâbî fî mustalaJu'l-hadîs'e yazdığı şerhte yine
ondan nakletmektedir, s. 111
[975] Şerhu'n-nuhbe, s. 20; Tedrîbu'r-râvî, s. 103;
Tavzîhu*l-efkâr. c. II, s. 76. Hadîs dört Siinen*de de vardır. Yalnız Sünen
sahipleri, " r-Li.^- = kuş*' sö-zünü zikretm emişlerdir (Bk.
Laktu'd-Dürer, s. £2).
[976] Ahmed
Muhammed Şâkir, Şerhu
Elfiyyeti's-Suyûtî fî
mustalahi*î-hadis. s. 87-88; el-Bâ'isu'I-hasîs, s. 93, 94;
Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 76, 77.
[977] el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 93.
[978] Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 78. Müsteşrik Nöldeke,
muhaddislerin ölçülerinin mükemmelliğine işaret etmekle beraber, bu nev'î ibarelerde
de tenkide elverişli noktalar bulmaktadır (Bk. Geschichte des Corans, p.
XXII).
[979] Tedrîbu'r-râvî, s. 103.
[980] Meşhur kumandan Ma'n b. Zâ'ide eş-Şeybânî'nin
dayısıdır. Mekke emîri Muhammed b. Süleyman b. Ali, onun boynunu vurmuştur.
Zehebî, Mîzân'da Ab-dulkerim'in hâl tercemesini verirken: "Onun zındıklığa
aşikârdır", der; krş. Tav-zîhu'l-efkâr c. II, s. 75.
Zındıklık ve yalancılık
bakımından onun gibi olan biri de, asılarak îdâm edilen Muhammed b. Sa'îd b.
Hassan el-Esedî eş-Şâmîdir. O da dörtbin hadis uydurmuştur. Hâkim Ebû
Abdillâh'in söylediğine göre, onun uydurduğu hadîslerden biri merfû' olarak
Humeyd ve Enes tarikiyle rivayet ettiği şu sözdür: Ben peygamberlerin
so-nuncusuyum. Allah'ın dilediği müstesna, benden sonra Peygamber yoktur".
Hâkim bunu şöyle tenkîd ve tefsîr eder:
"Küfre, zındıklığa teşvik edip peygamberlik İddiasında bulunduğu
için bu istisnayı uydurmuştur" (Bk. Tedrîbu'r-râvî, s. 103).
[981] er-Risâletu'1-mustatrafe, s. r 12. Müellifin, sünnet
sözünü, mütevâtir sünnet olarak kayıtlaması lâzımdı (Bk. Tavzîhu'l-efkâr, c,
II, s. 96).
[982] Sahîhu Müslim, c. II, s. 355
[983] îbnu Hacer 'Askalânî, el-Kavlu'I-müsessed fi'z-zebbi
'ani'l-Müsned, s. 31.
[984] el-Bâ'isu'1-hasîs, s. 87;
[985] Tedrîbu'r-râvî, s. îoo.
[986] Tedrîbu'r-râvî, s. 104'den naklen el-Bâ'isu'l-hasîs.
s. 84.
[987] İbnu'l-Cevzî'den naklen Suyûlî bunu Tedrîbu'r-râvî,
s. ioo'de nakletmektedir.
[988] Müslim bunu, Semure b. Cündüb ve Muğîre b. Şu'be'den
gelen hadîste rivayet etmektedir (Tavzîhu'l-efkâr, c. II, s. 71). kelimesinde, yâ'nın
zammı ve fethi ile olmak üzere iki rivayet vardır. kelimesinde de bâ'nm kesri
ve fethi ile olmak üzere yine iki rivayet mevcuttur.
[989] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 225-236.
[990] Hıcr sûresi, âyet 9.
[991] Bu kitap 1377 -yılında Câmi'atu Dımeşk matbaasında
basılmış, 1381 târihinde ikinci tab'ı yapılmış, son olarak
da Beyrut'ta Dâru'1-ilm li'I-melâyîn'in yayınları arasında neşr edilmiştir.
[992] Tedlîs, kizbin benzeri olmakla beraber, 136, sahifede
âlimlerin fikirleri olarak naklettiğimiz gibi. ikisi aynı mânâda değildir. Her
hâl-ü kârda rr.üdelks hadîs, mevzu' değüdir. Tedlîste kizb, bir nev'î aldatmak,
hadis uydmmada kizb ise, bir nev'i yoktan îcâd etmektir. Bu iki ıstılah
arasındaki ihtilâfı, müsteşrik Frankel ve Ahlwaidt, göz önünde
bulundurmuşlardır. (Ek. Frankei, Die ara.inaisch.en
Fremdw
örter im Arabischen 188; Ablvvardt, Verzeichniîs der Landberg;--iıen Sammiung
arab. Handschriften de la Biblioth. Royale de Berlin, ur.
Goldzİher ise bunu çek
iyi bilir; Fakat hadîs uydurma hareketini ve hadis u\duranlar:_ı durumunu
ku^unc ûsterrr.ek için kasten bu iki ıstılahı birbirine karıştırır.
