1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı
3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı
4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark
5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı
1. Mütevâtirin Lügat ve Istılah Manâsı
2. Mütevâtir Haberin Şartları ve Tarifi
3. Mütevâtir Haberin Çeşitleri
1. Ahâdın Lügat ve Istılah Manâsı
c) Garîb Haberler ve Çeşitleri
SIHHAT YÖNÜNDEN
HABER ÇEŞİTLERİ
Haberlerin Makbul ve Merdûd Olma Sebepleri
1. Sahîh Hadîsler ve Çeşitleri
2. Hasen Hadîsler ve Çeşitleri
7. Muhkem ve Muhtelif Hadîsler
2. Haberin Merdûd Olma Sebepleri
3. İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri
4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri
5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
6. Râvinin Zabtına
Taalluk Eden Ta'n Sebepleri
7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri
1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar
3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları
5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu
6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu
9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri
f) İsnadında Râvi Ziyâde Edilmiş Hadîsler
g) Metninde Ziyade Edilmiş Hadîsler
1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı
2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki
4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri
HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
5) Sahabîlerin, Rivayet Ettikleri Hadîs Sayısına Göre İki
Gruba Ayrılmaları
3. Râvinin Akıl ve Bâhğ Olması
D.HADÎS RÂVİLERÎNÎN CERH VE TA'DÎLİ
1. Cerh ve Ta'dîl Ne Demektir?
3. Cerh ve Ta'dîlin Bir Kavide Birleşmesi
4.Cerh Sebeplerinin Açıklanması
Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller
6. Cerh ve Ta'dîlde Kullanılan Bazı Tabirler
E. HADÎS RÂVÎLERÎNİN ÂDÂB VE ERKÂNI
1. Hadîs Hâvilerinin Riâyet Etmeleri Gereken Hususlar
2. Hadîs Rivayetinin Başlangıç Tarihi
G. RÂVÎLERİN ÎSÎM, KÜNYE VE LAKABLARI
1. Künyesiyle Şöhret Kazanan Râviler
2. İsimleriyle Şöhret Kazanan Râviler
2. Hadîs Rivayetinde Bazı Müteferri Hükümler
4. Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti
7. Rivâyetu'l-Ekâbir
Ani'l-Esâğır
8. Rivâyetu'l-Âbâp
Ani'1-Ebnâ'
9.
Rivâyetu'1-Ebnâ1 Ani'1-Âbâ1
1. Hadîs Toplamak İçin Yapılan Seyahatler
2. Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs)
HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI
1. Hadîsin İslâm Dinindeki Yeri
3. Arap Yazısı, İlk Müslümanlar Arasında Yazı Bilgisi
4. Sahabîlerin Hadîs Yazmaktan Mene dilmeleri
B.HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ
e) Belirli Bir Konuya Tahsis Edilmiş Kitaplar
f) Mâlik İbn Enes ve Muvattâ' Adlı Eseri
5.Üçüncü Asirda Tasnif Faaliyetleri ve Hadîs Eserleri
1. El-Buhârî ve el-Câmi'u's-Sahîh'i
2. Müslim ve el-Câmi'u's-Sahîh'i
g) Belirli Konulara Tahsis Edilmiş Kitaplar
ı) Hadîs İlminin Çeşitli Konularına Tahsîs Edilmiş
Kitaplar
Birinci hicrî asrın
ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci asırdan
itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide kadar
varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini parçalayacak
derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm Halîfesi Osman İbn
Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric fırkaları, birbirleriyle
şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî Tâlib'i tekfir ederken,
şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti Peygamberin vasîsi ve vârisi
olduğunu, hattâ bazıları da nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia etmişlerdir
[1]Bu
mücadeleler, iki fırka arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında
cehmiyye ve mu-şebbihe, cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler
zuhur etmiş, bunlar, kadîm Yunan felsefesinden aldıkları bir takım görüşlere
İslâmî bir renk vererek onları müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.
Felsefî görüşlerin
İslâm akaidi ile uyuşması, veya asıllarının Kurbân ve Sunnet'te bulunması
elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların müslümanlar
arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhebler,
asılları Kur'ân ve Sunnet'te bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge
sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için
başlıca iki yol bulmuşlardı: Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe,
çok uzaktan dahî olsa, benzer bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu
ile görüşlerine uygun manâlar vermeye çalışmışlar, sonra da bunları delil
olarak kullanmışlardır; yahutta görüşlerine aykırı olarak gelen hadîsleri,
tevîl zahmetine katlanmaksızın uydurma olduklarını ileri sürerek reddetmişler
ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadîsler
vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti Osman'ın şehîd
edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle yayılmış
bulunuyordu.
Kur'ân âyetlerinin
aslına aykırı olarak manâlandırılması, Hazreti Peygamberin hadîslerinin de
reddedilmesi ve yerine uydurma hadîslerin konulması, Kitap ve Sunnet'e dayanan
İslâm akaidi için son derece büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bu tehlikeye
karşı elbette kayıtsız kalınamazdı. Nitekim îmam el-Gazâlfnin de dediği gibi,
"Allah, kullarına Rasûlünün dilinde dîn ve dünyalarının selâmeti
bakımından hak olan bir akîde vermişken, şeytan, mübtedi'anm kalbine, Sımnet'e
muhalif şeyler üka etmiştir. Onlar şeytanın bu telkinleriyle hak olan akideyi
teşviş etmek üzere iken, Allah mutekellimûn taifesini halkedip, dâvalarını
Sunnet'in zaferi için ehl-i bid'atm telbîsatım çıkarıp atacak müretteb bir
kelâm ile harekete geçirmiştir.[2]
Allah, İslâm akaidini
mübtedi'anm teşvişinden korumak için kelâm ehlini harekete geçirdiği gibi,
Peygamberinin Sünnetini korumak için de mu-haddisûn taifesini harekete geçirmiş
ve ilk defa, cerh ve ta'dü imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha
fazla durmak lüzumunu hissetmişlerdir. Bu imamlar arasında Şu'be (Ö. 160 H.),
Mâlik İbn Enes (Ö. 179 H.), Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 198 H.), Sufyân İbn
Uyeyne (Ö. 198 H.), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 198 H.) ve bunların
talebeleri Yahya İbn Ma'în (Ö. 233 H.), Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234 H.), Ahmed
İbn Hanbel (Ö. 241 H.) ve daha sonra el-Buhârî (Ö. 256 H.); Müslim (Ö. 261 H.),
Ebû Zur'a (Ö. 264 H.) ve Ebû Hatim (Ö. 277 H.) gibi birçok hadîsçi, râviler
hakkında geniş araştırmalara girişerek cerh ve ta'dîl ilmini geliştirmekle
büyük şöhret kazanmışlardır
Bu imamların her biri,
Hicaz, Şâm, Mısır, Irak, Yemen ve Horasan gibi muhtelif beldelere mensûb
oldukları için, her birinin hadîs cem'inde, bu hadîslerin tertip ve tanziminde,
isnad ve râviler hakkında kendilerine hâs görüşleri bulunuyordu. Hafıza ve zabt
yönünden derecelere ayırarak tasnif ettikleri râvilerin rivayetleri olan
hadîsler de, kendilerine hâs tâbirlerle isimlendirilmişti. Hadîsçilerin, sahîh
hadîsi, zayıf ve uydurma olanlarından ayırmak için başlattıkları bu yoğun
faaliyet, İslâmî ilimlerin inşasında atılan ilk ve en önemli adım olmuş, bunun
neticesinde, bir taraftan Hadîs İlmi zuhur ederken, bunu diğer îslâmî ilimler
takip etmiştir. Hadîsçiler, hadîs ilmini, rivayet ve dirayet yönünden iki kısma
ayırmışlardır. Rivayet yönünden hadîs ilminin konusu, Hazreti Peygambere isnad
edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve rivayetidir. Dirayet
yönünden hadîs ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını, çeşitlerini,
hükümlerini, râvilerin hal ve şartlarını ve merviyyatm sınıflarım inceleme
konusu yapmıştır. Bu taksimden de anlaşılmaktadır ki, birincisi, Hazreti
Peygamberin hadîslerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde, ikincisi,
zabt ve rivayet edilen hadîslerin sıhhatini inceleyen, sahîh olanlarla zayıf
olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. O halde, bu ikincisi
olmaksızın, yâni hadîslerin tenkid ve tahlillerini yapıp sahîh olanlarını zayıf
olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinden hiçbir fayda sağlanamaz.
Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadîs ilmi, bu ilmin temelini teşkil eder ve
hadîs ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete dayanan ilim anlaşılır.
Nitekim hadîsçiler arasında maruf olan Ilmıı Dirayeti'l-Hadîs, Umu
Mus-talahı'l-BacLîs, Umu Usûli'l-Hadîs veya kısaca Ilmu'l-Hadîs tabirleri aynı
manâda kullanılmış ve hepsi ile bu ilim kasdedilmiştir.
O halde, takdim
ettiğimiz bu eser, ayrı ayrı hadîs ıstılahlarının da incelendiği Umu
Mustalahı'l-Hadîs veya Umu Usûli'l-Hadîs'e âit bir çalışma mahsûlüdür; kısaca
ifade etmek gerekirse, bir Hadîs Usûlü kitabıdır.
Hadîs rivayetiyle bu
rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatm
sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu
ilim ilk defa IV. asırda tedvin edilmiştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi
vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû
Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına
el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını vermiştir. Ancak bu kitap,
hadîs usûlü ile ilgili bütün konuları içine almamıştı. Er-Râmahurmuzî'den sonra
gelen ikinci musannif, el-Hâkim Ebû Abdillah en-Neysâbürî (Ö. 405 H.)'dir ve
Ma'rifet ulûmi'l-hadîs
[3] adlı
kitabını telîf etmiştir. Fakat bu kitap da müretteb ve mühezzeb değildi. Bundan
sonra gelen Ebû Nu'aym Ahmed îbn Abdillah el-Isfahânî (Ö. 430 H.), el-Hâkim'in
yukarıda zikredilen kitabına bir mustahrac yapmış, fakat birçok meseleleri
kendinden sonrakilere bırakmıştır. Ebû Nu'aym'den sonra el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö.
463 H.) gelir. Bu meşhur müellif, rivayet kaideleri üzerine tasnif ettiği
kitabına el-Kifâye fi kavânînVr-rivâye
[4]adını
vermiş, bunu, rivayet âdabı ile ilgili bir başka tasnifi, el-Câmi'
li-âdâbi'ş-şeyh ve's-sâmi' adındaki ikinci kitabı ve hadîs ilminin çeşitli
bölümleriyle ilgili diğer kitapları takip etmiştir. El-Hatîb'ten sonra gelen
bütün muhaddislerin kaynağı, onun bu kitapları olmuştur. El-Hatîb'i takip eden
diğer muhaddisler, el-Kâzî lyâz İbn Mûsâ el-Yahsubî (Ö. 544 H.), el-îlmâ' fi
zabtı'r-rivâye ve's-semâ' (veya el-îlmâ' ft ma'rifet usûli'r-rivâye ve
takyidi's-semâ'); Ebû Hafs Ömer ibn Abdi'l-Mecîd el-Meyâncî (Ö. 580 H.), Mâ lâ
yesa'u'l-mukaddise cehluh adlı kitaplarıyle şöhret kazanmışlardır. Nihayet
bunlardan sonra gelen Ebû Amr Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî (Ö. 643 H.), Mu-kaddımet
Îbni's-Salâh adiyle meşhur olan Ulûmu'l-hadîs
[5] adlı
kitabını, el-Eşrefiyye Medresesinde hadîs tedrisiyle görevlendirildiği bir
sırada ta-ebelerıne imlâ ettiği derslerini bir araya getirmek suretiyle tasnif
etmiştir, îgıde^bilhassa el-Hatîb'in dağınık
kitaplarını toplamış ve başka
ilâveler de yapmıştır.
Ancak bu kitap, bir nevi ders notlarından ibaret olduğu için, tertîbi
istenilen mükemmeliyette olmamışsa da, diğerlerine nis-betle daha çok yayılmış
ve şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan, İbnu's-Salâh'tan sonra gelen ve bu konuda
kitap yazan müelliflerin çoğu, mesaîlerini Îbnu's-Salâh'm bu kitabının şerh ve
ihtisarına hasretmişlerdir.[6]
Bunlardan
ez-Zeynu'1-Irâkî (Ö. 806 H.), Nazmu'd-Durar ft ılmVl-eser adını verdiği bir
elfiyesinde, Îbnu's-Salâh'm mezkûr kitabını önce naz-metmiş, sonra da bu nazmım
Fethu'l-muğîs bi şerhi Elfiyeti'l-hadîs adiyle şerhetmiştir. Yine aynı
müellifin et-Takyîd ve'l-îzâh adındaki Mukaddime şerhi, büyük şöhret
kazanmıştır.
Mezkûr kitabın
ihtisarlarına gelince, bunlar arasında en meşhuru, İmam Şerefu'd-Dîn en-Nevevî
(Ö. 676 H.J'nin el-îrşâd ft ılmVl-isnâd adlı kitabı olup, bilâhara bunu
et-Takrîb ve't-teysîr li ma'rifetVs-SunenVl-Beşîr en-Nezîr adiyle tekrar
ihtisar etmiştir. Bu kitap üzerine ez-Zeynu'1-Irâkî'nin, es-Sehâvî'nin ve Hafız
es-Suyûtî'nin şerhleri vardır. Es-Suyûtî'nin Tedrîbu'r-râvî şerh
Takrîbi'n-Nevevî adlı kitabı, rivayet usûlünde telîf edilen kitapların en
mükemmelidir. Bu kitap, müteaddit defalar tabedilmiştir.
Hadîs usûlü ile ilgili
diğer meşhur bir kitap da, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852 H.)'nin
Nuhbetu'l-fiker fi mustalahı ehlVl-eser adlı kitabıdır. Yine müellifi
tarafından Nuzhetu'n-nazar fî tavzihi nuhbetVl-fiker adiyle şerh edilmiş ve
konu ile ilgilenenler için dâima müracaat edilen değerli bir kitap olmuştur. Bu
kitap üzerine Alî el-Kârî'nin Mustaîahâtu ehli'l-eser adiyle yaptığı bir şerh
de şöhret kazanmış ve her iki kitap da tabedilmiştir.
Tedvin devrinden
itibaren, hadîs usûlü ile ilgili olarak telîf edilmiş kitaplardan bazılarını
burada zikretmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bunlar, bu konuda telîf edilen pek çok
kitaptan birkaçıdır ve hepsini de bu önsözde zikretmek mümkün değildir.
Bununla beraber, zikretmiş olduğumuz bu kitaplar dahî, Hazreti Peygamberin
hadîslerini korumak için hadîsçilerin giriştikleri geniş ve semereli faaliyet
hakkında bilgi vermeye yeterlidir.
Aynı konuyla ilgili
olarak takdim ettiğimiz Hadîs Usûlü adlı bu kitabımıza gelince, daha önce
hazırlanmış ve müteaddit defalar basılmış olan aynı adlı kitabın, Hadîs
ıstılahları adı altında telîf edilip muhtelif baskıları yapılan kitabımızdan da
faydalanılarak daha geniş ve daha farklı bir tertîble hazırlanmış yeni bir
şeklidir.
Hadîs ıstılahları adlı
kitabımızın Önsöz'ünde yer verdiğimiz ibareleri, burada da aynen tekrarlayarak
sözümüze son vermek istiyoruz: Büyük hadîs imamı el-Buhârî, İslâm'ın Kur'ân-ı
Kerîm'den sonra en güvenilir kitabı olarak kabul edilen Sahîftmi tasnif ettiği
zaman, inneme'l-a'mâlu bi'n-niyât (ameller niyetlere göre değer kazanır)
hadîsini tasnif yönünden yeri olmamakla beraber, kitabının başında
zikretmiştir. Kendisi bu konuda herhangi bir açıklama yapmamış ise de, bunun
delâlet ettiği manâ çok ulvîdir ve kitabını tasnîf ederken sahip olduğu
niyetteki samimiyyetini gösterir. Biz de bu kitabı takdim ederken, aynı hadîse
işaretle niyetimizin hâlis olduğunu belirtmek isteriz. Bu itibarla, kitabımızın
konu ile ilgilenenler için faydalı olmasını, rastlanacak kusurların
bağışlanmasını dileriz. Tevfîk Allah'tandır.
Prof. Dr. Talât
KOÇYÎĞÎT
[7]
Sünnet, lugatta, iyi
olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister
kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına
gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı
söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e ibaresi, bu manâya uygun olarak
"suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve
devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş
gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı
kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat
manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet
gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine,
evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine
gelmesinden başka bir engel yoktur"'.[8]
Aynı lügat manâsı,
Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "
"Her kim
kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek
olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinirse, onun ve
onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur"
[9].
Lugatta, yukarıda
zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet kelimesi, İslâm'ın bidayetinden
itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını
muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve
sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin,
Allah'ın tebliğine memur ettiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle,
kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı,
ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu
zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu
yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür:
" Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden
kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.[10]
"Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".[11]
Aynı manâ, Hazreti
Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara
sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı,
diğeri Rasûlünün Sünneti .[12]
İslâm'ın başlangıcında
sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine
tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin
ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması
yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah
manâları kazanmıştır:
Fıkıh usûlü âlimleri,
sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb,
haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm
ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler
bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın,
umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu
takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise
sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takririnden ibarettir. Keza onun
ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için
çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet
hadîsin müradifidir.
Söz, fiil ve takrirden
ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı zamanda, ilâhî vahyin iki
kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu
Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve hevesinden konuşmadığını, her
ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan
buyurmuştur.[13] Bu manâyı teyîd eden
Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla
birlikte onun gibisi" denilmiştir.[14]
Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan
şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnetin
vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur.
Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya
nakli caiz değildir. Hazreti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl
tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde
korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve
"Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette
biziz."
[15]buyurmuştur. Lafzı ve
manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün
vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allahu
Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "(Ey
Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek
üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim
yine getiremezler."
[16]İşte
bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, namazda ve namaz dışında okunması ibadet
hükmünde olan bir kitaptır.
Vahye müstenid
olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden ibaret olan sünnete
gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş
olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz
değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet
edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
Şu var ki, İslâm
uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda
bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm verdiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi
[17]adlı
kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki
kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi
içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva
talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine,
hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet
indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli
(vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ ediyordu. Eğer teşrii gerektiren
bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek
bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda
bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı netice ile hüküm veriyordu; yahut sual
veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm
veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun
oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm
âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini
tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle
vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça
anlaşılır:
"(Ey Muhammedi)
Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde
savaş yapmak büyük suçtur...
[18]
"Sana içkiyi ve
kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh,
hem de faydalar vardır; fakat günâhları faydalarından daha
büyüktür..."
[19]Bunun
gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı
koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân
ahkâmı vazolunmuştur.
Bunun gibi, ahkâm
hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili
rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Peygamberin içtihadına
dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki kazası, bir hâdise hakkındaki
fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sahabeden rivayet edildiğine
göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda
abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?
Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap vermiştir: "Deniz suyu temiz ve
ölüsü (balığı) helâldir".
Bundan anlaşılıyor ki,
Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî
ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çıkışları, onları gerektiren teşrî'î
ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre
vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve
tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır:
"Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu
yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"
[20]"Sana
da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik.
[21]
Hazreti Peygamberin
ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî ilhamın ifadesi, bazen de
maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad
olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Hazreti Peygambere ilham ettiği
içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin,
(Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fiilleriyle tabîr etmekten başka bir
tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin
tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve
manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.
Ancak bu ahkâmdan
doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise,
yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye
meselesi bunun örneğini teşkil eder:
Bedir gazvesinde,
müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili
herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne
yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bulundu; bazı ashabı ile istişare
etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve
görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan
kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder.
Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise,
onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öldürülmesini ileri sürdü ve
görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve
memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür
önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müstağni kılmıştır".
Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması istikametinde tecelli
etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile
beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağırlığını koymadıkça
esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti
istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"
[22]
Bir başka misal, özür
beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek istemeyenlere Hazreti Peygamberin
izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle
açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan
ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin verdin"?
[23]
Netice olarak, Hazreti
Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu
Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti
Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda
Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis konusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır
olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad
ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile
ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya
gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad
etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".
Abdulvahhâb Hallâftan
naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Peygamberden sâdır olan ve dîne taalluk
eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kontrolü altında teşekkül ettiğini ve
dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd
eder. Bundan dolayıdır
ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak
tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer
almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '.
[24]
"Kim Peygambere itaat ederse Allah'a
itaat etmiş olur."
[25]
"(Ey Muhammedi
Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi
sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir"
[26]"(Ve
yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz
Allah kâfirleri sevmez"
[27]"Peygamber
size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan
korkun"
[28]onu
Zikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti
Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar
arasında hiçbir ayırım yapılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat
demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu
emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat
manâsına geldiği hiçbir şekilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye
ulaştırır: Nasıl Allah'a itaatla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark
yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle
vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan,
yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat
O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir;
yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan
olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet
etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çıkararak
kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi
kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini
ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân
ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde yaşayabilmelerini sağlamak
için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve kelimeleriyle Allah kelâmı olduğu
halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati
Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.
Sünnetin Kur'ân'la
birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin
tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap
ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.
Bilindiği gibi ilk
İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra
Medine'de kurulmuştur. Fakat bu devlet, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin
ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar
ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini
atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu.
Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları
ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan
bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.
Mekke'de İslâmiyetin
doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî
hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine
bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1),
öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun
harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad
ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.
Müslümanlar, bu yeni
sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman
içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir.
Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh
ile, o insanın bu dîne olan bağlılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak
gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki
edildiği, meşru aile bağlarının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn,
bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir
dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik
kazanmasını izah edecek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu
devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp
Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay
ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu
kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet
başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bilmiyorlardı; yine
onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip değillerdi. Bildikleri
belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve
biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağmacılıktı. Eğer bunlar,
câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, elbette ki böyle bir sanatla
dünyalar fethetmek mümkün değildi.
Bütün bunlar bir yana,
müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir
kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan
fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.
Bilindiği gibi Kitâb,
Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını
içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yukarıda manâ ve mahiyetini
açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.
Sahabe, Hazreti
Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden meseleleri Kur'ân-ı Kerîm'den
Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi;
müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak
bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek istediği manânın iyice ortaya
konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, namazın muayyen vakitlerde mü'minler
üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş
[29]sık
sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu
emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini,
hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere
başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti
Peygamber de, farz kılınan namaz vakitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı
namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at
olduğunu açıklamış, nasıl kılınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla
namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız"
[30]demiştir.
Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü
(s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb
ve erkânını ondan öğrenmişti'.[31]
Keza Kur'ân-ı Kerîm,
"Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi
bırakarak Allah'ın zikrine koşun."
[32]âyetiyle
Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması gerektiğini
açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını
ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm,
müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri gerektiğini bildirmiş ,
[33]
fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini
öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından
zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara
açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı
hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır
gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm, gücü
yetenlere haccı farz kılrruş
[34]Hazreti
Peygamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki
hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı
şekilde îfa etmelerini emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den,
Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna
benzer daha birçok örnek zikretmek mümkündür. İşte Hazreti Peygamberin
Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları
sayesindedir ki, İslâm dîni tamamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak
tatbîk edilebilmesini sağlamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili
emirlerini sık sık tekrarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki,
Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek
ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle
vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara,
kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş
yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa
düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet
olmak üzere indirdik." denilmiştir.
İşte, yukarıdan beri
zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş
olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli
müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını
karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde
bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk
düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı
açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda
tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve
Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları
Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır.
[35]
Yukarıda manâ ve mahiyetini
açıklamaya çalıştığımız sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak
sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında
es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin
herhangi bir mesele hakkındaki şifahî beyanından ibaret olup işitmeye
müteallik olması dolayısıyle sahabînin (fU) aJJI J^y Jlî (Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi
ibarelerle naklettiği hadîsleridir.
Es-Sunnetu'l-Fi'liyye
(fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli
ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen
haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından Ijfjjj
{^) ^i)| cJj (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle
nakledilmiştir.
Es-Sunnetu't-Takrîriyye
(takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî tarafından söylenen bir sözü, veya
işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin red-detmeyip sükût etmesi, yahut onu
güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle oluşan sünnettir. Her ne kadar Hazreti
Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin
işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması,
sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını
kazanmış olmaktadır. Böyle bir sünnetin naklinde sahabînin genellikle şu
ifadeyi kullandığı görülür: yr (Nebiy (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptım Yahut
(Nebiy (s.as.)'in huzurunda bulan kimse şöyle yaptı) Sahabî bu veya buna benzer
bir ibareyi zikrettikten sonra, Hazreti Peygamberin, huzurunda yapılan veya
söylenen şeyi reddetmediğine de işaret eder ki, onun Hazreti Peygamber
tarafından tasvîb edildiğini gösterir. İşte, es-Sunnetu'l-Kavliyye,
es-Sunnetu'l-Fi'liyye ve es-Sunnetut-Takrîriyye olmak üzere üç şekilde tezahür
eden ve sahabî tarafından nakledilen bu sünnete, hadîsçilerin ıstılahında hadîs
adı verilmiştir.
[36]
Hadîs, lugatta
kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve
bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda
kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in "Demek onlar, bu söze inanmazlarsa,
arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."
[37]mealindeki
âyetinde geçen hadîs kelimesi, söz veya haber manâsında kullanılmış olup bu
kelime ile Kur'ân kasdedilmiştir. Duhâ sûresinin 11 inci âyetinde geçen ve bu
kelimeden türeyen fehaddis fiili ise, anlatmak veya haber vermekten emir
sığasında kullanılmış ve "Rabbının nimetini şükrederek anlat." manâsı
kasdedilmiştir.
Daha sonraları,
kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir
değişiklik görülmemekle beraber, dînî çevrelerde bazı haber çeşitlerine isim
olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde
bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz,
Allah'ın Kitabı'dır."
[38]
Nihayet hadîs lafzı,
Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere
hadîs denilmiştir. Ebû Hureyre tarafından sorulan bir soruya Hazreti
Peygamberin verdiği cevapta bu kelime, bizzat Hazreti Peygamber tarafından bu
manâda kullanılmıştır. Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere: " yâ Rasûlallah!
Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir?" diye
sorduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) ona şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse
karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden
Önce soru sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü benim şefaatime nail
olacak en mes'ûd kimse, hulûs-ı kalble lâ ilahe illa'llah diyen
kimsedir"
[39]
Hadîs kelimesi,
umumiyetle ve yukarıda da açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin sözlerine
ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ
yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl
ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine
ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin
karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin
sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede
ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise,
yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen
sözlerde kullanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu
takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.
Hadîsçiler arasında
yaygın olan görüşe göre hadîs, nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra Hazreti
Peygamberden rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerden ibarettir; ancak
müslümanlaruı uymakla emrolundukları sünnet, bu üç şekilde sabit olan ve dîne
taalluk eden hadîslerdir. Buna göre, eğer Hazreti Peygamberin sünneti, ondan söz
olarak sâdır olur ve hadîs olarak bize intikal ederse, bu hadîsin tasdîki
gerekir. Eğer hadîs, îcab, tahrîm veya ibaha yönünden teşrî'î olursa, keza ona
uymak gerekir; çünkü peygamberlerin nübüvvetlerine delâlet eden âyetler,
onların, Allahu Ta'âlâ'dan naklen haber verdikleri şeylerde masum olduklarını
gösterir. Bu bakımdan onların haberleri doğrudur ve haktır. Esasen nübüvvetin
manâsı da budur. Bunun içinde, Allahu Ta'âlâ'nm, peygamberlere gaybtan haber
vermesi de yer alır. Bu haberi alan peygamber, onu insanlara nakleder. Zâten
peygamberin vazifesi, halkı davet ve Rabbının risaletini onlara tebliğ
etmektir.
Hazreti Peygamberin
sünneti fiil olarak sâdır olur ve bu fiil bize kadar intikal ederse, bu fiile
uymak gerekir. Uyulması Hazreti Peygamber tarafından emrolunan bazı fiiller
daha vardır ki, bunların da ayrı bir özellikleri vardır. Meselâ "benim
namaz kıldığım gibi kılınız" sözü, fiilî bir sünnete uyulmasını emreden
kavlî bir sünnettir.
Hazreti Peygamberin takrirleri
de yine onun hadîsi içerisinde yer alır. Meselâ Hazreti Âişe'nin kızlarla
oynamasını, yahut bayram günlerinde cariyelerin şarkı söylemelerini ikrarı, bu
cümleden olarak zikredilebilir. Bunların hepsi de hadîsten addedilir ve gaye,
dîn adına istidlal olunacak hükümlerin tesbîtidir; bu ise, ancak Hazreti
Peygamberin söz, fiil ve tak-rirleriyle mümkün olur.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, hadîs içerisine, Hazreti Peygamberin nübüvvetten evvelki
haberleri de girer. Henüz nübüvvet gelmeden önce, meselâ Hıra mağarasında
ibadetle meşgul olması, sîretinin güzelliği, ahlâkının yüksekliği, doğruluğu,
okuyup yazma bilmeyen bir ümmî oluşu gibi, onunla ilgili haberler, onun
nübüvvetinin delili sayıldığı gibi, hepsi de müslümanlar için birer ibret ve
örnek vesikası teşkil ederler. Şu var ki, nübüvvetten önceki haberler, Hazreti
Peygamberi tanımak ve ona inanmak içindir; bunlarla amel etmek gerekmez.
[40]
Lügat yönünden
herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi manâsına
geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî
olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri
anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur.
Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için
kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen
sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis
denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî
denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu
söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs demlemeyeceğini
ileri sürmüşlerdir. Buna göre, haber daha umûmî manâ taşımakta ve Hazreti
Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen sözler de bu
manâ içine girmiş bulunmaktadır.
Haberler, ister
Hazreti Peygamberin sözlerine delâlet eden hadîs şeklinde olsun, ister sahabe
ve tâbi'ûn ile başkalarından nakledilen söz şeklinde olsun, rivayet yolu ile
bize geliş şekilleri çok defa birbirinden farklı olur ve bu farklı durumları
itibariyle değişik isimler alırlar. Meselâ bir haber, ilk kaynağından itibaren,
her nesilde sayısı belirsiz kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilirse,
bu habere mütevâtir denir. Eğer haber, tevatür
derecesine ulaşmaz ve râvileri
sayılabilecek belirli şahıslar
tarafından nakledilmiş olursa, bu çeşit haberler de Ahâd'tan sayılır ve haber-i
âhâd adını alır. Râvileri sayılabilir olan âhâd haberlerden herhangi biri,
herhangi bir nesilde en az üç kişi tarafından nakledilmiş olursa, bu haber
meşhur, râvi sayısı yine herhangi bir nesilde ikiye düşerse azız, bire düşerse
garîb adını alır.
Mütevâtir haberler,
aşağıda da açıklanacağı üzere, râvilerinin yalan üzerinde ittifakları aklen ve
âdeten mümkün olmadığı için kesinlik ifade ederler ve hadîs ilminin araştırma
konusu içine girmezler. Çünkü hadîs ilminin gayesi, hadîslerin araştırılarak
sahîh ve zayıf olanlarının ayırt edilmesi ve sahîh olanlarla amel edilmesinin
sağlanmasıdır. Mütevâtir haberler, gelişleri itibariyle sağlam ve güvenilir
haberlerdir ve bu yönden araştırılmalarına gerek yoktur. Âhâd haberler ise,
mütevâtirin kesinliğine sahip olmadıkları için, aralarında makbul olanlar
bulunduğu gibi, merdûd olanlar da vardır ve bunların birbirinden ayırt
edilmesi, râvilerinin doğruluk ve yalancılık yönünden araştırılıp
rivayetlerinin değerlendirilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler,
mütevâtir dışında, rivayet yolu ile gelen bütün haberleri veya hadîsleri
araştırmaya tâbi tutmuşlar ve bu u.-.lş-tırma neticesinde sahîh olanım sakîm
veya zayıf olanından, yahut makbul olanını merdûd olanından ayırmışlardır. Bu
da âhâd haberlerin, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısımda incelenmeleri
neticesini doğurmuştur.
îşte, bundan sonraki
bölümlerde, Hazreti Peygamberden naklediten hadîslerin değerlendirilmesi
yönünden hadîs ilminin en önemli konularından birini teşkil eden bu taksimat
gözönünde bulundurularak haber çeşitleri üzerinde ayrı ayrı durulacaktır.
Burada şuna da işaret edelim ki, haber lafzının, hadîs lafzına nisbetle daha
şümullü olması ve hadîs ilmi içerisinde sahabe ve tâbi'ûndan gelen sözlerin de
incelenmesi dolayısıyle, bu kitabımızda, hadîs lafzı yerine, onun müradifi
manâsında çok defa haber lafzı kullanılmış ve meselâ haberlerin mütevâtir ve
âhâd çeşitleri incelenirken, bununla mütevâtir ve âhâd hadîsler kasdedilmiştir.
[41]
Mütevâtir, lugatta
tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin
peşisıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. Arap dilinde
vâtertu'l-kitâbe denir ki, "birbiri arkasına mektup gönderdim" manâsındadır.
Şu var ki, bu manâda, gönderilen iki mektup arasında fetret bulunduğunu
hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim vâtere's-savme denildiği zaman, bir
kimsenin devamlı oruç tuttuğu anlaşılırsa da, bu orucun gün aşın veya iki gün
ara ile, fakat devamlı olarak tutulduğu kasdedilmiş olur. Allahu Ta'âlâ,
Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuştur ki
[42]
"Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik." manâsına gelir.
Gönderilen peygamberler arasında bir fetret, yâni bir zaman boşluğu bulunmasına
rağmen, peygamberlerin gönderilmesi birbiri arkasına devam etmiştir.
İşte bu manâya uygun
olarak, tevâtere'l-haberu denildiği zaman, haberin fasılalarla birbiri arkasına geldiği, yahut bir başka deyişle, habercilerin birbiri arkasına gelerek aynı
haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes
tarafından getirilmesi ve nesilden ne-sile haber verilmesi demektir. Bu da, en
basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık
tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden
nesile, kalabalık bir cemaat tarafından ri-'ayet edilen haberdir. Ancak bu
kalabalığın sayı bakımından tayin ve tesbit hlmesi şart değildir. Gerçi bazı
kimseler, bir takım delillere istinaden ka-*ugm sayısı hakkında bazı rakamlar
ileri sürmüşler ve meselâ bir kısmı, 'fin menşeinden itibaren her nesilde en az
dört kişi aynı haberi rivayet se, o haber mütevâtir olur demiş; diğer bazıları
da, en az beş, yedi, on, > kırk, ve daha başka rakamlar ileri sürmüşler; bu
rakamlardan her-ırını ileri sürenler, o rakamın içinde geçtiği hâdiseyi de
delil olarak sûresi, 4
göstermişlerdir. Meselâ
"Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid
getirin."
[43]mealindeki
âyete istinad edenler, haberin her tabakada en az dört kişi tarafından rivayet
edilmesini mütevâtirin şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun gibi, 12 rakamını
ileri sürenler de "Allah, İsrail oğullarından da söz almıştı: İçlerinden
oniki kefil göndermiştik."
[44]mealindeki
âyete istinad etmişlerdir. Ancak bu âyetlerde zikri geçen rakamların,
mütevâtirin şartı olarak ileri sürülmesindeki hikmeti ve aralarındaki
münâsebeti anlamak güçtür. Zira bu âyetlerde zikri geçen rakamlar, o âyetlerin
konuları ile ilgilidir ve bu rakamları, hiç ilgisi olmayan başka bir konu için
delil olarak ileri sürmek manâsızdır.
[45]
Belirli rakamlarla
ilgili görüşler ne olursa olsun, bir haberin mütevâtir olabilmesi için, onu
rivayet eden kalabalığın, yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir
kalabalık olarak nitelendirilmesi, en doğru görüş olarak tezahür etmektedir.
Bu, şu demektir ki, haberi öyle bir kalabalık rivayet ediyor ki, bu kalabalığı
teşkil eden ferdlerin biraraya gelerek o haberi uydurup yaymak hususunda söz
birliği etmeleri aklen mümkün değildir. Böyle olunca, her ferdin diğerinden
habersiz olarak aynı haberi naklettiği ve onun daha önceki nesilden gelen bir
esasa istinad ettiği manâsı anlaşılır. Eğer her nesilde, bu kalabalık aynı
vasfını muhafaza ederse, bir başka ifade ile, kalabalıkta ferdlerin yalan
üzerinde ittifaklarını mümkün kılacak bir azalma olmazsa, böyle bir kalabalığın
nesilden nesile rivayet ettiği haber mütevâtir olur. Bu açıklamaya göre
mütevâtirin tarifini yapmak gerekirse, denebilir ki: Mütevâtir, yalan üzerinde
kasıtlı veya kasıtsız, ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın,
yine kendisi gibi bir kalabalıktan rivayet ettiği haberdir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, mütevâtir haberden maksat, haber verilen şey hakkında, onu
işitenler için reddedilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyle kabulü zorunlu olan
bir bilgi vermektir. Meselâ fulân tarihte dünyanın bazı yerlerinden görülebilen
bir kuyruklu yıldız geçmiş ise ve bu yıldızı gören kalabalık bir cemaatın
ferdleri "fulân tarihte gökyüzünde geçen bir kuyruklu yıldız gördüm"
diyerek hâdiseyi nakletmişlerse, keza bu olay nesiller boyu aynı kalabalık
azalmadan sonraki nesillere nakledilirse, "fulân tarihte bir kuyruklu
yıldızın geçmesi" ile ilgili olan bu haber mütevâtir olur ve asırlarca
sonra bu haberi işiten kimse için onu yalanlamak ve "fulân tarihte böyle
bir yıldız geçmedi" demek mümkün değildir. Haberin yalanlanması imkânının
olmayışı, yıldızın geçişini görenlerin çokluğu olduğu kadar, haberin
"görme" fiiline dayanmış olmasındandır.
Haber, verdiğimiz
misalde olduğu gibi, bazen "görme" fiiline, bazen de
"işitme" fiiline istinad eder ve herhangi bir kimsenin söylediği bir
söz, kalabalık bir cemaat tarafından işitilerek aynı şekilde nakledilir. Bu
sözü söyleyenden işiten her ferd, onu "fulân kimsenin şöyle dediğini
işittim" diyerek nakleder. İşitilen bu söz, nesiller boyu yine aynı
vasıftaki kalabalık tarafından nakledilecek olursa, o da mütevâtir olur ve
asırlarca sonra, bu haberi işiten kimse "fulân kimse böyle bir şey
söylemedi" diyerek onu red ve inkâr edemez.
Bu açıklamaların ışığı
altında, mütevâtir haberin şartlarım şöylece sıralamak mümkündür:
a) Mütevâtir
haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
b) Öyle bir kalabalık
ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün
değildir.
c) Herhangi
bir nesilde, veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma olmamalıdır. Ancak
sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.
d) Haber,
menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme"
fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî
kazıyyeye müstenid olmamalıdır.
Bu şartlar bir araya
geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten
kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan
bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona
inanmayı, amele taalluk ediyorsa, kendisiyle amel etmeyi gerektirir. İşte,
Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında bu şartları cemetmiş olarak nakledilen
hadîslere mütevâtir hadîs denilmiştir.
Mütevâtir haberle onu
işiten kimsede hâsıl olan ilm-i yakîn 'den murad, gerçeğe uygun, kesîn
itikaddır ve tarifte kasdedilen de budur. Zira mütevâtir haber, biraz önce de
zikrettiğimiz gibi zarurî ilim ifade eder ki, reddi mümkün olmaması
dolayısıyle, insan, bunun kabulünde muztar kalır. Bunu bir misalle açıklamak
gerekirse, dünyanın herhangi bir ülkesinde bulunan bir şehrin ismini duyan
herhangi bir kimse, o şehrin varlığını haber verenlerin çokluğu karşısında, onu
reddetmek imkânına sahip değildir. O şehri görmediğini, hattâ o şehrin
bulunduğu ülkeye hiç gitmediğini sebep göstererek, kendi gözü ile görmediği bir
şeyin varlığına inanmayacağını ileri süremez; veya o şehirden bahsedenleri,
yahut onun varlığım haber verenleri yalancılıkla itham edemez; çünkü o şehir
hakkında haber verenlerin bir
yerde toplanarak,
aslında bulunmayan bir şehrin, bulunduğu yolunda yalan bir haber üzerinde
ittifak etmelerine ve sonra da bunu halk arasında yaymalarına imkân yoktur.
Böyle bir ihtimal söz konusu bile olamaz. Çünkü akıl, o şehri haber verenlerin,
ister tesadüfen olsun, ister kasden olsun, yalan haber üzerinde ittifak etmiş
olabileceklerini kabul etmez. İşte, o şehrin varlığı ile ilgili haberlerin
insanda hâsıl ettiği bilgi, zarurî olan ve define veya reddine imkân bulunmayan
bilgidir ve bu bilgi, ister âlim olsun ister câhil olsun, yahut ister araştırma
ehliyetine sahip olsun ister olmasın, yalnız mütevâtir olarak nakledilen
haberlerle herkeste oluşur.
Bazıları da, mütevâtir
haberin, ancak ilm-i nazarî ifade ettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş gerçeğe
uygun değildir. Çünkü tevatürle, avam tabakasına mensup, araştırma ehliyetine
sahip olmayan bir kimse için de ilim hâsıl olur. Nazar (tetkik ve araştırma),
malûm ve maznun şeylerin tertibi olup, bununla malûm ve maznuna ulaşılır; avama
mensup kimsede bu ehliyet yoktur. Eğer tevatürle kazanılan ilim nazarî
olsaydı, avam için bu ilim hâsıl olmazdı. Bu açıklama ile, ilm-i zarurî ile ilm-i
nazarî arasındaki fark anlaşılmış olmaktadır. Buna göre zarurî, istidlal
olmaksızın ilim ifade eder; nazarî de ilim ifade eder; fakat istidlal ile..
Zarurî, haberi işiten herkes için hâsıl olur; nazarî ise, ancak bu sahada
ehliyeti olan kimseler için hâsıl olur.[46]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, yukarıda şartlarını açıkladığımız mütevâtir, hadîsçİlerin
inceleme konusu dışında tuttukları bir hadîs çeşididir. Çünkü incelemeden
maksat, sahîh olan hadîsi sakîm veya zayıf olanından ayırmaktır. Halbuki
mütevâtir hadîslerin hepsi, yukarıda açıkladığımız şartlarla sahihtir ve onları
incelemeye gerek yoktur. Bununla beraber, bazı hadîsçİlerin sözleri arasında,
herhangi bir hadîsin Hazretİ Peygamberden tevatür ettiğini belirten ifadelere
rastlanır. Bu ifadelerde kullanılan tevatür kelimesini, yukarıda şartlarını
belirttiğimiz mütevâtirin ıstılah manâsı ile karıştırmamak gerekir. Onlar, daha
ziyade, hadîsin şöhret kazandığını ifade etmek maksadıyle bu tabiri
kullanmışlardır ve tabiatiyle şöhret kazanan, yâni meşhur olan hadîsle,
ıstılahtaki mütevâtir ile anılan hadîs arasında fark vardır.
Mütevâtir hadîslerin
hadîs ilmi içerisinde bahis konusu edilmemesi, sadece isnad yönündendir. Zira
hadîs ilmi, bir bakıma isnad ilmidir. Bu ilmin konusu da, bir hadîsin rivayet
zincirini sıhhat yönünden incelemek ve bu zinciri teşkil eden râvi
halkalarının, adalet ve zabt yönünden olduğu kadar, birbirleriyle bağlantıları
yönünden de sağlam ve güvenilir olup olmadıklarını tesbît etmektir.
Mütevâtir hadîslerde
ise, daha önce de açıkladığımız gibi, belirli bir isnad yoktur; fakat hadîs,
Hazreti Peygamberden, rivayetleri ilm-i zarurîyi gerektiren bir kalabalık
tarafından nakledilmiş ve bu kalabalık her nesilde artarak çoğalmıştır. Bu
derece şöhrete ulaşmış olan bir hadîsin, mütevâtirin şartlarından bahsederken
de belirttiğimiz gibi, red ve inkârı mümkün olmaz ve işitenler için ilm-i
zarurî ifade eder. Bu sebepledir ki hadîs ilmi, yalnız âhâd adı verilen
hadîsleri inceleme konusu yapmıştır; çünkü sahîh veya zayıf olması muhtemel bulunan
hadîsler, yalnız âhâd içerisinde yer alırlar. Mütevâtir hadîsin hadîs ilmi içerisinde söz konusu
edilmemesi, bazı ulemâ arasında, bu çeşit hadîslerin bulunup bulunmadığı, yahut
bulunsa bile sayı itibariyle çok az olduğu yolunda değişik görüşlerin ileri sürülmesine
sebep olmuştur.
Bazılarına göre Kitap,
yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sünnet ve icma, hem tevatür, hem de
âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir
olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar
vardır. Meselâ şerîatın asıllarından olan beş vakit namaz, namaz rek'atlarmın
sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnet bu kabîldendir. Hattâ
İbnu's-Salâh, mütevâtire misal olarak yalnız hadîsinin gösterilebileceğini ileri
sürmüş, bu hadîsin kalabalık bir sahabe gurubu tarafından rivayet edildiğini
kaydettikten sonra, el-Bezzâr'm Musned'inden naklen bu sahabîlerin ktffe kişi
kadar olduğuna işaret etmiştir
[47]Ancak
Ibn Hacer, bu görüşte olanlara ve özellikle mütevâtire bir hadîsten başka misal
gösteremeyen İbnu's-Salâh'a itiraz ederek şöyle demiştir:
"İbnu's-Salâh,
daha önce şartları ile birlikte izah edilen mütevâtirin nâdir bulunduğunu,
ancak bunun men kezebe aleyye hadîsi için iddia edilebileceğini ileri sürüyor.
Onun bu görüşü ve diğerlerinin mütevâtir hadîsin mevcut olmadığı yolundaki
iddiaları yanlıştır. Çünkü böyle bir kanaat, mütevâtir hadîslerin turukunun
çokluğundan ve râvilerinin yalan üzerinde birleşmelerini âdeten imkânsız kılan
hal ve sıfatlarını bilmenin güçlüğünden ileri gelmektedir. Aslında hadîsler
arasında mütevâtir olanlar çok denecek kadar mevcuttur. Nitekim Şarkta ve
Garpta ilim ehli arasında elden ele dolaşan ve musannıflarma nisbeti kesinlikle
sabit ve sahîh olan bir çok meşhur hadîs kitabı, bir hadîsin naklinde
birleştikleri ve bu hadîsin turuku da, yalan üzerinde birleşmelerini imkânsız
kılacak şekilde çoğaldığı zaman, diğer şartların da tahakkuku ile onu
nakledenlerin doğruluğu hakkında kesin bir bilgi hâsıl olur. Meşhur kitaplarda
bu çeşit hadîsler pek çoktur
[48]Es-Suyûtî
bu konuda müstekıl bir kitap telîf ederek mütevâtir hadîsleri bâblara göre
tasnif etmiş ve kitabına el-Ahbâru'l-mutenâsire fı'l-ahbârVl-mutevâtire adını
vermiştir. Kitapta, mütevâtir olarak gösterdiği her bir hadîsi kitaplarında nakledenlerin
isnadlan ile birlikte zikretmiştir.
[49]Es-Suyûtî'nin
mütevâtir hadîsler arasında gösterdiği hadîslerden bazıları şunlardır:
Hadîsu'l-havz (elli
küsur sahabî tarafından rivayet edilmiştir); (yetmiş sahabî tarafından rivayet
edilmiştir); (elli sahabî
tarafından rivayet edilmiştir); tarafından rivayet edilmiştir); trafından
rivayet edilmiştirtarafından rivayet edilmiştir); "kilde mütevâtir olarak
rivayet edilmiştir.
[50]
Mütevâtir haberler, ya
lafzı, ya da manevî olurlar.
[51]
İsnadın başında olsun,
ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan,
yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir
lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sahabeden itibaren her tabakada
sayılamayacak kadar çok sayıda müslüman tarafından okunup kendilerini takip
eden nesillere nakledilmiş ve bu nakil esnasında tek bir harfinde bile
değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar gelmiştir. Hadîsler arasında da bu
şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.
İbnu's-Salâh, bu çeşit hadîslerin başında hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsi
Haz-reti Peygamberden 40, bir rivayete göre de 62 sahabî rivayet etmiştir. Bunlar
arasında cennetle tebşir edilen 10 sahabî de vardır.
[52]Es-Suyûtî,
bu guruba giren diğer bazı hadîsleri daha zikretmiştir. 70 sahabî tarafından
rivayet edilen sahabî tarafından rivayet edilen hadîsleri bunlardandır.
[53]
Kelimenin manâsından
da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Maamafih,
lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri
ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur.
Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut
özüdür. Meselâ, râvilerden birisi, "fulân kimse bir deve hediye etti"
şeklinde bir haber rivayet etse, bir başkası bu haberi "fulân kimse bir at
hediye etti", bir diğeri "fulân kimse şu kadar lira hediye etti"
şeklinde rivayet eder. Bu rivayetlerde tevatür derecesine ulaşan husus,
"fulân kimsenin bir şey hediye etmesi" dir.
Es-Suyûtî, mütevâtir
manevî hadîse misal olarak Hazreti Peygamberin (du'â esnasında ellerin
kaldırılması) hadîsini zikretmiştir. Bu hadîsin muhtelif kaziyelerde
zikredilmiş 100 kadar rivayeti vardır; bu kaziyeler tevatür derecesinde
olmamakla beraber, "du'â esnasında ellerin kaldırılması", bütün
rivayetlerde müşterektir ve tevatür derecesine ulaşan husus da budur.
[54]
Âhâd, lugatta,
"bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya
vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir
olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd
(bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından rivayet edilen haber
kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.
îmam eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin
haber-i hâssa da dediği haber-i vâhıd tabiri, ilk asırlar içinde yalnız bir
kişinin rivayet ettiği haberler hakkında kullanılmıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, bu
çeşit haberleri tarif ederken "Hazreti Peygambere, yahut ondan sonraki bir
şahsa müntehi olana kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği
haberdir." demiş; bu haberlerin dînde hüccet olarak kullanılabileceğini
isbat hususunda da, Hazreti Peygamberin hayatında bir kişinin haberi ile
ilgili tatbikattan örnekler vermiştir.[55]
Ancak daha sonraki devirlerde
ve özellikle usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd
anlayışında önemli sayılabilecek bir değişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir
kişinin bir kişiden rivayet ettiği haberler hakkında değil, fakat iki kişinin
iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla
kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki,
üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan
daha az olması lâzımdır. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı
tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalığa erişmemiş olması dolayısıyle
haber, yine âhâd haberlerden sayılır. Nitekim usûl kitaplarında, haberler,
onları rivayet edenlerin sayılarına göre, önce iki kısma taksim edilmiş, bir
kısmına mütevâtir, diğer kısmına da âhâd denilmiştir. Daha sonra âhâd haberler
de, meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, mütevâtir haberler, bunları işiten kimseler için ilm-i yakın,
veya ilm-i zarurî ifade ettikleri halde, âhâd haberler, ilm-i nazarî ifade
ederler. Kelimelerin delâlet ettikleri manâ göz Önünde bulundurulacak olursa,
ilm4 nazarî (el-ılmu'n-nazarî), inceleme ve araştırma yolu ile insanda hâsıl
olan ilim veya bilgi manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, haberlerin, haber
verdikleri konularda, ikna yönünden insan üzerinde bıraktıkları tesir olup,
ancak zihnî bir tetkik ve tertip neticesi ke-sinleşir ve bilgi halini alır.
Bunu bir misal ile açıklamak gerekirse, Hazreti Peygamberden nakledilen bir
hadîs, onu ilk işiten kimse için, getirdiği hüküm veya tavsiyede bulunduğu dînî
veya ahlâkî herhangi bir davranış yönünden ilim veya bilgi ifade eder; başka
bir deyişle, insanda, bu hüküm veya davranışla ilgili bir ilim hâsıl olur.
Ancak bu ilim zannîdir; kesin değildir. Kesinleşmesi için, insanın bazı
inceleme ve araştırmalara, önceden sahip olduğu diğer bilgilere istinaden bir
takım istidlallere başvurması gerekir. Bu inceleme ve araştırma, hadîsin isnad
ve metni yönünden olur. İsnad yönünden araştırma, onun râvilerine ve ittisal
yönünden durumuna taalluk eder. Hadîsin râvileri adalet ve zabt yönünden tam ve
güvenilir kimseler midir? Sened muttasıl mıdır; yâni hadîsi birbirinden
nakleden râviler, gerçekten birbirine mülâki olup, o hadîsi birbirinden
işitmişler midir? Arada herhangi bir inkıta, kopukluk, yâni bir râvi düşmesi
var mıdır? Senedin herhangi bir illeti var mıdır?
Metinle ilgili
araştırma ise, onun, Hazreti Peygamberden rivayet edilen diğer hadîslere, umumî
manâ yönünden uygun olup olmadığını ortaya çıkarmak gayesine yöneliktir; çünkü
herhangi bir aykırılık, hadîsin şâz olduğu neticesini doğurur.
İşte, hadîsin hem
isnad ve hem de metin yönünden böyle bir araştırmaya tâbi tutulması
neticesinde, insanda kesin bir kanaat hâsıl olur ve bu kanaat, hadîsin red veya
kabulüne taalluk eder. Eğer râvilerin adalet ve zabt yönünden zayıf oldukları,
isnadda ittisalin bulunmadığı ve illetli olduğu, metnin Hazreti Peygamberden
rivayet edilen diğer hadîs metinlerine manâ yönünden aykırı düştüğü, yâni şâz
veya münker olduğu anlaşılırsa, hadîsin zayıf olduğuna hükmedilir. Bu hüküm,
insanda, hadîsle ilgili olarak teşekkül eden bilginin tabiî bir neticesidir.
İşte, hadîsin kabul
veya red yönünden değerini tesbite yarayan böyle bir inceleme ve araştırma,
ilm-i nazarî tabirinde yer alan nazar kelimesinin tam karşılığıdır. Zira
lugatta nazar kelimesi, gözün görme duygusuna delâlet eder ki
[56]bir
şeye yöneldiği zaman, bu yönelişte, onun mahiyetini anlamaya matuf bir gaye
vardır. Bu sebeple el-Cevherî üy (nazar, bir şeyi gözle düşünmektir) demiştir.[57]
Bu düşünme, tabiatiyle
nazar olunan şey hakkında daha önceki bilgilere de istinaden, yeni bilgiler
edinmek gayesine matuftur; bu ise, istidlali gerektirir.
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, ilm-i nazari, nazar ehliyetine sahip olan, yâni araştırma
gücü bulunan kimselerde hâsıl olur. Araştırma gücünden maksat, üzerinde
durduğu konuya veya konunun bağlı bulunduğu dala vâkıf olma kudretidir. Bu
kudrete sahip olmayan câhil kişide nazarî ilim hâsıl olmaz. Bu, hadîs ilmi
yönünden şu demektir: Hadîs ilmine vukufu olmayan bir kimse, işitmiş olduğu bir
hadîs hakkında, araştırma gücüne sahip olmadığı için, ilm-i nazarîyi elde
edemez, veya hadîs hakkında kabul veya red yönünden hüküm veremez.
İlm-i nazarî, hadîs
imamları arasında, umumiyetle âhâd haberler için söz konusudur. Çünkü bu
haberler arasında makbul haberler bulunduğu gibi, merdûd haberler de vardır.
Ancak makbul olanların diğerlerinden ayırt edilmesi, haberlerin, yukarıda
açıkladığımız şekilde tetkik edilmelerine bağlıdır. Bu bakımdan hadîs
imamları, umumiyetle, âhâd haberlerin ilm-i-nazarî ifade ettiklerini
söylemişler ve ilim lafzını nazarî lafzıyle tahsis etmişlerdir. Çünkü haber-i
âhâdla insanda hâsıl olan ilim, zarurî veya yakîn bir ilim değildir; kesinliği
ancak nazar'a, yâni araştırmaya bağlıdır. İlim lafzını haber-i âhâd için hoş
karşılamayan bazı kimseler ise, zan lafzmı kullanmışlar ve "haber-i âhâd
zannı ifade eder" demişlerdir.[58] Bununla beraber, her iki tabirin kullanılışı
arasında büyük bir fark mevcut değildir. Önemli olan husus, ilm-i nazarî veya
zan ifade eden hadîslerin sahîh ve makbul olanlarını, zayıf ve merdûd
olanlarından ayırt etmektir. Bu ise, hadîs imamları tarafından gerektiği
şekilde yapılmıştır.
[59]
Ahâd haberler, her
tabakada onları nakleden râvilerin sayısına göre meşhur, azîz ve garîb olmak
üzere üç kısma ayrılırlar.
[60]
Meşhur, lügat yönünden
şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelirse de, hadîsçiler arasında,
ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en az üç isnadla rivayet
edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere denilmiştir.[61]
Meşhurun bu tarifi, bazı fıkıh ulemâsına göre musteftz denilen hadîsleri
tanıtır; çünkü bu kelimenin kökü, bir kaptan dökülen suyun yayılmasını anlatmak
için kullanılmış ve fâza'l-mâ'u yeftzu feyzan denilmiştir. Bununla beraber,
meşhurla mustefîz arasını ayıranlar da vardır ve bunlar, nıustefîzı, başından
sonuna kadar ikiden fazla isnadı olan hadîslere tahsis ettikleri halde, başında
bir râvisi olsa bile sonradan şöhrete ulaşan hadîslere de meşhur demişlerdir.
Fakat hadîsçiler arasında maruf olan tarîf, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
en az üç isnadla nakledilen hadîslerdir.
Meşhurun diğer bir
manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk
dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.
Meselâ,hadîsleri, aslı
olmayan, fakat halk dilinde şöhrete ulaşmış bulunan hadîslerdendir. Şu var ki,
bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah
manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder.
Bir hadîsin şöhret
kazanması, bir emr-i nisbîdir: Bazen yalnız hadîsçiler arasında, bazen hem
hadîsçiler, hem de ulemâ ile halk arasında, bazen fukahâ, bazen de usûlcüler
arasında meşhur olduğu görülür. Meselâ
hadîsi fukahâ
arasında meşhur olmuştur. hadîsi usûlcüler arasında, il
hadîsi ise, hem hadîsçiler, hem de diğer ulemâ ile halk arasında şöhret kazanmıştır.
Fakat ıstılah yönünden
yukarıda verdiğimiz tarife uygun olan ve yalnız hadîs uleması tarafından
bilinen meşhura misal, el-Buhârî ve Müslim'in de naklettikleri hadîsidir.[62]
Gerek el-Buhârî ve gerekse Müslim, bu hadîsi, Süleyman et-Teymî tarikiyle Ebû
Meclez'den nakletmişlerdir; Ebû Meclez ise, Enes İbn Mâlik'ten almıştır.
El-Hâkim, mezkûr hadîs hakkında şu bilgiyi verir:
"Bu hadîs
Sahîh'te nakledilmiştir. Onun, Ebû Meclez'den başka Enes'ten nakleden râvileri
vardır. Keza et-Teymîden başka kimseler Ebû Meclez'den ve el-Ensârî'den başka
kimseler de et-Teymî'den bu hadîsi rivayet
etmişlerdir; ancak bu husus,
sanat ehli dışmdakilerce bilinmez.
Çünkü bunlar, Süleyman
et-Teymî'nin, Enes'in dostlarından olduğunu düşünerek ikisi arasında yer alan
diğer râvi (Ebû Meclez) vasıtasıyle gelen rivayetin garîb olduğunu
zannederler. Yine bunlar, hadîsin ez-Zuhrî ve Katâde'den gelen birçok turuku
bulunduğunu bilmezler. Bunun gibi daha binlerce hadîs vardır ki, ehlinden
başkası bunların şöhretine vâkıf değillerdir.
[63]
Azîz, lugatta
"bir adam azîz ve şerif olmak ve bir kimse zelîl iken kaviy ve zî kudret
olmak" manasınadır.[64]
Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet
edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Meselâ ez-Zuhrî, veya
Katâde gibi meşhur hadîs imamlarından birinin rivayeti, onlardan rivayet eden
bir tek râviye inhisar eder, başka râvi bulunmazsa, bu rivayet garîb olur.
Başka bir ifade ile, bir hadîs, ez-Zuhrî ve benzeri imamlardan birinden yalnız
bir râvi vasıtasıyle rivayet edilirse, daha sonraki nesillerde hadîsin turuku
çoğalmış olsa bile, bu hadîse garîb denir. Hadîsin tek bir râviye inhisar
ettiği tabakadan bir başka râvi aynı hadîsi yine o imamdan rivayet ederse, o
âna kadar garîb olarak bilinen hadîs, ikinci râvinin rivayetiyle kuvvet kazanır
ve azîz olur. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından
rivayet edilen hadîsler olarak tarif etmek daha doğru olur. Bununla beraber
İbnu's-Salâh, garîb olan bir hadîsi, iki veya üç kişi rivayet ederse azîz olur,
demek suretiyle, üç kişinin teferrüdünü de azizin tarifine sokmuş olmaktadır'
[65]Halbuki
îhn Hacer'e göre bir hadîs, herhangi bir tabakada yalnız bir kişi tarafından rivayet
edilirse o hadîs garîb, iki kişi tarafından rivayet edilirse aziz adını alır.[66]
İbn Hıbbân'm
ifadesinden veya bazı kimselerin ileri sürdükleri görüşlere onun verdiği
cevaptan, azîzi, bütün tabakalarda yalnız iki kişinin iki kişiden rivayetleri
olarak tarif edenlerin bulunduğu anlaşılmakta ve onun "iki kişinin iki
kişiden rivayeti asla bulunmaz" demek suretiyle böyle bir azîz çeşidini
reddettiği görülmektedir; yahutta îbn Hıbbân, azîzin tarifi bahis konusu olduğu
zaman, bu tariften, her tabakada yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayet
ettiği hadîs manâsını anlamaktadır'.
[67] İbn
Hacer, ibn Hıbbân'ın bu anlayışına işaretle şöyle der: "îbn Hıbbân, iki
kişinin iki kişiden rivayeti asla bulunmaz, demek suretiyle bütün tabakalarda
yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivayetini kasdediyorsa, bu doğrudur;
gerçekten böyle bir rivayeti
bulmak, hemen hemen imkânsız gibidir. Fakat tecviz ettiği azız şekli, iki
kişiden az olmayan kimselerin iki kişiden az olmayan kimselerden rivayet
etmeleri suretiyle mevcuttur. Bunun misali, Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim) in
Enes'ten ve el-Buhârî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadîstir:
<Ben> içinizden birine, anasından babasından ve çocuğundan daha sevgili
olmadıkça o, îman etmiş sayılmaz
[68]Bu
hadîsi, Enes'ten Katâde ve Abdu'1-Azîz İbn Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Sa'îd;
Abdu'l-Azîz'den İsmâ'îl İbn Uleyye ve Abdu'l-Vâris; ve bunların her birinden
de, sayısı ikinin üstünde birer cemaat rivayet etmiştir.[69]
Hz. Peygamber
Şemada da görüldüğü gibi, zikri geçen
hadîs, ilk üç tabakada yalnız ikişer kişi tarafından rivayet edilmişse de,
üçüncü tabakadan sonra turuku çoğalmış ve hadîsi, her birinden ikinin üstünde
birer cemaat rivayet etmiştir. Bu hadîs, azizin bir örneğidir.
[70]
Garîb, lugatta
yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs
ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut benzeri başka
râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.
Garîb hadîsler, sahih
ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden
de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb
olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh
olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok
edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir)
kimseler olmaları halinde sübût bulur. Buna göre rivayetiyle te-ferrüd eden,
yâni tek kalan ve bundan dolayı hadîsi garîb olan râvi, güvenilir kimselerden
olduğu takdirde, rivayetini sahîh kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur. Hattâ
böyle bir hadîs, râvilerinin adalet ve zabt yönlerinden bulundukları
derecelere göre sahîh olduğu gibi, hasen ve zayıf da olabilir.
Açıkladığımız bu
yönleriyle garîb hadîs, sıhhat yönünden diğer hadîs çeşitlerinden farklı
olmamakla beraber, hadîs imamları arasında yine de fazla rağbet görmemiş; hattâ
bazıları, onları zemmeden sözler bile söylemişlerdir. Meselâ Ahmed İbn Hanbel:
Bu garîb hadîsleri yazmayınız; çünkü onlar menâkîrdir ve çoğu zayıf râvilerden
gelmedir" demiş; Mâlik İbn Enes de, "ilmin şerrinin garîb, hayrının
da halk tarafından rivayet edilen zahir olduğunu" ileri sürmüştür.
Abdurrazzâk, "biz, garîb hadîsin hayırlı olduğunu zannederdik; halbuki o
şer imiş" derken, Ebû Yûsuf da, "dîni kelâm ile arayan zındıklaşır;
hadîsin garibini arayan yalancı olur; malı kimya ile arayan ise, iflâs
eder" demiştir.[71]
Garibin metin ve isnad
yönünden taksimine gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs, hem
isnad, hem de metin yönünden garîb olabilir. Garibin bu kısmı, tek bir râvinin
rivayet ettiği metinle tek kalması halinde ortaya çıkar. Bazen de hadîs, yalnız
isnad yönünden garîb olur. Meselâ sahabeden bir cemaat tarafından rivayet
edilen bir hadîs, başka bir sahabîden nakleden bir tâbi'înin teferrüdü ile
garîb olur ve onun, "yalnız bu yönden garîb olduğu" söylenir. Yalnız
metin yönünden garîb olan hadîs ise, râvisi o metinle teferrüd eden hadîstir;
ancak bu çeşit hadîsler, ferdin şöhret kazanmış şekliyle bulunurlar; yâni
metin, bidayette garîb olsa bile, sonradan şöhrete kavuşmuş veya meşhur olmuştur.
Ömer Îbnu'l-Hattâb (r.a.)'ın oLJL JUxVI Ul (ameller niyetlere göredir) hadîsi
garibin bu kısmına bir örnek teşkil eder; zira bu hadîsi Hazreti Peygamberden
yalnız Ömer Îbnu'l-Hattâb rivayet etmiştir. Ömer'den yalnız Alkame İbn Vakkâs,
Alkame'den yalnız Muhammed ibn İbrahim et-Teymî, ondan da yalnız Yahya İbn
Sa'îd almış; Yahya'ya kadar metin garîb olarak rivayet edildiği halde,
Yahya'dan rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle de hadîs meşhur olmuştur.
Garabet, yâni râvinin
tek kalması, bazen isnadın aslında, yâni sahabî tarafında, bazen de ortasında
vukubulur ve birincisine ferd-i mutlak, ikincisine ise, ferd-i nisbî denir.
Aşağıda bunlar ayrıca incelenmiştir.
[72]
Ferd, lügat yönünden
bir, tek, veya çiftin yarısı manâsına gelir. Hazâ ferdun (bu ferddir) denildiği
zaman, onun, yegâne, yekdâne olduğu anlaşı-hr
[73]Hadîs
ıstılahında ise, ferd, gerek lügat yönünden ve gerekse ıstılah yönünden
garı6'in müteradifidir. Ancak ıstılahçılar, her iki kelime arasında,
kullanılışlarının azlığına veya çokluğuna göre ayırım yapmışlar ve ferd ismini
çok defa ferd-i mutlak'a, garîb ismini ise, ferd-i nisbî'ye ıtlak etmişlerdir.
Ancak bu, kelimelerin isim olarak kullanılışı yönündendir. Fakat bu
kelimelerden türemiş fiillerin kullanılışı bahis konusu olduğu zaman,
aralarında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Meselâ haber, ister ferd-i mutlak
olsun, ister ferd-i nisbî olsun, her ikisinde de teferrede bihi fulânun veya
ağ-rabe bihi fulânun denilerek, ferd ve garîbten türemiş fiiller aynı manâda
kullanılmıştır.[74]
Ferdin, garibin
müteradifi olarak da kullanıldığı gözönünde bulundurulursa, kelimenin hadîs
ıstılahı yönünden manâsı, isnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış haber
çeşidi olur. Ancak bu çeşit haberlerin tarifinde kullanılan kelime, umumiyetle
garîb kelimesidir ve ferd tabiri, yukarıda da işaret olunduğu üzere, garibin
kısımları bahis konusu olduğu zaman daha çok kullanılmıştır.
Buna göre, ferd
kelimesinin, tabakalardan herhangi birinde râvisi tek kalmış haberlere delâlet
ettiği gözönünde bulundurulursa, ferd-i mutlak (el-ferdu'l-mutlak)'m, tarifini
verdiğimiz ferd çeşitlerinden biri olduğu anlaşılır. Nitekim İbn Hacer,
"garabet, ya senedin aslında olur, yahutta bir başka tarafında.. ."[75]
demek suretiyle, ferdiyyetin müteradifi olarak kullanılan garabetin, isnadın
bazen bir yerinde, bazen de bir başka yerinde görülmesi sebebiyle iki kısımda
mütalâ edildiğini açıklamıştır ki, bunlardan birisi ferd-i mutlak'tır ve
garabetin senedin aslında olması şeklidir.
Senedin aslı
(aslu's-sened), kendisinden sonraki turuk ne kadar ço-ğalırsa çoğalsın, isnadın
dönüp dolaştığı yerdir ki, evvel, menşe', âhır, intiha, muntehây-ı sened gibi
tabirlerin de ıtlak olunduğu sahabînin bulunduğu taraftır. Buna göre,
garabetin isnadın aslında veya evvelinde oluşu, hadîsi rivayet eden sahabî veya
sahabîden rivayet eden tâbi'î sayısının birden fazla olmamasıdır. Yâni
sahabînin veya tâbİ'înin, rivayet ettiği hadîsle teferrüd etmesi, tek
kalmasıdır.
Ferd-i mutlak'a misal
olarak, el-Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen velâ'ın satış ve hibesini
yasaklayan İbn Ömer hadîsi zikredilebilir.
Hazreti Peygamber,
köle azadından doğan mîras hakkının satışını ve hibe edilmesini bu hadîsiyle
nehyetmiştir:[76]
Bu hadîsi Abdullah îbn
Ömer'den rivayet eden tâbi'î Abdullah ibn Dînâr rivayetinde tek kalmıştır ve bu
teferrüd, senedin aslında olduğu içindir ki hadîs, ferd-i mutlaktır.
Ferd-i mutlakta bazen
tek kalan râviden hadîsi alan râvinin de tek kaldığı ve bunun bütün râviler
boyunca, veya çoğunda devam ettiği görülür, îmanın hasletleriyle ilgili Ebû
Hureyre hadîsi, iki râvisi tek kalmış bir hadîstir
[77]
(îmân yetmiş - veya altmış - küsur şubedir. En üstünü tâ ilahe illa'llah
sözüdür. En alt derecesi ise, yoldan (taş, diken vs.) ezâ veren şeyleri
kaldırmaktır. Haya da îmandan bir şubedir).
Hazreti Peygamberden
Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen bu hadîs, Ebû Hureyre'den Ebû Salih, Ebû
Salih'ten de Abdullah İbn Dînâr va-sıtasıyle nakledilmiştir. Gerek Ebû Salih ve
gerekse Abdullah İbn Dînâr, bu hadîsin rivayetinde tek kalmışlardır.
[78]
Ferd-i nisbî,
garabetin senedin ortasında olması halinde ortaya çıkan haber çeşididir. Nisbî
denilmesi, haber aslında meşhur olsa bile, teferrüdün belirli bir şahsa
nisbetle vukubulması dolayısıyledir. Haberin meşhur olması ise, kendisinde
teferrüd etmiş râvileri bulunmayan şâir turuk (is-nadlar) yönündendir. Meselâ
Mâlik İbn Enes, Nâfi'den, Nâfı de îbn Ömer'den bir hadîs rivayet etmiş olsa ve
bir başka râvi de aynı hadîsi mütâbi'i olmaksızın Mâlik'ten rivayetiyle
teferrüd etse, yâni Mâlik'ten bu râviden başka hiç kimse rivayet etmemiş olsa,
bu hadîs, Mâlik'ten tek olarak rivayet eden râviye nisbetle ferd'tir. Nâfi'den
rivayet edenler kalabalık bir cemaat olduğu takdirde ve onlardan bize kadar
nakleden aynı şekildeki kalabalık râvi gurubuna nisbetle de hadîs meşhur olur.
Bunu şöyle bir şema ile göstermek mümkündür:
Hadîs İbn Ömer[79]
Genel olarak Haber lafzından
söz ederken de açıkladığımız gibi, haberler, bize gelişleri yönünden mütevâtir
ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, âhâd haberler de, aralarında
hem sahîh hem de zayıf olanların bulunması dolayısıyle makbul ve merdûd olmak
üzere iki kısma ayrılmışlardır. Makbul, hadîs âlimlerinin çoğunluğuna göre,
ameli gerektiren haberlerdir. Râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlere de
merdûd denilmiştir.
Âhâdın makbul ve
merdûd olmak üzere iki kısma ayrılması, onlarla istidlalin, râvilerinin adalet
ve zabt yönünden ahvallerinin araştırılmasına mütevakkıf olması dolayısıyledir.
Mütevâtir haberler bunun aksinedir; çünkü mütevâtir haberler, râvilerinin
doğruluğu hususunda kesinlik bulunması dolayısıyle hepsi de makbuldür. Âhâd
haberler ise, böyle değildir ve onlardan yalnız makbul olanlar ameli
gerektirir. Çünkü bunlarda, ya kabul sıfatının esasını teşkil eden râvinin
doğruluğu sübût bulmuştur; ya da red sıfatının esasım teşkil eden râvinin
yalancılığı sübût bulmuştur; yahutta ne kabulünü ne de reddini gerektiren
herhangi bir husus mevcuttur. Bu takdirde, birincisinde, râvisinin doğruluğu
sübût bulduğu için haberin de doğruluğu zan üzerinde galebe çalar ve haber
kabul edilir, ikincisinde, râvisinin yalancılığı sübût bulduğu için haberin de
yalan olduğu zan üzerinde galebe çalar ve haber atılır. Üçüncüsünde ise, eğer
haberi bu iki kısımdan birine sokmayı mümkün kılacak bir karîne mevcut ise,
haber o Kısma sokulur; böyle bir karîne mevcut değilse, haber üzerinde tevakkuf
olunur; yâni onunla amel edilmez. Amel olunmayan haber ise, merdûd haber
gibidir; ancak onun merdûd olması, haberde red sıfatının sübûtu do-layısıyle
değil, kabulü gerektiren bir sıfatın bulunmaması dolayısıyledir.
[80]
Makbul hadîs
çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan
râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan
hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli gerektiren
sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması
gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifade ile, bir hadîsin sahîh vasfına
sahip olabilmesi için, beş şartın o hadîste biraraya gelmesi lâzımdır. İşte bu
beş şartı tam olarak kendisinde birleştiren hadîse, sahîh li-zâtihi, veya
kısaca sahîh denilmiştir. Bu şartlardan herhangi birisi hadîste bulunmazsa, o
hadîs, sahîh olma vasfinı kaybetmiş olur.
Sahîhin tarifinde
zikredilen bu beş şart, sırasıyle şunlardır:
1.Sahîh
hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Âdil, adalet vasfına sahip olan kişidir.
Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir; zira insanın
şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günâhlardan sakınması, ancak
bu meleke sayesinde mümkün olabilir. Bu sebepledir ki takva ve mürüvvet sahibi
kimselere, hadîsçiler arasında adi veya âdil denir. Hadîs rivayetinde,
râvilerde adaletin şart koşulması, âdil olmadıkları bilinen, yahut hali
bilinmeyen ve dolayısıyle âdil olup olmadıkları anlaşılamayan, yahutta kim
oldukları bilinmeyen kimselerin rivayet ettikleri hadîsleri sahîhin dışında
bırakmak içindir.
2. Sahîh
hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste,
yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız,
dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir
melekedir. Râvilerde zabtm şart koşulması, galatı çok, gafleti fahiş olan
kimselerin hadîslerini sahîhin dışında bırakmak içindir.
3. Sahîh
hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır. İttisal, isnadta yer alan her bir râvinin, hadîsi
kendisinden naklettiği şeyhine bizzat mülâkî olmuş ve hadîsi bizzat ondan almış
olmasıdır. Böylece râvi ile şeyhi arasında açık veya gizli bir inkıta söz
konusu olmaz. İsnadda ittisalin şart koşulması, munkatı, mu'dal, mursel ve
mudelles gibi çeşitli mkıtalarla gelen hadîsleri sahîhin dışında bırakmak
içindir.
4. Sahîh
hadîs şâz olmamalıdır. Şâz, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir,
muttasıl isnadla gelmiş olan, fakat kuvvetli isnadla gelen aynı hadîsin diğer
rivayetine veya rivayetlerine muhalefetle
infirad eden hadîstir. Daha kısa
bir ifade ile, güvenilir bir râvinin, kendisinden daha güvenilir bir râviye
muhalif rivayetidirki, bu rivayetle râvi tek kalmıştır. Böyle durumlarda, daha
güvenilir olan râvinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise, sahîh olma
vasfinı kaybeder ve buna da şâz denir.
5. Sahîh
hadîs muallel olmamalıdır. Muallel, metin veya isnadında illeti bulunan
hadîstir, illet ise, hadîsi za'fa düşüren gizli bir kusurdur. Bu kusur tesbit
edilinceye kadar sahîh olduğu sanılan hadîs, kusurun anlaşılmasından sonra
sahîh olma vasfını kaybeder.
Hadîsçilere göre,
yukarıda zikredilen beş şartı kendisinde cemeden hadîsin sahîh olduğuna
hükmedilir. Eğer bazı hadîslerin sıhhati üzerinde hadîsçiler arasında bir görüş
ayrılığı çıkmış ise, bu ayrılık, beş şartın, o hadîslerde var olup olmadığı
hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyledir. Zira bazı hadîsçilerin
ta'dîl ettikleri bir râvi, diğer bazıları tarafından cerhedümiş ise, râvi
üzerinde hâsıl olan bu görüş ayrılığı, onun tarafından rivayet edilen hadîsin
sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Râviyi ta'dîl edenler, hadîsinin sahîh
olduğuna hükmederken, onu cerhedenler hadîsinin sıhhati üzerinde de tereddüt
gösterirler.
Hadîslerin sıhhati
üzerinde beliren görüş ayrılığının bir sebebi de, yukarıda zikredilen beş
şartı yeterli görmeyen bazı kimselerin iddialarıdır. Hadîsçiler dışından
geldiği anlaşılan bu iddialar, mezkûr beş şarta ilâveten, hadîsin her tabakada
en az iki râvi tarafından rivayet edilmesi esasına dayanır. Nitekim rivayet
olunduğuna göre, İbrâhîm İbn îsmâ'îl İbn Uleyye, rivayetin şehadetle aynı
derecede ve aynı şey olduğunu ileri sürerek, hadîsin de en az iki âdil ve zabıt
râvisi olması gerektiğini söylemiş ve rivayetinde tek kalan âdil ve zabıt râvinin
hadîsini kabul etmemiştir. Ne var ki bu zât, fakîh muhaddislerden olmasına
rağmen, itizale meyleden bir kimse idi.
[81]
Ez-Zehebî, onun cehmî olduğunu, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü taşıdığını ve
bu yolda münazaralar yaptığını söylemiştir.[82]
Sahîhin şartı hakkında
İbrâhîm îbn îsmâ'îl îbn Uleyye tarafından ileri sürülen bu görüş, aslında diğer
bazı mutezile imamlarının da görüşüdür. Nitekim Ebû Alî el-Cubbâ'î, bu konuda
şöyle demiştir: "Âdil olan tek bir kişinin haberi kabul edilmez. Fakat
buna başka bir âdil kişinin haberi inzimam ederse, yahut Kitap (Kur'ân) dan
bir âyetin, yahut başka bir haberin zahirinin muvafakati ile haber kuvvet
kazanırsa, yahut sahabe arasında münteşir olur veya bazıları o haberle amel
ederse, o zaman tek kişinin haberi kabul edilir."
[83] Buna
benzer bir görüş de, el-Hâkim en-Neysâbûrî tarafından ileri sürülmüştür:
"Sahîh hadîsin sıfatı, kendisinden cehalet ismi zail olmuş sahabînin
Hazreti Peygamberden, iki âdil tâbi'înin de sahabîden rivayeti olup, şehadet
üzerine şehadet misali, hadîs ehlinin zamanımıza kadar onu nakletmesidir."
[84]
Mutezile tarafından sahîh hadîsin şartı
olarak ileri sürülen her tabakada onun en az iki âdil râvi vasıtasıyle rivayet
edilmesi keyfiyeti, aslında, bu mezheb imamlarının haber-i âhâd hakkındaki görüşleri
çerçevesi içinde mütalâa edilmek gerekir. Zira mutezile, âhâd haberlerin dînde
delil olarak kullanılmasına karşıdırlar.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, hadîs imamlarının sıhhati üzerinde ittifak ettikleri tek
isnadla rivayet edilmiş pek çok hadîs vardı ve bu hadîsleri el-Buhârî ve Müslim
gibi Sahîh sahipleri kitaplarına almakta tereddüt göstermemişlerdir. hadîsi
bunun en açık örneğini teşkil eder. El-Buhârî tarafından Sahîh'in başında
nakledilen bu hadîs, Hazreti Peygamberden, yalnız Ömer İbnu'l-Hattâb
vasıtasıyle rivayet edilmiş; Ömer'den yalnız Alkame, Alkame'den yalnız Muhammed
İbn îbrâhîm, Mu-hammed İbn İbrahim'den de yalnız Yahya İbn Sa'îd rivayet
etmiştir. Yahya'dan sonra isnadı çoğalan bu hadîsin sıhhati, değerinin
büyüklüğü ve ondan hâsıl olan faydanın çokluğu üzerinde bütün İslâm uleması
görüş birliğine varmışlardır. İmam Eş-Şâfı'î, bu hadîsin İslâm'ın üçte birine
muâdil olduğunu ve yetmiş fıkıh babını ihtiva ettiğini söylemiştir. Abdurrahman
İbn Mehdî ise, kitap tasnîf eden herkesin, ilim talebesinin, niyetini düzeltmesi
için, tenbîh maksadı ile bu hadîsi kitaplarının başında zikretmeleri
tavsiyesinde bulunmuştur.[85]
Sahîh hadîsin yukarıda
zikrettiğimiz beş şartından ilk ikisini teşkil eden ve râvilerle ilgili olan
adalet ve zabt sıfatları, her râvide veya her insanda aynı derecede bulunmaz.
Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hafız oldukları halde, diğer bazıları,
bunlara nisbetle daha az âdil ve hafızdırlar. Bu azlık, onları, zayıf hadîs
râvileri derecesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede
olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple denebilir ki, ne kadar sahîh
hadîs râvisi varsa, o kadar da birbirinden farklı adalet ve zabt dereceleri
vardır. İşte, râvilerin adalet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar
tarafından rivayet edilen hadîslerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde
bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, râvileri adalet yönünden en üstün
derecede bulunan bir hadîsin, sıhhat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna
hükmedilir. Bu hüküm, bazı hadîsçileri, adalet ve zabt yönünden en üstün
seviyede bulunan hadîs râvilerinden müteşekkil isnadları asahhu'l-esânîd
(isnadların en sahihi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır. Meselâ
ez-Zuhrî'nin Salim îbn Abdullah îbn Ömer'den, onun da babası Abdullah İbn Ömer
İbni'l-Hattâb'tan; Muhammed îbn Sîrîn'in Ubeyde İbn Amr es-Selmânî'den, onun
da Alî'den; îbrâhîm en-Neha'î'nin Alkame'den, onun da İbn Mes'ûd'tan
rivayetleri böyledir ve bu isnadlardaki isimler, en üstün adalet ve zabt
sıfatlarını hâiz oldukları için asahhu'l- esânîd sayılmışlar dır .
[86]
Ne var ki, bir isnad
hakkında verilen asâhhu'l-esânîd hükmü kesin bir hüküm değildir. Çünkü
hadîslerdeki birbirinden farklı sıhhat dereceleri is-nadlarmm sıhhat şartları
yönünden sahip oldukları derecelere göre tertip edilir. Halbuki bir isnadı
teşkil eden ricalden her birinin teker teker en üstün kabul şartlarım hâiz
olması, yahut bu şartları hâiz râvilerin her zaman biraraya gelmesi nâdir olur.
Diğer taraftan, râvileri ve dolayısıyle isnadı değerlendiren kimseler arasında
da devamlı bir görüş birliği bulunmaz ve her biri kendi nazarında kuvvetli olan
isnadı tercih eder. Bu tercihte bilhassa değerlendirmeyi yapan kimsenin daha
çok itina gösterdiğini ve yakından tanıdığı kendi beldesine âit isnadların ön
sırada yer aldığını da hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu sebepledir ki
İbnu's-Salâh, isnad veya bir hadîs hakkında kesin olarak "en sahîh"
hükmünün verilmemesini daha uygun bulmuş
[87]İbn
Hacer de onun bu görüşüne katılmıştır
[88]Ne
var ki, hadîsçilerin bazı isnadlar hakkında bu hükmü vermelerinin, haklarındo
böyle bir hüküm verilmemiş olan isnadlara tercih edilmeleri yönünden büyük
fayda sağladığı da reddedilemez.
Sahîh hadîsin
kısımlarına gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sıhhatin dereceleri olan
adalet ve zabt sıfatlarının her râvide farklı olması dolayısıyle, sahîhin de
farklı derecelerinin olması gerekir. İbnu's-Salâh bu konu üzerinde durmaz. Ona
göre sahîh hadîs, isnad yönünden meşhur, r^z ve garîb olan hadîstir. Ayrıca
hadîs ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettikleri hadîsler yanında, bir de
mezkûr evsafın vücûdu üzerindeki ihtilâfları sebebiyle, sıhhati üzerinde
ihtilâf ettikleri hadîsler vardır ve bu iki gurup hadîsi muttefekun aleyh ve
muhtelefun fth olarak isimlendirir.
[89]îbn
Hacer ise, Makbul haberler adı altında hadîsleri, sahîh li-zâtihi, sahîh
li-gayrihi, hasen li-zâtihi ve kasen li-gayrihi olmak üzere dört kısma ayırmıştır
ki
[90]bizim
bu kitabımızda makbul haberlerin taksimatı ile ilgili tercihimiz de bu
olmuştur.
[91]
Kendi şartlanyle sahîh
olan ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunan hadîstir. Yukarıda da
açıkladığımız gibi, râvileri âdil ve zabıt, isnadı da muttasıl olup şâz ve
illetten salim bulunan her hadîsin sahîh olduğu gö-
zönünde
bulundurulursa, sıhhat için gerekli olan şartların, râvilerde adalet ve zabt,
isnadda ittisal, hadîste de şüzûz ve illetten selâmet sıfatları olduğu kolayca
anlaşılır. Bu sıfatların son üçünde, yâni ittisalde, şüzûz ve illetten
selâmette, kuvvet yönünden derecelendirme elbette söz konusu değildir. Başka
bir ifade ile, isnadın az veya çok muttasıl olduğunu söylemek nasıl mümkün
olmazsa, hadîsin de az veya çok illetli olduğu ileri sürülemez. Çünkü isnad, ya
muttasıldır, yahut değildir; keza hadîs de, ya şâz veya mualleldir, yahutta
değildir. Buna karşılık, sıhhat için zorunlu olan ilk iki sıfat, yâni adalet ve
zabt sıfatları ise, bundan farklıdır ve her insan, birbirinden farklı adalet ve
zabt sıfatlarına sahiptir. Bir insan, ne derecede îman ve İslâm'a bağlı ve ne
derecede takva ve mürüvvet sahibi ise, o derecede âdil, ne derecede hafıza
gücüne sahip ise, o derecede zabıttır. Buna göre bir hadîsin sıhhati, onu
rivayet eden râvinin adalet ve zabt sıfatlarındaki derecesine paralel olarak
gerçekleşir ve diğer üç şartla birlikte az veya çok sahîh bir hadîs olur.