[993] Merfû' hadîslerle, uydurulup Rasul-i Ekrem (s.a.v.)'e
nîsbet edilen sözleri birbirinden ayırmak, bilhassa bunların hayra ve fazilete
teşvik maksadıyle îcâd edilmiş olanlarını tanımak çok kolaydır. Üatâd Ahmı.U
Han Bahâdır, RasûluÜah (s.a.v.)'a ait olan merfûc hacimlerle ona nisbet edilen
sözleri birbirinden ayırmak için lâzım olan bu fıtrî istidadı mükemmel surette
tarif edip (.anılmıştır. Onun ingilizce olarak yayınlanan bu araştırması için
bk. İslâm Ansiklopedisi hadîs maddesi: AhmedKhân Bahâdur, Essay on Mohammedan
Tradition, in Huges, Dictionary of İslam. 64.2 a.
[994] Nitekim Sprcnger. "Doğu Almanya içtimaiyat
Dcrgisi'nde neşr edilen Araplarda hadîs, mevzuundaki yazısında, böyle
davranmaktadır. Gerçi Sprenger muhaddislerin - kendi bâtıl kanâatine göre -
yalnız helâl ve haram mevzuuna taalluk eden senedlerde şiddetli davrandıklarım
söyleyerek aşınhğir.! yumuşatmaya çalışmıştır. (Bk, Zeltsehrift. der Deutschen
Morgenlandischen Gesellschatt, x, p. 16. Uber das Traditİonsv--e sen be i
den'Aiabern.), îir.âm Ahmed b, Hanbel'in:
"Helâl ve karam mevzuundaki hadîslerde şiddetli, fezâil ve benzeri
nıevzûu-lardaki rivayetlerde ise müsamahakâr davranırdık", sözünü
incelerkenj bu göçüşün sakat olduğunu söylemiştik (Bk. bu eser, s, 177).
[995] Buhârî'nin 110
hadîsim tenkîd etmişlerdir. Müslim, bunla-dan
32 hadîsi Sahih'ine almıştır. 78 tanesi de yalnız Euhârî'nin Sahîh'ir.de
bulunmaktadır. Hadîsler hakkında ileri sürülen bütün illetler. - İbnu Hacer'in
söylediği bigi - cerh edici mâhiyette değildir.
[996] Bu sebeple birçok muhaddisler, 233. sahifede
gördüğümüz gibi, Müsned'i müdafaa
etmeye çalışmışlardır.
[997] Hayber halkından cizyenin kaldırıldığını iddia eden hadîs böyledir.
Bu sözde hadîs, birkaç bakımdan yalandır, Başhcalarmi şöyle sıralayabiliriz:
Burada Sa'd b. Mu'âz'm
şehâdetinden bahsedilmektedir; halbuki Safd, bundan önce Hendek gazvesinde
vefat etmiştir,
Mu'âviye b. Ebî
Süfyân'm kâtipliğinden söz edilmektedir; halbuki Mu'âviye Mekke fethinde
müsîüman olmuştur.
Üstelik cizye âyeti
Tebük yılından sonra nazil olmuştur.
Yine bu haberde Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in Hayberlilerden vergi ve ücretsiz çalışma mecburiyetini
kaldırdığı söylenmektedir. Halbuki asr-ı saadette böyle bir mesele bahis mevzuu
olmamıştır (Krş. el-Kâvukcî, el-Lu'Iu'lmarsû* fî mâla asle lehû ev bi aslihî
mevzu').
Bu mevzuda yazılan en güzel eser, Dr. Mustafa el-Sibâ'i'nin es-Sunne ve
mekânetuhâ fi't-teşrî'i'1-islâmî adlı tezidir. Bu tezi, Ezher Üniversitesine
doktora payesini elde etmek üzere takdim etmiştir. Muhterem arkadaşım tezini
basılmadan Önce bana göstermek lûtfunda bulunmuştur. Kitabımın birinci
baskısında Dr. es-Sibâ'i'nin tezini, ancak eserimin son fasikülleri basılmak
üzere iken okumak fırsatını bulduğumu ve üstadın tezini bastıracağını va'd
ettiğini söylemiştim. Şimdi bu tezin basılmış olduğunu görüp ondan bahsetmek
imkânını eide etmiş bulunmaktayım.
[998] Bk. Fettenî, Tezkiratu'l-mevzû'ât, s. 145.
[999] el-Lu'Iu'u'1-marsû,, s. 35.
[1000] Şerhu'd-Dîbâci'l-müzehheb, s.
53'de söylendiğine göre,
usûlcülerin Hz. Peygamber
(s.a.v.)*in sözü olarak naklettikleri :
Benden hadîsim olarak rivayet edilen sözü, Allah Taâlâ'nm Kitabı ile
karşılaştırın; eğer ona uyarsa kabul edin, uymazsa reddedin", haberi
uydurmadır. Hattâbs: "Bunu zındıkların uydurduğunu"
söylemektedir. Artık diğerlerini buna
kıyâs
[1001] Müsteşrik Goldziher böyle olduğum; itiraf etmiş; fakat
bu hassasiyetin hem metinde, hem de senedde gösterildiğini söylemekten
kaçınmıştır (Bk. Etudes sur la Tradition Islamique, p. 6).
[1002] Goldziher'in Ebû Hureyre ye dil uzatması bu
kabildendir (Bk. Zâhiriten, 73-79).
Allah rahmet eylesin Ahmed Emin de Goldziher'in te'sîrînde kalarak hiç
de makbul olmayan birtakım münâkaşalara dalmıştır. Edw. E. Salisburg,
"Contrİ-bution from original sources to Our Knovvledge of the Science of
Müslim Tradition" in the Journal of the American oriental Society, VU,
(1862) 60-142.
[1003] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 237-248.
[1004] Krş. Kavâ'iduVt^hiUs, s, 263.
[1005] ei-Haşr sûresi, âyet 7; krş. İbnu Abdiîberr, Câmİ'u
beyâni'l-'îlm, c. II, s. 188.
[1006] Tâvüs b. Keysân el-Havlânî el-Hemedânî, tâbi'în
büyüklerinden ve fikıhcı hadis râvilerinin en meşhurlarındandır. Hac esnasında
Müzdelife'de H. 106, târihinde vefat etmiştir (Bk. Tehzîbu't-teh2İb, c. V, s.
82).
[1007] el-Ahzâb sûresi, âyet 36.
[1008] el-Muvâfakat, c. IV, s. 25.
[1009] en-Nisâ sûresi, âyet 65.
[1010] Bu rivâyer hakkında mufassal bilgi edinmek ve
senedlerin tahrîci ile beraber hangisinin tercih edildiğini de görmek için bk,
îbnu Kesir tefsiri, c. I, s, 520. Bu âyetin tefsîrindeki maksat -bütün
müfessirlere göre- şudur: Hz. Zübeyr'in kendinden önce içmesine itiraz eden
Medîneli zâtın, nefsine ağır gelmeksizin Hz. Peygamber (s.a,v.)Jin hükmünü
kabul etmesi gerekirdi.
[1011] en-Nahl sûresi, âyet 44.
[1012] Krş. Cârni'u beyânı'l-'ilm, c. II, s. 191;
el-Muvafakat, c. IV, s. 26.
[1013] el-Bakara sûresi, âyet 275.
[1014] Bu hadîs Müslim'in Sahîh'inde, Ahmed b. Hanbei'in
Müsned'inde ve Ebû Davud'un Sünen'inde
bulunmakta olup meşhurdur.
[1015] Krş. Sunenu Ebi Dâvûd, s. 308, hadîs nr. 2083 (J^JI J vl;); hadîs |Hz, 'Aişe (r.a.)
rivayet etmiştir.
[1016] el-Mâ'ide sûresi, âyet 96.
[1017] Bk. Bakara sûresi, âyet 173; Mâi'de sûresi, âyet 3;
En'âm sûresi, âyet. 145
[1018] Krş. Ebû Dâvûd, Sünen, c. I, s. 54.
[1019] Krş. Muhamrned b.
îsmâîl es-San'ânî, Sübülirs-selâm,
c. IV, s. 76 (Bu eser, îbnu
Hacer'in Bülûğu'l-merâm'mm şerhidir).
[1020] Câmi'u beyâni'i-'ilm. c. Tl- s. toi.
[1021] Mutarnf b. Abdillâh b. cş-Şıhhir, tâbi'in
büyüklerinden bir zahittir. Rivayet ettiği hadîslerde sikadır; Basra'da 87
târihinde vefat etmiştir (Bk. Vefayâîu'l a'yân, c. II, s. 97).
[1022] el-Muvâfakat, c. IV, s, 26.
[1023] Aynı eser, c. IV,
s. 14.
[1024] Krş. Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. II, s. 180.
[1025] en-Nahl sûresi, âyet 89.
[1026] el-Mâi'de sûresi, âyet, 3,
[1027] el-En'âm sûresi, âyet, 38,
[1028] en-Nûr sûresi, âyet 63.
[1029] en-Nisâ sûiesi, âyet 59.
[1030] er-Risâle, s. gi.
[1031] en-Nisâ' sûresi, âyet 29.
[1032] el-Bakara sûresi, âyet 275.
[1033] Bunu, Taberî'nin Tefsîr'indeki (c. I. s. 25) şu ifâde
ile krş. "Kur'ân-i Kerîm'de, Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'in herhangi bir
açıklaması olmadan te'vîli anîaşıla-mayacak âyet-İ kerîmeler vardır. Hz.
Peygamber, onları çeşitli emirleri, nehiyleri, mendup ve irşâdları... ile îzâh
etmiştir".
[1034] el-Muvâfakat, c. IV, s. 16-17.
[1035] en-Nisâ' sûresi, âyet 80.
[1036] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 251-259.
[1037] Bu hadîsi Ebû Dâvûd, Dârimî ve İbnu Mâce, Mıkdâm b.
Ma'dîkerb tarîkinden rivayet etmektedirler. Şâtibî bu hadîsi, sünnette,
Kitâp'ta bulunmayan hususların mevcudiyetine öeîîi olarak kabul etmiştir.
[1038] Krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 33.
[1039] Kasimî, Kavâ'idu't-tahdîs, s. (32'de zikrettiği bu
mânâdaki bir rivayette bu görüşü Hassan b. 'Atiyye'ye nisbet etmiştir.