İşte bu açıklama bize,
sahîh li-zâtihi denilen hadîsin tayin ve tarifinde başlıca dayanağı teşkil
eder. Eğer bir hadîs, râvileri adalet ve zabt sıfatları yönünden en üstün
derecede ise, diğer şartların da vücûdu ile bu hadîs, sahîh li-zâtihi olur;
çünkü bu hadîs, bir hadîsin sıhhati için gerekli olan şartların biraraya
gelmesiyle sahîh olmuştur; onu sahîh mertebesine yükselten beş şart dışında
ayrı bir unsur, veya ayrı bir kuvvetlendirici yoktur. Kısacası bu hadîsi sahîh
mertebesine yükselten sıfatlar, sıhhat için gerekli olan sıfatlardan başkası
değildir. Bu sebeple ona sahîh li-zâtihi denilmiştir.
[92]
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, Râvileri âdil ve zabıt, isnadı muttasıl olan, şüzûz ve
illetten salim her hadîse sahîh denilmiş, adalet ve zabt sıfatlarının en üstün
derecede bulunması halinde de o hadîs, sahîh li-zâtihi olarak adlandırılmıştır.
Ancak bir hadîs
râvisinin zabtında bulunan kusur, yahut zayıflık, o ravi tarafından rivayet
edilen hadîsin sahîh olarak tavsif edilmesine engel olursa, bu takdirde o
hadîs, diğer sıhhat şartlarının tam olması halinde, hasen olarak isimlendirilir
ve aşağıda da açıklanacağı üzere, sahîh hadîs derecesinin altındaki bir
dereceye iner.
Râvisinin zabtmdaki
kusur sebebiyle isnadı hasen olan bir hadîs, başka bir sahîh isnadla rivayet
edilecek olursa, hasen hadîs râvisindeki zabt kusuru, diğer rivayetle telâfi
edilmiş ve sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselmiş olur.
Ancak kendi isnadıyle hasen olan, fakat başka bir isnadla da rivayet edilmek
suretiyle sahîh mertebesine yükselen bir hadîse, şüphesiz kendi şartlarıyle
sahîh olmaması dolayısıyle sahih li-
zâtihi demek mümkün
değildir. Fakat hasen iken, başka bir isnadla da rivayet edildiği için sahîh
derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Böyle
bir hadîs, kendi şartlarıyle sahîh olan ve sahîh li-zâtihi denilen hadîsin
dûnundadır.
[93]
Lügat yönünden
"güzel" manâsına gelen hasen kelimesi, hadîsçilerin ıstılahında,
sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul
hadîsler arasında sayılan bir hadîs çeşidinin adıdır
[94]Hadîsler
ilk defa el-Hattâbî
[95]tarafından
sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üçe taksim edilmiş, bilâhare bu üçlü taksim,
hadîsçiler arasında şöhret kazandığı gibi, hasen'in çeşitli tarifleri de
yapılmıştır. El-Hattâbî'ye göre hasen, "mahreci bilinen, ricali şöhret
kazanan, hadîslerin ekseriyetim teşkil eden, ekserî ulemâ tarafından kabul
edilen ve ekserî fukahâ tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir"
[96]
Et-Tirmizî'nin
tarifine göre, isnadında kizb ile müttehem bir râvisi bulunmayan, şâz
olmaksızın çeşitli yönlerden rivayet edilen her hadîse hasen denir.
[97]Et-Tirmizî'nin
bu tarifi bazı hadîsçiler arasında itiraza uğramış ve onun, hasen hadîsi sahîh
hadîsten ayırt edecek bir vasıf getirmediği, zira sahihin de râvilerinin kizb
ile müttehem olmadıkları ve şazdan salim bulundukları İleri sürülmüştür.
Yalnız et-Tirmizî'nin şart koştuğu bir husus vardır ki, o da, hadîsin başka
yönlerden de rivayet edilmesidir ve bu, sahîh hadîslerde şart koşulmamıştır.
Bununla beraber, et-Tirmizî'nin tarifinde şu husus açıkça görülür ve bu da
mezkûr İtiraza cevap teşkil eder: Et-Tirmizî, hasen hadîs râvilerinin kizb ile
müttehem olmamaları gerektiğini söylemiştir. Vakıa sahîh hadîs râvilerinin de
kizb ile müttehem olmamaları gerekir; fakat bu ifadenin içinde, aynı zamanda,
bu râvilerin sika olmaları
şartı da yer almış
bulunmaktadır. Buna göre hasen hadîste koşulan "râvilerin kizb ile
müttehem olmamaları" şartı ile, sahîh hadîsin "râvilerin sika
olmaları" şartı arasında fark vardır ve bu bakımdan hasen hadîs râvileri,
derece yönünden sahîh hadîs râvilerinden daha aşağı seviyededirler. Buna ilâveten
hasende şart koşulan hadîsin başka yollardan da rivayeti meselesi, sahîhte şart
koşulmamıştır; bu da haseni sahihten ayıran başka bir özelliktir.
Buna benzer bir
itiraz, yukarıda zikrettiğimiz el-Hattâbî'nin tarifine karşı da yapılabilir ve
denir ki: Sahîh hadîslerin de mahreçleri bilindiği gibi, ricali de meşhurdur.
Ne var ki el-Hattâbî bu ifadesiyle, hasen hadîslerin, sahîh hadîs derecesine
ulaşmadıklarını kasdetmiştir. Nitekim bununla ilgili ibareyi takiben şöyle
demiştir: "...Ekserî ulemâ tarafından kabul edilen ve ekseri fukahâ
tarafından da kullanılan bir hadîs çeşididir". "Mahreci bilinen ve
ricali şöhret kazanan..." ibaresinin içine sahîh hadîslerin de girdiği
far-zolunsa bile, bu ikinci ibare ile, hasen sahihten ayırt edilmiş olur; zira
sahîh hadîsler, ekserî ulemâ ve fukahâ tarafından değil, bütün ulemâ ve fukahâ
tarafından kabul edilir ve kullanılırlar'.[98]
El-Hattâbî'nin tarifi
ile et-Tirmizî'nin ve diğer bazı müteahhırînin tariflerini zikreden
İbnu's-Salâh ise, bütün bu tariflerin sadra şifa vermediğini söylemiş ve
el-Hattâbî'nin olsun, et-Tirmizî'nin olsun, verdikleri tariflerle hasen ve
sahihi birbirinden ayırt etmediklerim ileri sürmüştür. İbnu's-Salâh'a göre
hasen hadîs iki kısımdır. Birincisi, isnadmdaki ricali mestur olmaktan hali
bulunmayan ve ehliyetleri tahakkuk etmeyen hadîslerdir. Bununla beraber bu
râviler, rivayetlerinde fazla hata yapan ve kizb ile müttehem olan, yâni hadîs
rivayetinde kizbi kasden ihtiyar ettikleri bilinen kimselerden değillerdir;
aynı zamanda hadîsin metni, başka yönden veya birçok yönden benzerinin rivayet
edilmesiyle maruf olur ve böylece hadîs şâz veya münker olmaktan uzak kalır.
İşte et-Tirmizî'nin tarifi bu kısma aittir.
Hasenin ikinci kısmına
gelince, bu da, râvileri sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) ile meşhur olmakla
beraber, hıfz ve itkan yönünden daha aşağı derecede olmaları itibariyle sahîh
hadîs râvilerinin derecesine ulaşmayan, fakat teferrüdü dolayısıyle hadîsi
münker olan kimselerin derecesinden de üstün olan hadîslerdir. Bu hadîsler,
aynı zamanda, şâz, münker ve muallel olmaktan da u/aktırlar. Bu kısım da,
el-Hattâbî'nin tarifinde söz konusu edilen hasen çe^ididir.[99]
İbnu's-Salâh'm hasen
hadîsleri iki kısma ayırarak tarif etmesi, hem el-Hattâbî'nin, hem de
et-Tirmizî'nin tariflerini biraraya getirmesi bakımından Önemlidir. Bu Önem,
iki meşhur imamın, aynı şeyin tarifini yaparken aradaki fark ne kadar az
olursa olsun, ayrı ayrı şeylerin tariflerini yaptıklarını ortaya çıkardığı için
bir kat daha artmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, gerek el-Hattâbî'nin ve gerekse
et-Tirmizî'nin tariflerinin sadra şifa vermediğini söylerken, yine bu tariflere
bağlı kalmış, onlara biraz daha açıklık kazandırmış ve neticede her iki
tarifin birbirinden az çok farklı olduğu ka-naatma vararak, yine bu iki tarife
göre hasen hadîslerin iki kısım olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh'm bu
taksimine göre, hasen hadîslerin bir kısmı hasen li-zâtihi, bir kısmı da hasen
li-gayrihi'dir.
İbn Hacer de,
İbnu's-Salâh gibi, hasenin müstekıl bir tarifini vermemiş, onu, âhâd
haberlerin içinde sahîhin üçüncü ve dördüncü mertebelerinde yer alan iki hadîs
çeşidi olarak zikretmiştir. Ona göre, âdil ve zabtı tam olan bir râvinin,
muttasıl senedle rivayet ettiği şâz ve muallel olmayan haber, âhâdtan sahîh
li-zâtihi'dir ve en üst derecede bulunur. Bazı kusurlar sebebiyle haber, bir
derece aşağıya düşer, fakat bu kusurları telâfi ederek hükümsüz kılacak ve
böylece onun sıhhat derecesini kuvvetlendirecek turuk çokluğu gibi bazı
özellikler bulunursa, haber yine sahihtir, fakat li-zâtihi değildir. Bu
kusurları telâfi edecek turuk çokluğu gibi özellikleri yoksa, işte o zaman
hadîs, hasen li-zâtihi olur. Eğer hadîs, râvisinin hali bilinmediği için
başlangıçta derecesi tesbit edilememiş cinsten olur, fakat sonradan bazı
karineler yardımı ile zayıflık derecesinden çıkar ve kabul edilebilir olduğu
anlaşılırsa, bu hadîs de basendir, fakat li-zâtihi değildir; buna hasen
li-gayrihi denir
[100]Görüldüğü
gibi, İbn Hacer de haseni iki kısma ayırmış ve her iki kısmı ayrı ayrı tarif etmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, ona göre hasen, râvilerindeki bazı kusur sebebiyle sahîhin
bir derece aşağısına düşen bir hadîs çeşididir. Bu kusurla birlikte haberi
takviye edecek, daha doğrusu, kusuru tesirsiz hale getirecek turuk çokluğu gibi
bir kuvvetlendirici bulunmazsa, bu kısma giren haberler hasenin en yüksek mertebesinde
yer alırlar. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hacer'e göre, hadîsin
sahîh mertebesinden hasen mertebesine düşmesine sebep olan kusur, râvisinin
zabtının, sahîh hadîs râvisinin zabtına nisbetle biraz daha az olması, aşağı
derecede bulunmasıdır. Eğer bu zabt azlığı bulunmasaydı, hadîs, hasen değil,
sahîh mertebesinde bulunacakta.[101]
Hasen hadîs, kuvvet
yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, kendisiyle ihticac edilme yönünden
veya delil olma yönünden ondan farksızdır. Bu sebeple el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar,
haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir. Bununla beraber hadîsçiler arasında
bu husus, yine de ihtilâf konusu olmuştur. Zira İbnu's-Salâh'ın da dediği
gibi, iki turuku bulunan bir hadîsin her iki tarîki da infırad etmiş olsa,
böyle bir hasen hadîs hüccet olamaz.. Diğer taraftan bazı vasıflar vardır ki,
bunlar bir hadîste bulunursa, rivayeti kabul etmek gerekir. Bu vasıfların en
aşağı derecesinde dahi hasen haber sahîh hükmündedir; fakat bu vasıflar
bulunmazsa, o habere hasen de denilse, onunla ihticac olunmaz. Ancak haberin
kabulünü gerektiren bu vasıfların bulunmaması halinde, habere hasen denilip
denilmeyeceği de ayrı bir konudur.[102]
Yukarıda İbn Hacer'in
tarifini zikrederken, râvinin zabt yönünden kusurlu olması halinde hadîsin
hasen mertebesine düştüğüne işaret etmiştik. Aynı konuya temas eden
Îbnu's-Salâh, doğruluk yönünden meşhur olan bir râvinin hafıza ve zabt yönünden
geri kalması halinde, hadîsinin bir başka yönden de rivayet edilmesiyle kuvvet
kazandığını ve böylece hasen mertebesinden sahîh mertebesine yükseldiğini
belirtir. Meselâ Muhammed ibn Amr İbn Alkame'nin Ebû Seleme'den, onun Ebû
Hureyre'den, Ebû Hu-reyre'nin de Hazreti Peygamberden rivayet ettiği: .
"ümmetim Üzerine
güç gelmemiş olsaydı, onlara her namazdan önce, dişlerini misvak ile
fırçalamalarını emrederdim.
[103]hadîsi,
Muhammed ibn Amr sebebiyle hasen hadîslerden addedilmiştir. Bu râvi, sıdk
(doğruluk) ile maruf olmakla beraber itkan ehlinden değildir. Hattâ bazıları,
hıfzının kötülüğü sebebiyle onu zayıf râviler arasında zikretmişler, bazıları
da sıdkı ve celâleti dolayısıyle onun güvenilir (sika) olduğunu söylemişlerdir.
Ne var ki hıfzının zayıflığı dolayısıyle Muhammed İbn Amr'ın hadîsi hasendir;
fakat bu hadîs başka yönlerden de rivayet edildiği için, onun sahîh olduğuna
hük-medilmiştir. Mutâbeât, Muhammed İbn Amr'ın Ebû Seleme'den değil, Ebû
Seleme'nin Ebû Hureyre'den rivayeti içindir ve Ebû Seleme'den, ayrıca, el-A'rac,
Sa'îd el-Makburî, babası ve diğer kimseler aynı hadîsi rivayet etmişlerdir'.[104]
Bir hadîsin bir çok
zayıf yönlerden rivayet edilmesi, o hadîsin hasen olmasını gerektirmez. Ancak
doğru ve emîn olan râvisinin hıfzındaki zayıflık sebebiyle zayıf addedilen
hadîs, başka yönden rivayet edilmesi halinde hasen olur.
[105]
Yukarıda da
açıkladığımız gibi, İbnu's-Salâh, et-Tirmizî ve el-Hattâbî'nin hasenle ilgili
tariflerine işaretle, bu tariflerin sadra şifa vermediklerini söyleyerek
haseni ayrı ayrı iki kısımda tarif etmiştir. Onun ikinci kısma âit verdiği
tarif, el-Hattâbî'nin tarifinde bahis konusu edilen hasen çeşididir ve hasen
li-zâtihi'ye aittir.
İbnu's-Salâh'a göre
hasen li-zâtihi, râvisi sıdk (doğruluk) ve emanet (güven) yönünden meşhur olan,
fakat hıfz ve itkan yönünden kusurları sebebiyle sahîh hadîs ricalinin
derecesine ulaşamayan, bununla beraber rivayet ettiği hadîsle infirad eden ve
bu sebepten hadîsi münker olan kimselerden üstün derecede bulunan, hadîsi de
şâz, münker ve muallel olmayan kimsenin rivayetidir.
[106]İbn
Hacer'in tarifinde hasen li-zâtihi, âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin
muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve muallel olmayan hadîslerdir.[107] İbn
Hacer'in bu tarifi, aslında, râvinin zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh
hadîsin tarifidir. Zira sahihte zabtın da tam olması şart koşulmuştur. Eğer
zabtta, hafıza ve itkan yönünden bir kusur bulunursa, böyle bir râvinin hadîsi
hasen lizâtihi olur. Ancak bu kusur, zayıf râvilerde bahis konusu edilen kusur
mertebesinde değildir. Keza hadîsin hasen olması, haricî bir sebebe de istinad
etmez. Nitekim hasen li-gayrihi, aslında, zayıf bir haberdir; râvilerinin cerh
ve adaleti tahakkuk etmediği için red veya kabulü mümkün olmayan mestur bir
haber cinsinden olabilir. Fakat haricî bir sebebe istinaden bu zayıflık zail
olur ve hadîs hasen li-gayrihi mertebesine yükselir. Burada bahis konusu edilen
haricî sebep, hadîsi sıhhat itibariyle kuvvetlendiren başka yönlerden de rivayet
edilmesidir.
Hasen li-zâtihi için
haricî sebep bahis konusu değildir; yâni hadîsin başka yönlerden de rivayet
edilmesi şart koşulmamıştır; o zâtı itibariyle hasendir. Buna göre hasen
li-zâtihi, sahîh haberler cinsindendir; ancak derecesi, sahihin derecesinden
aşağıdır.
Hasen li-zâtihi,
turukunun çoğalması ve başka yönlerden de rivayet edilmesi halinde sahîh
mertebesine yükselir. Çünkü isnadın çokluğu, hadîse hasen vasfını kazandıran
râvinin kusurlu zabtını takviye eder.
[108]
İbnu's-Salâh'ın
tarifine göre, isnadı mestur olan, yâni râvilerinin ehliyetleri tam olarak
tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet ettikleri hadîste fazla hata
yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir ki,
bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen
H-gayrihi adını alır.
[109]Aslında
zayıf nev'i içerisinde yer alan bu çeşit hadîsler, onları takviye eden bir hususun
ortaya çıkması ile hasen mertebesine yükselirler. Bu hususun bulunmaması
halinde, zafiyet devam eder ve hüccet olarak kullanılmaları da mümkün olmaz.[110] Bu
kaide, umumiyetle, bazı zayıf hadîs çeşitleri için de bahis konusudur. Zira
zayıf hadîslerdeki zafiyet, bazen zâü olmakla beraber, bazen de bu mümkün
olmaz. Eğer zafiyeti zail olabilecek hadîslerden ise, bu, bazı râvilerinin
doğru ve güvenilir olmalarına rağmen, hafıza yönünden zayıflıkları
sebebiyledir. Eğer bunların rivayet ettikleri hadîs, bir başka yönden de
rivayet edilecek olursa, onların doğru rivayet ettikleri anlaşılır ve böylece,
Önceden zayıf olduğu bilinen hadîs hasen mertebesine yükselir; ancak bu
mertebe, hasen li-gayrihi mertebesidir.
İrsal yönünden meydana
gelen zayıflık da böyledir. Hafızası sağlam olan bir imamın, bir defasında
mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîsi, başka bir yönden muttasıl olarak rivayet
etmesi halinde, mürseldeki zayıflık zail olur ve hadîs hasen mertebesine
yükselir.
Tedlîs ve bazı râviler
hakkındaki cehalet de irsal gibidir; bu râvilerin bilinmesi halinde müdelles
olan hadîs, hasen gurubuna girer. O halde diyebiliriz ki, zayıf hadîsin hasen
mertebesine yükselmesi, kuvvetlendirici vasfı bulunan haricî bir sebebe istinad
eder; işte bu sebep dolayısıyledir ki, zayıf iken hasen olan hadîse, zâtı
itibariyle hasen olan, başka bir ifadeyle, kuvvetlendirici haricî bir sebep
olmaksızın zâtından hasen sayılan hadîslerden ayırt etmek için, hasen
li-gayrihi denilmiştir.
Kuvvetlendirici vasfı
bulunan haricî sebeplerin bulunmasına rağmen hadîsteki zafiyetin yine de zâü
olmaması, bazı râvilerinin kizb ile müttehenı olmaları ve hadîsin şâz ve illetten
salim bulunmaması sebebiyledir. Bu hadîs, başka bir yönden de rivayet edilse,
zayıflık zail olmaz ve zayıf mertebesinden hasen mertebesine yükselmez. >
(ümmetim için kırk hadîs toplayan kimseyi, Allah, Kıyamet Günü fukahâ zümresi
arasında ba'seder) hadîsi, turukunun çokluğuna rağmen, hadîs imamlarının
ittifakıyle zayıf hadîslerden addedilmiştik .
[111]
Hadîs ilminde
bilinmesine önem verilen konulardan birisi ziyade olup, bununla, güvenilir (sika)
olan bir râvinin, hadîsi rivayet ederken onda yaptığı fazlalık kasdedilir..
El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin, rivayetinde tek
kalması halinde ziyadesinin makbul olduğu görüşünde olduklarına işaret ederek
şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine şer'î bir hükmün taalluk
ettiği, yahutta herhangi bir hüküm yönünden bir noksanlığa sebep olacak ziyade
arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir hükmün değişmesine
yol açacak ziyade ile, buna yol açmayacak ziyade arasında da ayırım
yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi, bir rivayetinde bu ziyadeyi yapmasa da,
başka bir rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de kendisi
rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir.[112]
Bununla beraber
el-Hatîb, bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir: Yaptığı ziyade ile tek
kalan âdil kişinin ziyadesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyadenin kendisine
taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu,
fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Şâfi'î mezhebine
mensûb olan bazı kimseler, ziyadenin râvi cihetinden olmayıp sika bir kimseden
gelmesi halinde, kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce
noksan, sonra da ziyade ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi
gerektiğini söylemişlerdir.
Hadîs ehlinden bazı
kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kimse ziyadenin
rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet
etmezlerse, onun kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
El-Hatîb bu görüşleri
zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyade, eğer
râvisi âdil, hafız, mutkın ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun, makbuldür ve
kendisiyle amel edilir." demiştir.[113]
Ibnu's-Salâh ise,
el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü
üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:
1.
Râvinin,
rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfi düşmesi halidir ki, bunun
hükmü, şazda olduğu gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.[114]
2. Güvenilir
râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette muhalif
düşmez; bu durumda
her hadîs, hepsi
güvenilir olan râvilerin,
rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle
bir hadîsin kabulü hakkında ulemânın ittifakı bulunduğu görüşündedir.
3.
Bu iki kısım arasında bir de hadîsin ihtiva
ettiği bir söz ziyadesi vardır ki, güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyadeyi
başkaları rivayet etmez.[115]
İbnu's-Salâh'ın bu açıklamasından
anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek kalması halinde,
ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan ziyade ile
herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs ehlinin ve fukahânın kabulünde ittifak
ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.
İbn Hacer'in ziyade
ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uygundur. İbn Hacer de,
güvenilir bir râvinin, rivayetiyle tek kaldığı ziyadeden söz ederken şâz'm
bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyadeyi ihtiva eden hadîsin,
ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. İbn Hacer bu konuda şöyle
der:
"Sahîh ve hasen
râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyadeyi yapmayan ve daha güvenilir olan
bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki
ziyade, ya bu ziyadeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu
takdirde ziyadesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir
râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi
başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Ya-hutta bu ziyade, diğer rivayete aykırı
düşer ve kabul edilmesi halinde diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir
durumda, ziyadeyi ihtiva eden rivayetle onun zıddı olan rivayet arasında
tercih yapılır".
"Ziyadenin,
tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahânın
ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını sahihte
şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir
râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin
ziyadenin mutlak kabulü doğru olmamak gerekir".
Görüldüğü gibi İbn
Hacer de İbnu's-Salâh gibi, ziyadenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın
değerlendirilenieyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması
dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira İbn Hacer'in de ifade ettiği gibi,
şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun mutlaka kabul edileceğini
ileri sürmek apaçık tezattır.
[116]
Şâz olan hadîsin
mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı
verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna
benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir
hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla
isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu
rivayetin terkini, diğerlerinin rivayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre
terkedilen hadîs şâz, tercih edilen, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz
diye adlandırılır. Et-Tirmizî, en-Nesâ'î ve îbn Mâce tarafından nakledilen şu
hadîs mahfûz'a misal olarak zikredilmiştir'[117]
İbn Abbâs'm haber
verdiğine göre, Rasûhıllah (s.a.s.) zamanında bir adam vefat etmiş, fakat âzâd
ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır. Hazreti Peygamber de onun
mirasını o köleye vermiştir.
Bu hadîs Hammâd İbn
Zeyd tarafından da, yine Amr îbn Dînâr ve Av-sece isnadıyle rivayet edilmiş,
fakat bu rivayette, Sufyân İbn Uyeyne'nin isnadında yer alan İbn Abbâs
zikredilmemiştir. Gerek Sufyân İbn Uyeyne ve gerekse Hammâd İbn Zeyd, her ikisi
de hadîsi Amr İbn Dinar'dan almış, fakat birisi isnadında İbn Abbâs'ı zikretmiş,
diğeri ise, zikretmemiştir; yâni biri diğerine muhalefet etmiştir. Bu durumda,
bu iki rivayetten hangisi doğrudur ve hangisini tercih etmek gerekir; yahut
hangisi mahfuz, hangisi ^â^'dır? Ebû Hatim, Sufyân İbn Uyeyne rivayetinin
tercih edilmesi gerektiğini ve onun mahfuz olduğunu söylemiştir. Çünkü her ne
kadar Hammâd İbn Zeyd de adalet ve zabt ehlinden bilinirse de, bu isnadla rivayetinde
tek kalmış ve ondan başka hiç kimse, hadîsi, İbn Abbâs'ı isnadında
zikretmeksizin nakletmemiştir. Buna mukabil İbn Abbâs'm zikrinde Sufyân îbn
Uyeyne'ye tâbi olan ve aralarında îbn Cureyc gibi tanınmış imamların da
bulunduğu kimseler vardır. O halde Sufyân'm rivayeti, bu rivayete tâbi
olanların çokluğu dolayısıyle Hammâd İbn Zeyd'in rivayetinden daha kuvvetlidir
ve onun tercih edilmesi gerekir. İşte tercih edilen bu hadîse mahfuz denir.
Tercih edilmeyen Hammâd İbn Zeyd hadîsi ise, şâz'dır.
[118]
Münker veya şâz merdûd
olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz
merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf,
münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
İbn Hacer ve İbn
Hacer'den naklen es-Suyûtî, marufa misal olmak üzere, îbn Ebî Hâtim'in Hubeyyib
İbn Habîb tarikiyle rivayet ettiği şu hadîsi zikretmişlerdir:
Ebû Hatim'in ifadesine
göre, sikattan olan diğer bazı kimseler, mezkûr hadîsi Ebû îshak'tan mevkuf
olarak, yâni Hazreti Peygambere isnad etmeksizin İbn Abbâs'ın sözü olarak
rivayet etmişlerdir. Maruf olan rivayet budur.
[119]Buna
karşılık, hadîsin Hazreti Peygambere isnadla merfû olarak gelen rivayeti
münkerdir.
[120]
Ferd olduğu sanılan
bir hadîsin, cami, musned, mu'cem ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında tetkike
tâbi tutularak aranması neticesinde, o hadîsin, teferrüd eden râvisinin
şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden birinden de rivayet edildiğinin
görülmesi halinde, mutâbe'at ortaya çıkmış demektir. Bu manâya göre mutâbe'at,
şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya
o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir.
Meselâ: Hammâd îbn Seleme an Eyyûb an Muhammed îbn Şîrîn an Ebî Hureyre
ani'n-Nebiy (s.a.s.) isnadı ile bir hadîs rivayet edilmiş olsa ve Hammâd İbn
Seleme'nin bu rivayette tek kaldığı sanılsa, bir başka ifade ile, bu isnadla
gelen hadîsi Hammâd'tan başka hiç kimsenin rivayet etmediği bilinse, aradan
uzun bir zaman geçtikten sonra bir hadîs imamı, bu hadîsin gerçekten garîb olup
olmadığını tesbit etmek için yeni bir araştırmaya girse ve bu maksatla, cami,
musned, mu'cem, cüz demlen hadîs kitaplarını karıştırsa, ve nihayet Hammâd'tan
başka bir râvinin de mezkûr hadîsi Eyyûb'tan; yahut Eyyûb'tan başka bir râvinin
aynı hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den; yahutta Muhammed İbn Sîrîn'den başka bir
râvinin onu Ebû Hureyre'den rivayet ettiğini görse, garîb sanılan hadîs için
mutâbe'at vâki olduğunu ve o hadîsin bir mutâbi'i bulunduğunu anlamış olur.
İbn Hacer, mutâbe'ate
misal olarak eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm''da rivayet ettiği şu hadîsi
vermiştir:
15u Hadîste Hazreti
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ay, yirmi dokuz gündür; fakat yine de
Ramazan hilâlini görmedikçe oruca başlamayın. Keza hilâli görmedikçe (Ramazanı
bitirip) iftar etmeyin. Eğer hava kapalı olur hilâli göremezseniz, süreyi otuza
tamamlayın."
Bazı kimseler, bu
isnad ve bu sözlerle gelen hadîsin rivayetinde eş-Şâfi'î'nin teferrüd ettiğini,
yâni Mâlik'ten, ondan başkasının bu hadîsi rivayet etmediğini zannederek, onu
eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden saymışlardır. Zikrolunan bu misalde,
rivayetiyle tek kaldığı sanılan râvi eş-Şâfi'î'dir; fakat el-Ka'nebî'nin de
aynı hadîsi eş-Şâfi'î'nin şeyhi olan Mâlik'ten rivayet etmesi dolayısıyle, tek
kaldığı sanılan eş-Şâfi'î'ye mutâbe'at hâsıl olmuştur
[121] Bu
mutâbe'ata, mutâbe'at-i tâmme denir. El-Ka'nebî'nin rivayeti de, garîb sanılan
eş-Şâfî'î rivayetinin mutâbi'idir.
Aynı hadîs, İbn
Huzeyme'nin Sahîh'inde Asım îbn Muhammed an EMhi Muhammed îbn Zeyd an ceddihi
Abdullah îbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle, Müslim'in Sahîh'inde ise, Ubeydullah
îbn Ömer an A afi an İbn Ömer isnadıyle ve lafzıyle rivayet edilmiştir.[122] Her
iki rivayette de mutâbe'at, eş-Şâfi'î'nin isnadmdaki en yukarıda olan râviye,
yâni sahabî Abdullah İbn Ömer'e olmuştur. Bu bakımdan, İbn Huzeyme ve Müslim'in
Sahîh'lerinde yer aln bu iki hadîste eş-Şâfi'î'nin hadîsi için mutâbe'at-i
kâsıra .
[123]
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, mutâbe'at, teferrüd eden râvinin kendisi için hâsıl olursa,
bu türlü mutâbe'ata mutâbe'at-ı tâmme denir. Fakat mutâbe'at, daha yukarıdaki
şeyhlerden biri için hâsıl olursa, buna da mutâbe'at-ı kâsıra adı verilmiştir.[124]
Mutâbe'atm manâsı bu
açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında
kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan
bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki
şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir. Zira ferd
sanılan hadîse, bir başka râvinin aynı hadîsi rivayet etmiş olmasıyle mutâbe'at
hâsıl olmuş, dolayısıyle ilk hadîsin bir mutâbi'i bulunmuş olur.
Yukarıda zikrettiğimiz
İmam eş-Şâfi'î'nin İmam Mâlik'ten, onun Abdullah İbn Dinar'dan, onun da İbn
Ömer'den merfu olarak rivayet ettiği Ramazan ayının başlangıç ve sonu ile ilgili
hadîs, eş-Şâfi'î'nin garîb hadîslerinden sayılırken, aynı hadîsin el-Ka'nebî
tarafından Mâlik'ten rivayet edildiği görülmüştür. Buna göre, eş-Şâfî'î'nin
rivayetine muvafakat ve mutâ-ba'at eden el-Ka'nebî hadîsi de diğer hadîsin
mutâbi'i olmuştur. Mutâbi, ferd sanılan hadîsi ferd olmaktan çıkaran ve onu
takviye eden diğer bir rivayet olması itibariyle makbul haberlerden
sayılmıştır.
Şâhid'e gelince, ferd
olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs
kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yönünden bir benzerine
rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan
benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi
olmuş demektir. Meselâ:Hammâd'ın Eyyûb'tan, Eyyûb'un İbn Sîrîn'den, İbn
Sîrîn'in Ebû Hu-reyre'den, Ebû Hureyre'ninde Hazreti Peygamberden rivayet
ettiği bir hadîs vardır ve bu hadîsi Hammâd, Eyyûb'tan rivayetinde tek
kalmıştır. Bu yönden hadîs ferddir. İşte böyle bir hadîsin aslı bulunup
bulunmadığı araştırılır ki, bu araştırmaya i'tibar denir. Araştırma bütün
isnad buyunca yapılır, önce, Eyyûb'tan başka sika birinin İbn Sîrîn'den bu
hadîsi rivayet edip etmediği araştırılır. Bulunmazsa, İbn Sîrîn'den başka
birinin Ebû Hu-reyre'den rivayet edip etmediğine bakılır. Yine bulunamazsa,
hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Hureyre'den başka bir sahabî aranır. Bu
araştırmalar da bir sonuç vermezse, hadîsin manâsını teyid eder mahiyette
başka bir hadîs bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir hadîs bulunursa,
işte bu hadîse şâhid denir; çünkü ferd olan hadîsin şahididir; manâ yönünden
onu teyid ve takviye eder. Şâhid hadîsle, ferd olan hadîsin bir aslı
bulunduğuna hükmedilir.
Bazı hadîsçiler, ferd
olan hadîsin lafız ve manâ yönünden aynısının bir başka sahabîden rivayet
edilmesi halinde, bu sahabînin hadîsine de şâhid demişlerdir. Meselâ yukarıda
zikrettiğimiz eş-Şâfi'î'nin Kitâbu'l-Umm'de Mâlik îbn Enes'ten, onun Abdullah
İbn Dînâr'dan, onun İbn Ömer'den, onun da Hazreti Peygamberden rivayet ettiği
Ramazan ayının başlangıç ve bitimi ile ilgili hadîs, İmam eş-Şâfi'î'nin
rivayetiyle tek kaldığı hadîslerden sanılmıştır. Oysa bu hadîsin el-Ka'nebî
tarikiyle gelen mutâbi'leri bulunduğu gibi, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde aynı
lafızlarla İbn Abbâs'tan
[125]el-Buhârî'nin
Sahîh'inde aynı manâ ile Ebû Hureyre'den
[126]gelen rivayetleri de
vardır. Bu bakımdan, aynı lafızla İbn Abbâs'tan, değişik lafız, fakat aynı manâ
ile Ebû Hureyre'den gelen hadîsler, eş-Şâfi'î'nin Mâlik vasıtasıyle îbn
Ömer'den gelen ve garîb sayılan hadîsinin şâhidleri sayılır.
[127] Bundan da
anlaşılmaktadır ki,
eş-Şâfi'î'nin rivayetiyle tek kaldığı sanılan hadîsi, hem el-Ka'nebî tarikiyle
gelen mutâbi'leri, hem de farklı isnadlar ve farklı lafızlarla ayrı ayrı
sahabîlerden gelen şâhidleri vasıtasıyle teyid ve takviye edilmiş bir hadîstir.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, bir hadîsin mutâbi ve şahidinin bulunup bulunmadığının
araştırılması, o hadîsin takviye edilmesi gayesine matuftur. Zira râvileri
güvenilir olsa bile, isnadı tek olan bir hadîsle, daha fazla isnadı bulunan bir
hadîs arasında kuvvet yönünden fark vardır. Çeşitli hadîs kitaplarında bu
maksatla yapılan araştırmaya i'tibâr denilmiştir, î'tibâr, Iugatta, bir şeyi
tetkik etmek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi manâlarda kullanılmış,
hadîs ıstılahında ise, yukarıda açıklandığı üzere, ferd sanılan bir hadîsin,
başka yollardanda rivayetinin bulunup bulunmadığının araştırılması manâsı
kasdedilmiştir.
[128]
Makbul haberler, amel
olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir
haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere
muhkem denilmiştir. Bunların misali çoktur. Fakat bir haberin muarızı veya
zıddı bulunursa, bu muarızı da, ya kendisi gibi makbul olur; yahutta merdûd
olur. İkincisinin, yâni merdûd olanın hiçbir Önemi yoktur; çünkü zayıf hadîsin
muhalefeti, kuvvetli haber üzerine tesîr etmez.
Hazreti Peygamberin
hadîsleri arasında, sayıları fazla olmasa bile, bazen manâ yönünden birbirine
zıt, veya birbirini nakzeder gibi görünen sözlerin de yer aldığı görülür. Bu
çeşit hadîsler hakkındaki hüküm, basit bir tenakuz iddiasıyle bunların
reddedilmesinden ibaret değildir. Bu hadîslerin hepsinin de, bir hikmete mebnî
olarak ve insanların mesalihine uygun bir şekilde Hazreti Peygamberden
geldiğine şüphe yoktur. Bu itibarla hadîs ulemâsı, zahiri tenakuza delâlet eden
bu hadîsler arasında cem ve telîf yaparak, onların aslında birbirini nakzeden
manâlarda olmadığını isbat etmişlerdir. İşte, hadîs ulemâsının zıt gibi görünen
hadîsler arasındaki bu cem ve telîf gayretleri, hadîs ilminin Önemli
konularından birini teşkil eden ve Muhtelifu'l-Hadîs denilen bir ilim dalının
ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Ancak manâ yönünden
birbirine zıt olan, fakat cem ve telifi de mümkün olmayan bazı hadîsler de
vardır ki, bunların Hazreti Peygamberden vürûd tarihleri tesbit edilmek
suretiyle, tarih yönünden mukaddem olanların mensûh, muahhar olanların da
nâsih olduklarına hükmedilmiştir.
Bununla beraber,
Hazreti Peygamberden gelen ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerin büyük bir
yekûn tutmadıklarım, burada bir daha
kaydetmek
gerekir. Ciltleri dolduran ve yüzbinleri aşan hadîs metinleri, yine de her biri
bir hikmete mebnî olarak vârid olan ve zahiri tenakuza delâlet eden hadîslerdeki
bu türlü muarazadan salimdir. İşte, hadîs ıstılahında, hiçbir şüphe ve
tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim
bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir.[129]
Meselâ ü[ ve
hadîsleri, muarazadan salim olmaları dolayısıyle muhkem hadîslerdendir.
Muhtelif hadîslere
gelince, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda
vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında
cem ve telîf yapılmaksızın, yahut biri diğerine tercih edilmeksizin her
ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki,
hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef
alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret
kazanmıştır. Bu konuda ilk kitap telif edenlerin başında, meşhur îmam Muhammed
İbn İdrîs eş-Şâfi'î gelir. Eş-Şâfi'î, bu telifinde birbirine zıt manâlarda
vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve telifinde takip ettiği usûle âit
bazı bilgiler vermiş, bu çeşit bazı hadîsleri de biraraya getirmiştir..[130]
Bu konuda kitap telif
edenlerden biri de, İbn Kuteybe (213-276)'dir. Te'uîlu muhtelifi'i-hadîs adını
verdiği bu kitapta İbn Kuteybe, en-Nevevî'nin ifadesine göre, bu bölüme
girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; bu
bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dışarıda bırakmıştır
[131]Daha
sonra İbn Cerîr et-Taberî (224-310), aynı konuda bir kitap telîf etmiş, Ebû
Ca'fer Ahmed ibn Muhammed et-Tahâvî (235-321)'nin Muşkilu'l-âsâr'ı, Osman İbn
Sa'îd ed-Dârimî (200-280)'nin yine aynı konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.
Zahirî manâsı tearuza
delâlet eden ve muhtelif adını alan hadîsler, umumiyet itibariyle iki kısma
ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhalif görünenler arasında cem ve telîfi
mümkün olanlar, diğeri ise, aralarında nesh bahis konusu olmadığı bilindiği
takdirde, râvilerinin sıfat ve dereceleri go~ zönünde bulundurularak tercih
olunabilenlerdir. Bu taksime göre, Hazreti Peygamberden sahîh olarak gelen
hadîsler arasında gerçek bir tearuzun,
ancak
nesh bulunduğu zaman söz konusu edilebileceği anlaşılır. Nesh, şer'î bir hükmün
tatbikattan kaldırılması ve onun yerine başka bir hükmün va-zedilmesidir. Gayet
tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassm hükmünü iptal eden ve
onun yerine vârid olan nassm hükmü arasında söz konusu tearuz veya tenakuz
bulunacaktır. Fakat nesh söz konusu olmadığı zaman hadîsler arasındaki tearuz
ve tenakuzdan da söz edilemez.Nitekim eş-Şâfi'î, zahiri tearuza delâlet eden
hadîsler arasındaki bu ihtilâfın sebeplerine işaretle, Hazreti Peygamberden
birbirini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamış[132]
Muhammed İbn îshak îbn Huzeyme de "birbirine zıt iki hadîsin varolduğunu
bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa getirsin, aralarını telîf edeyim"
demiştir.[133]
Zahirî manâları
tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve telîf yapılmak suretiyle
gerçekte böyle bir tearuzun bulunmadığı anlaşılan iki hadîse misal olarak lâ
advâ hadîsi'
[134]' ile fırre
mine'l-meczûmi hadîsi zikredilebilir. Hazreti Peygamber birinci hadîsinde
"sirayet yoktur" buyurmuş, ikinci hadîsinde ise, "cüzzamlıdan
kaçmayı" emretmiştir. Lâ advâ hadisinin çeşitli rivayetleri vardır.
Müslim'deki bir rivayet şöyledir:
El-Buhârî rivayetinde ise,
iki hadîs birleştirilerek nakledilmiştir'.[135]
Her iki hadîs de
sahîhtir ve zahirî manâlarında bir tearuzun bulunduğu aşikârdır. Bu tearuz,
sirayetin nefiy ve isbatındadır. Çünkü Hazreti Peygamber, bir hadîsiyle
hastalıkların, hastalıklı kişilerden sağlam kişilere geçmeyeceğini belirterek
sirayeti nefyederken, diğer hadîsiyle, cüzamlıdan kaçmayı emrederek sirayeti
isbat etmiştir. Bununla beraber hadîs ulemâsı, iki hadîs arasını çeşitli
yollardan cem ve telîf etmişler ve aralarında bir tenakuzur, bulunmadığını
ortaya koymuşlardır. Onların bu cem ve telîfi şöyle özetlenebilir:
1)
İbnu's-Salâh'ıt
da işaret ettiği gibi
[136]hastalıklar,
tabiatları itibariyle sirayet edici değillerdir; fakat Allahu Ta'âlâ, bir
hastalığa nıübtelâ olan kimsenin sağlam kimse ile temasını, hastalığın sağlam
olana geçmesi için bir sebep kılmıştr. Bu itibarla Hazreti Peygamber, birinci
hadîsi ile, câhiliye Arabmın, hastalıkların tabiatları itibariyle sirayet
ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise, sebep itibariyle isbat etmiştir.
2) İki
hadîsin telin İbn Hacer'e göre biraz daha farklıdır: Hazreti Peygamberin
sirayeti nefi, umûm üzere bakîdir; yâni ne tabiatları itibariyle ve ne de sebep
yönünden sirayet asla söz konusu değildir. Nitekim Hazreti Peygamber bir
hadîsinde "bir şey bir şeye sirayet etmez" buyurmakla ve keza ce-rebe
yakalanmış bir tevenin sağlam develer arasına girerek onlara da aynı hastalığı
aşıladığını siyleyen bir ârâbîye "o halde ilk deveye bu hastalığı kim
sirayet ettirdi?" demtide, sirayeti kamilen nefyetmiş ve hastalığın,
birinci devede olduğu gibi iknci devede de Allahu Ta'âlâ'mn takdiri ile
başladığını anlatmak istemiştir.
Cüzamlı hastadan
kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerayi cümlesindendir; yâni
sağlam kişinin, hastalıklı kişi ile teması neticesinde hastalığın diğerine
sirayet ettiği vehmini önlemek ve Allah'ın takdiri ile başladığını hatırdan
çıkarmamak gayesine matuftur. Zira nisan, hastalığın temas neticesinde sabana
insana geçtiğine itikad etmekle Allah'ın takdirini unutur ve bunun dşmda
hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günahkâr olır.[137]
3)
Kâzî Ebû
Betr el-Bâkıllânî'nin telîfi, diğerlerinden daha farklıdır. Ona göre, birinci
haliste sirayet umumî manâda nefyedilmiş olmakla beraber, ikinci hadîste cüzam
ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan sirayetin ısbatı,
umumî nehiyden tahsîs manâsmdadır.
Buna göre her iki hadîsin manâsı, cüzam ve benzeri hastalıklar müstesna,
diğerlerinde sirayet yıktur. Bu sebeple cüzam ve benzerlerinden aslandan kaçar
gibi kaçmak g<rekir.
[138]
4)
Bir
görüşe gffe de, cüzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa
yakalanma olan kimselerin hatıralarına riayet etmek gayesine matuftur. Zira
meczinı, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman, musibetinin büyüklüğünü anlar ve ıztırabı
çoğalır. Hazret Peygamber "meczûmlara devamlı bakmayınız" mealindeki
bir hadîsi ile de bunu ortaya koymuştur.[139]
Zahirî manâları
arasında tearuz bulunan iki hadîsin cem ve telîf yollan ile ilgili olarak
zikredilen bu misaller, aslında mezkûr hadîsler arasında böyle bir tearuzun
bulunmadığını belirtmek gayesine matuftur. Önemli olan mesele, hadîslerle ifade
edilmek istenen manânın, daha doğrusu, Hazreti Peygamberin bu hadîslerle murad
ettiği manâyı ve hadîslerin vürûduna sebep olan hâdiseleri iyi bir şekilde
bilebilmektir. Bunlar bilindiği takdirde, manâları birbirini nakzeder gibi
görünen hadîsler arasında gerçek manâda bir tenakuzun bulunmadığı kolayca
anlaşılır.
Bununla beraber, hadîs
ulemâsının, birbirine muarız manâlarda vârid olan bazı hadîslerin cem ve
telifinde âciz kaldıkları görülür. Bu hadîsler arasında nesh de söz konusu
olmayınca, hadîslerden hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek
güçleşir. Fakat bu güçlük, bu gibi durumlarda hadîslerden birinin tercîhi ile
ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercîh, gelişi güzel değil, bir takım
kaidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ birbirine zıt manâlarda vârid
olan iki hadîsten hangisinin râvüeri, diğerinin râvilerine nisbetle daha titiz
ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve titizlik, o hadîsin tercîh edilmesinde
aranılan şartlardan biri olmuştur. Yahut hangi hadîs daha fazla isnadla rivayet
edilmiş ise, bu isnad çokluğu, yine tercîh sebeplerinden biri sayılmıştır.
El-İ'tibâr fi'n-nâsih ve'l-mensûh adlı kitabında el-Hâzimî, bu sebeplerden elli
tanesini zikretmiştir. Es-Suyûtî'nin yedi gurup içinde zikrettiği bu tercîh
sebepleri şöyle Özetlenebilir: 1) Hâvinin haline taalluk eden tercîh sebepleri:
Kavilerin çokluğu: Bir
hadîsin râvisi ne kadar çoksa, o hadîse vehiiiı veya yalan karışması ihtimali
daha azdır. Bu sebeple râvisi çok olan hadîs, daha az râvi tarafından rivayet
edilmiş olan hadîse tercîh edilir.
Bir hadîsin isnadında
yer alan râvi sayısının azlığı: Bu gibi isnadlara âlî adı verilmiştir. Ulüv,
yâni hadîsin, araya fazla kimse karışmadan daha kısa yoldan rivayet edilmesi,
hadîse vehim ve yalan karışmasını önleyen en önemli âmillerden biridir. Bu
bakımdan, isnadı âlî olan hadîs, isnadı nazil olan, yâni daha çok râvi ile
rivayet edilen hadîse tercîh edilir.
Kavilerin fıkhı:
Hadîs, ister manâ ile, ister lafız ile rivayet edilmiş olsun, râvisi fakîh olan
hadîs, avamdan herhangi bir kimsenin rivayet ettiği hadîse tercîh olunur. Çünkü
fakîhin rivayetinde vehim ve hatâ ihtimali diğerine nisbetle daha azdır.
Râvinin nahiv
kaidelerine vâkıf olması, dili iyi bilmesi, hafıza kudretinin üstünlüğü,
hadîse itina ve ihtimam göstermesi yönünden zabtının
üstünlüğü, şöhreti - çünkü şöhret, takva
gibi, kişiyi yalan söylemekten alı-kor - keza râvinin takvası, itikad yönünden
tam olması, yâni mubtedi' (bid'at sahibi) olmaması, hadîs ehli ve diğer ulemâ
ile devamlı sohbeti, erkek olması - yâni iki mütenakız hadîsten birinin râvisi
erkek, diğerinin râvisi kadın ise, birincisinin rivayeti tercih olunur - keza
râvinin hür olması - bu da, köle olan bir râvinin rivayetine tercîh sebebidir -
râvinin neseb yönünden meşhur olması, isminin, aralarında ayırım yapılmasını
güçleştirecek zayıf bir râvi ismi ile karışmaması, isminin tek olması, gerektiğinde
müracaat edebileceği bir kitabının bulunması, adaletinin, tezkiye ile sabit
olana karşı ihbar yolu ile sabit olması, rivayetiyle amel edilmiş olması,
muarızının, tezkiye eden tarafından haberiyle amel olunmamasına karşılık
diğerinin haberiyle amel olunması, adaleti üzerinde ittifak edilmesi, tadîl
sebeplerinin zikredilmiş olması, tezkiye edenlerinin çok olması, tezkiye
edenlerinin ulemâdan olması, râvinin, naklettiği haberle ilgili vaka'ya bizzat
şâhid olması - meselâ Hazreti Peygamberin zevcesi Umm Seleme'nin cünüb olarak
gecelemekle ilgili haberi, buna muarız olarak el-Fazl îbn Abbâs tarafından
nakledilen habere tercîh edilir; çünkü Umm Seleme, bu konuda el-Fazl İbn
Abbâs'tan daha bilgilidir - râvinin İslâm'a müteahhır olarak girmiş olması -
bazıları bunun aksini ileri sürmüşlerdir; çünkü mü-tekaddim olanın asalet ve
marifeti daha kuvvetlidir. Fakat mütekaddim olanın ölümü, İslâm'ı müteahhır
olana nisbetle teahhur ederse, rivayeti tercîh olunmaz; çünkü bu durumda,
İslâm'ı mütekaddim olan râvinin rivayetinin diğerine teahhur etmiş olması
ihtimali vardır. Bununla beraber, mütekaddim olanın rivayetlerinin diğerinden
mukaddem olduğu bilinirse, mü-tekaddimin hadîsi tercîh olunur -. Râvinin
hadîsini dikkat ve titizlikle araştıranlardan olması ve üslûbunun güzelliği;
râvinin, muarızına nisbetle şeyhine daha çok mülâzemet etmiş olması; kendi
ülkesinin şeyhlerinden hadîs işitmiş olması; hadîs alırken şeyhini bizzat
müşahede etmiş ve onunla konuşmuş olması; manâ ile rivayeti tecviz edenlerden
olmaması; sahabînin büyüklerden olması; hadîs akzıye ile ilgili ise, râvisinin
Alî İbn Ebî Tâlib olması; helâl ve haramla ilgili ise, Mu'âz'dan, ferâ'iz ile
ilgili ise, Zeyd'ten gelmiş olması; isnadının Hicâzî olması, yahut râvilerinin
tedlîse rıza göstermeyen bir ülkeye mensûb olmaları...Bunların hepsi de,
hadîsin tercîh edilmesinde gözönünde bulundurulan ve râvinin haline taalluk
eden sebeplerdir. Bu halde bulunan râvilerin hadîsleri, aynı halde bulunmayan
râvilerin muarız olarak rivayet ettikleri hadîslere tercih olunur.
2) Hadîs
tahammülü ile ilgili tercîh sebepleri: Bulûğ çağından sonra hadîs alanların
hadîsleri, bazısını bulûğ çağından önce, bazısını da bu çağdan sonra alanların
hadîslerine tercîh olunur; çünkü bu ikincilerin bulûğdan sonra almış oldukları
hadîsleri de, bulûğdan önce almış olmaları
ihtimali vardır.
Halbuki bulûğdan sonra hadîs tahammül eden kimse, zabt yönünden daha
kuvvetlidir.
Râvinin, şeyhinden
semâ yolu ile aldığı hadîs, arz yolu ile alan diğer râvinin hadîsine, yahut arz
yolu ile aldığı hadîs, kitabe veya munâvele, yahut vicâde yolu ile alan râvinin
hadîsine tercîh edilir.
3) Rivayet
keyfiyeti ile ilgili tercîh sebepleri:
Lafzan rivayet edilen hadîs, manâ yolu ile rivayet edilen hadîse,
sebeb-i vürûdu zikredilen hadîs, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadîse tercîh
olunur; çünkü râvinin, hadîsin vürûd
sebebini bilmesi, onun hadîs
hakkındaki titizliğine delâlet eder. Râvisi tarafından hadîs
üzerinde tereddüde düşülmemesi; hadîsin
had-desenâ ve semi 'tu gibi ittisale kesinlikle delâlet eden tabirlerle
rivayet edilmesi; refi veya vaslı üzerinde ittifak edilmiş olması; isnadında
ihtilâf , yahut lafzında ıztırab olmaması; hadîslerden birisi meşhur iken
diğerinin azîz veya garîb olması; yahut birisi azız iken diğerinin garîb olması
da rivayet keyfiyeti ile ilgili tercîh sebeplerindendir.
4) Hadîsin
vürûd vakti ile ilgili tercîh sebepleri: Medenî olan hadîs, Mekkî olana;
tahvîfi ihtiva eden hadîs, teahhura delâlet etmesi dolayısıyle şiddeti ihtiva
eden hadîse tercih
olunur. Çünkü Hazreti
Peygamber, İslâm'ın ilk devirlerinde,
yâni Mekke devrinde,
müslümanları câhiliye
âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat sonraları
buna lüzum kalmadığı için daha yumuşak olmaya meyletmiştir. Keza İslâm'ın
gelişinden sonra tahammül edilen hadîs, İslâmiyetten Önce tahammül edilen
hadîse; vürûd tarihi zikredilmeyen hadîs, vürûd tarihi mütekaddim olarak
zikredilen hadîse; Hazreti Peygamberin vefatına yakın bir tarihte vürûd eden
hadîs, vürûd tarihi bilinmeyen hadîse tercîh edilir.
5) Hadîsin
lafzı ile ilgili olan tercîh sebepleri: Lafızları hâssı ifade eden hadîs, âm
olarak gelen hadîse; âm olarak gelen ve tahsîs olunmayan hadîs, tahsisten sonra
şâir ferdlerine delâletinin zayıflığı dolayısıyle tahsîs olunan hadîse; mutlak,
bir sebep üzerine vârid olan hadîse; hakikat mecaza; hakikate benzeyen mecaz,
benzer olmayan mecaza; şer'î olan olmayana tercîh edilir.
6) Hüküm
yönünden olan tercîh sebepleri: Tahrîme delâlet eden, yâni bir şeyi haram kılan
hadîs, onu mubah kılan hadîse; ihtiyatı gerektiren bir meselede şiddet getiren
hadîs, hafifliğe delâlet eden hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadis, haddi
getiren hadîse tercîh olunur.
7) Haricî
tercîh sebepleri: Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine, yahut bir başka sünnete, kıyasa,
ümmetin veya Hulefâ-i Râşidîn'in amel ve tatbikatı olan diğer bir rivayetle
takviye edilen, yahut getirdiği hükümle müttefik bir benzeri olan, yahut
Seyhan (el-Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta
olmayan hadîse tercih olunur1-.
[140]
Hadîs ilminin önemli
konularından biri olan nesh, birbirine zıt manâlarda vârid olan iki hadîsin cem
ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal
keyfiyetinden, yâni biri ile getirilen hükmün, diğeri ile getirilen hükme
tatbikat yönünden son vermesinden ibarettir,
Lugatta nesh, nakil,
izale ve iptal manâlarına gelir. Nitekim denildiği zaman, kitap içinde bulunan
yazıyı aynen başka bir yere kopye edip yazmak, nakletmek manâsı anlaşılır.
Yahut denilir ve rüzgârın bütün âsârı, yâni kalıntıları alıp götürdüğü
kasdedilmiş olur. Bunun gibi, denilir ve güneşin gölgeyi giderip onun yerine
kendi ışığını bıraktığı anlaşıhr.
[141]Görülüyor
ki fiil olarak kullanılan nesh kelimesinin, her üç misalde de birbirinden çok ince
farklarla ayrılmış manâları vardır. Birinci misalde, yazının nakli bahis konusu
edilmiş, fakat bu nakilde aslının bakî kaldığı belirtilmiştir. İkinci misalde,
âsârın tamamen yok olduğu ortaya konmuş olmakla beraber, onun yerine geçmiş
hiçbir şeyin bulunmadığı da ifade edilmiştir. Üçüncü misalde ise, güneş ışığı
gölgeyi gidermiş, fakat kendisi onun yerini işgal etmiştir.
Şeriat dilinde ıstılah
olarak kullanılan nesh kelimesinin, üçüncü misalde zikredilen manâya daha
yakın olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Zira daha önce Hazreti Peygamberden gelen
bir hadîsle vazedilmiş olan bir hüküm, sonradan vârid olan bir hadîs hükmü ile
kaldırılmış ve onun yerine ikinci hadîsin hükmü konulmuştur.
Nesh, beyanın bir çeşididir.
Beyan ise, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin
gösterilmesidir. Ancak burada, neshin, beyanın bir çeşidi olduğunu söylerken,
her beyanın nesh olmadığını da hatırdan çıkarmamak gerekir. Meselâ Kur'ân-ı
Kerîm'de, namazın kılınması ve zekâtın verilmesi ile ilgili olarak gelen
emirlerin tatbiki, ancak Hazreti Peygamberin bu emirleri beyan etmesinden
sonra mümkün olmuştur. Zira namaz kılmakla ilgili olan emrin tatbiki, yâni
namazın nasıl ve hangi vakitlerde kılınacağı, beyana bağlıdır. Keza ne
miktarda ve hangi mallardan zekât verileceği, yine beyandan sonra tatbiki
mümkün olan emirlerdendir. Ancak bu hususlardaki beyana nesh demek mümkün
değildir.
Nesh, umumiyetle
emirlerde vâki olur; haberlerde ise, caiz değildir. Zira ilk haberin
neshedilmesi, onun tekzibi veya yalanlanması manâsına
gelir ki, hem Allahu Ta'âlâ için, hem de
Hazreti Peygamber için ilk ver dikleri haberden dönerek onu yalanlamaları
düşünülemez. Bununla beraber, haber lafzı ile geldiği halde emir manâsını
tazammun eden sözler, aynen emir gibidir ve bunlarda neshin vukuu caizdir.
Meselâ "İbrahîm 'in makamı; her kim oraya
girerse (taarruzdan) emîn olur"
[142]
âyeti haber lafzı ile gelmiştir, fakat emir manâsmdadır ve "Mescid-i
Haram'a kim sığınırsa, artık ona tecavüz ve taarruz etmeyin" demektir.
Nesh işlemine uğraması
ihtimalinda bulunan emir ve nehiyler, şerîatte beş dereceye ayrılmışlardır. Bu
beş dereceyi bir eksen üzerinde göstermek gerekirse, bu eksenin bir ucunu
haram, diğer ucunu farz teşkil eder ki, birincisi en şiddetli ve en kesin olan
yasağı, ikincisi ise, aynı derecedeki emri gösterir. Eksenin ortasında ise,
yasağa ve emre uzaklığı eşit olması do-layısıyle işlenmesi ve işlenmemesi sevâb
yönünden aynı derecede olan fiillere delâlet etmek üzere mubah yer alır.
Mubahla farz arasında, farza yakınlığı dolayısıyle işlenmesi işlenmemesinden
daha hayırlı olan maıdûb; mubahla haram arasında ise, harama yakınlığı
dolayısıyle işlenmemesi işlenmesinden daha hayırlı olan mekruh dereceleri
bulunur.
Bu beş derecenin her
biri neshedilebilir ve neshten sonraki yeni hüküm, neshi gerektiren nassm
lafzına göre diğer derecelerden birine inkılâb eder. Meselâ bidayette haram
olan bir fiil, - ki bu fiil "yapnW sözü ile yasaklanmıştır -
"yap" emrinin gelmesi ile neshedilmiş olduğu gibi, derecesi de farza
inkılâb eder. Fakat haram, "yapıp yapmamakta sizin için bir beis
yoktur" lafzı ile neshedilecek olursa, kendine en yakın olan kerahet
derecesine geçmiş olur ki, böyle bir fiili işlememek, işlemekten daha
hayırlıdır. İlk emir "yap" sığası ile gelmiş ve bir fiilin
yapılmasını farz kılmışken, bu emrin "yapma" sığası ile neshedilmesi
halinde, nehyolunan fiil haram derecesine, "yapıp yapmamakta sizin için
bir beis yoktur" sığası ile neshedilmesi halinde de, kendisine en yakın
olan mendûb derecesine inkılâb etmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki, bir şeyi
haram kılan nehiy, emir ile neshedilirse, o şey farz kılınmış olur. Nehiy ile
haram kılınmış olan bir şeyin işlenmesi, nesh ile muhayyer bırakılırsa mekruh
olur Buna karşılık, bir emir, nehiy ile neshedilirse, farz harama, muhayyer
bırakılırsa mendûba çevrilmiş olur.
Kitap ve sünnette
neshin mevcudiyetini kabul etmenin, îslâm Dînine kusur izafe etmek manâsına
geleceğini ileri süren bazı mutezilî mezhebler dışındaki ehl-i sünnet mezhebleri,
neshin varlığını kabul etmişler ve bunu, Hazreti Peygamberin sağlığında ve
vahyin geldiği zaman içerisinde, İslâm
toplumunun mesalihi
yönünden gerekli bir olay olarak açıklamışlardır. Nitekim İslâm Dîni ile
ilgili ahkâm, "bir kanun halinde ve bir defada değil, 22 sene ve bir kaç
ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve birbirinden ayrı olarak
vazolunmuştur. Her hükmün bir sudur tarihi olduğu gibi, kendine hâs bir teşrî
sebebi de vardır. Zamana taalluk eden bu gelişme sayesinde her kanunun madde madde
bilinmesi mümkün olduğu gibi, teşrî'i gerektiren hâdiselere vukuf sayesinde de,
kanunların getirdiği ahkâmın en mükemmel bir şekilde anlaşılması
kolaylaşmıştır".
"Vazolunan
ahkâmın çeşitlerine taalluk eden tederruc, islâm'ın ilk günlerinde müslümanlara,
yapılması veya terkedilmesi güç olan bir şeyin teklif edilmemesi keyfiyetinde
görülür. Bu teklifler, dâima tederrücî bir şekilde yumuşaklıkla olmuş,
müslümanlarm bunları yüklenebilecek bir istidat kazanmalarına itina
gösterilmiştir. Meselâ namaz, ilk zamanlarda gece ve gündüz olmak ve her fariza
için muayyen rikâtlarla beş vakit olarak farz kılınmamış, fakat müslümanlardan,
sadece akşam ve sabah vakitlerinde mutlak bir salât taleb edilmiştir. Keza
zekât ve oruç, ancak hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır; bundan Önceki
teklif, tâkatları nisbetinde sadaka ve oruçtan ibaretti. İçki, kumar, bazı
evlenme akidleri, riba ve câhiliye devrinden beri alışageldikleri bazı
muamelât, ilk devirlerde haram kılınmamıştı. Çeşitli hükümlerdeki bu tederrücî
gelişmenin hikmeti, katılaşmış nefislerin ıslâhı için bir ilâç ve tekliflerin
zor kullanmadan ve işi inada bindirmeden kabul edilmesi için bir vesile olması
idi"
[143]
İslâm teşriinde açık
bir şekilde görülen bir husus da, kolaylık ve hafifliktir. "Ahkâmın
çoğunda, teşrîindeki hikmetin kolaylaştırmak ve hafifletmek olduğu açıkça
belirtilmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, bazı âyetlerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah size kolaylığı ister; güçlüğü istemez":
[144] ';
"Allah, sizin sırtınızdaki yükü hafifletmek ister; zira insan zayıf
yaratılmıştır"
[145]
Emir hükmünün güçlük verdiği her hususî halde ruhsat hükmü vazolunmuştur. Bu
sebeple meselâ, zaruret halinde mahzûrat mubah kılındığı gibi, farz ve vâcibten
birinin edası halinde darlık ve güçlük bahis konusu olduğu zaman, her ikisinin
de terkine izin verilmiştir. Zorlama, hastalık, sefer, hata, unutkanlık ve
cehalet, tahfifi gerektiren özürlerden sayılmıştır.[146]
İslâm şeriatında nesh
keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'ân ve sünnetin menşei gözönünde
bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür. Bu şekilleri
şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân
âyetinin yine bir Kur'ân âyeti ile neshedümesi;
2. Kur'ân
âyetinin sünneti neshetmesi;
3. Sünnet
(hadîs) in sünnet (hadîs) i neshetmesi;
4. Sünnetin
Kur'ân âyetini neshetmesi.
Bu dört şekilde
tezahür eden nesh keyfiyetinden bazısı diğer bazısına göre daha çok kabul
görmüş, aklen ve naklen vukuu mümkün görülmüş; bazısı da, özellikle Kur'ân ile
sabit olmuş bir hükmün sünnet ile neshedümesi, diğerlerine nisbetle daha çok
itiraza uğrayan bir görüş olarak belirlenmiştir. Bu konuda ulemâ arasında
ortaya çıkan ihtilâfların, Kur'ân ile sünnetin aynı derecede bir otorite olup
olmadığı meselesindeki münâkaşalara dayandığına şüphe yoktur. Zira sünnetin de
Kur'ân gibi vahiy mahsûlü olduğunu kabul edenler için, Kur'ân âyetiyle sabit
olan bir hükmün sünnet hükmünü neshettiği gibi, sünnetin de Kur'ân hükmünü
neshetmesi tabiî olmak gerekir.
Nesh hakkında verilen
bu umûmî bilgilerden sonra, hadîsler arasında görülen neshe âit bazı örnekleri
de burada zikretmekte fayda vardır; zira hadîsin nâsihini ve mensûhunu bilmeden
ondan hüküm istihraç etmek mümkün değildir. Huzeyfe'den nakledildiğine göre,
ancak nâsih ve mensûhu bilen kimseler fetva verebilirler''.[147]
Hadîslerde neshin
vukuu çeşitli şekillerde bilinir:
1) Bunlardan
en açık olanı, örneği Müslim'in Sahîh'inde de görüldüğü gibi, onun nâsih
olduğunun hadîs metninden anlaşılanıdır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde şöyle
buyurmuştur:
"Sizi kabirlerin
ziyaretinden menetmiştim; onları ziyaret ediniz; zira kabir ziyareti âhıreti
hatırlatır"
[148]
Buna benzer bir başka
hadîs de, Bureyde tarafından rivayet edilmiştir.
Bu hadîsinde Hazretİ
Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben sizi deri
kap (kırba) lar müstesna, diğer kaplarda kurulan şırayı içmekten menetmiştim.
Artık şimdi her çeşit kaptan içebilirsiniz. Yeter ki sarhoş edici içki içmeyin
"[149]
Örnek olarak
zikrettiğimiz bu iki hadîsin nâsih olduğu ve daha Önce vârid olduğu anlaşılan
ve kabir ziyaretiyle bazı kaplarda yapılan şırayı içmekten meneden
hadîslerin hükümlerini ortadan
kaldırarak kabir ziyaretine ve şıraya izin verdiği açıkça
görülmektedir. Nitekim ikinci hadîsle ilgili olarak Müslim'in Sahîh'inde
çeşitli isnadlarla şu nehiy hadîsi nakledilmiştir:
"Ebû Hureyre'den
rivayet olunduğuna göre Hazreti Peygamber, Abdu'l-Kays heyetine hitaben şöyle
buyurmuştur: Ben sizleri dubbâ (bir çeşit testi) den, hantem (içi sırlı kırmızı
topraktan yapılmış kap) dan, nakîr (ağaçtan oyma testi) den ve mukayyer (ziftli
testi) den nehy ediyorum. Lâkin deri tulumundan iç ve ağzını da sıkıca bağla.
[150]
2) Bir
hadîsin nâsih olduğu, hadîs metninden anlaşıldığı gibi, bazen de hadîsi Hazreti
Peygamberden rivayet eden sahabînin, iki zıt hadîsten muahhar olanı
belirtmesiyle anlaşılır. Bu konuda bir örnek, Câbir îbn Abdullah'ın, Sünen
sahipleri tarafından da nakledilen şu sözüdür:
"Hazreti
Peygamberin (ateşte pişirilmiş şeylerin yenilmesi halinde abdestin yenilenip
yenilenmeyeceği hususunda) iki emrinin sonuncusu, abdestin terki, (yâni
yenilenmesine gerek olmadığı) şeklinde idi.[151]
Câbir'den rivayet
edilen bu söz, konu ile ilgili abdest hususunda Hazreti Peygamberin iki
tatbikatı olduğunu, birincisinde, ateşte pişirilmiş veya ısıtılmış şeylerin
yenmesi halinde abdestin bozulmuş olduğuna hükmederek yeniden abdest aldığını
ve bunu emrettiğini, ikincisinde ise, abdestin bozulmayacağına hükmederek
yeniden abdest almanın gerekmediğini ve bunu emrettiğini gösterir. Filhakika
birincisi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisinde
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ateşe değen
şeylerden (yediğiniz zaman) abdest alınız".[152]
Daha sonraki bir sünnet ile Hazreti Peygamber bu emri değiştirmiş ve kendisi de
ateşte pişmiş bir şey yediği zaman yeniden abdest almak lüzumunu duymamıştır.
Bu husustaki rivayetler de, abdest almanın lüzumunu belirten rivayetlerin hemen
akabinde "ruhsat" ile ilgili bâblarda zikredilmiştir. Yukarıda işaret
ettiğimiz Câbir'in sözü de, bu iki değişik tatbikattan muahhar olanını
bildirerek nâsihin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
3) Bazen de nâsih,
birbirine zıt manâda gelen hadîslerin vürûd tarihlerinin bilinmesiyle
anlaşılır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, iki zıt hadîs arasında sıhhat
yönünden eşitlik bulunması dolayısıyle herhangi birinin tercih edilememesi,
cem ve teliflerinin mümkün olmaması ve yukarıda iki şıkta açıkladığımız nesh
keyfiyetinin de hadîs metinlerinden açık bir şekilde anlaşılamaması halinde,
hadîslerin Hazreti Peygamberden vürûd ettiği tarihler araştırılır ve son vârid
olan hadîsin nâsih olduğuna hükmedilir. Bu konuda gösterilebilecek bir örnek,
Şeddâd İbn Evs hadîsi ile Abdullah îbn Abbâs hadîsidir. Şeddâd, Hazreti
Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir: «l "Hacamat yapan da yaptıran da
oruçlarını bozmuş olurlar"[153] İbn
Abbâs ise, rivayetinde 'Hazreti Peygamberin oruçlu ve ihramlı iken hacamat
yaptırdığını" bildirmiştir.
[154]
Şeddâd İbn Evs ve İbn
Abbâs'm haberleri arasındaki zıtlık açıkça görülmektedir. Hazreti Peygamber,
Şeddâd rivayetine göre, oruçlu iken hacamat yaptırmayı, yâni kan aldırmayı
menetmiş, hem hacamat yaptıranın, hem de yapanın oruçlarının bozulmuş olacağını
bildirmiş iken, îbn Abbâs'tan gelen diğer rivayette, Hazreti Peygamberin bizzat
kendisinin, oruçlu olduğu halde hacamat yaptırdığı açıklanmıştır. Her iki hadîs
de sahîhtir; ancak cem ve telifleri mümkün olmadığı gibi, herhangi birisinin
diğerine tercihi de mümkün değildir. Bu durumda, aralarında bir nesh keyfiyetinin
bulunduğuna şüphe yoktur. Şu var ki, bu iki haberden hangisinin nâsih,
hangisinin mensûh olduğunu tesbît etmek gerekir. Zira hadîs metinlerinde buna
delâlet edecek herhangi bir işaret yoktur. Bu da ancak, haberlerin vürûd
tarihlerinin tesbiti ile mümkün olabilir.
Filhakika, Şeddâd'tan
gelen aynı konu ile ilgili diğer bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamberin fetih senesinde,
yâni hicretin sekizinci senesinde oruçlu iken hacamatı nıenettiği
belirtilmektedir.
[155]O
halde birinci hadîsin vürûd tarihi, sekizinci senedir.
İbn Abbâs'ın sözü ise,
Hazreti Peygamberin ihramlı iken hacamat olduğuna ve İbn Abbâs'm da bunu bizzat
müşahede ettiğine delâlet eder ki, bunun da ancak bir hac esnasında olduğu
anlaşılır. Filhakika İbn Abbâs, yalnız Veda Haccmda, yâni onuncu senede Hazreti
Peygamberin refakatinde bulunmuş ve ihramlı iken onun hacamat olduğuna şahit
olmuştur
[156]O halde bu haberin vürûd
tarihi de onuncu sene olup Şeddâd'm haberinden muahhardır ve dolayısıyle nâsih
hükmündedir.
4) îki zıt
hadîs arasında neshin bilinmesi, bazen de icmâ yolu ile mümkün olur. Şüphesiz
icmâ'm neshedici bir vasfı yoktur. Bununla beraber, ulemânın, bazı karinelere
istinaden, iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu görüşü
üzerinde ittifak etmeleri, neshin bilinmesinde yardımcı olabilmektedir. Ebû
Dâvûd ve et-Tirmizî tarafından nakledilen bir Mu'âviye hadîsi buna bir örnek
teşkil eder. Bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Her kim sekir
verici içki içerse, onu sopa (celde) ile dövünüz. Eğer dördüncü defa yine
içmeye devam ederse, öldürünüz".[157]
Et-Tirmizi ise,
Câbir'den gelen bu rivayetin akabinde "Hazreti Peygambere dördüncü defa
içki içmiş bir adam getirildiğini, Peygamberin onu dövdüğünü, fakat
Öldürmediğini" ilâve etmiş, aynı zamanda öldürülmeyeceği hususunda icmâ
hâsıl olduğunu belirtmiştir.[158]
Hadîslerin nâsih ve
mensuruma dâir zikrettiğimiz bu Örnekler, konunun hadîs tarihinde ne derece
önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. Hadîsleri bu yönleri ile bilmeden,
onlardan hüküm çıkarmak, yahut fetva vermek asla mümkün değildir.
[159]
Reddedilmesi gereken
hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda
kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan
ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Daha önce de
açıkladığımız gibi, bu haberler, ya kabul sıfatını hâizdirler ve bu sıfat,
onları nakleden râvilerin doğruluklarının kesinlik kazanmasının bir sonucu
olarak ortaya çıkarlar; yahutta red sıfatını hâizdirler; bu sıfat da, râvilerin
yalancı olarak bilinmelerinden sonra ortaya çıkar. Birincisinde, râvilerin
doğrulukları dolayısıyle haberlerinin de doğruluğuna hükmedilir; bunlar makbul
haberlerdir. İkincisinde ise, râvilerinin yalancılığı dolayısıyle haberlerinin
de yalan olduğu kabul edilir; bunlar da merdûd haberlerdir. Bazen râvilerin ne
doğrulukları ve ne de yalancılıkları hakkında kesin bir hüküm vermek mümkün
olmayabilir. Bu takdirde, bunların haberlerini makbul veya merdûda sokacak
herhangi bir karinenin bulunup bulunmadığı araştırılır. Eğer böyle bir karîne
de mevcut değilse, bu çeşit haberler üzerinde tevekkuf edilir. Bir haber üzerinde
tevekkuf, o haberle amel etmemek, bir başka ifade ile, o haberi delil olarak
kullanmamak demektir. Üzerinde tevekkuf olunan haber, aynen merdûd haber
gibidir; ancak onun merdûd sayılması, onda red sıfatının kesinlik kazanmış
olması dolayısıyle değil, kabulünü gerektiren bir sıfatın bulunmaması
do-layısıyledir.
[160]
Bir haberin merdûd
olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir
ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. Yahutta
isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden
cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.
îsnaddan râvi düşmesi,
değişik şekillerde tezahür eder ve düşen râvinin isnaddaki yerine göre haber
veya hadîs değişik isimler alır. Meselâ hadîsi kitabında nakleden bir musannif,
kendi tasarrufu ile isnadın başından itibaren bir veya daha fazla râviyi
hazfeder; bazen de bütün isnadı zikretmeden sadece Hazreti Peygambere isnadla
hadîsin metnini verir ki, bu çeşit hadîslere mu'allak denir. Bazen hadîsi
rivayet eden râvilerden birinin, isnadın ortasından veya sonundan, bir veya
bir kaç râviyi düşürmesi sebebiyle hadîs merdûd olur. İsnadın ortasından bir
râvisi düşmüş olan hadîse munkatı' , birbirini takip eden iki veya daha fazla
râvisi düşmüş olan hadîse de mu'dal denir. Eğer isnadın sonunda sahabî düşmüş
olursa, bu çeşit hadîslere de mursel adı verilir.
Bazen bir isnad
içerisinde muasır olmayan iki râvinin birbirinden hadîs nakletme durumları
dolayısıyle aralarında bir râvinin düşmüş olduğu açıkça anlaşıldığı halde,
bazen de muasır olan, hattâ birbirine mülâki oldukları bilinen iki râvinin,
birbirinden işitmedikleri hadîsleri naklettikleri olur; aslında böyle bir
hadîsi diğerinden nakleden râvi, onu naklettiği şahıstan işitmemiş, fakat
başkası vasıtasıyle ondan almış, sonra da hadîsi rivayet ederken o vasıtayı
herhangi bir sebeple zikretmemiştir. Böylece, aradaki vasıtayı isnaddan
düşüren râvi, şeyhinden işitmediği hadîsi, ondan işitmiş gibi
rivayet etmek durumunda
kalmıştır. Ancak bu
çeşit rivayetlerde, râvinin
şeyhine mülâkî olduğunun bilinmesi dolayısıyle, is-naddan bir râvinin
düşürülmüş olduğu çok defa anlaşılmaz ve o hadîsin de râvinin muttasıl senedle
rivayet ettiği hadîslerden olduğu sanılır. İsnadında bu çeşir hafi (gizli) râvi
düşmesi olan hadîslere de müdelles denilmiştir.
işte, isnadda, çeşitli
şekillerde râvi düşmesi sebebiyle ortaya çıkan bu hadîs çeşitlerinin hepsi de
merdûd haberler arasında yer alır.
Hadîsin merdûd
olmasının diğer bir sebebi de, isnadı oluşturan hadîs râvilerinden birinin veya
bir kaçının adalet ve zabt yönünden cer-hedilmesidir. Aşağıda da ayrıca
açıklanacağı üzere, bu konuda şiddet yönünden birbirinden farklı on çeşit cerh
sebebi vardır ve bunlardan herhangi biriyle cerhedilen râvinin hadîsi merdûd
sayılır.
Cerh sebeplerinin en
şiddetlisi, râvinin kizbi, yâni yalancılığıdır. Yalancılığı sabit olan ve bu
yönden cerhedilen râvinin hadîsi mevzû'dur, yâni uydurmadır. İkincisi, râvinin
yalancılıkla itham edilmesidir; böyle bir râvinin hadîsine de metruk
denilmiştir. Cerh sebeplerinin üçüncüsü, râvinin rivayetlerinde fâhış hata
yapması, dördüncüsü, gafleti, beşincisi de fışkıdır. Bu hallerinden dolayı
cerhedilen râvînin hadîsine de münker denir, altıncı cerh sebebi vehim olup,
râvinin mürsel olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahut bunun aksine, muttasıl
olan bir hadîsi mürsel olarak rivayet etmesidir. Bir râvinin, rivayetinde
vehmettiğine hükmetmek oldukça güç bir iştir. Eğer bazı karineler yardımıyle
rivayette vehim bulunduğuna hükmedilebilir ve râvi bu yönden cerhedilirse,
hadîsi muallel olur.
Cerh sebeplerinin
yedincisi, râvinin diğer râvilere muhalif rivayetidir. Bu muhalefet, ya
rivayetine bazı yabancı isimler veya hadîsten olmayan ibareler dercetmesiyle
olur; bu takdirde kendisine yabancı sözler sokulmuş olan hadîse mudrec denir.
Yahut muhalefet, hadîsin isnad veya metninde bazı takdim ve tehirler yapılmak
suretiyle ortaya çıkar. Böyle bir hadîse de maklûb adı verilir. Yahut
muhalefet, râvinin ibdaliyle olur ve bu halde iki muhalif rivayet arasında
tercîh yapılamazsa, hadîse muztarib denir. Yahut muhalefet, yazının şekli
değişmeksizin bazı harflerin nokta hatalarından ortaya çıkar ve hatadan dolayı
hadîse musahhaf denir. Eğer yazının şeklinde bir değişme olur ve muhalefet bu
yönden meydana gelirse, bu takdirde hadîs muharref adını alır.
Cerh sebeplerinden
sekizincisi cehalet, yâni râvinin adalet ve zabt yönlerinden halinin
bilinmemesidir. Dokuzuncu sebep râvinin su-i hıfzı, onuncu sebep de,
bid'atıdır.
Aşağıda daha geniş bir
şekilde açıklanacak olan râvilerin cerh sebepleriyle ortaya çıkan hadîs
çeşitlerinin hepside, merdûd haberler arasında yer alırlar.
[161]
İnkıta, isnad zincirinden
bir veya birden fazla râvi halkasının düşmesiyle isnadda meydana gelen
kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin,
isnadın başında, ortasında ve sonunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o
isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir. Mürsel, mu'dal ve
munkatı gibi. Ancak burada şunu hemen belirtmek gerçkir ki, munkatı tabiri,
lügat yönünden, isnadı muttasıl olmayan, yâni isnadında kopukluk bulunan
hadîsler için kullanıldığı halde, ıstılahta, tâbi'îden sonraki herhangi bir
tabakada, isnadından bir, veya birbirini takip etmeksizin birden fazla râvisi
düşmüş olan hadîs çeşidinin adıdır. Bu itibarla biz, bu bahisle ilgili konu
başlığında Munkatı Hadîs Çeşitleri ifadesini kullanırken, munkatı kelimesini
lügat manâsında kullanmış olduğumuz halde, isnadın çeşitli yerlerinde düşen
râvi sayısına göre hadîslerin mürsel, mu'dal ve munkatı gibi isimler altında
zikredildiğini söylerken de, aynı kelimeyi ıstılah manâsında kullandık
Bir isnadda râvi
düşmesi veya inkıta, bazen zahir, yâni açık ve herkes tarafından kolayca
anlaşılabilecek şekilde vukubulduğu halde, bazon de hafiy veya gizli olur ve bu
irikıtâya vâkıf herhangi bir kimse tarafından açıklanmadıkça, hiç kimse, o
isnadın munkatı olduğunu anlayamaz. Isnaddaki zahir veya açık inkıta, râvinin,
muasırı olmayan bir şeyhten hadîs rivayet etmesiyle ortaya çıkan kopukluktur.
Herkes tarafından kolayca bilinip anlaşılır ki, o râvi, hadîsini naklettiği o
şeyhin muasırı değildir; dolayısıyîe ona mülâkî olmamıştır ve onun hadîsini
bizzat ondan almamıştır. O halde, mülâkî olmadığı o şeyhin hadîsini kendisine
nakleden başka bir aracı şeyh vardır; fakat hadîsi rivayet ederken isnadında bu
aracı şeyhin ismini herhangi bir sebeple zikretmemiştir. İsnadında açık râvi düşmesiyle
ortaya çıkan hadîs çeşitleri, aşağıda da açıklanacağı üzere, muallak, mu'dal,
munkatı ve mürsel 'dir.
İsnaddan hafi veya
gizli râvi düşmesi ise, râvinin, mülâkî olduğu ve hattâ bazı hadîslerini aldığı
bilinen bir şeyhten işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi halinde ortaya çıkan
inkıta şeklidir. Herkes tarafından bilinir ki, bu râvi, normal olarak o şeyhe
mülâkî olmuş ve ondan, rivayet ettiği bazı hadîsleri işitmiştir; dolayısıyle
işittiği bu hadîsleri o şeyhten rivayet etmeye hakkı vardır. Şu da var ki râvi,
bu hadîsleri ondan rivayet ettiği gibi, bunlardan ayrı olarak şeyhten
işitmediği, fakat başka vâsıta ile ondan aldığı bazı hadîsleri daha rivayet
eder; aradaki bu vâsıtayı da isnadında açıklamaz ve onları da şeyhten işittiği
zehabını uyandırır. Râvinin o şeyhe mülâkî olduğunu ve ondan hadîs işittiğini
bilenler ise, onun işitmediği hadîsleri de rivayet ettiğini anlayamazlar.
İşte, aşağıda açıklanacağı üzere, râvinin bu tarz hadîs rivayetine tedlls,
rivayet ettiği hadîse de müdelles denilmiştir.
Mudelles'ten çok ince
bir farkla ayrılan ve mursel-i hafi denilen hadîs çeşidi de, râvinin, muasırı
olup da mülâkî olmadığı şeyhten rivayet ettiği hadîstir ve zikrettiğimiz bütün
bu hadîs çeşitleri, isnadında düşen râvilerin adalet ve zabt yönünden hallerinin
bilinmemesi sebebiyle merdûd hadîsler arasında yer alırlar.
[162]
İsnadının başından bir
veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi hazf ve en son hazfedilen
râvinin şeyhine isnad edilmiş hadîslere muallak denilmiştir. Muallak,
ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya
dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin,
kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi
şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı
hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi,zikrettiği ilk kaynağa
isnad etmesidir.
Muallak ismi,
umumiyetle cezm sîgasıyle, yâni gibi kesinlik ifade eden tabirlerle rivayet
edilen hadîslere verilmiş, fakat Îbnu's-Salâh'm da dediği gibi,. gibi temrîz
ifade eden tabirlerle nakledilen hadîslerde bu isim kullanılmamıştır''.[163]
Bununla beraber, müteahhırûndan olan bazıları, meselâ Ebu'l-Haccâc el-Mizzî,
el-Bu-hârî'nin Sahîh'indeki bu kabilden hadîslere de muallak adım vermiştir''.[164]
El-Buhârî'nin
Sahîh'inm muallak hadîslerin başlıca menşei olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuyla
ilgili olarak, değerli araştırmacı Fuat Sezgin şu görüşleri ileri sürmüştür:
"Kaynakların verdiği malumattan anlaşıldığına göre, Sahîh'te mevcut bu
gibi merviyatı ilk defa ciddî bir şekilde ele alıp ta'lîk diye adlandıran
kimse, Ebu'l-Hasan ed-Dârakutnî (Ö. 385), daha sonra aynı isimle el-Cem'
beyne's-Sahîhayn adlı kitabında mevzuubahs eden Ebû Abdillah el-Humeydî (Ö.
420) olmuştur'.
[165] Bu
bakımdan muallak hadîs, bir hadîs çeşidi olmaktan ziyade el-Buhârî'nin
Sahîh'inin en Önemli hususiyetlerinden birini teşkil eder. Bu hususiyet
üzerinde duran İbn Hacer, şöyle der: "Ta'lîk, şeyhten semâ yolu ile
alındığını göstermeyecek (meselâ Jli ./i ./i. ;k ,Jli gibi) kat'î veya yarı
kat'î bir ifade ile, isnad-tan bir veya daha fazla şahıs hazfetmektir. Eğer
kat'î bir ifade kullanılırsa ( ^jj ,JU gibi) kendinden almanın sıhhatine
delâlet eder''.[166]
Ancak, onun hazfolunan senedinin râvileri üzerinde düşünmek gerekir: Eğer bunlar
sikattan iseler, ta'lîklarmdaki sebep, bu hadîsin, kitabın bir başka yerinde,
veya manâsının o bâbta diğer bir vâsıta ile de olsa bulunmuş olmasıdır ki,
ihtisaren ona ta'lîk ile işaret edilmiştir; yahutta bu ta'lîk, muhaddisin,
hadîsi şeyhinden semâ yolu ile aldığını, fakat bu şeyhin tedlîs ile tanındığını,
yahutta hadîsin mevkuf bulunduğunu, yâni senedin ancak sahabîye kadar
çıkabildiğini gösterir. Bir başka ihtimal de, haddizatında si-kattan olmakla
beraber, aralarında, el-Buhârî'nin şartına uymayanların bulunmasıdır. İşte bu
ihtimaller dolayısıyle müellif hadîsini doğrudan doğruya ta'lî-kan, yâni
senedini kısaltarak alır; bazen de mütâbeat yolu ile alır. Bu da, yukarıdaki
muhtelif sebeplerden biriyle "cezm" (yâni kat'î, meselâ S& \S-ij
<Cyfe sîgasıyle yapılır...Musannif, şayed temrîz (yâni kat'î olmayan,
meselâ yukâlu, yurvâ) sîgasıyle bir hadîs almışsa, bu takdirde hadîsin
isnadında, ta'lîkda zikrettiği şahsa kadar zayıf bulduğu bir şahıs var demektir.
Yalnız bazen bu zayıflık, başkalarının seneddeki illeti görmemiş olmalarından
veya mühimsememelerinden dolayı sahîh kabul edecekleri kadar ehemmiyetsiz
derecede de olabilir. Bu tarzda, muallak olarak alınmış bulunan hadîsin birinci
kategoride olduğu gibi senedinde teemmüle şâyân şüpheli bir taraf var
dernektir"''.[167]
Kısaca ifade etmek
gerekirse, ta'lîk, el-Buhârî'nin Sahîh'ine hâs özelliklerden biridir. Onun
daha çok bâb başlarında yer verdiği bu çeşit hadîsleri niçin ta'lîk ettiği
kesinlikle bilinmezse de, bazı imamlar, bunun için başlıca dört sebep
zikretmişlerdir. Bu sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) El-Buhârî'nin
ta'lîkan zikrettiği hadîs, hadîsçiler arasında sika (güvenilir) râvilerin
muttasıl rivayetleriyle maruf olan bir hadîstir. El-Buhârî, bâb başında bu
hadîsi delil olarak zikretmek lüzumunu hissettiği zaman, ihtisar olmak üzere,
isnadını vermeye gerek görmemiştir. Çünkü hadîs is-nadıyle maruf olan bir
hadîstir.
2) El-Buhârî'nin,
Sâhîh'imn çeşitli fıkıh bâblarmda delil olarak kullanılmalarını sağlamak için
bazı hadîsleri mükerrer olarak naklettiği bilinen hususlardandır. Eğer bir hadîs, herhangi bir fıkıh babında nakledilmişse, el-Buhârî,
aynı hadîsi bâb başında delil olarak tekrarlamak lüzumunu hissettiği
zaman, onun isnadını tekrar vermek lüzumunu duymamıştır.
3) El-Buhârî'nin
ta'lîkan naklettiği bazı hadîslerin isnadında şartlarına uygun olmayan bir
râvinin bulunması ihtiamli de vardır. Eğer el-Buhârî, bâb başında delil olarak
zikredebileceği bir hadîs bulamamış ise, şartına uygun olmayan râvinin hadîsini nakletmek zorunda
kalmış, fakat kitabında onun ismine yer vermemek için de,ya hadîsin bütün
isnadını, yahutta o râvinin şeyhine kadar isnadın bir kısmını hazfetmiştir.
4) Bir
görüşe göre de, muallak hadîsler, el-Buhârî'nin vicâde yolu ile aldığı
hadîslerdir. Vicâde, ileride de açıklanacağı üzere, bir hadîsçinin rivayet
ettiği hadîsi, zamanına yetiştiği veya yetişemediği herhangi bir şeyhin kitabında
bulmasından ve işitmeksizin o kitaptan alıp nakletmesinden ibarettir.
El-Buhârî, asıl olarak değil, fakat adını zikrettiği bâb başlarına uygun bir
delil olmak üzere bu çeşit hadîsleri talikan kullanmakta bir mahzur
görmemiştir.
Muallak hadîsin
sıhhati, isnadının bilinmesine veya hadîsçüer arasında maruf olmasına
bağlıdır. İsnadı bilinen ve kabul şartlarını hâiz olarak hadîsçiler arasında
maruf olan muallak bir hadîsin sahîh veya hasen hükmünü taşıması tabiîdir.
Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla râvinin hazfedilmesi, çok defa
müellifin tasarrufundan olsa bile, hazfolunan râvilerin bilinmemesi dolayısıyle
bu çeşit hadîsler merdûd hadîsler arasında yer alır. Hattâ onları hazfeden,
veya hadîsim talikan nakleden kimsenin "hazfettiğim râvilerin hepsi de
sikattandır" demesi halinde de muallak hadîs yine zayıf hükmündedir; zira
müellifin, hazfettiği râvileri ta'dîli müphemdir ve hadîs hakkında sıhhat
hükmünü vermek için yetersizdir''.[168]
El-Buhârî'nin,
Sahîh'inde muallak olarak zikrettiği bir haber şöyledir:
(İlimde haya babı:
Mucâhid şöyle demiştir: Utanan da, büyüklenen de ilim sahibi olamaz. A'işe de
şöyle demiştir: Şu Ansâr kadınları ne güzel kadınlar!.. Haya (yâni utanma),
onların dînde faküı olmalarına asla engel olmuyor)
[169]
Hazreti Peygambere
yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu gören ve
onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden
hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin
diyerek rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs,
isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir ve murselle ilgili olarak verdiğimiz bu
tarif, bize, hadîsçilerin üzerinde ittifak ettikleri ıstılah manâsmdaki murseli
tanıtır. Zira bazı usûlcülerle fıkıh ulemâsı, kelimenin lügat manâsını ele
alarak, onunla munkatı, hattâ mu'dal denilen hadîs çeşitleri arasında hiçbir
ayırım yapmamışlardır'[170]
Aynı görüşe sahip olanlardan biri de el-Hatîb el-Bağdâdî'dir. Murselden
bahsederken bu konuya temas ederek der ki: Mu-delles olmayan hadîsin irsali,
râvinin, muasırı olmayan, yahut mülakatı bulunmayan kimseden rivayetidir.
Meselâ Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in, Ebû Seleme îbn Abdirrahman'ın, Urve
İbnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasanu'1-Basrî, Muhammed îbn Şîrîn,
Katâde ve tâbi'ûndan olan diğer bir çok kimsenin Hazreti Peygamberden
rivayetleri böyledir. Keza tâbi'ûndan olmayan İbn Cureyc'in, Ubeydullah îbn
Abdillah îbn Utbe'den, Mâlik îbn Enes'in el-Kâsım İbn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan,
Hammâd îbn Ebî Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de bu kabildendir. Bunların
hepsi de, muasır olmayanların rivayetleridir. Mu'âsırı olup da mülakatı bulunmayanların
rivayetlerine gelince, bunlara da el-Haccâc İbn Ertât'm, Sufyân es-Sevrî'nin ve
Şu'be'nin ez-Zuhrî'den rivayetleri misal olarak gösterilebilir. Bize göre
bunların hepsi hakkındaki hüküm birdir. Hattâ mülâki olduğu şeyhten hadîs işiten,
fakat bu arada işitmediği hadîsi irsal eden kimseler hakkındaki hüküm de
böyledir.[171]
El-Hatîb'in bu
ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, ona göre, tâbi'ûnun doğrudan doğruya
Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîsler mursel olduğu gibi, tâbi'ûndan olmayan
ve daha sonraki tabakalara mensup bulunan kimselerin muâsarat etmedikleri,
yahut muâsarat etseler bile mülâkî olmadıkları, hattâ mülâkî olup da
işitmedikleri kimselerden rivayet ettiklen hadîsler de murselden sayılır.
Maamafih, murselin tarifiyle ilgili olan bu ihtilâf, ıstılah ve kelime yönünden
olan bir ihtilâftır ve manânın özü üzerinde herhangi bir tesiri yoktur; zira
ister el-Hatîb'in görüşüne uyularak hepsine birden mursel denilsin, ister
mursel yalnız tâbi'ûnun rivayetine atfedilmiş olup bunun dışındakilere mu'dal
veya munkatı denilmiş olsun, hepsi de, her iki gurup nazarında makbul olmayan
hadîs çeşitlerindendir. Şu da var ki, mursel tabirini daha umumî manâda
kullanan el-Hatîb, es-Suyûtî'nin ifadesine göre, bu tabirin istimal yönünden çok
defa tâbi'ûnun Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere ıtlak
olunduğunu da belirtmiş bulunmaktadır''.[172]
Mursel hadîslerin
delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok
fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz.
Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir.
[173]Müslim
ise,
Sahîh'in
mukaddimesinde "rivayetlerden mursel, bize ve haberlere vâkıf kimselere
göre hüccet değildir" demiştir.[174]
Murselin zayıf ve
merdûd hadîsler arasında yer almasının başlıca sebebi, mahzûf olan râvinin,
yâni tâbi'înin hadîsini almış olup da isnadda zikretmediği şeyhin, adalet ve
zabt yönlerinden halinin bilinmemesidir. Eğer isnaddan düşmüş olan bu şeyhin
sahabî olduğuna kesinlikle hükmedilebilse idi, o zaman, sahabîlerin udûl
oldukları kaidesine istinaden, hadîs üzerinde tereddüde mahal kalmaz ve onun
sahîh olduğuna hükmedilirdi. Fakat tâbi'înin hadîsini alıp ismini hazfettiği
şeyhin de kendisi gibi bir tâbi'î olması ihtimali vardır. Keza bu şeyhin
tâbi'î olduğu takdirde, ya sika ya da zayıf olması ihtimali vardır. Sika olduğu
farzedilse bile, onun da kendisi gibi bir tâbi'îden almış olması ihtimali
vardır. Eğer tâbi'î ise, o da diğeri gibi ya sika ya da zayıf olabilir.
Velhâsıl bu ihtimaller ilânihaye teselsül eder gider ki, akıl, bu teselsülü
sonu gelmeyen bir şekilde tecvîz edebilir. Fakat is-nadlar tetkik edildiği
zaman, bazen bir tâbi'înin, en çok altı veya yedi tâbi'îden hadîs rivayet
ettiği görülmüştür.[175]
Bu sebepledir ki,
tâbi'îden sonraki sahabî makamında râvisi düşmüş hadîsler, düşen râvinin zayıf
olması ihtimaline binâen merdûd sayılmışlardır. Bununla beraber, murselin
sahîh olduğu görüşünü ileri sürenler de vardır. Bunların başında Mâlik ve Ebû
Hanîfe gelir. Bunlara göre, eğer mursil, yâni hadîsi irsal eden râvi, hadîsine
güvenilir kimselerden olur ve yine güvenilir kimselerden irsal ettiği
bilinirse, onun murselini almakta hiçbir mahzur yoktur.[176]
İbn Cerîr ise, bu
konuda şu görüşü ileri sürmüştür: Tâbi'ûn mur-sellerinin kabulü hususunda
ittifak etmişlerdir. Ne onlardan ve ne de daha sonraki imamlardan hiçbirinden
murselin inkârı ile ilgili bir söz gel-memiştir.[177] İbn
Abdi'l-Berr'e göre, İbn Cerîr, bu sözü ile ikinci asrın başlarında mursele karşı
ilk muhalefetin eş-Şâfî'î'den gelmiş olduğuna ve ondan sonra şiddet kazandığına
işaret etmiş olacaktır.[178]
Bununla beraber, eş-Şâfı'î'nin mursel hadîsleri külliyyen reddetmediği de bir
gerçektir. Nitekim er-Risâle'deki ifadesine göre, bazı şartlara bağlı olarak
kibar-ı tâbi'înin mursel hadîsleri kabul edilebilir. Bu şartlardan biri: Eğer
mursel hadîs, hafız ve güvenilir kimseler tarafından bir başka tarîktan ve
fakat musned olarak rivayet edilmiş ise, o zaman murselin sıhhatine hükmedilir.
Diğer bir şart: Eğer mursel rivayeti takviye eden ikinci tarîk da mursel ise,
bu takdirde ikinci
tarîkin mursilinin, kendisinden hadîs alınan kimselerden ve birinci tarîkin
mursilinden başka bir kimse olması lâzımdır. Böyle olduğu zaman, ikinci tarîk
mursel de olsa, birincisini takviye eder. Şu var ki bu, musned olarak rivayet
edilen ilk şekle nisbetle daha zayıftır. Bir başka şart: Mursel hadîsi takviye
eden ne musned ve ne de mursel, bir başka tarîkla gelmiş bir rivayet bulunmaz,
fakat Hazreti Peygamberden ashabı tarafından rivayet edilen haberler arasında
mursel hadîse uygun bir söz bulunursa, râvinin, murselini sahîh olan bir
asıldan aldığına hükmedilir. Diğer bir şart, mursel hadîsin, ilim ehlinin
fetvalarına uygun olmasıdır.
Eş-Şâfı'î, kibar-ı
tâbi'înden mursel olarak rivayet edilen hadîslerin kabul edilebilmesi için
ileri sürdüğü bu şartların her birinde, hadîslerin mahreçlerinin sıhhatini
gösteren delâletler bulunduğunu ve bunlara istinaden onların kabul
edilebileceğini söylemiş, bu şartları ihtiva etmeyen mursel hadîslerin ise,
kabule şâyân olmadıklarını ileri sürmüştür.[179]
Hazreti Peygamberin
bazı ashabiyle uzun müddet beraber bulunan kibar-ı tâbi'înden sonrakilerin,
yâni sığar-i tâbi'înin, murselleri hakkında ise, eş-Şâfî'î, herhangi bir şart
ileri sürmeksizin "bunlardan murseli kabul edilen hiç kimse
bilmiyorum" demekle yetinmiştir.
[180]
Eş-Şâfi'î'nin mursel
hadîslerin kabulü ile ilgili olarak ileri sürdüğü bu şartlar gözönünde
bulundurulursa, onun, kibar-ı tâbi'înden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in
mursellerinden başka mursel kabul etmediği yolunda ileri sürülen görüşlerin
yerinde olmadığı anlaşılır. Filhakika es-Suyûtî, Pa'îd Îbnu'l-Museyyib'in
mursellerinden başka murselle ihticac etmediğine dâir eş-Şâfi'î hakkında ileri
sürülen bir görüşün şöhret kazandığına işaretle, bu görüşün mesnedi olarak
eş-Şâfi'î'nin Mâlik'ten rivayet ettiği şu hadîsi zik-d.
[181]
Eş-Şâfî'î bu mursel
hadîsi zikrettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: "El-Kâsım İbn
Muhammed, Sa'îd İbnu'l-Museyyib, Urve İbnu'z-Zubeyr ve Ebu Bekr İbn Abdirrahman
da etin hayvan karşılığı satılmasını haram sayıyorlardı. Bu, bize göre de
böyledir ve Hazreti Peygamberin ashabı içinde herhangi birinin Ebû Bekr
es-Sıddîk'a muhalefet ettiğini bilmiyoruz. Bizim nazarımızda İbnu'l-Museyyib'in
irsali hasendir"
[182]
Eş-Şâfı'î'nin, Sa'îd
Îbnu'l-Museyyib'in irsali hakkındaki bu sözü, iki yönden mütalâa edilmiştir. Bazılarına göre,
diğerlerinin murselleri hilâfına, İbnu'l-Museyyib'in murselleri, eş-Şâfi'î'nin
nazarında hüccettir; çünkü eş-Şâfî'î, onun mursellerini tetkik etmiş ve hepsinin
de musned olduğunu görmüştür. Diğer bazılarına göre ise, İbnu'l-Museyyib'in
murselleri de, eş-Şâfi'î'nin nazarında diğerlerinden farksızdır; yâni onlar da
diğerleri gibi hüccet değildir. Bununla beraber eş-Şâfi'î, onun mursellerini
tercih etmiştir; çünkü her ne kadar hüküm istinbatında mursel delil olarak kullanılmasa
bile, bazı hallerde onunla tercihte bulunmak caizdir''.[183]
El-Hatîb, bu ikinci
şıkka işaretle, kendi nazarında sahîh olan görüşün bu olduğunu söyler ve
"esasen Sa'îd'in murselleri arasında musned olmayan hadîsler de
bulunmaktadır. Bununla beraber eş-Şâfi'î, kibar-ı tâbi'înin mursellerini
diğerlerinden ayırdederek onlara üstün.bir meziyyet atfetmiştir. Bunlar
arasında tabiatiyle Sa'îd'in murselleri de vardır" der'.[184]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, Sa'îd İbnül-Museyyib'in murselleri, imamlar arasında
umumiyet itibariyle sahîh kabul edilmiştir. Meselâ Yahya İbn Ma'în
"mursellerin en sahihi, Sa'îd İbnu'l-Museyyib'in mursel-leridir"
demiş, Ahmed İbn Hanbel de, buna yakın bir ifade ile, "Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in murselâtinin en sahîh murseller olduklarını"
söylemiştir'.[185]
Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mursellerini söz konusu eden el-Hâkim de, bunların en sahîh
murseller olduğunu söylemiş ve buna delil olarak şöyle demiştir: "Çünkü
Sa'îd, sahabe evlâdındandır. Babası el-Museyyib İbn Hazn, Şecere ve Rıdvan
bey'ati ashabından idi. Sa'îd, Ömer'i, Osman'ı, Alî, Talha, ez-Zubeyr ve diğer
Aşere-i Mubeşşere'yi idrak etmiştir. Halbuki tâbi'ûn arasında onları idrak eden
ve onlardan hadîs alan Sa'îd ve Kays İbn Ebî Hâzim'den başka kimse yoktur.
Bütün bunlara ilâveten Sa'îd, Hicaz ehlinin fakîh ve müftisi ve Fukahâ-i
Seb'anm ilkidir; o Fukahâ-i Seb'a ki, Mâlik İbn Enes onların icmâ'ını bütün
halkın icmâ'ı saymıştır"'.[186]
El-Hâkim'in belirttiğine
göre, mursellerin çoğu, Medine ehlinden Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, Mekke ehlinden
Atâ îbn Ebî Rabâh, Mısır ehlinden Sa'îd İbn Ebî Hilâl, Şâm ehlinden Mekhûl
ed-Dımaşkî, Basra ehlinden el-Hasan îbn Ebi'l-Hasan (el-Basrî) ve Küfe ehlinden
İbrahim îbn Yezîd en-Naha'î vâsıtasıyle rivayet edilmiştir''.
[187]Yukarıdada
açıklandığı gibi, bunların en sahîhi, Medîne ehlinden olan Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mur selleridir. Mekke ehlinden gelen Atâ İbn Ebî Rabâh'm
murselleri ise, Alî Îbnu'l-Medînî'nin ve Ahmed îbn Hanbel'in belirttiklerine
göre, Atâ'nın her çeşit insandan hadîs
alması dolayısıyle
en zayıf mursellerdir. Bu
sebeple Alî İbnu'l-Medînî, Mucâhid'in mursellerinin bile Atâ'nın
mursellerinden çok daha iyi olduğunu söylemiş; Ahmed İbn Hanbel de,
"murselât arasında el-Hasanu'1-Basrî ve Atâ İbn Ebî Rabâh'ınkilerden daha
zayıf mursel yoktur" demiştir''.[188]
Yahya İbn Sa'îd ise, Sa'îd îbn Cubeyr'in mursellerini Atâ'nm mursellerine
tercîh etmiştir''.[189]
Basra ehlinden gelen el-Hasanu'1-Basrî'nin mursellerine gelince, Ahmed îbn
Hanbel'in bunlar hakkındaki görüşüne biraz Önce işaret etmiştik. Buna
ilâveten, el-Irâkî'nin el-Hasan'ın murselleri hakkında "şibhu'r-rîh"
denildiğine dâir bir sözüne de işaret edebiliriz''.
[190]Bununla
beraber, onun mursellerini bu derece zayıf görmeyenler de vardır. Meselâ Alî
İbnu'l-Medînî'ye göre, sikâtm el-Hasanu'1-Basrî'den rivayet
ettikleri murseller sahîhtir. Ebû
Zur'a ise, el-Hasan'ın "kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek rivayet ettiği
hadîslerin sabit birer aslını buldum; yalnız dört hadîs müstesna" demiş,
Yahya İbn Sa'îd el-Kattân da, buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ancak Ebû
Zur'a'mn istisna ettiği dört hadîse karşılık, Yahya İbn Sa'îd, bir yahut iki
hadîsi müstesna kılmıştır'.[191]
Yine bu cümleden olarak, Yûnus İbn Ubeyd'in el-Hasan el-Basrî'ye tevcîh
ettiği "yâ Ebâ Sa'îd, sen Hazreti
Peygambere yetişmediğin halde,
rivayet ettiğin bazı
hadîslerde kale Rasûlullah
diyorsun; bu nasıl olur?" sualine, el-Hasan'ın verdiği şu cevap
zikredilebilir: "Ey kardeşimin oğlu, bana Öyle bir şey sordun ki, senden
önce hiç kimse bunu bana sormamıştı.
Benim nazarımda senin yerin olmasaydı, sana cevap vermezdim. Ben, kimin
zamanında yaşadım, biliyorsun. El-Haccâc
zam anı... Benim kale Rasûlullah dediğimi işittiğin bütün hadîsler Alî İbn Ebî
Tâlib'tendir. Ancak ben öyle bir devirde yaşadım ki, Alî'nin ismini
açıklayamadım"''.[192]
Nakledilen bu sözlerin
sıhhati hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla beraber
şurası bir gerçektir ki, el-Hasan'ın isnad ederek naklettiği hadîsler hüccet
olarak kabul edildiği halde, murselleri kabul edilmemiştir.
Küfe ehlinden gelen
İbrâhîm en-Naha'î'nin murselleri ise, Yahya îbn Ma'în tarafından daha sıhhatli
görülmüş ve meselâ eş-Şa'bî'nin mursellerine tercîh edilmiştir. Hattâ İbn
Ma'în, "onun murselleri, Salim İbn Abdillah'ın, el-Kâsım ve Sa'îd
İbnu'l-Museyyib'in mursellerinden daha çok hoşuma gidiyor" demiştir. Keza
Ahmed İbn Hanbel'e göre de, en-Naha'î'nin mur-sellerinde bir beis yoktur''.[193]
Mursel hadîsler, bazı
imamlar tarafından müstekıl kitaplar halinde ce-medilmiştir. Bunlar arasında en
çok şöhret kazananları, Sünen sahibi Ebû Dâvûd es-Sicistânî (202-275)'nin
Kitâbu'l-merâsîl'i, İbn Ebî Hatim (240-327)'in aynı isimdeki kitabı ve Ebû
Sa'îd el-Alâ'î (694-761)'nin Câmi'u't-tahsîl fî ahkâmi'l-merâsH'Vdir.
Burada bir de sahabî
mursellerine işaret etmek yerinde olur. Bu mur-seller, bir sahabînin yaşının
küçük olması, yahut İslâm'a geç girmesi dolayısıyle bizzat müşahede etmediği,
yahut işitmediği şeyleri Hazreti Peygambere isnadla naklettiği haberlerdir.
Sahîh olan görüş gereğince, bu çeşit mursellerin sıhhatine hükmedilir.
El-Buhârî ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde bunlar sayılamayacak kadar çok yer
almıştır. Çünkü bir sahabînin, Hazreti Peygamberden işitmeden ona isnad ettiği
bir haberi ancak kendisi gibi bir sahabîden almış olduğuna şüphe yoktur. Belki
sahabî olmayan kimselerden aldığı haberlerin de bulunabileceği düşünülse bile,
bu çok nâdirdir ve bu çeşit haberlerin kaynakları da genellikle
belirtilmiştir. Sahabe, hepsi de udûl oldukları için, heberlerinde herhangi bir
şüphe ve tereddüde yer yoktur,
[194]
İsnadında birbirini
takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu
tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini
takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir,
bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve
ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı
olduğu halde, her munkatı mu'dal de-ğildi.[195]
Meselâ Mâlik îbn
Enes'in sojydL hadîsi mu'daldir. El-Irâkî, Mâlik'in, Ebû Hureyre'nin bazı
ashabından hadîs işittiğini ve bu hadîsleri doğrudan doğruya Ebû Hureyre'ye
isnad etmesi halinde, düşürülen râvi sayısının ancak bir olması ihtimali
dolayısıyle, bu hadîsleri mu'dal saymanın güç olacağını ileri sürmüş, fakat
yukarıda zikredilen hadîs hakkında böyle bir güçlük bulunmadığını, zira
Mâlik'in, bu hadîsi Muvattâ' dışında Muhammed îbn Aclân vâsıtasıyle babasından
mevsûl olarak rivayet ettiğini ve bu suretle Mâlik ile Ebû Hureyre arasında
iki râvinin düşmüş olduğunun anlaşıldığını kaydetmiştir.[196]
Meşhur musanmflardan
birinin, isnadı başından sonuna kadar hazfedip (fi-*) aUI J^-j Jü diyerek
rivayet ettiği hadîslere de mu'dal denilmiştir. Bu takdirde, mu'dal ile, daha
önce üzerinde durduğumuz muallak hadîs çeşidi birleşmiş olur. Zira muallak,
musannifin tasarrufu ile isnadın başından itibaren ya tamamının, ya sahabîye
kadar, yahutta tâbi'îye kadar olan râvilerin hazfedilerek rivayet edilen hadîs
çeşididir; bazen de musannif, ya kendi şeyhini, yahutta şeyhi ile birlikte onu
takip eden şeyhleri hazfedebilir. Şu var ki muallakta, birbirini takip eden
râvilerin isnadın başından itibaren düşmüş olması gerekir. Buna göre mu'dal ile
muallak, isnadın başında en az iki ve daha fazla râvisi düştüğü zaman
birleşirler; fakat isnadın ortasında veya sonunda en az iki veya daha fazla
râvisi düşmüş olan mu'dal çeşidi, muallaktan ayrılır; o, sadece mu'daldir;
fakat muallak değildir. Bu bakımdan, isnadın başında birden fazla râvisi
düşmüş her muallakın, aynı zamanda mu'dal olduğu söylenebilirse de, her
mu'dala aynı zamanda muallaktır demlemez.
[197]
Tâbi'u't-tâbi'înin
tâbi'îden maktu olarak rivayet ettiği merfû hadîsler de mu'daldir. Meselâ :
hadîsini el-A'meş i'dâl etmiştir. Nitekim Müslim'in Sahth'inde
Fudayl İbn Amr, eş-Şa'bî tarikiyle Enes
İbn Mâlik'ten şu şekilde rivavet et-iti.
[198]
Mu'dal hadîsler,
isnadlarmdan düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden
halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sayılırlar.
[199]
Munkatı tabiri, lügat
yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır.
İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda
olsun, o isnad munkatıdır. Bu ba-ımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut
musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve muallak denilen
isnadla munkatı arasında *ugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur.[200]olduğunu
söy-
Bununla beraber
ıstılahta munkatı, el-Hâkim'in de işaret ettiği gibi, murselden ayrı bir şeydir
ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği
şahsı işitmeden ondan rivayetidir.[201]
Bu durum, tabiatiyle
râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi,
bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk
olmasını gerektirir.
El-Hâkim'e göre
munkatı üç çeşittir. Birincisi, tâbi'îye varmadan önceki râvinin, kendisinden
hadîs naklettiği şahsı işitmeksizin ondan rivayette bulunmasıdır. Bunun en
güzel misali şu hadîstir:[202]
El-Hadramî'nin
Muhammed Ibn Sehl'den, Muhammed'in Ab-durrazzâk'tan, Abdurrazzâk'm
Es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Ebû İshâk'tan, Ebû İshâk'm Zeyd İbn Yusey'den,
Zeyd'in Huzeyfe'den, Huzeyfe'nin de Rasûlu'llah (s.a.s.)'tan rivayet ettiğine
göre, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Eğer bu işin başına Ebû Bekr'i
geçirirseniz, o, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir. Hiçbir kötü kişinin kötü
sözü, onu Allah yolundan alı-komaz. Eğer Alî'yi geçirirseniz, o da hidayete
ermiş hidayet edici bir kimsedir. Sizi de dosdoğru yola yöneltir".
Bu rivayetin isnadını
gören herkes, ilk anda onun muttasıl olduğuna hükmeder. Çünkü el-Hadramî ve
Muhammed İbn Sehl, her ikisi de güvenilir kimselerdir. Abdurrazzâk'm
Sufyân'dan, keza Sufyân'm da Ebû İshâk'tan senıâ'ı maruf ve meşhurdur. Bununla
beraber, Abdurrazzâk Sufyân'dan, Sufyân da Ebû İshâk'tan bu hadîsi
işitmemişlerdir. Yâni Abdurrazzâk ile Sufyân ve Sufyân ile Ebû îshâk arasında
isimleri isnaddan düşürülmüş iki râvi vardır. Bu sebeple isnad munkatıdır.
Munkatı'm bir başka
çeşidi de, isnadda nıübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. Meselâ
bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir'':[203]
Ebu'1-Alâ'
İbni'ş-Şihhîr'in, Hanzala oğullarına mensup iki adamdan, < iki adamın Şeddâd
İbn Evs'ten rivayet ettiklerine göre, Şeddâd şöyle de mistir: "Rasûlu'llah
(s.a.s.), herbirimize namazda şöyle duâ etmesini öğ retirdi: Rabbım! Senden
işlerimde sebat, sağlam bir irade, akl-ı selîm, sâdılş bir dil diliyorum. Keza
senden nimetlerine karşı şükür, sana ibadetlerimde güzellik diliyorum. Senin
bildiğin her çeşit kötülüklerimi bağışlamanı istiyor, bildiğin bütün
kötülüklerden sana sığınıyor ve bildiğin her iyiliği senden diliyorum".
Hadîsin isnadında
Ebu'1-Alâ' İbn Abdillah İbni'ş-Şıhhîr ile Şeddâd İ^, Evs arasında yer alan ve
hadîsi rivayet etmiş olan Benû Hanzala'dan iki şahsın kim oldukları mübhemdir.
Bu sebeple hadîs munkatı sayılmıştır.[204]
Bazen de bir hadîs, isnadında isimlendirilmeyen bir râvi ile rivayet edilir;
fakat bu hadîs munkatı sayılmaz. Meselâ:
...Ahmed îbn Seyâr'ın
Muhammed İbn Kesîr'den, onun Sufyân es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Dâvûd İbn Ebî
Hind'ten, onun adını açıklamadığı bir şeyhten, onun Ebû Hureyre'den rivayetine
göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara öyle bir zaman
gelecektir ki, adam, o zaman gelince, acz ile fücur arasında bocalayacaktır.
Kim böyle bir zamana yetişirse, aczi fücura tercih etsin"
[205]
Bu hadîsin isnadında
bulunan ve ismi açıklanmayan şeyh dolayısıyle rivayet munkatı olarak gelmiştir
ve hadîslerin farklı rivayetlerine vâkıf olmayanlar nazarında bu hadîs de
munkatı bir hadîstir. Ancak isnadlara vukufu olan başka bir hadîsçi, Dâvûd îbn
Ebî Hind'ten gelen şu rivayeti de bilirdi):
[206]
Hadîsin bu rivayetinde
mübhem olan râvinin açıklanmış olması dolayısıyle, diğer rivayet munkatı
olarak gelmiş olsa bile, hadîs mevsûldür ve buna göre değerlendirilir.
İbn Hacer, isnadda
düşen râvilerin açık ve gizli oluşuna göre munkatı hadîsleri iki kısımda incelemiş,
düşen râvinin açık ve herkes tarafından anlaşılır olması halinde bu çeşit
hadîslere munkatı, gizli olması halinde de,
bunlara mudelles
denildiğini açıklamıştır. Ibn Hacer şöyle demiştir: "...Eğer isnaddan râvi
düşmesi, birbirini takip eden iki ve daha fazla râvi ile olursa, bu türlü
hadîslere mu'dal denir. Ancak düşme, birbirini takip etmeksizin, meselâ iki
ayrı yerde olursa, bu da munkatı'dır. Keza yalnız bir, yahut birbirini takip
etmemek şartıyle ikiden fazla râvi düşerse, bu hadîslere de munkatı
denir".
"Bazen râvinin,
kendisinden hadîs rivayet ettiği şeyhe muasır olmaması dolayısıyle isnaddan
bir râvinin düşmüş olduğu açık bir şekilde bilindiği ve herkes tarafından
kolayca anlaşıldığı halde, bazen de bu düşme gizli olur ve bunu, hadîsin isnadlarma
ve bu isnadlardaki illetlere vâkıf mütehassıs imamlardan başkası anlamaz. Bu
iki şıktan birincisi, yâni açık olanı, râvinin şeyhin asrına yetişmemesi,
yetişse bile onunla biraraya gelmemesi ve ondan aldığı bir icazet veya
vicâdeye sahip bulunmaması dolayısıyle aralarında herhangi bir mülakatın
olmaması yönünden anlaşılır. Bu sebeple, râvilerin doğum, ölüm tarihlerini,
hadîs öğrenmeye başladıkları vakitleri ve bunun için giriştikleri seyahatları
anlatan tarih kitaplarına ihtiyaç duyulmuş ve bu kitaplar sayesinde, bazı
şeyhlerden rivayet iddiasında bulunan kimselerin yalanları ortaya
konulmuştur".
"İkinci kısma,
yâni gizli olan düşmeye gelince, buna da mudelles denir..."''.
[207] İbn
Hacer'in bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere, mudelles, munkatı hadîs
çeşitlerinden biridir.
[208]
Mudelles, bir râvinin
mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, (yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî
olmadığı şeyhten işitmiş gibi) rivayet ettiği hadîslere mudelles adı
verilmiştir.
Ancak vermiş olduğumuz
bu tarifte yer alan "yahutta muasırı olmakla beraber mülâkî olmadığı
şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği" ifadesini ihtiyatlı kabul etmek
gerekir. Çünkü İbn Hacer'e göre mudelles, yalnız, râvinin mülâkî olduğu şeyhten
işitmeden rivayet ettiği, bir başka ifade ile, şeyhe mülâkî olduğu halde, ondan
bir vâsıta ile alıp o vâsıtayı zikretmeden doğrudan şeyhe isnadla naklettiği
hadîstir. Buna göre, bir hadîse mudelles diyebilmek için, râvisinin, işitmediği
halde, kendisinden hadîs naklettiği şeyhe mülâkî olduğunun bilinmesi şarttır''.[209]
Bununla beraber, en-Nevevî Takrîb'inde, râvinin muasırı olduğu şeyhten
işitmeden'',[210] İbnu's-Salâh ise,
Ulûmu''I-hadîs'inde, râvinin mülâkî olduğu şeyhten işitmeden, yahut muasırı
olup da mülâkî olmadığı şeyhten mülâkî olmuş gibi rivayet ettiği
hadîse mudelles ismini vermişlerdir'.[211]
Bundan anlaşılıyor ki, gerek en-Nevevî ve gerekse İbnu's-Salâh, râvi ile şeyhi
arasında mülakatın bulunup bulunmadığına itibar etmeksizin muasır olmalarını
yeterli görmüşler ve mudellesi buna göre tarif etmişlerdir. Halbuki İbn
Hacer'in tarifinde mudelles, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, birbirine
mülâkî oldukları bilinen iki kişiden birinin diğerinden işitmeden rivayet
ettiği hadîstir. İbn Hacer'e göre, muasır olan, fakat birbirine mülâkî
olmadıkları bilinen iki kişi arasında, işitme olmaksızın yapılan rivayet,
mudelles değil, mursel-i hafî olarak isimlendirilir. Bu bakımdan mudelles ile
mursel-i hafî arasında çok ince bir fark vardır. Mudelles, şeyhe mülâkî olduğu
bilinen râviye mahsûstur ve o şeyhten işitmeden rivayet ettiği hadîstir.
Mursel-i hafî ise, şeyhe muasır olan ve fakat onunla mülakatı olduğu bilinmeyen
râviye mahsûstur; mülakat olmayınca, tabiatiyle râvi o şeyhten işitmediği
hadîsi rivayet etmiş olacaktır'[212] O
halde mudellesin tarifini yaparken, mülakatı nazarı dik kata almaksızın
muâsaratı sözkonusu eden kimse, mursel-i hafîyi de bu tarifin içine sokmuş
olur ki, bu yanlıştır; doğrusu, her ikisini birbirinden ayırmaktır. İbn Hacer,
mudelleste mülakatın şart olduğuna ve muâsarata değil mülakata itibar edilmesi
gerektiğine, hadîs ilmine vâkıf kimselerin, Ebû Osman en-Nehdî ve Kays İbn Ebî
Hâzim gibi muhadramlarm Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslerin
mudelles değil, mursel-i hafî cinsinden oldukları üzerindeki ittifaklarını
delil olarak İleri sürer. Çünkü Mu-hadramlar, Hazreti Peygamberin muasırı olan,
fakat ona mülâkî olmadıkları bilinen kimselerdir. Bu bakımdan eğer bir
muhadram, aradaki vâsıtayı atlayarak doğrudan doğruya Hazreti Peygamberden
hadîs nak-letmişse, bu hadîs mursel-i hafidir, mudelles değildir'.[213]
Mudelles, zulmet veya
karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir
şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu
karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak demektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde
bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden
ayırt etmeksizin hepsim de rivayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de
işitmiş olduğu vehmini uyandırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin
çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
[214]
Râvinin, mülâkî olduğu
şeyhten, doğrudan doğruya işitmediği, ancak
bir başkası
vasıtasıyle aldığı hadîsi, aradaki vâsıtayı kaldırarak ondan rivayet etmesidir
ki, bu açıklama, genellikle mudelles için verilen tarifi hatırlatır. Râvi, bu
şekilde aldığı hadîsi rivayet ederken kale fulânun, yahutan fulânin, yahutta
enne fulânen kale gibi ittisale de muhtemel olan bir tabir kullanır. Böylece, o
hadîsi şeyhten işitmediği halde işitmiş vehmini uyandırır. Tedlîsin en ağır
şekillerinden biri sayılan tedlîsu'l-isnad, bazı hadîsçilerin onu en şiddetli
dil ile kötülemelerine sebep olmuştur. Meselâ eş-Şân'î'nin Şu'be
İbnu'l-Haccâc'tan naklettiğine göre "zina işlemek, rivayette tedlîs
yapmaktan daha kötü değildir"; yine Şu'be'ye göre "tedlîs
kiz-binkardeşidir.
[215]
Tedlîsin başka bir
çeşidi tedlîsu't-tesviye'dir. Tesviye, bir şeyi diğer bir şeyle aynı seviyeye
getirmek demektir. Bir hadîsin isnadında hem zayıf hem de güvenilir kimseler
yer almış ise, zayıf râvilerin isnaddan çıkartılması halinde bu isnad tesviye
edilmiş, yâni yalnız güvenilir râvilerden oluşan bir isnad haline getirilmiş
olur. Buna göre bir râvi, şeyhini değil de, ya şeyhinin şeyhini, yahutta daha
yukarıdaki bir şeyhi, ya zayıf, ya da küçük olduğu için isnaddan düşürür; yahut
başka bir ifade ile, isnadı tesviye eder. Tedlîs ile tesviye edilmiş isnadı
gören kimse, râvinin güvenilir olan şeyhinin tedlîs yapmadığını ve kendisinden
sonra gelen şeyhten hadîsi almış olduğunu düşünerek isnadın sahîh olduğuna
hükmeder; oysa râvi, isnaddan şeyhinin şeyhini çıkarmıştır.
Bu çeşit tedlîs
yapmakla şöhret kazanmış olan Bakıyye İbnu'l-Velîd'ten şöyle bir hadîs rivayet
edilmiştir:
Bakıyye
Îbnu'l-Velîd'ten rivayet olunduğuna göre, Ebû Vehb el-Esedî, Nâfî'den, Nâfı' de
İbn Ömer'den şu hadîsi nakletmiştir: "Kişinin gerçek inancını bilmeden
onun İslâm'ına kanmayın".
İbn Ebî Hâtim'in
babasından naklen belirttiğine göre, bu hadîsin isnadında, çok az kimsenin anlayabileceği
bir Özellik vardır: Hadîsi, Ubey-dullah İbn Amr, İshâk İbn Ebî Ferve'den, ibn
Ebî Ferve Nâfı'den, o da ibn Ömer'den rivayet etmiştir. Fakat Bakıyye, isnadda
tesviye yapmak mak-sadıyle İshâk İbn Ebî Ferve'yi aradan çıkarmıştır. Ancak
yaptığı bu işin anlaşılmaması için de, şeyhi olan Ubeydullah îbn Amr yerine,
onun meşhur olmayan künyesini kullanmış ve Ebû Vehb el-Esedî demiştir. Böylece
şeyhinin şeyhini isnaddan düşürmek suretiyle tedlîsu't-tesviye yapmıştır.[216]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, aradaki zayıf râvi düşürüldüğü zaman, bu râvinin şeyhi ile
ondan hadîs rivayet eden şeyhin birbirlerine mülâki olduklarının bilinmesi
lâzımdır ki, böyle bir rivayet hakkında tedlîs hükmü verilebilsin. Eğer râvi
düşürüldüğü zaman, bu iki şeyhin birbirine mülâki olmadıkları anlaşılırsa, bu
takdirde isnadda açık bir inkıta bulunduğuna hükmetmek gerekir ki, bu rivayete
tedlîs demek mümkün olmaz. Nitekim Mâlik İbn Enes gibi bazı imamlar bu çeşit
rivayette bulunmuşlardır; fakat onların rivayetlerine tedlîs denilmemiştir.
Meselâ Mâlik, an Sevr, an İbn Abbâs isnadıyle hadîs rivayet etmiş ve Sevr'in
şeyhi olan Ikrime'yi, kendi nazarında zayıf olduğu için isnaddan düşürmüştür.
Oysa Sevr, îbn Abbâs'a mülâki olmamıştır. Bu sebeptenan Sevr, an İbn Abbâs isnadı
munkatı'dır; mudelles değildir. Eğer Sevr'in İbn Abbâs'a mülâki olduğu
bilinseydi ve böyle iken Mâlik, Sevr ile îbn Abbâs arasındaki Ikrime'yi
düşürmüş olsaydı, o zaman tedlîs yapmış olurdu. Çünkü an Sevr, an îbn Abbâs
isnadını görenler, isnaddan Ikrime'nin düşürüldüğünü anlamazlar ve bu isnadla
gelen hadîsin, Sevr'in İbn Abbâs'tan işittiği hadîslerden biri olduğunu
zannederlerdi. Zaten tedlîs ile rivayetin kötülüğü de bu zannı uyandırması
dolayısıyledir. Çünü bu tarz rivayette başkalarını aldatmak gayesi vardır.
Tedlîsu't-tesviye yi
tedlîsu'l-isnad'm. bir çeşidi saymak mümkündür. Nitekim Îbnu's-Salâh, tedlîsi
tedlîsu'l-isnad ve tedlîsu'ş-şuyûh olmak üzere iki kısma ayırmış, fakat
tesviyeden söz etmemiştir'.
[217]
Bununla beraber es-Suyûtî, tedlîsin üç, hattâ daha fazla çeşidi olduğuna işaret
etmiştir ki, bunlardan biri tedlîsu't-tesviye'dit.
[218]
Tedlîsin diğer bir
çeşidi tedlîsu'ş-şuyûh'tur. Bu, râvinin, isnadı zikrederken şeyhim, maruf ve
meşhur olan isim, künye, neseb veya lakabı ile değil de, sırf şaşırtmak için
bilinmeyen bir isim veya lakabla zikretmesidir. Meselâ Ebû Bekr îbn Mucâhid,
haddesenâ Abdullah îbn Ebî Abdillah diyerek bu çeşit bir tedlîs yapmıştır.
Çünkü verdiği isim maruf değildir. Bununla beraber Abdullah'ın babası olarak
belirtilen Ebû Abdillah, Sünen musannifi Ebû Davud'un oğlu Ebû Bekr İbn Ebî
Dâvûd'tur ve bu künye ile meşhurdur''.
[219]
Tedlîsu't-tesviye ile ilgili
olarak zikrettiğimiz Bakıyye İbnu'l-Velîd
hadîsi, isnadında tedlîsu'ş-şuyûhun da yapıldığı güzel bir örnek teşkil eder.
Bakıyye, Ubeydnllah İbn Anır tarikiyle İshâk İbn Ebî Ferve'den, onun Nâfi'den,
Nâfi'nin de İbn Ömer'den lâ tahmidû İslâme'l-mer'i hadîsini rivayet etmiştir.
Ancak İshâk İbn Ebî Ferve'nin zayıf olması dolayısıyle is-nadda tesviye yapmış
ve İshâk'ı isnaddan düşürmüştür. Yaptığı işin anlaşılmaması için de Ubeydullah
İbn Amr'ı hadîsçiler arasında maruf olmayan künyesiyle zikretmiş ve ona Ebû
Vehb el-Esedî diyerek tedlîsu'ş-şuyûh yapmıştır.
Tedlîsu'ş-şuyûh, daha
önce açıkladığımız iki tedlîs şekli kadar kötü sayılmasa bile, eğer râvi,
zayıf bir şeyhten rivayet ettiğini gizlemek için bu yolu seçmiş olursa, yine de
kötü bir iş yapmış sayılır. Bununla beraber râvinin, kendisinden küçük bir
şeyhten hadîs rivayet ettiğini gizlemek, yahut hadîs rivayet ettiği şeyhlerin
çokluğunu göstermek, yahutta rivayet ettiği hadîsleri hep aynı şeyhten
almadığını isbat etmek gayesiyle bu tarz tedlîs yaparsa, elbette bunun diğeri
kadar zararı yoktur.
[220]
Tedlîs çeşitlerinden
bir diğeri tedlîsu'l-atf tır. Râvi, aynı hadîsi rivayet eden iki şeyhinden, o
hadîsi rivayet eder ve meselâ haddesenî fulânun ve fulânun diyerek her ikisinin
ismini vav harfiyle birbirine atfeder. Aslında bu râvi, hadîsi, ismini
birincisine atfettiği ikinci şeyhten işitmemiş, fakat ve fulânun sözüyle hadîsi
ikincisinden de işittiği vehmini uyandırmıştır. İşte râvinin bu tarz rivayetine
tedlîsu'l-atf denilmiştir.
[221]
Tedlîs çeşitlerinden
bir başkası tedlîsu's-sukûf tur. Râvi, isnadı zikrederken haddesenâ, yahut
semi'tu dedikten sonra, hatırına bir şey gelmiş gibi susar ve sonra hadîsini
nakledeceği şeyhinin ismini zikrederek isnadı, sonra da hadîsin metnini verir.
Ancak sükûttan sonra zikrettiği şeyhten hadîsi işitmediği halde işitmiş gibi
bir zan uyandırır. Onun isnadı zikri sırasında bir süre susması, sonra da
hadîsini işitmediği şeyhinin ismini zikretmesi sebebiyle yaptığı bu tedlîse
tedlîsu 's-sukût denilmiştir. Gerek tedlîsu'l-atf ve gerekse tedlîsu1 s-sükût,
her ikiside, tedlîsul-isnâd'm birer çeşidi sayılmıştır.
Tedlîs ile rivayet
edilen hadîsler hakkındaki hükme gelince, bu hususta değişik görüşler ileri
sürülmüştür. Bazılarına göre, ne olursa olsun, böyle hadîsler kabul edilmez. Diğer
bazıları, Sufyân İbn Uyeyne'nin yaptığı gibi yalnız sika (güvenilir)
kimselerden tedlîs yaptığı bilinen kimselerin rivayetlerinin kabul
edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre de, eğer tedlîs yapan
kimse, güvenilir bir kimse ise, onun yalnız haddesenî ve semi'tu gibi
kesinlikle hadîsi işittiğine delâlet eden tabirler kullanarak rivayet ettiği
hadîsler kabul edilir; an'ane ile rivayet
ettiği hadîsler ise, kabul edilmez.
[222]
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, şeyhinden tedlîs ile hadîs rivayet eden bir kimse, bu
rivayetinde semi'tu, haddesenâ veya buna benzer semâ'a delâlet eden tabirler
kullanırsa, bu açık bir yalan olur. Şeyhinden işitmediği halde
"işittim" diyerek hadîs rivayet eden bir kimse elbette terke
müstehaktır.
[223]
İbn Hacer'in tarifine
göre mursel-i hafi, bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâki olduğu bilinmeyen
kimseden rivayet ettiği hadîsin ismidir.[224]
İbnu's-Salâh'm ve ona uyan en-Nevevî'nin tariflerinde ise, râvinin, kendisinden
hiçbir hadîs işitmediği, yahut kendisine hiç mülâkî olmadığı bilinen şeyhten
rivayet ettiği hadîstir.
[225]
Bu tariflerden
anlaşılıyor ki, mursel-i hafî, senedinde inkıta bulunan hadîstir; yâni munkatı
dediğimiz bir hadîs çeşididir. Bununla beraber, senedinde inkıta bulunan başka
hadîs çeşitleri de vardır ve bunları birbirinden ayırdetmek gerekir; zira
bunlar arasında, senedlerindeki inkıta yönünden bir benzerlik bulunsa bile,
inkıta'm sened içinde bulunduğu yere ve şekle göre ince farklarla
birbirlerinden ayrıldıkları bilinen hususlardandır. Umumiyet itibariyle inkıta,
bir râvinin, işitmediği şeyhten hadîs rivayet etmesiyle hâsıl olur ve râvi ile
şeyh arasında mülakat ve muâsaratm bulunup bulunmamasına göre de dört hadîs
çeşidi ortaya çıkar ki, bunlar, mursel-i hafî, mursel, mudelles ve munkatı'dır.
Mursel-i hafî,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan,
fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ olmayan iki râviden birinin
diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu
iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.
Mursel zahir, daha
önce de açıkladığımız gibi, tâbi'ûndan olan bir râvinin kale Rasûlullah
(s.a.s.) ibaresiyle naklettiği hadîstir ve yalnız tâbi'ûna mahsustur. Buna göre
seneddeki inkıta, sahabînin düşmesiyle hâsıl olmuştur.[226]
Mudelles ise,
birbirinin muasırı olan, aralarında mülakat bulunduğu, hattâ birbirinden hadîs
işittiği bilinen iki râviden birinin, diğerinden işitmeden rivayet ettiği
hadîstir. Burada râvi, rivayet ettiği bu
hadîsi digerinden işitmediğine göre, bir başkasından işitmiş olacaktır. Ancak
bu başkası senedde yer almadığı için inkıta hâsıl olmuş demektir. Burada
dikkat edilmesi gereken husus, iki râvi arasında mülakat ve semâ bulunduğu
halde, birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadîsin de, işitmiş olduğu
diğer hadîslerden olduğu vehminin insanda galip gelmesidir. Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, mursel-i hafi ile mudelles arasındaki fark, birincisinde,
bir râvinin, muasırı olan, fakat mülâkî olmadığı bilinen bir şeyhten hadîs
rivayet etmesidir. İkincisinde ise, râvi, mülâkî olduğu ve hattâ hadîsini
işittiği şeyhten, işitmediği bir hadîsi rivayet etmesi ve böylece, bu hadîsi
de, diğerleri gibi o şeyhten işitmiş olduğu vehmini uyandırmasıdır. Bu
sebepledir ki, mudelles hadîsin isnadında inkıta bulunduğuna hükmetmek,
diğerine nisbetle çok daha güçtür.
İnkıta ile hâsıl olan
dördüncü hadîs çeşidi de, munkatı'dır. Munkatı, senedin neresinde olursa
olsun, bir râvisi düşmüş olan hadîstir.[227] Bu
bakımdan mursel olsun, mudelles olsun, munkatı'ın iki ayrı çeşididir; fakat
hepsi de mursel-i hafiden farklıdır.
[228]
Hadîslerin merdûd olma
sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, isnadın başında, ortasında veya
sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teşkil eden râvilerden birinin veya
birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre,
herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yönünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin
hadîsi merdûd sayılır.
Ta'n, lugatta, vurmak,
kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs
ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya
merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir.
Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edilmelerine sebep olan kizb, bid'at, fisk,
muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller
matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen
râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edilir ve hadîsi merdûd sayılır.
Hadîs râvilerinin ta'n
edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle
ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
[229]
Kizb, Hazreti
Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla rivayet etmek, daha açık
bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'n
sebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile
tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn
Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği,
sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah
arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz.
[230]
El-Buhârî'nin şeyhlerinden Ebû Bekr el-Humeydî'nin ve Şâfî'î imamlarından Ebû
Bekr es-Sayrafî'nin görüşleri de budur. Es-Sayrafî buna ilâveten, "kizbi
dolayısıyle hadîsini terkettiğimiz kimsenin, tövbesi dolayısıyle kabulü
cihetine gitmeyiz. Keza bazı hallerinden
dolayı zayıf gördüğümüz
kimseyi, bundan sonra
kuvvetlendirmeye
çalışmayız" demiş ve
şehadeti bu kaidenin dışında
bırakmıştır.
[231] Bu
görüşlerden anlaşılıyor ki, hadîs rivayetinde kizb, tutunması halinde kıyamete
kadar bir şerîat olarak kalabilecek ve dîni ifsad edebilecek büyük bir
tehlikedir. Bu sebeple bir râvinin yalnız bir hadîste yalanı görülse ve
sonradan tövbekar olsa bile, dîni korumak için artık ondan bir daha hadîs
alınmaz. Bununla beraber, hadîs dışında, yalanı sabit olan kimse, her ne kadar
terke müstehak olsa da, bu yalandan tövbe ettikten sonra onun hadîsleri
alınabilir; çünkü hadîs dışındaki yalanın fesadı umumî değildir. Nitekim yalan
şehadette bulunduktan sonra tövbekar olan kimsenin şehadeti de kabul
olunmaktadır. Ancak en-Nevevî, hadîs rivayeti ile şehadet arasında
hiçbir fark bulunmadığına işaretle,
şehadettekı yalanından tövbe
edenin şehadetinin kabul olunduğu gibi, hadîs rivayetindeki yalanından tövbe
eden kimsenin tövbesinin de kabul edilmesi gerektiğini, nitekim kâfir olan bir
kimsenin müslümaii olduktan sonra rivayetinin aynı şekilde kabul olunduğunu
ileri sürmüştür.[232]
Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu
yolunda ileri sürülan görüşün, bu konuya uygun bir misal olmadığı
anlaşılmaktadır. Zira İslâm vasfı, hadîs rivayet edenlerde aranan ilk ve umumî
bir şarttır; fakat bu şart, her
İslâm vasfını taşıyan
kimsenin hadîslerinin kabul
edilmesini gerektirmemektedir. Nitekim
hadîs uydurup bunları
Hazreti Peygambere isnad eden
kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir.
Bir râvinin kizbi, çok
defa, kendisinden hadîs rivayet ettiği kimsenin vefat tarihi ile, kendisinin
doğum tarihinin bilinmesi halinde arada beliren zaman farkından anlaşılır.
Hikâye edildiğine göre, Ömer îbn Mûsâ Hımıs'a gelerek bir mescidde hadîs
rivayet etmeye başlar. Ancak rivayetlerinin çoğunda haddesenâ şeyhukumu's-sâlih
(bize sâlüı bir şeyhiniz rivayet etti) ibaresini tekrar edince, orada bulunanlardan
biri "bu sâlih olan şeyhimiz kimdir; açıkla da öğrenelim?" der. Râvi
bu şeyhin Hâlid îbn Ma'dân olduğunu ve 108 senesinde Ermîniyye gazvesinde
onunla karşılaştığını söyler. Bunun üzerine o kimse, râviye şu mukabelede
bulunur: "Allah'tan kork ve yalan söyleme. Hâlid îbn Ma'dân 104 senesinde
vefat etti; sen ise, onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını
söylüyorsun. Sana şunu da söyleyeyim ki, o, Ermîniyye seferine değil, Rûm
seferine katılmıştı".[233]
Hadîs râvileri
arasında bu çeşit yalanları çok çabuk ortaya çıkan pek çok kimse vardır. Bu
sebepledir ki, Hafs İbn Gıyâs "bir şeyhi itham ettiğiniz vakit, onu
senelerle hesaba çekin", yâni o şeyhin yaşı ile, ondan hadîs rivayet eden
kimsenin yaşını hesâb edin, demiştir. Nitekim Sufyân es-Sevrî de, "râvilerin
yalan söylemeye başlamaları üzerine, kendilerinin de tarihler kullanmaya
başladıklarını" söylemiştir'.[234] Bu
tarihler sayesinde, mülâkî olmadıkları şeyhlerden hadîs aldıklarını iddia eden
kimselerin yalanları kesin bir surette ortaya çıkmıştır.
[235]
Râvinin hadîsinde
yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Peygamberden rivayet ettiği
hadîslerde yalan söylemese bile, sair konuşmalarında yalancılıkla tanınması
halinde, hadîs rivayetinde de yalancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden
hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır.
[236]
Lugatta bid'at, bir
şeye ilk defa başlamak, onu ihdas etmek, inşa eylemek manâsına gelir.denildiği
zaman, enşe'ehu (onu inşâ etti) ve bede'ehu (ona başladı) manâsı anlaşılır.
Bid'at, hadis olan şeydir. Istılahta ise bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas
olunan ve dîne izafe edilen şeye denilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre
her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır.
[237]
Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılman teravih namazı hakkında (bu ne
güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir.
Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır.
İlki, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerdir ki, övülmeye
lâyıktır. Nitekim Hazreti Ömer, teravih namazı hakkında "bu ne güzel bir
bid'at" diyerek bu namazı övmüştür. Diğeri ise, Allah'ın ve Rasûlünün emir
ve teşvik ettikleri şeylerin hilâfına olan işlerdir; bu da kötülenmeye ve inkâr
edilmeye lâyık olur.
Övülmeye lâyık olan
bid'at, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de belirtildiği gibi, insana sevâb
kazandırır. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "İyi bir
şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden
kimselerin ecr ve sevabına nail olur.[238]
Kötülenmeye ve inkâr
edilmeye lâyık olan bid'at ise, yine Hazreti Peygamberin hadîsinde görüldüğü
gibi, sahibine günâh kazandıran bid'attır. Hazreti Peygamber, biraz önce zikrettiğimiz
hadîsinin devamında şöyle buyurmuştur: "Kötü bir şeyi - veya yolu - sünnet
ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin günahını
yüklenir".
Hazreti Ömer'in
teravih namazı hakkında söylediği "bu ne güzel bir bid'at" sözü ile, Övülmüş
olan ve bu namazı ikame edene sevâb kazandıran bir sünnet kasdedilmiştir. Ancak
bu sünnet, Hazreti Peygamberin sünnetlerinden değildir. Zira Hazreti
Peygamber, teravih namazını bazı geceler kılmış, sonra terketmiştir; halkı
devamlı ve muntazam bir şekilde böyle bir namaz için toplamamıştır. Hattâ Ebû
Bekr devrinde de muntazam bir teravih namazı kılınmamıştır. Ancak Ömer
İbnu'l-Hattâb halkı bu namaza davet etmiş ve bu sebepledir ki teravih namazı
hakkında "ne güzel bir bid'at" tabirini kullanmıştır. Onun
"bid'at" olarak vasıflandırdığı bu namaz, Hazreti Peygamberin
"benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidînin sünnetine uymanız sizin için
lüzumludur''
[239] hadîsinin delaletiyle
yine de bir sünnet sayılmış ve bütün müslümanlarca benimsenmiştir.
Ancak hadîs
ıstılahında bid'at kelimesinin, dîne aykırı ve dolayısıyle kötülenmeye lâyık
manâlarda kullanıldığım burada belirtmek gerekir. Filhakika bu kelimeden
türeyen ve fail manâsına sahip bulunan mubtedi' veya mubtedi'a, yahut ehl-i
bid'at tabirleri, dîne aykırı olan yollara sapmış veya dalâlete düşmüş kimseler
hakkında kullanılmıştır. Nitekim ez-Zehebî, mub-tedi'adan veya bid'at ehlinden
bahsederken şöyle demiştir: "Osman'ın hilâfeti zamanında zahir bir bid'at
vukubulmamıştı. Fakat onun öldürülmesi üzerine birbirine karşı iki bid'at
zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden havâric, diğeri de, onun imametini,
ismetini, yahut nübüvvetini ve ulûhiyyetini iddia eden râfıza (gulât-ı şî'a)
bid'atları idi
[240]Ez-Zehebî'nin
bu sözlerinde de görüldüğü gibi, havâric, râfıza veya gulât-ı şî'a ve benzeri
fırkalar hakkında bid'at tabiri kullanılmıştır. Bu fırkaların İslâm dışı davranışları
ve inançları dolayısıyle dalâlet içinde kalmış bir takım teşekküller olduğu,
mezhebler tarihine vâkıf herkes tarafından bilmen hususlardır.
Bid'atm, ıstılah
olarak, ihdas edilmiş dîn dışı ve dîne muhalif, fakat dîndenmiş gibi
gösterilmiş bir takım inanç ve davranışlar olduğu anlaşılınca, bu gibi inanç
ve davranışlardan ve bunlara kendilerini kaptırmış olan kimselerden çekinmek,
dînin selâmeti ve insan nefsinin hidayeti bakımından zorunlu olmak gerekir.
İşte bu sebepledir ki hadîs ilminde bid'atu'r-râvi, yâni hadîs rivayet eden
kimsenin bid'ata nisbet edilmesi ve onun bid'at ehlinden sayılması, ta'n
sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü râvi, sahip olduğu bid'at sebebiyle ya
mükefferdir; yâni onun sahip olduğu inanç ve itikad, küfrü gerektiren inanç ve
itikadlardan olması dolayısıyle tekfir olunmuştur; yahut râvi, bu inanç ve
itikadı dolayısıyle tekfir olunmasa bile, fıska nisbet edilmiş ve onun fâsık
olduğu söylenmiştir. Bu iki halden birincisinde, yâni râvinin itikadı
dolayısıyle küfre nisbet edilmesi halinde, bu hadîsçi, hadîsçiler nazarında
makbul değildir ve onun rivayeti kabul edilmez. Bununla beraber bazı
hadîsçiler, bu râvinin, dîn dışı inançlarının yaygınlaşması ve herkes
tarafından benimsenmesi için yalan söylemenin meşru ve helâl olduğuna
inananlardan olmadığı kesinlikle bilinirse, onun rivayetlerinin kabul
edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla beraber, şurası da muhakkaktır ki, herhangi
bir bid'at sebebiyle her tekfir olunan râvinin reddedilmesi zorunlu değildir;
çünkü her gurup, muhaliflerinin mubtedi'adan olduğunu iddia eder ve çok defa da
bu iddiasında mübalâğalı olur. Bu takdirde ortada tekfir olunmamış hiç kimse
kalmaz. Bu sebeple, rivayeti reddolunacak bir râvinin, her şeyden önce, dînde
tevatür yolu ile sabit olmuş ve zarurî olarak bilinmesi sağlanmış bir işi inkâr
etmesi veya bunun aksine inanmış olması lâzımdır. Bu evsafta olmayan râvinin,
aksine, takvası ve sözünde güvenilir olması da bahis konusu ise, rivayetinin
kabulü için hiçbir engel yok demektir.
Eğer râvi, bid'atı
tekfiri gerektirmeyen kimselerden olursa, bu gibiler hakkında çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Bazılarına göre bunların rivayetleri de mutlaka reddolunur;
çünkü bid'at sahibinden rivayet, mezhebinin propaganda edilmesine ve isminin
yücelmesine vesile olur. Bu sebeple mubtedi'adan hiçbir şey rivayet etmemek
gerekir. Bu görüşe sahip olanların başında Mâlik İbn Enes gelir.
"Hadîsleri kimlerden aldığınıza dikkat edin" ve "Kaderiyyenin
arkasında namaz kılınmaz; hadîsleri de alınmaz" sözleri,
onun bu konudaki görüşünü açık
bir şekilde ortaya koy
[241]
Bazıları, yalanın helâl olduğu inancına sahip olmayan mubtedi'adan rivayeti
kabul etmişler; bazıları da, mubtedi', rivayetiyle kendi bid'atma daveti gaye
edinmedikçe, ondan hadîs rivayet edilebileceğini söylemişlerdir;
çünkü bid'ata davet,
onu övmekle gerçekleşir; bu ise, Övgüye mesned teşkil edecek rivayetler vaz'ma
veya bazı rivayetlerin tahrifine yol açar. Hadîsçiler arasında umumiyetle kabul
edilen görüş de budur''.
[242]
Bid'at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs
alınmasında herhangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında imam eş-Şâfî'î
gelir. Ibn Bbî Leylâ, Sufyân es-Sevrî ve Kâzî Ebû Yûsuf un da aynı görüşe sahip
oldukları söylenir'.[243]
Ancak eş-Şâfi'î, Râfıza'nm Hattâbiyye kolunu bu görüşten ayrı tutmuştur; çünkü
Hattâbiyye, eş-Şâfi'î'ye göre, kendi taraftarları için yalan söylemeyi tecvîz
ederler
[244]Ebû
Yûsuf ise, Hattâbiyye'ye Kaderiyye'yi de ilâve ederek, bu iki taife dışındaki
bid'at ehlinden sözüne güvenilir olanların şehadetlerinin kabul
edilebileceğini söylemiştir. Kaderiyye'nin reddedilmesindeki sebep ise,
onların, Allahu Ta'âlâ1 -nın bir şey vücûd bulmadıkça onu bilemeyeceği
inancında olmalarıdır''[245]
Râvinin fışkı, veya
onun fâsık olmasıdır. Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı
haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsmdadır"''.
[246]
Es-Suyûtî'den nakledildiğine göre Araplar, fısk lafzını, bidayette mücerred
hurûc manâsında kullanıyorlardı. Sonradan ilâhî tâ'attan hurûc-ı fâhış ile
hurûc manâsına nakledip bu vech üzere hâriç olan kimseye fâsık ıtlak eylediler.
Buna göre kelime, lügat manâsına değil, ıstılâh-ı şer'î manâsına kullanılmış
olmaktadır.
[247]
Fışkın yukarıda
zikrettiğimiz manâsından anlaşılıyor ki, insan, Allah'ın emirlerine ittiba ve
nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın
yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde bu
hususu şöyle açıklamıştır: "Zâni, zina işlediği sıra mü'min olduğu halde
zina işlemez. Hırsız, hırsızlık yaptığı sıra mü'min olduğu halde hırsızlık
etmez. İçki içen, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içmez.
[248]
Zikrettiğimiz bu
hadîsten anlaşılıyor ki, Allah'a İsyan eden ve O'mın nehyettiği kebâiri
işlemekten sakınmayan kimseler, onları işledikleri ânda mü'min vasfını
kaybetmekte; veya hiç olmazsa, bazı İslâm ulemâsının Kur'ân-ı Kerîm'deki
"Allah, kendisine şirk koşulmayı asla affetmez; fakat
bunun dışındaki günahları dilediği
kimseler için bağışlar'
[249]âyetine
istinaden, günah işleyenlerin mü'min olsalar bile, îmanlarındaki noksanlık sebebiyle
gerçek bir mü'min olamayacakları yolundaki görüşlerinin muhatabı olmaktadırlar,
işte bu görüşe dayanarak denebilir ki, fısk, insanı kâmil mü'min olmak
vasfından mahrum eden ve Allah'ın meşiyyeti tecelli ettiği anda onu azabına
sürükleyen bir davranıştır.
Fısk, amelî ve itikadî
olmak üzere iki kısımda mütalâ edilmiştir. Amelî fısk, kizb ile birlikte haram
olan diğer fiilleri işlemektir. Ancak hadîs ilminde ayrı bir önemi olan kizb,
fısk sayılan diğer fiillerden ayrı mütalâ edilmiş ve kizbu'r-râvi adı altında
incelenmiştir. İtikadî fısk ise, İslâm'a aykırı inançlardan ibaret olup,
fısktan ayrı bid'at olarak mütalâ edilmiş ve bid'atu'r-râvi adı altında
incelenmiştir. Buna göre, râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at
dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten
sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur; onun munker sayılan
hadîsleri de kendisinden alınmaz ve rivayet edilmez.
[250]
Cehl veya cehalet,
lugatta, "umûr-ı mübhemede ilim olmaksızın te-kaddüm" olarak tarif
edilmiştir.
[251] Râğıb'a göre cehaletin
üç şekli vardır:
1.
Nefis
ilimden tamamiyle halî olur.
2.
Bir şey,
olduğundan başka bir şekilde bilinir ve ona Öylece itikad olunur.
3.
Yahutta
bir şey, yapılması gereken şeklin hilâfına yapılır; bunu yapan, ya itikadı
dolayısıyle böyle yapar ve bu itikadında samimidir; yahutta fâsiddir''.[252]
Maamafİh cehalet hakkında, "bilinmesi mümkün olabilecek şey hakkındaki
bilginin olmaması" şeklinde gelen tarifi kabul etmek, konumuz yönünden
daha uygun görülmektedir. Çünkü hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin
cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden
kullanılmıştır. Ancak burada şu hususu belirtmek gerekir ki, cehalet lügat
manâsıyle alınacak olursa,ta'na lâyık olan kimsenin, cehalet vasfına sahip
olan kimse olduğu anlaşılır. Oysa üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olduğu
zaman, cehalet, hadîs râvisi hakkında cerh ve ta'dîl hükmü verecek olan hadîs
imamının vasfıdır ve bu imamın câhili olduğu husus da, hadîs râvisinin hal ve
meşrebidir. Bu bakımdan hadîs imamının râviye cehaleti dolayısıyle hakkında
ta'n bahis konusu değildir; aksine bahis konusu olan ta'n, râvi hakkındadır;
yâni onun bilinmemesi, cerh ve ta'dîl yönünden mechûl kalmasıdır. Mechûl olan
râvi, mechûl kalmış olması dolayısıyle ta'na müstehak olur.
Râvinin bilinmemesi,
yâni hadîs imamları arasında mechûl kalması, başlıca iki sebebe dayanır.
Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, neseb gibi çeşitli ve pek çok sıfatları
olduğu halde, bunlardan yalnız birisiyle tanınmış olması ve rivayet isnadında,
tanınmış olduğu isimlerden başka bir isimle zikre dilme sidir. Râvinin kendi
ismi olmakla beraber, meşhur olmayan bir isminin kullanılması, onun başka bir
şahıs olduğu zannını uyandırır. Bu ise, hadîs rivayetinde güven sağlamış
kimseleri arayan hadîsçilerin, bu şahıs hakkında tam bir bilgi edinmelerine
engel olur; böylece râvi hadîsçiler arasında mechûl kalır veya hadîsçiler bu
râvi hakkında câhil olurlar. Râvinin mechûl kalmasının ikinci sebebi, hadis
rivayeti yönünden mukıllûn'dan olmasıdır. Mukıll, (çoğulu mukıllûn), az hadîs
rivayet eden kimselere denir. Bunlar arasında, umumiyetle, kendisinden yalnız
bir kişinin hadîs aldığı kimseler vardır. Bu kimselerin isimleri çok defa
isnadda zikredilmekle beraber, bazen de zikredilmez ve mubhem bırakılır.
Mubhem bırakılan bu isimler yerine ahberanî fulânun, ahberanî şeyhun, ahberanî
racuiun, ah-berani ba'zuhum, ahberanî îbn fulânin gibi umumî tabirler
kullanılır.
Râviîeri bilinmeyen
hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Çünkü bir
hadîsin kabul edilebilmesi için, onun râvilerinde adalet ve zabt gibi bazı
şartlar aranır; yâni râvinin bu şartları cemeden sika kimselerden olması
gerekir. Esasen hadîsçilerin bir râvi hakkındaki cehaletleri de, bu râvinin
adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf olmamalarından başka bir şey
değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de belirttiği gibi, hadîsçiler arasında
mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul olmayan, ilim talebi (talebu'1-üm) ile
şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivayet etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de
hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir. Bunların isimlerinden bahsedilmesi
ise, kendilerinden umumiyetle bir kişiden fazla kimsenin rivayet etmemesi
sebebiyledir. Meselâ Amr Zû Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah İbn Ağar el-Hemdânî,
el-Heysem İbn Haneş, Mâlik İbn Ağar, Sa'îd İbn Zî Hıdân, yalnız Ebû İshâk
es-Sebî'î'nin kendilerinden rivayet ettiği kimselerdendir. Keza yalnız
eş-Şa'bî'nin hadîs aldığı Sem'ân İbn Meşnec ve el-Hezhâz İbn Mîzen;
Ebu't-Tufeyl Âmir İbn Vâsile'nin hadîs aldığı Bekr İbn Karvas ve Hallâm İbn
Cezel; Hılâs İbn Amr'in hadîs aldığı yezîd İbn Suheym; Katâde'nin hadîs aldığı
Curey İbn Kuleyb, hadîsçiler arasında mechûl olan kimselerdendir.[253]
Hadîsçiler arasında
mechûl olan bu râviler, umumiyetle, mechûlu'1-ayn ve mechûlu'1-hâl olmak üzere
iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür:
1)
Mechûlu'I-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivayetiyle tanınmamış, haklarmda cerh ve
ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh veya ta'dîlle ilgili hiçbir
hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız bir kişi tarafından hadîs nakledilmiş
kimselere mechûlu'l-ayn denir. Bu tabir, lügat yönünden şahsen mechûl olmak
manâsına gelirse de, böyle bir kimseden hadîs rivayetiyle teferrüd eden
kimsenin, onun ismini zikrettiği ve bu suretle o şahsın malûm kimselerden
olduğu gözönünde bulundurulursa, mechûlu'l-ayn tabirinin hadîsçilere hâs bir
ıstılahtan ibaret olduğu anlaşılır. Buna göre, bu tabirle kasdolunan manâ,
hadîsi yalnız bir kişi tarafından rivayet edildiği için şahsı hadîsçiler
arasında mechûl kalan kimsedir.
Mechûlu'l-ayn'm hükmü,
aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn olan kimse, hadîsçiler nazarında
merdûttur ve hadîsleri alınmaz. Bununla beraber rivayetin kabulü için İslâm'dan
başka şart aramayanlar, mechûlu'l-ayn'm rivayetinin kabul edilebileceğini ileri
sürmüşler, bazıları da ilim dışında bir şeyle, meselâ zühd veya şecaatle
şöhret kazanmış olmaları halinde rivayetlerini makbul saymışlardır ki, bu
sonuncusu İbn Abdi'l-Berr'in gö-rüşüdür
[254]İbn
Hacer'e göre ise, mechûlu'l-ayn''dan teferrüd eden râvi, cerh ve ta'dîle ehil
bir kimse ise, bu râvinin tezkiyesi ile, değilse, bunun dışında cerh ve
ta'dîle ehil bir kimsenin tezkiyesi ile mechûlu'l-ayn'm rivayeti kabul edilir;
aksi halde, yâni ehil bir kimse tarafından tezkiye edilmeyen mechûlu'l-ayn
makbul değildir. Yine İbn Hacer'a göre doğru olan görüş de budur.
[255]
2)
Mechûlu'1-Hâl:
Hadîs talebiyle veya hadîs rivayetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl
imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm
verilmemiş ve bu sebeplerle hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki
veya daha fazla âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivayet ederlerse, bu
kimseye mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi
zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kimseler tarafından hadîs rivayet
edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl ve bu yönden hali
mestur kalmış demektir. Mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasındaki fark,
yukarıda da açıklandığı gibi, birincisinden iki ve daha fazla kişinin rivayet
etmesiyle şahsının mechûl olmaktan çıkması ve yalnız adalet yönünden halinin
mechûl kalması, buna karşılık ikincisinden, yâni mechûlu'l-ayn'dan yalnız bir
kişinin rivayet etmesi dolayısıyle hem şahsı, hem de adaleti yönünden mechûl
kalmasıdır. İbn Hacer, mechûlu'l-hâl ile mestur arasında hiçbir ayırım yapmaz
ve "eğer bir râvi, kendisinden iki ve daha fazla kimse rivayet eder ve
fakat tezkiye olunmazsa, bu râvi mechûlu'l-hâl'dir ve buna mestur denir"
der
[256]Ona
göre mechûlu'l-hâl veya
mestur 'un rivayeti, herhangi bir kayda tâbi tutulmaksızın bazı kimseler
tarafından kabul edilmiştir. Fakat doğru olanı, her iki ihtimale istinaden ne
reddine ve ne de kabulüne hükmetmek, hali belli oluncaya kadar beklemektir.[257]
İbnu's-Salâh'a göre
ise, zahiren ve bâtınen adaleti bilinmeyen mechûlu'l-hâl, çoğunluğun nazarında
makbul değildir; fakat zahiren âdil olduğu bilinen mestur ise, mechûlu'l-hâVi
reddedenlerce kabul edilmiştir. Bazı Şâfi'î imamları bu görüşe sahiptirler.
Meselâ bunlardan Süleyman İbn Eyyûb er-Râzî, zahiren âdil olan mestûr'un kabulü
ile ilgili olarak, şu görüşe yer vermiştir: Bir şey hakkında haber vermek, o
haberi nakleden râvi hakkındaki husn-i zanna dayanır. Eğer bir râvi, reddini
gerektirecek şekilde cerh edilmemişse, yahut kendisi ile ilgili herhangi bir
cerh bilinmiyorsa, o râvi hakkında husn-i zanda bulunmak gerekir. Bu, zahiren
de olsa, onun adaletini gösterir. Halbuki cerhedilmemiş bir râvinin, cehalet
dolayısıyle tezkiye ve tevsîk edilmemesine istinaden reddine hükmetmek, onun
hakkında su-i zanda bulunmak demektir. Nitekim birçok meşhur hadîs kitabında,
bir hayli zaman önce vefat etmiş ve bâtınen adaletlerim tahkik etmek imkânı
kalmamış pek çok râvi hakkında bu yolla, yâni husn-i zanla amel edilmiştir'.
[258]
Hadîs rivayetiyle
meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde yarıdan fazla hata yapması
sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hallerden biri olup, onun zabt
sıfatıyle ilgilidir. Bilinen bir gerçektir ki, bir hadîsin onu rivayet eden
râviden kabul edilebilmesi için, o râvinin sika (güvenilir) olması şarttır ve
onun sika olması da, adalet ve zabt sıfatlarına sahip olmasına bağlıdır.
Râvinin zabt sıfatıyle ilgili olan ve zabtının zayıflığına ve rivayetinde çok
hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen
hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir.
[259]
Hadîs rivayetiyle
meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve
titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri
olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Dalgınlık manâsına da
gelen gaflet, çok defa râvinin rivayetinde hata yap-masma sebep olur. Bu hal,
hadîs ıstılahında fuhşı galat olarak ifade edilmiş ve kendilerinde bu halin
görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır.[260]
İster zayıf olsun,
ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha güvenilir râvilerin
rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir.
Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi meydana gelmesi
dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, muhalif olarak
rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır.
Muhalefet çeşitli
şekillerde vukubulur ve gerek muhalif olarak rivayet edilen hadîs ve gerekse bu
hadîsin muarızı olan diğer hadîs, muhalefetin vukuu şekline göre değişik
isimler alır.
Eğer râvi, gerek
râvisinin zaptı yönünden ve gerekse turukunun çokluğu yönünden daha üstün
durumda olan bir rivayete muhalif rivayette bulunursa, üstün durumda olan
rivayetin tercih edilmesi gerekir. Bu muhalefet, aynı hadîsin birbirinden
farklı iki rivayeti için söz konusudur. Bu bakımdan, kendinden daha güvenilir
olan râvilerin rivayetine muhalefet eden râvi, yine de güvenilir bir kimse ise,
hadîsine şâz adı verilir. Turukunun çokluğu veya diğer tercih sebeplerinden
herhangi birisi ile daha üstün durumda bulunan ve bu sebepten tercih edilen
mukabil hadîse de mahfuz denir.
Güvenilir râvilere,
rivayetiyle muhalefet eden râvi zayıf bir kimse ise, hadîsi munker'dir.
Güvenilir râviler tarafından rivayet edilen ve munkerin mukabili olan diğer
hadîs ise, maruf olarak isimlendirilmiştir.
Muhalefet, bazen
râvinin, rivayet ettiği hadîsin isnadında yaptığı değişiklik sebebiyle
vukubulur. Meselâ bir cemaat, muhtelif isnadlarla bir hadîs rivayet eder. Bir
başka râvi de, bu cemaatten aynı hadîsi, cemaattan yalnız birinin isnadında
birleştirerek rivayet eder; fakat isnadlar arasındaki ihtilâfı belirtmez. Bu
suretle rivayet ettiği hadîsin isnadı, mezkûr cemaatın her râvisinden ayrı ayrı
hadîsi rivayet edenlerin isnadına muhalif olur. İsnadında muhalefet
dolayısıyle böyle bir değişikliğe uğramış olan hadîse mudrecu'l-isnad denir.
Muhalefet, bazen de
râvinin, rivayet ettiği hadîsin metnine o hadîsten olmayan bir söz ilâve
etmesiyle meydana gelir. Bu sözün ilâvesi, çok defa, ya hadîsin getirdiği hükme
dikkati çekmek gayesine matuf olur ve râvi, bu maksatla sarfettiği sözü hadîsin
metninden ayırt etmez. Bu suretle, hadîsini dinleyenler üzerinde, kendi
sözününde hadîs metninden olduğu zannını uyandırır. Yahut hadîs metninde geçen
garîb bir kelimenin şerh ve izahı, ya-hutta metinden hüküm istinbatı gayesine
matuf olur. Fakat bu ilâveler her ne maksatla yapılmış olursa olsun, râvinin bu
ilâvelerini ihtiva eden rivayeti ile, bu ilâveleri yapmayan râvilerin
rivayetleri arasında muhalefet hâsıl olur. Bu çeşit ilâveleri ihtiva eden
hadîslere mudrecu'l-metn adı verilir.
Bazen râvinin,
isnaddaki bazı isimlerde ve metnin bazı ibareleri arasında yaptığı takdim ve
tehirler dolayısıyle muhalefet hâsıl olur. Râvi isimleri veya ibareleri takdim
ve tehire uğramış olan hadîslere maklûb denir.
Bazen muhalefet,
muttasıl olan bir isnadın ortasında yapılan râvi ziyadesiyle hâsıl olur. Bu
ziyadeyi yapmayan râvi, yapan râviye nisbetle daha titiz ve daha dikkatli olsa
bile, ziyadenin bulunduğu yerde semâ'a kesinlikle delâlet eden semVtu veya
ahberanî gibi bir tabir kullanmadıkça, ziyadeyi yapan râvinin rivayeti tercih
olunur. İsnadında böyle ziyadeleri ihtiva eden hadîslere el-mezîd fi
muttasılı'l-esânîd (muttasıl isnadlarında ziyade edilmiş hadîsler) denilmiştir.
Bazen de muhalefet,
metin içinde herhangi bir kelimenin yazılışındaki bir değişme ile meydana
gelir. Kelimedeki bu değişme, ya herhangi bir harfin noktasına nisbetle olur
ve hattın şekli bozulmaz; yahutta bazı harfler yer değiştirmek veya yerlerine
başka harfler konmak suretiyle olur. Harflerdeki bu değişiklik, tabiatiyle yazının
şeklinde de bir değişikliğin meydana gelmesine sebep olur. Yazının şekli
değişmeksizin yalnız noktaya nisbetle vukua gelen değişikliği muhtevî hadîse
musahhaf, hat şeklindeki değişikliği ihtiva eden hadîse ise, muharref adı
verilmiştir.
Hadîslerin metin ve
isnadlarında, râvileri tarafından yapılan bu çeşit değişiklikler,
rivayetlerinin, bu değişiklikleri ihtiva etmeyen diğer rivayetlere muhalif
olarak gelmesine yol açar. Bu bakımdan, yukarıda da işaret olunduğu gibi,
hadîsçiler, dâima sahîh olarak gelen rivayetleri tercih etmişler,
muhaliflerini ise, hiç tereddüt etmeden terketmişlerdir. Ancak, birbirine
muhalif olarak gelen iki rivayetten birini tercîh etmek, bazen her iki
rivayetin de aynı derecede bulunması dolayısıyle, mümkün olmamıştır. Bu takdirde
hadîs muztarib addedilmiş ve iki rivayetten birinin tercihini mümkün kılacak
herhangi bîr karinenin veya onu takviye edecek diğer bir sahîh isnadın zuhuruna
kadar o hadîsle amel edilmemiştir.
Muhalefet sebebiyle ortaya
çıkan ve bizim burada kısaca işaret ettiğimiz hadîs çeşitleri, ileride,
râvileri zabt yönünden ta'n edilmiş merdûd hadîsler bölümünde daha geniş bir
şekilde ele alınacaktır.
[261]
İnsanın yanlış bir
zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin
ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya
munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka
hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur. Bu bakımdan vehmin eseri olan
hata, bazen isnadlarda, bazen de metinde görülür. Ancak râvinin vehmi her
hadîste kolayca anlaşılmaz ve hadîsin çok defa sahîh olduğuna hükmedilir. Fakat
hadîslerin çeşitli isnadlarına vâkıf olan ve çok tetebbuda bulunan bir hadîs imamı,
herhangi bir râvinin vehmini kolayca anlayabilir. Önce sahih olarak rivayet
edilen, sonra râvisinin vehmine muttali olunan bir hadîs, bu vehmin ortaya çıkmasından
sonra sahih olma vasfını kaybeder ve illetli bir hadîs olur. Bu
çeşit hadîslere muallel denilmiştir.
Ya'lâ İbn Ubeyd
et-Tanâfısî, Sufyân es-Sevrî'den, Sufyân, Amr İbn Dinar'dan, Amr, İbn Ömer'den,
o da Hazreti Peygamberden el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini rivayet etmiştir.
Ancak rivayette Ya'lâ, vehmi dolayısıyle Sufyân'm şeyhini Amr İbn Dînâr olarak
zikretmiştir. Oysa Sufyân, hadîsi Amr İbn Dinar'dan değil Abdullah İbn
Dinar'dan rivayet etmiştir. Nitekim Sufyân'm Ebû Nu'aym, el-Firyâbî, Mahled İbn
Yezîd ve diğer ashabı, kendisinden Abdullah İbn Dînâr ismiyle bu hadîsi
nakletmişlerdir. Bundan anlaşılır ki, hata, Ya'lâ İbn Ubeyd'in hatasıdır ve bu
sebeple rivayeti illetlidir ve hadîs mualleVâir
[262], Ne
var ki bu çeşit illet, metne tesîr etmeyen ve onu zayıflatmayan bir illettir.
[263]
Râvinin kötü hafıza
sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı tarafına tercih edilememesi
şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya doğuştan olabilir, yahutta
ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir. Hafıza
zayıflığının râviye sonradan arız olması halinde, bu gibi râ-vilere muhtalıt
denilmiştir. Muhtalıtm hükmü, ihtilâftan önce rivayet ettiği hadîslerin kabulü,
ihtılâttan sonra rivayet ettiği hadîslerin de reddidir:[264]Eğer
ihtılât tarihi bilinmez ve rivayet ettiği hadîsler birbirinden ayırt edilemezse,
râvinin bütün hadîsleri üzerinde tevakkuf olunur. Yâni herhangi bir karine ile
sıhhati tesbit olunan hadîs çıkarsa onunla amel olunur; diğerleriyle amel
olunmaz.
Tâbi'ûn ulemâsından
Atâ' İbnu's-Sâ'ibes-Sekafî el-Kûfî (Ö. 136), ömrünün sonlarına doğru ihtlâta
maruz kalmış ve hafızası bozulmuştur. Bu sebepledir ki Ahmed İbn Hanbel onun
hakkında "kim ondan eskiden işitmişse o sahihtir; fakat kim yeni
işitmişse, o bir şey değildir" demiştir.
[265]Ahmed
İbn Hanbel'in bu sözlerinden anlaşıldığına göre Atâ', ihtilâttan önce güvenilir
ve hadîsi alınır bir kimse idiyse de, sonraki hali zayıf olup kabule şayan
değildir. Hadîs ilminde ihtilâta maruz kalan hadîsçileri bilmek ne kadar önemli
ise, bu hadîsçilerde ihtilâtm başlangıç tarihini ve ihtilâttan
sonra onlardan kimlerin hadîs aldıklarını
tesbît etmek de o kadar önemlidir. Çünkü ihtilâttan önce güvenilir bir râvi
olarak hadîsleri ne kadar sahîh ise, ihtilâttan sonra hafıza yönünden mecruh olmaları dolayısıyle de, onlardan
alman hadîsler o kadar zayıf addedilir ve bu itibarla, ihtilâttan sonra onlardan
hadîs rivayet edenlerin, sadece zayıf hadîs naklettiklerine hükmolu-nur. Meselâ
yukarıda ismi geçen Atâ' İbnu's-Sâ'ib'ten, yalnız Sufyân es-Sev-rî ve Şu'be
İbnu'l-Haccâc'm, yâni yaşları ileri olan ve Atâ'ya sağlam devrinde yetişen bu
iki kişinin rivayetlerini sahîh kabul etmişler, bazıları da bu ikiye Hammâd îbn
Zeyd ve Hammâd İbn Seleme'yi eklemişlerdir. Meselâ Yahya İbn Ma'în, Sufyân ve
Şu'be müstesna, Atâ'dan hadîs işitenlerin hepsinin de ihtilâttan sonra ondan
hadîs işittiklerini söylemiş, el-Ukaylî ise, aynı iddiayı Basra halkı için
ileri sürmüştür. Ona göre Atâ', Basra'ya ihtilâttan sonra gitmiş ve
Basralılar, ondan bu halde iken hadîs almışlardır.