[1040] Külliyyatu EbiM-Bekâ', s. 288
(el-Matba'atu'I-Emîriyye, 128:, ikinci baskı): krş, İbnu Hazra, îhkâm, c. I, s.
g6.
[1041] Bu kitabımızın birinci bölümür;ün ikinci faslında
incelediğimiz, vahiy vâkı'ası, kısmını bir daha dikkatle okuyunuz; üçüncü
baskı, Dâru'l-'ilm li'1-melâyîn,
[1042] Mebâhis fî 'ulûmi'l-Kur'ân adlı eserimizin s, 32 ve
devâmiirı bk,
[1043] Âli 'Imrân sûresi, âyet 164.
[1044] er-Risârîc, s. 78.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 260-262.
[1045] Câmi'u beyâni'l-'ilm, c. I, s. 3g.
[1046] îmâm es-Sindî el-Hanefî'nin söz [erindendir. Bunu
'Alemuddîn el-Fullânî 'IkâzuM-himem, s.
90'da nakletmektedir (Riyâzu'J-Hind matbaası, 1298),
[1047] Krş
Velivvullah ed-Dehlevî, Huccetullâh'il-bâliğa, s. 113, Mısır, 1341.
[1048] Hadîs, Sahîhayn'de bulunmaktadır; birinde Câbir b.
AbdilIâK, ötekinde ise Sehl b. Huneyf tarîkinden gelmektedir; krş. Sunenu Ebî
Dâvtijd, c III, s. 277, hadîs nr.
3174
[1049] Krş, HuccetuHâhi l-bâliğa, s. 114.
[1050] Şeykânî, Neylu'I-evtâr'da böyle îzâh «mistir.
[1051] Bk. HuccetuUâhi'l-bâlİğa, s. 113.
[1052] Krş. Kavâ'idu't-tahdîs, s. 314.
[1053] Biraz tasarruf edilerek Huccetullâhi*I-bâliğa, s.
114*den alınmıştır.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 262-265.
[1054] Bu söz İbnu Abdüberr'in sözüdür (Gâmi'u beyâni'U'ilm,
c, II, s. 148).
[1055] eş-Şa'rânî, el-Mîzân, s, 71,
[1056] Usûlü's-Serahsî, c. I, s. 364.
[1057] eş-Şa'rânî, el-Mîzân, s. 65.
[1058] Bk. er-Risâle, s. 401.
[1059] Âmİdî, el-Ihiâm, c. I, s. 108.
[1060] ibnu Kayyim, I'lâmu'l-muvakki'în, c. I, s. 32,
Matbaatu*n-Nîl,
[1061] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 265-267.
[1062] Âmidî. el-lhkâm, c. I, s. 94.
[1063] Bk. bu eser, s. 124; krş. Şerhu'n-nuhbe. s, 6.
[1064] Âmidîj el-îhkâm, c. I, s. 97; İbmı Kayyım,
İğâsetu'İ-lehiân fi talâki'l-ğadbân, ] s.
160.
[1065] Buna benzer bir ifâdeyi tbnu's-Sem'ânîj el-îstılâm
adlı eserinde zikretmiştir; bunu da Kâsinıî, Kavâ'idu't-tahdîs, s. 77'de
nakletmektedir.
[1066] Sûre-i îsrâ*daki şu âyet-i kerîmeden alınmıştır:
Güneşin zevalinden gece karanlığına kadar gereği üzerine namaz kıl; Bir de sabah
namazını kıl; çünkü sabah namazında gece ve gündüz melekleri | hazır bulumu" (âyet 78).
[1067] îbnu Haznij el-İhkâm fî usûli'fahkâm, c. II, s. 80.
[1068] Nevevî, Şerhu mukaddimeti Müslim, c. I, s. 63.
[1069] Nenevi, et-Takrîb, s. 4i*de sahîh olsa bile haber-i
vâlıidin katiyeî ifâde etmemesini "sika râvînin hata edip yarulabileceği"
ihtimâline bağlamakta ve bu görüşü âlimlerin birçoğuna ve mütehassıslara mâl
etmektedir.
[1070] Ebû Süleyman, imâm Malik'den hadîs rivayet etmiştir.
[1071] Âmidî, ei-îhkâm, c. I, s. 108.
[1072] ibnu Hazm, cl-Ihkâm'fî usûli'I-ahkâm c. I. s. 119-1373
[1073] el-Kifâye fî Hlmi'r-rivâye, s. 18-20.
[1074] Aynı eser, s, 25-26.
[1075] Aynı eser, s. 26.
[1076] Aynı eser, s. 432.
[1077] Krş, Sıddîk Hasan Hân, Husulu'1-me'mûl min 'ilmi'1-usûl,
s. 59, Matbaatû'i-Cevâ^ib. 1296, istanbul
[1078] Bk. bu eser, sened ve metin bakımından hadîs faslı, s.
237-247.
[1079] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 268-270.
[1080] İbnu Hacer'in Şerhu'n-nuhbe, s. 7'deki ifâdesi
şöyleaİr: "Karinelerle takviye :dilen-haber, ilim ifâde eder; fakat bu
görüşün aksini müdafa'a edenlerde mev-:uttur".