[266]
Başta İslâm Dînine
kasdedenler olmak üzere, nıensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı
mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam
ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler
kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak,
halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyle dîn
düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan
şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerindeıı düzdükleri
isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri
sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir.
Hazreti Peygamber »
"ba?ıa yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi
değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine
hazırlansın
[267]demiş
olmakla beraber, esefle belirtmek gerekir ki, İslâm'ın çok erken bir devrinde
başlamak üzere, çeşitli sebeplerle pek çok hadîs uydurulmuş ve Hazreti
Peygamberin ismine izafeten sahîh hadîsler nıeyanmda rivayet edilmiştir. Hadîs
vaz'ımn çeşitli sebepleri vardır. Bu sebepler üzerinde durmadan önce, tarihi
kesinlikle tesbît edilemese bile, hadîs vaz'ımn başlangıcına, yahut mevzu
hadîslerin zuhur etmeye başladığı devre kısaca işaret etmekte fayda vardır.
[268]
islâm tarihinin ilk
yarım asırlık müddeti içerisinde müslümanlar, aralarındaki bazı ufak tefek
ihtilâflara rağmen, genellikle, sulh ve sükûn içinde yaşamışlar; zihinlerini,
İslâm ordularının dört bir cihette kazandığı zaferlerle, dînî ahkâmın
öğreniminden başka bir şeyle meşgul etmemişlerdir. Bu öğrenimde ele alman
başlıca konuları da, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ile Hazreti Peygamberden
işittikleri hadîsler teşkil ediyordu. Tefsir ve hadîs, bu devirde, birbirini
tamamlayan ve İslâm Dîninin akaid, ibadet ve muamelât yönünden izahı demek
olan bir ilim hüviyetini kazanmıştı. Bu bakımdan Hazreti Peygamberin hadîslerinde
ve sahabe ile daha sonraki ilâhiyatçıların sözlerinde görülen "ilim"
tabirinden, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri ile bu tefsire temel teşkil eden
hadîslere müteallik bilgi anlaşılmıştır. İslâmiyetin Hulefâ-i Râşidîn devrini
içine alan ilk yarım asrında, müs-lümanlarm meşgalesini bu ilmin tahsîli teşkil
etmiştir.
Hazreti Peygamberin
vefatından henüz çok kısa bir zaman geçmişti ve onun en yakın dostları olan
sahabenin büyük çoğunluğu henüz hayatta bulunuyordu. Bunlar, Hazreti Peygamberle
kader birliği etmiş, her türlü mahrumiyete katlanmış ve yalnız kalblerinde
taşıdıkları îman ile îslâmiyetin zaferini dilemiş kimselerdi. Gerek vasıyyet
ve gerekse şûra yolu ile işbaşına gelmiş olan ilk dört halîfenin hilâfeti
üzerinde ittifak etmişlerdi. Bu sebeple içlerinde, herhangi siyasî bir gaye,
daha doğrusu kendi arzu ve heveslerinin tezahürü olarak taşıdıkları siyasî bir
mevki hırsı mevcut değildi. Hazreti Peygamber vefat edince, bu müslümanlarm
önünde Kur'ân ve Sünnetten başka bir şey kalmamıştı; fakat bu iki kaynak,
onlara, gerçek hayatı sağlayacak, dünyevî meselelerde her türlü müşkillerini
halledecek bir kuvvete sahip bulunuyorlardı. Esasen onların, her ikisine de
uymaya ve onların gösterdiği yolda gitmeye davet olunmalarının başlıca sebebi
de bu idi.[269] Müslümanların, günün
tarihçilerini bile hayrete düşürecek derecede kısa bir zaman içerisinde kuvvet
kazanmaları ve Arap Yarımadasının hudutlarını da aşarak büyük bir imparatorluk
kurmaları, onların Kitap ve Sünnete uymak hususunda kendilerine yöneltilen bu
davete nasıl büyük bir aşkla icabet ettiklerini göstermeye yeterlidir.
Sünnet veya daha umumî
ifadesiyle hadîs, İslâm Dîninin hem kaynağı ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri
olduğu için, sahabe, bunların terkine veya herhangi bir görüşle onlara muhalif
hareket edilmesine şiddetle karşıkoyduğu gibi, bunların nakil ve rivayetinde,
ufak da olsa, bir hata yapılmasına ve bu suretle yalan veya tahrîfe maruz
bırakılmasına hiçbir zaman rıza göstermiyordu. Bu çeşit rivayetlerin
çoğalmasıyle hatanın da çoğalacağı düşüncesiyle, her fırsatta, rivayetin
azaltılmasını emrediyorlardı.
[270]Kur'ân-ı
Kerîm'in açık ve kesîn hükümleriyle Dînde gerçek yerini bulan hadîsler, ilk
dört halîfe devrinde, her türlü şüphe ve tereddütten uzak, yalnız İslâm ilâhiyatçıları
arasında alınıp rivayet edilmiş, ehil olmayanların eli bu sahaya uzanmamıştır.
Fakat acı bir gerçek olarak, bu devir uzun sürmemiş, İslâm âlemi, yarım asırlık
bir süreyi henüz tamamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiştir. Bu badirede
İslâm'ın üçüncü halîfesi Osman İbn Affân şehîd edilmiş; onun şehadetiyle
İslâm'ın binası sarsılmış, inanç ve îman duvarlarında meydana gelen tamiri
gayri kaabil çatlaklar zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Hazreti Osman'ın
katlinden sonra müslümanlar, Alî İbn Ebî Tâlib'e bey'at etmiş olmakla beraber,
vukubulan yeni hâdiseler, eski sulh ve sükûnu iade edecek yerde, anlaşmazlıkları
bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Hz. Alî'ye bey'at edilirken, diğer
taraftan Hz. Osman'ın ölümünden mes'ûl olduğu ileri sürülerek Alî'den onun
"dem" i talebedilmiştir. Bu olaylar, müslüman saflarında büyük
bölünmelere sebep olmuş, bir tarafta Hicaz ve Iraklıların takviye ettiği Alî
karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şâm ve Mısır halkının desteklediği
Mu'âviye karargâhı, öbürünün karşısında yer almıştır. Müslümanlar arasındaki bu
bölünme, taraflar arasında şiddetli çarpışmalara sebep olmuş, iş, tahkimle
neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî ve itikadî fırka ve
mezheblerin zuhuruna yol açmıştır. Ez-Zehebî, bu durumu hulâsa ederek der ki:
"Sahabe,
diğerlerine nisbetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten
itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nisbetle daha fazla ihtilâf ve tefrika
zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman'ın hilâfetinde zahir bir bid'at
vukubulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at
zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden Havâric, diğeri de, onun imametini,
ismetini, yahut nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia eden Râfıza (gulâtı Şî'a)
bid'atı idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu'z-Zubeyr ve Abdu'l-Melik'in
imaretleri sırasında Murci'e ve Kaderiyye bid'atları vukubuldu. Tâbi'ûn asrının
başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mümessile
bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiçbiri olmamıştı. Silâha
istinad eden fitneler de böyle idi. Halk, Mu'âviye devrinde birlik halinde
düşmana karşı harbediyordu. Fakat Mu'âviye'nin ölümü üzerine Hüseyin
katledildi. Mekke'de İbnu'z-Zubeyr muhasaraya uğradı. Medine'de Harrâ fitnesi
zuhur etti. Yezîd'in ölümü üzerine, Şam'da Mervân ile Dahhâk arasında ayrı bir
fitne çıktı. İbn Ziyad'ın Muhtar tarafından öldürülmesi, Mus'ab
İbnu'z-Zubeyr'in Muhtâr'ı, Abdu'l-Melik'in de Mus'ab'ı katli, Haccâc'm
İbnu'z-Zubeyr'i bir süre muhasara ettikten sonra öldürmesi ve Irak'a vali
olarak tayin edilmesinden sonra, Muhammed İbnu'l-Eş'as'm büyük bir kuvvetle
Haccâc üzerine yürümesi... Hepsi de ayrı ayrı fitnelerin çıkmasına sebep
olmuştu. Ve bu fitneler, Mu'âviye'nin ölümünden hemen sonra başlamıştı. Yine bu
arada Horasan'da İbnu'l-Muhelleb fitnesi çıkmış, Kûfe'de Zeyd İbn Alî ve birçok
kimse öldürülmüş, yine Horasan'da Ebû Müslim ve diğer bazı kimselerin de
ortaya atılmasıyle zikri uzayıp gidecek harpler ve fitneler vukua
gelmiştir."
[271]
Burada, İslâm'ın oldukça
erken devirlerinde ortaya çıkan bu harpler ve fitnelerin sebepleri veya siyasî
neticeleri üzerinde durmaya gerek yoktur. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir
ki, İslâmiyet bir bütün olarak mütalâ edildiği zaman, onun, zuhurundan önce
hiçbir devirde görülmemiş yeni bir dünya görüşü getirdiği ve fertlerin, dînî
olduğu kadar, siyasî, içtimaî v.s.
hayatlarını da belirli bir nizama sokmaya büyük ölçüde değer verdiği görülür.
Dünya nizamı ile ilgili olarak getirdiği hükümler, insanın, toplum içerisindeki
günlük davranışlarını dâima kontrol eder bir durumda olduğu için, müslümanlar,
hayatlarını bu hükümlere göre ayarlamak zorundadırlar. Bu zorunluluk, dağda
sürüsünü otlatan çobandan, memleketin idaresini elinde tutan ferde kadar herkes
için varittir. Bu bakımdan fertler, hangi mes'ûl makamda olurlarsa olsunlar,
muvaffakiyetleri veya muvaffakıyetsizlikleri, dînin vazettiği hükümlere göre
değerlendirilir. İşte İslâm'ın
bünyesinde mündemiç olan bu kaide dolayısıyledir ki, siyasî ihtilâfların zuhuru
ile devletin idaresini elinde bulunduran halîfelerin idarî davranışları, bu
kaideye göre değerlendirilmiş, ileri sürülen çeşitli görüşler, yeni yeni fırka
ve hiziplerin nüvesini teşkil etmiştir. Meselâ Şî'a ile aynı devirlerde ortaya
çıkan Havaric, Hz. Osman'ın
idarî ve siyasî
davranışlarını bu yönden
değerlendirerek onlarda bazı hatalar bulmuş ve özellikle Havaric, bu
hataları "büyük günâh" (kebîre) olarak tavsif etmiştir. Yine Havarice
göre "büyük günâh sahibi" (murtekibu'l-kebîre) hakkında dîn yönünden
verilecek hüküm "küfür" den başka bir şey değildir; yâni büyük günâh
işleyen kimse, tövbe etmedikçe, kâfirdir''.
[272]
Gerek Havaricin ve
gerekse daha sonraları ortaya çıkarak
büyük günâh sahibinin küfürle îman arasındaki bir derece (menzile
beyne'l-menzileteyn) de olduğunu ileri süren Mutezilenin ve hattâ bu
hususta herhangi bir görüş ileri sürmekten çekmen Murci'enin, halîfelerle şâir
mes'ûl şahısların davranışları hakkında ortaya koydukları bu kabîl hükümleri,
Ku'ân âyetleriyle Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında buldukları bazı
nasslardan istihraç ettiklerini söylemeye gerek yoktur. Ancak bu, ileri sürülen
her hükmün, Kur'ân ve hadîste istinad edebileceği bir nassı bulunduğu
manâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü bu fırkalar, çok defa, görüşlerini teyîd
edecek bir âyet bulamadıkları zaman, görüşlerini en yakın bir başka âyeti tevîl
etmekten çekinmemişlerdira.
[273]İhtilâfların
hâd safhaya geldiği, biribirlerini ittiham eden tarafların, görüşlerini teyîd
etmek maksadıyle Kur'ân veya hadîsten mutlaka bir şeyler bulmak lüzumunu hissetmeleri
sebebiyle, bu tevil faaliyetinin ne derece ileri gittiğini tahmin etmek güç
değildir. İşte böyle durumlarda, her defasında değişen haller için, Kur'ân-ı
Kerîm'den ve hadîsten dâima tevil edilebilecek nasslar bulunamayacağı ve
tarafların, yeni nasslar vazetmek zorunda kalacakları da kolayca tahmin
edilebilir. Bu çeşit bir vaz işinin Kur'ân-ı Kerîm için bahis konusu
olamayacağına göre, bu konuda hadîslerden istifade edilmesi, başlıca çıkar yol
olarak hesap edilmiştir. Bu suretle hadîste başlayan va;; hareketleriyle, ya
bir şahıs Hazreti Peygamberin ağzından tekfir edilmiş, ya-hutta herhangi bir
görüş veya İslâm dışı bir mezheb inancı telkin ve tavsiye edilmiştir.
İslâm tarihinde mevzu
hadîslerin tam olarak ne zaman sahneye çıktığını ve vaz'm hangi nesil
içerisinde başladığını kesin bir şekilde tesbît etmek güçtür. Fakat tereddüt
etmeden şunu söyleyebiliriz ki, kanlarını, canlarım ve mallarını Hazreti
Peygamber için feda ederek İslâm yolunda hicretin meşakkatlerine göğüs geren,
memleketlerini ve en yakın akrabalarım, sırf Allah kelimesini yükseltmek ve
onu her şeye hâkim kılmak için terkeden sahabenin, kendi arzu ve heveslerini
tatmin, yahut galeyana gelmiş ihtiraslarını teskîn için Hazreti Peygamberin
ağzından hadîs uyduracaklarını, sonra da bunları diğer müslümanlar arasında
yayacaklarını düşünmek, her akıl sahibinin kolayca kabul edebileceği bîr iş
değildir. îçlerindeki îman, Hazreti Peygamberin . "bana yalan isnad etmek,
herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime
kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadîsinin ifade
etmek istediği manâyı anlamalarında en büyük yardımcı idi. Bu sebeple onlar,
îslâm Dîninin ve bu Dînin iki aslı olan Kur'ân ve Sunnet'in nıüdâfasını
üzerlerine almışlar, her türlü tehlikeye, tehdide, eza ve cefaya rağmen, Peygamberlerinden
aldıkları dînle ilgili ahkâmı teblîğ etmeyi başta gelen görevlerinden
saymışlardır. Keza tâbi'ûndan olan hadîsçiler de, sahabeden işittikleri
hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Hazreti Peygambere
ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyle, hadîsin her türlü yalandan,
tahrîf ve tasniften salim bir şekilde nakledildiğine samimî bir kalble
inanıyorlardı. Fakat bu inanç uzun müddet devam etmedi. Halîfe Osman îbn
Affân'm öldürülmesiyle başlayan ve birbirini takip eden olaylar, müslümanların
huzur ve sükûnunu bozduğu gibi, hadîsle meşgul olan kimselerin, biraz önce
işaret ettiğimiz samimî inançlarını da yıkmakta gecikmedi; çünkü kendi aralarında
alıp verdikleri hadîsler arasına, hiç kimsenin bilmediği bir takım sözler
sızmış, hadîs adı altında, halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Tanınmış
hadîsçilerden Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)' e isnad edilen bir söz, bunu teyîd
eden bir manâya sahiptir. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle demektedir: "İlk
zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zamanki fitne zuhur etti; bize kendilerinden
rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Ehl-i
sünnetten olanlara bakıyorlar ve onların hadîslerini alıyorlar; ehl-i bid'attan
olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı."
[274]
Hicrî 110 senesinde
vefat eden îbn Sîrîn'den nakledilen bu söz, hadîs rivayetinde isnad tatbikinin
fitne ile başladığını göstermektedir. Rivayette isnad tatbiki, hiç şüphesiz,
hadîsleri garanti altına almak ve sahtelerinden korumak gayesine matuf olmak
gerekir. Çünkü isnadın kullanılması, hadîsi rivayet eden râvilerin her yönden
bilinmelerini gerektirir. Nitekim İbn Şîrîn, bunu, yukarıdaki sözünde belirtmiş
ve "ehl-i sünnetten olanların hadîslerinin alındığını, bid'at ehlinden
olanların hadîslerinin ise, ter-kedildiğini" söylemiştir. Sufyân es-Sevrî
(Ö. 161)'nin "râviler yalana başvurunca, biz de onlar için tarihi
kullandık" sözü de
[275]bunu
teyîd eder. Buna göre, şu gerçek açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki,
rivayetlerde isnad kullanılmasına, fitne ile birlikte başlayan vaz' (uydurma)
faaliyeti sebep olmuştur; çünkü fitne, dahilî karışıklık, isyan ve insanların
biribirlerini öldürmelerine kadar varan kavga demektir. Filhakika Osman İbn
Affân'm hilâfetinde böyle bir
karışıklık olmuş ve Osman şehîd edilmiştir. Onun yerine halîfe seçilen Alî İbn
Ebî Tâlib zamanında bu karışıklık daha da şiddetlenmiş ve bilindiği gibi,
Hazreti Peygamberin eşi Âişe ve taraftarları ile Âlî ve taraftarları arasında,
Basra civarındaki çöllerde İslâm tarihinin "Cemel Vak'ası" denilen
meşhur çatışması meydana gelmiş, Talha ve Zubeyr gibi tanınmış bazı sahabîler
bu çatışmada şehîd düşmüşlerdir. Buna benzer başka bir çatışma, daha sonraları,
yine Alî ve taraftarları ile Şâm valisi Mu'âviye ve taraftarları arasında
Sıffîn mevkiinde vukubulmuştur. Her ne kadar bu karşılaşmada İki tarafın hakeme
başvurmaları sebebiyle kan dökülmemiş ise de, hakemler Alî'yi hilâfetten
uzaklaştırmışlar, onun yerine de Mu'âviye'yi halîfe tayîn etmişlerdir. İşte
İslâm'ın daha birinci yarısı içinde ortaya çıkan bu hâdiseler, müslümanların
fırka ve hiziblere ayrılmalarının başlıca âmili olmuştur. Nitekim Mu'âviye'ye
halîfe olarak be/at edilmesinden sonra, bir taraftan hilâfetin Alî'nin hakkı
olduğu ve Mu'âviye'nin bu hakkı ondan gasbettiği görüşüne sahip olarak Alî
etrafında Şî'a adiyle bir hizib teşekkül ederken, diğer taraftanda, hilâfeti
Mu'âviye'ye teslim ettiği için Alî'ye karşı hurûc eden, fakat Mu'âviye'ye de
karşı olan ve hepsini birden işledikleri büyük günâhlar sebebiyle tekfir eden
Havâric fırkası ortaya çıkmıştır. Bunları, zamanla, kendi aralarındaki
bölünmeler takip etmiş, ayrıca müdafa ettikleri itikadı görüşler dolayısıyle, o
zamana kadar müslümanların sahip oldukları görüşlerden ayrılan Cebriyye,
Kaderiyye, Murci'e, Mutezile gibi akaid mezheblerinin ortaya çıktığı
görülmüştür.
Bu açıklama, şu hususu
açıkça ortaya koymuş olmaktadır ki, müs-lümanlar arasında oldukça erken bir
devirde başlayan ihtiâflar ve bu ihtilâflar neticesinde ortaya çıkan siyasî ve
itikadı fırka ve mezhebler, mevzu hadîslerin zuhurunda en büyük rolü
oynamıştır. Şöyle ki:
Bir taraftan siyasî,
diğer taraftan itikadî fırka ve mezheblerin doğuşu, müslümanlar arasındaki
mücadeleyi şiddetlendirmiş, her fırka ve mezheb, kendi görüşünde haklı olduğunu
ileri sürerken muhalifini tekfir etmektende çekinmemiştir. Böyle ortamlarda
insanın kendisi için haklılık, başkaları için ise, haktan uzak olmak iddiası,
ancak güvenilebilir bir delil bulunması halinde kuvvet kazanır. Eğer iddia dînî
bir mahiyet arzediyorsa, ona kuvvet kazandıracak delilin de dînî olmasına
bilhassa dikkat edilir. İslâm'ın başlangıcında ortaya çıkan bu fırka ve
mezhebler, şüphesiz dînî bir hüviyete sahip bulunuyorlardı ve delilleri de - bulabildikleri
nisbette - Kur'ân âyetlerine ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere
dayanıyordu. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, bir görüşün hem müdafii, hem
de muarızı için bu iki kaynaktan da birer delil bulma imkânı yoktur. Hele o
görüş İslâm dînine tam manâsı ile aykırı ise, hiçbir taraftar onu teyîd eden
bir nass bulamaz. İşte böyle hallerde,
taraftarın, hikmetli, kendi görüşüne uygun
bir söze hadîs süsü vermesi ve böylece görüşünü bununla teyîd ve takviye etmesi
işten bile değildir.
İşte, yukarıda
zikrettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'in hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının
fitneden sonra başladığını ifade eden sözlerini bu açıdan değerlendirmek
gerekir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek
olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz'ına
başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçİler de, Hazreti Peygamberin hadîslerini
onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri
hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır.
İslâm tarihinde hadîs
vaz'ınm, bu fırkaların zuhuru ile başladığını teyîd eden çeşitli haberler
vardır. Bu haberlerden birisi, bilhassa Şî'anın tanınmış imamlarından olan
Nehcu'l-belâğa şârihi îbn Ebi'l-Hadîd'e aittir ve açık yürekle ortaya konmuş
bir itiraf sayılır. İbn Ebi'l-Hadîd şöyle der: "Bil ki, faziletlerle
ilgili yalan hadîslerin aslı Şî'a yönünden gelmiştir. Onları hadîs vaz'ına
sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriyye Şî'anın bu
faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şî'anın hadîslerine mukabil
başka hadîsler vazettiler."
[276] İbn
Teymiye'nin İbnu'l-Cevzî'den naklen zikrettiği şu sözler de, îbn Ebi'l-Hadîd'in
görüşünü teyîd eder: "Alî'nin fazîletleriyle ilgili sahîh hadîsler çoktur;
fakat râfızîler bunlarla yetinmemiş, uydurabildikleri kadar hadîs
uydurmuşlardır".
[277]
Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198) ile Mâlik İbn Enes (Ö. 179) arasında geçen şu
konuşma, aynı konuda dikkata şayandır: "Yâ Ebâ Abdülah! Biz sizin beldede
(Medine'de) dört yüz hadîsi ancak kırk günde işittik. Burada (Irak'ta) ise,
bunların hepsini bir günde işitiyoruz"? Mâlik ona şu cevabı verir:
"Yâ Abdarrahman! Sizin darbhaneniz bizde ne gezer. Öyle bir darb-hane ki,
gece basıp gündüz dağıtıyorsunuz"'',
[278]
Abdurrahman îbn Mehdî,
Basralı meşhur bir imam olup Mâlik'in ta-lebelerindendir. Medine'de hadîs
işitmenin güç olduğunu, Irak'ta ise, insanın kısa zamanda pek çok hadîs
işitebileceğini söylediği zaman, Mâlik, Irak'ı darbhaneye benzetmiş ve para
basılır gibi burada hadîs vazedildiğini söylemek istemiştir. Mâlik'in Irak
hakkındaki bu görüşü, oranın, Şî'anın merkezi olması dolayısıyledir. Hadîsleri
ilk defa tedvin etmekle şöhret kazanan İmam îbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124)' nin
"eğer şark tarafından bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz bir takım
hadîsler gelmemiş olsaydı, ne bir hadîs yazardım, ne de yazılmasına izin
verirdim." sözünde'
[279]zikredilen
"şark taran"
ile kasdedilen yer de yine Irak'tır ve Zuhrî bu sözü ile mevzu hadîslerin
burada yayılmaya başladığını belirtmek istemiştir.
Şî'a tarafından
başlatılan hadîs vaz'ının başlıca gayesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
Alî'nin ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini ortaya koymak ve buna dayanarak
hilâfetteki haklarını isbat etmekti. Mevzuat kitaplarında bunun çeşitli
örneklerini görmek mümkündür. Meselâ:
"Melekler, bana
ve Alî İbn Ebî Tâlib'e yetmiş sene duada bulundular. Lâ ilahe illa'llah
şehadeti arzdan semaya, ancak, benden ve Alî'den yük-se/ir".[280]
Açıklandığına göre hadîsin râvisi Abbâd İbn Abdi's-Samed gulât-ı şî'adandır ve
rivayet ettiği hadîslerin hepsi Alî'nin fazîletleriyle ilgilidir.
[281]
"Alî'ye bakmak
ibadettir".
[282]
"(Alî'ye
hitaben:) Sen ve şî'an cennettedir.
[283]
"Kıyamet günü,
Allah, bana ve Alî'ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cennete, size düşman
olanları da cehenneme sokun".
[284]
"(İbn
Mes'ûd'tan:) Cin taifesinin Hazreti Peygamberi ziyaret ettiği gece onun yanında
idim. Ölümün kendisine haber verildiğini söyledi. Halîfe tayin et, dedim. Kimi
diye sordu. Ebu Bekr, dedim. Sustu. Aradan uzun bir süre geçti. Sonra yine
derin bir nefes aldı. Neyin var ey anam babam Rasulullah, dedim. Bana ölümüm
haber verildi, dedi. Yine halîfe tayin et dedim. Kimi? diye sorunca, Alî İbn
Ebî Tâlib'i diye cevap verdim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yenim ederim ki, ona itaat ettikleri
zaman hepsi cennete girer.
[285]
Şî'a, Alî hakkında bu
çeşit rivayetleri müslümanlar arasında yayarken, Şî'aya karşı hiç de sempati
beslemeyen ve hattâ onlarla mücadelenin zorunlu olduğuna inanan Emevî
taraftarları da, Mu'âviye'nin Alî'den hiç de aşağı olmadığını isbat etmek gerektiğini hissetmiş ve
onlar da Mu'âviye hakkında onun faziletlerini ortaya koyan hadîsler uydurmaya
başlamışlardır. Bunlardan bir kaç Örnek de şöyledir:
"Cibril (a.s.)
bana altından bir kalemle indi ve dedi ki: Aliyyu'1-A'lâ sana selâm ediyor ve
diyor ki: Habîbim! Sana, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân'a verilmek üzere Arşımın
üstünden bir kalem gönderdim; bunu ona ulaştır ve bu kalemle Âyetu'l-Kursî'yi
yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret; zira ben, onun yazıldığı
saatten Kıyamet Gününe kadar Âyetu'l-Kursî'yi okuyanların adedi kadar
Mu'âviye'ye sevab yazdım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, yanında bulunanlara
Mu'âviye'yi bana kim getirecek? dedi. Ebû Bekr kalktı ve biraz sonra onu
elinden tutup getirdi. Selâmlaştılar. Hazreti Peygamber Mu'âviye'ye: Yâ Ebâ
Abdirrahman! Bana yaklaş, dedi. Mu'âviye yaklaştı. Hazreti Peygamber kalemi ona
verdi ve şöyle dedi: Ey Mu'âviye! Bu, Rabbımın Âyetu'l-Kursî'yi yazman için
Arş'ının üstünden sana hediye ettiği kalemdir. Kendi hattmla yazacaksın, harekeleyip
noktalayacaksın ve bana arzedeceksin. Sana bu kalemi verdiğinden dolayı
Allah'a hamd ve şükr ederim.
[286]
"Allah katında
güvenilir üç kişi vardır: Cibril, ben ve Mu'âviye.
[287]
' "Allah,
vahyini, gökte Cibril'e, yerde de Muhammed (s.a.s.)'e ve Mu'âviye îbn Ebî
Sufyân'a emanet etti"'.
[288]
"Rasûlullah
(s.a.s.), Mu'âviye'ye bir ok verdi ve: Bunu cennette bana iade edersin, dedi.
[289]
Emevîler adına
bu çeşit hadîsler
vazedilip yayılırken, Emevîlerle hilâfet kavgasına girişen ve ikinci hicrî asrın ilk
yarısında idareyi ele alarak yeni bir devlet kuran Abbâs oğulları da hadîs
vaz'ı yansında geri kalamazlardı ve onların da hilâfette hak sahibi olduklarını
isbat edecek delilleri bulunmalı idi. Gerçekten Abbasî taraftarları bu çeşit
deliller bulmakta güçlük çekmediler. Onlar da diğerleri gibi, uydurdukları
hadîslerle hilâfetteki haklarını isbat etmeye çalıştılar. İşte bu hadîslerden
bir kaçı:
"(Alî'den
nakledilmiştir:) Hazreti Peygamberin yanında bulunuyorduk ki Abbâs İbn
Abdi'l-Muttalib çıkageldi. Hazreti Peygamber onu görünce şöyle dedi: Bu, Abbâs
îbn Abdi'l-Muttalib, benim hem babam, hem amcam, hem de vasim ve
vârisimdir".
[290]
"(İbn Abbâs'tan
nakledilmiştir:) Hazreti Peygamber, Alî îbn Ebî Tâlib'in de bulunduğu bir toplulukta
Abbâs'a şöyle dedi: Mülk (hükümdarlık), oğullarında olacaktır. Sonra Alî'ye
döndü ve ona da şöyle ,;tap etti: Senin oğullarından hiçbiri buna sahip
olamayacaktır'.
[291]
"İşte bu (Abbâs),
Kureyş'in en cömerdi ve en büyük hâmisi, kırk halîfenin babasıdır. Es-Saffâh,
el-Mansûr ve el-Mehdî onun oğullarmdandır. Ey Amca! Allah bu işi benimle
başlattı, senin oğullarından birisiyle sona erdirecektir.
[292]
Müslümanlar arasındaki
siyasî ihtilâflar, vazedilen bu çeşit hadîslerle körüklenip
şiddetlendirilirken, ortaya çıkan bazı itikadı mezhebler de, sahip oldukları
İslâm dışı inançlarını teyîd edebilmek için hadîs vaz'mdan faydalanma yolunu
tutmuşlardır. Meselâ bunlardan birisi olan ve birinci asrın ikinci yarısında
ortaya çıkmış bulunan Murci'e, îman ile ameli birbirinden ayırmak ve masiyetin
îmana zarar vermeyeceği ve dolayısıyle îmanda artma ve eksilme olmayacağı
görüşünü benimsemekle şöhret kazanmış bir mez-hebtir. Bu görüşü teyîd eden ve
hadîs süsü verilen bir takım sözlerin bu mezheb taraftarlarınca vazedildiğine
şüphe yoktur. Bu sözlerden birkaçı şöyledir:
"Her kim îmanın
artıp eksildiğini iddia ederse, (bilsin ki) artması nifak, eksilmesi ise,
küfürdür. Böyle kimseler, eğer tövbe ederlerse ne âlâ; aksi halde boyunlarını
kılıçla vurun. Bunlar, Rahman (olan Allah'ın) düşmanlarıdır. Allah'ın dinini
parçalamışlar, küfre intisab etmişler ve Allah'a nıuhasım olmuşlardır. Allah,
yeryüzünü bunlardan temizlesin. Haberiniz olsun ki, bunların namazları da, zekât
ve hacları da makbul değildir. Haberiniz olsun ki, bunların dini de yoktur.
Rasûlullah (s.a.s.) onlardan uzaktır; onlar da Rasûlullah'tan".
[293]
"Sekîf heyeti
Hazreti Peygambere gelip îmanın artıp eksilmesi hakkında bir sual sormuş,
Hazreti Peygamber de onlara şöyle demiştir: Hayır; iman sabit dağlar gibi
kalplerde yerleşmiştir. Artması da eksilmesi de küfurdür.
[294]
"İman kavildir;
amel, onun şeraiidir; artmaz ve eksilmez.
[295]
"Şirk ile birlikte
hiçbir şey fayda vermediği gibi, îmanla birlikte hiçbir şey zarar vermez".
[296]
Murci'e, görüşlerini,
vazettikleri bu çeşit hadîslerle teyide çalışırken, onların muhalifleri de,
Murci'eyi kötülemek ve görüşlerini reddetmek için hadîs vazetmekten geri
kalmamışlardır. Bunlar için şu örnekler zikredilebilir:
"Bir murci'î,
yahut bir kaderi ölüp de defnedilse, üç gün sonra kabirleri açıldığında, kıble
cihetinden dönmüş oldukları görülür.
[297]
"Rasûlullah
(s.a.s.)'a Murci'e hakkında sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Allah, Murci'eye
lanet etsin. Bunlar, öyle bir kavimdir ki, amelsiz îman üzerinde konuşurlar;
salât, zekât ve haccı farz saymazlar. Bunlar, yapılırsa iyidir, yapılmazsa bir
şey lâzım gelmez, derler".
[298]
"İman kavi ve
ameldir; artar ve eksilir. Kim bundan başka bir şey söylerse, o,
mübtedi'dir."
[299]
Mutezile mezhebi,
Allah'ın sıfatları hakkında getirdiği ta'tîl akidesi ili' de şöhret
kazanmıştır. Bu akidenin bir neticesi olarak Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğu
görüşünü ileri sürmüş ve halîfe el-Me'mûn'un bu mezhebi devletin resmî mezhebi
olarak ilân etmesinden sonra da, onun yardımı ile müslümanları bu görüşe davet
etmiştir. Halîfe el-Me'mûn, önce müs-lümanların ileri gelen imam ve
fakîhlerinin ikrarını almak maksadıyle, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere
birçok tanınmış kimseye davetiye çıkarmış ve onları Kur'ân'm mahlûk olduğunu
ikrara çağırmış, fakat müabet bir cevap alamamıştır. El-Me'mûn'dan sonra yerine
geçen kardeşi el-Mu'tasım, daha sonra onun oğlu el-Vâsik zamanlarında,
halku'l-Kur'ân inancını ikrar etmeyen İmamlara işkence edilmiş, fakat yine de
bir netice alınamamıştır. Tarihte mihne adiyle şöhret kazanan bu hâdiseler, Mutezilenin
tam bir başarısızlığı ile sonuçlanmıştır.
Mutezilenin, İslâmî
hiçbir değeri olmayan halku'l-Kur'ân inancını müs-lümanlara zorla kabul
ettirmeye kalkışmaları, bunun için de insanlık dışı yollara başvurmaları, büyük
tepkilere yol açmıştır. Bazı müslümanlar devlete karşı harekete geçme
teşebbüsüne girişirken, bazıları da, yine Hazreti Peygamberin hadîslerinden
medet ummuşlar ve yukarıda Örneklerini gördüğümüz hadîsler gibi, tepkilerini
Hazreti Peygamberin ağzından dile getirmeye çalışmışlardır:
..Her ^dm Kur'ân'ın
mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur'.[300]
"Göklerde ve
gökle yer arasında, Allah ve Kur'ân müstesna, her şey mahlûktur. Kur'ân O'nun
kelâmıdır; her şey onunla başlamış ve O'na dönecektir. Ümmetimdem bazı
kimseler çıkıp Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyeceklerdir. Her kim bunu
söylerse, Allah'a küfretmiş olur. Böyle söyleyen kimseyi karısının hemen
boşaması lâzımdır; zira mü'min olan bir kadının, kâfir bir erkeğin taht-ı
nikâhında bulunması caiz değildir; meğer ki kadın, aynı sözü kendisinden ew*1
dememiş olsun"''.
[301]
"Kur'ân Allah'ın
kelâmıdır. Hâlık da değildir, mahlûk da.. Kim bundan başka bir şey söylerse
kâfirdir"'.
[302]
İslâm tarihinin
oldukça erken bir devrinde hadîs vaz'ının başlamasında ve büyük bir süratle
yaygınlaşmasında rol oynayan siyasî ve itikadı ihtilâflar yanında, bu
faaliyeti körükleyen ve mevzu hadîs sayısının artmasına yol açan başka sebepler
de vardır ve bunların başında, içlerinde, İslâm'a ve müslümanlara karşı aşırı
derecede kin ve düşmanlık besleyen zümrelerin faaliyetleri yer alır. Bilindiği
gibi müslümanlar Medine'ye hicret edip orada ilk Şehir Devletini kurdukları
zaman, henüz bu kçük şehrin yarısına bile sahip değildiler. Medîneli Ensar
dışında, halkının yarıdan fazlasını yahudîlerle henüz İslâm'a girmemiş müşrik
Araplar teşkil ediyordu. Bununla beraber, hicretten on sene gibi çok kısa bir
zaman sonra, yâni Haz-reti Peygamberin vefat ettiği senelerde, İslâm Devleti,
bütün Arabistanı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i de içine alarak Avrupa kıt'ası
kadar geniş bir sahaya yayılmış bulunuyordu. İslâmiyetin bu kadar kısa bir
zaman içerisinde be derece süratle yayılması ve hele, o sıralarda Fürslerin
sahip oldukları imparatorluğa son vermesi, hükümranlıkları elinden alınmış bu
kavimlerin bütün kin ve gayızlarını yeni dîn ile bu dînin mensuplarına
yöneltmişti. Ancak, şân ve şerefleriyle birlikte harp gücünü de kaybetmiş olan
bu milletler, İslâm'dan intikam almak için akaidine fesad sokmak ve
müs-lümanlarm vahdetini parçalamaktan başka kendilerinde hiçbir kuvvet bulamamışlardı.
Bu sebeple İslâm'a gurup gurup girmeye başlamışlar, bazen zühd ve takva, bazen
felsefe ve hikmet örtüsüne bürünerek, fakat asıl maksatlarım içlerinde
gizleyerek müslümanlar arasında yayılmışlardır. Zındık ismiyle tanınan bu
kimseler, Kur'ân üzerinde herhangi bir tebdîl ve tağyîr
yapamadıkları için, bütün güçleriyle
Hazreti Peygamberin hadîslerine yönelmişler ve uydurdukları binlerce hadîsle
İslâm akaidini teşviş etmeye ve müslümanların kalblerinde şüphe yaratmaya
çalışmışlardır. Zındıkların ne kadar hadîs vazettiklerini anlamak için şu
misali hatırlamak yeterlidir. Abdu'l-Kerîm îbn Ebi'1-Avcâ' , hadîs vaz'ından
dolayı öldürülmek üzere yakalandığı zaman, suçunu itiraf etmiş ve dört bin
hadîs uydurduğunu, bu hadîslerle helâli haram, haramı da helâl kıldığını
söylemiştir''.
[303]
Zındık tabiri,
umumiyetle, zahiren müslüman olan, fakat içinde küfrü gizleyen kimseye ıtlak
olunmuştur. Zındıklar, daha ziyade mecûsî dînine mensup olan, yahut Mani ve
Senevi akaidini benimseyen, iki ilâha ibadet eden kimselerdir. Abbasî devrinde
itikadı bozukluğun yaygınlaşması ve dinsizliğin açığa vurulması dolayısıyle
ulûhiyyeti inkâr eden herkese zındık adı verilmiştir.
El-Gazalî,
"küfr" ün bir hukm-i şer'î olduğunu ve nass veya kıyasla bilinebileceğini
açıklarken, yahudî ve hıristiyanlar hakkında nass vârid olduğunu, brahman,
senevî ve dehrîlerin bitarîkılevlâ bunlara iltihak edeceğini belirtmek
suretiyle, zındıkları, seneviyye ve dehriyye cümlesinden olarak zikretmiş'',
[304] bir
başka yerde ise, "kâinatın tedbirli, âlim ve muktedir bir yaratıcısı
bulunduğunu inkâr eden, onun eskiden beri kendiliğinden böylece mevcut
olduğunu, hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan meydana geldiğini, eskiden
beri böyle olduğunu ve ilelebed de böyle olacağını ileri süren"
dehrîlerden bahsederken de, "işte zındıklar bunlardır" demek
suretiyle',
[305]dehriyye
ve zandakayı, yahut zındık ve dehrîyi mü-radif iki isim olarak kullanmıştır.
Zındıkların İslâm
tarihinde zuhuru, Emevî idaresinin sonlarına rastlar. Halîfe el-Velîd İbn
Yezîd İbn Abdi'l-Melik'in mürebbii Abdu's-Samed îbn Abdi'l-Â'lâ'nm zındık
olduğu söylenir''.
[306]
Keza son Emevî halîfesi Mervân İbn Muhammed'in mürebbii Ca'd îbn Dirhem,
Îbnu'n-Nedîm'in ifadesine göre bir zındık idi''.[307]
Halîfeye Mervân el-Ca'dî lakabının verilmesine sebep olan Ca'd'',[308]
müslümanlar arasında cebr, ta'tîl ve halku'l-Kur'ân akîdelerini yaymakla da
şöhret kazanmıştı'.[309] Nitekim
bu faaliyetlerini halîfe Hişâm İbn Abdi'l-Melik zamanında daha çok artırdığı
için, halîfenin Irak'taki valisi Hâlid İbn Abdillah el-Kasrî tarafından bir
Kurban Bayramı sabahı
hutbeyi müteakip boğazlanarak öldürülmüştür.[310]
Zındıkların İslâm Dîni ve akaidi üzerinde bıraktıkları kötü iz çok derin
olmuştur. Bununla beraber, Allah'a şükürler olsun ki, tehlikenin büyüklüğünü
çok erken bir devirde farkeden hadîs imamları, ortaya koydukları rivayet ve
tahammül, cerh ve ta'dîl kurallarıyle sahîh hadîsi sakîminden, gerçek hadîsçiyi
sahte ve yalancısından ayırt ederek, İslâm akaidini, ona kasdedenlerin
şerrinden korumaya muvaffak olmuşlardır.
[311]
Hadîs vaz'ına sebep
olan âmillerden bir diğeri, değişik ırklara, kabilelere ve mezheblere mensup
kimseler arasındaki münakaşalar ve mücadelelerdir. Bu mücadelelerde her
birinin, kendi mensup olduğu topluluğu veya bu topluluğun reisini, yahut imamım
övmesi, buna karşılık muhalifi olduğu diğer toplulukların reis veya imamlarını
yermesi, çok defa, bu konularda uydurduğu ve Hazreti Peygambere isnad ettiği
hadîslerle takviye edilmek istenmiştir. Bazı taraftarların, kendi topluluğu
adına gösterdikleri bu aşırı taassup, insanı hayretler içinde bırakan uydurma
hadîslerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun en güzel misali, Ebû Hanîfe
ile eş-Şâfi'î hakkında uydurulan hadîslerdir. Enes îbn Mâlik'ten merfû olarak
rivayet edilen bu mevzu hadîs, İmam Şâfi'î düşmanlığı ile, İmam Ebû Hanîfe sevgisini
taassup derecesine varan bir ifade ile aksettirmektedir. Me'mûn İbn Ahmed
es-Sulemî veya Ahmed İbn Abdillah el-Cuveybârî tarafından uydurulduğu
belirtilen bu hadîste şöyle denilmiştir:
"Ümmetim
arasından Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında biri çıkacaktır; bu adamın
ümmetime zararı, iblisin zararından çok daha büyük olacaktır. Yine ümmetim
arasından Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak ve bu adam, ümmetimin ışığı
olacaktır"
[312]
Muhtelif şehirlerin,
günlerin, ayların ve yiyecek maddelerinin medhi veya zemmi ile ilgili bu çeşit
uydurulmuş ve Hazreti Peygambere isnad edilmiş pek çok haber vardır. Mevzû'ât
kitapları bu çeşit haberlerle doludur.
[313]
Cami ve mescidlerde,
veya kalabalık halk topluluklarının bulundukları yerlerde, şöhret kazanmak ve hediye
toplamak gayesiyle va'zeden ve va'zlarım dâima hikâyelerle süsleyen kimselere
kassâs (çoğulu: kussâs) denilmiştir. Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına
doğru, fitne tabîr edilen dahilî
karışıklıklarla
birlikte zuhur etmeye başlayan bu hikayeciler, daha sonraları bütün İslâm
âlemine yayılmış, cami ve mescidlerde halkın dînî hislerini galeyana getirmeyi
bir meslek ve sanat haline getirmişlerdir. Konuşmalarındaki heyecan verici
ustalık, çok defa, dinleyenleri coşturduğu için, halk arasında aranan, peşlerinden
gidilen ve sözlerine güvenilen kimseler olmuşlardır. Aslında bu hikayecilerden
bazılarını, halkın büyük bir tehacümle etraflarına toplanmasından başka bir
şey ilgilendirmiyordu. Kazandıkları şöhret, hırslarım daha çok artırır, halkı
heyecanlandırmak galeyana getirmek ve üzerlerindeki tesîri va'z boyunca devam
ettirmek için akla hayale gelmedik hikâyeler uydururlardı. İşte, Hazreti
Peygamberin hadîsleri üzerine gelen büyük belâlardan biri de, bu kassâs
sınıfından gelmiştir.
[314]
Çünkü bunlar, uydurdukları hikâyelerin halk üzerinde daha çok müessir olması
için , onları Hazreti Peygambere isnad etmekten çekinmezler, bunda herhangi
bir günâh, bir bühtan görmezlerdi. Teessüf edilecek bir husus da, bu
kimselerin, Hazreti Peygamber üzerine en büyük yalanları isnad etmelerine,
halkın tetkik ve tetebbudan uzak en koyu câhilleri olmalarına rağmen,
kendilerini dinleyecek kulak, tasdîk edecek dil, müdâfa edecek kol
bulabilmeleri idi. Rivayet olunduğuna göre bunlardan ;jiri, Bağdâd camilerinden
birinde, Kur'ân-ı Kerîm'in "Belki böylece Rabbın seni övülecek bir makama
yükseltir" '
[315]mealindeki
âyetini tefsir eder ve bu âyete istinaden Hazreti Peygamberin Allahu Ta'âlâ ile
birlikte Arş üzerinde oturacağım ileri sürer. Bu hâdise, meşhur müfessir
Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin kulağına gider; hikayeciye kızar ve itirazını
şiddetlendirir; kapısı üzerine de şöyle bir ibare yazar:
Ne var ki et-Taberî'nin hikayeciye karşı
bu davranışı, Bağdâd halkını galeyana getirir; evini taşa tutarlar; adetâ onu
recmederler. Kapısı taş yığını altında kaybolur.
[316]
Bağdâd camilerinden
birinde Zur'a isminde bir kâs (hikayeci) vardı. Meşhur İmam Ebû Hanîfe'nin
anası, bir mesele hakkında fetva almak ister. Ancak Ebû Hanîfe'nin verdiği
fetvayı "ben, senin sözünü değil, ancak Zur'a'nm sözünü kabul ederim"
diyerek reddeder. Bunun üzerine Ebû Hanîfe anasını Zur'a'ya götürür ve ona:
"Bu benim ananıdır; senden şu mesele hakkında fetva istiyor" der.
Zur'a: "Sen benden daha âlim ve fakîhsin; istediği fetvayı sen ver"
deyince Ebû Hanîfe, "ben bu mesele hakkında şu fetvayı verdim"
cevabını verir. Zur'a'nın "mesele Ebû Hanîfe'nin dediği gibidir"
demesi üzerine kadın razı olur ve oradan ayrılırlar.[317]
Bu hikâye, kussâsm,
halkın akılları üzerinde ne derece hükümran olduklarını göstermeye yeterlidir.
Fıkıhta, ilimde, zekâ ve anlayışta en yüksek dereceye ulaşmış, şöhreti her
tarafa yayılmış olan Ebû Hanîfe gibi bir imamın verdiği fetva ile anası kani
olmuyor, hikayeci Zur'a'mn fetvasını istiyor.
Çoğu câhil olan ve
yaptıkları işin tehlikesini de farkedemeyen bu kimselerden bazısı iyi niyet
sahibi olabilirler ve naklettikleri uydurma hadîslerle, halkın bilhassa
ibadetlere karşı rağbetini artırmaya çalışırlar. Bazılarının da halk arasında
şöhret kazanmak ve dolayısıyle mal ve mülk sahibi olmak niyetini güttükleri
şüphesizdir.
[318]Fakat bunlar, halkın en
hayasızları idiler. Uydurdukları hadîslerin halk arasında tutulması için ezberledikleri
birkaç isnadı bu hadîslerin basma eklerler, sanki Hazreti Peygamberden sahîh
isnadla rivayet edilmiş ve sanki kendileride isnadın başında yer alan meşhur
imamdan bu rivayeti almış gibi, büyük bir ciddiyetle onu tekrarlarlardı.
Onların bu hayasızlığını aksettiren başka bir olay da, Ahmed îbn Hanbel ve
Yahya İbn Ma'în'i hayret ve dehşet içinde bırakan bir haber olarak nakledilmiştir:
Bir gün Ahmed İbn
Hanbel ve Yahya İbn Ma'în, Bağdad'm er-Rusâfe mescidinde namazlarını
kılmışlardı ki, va'zetmek için kürsüye çıkan bir şahıs
diyerek şu hadîsi rivayet eder: "Bir
kimse la ilahe illa'llah derse, Allah, bu sözün her kelimesinden bir kuş
yaratır; bu kuşun gagası altından, tüyleri de mercandandır..." Bu
ibarelerle başlayan hikâye, yirmi varak kadar tutmaktadır. Hikâyeyi işiten
Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar ve,
"sen bunu rivayet ettin mi?" diye birbirlerine sorarlar. Fakat her
ikisi de bu kıssayı hemen orada işittiklerini söylerler. Nihayet va'z bite ve
Yahya İbn Ma'în, eliyle vaizi yanlarına çağırarak anlattığı bu kıssayı kimden
işittiğini sorar. Adam: Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'den" deyince,
Yahya: "Ben Yahya İbn Ma'în, bu da Ahmed İbn Hanbel; biz hiçbir zaman
Hazreti Peygamberin böyle bir hadîsini işitmedik." der. Bunun üzerine
adanı şu cevabı verir: "Ben, Yahya îbn Ma'în'in bu derece ahmak olduğunu
bilmiyordum; fakat şu anda öğrenmiş oldum. Sanki sizden başka Yahya îbn Ma'în
ve Ahmed îbn Hanbel yok. Ben, on yedi tane Ahmed îbn Hanbel ve Yahya îbn
Ma'în'den hadîs yazdım". Bu sözler üzerine Ahmed îbn Hanbel, eliyle yüzünü
kapatarak "bırak gitsin" der. Adam, her ikisiyle de istihza eder bir
halde yanlarından uzaklaşır.
[319]
Dünya nimetlerini
âhıret nimetlerine tercih ederek halîfe veya emirlerin heveslerine göre
fetvalar veren kimseler, hacet ânında hadîs uydurmaktan da çekinmezler.
Bilhassa Abbasî devrinde görülen bu gibi olaylar, bazı halîfelerin, Emevîleri
halkın gözünden düşürmek için böyle kimselerden istifade ettiklerini ve
Emevîler aleyhine çeşitli hadîsler uydurulmasına yol açtıklarını
göstermektedir. El-Hâkim'in Hârûn İbn Ebî Abdillah tarîkıyle babasından
naklettiği bir haber, tefsîriyle şöhret kazanmış olan Mukâtil İbn Süleyman'ın
halîfe el-Mehdî'ye yaklaşmak mak-sadıyle Abbâs hakkında nasıl hadîs
uydurabileceğini göstermesi bakımından şâyân-ı dikkattir.
[320]Yine
el-Mehdî ile ilgili bir başka olay, kezzâb (yalancı) Gıyâs İbn İbrahim
en-Naha'î'nin halîfeye yaklaşmak için böyle bir teşebbüse giriştiğini
gösterir. Bu şahıs, halîfenin yanma girdiği zaman, onun, bir güvercinle
oynadığını görmüş ve hemen şu hadîsi rivayet etmiştir:
(Müsabaka, yalnız okla, yahut tırnaklı
hayvanlarla, yahutta kanatlı hayvanlarla yapılır). Bu hadîs, aslında, sonunda
yer alan "kanatlı hayvanlar" ibaresi olmaksızın Sunen-i Erba'a'da
nakledilen sahîh hadîslerdendir. Fakat Gıyâs, halîfenin endişesini gidermek, daha
doğrusu ona yaranmak ve bu suretle hediye koparmak için hadîsin sonuna
"yahut kanatlı hayvanlar" ibaresini ilâve etmekten çekinmemiş ve
böylece güvercin gibi kanatlı hayvanların da diğerleri gibi müsabakalar için
beslenebileceğine Hazreti Peygamberin ağzından izin vermek istemiştir. Vakıa
halîfe, Gıyâs'm maksadını anlamış ve ona bir miktar para da vermiş olsa bile,
sonunda "görüyorum ki kafan, Hazreti Peygamber adına yalan söyleyen bir
kezzabın kafası" diyerek onu huzurundan kovalamış, güvercinleri de
öldürtmüştür''.
[321]
Siyasî ihtilâflardan
sonra nıüslümanlann çeşitli fırka ve hiziplere ayrıldığını, bu tefrikanın her
fırkayı, kendi görüşlerini teyîd etmek nıaksadıyle hadîs vaz'ına yönelttiğini
yukarıda açıklamıştık. Müslümanlar arasındaki bu tefrika, birçok kimseyi
endişeye sevkediyor ve durumu büyük bir üzüntü içinde takip ediyorlardı. Bunlar
arasında zühd ve takva yönünden kuvvetli, fakat Dînin asıllarına câhil olan
bazı kimseler vardı ki, nıüslümanlar arasındaki bu ihtilâfları izale etmek ve fırkaları
birbirine yaklaştırmak için
hadîs
vaz'ım mubah görüyorlardı. Kendilerine Hazreti Peygamberin men kezebe aleyye
mute'ammiden... hadîsi hatırlatıldığı zaman "biz ona yalan isnad
etmiyoruz; fakat onun için yalan söylüyoruz" diyorlardı.[322]
Halbuki bu söz, onların cehaletlerinden ve akıllarının dînî meselelere
ermemesin-den kaynaklanıyordu. Yoksa Hazreti Peygamber, Dînin kemali ve fazlı
için yalana ve yalancılara muhtaç değildi.
[323]
Zâhid ve sâlih
kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle
ilgili idi. Bu çeşit haberleri rivayet eden Nûh İbn Ebî Meryem'e "Kur'ân
sûrelerinin faziletleri hakkında Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan naklettiğin bu
haberleri nereden buluyorsun? Halbuki bunlar, Ik-rime'nin ashabında bile
yok." denildiği zaman, Nûh şu cevabı vermiştir: "Halkın Kur'ân'dan
uzaklaştığını ve Ebû Hanîfe fıkhı ile İbn İshâk'm Mağâzî'sine fazla düştüğünü
görünce, bu hadîsleri uydurdum".
[324]
Hadîs vaz'ma sebep
olan daha birçok âmiller vardır. Biz, bunlardan, usûl kitaplarında, üzerinde en
fazla durulmak suretiyle şöhrete ulaşmış bazı örnekler verdik. Daha fazla bilgi
almak için mevzû'at kitaplarına başvurmak gerekir.
[325]
Çeşitli konularda
ortaya çıkan mevzu hadîslerin malzemesi, çok defa, yalancıların kendi görüş ve
düşüncelerinden ibaret olmuştur. Bu görüş ve düşünceleri, hadîs uydurucuları
(el-vaddâ'), kudretleri nisbetinde mu'ciz sözlerle ifade etmeye çalışmışlar ve
başına, halkın itimad ettiği hadîs imamlarının isimlerinden müteşekkil bir
isnad ilâve etmişlerdir. Bazen bu kimselerin, hadîs uydurmak için malzeme
sıkıntısı çektikleri de görülmüştür; bu takdirde başvurdukları kaynaklar, bazı
hukemânm sözleriyle eski Arap darb-ı meselleridir
[326]Uydurmak
istedikleri konu ile ilgili olarak, bunlardan seçtikleri sözlere, yine
muttasıl isnadlar eklemişler ve Hazreti Peygambere nisbet ederek, onun sözü
imiş gibi halk arasında yaymışlardır.
Hadîs ilminin erken
bir devirde gelişmiş, usûl ve kaidelerinin kesinlik kazanmış olması
dolayısıyle, mevzu hadîslerin, sahîh hadîsleri bünyesinde eritmesine, veya yok
etmesine meydan verilmemiş, isnad ve metinlere vâkıf olan muhaddisler,
vazettikleri kaidelerle mevzu olanları sahîh olanların arasından ayıklamak
imkânını bulmuşlardır.
Bir hadîsin mevzu
olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir; ancak onu uyduran râviye nisbetle
verilecek hüküm, insanda hâsıl olan zann-ı gâlib yolu iledir; kesin değildir; çünkü çok yalancı olan
bir kimsenin bazen doğru söylemiş olması da mümkündür. Böyle bir kimse
tarafından rivayet edilen hadîs hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin
rivayetinde doğru olabileceği İhtimali dolayısıyle zanna dayanır; ancak bu
zan, râvinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyle de gerçeğe yakındır ve hadîs
hakkında sahîh hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesini sağlar. Diğer
taraftan, bu hükmü verecek olan hadîs imamları, sahip oldukları kuvvetli
meleke, parlak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere
derin vukuf sayesinde, hadîslerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte
güçlük çekmezler.
Burada, mevzu
hadîslerin bilinmesine yardım eden belli başlı özellikleri birkaç madde
halinde kısaca zikredeceğiz.
[327]
Bazı mevzu hadîsler, taşıdıkları
özelliklere bakılmaksızın, onları bizzat uyduran kimselerin, uydurduklarını
itiraf etmeleriyle anlaşılır. Nitekim yukarıda ismi geçen Nûh İbn Ebî Meryem,
Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan rivayet ettiği Kur'ân sûrelerinin
fazîletleriyle ilgili hadîsleri, halkın Kur'ân'a karşı rağbetini artırmak için
uydurduğunu bizzat itiraf etmiştir.[328]
Bunun gibi, Meysere
îbn Abdi Rabbih de, zühd ve takva sahibi olmasına, dünyevî şehvetlerden
şiddetle kaçınmasına ve ölümü üzerine bütün Bağdâd çarşısının kapanacak kadar
şöhretli olmasına rağmen, hadîs vazederdi. Kendisine "fulân sûreyi okuyan
kimse şu kadar ecir, fulân sûreyi okuyan kimse de bu kadar ecir kazanır, gibi
ifadeleri ihtiva eden bu çeşit hadîsleri kimden aldın?" denildiği zaman,
halkm rağbetini artırmak için vazettim" demiştir.[329]
Keza Ömer İbn Subh da, Hazreti Peygamberin bir hutbesini vazettiğini kendisi
söylemiştir.
Bazen râvi, hadîsi
uydurduğunu itiraf etmese bile, rivayet ettiği hadîsle ilgili olarak kendisine
yöneltilen bir soruya verdiği cevap da, hadîsin onun tarafından vazedildiğini
ortaya koyabilir ki, bu da, itirafa yakın bir beyan veya açıklama sayılır.
Meselâ şeyhinden rivayet eden bir şahsa ne zaman doğduğu sorulur; râvinin cevap
olarak verdiği tarih, gerçekte, şeyhin ölümünden çok daha sonraki bir devre
rastlar ve anlaşılır ki bu râvi, o şeyhe
hiçbir zaman mülâki
olmamıştır. Diğer taraftan, şeyhten rivayet ettiği hadîs de ancak bu râvi
vasıtasıyle bilinir; yâni başka hiç kimse, o şeyhten böyle bir hadîs rivayet
etmemiştir. Bu hususlar gözönünde bulundurularak o hadîsin mevzu olduğuna
hükmedilir.
[330]
Rivayet olunan bir
hadîsin, zamanla, mekânla ve çevredeki olaylarla ilgisi veya o hadîsi nakleden
râvinin, zaman, mekân ve olaylara karşı özel bir ilgi göstermesi, hadîsin hemen
o anda uydurulduğuna delâlet eder. Eğer hadîsin o râviden başka râvisi yoksa ve
hiçbir yönden bilinmiyorsa, onun mevzu olduğuna hükmedilir. Râvinin halinden
karîne ile mevzu olduğuna, hükmedilen böyle bir haber, el-Me'mûn îbn Ahmed ile
ilgilidir. Bu şahsın önünde el-Hasanu'1-Basrî'nin Ebû Hureyre'den hadîs işitip
işitmediği meselesi ortaya atılıp münakaşa edilince, el-Me'mûn, bir isnadla
hemen şu hadîsi nakledivermiştir.
[331]
Râvinin herhangi bir
mezhebe taassub derecesindeki bağlılığı da, mez-heble ilgili olarak rivayet
ettiği hadîslerde vaz'a delâlet eden karinelerden sayılır. Meselâ bir râfızînin
Ehl-i Beytin faziletleri hakkındaki rivayeti bu cümledendir. Yukarıda adı geçen
Me'mûn İbn Ahmed'in yanında eş-Şâfi'î'den bahsedilir; Me'mûn isnadı ile hemen
şu hadîsi ileri sürer: "Ümmetim içinden Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î)
adında bir adam çıkacak; bu adam, ümmetime iblisten daha zararlı olacak. Yine
ümmetim içinden Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak; bu ise, ümmetimin ışığı
olacak, ümmetimin ışığı olacak.[332]
Başka bir misal, Seyf
İbn Ömer tarafından Sa'd İbn Tariften nakledilen şu haberdir: Seyf der ki:
"Sa'd İbn Tarifin yanında idim. Bu sırada oğlu ağlayarak okuldan geldi.
Onun hocası tarafından dövüldüğünü öğrenince, hemen Ikrime'den ibn Abbâs
tarîkıyle şu haberi zikretti: Sizin en şeririniz, çocuklarınızın
muallimleridir. Bunlar, yetimlere en az rahmeti, kimsesizlere en sert olan
kimselerdir"'.
[333]
Bir hadîsin mevzu
olduğu, bazen de mervînin, yâni rivayet olunan hadîsin metninden anlaşılır.
Vaz'a delâlet eden ve hadîsin metninde görülen karinelerin başında, tevîli
mümkün olmayacak şekilde akla aykırı olması, Kitab (Kur'ân)'ın , yahut tevatür
yolu ile sabit olmuş sünnetin, yahutta kesinleşmiş icmâ'm delâlet ettiği hükme
aykırı bir hüküm getirmesi bulunur.
Bazen çok mühim bir
olayı veya bir hükmü ifade etmesi dolayısıyle, tevâtüren sübût bulması, yahut
hiç olmazsa kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmesi gerekirken yalnız bir
kişi tarafından nakledilmesi; gayet küçük bir fiil için çok şiddetli bir va'îd
(azâb ile korkutma), yahut yine önemsiz bir iş için büyük va'd (müjde)
getirmesi de vaz'a delâlet eden karinelerdendir.
Akla aykırı olarak
gelen mevzû'a misal, İbnu'l-Cevzî'nin Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyle
babasından naklettiği şu iki hadîs gösterilebilir:
"Nuh'un gemisi
Beyt'i yedi defa tavaf etmiş, iki rek'at da namaz kılmıştır.
[334]
"Yâ Rasülallah!
Rabbımız neyden yaratıldı? diye sorulunca, o da şöyle demiştir. Akıp giden
sudan. Ne gökten nede yerden. Allah atı yaratmış, sonra koşturmuş; at terlemiş;
bundan da kendisini yaratmıştır".
[335]
İbn Hacer'in tarifine
göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık) ile itham olunan,
yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında kezzâb (yalancı)
olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu
rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.[336]
Râvinin, Hazreti Peygamberin hadîslerinde yalanı görülmese bile, şâir
konuşmalarındaki yalanı dolayısıyle hadîste de yalancılıkla itham olunması,
îbn Hacer'in tasnifinde cerh sebeplerinin ikincisini teşkil eder. Üçüncü,
dördüncü ve beşinci derecelerde yer alan ta'n sebepleri ise, râvinin zabtına
taalluk eden galatı, ve gafleti ile adaletine taalluk eden fışkıdır. İbn
Hacer, biraz önce de zikrettiğimiz gibi, kizb ile itham olunan râvinin hadîsine
metruk dediği halde, diğer üç hal ile ta'n edilen râvilerin hadîslerine - yine
muhalefeti şart koşmayanların görüşlerine göre
munker
denildiğini kaydeder. Metrûk'un tarifini İbn Hacer'e atfeden es-Suyûtî ise,
şöyle der: Kendisinde muhalefet bulunmayan ve yalnız kizb ile itham olunan, ya
galatı, ya gafleti, yahutta fışkı çok olan bir râvi tarafından rivayet edilmiş
hadîslere metruk denir'[337]
Bundan da anlaşılıyor ki, İbn Hacer, yalnız kizb üe itham olunanların
rivayetiyle teferrüd ettikleri hadîslere metruk dediği halde, es-Suyûtî, îbn
Hacer'in munker olarak isimlendirdiği hadîsleri de metruk içinde zikretmiştir.
Maamaflh, munker'i, zayıf râvilerin sika râvilere muhalif rivayetleri olarak
kabul edecek olursak, muhalefet bahis konusu olmaksızın, yalnız zayıf
râvilerin rivayetleri cihetinden bilinen hadîslere de metruk demek doğru olur.
Nitekim îbn Hacer de, râvinin zafîyetiyle muhalefet vâki olursa, bu çeşit
hadîslere munker denildiğini kaydetmiştir.
[338]
Daha önce de açıkladığımız gibi, hadîs
râvilerine sika vasfını kazandıran adalet ve zabt yönünden cerh veya ta'n
edilmeleri halinde, sika vasfını kaybettikleri gibi, rivayet ettikleri hadîsler
de, sahîh olmaktan çıkarak cerh edilmelerine sebep olan halin delâlet ettiği
bir adla tavsif olunurlar. Bir râvinin zabt yönünden cerh sebebi, onun
şeyhinden işitmiş olduğu hadîsleri, çeşitli sebepler yüzünden, işittiği
şekilde hıfzedememesi ve rivayeti sırasında onda çeşitli hatâlara düşmesidir.
Onun cerh edilmesine sebep olan haller, rivayetinde çok hata yapması, gafleti,
sika veya güvenilir râvilere muhalif rivayetlerde bulunması, vehmi ve
hafızasının kötülüğüdür. Bu hallerden herhangi birisiyle cerh veya ta'n edilen
râvilerin hadîsleri şunlardır:
[339]
Bir şeyle cemaattan ayrılıp
tek kalan, istisna teşkîl eden kimse veya şey manâsına gelen şâz kelimesi,
hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, cemaatın rivayetine muhalif olarak
rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir
tabirdir. Öyle ki, râvinin rivayeti ile cemaatın rivayeti arasında bir tercîh
yapmak gerektiği zaman, râvinin rivayeti ter-kedilir ve daha çok isnadla gelen
cemaatın rivayeti tercîh edilir. Bu sebepledir ki şâz hadîs, zayıf hadîsler
arasında yer alır.
Şazın genel olarak
kabul edilen bu tarîfi yanında ileri sürülmüş başka tarifleri de vardır. Bu
tariflerin ilki İmam eş-Şâfı'î (Ö. 204)'ye aittir. îbnu's-Salâh'm Yûnus îbn
Abdi'l-Alâ'dan naklen bildirdiğine göre, eş-Şâfî'î şöyle demiştir: "Şâz,
güvenilir olan bir râvinin rivayet edip de başkalarının rivayet etmediği hadis
değil, fakat güvenilir bir râvinin, başkalarının rivayet ettiği hadîse muhalif
olarak rivayet ettiği hadîstir"'
[340]
Eş-Şâfi'fnin bu
tarifinden anlaşılıyor ki, şaz olan hadîs, başkalarının rivayet ettiği hadîse
muhalif olması dolayisıyle makbul olmayan bir hadîstir; çünkü başkalarının
hadîsi, rivayet edenlerinin çokluğu dolayısıyla tercîhe şayandır.
Ebû Ya'lâ el-Halîlî
(Ö. 446) ise, daha farklı bir tarîf vermiş ve "tek bir isnadtan başka
isnadı bulunmayan ve râvisi güvenilir olsun veya olmasın, bu isnadla tek kalan
hadîstir" demiştir.
[341]
El-Hâkim en-Neysâbûrî
(Ö. 405)'nin tarîfi de Ebû Ya'lâ'nm tarifinden farklı değildir. Ona göre şâz,
güvenilir râvilerden birinin rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Öyleki bu
hadîsin mütâbi'i de yoktur.
[342]
Gerek el-Hâkim
en-Neysâbûrfnin bu tarifi ve gerekse Ebû Yala el-Halîlî'nin bundan farklı
olmayan tarîfî, karşımıza, râvinin, rivayeti İle tek kaldığı hadîsi şâz olarak
çıkarmaktadır. Buna göre, muteber hadîs kitaplarında sahîh olarak yer alan pek
çok hadîsi şâz olarak değerlendirmek gerekecektir. Meselâ innem'l-a'mâlu
bi'n-niyât hadîsi, ferd olan bir hadîstir: Ömer İbnul-Hattâb, bu hadîsi Hazreti
Peygamberden rivayetinde teferrüd etmiş, yâni tek kalmıştır. Keza Alkame İbn
Vakkâs, Ömer'den, Muhammed îbn İbrahîm, Alkame'den, Yahya ibn Sa'îdde Muhammed
îbn îbahîm'den rivayetlerinde tek kalmışlardır. Bu bakımdan rivayet garîbtir.
Bununla beraber bu hadîs, el-Buhârfnin Sahîh'm başında zikrettiği ilk hadîs
olmuş, hiç kimse onu şâz olarak tavsîf etmemiştir.
O halde şâz, el-Hâkim
ve Ebû Ya'lâ'nm tariflerinde ortaya koydukları şazdan farklıdır ve her iki
imamın tariflerinde göze çarpan noksanlık, bu farkı meydana getirmektedir.
Zaten Îbnu's-Salâh'ın bu iki imamın tariflerini ele alışı da bu noksanlığa
işaret etmek ve asıl şâzm ne olduğunu ortaya koymak içindir. Îbnu's-Salâh,
şazın el-Hâkim ve el-Halîlfnin zikrettikleri şekilde olmadığını söyledikten
sonra şöyle der:
"Râvinin rivayeti
ile tek kaldığı hadîse bakılır. Eğer bu hadîs, onun rivayet eden râviden hıfz
ve zabt yönünden daha üstün bir başka râvinin (aynı hadîsle ilgili) rivayetine
muhalif ise, işte o zaman rivayeti ile tek kalan râvinin hadîsi merdûd şazdır.
Fakat muhalefet söz konusu değilse, yâni münferid rivayet, bir başkasının
rivayetine muhalif (aykırı) değilse, o zaman, onu rivayet eden kimse için bir
kadh sebebi değildir. Fakat rivayetinde tek kalan kimse, zayıf, güvenilmeyen
bir kimse ise, işte o zaman tek kalması onun için bir kadh (cerh) sebebi
olur".
Îbnu's-Salâh'ın bu
açıklamasından anlaşılıyor ki, bir hadîsin şâz olarak tavsif edilebilmesi için,
onun ferd olması, yâni yalnız bir kişi tarafından rivayet edilmiş olması
yeterli değildir. Bu hadîsin aynı zamanda başkaları tarafından nakledilen
varyantına da muhalif olması gerekir; tâ ki, bu hadîsle muhalifi arasında
tercih yapmak durumu hasıl olsun ve muhalifi ya râvisinin daha âdil ve hafız
olması, ya da râvilerinin çokluğu dolayısıyle tercîh edilebilsin, işte bu
durumda tercih olunan hadîs mahfuz olarak kabul edilirken (bkz. Mahfuz
Hadîsler), diğeri terkedilmiş olur ve buna şâz denir.
İbn Hacer (Ö. 852),
şazın daha açık bir tarîfini vermiş ve bir örnekle de onun daha kolay
anlaşılmasını sağlamıştır. Bu konuda şöyle demiştir: "Bir râvinin
hadîsine, ya zabt fazlalığı, ya zabt fazlalığı, yahut aded çokluğu, ya-hutta
diğer tercîh sebeplerinden birisi dolayısıyle kendinden daha üstün bir başka
râvi yönünden muhalefet vâki olursa, daha üstün olduğu için tercîh olunana
mahfuz, diğerine, yâni terkedilene şâz denir. Et-Tırmizî, en-Nesâ'î ve İbn
Mâce'nin Sufyân İbn Uyeyne tarîki ile rivayet ettikleri "Hazreti Peygamber
devrinde bir adam vefat etmiş ve âzâd ettiği köleden başka vâris bırakmamıştır..."
hadîsif
[343]buna
bir misal teşkîl eder. Bu hadîsin İbn Abbâs'a bağlanmasında îbn Curayc ve diğerleri
İbn Uyeyne'ye tâbi olmuşlar, Hammâd İbn Zeyd ise, bunlara muhalefet etmiş ve
hadîsi Amr İbn Dînâr vasıtasıyle Avsece'den nakletmiş, fakat İbn Abbâs'ı
zikretnıemiştir. Ebû Hatim der ki: "Mahfuz olan îbn Uyeyne'nin
hadîsidir". Hammâd İbn Zeyd, adalet ve zabt ehlinden olmakla beraber, Ebû
Hatim sayı bakımından Hammâd İbn Zeyd'e nisbetle daha çok olan kimselerin
rivayetini tercîh etmiştir. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki şâz, makbul olan
râvinin, kendisinden üstün olan kimselere muhalif olarak rivayet ettiği
hadîstir. Istılah yönünden şâzm muteber olan tarifi budur"
[344]
Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif
olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir.
Bu tarif, Şeyhülislâm İbn Hacer'in verdiği tariftir''.[345]
İbnu's-Salâh ise, Ebû
Bekr Ahmed İbn Hârûn el-Berdîcî'den şu tarifi nakletmiştir: Munker, râvinin
rivayetiyle tek kaldığı hadîstir ki, metni yalnız onun rivayetiyle bilinir;
aynı zamanda bu metin, ne onun rivayet ettiği yönden ve ne de başka bir yönden
maruftur.[346] Bu tarif, birçok
hadîsçinin munker hakkında ileri sürdüğü bir tariftir. Fakat İbnu's-Salâh'a
göre, aslında, şazda olduğu gibi munkerde de işi geniş tutmak gerekir; zira
şâz ve munker aynı şeydir. Buna göre munker hadîs iki kısımdır. Birincisi (yâni
şâz), güvenilir râvilerin rivayetine muhalif ferd hadîstir ki, örneği, Mâlik
İbn Enes'in ez-Zuhrî tarikiyle rivayet ettiği . "müslüman kâfire, kâfir de
müslümana vâris olamaz" hadîsidir. Mâlik, bu hadîsin isnadını ani'z-Zuhrî,
an Alî İbn Huseyn, an Ömer îbn Osman, an Usâme İbn Zeyd, an Rasûli'llah
(s.a.s.) şeklinde vermiş ve Usâme İbn Zeyd'ten hadîsi nakleden râviyi Ömer İbn
Osman olarak zikretmiştir. Halbuki diğer güvenilir olan ve hadîsi ez-Zuhrî'den
nakleden kimseler, bu ismi Amr İbn Osman olarak zikretmişlerdir. Bu yönden
Mâlik, diğer güvenilir râvilere muhalefet etmiş ve ondan başka da hadîsi bu
isnadla rivayet eden olmadığı için hadîs munker addedilmiştir''.[347]
Bununla beraber
İbnu's-Salâh'm hadîs hakkındaki
bu hükmü, el-Irâkî'nin itirazına uğramıştır. El-Irâkî
bu itirazında şöyle der:
"Musannif
(İbnu's-Salâh), Mâlik'in bu hadîsi hakkında munker hükmünü vermiştir. Halbuki
ona munker ismini veren hiç kimse görmedim. Mâlik'in, hadîsin isnadmdaki bir
ismi (yâni Amr'ı) Ömer olarak zikretmesi ve bunda tek kalmasıyle hadîs metninin
munker olması gerekmez. Her ne hal ile olursa olsun, metin sahihtir. Nitekim
bizzat kendisi de, mu'allel hadîslerden bahsederken, isnadında bulunan ve fakat
metne tesiri olmayan illete misal verirken, Ya'lâ İbn Ubeyd'in Sufyân
es-Sevrî'den, es-Sevrî'nin Amr İbn Dînâr'dan, İbn Dinar'ın İbn Ömer'den, onun
da Hazreti P -gamberden rivayet ettiği el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini
zikretmiş ve "bu isnad, âdil kişilerin âdil kişilerden rivayetiyle muttasıl
olan bir isnaddir; fakat mu'alleldir ve sahîh değildir. Bununla beraber metin
sahihtir. İsnadmdaki illet ise, Amr İbn Dînâr sözündedir; aslında bunun
Abdullah İbn Dînâr olması gerekir" demiştir'.[348]
Görüldüğü gibi burada,, isnadda vâki olan vehim, hadîsin metnini sahîh olmaktan
çıkarmamıştır. Binâanaleyh, Mâlik'in Ömer İbn Osman tarikiyle rivayet ettiği
hadîs metninin de, isimdeki bir vehim dolayısıyle ramker addedilmemesi
gerekir"
[349]
El-Irâkî, İbnu's-Salâh
tarafından zikredilen misalin, söz konusu olan munkere uygun bir misal teşkil
etmediğini ortaya koyduktan sonra, Sunen-i Erba'a'da rivayet edilen bir İbn
Curayc hadîsini ele almış ve bu hadîsi İbnu's-Salâh'm tarifine uygun bir misal
olarak zikretmiştir. Bu hadîs şöyledir:
Ebû Dâvûd,
hadîsi naklettikten sonra
şu görüşü ileri
sürmüştür: Bu hadîs munkerdir; zira îbn Curayc'ten gelen diğer
rivayetler maruftur. îlk
rivayetteki vehim Hemmâm îbn Yahya'dan ileri gelmiştir ve
İbn Curayc'ten, Hemmâm'dan başka hiç
kimse hadîsi bu şekilde rivayet etmemişti.[350]
Sünen sahibi en-Nesâ'î
de Hemmâm'm mezkûr rivayetini naklettikten sonra "hadîs mahfuz değildir;
Hemmâm îbn Yahya sikadır ve Sahîh sahipleri kendisinden hadîs nakletmişlerdir;
fakat burada Hemmâm, diğer sikâta muhalefetle hadîsin metnini bu isnadla ve bu
şekilde nakletmiştir. Halbuki diğerleri, hadîsi îbn Curayc'ten Ebû Davud'un
işaret ettiği şekilde nakletmişlerdir. Bu sebepten dolayı Hemmâm'ın hadîsi
hakkında nekâretle (yâni munker olmakla) hükmedilmiştir.[351]
Yukarıda zikrettiğimiz
misaller, Îbnu's-Salâh'ın iki kısma ayırdığı munkerin birinci kısmiyle
ilgilidir. Munkerin ikinci kısmı, râvisi sika ve mutkm olmayan hadîs-i ferdtir.
İbn Mâce tarafından isnadıyle merfû olarak rivayet edilen
hadîsi, bu konuda misal olarak zikredilebilir. Hadîsin râvilerinden olan
Ebû'z-Zukeyr Yahya İbn Muhammed, her ne kadar bazı hadîsleri Müslim tarafından
mutâbe'ât olarak nakledilmişse de, imamlar arasında zayıflığı ile bilinen
kimselerdendir. Meselâ Yahya îbn Ma'în onun hakkında za 'îfun demiştir, îbn
Hıbbân da, kendisiyle ihticâc olunamayacağını ileri sürmüştür. Bu bakımdan,
yukarıda zikredilen hadîsi munkerdir; çünkü bu rivayetiyle teferrüd etmiştir;
yâni hadîsi, ondan başka rivayet eden olmamıştır''.[352]
Yukarıda
İbnu's-Salâh'm munkerle ilgili olarak verdiği tarif ve örnekler göstermiştir
ki, ona göre şâz ve munker arasında hiçbir fark yoktur. Şâz da munker gibi iki
kısımdan ibarettir. Birincisi, râvinin, kendisinden hafıza ve itkan yönünden
daha üstün olan râvilere muhalif rivayeti ve bu rivayetle tek kalmasıdır ki,
İbnu's-Salâh böyle olan hadîse şâz merdûd adını vermiştir. İkincisi ise,
muhalefet söz konusu olmaksızın sika olan râvinin münferid rivayetidir; yâni
ondan başka hiç kimsenin rivayet etmediği hadîstir. Yukarıda açıkladığımız
munkerin birinci kısmı ise, şâzm birinci kısmında olduğu gibi, sikâtm
rivayetine muhalif olan hadîs-i münferidtir. ikinci kısmı da, yine şazda olduğu
gibi, muhalefet söz konusu olmaksızın, fakat şazın aksine, zayıf râvinin
münferid rivayetidir.
İbn Hacer'in munkerle
ilgili tarifi, Îbnu's-Salâh'ın tarifine nisbetle daha farklıdır. Keza bu fark,
şazla munker arasında da aynen görülür. Ona göre bir hadîsin munker veya
şâz sayılabilmesi için, rivayette
muhalefetin
bulunması şarttır.
Yâni hadîs, ister şâz olsun, ister munker olsun, râvinin, o hadîsi, zabt ve
itkan yönünden kendisinden daha üstün durumda olan râvilere muhalif rivayet
etmiş olması lâzımdır. Hadîsin şâz veya munker vasfını alması ise, sikâta
muhalefet eden râvinin durumu ile ilgilidir. Eğer bu râvi zayıf ise, sikâta muhalif
olarak rivayet ettiği hadîs munkerdir; râvi sika olmakla beraber, muhalif
kaldığı diğer sika râvilerin rivayetleri, isnad çokluğu gibi çeşitli tercih
sebeplerinden biri dolayısıyle tercih edilecek olursa, o zaman, sika olan,
fakat rivayetiyle tek kalan râvinin hadîsi şâz adını alır. Buna göre, munker
ile şâz arasında tek yönden umum husus farkı bulunmaktadır: Muhalefetin şart
olması itibariyle her ikisi arasında birlik, buna karşılık, râvilerin durumları
itibariyle ayrılık vardır: Şazın râvisi sika, munkerin râvisi ise, zayıftır.[353]
İbn Hacer'in bu
açıklaması gözönünde bulundurularak munkeri tarif etmek gerekirse, denebilir
ki: Zayıf olan bir râvinin, sika olan râviye muhalif olarak rivayet ettiği
hadîs-i ferdtir. Şâz ise, sika olan râvinin, kendisinden daha sika râviye
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.
İbn Hacer, tarife
uygun olarak açıkladığı munkere şu hadîsi misal göstermiştir:
Ebû Hâtinı'e göre hadîs
munkerdir; çünkü Hubeyyib İbn Habîb zayıftır; aynı zamanda hadîsi Ebû îshâk'tan
mevkuf olarak rivayet eden, yâni is-nadda Hazreti Peygamberi zikretmeksizin
doğrudan İbn Abbâs'm sözü olarak nakleden sikâta muhalefet etmiştir''.[354]
Gerek munkerde ve gerekse
şazda, râvinin sika râvilere muhalefeti söz konusu olduğuna göre, ortada aynı
hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti var demektir ve bu durumda, tabiatiyle
sika olan râvilerin rivayetleri tercih edilecektir. Eğer hadîs munker ise,
tercih olunan mukabiline ma'rûf, şâz ise, onun tercih olunan mukabiline de
mahfuz denilmiştir. Makbul haber çeşitleri arasında bu hadîsler hakkında
ayrıca bilgi verilmiştir.
[355]
Görünüşü itibariyle
sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan
hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilin edikçe hadîsin
mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin
tarifini yaparken, kendisinde sıhhatini kemiren bir illeti bulunan, bununla
beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir, demek daha doğru olur.
Mu'allel kelimesi,
lugatta bir şeye arız olarak onu meşgul etmek manâsına gelen ta'lH'den ism-i
mefûldür. Hadîse bir illetin arız olması, onun bu illetle ma'lûl olması
neticesini doğurduğu gibi, sahîh olma vasfını kaybetmesinede sebep olur.
El-Buhârî, et-Tirmizî,
el-Hâkim, ed-Dârakutnî ve diğer bazı hadîsçiler, mu'allel yerine ma'lûl
tabirini kullanmışlardır. Ancak bazıları, hadîse bir illetin isabetini
gözönünde bulundurarak, hiç olmazsa i'lâlin ism-i mefûlünü kullanıp muhil
demenin daha doğru olacağını, zira i'lâlden ism-i mefûlün ma'lûl vezninde
gelmediğini söyliyerek bu tabirin kullanılışını hatalı gör-müşlerdir.
[356]Yine
bunlara göre ma'lûl, lugatta, devenin ikinci defa sulanması manâsında kullanılan
aile fiilinin ism-i mefûlüdür. Bu yönden ma'lûl tabirinin illetli hadîsler için
kullanılması hatadır
[357]Bununla
beraber ma'lûl tabirinin kullanılışında herhangi bir mahzur bulunmadığını
ileri sürenler de vardır. Bunlara göre aile fiili, bazı lügat kitaplarında, bir
şeye illet isabet etmesi keyfiyetini göstermek için de kullanılmış ve iL üjLs»1
lâl «jj-iJI "jfs. denilmiştir. Buna göre, bazı hadîs imamları tarafından
kullanılan ma'lûl tabirinin bu manâdan alınmış olduğu anlaşılır ve bu
kullanışta herhangi bir hata yoktur'
[358]
Hadîslerin mu'allel
çeşidi, hadîs ilminin en önemli ve en güç bilinen konularından birini teşkil
eder. Yüksek anlayış, üstün hafıza, yüzbinleri aşan hadîslerin metin ve
isnadlarma derin vukuf sayesinde onların illetlerini keşfetmek mümkün
olabildiği için, hadîsçiler arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki
bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Alî İbnu'l-Medînî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel
(Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256), Ya'kûb İbn Şeybe (Ö. 262), Ebû Hâtİm (Ö. 277),
Ebû Zur'a (Ö. 264) ve ed-Dârakutnî (Ö.385), mu'allel hadîslere vâkıf olan
imamlar arasında en çok zikredilen kimselerdir.
El-Hâkim'in
ifadesinden de anlaşıldığı gibi, bir hadîs, çeşitli yönlerden ta'lîl edilir;
ancak bunun cerhle hiçbir ilgisi yoktur. Zira cerh, hadîsin metin veya
isnadında herkes tarafından kolayca görülebilen bir kusur sebebiyle onun
zayıflığını ortaya koymaktan ibarettir. Yahut denilebilir ki cerh, hadîsin
malûm olmuş illetine istinaden onun hakkında hüküm vermektir. Bu bakımdan
illetin bilinmesi cerhe tekaddüm eder ve bu bilinmedikçe cerhetmek mümkün
değildir. Halbuki illet gizli bir kusurdan ibarettir ve yukarıda da
kaydedildiği gibi, bunun keşfedilip bilinmesi ayrı bir ihtisas ister;
bilinmediği müddetçe de, hadîsin kusurdan salim ve dolayısıyle sahîh olduğuna
hükmedilir.
Bir hadîs, ya
isnadında, ya da metninde keşfedilen bir takım illetler dolayısıyle mu'allel
gurubuna girer. Bu illetlerin birçok çeşidi vardır. El-Hâkim bunların yalnız on
tanesine işaret etmiş ve her biri için ayrı ayrı misaller vermiştir.
[359]Bunları
şöyle özetleyebiliriz:
1) Sened zahiren sahîh görünse bile, râvilerden
birinin hadîs aldığı şeyhinden semâ'ı olduğunun bilinmemesi.
2) Hadîsin
bir yönden musned olarak rivayet edilmesine ve bu şekliyle sahîh olmasına
rağmen, sika ve hafız olarak bilinen kimseler tarafından bir başka yönden
yapılan rivayetinde mursel olması.
3) Malûm bir
sahabînin hadîsi olduğu bilinmekle beraber, ayrı ayrı
memleketlere mensup
râvilerin birbirlerinden rivayetleri sırasında, başka bir sahabîden rivayet edilmesi.
4) Yine bir
sahabînin hadîsi olduğu halde, sıhhatini gerektiren şeyin açıklanıp hatalı
olarak bir tâbi'îden rivayet edilemsi; öyle ki, bu tâbi'înin o hadîsten haberi
bile olmayabilir.
5) Hadîsin
an'ane ile rivayet edilmesi ve senedinde bir râvinin düşmüş olmasıdır ki, bu
illet, hadîsin mahfuz olarak bir başka yoldan rivayet edilmesiyle ortaya
çıkar.
6) Hadîs, gayr-i musned olarak mahfuz bulunduğu
halde, bir râvinin onu musned olarak rivayet etmesi.
7) Bir
râvinin hadîs aldığı şeyhinin ismini bir rivayette zikretmesi, bir başka
rivayette de müphem bırakması.
8) Râvinin
idrak ettiği ve hadîs işittiği şeyhinden, işitmemiş olduğu bir hadîsi vasıtasız
olarak rivayet etmesi.
9) Hadîsin
maruf bir tarîki varken, râvilerden birinin bir başka tarîkla onu rivayet
etmesi; hadîsi ondan alan başka bir şahsın da onu maruf tarikiyle rivayet edip
gitmesi.
10) Hadîsin
bir yönden merfû, bir başka yönden de mevkuf olarak rivayet edilmesi.