[1081] Şerhu'n-nuhbe, s. 7.
[1082] Hasen li zâtihî hadîsi bilhassa zikrettik; zîrâ bunun
hasenliği asiîdir, kendin-lendir. Bâzı şevâhid ve mütâbeât ibe takviye edilen
hasen li ğayrîhî hadîs gibi hasendış tesirlerden doğmamaktadir. Hasen hadîs
hakkında yazdıklarımız için bk. 129 vd.
[1083] Krş, Kavâ*idu*t-tahdîs, s. 87. (Hasen hadisin ahkâmda
hüccet olduğu) bahsi.
[1084] Zayıf hadîslerin rivayeti ve onlarla amel etme
meselesi'5 adlı bahsi tekrar dikkatle oku, s. 177.
[1085] Bu meseleyij "rivayetin şartları ve muhaddislerin
ölçüleri" faslında îzah ettik, s.
100-110.
[1086] Nevevî,Şerhu Sahîh-i Müslim, s. 6c.
[1087] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 271-272.
[1088] Suyuiî, el-Eşbâh ve'n-nazâtr fi'n-nahv, c. I, s.
5*de bu sözü. Bedreddin ez-jZerkeşî'ye
nisbet eımektcdir,
[1089] Mebâhis fî 'ulûtm'I-Kur'ân adlı kitabımızın "tefsîr"
faslını okuyunuz, s. 289; bu fasıldaki
tefsîr bi'1-me'sûr kısmım dikkatle gözden geçiriniz,
[1090] Onun pişip yanması mümkün değildir; zîrâ o, ilâhî
kelâmla olan münâsebeti dolayısıyle - sayısız tevîl şekillerine imkân ve
ihtimâl verecektir. Zâten müfessirler, her zaman ve her yerde, ilâhî Kelâm'da kastedilen mânânın derûnuna ve
hakikatine vâkıf olamadıklarını açıkça söylerler.
[1091] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 273-274.
[1092] ez-Zerkeşî, el-Burhân fi ''ulûmi'l-Kur'ân, c. I, s. 378.
[1093] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 274-276.
[1094] Ibnu Sa[d, et-Tabakâtu'1-iubrâ, c. VJI/fl, s. a.
[1095] Dr. Mustafa es-Sibâ'î, es-Sunne ve mekânetuhâ
fi't-teşri'i'i-islâml. s. 89.
[1096] Ibnu Hacer, Lisânu'l-Mîzân, c. I, s. 7. Bu haber, îbnu
Sîrîn'e. aittir. Bu sözün baş taraflarında şöyle demektedir: ''Fitne kopmadan
önce isnâd aramıyorlardı. Fitne koptuktan sonra ise, ehl-i sünnetin
hadîslerini kabul ettiler...
[1097] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 276-277.
[1098] Şerhu Nehci'l-belâğa, c. II, s. 134.
[1099] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 277-278.
[1100] VIII, asır âlimlerinden er-Ru'aynî el-Endülüsî'dir.
Meslektaşı tbnu Câbir*in Şerhi'nde onun şöyle söylediği rivayet edilmektedir:
"Edebiyat ilimleri altı tanedir: Lügat, nahiv, sarf, meânî, beyân,
bedî'dir. Bunların ilk üçünde şâhid olarak yalnız Arap kelâmı zikredilebilir;
son Üç ilim ise tneânî ile alâkalı olduğu için onlarda şâhid olarak müteahhir
edebiyatçıların sözleri de getirilebilir'*, bk. el-Bağdâdî, Hızânetu'1-edeb, c.
I, s. üo, Kahire Matbaatu'a-selefiyye, 1348,,
[1101] Suyûtî, el-îktirâh, s. 31.
[1102] Üç mütehassıs âlim müstesna - Hizânetu'1-edeb, c. I,
s. 20*deki görüşüyle Bağdadî de bunlara katılmaktadır- diğer âlimler lügat ve
edebiyat ilimlerinde İslâm şâirleri tabakasının şiirleriyle ihticâc
edilmeyeceği kana'atindedirler.
[1103] îbnu Hacer, el-îsâbe, c. V, s. 216.
[1104] Âlim dostumuz Dr. Nâsiruddîn el-Esed, bu rivayet
hakkında kanâatini şu sözlerle ifâde etmiştir: "Rivayet, yazı gelişip
yaygın bir hâl alana kadar, her devirde ve her millette tabiî bir nakil yolu idi.
Hadîs rivayetine'gelince, bu, Arapların İslâm'dan sonra kullandıkları tamamen
farklı bir usûldür", Masâdıru'ş-şİ'ri'I-câhiIî,
[1105] Bilhassa bk. bu kitap s. i ıo-ı 11
[1106] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 278-280.
[1107] Bk. Ebu't-Tîb el-Lûgavî, Merâtibu'n-nahviyyîn, v. 74,
Masâdıru'ş-şî'ri']-câhilî, s. 260'dan naklen,
[1108] Krş. et-Tabakâtu'1-kubrâ, c. VII, k. 2-38;
Nüzhetu'I-elibbâ, s. 89-90.
[1109] Lâfzen hadîs rivayeti hakkında s. 63 ve devamında
söylediklerimize bk.
[1110] et-Tabakâtu'I-kubrâ, c. IV, k. 2-26.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 281-282.
[1111] Müdelles hadîs bahsine bakarak tesviye tedlîsi kısmını
bilhassa okuyunuz,
[1112] Sa'îd el-Efgânî, Usûlü'n-nahv, s. 41.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
282-283.
[1113] Sûyüti, el-lktirâh, s. 19; kr s. 405-40
[1114] Ebû Hayyân buna misâl olarak:
O hanımı, ezberindeki Kur'ân-ı Kerîm karşılığında sana nikahladım",
hadîsini zikretmiştir. Bir başka rivayette hadîs şu sözlerle rivayet
edilmektedir: üçüncü bir rivayette: dördüncü
bir rivayette de; lâfızlanyle rivayet edilmiştir.
[1115] Krş. el-îktirâh, s. 21.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 283-284.
[1116] el-îktirâh, s. 24.
[1117] el-Kifâye, s. 178; krş. bu eser, s. 63-64.
[1118] Meselâ: Sa'd b. Ebî Vakkâs'm rivayet ettiği hadîste
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in: buyurduğu
rivayet edilmektedir. Râvî, mi,
yoksa mi buyurduğunda şüphe ettiği için ikisini de göstermiştir (Bk.
Delîlu'l-fâlihîn, c. I, s. 46) Ebû Mâlik el-Hâris b. 'Âsim el-Eş'ârî'nin
rivayet ettiği hadîs de böyledir.
Hadîs: sözleriyle başlamakta, bilâhare sözleriyle devam etmektedir.
Râvî şüphelenerek kelimeninMc " şeklinde müfred olarak mı, yoksa şeklinde
tesniye olarak mı vârid olduğunu tesbît edememiş, bu sebeple ihtiyaten her
ikisini de zikretmiştir (Bk. Delilu'I-fâlihîn, c. I. s. 130).
[1119] Beyhâkî, Medhal'inde îmâm Mâlik'in böyle söylediğini
rivayet etmektedir, bk. el-Bâ'isu*l-hasîs. s. 158.
[1120] Bk. s. 66.
[1121] Krş. îbnu Kesîr, îhüsâru 'ulûmi'I-hadîs, s. 162.
[1122] el-Kifâye, s. 186. Bu fikir, Muhammet! b. Sîrîn'den
rivayet edilmektedir.
[1123] Hatîbu'l-Eağdâdî', el-Câmi" li ahlâkı'r-râvî ye
âdâbi's-sâmi', c. VI, v. 103 a.
[1124] Bk. el-Belevî, Elifba, c. I, s. 44.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 284-286.
[1125] Usûiü'n-nahv, 3. 4
[1126] Usûlü'n-nahv, s. 45.
[1127] Sa'îd eI-Efgâm*nin, Usûlü'n-nahv, s. 45'deki bu ifâdesi,
ilk râvîlerin içinde bulunduğu şartları pek mükemmel bir şekilde
belirtmektedir.
[1128] el-Iktirâh, s. sı.
[1129] Mecelletu mecme'u'l-lûgati'l-arabiyye, c. III, s.
igg'da yayınlanan Mu-ined
el-Hıdr Husevn'in *'hadîsle istişhâd" adlı makalesi.
[1130] Metinden düşen istisna edatı, tercümede dikkate
alınmıştır. (Mütercim).
[1131] Usûlü'n-nahv, s. 49.
[1132] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 286-288.
[1133] er-RİsâJf;tu'l-mustatrafe, s. 104.
[1134] Muhtasara 'uîûmi'l-hadîs, s, 302.
[1135] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 291.
[1136] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 291-292.
[1137] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 292-293.
[1138] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 293-294.
[1139] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 295-296.
[1140] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 296.
[1141] îbnu Sa'd'in terceme-i hâli için bk. Târîhu Bağdâd, c.
V, s. 521; el-Vefeyât, c. I, s. 507; Tehzîbu't-Tehzîb, c. IX, s. 182; el-Cerh ve't-ta'dil,
nr. 1433; Tabakâ-tu'1-kurrâ, c. I, s. 142.
îbnu Sa'd'm terceme-i hâlini hulâsa ederken, arkadaşım Dr. İhsan
Abbas'ın Beyrut, Dâru Sâdır'da basılan Tabakâtu'l-kubrâ'ya yazdığı takdim
yazısından faydalandık.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 297-299.
[1142] Krş. el-Muhtasar fî ilmi ricâli'1-eser, s. 18.
[1143] İbnu Kesîr, Muhtasaru 'ulûmi'l-hadîs, s. 302.
[1144] Bu hadîs, 'Imrân b. Husayn tarîkıyle Buharî ve
Müslim'in Sahihlerinde rivayet
edilmiştir.
[1145] Şu hâle göre âlimler, bîr asrın yüz sene olduğunda
ittifak etmemişlerdir; hattâ
bâzıları bir asrı kırk sene olarak kabul eder
(bk. Muhtasaru 'ulûmi'I-hadîs, s. 302.)