Hadîsin metin ve
isnadlarmda görülen ve el-Hâkim tarafından zikredilen bu on çeşit illet, belki
en çok tesadüf edilen şekiUerindendir; fakat hepsi bunlardan ibaret değildir.
Nitekim el-Hâkim de buna işaret ederek ıl-letin bütün çeşitlerini
zikretmediğini, ancak hadîs ilminde yükselmek isteyenleri irşad etmek
maksadıyle bazılarını misal olarak verdiğini kaydetmiştir.
[360]
Mudrec, bir şeyi bir
şeye eklemek veya idhal etmek manâsına gelen Araç'tan ism-i mefûl olup, hadîs ıstılahında,
râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş
hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden , yahutta metni yönünden
idrâc edilmiş hadîs demek olduğundan, mudreci bu iki yönden incelemek gerekir.
Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir.
[361]
Bir râvinin sika
râvilere muhalefetle''[362]
isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir.
Mudrecu'l-isnâd, çeşitli şekillerde vâki olur:
1) Bir
hadîs, birçok kimse tarafından muhtelif isnadlarla rivayet edilmiştir. Bir
râvi, aynı hadîsi bu kimselerden hepsini tek bir isnad içinde birleştirerek
rivayet eder, fakat isnadlar arasındaki farkı belirtmez. Meselâ et-Tirmizî,
kitabında İsnadıyle şu hadîsi rivayet etmiştir:
Et-Tirmizî'nin bu
hadîsinde Vâsü'ın rivayeti Mansûr ve el-A'meş'in rivayetlerine idrâc
edilmiştir'.[363] Çünkü Vâsıl bu hadîsi
Ebû Vâ'il tarikiyle doğrudan doğruya Abdullah İbn Mes'ûd'tan rivayet etmiştir.
Nitekim el-Buhârî, Vâsü'dan gelen rivayeti: diyerek zikretmiş, Mansûr ve
el-A'meş'in rivayetlerini ise,
isnadıyle vermiştir''.[364]
Bundan anlaşılıyor ki, et-Tirmizî, hadîsinde, Vâsü'ın isnadı, Mansûr ve
el-A'meş'in isnadlarmdan farklı olduğu halde, bu farkı belirtmeksizin tek bir
isnad içerisinde birleştirerek vermiştir.
2) Râvinin
elinde iki muhtelif isnadla gelmiş iki ayrı hadîs bulunur. Her iki hadîsi bu
isnadlardan birisiyle rivayet eder, yahutta bir hadîsi kendi isnadıyle rivayet
ederken, metnine diğer hadîsin metninden bazı ibareler sokarsa, hadîsi
mudrecu'Hsnad olur. Meselâ Mâlik İbn Enes tarikiyle mut-tefakun aleyh olan bir
hadîs, Sald İbn Ebî Meryem tarafından şu şekilde rivayet edilmiştir:
Aslında bu hadîs
mudrecu'l-isnadtır ve hadîsi Mâlik'ten rivayet eden Sa'îd îbn Ebî Meryem,
metnin sonundaki . başka bir hadîsin metninden alarak bu hadîse idrâc
etmiştir. Diğer hadîsin metni söyledi:
[365]
3)
Râvinin
elinde, bir isnadla, ancak metnin bir kısmı gelmiş olan bir hadîs vardır. Bu
metnin isnadı ile, kendisine bir başka isnadla gelmiş olan hadîsin metnini tam
olarak rivayet eder. Meselâ Ebû Dâvûd, Sunen'inde Hazreti Peygamberin
nasıl namaz kıldığını
açıklayan Vâ'il İbn
Hucr hadîsini isnadıyle zikrettikten sonra;,[366] şöyle bir haber daha nakletmiştir:
Bu haberde yine, Asım
İbn Kuleyb tarikiyle yukarıda zikredilen hadîsin aynısının aynı isnadla geldiği
belirtilir ve hadîs metni verilir.
Keza Ebû Dâvûd, Şureyk
tarikiyle Âsim İbn Kuleyb'ten aynı manâdaki haberi yine aynı isnadla
nakletmiştir. İşte bu haberin İsnadı, yukarıda zikrettiğimiz Vâ'il İbn Hucr
hadîsinin isnadına dercedilmiştir. Zira bu ikinci haber, aslında, . isnadıyle
rivayet olunmuştur.
4) Râvinin,
şeyhinden hadîsin ancak bir tarafını işitmesi, sonra bir vâsıta ile yine o
şeyhten tamamım alması, bir başka râvinin de, aradaki vâsıtayı hazfederek
hadîsin tamamını öbür râviden nakletmesi de mud-recu'l-isnadm bir çeşidini
teşkil eder.
[367]
Bir râvinin sika
râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek ,
bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan etmeksizin rivayet ettiği hadîse
mudrecu'l-metn denilmiştir.
Rivayet sırasında
hadîsin râvisi tarafından idrâc edilen ve hadîsten ol-ayan bu sözler, ya hadîs
metninin başında, ya ortasında, yahutta sonunda yer alır. Mevkuf gibi sahabî sözünün, yahut maktu gibi
tâbi'î sözünün, ya-hutta daha sonrakilerin sözlerinin herhangi bir ayırım
yapılmaksızın Hazreti Peygamberin (merfu) sözüne eklenmesi ve ona atfedilmesi
dolayısıyle, idrâcm daha çok hadîs metninin sonunda yapıldığı görülür. Metnin
evvelinde yapılan idrâc ise, ortasında yapılana nisbetle daha çoktur; çünkü
râvi çok defa bir söz söyler ve bu sözüne kuvvet vermek için Hazreti Peygamberini
hadîsini delil olarak zikreder; fakat kendi sözüyle zikrettiği hadîsin arasını
ayırmaz. Böylece, kendi sözünün de hadîs metninden olduğu zannını uyandırır.
El-Hatîb'in Ebû Kutn
ve Şebâbe tarikiyle ayrı ayrı Şu'be'den, onun Mu-hammed îbn Ziyâd'tan, îbn
Ziyâd'm da Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadîs, metninin evvelinde vâki
olan idrâca misal teşkil eder:
(Abdesti eksiksiz
alın; cehennemde yanacak olan - yıkanmamış topuk arkalarının - vay haline)
Mezkûr hadîste yer
alan (abdesti eksiksiz alın) ibaresi, Ebû Hureyre'ye âit bir sözdür. Muhtemelen
yanındakilere abdest alırken dikkat etmeleri gereken hususlardan bahsediyor ve
uzuvlarda yıkanmamış yer bırakılmaması gerektiğini söylüyordu. Bu maksatla
"abdesti eksiksiz alın" dedi, sonra da Hazreti Peygamberin mezkûr
hadîsini zikretti. Bunu işitenlerden bazıları da, Ebû Hureyre'nin ihtarı ile
Hazreti Peygamberin hadîsini birleştirerek rivayet etmeye başladılar. Maamafih
buradaki hatanın, hadîsi Şu'be'den rivayet eden Ebû Kutn ve Şebâbe'den ileri
geldiği ve bu râ-vilerin iki söz arasını ayırmadan rivayet ettikleri
anlaşılmaktadır. Nitekim el-Buhârî ve Müslim, Sa/u/ı'lerinde yine Şu'be
tarikiyle aynı hadîsi rivayet etmişler ve Ebû Hureyre'nin sözünü hadîs
metninden ayırmışlardır.[368]
Safvân'dan rivayet
eden Urve İbnu'z-Zubeyr'e aittir. Eyyûb es-Sahtiyânî ve Hammâd İbn Zeyd gibi
güvenilir kimseler, Hişâm İbn Urve'den hadîsi bu şekilde, yâni ibaresiyle zikretmişlerdir.
El-Hatîb'in ifadesine
göre Urve, hadîs metninden, şehvet mahallinin messinin abdestin bozulması için ilk
illet olduğu manâsını anlamış ve bu hükmün zekere yakınlığı dolayısıyle diğer
uzuvlar için de sahîh olacağını düşünerek jlibaresini hüküm istihraç etmek
maksadıyle hadîsin metnine idrâc etmiştir. Bazı râvilerde, bu sözlerin hadîs
metninden olduğunu zannederek Urve'den işittikleri şekilde rivayet
etmişlerdir.
[369] Zikrettiğimiz bu misal,
hüküm istinbatı gayesiyle metin arasında yer alan idrâcla ilgilidir.
Bazen de bir kelimenin
tefsiri maksadıyle söylenen sözlerin metin arasına idrâc edildiği görülmektedir.
Sahîhu'l-BuhârVmn başında yer alan Bed'u'l-Vahy (Vahyin Başlangıcı) ile ilgili
hadîste şu ibareler görülür: (Hazreti Peygamber Hıra' Mağarasında tehannus
ederdi. Tehannus, adedi belirli gece ibadetleridir). Bu hadîs Hazreti Âişe'den
rivayet edilmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz ibarenin yalnız ilk kısmı Hazreti
Âişe'nin sözleri arasında yer almış, fakat ikinci kısım, yâni tehannus'un ne
demek olduğunu açıklayan sözler, hadîsin râvilerinden olan ez-Zuhrî tarafından
ilâve edilmiştir. Ez-Zuhrî, hadîsi rivayet ederken, mezkûr kelimeyi söyledikten
sonra, manâsını açıklamak gereğini duymuş, onu dinleyenler de, bu açıklamanın
hadîs metninden olduğunu zannederek metin içinde rivayet etmişlerdir.
Metnin sonundaki
idrâca gelince, Ebû Davud'un Sunen'inde nakledilen İbn Mes'ûd'un teşehhud
hadîsi buna bir misal teşkil eder:[370]
Metnin ortalarında
vukubulan idrâc, ya râvinin hadîs rivayetini tamamlamadan önce hüküm istinbat
etmeye kalkışması ve bu suretle sözlerinin metin arasına sokulması halinde
olur; yahutta metin içinde geçen bazı garîb kelimelerin tefsir edilmesi veya o
kelimelere açıklık kazandıran müradif kelimeler ilâvesiyle olur. Meselâ
ed-Dârakutnî, Sunen'inde Abdu'l-Hamîd İbn Ga'fer tarikiyle şu hadîsi
nakletmiştir:
Ed-Dârakutnî1 nin ifadesine
göre Abdu'l-Hamîd ibaresinin zikrinde
hataya düşmüştür. Aslında
bu söz, hadîsi
Busre Binti
Mezkûr hadîsin
isnadında ismi geçen Zuheyr (İbn Mu'âviye) ve hadîsi ondan rivayet eden bazı
râviler, fi» ile başlayan ve sonuna ka-dar devam eden ibareyi merfû hadîse
eklemişlerdir. Aslında bu söz İbn Mes'ûd'un sözüdür. Nitekim ed-Dârakutnî
rivayetine göre, aynı hadîsi Zuheyr'den nakleden Şebâbe İbn Sevvâr, mezkûr
ibareyi diyerek merfû hadîsin metninden ayırmış ve onun Abdullah İbn Mes'ûd'un
sözü olduğunu böylece belirtmiştir.[371]
îdrâc, ister isnadta,
ister metinde yapılmış olsun, hadîs ve fıkıh ashabının icma'ı ile haramdır.
Es-Sem'ânî ve diğer bazı imamlara göre, kasden idrâc yapan kimsenin
[372]
âyeti gereğince adaleti sakıt olur ve kezzâbûn zümresine iltihak eder.
[373]
Bununla beraber es-Suyûtî, hadîs metni içerisinde yer alan bazı garîb
kelimelerin tefsîri maksadıyle yapılan idrâcta bir beis görmemektedir. Nitekim
ez-Zuhrî gibi birçok hadîs imamının idrâcları hep bu kabildendir.
[374]Bir
hadîs metninde idrâc vâki olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:
1) Hadîsin
bir başka sahîh isnadla gelen rivayetinde mudrec olan kısım, kendisine idrâc
edilen hadîs metninden ayırt edilmiş olur. Yukarıda zikredilen misallerde bu
husus açık bir şekilde görülmektedir.
2) Ya
Râvinin, yahutta buna vâkıf imamların açık beyanlarıyle mudrec olan kısım
bilinmiş olur. Meselâ Abdullah İbn Mes'ûd'tan
(kim Allah'a şirk
koşmadan ölürse cennete girer; kim Allah'a şirk koşmuş olarak ölürse cehenneme
girer) hadîsi rivayet edilmiştir. Aynı hadîsin bir başka rivayeti ise, şöyle
gelmiştir:
Görülüyor ki birinci
rivayette merfû olarak gelen haberin, ikinci rivayette, râvisinin, yâni İbn
Mes'ûd'un beyanıyle mudrec olduğu an-laşılmıştır.[375]
3) Bir
hadîsin mudrec olduğu, bazen de, o sözün Hazreti Peygamber tarafından söylenmiş
olmasının aklen imkânsız
bulunmasıyle anlaşılır. Meselâ
Ebû Hureyre'den şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir:
iki kat ecir vardır.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki, Allah yolunda cihad, hacc
ve anama iyilik etme arzusu bu-lunmasaydı, köle olduğum halde ölmeyi temenni
ederdim.
[376]
Bu hadîsin "köle
için iki ecir vardır" ibaresi merfû ve sahîh olmakla beraber "nefsim
yed-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki..." sözü ile başlayan ve sonuna
kadar devam eden ibareler Ebû Hureyre'nin sözüdür. Zira
Hazreti Peygamberin köle olarak ölmeyi
temenni etmesi imkânsız olduğu gibi, anasının o daha küçük iken ölmüş olması
dolayısıyle anasına iyilik etme arzusunda bulunduğundan bahsetmesi lüzumsuzdur''.
[377]
Hadîs râvilerinin
isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri
değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb,
kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle
değişikliğe uğramış hadîs demektir.
Bir hadîs, ya metninde
yapılan değişiklik dolayısıyle maklûb olur; ya isnadta bir râvi isminin kalbi,
yahut hadîsin maruf olan isnadının bir başka İsnadla, yahutta maruf olan
râvisinin bir başka râvi ile değiştirilmesi halinde maklûb olur.
Metin yönünden
maklûba, Uneyse'nin (İbn Ummi Mektûm
ezan okuduğu zaman yeyin için; Bilâl ezan okuduğu zaman da yeyip içmeyin)
hadîsi misal olarak zikredilebilir. Bu hadîs, İbn Ömer ve Hazreti Âişe
rivayetiyle meşhur olup doğrusu şöyledir: ? (Bilâl gecel. ;n ezan okur; o
okuduğu zaman yeyip için; tâ îbn Ummi Mektûm okuyuncaya kadar...
[378] Bir
rivayetin dışında, farklı olarak gelen diğer rivayetler maklûbtur. Ancak İbn
Hıbbân ve İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektûm'un geceleri münâvebe ile ezan
okumuş olabilecekleri ihtimaline dayanarak Uneyse rivayetini maklûb
saymamışlarsa da, bunun zayıf bir ihtimal olduğuna ve basit bir tevilden
ibaret bulunduğuna şüphe yoktur.
Râvi isminin
kalbedilmesi de, hadîsin maklûb sayılmasına yol açar. Böyle bir kalb, râvi
isminin baba, baba isminin de râvi ismi olarak değiştirilmesiyle olur. Ahmed
İbn Alî ile Alî îbn Ahmed gibi.
İki veya daha fazla
hadîsin isnadlarmm değiştirilmesiyle ortaya çıkan değişik isnadh hadîslere de
maklûb adı verilir. Bağdâd ulemasının el~ Buhârî'nin hafızasını ve hadîs
ilmindeki kudretini ölçmek için, ona isnadları maklûb yüz hadîs sordukları,
onun da her isnadı âit olduğu metne iade etmek suretiyle üstün bilgi kudretini
isbat ettiği malûmdur.
Maklûb, bir râvi ile
meşhur olan bir hadîsin, bir başka râviden rivayet edilmesiyle de meydana
gelir. Meselâ, Sâlim'den rivayetle meşhur olmuş bir hadîsi Nâfî'den, yahut
Mâlik'ten rivayetle meşhur olanı, Ubeydullah İbn Ömer'den rivayet ederler. Meşhur hadîs, Nâfî'den veya Ubeydullah'tan
maklûb olarak rivayet
edilmesi halinde, rivayet edildiği isnadla garîb olur ve bazı hadîsçiler
arasında rağbeti artar. Ancak hadîsin isnadında bu çeşit değişiklikler yaparak
ona karşı rağbeti artırmak, hadîs vazedenlerin işidir. Hammâd ibn Amr, Ebû
İsmâ'îl îbrâhîm ibn Ebî Hayye, Behlûl ibn Ubeyd el-Kindî bu işi yapan
yalancılardandır. Meselâ yukarıda ismi zikredilen Hammâd İbn Amr, Hazreti
Peygamberin selâm ile ilgili bir hadîsini merfû olarak el-A'meş'ten şöyle
nakletmiştir:
(Bir yolda müşriklerle
karşılaştığınız zaman, onlara ilk defa siz selâm vermeyin). Aslında bu hadîs,
el-A'meş'in değil, Süheyl İbn Ebî Salih'in hadîsidir. Fakat Hammâd îbn Amr,
Süheyl yerine el-A'meş'i koymuş ve bu suretle hadîse karşı rağbeti garîb
isnadla artırmak istemiştir. Nitekim Müslim, Sahîh'inde Şu'be, Sufyân
es-Sevrî, Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd ve Abdu'l-Azîz ed-Darâverdî'yi zikretmiş ve
hepsinin de hadîsi Süheyl'den rivayet ettiklerini göstermiştir.
[379]
Garîb hadîsler, çok
defa, onlara rağbeti artırmak gayesi güden yalancı (kezzâb) kimselerin maklûb
hadîsleri olduğundan, hadîs uleması arasında garîb peşinde koşmak hoş
karşılanmamıştır. Nitekim garîb hadîslerin sahîhide bu yüzden yok denecek kadar
azdır.
Bazen maklûbun,
râvinin gaflet ve hatası yüzünden meydana geldiği de olur. Meselâ Cerîr İbn
Hâzim, Sâbir tarikiyle Enes'ten şöyle bir hadîs nakletmiştir: (Namaz ikame edildikte beni görmedikçe
ayağa kalkmayın).
Halbuki bu hadîs: isnadıyle meşhurdur. Müslim'in Sahîh'inde
yer alan isnad da
[380]Hammâd İbn Zeyd'in ifadesine göre, Cerîr de bu hadîsi
Haccâc es-Savvâftan işitmiştir. Hammâd, bu konu ile ilgili olarak şöyle der:
Cerîr'le birlikte Sabitin yanında idik; orada Haccâc da bulunuyordu ve bize
Yahya îbn Ebî Kesîr'den Abdullah İbn Ebî Katâde tarîkıyle mezkûr hadîsi rivayet
etti. Fakat sonradan Cerîr, hadîsi Sabitin rivayet ettiğini zannederek ondan
nakletti.
[381]
Râvilerin gaflet ve
hataları yüzünden hadîslerde meydana gelen
değişiklikler, umumiyetle o hadîslerin zayıf hadîsler arasında yer almalarına
sebep olmuştur. Bu zayıflığın asıl sebebi de, hiç şüphesiz, râvinin gafelet ve
hataya düşmesini kolaylaştıran zabt azlığıdır. Bununla beraber, sika olan bir
râvi isminin sehven kalbedilmesinin, sahîh hadîsi sahîh, veya hasen hadîsi
hasen hadîs olmaktan çıkarmadığını da görüyoruz. Nitekim imam ez-Zerkeşî bu
konuya işaretle "maklûb, şâz ve muztarib hadîsler, bazen sahîh ve hasen
kısmına girerler" demiştir.
[382]
Bazen bir hadîsin muttasıl
isnadı ortasında râvi ziyâde edilemek suretiyle aynı hadîsi rivayet eden diğer
râvilerin rivayetlerine muhalefet edildiği görülür ki, ortasında râvi ziyâdesi
ihtiva eden bu çeşit hadîslere el-mezid fî muttasılı11-esânîd denilmiştir.[383]
İsnaddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, ziyâdeyi yapandan
daha titiz olması halinde bahis konusudur. Bunun da şartı, ziyâdenin yapıldığı
yerde semâ'a açık olarak delâlet eden bir sîganm kullanılmasıdır. Semâ'a
delâlet etmeyen tabirler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an'ane ile
rivayet edilmişse, ziyâdeyi ihtiva eden rivayet tercih olunur. Tecrîd
mukaddimesinde bu konuda şu açıklama yapılmıştır: "Muhalefetin üçüncü
nev'i, bir râvinin kendisinden daha mutkın olmakla maruf diğer râvi veya
ruvâtm zikretmediği bir râviyi isnadın arasına yanlışlıkla ziyâde etmesiyle
olur ki, bu tarzda rivayet edilen hadîs- zaîfe mezîd fî muttasıli'l-esânîd
nâmını verirler. Bu nev'e dâir Hatîb-i Bağdâdî'nin Temyîzu'l-mezîd fî
muttasılı1 esânîd isminde müstakil bir kitabı vardır".
"Misal: Abdullah
İbnu'l-Mubârek tarîkmdan rivayet edilen:
(Kabirler üzerine oturmayınız, kabirlere karşı
namn? r)
isnadı ile vârid
olmuştur. Halbuki bu senedde Sufyân ile Ebû îdrîs bulunmayacaktı. Ebû İdrîs'in
senede idhali Abdullah İbnu'l-Mubârek'in vehminden neş'et etmiştir. Çünkü
birçok sikât, hadîsin senedinde an îbn Câbir, an Busr, an Vasile dedikleri
gibi, bazıları da, Busr'un Vasile (r.a.) den semâ'mı tasrîh etmişlerdir. Ebû
Hâtim-i Râzî: "Büsr'un Ebû îdrîs'ten rivâyâtı çok olduğu için,
İbnu'l-Mubârek yanılmış da bu hadîsi ondan rivayet ettiğini zannetmiş"
diyor. Sufyân'm ziyâde edilmesi ise, Ibnu'l-Mubârek'ten sonra gelen ruvât'dan
birinin eser-i vehmidir diye hükmediliyor. Zira birçok sikât, hadîsi Sufyân'ı
zikretmeksizin an Abdillah
İbni'l'Mubûrek, an İbn
Câbir, an Busr...diye rivayet ettikleri için, bu ikinci vehim kendisinden sonra
vâki olmuş demektir".
"Ancak İbn
Hacer-i Askalânî'nin tenbîh ettiği üzere, isnaddaki bu ziyâde yüzünden hadîse
ta'n edebilmek için, ziyâde etmeyen râvi-i sikanın râvi-i zaidin üst
tarafındaki râviden semâ'ını tasrîh etmiş olması iktiza eder. Bu râvi-i sikanın
rivayeti şayed tasrîh-i semâ ile olmayıp da an gibi adem-i ittisali de muhtemel
bir lafz ile vâki olmuş ise, râvi-i zâid denilen şahsın arada mevcûd olduğu
tereccuh edip sikanın isnadında inkıta bulunduğuna hükmedilir".[384]
Hadîs ilminde
bilinmesine önem verilen konulardan birisi de ziyâde olup, bununla, güvenilir
(sika) olan bir râvinin, hadîsin rivayeti sırasında onda yaptığı fazlalık
kasdedilir. El-Hatîb, fıkıh ve hadîs ashabının, sika olan bir râvinin
rivayetinde tek kalması halinde, ziyâdesinin makbul olduğu görüşünde
olduklarına işaret ederek şöyle der: "Hadîs ehli ve fukahâ, kendisine
şer'î bir hükmün taalluk ettiği, yahutta herhangi bir hüküm taalluk etmeyen
ziyâde ile bu ziyâdeyi ihtiva etmeyen haberin hüküm yönünden bir noksanlığa
sebep olacak ziyâde arasında herhangi bir ayırım yapmadıkları gibi, sabit bir
hükmün değişmesine yol açacak ziyâde ile, buna yol açmayacak ziyâde arasında da
ayırım yapmamışlardır. Hattâ haberin râvisi bir rivayetinde bu ziyâdeyi yapmasa
da, bir başka rivayetinde yapmış olsa, yahut onu başkası rivayet etse de,
kendisi rivayet etmemiş olsa bile, yine bir ayırıma lüzum görmemişlerdir'.
[385]
Bununla beraber el-Hatîb bazı istisnaî görüşlere de işaret etmiştir:
Yaptığı ziyâde ile tek
kalan âdil kişinin ziyâdesini kabul eden bazı kimseler, bu ziyâdenin kendisine
taalluk eden bir hüküm ifade etmesi halinde, onun kabulünün vâcib olduğunu,
fakat bir hüküm ifade etmezse, kabulüne gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Şâfl'î mezhebine
mensûb olan bazı kimseler, ziyâdenin râvi cihetinden olmayıp, sika bir kimseden
gelmesi halinde kabul edilebileceğini, fakat râvinin kendisi, haberi önce noksan,
sonra da ziyâde ile rivayet etmesi halinde, kabul edilmemesi gerektiğini
söylemişlerdir.
Hadîs ehlinden bazı
kimseler ise, sika olan kimsenin ziyadesinin, eğer bu kirnse ziyâdenin
rivayetiyle tek kalır ve onunla birlikte başka hafızlar da onu rivayet
etmezlerse, onun kabul edilemiyeceğini ileri sürmüşlerdir.
El-Hatîb bu görüşleri
zikrettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve "bize göre ziyâde, eğer
râvisi âdil, hafız, mutkm ve zabıt ise, ne şekilde olursa olsun makbuldür ve
kendisiyle amel edilir." Demiştir.
[386]
İbnu's-Salâh ise,
el-Hatîb'in bu konudaki görüşüne işaret ederek, sika olan râvinin teferrüdünü
üç kısımda mütalâ etmeyi uygun görmüştür:
1) Râvinin,
rivayet ettiği haberle şâir sikâta muhalif ve münâfî düşmesi halidir ki, bunun
hükmü, şazda görüldüğü gibi, red'tir; yâni kabul olunmaz.
[387]
2) Güvenilir
râvi, rivayet ettiği haberle başkalarının rivayetine hiçbir surette muhalif düşmez; bu
durumda her hadîs, hepsi
güvenilir olan râvilerin,
rivayetiyle tek kaldıkları hadîs gibidir ve makbuldür. Hattâ el-Hatîb, böyle bir hadîsin kabulü hakkında ulemanın ittifakı
bulunduğu görüşündedir.
3) Bu iki
kısım arasında bir de hadîsin ihtiva ettiği bir söz ziyâdesi vardır ki,
güvenilir râvinin rivayet ettiği bu ziyâdeyi başkaları rivayet etmez.
[388]
İbnu's-Salâh'm bu
açıklamasından anlaşıldığına göre, güvenilir bir râvinin, rivayetinde tek
kalması halinde, ortaya çıkabilecek bu üç kısımdan ilk ikisinin söz konusu olan
ziyâde ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hadîs ehlinin ve fukahânın kabulünde
ittifak ettikleri ziyade ise, üçüncü kısımda zikredilen rivayet şeklidir.
îbn Hacer'in ziyâde
ile ilgili açıklaması da İbnu's-Salâh'm görüşüne uygundur. İbn Hacer de,
güvenilir bir râvinin rivayetiyle tek kaldığı ziyâdeden söz ederken şâz'm
bundan ayrı tutulması gerektiğini belirtir ve ziyâdeyi ihtiva eden hadîsin,
ancak şâz olmaması halinde makbul olacağını söyler. îbn Hacer bu konuda şöyle
der:
"Sahih ve hasen
râvisinin hadîste olan ziyadesi, bu ziyâdeyi yapmayan ve daha güvenilir olan
bir başka râvinin rivayetine aykırı düşmedikçe makbuldür. Çünkü hadîsteki
ziyade, ya bu ziyâdeyi zikretmeyen kimsenin rivayetine aykırı olmaz; bu
takdirde ziyâdesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir
râvinin rivayetiyle tek kaldığı müstekıl bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi
başkası şeyhinden rivayet etmemiştir. Yahutta bu ziyâde, diğer rivayete aykırı
düşer ve kabul edilmesi halinde, diğer rivayetin reddi gerekir. İşte böyle bir
durumda, ziyâdeyi ihtiva eden rivayetle onun zıddı olan rivayet arasında tercih
yapılır".
"Ziyâdenin, tafsile
gitmeksizin mutlak kabulü
ile ilgili görüş,
hadîsçilerle
fukahânın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını
sahihte şart koşan, sonra da şâzzı güvenilir bir râvinin kendisinden daha
güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile
gitmeksizin ziyâdenin mutlak kabulü doğru olmamak gerekir.
[389]
Görüldüğü gibi, İbn
Hacer de Îbnu's-Salâh gibi, ziyâdenin, şâz gö-zönünde bulundurulmaksızın
değerlendirilemeyeceği görüşündedir ve şâzm zayıf hadîslerden sayılması
dolayısıyle, doğru olan görüş de budur. Zira Ibn Hacer'in de ifade ettiği gibi,
şazı hem zayıf kabul etmek, hem de ihtiva ettiği ziyade dolayısıyle onun
mutlaka kabul edileceğini ileri sürmek apaçık tezattır.
Hadîste ziyadeye,
Mâlik İbn Enes'in şu hadîsini misal olarak zikredebiliriz:
Mâlik, Nâfİ'den, o da
İbn Ömer'den rivayet etmiştir'.
[390]
(Hazreti Peygamber,
Ramazan ayında fıtr (fitre) zekâtını, bir Ölçü hurma veya arpa olarak, hür
olsun köle olsun, erkek kadın bütün müslümanlara farz kıldı).
Et-Tirmizî mezkûr
hadîsi naklettikten sonra, Mâlik'in Nâfi'den Eyyûb gibi rivayet ve ibaresini de
ziyâde ettiğini söylemiştir. Yine et-Tirmizî'ye göre, Nâfi'den hadîsi rivayet eden
diğer râviler, bu ibareyi zikretmemişler dir. Bu bakımdan Mâlik, bu ziyâdeyi
rivayetinde zikretmekle tek kalmıştır. Ne var ki bu hadîsle amel ve fıtr
zekâtını edâ etmek hususunda ihtilâf ortaya çıkmış; tabiatiyle başta Mâlik
olmak üzere eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel, hadîsteki bu ziyâdeye göre hüküm
vererek, kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, fitrenin yalnız
müslümanlara farz olduğunu, gayr-i müslim köleler için fitre vermek
gerekmediğini ileri sürmüşlerdir. Ziyâdeyi kabul etmeyen Sufyân es-Sevrî,
Abdullah Ibnu'l-Mubârek ve İshâk gibi imamlar ise, köle gayr-i müslim de olsa,
onun için de fitrenin ödenmesi gerektiğini söylemişlerdir.
[391]
Müslim tarafından
nakledilen bir hadîs, Ebû Mâlik Sa'd İbn Târik el-Eşca'î tarafından Rib'î İbn
Hırâş'tan rivayet edilmiştir. Rib'î, Huzeyfe'den, oda Hazreti Peygamberden
rivayet etmiştir. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
[392]
(İnsanlar üzerine üç
şeyle tafdîl olunduk: Namaz saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı; bütün
yeryüzü bize mescid ve toprağı da, su bulamadığımız zaman, (teyemmüm yapmamız
için) teiniz kılındı.
Müslim tarafından
nakledilen bu hadîsteki ve cu'ılet turbetuhâ lenâ tuhûran (ve toprağı bize
temiz kılındı) ibaresi ziyâde olup, Ebû Mâlik el-Eşca'î bu ziyâdenin
rivayetiyle tek kalmıştır. Gerek Müslim'de ve gerekse el-Buhârî'de yer alan
aynı hadîsin değişik rivayetlerinde ve cu'ılet lene'l-arzu meselden ve tuhûran
ibaresi yer almıştır.
[393]
Bazen bir, bazen de iki
veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet edilen, fakat ne
râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden rivayet ettiği
şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin
bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadîse
muztarib denilmiştir.
Bu tarifi biraz
açıklamak gerekirse, denebilir ki: Bir râvi, şeyhinden bir hadîs rivayet eder;
bir başka seferinde, yine aynı hadîsi aynı şeyhten ikinci defa rivayet ederken,
ya hadîsin isnadında, yahut metninde bazı değişiklikler yapar. Bu
değişiklikler sebebiyle iki rivayet arasında, bazen bariz bir muhalefet hâsıl
olur ve hadîs imamı bu iki rivayetten birisini, fakat doğru olanını tercîh
etmek zorunluluğu duyarsa da bu tercihi yapamaz. İşte o zaman bu hadîsin
muztarib olduğuna hükmedilir.
Bazen de bir hadîsi
aynı şeyhten iki veya daha fazla râvi rivayet eder. Bu rivayetler arasında ya
isnad, yahut metin, yahutta hem isnad ve hem de metin yönünden muhalefet
görülür. Hadîs imamı, râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, yahut
şeyhine olan yakınlığı, yahutta rivayetlerden birinin başka râviler tarafından
da aynı şeyhten alınmak suretiyle kuvvet kazanması gibi çeşitli tercîh
sebeplerinden biriyle muhalif rivayetlerden birini tercîh edebilirse, hadîs
muztarib olmaktan çıkar ve tercîh olunan rivayet sahih kabul edilir; fakat bu
tercîh yapılamazsa, o hadîs yine muztarib olarak kalır.
Bu açıklamadan
anlaşılıyor ki, muztarib, birbirine muhalif rivayetleri arasında sıhhat
yönünden eşitlik bulunan ve bu sebeple biri diğerine tercîh edilemiyen
hadîstir. Iztırâb, râvilerin zabt yönünden zayıflıklarına delâlet
etmesi dolayısıyle,
hadîsin de zayıf sayılmasını gerektirir. Bu sebeple muz-tarib hadîsler merdûd
hadîsler arasında yer alırlar.
İsnad yönünden muztarib
sayılan hadîsin örneği, Ebû Bekr'in şu hadîsidir: (Yâ Rasûlallah, seni yaşlanmış
görüyorum, diyen Ebû Bekr'e Hazreti Peygamber: "Beni, Hûd ve benzeri
sûreler ihtiyarlattı" cevabını vermiştir.
[394] Ebû
İshâk es-Sebî'î vâsıtasıyle rivayet edilen bu hadîsin isnadında birbirinden
farklı şekiller görülür: Bazı rivayetlerde hadîs mursel olarak, bazılarında
Ebû Bekr'in, bazılarında Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın, bazılarında da Aişe'nin
musnedi olarak gelir. Rivayetlerin hepsinde de râviler sika (güvenilir) kimselerdendir
ve aralarında tercîh yapmak mümkün değildir.
[395]
Ebû Dâvûd ve İbn
Mâce'nin İsmâ'îl İbn Umeyye tarikiyle Ebû Arar İbn Muhammed İbn Hurays'ten,
onun da, ceddi Hurays vâsıtasıyle Ebû Hu-reyre'den naklettikleri Hazreti
Peygamberin "Herhangi biriniz namaz kıldığı zaman, Önüne (sütre olacak)
bir şey koysun" veya bazı rivayetlerde "eğer dikecek bir âsâ
bulamazsa, bir hat çeksin" hadîsi, muhtelif is-nadlarında ıztırabm açık
bir şekilde görüldüğü dikkata şâyân bir misal teşkil eder.
[396] Bu
isnaddaki ihtilâf, İsmâ'îl İbn Umeyye üzerinde ve onun rivayetinde ortaya
çıkmaktadır. Bişr İbnu'l-Mufaddal ve Ravh İbnu'l-Kâsım, İsmâ'îl'den hadîsi
naklederken onun şeyhini yukarıda zikrettiğimiz şekilde, yâni Ebû Amr İbn
Muhammed îbn Hurays olarak vermişlerdir. Daha doğrusu, İsmâ'îl İbn Umeyye'nin,
şeyhini onlara bu şekilde isimlendirdiği anlaşılmaktadır ve şeyhi de hadîsi
ceddinden nakletmiştir. Sufyân es-Sevrî'nin rivayetinde ise, İsmâ'îl, şeyhini
ve şeyhinin şeyhini daha değişik bir şekilde vermiş ve an Ebî Amr îbn Hurays,
an ebîhi demiştir. Keza îsmâ'îl'den gelen diğer rivayetlerde de değişik
şekiller görülür. Meselâ:
Bu isnadlarda da
görüldüğü gibi, ihtilâf, îsmâ'îl İbn Umeyye'nin rivayetinden ileri gelmiş ve
îsmâ'îl, her defasında şeyhini değişik şekillerde vermiştir. Buna benzer bir
ihtilâf, aynı hadîsi İsmâ'îl'den rivayet eden Sufyân İbn Uyeyne'de de görülür:
İbnu's-Salâh
tarafından verilen bu misal
[397]el-Irâkî'nin
ifadesine göre, rivayetler arasında tercîh yapılabilmesi halinde, ıztırabm
kaybolacağı görüşüne istinaden itiraza uğramış, hadîsin Sufyân es-Sevrî
tarafından da rivayet edildiği ve Sufyân'm hıfz yönünden hadîsi nakleden diğer
râvilerden daha üstün olduğu cihetle, rivayetinin diğerlerine tercîh edilmesi
gerektiği ileri sürülmüştür. Her ne kadar el-Hâkim ve diğer imamlar, hadîsin
sahîh olduğunu söylemişlerse de, tercîh yönü yine de ihtilaflıdır. Gerçi Sufyân
diğerlerine nisbetle daha üstün hafızaya sahiptir; fakat rivayetinde an Ebi
Amr İbn Hurays, an Ebîhi demek suretiyle teferrüd etmiştir. Halbuki diğerlerian
Ebîhi yerine an ceddihi demişlerdir ve hepsi de Basralı güvenilir imamlardır.
Keza Sufyân İbn Uyeyne de rivayetinde bunlara muvafakat etmiştir. O halde
tercîh edilmesi gereken rivayet, çokluğun rivayetidir. Diğer taraftan İsmâ'îl
İbn Umeyye Mekkelidir; Sufyân İbn Uyeyne de orada ikamet etmiştir. Bu da,
rivayetinin ayrı bir tercîh yönüdür. Sonra, yine Mekkeli olan İbn Curayc, an
Hurays îbn Ammar, an Ebî Hu-reyre dediği rivayetiyle diğerlerinin hepsine
muhalefet etmiştir. Bu takdirde bütün tercîh yönleri birbirine zıt olarak
ortaya çıkar. Buna, hadîsin asıl râvisi olan şahsın, yâni İsmail'in şeyhi Ebû
Amr İbn Hurays'in mechûl oluşu da ilâve edilirse,
[398]
hadîsin zayıf olduğu anlaşılır. Nitekim Ebû Dâvûd da, Sufyân İbn Uyeyne'den
onun zafiyeti ile ilgili bir haber nakletmiştik'.
[399]
Eş-Şâfi'î, el-Beyhakî ve en-Nevevî de hadîsin zayıf olduğunu söyl ey
enlerdendir.
[400]
(Hazreti Peygambere zekât hakkında sorulduğu
zaman: "Malda, zekâttan başka da bir hak vardır" buyurdu)-
Et-Tirmizî, hadîsi Şerik tarikiyle Ebû Hamza'dan, o eş-Şa'bî'den, o da
Fâtıma'dan bu şekilde nak-letmiştir. İbn Mâce'nin rivayeti ise, şöyledir: »
(Malda, zekâttan başka bir hak yoktur)
[401]
Bu iki rivayette
tevili mümkün olmayan bir ıztırâb vardır. Bununla beraber bazıları, bu hadîsin
de ıztırâb için uygun bir misal olmayacağını ileri sürmüşlerdir; çünkü Şerik'in
şeyhi zayıftır ve hadîs, ıztırâb yönünden değil, râvinin za'fı yönünden
merdûdtur. Diğer taraftan, iki rivayet arasındaki ihtilâfın tevili de mümkün
olabilir. Şöyleki: Fâtıma Bint Kays, hadîsi her iki şekilde de Hazreti
Peygamberden işitmiş ve rivayet etmiştir; birinci hadîste geçen hak kelimesiyle
müstehâb olan, nefyedilen İkincisiyle de vâcib olan hak kasdedilmiştir.
Maamafîh bu konuda daha doğru olabilecek bir misal daha vermek mümkündür. Bu
misal, namazda Fatiha sûresinden Önce öesme/e'nin de okunup okunmayacağı ile
ilgili Enes İbn Mâlik hadîsidir. Müslim'in el-Velîd İbn Müslim rivayetiyle
teferrüd ettiği bu hadîste Enes îbn Mâlik şöyle demektedir: "Hazreti
Peygamberin, Ebû Bekr'in, Osman'ın arkasında namaz kıldım; ile başlıyorlar;
kıraatin ne başında ne de sonunda zikretmiyorlardı.
[402]
Mâlik'in Humeyd
et-Tavîl vâsıtasıyle yine Enes İbn Mâlik'ten rivayeti şöyledir: "Ebû Bekr,
Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım; hepsi de namaza başladıkları
zaman okumuyorlardı".
[403]
El-Buhârî ise, hadîsi
Hafs İbn Ömer tarikiyle Enes'ten şu şekilde nak-letmiştir: "Hazreti
Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer, namaza uil ile başlıyorlardı''.
[404]
Mezkûr hadîsi söz
konusu eden İbn Abdi'1-Berr şöyle der: Bu hadîsin lafızları üzerinde pek çok
ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerinde "Hazreti
Peygamber, Ebû Bekr ve Ömer'in arkasında
kıldım" denilmekte, bazılarında buna Osman ilâve edilmekte, bazılarında
yalnız Ebû Bekr ve Osman zikredilmektedir. Bazı okumuyorlardı", bazılarında
"cehretmiyorlardı", bazılarında "cehrediyorlardı",
bazılarında "kıraata el-Hamdu li'llahi Rabbi'l-âlemîn ile
başlıyorlardı", bazılarında da besmeleyi "okuyorlardı"
denilmektedir. Bu öyle bir ıztırâbtır ki, hiçbir râvinin elinde buna dâir bir
hüccet yoktur. Şurası muhakkaktır ki Enes, Bu hadîsiyle öesme/e'nin nefyini
kasdetmemiştir. El-Buhârî ve Müslim'in şartına uygun bir senedle Ahmed İbn
Hanbel'in ve Huzeyme'nin naklettikleri bir haberden öğrenildiğine göre, Ebû
Seleme'nin "Hazret Peygamber namaza ile mi, yoksa ile mi başlıyordu?
şeklindeki bir sualine Enes İbn Mâlik şu cevabı vermiştir: Sen, bana bilmediğim
bir şeyi sordun; senden önce de hiç kimse böyle bir sual sormamıştı".
[405]
Iztırâb, vermiş
olduğumuz bu misallerden de anlaşıldığı gibi, hadîsin za'fını gerektiren bir
illettir; zira bunun menşei, hadîs râvilerinin, ne kadar güvenilir olurlarsa
olsunlar, rivayet ettikleri bir hadîste, geçici de olsa, gösterdikleri bir zabt
zayıflığıdır. Bu zayıflık dolayısıyle değişik şekillerde gelen rivayetlerden
herhangi birini tercih etmek mümkün olmadığı zaman, o rivayet muztarib olmakta
ve merdûd hadîsler arasında yer almaktadır.
[406]
Kelimeyi yanlış okumak
manâsında tashîften ism-i mefûl olan musahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya
isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş
ve bu hata ile rivayet edilmiş hadîse verilen isimdir.
Hadîsin gerek
metnindeki bir kelimenin ve gerekse isnadmdaki bir râvi isminin telaffuzunda
vâkî olan hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız
bazı harflerindeki noktaların değişmesiyle (yâni noktalı bir harften noktanın
düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyle), yahutta
kelime veya ismin yazılış yönünden şekil değiştirmesiyle olur.
Mütekaddimûndan olan
hadîsçiler, bu iki hatâ şekli arasında herhangi bir ayırım yapmamışlardır.
Bunlara göre, ister harfte yalnız nokta değişikliği olsun, ister kelimede
şekil değişikliği olsun, her ikisi de musahhaf tır; çünkü her ikisi de bir hatânın
neticesidir. Nitekim bu konuya bir kitap tahsis eden el-Askerî, her iki şekle
de delâlet etmek üzere, kitabına et-Tashtf ve't-tahrîf ve şerhu mâ yaka'u fth
adını vermiş
[407]ve tashîf ve tahrîrin
kendi nazarında bir ve aynı olduğunu belirtmek istemiştir.
Bununla beraber, daha
sonraki hadîsçüer, her iki hatâ şeklim birbirinden ayırmaya meyletmişlerdir.
Meselâ îbn Hacer, yazı şeklinin baki kalarak sadece nokta değişmesiyle bir
yahut birkaç harfin değişmesi halinde ortaya çıkan ibareye musahhaf, şekil değişikliğine
uğramış ibareye de mu-harref adını vermiştir'.
[408]
Tashîf ve tahrifin,
bazen hadîsin metninde, bazen de isnadında vâki olduğu gözönünde
bulundurularak, îbn Hacer'in tarifine göre metin yönünden musahhaf olan bazı
hadîsleri misal olarak zikretmekte fayda vardır:
Ebû Eyyûb el-Ensârî,
Hazreti Peygamberden rivayet etmiştir: "Kim Ramazan orucunu tutar, sonra
da onu takiben Şevvâl'den altı günü oruçlu geçirirse, bütün sene oruç tutmuş
gibi olur".
Hadîs, Müslim,
et-Tirmizî, Ebû Dâvûd ve îbn Mâce tarafından rivayet edilmiştir''.
[409]Ancak
ed-Dârakutnî'nin belirttiğine göre, yine Ebû Eyyûb tarikiyle hadîsi nakleden
Ebû Bekr es-Sûlî, hadîs metninde geçen sitten kelimesinde tashîf yapmış ve
demiştir'.
[410]
Hazreti Peygamber
tarafından sadaka âmili olarak gönderilen Esd (Ezd) kabilesinden
Îbnu'l-Lutbiyye adında biri, dönüşünde, topladığı vergileri getirip
"bunlar sizin" diyerek Hazreti Peygambere teslîm etmiş, bazı şeyleri
de yanında alıkoyup "bunlar da benim; bana hediye edildi" demişti.
Bunun Üzerine Hazreti Peygamber, Mescidde minbere çıkarak memurların hediye
kabul etmelerinin doğru olmadığını bildiren bir konuşma yapmış ve hediye
alanların, aldıklarını (deve, inek ve koyun cinsinden olursa, her biri kendi
sesleriyle bağırır oldukları halde) kıyamet günü boyunlarında taşıyacaklarını
haber vermiştir. El-Buhârî ve Müslim tarafından Ebû Humeyd es-Sâ'ıdî tarikiyle
rivayet edilen bu hadîste''[411]
"eğer bir koyun ise meler" ibaresi yer almıştır. İbnu's-Salâh'm
ed-Dârakutnî'den naklen belirttiğine göre, Ebû Mûsâ Muhammed İbnu'l-Musennâ bu
ibareyi tashîf ederek şeklinde rivayet etmiştir'.
[412]
Tashîf, bazen de
isnadta vâki olur. Bunun güzel bir örneğini el-Hâkim zikretmiştir: Muhammed İbn
Abdi'l-Kuddûs el-Mukrî'nin, bazı şeyhlerinden naklettiğine göre, Bağdâd'ta bir
şeyh hadîs rivayeti için oturmuş ve şöyle bir isnad zikretmiştir Şeyh, bu
kelimelerle şu isimleri söylemek istemiştir'':.
[413]
Tashîfin, hadîste
yapıldığı gibi, bazen Kur'ân kırâ'atinde de yapılmış olmasına ve âyet-i kerîmelerin
doğru bir şekilde ezberlenmemesi halinde bazı harf veya kelimelerin yanlış
okunmasına da şaşırmamak gerekir. Ebû Bekr el-Mu'aytî'nin anlattığına göre, bir
mürebbi, küçük bir çocuğu önüne oturtmuş ona Kur'ân okutuyordu. Bir âyeti
şöyle okuduğunu işittim:
Ona dedim ki: "Yâ
fulân, Allah böyle bir şey söylemedi. Senin okumak istediğin âyet
olacak". Bana şu cevabı verdi: "Sen, Ebû Âsim İbnu'1-Alâ' el-Kisâ'î
kıraatine göre okuyorsun. Ben ise, Ebû Hanıza İbn Âsim el-Medenî kıraatine
göre okuyorum". Adama, "senin kurrâ hakkındaki bilgine de diyecek
yok, diyerek yanından ayrıldım.[414]
Zikrettiğimiz bu
misallerde açıkça görüldüğü gibi, bazı kelimeler üzerinde yapılan hatâlar,
tamamiyle nokta değişmelerinden ibarettir ve İbn Hacer'in tarifine göre bu
çeşit hatayı ihtiva eden hadîslere musahhaf denilmiştir. Gerek tashîf ve
gerekse tahrif, umumiyetle yazılı olan bir isim veya kelimenin yanlış okunması
neticesinde meydana gelmiştir. İlk devirlerde metinlerin noktasız ve harekesiz
yazıldığı gözönünde bulundurulursa, bunları okumadaki güçlüğün hatâ yapma
ihtmalini ne derece artırdığını anlamak güç değildir. Bu bakımdan tashîfâtın
çoğu, nazfti (görme) hatâsı olarak ortaya çıkar. Bununla beraber, bilhassa
isimlerde, semâ'a, yâni işitmeye dayanan hatâların da vukubulduğu
anlaşılmaktadır. Bunun sebebi de, şifahî rivayetlerde isnad zikredilirken
söylenen bir isim veya lakabın harfleri, şekil ve nokta yönünden farklı olsa
bile, aynı vezin ve kalıptaki başka bir isim ve lakab şeklinde duyulup
karıştırılabilmektedir. Meselâ el-Hâkim'in belirttiğine göre, Ehvazlılar, bir
isnad içinde geçen Bu-keyr îbn Amir el-Becelî ismini tashîf etmişler ve Bukeyr
yerine Ukeyl demişlerdir. Bu, Bukeyr'in Ukeyl gibi duyulup anlaşılması
neticesinde ortaya çıkmış bir hatadır'.[415]
Tashîf, metinlerde vâki olduğu zaman, çok defa manâların bozulmasına da yol
açmıştır. Bilhassa bunu yapanların, hadîs bilgisi bakımından kifayetsiz, hafıza
bakımından da zayıf oldukları düşünülürse, manânın ne şekil alabileceğini
tahmin etmek güç olmaz. Bunun güzel bir Örneği, el-Buhârî ve Müslim tarafından
rivayet edilen aneze (namazda sütre
olarak kullanılan baston)
hadîsinin Muhammed İbnu'l-
Musennâ
el-Anezî nazarında kazandığı manâdır.
[416]Kutub-i
Sitte imamlarının şeyhlerinden olan bu şahıs, Hazreti Peygamberin aneze
denilen bir bastonu sütre olarak önüne dikip ona karşı namaz kıldığını bildiren
bu hadîsi işittiği zaman, "biz, şerefi büyük olan bir kavimiz; biz,
Aneze'deniz. Hazreti Peygamber bize salât (duâ) da bulundu." Demiştir.
[417]
Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı
şekli değişikliğe uğramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ
bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm
şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı
şekli değişikliğe uğramış olur.
Hadîsler arasında
kelime veya ibareleri bu türlü değişikliğe uğramış haberlere çok rastlanır.
Ancak hadîs imamları bu değişiklikleri işaret ederek onların doğru şekillerini
göstermişlerdir.
Musahhaf hadîslerden
söz ederken de açıkladığımız gibi, gerek el-Hâ-kim en-Neysâbûrî ve İbnu's-Salâh
ve gerekse en-Nevevî ve onun şârihi es-Suyûtî, yazıda şekil değişikliği ile
meydana gelen muharref haberleri, sadece harflerin nokta değişikliğine uğramasıyle
meydana gelen musahhaf hadîsler içerisinde mütalâ etmişler ve hepsine birden
musahhaf de-mişlerdir.[418]
Bununla beraber İbn Hacer, Musahhafı iki kısma ayırarak şekil ve hat
değişikliğine uğramış yazılara muharref, yalnız nokta değişikliğine uğramış
yazılara da musahhaf adını vermiştir.[419]
Zeyd İbn Sâbit'in,
Hazreti Peygamberin Mescid içinde kendisine bir oda edinmesiyle ilgili
haberinin tahrif edilmiş bir rivayeti, bunun güzel bir örneğini teşkil eder.
Zeyd İbn Sabit, bu haberinde diyerek Hazreti Peygamberin (Mescidde) hurma
yaprağından veya hasırdan kendisine bir oda edindiğini bildirmiştir. El-Buhârî
ve Müslim tarafından da nakledilen bu hadîsi
[420]şeyhinden işitmeden bir
kitaptan alıp rivayet eden İbn Lehî'a, ilk kelimede hataya düşmüş; ihtecere
okuyacak yerde, onu tahrif ederek, "hacamat oldu" manâsında ihteceme
şeklinde okumuştur'.
[421]
İsnad, lugatta ya
lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek,
yahutta müteaddî (geçişli) olarak yükseltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan
ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ,
sülâsîden kullanılan sened kelimesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında
ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu
tarif, kelimenin, dağın zirvesine yükselmek veya yükseltmek manâsından
alındığına delâlet eder.
İsnad, başka
milletlerde bulunmayan ve yalnız müslümanlara hâs olan bir sistemdir. İbn
Hazm'in ifadesine göre.
[422]hadîsin,
Hazreti Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin
yine güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız
müslümanlara hâs kıldığı bir sistemdir. Her ne kadar yahudîlerde irsal ve i'dâl
cinsinden isnada benzer bazı rivayet şekilleri görülürse de, bunlar
vâsıtasıyle Hazreti Musa'ya yaklaşmaları, bizim Hazreti Peygambere yaklaşmamız
gibi değildir. İsnad, bizi tâbi'ûn ve sahabe vâsıtasıyle Hazreti Peygambere
yaklaştırdığı halde, onları, Hazreti Musa'dan ancak otuz asır sonrası bir
devre kadar götürebilmiştir; yâni isnadın son bulduğu devirle Hazreti Mûsâ arasında
otuz asırlık bir inkıta, bir kopukluk vardır. Bu bakımdan yahudîlerin elinde,
peygamberleriyle ilgili kesin ve güvenilir haberler mevcut değildir.
[423]
Hıristiyanlarda ise,
talâkın tahrîmi İle ilgili birkaç haber müstesna, bu
vasfa sahip bir nakil mevcut değildir.
Fakat yalana ve yalancılara müstenid haberler, gerek yahudîlerde ve gerekse
hıristiyanlarda bol miktarda görülür.[424]
İsnadın hadîs
rivayetinde ve dolayısıyle İslâmiyetteki ehemmiyetine dâir hadîs imamlarından
muhtelif sözler nakledilmiştir. Meselâ Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)'in "bu
ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et"
[425]Sufyân
es-Sevrî (Ö. 161)'nin "isnad, mü'minin silâhıdır"
[426]
Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in "isnad, dîndendir; o olmasaydı,
isteyen istediğini söylerdi"[427]
Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241)'in "âlî isnad için seyahata çıkmak, önceki
nesillerden bize intikal eden bir sünnettir. Nitekim Abdullah'ın ashabı,
Kûfe'den Medine'ye rıhlet ederek Ömer'den dinliyorlar ve öğreniyorlardı"
[428]Muhammed
İbn Eşlem et-Tûsî'nin "isnadın yakınlığı (âlî isnad), Allah'a
yakınlıktır"
[429]
gibi sözleri, bunlardan bazılarıdır. Bu sözler, hadîsçiler arasında isnada
verilen değeri gösterdiği gibi, birbirinden farklı senelerde vefat eden
kimselere âit olması bakımından da, bu değerin muhtelif devirlerdeki derecesi
hakkında da açık bir fikir verir.
Netice itibariyle
isnad, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yalnız müs-lümanlara mahsus bir
rivayet sistemidir. Ebû Alî el-Ceyyânî'nin belirttiğine göre, Allah,
müslümanları diğer milletlerden üç özellikle ayırmıştır. İsnad, bu üç
özellikten biridir. Diğer ikisi ise, ensâb ve i'râbtır. Nitekim el-Hâkim'in ve
diğer imamların Mataru'l-Varrâk'tan rivayet ettiklerine göre, Kur'ân-ı
Kerîm'den nazil olan ev esaretin min ilmin (yahut bir bilgi kırıntısı. ..
[430]
âyeti de, isnada delâlet eden ve bu manâda tefsir edilen bir ibaredir.
[431]
Yukarıda naklettiğimiz
Muhammed İbn Sîrîn'e âit bir söz, rivayetlerde isnad tatbikinin Önemini
belirtmesi yönünden ayrı bir değere sahiptir. Eğer îbn Sîrîn'in Hicrî 110
senesinde vefat ettiği de gözönündebulundurulacak olursa, onun bu sözünden,
hadîs rivayet edenlere hadîslerini kimlerden aldıklarım sorma işinin ve
dolayısıyle rivayette isnad tatbikinin oldukça erken bir devirde başladığı
anlaşılır. Nitekim kaynaklardan Öğrendiğimize göre İkinci halîfe Ömer thnu'l-Hattâb'm, hadîs
nakleden bazı kimselere, hadîslerini kimden ve ne zaman işittiklerini sorması
ve onu başka kimselerin de işitip işitmediğini araştırması
[432]
keza Alî îbn Ebî Tâlib'in, kendisine hadîs nakledenleri yemîne davet etmesi,
[433] ilk
isnad tatbikinin bazı işaretleri olarak gösterilebilir. Maamafîh sahabe
devrinde, daha sonraki devirlerde görülen mükemmel bir isnad tatbikini aramaya
da gerek yoktur. Çünkü sahabe, Hazreti Peygamberin muasırlarıdır ve bunlarla
Hazreti Peygamber arasında, onlara Hazreti Peygamberin hadîslerim nakleden
başka bir nesil mevcut değildir. Her ne kadar küçük yaşta olan sahabîlerin
çoğu, hadîslerim yaşlı sahabîlerden almışlarsa da, İslâm'ın bu ilk müntesibleri
için yalan söylemek, veya söylenen yalanları Hazreti Peygambere isnad
etmek elbette söz
konusu değildir. Hepsi
de udûl ve
rivayetlerinde sadûk'turlar. Bu sebeple rivayet ettikleri hadîslerin
garantisi olarak, veya doğru rivayet edip etmediklerini tahkik etmek
maksadıyle, onlardan haberlerinin kaynaklarım sormak lüzumsuz gibidir. Fakat
sahabe arasında yetişmeye başlayan yeni neslin, yâni tâbi'ûn neslinin hadîs
rivayetine iştirak etmesinden sonra durum değişmiştir. Çünkü bu nesil
içerisinde, sahabenin, katıksız, saf ve her türlü şüpheden uzak îmanına sahip
olmayan kimseler de vardır. Yalan, bu kimselerin ağızlarından su gibi
akmaktadır. Böyle olduğu içindir ki ilk defa üçüncü halîfe Osman îbn Affân
devrinde fitne adı verilen bazı karışıklıklar başgöstermiş, Hazreti Osman şehîd
edilmiş, Şî'a, Havâric, Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye, Cehmiyye ve Mutezile gibi
siyasî ve itikadî fırka ve mezhebler ortaya çıkmıştır. Bu fırka ve mezhebler,
İslâm dünyasına yeni bir takım görüş ve inançlar getirmiş; fakat bu görüş ve
inançlar, umumiyetle, islâm inanç ve itikadına aykırı düşmüştür. Bu aykırılık
ise, kendi mensuplarını, sahip oldukları görüş ve inançların müdâfasmda ve onlara
îslâmî bir libas giydirilmesinde yeni bir takım faaliyetlere sürüklemiş; içlerinde
muhafaza ettikleri İslâmî îmanın za'f ve noksanlığı sebebiyle de, giriştikleri
bu faaliyetlerde kendi yönlerinden başarılı olmuşlardır. Çeşitli fırka
mensuplarının, fıtratları icabı, kolayca başardıkları bu faaliyetlerin başında,
inançlarım destekleyecek hadîsler uydurmak ve bunları Hazreti Peygambere isnad
ederek halk arasında yaymak geliyordu.
İşte, daha önce mevzu
hadîslerin zuhuru ile ilgili bölümde de açıkladığımız bu gelişmeler,
hadîsçileri, hadîs rivayet eden kimselerden, haber kaynaklarını sormaya, daha
doğrusu isnadlaruıı daha titiz bir şekilde araştırmaya sevketmiştîr. Çünkü
kişi için neseb ne ise, haber için isnad da o idi. İsnadın bu ehemmiyeti
dolayisıyledir ki, yukarıda bir sözüne işaret et-tiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'üı
başka bir sözü, isnad tatbikinin başlangıcını belirtmesi yönünden de ayrı bir
değer taşır. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle demiştir: "Bidayette isnad
sormuyorlardı. Ne zaman ki fitne zuhur etti, (hadîs rivayet eden kimselere),
bize hadîs aldığınız kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar.
Bakıyorlar, (ismi verilen şahıs) sünnet ehlinden ise, hadîsini alıyorlardı;
bid'at ehlinden ise, hadîsini terkediyorlardı".
[434]
Burada şunu tekrar
belirtmek gerekir ki, İbn Sîrîn'in bu sözü, fitneden önce hiç isnad
kullanılmadığına delâlet etmez. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi,
sahabîler, işitmiş oldukları hadîsin sıhhatinden mutmain olmak için, bazen
kaynak soruyorlar, veya hadîsi nakleden sahabîden şâhid taleb ediyorlardı,
fakat bu titizlik, karşılarındaki râvinin doğruluğuna güvenmemekten değil,
sadece kendilerini mutmain kılmak arzusundan ileri geliyordu. Yoksa isnad
tatbiki, Araplar arasında câhiliyye devrinde de bilinmekte ve bazı şiirlerini
ve kıssalarını isnadlarıyle nakletmekte idiler. Bununla beraber isnadın
sistemli bir şekilde tatbiki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sahabenin son,
tâbi'ûnun da ilk devirlerinde ve müslümanlar arasında zuhur eden fitneden sonra
başlamıştır. Muhammed İbn Sîrîn'in yukarıda naklettiğimiz haberine ilâveten,
Müslim'in kesiksiz isnadla Mucâhid'ten naklettiği şu haber de aynı hususu teyîd
etmektedir. Mucâhid der ki: "Bu-şeyr el-Adevî, İbn Abbâs'a gelerek Hazreti
Peygamber şöyle dedi, Hazreti Peygamber böyle dedi, diyerek hadis rivayet
etmeye başladı. Fakat İbn Abbâs onu dinlemiyor, hadîs rivayetine de müsade
etmiyordu. Nihayet Bu-şeyr dayanamadı ve şöyle dedi: Yâ îbn Abbâs! Görüyorum ki
benim Hazreti Peygamberden rivayet ettiğim hadîslere kulak asmıyorsun; beni
dinlemiyorsun, îbn Abbâs Buşeyr'e şu cevabı verdi: Biz, bir zamanlar, bir kimsenin
Hazreti Peygamber şöyle dedi, dediğini işittiğimiz zaman, onun söylediğini
gözlerimizle Hazreti Peygamberden görüyor, kulaklarımızlada işitiyorduk. O
zamanlar onun üzerine yalan söylenmiyordu. Fakat ne zaman ki halk, iyi olsun
kötü olsun, sülük ettiği yolu ayırt etmez oldu; biz de ancak bildiğimiz
hadîsleri almaya başladık'.
[435]
Tâbi'ûn devrinde isnad
gerçek değerini kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs rivayet edenleri dâima
ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açıklamaya davet etmişlerdir. Meselâ
yukarıda ismi geçen İbn Şîrîn "bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına
dikkat et" diyerek isnada önem verilmesini tavsiye ederken,
[436] Hicrî 124 senesinde vefat etmiş olan İbn Şihâb
ez Zuhrî, kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek kendisiyle Hazreti Peygamber arasındaki
râviyi atlayan İbn Ebî Ferve'yi azarlamış ve "hadîsini niçin isnada
bağlamıyorsun da, bize ipi ve halkası olmayan hadîsleri rivayet
ediyorsun?" demiştır.[437]
Sufyân es-Sevrî (Ö.161) ve Abdullah Ibnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in isnadla ilgili
sözlerine yukarıda işaret etmiştik.
İsnada verilen bu
değer sayesinde, hadîs rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de
mümkün olmuş ve herbiri hakkında tanzim edilen biyografik tarihler yardımı
ile, kimin güvenilir, kimin zayıf ve yalancı olduğu tesbît edilerek bu ilimle
meşgul olanların istifadelerine sunulmuştur.
[438]
Hadîs ilminde
isnadlar, ihtiva ettikleri râvi sayısının azlığına veya çokluğuna, yahut başka
bir ifade ile, bir hadîsi rivayet eden en son râviyi ilk kaynağına ulaştıran
yolun kısalığına veya uzunluğuna göre değerlendirilmiş, onlara verilen bu
değer, kendileriyle gelen hadîsler için de ayrı bir değer Ölçüsü olmuştur.
Basit bir misalle açıklamak gerekirse, tâbi'ûndan olan bir râvi, Hazreti
Peygamberin bir hadîsini, en kısa yoldan, ancak bir sahabî vâsıtasıyle alıp
rivayet edebilir. Buna göre, tâbi'î ile Hazreti Peygamber arasında, hadîsi
tâbi'îye ulaştıran sadece bir râvi vardır ve ı da sahabîdir. Bununla beraber,
bazen bu isnadın uzadığı ve hadîsi tâbi'îye ulaştıran râvi sayısının arttığı
görülür. Bu artış ise, tâbi'înin o hadîsi bir sahabîden değil de, kendisi gibi
başka bir tâbi'îden almış olmasından meydana gelir. İlerdeki tabakalarda bazen
bu artışın daha da çoğaldığı görülebilir. Meselâ el-Buhârî, Sahih 'indeki 22
kadar hadîsi, Hazreti Peygamberden sadece üç râvi vâsıtasıyle naklettiği, yâni
kendisiyle Hazreti Peygamber arasında üç râvi bulunduğu halde, diğer
hadîslerim, normal olarak, dört, beş veya altı râvi vâsıtasıyle nakletmiştir.
İşte bu kısa açıklamadan da anlaşıldığı üzere, isnadlar, kendilerini oluşturan
râvi sayılarının az veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve
kaynağa daha az râvi ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi olan isnada da
nazil denilmiştir.
[439]
Alî, lugatta, yücelik
veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı
dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu
yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahüı bir isnadla
rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Yukarıda zikrettiğimiz misalden de
anlaşıldığı gibi, bir tâbi'înin Hazreti Peygambere yakınlığı, hadîsi bir sahabî
vâsıtasıyle ondan nakletmesidir.
Fakat tâbi'î, hadîsini
nakletmek istediği sahabîyi görmemiş ve ondan hadîs işitmemiş ise, ondan işiten
bir başka tâbi'îden hadîsi nakletmek zorunda kalır. Bu durumda, kendisiyle
Hazreti Peygamber arasında , birisi kendisi gibi bir tâbi'î, birisi de bu tâbi'înin
hadîs aldığı sahabî olmak üzere iki vâsıta bulunur ve dolayısıyle uluv, yâni
Hazreti Peygambere yakınlık ortadan kalkmış olur. Halbuki bu tâbi'î, hadîsi,
kendisi gibi başka bir tâbi'îden rivayet etmek yerine, o hadîsi rivayet eden
sahabîyi arayıp bulsa ve ondan işitse idi, kendisi ile Hazreti Peygamber
arasında yalnız o sahabî bulunacak ve dolayısıyle kısa yoldan ona ulaşmış
olacaktı.
Râvi sayısının azlığı
dolayısıyle âlî olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu
dolayısıyle nazil olan aynı hadîsin diğer rivayetine tercih edilir. Çünkü bir
isnadda yer alan ricalden herbirinin kendi cihetinden bir hatâ yapması ihtimali
gözönünde bulundurulursa, ricalin bir isnadda çoğalması halinde hatanın da o
nisbette artabileceği, buna karşılık daha az rical ile rivayet edilen bir
hadîste daha az hatâ yapılacağı tabiîdir
[440] Bu
bakımdan uluv, isnada yüksek bir değer kazandırır. Hadîs imamları, âlî isnadla
rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli se-yehatları bu sebepten
ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu sözleriyle açıklamıştır:
"Âlî isnad talebi, bize seleften kalan bir sünnettir"
[441]Filhakika
bunun örneklerini gerek Hazreti Peygamberin hayatında ve gerekse sahabe ve
tâbi'ûn devirlerinde görmek mümkündür. El-Hâkim Ebû Abdillah, Enes İbn
Mâlik'ten şöyle bir. haber nakletmiştir: "Hazreti Peygambere herhangi bir
şey sormaktan nehyolunmuştuk. Bu sebeple bir bedevinin ona gelip bazı şeyler
sorması ve bizim de bunu dinlememiz hoşumuza gidiyordu. Bir gün böyle bir adam
geldi ve dedi ki: Ey Muhammed, bize habercin geldi ve senin Allah tarafından
gönderildiğini söyledi; sen böyle diyormuşsun. Hazreti Peygamber, evet doğru,
deyince, bedevi suallerine devam etti ve Allahu Ta'âlâ ile İslâm'ın şartlarına
dâir birçok sual sordu; öğreneceğini öğrenip oradan ayrıldı"(18).
El-Hâkim, haberi naklettikten sonra şöyle der: "Bu hadîs Müslim'in
Sahîh'inde yer almış olup, âlî isnad talebinin caiz olduğuna delâlet eder.
Bedevî, Allah'ın üzerlerine farz kıldığı ibadetleri Hazreti Peygamberin
elçisinden öğrenmiş olmakla beraber, bununla iktifa etmemiş, Hazreti
Peygamberin bulunduğu yere seyahat ederek elçinin haber verdiklerini bizzat
onun ağzından işitmiştir"
[442]
Buna benzer seyehatlar
sahabe devrinde de görülür. Yine el-Hâkim'in bir haberine göre, Ebû Eyyûb
el-Ensârî, Mısır'da bulunan Ukbe İbn Âmir'e bir hadîs sormak için Medine'den
Mısır'a gitmiş ve o hadîsi sorup öğ-
rendikten sonra tekrar
Medine'ye dönmüştür. El-Hâkİm'in ifadesine göre, o sıralarda bu hadîsi Hazreti
Peygamberden işiten Ebû Eyyûb ile Ukbe İbn Âmir'den başka sahabî kalmamıştı.
Bununla beraber Medine'de hadîsi ikinci elden alan kimseler de yok değildi.
Ebû Eyyûb, hadîs üzerindeki tereddüdünü izale etmek için Mısır'a gitmeden bu
kimselere başvurabilirdi. Fakat o, bununla iktifa etmemiş ve hadîsi bizzat
Hazreti Peygamberin ağzından işiten Ukbe'ye danışmak için Mısır'a gitmiştir'.[443]
İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere
başlıca iki kısımda mütalâ edilmiştir:
[444]
Güvenilir bir isnadla
Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu yakınlık, Muhammed İbn Eşlem
et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gibidir. Çünkü isnadın yakınlığı,
Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise, Allah'a
yakınlıktır.[445] Bu kısım, uluvvun en yüksek
derecesini teşkil eder ve buna uluvv- mutlak denir.
[446]
Burada şu hususu da
belirtmek gerekir ki, âlî isnadta aranması gereken en mühim şart, isnadın
zayıf olmaması, hele içinde, sahabeden hadîs işittiğini iddia eden yalancıların
bulunmamasıdır. îbn Hudbe, Dînâr, Harrâş, Nu'aym îbn Salim, Ya'lâ îbn Eşdak, ve
Ebu'd-Dunyâ el-Eşec gibi bazı kimseler, sahabeden bazılarına mülâkî olduklarını
ileri sürerek onlardan bazı hadîsler rivayet etmişlerdir. Bu suretle isnadları
uluv mertebesini kazanmış olmakla beraber, zayıflıkları dolayısıyle hiçbir
değer İiade etmezler ve tabiatiyle daha sağlam olan nazil isnadlar, bu çeşit
âlî isnadlara tercih edilirler'
[447]
Bazı hadîs eserleri
gözden geçirilecek olursa, nazil isnadlar yanında âlî isnadların da yer aldığı
kolayca görülür. Meselâ Mâlik İbn Enes'in âlî isnadı ikilidir; yâni İmam Mâlik
ile Hazreti Peygamber arasında, biri sahabî biri tâbi'î olmak üzere iki râvî
halkası yer almıştır. El-Buhârî, sayıları 22 yi bulan bazı hadîsleri, Hazreti
Peygamberden yalnız üç râvi vâsıtasıyle nakletmiş, bazı hadîslerin isnadında
ise, râvi sayısı dokuzu bulmuştur. El-Buhârî'den sonra gelen hadîsçilerin âlî
isnadlarmdaki râvi sayısı daha da artmıştır; bu artış, tabiatiyle, her gelen
yeni nesille ve Hazreti Peygamber devrinden uzaklaştıkça fazlalaşmıştır. Meselâ
Hicrî 256 senesinde vefat eden el-Buhârî'nin âlî isnadı, biraz Önce de
kaydettiğimiz gibi, üçlü iken, Hicrî 911 senesinde vefat eden Celâlu'd-Dîn
es-Suyûtî devrinde on ikili olmuştur. Es-Suyûtî bu konu ile ilgili olarak şöyle
demiştir: "Bu devirde bize ve bizim emsalimize semâ yolu ile ve muttasıl
isnadla sahîh olarak gelen hadîslerin en âlî olanları, bizimle Hazreti
Peygamber arasında on iki râvisi bulunan isnadlardır. Araya icazet girmiş olan
hadîslerin âlî isnadları on birli, biraz zayıf olmakla beraber yalan
sayılamıyacak olanlar onludur".[448]
Uluvvun en yüksek
mertebesi olarak açıklamaya çalıştığımız bu kısım, el-Hâkim Ebû Abdillah
tarafından tenkide tâbi tutulmuş ve her nedense, râvi adedinin azlığı dolayısıyle
tezahür eden Hazreti Peygambere yakınlık, matlûb olan uluvden addedilmemiştir.
Kitabında âlî isnad talebiyle ilgili bazı haberleri zikrettikten sonra, uluvvun
bilinmesi konusuna geçmiş ve şöyle demiştir:
"...İsnadlardan âlî olanların bilinmesine gelince, bunlar, avamın
zannettiği gibi, râvi sayısı bakımından Hazreti Peygambere yakın olan isnadlar
değildir"'.
[449]
El-Hâkim'in bu ifadesi, herhangi bir izaha lüzum hissettirmeyecek kadar
açıktır. Ancak bu ifadeyi takip eden misaller, üzerinde dikkatle durulması
gereken bir Özellik arzeder. El-Hâkim, bu misallerin birincisinde, kendisine
âlî olarak ulaşan bir isnad verir. Bu isnadta uhıv, Ebû Hudbe İbrahim İbn
Hudbe'nin Enes İbn Mâlik'ten rivayeti itibariyledir. Keza
bunu takip eden
misallerde, Abdullah İbn
Dînâr'ın Enes'ten, Mûsâ İbn Abdillah et-Tavîl'in yine Enes İbn
Mâlik'ten, Ebu'd-Dünyâ Osman İbnul-Hattâb'm Alî îbn Ebî Tâlib'ten rivayetlerini
zikreder. El-Hâkim'e göre, bu ve buna benzer isnadlarla ihticac olunmaz; yâni
bunlar delil olarak kullanılamaz. Hiçbir hadîs imamının musnedinde bunlardan
nakledilmiş tek bir hadîs yoktur. O halde ricalin sayısına göre değil, fakat
anlayışa göre bilinen âlî isnad daha başka bir şeydir. Çünkü Öyle isnadlar
vardır ki, râvi sayısı yedi ile on arasında değiştiği halde, dörtlü olanlardan
daha âlîdir. Bu esasa istinaden, meselâ Müslim'in Sahîh'inde yer alan
el-A'meş'in "dört şey vardır ki kimde bulunursa, o kimse münafık
olur" hadîsi
[450]ve(ravj]j
bir isnada sahiptir ve bu isnad âlîdir. Çünkü buradaki yakınlık, Süleyman İbn
Mihrân el-A'meş'e olan yakınlıktır ve hadîs el-A'meş'in hadîsidir; el-A'meş
ise, hadîs imamlarından biridir. Buna göre uluv, sahîh bir rivayette, hadîs
imamlarından birine az bir râvi sayısıyle yakınlıktan ibarettir.
[451]
El-Hâkim'den özetlediğimiz
bu görüş, uluvvu, yalnız hadîs imamlarından birine olan yakınlık şeklinde
ortaya koymakta, fakat Hazreti Peygambere olan yakınlığı uluvden
saymamaktadır. Oysa daha sonraki mus-talahu'l-hadîs müellifleri, yukarıda da
zikrettiğimiz gibi, uluvvu beş kısma
ayırmışlar
ve Hazreti Peygambere yakınlığı, uluvvun en yüksek mertebesi olarak tavsif
etmişlerdir. El-Hâkim ise, bu kısmı reddederek zayıf olan âlî isnadları misal
olarak ileri sürmüştür. Halbuki daha sonraki müellifler, sahîh olan rivayetleri
bahis konusu ederek, bu çeşit rivayetlerde Hazreti peygambere yakınlığı uluvvun
en yüksek derecesi saymışlardır.
[452]
Uluvvun ikinci kısmı,
uluvvu't-tenzîl de denilen uluvu-i nishîdir ki, el-A'meş (Ö. 148), îbn Cureyc
(Ö. 150), el-Evzâ'î (Ö. 157), Şu'be (Ö. 160), Mâlik (Ö. 179), Huşeym (Ö. 188)
ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sayısının azlığı dolayısıyle, veya
Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan birinin rivayetine nisbetle ortaya
çıkan yakınlıktır. Bu kısımda, Hazreti Peygamberle hadîs imamı arasındaki râvi
sayısının azlığı veya çokluğu nazar-ı dikkate alınmaz; bu arada râvi sayısı çok
olsa bile, uluv, hadîs imamı ile daha sonraki devirdeki hadîsin son râvisi
arasındaki yakınlık ile teşekkül eder. Keza mutemed kitaplardan birine nisbetle
olan yakınlık da, son râvinin, hadîsi, kitap tarîkmdan başka bir tarîkla
rivayet etmesi halinde teşekkül edecek olan yakınlıktır. Meselâ et-Tirmizî,
Alî İbn Hucr'dan; o, Halef İbn Halîfe'den; o, Humeyd el-A'rec'ten; o, Abdullah
İbnu'l-Hâris'ten; o da İbn Mes'ûd'tan "Allahu Ta'âlâ, Mûsâ fa.s.) ile
konuştuğu zaman Hazreti Musa'nın üzerinde yünden bir cübbe vardı" hadîsim
rivayet etmişti.[453] Bir
kimse, et-Tirmizî tarikiyle bu hadîsi rivayet etse, o kimse ile Halef İbn
Halîfe arasında meselâ dokuz râvi bulunduğu halde, bir cüz sahibi olan Hasan
İbn Arafe vâsıtasıyle rivayet etse, kendisiyle Halef arasında yedi râvi
bulunacak.[454] Bunu şöyle bir şema ile
göstermek, konunun daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır:
1 No.lu şemada
görüldüğü gibi, el-Irâkî, Hazreti Peygamberin Hz. Mûsâ ile ilgili bir hadîsini
et-Tirmizî'nin el- Cami 'indeki tarîkıyle aldığı zaman, kendisiyle Halef İbn
Halîfe arasında et-Tirmizî de dâhil dokuz râvi bulunmaktadır. Fakat aynı hadîsi
el-Hasan ibn Arafe'nin Cüz'ünden aldığı zaman, kendisi ile Halef arasında yedi
râvi vardır. Yâni isnad diğerine nis-betle âlîdir. Buna uluvv-i nisbî denir.
Maamafih İbn Arafe'nin Cüz' ü tarîkıyle gelen isnad da bizatihi mutlak âlîdir.
Zira el-Irâkî ile Hazreti Peygamber arasındaki yakınlık buna delâlet eder; hadîsin
bundan daha âlî bir senedi yoktur''.[455]
Uluvv-i nisbî,
rivayetteki duruma göre dört şekilde tezahür eder ve her biri ayrı ayrı isimler
alır.
a) Muvafakat: Muvafakat, mutemed kitaplardan birinin
şeyhine, daha âlî bir başka senedle vusuldür.
Meselâ 2 No.lu şemada
görüldüğü gibi, musannif el-Buhârî, şeyhi Mu-hammed İbn Abdillah el-Ensârî
tarikiyle bir hadîs rivayet etmiştir. Bir kimse, el-Buhârî tarikiyle değil de
onun şeyhi el-Ensârî'nin kitabına varan bir başka tarîkla bu hadîsi rivayet etmiş
olsa, isnadı el-Buhârî'ye nisbetle âlî olduğu gibi, şeyhi el-Ensârf den rivayet
etmek hususunda el-Buhârî ile aralarında muvafakat meydana gelmiş olur.
b) Bedel:Uluvv-i nisbînin
ikinci şekli bedeVdir
ve buradaki muvafakat,
musannifin şeyhinin şeyhi üzerinde hâsıl olur. Yukarıda verdiğimiz ilk şema
bedele misal teşkil eder. El-Irâkî, bir başka tarîkla et-Tirmizî'nin şeyhinin şeyhine vâsıl
olmuştur ve et-Tirmizî ile aralarında muvafakat, onun şeyhinin şeyhinde
vukubulmuştur.
c) Musâvât:Uluvv-i
nisbînin üçüncü şekli musâuât'tır.
Bu, kitap sahibi ile Hazreti
Peygamber veya sahabî arasında kaç râvi varsa, bir kimsenin, bir başka tarîkla
Hazreti Peygambere veya o sahabîye kadar aynı sayıdaki râviler vâsıtasıyle o
hadîsi rivayet etmesidir.
d) Musâfaha:
Bu musâvât, râvi ile değil de râvinin şeyhi ile kitap sahibi arasında olursa,
buna da musâfaha denir ve uluvv-i nisbînin dördüncü şeklini teşkîl eder.[456]
Bir başka uluv şekli,
râvinin diğer bir isnaddaki râviye nisbetle erken ölmesi halinde teşekkül eder.
Bu durumda meselâ, iki isnaddan birinde diğerine nisbetle râvi sayısının az
olması bahis konusu değildir. İbnu's-Salâh, ÜÇ râvi vâsıtasıyle el-Beyhakî (Ö.
458) 'den, onun da el-Hâkim (Ö. 504)'den
rivayetini
misal olarak zikretmiş ve bu isnadın, yine üç râvi vâsıtasıyle Ebû Bekr İbn
Halef (Ö. 487)'den, onun da el-Hâkim'den rivayetine nisbetle âlî olduğunu
söylemiştir.[457]
3 No.lu
şemada görüldüğü gibi, İbnu's-Salâh'la el-Hâkim arasında iki rivayet zinciri
vardır ve her iki zincirdeki râvi halkası aynı sayıdadır. Bununla beraber,
İbnu's-Salâh'm el-Beyhakî tarikiyle aldığı rivayet senedi, İbn Halef tarikiyle
aldığı rivayet senedine nisbetle âlîdir; çünkü el-Beyhakî, İbn Haleften 29 sene
önce vefat etmiştir.
Bu uluv, bir râvinin
diğer bir râviye nisbetle erken ölmesi halinde bir isnad için verilen hükümdür.
Yâni burada iki râvinin veya iki şeyhin vefat tarihleri nazarı dikkate alınarak
yapılmış bir kıyas vardır. Bazen de böyle bir kıyasa gidilmeden tek bir isnad
üzerinde durulur ve şeyhin ölümünün te-kaddümü halinde senedin âlî olduğuna
hükmedilir. Çünkü şeyhin ölümünün tekaddümü ile, ondan yapılan rivayet arasına
uzun bir zaman girmiştir. Bazılarına göre bu zaman 50, diğer bazılarına göre
de 30 sene olarak tesbît edilmiştir. Bir başka ifade ile râvi, şeyhin ölümünden
50 veya 30 sene sonra rivayet etmiş olursa isnad âlî olur.[458]
Uluvvun başka bir
şekli, râvi sayısı yine aynı olmak üzere, bir şeyhten işiten iki râviden
birinin, diğerine nisbetle şeyhini daha evvel işitmesi ile teşekkül eder. Yâni
bir şeyhten, râvilerden biri altmış, diğeri kırk sene evvel hadîs işitmiş ise,
birincisi diğerine nisbetle âlî sayılır. Bu çeşit uluv, bilhassa âhır
ömürlerinde ihtüâta maruz kalan güvenilir şeyhlerden hadîs alınması halinde
değer kazanır.
[459]
Zira semâ'ı tekaddüm eden râvi, şeyhin hâl-i sıhhatinde, semâ'ı teahhur eden
râvi ise, onu hâl-i ihtilâtmda işitmiş olur. Bununla beraber, bazen de şeyhin,
ilk rivayetinden sonra itkan ve zabt derecesine baliğ olduğu gözönünde
bulundurularak, semâ'ı teahhur eden râvinin isnadı âlî sayılır. Ancak bu uluv,
uluvv-i manevîdir.
[460]
İbn Tâhir ve İbn Dakîk
el-îd, uluvvün son iki kısmında yer alan te-kaddüm-i vefat ve tekaddüm-i semâ'ı
tek bir kısım içinde mütalâ etmişler, buna karşılık el-Buhârî ve Muslini ile
diğer bazı meşhur kitaplara az bir râvi sayısı ile vüsûlü, uluvvün başka bir
kısmı olarak zikretmişlerdir. Ayrıca nadiren bulunan ve zikrinde zaruret
görülen azîz hadîsler de, hangi yönden rivayet edilirlerse edilsinler, âlî
sayılmışlardır.
[461]
Nuzûl kelimesi, uluvvün
karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına en çok
râvi sayısı ile ulaştıran isnadın keyfiyetidir. Buna göre nazil, hadîs
rivayetinde en son râvi ile Hazreti Peygamber veya hadîs imamlarından biri
arasındaki râvi sayısının azlık veya çokluğuna, yahut meşhur hadîs
kitaplarından birinin rivayetine, râvinin erken veya geç vefat etmesine,
yahutta hadîs semâmın erken veya geç vu-kubulmasma göre, isnadın uzunluk veya
kısalık yönünden kazandığı iki vasıftan biridir. Diğer vasıf, daha önce
üzerinde durulan isnadın âlî olmasıdır.
Bilindiği gibi âlî
isnad, en son râviyi haberin kaynağına en az râvi sayısı ile ulaştıran en kısa
yoldur. Bunlar, daha önce de açıklandığı üzere beş kısma ayrıldıkları gibi,
nazil isnadlar da beş kısma ayrılırlar ve bu beş kısmın her biri, âlî
isnaddaki kısımların mukabilidir. Buna göre, meselâ âlînin birinci kısmı,
Hazreti Peygambere sahîh bir isnadla yakınlıktır. Nazilin birinci kısmı da,
aynı hadîsin rivayetinde daha çok râvi sayısı ve daha uzun bir isnadla Hazreti
Peygambere ulaşmaktır. Meselâ el-Buhârî'yi üç râvi va-sıtasıyle Hazreti
Peygambere ulaştıran isnad âlî olduğu halde, aynı had: sın altı veya yedi râvi
ile gelen diğer bir isnadına nazil denir. Nazilin diğer kısımlarını da âlînin
bilinen kısımlarına göre tesbît etmek mümkündür.
Nazil isnadlar, râvi
sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata yapılması ihtimalinin fazlalığı
dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet görmemiştir. Bununla beraber, nazil
isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden
üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine temayüz ederlerse, yahut âlî
isnad râvileri hadîsi munâvele veya icazet gibi bazı münakaşalı tahammül
yollarından biri ile aldıkları halde, nazil isnad râvilerinin semâ ile muttasıl
oldukları görülürse, nazilin âlî isnada tercîh edilmesi tabiî olur. Zira
isnaddan maksat, onun âlî veya nazil olanını bulmak değil, fakat onun
vâsıtasıyle gelen hadîsin sıhhatinden emîn olmaktır. Bu emniyeti temîn eden
isnad, âlî veya nazilden hangisi ise, tercîh ona göredir. Nitekim Vekî
İbnu'l-Cerrâh, bir gün ashabına: "Size göre el-A'meş, an Ebî Vâ'il, an
Abdillah isnadı mı, yoksa Sufyân, an Mansûr, an ibrahim, an Alkame, an Abdillah
isnadı mı daha iyidir?" sorusunu sormuş, onlar da bu soruya:
"El-A'meş, an Ebî VâHl, an Abdillah" cevabını vermişlerdir.