[1146] el-Muhtasar, s. 19.
[1147] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 300-301.
[1148] İbnu Hacer bu on iki tabakaya altı imârrun bir müddet
sonra vefat eden diğer şeyhlerini de
katmıştır, Nese'i'nin bâzı şeyhleri gibi.
[1149] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 301.
[1150] Krş, el-Kifâye, s. 51; bk. el-îsâbe, c. I, s. 4-5
[1151] Krş. îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 231
[1152] Tevbe sûresi, âyet, 40.
[1153] el-îsâbe, c. I, s. 6.
[1154] el-Mulıtasar, s, 27.
[1155] Â3-i 'İmrân sûresi, âyet 110.
[1156] Bakara sûresi, âyet 143.
[1157] el-Muhtasar, s. 29.
[1158] Krş. Ibnu's-Salâh, «Ulûmu'I-hadîs, a. 226.
[1159] Ihtisâru 'ulûmi'l-hadîs, 9. 224.
[1160] Îbnu'l-Cevzî, telkîhu fühûmi'1-cser, Hindistan, s.
184.
[1161] Kts. Tedrîbu'r-râvî, s. 207.
[1162] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 302-306.
[1163] Kxş, îhtisâru (ulûmi*l-hadîs, s. 23a.
[1164] et-Tevbe, âyet 100.
[1165] îhtisâru 'ulûmi'l-hadîs, s. 230.
[1166] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 306.
[1167] el-Muhtasar, s. 44-45.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 306-307.
[1168] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 308.
[1169] Baki b. Mahled'in Müsned'i, hadîs kaynaklaiının en
mühimlerindendir. Baki', 1300 küsur sahâbîden hadîs rivayet etmiştir. Her
sahâbînin hadîslerini de fıkıh, bâblarına göre sıralamıştır. Eser, bu haliyle
musannaf bir müsncddir. Daha önce bu tarzda tertip edilen bir eser mevcut değildir
(krş. Nefhu't-tîb, c. I, s. 581}.
[1170] Ebû Hureyre nin terceme-i hâli için bk. el-îsâbe, nr.
1179 (bâbu'I-künâ); Tchzîbu'1-esmâ ve*İ-lûgât, c. II, s. 270; Hılyetu'l-evliyâ,
c. II, s. 376.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 308-310.
[1171] Abdullah b. Mcs<ûd'a gelince, onun devamlı ibâdetle
meşgul elması ve eriten ölümü, fctvâ vermekle meşhur Abdullah'lar ile
zikredilmesine engel teşki' etmiştir (krş. el-Bâ'isu*l-hasîs, s. 229).
[1172] Îbnu Ömer'in hâl tercemesi için bk. el-îsâbe, nr.
4825; Tehzîbu'l-Esmâj c. I, s. 278; Tabakâtu îbni Sa'd, c. IV, s. 105.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 310-311.
[1173] Enes'in terceme-İ hâli için bk. Tabakâtu îbni Sa'd, c.
VII, s. io; Tehzîbu îbnu 'Asâkir, c. III, Si 139.
[1174] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 311-312.
[1175] Hz. 'Âişe'nin
terceme-i hâli için bk. el-tsâbe, kitâbu'n-nisâ*, nr. 70 \; Ta-bakâtu tbnu
Sa'd, c. VIII, s. 39; Târîhu't-Taberi, c. III, s. 67; Hılyetu'l-evliyâ', c. II,
s. 43; ayrıca Sa'İdu'l-Efgânî'nİn yazdığı '* ğerü kitabı da okuyunuz.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 312-314.
[1176] Terceme-i hâli için bk. el-Isâbe, nr. 477a; Hüyetu'l-evliyâ, c. I, s, 314;
Nektu'I-himyân, s. 180.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 314-317.
[1177] Terceme-i hâli, el-îsâbe, c. I, s. 213; Tehzîbu'I-esmâ',
c. I, s. 142'dedir.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 317.
[1178] Ebû Sa'îdi'UHudrî'nin terceme-i hâli için bk. Tehzîbu't-tehzîb, c. III, s. 4.79;
Hılyetu'l-evliyâ, c. I, s. 369; SıfatuVsafve, c. I, s. 299.
Dr. Subhi es-Sâlih,
Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
317-318.
[1179] Terceme-i hâli için bk. el-İsâbe, nr. 4945;
Tabakâtu'l-kurrâ, c. I, s. 458;
u'I-Evlivâ. c. I. s. ıqa
Hılyetu'I-Evliyâ, c. I,
s.
[1180] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 319.
[1181] Abdullah b. Amr'ın tercemc-i hâli için bfc. el-îsâbe,
nr. 4838; îbnu Sa'd, Tabakât, c. IV, k.
2, s. 8-m; Hılyetu'l-evliyâ, c. I, s. 283.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 319-320.
[1182] Ebû Zer'in terceme-i hâli için bk. el-lsâbe, c. VII,
s. 60; Îbnu Sa'd, Tabakât c. IV, s, 161-175; Hılyetu'l-evliyâj c. I, s. 156.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 320-321.
[1183] Sa'd b. Ebî Vakkâs'in tereeme-i hâli îçin bk. et-Tehzîb, c. III, s. 483; el-Hilye, c. I,
s. 92; SıfetuVsafve, c. I, s. 138; Abdulhamîd es-Sehhâr'ın Sa'd b. Ebî Vakkas
hakkındabir kitabı vardır.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 321-322.
[1184] Mu'âz b. Cebel'in terceme-i hâli için bk. el-lsâbe.
nr. 8039; Üsdu'1-ğâbe, c, IV, s. 376;
îbmı Sa'd; ct-Tabakâî, c. III, k, 2, s. 120.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 322.
[1185] Ebu'd-Derdâ'run terceme-i hâli için bk. el-îsâbe, nr.
6119; eI-lstfWiri kenarında, c. III, s. 15; Tabakâtu'I-kurrâ*, c. I, s, 606.
[1186] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 322-323.
[1187] Iraklılar, el-Museyyeb kelimesinin yasını meftûh ve
şeddeli okurlar ki, doğrusu da budur.
Kûfelıler ise meksûr (Musevyib) okurlar.
[1188] Sa'îd b. el-Museyyeb'in terceme-i hâli İçin bk. îbnu
Sa'd, et-Tabakât, c. V, s. 88; Hılyetu*l~evliyâ-, c. II, s. 161; el-Vefİyyât,
c'. I, s. 206.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 324-325.
[1189] Nâfi'in terceme-i hâli için bk. Tehzîbu'1-esmâ', c. X,
s. 412; el-Vefiyyât, s. 150.•
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 325.
[1190] Ibnu Sîrîn'in terceme-i hâli için bk.
Tehzîbu't-tehzîb, c. IX, s.- 214; el-Ve-fîyyât, c. I, s. 453; Târîhu Bağdâd, c.
V, s. 331.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 326.
[1191] Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 326-328.
[1192] ez-Zuhrînin terceme-i hâli için bk. Tehzîbu't-tehzîb,
c. IX, s. 445; cl-Hılye, c İÜ, g» 360; Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s. 10a.
[1193] Terceme4 hâli için bk. Îbnu Sa'd, et-Tabakât, c. VI,
s. 178; Tehzîbu't-tehzîb, c*JV, s. u; krş. et-Taberî, c. VIII, s. 93.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 328.
[1194] Ebû Hanîfe'nin terceme-i hâli için bk. Târihu
Bağdâd, c. XI, s, 323-423; el-Vefiyyât, c. II, s. 163;
el-Cevâhiru'1-mudiyye, c. I, s. 26.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 328-329.
[1195] Mâlik b. Enes'in tercem<'-i hâli: ed-Dîbâcu'î-muzehheb, s.
17-30; Tchzî-bu't-tehzîb, c. X, s. 5; el-Vefîyyât, c. I, s. 439'da bulunmaktadır.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 330-331.
[1196] el-Mâceşûn diye de okunur.
[1197] eş-Şâfi'î'nin terceme-i hâli için bk.
Tabakâtu'ş-Ş^'ryy^ c. I, s. 185; Tez-kirâtu'l-huffâz, c. I, s. 329; Tehzîbu't-tehzîb,
c. I, s. 329; Târîhu Bağdâd, c. II, 3- 56-73
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 331-333.
[1198] SufyânuVSevri'nin terccme-İ hâli, îbnu Sa'd,
et-Tabakât, c, VI, s. 257; Tehzîbu't-tehzîb, c. IV, s. m-115; el-Vefiyyât, c.
I, s. aio'dadır.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 333-334.
[1199] Ihnu 'Uyeyne'nin terceme-i nâli için bk.
Tezkiratu'l-huffâz, c. I, s, 242; \ 'cl-Vefiyyât, c. I, s. 210;
Mîzânu'l-iHidâl, c. I, s. 397.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 334-335.
[1200] Terceme-İ hâli için bk. Târîhu Bağdâd, c. XIII, s. 3;
Tezkirâtu'l-huffâz c. I, s. 207; Tehzîbu't-Tehzîb, c. VIII, s. 459;
el-Vefiyyât, c. I, s, 438.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 335-336.
[1201] Ahmed b. Hanbel'in terceme-i hâli için bk. Târihu
Bağdâd, c. IV, s. 412; el-Vefiyyât, c. I, s. 17; el-HiIye, c, IX, s. 161.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 337-338.
[1202] Buhârî'nin terceme-i hâli için bk. Târîhu Bağdâd, c,
II, s, 4-36; Tezkirâtu'!-huffâ2, c. II,
s. 122; Tehzîbu't-tehzib, c. IX, 3.47; el-Vefiyyât, c. I, s. 455.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 338-340.
[1203] Müslim'in terceme-i hâli için bk. Tezkirâtu'I-huffâz,
c. II, s. 150; Tehzî-bu*I-esmâ', c, X,
s. 126; el-Vefiyyât, ç. II, s. 91
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs
Istılahları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 340-341.
[1204] Tirmizî'nin tcrcemc-i hâli için bk. Tehzîbu*l-esmâ', c
IX, s. 387;|Jezkîrâ-tu'1-huffâz, c. II, s. 187; Nektu'l-Jıimyân, 3. 264.
Dr. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadîs Istılahları, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 341-342.