"Çünkü bu isnad daha yakındır; yâni âlîdir". Bunun üzerine Vekî
onlara şöyle demiştir: "El-A'meş bir şeyhtir; fakat Sufyân, an Mansûr, an
İbrahim, an Alkame isnadı fakîhun, an fakîhin, an fakîhin, an fakîhin isnadı
gibidir".
[462]
Râvi halkalarından
oluşan isnad zinciri, bir bakıma metne götüren bir tarîk, veya bir yol olduğuna
göre, bu yolun, bazen Hazreti Peygambere kadar ulaşsa bile, bazen de yalnızca sahabîye,
veya yalnızca tâbi'îye kadar ulaştığı olağan hallerdendir ve her kime ulaşmış
ise, onun bize aksettirdiği haber de, o kimsenin söz veya fillerinden biri olup
hadîs ilminde kendilerine hâs isimlerle belirlenmişlerdir. Buna göre isnad, ya
Hazreti Peygamberde son bulmuştur ve dolayısıyle onun söz veya fiillerini
aksettirir ki, bunlara merfû denilmiştir. Yahut sahabîde son bulmuştur; onların
hadîslerine mevkuf denilmiş; yahutta tâbi'îde son bulmuş ve onun maktu denilen
sözlerini aksettirmiştir. Bunların yanında bir de musned denilen hadîsler vardır
ki, bunlar da, bazı görüş farklılıklarına rağmen genellikle isnadı merfû ve
muttasıl olan hadîsler hakkında kullanılmıştır. İsnadla ilgili olarak ortaya
çıkan bu hadîs çeşitleri hakkında aşağıda daha geniş bilgi verilmiştir.
[463]
Özellikle Hazreti
Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden -ister munkatı isnadla
rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun - bütün
hadîslere merfû denilmiştir. Bu söz, fiil ve takrirler, ya açık bir ifade ile
Hazreti Peygambere isnad edilirler; yahutta bunlar Hazreti Peygambere açık bir
şekilde isnad edilmemiş olsalar bile, onların, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve
takrirleri olduklarına hükmetmekte herhangi bir güçlük çekilmez. Meselâ
sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'i işittim, şöyle dedi", veya "bize
şöyle buyurdu", gibi ibarelerle naklettiği hadîsler tasrîhan merfû olan
sos Zer'dendir. Yine sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm" diyerek
naklettiği hadîsler, tasrîhan
merfû olan fiiller'dendir. Tasrîhan merfû olan
takrirler ise, yine sahabînin "Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda şöyle
yaptım", yahut "fulan kimse Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda şöyle
yaptı", yahutta "Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yapıldı"
diyerek naklettiği, fakat Hazreti Peygamberin yapılan bu fiil ve hareketlere
karşı inkâr veya itirazda bulunduğuna dâir hiçbir işarette bulunmadığı haberlerdir.
Söz, fiil ve takrir
olarak nakledilen hadîslerin tasrîhan merfû olmalarından maksat, bunların açık
bir şekilde Hazreti Peygambere izafe edilmeleridir; yahut başka bir ifade ile,
Hazreti Peygambere âit söz, fiil ve takrirler olduklarının, onları rivayet
edenler tarafından açık bir şekilde ifade edilmeleridir.
Hükmen merfû olan,
yâni Hazreti Peygambere aidiyetleri açıkça belirtilmeyen, bununla beraber,
nakledilen haberlerin mahiyetinden ona âit oldukları anlaşılan
ve merfû olduklarına
hükmedilen hadîsler de, yukarıdakiler gibi, söz, fiil ve takrirlerden
ibarettir.
İsrailiyyattan alınmamış,
bir ictihadla, bir lügatin beyanı, veya bir garîb kelimenin şerhi ile ilgisi
olmayan, fakat yaratılışın başlangıcı ve gelip geçmiş peygamberler hakkında
maziye, harpler, fitneler, kıyamet gününün ahvali gibi geleceğe âit sahabî
haberleriyle, bir fiilin yapılması halinde kazanılacak sevâb, veya bir başka
fiilin yapılması halinde maruz kalınacak ıkabla ilgili Hazreti Peygambere isnad
edilmeyen sahabî sözleri, hükmen merfû olan haberlerdir. Çünkü sahabînin bu
konulardaki sözlerini, kendi nefsinden söylemesine, ictihadda bulunarak
bunlardan haber vermesine imkân yoktur; dolayısıyle bu çeşit sözler, bunları
ona haber veren bir başkasının bulunmasını gerektirir. Ona bunları haber
verenin de ancak Hazreti Peygamber olduğuna hükmedilir ve dolayısıyle sahabînin
bu konulardaki sözleri hükmen merfû olur. Burada şuna da işaret etmek gerekir
ki, sahabînin bunları bizzat Hazreti Peygamberin ağzından işitmiş olması şart
değildir. Fakat Hazreti Peygamberden işiten bir başka sahabîden, ikinci ve
hattâ üçüncü veya dördüncü elden işitmiş olması da mümkündür.
Hükmen merfû olan
fiiller, içtihadına mecali olmadığı bir takım hareketlerdir ki, bunları
Hazreti Peygamber yaparken gördüğünü söylemese bile, onların Hazreti Peygambere
âit olduklarına hükmedilir. Meselâ eş-Şâfi'î, Hazreti Alî'nin küsûf namazını
her rek'atta ikiden fazla rükû ile kıldığını haber vermiştir. Hazreti Alî'nin
bu namazı kendi içtihadı ile bur.-kilde kılmış olabileceği söylenemez. Fakat
bunu Hazreti Peygamberden böylece öğrendiğine hükmedilir ve küsûf namazının
her rek'atta ikiden fazla rükû ile kılınması hükmen merfû olur.
Hükmen merfû olan
takrirler ise, sahabînin, Hazreti Peygamber zamanında bir işi şu veya bu
şekilde yaptıklarını haber vermesidir. "Biz Hazreti Peygamber zamanında
şöyle yapardık" denilerek nakledilen bir haberin hükmen merfü olduğuna
şüphe yoktur. Çünkü sahabenin devamlı olarak yaptıkları bir fiilden Hazreti
Peygamberin habersiz olduğu söylenemez. Keza yasak olan bir fiilin sahabe
tarafından devamlı olarak yapılması da düşünülemez. Bundan şu neticeye varılır
ki, Hazreti Peygamberin yapılmasına müsade ettiği veya müsamaha gösterdiği her
fiil merfûdur.
Söz, fiil ve takrirler
dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kul-lanmaksızm naklettikleri bazı
haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ bir tâbi'î, bir
hadîsi sahabîye isnad ettikten sonra, hadîsi ref eder", yahut "onu
rivayet eder", yahut "isnad eder", yahut "rivayet
ederek", yahut "sözü sahibine ulaştırır", yahutta "rivayet
etti" gibi bazı tabirler kullanır; fakat meselâ "hadîsi ref
eder" dediği zaman, sahabînin badîsi kime ref ettiğini, yahut
"rivayet eder" dediği zaman, sahabînin hadîsi
kimden rivayet
ettiğini tasrîh etmez. Bununla beraber, sözün asıl sahibinin Hazreti Peygamber
olduğu anlaşılır ve hadîsin merfû olduğuna hükmedilir.
Sahabînin herhangi bir
şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi de, ekseriyetin görüşüne
göre merfû hükmündedir; ancak bu sünnet, herhangi bir sahabîye izafe edilir ve
meselâ "bu, Ebû Bekr ve Ömer'in sünneti idi" denilirse, o zaman bu
sünnetin merfû olmadığı anlaşılır. Bununla beraber, "bu şey sünnet
cümlesindendir" ibaresinin dâima merfû olan bir sünnete delâlet etmediğini
ileri sürenler de vardır. Meselâ bu konuda İmam eş-Şâfi'î'ye iki görüş isnad
edilir ve bu görüşlerden ikincisi, mezkûr ibarenin dâima merfû olan sünnete
delâlet etmediği yolundadır. Keza Şâfi'î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî,
Hanefî imamlarından Ebû Bekr er-Râzî ve Zahirî imamlardan İbn Hazm da sünnetin
Hazreti Peygamberle diğerleri arasında değiştiğini ileri sürerek bu görüşü
benimsemişlerdir.
Sahabînin "fulân
şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden
gelmesi dolayısıyle merfû hükmünde dirler. Bununla beraber bazıları, emr ve
nehyedenle başkalarının da kasdedilmiş olabileceği ihtimaline dayanarak, bu
sözlerin merfû olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Sonuç olarak denebilir
ki, kaynağı Hazreti Peygamber olan ve ister muttasıl, ister munkatı isnadla
rivayet edilmiş olsun, bütün söz, fiil ve takrirler merfû hadîslerdir.
Burada, merfû mursel
denilen bir haber çeşidine de işaret etmekte fayda vardır. Eğer merfû hükmünde
olan bir sözün, tâbi'îden sonraki râvisi zikredilmez ve tâbi'înin o sözü
sahibine ulaştırdığı belirtilirse, bu söz merfû mursel olur. Çünkü tâbi'îden
sonra isnadtan düşen râvi sahabîdir. Sahabî atlanarak Hazreti Peygamberden
rivayet edilen hadîslere mursel denir. Burada her ne kadar sahabî ile beraber
Hazreti Peygamber de tasrîh edilmemiş ise de, tâbi'înin hadîsi ref ettiğine,
veya rivayet ettiğine, yahutta sözü sahibine ulaştırdığına işaret olunmakla,
hadîsin, mursel olmaktan başka merfû olduğuna da hükmedilir ve dolayısıyle
hadîs merfû mursel olur.
[464]
Sahabeden, isnadı
ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen
haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın
sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyledir.
Bununla beraber, sahabîde son bulmuş her isnadla gelen habere mevkuf
denilemiyeceğini de hatırdan çıkarmamak gerekir. Zira bazı mevkuf haberler,
aslında hükmen merfû olabilirler. Bu ise, merfû hadîslerle ilgili bir evvelki
bahiste de açıklandığı üzere, sahabîden mevkuf isnadla rivayet edilen bir
haberin, Hazreti Peygamberin, söz, fiil ve takrirlerinden olması itibariyledir.
Nitekim sahabînin "Hazreti Peygamber devrinde
şöyle derdik" yahut "şöyle yapardık" demesi, bu söz veya fiilin
Hazreti Peygamber devrine izafe edilmesi dolayısıyle merfû hükmüne sahip olmasını
gerektirir; fakat böyle bir izafe yapılmamış, yahut bu söz veya fiilin merfû
olduğuna delâlet edecek herhangi bir karine bulunmamış olsaydı, o haber
sahabînin kendi sözü olması dolayısıyle ona mevkuf demek mümkün olurdu.
Mevkuf haberlerde
isnadın sahabîye kadar muttasıl olarak gelmesi şart koşulmamış ise de,
el-Hâkim'in mevkuf için verdiği tarifte "sahabîye kadar i'dal ve İrsal
etmeksizin hadîsin rivayet edilmesi..." demesi
[465]
bazı hadîsçİler nazarında böyle bir şartın söz konusu edildiğini gösterir.
Ancak bu görüş, çoğunluk arasında itibar görmemiş
[466]isnadı
muttasıl olsun veya olmasın, sahabe kavillerine mevkuf denilmiştir.
Mevkuf tabiri, bazen
de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kullanılır ve meselâ hazâ mevkufun
alâ Atâ' denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaretten ibarettir ve
kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında kullanılmıştır.
[467]
İsnadı tâbi'ûnda son
bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir.
Eş-Şâfî'î ve et-Taberânî, maktu kelimesini, munkatî olan, yâni isnadı muttasıl
olmayan haberler hakkında kullanmışlardır.[468] Bu
kullanış, muhtemelen, kelimenin ıstılah olarak istikrar kazanmasından önceki
bir devre âit olacaktır. Zira bu istikrar meydana geldikten sonra, maktu,
isnadı muttasıl olarak tâbi'îye varan ve onda son bulan haberlere denilmiştir.
Munkatî ise, Hazreti Peygambere nisbet olunan, fakat isnadında inkıta bulunan
hadîstir. Bu bakımdan maktu, metinle ilgili konular arasında incelendiği halde,
munkatî, isnada müteallik bir konudur ve isnadın özelliklerinden birini teşkil
eder. Şu var ki, maktu hadîslerin isnadları da, merfû ve mevkuf hadîs isnadları
gibi, bazen muttasıl olmayabilirler.
[469]
Umumiyet itibariyle
isnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan
hadîslere musned denilmiştir. El-Hâkim Ebû Ab-dillah'ın musnedle ilgili
açıklaması da bize bu tarifi vermektedir. Ona göre musned, "muhaddisin
yaşı dolayısıyle işittiği açık olan şeyhinden rivayet etmesi ve bu şekilde
isnadın Hazreti Peygambere kadar ulaşmasıdır.
"Meselâ'bu hadîsi
benim (söz el-HâkmVindir) Ebû Amr Osman ita a v, H%^makten işittiğim zahirdir.
Onun da el-Hasan Ibn Mukrem den Ahmed ^-Sımakt™ Osman İbn Ömer'den, Osman Ibnişitügme TOnus ibn Yezîd'ten
böyledir. Yûnus'un ez-Omertn, rtibatian l^uftur. Ka'b ise, Hazret, Peygamberin
ashabmdandı, hadîs arasından diğerlerine delâlet etmek üzere seçılnnş bir
örnektir. Buna karşılık meselâ-
"Bu da isnadıyle
birlikte örnek olarak seçilmiş bir hadîstir. Fakat bu sanatın ehli olmayan
kimse, bu hadîse baktığı zaman, onun ve senedinin sıhhatinden şüphe etmez.
Halbuki öyle değildir. Çünkü Ma'mer İhn Râşid es-San'ânî sika ve emîn bir kimse
olmakla beraber, Muhammed İbn Vâsi'den işitmemiştir. Keza Muhammed İbn Vâsi1 de
sika ve emîn bir kimsedir; fakat o da Ebû Salih'ten işitmemiştir. Bu sebepten
hadîsin, şerhi uzayıp gidecek bir illeti vardır. Bu da, kendisi gibi binlerce
hadîs arasından seçilmiş bir örnektir ve bunları, bu ilmin ehli olanlardan başkası
anlamaz".
"Musned hadîsin
başka şartları da vardır. Bunlardan bazıları, meselâ: Musnedin mevkuf olmaması
lâzımdır. Keza isnadında ittisalde şüphe yaratan rivayet tabirleri kullanılmamış
olmalıdır. Bu şartları cemeden hadîs musnedtir. Ancak bu şartları cemeden her
hadîs hakkında, biz, sıhhatle hükmetmeyiz. Zira sahîhin, sırasında zikredilecek
olan başka şartları da vardır; bu sebeple her musned hadîs sahîh değildir"
[470]
El-Hâkim'den naklen
verdiğimiz musnedle ilgili bu açıklamadan anlaşıldığına göre, bir hadîsin
musned olabilmesi için iki şart vardır. Biri senedin ittisali, diğeri de
hadîsin merfû olması. İttisal, her râvinin, hadîsi, rivayet ettiği şeyhten
bizzat işitmiş olması ve bu halin isnadın sonuna kadar devam etmesidir. Bu
şarta göre, munkatı, mürsel, mu'dal ve müdelles gibi gibi senedinde kopukluk
bulunan hadîs çeşitleri tarifin dışında kalmaktadır. Hadîsin merfû olması ise,
senedin. Hazreti Peygamber ulaşması, yâni hadîsin Hazreti Peygambere isnad
edilmesidir. Bazen senedi sahabîde kalan, fakat hükmen merfû sayılan hadîsler
de, tabiatİyle bu tarîfin içine girmiş
olacaktır. Musned için merfû şartının ileri sürülmesiyle de, mevkuf denilen
sahabî ve maktu denilen tâbi'î sözleri tarîfin dışına çıkarılmış olmaktadır.
O halde, bazılarının
zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri birbirinin müradifî olan
kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned olması için gerekli olan
unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû olduğu halde, her merfû
hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned değildir. Bu itibarladır ki, el-Hâkim,
musned tabirinin, ancak senedi muttasıl merfû hadîsler için kullanılabileceği
görüşünü ileri sürmüştür.[471]
El-Hatîb'e göre
musned, hadîs ehli nazarında, râvisinden son bulduğu yere kadar senedi muttasıl
olan hadîstir
[472]El-Hatîb'in
bu tarifi, yukarıda açıkladığımız el-Hâkim'in tarifinden oldukça büyük bir
farklılık arzeder. Zira el-Hatîb'in verdiği bu tarife göre, hadîsin musned
olması için merfû olması şart koşulmamıştır. Tarife dikkat edilecek olursa,
isnadın son râvisinden nihayet bulduğu yere kadar muttasıl olmasının şart
koşulduğu görülecektir ki, bir isnadın bazen sahabîde, bazen de tâbi'îde
nihayet bulduğu gözönünde bulundurulacak olursa, mevkuf ve maktu olan
hadîslerin de tarîfin içine sokulduğu anlaşılır. O halde el-Hatîbe göre musned
h.tdîs, ister merfû olsun, ister mevkuf veya maktu olsun, senedi muttasıl olan
hadîstir.
Diğer taraftan
el-Hatîb, buradaki ittisali de tarif etmiş ve "râvinin, bir üstündeki
şeyhten hadîsi işitmesi ve isnadın başından sonuna kadar böyle devam etmesidir.
Şu var ki, râvi, semâ'mı açıkça belirtmese ve an'ane ile iktifa etse bile,
senedin ittisaline hükmedilir" demiştir.[473]
İttisalle ilgili bu tarif de el-Hâkim'in tarifinden farklıdır. El-Hâkim,
isnaddaki her bir râvi ile şeyhi arasındaki semâ'm açıklıkla bilinmesi
gerektiğini ittisalin şartı olarak ileri sürmüşken, el-Hatîb, zahirî bir
ittisal ile iktifa etmiştir ki, bu takdirde hafî olan bir inkıtayı, meselâ
mudellisin an'ane ile rivayetini, yahut râvinin muasırı olan, fakat nıülâkî olup
olmadığı bilinmeyen şeyhten rivayetini nazar-ı dikkate almamış olmaktadır.
Musned hakkında üçüncü
bir tarif daha vardır; o da İbn Abdi'1-Berr en-Nemerî (Ö. 463)'nin tarifidir.
Ona göre, ister senedi Mâlik an Nâfi an İbn Ömer anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi muttasıl
olsun, ister Mâlik anVz-Zuhrî an Ibn Abbâs anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi munkatı
olsun -zira ez-Zuhrî, İbn Abbâs'ı işitmemiştir- Hazreti Peygamberden gelen
hadîse musned denir; Çünkü hadîs, belirli bir isnadla Hazreti Peygambere izafe
edilmiştir. Bu tariften anlaşılıyor ki, İbn Abdi'1-Berr, musned ile merfû
arasında hiçbir ayırım yapmamaktadır. Nitekim bu tarîfı söz konusu eden Ibn
Hacer, "bu takdirde İbn Abdi'1-Berr'e, merfû olsun, mursel, mu'dal ve
munkatı olsun, bütün hadîslere musned denilmesini kabul etmek düşer; halbuki bu
görüşte olan hiç kimse yoktur" diyerek itirazda bulunmuştur.
[474]
Musned hadîslerin
tarifi ile ilgili bu açıklamaya burada son verirken şu hususu da belirtmek
yerinde olur: Gerek el-Hâkim'in ve gerekse el-Hatîb ve İbn Abdi'1-Berr'in
tarifleri dışında yapılan musnedle ilgili tarifler, umumiyetle bu üç farklı
tariften birinin tekrarından ibaret olmuştur. Meselâ îbn Hacer "hadîs ehli
arasında musned denildiği zaman, zahiri ittisale delâlet eden bir senedle
rivayet edilmiş sahabî merfûları anlaşılır" demiştir.
[475]
"Zahiri ittisale delâlet eden sened" sözü ile, zahiri munkatı olan
hadîsleri tarifin dışına çıkarmış, bununla beraber, an'ane ile mudelles olan,
yahut râvinin muasırı olup da mülâki olup olmadığı bilinmeyen şeyhlerden
rivayet ettiği gizli bir inkıta ile muallel olan hadîsleri tarifin içine
almakta bir beis görmemiştir. Zira İbn Hacer'e göre bunlar, hadîsi musned
olmaktan çıkarmazlar. Nitekim hadîs imamları Musned adı altında telîf
ettikleri kitaplarda bu çeşit hadîslere de yer vermişlerdir.
[476]
Ancak İbn Hacer'in
tarifi ile ilgili olarak, bir noktaya daha işaret etmek yerinde olur. Müellif,
musnedin tarifini verdikten sonra, bu tarifin, el-Hâkim'in görüşüne de uyduğunu
kaydetmiş ve "zira el-Hâkim, musned tabirini, muhaddisin şeyhinden, bu
şeyhin de kendi şeyhinden semâ'ları zahir olarak Hazreti Peygambere kadar bu
şekilde devam eden bir ittisalle rivayet ettikleri hadîslere ıtlak etti"
demiştir.[477] İbn Hacer'e göre
"muhaddisin şeyhinden semâ'ınm zahir olması" sözü içinde, gizli bir
inkıtâ'ı bulunan is-nadlann da yer alması ihtimali mevcuttur. Halbuki bize
göre, el-Hâkim'in tarifle ilgili olarak yaptığı açıklamadan böyle bir ihtimalin
de önlendiği ve mutlak bir ittisalin şart koşulduğu anlaşılmaktadır.
[478]
Hazreti Peygamber devrini
idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve
yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî (çoğulu: Sahabe) denir. Gerek
hadîs rivayetinde ve gerekse inanç ve amel olarak İslâm Dîninin müteakip
nesillere öğretilmesinde ilk kaynak olmaları bakımından sahabenin önemi pek
büyüktür. Bu sebepledir ki, İslâm Dîni tarihinde her bir sahabî üzerinde
titizlikle durulmuş, her birinin tercemesi veya hayat hikâyesi yazılarak
cildler dolusu sahabe tarihleri vücuda getirilmiştir. İbn Sa'd (Ö. 230)'ın
et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sı, îbn Abdi'l-Berr en-Nemerî (Ö. 463)'nin el-İstfâb fî
maYifetVl-ashâb'ı, İbnu'1-Esîr (O. 630)'in Usdu'l-gâbe fi
ma'rifetî's-sahâbe'&i, îbn Hacer el-Askalânî (Ö. 852)'nin el-îsâbe fî
temytzi's-sahâbe'si, bugün matbu olarak elimizde bulunan ve sahabe teracimine
tahsis edilmiş olan en meşhur eserlerdir.
Sahabîler, îslâm
Dîninin korunmasında, yayılmasında ve sonraki nesillere öğretilmesinde ve yine
bu gayeler uğrunda Hazreti Peygamberle birlikte omuz omuza dövüşerek
hayatlarını feda etmekte müslümanların en hayırlı nesli olarak kabul
edilmişlerdir. Nitekim bu husus, Hazreti Peygamber tarafından da ifade edilmiş
ve "ümmetimin en hayırlısı benim muâsırlarımdır..." denilmiştir.
[479]
Kur'ân-ı Kerîm'de de sahabîlerin söz konusu edildiğine şüphe olmayan bazı
âyetler yer almıştır. Bunlardan bazılarının meali şöyledir:
"Siz, insanların
(iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten
nehyedersiniz; Allah'ada iman edersiniz.
[480]
"insanlara şâhid
olmanız, Peygamberin de size şâhid olması için, biz sizi, orta (vasat) bir
ümmet kıldık"
[481]
"Ağaç altında
sana bey 'at etmeleri dolayısıyle Allah mü 'mirilerden hoşnud olmuştur,
Gönüllerindekini bilmiş, üzerlerine huzur indirmiş ve onlara, yakın bir fetih
ve elde edecekleri pek çok ganimet vermiştir"
[482]
"Muhacirlerden ve
Ensardan (İslâm yolunda) yarışanların öncüleriyle, onlara güzellikle tâbi
olanlardan Allah hoşnud olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır"
[483]
"Bu ganimetler,
yurtlarından ve mallarından atılmış, Allah'tan bir lütuf ve hoşnudluk arayan,
Allah'a ve Rasûlüne yardım eden Muhacir fakirlere aittir. İşte asıl doğru
olanlar da bunlardır"
[484]
Hazreti Peygamberin
İslâm Dînini ilk defa tebliğ etmeye başladığı yerin Mekke olduğu malûmdur. İlk
tebliğle birlikte Hz. Hatice, Ebû Bekr, Alî İbn Ebî Tâlib, Bilâl el-Habeşî,
Zeyd İbn Harise müslüman olmuşlar, bunları diğerleri takip etmiştir.
Müslümanların giderek çoğalması Mekkeli müşrikler için büyük bir endişe
kaynağı oluyordu. Atalarından kendilerine intikal eden müşrik inanç ve âdetlerini kaybetmek, reislerinin itibar ve
mevkilerini elden kaçırmak korkusu, onları, İslâm Dîninin yayılmasını önlemeye
ve müslümanlara akla gelmedik işkenceleri yapmaya şevketti. Nihayet bu
işkencelerin tahammül edilmez bir hal alması üzerine, Hazreti Peygamber,
müslümanlarla birlikte Mekke'den ayrıldı ve Medine'ye hicret etti.. Bu sırada
Medine, daha önceleri Hazreti Peygamberle temasa geçerek İslâm'ı kabul
etmiş, Dînin yayılmasında
emeği geçmiş, Mekkeli
müs-lümanlarm Medine'ye hicret etmeleri halinde onlara kucak açmaya ve
yardım etmeye söz vermiş müslümanlann bulunduğu bir şehir idi. Gerçekten
müslümanlar, Medine'ye hicret ettikleri zaman, Medîneli müslümanlar tarafından
büyük bir sevgi ile karşılandılar; Medîneliler, onlara akla gelebilecek her
çeşit yardımı yapmaktan geri kalmadılar. Böylece, Hazreti Peygamberin
sahabîleri, hicretle birlikte, iki isim altında toplanmış oldular. Birisi,
herkesten evvel müslüman olup, çeşitli tehdit ve işkencelere aldırmadan,
yılmadan, İslâm uğrunda mücadele eden, vakti zamanı gelince de mallarını,
yurtlarım, hattâ bazen müslüman olmayan ana ve babalarını, yahut eşlerini ve
çocuklarını terkedip Medine'ye hicret eden ve bu sebeple Muhacir (çoğul:
Muhâcirûn) diye adlandırılan sahabîler; diğeri
de, Mekke'den muhaceret eden müslümanlara evlerini, mallarını, işlerini,
tarlalarını ve hattâ boşayıp serbest bıraktıkları eşlerini vererek yardım
ellerini uzatan ve bu sebeple Ensârî (çoğulu: Ensâr) adı verilen Medîneli
müslüm anlardır.
Kur'ân-ı Kerîm,
Muhacirlerden söz ederken şöyle buyurur: "îman edenler, hicret edenler ve
Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihad edenler, Allah katında en büyük
dereceye sahiptirler. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır".
[485]
"îman edenler,
hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte Allah'ın rahmetini umanlar
bunlardır.. Allah, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir".
[486]
"...Hicret
edenlerin, ülkelerinden sürülüp çıkarılanların, benim yolumda eziyet
çekenlerin, savaşanların ve (savaşta şehîd olarak) öldürülenlerin, Allah
katından (yaptıklarının) sevabı olarak, kusurlarını mutlaka örteceğim ve
onları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en
güzeli Allah katındadır" .
[487]
Kur'ân-ı Kerîm'de
Ensâr hakkında da nazil olmuş âyetler vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
"Muhacirler
gelmezden önce Medine'yi -yurt edinenler ve îmanı kalb-lerine sindirmiş
olanlar, kendilerine hicret edenleri severler; onlara veHlen şeylerden dolayı
içlerinde bir hasedlik hissetmezler; kendileri ihtiyaç tçinde olsalar bile,
onları kendilerinden Önce tutarlar. Kim nefsinin mal hırsından korunursa, işte
asıl kurtuluşa erenler bunlardır" .
[488]
"îman edenler,
hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım
edenler, işte hakkıyle mü'min olanlar I unlardır. Bağışlanma ve hudutsuz rızık
onlar içindir" .
[489]
Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Ta'âlâ'nm medh u senasına mazhar olan Muhâcirûn ve Ensârm, kısacası Hazreti Peygamberin ashabının faziletleri, daha sonraki müslümanlarla kıyaslanamıyacak kadar üstündür. Bu sebepten sahîh hadîs kitaplarında, onların faziletlerine ayrı bölümler tahsîs etmişler ve bu faziletleri ayrı ayrı belirtmişlerdir. [490]
Hadîsçiler,
sahabîleri, derece, itibar ve fazilet yönünden çeşitli tabakalara
ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in tasnifi büyük şöhret kazanmıştır.
Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12 tabakaya ayrılır.
Bunlar sırasıyle
şöyledir:
1) Mekke'de ilk defa müslüman olanlar: Bunlar arasında cennetle tebşir edilen şu on
sahabî de vardır: İlk dört halîfe, Ebû Bekr, Ömer İbnu'l-Hattâb, Osman Ibn
Affân, Alî İbn Ebî Tâlib ile, Talha İbn Ubeydillah, ez-Zubeyr İbnu'l-Avvâm,
Abdurrahman İbn Avf, Sa'd îbn Ebî Vakkâs, Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh ve Sa'd İbn
Zeyd.
2) Dâru'n-Nedve azaları.
3) Habeşistan'a hicret edenler.
4) Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at
edenler.
5) İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at
edenler.
6) Hazreti
Peygamber Küba'da iken
kendisine iltihak eden
müs-lümanlar.
7) Bedir savaşına iştirak edenler.
8) Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması
arasında hicret edenler.
9) Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti
Peygambere bey'at edenler.
10) Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi
arasında hicret edenler.
11) Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.
12)
Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda
Haccı'nda onu gören çocuklar.
[491]
Sahabîlerin sayısı
hakkında kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin
vefat ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve civarlarında 114 bin müslüman
bulunduğunu söyler. El-Medînî, "yüz binden fazla" demek suretiyle
yukarıdakine yakın bir rakam vermekle beraber er-Râfi'î ve eş-Şâfı'î, 60 bin
rakamı üzerinde durmuşlardık.
[492]
Sahabîlerin terceme-i
hallerine tahsis edilen eserlerde sahabî sayısının 10 binin üzerine çıkmaması
da bu konuda kesin bir bilginin mevcut olmadığını gösterir.
[493]
Sahabîler, yukarıda
meallerini zikrettiğimiz Kur'ân âyetlerinden de anlaşıldığı gibi, Allahu
Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları do-layısıyle udûl
addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster şâir hususlarda
olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar. Nihayet on-
larm da birer beşer
olmaları itibariyle bazen unutkanlık illetine maruz kaldıkları ve hatâya
düştükleri görülse bile, bu, onların rivayet ettikleri hadîslerden şüpheye
düşmek için bir sebep.teşkil etmez. Esasen bu çeşit hatâlar, hadîsler üzerinde
titizlikle duran diğer sahabîlerin işaret ve ihtarları ile düzeltilmiştir.
Cerh ve ta'dîl kitaplarında fazla yekûn tutmayan bu çeşit olaylara zaten işaret
edilmiştir. Bazı kimselerin, bütün ömürlerini ve bütün mesailerini sahabîlerin
tenkidine ayırmaları, bu ulu neslin sanki bütün yaşayışlarını yalan üzerine
bina etmiş gibi onların yalanlarını araştırmayı gaye edinip de bir şey
bulamadıkları halde, yine de dil uzatmaktan geri kalmamaları, İslâm
düşmanlığından başka bir şeyle izah edilemez.
Hazreti Peygamberin
hadîsleri, daha sonraki nesillere sahabîler tarafından nakledilmiştir. Ancak,
şunu hemen belirtmek gerekir ki, sahabîlerin hepsi de hadîs nakli ile meşgul olmamıştır.
Hadîsler üzerinde şüphe izhar edenler, yahut hadîslerin güvenilir olmadığını
ileri sürenler, sanki bütün sahabîler hadîs rivayet etmiş gibi, bunlar arasında
çoğunun câhil, ne söylediğini bilmez ve bu sebeple rivayet ettikleri hadîslerde
pek çok hatâ yapan kimseler bulunduğunu söylerler ve bunun, hadîslerin reddi
için yeterli bir sebep olduğunu ileri sürerler. Oysa biraz önce de işaret
ettiğimiz gibi, 100 bin civarındaki sahabî arasında hadîsle meşgul olanların
sayısı çok azdır ve bu azlık, kanaatımızca, hadîslerin sıhhati için sağlam bir
garanti teşkil eder. Çünkü bu, hadîsin, daha sahabe devrinde bir ihtisas dalı
olarak belirdiğini ve bununla, yalnız gücü ve kaabiliyeti bulunanların meşgul
olduklarını, bunun dışındakilerin ise, bu sahaya el atmadıklarını gösterir.
Hadîs rivayet eden bütün sahabîlerin hadîslerini Musned adlı eserinde topladığı
söylenen Bakıy îbn Mahled, 1300 sahabî ismi zikretmiştir; yâni ona göre hadîs
rivayet eden sahabî sayısının 1300 kişi olduğu anlaşılır. İbnu'l-Cevzî ise, aynı
esere istinaden 1060 sahabî ismi zikretmiştir.[494]
1300 sahabîden 1000'inin en çok ikişer hadîs rivayet ettiği gözönünde
bulundurulursa, geride kalan 300 sahabinin gerçek manâda hadîsle meşgul oldukları
söylenebilir. Halbuki bu üç yüz sahabîden
de yalnız yedi kişi
binin üstünde, yalnız dört kişi 500 ün, 27 kişi de 100'ün üstünde hadîs rivayet
etmişlerdir.[495] Bu rakamlar, 100 bin
civarındaki sahabî arasında ne kadar az kimsenin hadîsle meşgul olduğunu
göstermeye yeterlidir. Bugün bile bir ülkenin kalabalık nüfusuna rağmen
çeşitli ihtisas dallarına intisab etmiş olanların, sayıca çok az oldukları ve
bunların, kendi aralarında farklı dereceleri bulunsa bile, kendi sahalarında
diğerlerine nisbetle otorite sayıldıkları bilinen hususlardandır.
[496]
Usûl kitapları,
sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs sayısına göre iki guruba ayırmışlardır.
Birinci gurupta, çok sayıda hadîs rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki,
bunların başında Ebû Hureyre gelir. Es-Suyûtî'nin verdiği bilgiye göre'
[497] bu
meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiş, el-Buhârî ve Müslim, bu hadîslerin
325'ini Sahîh'levine ittifakla almışlardır. Ayrıca el-Buhârî 93, Müslim de 189
hadîsle infirad etmiştir. Yine es-Suyûtî'nin eş-Şâfi'î'den naklen verdiği
habere göre, Ebû Hureyre, zamanında hadîs rivayet edenlerin en kuvvetli hafızı
idi. Kendisinden, 800 den fazla kimse hadîs rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre'den sonra,
rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb gelir. Bunu,
sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969
hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd
el-Hudrî takip eder. İsimleri zikredilen bu sahabîlerden başka binin üzerinde
hadîs rivayet eden kimse yoktur. İşte, binin üstünde hadîs rivayet etmekle
şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır.
Bu yedi kişi dışında
kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukülûn adiyle
tanınmışlardır ki, ilk dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer
alır. Ashabın büyük bir kısmının ve Özellikle ilk dört halîfe gibi en
meşhurlarının, az sayıda hadîs rivayet edenler arasında bulunmalarını,
muhtelif sebepler ileri sürerek açıklamak mümkündür. Bu hususta ilk akla gelen
sebep, Hazreti Peygamberle olan sohbet süresinin kısalığı olabilir. Ancak bu
sebep, ekseri sahabîler için sahîh kabul edilse bile, ilk dört halîfenin,
Hazreti Peygamberle sohbetlerinin kısa süreli olduğunu ileri sürmek mümkün
değildir. Bununla beraber, savaşlar, devlet işleriyle iştigal, diğer birçok
sahabîyi hadîs rivayetinden alıkoyduğu gibi, ilk dört halîfeyi bunların daha
çok meşgul edeceğine şüphe yoktur. Bilhassa Osman İbn Affân'm şehîd
edilmesinden sonra başlayan fitne, Şî'a ve Havâric gibi siyasî, Mürci'e,
Kaderiyye, Cebriyye, Mutezile ve Cehmiyye gibi itikadî fırka ve mezheblerin
zuhuru, hadîs rivayetini sınırlayan belli başlı engellerden sayılmak îcab eder.
[498]
Hazreti Peygamberin
ashabından herhangi birine mülâki olan ve onunla sohbeti bulunan kimseye
tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir. Bununla beraber, tâbi'înin tarifi
hakkında değişik görüşlerin ileri sürüldüğünü de gözden uzak tutmamak gerekir.
El-Hâkim en-Neysâbûrî (Ö.405), bir kimsenin tâbi'î olabilmesi için, herhangi
bir sahabîye mülâkî olmasını yeterli saymış ve bu sebeple dâima lika tabirini
kullanmıştır'
[499]
Bununla beraber el-Hatîb (Ö. 463)'e göre lika tabiri tâbi'înin tarifi için
yeterli değildir; lika ile birlikte sohbet de şarttır; yâni tâbi'înin bir
sahabî ile görüşüp konuşmuş olması lâzımdır.[500] Her
ne kadar sahabînin tarifinde bir kimsenin Hazreti Peygambere mülâkî olması
yeterli görülmüş ise de, bu, Hazreti Peygamberin her yönden derecesinin yüksek
olması dolayısıyledir. Bir sahabî elbette Hazreti Peygamberin derecesinde
değildir ve bu sebeple bir kimsenin herhangi bir sahabîye mücerred mülâkî
olması onu tâbi'î saymaya yeterli bir sebep teşkil etmez. Maamafih, el-Hatîb'ten
nakledilen bu görüşe rağmen, hadîsçilerin çoğu, bir kimsenin, sahabî ile
sohbeti bulunmasa bile, ona mülâkî olması halinde tâbi'î sayılacağını ileri
sürmüşlerdir. Nitekim Müslim ve İbn Hıbbân, el-A'meş'i tâbi'ûn tabakası içinde
zikretmişlerdir. Çünkü el-A'meş, kendisinden hadîs işitmemiş olsa bile, Enes
İbn Mâlik'e mülâkî olmuştur. Keza Yahya İbn Ebî Kesir (Ö. 129), Enes'e, Mûsâ
îbn Ebî Âişe, Amr İbn Hureys'e mülâkî oldukları için tâbi'ûndan
sayılmışlardır'.
[501]
Tâbi'ûnun, gerek hadîs
rivayetinde ve gerekse İslâm Dîninin daha sonraki nesillere Öğretilmesinde
büyük rolleri ve hizmetleri olmuştur. İslâmî ilimlerin çoğuna âit kitaplar
onların devrinde tedvîn ve tasnif olunmaya başlamış, usûle âit birçok kaideler
onlar tarafından ortaya konmuştur. Al-lahu Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
"Muhacirlerden ve Ensârdan (İslâm yolunda) yarışanların öncüleriyle,
onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah hoşnûd olmuş, onlarda Allah'tan hoşnûd
olmuşlardır. Allah onlara, içinde daimî kalacakları, (ağaçları) altından ırmaklar
akan cennetler vazetmiştir. İşte bu, en büyük kurtuluştur. "'
[502]
buyurmuş, ve "onlara güzellikle tâbi olanlar" derken, bununla
tâbi'îleri murad etmiştir. Hazreti Peygamber de "insanların en hayırlısı
benim muâsırlarımdır. Sonra onları takip edenler, sonra onları takip
edenler..."
[503]
buyurarak, sahabeden sonraki tâbi'ûnun, ümmetinin en hayırlı nesli olduğuna
işaret etmiştir.
Tâbi'ûnun sayısı
hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti Peygamberin
vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere dağıldıkları ve buralarda
kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu gÖ-zönünde bulundurulursa, bunların
sayısını tesbit etmenin mümkün ola-mıyacağı kolayca anlaşılır. Bununla beraber
İslâm'ın çeşitli ilim dallarında şöhret kazanmış pek çok tâbi'înin tarih ve
tabakat kitaplarında zik-redildiğini ve bunların hal tercenıelerinin
verildiğini gözden uzak tutmamak gerekir.
[504]
Tâbi'ûn, sahabîlere
mülâki olmaları itibariyle sahabeden sonra ikinci tabakayı teşkil ederler.
Bununla beraber, onlar da kendi aralarında muhtelif tabakalara ayrılmışlardır.
İbn Sa'd'a göre tâbi'ûn dört, Müslim'e göre Üç tabakadır. El-Hâkim ise,
tâbi'îleri onbeş tabakaya ayırmış ve bu tabakaların ilkinde, Aşere-i
Mubeşşere'ye mülâki olduklarım zikrettiği bazı isimler vermiştir. Bunlar
arasında, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib (Ö. 93), Kays İbn Ebî Hâzim (ö. 98), Ebû Osman
en-Nehdî (Ö. 100) ve diğer bazı isimler daha vardır.[505]
Ancak İbnu's-Salâh, Sa'îd Îbnu'l-Museyyib'in Aşere-i Mubeşşere'ye mülâki olduğu
hususundaki el-Hâkim'in sözüne itiraz etmiş ve "onun, Sa'd İbn Ebî Vakkâs
müstesna, Aşere-i Mubeşşere'den hiç kimseye mülâkî olmadığını"
söylemiştir:!.[506]
Tâbi'ûn içinde,
el-Fukaha'u's-Seb'a unvanı ile tanınan "yedi fakîh", ilimleriyle
büyük şöhret kazanmıştır. Bunlar: Sa'îd Îbnu'l-Museyyib, el-Kasım İbn Muhammed
îbn Ebî Bekr, Urve Îbnu'z-Zubeyr, Hârice îbn Zeyd İbn Sabit, Ebû Seleme İbn
Abdirrahman îbn Avf, Ubeydullah İbn Abdillah îbn Utbe ve Süleyman İbn
Yesâr'dır.
Hicaz ulemâsı, yedi
fakîhi umumiyetle bu şekilde saymış olmakla beraber, diğer bazı münferid
görüşler de ileri sürülmüş ve meselâ Abdullah İbmı'l-Mubârek, Ebû Seleme İbn
Abdirrahman îbn Avf yerine Salim İbn Abdillah îbn Ömer'i, Ebu'z-Zinâd, yine
Ebû Seleme yerine Ebû Bekr İbn Ab-dirrahman'ı zikretmiş, Alî Îbnu'l-Medînî ise,
Medine fakîhlerinin on iki kişi olduklarını söyleyerek bunların isimlerini
vermiştir'.
[507]
Tâbi'ûn içerisinde
ilmiyle şöhret kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların
şehirlere göre dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler.
İslâmî ilimlerde ve özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:
Mekke'de: Abdullah îbn
Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö. 105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö.
128).
Medine'de: Sa'îd
İbnu'l-Museyyib (Ö.93), Süleyman îbn Yesâr (Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94),
Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), el-Kâsım îbn Muhammed İbn Ebî Bekr (Ö.
112), Abdullah İbn Ömer Îbni'l-Hattâb'm kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb
ez-Zuhrî (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).
Kûfe'de: Alkame îbn
Kays en-Naha'î (Ö. 62), İbrahim en-Naha'î (Ö. 96), Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî
(Ö. 104).
Basra'da: El-Hasan
el-Basrî (Ö. 110), Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).
Şam'da: Kabîsa (Ö.
86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz (Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân
(Ö. 106), Vehb îbn Munebbih (Ö. 110).
[508]
Muhadram, câhiliyye
devrinde yaşayan, Hazreti Peygamberin devrini de idrak eden ve fakat onunla
sohbeti bulunmayan müslümanlara verilmiş bir isimdir. Kelimenin lügat manâsı
çeşitlidir. Meselâ <ji^l jv-3*- denir ki, "kulağı kesti" manâsına
gelir. Bu manâda fj**3*" *^ "kulağı kesik deve" t ıbiri
kullanılır. Yahut fj*** pi- denir ve etin erkek veya dişi hayvan eti olup olmadığının
bilinmediği kasdedilir. Keza fj^** * L» tabiri de, suyun ne tatlı ne acı
olduğuna delâlet eder. Babası beyaz, kendisi siyah olan çocuğa da muhadram
denilmiştir.
Câhiliyye ve îslâm
devirlerini idrak etmiş olmakla beraber, Hazreti Peygamberle sohbetleri bulunmayan
ve onu hiç görmeyen kimselere de muhadram denilmesi, şüphesiz, yukarıda
zikrettiğimiz lügat manâlarından birine uygun düşer. Fakat bu isim, hangi
manâdan alınmış olursa olsun, ıtlak olunduğu kimselerin tarifi hususunda
hadîsçilerle lugatçılar arasında bazı görüş ayrılıklarının bulunduğu
anlaşılmaktadır. Lugatçılara göre muhadram, yarı ömrünü câhiliyye, diğer
yarısını da ister sahabîyi idrak etsin ister etmesin, İslâm devrinde yaşamış
olan kimsedir. Hadîsçiler nazarında ise, Mekke fethinden önce kendi kavmini
veya başkalarını küfür halinde idrak eden kimsedir. Zira Araplar fetihten sonra
İslâm'a tamamen dâhil olmuşlar ve câhiliyye ismi üzerlerinden bundan sonra
kalkmıştır. Nitekim Müslim'e göre Buşeyr îbn Amr, hicretten sonra dünyaya
geldiği halde muhadram sayılmıştır.
[509]
Lugatçılar ise, hadîsçilere göre sahabî olan Hakîm îbn Hızâm'ın muhadram
olduğunu söylemişlerdir.
Müslim Îbnu'l-Haccâc
yirmi muhadram ismi saymış, es-Suyûtî bunlara başka isimler de ilâve etmiştir[510]
Es-Suyûtî'nin el-Irâkî'den naklen verdiği
bu
isimler yanmda,
[511]
muhadram olarak zikredilen daha birçok kimse vardır. Bunların hepsi de Hazreti
Peygamberi görmek şerefine nail olmadıkları için tâbi'ûndan addedilmişlerdir.[512]
Etbâ'u't-tâbi'în,
Hazreti Peygamberin, sahabîlerle ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz
"insanların en hayırlısı benim muâsırlarımdır..." hadîsinde üçüncü
derecede hayırlı nesil olarak söz konusu ettiği kimseler olup, tâbi'ûn arasında
yetişip büyümüşler ve onlardan hadîs almışlardır. Bu nesle mensup olanlar, çok
defa tâbi'îlerle karıştırılırlar ve herhangi bir sahabîyi idrak etmedikleri
halde tâbi'ûndan addedilirler. Nitekim el-Hâkim de, etbâ'u't-tâbi'îne mensup
olan bazı isimler vermiş ve bunların ekseriya cedlerine nisbet edilerek
tâbi'ûndan addedildiklerim, bu sebepten de etbâ marifetinin, hadîs ilminin en
önemli kollarından biri olduğunu söyler.
[513]
El-Hâkim'in vermiş
olduğu bu isimler arasında, meselâ, İbrahim İbn Muhammed İbn Sa'd İbn Ebî
Vakkâs vardır ve sahabeden hiç kimse ile karşılaşmamıştır; çok defa İbrahim
İbn Sa'd İbn Ebî Vakkâs olarak zikredilir ve bunu işiten râvi, İbrahim'i,
meşhur sahabî Sa'd İbn Ebî Vakkâs'm oğlu zannederek, onu tâbi'ûndan sayar.
Keza Hafs İbn Ömer İbn Sa'd, ceddine nisbet edilir ve tâbi'ûndan addedilir;
halbuki Sa'd, sahabîdir ve Hafs ise, onu idrak etmemiştir''.[514]
Etbâ'u't-tâbi'în
devri, hadîs tahammülü ve rivayeti usullerinin en mükemmel şekle girdiği devir
sayılır. Bu devrede, hadîslerin, gelişi güzel toplanıp sahîfelerde
sıralanmasıyle iktifa edilmemiş, aynı zamanda, konularına göre bâblara
ayrılmış, bir tasnife tâbi tutulmuştur. Bu hususta er-Râmahurmuzî bize şu
bilgileri vermektedir: "Bildiğime göre hadîsleri ilk tasnif eden kimse,
Basra'da er-Rebî' İbn Subeyh (Ö. 160), Sa'îd İbn Ebî Arûbe (Ö. 156), Yemen'de
Hâlid İbn Cemîl ve Ma'mer İbn Râşid (Ö. 152), Mekke'de İbn Cureyc (Ö. 150),
Kûfe'de Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Basra'da Hamnıâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine
Mekke'de Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd îbn Müslim (Ö. 195),
Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd (Ö. 182), Horasan ve Merv'de Abdullah
İbnu'l-Mubârek (Ö. 181), Vâsıt'da Hu-şeym İbn Beşîr (Ö. 193) ve bu asırda
Kûfe'de îbn Ebî Zâ'ide (Ö. 193), îbn Fu-zayl (O. 196) ve daha sonraları
Yemen'de Abdu'r-Razzâk İbn Hemmâm (Ö. 211) ve Ebû Kurra Mûsâ İbn Tarık
olmuştur".
[515]
Şüphesiz bu devre âit, zamanımıza kadar intikal eden en önemli musannaf eser,
Mâlik İbn Enes (ö.179)'in el-Muvattâ\dır.
Yukarıdan beri
zikretmiş olduğumuz bu üç nesil, sahabe, tâbi'ûn ve etbâ'u't-tâbi'în, İslâm
Dîninin, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci esas kaynağı olan hadîslerin toplanıp
muhafaza edilmesinde ve müteakip nesillere rivayetinde en Önemli rolü oynayan
kimseler olmuştur.
[516]
Hadîs rivayet eden râvilerin
şahıslarında, rivayet ettikleri hadîslerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar
aranır. Bu şartlardan herhangi birinin o râvide bulunmaması, hem râvinin zayıf
addedilmesine, hem de rivayetinin reddine sebep olur. Eş-Şâfi'î, bu şartları
şöyle sıralamıştır:
"...Hadîs rivayet
eden bir râvi, dîninde sika, hadîsinde sıdk ile maruf; rivayet ettiği şeyi
bilir (âkil); hadîsin manâsım bozacak lafzı anlar (âlim), yahut hadîsi işittiği
şekilde harfiyle rivayet eder ve manâ üzere rivayet etmez - zira manâ üzere
rivayet ederse, manâyı bozacak lafzı anlamamış demektir, bu halde helâli haram
yapabilir - hıfzından veya kitabından rivayet ederse hafız; bir hadîsin
rivayetinde diğer hafızlarla birleşirse, rivayet ettiği hadîs, diğerlerinin
hadîsine uyar; mülâkî olduğu şahıslardan işitmediği şeyleri ve sikâtm Hazreti
Peygamberden rivayet ettikleri hadîslere muhalif rivayet etmez ve hadîsi
Hazreti Peygambere kadar mevsûl olursa, bu râvinin rivayet etmiş olduğu hadîsin
alınmasında tereddüt edilmez"
[517]
İmam eş-Şâfi'î'nin bu
ibarelerinde toplanan şartlar, gerek îbnu's-Salâh'ta ve gerekse en-Nevevî'nin
Takrîb'i ile onun şerhi Tedrîb'de görüldüğü gibi, meşhur hadîs ve fıkıh
imamları tarafından formüle edilmiş ve "bir râvinin rivayetinin kabul
edilebilmesi için adalet ve zabt şart koşuldu" denilmiştir
[518]Adalet,
İslâm ve akıl ile, zabt ise, müteyakkız ve hafız olmakla izah edilmiştir.
Aşağıda, hadîs râvisinde bulunması gereken bu şartlar üzerinde ayrıca
durulacaktır.
[519]
Adalet, hadîs
rivayetinde, bu rivayetin kabul edilebilmesi için râvilerde bulunması gereken
vasıflardan biri ve en önemlisidir. El-Cezâ'irî'nin de belirttiği gibi, bu
kelimenin ihtiva ettiği manâyı bütün incelikleriyle kavramak ve tarifini yapmak
en güç işlerden biridir. Bu sebeple ulemâ, mesaîlerinin bir kısmını bu konunun
aydınlanmasına tahsis etmişlerdir. Bunlardan bazılarına göre adalet, insanı,
kebâir (büyük günâh) iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten
alıkoyan bir melekedir. Bazılarına
göre de, şehadet ve
rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in
hâkim olmasıdır. Zira insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe
çalarsa, şehadet ve rivayeti reddedilir',
[520]
El-Gazâlî'ye göre
rivayet ve şehadette adalet, dînde slret (gidiş)in doğruluğu ve düzgünlüğüdür
ki, ruha sağlamlık verir ve onun takva ve mürüvvete yönelmesini sağlar; bu
suretle, insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven hâsıl olur. Zira insanı
yalandan alıkoyacak Allah korkusuna sahip olmayan bir kimsenin sözüne
güvenilmez. Diğer taraftan, mubah olmakla beraber, meselâ yolda bir şey yemek,
cadde ortasında işemek, rezîlâne sohbetlerde bulunmak, şakada ifrata gitmek
gibi, mürüvveti zedeleyebilecek fiil ve hareketlerden sakınmak, adalette şart
koşulduktan sonra, bir soğan tanesi çalmak, veya kasden bir buğday tanesi
ağırlığında noksan tartmak gibi, küçük büyük bütün günâhlardan sakınmak da,
bi-tarîkı'1-evlâ, adaletin şartlarmdandır. Zira bütün bunlar, dînin zayıflığına
delâlet eden kusurlardır; o dereceye kadar ki, bu kusurları nefsinde ce-meden
bir insan, dünyevî gayeleri için yalan söylemekten bile çekinmez'.[521]
El-Hatîb el-Bağdâdî,
Ebû Bekr Muhammed Îbnu't-Tayyib'ten nak-letmiştir: Şâhid ve muhbirin sıfatı
olarak matlûb olan adalet, kişinin, dîninde istikameti, mezhebinde selâmeti,
fısk'tan, kalbinin ve organlarının adaleti iptal ettikleri bilinen düşünce ve
hareketlerden uzaklığıdır. Bu bakımdan, adaleti tanıtan sıfatların tümü için
"Allah'ın emirlerine ittiba, ne-hiylerinden intihadır" demek gerekir.
Bununla beraber, insanın bütün günâhlardan salim olmadığı da bilinen
gerçeklerdendir. Kendisine em-rolunan şeylerden bazılarını terkedenlerle, bütün
vecîbelerini terkeden kimselere kadar, çeşitli derecelerde yer alanlar vardır.
Buna göre, adaletle mevsûf olan kimseyi tarif ederken, şu hususları belirtmek
lâzımdır: Âdil o kimsedir ki, farzları edâ ettiği, kendisine emrolunan şeylere
sıkıca yapıştığı, nehyolunanlardan korunduğu, adaletini iskat eden fuhşiyyattan
ictinab ettiği, fiil ve hareketlerinde hak ve vâcib olanı araştırdığı, dînini
ve mürüvvetini ihlâl eden sözlerden kaçındığı cümlenin maruf ve malûmudur.
İşte hali böyle olan kimse, dîninde adaletle mevsûf, hadîsinde sıdk ile
maruftur. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu kimsenin, failini fâsık derekesine
indiren büyük günâhlardan sakınması kâfi değildir. Halk arasında, küçük
günâhlar arasında bilinen yalancılık, az miktarda dahî olsa yanlış tartı, bir
patlıcan hırsızlığı ve müslümanlann yalan sözlerle kandırılması gibi fiil ve
hareketlerden de sakınması lâzımdır'.[522]
Hadîs râvilerinde
aranan bu şartlar, onların hal ve hareketlerinin takip ve tesbit edilmesiyle
bilinir ve ancak bundan sonra adalet vasfınasahip olduklarına hükmedilir.
Eş-Şâfi'î, Ahmed îbn Hanbel ve ekser ilim ehli, hal ve hareketi meçhul olan,
yâni adaleti yakînen bilinmeyen kimselerin rivayetlerinin makbul olmadığı
görüşü üzerinde birleşmişlerdir'.[523]
Irak ehlinden Ebû Hanîfe ile ona tâbi olanlar ise, rivayetin kabulünde
İslâmiyetin izharını ve râvinin zahir bir fısktan selâmetini yeterli görmüşlerdir''.[524]
Yâni bunlara göre adalet, İslâm'ın izharı ve müslümanın yine zahir bir fısktan
selâmetidir
[525]Bu
görüş için Iraklıların ileri sürdükleri delil, bir ârâbînin, Hazreti
Peygamberin huzurunda Ramazan ayının girişi ile ilgili şehadetidir. İbn
Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, bir ârâbî, Hazreti Peygambere gelerek hilâli
gördüğünü söylemiş, Hazreti Peygamber de ona "Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed'in, O'nun elçisi olduğuna şehadet edip etmediğini"
sormuş, ârâbînin "evet, şehadet ediyorum" demesi üzerine de, orada
bulunan Bilâl'e'[526]
"Ey Bilâl, halka duyur, yarın oruca başlasınlar" diye emir
buyurmuştur'.[527] Irak ehli bu haberi ele
alarak "görülüyor ki Hazreti Peygamber, ârâbînin adaletini, başka
herhangi bir şeylt tahkik etmeksizin, sadece İslâmiyetin izharı ile yetinmiş ve
onun, Ramazan ayı ile ilgili şehadetini kabul etmiştir" demişlerdir'.[528]
Bununla beraber, aynı görüşe sahip olmayan el-Hatîb, bu delile itiraz ederek
"Ramazan ayma şehadet eden şahsın ârâbî olması, onun âdil olmasına ve
Hazreti Peygamberin daha önceden onun adaletine vâkıf bulunmasına, yahut ta
halkın, onun halini Hazreti Peygambere bildirmiş olmasına mâni teşkil
etmez" demiş, bir ihtimal olarak da, "belki, ârâbînin tasdiki
hususunda o anda bir vahiy gelmiş olabileceğini, netice itibariyle Hazreti
Peygamberin, ârâbînin haberini kabul etmek için sadece İslâmiyetin izharı ile
iktifa edip etmediğinin kesin olarak bilinemiyeceğini" ileri sürmüştür'.[529]
Adaletin tesbiti ile
ilgili olarak imamlar arasında ortaya çıkan bu çeşit ihtilâflar, adaletin
tahakkukunda İslâm'ın ve fısktan selâmetin birinci plâna alınması dolayısıyle,
esasa taalluk etmemiş bulunmaktadır. Çünkü İslâm'ın izharı ve zahir bir fısktan
selâmet ile iktifa dahî, netice itibariyle İslâmî ahvali şart koşmuş
olmaktadırlar. Filhakika adaleti meçhul olanların rivayetini kabul etmeyenler,
bu rivayette yalan olması ihtimaline dayanırlar; fakat şurası da muhakkaktır
ki, adaleti meçhul olan şahsın yalan söylemesi
ihtimali bulunmakla beraber, böyle bir şahsın, îslâmiyetini izhar etmesi ile
zahir bir fısktan salim bulunması halinde doğruyu söylemesi ihtimali daha
kuvvetli olacaktır.
Bir hadîs râvisinde
adaletin sübût bulması için bazı delillere ihtiyaç vardır, Bu deliller, ya iki
âlimin o râvinin adaleti hakkında şehadette bulunmasıdır ki, bu şehadet,
hadîsçiler arasında şuyûbulur; ya da râvinin adaleti, hadîsçiler ve şâir ilim
ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ
Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, el-Evzâ'î, eş-Şâfi'î, Ahmed
İbn Hanbel ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç
değillerdir. Keza hadîsçilerden el-Leys İbn Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah
Îbnu'1-Mubâ-rek, Veki İbnu'l-Cerrâh, Yahya İbn Ma'în, Alî İbnu'l-Medînî ve
bunun gibileri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler
olup, hiç kimse, bunları adalet yönünden incelemeye tâbi tutmaz. Meselâ Ahmed
İbn Han-bel'e İshâk İbn Râhûye hakkında sorulduğu zaman: "İshâk gibisi
sorulurmu?" demiş, Ebû Ubeyd'i soranlara da Yahya îbn Ma'in: "Benim
gibisine Ebû Ubeyd sorulur mu? Ebû Ubeyd'e başkaları sorulur" cevabını
vermiştir.
[530]
Netice olarak adalet,
hadîs rivayetinde, râvinin sahip olması gereken sıfatlardan en mühimmi olup,
aşağıda ayrıca açıklayacağımız zabt şartıyle birlikte râviye sika vasfını
kazandıran bir sıfattır.
[531]
İnsanın, işittiği
herhangi bir şeyi, aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda
hatırlayabilecek bir şekilde iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına
gelen zabt, hadîs ıstılahında, rivayetinin kabulü için bir râvide bulunması
gereken iki Önemli sıfattan birini teşkil eder. Bu iki sıfat bir râvide
birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını kazanır. Diğer sıfat,
daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.
Zabtın yokluğu,
râvinin rivayetinde vehim ve hatasının çokluğu ile anlaşılır. Nitekim
yalancılıkla itham olunan kimselerin hemen hepsi, hatası çok olanlardır ki,
bunlar, umumiyetle zabt yönünden cerhedilmişlerdir.
Bazılarının iddialarına
göre bir kimsedeki zabt, kuvvet ve za'f yönünden değerlendirilemez; yâni
insan, ya zabıt olur ve zabtla tavsif olunur ; yahutta gayr-i zabıt olur ve bu
yönü ile tavsîf olunur. Zabt ile tavsif olunanların hepsi de aynı derecede
zabıt olup, birisinin diğerine nisbetle daha zabıt olduğu söylenemez.
[532]
Zabtla ilgili olarak
vermeye çalıştığımız bu bilgi, İbn Hacer'e göre göğüs zabtı (zabtu's-sadr) dır
ve insanın işittiği bir şeyi dilediği zaman
hemen hatırlayabilecek
şekilde hıfzetmesinden ibarettir. Göğüs zabtı yanında bir de kitap zabtı
(zabtu'l-kitâb) vardır ve râvinin, işittiği ve tashihini yaptığı andan,
içindeki hadîsleri edâ, veya rivayet edinceye kadar kitabını
korum ası di r.
[533]
Akıldan murad, hadîs
râvisinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde
belirli bir yaş haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun
rivayeti kabul edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza
edildiği için, bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni
işitmesi, alması) caiz görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet
etmesi tecviz edilmemiştir; yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak
bulûğ çağına girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır. Bununla
beraber bazı bölgeler, muhtemelen iklim şartlarını gözönünde bulundurarak,
hadîs semâ'ının bazı muayyen yaşlarda daha sıhhatli olabileceği görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Meselâ Kûfeliler, ancak yirmi yaşın tamamlanmasından sonra hadîs
semâ'ım doğru görmüşler ve bu yaşa kadar Kur'ân hıfzıyle ve İbadetle meşgul
olmuşlardı.[534] Basralılar on, Şamlılar
ise, otuz yaşından sonra hadîs yazmaya baş-lamışlardır.
[535]
Hazreti Peygamberin
ashabı içerisinde küçük yaşta iken hadîs hıfzeden birçok kimse vardır. Meselâ
Sehl İbn Sa'd es-Sâ'ıdî, Hazreti Peygamber vefat ettiği sıralarda onbeş
yaşında bulunuyordu ve ondan pek çok hadîs hıfzetmişti. Hazreti Peygamberden
hadîs rivayet eden el-Hasan îbn Alî İbn Ebî Tâlib, hicretin ikinci senesinde
dünyaya gelmişti. Keza Abdullah İbnu'z-Zubeyr İbni'l-Avvâm, en-Nu'mân îbn
Beşîr, Ebu't-Tufeyl el-Kinânî ve es-Sâ'ib İbn Yezîd, aşağı yukarı aynı yaşta
idiler. Ummu'l-Mu'minîn Aişe, Hazreti Peygamberle evlendiği zaman henüz altı
yaşlarında bulunuyordu; dokuz yaşma geldikten sonra, ondan işitmiş olduğu
hadîsleri rivayet etmeye başlamıştır. Yine sahabeden Enes îbn Mâlik, Abdullah
İbn Abbâs, Ebû Sa'îd el-Hudrî gibi daha birçok kimse, Hazreti Peygamberden
hadîs işitmeye başladıkları zaman, küçük yaşta çocuk idiler.
[536]
Bu haberler bize
gösteriyor ki, bazı bölgelerde câri olan âdetlere rağmen, belirli bir yaş
haddi konulmamış, çocuğun temyîz kabiliyetine sahip olduğu devreden itibaren
hadîs rivayetleri makbul sayılmıştır. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de kaydettiği
gibi,
[537] eğer belirli bir yaş
haddi tatbik edilse idi,
Hazreti Peygamberden
küçük yaşta hadîs hıfzeden birçok sahabî bir yana, yine birçok ilim ehlinin
rivayetleri yok olur giderdi.
[538]
Lugatta, bir kimseyi yaralamak
manâsına gelen cerh ile, bir kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl,
her ikisi birden hadîs ilminin en Önemli konularından birini teşkil eder. Cerh
ve ta'dîl olmaksızın bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün
değildir. Çünkü sıhhat ve zafiyet, her şeyden Önce, hadîsi nakleden râvinin
güvenilir olup olmamasına bağlı olarak ortaya çıkan sıfatlardır. Bir râvi, ne
derece güvenilir bir kimse ise, onun rivayet ettiği hadîs de o derece sıhhat
kazanmış olur. Bir hadîsin isnadını teşkil eden râvilerin hepsi güvenilir
oldukları takdirde, o hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir. Aksi halde, yâni
râvilerden birinin veya birkaçının güvenilir olmaması halinde, onların bu
halleri, rivayet ettikleri hadîsin sıhhati üzerinde şüphe ve tereddütlerin
belirmesine ve dolayısıyle onun sahîh olmadığı hükmünün verilmesine sebep olur.
îşte bu basit ve basit olduğu kadar da önemli olan kaide dolayısıyle, hadîs
râvilerinin gö-zönünde tutulmasına ve hallerinin araştırılıp ortaya konmasına
büyük bir titizlikle önem verilmiştir.
Bir râvi zayıf halleri
dolayısıyle cerhedilir ve bu haller açıklanır. Zayıf hali görülmeyen ve
güvenilir olduğu anlaşılan bir râvi de ta'dîl edilir; başka bir ifade ile,
tezkiye olunur.
Cerh, baştarafta da
işaret ettiğimiz gibi, lugatta, yaralamak manâsında kullanılır. Yaralamak fiili
herhangi bir âletle olabileceği gibi dil ile de olur ve Kâmûs tercemesinde
denildiği gibi, "bir kimseye kadh ve ta'n, ya şetm ile zebandırazlık edip
dilâzâr eylemek manâsına istimal olunur ki cerahati sinandan eşed olur. Bu
sebeple bir kimse bir kimseye sebb u şetm ettiği zaman, cerahahu denir"
[539]
Bunun dışında cerh kelimesi, bir hâkimin kizb ve fısk töhmeti altında bulunan
bir şahidin adaletini, yâni güvenilir olma vasfını iskat ile şehadetini
reddetmesi manâsında da kullanılır ki, bu manâ ile kelime, biraz önce lügat
manâsında zikrettiğimiz sebbetmek, şetmetmek v.s. gibi manâların tanıamiyle
aksi bir manâ kazanmış olur. Zira sebb ve şetmde (birisine sövmek ve
küfretmekte), umumiyetle muhataba karşı, haklı veya haksız, bir tecavüz
bulunduğu halde, adaletin iskatı ve şe-hadetin reddi meselesinde böyle bir
tecavüz bahis konusu değildir. Burada bahis konusu olan husus, muhatabın kâzib
ve fâsık olması, yahutta şehadetinin reddini gerektiren bazı vasıfların bulunması
dolayısıyle görülecek bir işin ona gördürülmemesi ve ondan sakımlmasıdır. Hadîs
ıstılahında cerh bu manâda kullanılmıştır ve hadîs râvisinin, rivayet ettiği
hadîsin doğruluğuna şehadetini redde müncer olabilecek adi, zabt v.s.
yönlerden sahip olduğu kusurlu vasıfları dolayısıyle reddedilmesi demektir.
Hadîs ilminin Önemli konularından birini, hattâ en önemlisini teşkil eden cerh,
Hazreti Peygamberin hadîslerini, yalan ve sahte olanlarıyle karışmaktan
korumak, karışanları diğerlerinden ayıklamak gayesini güder. Yahya İbn Ma'în'in
söylediği gibi, hadîsin âleti sâdık (doğru) olmak, bid'ati terketmek ve kebâir
(büyük günâh) dan sakınmaktır''.
[540]
Keza Allahu Ta'âlâ, âdil olanın kabulünü, fâsık olanın da reddini emretmiştir.
O halde, adi olsun, fısk olsun, her ikisinin bütün ayrmtılarıyle açıklanması
gerekir; tâ ki, fâsık ve kâzib olanın haberi veya şehadeti, âdil olanın haber
ve şehadetini bulandırıp bozmadan reddedilebilsin.
O halde cerh, bir
hadîs râvisinin kusurlu sıfatlarını ortaya koymak, onun şehadetini reddetmek,
yâni rivayet ettiği hadîsin reddedilmesini sağlamaktır. Ancak burada, üzerinde
durulması gereken bazı önemli noktalar vardır. Bunların başında, râvinin
cerhine gerçekten sebep teşkil edecek hallerin bulunması ve herkesin,
cerhediyorum diye, dilediği kimseyi dilediği şekilde kötülememesi gereğinin
bilinmesi gelir. Çünkü öyle haller vardır ki, bunlar, çoğunluğun nazarında
sahibinin cerhedilmesini gerektirecek kötülükler olmadığı halde, bazıları
bunları kötü görürler ve bu hallere sahip olan kimseleri cerhederler daha
doğrusu onların haksız yere kö-tülenmelerine sebep olurlar. Bundan dolayıdır ki
hadîs imamları, bir râvinin cerhedilmesi halinde, cerhe sebep teşkil eden
hallerin de açıklanmasını şart koşmuşlardır''.
[541]
Hadîs râvilerinin cerh
ve ta'dîli, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu ilmin en önemli kısımlarından
birini teşkil eder. Çünkü hadîslerin sahîh ve sakimi, makbul ve merdûdu, onları
rivayet edenlerin hal ve meşreblerinin tesbit edilmesiyle bilinir. Bu bakımdan
ilim ehli, râvilerin cerh ve ta'dîlinİn müslümanlar üzerine farz olduğunu açık
bir şekilde beyan etmişlerdir. Meselâ Sahîh sahibi Müslim İbnu'l-Haccâc, bu
sahada büyük şöhret kazanmış birçok imamın, hadîs râvilerinin ayıplarını açıklayarak
onları itham ettiklerini, bunu zarurî gördüklerini, kendilerine bu hususta bir
şey sorulduğu zaman fetva verdiklerini, çünkü böyle râvilerin, nakletmiş oldukları
haberlerin dînle ilgili olup, ya bir şeyi helâl, ya haram kıldığını, yaemr ya
da nehyettiğini, yahutta, onların terğîb ve terhîbe âit olduğunu, halbuki
zayıf râvilerin bu konularda nakletmiş oldukları birçok hatalı hattâ yalan
haberle, müslümanlan yanlış yollara sevkettiklerini açık bir şekilde izah
etmiştir.
[542] Keza şârîh en-Nevevî de,
aynı konuya temasla "râvilerin cerhi, şeriatın korunması bakımından
büittifak caizdir, hattâ vâcibtir. Bu, müslümanlara haram kılman gıybetlerden
değil, aksine, Allah ve Rasûlü için, müslümanlar için bir nasihattir. Nitekim
fazilet sahibi birçok imam bu konuda ittifakla söz söylemişlerdir."
Demiştir.
[543]
Filhakika bu konu,
teknik tabirler yönünden sonradan inkişâf etmiş olsa bile, tatbikatının sahabe
içerisinde başladığı müşahede edilmektedir. Meselâ Abdullah İbn Abbâs, Ubâde
İbnu's-Sâmit ve Enes İbn Mâlik, hadîs râvileri hakkında ilk söz söyleyen
sahabîlerden addedilirler.
[544]
Tâbi'ûn devrinde ise, eş-Şa'bî, Muhammed İbn Şîrîn ve Sa'îd İbnu'l-Museyyib görülmektedir;
fakat tabiilerin ilk tabakasını teşkil eden bu gibi kimseler, kendilerinden
sonra gelenlere nisbetle daha az bir yekûn tutmaktadır. Bunun sebebi de, kendi
devirlerinde hadîs rivayet edenler arasında zayıf olanların çok az
bulunmasıdır. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru, hadîs ricali arasında
ehil olmayanların, işittikleri hadîslerin râvilerini zik-retmeksizin onları
mürsel olarak rivayet edenlerin veya mevkufu merfû, merfû'u mevkuf yapanların
çoğalması, cerh ve ta'dîl faaliyetini artırmış, yüzlerce hadîs râvisi, bu
faaliyetler neticesi çürüğe çıkarılmak suretiyle hadîslerin ifsad edilmesi mümkün
mertebe önlenebilmiştir. Bu devirde, hadîs imamları arasında el-A'meş (Ö. 148),
Şu'be İbnu'l-Haccâc (Ö. 160), Mâlik İbn Enes (Ö. 179), Abdullah Ibnu'l-Mubârek
(Ö. 181), Yahya İbn Sa'îd el-Kattân (Ö. 189), Vekî İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197),
Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198), Yahya İbn Ma'în (Ö. 233) ve Ahmed İbn Hanbel
(Ö. 241) gibi kimseler, cerh ve ta'dîl faaliyetinde büyük şöhret kazanmış,
bunlardan bazıları tarafından yalnız bu konuda telîf edilen eserler,
zamanımıza kadar intikal etmiştir.
Hadîs râvilerinin cerh
ve ta'dîl bahsi, usûl kitaplarında geniş bir yer işgal eder. Bilindiği gibi
cerh, bir yaranındeşilip içindekilerin açığa çıkarılması gibi, bir râvinin,
hadîs rivayetini tehlikeye düşürebilecek her türlü ayıplarının tesbit edilip
ortaya konmasıdır; bu bakımdan ta'dîle nisbetle daha güçtür ve dîn yönünden
ağır bir mes'ûliyeti muciptir. Ta'dîl ise, râvilerde bulunması gereken şartlar
çerçevesi içinde cereyan eder ve bu şartları hâiz olan kimselerde cerh alâmeti
görülmez.
[545]
Bir hadîs râvisinin,
bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki hadîs imamı tarafından
da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul edilir ve hüküm ona göre
verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden, veya onun hadîs rivayetinde
kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse), hadîs râvisinde gizli olan
ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat eden kimse) tarafından
bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır. Her ne kadar cârih, muaddil
tarafından ortaya konan zahirî hükme vâkıf olsa bile, kendisi tarafından
bilinen kusurları da ortaya koymak zorundadır. Bu bakımdan muaddilin râvi
hakkındaki hükmü, cârinin hükmünün doğruluğunu ortadan kaldırmaz.
[546]
Bir hadîs râvisi,
kalabalık bir hadîs imamı tarafından ta'dîl, buna karşılık daha az imam
tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine cârihlerin sözlerine göre verilir.
Bazıları, muaddillerin daha fazla olması sebebiyle, bunun aksini ileri
sürmüşlerse de, bu iddia, usûlcüler tarafından kabul edilmemiştir. Meselâ
el-Hatîb el-Bağdâdî, bu iddianın hatalı olduğunu zikreder ve "cârihler,
muaddillerin râvi hakkındaki zahirî bilgilerini kabul ederler; fakat onların
bilmedikleri bazı hususlar vardır ki, bunlara da cârihler vâkıftır ve
diğerlerinden fazla bilgiye sahiptirler" der.
[547]
Usûlcülerin ittifak
ettikleri diğer bir husus, cârihin, râvinin cerhine sebep teşkil eden halleri
bilmesi ve bunları açıklamasıdır. Eş-Şâfi'î'den rivayet edildiğine göre, bir
şahıs, diğer bir şahsı cerheder; bunun sebebi sorulduğu zaman, cârih:
"Onu ayakta işerken gördüm" der. "Bunda cerhi gerektirecek ne
var?" denilince adam: "Orasına burasına idrar sıçrar, sonra bu halde
namaz kılar" diye cevap verir. Bu ve bunun gibi haller, te'vîl yolu ile
cerhetmektir; fakat gerçek bilgiye sahip olanlar, bir kimseyi bu şekilde
cer-hetmezler. Bu gibi hallerde, cârihten cerh sebeplerini sormak gerekir.
[548]
Keza el-Kâzî Ebu't-Tayyib de cerhin müfesser (yâni cerh sebepleri açıklanmış)
olmadıkça kabul edilemiyeceğini zikretmiş ve "hadîs ehlinin, fulân
zayıftır, fulân bir şey değildir, demeleri, cerh addedilemiyeceği gibi, haberlerinin
reddini de gerektirmez; çünkü halk, ifsad edici şeyler hakkında Çok çeşitli
görüşlere sahiptir; cârihin cerh sebebini açıklaması lâzımdır ki, bilinmek
suretiyle onun fısk olup olmadığı anlaşılsın" demiştir.
[549]Aynı
şekilde, iki şahsın abdest alınacak bir
su hakkında "bu pistir" demeleri makbul sayılmaz. Halkın, suyu
pisleten şeyler hakkında görüşleri muhtelif olduğu için, suyun pis olmasına
sebep teşkil eden şeylerin, onun pisliğine şe-hadet eden kimseler tarafından
açıklanması gerekir.
[550]
Hadîs râvilerinde,
birçok hadîs imamının ittifakıyle ayıp görülen ve cerh edilmek suretiyle
rivayet ettikleri hadîslerin reddine sebep olan muhtelif haller vardır. Ebû
Hatim İbn Hıbbân'ın da belirttiği gibi, hadis tahammülü ve rivayetiyle
yakından meşgul olan kimselerin bu halleri bilmeleri, kendisinde
bu hallerden biri
veya birkaçı bulunan
kimsenin hadîslerini ihtiyatla karşılamak,
kendilerinde bu hallerden
hiçbiri görünmeyen kimseleri
ise, haksız yere cerhetmemek bakımından gerekli görülmüştür.[551]
Mâlik İbn Enes de bir sözünde bu hallerin ancak bir kısmını ve en önemlilerini
toplayarak şöyle zikretmiştir: "Dört gurup kimseden ilim (hadîs) alma; bunun dışmd akil erden
alabilirsin:
1.
Herkesten daha çok hadîs rivayet etmiş olsa bile,
sefîh olan ve sefahatini ilân eden kimseden;
2.
Hazreti
Peygamberden rivayet ettiği hadîslerde kizb (yalancılık) ile itham olunmasa
bile, günlük hayatında yalan söylediği sabit olan kimseden;
3.
Hevâ
ehlinden olan ve halkı da kendi hevâsına davet eden kimseden;
4. İbadet ve faziletiyle tanınmış olsa bile, ne rivayet
ettiğini bilmeyen kimseden
ilim
alma.
[552]
Mâlik İbn Enes'in bu
sözünden anlaşılıyor ki, sefahat, yalancılık, hevâ ehline mensubiyet ve ne
rivayet ettiğini bilmemek, cerhe sebep teşkil eden en önemli hallerdendir.
Bunun dışında diğer bazı haller daha vardır ki, bunlarıda gözönünde
bulundurarak hepsini ayrı ayrı açıklamakta fayda vardır.
a) Kizb (yalancılık): Hadîs imamlarının titizlikle üzerinde durdukları cerh
sebeplerinden biridir. Halk arasında ve günlük hayatında yalan söylediği sabit
olan kimseler cerhedilir ve haberleri kabul olunmaz. Eğer böyle kimseler yalancılıktan
tövbe eder ve bir daha yalana dönmezlerse, o zaman, rivayetlerini kabul etmek
gerekir. Hazreti Peygamberin hadîslerinde yalan söyleyenler, ona yalan isnad
edenler ve işitmedikleri hadîsleri işitmiş gibi ileri sürenler ise, yalandan
tövbe etseler bile, artık bunlardan hadîs alınmaz. Bu gibileri hakkında Ahmed
İbn Hanbel şöyle demiştir: "Bir hadîste yalan söylediği tesbit edilen bir
kimse, sonradan tövbe etse, onun tövbesi
kendisiyle Allah
arasındadır. Fakat artık ondan ebediyyen hadîs yazılmaz"
[553]
Râfi' İbn Eşras'tan buna benzer şu haber nakledilmiştir: "Denilir ki, yalancının
akıbeti, doğruluğunun kabul edilmemesidir. Ben de derim ki: Bid'at ehlinden
olan fâsıkm akıbeti, iyi hallerinin zikredilmemesidir".
[554]
Hadîsi ebediyyen
terkedilen kimseler hakkında el-Humeydî Abdullah İbnu'z-Zubeyr de şunları
söylemiştir: "Zamanına yetişmediği kimseyi işittiğini iddia ile ondan
hadîs rivayet eden kimse, yahutta zamanına yetişmekle beraber işitmediği
hadîsleri işitmiş gibi rivayet eden kimse ebediyyen terkedilir.[555]
b) Sefeh:Lugatta
kötü yaratılış, cehalet ve hafiflik manâlarına gelen sefeh, yukarıda
zikrettiğimiz Mâlik İbn Enes'in bir sözünden de anlaşıldığı gibi, râvinin
cerhini ve hadîsinin terkini gerektiren sıfatlardan biridir. El-Hatîb, Yahya İbn
Sa'îd el-Kattân'dan şöyle bir haber nakleder: Yahya der ki: En-Nadr İbn Mutarrıf1ltan[556]işittim: "Eğer size rivayet etmediysem anam
zâniyedir" diyordu. Bu sebepten onun hadîsini terkettinı.[557]
El-Hatîb. sözüne inandırmak için anasının zâniye olduğunu ileri süren en-Nadr
İbn Mutarrıf adındaki bu şahsın sözlerini, onun sefahatine Örnek göstermiş ir.
Filhakika bu sözdeki bayağılık, Hazreti Peygamberin hadîslerini öğrenmek
ve başkalarına nakletmek
iddiasında bulunan kimseler
için tasavvuru imkânsız bir
haldir. Bu gibi kimselerin sefahatlarım dinlememek, onlardan hadîs almaktan
evlâdır.
c) Bid'at ve hevâ:Cerh sebeplerinden biri de, râvinin bid'at ve hevâ sahibi olmasıdır.
Dîn dışı ve dîne muhalif inanç ve davranışları olan, bu inanç ve davranışları dînden
bir mesele imiş gibi göstererek halkı da bunlara davet eden kimseler, haklı
olarak cerhedilmişlerdir. Çünkü bu gibi kimseler, inançlarına dînî bir hüviyet
kazandırabilmek için, onları teyîd eden hadîsler uydurmaktan çekinmezler.
Nitekim Şî'a, Mürci'e, Cehmiyye, Ka-deriyye ve
Cebriyye gibi siyasî ve itikadî mezheb mensuplarından bazılarının,
mezhebleri adına nasıl hadîs uydurdukları, mevzu hadîslerle ilgili bahislerde
ayrıca açıklanmıştı. Şu var ki, başkalarını bid'atlarına davet etmeyen ve yalan
söylemeyi büyük günâh sayan bazı bid'at ehlinden olanların hadîslerini alıp
almamak hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür.
d) İhtilât ve tegayyür:Ömürlerinin sonlarına doğru, hafızalarının zayıflaması
sebebiyle rivayet ettikleri hadîsleri karıştıranların, bir hadîsin isnadını
diğer bir hadîse, veya diğer hadîsin isnadını beriki hadîse bağlayanların, Mâlik'in
hadîsini Şu'be'den, Şu'be'nin
hadîsini Sufyân'dan rivayet
edenlerin halleri de hadîs imamları arasında cerh sebebi olarak kabul edilmiş;
bilhassa râvilerde bu hastalığın belirmesinden sonra rivayet ettikleri
hadîslerden şiddetle kaçınılmıştır. Ya yaşlılık sebebiyle, ya da bir hastalık
sebebiyle ihtilâta maruz kalan ve bu yüzden hafızasını kaybederek hatalı hadîs
nakleden kimseler arasında pek çok tanınmış hadîsçi vardır.
e) Rivayetleri arasında şâz, münker ve garîb hadîslere
fazla yer verenler:El-Hatîb, bu gibi
kimseleri kasdederek şöyle demiştir: Bu devirde hadîs talebesinin çoğu, meşhur
hadîsler yerine garîbleri, ma'rûf olanlar yerine münkerleri yazmak, cerhedilmiş
ve zayıf oldukları belirlenmiş olan kimselerin hatalı ve yanlış rivayetleri ile
meşhur olmak hevesinde...O deki,
çoğunun nazarında sahîh,
sakınılan; sabit, çıkarılıp
atılanrece
hadîslerden olmuş.
Bütün bunların sebebi, râvilerin hallerim bilmemeleri ve doğruyu yanlıştan,
sahihi zayıftan ayırt edecek bilgiden mahrum olmalarıdır. Onların bu halleri,
seleflerimizden ileri gelen muhaddislerin hallerine ne kadar aykırıdır.
[558]
Garibi, kendisiyle
amel olunmaz ve itimad edilmez bir hadîs çeşidi olarak tarif eden Ahmed İbn
Hanbel de, el-Hatîb'in görüşünü teyîd edecek bir şekilde, gerçek hadîsin
terkedildiğini ve garîb hadîslere teveccüh gösterildiğini, halbuki bunlarda çok
az "fıkıh" bulunduğunu sÖylemiştir.[559]
Şâz ve münker ise,
güvenilir kimseler tarafından rivayet edilen bir hadîse, bu râviler tarafından
muhalif olarak nakledilen hadîstir ki, bu râvinin adalet ve zabt yönünden
derecesine göre hadîs, ya şâz, ya da münker olur. Binâanaleyh, garîb olsun,
şâz veya münker olsun, rivayetlerinde bu çeşit hadîslere yer veren, sahîh
hadîsten çok bu çeşit hadîsleri rivayet eden kimseler, hadîs imamları
tarafından cerh edilmişler ve rivayetleri kabul olunmamıştır.
f) Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar: Hadîs rivayetinde yanlışlık, hadîslerin doğruluğunu
yok eden en büyük tehlikedir. Bu bakımdan hadîs imamları, devamlı yanlışlık
yapanları, kizb ile itham olunan kimselerle aynı derecede tutmuşlardır.
Nitekim Abdurrahman İbn Mehdî, bir sözünde
"yalnız kizb ile müttehem olan ve rivayetinde dâima yanlışlık
yapan kimselerin hadîsleri
terkolunur" demiştir.
[560]Abdullah
İbnu'l-jylubârek'ten de şöyle bir söz nakledilmiştir: "Yalnız dört gurup
insandan hadîs yazılmaz: Yanlışlık yapan ve yanlışından dönmeyen kimselerden;
kezzâb (yalancı) olanlardan; halkı bid'atlarma davet eden bid'at sahibi kimselerden;
hadîs hıfzetmeyen, fakat hafızasından rivayet eden kim-selerden..."
[561]
İmam eş-Şâfi'î ise,
"şehadetinde fazla hata yapan kimselerin şe-hadetleri kabul olunmadığı
gibi, hadîsçilerden çok hatâ yapanların da - eğer ellerinde sahîh kitapları
yoksa - hadîsleri terkolunur" demiştir.[562] Bu
haberlerinde delâlet ettiği gibi, hadîs rivayetinde fazla hatâ yapmak, cerh sebeplerinden
biri sayılmış ve bu yönden cerh edilenlerin hadîsleri kabul olunmamıştır.
g) Gaflet:Çok
defa cehalet ve düşüncesizliğin bir neticesi olarak tezahür eden gaflet,
râvinin, kitabında yaptığı bir hatâyı, başkalarının ikazı üzerine düzeltmeye
kalkışması, fakat daha büyük bir hatâ yaparak bunu öylece rivayet etmesidir.
Bazen, başkalarının hatalı tashihlerine kapılıp ki-taptakini terketmek ve
hatalı olanı rivayet etmek de gafletin değişik bir Örneğidir. Bu gibi
durumlarda hadîsin manâ yönünden bozulduğunu farkedemeyen râvi, haklı olarak
hadîs imamlarının cerhinden kendisini kurtaramaz.
h) Telkin:Hafıza
yönünden zayıf olan ve rivayet ettikleri hadîsleri bilmeyen kimselerin maruz
kaldıkları durumlardan birisidir. Bu gibi kimselere bazıları gelip
"bunlar senin hadîslerindir; bu hadîsleri senden rivayet edelim mi?"
diye sorduklarında, kendi hadîsleri olup olmadığını bilmedikleri için
"peki, rivayet et" derler. Aslında bu hadîsler kendilerine âit
değildir; fakat kendilerini karşılarındakilerin telkinlerine kaptırarak bu
hadîsleri onlara rivayet etmiş olurlar. Bu çeşit telkine maruz kalanların
hadîsleri sahîh olsa bile, başkalarının, onlardan aldıkları hadîsler arasına
zayıf ve hattâ uydurma olanları karıştırmaları telkin yolu ile kolaylaşmış
olur. Bu sebepten telkin, ona maruz kalan râvinin terkini ve hadîslerinin
reddini gerektiren bir illet sayılır.
ı) Rivayet
ettikleri hadîslerin yalan
olduğunu bilmeyenler:Hadîs ehlinden olmayan ve hadîs ilminin inceliklerini
bilmeyen, bununla beraber, inanç, itikad ve ibadet yönünden "dîni
bütün" kimselerin maruz
kaldıkları durumlardan biri de, cehaletleri dolayısıyle yalan
söylemeleri, fakat bu söylediklerinin yalan olduğunu bilmemeleridir. Yezîd İbn
Hârûn anlatır
ve der ki: Vâsıt'da
Enes İbn Mâlik'ten hadîs rivayet eden bir kimse vardı. Bir gün bu şahsın,
Enes'in hadîslerini bir kitapta topladığı haberi geldi. Ona gittik; bize
kitabını gösterdi; fakat kitaptaki hadîsler Şerîk İbn Abdillah'ın hadîsleri
idi. Ancak adam haddesenâ Enes (Enes bize rivayet etti) diyerek hadîsleri
okumaya başlamıştı bile..Ona, bu hadîslerin Şerîk'e âit olduğunu söylediğimiz
zaman "haklısınız" dedi ve arkasından haddesenâ Enes an Şerîk (Enes
bize Serik'ten rivayet etti) diyerek hadîs nakletmeye başladı.
[563]
j) Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları şeyhlerden
hadîs nakledenler: Bu gibi kimseler,
çok defa ellerine geçirdikleri başkalarına âit kitaplardan rivayet ederler.
Aslında kitapta bulunan hadîsler sahih olsa bile, kitap sahibini hiç
görmedikleri ve onlardan bu hadîsleri işitmedikleri için rivayet ettikleri
hadîslere güvenilmez. Bu durum, bu gibi kimselerin cerhini ve hadîslerinin
terkini gerektirir.
[564]
k) Hayatta iken görüp hadîs işittikleri şeyhlerinden,
hiç işitmedikleri hadîsleri de rivayet edenler: Bu gibi kimseler, bir şeyhten bir miktar hadîs
işitirler; fakat şeyhin vefatından sonra, daha önce ondan hiç işitmedikleri
hadîsleri ya başkalarından işitmek, ya da kitaptan almak suretiyle rivayet
ederler; fakat bu hadîsleri rivayet ederken aradaki vâsıtayı kaldırırlar ve
doğrudan doğruya şeyhten işitmiş gibi ona isnad ederler. Yahya İbn Ma'în'in ifadesine
göre böyle kimseler yalancıdırlar ve bu yönden cerhedilirler.
[565]
1) Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına âit
kitaplardan rivayet edenler: Hafıza
yönünden zayıf olan bu gibi kimseler, kitaplarından rivayet ettikleri zaman
itimada şâyân olurlar. Ancak, kitapları kaybolduğu zaman, hafızalarından
rivayet edemezler ve kendi kitaplarının diğer nüshalarına başvururlar. Çok
defa hatalı olan bu nüshalar ise, râvinin hatalı hadîs nakletmesine ve
dolayısıyle bu yönden cerhedümesine sebep olurlar.
m)Hadîslerine başkaları tarafından yapılan ilâvelerin
farkına varmayanlar: Umumiyetle hadîs
ehlinden olmayan ve kitaplarındaki hadîsleri de hıfzetmeyen bu kimseler
kitaplarına yapılan herhangi bir ilâveyi kendi hadîsleri zannedip rivayet
ederler. Bunlardan bazıları da, ilâveden bahsedildiği zaman bunu kabul etmezler
ve hatâ üzerinde ısrar ederler. Bu kimseler, îman yönünden zayıf olan
kimselerdir ve bu yüzden
n) Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki olan
hatâyı düzeltmekten kaçanlar:
Bunlar, ilk anda hatâ yaptıklarının farkında değillerdir; fakat farkına
vardıkları zaman da bu hatâyı düzeltmezler ve hadîs rivayetine devam ederler.
Böyle kimseler "kezzâb" (yalancı) sayılırlar ve bu sebepten
cerhedilirler.
[566]
o) Görmedikleri, yahut görüp de işitmedikleri
şeyhlerden hadîs rivayet edenler:
Müdellis denilen bu gibi kimseler, tedlîs'in çok kötü bir rivayet tarzı olması
dolayısıyle şiddetli bir şekilde cerhedilmişlerdir.
[567]
Yukarıdanberi
açıklamaya çalıştığımız ve daha ziyade rivayet usûlüne taalluk eden bu haller,
râvilerin belli başlı cerh sebeplerindendir. Bunun dışında başka haller de
bulunabilir ve bunlar da râvinin dînî ve ahlâkî durumlarıyle ilgili olabilir.
Meselâ nıü'min ve muslini görünen, fakat gayeleri müslümanlar arasına fitne
fesad sokmak, İslâm'ı yıkıp parçalamak olan zındıklar, elbette hadîsleri
reddedilen kimselerdir. Bunun gibi ahlâkî seviyeleri düşük olan kimseler de, bu
yönden cerhedilerek rivayetleri terkolunur. Bütün bunlar, Hazreti Peygamberin
hadîslerini her türlü tahrif ve tashîften korumak için alınan tedbirlerdendir.
[568]
Hadîs tenkitçileri,
cerh ve ta'dîlde, râvilerin kuvvet ve zayıflık, doğruluk ve yalancılık
yönünden çeşitli hallerine delâlet etmek üzere muhtelif tabirler
kullanmışlardır. İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl adlı meşhur eserinin
mukaddimesinde, bu tabirleri derecelerine göre sıralamış, İbnu's-Salâh ve
es-Suyûtî de, bu tertibe riayet ederek, başkalarından kendilerine ulaşan diğer
tabirlerle birlikte onları zikretmişlerdir,
[569]
îbn Ebî Hatim ve
İbnu's-Salâh'a göre ta'dîle delâlet etmek üzere kullanılan tabirler şunlardır:
a) Bir kimse
hakkında, sika veya mutkın denildiği zaman, onun tarafından rivayet edilen hadîslerin
hüccet olarak kullanılacağı anlaşılır. Keza sebt, hucce, hafız ve zabıt
tabirleri de aynı manâda kullanılmıştır.
b) Bir kimse
hakkında ennehu sadûkun, veya mahalluhu es-sıdku, ya-hutta la
be'se bihi denilirse,
hadîslerinin tetkik edilmek
üzere yazılabileceğine delâlet
eder. Zira bu ibareler, râvide zabt şartının mevcut olup olmadığını kesin bir
surette tayin etmez. Bunu tesbit etmek maksadıyle râvinin hadîsi itibâr
(araştırma) maksadıyle yazılır ve başka râviler tarafından da rivayet edilip
edilmediğine bakılır. Eğer o hadîs başka bir isnadla daha rivayet edilmişse,
râvinin doğruluğuna, eğer hadîsin başka bir
rivayeti yoksa ve bir
asla dayanmıyorsa, onun zayıflığına hükmedilir.
c) Bir kimse
hakkında şeyhun denilirse, onun da hadîsi itibâr mak-sadıyle yazılır; fakat bu
mertebe, daha evvelkilerin dûnundadır.
d) Bir kimse
hakkında sâlihu'l-hadîs denilirse, keza hadîsi itibâr için yazılır. Bu da
yukarıdaki mertebelerin dûnundadır.
Ta'dîle delâlet etmek
üzere, bazı hadîsçiler, yukarıda zikredilenlerden başka tabirler de
kullanmışlardır. Meselâ bazıları, râvinin doğruluğunu medhetmek için, sıfatları
bazen e fal vezninde kullanarak meselâ euskau'n-nâs demişler, bazıları da
meselâ sika sika diyerek onları mükerrer kullanmışlardır. Bazen de, yukarıda
ikince derecede zikredilen la be'se bihi yerine, leyse bihi be'sun
demişlerdir.
[570]
Cerhte kullanılan
tabirlere gelince:
a) Bir kimse
hakkında leyyinu'l-hadîs denildiği zaman, bu, hadîslerinin itibar için yazılabileceğine
delâlet eder. Böyle râviler, kendilerinden adaleti iskat etmiyecek bir hal ile
mecruh addedilirler.
b) bir kimse
hakkında leyse bi-kaviyyin denilirse, bu da birinci derecede olduğu gibi,
râvinin hadîslerinin itibar için yazılabileceğine delâlet eder; fakat onun
dûnundadır.
c) Bir kimse
hakkında Za'îfu'l-hadîs denilirse, bundan evvelkilerin dûnunda olmakla beraber,
yine de hadîsleri itibar için yazılır.
d) Fakat
metrûku'l-hadîs veya zâhibu'l-hadıs, yahutta
kezzâbun denilirse, o kimsenin hadîslerine itibâr edilmez. Bu derece,
cerhin en aşağı derecesidir''.[571]
Bunlar gibi, cerhe
delâlet etmek üzere diğer bazı tabirler daha kul-lanılmışır. Meselâ kendisinden
tevsik edilmeyen bazı kimselerin rivayet ettiği hal ve meşrebi tam
anlaşılmayan bir kimse hakkında mesturun veya mechûlu'l-hâl tabirleri
kullanılmıştır. Keza hakkında muteber olabilecek bir tevsîk bulunmayan, bununla
beraber bazı zayıf halleri görülen kimseler hakkında za'îfun, kendisinden,
halini tevsîk edecek bir kişiden fazla rivayet etmeyen kimseler hakkında
muttehemun bi'l-kezibi, kendilerine, yalancılık ve hadîs uydurma vasıfları
ıtlak olunan kimseler hakkında kezzâbun veya vazzâ'un tabirleri kullanılmıştır.
[572]
Hadîs ilmi, diğer
ilimler arasında en yüksek şerefi hâiz olan bir ilimdir. Onunla meşgul olanlar,
Hazreti Peygamberin söz ve fiillerine âit haberlerin tashihi ile ve onun
söylemediği şeyleri ona âit haberlerden temizlemekle uğraştıkları için, bu
ilim, onlarla Hazreti Peygamber arasında gerçek bir bağ oluşturmuş ve bu bağla
onlar, kendilerim Hazreti Peygambere daha yakın hissetmişlerdir.
"Sözlerimi işiten
ve onları belleyip hıfzeden ve sonra da tebliğ eden kim-seleri, Allah
aydınlatsın; olaki fıkıh hâmili olan kimse, onları kendisinden daha fakîh bir
kimseye tebliğ eder... ";[573] Sufyân îbn Uyeyne'den rivayet edildiğine
göre, hadîs ehlinden hiç kimse yoktur ki, bu hadîs-i şerîf sebebiyle yüzünde o
zikredilen aydınlık veya nûr bulunmasın.
[574] Bu
bakımdan hadîs ilmi, bir âhıret ilmidir; onunla meşgul olacak kimsenin niyet ve
ihlâsını ona göre doğrultması ve kalbini dünyevî gayelerden temizlemesi
gerekir.
[575]
Doğruluğu gaye
edinmesi, yalancılık (kizb) tan çekinmesi, meşhur olan hadîsleri yalnız sika olan
kimselerden rivayet etmesi, münker olanları ter-ketnıesi, kendisinden öncekiler
(selef) arasında cereyan eden şeyleri zikretmemesi, tashîf ve lahinden
korunması, mizahı terketmesi, derecesi yükseltildiği zaman nimete şükretmesi,
tevazu göstermesi, rivayet ettiği şeylerin feraiz, sünnet ve edeb yönünden
müslümanların faydalanabilecekleri haberlerden olması, kendi kitabında
bulunmayan şeyleri rivayet etmemesi ve bir hadîsi diğer bir hadîse
karıştırmaması gibi hususlar, bir hadîs râvisinin âdâb ve erkânmdandır.[576]
Bir hadîs râvisinin,
yaş ve ilim bakımından kendisinden daha büyük ve daha üstün kimseler yanında
hadîs rivayet etmemesi gerekir. Hattâ aynı şehir içerisinde dahî, bir râvinin,
kendisinden daha üstün bir kimse bulunduğu halde hadîs rivayet etmesi kerîh
görülmüştür.[577] Bununla beraber, ondan
bir şey sorulursa ona cevap vermesi gerekir.
Kalabalık bir
dinleyici gurubuna hadîs rivayet etmek gerektiği zamanlarda, hadîs râvisinin,
yer ve zamanını onlara bildirmesi ve böyle meclislere, abdest alarak, güzel
elbiseler giyerek, güzel kokular sürünüp çıkması, vakar ve heybetini muhafaza
etmesi, mecliste herhangi bir kimse sesini yükselterek konuşursa, ona ihtar
etmesi gerekir.[578]
Meclisin, Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler ve bunun arkasından Allah'a hamd ve
Peygamberine salât okunmak suretiyle açılması âdet olmuştur.
Hâvinin, hadîs imlâ
etmek maksadıyle meclisler akdetmesi de müs-tehabtır. İmlâ meclisleri, daha
ziyade, yüksek mertebede bulunan râvilerin âdet edindikleri bir rivayet
şeklidir ve bu meclislerde hadîs ahnıp yazılması, hadîs alma usûllerinin en
güzeli sayılır. Bazen râviler, bilhassa cemaatin çok olduğu zamanlarda,
müstemlîler kullanırlar; bunlar, râvinin okuduğu hadîsleri yüksek sesle
tekrarlamak suretiyle uzaklardan duyulmasını sağlarlar.
[579]
Hadîs râvilerüıin rivayete başlayacakları yaş
hususunda imamlar muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Muhammed İbn
Hallâd, olgunluk çağının sonları olması dolayısıyle elli yaşını, hadîs
rivayetinin başlangıç tarihi olarak zikretmiştir.[580]
Fakat el-Kâzî Iyâz, bunu reddederek daha önce gelip geçen seleften kaç kişinin
bu yaşa ulaştığını sormuş ve bunlardan birçoğunun bu yaştan önce vefat
ettiğini zikretmiştir. Meselâ sayılamıyacak kadar çok hadîsin toplanmasında ve
neşrinde büyük rol oynayan Ömer İbn Abdi'1-Azîz, kırk yaşını ikmal etmeden
vefat etmiştir. Sa'îd îbn Cubeyr ise, bu yaşa ulaşmamıştır. Keza İbrahim
en-Naha'î de bu yaşa ulaşmadan vefat etmiştir. Mâlik İbn Enes ise, hadîs
rivayet etmeye başladığı zaman, henüz yirmi yaşlarında bulunuyordu ve
meclisinde, dâima kalabalık bir cemaat ondan hadîs dinliyordu.[581]
Râvinin, hadîs
rivayetini terkedeceği yaş haddinde de belirli bir rakam ileri sürülmemiştir.
Her ne kadar, yukarıda ismi zikredilen İbn Hallâd, bunun için seksen yaşım
ileri sürmüşse de, sahabeden Enes İbn Mâlik, Sehl İbn Sa'd, Abdullah îbn Ebî
Evfâ ve daha sonraki nesillerden Mâlik İbn Enes, el-Leys İbn Sa'd, Sufyân İbn
Uyeyne, Alî İbnu'1-Ca'd ve diğer birçok hadîsçi, daha ileri yaşlarına kadar
hadîs rivayet etmişlerdir. Burada mühim
olan
mesele, râvinin, ihtiyarlık sebebiyle hafızasını kaybederek hadîsleri birbirine
karıştırıp karıştırmadığının bilinmesidir. Bu âfetlerden masun kaldığı sürece,
onun hadîs rivayet etmesinde hiçbir mahzur yoktur.
[582]
Hadîslerin sıhhatinin
doğru olarak tesbît ve sahîh olan hadîsin sakîminden ayırt edilebilmesi için,
her şeyden önce, onları rivayet eden kimselerin hal ve meşrebi erinin,
güvenilir olup olmadıklarının, doğum ve vefat tarihlerinin doğru bir şekilde
bilinmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bunların bi-linmesiyle, râvinin, kendisinden
hadîs rivayet ettiği şeyhine hakikaten ulaşıp ulaşmadığı, onu idrak edip
etmediği, onunla teması olup olmadığı ve nihayet ondan hadîs işitip işitmediği
Öğrenildiği gibi, râvinin, rivayetinde yalan söyleyip söylemediği, hatâ yapıp
yapmadığı, hatâlarının, hadîsin sıhhatini tehlikeye sokacak derecede büyük
olup olmadığı da anlaşılır. Bu konuyu bir misalle açıklamak gerekirse, İsmâ'îl
İbn Ayyâş'm, bir şahsa sorduğu şu sual ve cevabını zikredebiliriz: "Hâlid
İbn Ma'dân'dan ne zaman hadîs yazdın"? "113 senesinde". "O
halde sen ondan, ölümünden yedi sene sonra hadîs dinlemişsin; zira o, 106
senesinde vefat etti"'
[583]
Bu hususu gözönünde bulunduran
hadîs imamları, Sufyân es-Sevrî'nin "ruvâtm, kizbi istimal etmeye
başladıklarını görünce, biz de onlar için tarih istimal etmeye başladık. Şeyhe
ne zaman doğduğunu soruyorduk; eğer doğumunu ikrar ederse, onun güvenilir olup
olmadığını öğreniyorduk"'[584] sözlerinden
de anlaşılacağı üzere, râviler hakkında tarih kitapları telîf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak, başta Vafeyât kitapları olmak üzere, hadîs ricali ile ilgili
kitaplar hazırlanmıştır. Bunlardan Ebû Süleyman Muhammed İbn Abdillah ed-Dımaşkî
(Ö. 379) Vafeyât adlı kitabını telîf etmiş, bu kitapta, Hicretin bidayetinden
338 senesine kadar olan râvilerin tarihlerini zikretmiştir. Bundan sonra Ebû
Muhammed Abdu'1-Azîz îbn Ahmed el-Kettânî (ö. 446) aynı konudaki kitabını telîf
etmiş, buna, Ebû Muhammed Hibetu'llah İbn Ahmed el-Ekfânî (Ö. 485) küçük bir
zeyl yapmış, Ebu'l-Hasan Alî Îbnu'l-Mufaddal el-Makdisî, el-Ekfânfye 581
senesine kadar, Zekiyyu'd-Dîn Ebû Muhammed Abdu'1-Azîm el-Munzirî (Ö. 656) de
Îbnu'l-Mufaddal'a büyük bir zeyl yapmış ve bu eserme et-Tekmile
li-vafeyâti'n-nakale adını vermiştir. Ayrıca el-Munzirî, bu konuda telîf edilen
kitapların, birçok ismi ihmal ettiklerim söylemiş ve bunları tamamlayacağını
va'detmiştir. Bununla beraber talebesi
Izzu'd-Dîn Ebu'l-
Abbâs Ahmed İbn Muhammed
el-Huseynî (Ö. 695), el-Munzirî'nin mezkûr kitabına bir zeyl yapmış ve kitabını
harf sırasına göre değil, vefat tarihlerine göre tertip etmiştir.
El-Huseynî'nin bu kitabına Şihâbu'd-Dîn Ebu'l-Huseyn Ahmed İbn Aybek
ed-Dimyâtî, 749 senesine kadar, buna da meşhur muhaddis Zeynu'd-Dîn el-Irâkî
(Ö.805), kendi zamanına kadar birer zeyl yapmışlardır.
[585]
Râvileri genel olarak
içine alan bu kitaplar yanında, bazı sahîh hadîs kitaplarının ricaline tahsis
edilen kitaplar da vardır. Meselâ el-Buhârî'nin ricalini toplayan Ahmed İbn
Muhammed el-Kelâbâzî (Ö: 398) ve Muhammed İbn Dâvûd el-Kurdî (Ö. 925);
Müslim'in ricalini toplayan Ahmed İbn Alî İbn Mencûye (Ö. 428) ve Ahmed İbn Alî
el-Isfahânî'nin kitapları bu cümleden olarak zikredilebilir. Muhammed İbn Tâhir
el-Makdisî (Ö. 507), el-Kelâbâzî ile İbn Mencûye'nin kitaplarını ele alarak
el-Buhârî ve Müslim'in ricalini bi-raraya getirmiş ve kitabını alfabetik sıraya
göre tertip etmiştir. Keza el-Lâlkâ'î (Ö. 498), Sahîhayn'in ricalini aynı
şekilde tertip ederek bir kitap vücûda getirmiştir. Ebû Alî el-Gassânî, Sunen-i
Ebî Davud'un, es-Suyûtî el-Muvattâ'nm, İbn Hacer el-Askalânî de el-Muvattâ ile
Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î ve Ahmed İbn Hanbel'in Musned'lerindeki ricali tertip
etmiş ve kitabına Ta'cüu'l-menfe'a bi-riuayeti Ricâli'l-E^immetVl-Erba'a adını
vermiştir'
[586]1. Keza Ahmed İbn Ahmed
el-Kurdî (Ö. 763) Sunen-i Erba'a ricalini toplamış, nihayet Cemâlu'd-Dîn İbn
Yûsuf îbn Zekî (Ö. 742), Tehzîbu'l-kemâl fi esma 'İ 'r-ricâl adını verdiği
büyük bir kitap tertip etmiş ve bu kitapta Kutub-i Sitte ricalini biraraya
getirmiştir. O zamana kadar eşine rastlanmayan hacimdeki bu kitap, muhtelif
kimseler tarafından ihtisar edilmiştir. Bu ihtisarlar arasında İbn Hacer
el-Askalânî'nin Tehzîbu't-tehzîb'i matbu olup, rical kitapları arasında büyük
bir şöhret kazanmıştır.
[587]
Tabakât kelimesi,
lugatta, birbirine benzeyen kimseler manâsına gelen tabaka'nm çoğulu olup,
ıstılahta, birbirine yakın yaşlarda bulunan şeyhlerden, yine birbirine yakın
kimselerin hadîs rivayet etmek, yahut hadîs rivayet etmeseler bile o şeyhlerin
devrine yetişmek suretiyle meydana getirdikleri gruplardır. Bazen iki kimse,
bir hususta birbirine benzemek suretiyle aynı tabakadan sayıldıkları halde,
benzemedikleri diğer bir husus sebebiyle ayrı tabakalardan sayılırlar. Buna
göre, meselâ sahabîler, Hazreti Peygamberle sohbetleri itibariyle hepsi de bir
tabaka teşkil ederler. Bununla beraber, İslâm'a ilk girenler, bazı gazvelere
iştirak edenler, hicrette bir
olanlar ve bunun
gibi bazı tarihî
olaylara katılanlar itibariyle sahabîlerin de tabakalara ayrıldıkları görülür. İbn
Sa'd onları beş tabakaya ayırmış, el-Hâkim en-Neysâbûrî ise, onların oniki
tabaka olduklarını söylemiştir. El-Hâkime göre birinci tabaka, Mekke'de ilk
müslüman olan sahabîlerdir. Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Alî bunlardandır. İkinci
tabaka Dâru'n-Nedve ashabıdır ki, Ömer'in İslâm'a girmesi üzerine Mekkeli bir
cemaat da Hazreti Peygambere bey'at edip müslüman olmuştu. Üçüncü tabaka,
Habeşistan'a hicret eden sahabîlerdir. Dördüncü tabaka, Akabe'de Hazreti
Peygambere bey'at edenlerdir. İkinci Akabe'de bey'at edenler beşinci tabakayı,
Hazreti Peygamberin hicreti esnasında Medine'ye varmadan önce Küba'da iken
hicret maksadıyle Mekke'den ayrılıp ona iltihak edenler altıncı tabakayı,
Bedir savaşma katılanlar yedinci, Bedir ile Hudeybiye arasında hicret edenler
sekizinci, Rızvân bey'atmda bulunanlar dokuzuncu, Hudeybiye ile Mekke'nin
Fethi arasında hicret edenler onuncu, Fetihte müslüman olanlar onbirinci, fetih
günü ve Veda Haccı'nda Hazreti Peygamberi görüp müslüman olanlar da onikinci
tabakayı teşkîl ederler.
[588]
Tâbi'ûn da sahabe
gibidir. Hepsi de bir veya birkaç sahabîye mülâkî olmaları itibariyle bir
tabaka teşkîl ederler; bununla beraber, onlar da kendi aralarında muhtelif
tabakalara ayrılmışlardır. El-Hâkim, tâbi'ûnun onbeş tabakadan ibaret olduğunu
söyler ve birkaç tabakadan örnekler verir. Ona göre, Hazreti Peygamberin
cennetle tebşîr ettiği on sahabî (el-Aşeretu'l-MubeşşereJ'ye yetişen tîbi'îler
birinci tabakada yer alırlar. Bunların başında Sa'îd Îbnu'l-Museyyib (Ö. 89,
91, 105), Kays îbn Ebî Hâzini (Ö. 97), Ebû Osman en-Nehdî (Ö. 100), Kays İbn
Ubâd (Ö. 97), Ebû Vâ'il Şakîk İbn Seleme (Ö. 82), Ebû Recâ el-Utâridî (Ö. 107,
108) gibi isimler bulunur.
El-Esved İbn Yezîd (Ö.
75), Alkame îbn Kays, (Ö. 62), Mesrûk îbnu'l-Ecda (Ö. 63), Ebû Seleme İbn
Abdirrahman (Ö. 94), Hârice İbn Zeyd (Ö. 99) ve diğer bazı tabiiler ikinci
tabakadan; Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî (Ö. 104), Ubeydullah îbn Abdillah îbn Utbe
(Ö. 89), Şureyh Îbnu'l-Hâris (Ö. 80) ve akranları da üçüncü tabakadan
sayılırlar. Basralılardan Enes îbn Mâlik'e, Kûfelilerden Abdullah îbn Ebî
Evfâ'ya, Medînelilerden es-Sâ'ib İbn Yezîd'e, Mısırlılardan Abdullah
Îbnu'l-Hâris îbn Cez'e, Şamlılardan Ebû Umâme el-Bâhilî'ye mülâkî olanlar da
tâbi'ûnun onbeşinci tabakasını teşkîl ederler.
[589]
El-Hâkim'in bu
ayırımına rağmen, îbn Sa'd (Ö. 230), tâbi'ûnu dört, Müslim (Ö. 261) ise, üç
tabaka olarak zikretmişlerdir. Gerek hadîs râvilerinin ve gerekse diğer
ulemânın mensûb oldukları tabakaları bilmek, hadîs ilmi yönünden çok önemlidir.
Bazen iki râvinin aynı isimde birleştikleri olur ve bu benzerlik, çok defa,
birinin diğeri olduğu zannına yol açar.
Bu şekilde yanlış bir zanna düşmemek için, râvilerin tabakalarının bilinmesi
gerekir. Bu da onların doğum ve vefat târihlerini, kimlerden hadîs rivayet
ettiklerini ve kimlerin kendilerinden hadîs aldıklarını bilmek suretiyle
mümkün olur. îşte bu maksatla çeşitli tabakât kitapları tasnif edilmiş ve
râvilerin doğum ve vefatları ile târih olayları içindeki yerleri açıklanmıştır.
İbn Sa'd (Ö. 230)'m et-Tabakâtu'l-Kubrâ1 sı bu kitapların en çok şöhret
kazananıdır. Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240) ve Sahîh sahibi Müslim İbnu'l-Haccâc
(Ö. 261)'m Kitâbu't-Tabakâfları, Ebû Hatim er-Râzî (Ö. 275)'nin Tabakâtu't-Tâbi'în'i
bunlardandır. Daha sonraki asırlarda ez-Zehebî (Ö. 748) tarafından telîf edilen
Tezkiretu'l-Huffâz veya Tabakâtu'l-Huffâz adlı eseri de bu sahada şöhret
kazanmış değerli bir kitaptır.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, tabakat kitapları ile târih kitaplarını birbirleriyle
karıştırmamak lâzımdır. Her ne kadar târih kitaplarının hadîs râvilerini konu
edinmek yönünden tabakât kitapları ile benzerlikleri varsada, târihî olayları
incelemeleri yönünden diğerlerinden ayrılırlar. Meselâ târihin konusu, Bedir
savaşını, bu savaşa katılanlarla birlikte incelemek olduğu halde, tabakât
kitapları, bu savaşa katılanlarla, yaşları küçük olduğu için katılamayanları,
aynı zamanda daha Önemli olarak, savaşa katıldıkları halde, küçük yaşta olup da
katılamayanlara nisbetle daha çok yaşayan ve onlardan sonra vefat edenleri
inceleyip ortaya korlar.
[590]
Hadîs ilmiyle meşgul
olanlar, râvîlerin, bazen isim ve künyeleriyle, bazen de isim ve lakablarıyle
zikredildiklerini görürler. Keza bazıları yalnız isimleriyle şöhret
kazandıkları halde, bazıları da künye veya lakablarıyle şöhret kazanmışlardır.
Hadîs imamları, bu konu üzerinde de titizlikle durmuşlar ve her bir râvinin
şöhret kazandığı isimle, künye ve lakabım gösteren kitaplar veya fihristler
tertip etmişlerdir. Bu kitaplarla ulaşılmak istenen gaye, râviler hakkında
fazla bilgisi olmayanların, bazen ismiyle, bazen de künyesiyle zikredilen bir
hadîs râvisinin iki ayrı şahıs olduğu zehabına kapılmalarını önlemektir.
Bu konuda telîf
ettikleri kitaplarla şöhret kazanmış imamlar arasında Alî İbnu'l-Medînî,
Müslim, en-Nesâ'î, İbn Ebî Hatim, İbn Hıbbân, el-Hâkim Ebû Ahmed'in isimleri
zikredilebilir. El-Hâkim Ebû Ahmed'in kitabı, bu konuda tasnif edilen
kitapların en önemlisidir. El-Hâkim, bu kitapta, ismi bilinen ve bilinmeyen
râvileri zikretmiştir. Müslim ve en-Nesâ'î'nin kitaplarında ise, yalnız ismi
bilinen râviler ele alınmıştır.
[591]
Musannıflar, konu ile
ilgili kitaplarım muhtelif yollarda tertip etmişlerdir. Es-Suyûtî bunları
dokuz bölümde zikreder.
[592]
a)
Künyesiyle isimlendirilenler: Bunların künyelerinden başka isimleri yoktur ve
iki kısma ayrılırlar:
1.
İsim
olarak kullanılan künyelerinden başka bir de künyeleri olanlar: Fukahâ-i Seb'a'dan
Ebû Bekr İbn Abdirrahman İbni'l-Hâris gibi. Bu şahsın ismi Ebû Bekr, künyesi
ise, Ebû Abdirrahman'dır. Bu durumda sanki künyenin bir de künyesi vardır'.
[593]
2. İsim
olarak kullanılan künyeden başka künyesi olmayanlar: Şerîk'in râvisi Ebû Bilâl
el-Eş'arî ve Ebû Hatim er-Râzî'nin râvisi Ebû Hasın gibi. Bunların her biri,
isim ve künyelerinin bir olduğunu söylemişlerdir.
b) Künyesiyle maruf olanlar ve ayrıca ismi olup
olmadığı bilinmeyenler: Ebû Unâs
(sahabî) ve Hazreti Peygamberin kölesi Ebû Muveyhibe ve İstanbul muhasarasında
şehîd düşen ve orada defnolunan Ebû Şeybe el-Hudrî gibi. Sahabe dışında da
künyesiyle maruf olanlar vardır. Enes İbn Mâlik'ten rivayet eden Ebu'l-Ebyaz,
Abdullah İbn Ömer'in kölesi Ebû Bekr İbn Nâfi, Abdullah İbn Amr Îbm'l-Âs'ın
kölesi Ebu'n-Necîb ve Ebû Harb İbn Ebi'l-Esved ed-Du'elî bunlardandır.
c) Künye ile lakablananlar, ayrıca ismi ve
künyesi olanlar: Ebû Turâb Alî îbn Ebî Tâlib, Ebu'l-Hasan gibi. Ebû Turâb
lakabı, Alî îbn Ebî Tâlib ismi, Ebu'l-Hasan da künyesidir. Hazreti Peygamber,
toprak üzerinde uyuyan Alî İbn Ebî tâlib'e "kalk yâ Ebâ Turâb"
diyerek ona bu lakabı vermiştir. Ebu'z-Zinâd Abdullah îbn Zekvân, künyesi Ebû
Abdirrahman'dır; Ebu'z-Zinâd ise, onun lakabıdır. Ebu'r-Ricâl Muhammed îbn
Abdirrahman el-Ensârî, Ebû Abdirrahman
künyesi, Ebu'r-Ricâl ise,
lakabıdır. Hepsi de erkek olan on
çocuğu olduğu için ona bu lakab verilmiştir. Ebû Turneyle Yahya İbn Vâdıh
el-Ensârî el-Mervezî, künyesi Ebû Muhammed, lakabı ise, Ebû Tumeyle'dİr.
Ebû'1-Âzân Ömer İbn İbrahîm, künyesi Ebû Bekr, lakabı ise, kulaklarının çok
büyük olması dolayısıyle Ebu'l-Âzân'dır. Ebu'ş-Şeyh Abdullah İbn Muhammed
el-Isbahânî, künyesi Ebû Muhammed, lakabı ise, Ebu'ş-Şeyh'tir. Ebû Hâzini Ömer
İbn Ahmed el-Abduvî, künyesi Ebû Hafs, lakabı ise Ebû Hâzim'dir.
d) İki ve daha fazla künyesi olanlar: Meşhur hadîsçi Abdu'l-Melik îbn Abdi'1-Azîz îbn
Cureyc'in Ebû Hâlid ve Ebu'l-Velîd olmak üzere iki künyesi vardı. Abdullah îbn
Ömer İbn Hafs el-Umarfnin de Ebû'l-Kâsım olarak bilinen bir künyesi vardı;
fakat sonradan bu künyeyi terketmiş ve Ebû Ab~ dirrahman ile künyelenmiştir.
Îbnu's-Salâh'm şeyhlerinden Mansûr îbn Ebi'l-Ma'âlî en-Neysâbûrî'nin ise, Ebû
Bekr, Ebu'1-Feth ve Ebu'l-Kâsım olmak üzere üç künyesi vardı.
e) Künyesi üzerinde ihtilâf olunanlar: Bunlar, isimleri bilindiği halde, iki veya daha fazla
künye ile zikredilen, fakat künyeleri üzerinde ihtilâf olunan kimselerdir.
Hazreti Peygamberin evlâtlığı Usâme İbn Zeyd, bunlardan biridir. îsrni maruf
olduğu halde, künyesi üzerinde ihtilâf olunmuş, bazıları onun Ebû Zeyd olduğunu
söylerken, diğer bazıları Ebû Muhammed, Ebû Ab-dillah ve Ebû Hârice olduğunu
söylemişlerdir. Keza meşhur sahabî Ubey İbn Ka'b için, Ebu'l-Munzir ve
Ebu't-Tufeyl; el-Kâsım îbn Muhammed İbn Ebî Bekr es-Sıddîk için, Ebû
Abdirrahman ve Ebû Muhammed; Süleyman İbn Bilâl el-Medenî için de Ebû Bilâl ve
Ebû Muhammed olmak üzere ikişer künye ileri sürülmüştür.
f) Künyesi bilinen ve fakat ismi üzerinde
ihtilâf olunanlar: Sahabeden Ebû Basra el-Gıfârî, bu künye ile maruf olduğu
halde, ismi üzerinde ihtilâf olunmuş, bazıları isminin Cemîl İbn Basra olduğunu
söylerken, bazılarıda, onun Humeyl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Keza künyesi
Ebû Cuhayfe es-Suvâ'î olan sahabînin Vehb İbn Abdillah mı, yoksa Vehbu'llah İbn
Abdillah mı olduğu kesinlik kazanmamıştır. Meşhur sahabî Ebû Hureyre'nin ismi
üzerinde ortaya çıkan ihtilâf ise, son derece büyüktür. İbn Abdi'l-Berr'in ifadesine
göre, gerek Ebû Hureyre ve gerekse babası için yirmi kadar ihtilaflı isim ileri
sürülmüştür. Müslüman olarak bu isimlerden akla en uygun olanları, Abdullah
veya Abdurrahman'dır.
Sahabe dışındaki
râvilerden Ebû Burde îbn Ebî Mûsâ el-Eş'arî, çoğunluk, isminin Âmir olduğu
görüşünde birleşmiş olsa büe, bazı kimseler onun el-Hâris olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Âsim kırâ'atinin râvisi Ebû Bekr îbn Ayyaş 'm ismi hakkında
ortaya çıkan ihtilâf çok daha büyüktür. Onunla ilgili olarak ileri sürülen on
bir farklı görüş veya isim vardır. Bazıları isminin Şu'be olduğunu söylerken,
bazıları da ondan rivayet edilen "benim, Ebû Bekr'den başka ismim yoktur"
sözüne istinaden "onun ismi künyesidir" demişlerdir.
g) Hem künyesi, hem de ismi üzerinde ihtilâf
olunanlar: Bunlar sayı itibariyle diğerlerinden daha azdır. Hazreti
Peygamberin âzadlı kölesi Sefine, bunun bir örneğini teşkil eder. Bazıları
isminin Umeyr, bazıları Salih, diğer bazıları da Mihrân olduğunu söylemiş,
künyesinin ise, Ebû Abdirrahman, yahut Ebul-Buhterî olduğu ileri sürülmüştür.
h) Hem künyesi, hem de ismi üzerinde ihtilâf bulunmayan, fakat her ikisiyle de şöhret
kazananlar: İlk dört halîfe Abdullah Ebû Bekr Es-Sıddîk,Ebû Hafs Ömer
İbmı'-Hattâb, Ebû Amr Osman İbn Affân, Ebu'-Hasan Alî İbn Ebî Tâlib ile mezheb
imamları Ebû Abdillah Sufyân es-Sevrî, Ebû Abdillah Mâk îbn Enes, Ebû Abdillah
Ahmed İbn Hanbel, Ebû Abdillah eş-Şâfi'î ve Ebû Hanîfe en-Nu'mân İbn Sabit
gibi.
ı) İsmi bilinmekle beraber künyesiyle şöhret
kazananlar: îsmi Amr olduğu halde Ebû İsbâk es-Sebî'î ve Müslim olduğu
halde Ebu'd-Duhâ künyesiyle tanınanlar bunlardandır.
[594]
İbn Hacer tarafından
dokuz kısımda zikredilen ve künyesiyle tanınmış olan bu hadîsçiler yanında, bir
de künyeleri bilinmeyen, veya bilinse bile isimleriyle şöhret kazanan kimseler
vardır. Hadîs ricali ile ilgili müstekıl kitaplar meydana getirmiş olanlar, bunlar
hakkında da kitap tasnif etmişlerdir. Ancak bu konuda tasnîf edilen kitap,
diğerlerine nisbetle daha azdır.
[595]Bunun
sebebi, herhalde isimleriyle şöhret kazanan hadisçilerin künyeleriyle şöhret
kazananlar arasında mütalâa edilmiş olmalarıdır. Nitekim el-Irâkî,
Takyîd'inde, İbnu's-Salâh'm bu tasnifine işaretle, isimleri maruf olan fakat
künyeleri bilinmeyen bu ricalin yukarıda zikredilen dokuz guruptan beşinci
kısım içinde ele alınmasının daha doğru olacağını be-lirtmiştir.
[596]Bilindiği
gibi beşinci kısımda ismi bilindiği halde künyesi üzerinde ihtilâf olunan ve
iki veya daha fazla künyesi olduğu ileri sürülen kimseler ele alınmıştır.
[597]
Lakab, lugatta, bir
şahsın, asıl isim ve künyesi dışında müsemmâ olduğu başka bir isme denir. Aynı
kökten kullanılan telktb, bir kimseye lakab takmak, telakkub ise, lakablanmak manâsına gelir.
[598]
Hadîs ilminde,
bilhassa bu ilmin ricale taalluk eden kısımlarında, la-kablara ayrı bir ihtimam
gösterilmiş, isim ve lakablarıyle şöhret kazanmış hadîs ricali için müstekıl
biyografik kitaplar tasnîf edilmiştir. Hadîsçilerin bu konu üzerinde
hassasiyetle durmalarının başlıca sebebi, hadîs rivayet eden kimselere verilmiş
lakabların bazı kimseler tarafından karıştırılması ve çok defa isim
zannedilmesidir. Lakabları bilmeyen kimseler, bazı yerde ismini, bazı yerde de
lakabını gördükleri bir râvinin ayrı ayrı şahıslar olduğu zehabına kapılırlar.
Meselâ Abdullah îbn Ebî Salih, veya Abbâd İbn Ebî Salih, ismi ve lakabı karıştırılan ve ayrı
şahıslar olduğu zannma varılan kimselerden biridir. Aslında Abbâd, Abdullah'ın
lakabıdır bazen Abbâd la-kabıyle, bazen de Abdullah ismiyle zikredilir.[599]
Bir şahsın, hoşuna
gitmeyecek bir isimle lakablandırılması caiz görülmemiştir. Ancak gıybet kasdı
olmaksızın bir şahsa lakab vermek bazı imamlar tarafından hoş karşılanmıştır.
[600]
İslâmiyette ilk defa
zikrolunan lakab, Ebû Bekr es-Sıddîk'ın lakabı olmuş ve ona Atık denilmiştir;
ancak bu lakabın ona niçin verildiği kesin olarak tesbît edilememiştir.
Bazıları, yüzünün atakati, yâni güzelliği dolayısıyle ona Atîk denildiğini
söylemişler, bazıları da Atîku'llah
demişlerDir.
[601]
Yukarıdaki misalde
olduğu gibi, lakablardan bazılarının sebebi bilinmese bile, bu konuda telîf
edilen kitaplarda'[602]bilinen
telkîb sebepleri ayrı ayrı açıklanmıştır. Burada, misal olmak üzere şu isim ve
lakabları zikredebiliriz:
Mu'âviye İbn
Abdi'l-Kerîm ed-Dâl: Mekke yolunda şaşırıp yolunu kaybettiği için ed-Dâl
ismiyle telkîb edilmiştir. Aslında dâl, dalalette kalmış kimseye denir.
Abdullah İbn Muhammed
ed-Da'îf: Vücutça zayıf bir kimse olduğu için ed-Da'îf denilmiştir; yoksa hadîs
yönünden zayıf olduğu için değil. Bazıları da zabt ve itkamn şiddeti
dolayısıyle ezdâd babından telkîb olunduğunu söylemişlerdir. Abdu'1-Ganî İbn
Sa'îd, bu hususa işaret ederek iki büyük adamın kabîh lakablarla telkîb
edildiklerine işaret etmiş, bunlardan birinin ed-Dâl, diğerinin de ed-Da'îf
olduğunu ileri sürmüştür.
Muhammed İbnu'1-Fadl
Ebu'n-Nu'mân es-Sedûsî Ârirn: Âbid, zâhid ve arametten uzak bir kimse olmasına
rağmen fâsid manâsına gelen Ârim ismiyle telkîb edilmiştir.
Yûnus İbn Yezîd
el-Kaviy: Tâbi'ûndan rivayet eden zayıf bir kişi idi. İbadeti dolayısıyle
el-Kaviy denilmiştir.
Yûnus İbn Muhammed
es-Sadûk: Sığâr-ı etbâdan kezzâb (yalancı) bir kimse olmasına rağmen ona es-Sadûk
lakabı verilmiştir.
Yûnus el-Kezûb: Ahmed
İbn Hanbel devrinde yaşamış sika (güvenilir) bir kimse idi. Hıfzı ve itkanı
dolayısıyle Kezûb denilmiştir.
[603]
Hadîs ilminin önemli
konularından biri olan mu'telif ve muhtelif, isim, lakab ve neseblerden yazılış
(hat) yönünden aynı, fakat okunuş yönünden ayrı olanlara verilen bir isimdir.
Hadîs râvilerinin
isim, lakab ve neseblerinin doğru olarak bilinmesi, herbirini diğerinden ayırt
edilmesi yönünden zorunludur. Çünkü râviler, adalet ve zabt yönlerinden
birbirlerinin aynı olmadıkları gibi, rivayet ettikleri hadîsler de aynı
derecede kabule şâyân değillerdir. Bu bakımdan, bir hadîsçinin, hadîs
râvilerinin isimlerini, anıldıkları lakab ve neseblerini, bilhassa hat
yönünden aynı oldukları halde okunuş ve söyleniş yönünden ayrı oldukları için
ayırt edilmeleri güçlük arzedenleri bilmesi zorunlu sayılnnşır. Birçok kimse,
konunun önemi dolayısıyle müstekıl kitaplar tasnif etmişler ve bu çeşit
isimleri bu kitaplarda tesbît etmeye çalışmışlardır. Bu mu-sanmfların ilki,
ed-Dârakutnî (Ö. 385), ikincisi ise, Abdu'1-Ganî İbn Sa'îd (Ö. 409) olmuş,
bunları diğerleri takip etmiştir. Bu konuda telîf edilen kitapların en güzeli
- bazı noksanlıkların bulunmasına rağmen - Ebû Nasr İbn Mâkûlâ (Ö. 487)'nın
el-îkmâl adlı kitabıdır.[604] Ebû
Bekr îbn Nukta (Ö. 629), bu kitaba yaptığı bir zeyl ile noksanlıkları
tamamlamaya çalışmış, Hafız Mansûr îbn Suleym (Ö. 677) ve Hafız Cemâlu'd-Dîn
Îbnu's-Sâbûnî (Ö. 680) de İbn Nukta'nm zeyli üzerine birer zeyl daha yapmışlardır.
Hafız Alâ'u'd-Dîn Muğlatây (Ö. 762)'m bu iki kitap üzerine yaptığı zeyl ise,
büyük bir hacme sahiptir. Daha sonra Ebû Abdillah ez-Zehebî (Ö. 748), bir cilt
olarak ayrı bir kitap telîf etmiş ve buna Muştebehu'n-nisbe adını vermiştir.
Şeyhülislâm İbn Hacer (Ö. 852)'in Tabsîru'l-muntebeh bi-tahrîri'l-muşte-beh'i
bu konuda yapılan teliflerin en faydahsıdır.
Mu'telif ve muhtelif
İsimler yaygın olup çoğu zabtedilmiş değildir. Zab-tedilenlerin bir kısmı
umûmî, diğer bir kısmı da Sahîhân ve Muvattâ'daki isimlere mahsûs olmak üzere
iki kısımdan ibarettir.
Birinci kısma misal
olarak şu isimler zikredilebilir:
Sellâm: Bu
hat ile yazılan bütün isimler, beşi müstesna sellâm şeklinde okunur. İstisna
olan beş isim Selâm'dır. Bunlardan biri sahabî Abdullah îbn Selâm
el-İsrâ'îlî'nin babası, ikincisi el-Buhârînin şeyhi Mu-hammed îbn Selâm
Îbni'l-Ferec el-Bîkendî[605]
üçüncüsü Selâm İbn Mu-hammed îbn Nâhıd el-Makdisî
[606]dördüncüsü
Mutezileden Muhammed İbn Abdi'l-Vehhâb îbn Selâm el-Cubbâ'î'nin ceddi,
beşincisi de Selâm İbn Ebi'l-Hukayk'tır. Bazıları bunlara câhiliye devrinde
şarapçılık yapan Selâm îbn Muşkem'i de ilâve etmişlerse de, bunun Sellâm olduğu
marûftur.[607]
Umara:
Mu'telif ve muhtelif isimlerden Umara, umumiyetle ayn harfinin zammı (ötür©)
ile okunur. Yalnız bir kişi, sahabî Ubeyy îbn imâra, bu harfin kesri iledir. Bu
hat ile yazılan isimler arasında, erkek ve kadın olmak üzere, ayn harfinin
fethi (üstün) ile ve min harfinin teşdîdi (şedde) ile Ammâra okunanlar da
vardır.
Kerîz ve Kureyz: Huzâ'a kabilesinden olanlar Kerîz, Abdu Şems'ten olanlar da Kureyz
şeklinde okunur.
Hizam ve Haram:
Kureyş'ten olanlar Hızâm, Ensâr'dan olanlar Harâm'dır. Bu, Hızâm olanların
mutlaka Kureyş'ten, Haram olanların da mutlaka Ensâr'dan oldukları manâsında
değildir. Fakat Kureyş'te bu isim Hızâm, Ensâr arasında ise, Haram olarak
okunmuştur. Kureyş ve Ensâr dışındaki diğer kabilelerde isim daha ziyade Haram
şeklinde yaygındır. Huzâ'a'da ise, her iki şekil de görülür'.
[608]
Ebû Ubeyde: Künye
olarak yalnız ayn harfinin zammı ile okunur. Abîde ismi bulunmakla beraber Ebû
Abîde denildiği duyulmamıştır.
Es-Sefr:
Künye olarak kullanıldığı zaman fâ' harfinin fethi ile Ebu's-Sefer, isimlerde
ise, es-Sefr'dir. Bununla beraber Mağribliler arasında Ebu's-Sefr künyesi de
görülür. Ebu's-Sefr Sa'îd İbn Yuhmid gibi.
[609]
Isl: Bu hat ile
yazılan bütün isimler, Asel İbn Zekvân el-Ahbârî el-Basrî müstesna, baştaki ayn
harfinin kesri ile IsVdir.Gannâm: Alî İbn Assam ez-Zâhid'in babası Assam îbn
Alî müstesna, hepsi dağayn harfiyle Gannâm olarak okunur.
Kumeyr: Mesrûk
İbnul-Ecda'm karısı Kamîr Bint Amr müstesna, bu hat ile yazılan bütün isimler
Kumeyr okunur.
Mîsver:
Sahabî Musevver îbn Yezîd ve Musevver îbn Abdi'l-Melik el-Yerbû'î müstesna,
diğerleri Misver'dir.
El-Cemâl: El-Buhârî ve
Müslim'in şeyhi Muhammed îbn Mıhrân el-Cenıâl'de olduğu gibi sıfat olarak
okunur. Bununla beraber, ya bez cinsinden fazla yük taşıdığı için, yahutta
ilim sahibi olduğu için Hârûn İbn Ab-dillah, el-Hammâl lakabı ile anılmıştır.
Bunun gibi el-Hammâl lakabı ile anılan başka kimseler de vardır: Beyân İbn
Muhammed el-Hammâl, Râfi1 ibn Nasr el-Hammâl, Ahmed İbn Muhammed el-Hammâl
gibi. Hammâl, isim olarak da kullanılmıştır. Yemenli sahabî Ebyaz İbn Hammâl ve
Hammâl İbn Mâlik gibi. El-Hammâl ve el-Cemâl arasında hat yönünden hiçbir fark
yoktur.
El-Hemdânî: Hemdân
kabilesine nisbetle mütekaddimûn arasında bu isimle anılanlar pek çoktur. Fakat
müteahhırûndan olanların çoğu da Hemezân şehrine nisbetle el-Hemezânî
fel-Hemedânî) olarak anılırlar.
El-Hannât:
Isâ îbn Ebî îsâ'nm "buğday satıcısı" manâsında lakabı el-Hannât'tır.
Bu kelime, aynı zamanda, deve yiyeceği satanlar için el-Habbât ve terzi
manâsında el-Hayyât şeklinde de okunur. Yukarıda ismini verdiğimiz îsâ İbn Ebî
îsâ, her üç meslekle de meşgul olduğu için, her üç la-kabla da anılması hatâ
sayılmamıştır; ancak el-Hannât olarak şöhret kazanmıştır. Kendisinden bu konu
ile ilgili olarak şu söz nakledilmiştir: Ene hayyâtun, ve hannâtun ve habbâtun.
(Ben, hem terziyim, hem buğday ve hem de deve yemi satıcısryım.
[610]
Müslim İbn Ebî Müslim
de, îsâ İbn Ebî îsâ gibi, hem Hayyât, hem Hannât, hem de Habbât'tır.
Mu'telif ve muhtelif
olan isim, lakab ve künyelerden yalnız Sahîhan'da, yahut Sahîhân ile birlikte
Muvattâ'da, yahutta bu üç kitaptan birinde bulunanlar ise şöyledir:
Yesâr: Bu
hat ile yazılanların hepsi Yesâr'dır. Yalnız Muhammed îbn Beşşâr müstesna;
Beşşâr ismi tâbi'ûn arasında nâdir, sahabe arasında ise hiç yoktur.
Bişr: Hepsi
Bişr'dir. Yalnız dört isim, ba' harfinin zammı ve sakin sin harfi ile Busr'dür:
Abdullah îbn Busr el-Mâzenî, Busr İbn Sa'îd, Busr îbn Ubeydillah el-Hadramî ve
Busr îbn Mıhcen ed-Dîlî.
şr: İki İsim müstesna,
diğerleri Beşîr'dir. İki isim ise, Buşeyr olarak ° u nur- Buşeyr îbn Ka'b
el-Adevî ve Buşeyr îbn Yesâr el-Hârisî el-Medenî. hat ile yazılan iki isim daha
vardır ki, birisi Yuseyr îbn Amr (bazılarına gOre bu Useyr)'dir; diğeri ise,
Kutn İbn Nuseyr'dir.
Yezîd: Üç
isim müstesna, hepsi zây harfi ile Yezîd'tir. Diğer üç isimden biri Bureyd İbn
Abdillah İbn Ebî Burde İbn Ebî Mûsâ el-Eş'arî, diğeri Mu-hammed İbn Ar'ara
İbni'l-Birind veya el-Berend, üçüncüsü ise, Alî İbn Hişâm İbni'l-Berîd'tir.
El-Berâ':
İki isim müstesna, hepsi râ harfinin tahfifi ile el-Berâ'dır. Diğer iki isim ise,
bu harfin teşdidi ile el-Berrâ'dır: Ebû Ma'şer Yûsuf İbn Yezîd el-Berrâ' ve
Ebu'l-Âliye Ziyâd îbn Fîrûz el-Berrâ'.
Harise:
Hepsi Hâ' harfi ile Hârise'dir. Ancak Câriye îbn Kudâme, Yezîd İbn Câriye,
el-Esved İbnu'1-Âlâ1 îbn Câriye es-Sekafî, Amr İbn Ebî Sufyân îbn Useyd îbn
Câriye es-Sekafî, cim ve râ' harfleri ile Câriye'dir.
Cerîr: İki
isim müstesna, hepsi de Cerîr'dir. Müstesna olan isimler ise, baştaki hâ' ve
sondaki zây harfleriyle Harîz'dir. Harîz İbn Osman el-Humusî ve Ebû Harîz
Abdullah îbn Huseyn el-Ezdî'dir.
Hırâş: Hepsi
Hı harfinin kesriyle Hırâş'tır. Yalnız Rib'î İbn Hırâş noktasız hâ' iledir.
Husayn: Ebû
Hasîn Osman îbn Asım ve Huzayn Îbnu'l-Munzir müstesna, hepsi Husayn'dır.
Burada ismi zikredilen kimseden başka Huzayn adını taşıyan birinin bulunduğu
bilinmemektedir.
Hâzim: Bütün
isimler noktasız Hâ1 harfi ile Hâzim'dir. Yalnız Ebû Mu'âviye Muhammed İbn
Hâzim ed-Darîr, noktalı Hı harfi ile Hâzim'dir.
Hayyân: Bu
harf ile yazılan bütün isimler Yâ' harfi ile Hayyân'dır. Ancak Habbân İbn Munkız,
Vâsi' İbn Habbân'm babası, Muhammed îbn Yahya İbn Habbân'm dedesi, Habbân îbn
Vâsi' îbn Habbân ve Habbân îbn Hilâl, Bâ' harfi ile Habbân okunur. Bunlar bazen
babalarına nisbet edilerek yazılırlar; bazen de nisbet edilmeksizin sadece
Habbân olarak zikredilirler. Fakat diğerlerinden ayırt edilmeleri şeyhleri
yönünden olur. Meselâ Habbân an Şu'be, Habbân an Vuheyb, Habbân an Hemmâm,
Habbân an Ebân ve Habbân an Süleyman İbni'l-Muğîre denildiği zaman, Şu'be'den,
Vuheyb'ten, Hemmâm'dan, Ebân ve Süleyman İbnu'l-Muğîre'den rivayet eden bu şahısların
Habbân oldukları anlaşılır. Fakat babalarına nisbet edilmeyen ve Abdullah
İbnu'l-Mubârek'ten rivayet eden ismi aynı hatla yazılmış olan şahıs, Hâ'
harfinin kesri ile Hıbbân okunur. Hıbbân İbn Mûsâ es-Sulemî el-Mervezî ve
Hıbbân îbn Atıyye böyledir.
Habîb: Bütün
isimler noktasız Hâ' ile Habîb şeklinde okunur. Ancak Hubeyb İbn Adiy ve Hubeyb
İbn Abdirrahman îbn Hubeyb el-Ensârî, Hı harfi ile Hubeyb'tir. Bu ikincisi,
yâni Hubeyb İbn Abdirrahman, Sahîhan'da Hafs İbn Âsım'dan babasına nisbet
edilmeksizin rivayet eden kimsedir: Hubeyb an Hafs İbn Âsim. Keza Abdullah
İbnu'z-Zubeyr'in künyesi de oğluna nisbetle Ebû Hubeyb'tir.
Hakîm: İki
isim müstesna, bütün isimler Hâ' harfinin fethi ile Hakîm'dir. Müstesna olan
iki isim ise, Hukeym İbn Abdillah İbn Kays el-Kurası el-Mısrî ve Ruzeyk İbn
Hukeym, Hâ' harfinin zammı iledir.
Rabâh: Bu
hatla yazılanların hepsi Rabâh okunur. Yalnız Ziyâd İbn Riyâh, Râ' harfinin
kesri ile Riyâh'tır. Bu şahıs, aynı zamanda, babasının ismi ile künyelenmiş ve
Ebû Riyâh denilmiştir.
Zubeyd: Sahîhan'da
yalnız Zubeyd İbnu'l-Hâris ve Muvattâ'da iki Yâ' harfi ile Zuyeyd İbnu's-Salt
İbn Ma'd Yekrub'tan başka bu hatla yazılan kimse yoktur.
Suleym:
Hepsi Suleym okunur. Yalnız Selîm îbn Habbân, Sin harfinin fethi iledir.
Şurayh:
Hepsi Şın ve Hâ' harfleriyle Şurayh'tır. Yalnız Müslim'in şeyhi Surayc İbn
Yûnus, Surayc Îbnu'n-Nu'mân ve Ahmed Ebû Surayc es-Sabbâh, Sin ve Cim
harfleriyle Surayc okunur.
Salim: Hepsi
Sin'den sonra Elif harfinin fethi ile Sâlim'dir. Bazı isimlerde ise, Elif
harfinin hazfi ile Selm okunur. Selm İbn Zerîr, Selm îbr Ku-teybe, Selm İbn
Ebi'z-Zeyyâl ve Selm îbn Abdirrahman gibi.
[611]
Seleme:
Bütün isimler Lâm harfinin fethi ile Seleme okunur. Yalnız Amr İbn Selime ve
Ensârdan bir kabile olan Benû Selime, Lâm harfinin kesri iledir. Müslim
tarafından Abdu'l-Kays'a âit bir elçilik heyetinin gelişi ile ilgili hadîsi
rivayet edilen Abdu'l-Hâlık İbn Selime (Seleme) hakkında her iki görüş de ileri
sürülmüştür. Bu şahıs, Yezîd îbn Harun'a göre İbn Seleme, İbn Uleyye'ye göre
ise, îbn Selime'dir.
[612]
Ubeyde:
Hepsi Ayn harfinin zammı ile Ubeyde'dir. Yalnız Abîde es-Selmânî, Abîde îbn
Sufyân el-Hadramî, Abîde İbn Humeyd, Âmir İbn Abîde el-Bâhilî, Ayn harfinin
fethi ile okunur.
Ubâde: El-Buhârî'nin
şeyhi Muhammed îbn Abâde müstesna, hepsi Ayn harfinin zammı ile Ubâde'dir.
Abde: Hepsi
Bâ' harfinin iskânı ile Abde'dir. Yalnız Âmir İbn Abede (Abde) el-Becelî ve
Becele İbn Abede (Abde), bu harfin hem fethi hem de iskânı ile, her iki şekilde
de okunmuştur.
Abbâd: Hepsi
Ayn harfinin fethi, Bâ' harfinin de teşdidi ile Abbâd okunur. Ancak Kays İbn
Ubâd el-Kaysî, Ayn harfinin zammı ve Bâ' harfinin tahfifi ile Ubâd'tır.
Akıl: Hepsi
Ayn harfinin fethi, Kâf harfinin de kesri ile Akıl okunur. Ancak, ez-Zuhrî'den,
gayr-i mensûb olarak rivayet eden Ukayl İbn Hâlid el-îlî, Yahya İbn Ukayl
el-Huzâ'î ve meşhur kabilelerden Benû Ukayl - ki bu kabileye mensup olanlara
Ukaylî denir - Ayn harfinin zammı, Kâf harfinin fethi ile Ukayl'dir.
Vâkıd: Hepsi
Kâf harfi ile Vâkıd okunur. Bununla beraber Sahîhân'da ve Muvattâ'da ismi
geçmeyen Vâfid İbn Selâme ve Vâfid İbn Mûsâ ed-Dârî, Fâ' harfi iledir.
Ensâb arasında görülen
mu'telif isimlerden bazı Örnekler de şunlardır:
El-Eylî:
Hepsi de Hemze'nin fethi ve Yâ'nm iskânı ile Eylî okunur. Ancak üç kitapta yer
almamakla beraber Bâ' harfi ile ve Hemze'nin zammı ile Ubullî de vardır.
El-Basrî:
Hepsi de meşhur bir şehir olan Basra'ya nisbetle Basrî okunur. Ancak
muhadramlardan Mâlik İbn Evs, Abdu'l-Vâhıd İbn Abdillah ve Salim
Mevlâ'n-Nasriyyîn, Nün harfi ile Nasrî olarak nisbetlenirler.
Es-Sevrî:
Hepsi Sevrî'dir. Yalnız Ebû Ya'lâ Muhammed İbnu's-Salt, et-Tevvezî olarak
nisbet edilir. Tevvez, İran'da bir yer adıdır.
El-Curayrî:
Hepsi Curayr'e nisbetle Curayrî okunur. Sa'îd el-Curayrî ve Abbâs el-Curayrî
gibi. Ancak el-Buhârî ve Müslim'in şeyhlerinden olan Yahya İbn Bişr, Hâ' harfi
ile el-Harîrî olarak nisbet edilir. Bundan başka el-Buhârî'nin kitabında Cerîr
îbn Abdülah'ın oğullarından Yahya îbn Eyyûb el-Cerîrî vardır ve Cim harfinin
fethi ile Cerîrî okunur.
[613]
Es-Selemî:
Selime'ye nisbetle Selemi okunur. Bununla beraber hara harfinin kesri ile
Selimi diyenler de vardır. Benû Suleym kabilesine mensup olanlar ise, Sin
harfinin zammı ile Sulemî'dir.
Mu'telif ve muhtelif,
yâni yazılış yönünden aynı, fakat okunuş yönünden farklı olan isim, lakab ve
nesebler, şüphesiz, bu zikrtettiklerimizden ibaret değildir. Bununla beraber bu
isimler, en çok rastlanan ve en meşhur olan isimlerdendir. İslâmî ilimlerle
meşgul olanların bu gibi isimleri yanlış okumamaları için bunlara ayrı bir
itina göstermeleri gerekir.
[614]
Müttefik ve mufterık,
isim, künye ve nesebleri, yazılış ve okunuş yönünden aynı, fakat şahıslan yönünden
ayrı olan râviler hakkında kullanılan bir tabirdir. Bu çeşit râvilerin
bilinmesinde, özellikle, muasır olup da aynı şeyhten rivayet eden, veya
kendilerinden rivayette başkaları tarafından iştirak edilen aynı isim ve
nesebteki kimselerin birbirleri ile karıştırılmaması yönünden büyük faydalar
vardır.
Müttefik ve mufterık,
çeşitli kısımlara ayrılır ve her bir kısımda, isim neseb ve künye yönünden
birbirine benzeyen kimseler bulunur.
Birinci kısım:
İsimleri ve baba isimleri müttefik olanlar, meselâ Halîl İbn Ahmed bunlardandır
ve bu isimde altı ayrı şahıs vardır. Biri meşhur Sîbeveyh'in şeyhi olan Halil
İbn Ahmed'tir. Basrah olup Âsim el-Ahvel'den rivayet etmiştir. Hicretin 100
üncü senesinde doğmuş, 170 civarında vefat etmiştir. Babası, Hazreti Peygamberden
sonra İslâm'da ilk defa Ahmed ismi ile isimlendirilen kimse idi.
îsmi Halîl İbn Ahmed
olan ikinci şahıs, Ebû Bişr el-Muzenî el-Basrî olup el-Mustenîr İbn Ahzar'dan
rivayet etmiş ve bundan önce ismi geçen Sîbeveyh'in şeyhi Halîl 'in aruzla
İlgili haberlerim toplamıştır.
Aynı isimdeki üçüncü
şahıs, el-Halîl İbn Ahmed el-İsbahânî'dir ve
Ravh İbn Ubâde'den
rivayet etmiştir.
Dördüncüsü, Semerkand
kadısı Ebû Sa'îd es-Siczî el-Hanefî'dir. İbn Huzeyme, îbn Sa'îd ve
el-Beğavî'den rivayet etmiş, 387 H. de ölmüştür.
Beşincisi, Ebû Sa'îd
el-Bustî olup, bundan önce ismi geçen el-Halîl es-Siczî'den ve Ahmed
İbnu'l-Muzaffer el-Bekrî'den rivayet etmiştir.
Altıncısı ise, Ebû
Sa'îd el-Bustî eş-Şâfi'î'dir ve Ebû Hâmid el-İsferâyinî'den rivayet etmiştir.
ikinci kısım:
İsimleri ve baba isimleri ile birlikte dede isimleri de
müttefik olanlardır.
Meselâ Ahmed İbn Ca'fer İbn Hamdan bunlardandır ve bu isimde dört kişi vardır.
Hepsi de aynı asırda yaşamışlardır ve hepsi de Abdullah isimli kimselerden
rivayet etmişlerdir. Bu sebeple bunları birbirinden ayırmak, ancak râviler
üzerindeki yüksek ihtisasla mümkün olur. Bu dört şahıstan biri, el-Katî'î Ebû
Bekr el-Bağdâdî (Ö. 368) olup Abdullah îbn Ahmed İbn Hanbel'den Musned'i
rivayet etmiştir.
İkincisi, es-Sekatî
Ebû Bekr el-Basrî (Ö. 304) dir ve Abdullah îbn Ahmed ed-Devrakî'den rivayet
etmiştir. Her ikisinden de Ebû Nu'aym el-Isbahânî hadîs almıştır.
Üçüncüsü, Abdullah İbn
Muhammed îbn Sinan'dan rivayet eden Dîneverî, dördüncüsü ise, Abdullah İbn
Câbir et-Tarsûsî'den rivayet eden ve Ebu'l-Hasan künyesi ile bilinen
Tarsûsî'dir.
Aynı kısma başka bir
örnek de Muhammed İbn Ya'kûb İbn Yûsuf gösterilebilir. Bu isimde iki kişi
vardır; birisi en-Neysâbûrî, diğeri ise, Ebû Ab-dillah el-Ahram olup, her ikisi
de aynı asırda yaşamışlar ve her ikisinden de el-Hâkim Ebû Abdillah (Ö. 405)
hadîs rivayet etmiştir.
Yine bu kısımda en
enteresan ittifak, Muhammed îbn Ca'fer İbn Muhammed İbni'l-Heysem el-Enbârî
ile Hafız Muhammed İbn Ca'fer îbn Muhammed İbn Matar en-Neysâbûrî Ebû Amr ve
Muhammed İbn Ca'fer îbn Muhammed îbn Kinâne el-Bağdâdî Ebû Bekr arasında vâki
olmuş ve her üçü de H. 360 senesinde vefat etmiştir.
Üçüncü kısım:
Hem künyeleri, hem de nisbetleri ittifak eden kimselerdir. Ebû Imrân el-Cevnî
bunlardan olup iki kişidir. Biri tâbi'î Abdu'l-Melik îbn Hanbîb el-Cevnî (Ö.
129), diğeri ise, daha sonraki tabakalardan olan ve er-Rabî İbn Süleyman'dan
rivayet eden Mûsâ îbn Sehl İbn Abdi'l-Hamîd el-Basrî'dir.
Yine bu kısımdan Ebû
Bekr İbn Ayyaş, üç ayrı kişidir. Biri Kârî, diğeri el-Hımsî, üçüncüsü de
es-Sulemî el-Bâceddâ'î'dir.
[615]
Dördüncü kısım:
Üçüncü kısmın aksine, isimleri ve babalarının künyeleri ittifak eden
kimselerdir. Salih İbn Ebî Salih bunlardandır. Bu isimde dört kişi vardır ve
hepsi de tâbi'îdir. Biri Mevlâ't-Tev'eme lakabı üe bilinir; babasının ismi
Nebhân, künyesi ise, Ebû Muhammed'tir. Ebû Hurayra'dan, İbn Abbâs ve Enes İbn
Mâlik'ten rivayet etmiştir. Et-Tev'eme ise, Umeyye İbn Halef el-Cumahfnin
kızıdır.
İkincisi, Ebû Salih
es-Semmân Zekvân'm oğlu Salih olup künyesi Ebû Abdirrahman'dır.
Üçüncüsü, Alî ve
Â'işe'den rivayet eden es-Sedûsî, dördüncüsü ise, Amr îbn Hurays'in kölesi olan
Salih'tir. Babasının ismi Mihrân olup Ebû Hurayra'dan rivayet etmiştir.
Beşinci kısım:
İsimleri, baba isimleri ve nesebleri ittifak eden kimselerdir. Muhammed İbn
Abdillah el-Ensârî gibi. Bu isim ve nesebte iki kişi vardır ve her ikisi de
birbirine yakın tabakalara mensûbtur. Biri el-Buhârî'nin kendisinden hadîs
rivayet ettiği meşhur Basralı Kâzî olup ceddi el-Musennâ İbn Abdillah İbn Enes
İbn Mâlik'tir ve H. 215' te vefat etmiştir. Diğeri ise, yine Basrah Ebû Seleme
olup zayıf râvilerden biridir.
Altıncı kısınv
Yalnız isimleri veya yalnız künyeleri ittifak eden kimseler olup diğerlerine
nisbetle daha çoktur. Bu isimler yönünden hasıl olan güçlük, isnada baba ismi
veya nisbeti zikredilmeksizin yalnız başına yer alması ve bu suretle o ismin
hangi şahsa âit olduğunun bilinmemesi itibariyledir. Meselâ isnadda yalnız
Hammâd ismi zikredildiği takdirde, bunun, Hammâd İbn Zeyd mi, yoksa Hammâd İbn
Seleme mi olduğunu tesbît etmek güçleşir. Bununla beraber, bu gibi durumlarda
ismin delâlet ettiği şahsı bulmak, ondan hadîs rivayet edenler cihetinden
mümkün olmaktadır. Meselâ Muhammed İbn Yahya ez-Zuhlî, er-Râmahurmuzî ve
el-Mizzî'ye göre, Hammâd'tan rivayet eden râvi Süleyman İbn Harb veya Ârim ise,
bu şahıs Hammâd îbn Zeyd; Mûsâ îbn İsmâ'îl ise, Hammâd İbn Se-leme'dir. Keza
Affân'm, babasına nisbet etmeksizin hadîs aldığı Hammâd, yine İbn Seleme'dir.
Hammâd İbn Zeyd'ten
hadîs rivayeti ile teferrüd eden birçok râvi vardır ki, bunlar da isnadlarında
babasına nisbet etmeksizin yalnız Hammâd ismini kullandıkları zaman, bunun îbn
Zeyd olduğu anlaşılır. Ancak, ondan teferrüd eden bu râvilerin kimler olduklarını
da bilmek gerekir.
îsnadda babasına
nisbet edilmeksizin zikredilen Abdullah ismi de, aynı şekilde, bu ismi
zikredenler yönünden bilinir. Eğer râvi Mekkeli ise, hadîs aldığı Abdullah,
İbnu'z-Zubeyr'dir. Medîneli ise, İbn Amr, Kûfeli ise, İbn Mes'ûd, Basralı ise,
îbn Abbâs, Horasanlı ise, Îbnu'l-Mubârek'tir.
Yedinci kısım:
Nisbette lafız yönünden ittifak ettikleri halde, kendisine nisbet olunan şey
yönünden iftirak edenlerdir. Meselâ Âmul, biri Ta-beristan'da, diğeri Ceyhun tarafında
bulunan iki yer ismidir ve bunlardan birine nisbetle şahıs Âmulî olur. Ulemânın
çoğu, Taberistan Âmul'üne mensûb oldukları halde, el-Buhârî'nin şeyhlerinden
Abdullah İbn Ahmed el-Anıulî Ceyhun Âmul'üne mensûbtur.
Hanefî nisbeti de
böyledir. Bazı kimseler, Benû Hanîfe kabîlesine nisbetle Hanefî oldukları
halde, diğer bazıları, İmam Ebû Hanîfe'nin mezhebine nisbetleri dolayısıyle
Hanefî olurlar. Meselâ Ebû Abdu'l-Kebîr İbn Abdi'l-Mecîd el-Hanefî ve kardeşi
Ubeydullah Benû Hanîfe kabîlesine mensûb olanlardandır. Hadîsçilerin birçoğu da
İmam Ebû Hanîfe mezhebine mensûbturlar.
Müttefik ve mufterıkla
ilgili en önemli kitabı el-Hatîb el-Bağdâdî telîf etmiştir. Hafız Muhammed İbn
Neccâr el-Bağdâdî ve Ebû Bekr el-Cevzekî'nin de bu konuya tahsîs edilmiş birer
kitapları vardır.
[616]
Mu'telif müttefik
isimlerle birlikte iki neviden mürekkeb olan müteşâbih, iki ayn şahsın isim
veya neseblerinin lafız ve hat yönünden müttefik, fakat baba isimlerinin
mu'telif ve muhtelif, yâni hat yönünden aynı, lafız ve okunuş yönünden ayrı
olmasıdır. Bazen de bunun aksi olur; iki ayrı şahsın isimleri mu'telif ve
muhteliftir; yâni hat yönünden aynı, lafız yönünden ayrıdır; fakat baba
isimleri müttefiktir; yâni hat ve lafız yönünden aynıdır. Meselâ Mûsâ İbn Alî
ve Mûsâ İbn Uley gibi. Bu iki şahsın isimleri müttefiktir; fakat babalarının
isimleri, hat yönünden aynı olmakla beraber, lafız yönünden ayrıdır; yâni
mu'telif ve muhteliftir.
Bu çeşit isimlere
Kutub-i Sitte'de ve diğer bazı meşhur rical kitaplarında rastlanmaz. Daha çok
müteahhırûn arasında yer alan bu isimlerden yalnız ikisi el-Hatîb'in Târîhu
Bağdad'mda zikredilmiştir. Birisi Ebû Bekr Mûsâ İbn Âlî el-Ahvel olup Ca'fer
el-Firyâbî'den rivayet etmiştir.
[617]Diğeri
ise, Ebû îsâ Mûsâ İbn Alî olup İbnu'l-Enbârî'nin şeyhidir.[618] Ebû
Imrân Mûsâ İbn Alî es-Sıkıllî (Ebû Zerr el-Herevî'den rivayet etmiştir), Mûsâ
İbn Alî el-Kuraşî (meçhuldür), Mûsâ İbn Alî Ebu'1-Fadl el-Hayyât (İbn Asâkir ve
Îbnu's-Sen'ânî'nin şeyhidir), Mûsâ îbn Alî İbn Gâlib el-Emevî el-Endelusî, Mûsâ
îbn Alî İbn Âmir el-Harîrî el-îşbîlî, aynı isme sahip ayrı şahıslardır. Buna
karşılık Mûsâ İbn Uleyy İbn Rabâh el-Mısrî, Ayn harfinin zammı ile, yukarıda
zikredilen şahısların baba isimleriyle hat yönünden mu'telif, fakat lafız
yönünden muhteliftir.
Muhammed İbn Abdillah
el-Muharrimî (el-Muhremî) de nisbet yönünden müteşâbih isimlerdendir.
El-Buhârî ve Ebû Davud'un şeyhlerinden olan Muhammed İbn Abdillah Ebû Ca'fer
el-Kuraşî el-Bağdâdî, Bağdâd'm meşhur mahallesi Muharrim'e nisbetle
el-Muharrimî olarak anılır. Eş-Şâfi'î'den rivayet eden Muhammed îbn Abdillah
ise, Mahrame İbn Nevfel'e nisbetle Mahramî'dir ve meşhur değildir.
Künyede müttefik,
nisbette mu'telif ve muhtelif olanlara misal olmak üzere, Ebû Amr eş-Şeybânî
ile Ebû Anır es-Seybânî gösterilebilir. Her ikisi de tâbi'undandır.
Birincisinin ismi Sa'd İbn İyâs, ikincisinin ismi ise, Yahya İbn Ebî Amr
es-Seybânî'nin babası Zur'a'dır. Bu iki şahsın künyesi aynı olduğu halde
nisbetleri mu'teliftir; yâni hat yönünden aynı, fakat birincisi Şıh, ikincisi
ise, Sin ile olup okunuşları ayrıdır.
Müteşâbih ile ilgili
misallerin bir başka şekli, yukarıda zikrettiklerimizin aksine, baba ismi
müttefik, fakat şahıs ismi mu'telif olanlardır. Amr İbn Zurâre ile Ömer İbn
Zurâre gibi. Birinci isme sahip birçok kimse vardır. İkincisi ise, el-Hadesî
olarak maruftur.
Hayyân el-Esedî ve
Hanân el-Esedî de bu kısım içinde yer alan müteşâbih isimlerdendir. Birincisi
Ammâr îbn Yâsir'den rivayet eden Tâbi'î Hayyân îbn Husayn, ikincisi ise, Benû
Esed'ten olup meşhur râvi Mu-sedded'in babası Muserhed 'in amcasıdır.
îsim ve neseb yönünden
müteşâbih olup da baba ve oğul isimleri arasında takdim ve te'hîr ile
birbirinden ayrılan râvilere gelince, bunlar, hat yönünden değil, fakat benzer
isimlerin takdîm ve te'hîri yönünden zihinde bazı tereddütlere sebep olurlar.
Bu isimlerin teşekkülü iki râviden birinin isminin diğerinin baba ismi olması
iledir. Meselâ Yezîd İbnu'l-Esved ile el-Esved îbn Yezîd ve el-Velîd İbn Müslim
ile Müslim İbnu'l-Velîd böyledir. Bu son iki isimden birincisi Cundub İbn
Abdillah el-Becelî'den rivayet eden tâbi'î el-Velîd İbn Müslim el-Basrî'dir.
Aynı isimdeki diğer meşhur hadîsçi îmam el-Evzâ'î'nin ashabından ve Ahmed İbn
Hanbel'in şeyhlerinden olan el-Velîd îbn Müslim ed-Dımaşkî'dir. İkincisi ise,
Abdu'1-Azîz ed-Darâver-dî'nin şeyhi Müslim İbnu'l-Velîd İbn Rabâh
el-Medenî'dir. Mu'telif ve müttefik
isimlerden teşekkül eden müteşâbih isimlerle ilgili olarak el-Hatîb el-Bağdâdî
Telhîsıt'l-muteşâbih adlı kitap telîf etmiştir. Bu kitap, onun en güzel
kitaplarından biridir. Keza yine el-Hatîb'in baba ve oğul isimleri arasında
takdîm ve te'hîrle meydana gelen müteşâbih isimler hakkında Refu'l-irtiyâb
fVl-maklûb mine'l-esmâ' ve'l-ensâb adlı bir başka kitabı vardır.
[619]
Hadîs ıstılahında
rivayet, sünnetin, hadîsin, veya benzeri haberlerin nakli ile, bunların, onları
haber verenlere isnadından ibarettir. Bu tarîf, bize, rivayetin üç temel unsuru
bulunduğunu gösterir: Birincisi, rivayete konu teşkîl eden sünnet, hadîs, veya benzeri
olan haber; ikincisi, bu haberi kendisine nakledene isnad ile rivayet eden
şahıs; üçüncüsü de, haberi kendisine rivayet edenden alan diğer şahıs.
Kısacası, mervî, bu mervîyi elinde bulunduran ilk kaynak veya şeyh; onu bu
kaynaktan alıp nakleden râvi.
Rivayetin gayesi, her
şeyden önce, Hazreti Peygamberin söz ve fiillerinden ibaret olan sünnetini,
yahut daha umumî manâsıyle hadîsini, asırlarca sonra gelecek olan nesillere
duyurmak olunca, biraz önce işaret ettiği-nıiz üçlü unsur sistemi, bu duyurma işinin
en emîn yolu olarak ortaya çıkar. Nitekim Hazreti Peygamberden haberi alan
sahabî, bunu Hazreti Peygambere isnad ile tâbi'îye rivayet ettiği gibi, aynı
haberi sahabîden alan tâbi'îde, onu kendisine rivayet eden sahabîye isnad ile,
kendisini takip eden nesilden tâbi'u't-tâbi'îye rivayet etmiş; böylece
haberin, Hazreti Peygamberden asırlarca sonra yaşamış olan kimselere
ulaştırılması mümkün olmuştur.
Rivayetin sıhhati, bu
üçlü unsurun sıhhatine bağlıdır. Üçlü unsurun sıhhati ise, rivayet edilen haberde
herhangi bir değişiklik yapılmaması ve rivayet eden şahsın da, haberi
kaynağına isnadının sahîh olması ile gerçekleşir. Bu sebepledir ki hadîs
ilminde, bir taraftan rivayet edilen haberin aslında, hangi suretle olursa
olsun, bir değişikliğin yapılıp yapılmadığı incelenirken, bir taraftan da
haberi rivayet eden şahsın, onu kendisine rivayet eden şahsa isnadının sıhhati
araştırılmıştır. Keza haberi rivayet eden şahsın güvenilir olup olmadığının
araştırılması da rivayetin sıhhatini tesbît yönünden gerekli görülmüştür.
Nitekim bu araştırma sonucudur ki, metinde vukubulan değişiklikler sebebi ile
şâz, münker, mu'allel gibi metne müteallik zayıf hadîs çeşitleri tesbît
edilirken, mürsel, munkatı, mu'dal ve mu-delles gibi isnadla ilgili zayıf
hadîsler de belirlenmiştir. Ayrıca, telif edilen ciltler dolusu râviler tarihi
ile de, hadîs rivayeti ile meşgul olan râvüerin doğum ve ölüm tarihleri, hal ve
meşrebleri, şeyhleri ve talebeleri, hadîs ri-vayetindeki mevkileri gözler önüne
serilmiştir. Bütün bunlar, Hazreti Peygambere isnad edilen haberlerden sahîh
olanlarını sakîm olanlarından ayırt etmek için girişilen faaliyetlerin
sonucudur.
[620]
Hadîs rivayetinin sahîh olabilmesi için bazı
şartlar ileri sürülmüşse de, bu şartlar üzerinde tam bir ittifak hasıl
olmamıştır. Hadîsçilerden bazıları, rivayette büyük bir şiddet gösterirken,
diğer bazıları, işin daha kolay tarafına meyletmişlerdir. Meselâ Mâlik îbn
Enes, Ebû Hanîfe ve Ebû Bekr es-Saydalânî eş-Şâfi'î, hafızadan rivayet
edilmeyen hadîslerin, dînde hüccet olarak kullanılamıyacağını ileri sürmek
suretiyle şiddet taraftarları arasında yer almışlardır
[621]Bazıları
ise, ellerinde bulunan kitaptan rivayet etmiş olmaları bir tarafa, bu kitabın,
asıl nüsha ile mukabele edilip edilmediğine bile ehemmiyet vermemişlerdir.
[622]
Tabiatiyle böyle kimseler, hadîs tenkitçileri tarafından mecruh
addedilmişlerdir. Maanıafih, şiddet göstermekte ifrata, işin kolay tarafına
meyletmekte tefrite varanlar bir tarafa bırakılacak olursa, ekser hadîsçilerin
orta yolu muhafaza ettikleri anlaşılır. Bunlara göre,rivayetin hafızadan
yapılacağı tabiî görülmekle beraber, mukabele edilmiş bir kitaptan
yapılmasında da hiç mahzur yoktur. Bunun gibi, hadîs rivayetinde riâyet
edilmesi gereken usûl ve şartlar zik-redildiği zaman, bu usûl ve şartların,
ekser hadîsçiler nazarında gerçekleşmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim
usûl kitaplarında bunlar zikredilirken, onlara muhalif kalan bazı isimlere de
tesadüf edilir ki, bunlar o meselede ekalliyette kalan gurubu temsil ederler.
Hadîs rivayetinin
sahîh olabilmesi için riâyet edilmesi gereken usûl ve şartlar, İbnu's-Salâh
tarafından maddeler halinde ve geniş bir şekilde açıklanmıştır. Bunlardan bazılarını
misal olarak kısaca zikredecek ve bilâhare oldukça mühim bir konu olan
hadîslerin manâ ve lafızlarıyle rivayeti üzerinde biraz duracağız.
a)
Gözleri
görmeyen kimselerin rivayet etmiş oldukları hadîslerin alınıp alınmaması
hususunda görüş ayrılığı vardır. El-Hatîbe göre gözleri görmeyen kimseler,
gören fakat câhil olan kimseler gibidir
[623]
Bununla beraber, güvenilir bir kimse, gözü görmeyen bir kimsenin hadîs
hıfzetmesinde yardımcı olursa, onun
rivayeti bazı hadîsçiler
tarafından makbul sayılmıştır.
b)
Râvinin,
kendi semâ'ını ihtiva etmemekle beraber içerisinde şeyhi tarafından işitilmiş
yahut şeyhinden yazılmış hadîsler bulunan bir kitaptan rivayet etmesi, bütün
hadîsçiler tarafından tecviz edilmemiştir. Bununla beraber râvi, şeyhinden
umumî bir icazet almışsa rivayeti sahîh addedilir. Eğer kitap, şeyhin şeyhinin
semâ'ını ihtiva ediyorsa, râvinin, şeyhinden aldığı umumî icazet gibi,
şeyhinin de kendi şeyhinden umumî bir icazete sahip olması gerekir.[624]
c) Râvi,
hıfzetmiş olduğu bir hadîsi, kitabında değişik bir şekilde bulursa, takip
edeceği usûl, hadîsi kitaptan mı yoksa şeyhin ağzından mı hıfzettiğini
araştırmaktır. Eğer kitaptan hıfzetmişse, hafızasındaki hadîsi bırakır ve
kitaptaki hadîse itimad
eder; eğer şeyhin
ağzından işiterek hıfzetmişse ve hafızasına da
güveniyorsa, kitabını, hafızasındaki hadîse göre tashih eder. Fakat hadîsin
rivayetinde, "hıfzımda şöyle, kitabımda şöyle" diyerek ayrı ayrı
belirtmesi gerekir.[625]
d) Eğer
râvi, kitabında, şeyhinden işittiğini hatırlayamadığı bir hadîs bulursa, Ebû
Hanîfe ve bazı Şâfi'î imamlarına göre, hadîsin rivayeti caiz değildir. Fakat
İmam Ebû Yûsuf, Muhammed ve eş-Şâfi'î ile ekser ashabı rivayeti tecviz
etmişlerdir.
[626]Ancak bu, râvinin, kitabına
güvenmesi ve hadîsi şeyhinden işittiğine dâir kendisinde mevcut olan zannın
kuvvetli olması halindedir; eğer şüphesi kuvvetli olursa, hadîsin rivayeti
caiz olmaz. Eş-Şâfı'î'den rivayet edilen bir habere göre, Mâlik İbn Enes,
hadîsin herhangi bir yerinden şüphelenirse bütün hadîsi terk ederdi.
[627]El-Hatîb
el-Bağdâdî'nin bu konudaki görüşü de aynı merkezdedir ve "bir kimse, kitabında
bulunan bir hadîsi işitip işitmediğinden şüpheye düşerse, o hadîsi terkedip
diğerlerini rivayet etmesinde bir mahzur yoktur; fakat kitabı içerisindeki
şüpheli hadîsin hangisi olduğunu bilmezse bütün hadîsleri ter-ketmesi
gerekir" demiştir.
[628]
e) Râvinin,
rivayet ettiği hadîslerde lâhn ve tashîf yapmamaya dikkat etmesi gerekir. Lâhn,
i'rabıtı aksidir; yâni mu'reb kelimeleri aslına uygun olarak zikretmemek ve
i'rabmda hatâ yapmaktır. Bu hatâdan korunabümek için, hadîs rivayetiyle meşgul
olanların, nahiv kaidelerini ve lügati iyi bilmeleri gerekir. El-Asma'î'den
nakledilen bir habere göre, hadîs talebesi, nahiv kaidelerini bilmediği zaman
çok defa, Hazreti Peygamberden rivayet etmiş olduğu hadîslerde lâhin yapar ve
onun "bana yalan isnad eden kimse, cehennemdeki yerine
hazırlansın" hadîs-i şerîfinin
muhatabı mevkiine düşer; çünkü
Hazreti Peygamber, lâhin yapmazdı. Ondan hadîs rivayet eden kimse ise, lâhin
yapmak suretiyle ona yalan isnad etmiş olur" .
[629]
Lâhin üzere alman bir
hadîsin, yine lâhin üzere mi yoksa bu lâhnin düzeltilerek aslına uygun bir
şekilde mi rivayet edileceği hususunda, hadîsçüer arasında tam bir görüş
birliği yoktur. Bazıları, meselâ Muhammed İbn Şîrîn, Recâ İbn Hayve, el-Kâsım
îbn Muhammed, Ebû Ma'mer, İsma'îl îbn Ebî Hâlid, Sufyân, Mâlik İbn Enes gibi
hadîsçüer, lâhinle alman bir hadîsin yine aynı şekilde rivayet edilmesi lâzım
geldiğini ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh'a göre bu hadîsçilerin istinad
ettikleri husus, hadîslerin lafz üzere, yâni işitildiği şekilde rivayet
edilmesi esasıdır
[630]El-Hasanu'l-Basrî,
eş-Şâ'bî, İbrahim en-Naha'î, el-A'meş, el-Evzâ'î ve Abdullah Ibnu'l-Mubârek
gibi birçok hadîsçi ise, lâhnin düzeltilmesi ve hadîsin doğru
bir şekilde rivayet edilmesi lüzumu
üzerinde ittifak etmişlerdir.
îbnu's-Salâh'a göre, hadîsçilerin çoğu bu fikirdedir ve doğru olanı da
budur.
[631]
f) Râvi, bir
hadîsi iki veya daha fazla kimseden işittiği zaman, eğer bu hadîsler arasında
lafız yönünden bazı farklılıklar bulunsa bile manâ yönünden herhangi bir
değişiklik yoksa, hadîsi bir tek isnad altında nakleder ve hadîsin lafzının
hangi râviye âit olduğunu ayrıca belirtir. Meselâ Müslim İbnu'l-Haccâc, Sahîh'inde
ekseriya şöyle bir usûl takip etmiştir:
Bu şekilde verdiği
isnadla hadîsi iki kişiden aldığını gösterdikten sonra, kale Ebû Bekr demek
suretiyle de hadîs lafzının Ebû Bekr îbn Ebî Şeybe'ye âit olduğunu
belirtmiştir'.
[632]
Eğer râvi, muhtelif isnadlarla gelen aynı hadîsin, yalnız bir isnada âit olan
lafzını almaz ve lafızlar arasında bir birleştirme yaparsa, aralarındaki
manânın birliğine işaret etmek üzere şöyle bir ibare kullanır: ...
&ni"fulân ve fulân bana haber verdiler, söylediklerinin manâsı hemen
hemen aynı İdi; bunlar dediler ki:...".
[633]
g) Râvinin,
şeyhinden sonraki râvilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tâbi
olması gerekir. Eğer şeyhi, hadîsin isnadında zikrettiği râvinin yalnız ismini
verirse, râvinin aynı ismi vermesi ve o ismin nesebini zikretmemesi lâzımdır.
Bununla beraber, ismi, nesebini zikretmek suretiyle tafsîl etmek lüzumunu
hissederse, ayrı bir fasılda bunu verebilir.
Eğer şeyh, aynı râviye
âit müteaddit hadîsleri, birbiri arkasından sıralarken ilk hadîsin isnadında
râvinin isim ve nesebini bütün uzunluğu ile sıralar ve ondan sonraki hadîslerde
yalnız ismi vermekle iktifa ederse, şeyhten rivayet eden râvinin, her hadîsin
başında, diğer râvinin isim ve nesebini bütün uzunluğu ile zikretmesi caiz
olur.[634]
Aynı isnadı ihtiva
eden hadîs sahîfe ve kitaplarının rivayetinde isnadın, ilk hadîsin başında
zikredilip diğer hadîslerde zikredümemesi, bütün hadîsçilerin tatbik ettikleri
usûllerden biridir. Ancak, diğer hadîslere başlarken ve bi 'l-isnâdi veya ve
bihi gibi tabirlerin konulması gerekir. Aynı isnadla manâsına gelen bu
tabirler, birinci hadîsin başında zikredilen isnadın yerine kaim olur. Meselâ
Ebû Hureyre'den rivayet eden Hemmâm îbn Munebbih'in 150 kadar hadîsi ihtiva
eden meşhur sahîfesi bu şekilde nakledilmiştir. Sahîfeyi, Hemmâm'dan Ma'mer
îbn Râşid, ondan da Abdu'r-Razzâk İbn Hemmâm rivayet etmiştir ve her hadîsin
başında Abdu'r-Razzâk Ma'mer - Hemmâm -
Ebû Hureyre isnadı yer alır. Fakat bu sahîfeden nakiller yapan bütün hadîs
eserleri (meselâ Ahmed îbn Hanbel'in Musned'İ), birinci hadîste isnadı
zikretmiş, ikinci ve onu takip eden hadîslerde ise, onu kaldırarak "aynı
isnadla" manâsına gelen ve bi'l-isnâd veya ve bi - isnâdihi gibi tabirler
kullanmışlardır''.[635]
h) Hadîsin
isnadı ile metnini takdim ve te'hîr ile zikretmek, yâni önce metni sonra isnadı
vermek, yahut isnadın yarısını metnin başında, diğer yarısını da metinden
sonra nakletmek umumiyetle tecviz edilmemiştir ve bu şekilde rivayet edilen
hadîs muttasıl sayılır. Bununla beraber, bir râvi, isnadı bu bölünmüş şekliyle
şeyhinden işitmiş ve sonra onu metne takdîm ederek rivayet etmişse, hadîsin
manâ üzere rivayetini tecviz edenler tarafından makbul sayılmış, fakat onun,
işitildiği şekilde rivayet edilmesi gerektiğini ileri sürenler tarafından
kabul edilmemiştir.
[636]
i) Bir râvi,
isnadıyle birlikte bir hadîsi zikrettikten sonra ikinci bir isnad zikreder ve
bunun sonuna mislehu veya nahvehu gibi tabirler ilâve ederse, bu aynı hadîsin
iki isnad vâsıtasıyle alındığına delâlet eder. Fakat Şu'be İbnu'l-Haccâc, ikinci
hadîsin zikredilmeme si suretiyle yapılan bu kısaltmayı tecvîz etmemekle
beraber'
[637]Rivayet edilen bir habere
göre Şu'be, fuları an fulân mislehu, hadîs değildir, demiştir, diğer bazı
imamlar, râvinin, hafız ve zabıt olması halinde böyle bir tasarrufta
bulunmasını mahzurlu saymamışlardır. Diğer bir ihtilâf, mislehu ve nahvehu
tabirleri üzerinde çıkmıştır. Şu'be, mislehu tabiri, rivayete kifayet etmez;
nahvehu tabirinde de şüphe vardır, derken, Sufyân es-Sevrî mislehu tabiri
hakkında kifayet eder demiş, buna mukabil Yahya İbn Ma'în, mislehu tabiri ile
rivayeti tecvîz etmiş ve fakat nahvehu tabirine iltifat etmemiştir
[638]Ancak
bu da manâ üzere rivayeti tecvîz etmeyenlere göredir. Diğerlerine göre ise,
mislehu ile nahvehu arasında hiçbir fark yoktur'.
[639]
j) Râvinin,
isnadıyle birlikte hadîs metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını
rivayet etmesi umumiyetle tecvîz edilmemiştir. Böyle hallerde, gerek şeyh
olsun gerekse ondan rivayet eden kimse olsun, hadîsin zikredilen kısmını
rivayet ettikten sonra zekere'l-hadîs, yahut zekere'l-hadîse
zikrine bazıları cevaz
vermişlerdir. İbnu's-Salâh'a göre böyle bir rivayet, hadîsin bir kısmında semâ'
mevcut olmakla beraber icazet tarikiyle caiz olur'
[640]
k) Nebî ve
Rasûl lafızlarının değişik olarak zikredilmesinde, umumiyetle herhangi bir
mahzur görülmemiştir. Her ne kadar Abdullah îbn Ahmed îbn Hanbel'den, babası
Ahmed'in, Rasûl yerine Nebî yazmış olan bir hadîsçinin kitabım düzelttiğine
dâir bir haber nekledilmişse de, el-Hatîb, bunun lüzumsuz olduğunu ve Ahmed İbn
Hanbel'den, bunda herhangi bir mahzur olmadığına dâir ayrı bir haber de
nakledildiğini zikretmiş, ayrıca onun, manâ üzere rivayeti tecvîz edenlerden
olduğunu sözlerine ilâve etmiştir'
[641]
Sahabe, rivayetin
mes'ûliyetinİ müdrik olarak, Hazreti Peygamberden nakletmiş oldukları
hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime değişikliğine, aynı
kelimenin cümle İçerisinde yer değiştirmesine bile rıza göstermiyorlardî. Hadîs
rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağzından bir sözü harf harf ve
kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nek-letmesini şart koşuyorlardı.
Meselâ Abdullah îbn Ömer. hadîsini . şeklinde manâyı bozmayan bir kelime
değişikliğiyle rivayet eden kimseyi azarlamış ve "yazıklar olsun sana;
Hazreti Peygambere yalan isnad etme" demiştir'[642]
Keza yine İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri arkasına sıralayarak sayan bir
kimseye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını ihtar etmiş ve
Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise, onu
öyle rivayet
etmesini söylemiştir''.[643]
Sahabeden sonra gelen
tâbi'ûn ve etbâ'u't-tâbi'în devirlerinde de hadîslerin, Hazreti Peygamberden
işitildiği şekilde rivayet edilmesi üzerinde birçok hadîsçi ittifak etmiştir.
Meselâ el-Kâsım îbn Muhammed, Mu-hammed İbn Şîrîn, İbrahim İbn Meysere,
Abdurrahman İbn Mehdî, Recâ îbn Hayve, Sufyân îbn Uyeyne, Abdu'l-Vâris ve Yezîd
İbn Zuray' bunlardandır. Hadîslerin lafzen rivayeti hususunda, bu muhaddisler
tarafından ileri sürülen delillerin başında, Hazreti Peygamberin "benim
sözümü işitip ezberleyen ve sonra da işittiği gibi rivayet eden kimselerin
yüzlerini Allah ak etsin"
[644]Hadîsi
gelir.
Diğer bir cihet,
Hazreti Peygamberin, Araplar arasında en fasîh konuşan ve kendisine
cevâmi'u'l-kelim verilen bir kimse oluşudur. Bu ise, onun hadîslerinin, manâ
üzere rivayetini güçleştirir ve değişik lafızlarla naklinde, manânın
bozulmasına müncer olur. Nitekim, yukarıda zikredilen hadîsin devamında, yâni, "olabilir ki, içinizde, fıkıh
hâmili olan kimseler, (işittikleri hadîsleri) kendilerinden daha fakîh bir
kimseye ulaştırırlar" ibaresi yer almıştır. Bu ise, hadîslerin ifade
ettikleri manânın, herkes tarafından aynı derecede anlaşılamıyacağına delâlet
eder. Her ne kadar bir talebe ile şeyhi arasında alınıp rivayet edilen bir hadîste
manâ değişimi fark edilmezse de, Hazreti Peygamberden işitildikten iki veya Üç
asır sonra değişik lafızlarla rivayet edilen aynı hadîste manâ bakımından
belirli farklar meydana gelebilir. Bu da hadîslerin lafzen rivayetini zorunlu
kılar.
[645]
Hadîslerin lafzen
rivayetini şart koşan hadîsçüer tarafından ileri sürülmüş olan bu gibi
mütalâlara rağmen, aralarında birçok sahabenin de bulunduğu büyük bir hadîsçi
gurubunun, hadîslerin manâ yününden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve
kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet ettikleri görülmektedir. Meselâ, Alî
İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile
Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî, eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim
en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu konuda zikredilen isimlerden bazılarıdır.
Bunlardan nakledilen ve manâ üzere rivayeti tecviz eden haberler ise, pek
çoktur. Meselâ Mekhûl eş-Şâmî, yukarıda ismi geçen meşhur sahabî Vasile
İbnu'l-Eskâ'a gelerek hiçbir eksiklik veya fazlalık yapmadan Hazreti
Peygamberden işitmiş olduğu bir hadîs rivayet etmesini istemiştir. Vasile,
ona, akşam Kur'ân-ı Kerîm okurken hiç elif veya vâv ilâve edip etmediğini
sormuş, o da, "hıfzımız o derece olmadığı için böyle ilâveler bazen
oluyor" demiştir. Bunun üzerine Vasile İbnu'1-Eskâ1 ona şu cevabı
vermiştir: "Bu Kur'ân-ı Kerîm, her gün elinizde ve onu gece gündüz
okuyorsunuz; {böyle olduğu halde ona bazen vâv, bazen elif ilâve ediyorsunuz).
Biz ise, Hazreti Peygamberden bir veya iki defa işitmiş olduğumuz hadîsleri
rivayet ediyoruz; bunları size manâ üzere nakledersek, bu sizin için
kâfidir".
[646]Yine
sahabeden Ebû Sa'îd el-Hudrî der ki: "Hadîs dinlemek için sekiz on kişi
Hazreti Peygamberin etrafına oturur ve dinlerdik. İçimizden, bu
dinlediklerimizi aynen tekrar eden iki kişi belki çıkmazdı; fakat hepimiz de
tekrarladığımız zaman, manâda hiçbir fark olmazdı"
[647]
Meşhur tâbi'î el-Hasan el-Basrî, kendisine "bugün bize bir hadîs
rivayet ediyorsun, ertesi gün ise, aynı
hadîsi başka sözlerle naklediyorsun" denildiği zaman şu cevabı vermiştir:
Manâda isabet etmişsem bunda bir mahzur yoktur".
[648]
Hadîslerin manâ üzere
rivayetini tecvîz edenlerin ileri sürdükleri delillerin bir kısmı, yine Hazreti
Peygamberin hadîsleri arasında görülür. Sahabeden bazıları, Hazreti Peygambere
kendisinden işittikleri hadîsleri, işittikleri şekilde tekrar etmeye muktedir
olmadıklarını söyledikleri zaman Hazreti Peygamber onlara şu cevabı vermiştir:
"Manâda isabet ettiğiniz zaman onları rivayet etmenizde bir mahzur
yoktur"
[649]Nitekim
sahabenin büyük bir çoğunluğu da, Hazreti Peygamberden rivayet edilen bu ve
buna benzer haberlere istinaden, ondan bir hadîs naklettikleri zaman hadîsin sonuna
ev kemâ kal ibaresini eklemişlerdir. "Yahut buna benzer bir şey söyledi"
manâsına gelen bu ibare, sahabenin naklettikleri hadîslerin lafızdan ziyade
manâya istinad ettiğini açıkça göstermektedir. Keza sahabenin, "Hazreti
Peygamber bize şunu emretti" veya "Hazreti Peygamber bizi şundan
nehyetti" gibi ibarelerle onun sünnet ve hadîsini nakletmeleri de
ta-mamiyle manâya dayanan bir rivayet şeklidir.
Gerek sahabe ve
gerekse sahabeden sonra gelen nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet
edilmesini hoş karşılamış olmakla beraber, bu rivayetin doğruluğuna
güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı şartlar aramışlardır. Gerçekte bu
şartlar, râviler tarafından lafızları değiştirilerek rivayet edilen
hadîslerin, manâlarındada herhangi ufak bir değişiklik ihtimalini önlemek
maksadıyle ortaya konulmuştur. Bu şartların en önemlileri şu birkaç maddede
zikredilebilir:
1) Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv kaidelerine
tam manâsıyle vâkıf olması.
2) Lügat
ilmine sahip olması.
3) Lafızların
delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.
4) Bir
hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti Peygamberin
kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi. Bu gibi
şartları şahsında cemetmeyen bir şahıs, hadîsin asıl lafızlarını terkedip,
onların yerine koyacağı lafızlarla hadîsin manâsını bozup bozmayacağım
büemiyeceği, veya hadîs metninde yapacağı bazı takdim ve tehirlerle hadîsin
manâsında değişiklik yapıp yapmıyacağını anlayamıyacağı için, manâ üzere
rivayeti tecvîz edilmemiştir. Zira manâda herhangi bir değişiklik meydana
gelirse râvi, yalancı mevkiine düşer ve Hazreti Peygamberin "bana yalan
isnad eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın" hadîsinin muhatabı
olur. Bu sebepledir ki biz,
hadîsleri lafızlarıyle rivayet
etmek kudretini gösteremeyen, zikrettiğimiz bu hadîs
dolayısıyle de manâ üzere rivayete cesaret edemeyen birçok sahabînin "biz
yorulduk ve ihtiyarladık; Hazreti Peygamberden hadîs rivayet etmek çok
güçtür" diyerek hadîs rivayetinden çekindiklerini görürüz'.
[650]
Rivayet edenler ise, rivayetin ağır mes'ûliyetini müdrik olarak bu sahada büyük
gayretler sarfetmişlerdir.
[651]
Akran olan, yâni aynı
yaşlarda bulunan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri, hadîs ilminde
rivayetu'l-akrân adı ile incelenmiştir. Bu konuyla ilgili olarak İbn Hacer şu
bilgiyi vermiştir: "Râvi ile kendisinden hadîs rivayet ettiği kimse, yaş
ve mülakat gibi rivayete müteallik meselelerde bir-leşirlerse, bu kısma
rivayetu'l-akrân (aynı yaşta olan kimselerin rivayeti) denir. Akran olan râvi
ile şeyhi birbirinden rivayet ederlerse, bu da mu-debbec ismini alır" .[652]
Ancak mudebbec'ten farklı olarak, rivayetu'l-akrân ile kasdedilen asıl manânın,
aynı yaşta olan iki râviden yalnız birinin diğerinden rivayet etmesi ve bu
rivayetin tek taraflı olmasıdır. Meselâ Suleymân et-Teymî, karini olan
Mis'ar'dan rivayet etmiş olmakla beraber, Mis'ar'm Süleyman et-Teymî'den
rivayeti bilinmemektedir.
[653]
Îbnu's-Salâh'ın
ifadesine göre Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin
birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir. Keza isnadca olan yakınlıkta da
râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır.
[654]Bu
konuda İbnu's-Salâh şöyle der: Yaşça aynı olan râvilerden birinin diğerinden
rivayeti muhtelif kısımlara ayrılır. Bunlardan biri de mudebbec'tiv. Mudebbec,
aynı yaşlarda olan iki râvinin birbirinden hadîs rivayet etmesidir. Meselâ
sahabeden Hazreti Âişe ile Ebû Hureyre gibi ki, bazen Âişe Ebû Hureyre'den,
bazen de Ebû Hureyre Âişe'den rivayet etmiştir. Keza tâbi'ûndan ez-Zuhrî ile
Ömer İbn Abdi'1-Azîz, etbâdan Mâlik ile el-Evzâ'î ve daha sonrakilerden Ahmed
İbn Hanbel ile Alî İbnu'l-Medînî de böyledir ve birbirlerinden hadîs
nakletmişlerdir.
[655]
El-Irâkî,
Îbnu's-Salâh'a yazdığı Takyîd'in&e, Îbnu's-Salâh'ın mudebbec ile ilgili bu
tarifine bazı itirazlarda bulunur ve şöyle der: "Musannifin mu-debbeci
birbirinden hadîs rivayet eden iki karine, yâni aynı yaşlardaki iki râviye
hasretmesi, el-Hâkim'e tâbi olması dolayısıyledir. Nitekim el-Hâkim,
Ulûmu'l-hadîs adlı kitabının
"Akranların
Rivayeti" başlıklı 46'ncı
bölümünde şöyle demiştir: İki karîn, yaş ve isnad yönünden birbirine
yakın oldukları zaman, üç kısım ortaya çıkar ki, bunlardan birincisi,
şeyhlerimizin mudebbec olarak isimlendirdikleri kısımdır. Bu, bir karinin kendi
karîninden rivayet etmesidir. Sonra ikinci karîn öbüründen rivayet edince
mudebbec olur".
"El-Hâkim'in
kısaca ortaya koyduğu ve İbnu's-Salâh'm ona tâbi olarak tekrarladığı bu
tariflerden anlaşıldığına göre mudebbec, iki karinin birbirinden rivayetidir.
Fakat aslında bu böyle değildir. Mudebbec, iki râvi, ister karîn olsun, ister
biri diğerinden yaşça büyük olsun, birbirinden rivayet etmeleridir. Ancak
büyüğün küçükten rivayet etmesi halinde, bu, usûlde büyüklerin küçüklerden
rivayeti (rivâyetu'l-ekâbir ani'l-asâğır) bölümüne girer".
"El-Hâkim bu ismi
(yâni mudebbeci), kimliğini açıklamadığı bazı şeyhlerinden almıştır. Onun asıl
kasdettiği kimse de ed-Dârakutnî1 dir ve bu şahıs, onun şeyhlerinden biridir.
Bildiğime göre mudebbec ismini de ilk defa kullanan ed-Dârakutnî olmuştur ve bu
konuda el-Mudebbec adını verdiği bir ciltlik mufassal bir de kitap tasnif
etmiştir. Bu kitabın sahih bir nüshası elimdedir; burada iki râvinin karîn
olmalarını şart koşmamıştır. Kitapta Ebû Bekr'in Hazreti Peygamberden ve
Hazreti Peygamberin Ebû Bekr'den, Ömer'in Hazreti Peygamberden ve Hazreti
Peygamberin Ömer'den , Sa'd İbn Ubâde'nin Hazreti Peygamberden ve Hazreti
Peygamberin Sa'd İbn Ubâde'den rivayetlerini zikrettiği gibi, bazı sahabenin
tâbi'ûndan rivayetlerine de yer vermiştir ki, bu tâbi'ûnun, kendilerinden
rivayet eden sahabîlerden rivayetleri vardır. Meselâ Ömer'le Ka'bu'l-Ahbâr'ın,
İbn Ömer'le Atıyye el-Avfî'nin ve Bekr îbn Abdillah el-Muzenî'nin, îbn Abbâs'la
Amr İbn Dînâr, Ebû Seleme İbn Abdirrahman ve Ikrime'nin, Ebû Sa'îd el-Hudrî ile
Ebû Nadra el-Abdî'nin, Enes îbn Mâlik ile Bekr îbn Abdillah el-Muzenî'nin
birbirinden rivayetleri bunlar arasındadır. Keza kitapta, bazı tâbi'ûnun, bazı
etbâ'u't-tâbi'înden rivayetleri de zikredilmiştir. Meselâ Abdullah İbn Avn ve
Yahya İbn Sa'îd el-Ensârî ile Mâlik'in, Amr İbn Dînâr, Ebû İshâk es-Sebî'î ve
Süleyman ibn Mihrân el-A'meş ile Sufyân îbn Uyey-ne'nin, Ebû İshak es-Sebî'î
ile oğlu Yûnus îbn Ebî İshâk'm birbirlerinden rivayetleri bu zikredilenler
arasındadır. Bunlara ilâveten daha sonraki ta-bakalardakilerin buna benzer
rivayetleri de gözönünde bulundurulursa, mudebbecin, birbirinden rivayet eden
râvilerin karîn olmakla takyîd edilmedikleri, aksine hükmün bundan daha geniş
olduğu anlaşılır".
[656]
El-Irâkî, bu görüşleriyle
el-Hâkim ve Îbnu's-Salâh'a itiraz etmiş olmakla beraber, İbn Hacer'in Nuhbe
şerhinde, bir şeyhin tilmizinden hadîs
rivayet
etmesi halinde, bu rivayetin mudebbec olarak isimlendirilenıiye-ceğini, bunun,
büyüklerin küçüklerden rivayeti kısmına gireceğini ileri sürmesi de, onun
el-Irâkî'ye muhalif bir görüşe sahip olduğunu ve bu görüşü ile el-Hâkim'e
uyduğunu gösterir.
[657]
Birbirinden hadîs
nakleden râviler ister karin olsun ister olmasın, hadîsçiler arasında bu konuda
beliren görüş ayrılıkları bir tarafa, bu rivayet şeklinin mudebbec olarak
isimlendirilmesini gerektiren sebep ve hikmetin ne olduğu da kesin olarak
bilinmemektedir. El-Irâkî, bu istifhama işaretle şöyle der: Bu çeşit rivayete
mudebbec isminin verilmesini gerektiren sebep nedir, aralarında ne gibi bir
münâsebet vardır ve kelimenin iştikakı ne olabilir? Şimdiye kadar bu konu
üzerinde kimse durmamıştır. Görünüşe göre bu ismin verilmesi, bu çeşidin
güzelliği dolayısıyledir. Çünkü mudebbec, lügat yönünden müzeyyen demektir.
Nitekim el-Muhkem müellifinin belirttiğine göre, debc, nakış ve tezyin
manâsına gelir. Kelime farsçadan mu-arrebtir. Dîbâcetu'l-vech denildiği
zaman, yüzün güzelliği anlaşılır.
îbn Mes'ûd'un, Havâmim'i Dîbâcu'l-Kur'ân olarak isimlendirmesi
bundandır. Buna göre, eğer mudebbec'in bu manâdan geldiği kabul edilirse,
isnadda iki karinin, veya biri büyük diğeri küçük olmak üzere birbirinden
rivayet eden iki râvinin birleşmesi, çok defa ikisinin de, yahut yalnız
birisinin âlim ve hafız olması halinde vukubulduğu için, bu vasıflar
dolayısıyle, âlî ve nazil olan başka isnadlardan vazgeçilmesi mümkün olur. Bu
ise, muıdebbec dediğimiz ve tercih ettiğimiz isnad için bir tezyin ve tahsîn
vesilesidir. Meselâ Yahya İbn Ma'în'in Ahmed İbn Hanbel'den ve Ahmed îbn
Hanbel'in Yahya İbn Ma'în'den rivayeti böyledir. Akranların rivayeti, çok defa,
bilgileriyle temayüz etmiş ilim ehli arasında görülür.
Bununla beraber,
mudebbec'in, yukarıda açıkladığımız manânın ta-mamiyle zıddı olan bir manâya da
delâlet ettiği ileri sürülebilir. Eğer mu-debbec'te yer alan iki karın, aynı
tabakadan ve aynı dereceden olursa, birbirine benzeyen iki yanağa teşbih
edilir ve bunlara dîbâcetân denir. Bu takdirde manâ, el-Hâkim ve İbnu's-Salâh'm
mudebbec'i iki karînle takyîd etmelerindeki hikmete de uygun olur; çünkü
bununla isnad nazil olur ve isnadın nüzulü dolayısıyle mudebbec olarak
isimlendirilmesi ihtimali ortaya çıkar. Eğer râviler karın ise, her biri bir
derece, büyüğün küçükten rivayeti ise, iki derece düşmüş olur. Yahya İbn
Ma'în'e göre, nüzul, yüzdeki bir leke (karha) gibidir. Alî Îbnu'l-Medînî ve Ebû
Amr el-Mustemlî ise, onun şu'm olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu takdirde
mudebbec, isnad için bir medih alâmeti olmaktan ziyade zemme delâlet eden bir
isim olur. Nitekim bu manâda raculun mudebbecun denir ve çirkin yüzlü
(kabîhu'l-vech) manâsı kesdedilir.
[658]
Büyük yaşta olanların
küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet etmeleridir ki, kendisinden hadîs rivayet
edilen küçüğün, ondan hadîs rivayet eden büyükten daha üstün ve daha faziletli
olduğu vehmine düşülmemesi için konunun bilinmesinde fayda mülâhaza eden
hadîsçiler, rivayetin bu çeşidiyle de yakından ilgilenmişlerdir.
Büyüklerin küçüklerden
rivayeti, çeşitli şekillerde mütalâ edilmiştir. Birincisi, râvinin, hadîsini
rivayet ettiği kimseden yaşça büyük, tabaka yönünden de önde olmasıdır. İbn
Şihâb ez-Zuhrî ve Yahya İbn Sa'ıd el-Ensârî'nin, tilmizleri olan Mâlik İbn
Enes'ten, Ebu'l-Kâsım Ubeydullah îbn Ahmed el-Ezherî'nin, tilmizi olan el-Hatîb
el-Bağdâdî'den rivayetleri böyledir. İkincisi, râvinin yaşça değil, fakat
mertebece hadîsini rivayet ettiği kimseden büyük olması, yahut başka bir ifade
ile, hafız ve âlim bir kimsenin, yaşlı, fakat bilgisi olmayan kimseden
rivayetidir. İmam Mâlik'in Abdullah İbn Dinar'dan, İmam Ahmed İbn Hanbel ve
İshâk İbn Râhûye'nin, Ubeydullah İbn Musa'dan rivayetleri böyledir. Üçüncüsü,
râvinin, hem yaşça, hem de mertebe yönünden hadîsini rivayet ettiği kimseden
büyük olmasıdır. Hafız Abdu'1-Ganî İbn Sa'îd'in, tilmizi Muhammed İbn Alî
es-Sûrî'den; el-Burkânî'nin, el-Hatîb'ten, el-Hatîb'in de İbn Mâkûlâ'dan rivayetleri
böyledir. Keza sahabenin tâbi'ûndan, tâbi'ûnun da etbâ'mdan rivayetleri de bu
kısım içinde mütalâ edilmiştir.
[659]
Hadîs tarihinde âba' ve
ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti münâsebetiyle sık sık kullanılan
tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'mn, ebnâ' da îbn (oğul)'un
çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri hadîsler, bazı hadîsçilerin
dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar telîf etmişlerdir. El-Hatîb
el-Bağdâdî'nin, babaların oğullarından rivayet ettikleri hadîsleri biraraya
getiren böyle bir kitabı vardır.[660]
Es-Suyûtî'nin bu kitaptan verdiği bir misale göre, Abbâs, oğlu tarikiyle
Hazreti Peygamberden şu hadîsi rivayet etmiştir:
Es-Suyûtî,
oğullarından hadîs rivayet eden bazı babaların bir listesini de vermiştir. Enes
İbn Mâlik'in, ismi zikredilmeyen bir oğlundan; Yûnus İbn Ebî îshâk'm, oğlu
İsrâ'îl'den; Ebû Bekr İbn Ebî Ayyâş'm, oğlu İbrahim'den; Şueâ' İbnu'l-Velîd'in,
oğlu Ebû Hişâm'dan; Ömer İbn Yûnus el-Yemâmî'nin, oğlu Muhammed'ten; Sa'îd
İbnu'l-Hakem el-Mısrî'nin, oğlu Muhammed'ten; îshâk el-Behlûl'un, oğlu
Ya'kûb'tan; Yahya İbn Ca'fer İbn A'yun'un, oğlu el-
Huseyn'den; Sünen
sahibi Ebû Davud'un, oğlu Ebû Bekr'den rivayetleri, bunlardan bazılarıdır.
[661]
Aile içerisinde
görülen hadîs rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından
yaptıkları rivayetlerdir. Ancak bunları iki kısımda mütalâ etmek gerekir.
Birincisi, yalnız oğulların babalarından rivayetleridir ki, bu yolla gelen
hadîsler, dâima, an ebîhi ibaresiyle nakledilmiştir. Bu şekilde rivayet
edilmiş pek çok hadîs vardır. Ebû Nasr el-Vâ'ilî (Ö. 444), bu konuda bir kitap
telîf etmiş ve babalarından rivayet eden oğulların hadîslerini bu kitapta
toplamaya çalışmıştık.
[662]
Oğulların babalarından yaptıkları rivayetin
ikinci kısmı, babaları
vâsıtasıyle cedlerinden rivayetleridir. Bu rivayetlerde kullanılan isnad, genellikle
şu ibareyle gelmiştir: An Ebîhi, an Ceddihi. Ancak bu çeşit ibarelerde bazen
bir müşküle karşılaşma ihtimali bulunur. Bu müşkil, çok defa ced'din tayininde
ortaya çıkar; çünkü oğul, çoğu zaman kendi ceddini, yâni babasının babasını,
yâni dedesini kasdetmiş olmakla beraber, bazen de babasının ceddini kasdetmiş
olabilir. Başka bir ifadeyle, Ceddihi ibaresindeki zamirin bazen Eb'e (babaya),
bazen de Eb'ten sonra gelen îbn'e (oğula) matuf olduğu görülür. Meşhur
sahabîlerden Abdullah İbn Amr Îbni'l-Âs'ın es-Sâdıka adını verdiği birçok hadîsi ihtiva eden
Sahîfe'si torunları tarafından bu yolla rivayet edilmiş ve isnadında Amr îbn
Şu'ayb, an Ebîhi, an Ceddihi ibaresi kullanılmıştır. Oğul olarak Amr'ın aile
ismi, Amr İbn Şu'ayb İbn Muhammed İbn Abdülah İbn Amr Îbni'l-Âs'tır. Amr îbn
Şu'ayb, an Ebîhi, an Ceddihi ibaresine göre Eb (baba)'dan murad, Amr'ın babası
Şu'ayb'tır. Ced (dede) ise, Amr'ın dedesi Muhammed, ya da Şu'ayb'm dedesi
Abdullah'tır. Filhakika hadîsçİler arasında bu husus ihtilâf konusu olmuş, bazıları
Ced (dede)'in Muhammed, bazıları da Abdullah olduğunu ileri sürmüşler ve bu
isnadla gelen hadîsleri tenkîd etmişlerdir.
[663]Bununla
beraber Ahmed İbn Hanbel, Alî İbnu'l-Medmî, İshâk İbn Râhûye ve Ebû
Ubey-de gibi bazı
hadîs imamlarıda, bu
isnadla nakledilen hadîslerin doğruluğuna inanmışlardır'.[664]
Oğulların babalarından yaptıkları
rivayete en güzel
örnek, es-Suyûtî'nin haber
verdiği.[665] el-Hatîb el-Bağdâdî'nin
şu rivayetidir:
[666]
Sabık ve lâhık, iki
râvinin, aynı şeyhten hadîs rivayet ettikleri halde, vefat tarihleri arasında
uzun zaman farkı bulunması dolayısryle, isnada ulüv yönünden ayrı bir özellik
kazandıran ve bu farkın bilinmemesi halinde isnadda inkıta bulunduğu vehmim
uyandıran bir haldir ki, hadîs ilminin Önemli konularından birini teşkil eder.
Bazı örneklerle tarife uygun bir açıklama yapmak gerekirse, şöyle denebilir:
Muhammed îbn İshâk
es-Serrâc, el-Buhârî'nin şeyhlerindendir ve Tarîh'inde ondan rivayet etmiştir.
Keza Ebu'l-Huseyn Ahmed el-Haffâf en-Neysâbûrî de es-Serrâc'tan hadîs rivayet
etmiştir. Buna göre, gerek el-Buhârî ve gerekse el-Haffâf, her ikisi de
es-Serrâc'tan hadîs aldıkları için onun talebesidirler ve her ikisinin de aşağı
yukarı aynı yaşlarda olması gerekir; yahut hiç olmazsa insan böyle düşünür.
Fakat görülüyor ki el-Buhârî 256, el-Haffâf ise, 395 (393, 394) senesinde vefat
etmiştir ve her ikisinin vefatları arasında 139 (yahut 137 veya 138) senelik
bir zaman vardır''.
[667]
İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö.
124), Mâlik İbn Enes (Ö. 179)'in şeyhlerinden olmakla beraber, büyüklerin
küçüklerden rivayeti kabilinden ez-Zuhrî de Mâlik'ten hadîs rivayet etmiştir.
Mâlik'in son ashabından olan Ahmed İbn îsma'îl es-Sehmî de Mâlik'ten hadîs
rivayet edenlerdendir ve vefatı 259 dur. Buna göre ez-Zuhrî ile es-Sehmî'nin
vefatları arasında 135 sene vardır.
[668]
Bir şeyhten rivayette
iştirak eden iki râvinin vefatları arasında bu kadar uzun süre bulunmasının
sebebi, kendisinden hadîs işitilen şeyhin, râvilerden birinin ölümünden sonra
daha uzun bir süre yaşamasıdır. Öyle ki, bazı küçük yaştaki kimseler de aynı
şeyhten hadîs işitir ve uzun süre yaşarlar. Bu suretle şeyhin, ilk râvinin
vefatından sonra hayatta geçirdiği süre ile ikinci râvinin ölümüne kadar geçen
sürenin toplamından, iki râvinin vefatları arasındaki bu uzun zaman hâsıl
olur.
[669]
El-Hatîb el-Bağdâdî,
bu konuda es-Sâbık ve'l-Lâhık adını verdiği bir kitap telîf etmiş ve bu çeşit
râvileri ve şeyhlerini göstermiştir.
[670]
Lugatta ihmal edilmiş,
veya terkedilmiş manâsına gelen mühmel, bir râvinin., isimleriyle baba ve dede
isimleri, yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi,
fakat bu iki şeyhi belirleyecek ve onları birbirinden ayırt edecek herhangi
bir isim veya sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir ki, bunlar, neseblerinin
ihmal edilmiş olmaları dolayısıyle mühmel olarak adlandırılmışlardır. İbn
Hacer, bu konuyla ilgili olarak, el-Buhârî'nin mühmel olarak zikrettiği iki
şeyhine de işaretle şu açıklamayı
yapmıştır;
"Bir râvi, yalnız
ismi, yahut bu isimle birlikte baba veya ced isimleri, yahutta nisbetleri aynı
olan iki şeyhten rivayet eder ve bu iki şeyh, kendilerine hâs bir sıfatla
birbirinden ayırt edilemezse, râvinin iki şeyhten birine hâs olan yakınlığıyle
mühmel anlaşılmış olur. Birbirinden ayırt edi-lemiyen iki şeyhin her ikisi de
sika (güvenilir) kimselerden olursa, ayırt edilememeleri bir mahzur teşkil
etmez; çünkü maksat, kendilerinden hadîs alman kimselerin sika olmalarıdır.
Meselâ el-Buhârî'nin Ahmed tarikiyle İbn Vehb'ten rivayeti bu kabildendir.
El-Buhârî, Ahmed'i gayr-i mensûb olarak zikretmiştir. Bu şahıs, ya Ahmed îbn
Salih'tir; Ya da Ahmed İbn îsâ'dır. Keza, yine gayr-i mensûb olarak Muhammed
tarikiyle Iraklılardan rivayeti de böyledir. Muhammed, ya Muhammed îbn
Selâm'dır; yahutta Muhammed İbn Yahya ez-Zuhlî'dir. Bu çeşit isimleri,
el-Buhârî üzerine yazdığımız şerhin mukaddimesinde zikrettik. Bunlar arasında
tam bir ayırım yapmak isteyen kimselerin, râvinin iki şeyhten birine olan
yakınlığını bilmeleri gerekir. Bu, yakınlıkla da anlaşılmaz, veya şeyhler ayırt
edilemez, yahut râvinin her iki şeyhle de yakınlığı bulunursa, müşkilin halli
güçleşir; bu takdirde ayırımı mümkün kılacak kuvvetli zan ve karinelere
müracaat edilir"'.
[671]
Birbirini takip etmek manâsına
gelen teselsül'den ism-i mefûl olan muselsel, ıstılahta, isnadındaki bütün
ricalin, bazen râvilerin, bazen de rivayetin belirli bir hal ve sıfatını takip
ettikleri hadîslere verilmiş bir isimdir.
Hâvilerin hal ve
sıfatları, ya onların sözlerinden, ya fiillerinden, ya da beraberce söz ve
fiillerinden ibarettir. Rivayetin sıfatları ise, ya semi'tu, ah-beranâ ve
haddesenâ gibi rivayet sığalarıdır; ya da rivayetin zamanı ve yeridir. Ancak
bunların da çeşitli şekilleri bulunması dolayısıyle, bir söz veya fiilin isnad
boyunca teselsül etmeside sayılamıyacak kadar çok şekillerde tezahür eder.
El-Hâkim Ebû Abdillah,
rivayet sıfatları ve râvilerin söz ve fiilleriyle ilgili sekiz muselsel çeşidi
zikretmiştir; fakat biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bunların sayısı çok
daha fazladır. Burada, el-Hâkim tarafından nakledilen muselsel çeşitlerinden
bazı örnekler vererek konuyu açıklamak daha faydalı olacaktır:
Bu isnadla gelen ve
ateşin değdiği şeyi yemekten dolayı abdest alınması gerektiğine delalet eden bu
hadîs, semi'tu lafzıyle muselseldir. İsnadda da görüldüğü gibi her râvi, hadîsi
şeyhinden semâ' yolu ile almış ve rivayet ederken semi'tu lafzını kullanmıştır.
Hadîs, Cebrâ'îl
(a.s.)'in Hazreti Peygambere nasıl abdest alınması gerektiğini Öğretmesiyle ilgilidir.
Hazreti Peygamber, Cebrâ'îl'den öğrendiği abdest alma tarzını ashabından İbn
Mes'ûd'a öğretmek için kum fe-subbe aleyye hattâ urîke vuzû'e Cebrâ'îl (a.s.)
(kalk, bana su dök de, sana Cebrâ'îl (a.s.)'in abdest alışını göstereyim)
demiştir. Bu söz, her tabakaya mensup râvi tarafından aynen tekrar edilmiş ve
abdest, bir sonraki tabakaya mensup râviye öğretilmiştir. Mezkûr sözün
tabakalar arasında teselsülü dolayısıyle hadîs muselseldir.
Enes îbn Mâlik
tarafından rivayet edilen bu hadîste Hazreti Peygamber, kadere îmanın lüzumunu
belirtmiş ve "kul, kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına îman
etmedikçe îmanın tadını bulamaz" demiş, daha sonra sakalını kavrayarak
"kadere, hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına îman ettim"
buyurmuştur. Hazreti Peygamberden hadîsi rivayet eden Enes îbn Mâlik, metni
naklettikten sonra, aynı şekilde sakalını tutmuş ve "kadere, hayrına ve
şerrine, tatlısına ve acısına îman ettiğini" tekrarlamıştır. Hadîsin
nesiller boyu rivayeti sırasında aynı sözlerin tekrarı ile birlikte sakal
kavrama fiilinin de aynı şekilde tekerrür etmesi dolayısıyle hem kavli ve hem
de fiilî bir teselsül meydana gelmiş ve bu hadîs de bu yönden muselsel
addedilmiştir.
Hazreti Peygamber,
buhadîsüıde "Allahu Ta'âlâ'nm, arzı Cumartesi, dağları Pazar, ağaçları
Pazartesi, mekruhu Salı, Nuru Çarşamba, hayvanları perşembe, Âdem'i de Cuma
günü yarattığını" buyurmuş, bunu söylerken de, Ebû Hureyre'nin elini,
parmaklarım onun parmakları arasına geçirmiş olduğu halde tutmuştur. Ebû
Hureyre de, aynı hadîsi Abdullah İbn Râfi'e rivayet ederken aynı fiili
tekrerlamıştır. Bu suretle fiilin hadîs rivayet edilirken bütün râvi
tabakalarında teselsül etmesi dolayısıyle, hadîse muselsel denilmiştir.
Verdiğimiz bu örnekler
dışında, başka muselsel çeşitleri de vardır. Meselâ bir hadîsin rivayet
isnadında bütün râvilerin isimleri muhammed olabilir; yahut nisbetleri ittifak
edebilir ve hepsi Mekkî, yahut Dımaşkî, yahut Mısrî olur. Hepsi fakîh olur;
hafız olur; yahut şâir olur. Bunlar, râvilerin sıfatları ile ilgili olan
muselsel hadîsler arasında yer alırlar.
[672]
Bazen hadîs, yukarıda
semi'tu fulânen ibaresiyle Örneğini verdiğimiz gibi, ahberanâ fulânen vallahi,
yahutta eşhedu billahi le-semi'tu fulânen gibi lafızlarla rivayet edilir. Bu
çeşit hadîsler de rivayetin sıfatına müteallik muselsellerden addedilir.
Muselsel hadîsler,
râvileri cerhedilmedikçe tedlîsten
ve inkıtadan
sâlim olma yönünden en sağlam
hadîslerdir. Bununla beraber, ibn Kesîr'in de işaret ettiği gibi, teselsül yolu
ile hadîsin sıhhati hakkında hüküm vermek nâdir olan hallerdendir.
[673]
Aslında hadîsin metni
belki sahîh olabilir; fakat zayıflık sıfatı, çok defa, ona bazı söz ve
fiillerin bütün isnad boyunca muntazam bir şekilde teselsül etmesinden dolayı
arız olur; çünkü haberin naklinde böyle bir teselsülün ve benzerliğin vücûdu
nâdirdir. Bu bakımdan her muselsel hadîsin sahîh olduğuna hükmedilemiyeceği
gibi, teselsülün azlığına bakarak, her muselsel hakkında zayıflıkla hükmetmek
de doğru değildir.. Nitekim İbn Hacer, teselsülü isnadın sıfatlarından
addetmiştir.
[674] Ref (hadîsin merfû
olması) ve benzerleri de metnin sıfatlarındandır; fakat sıhhat, hem isnadın hem
de metnin sıfatı sayılır. Bu itibarla bir hadîsin sıhhati hakkında verilecek
hüküm, hem isnad, hem de metin hakkında beraberce verilecek sıhhat hükmüne
istinad eder.
Es-Suyûtî, İbn Hacer'e
atfen, dünyada en sahîh muselselin, Saf sûresinin kıraatiyle ilgili rivayet
olduğunu kaydeder.
[675]Yine
es-Suyûtî'nin İbn Hacer'den naklettiğine göre, hafız olan râvilerin isnadda
teselsülü ılm-i kat'î ifade eder.
[676]
İslâmiyetin ilk devlet
merkezi olan Medine, aynı zamanda, hadîs ve sünnetin de intişar ettiği bir
şehirdi. Sahabenin büyük bir kısmı burada oturuyor, Hazreti Peygamberden
işitmiş oldukları hadîsleri burada toparlayıp aralarında müzakere ediyorlardı.
Bu bakımdan Medine'ye Dâru's-Sunne adı verilmişti. Mekke'nin fethinden ve hattâ
İslâmiyetin daha geniş ülkelere yayılmasından sonra da Medine, bu vasfından
hiçbir şey kaybetmemiş, gerek hacc için ve gerekse hadîs dinlemek için Hicaz
ülkesine gelen seyyahların daimî bir ziyaretgâhı olmuştur.
Fetihlerin çoğalması
ve yeni îslâm devleti hudutlarının genişlemesi, sahabîlerin büyük bir kısmının
diğer ülkelere dağılmasına vesîle oldu. Bunların bir kısmı, halîfeler
tarafından muallim olarak gönderildikleri gibi, bir kısmı ordu içerisinde
vazifeli olarak gidiyor, diğer bir kısmı ise, devlet işleri için
görevlendiriliyor ve bu sebeple Medine'den ayrılıyorlardı. Sahabîlerin, çeşitli
sebeplerle, genişleyen İslâm ülkesinin dört bir yanına dağılmaları,ta-biatiyle
onların zihinlerinde veya hafızalarında bulundurdukları hadîslerin de onlarla
birlikte dağılmasına sebep olmuş, böylece, Önceleri hadîs öğrenmek için çok
daha dar ve belirli bir beldeye gelen hadîs talebesi, sahabîlerin
dağılmalarından sonra, hadîs kaynaklarını, çok daha geniş ve dağınık bir muhit
içerisinde aramak zorunda kalmışlardır. Maamafih, bir tek hadîs için bile olsa
yapılması îcab eden uzun ve meşakkatli seyahatler, hadîs talebesinin gözünü
hiçbir zaman yıldırmamış, aksine bu seyahatlerde aşk ve şevk dâima hâkim
olmuştur. Meselâ meşhur sahabî Câbir İbn Ab-dillah, el-Buhârî'nin kaydettiği
bir habere göre, Abdullah İbn Uneys'in elinde bulunan bir tek hadîsi
öğrenebilmek için bir aylık bir yolu katetmek zorunda kalmıştır.[677] Ebû
Eyyûb, keza bir hadîs öğrenebilmek için Mısır'da
bulunan Ukbe îbn
Amir'in yanına gitmiştir.
[678]
Yine bu konu ile ilgili olarak, tanınmış sahabî Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Haz-reti Peygamberin ashabından birinin elinde bir hadîs
olduğunu işitiyorum. Ona haber göndersem hemen gelir ve o hadîsi bana rivayet
eder; fakat ben, onun kapısına gidiyor ve hadîsi ondan alıyorum.
[679]
İlim elde etmek için
girişilen seyahatlerin ulvîliği ve ilini talebesinin bu yolda kazanmış olduğu
şân, şeref ve faziletler hakkında Hazreti Peygamberden rivayet edilen
hadîsleri burada zikretmek lüzumunu hissetmiyoruz. Eğer bu hadîslerin sahabe
tarafından rivayet edildiği ve herkesten önce onların bu hadîslerle amel etmek
isteyecekleri gözönünde bulundurulursa, bir tek hadîs için dahî olsa bu
seyahatleri tabiî görmek îcab eder. Oysaki bu şeref ve fazilete sahip olma
arzusu, yalnız sahabîlere münhasır kalmamış, onlardan sonra gelen nesillerde
bu arzu, belki daha şiddetli bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Çünkü
sonraki nesiller, sahabîler gibi, Hazreti Peygamberle temas imkânına sahip
olmadıkları için onunla iligili haberleri kolayca öğrenememişlerdir. Keza
Hazreti Peygamber zamanında cereyan eden bir hâdise, sahabenin gözü önünde
cereyan ettiği için, onlar, bu hâdise ile ilgili haberleri öğrenmekte güçlük
çekmemişler, fakat onlardan sonra gelen nesiller, onu, en küçük teferruatına
kadar ve en doğrusunu öğrenebilmek için müteaddit kaynaklardan araştırmak
zorunda kalmışlardır. Bu güçlük ise, ilim arama ve elde etme faaliyetlerinin
kıymetini bir kat daha artırmış ve bu faaliyetlere girişenlerin samimiyetleri
nisbetinde onlara şân, şöhret ve fazilet kazandırmıştır.
Bir tek hadîs için
girişilen bu meşakkatli seyehatlerin neticesi ne olmuştur? Bu seyehatler,
onların meşakkatlerine katlananlara büyük fazîletler kazandırmıştır; fakat gaye
sadece bu mu olmuştur? Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, hadisçilerin
gayesi, şöhret ve fazilet kazanmak olmamıştır. Biz, hadîs ve sünnetin İslâm
Dinindeki yerini ve değerini kitabımızın baştaraflannda açıklamaya çalışırken
bu konuya da temas etmiş ve müteaddit defalar, hadîs ve sünnetin, İslâm'ın
ikinci ana kaynağı olduğunu ve sahabîlerin sadece dîn için bunları büyük bir
dikkatle muhafaza ettiklerini zikretmiştik. Aynı faaliyet sahabeden sonraki
nesiller arasında da devam etmiştir. Bu faaliyetlerin neticesi ise, çok büyük
olmuştur. Bugün elimizde bulunan muazzam hadîs külliyatının teşekkülü bir yana,
onları toplamak için yapılan meşakkatli seyahatler, müslümanlar arasındaki
tevhîdi sağlamış, hadîsler Üzerinde yapılan müzakere ve münakaşalar, onların,
sahîh ve sakîmini birbirinden ayırt etme imkânını hazırlamıştır. Aynı zamanda,
gerek hadîs öğrenmek için seyahat edenlerin, gerekse onlara
hadîs nakledenlerin
şahsiyetlerini ortaya çıkarmış, hadîsçilere, biribirlerini daha iyi tanıma
imkânım vermiştir. Meselâ, fulân kimsenin hafıza yönünden zayıf olduğu, fulân
kimsenin hadîs kitabını iyi muhafaza edemediği, fulân kimsenin rivayet ettiği
hadîsler arasına bazen yalan da karıştırdığı, fulân kimsenin rivayetinde
tesahül gösterdiği, fulân kimsenin fevkalbeşer bir hafızaya sahip olduğu ve
buna benzer, hadîsçilere atfedilen daha bir çok vasıf, birbirlerinin marufu
olmuştur. Hadisçilerin birbirleri hakkında edinmiş oldukları bu bilgiler,
yalnız kendilerine münhasır kalmamış, geniş çapta biyografik eserler
hazırlanarak sonraki nesillere devredilmiştir. Hadîs râvilerinin hayatlarını,
hal ve meşreblerini ihtiva eden bu kitaplar, bugün, bu konu ile uğraşanların en
çok müracaat ettikleri kitaplar arasında yer almıştır. Yine bu seyahatlerin ve
hadîsçilerin biribirlerini tanımalarının neticesi, muhtelif râvilerin sahip
oldukları hafıza ve adalet derecelerinin sınıflandırılması mümkün olmuş, bu
suretle, her sınıfa mensup kimselerin rivayet ettikleri hadîsler de, râvilerine
göre sıhhat yönünden değerlendirilebilmi ştir.
Görülüyor ki, sahabe
devrinde başlayan ve daha sonraki nesillerde devam eden bu seyahatler, boş ve
yorucu bir gayretten ibaret kalmamış, aksine, İslâm teşriini sağlam esaslara
bağlayabilmek için tamamiyle ilmî bir faaliyet olarak arzu edilen neticeyi
doğurmuştur.
Bu seyahatlerin
gayesi, birinci plânda hadîs toplamak olduğuna göre, toplama işi nasıl
olmuştur? Bir hadîs talebesi, hadîs rivayet eden bir şeyh ile karşılaştığı
zaman, ondan hadîsleri ne şekilde ve hangi yollarda almıştır? Bazen, böyle bir
meşakkatli seyahata katlanmadan hadîs alındığı da olmuş mudur? Usûl
kitaplarında tahammulu'l-hadîs adı altında bu meseleler ayrı ayrı incelenmiş ve
akla gelebilecek buna benzer sorular cevaplandırılmıştır. Biz de bunları,
burada, kısaca açıklamaya çalışacağız.
[680]
İşitmek ve dinlemek
manâsına gelen semâ', hadîs tahammül yollarından biri ve en önemlisidir. Hadîs
tarihi, Hazreti Peygamberin hayatında semâ1 ile başlamış ve yine semâ' ile
devam etmiştir. Çünkü sahabîler, Hazreti Peygamberden hadîs rivayet etmeye
başladıkları zaman, yalnız işittikleri ve belledikleri hadîsleri rivayet
etmişlerdir, ve bu tarz rivayet müteakip nesillerde de devam etmiştir.
İcaze, munâvele,
kitabe, vicâde gibi çeşitli tahammül yolları veya hadîs alma usûlleri arasında
bulunan semâ', diğerlerinden daha üstün ve daha makbul sayılmıştır. Çünkü
semâ'da şeyh ile talebe karşı karşıya gelir ve talebe, arada herhangi bir
vâsıta olmaksızın, şeyhi doğrudan doğruya işitir.
Şeyh, hadîslerini
rivayet ederken talebe bu hadîsleri ya dinleyerek hıfzeder, yahut dinlerken bir
taraftan da yazar. Bazen de talebenin şeyhin hadîslerini önceden elde ettiği
olur. Ancak talebe, bunları rivayet etmek için şeyhten icazet veya izin
almadıkça rivayet edemez. Rivayet hakkını almak mak-sadıyle şeyhe mülâki olur
ve şeyhten o hadîsleri bizzat dinler; daha önce elde ettiği bu hadîslerden
hatalı olanlar varsa, onları tashih eder.
Semâ' yolu ile alınan
hadîslerin rivayetinde değişik rivayet sîgaları kullanılmıştır. El-Kâzî Iyâz,
hadîs işiten kimsenin, rivayet sırasında had-desenâ, ahberanâ, enbe'enâ,
semi'tu fulânenyakûlu, kale lenâ fulânun, veze-kerelenâ fulânun gibi tabirleri
kullanmasını caiz görmüştür.[681]
Ancak İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği.
[682]
gibibu tabirlerden bazısı, şeyhten semâ' yolu ile alınmayan hadîslerin
rivayetine hâs olarak kullanılmış ve bu kullanış hadîsçiler arasında
şuyûbulmuştur. Bu sebeple bu çeşit tabirleri bizzat şeyhten işitilen hadîslerin
rivayetinde kullanmamak gerekir; aksi halde bir takım karışıklığa ve yanlış
anlaşılmaya yol açılmış olur.
El-Hatîb'e göre şeyhi
bizzat işiten râvi, semi'tu, haddesenâ, ahberanâ ve enbe'enâ tabirlerinden
birini kullanabilir. Ancak bu ibarelerin en üstünü semi'tu'dur. Nitekim bir
isnad içerisinde bütün ricalin bu tabiri kullanmaları halinde, o isnadla gelen
hadîse muselsel adı verilmiştir. Semi'tu'nun diğer tabirlerden daha üstün
oluşunun bir başka sebebi de, bu tabirin yalnız semâ' yolu ile alman hadîslerin
rivayetine tahsis olunmasıdır. Hemen hiç kimse, icâze, mukâtebe ve tedlîs gibi,
şeyhi bizzat işitmeksizin rivayet ettiği hadîslerde bu tabiri kullanmamıştır.[683]
Semi'tu'dan sonra
semâ'da kullanılan tabir haddesenâ'dır. Ancak bu tabir, derece yönünden
semi'tu'nun altındadır; çünkü bazı hadîsçiler, had-desenâ'yı icazetle aldıkları
hadîslerin rivayetinde de kullanmışlardır. Bu bakımdan tabirin semâ'da mı
yoksa icazette mi kullanıldığını, yâni hadîsin bu iki yoldan hangisi ile
alındığını ayırt etmek güçtür.
Semâ'da kullanılan
üçüncü derecedeki tabir ahberanâ'dır. Bu tabirin semâ'da kullanılışına çok
rastlanır. Hattâ hadîs ehlinden bir cemaat, işittikleri hadîsleri yalnız bu
tabirle haber vermişlerdir. Bunların başında Hammâd İbn Seleme, Abdullah
İbnu'l-Mubârek, Huşeym İbn Beşîr, Ubey-dullah İbn Mûsâ, Abdurrazzâk İbn Hemmâm,
Yezîd İbn Hârûn, Amr İbn Avn gibi hadîsçiler vardır.
[684]
Nebbe'enâ yahut enbe'enâ tabirlerinin
semâ'da kullanılışı ise,
diğerlerine nisbetle çok daha az olmuştur.
[685]
Hadîs semâ'mın sıhhati
için gerekli olan yaş haddinde bazı görüş ayrılıkları vardır. Genellikle
hadîsçiler, müslim ve baliğ olan bir kimsenin bu iki halden, yâni müslüman
olmadan ve bulûğ çağına girmeden Önce işitmiş olduğu hadîslerin rivayetini
kabul etmişlerdir. Ancak İbnu's-Salâh'm belirttiğine göre, bazı kimseler,
bulûğa ermemiş çocuğun semâ'ını sahih saymamışlar ve bu görüşte hataya
düşmüşlerdir; zira hadîsçiler, el-Hasan İbn Alî îbn Ebî Tâlib, İbn Abbâs,
İbnu'z-Zubeyr, en-Nu'mân İbn Beşîr gibi küçük yaştaki sahabîlerin, bulûğ
çağından önce ve sonra, işittikleri hadîsler arasında hiçbir ayırım
yapmaksızın onları kabul etmişlerdir. İlk devirlerde olduğu gibi daha sonraki
devirlerde de küçük çocuklar dâima rivayet ve semâ' meclislerinde hazır
bulunmuşlar ve işittikleri hadîsleri rivayet etmişlerdir.
[686]
Semâ'ın sahîh olması
için hadîsçiler arasında hâkim olan görüş, her halde, çocuğun her şeyi ayırt
edebilecek bir yaşta bulunmasıdır. Mûsâ İbn Harun'a, çocuğun ne zaman hadîs
işitebileceği sorulduğu zaman, "sığırla merkebi ayırt ettiği zaman"
cevabını vermiştir. Buna benzer bir soruya Ahmed îbn Hanbel de "aklı
erdiği ve işittiğini aklında tutabildiği zaman" demiştir. İbnu's-Salâhin
da işaret ettiği gibi, rakamla tesbit edilmiş herhangi bir yaş haddinin hiç
kıymeti yoktur. Önemli olan husus, çocuğun akıllıca konuşur ve sorulan soruya
akıllıca cevap verir halde olmasıdır. Böyle olmayan bir kimse, beş yaşında değil,
elli yaşında da olsa, semâ'mı sahîh kabul etmek mümkün değildir.
[687]
Râvinin, bir şeyhe âit
olup da ondan işitmediği, fakat herhangi bir kitaptan, veya başka bir şahıstan
aldığı hadîslerin o şeyhten rivayet hakkını almak maksadıyle şeyhe başvurarak
ona okuması manâsına gelen arz, lu-gatta, bir şeyi bir kimseye göstermek, ibraz
ve izhar etmek demektir ki,
[688]
hadîs ıstılahında kırâ'at ile eş anlamda el-kırâ'a ale'ş-şeyh tabirinin tam
karşılığı olarak kullanılmıştır. Bununla beraber İbn Hacer, kırâ'at ile arz
arasında umûm husus farkı bulunduğuna işaret ederek, arzın ancak kırâ'at yolu
ile tahakkuk edebileceğini, fakat her kırâ'atta arz gayesinin bulunmadığını
söylemişse de
[689] bu
fark, hadîs tahammülü metodunda ar^'ın umumiyetle kırâ'at, veya kırâ'atın arz
manâsında anlaşılmasına engel olmamıştır. Esasen hadîsçiler arasında da bu
konu ile ilgili herhangi bir ihtilâf mevcut değildir.
Râvinin, şeyhe
hadîslerini arzetmesi, ya bizzat onun, yahutta şeyhin huzurunda bulunan bir
başka şahsın şeyhe okuması ve râvinin de okunan hadîsleri dnlemesiyle olur.
Keza okuma işinin kitaptan veya hafızadan yapılması, yahut şeyhin, okunan
hadîsleri kitaptan veya hıfzından takip etmesi arasında hiçbir fark yoktur ve
hangi şekilde olursa olsun, arz tahakkuk etmiş olur.
[690]
Arz yolu ile alınan
hadîslerin rivayetinin caiz olup olmadığı meselesi, hadîsçiler arasında, birkaç
isim müstesna, ihtilâf konusu olmamakla beraber, arzın hadîs semâ'ı
karşısındaki mertebesi, hadîsçilerin üç mezheb üzerinde toplanmalarına yol
açmıştır. Bunlardan, birincisi, arzın, semâ' mertebesinde ve ona eşit derecede
olduğu görüşünü savunanların mezhebidir. İkincisi, arzı semâ'a, üçüncüsü ise, semâ'ı arza
tercîh edenlerin mezhebidir.[691]
Arz ile semâ1 arasında
hiçbir fark görmeyen ve arzın bizatihi semâ' olduğunu söyleyen hadîsçilerin
başında Medine ehlinden Abdurrahman İbnu'l-Hâris, Ikrime, İbn Şihâb ez-Zuhrî,
Mekke ehlinden Alkame İbn Kays, Âmir İbn Şerâhîl eş-Şa'bî, Basra ehlinden
Katâde, Ebu'l-Âliye, Sa'îd İbn Ebî Arûbe, Mısır ehlinden Abdurrahman
İbnu'l-Kâsım, Eşheb îbn Abdi'1-Azîz, Abdullah İbn Vehb ve daha birçok hadîsçi
gelir.
Arz ile semâ' arasında
hiçbir fark görmeyenler, Sa'd İbn Bekr kabilesinden Zımâm îbn Sa'lebe'nin
hadîsini delil olarak gösterirler. El-Buhârî, Sahîh'inin Kitâbu'l-ılm'inde
kırâ'at ve arza tahsîs ettiği bir bâbta, el-Hasan, Sufyân ve Mâlik'in arzı caiz
gördüklerine işaretle, Enes îbn Mâlik'ten Zımâm'm şu hadîsini nakletmiştir:
"Enes İbn Mâlik der
ki: Mescidde Hazreti Peygamberle birlikte oturuyorduk. Devesiyle bir adam
geldi. Deveyi çökertip bağladıktan sonra, hanginiz Muhammed, diye sordu.
Hazreti Peygamber, ashabı arasında dayanmış oturuyordu. Şu dayanmış oturan
beyaz adam, dedik. Adam, Hazreti Peygambere, ey Abdu'l-Muttalib'in oğlu, diye
hitap edince, Hazreti Peygamber, seni dinliyorum, dedi. Adam: Sana bazı şeyler
soracağım; bu soracaklarım ağırdır, gönlün incinmesin, dedi. Hazreti
Peygamber, aklına geleni sor, deyince, adam sorularına başladı: Senin ve
senden öncekilerin Rabbı aşkına söyle: Seni bütün halka Allah mı
gönderdi"..?
[692]
El-Buhârî'de yer alan
bu hadîs, bir sahabîmn daha önceden öğrenmiş olduğu İslâm esaslarını Hazreti
Peygambere arzetmesinden başka bir şey değildir. Hadîsin sonunda, "ben
kavmimin geride kalanlarının elçisiyim" demek suretiyle Hazreti
Peygamberden teyîden öğrenmiş olduğu bu esasları onlara tebliğ edeceğini de
açıklamıştır.
Er-Râmahurmuzî'nin Alî
İbn Ebî Tâlib'ten ve İbn Abbâs'tan naklettiği haberler de, arz ve semâ1
arasında fark görmeyenler için birer delil olarak ileri sürülmüştür. Alî'nin bu
konudaki sözü şöyledir:" Âlime bir şeyi okuyarak arzetmek, ondan işitmek
mesabesindedir"
[693] İbn
Abbâs ise, "bana okuyunuz. Bana okumanız, benim size okumam gibidir"
demiştir.
[694]
Arz ve kırâ'ati semâ'a
tercîh edenlerin mezhebine gelince, başlarında İbn Cureyc, Osman İbnu'l-Esved,
Hanzala İbn Ebî Sufyân, Talha İbn Amr, Sufyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve Şu'be
gibi tanınmış hadîsçilerin bulunduğu bir gurup da, "âlime okuman, âlimin
sana okumasından hayırlıdır" diyerek arzı semâ'a tercîh etmişlerdir.
[695]
El-Hatîb el-Bağdâdî,
Alî İbn Ebî Tâlib'ten bu mezhebe sâlik olanların görüşünü de teyîd edecek şu
haberi nakletmiştir: "Kendi hadîsi olduğunu ikrar ettikten sonra âlime
hadîslerini okumak, âlimin okumasından daha
iyidir".
[696]
Semâ'ı arza tercîh
edenler ise, umumiyetle meşrık ehlinden olanlardır. Îbnu's-Salâh olsun, ona
teb'an en-Nevevı ve es-Suyûtî olsun, doğru olan mezhebin de bu olduğunu kabul
etmişlerdir.
[697]
Arzla semâ' arasında fark
görmeyenlerin, veya birini diğerine tercîh edenlerin, görüşlerine mesned
ittihaz ettikleri esasları bazı haberlerden çıkarmak mümkündür. Meselâ
Abdurrahman İbn Mehdî, "Mâlîk'e okuyup arzettiği hadîslerin, ondan
dinlediği hadîslerden daha sağlam olduğunu" söyler ve sebep olarak da,
onun bazen, hadîs rivayetini kesip başka sözlere yer verdiğini ileri sürer
[698]Ebu'l-Velîd,
yine arzın daha sağlam olduğunu ifade etmek için şöyle der: "Bana okuduğun
zaman daha sağlam oluyor; çünkü bu suretle ben, bütün kalbimi ve bütün
dikkatimi, okuduğun şeye hasredebiliyorum. Halbuki ben okursam, okuduğumu
anlamadığım zamanlar oluyor".
[699]
Mûsâ İbn Davud'un sözü de buna benzemektedir: "Kırâ'at rivayetten daha
sağlamdır. Bana okuduğun zaman, nefsim seni dinlemekle
meşgul oluyor. Ben rivayet edecek
olursam, senden gaflete düşüyorum".
[700]
Es-Suyûtî'nin
açıkladığına göre, kırâ'ati semâ'a tercih edenlerin ileri sürdükleri bir başka
sebep de, semâ1 esnasında, yâni şeyhin okuması halinde, onun tarafından
yapılacak herhangi bir hatanın , talebe tarafından kolay kolay düzeltileni eme
sidir. Halbuki şeyhe okunduğu zaman, talebe tarafından yapılabilecek bir
hatânın, bütün dikkatini kırâ'ate hasretmiş olan şeyh tarafından düzeltilmesi
çok daha kolay olur.[701]
Bununla beraber, talebenin şeyhe okuması halinde şeyhin de hatâ yapabileceğini
gözönünde bulunduranlar, semâ'ı arza tercih etmişlerdir. Bunun da misali, yine
el-Hatîb tarafından zikredilmiştir: İshâk İbn îsâ et-Tabbâ'ın söylediğine göre,
Mâlik İbn Enes'e okunurken, Mâlik uyuklamış ve İshâk da bundan sonra şeyhe
kırâ'atin hiçbir değer ifade etmediğini anlamışt.
[702]
Semâ'ı arza veya arzı
semâ'a tercih edenlerin ileri sürdükleri bu görüşler, yahut her iki tarafta da
görülen ve kolayca reddedileni eyen bu aksaklıklar karşısında bazı hadîsçiler
de tesviye cihetine gitmişler ve "gerek şeyhin, gerek talebenin hatâya
düşmesi bahis konusu olunca, arz ve semâ' arasında hiçbir fark yoktur"
demişlerdir.[703] Fakat şeyh, hadîslerini
kitabından değil de hıfzından okuyacak olursa, bu durum, şüphesiz daha itimada
şayandır ve o zaman semâ'm arza tercihi gerekir'.
[704]
Görüldüğü gibi her üç
şekilden birini tercih edenler, diğerlerinin mahzurlarını gözönünde
bulundurarak bu tercihi yapmaktadırlar. O halde ister şeyhe arz şeklinde olsun,
ister bizzat şeyhin hıfzından veya kitabından okuyarak hadîslerini rivayet
etmesi şeklinde olsun, önemli olan mesele, rivayeti za'fa uğratabilecek
çeşitli mahzurların önlenmesidir. Eğer bu mahzurlar önlenebilirse, Hazretİ
Peygamberin hadîslerini doğru olarak nakletmekten ibaret olan gaye tahakkuk
etmiş olur. Esasen hadîsçileri arza sevkeden âmil de, müşahedeleri neticesi,
tercih ettikleri usûl ile bu gayenin en iyi bir şekilde gerçekleştiğine
inanmaları olmuştur.
Kırâ'at veya arzın,
daha doğrusu hadîs tahammülünün kırâ'at veya arz metodu ile gerçekleşebilmesi
için bazı hususların gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Bunları, bikaç
madde halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Hadîslerin
şeyhe okunması halinde, şeyhin aslının (yâni kitabının) orada hazır
bulunanlardan güvenilir bir kimsenin elinde bulunması ve okunan hadîslerin
onun tarafından da kitaptan takip edilmesi caizdir. Eğer
şeyh, bu hadîsleri
hıfzından biliyorsa, kitap sanki kendi elinde imiş gibidir; fakat okunan
hadîsler, hem onları ezbere bilen şeyh ve hem de şeyhin kitabını elinde tutan
diğer şahıs tarafından takip ve tashih edileceği için bu usûl daha üstün bir
derecededir. Eğer böyle bir durumda şeyh, hadîslerini ezbere bilmiyorsa,
el-Kâzî Iyâz'ın el-Bâkıllânî'den ve İmam el-Hara-nıeyn'den nakline gace, arz
sahîh olmaz; Bununla beraber bütün hadîsçiler bunun sahîh olduğunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü şeyh, hadîslerini ezbere bilmese bile, o hadîsleri ihtiva
eden kitabı dîni bütün güvenilir bir şahsın elindedir ve kırâ'at esnasında bu
kitaptan takip edilmektedir. Ancak okunan hadîsleri şeyhin kitabından takip
eden şahıs, itimada şâyân bir kimse değilse ve şeyh de hadîslerini ezbere
bilmiyorsa, şüphesiz böyle bir arz sahîh .
[705]
2. Kırâ'at
esnasında şeyh, kendisine okunan hadîsleri dinler, hepsini anlar, reddetmez,
fakat ikrar mahiyetinde hiçbir ses de çıkarmazsa, kırâ'av yine sahîh ve bu
suretle alınan hadîslerin rivayeti hadîs ve fıkıh ehli ile usûlcülerin
ittifakıyle caiz olur. Ancak Ebû îshâk eş-Şîrâzî, İbnu's-Sabbâğ ve Suleym
er-Râzî gibi bazı Şâfi'î imamlarıyle Dâvûd ez-Zâhirî'ye tâbi olan bazı imamlar,
arz esnasında şeyhin ikrarını şart koşmuşlardır.
3. Kırâ'at
yolu ile alman hadîslerin rivayetinde kullanılacak ibarelerde belirli bir
ittifak bulunmamakla beraber, tahammül yolunun açıklanması genellikle iyi
karşılanan ve tavsiye edilen bir husus olmuştur. Şeyhe bizzat okuyan kimse,
okuduğu hadîsleri rivayet ederken kara'tu ala fulânin der. Bir başkası okumuş
ve o dinlemiş ise, kuri'e aleyhi ve ene esma'u ibaresini kullanır. Bunun
dışında "kırâ'at" lafzıyle mukayyed diğer semâ1 ibareleri de arzda
kullanılan tabirlerdendir. Meselâ
haddesenâ bi-kırâ'atî veya had-desenâ kırâ'aten aleyh ve ene esma'u; ahberanâ
bi-kırâ'atî veya ahberanâ kırâ'aten aleyh ve ene esma'u gibi.
Arz yolu ile alman
hadîslerin rivayetinde, semâ'da olduğu gibi, yalnız haddesenâ veya ahberanâ
gibi tabirlerin kullanılmasını bazı hadîsçiler hoş görmemişlerdir. Bunların
başında Abdullah İbnu'l-Mübarek, Yahya et-Temîmî, Ahmed İbn Hanbel ve en-Nesâ'î
gelmektedir.[706] Bununla beraber
haddesenâ ve ahberanâ tabirlerinin kullanılması, Hicaz ve Küfe ulemâsının büyük
çoğunluğunca tecviz edilmiştir. Bu da, ez-Zuhrî, Mâlik İbn Enes, Sufyân
es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Yezîd İbn Hârûn, Ebû Âsim en-Nebü, Vehb îbn Cerîr,
Sa'lebe, et-Tahâvî ve Ebû Nu'aym el-Isbahânî'nin mezhebidir.
[707]
Bunlar arasında Mâlik,
Sufyân İbn Uyeyne ve Sufyân es-Sevrî gibi bazı imamlar da, arz yolu ile alman
hadîslerin rivayetinde semi'tu tabirinin kullanılmasını tecviz etmişlerdir.
[708]
Eş-Şâfi'î ve ashabı,
Müslim İbnu'l-Haccâc, el-Evzâ'î ve İbn Vehb'in temsil ettikleri bir mezheb de,
haddesenâ'nm hilâfına, yalnız ahberanâ tabirinin arz yolu ile alman hadîslerin
rivayetinde kullanılmasını uygun görmüşlerdir. El-Cevherî'nin el-İnsâf adlı
kitabındaki beyanına göre ahberanâ tabiri, hadîsçüer arasında "ben şeyhe
okudum" manâsına gelen bir alem ol-nıuştur.
[709]
İbnu's-Salâh'm
el-Hâkim Ebû Abdillah'tan naklettiğine ve en-Nevevî ile es-Suyûtî'nin de
İbnu's-Salâh'a tâbi olarak zikrettiklerine göre, râvinin yalnız başına şeyhe
okuduğu hadîslerin rivayetinde ahberanî fulânun, başkalarının da hazır
bulunduğu bir mecliste şeyhe okunan hadîslerin rivayetinde ise, ahberanâ
fulânun demesi güzel bir usûl sayılmıştır,
[710] Abdullah
îbn Vehb, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanble, et-Tirmizî ve el-Beyhakî'nin tercih
ettikleri görüş de budur.
4.
Râvi,
şeyhe hadîs okuduğunu bilir, fakat sonradan, bu okumanın başkalarının huzurunda
mı, yoksa yalnız basma mı olduğunda şüpheye düşerse, rivayet esnasında
ahberanî tabirini kullanır; çünkü aslolan râvinin bizzat okumasıdır.
Başkalarının vücûdu veya adem-i vücûdu şüphelidir. Eğer râvinin şüphesi, böyle
bir toplulukta kendisinin mi yoksa başkasının mı okumasıyle hadîs aldığı
üzerinde vukubulursa, bu şüphede aslolan, kendisinin okumadığıdır. El-Burkânî,
bu gibi hallerde kara'nâ alâ fulânin ibaresini kullanmıştır. Çünkü bu ibare,
başkasının okuduğu zamanlarda da kullanılan bir tabirdir.
[711]
5.
Kırâ'at
esnasında okunanı dinlemek vazifesini üzerine alan şeyhin, veya orada hazır
bulunan sâmi'ûndan birinin başka bir şeyle meşgul olması ve meselâ yazı yazması
halinde, hadîs ahzınuı sahîh olup olmadığı bazı imamlar arasında ihtilâf konusu
olmuştur. İbrahim el-Harbî, Ebû Ahmed îbn Adî, Ebû İshâk el-îsferâyînî ve diğer
bazı imamlar, böyle bir hadîs alışının mutlak surette sahîh olmadığını, buna
mukabil Mûsâ İbn Hârûn ve diğerleri ise, mutlaka sahîh olduğunu ileri
sürmüşlerdir.[712] Fakat burada Önemli olan
mesele, İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği gibi, kırâ'at esnasında başka bir işle
meşgul olan şahsın, kırâ'at olunanı anlayıp anlanıamasıdır.
Eğer anlarsa, hadîs ahzi
sahîh olur; arılamazsa, tabiatiyle bu alış sahîh kabul olunmaz. Bu konuda
ed-Dârakutnî'ye atfen bazı misaller zikredilebilir: Bir şahıs, hadîslerini
ed-Dârakutnî'ye arzederken, ed-Dârakutnî namaza durmuş. Kırâ'at esnasında, bir
hadîsin isnadında Nuseyr îbn Zu'luk ismi geçmiş; fakat şahıs, ismi Buseyr
olarak okumuş. Ed-Dârakutnî namazda subhâna'llah demiş; öbürü, bu sefer, ismi
Yuseyr diye okumuş. Ed-Dârakutnî namazda "Nûn ve'l-kalem" âyetini
okumaya başlayınca, adam, ismin baş harfinin Nûn olduğunu anlamış ve hatâsını
düzeltmiş.[713] Yine ed-Dârakutnî ile
ilgili başka bir habere göre, bir şahıs, onun nafile namaza durduğu bir sırada
Amr İbn Şu'ayb ismini Amr İbn Sa'îd olarak okuyunca, ed-Dârakutnî subhâna'llah
diyerek hatâyı tashih etmek istemiş, fakat şahsın yine Sa'îd demesi üzerine
şeyh, namazda "yâ Şu'ayb e-salâtuke te'muruke" âyetini okumuş'.
[714]
6.
Şu'be
İbnu'l-Haccâc, perde arkasında bulunan şeyhi başlangıçta görmeyi şart koşmuş
olmakla beraber, umumiyetle, şeyhin orada bulunduğunu güvenilir bir kimsenin
haber vermesinden sonra, ona okunanın sahîh olduğu kabul edilmiştir.
[715]
îcâze veya icazet,
"bir nesneyi reva ve makûl görmek ve düstûr vermek ve münâsib tutmak
manâsına müstameldir...", keza "bir maddenin cevazına imza ve takrir eylemek
manâsına müstameldir"[716]
İbnu's-Salâh'm lugatçı Ebu'l-Huseyn Ahmed İbn Fâris'ten naklettiğine göre,
icâze, hayvan veya arazi sulamak için alman suya delâlet etmek üzere
kullandıkları cevaz kelimesinden müştaktır. Nitekim denildiği zaman,
"ondan su istedim; oda bana, hayvan ve arazi sulamak için su verdi"
manâsı anlaşılır'.
[717]İlim
talebi de böyledir ve (âlimden ilmini bana bağışlamasını istedim, o da bana
bağışladı) denir. Buna göre bir kimsenin, semâ' yolu ile aldığı hadîslerin
rivayetini fulân kimseye bağışlaması manâsına gelir ki, bu bağışlama, bir
bakıma hadîslerinin rivayetine izin vermesi manâsında kullanılmış olur.
[718]
İcâze de, semâ',
arz-kırâ'a gibi hadîs tahammül yollarından biridir. Umumiyetle şeyhe hitaben
râvi cihetinden gelen ve "senin fulân ve fulân kitaplarında yer alan
hadîslerini rivayet edeyim mi?" tarzında bir istek olarak ortaya çıkan
izin talebi, şeyhin, "onları rivayet etmen için sana icazet ver.
dini" demesiyle,
hadîs tahammülü gerçekleşmiş olur. Râvinin, bu hadîsleri şeyhten dinlemesi veya
ona arzetmesi artık söz konusu değildir. Bununla beraber, Şu'be, İbrahim
el-Harbî, Ebû Nasr el-Vâ'üî, Ebu'ş-Şeyh el-Isbahânî gibi bazı hadîs
imamlarıyle, fukahâdan el-Kâzî Huseyn, el-Mâverdî, Ebû Bekr el-Hucendî, icazet
yolu ile alınan hadîslerin rivayetini tecviz etmemişler, bu yolla gelen
hadîslerle amel etmenin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Yukarıda ismi
geçen Şu'be, "eğer icazet caiz olsaydı, ilim talebi için yapılan
seyahatler bâtıl olurdu" demiş; bazı fakîhler ise, "sana benden işitmediğin
şeyin rivayeti için icazet verdim" demenin, "benim üzerime yalan
söylemene izin verdim" manâsına geleceğini, halbuki şeriatın işitilmeyen
şeyin rivayetini mubah karşılamadığını ileri sürmüşlerdir. Bazı rivayetlere
göre bu görüşe sahip olanlar arasında eş-Şâfı'î, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve îbn
Hazm bulunmaktadır.[719]
Bununla beraber
çoğunluk, icazetin caiz olduğunu kabul etmiştir. Konu İle ilgili olarak
ihtilâfları da zikreden el-Hatîb el-Bağdâdî şöyle demiştir: "İcazetle
rivayet edilen hadîsler üzerinde ihtilâfa düştüler. Bazıları bunların sahih
oldukları görüşüne bağlandılar; bazıları da reddettiler; fakat kabul edenler
daha çoktur. Sonra bunları kabul edenler, ahkâma taalluk eden hadîslerle amel
etmenin vücûbu üzerinde ihtilâfa düştüler. Zâhiriyye mezhebine mensup
olanlarla, müteahhırûndan Zâhiriyyeye tâbi olanlar, icâze yolu ile rivayet
edilen hadîslerin, mursel olan ve meçhul kimselerden rivayet edilen hadîsler
hükmünde olduğunu ileri sürerek bu hadîslerle amel etmenin caiz olmadığını
söylediler. Fakat ulemânın çoğu, bunlarla amelin vâcib olduğu
görüşündedir"
[720]
İcazetin sıhhati
üzerindeki görüş için, Hazreti Peygamberin nıağâzîsinden Abdullah İbn Cahş
hadîsini asıl olarak göstermişlerdir. Rivayete göre Hazreti Peygamber, Abdullah
İbn Cahş'ı bir işle görevlendirmiş, fakat ona nereye gideceğini ve ne
yapacağını açıklamamış, sadece eline kapalı bir yazı vererek "adamlarınla
beraber yola çık; iki gün yürüdükten sonra yazıyı aç ve sana emrettiklerimi
oku; sonra onları yerine getir. Adamlarından hiçbirini seninle beraber gitmesi
için zorlama" demiştir. Abdullah, iki gün yürüdükten sonra yazıyı okumuş
ve Nahle'ye giderek Kureyş ile ilgili haberler toplamak hususundaki Hazreti
Peygamberin emrini öğrenmiştir. Bunun üzerine adamlarına şöyle demiştir:
"İçinizden şehîd olmak isteyen varsa benimle beraber gelsin; çünkü ben,
Hazreti Peygamberin emrini yerine getireceğim. Eğer benimle birlikte gitmek
istemeyen varsa, geri dönsün; zira Hazreti Peygamber gitmeniz için sizi
zorlamaktan beni menetti". Adamlarının hepsi de Abdullah'la beraber yola
devam etmişlerdir'.
[721]
Yukarıda özet olarak
verdiğimiz bu hâdise, icazetin sahîh olduğuna delîl gösterilmek için
zikredilmiştir.
îcâzetin sıhhati
üzerindeki görüş ayrılığı yanında, bir de, genellikle kabul edilse bile, onunla
amel etmenin gerekli olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları bulunduğunu
yukarıda kaydetmiştik. İcazetle amel etmenin gerekli olduğu görüşüne sahip
olanlar, bu konuda yine Hazreti Peygamberin bir hadîsine dayanırlar. Hazreti
Peygamber, Berâ'e sûresini bir sahîfeye yazarak onu Ebû Bekr'e vermiş, ondan
Alî îbn Ebî Tâlib almış, fakat birbirlerine okumamışlardır. Sonra da aynı sûre,
Mekke'ye varıldığında halka aynı sahîfeden okunmuştur. Bu da bir icazet
şeklidir ve hükmün sübût buluşunda icazet, semâ mertebesinde olmuştur.
[722]
Burada şu hususa da
işaret etmek gerekir ki, icazet, umumiyetle kabul edilmiş olmakla beraber, bu
metoda kolay ve meşakkatsiz hadîs alma yolu olarak bakılmamıştır. Meselâ
yukarıda icazeti kabul edenler arasında ismini zikrettiğimiz Mâlik İbn Enes'e
âlimin "şu, benim kitabımdır; onu al ve içindekileri benden
rivayet et" demesini
nasıl karşılıyorsun, denildiği zaman, Mâlik şu cevabı vermiştir:
"Bunu caiz görmüyorum. Bazıları böyle yapıyorlar; fakat ben hoşlanmıyorum.
Bunlar az zamanda pek çok hadîs yüklenmek istiyorlar".
[723]
Bundan anlaşılıyor ki, verilecek icazet, ehil olmayan, bu yolda meşakkate
katlanmak ve hizmet etmek istemeyen kimseler İçin değildir. Bu sebepledir ki
Mâlik İbn Enes, bu vasfa sahip olan bir kimseye icazet vermekten çekindiği
zaman "biri kiliseye hizmet etmek değil, kıssîs olmak sevdasında"
der; ve mesel olarak zikrettiği bu sözlerle, o şahsın, icazete
dayanarak hadîs öğrenmek
yorgunluğuna ve seyahat meşakkatine
katlannıaksızm, ülkesinin fakîhi ve şehrinin muhaddisi olmak hevesinde
bulunduğunu açıklamak ister'.
[724]
Bununla beraber bazı haberlerden Öğrendiğimize göre, icazet, çok defa hadîs
alma İşini kolaylaştırmış ve bu maksatla yapılan seyahatları azaltmıştır.
Sufyân îbn Uyeyne anlatır: İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin yanında idim. Elinde üç
kırtasla îbn Cureyc geldi. Kır-taslarm içinde ve dışında hadîsler vardı.
Ez-Zuhrî'ye "bunu senden rivayet edeyim mi?" dedi. O da
"evet" diye cevap verdi. Bunlardan hangisine hayret edeceğimi bilemedim.
Birisi "bunu senden rivayet edeyim mi?" diyor, diğeri de
"evet" diye cevap veriyor'.
[725]
El-Hatîb, Sufyân İbn
Uyeyne'nin hayretinin, ez-Zuhrî'nin kırtasta yazıh olan hadîslerin kendi
hadîsleri olup olmadığına bakmamasından ve Ibn Cureyc'in de bu hadîslerin
rivayeti için icazet talebinde bulunmasından ileri geldiğini söyler. Bununla
beraber, durumu açıklamak maksadıyle ileri sürdüğü ihtimal de akla yakındır:
"Herhalde ez-Zuhrî kırtastaki hadîsleri biliyordu; belki de bunları
bizzat kendisi yazmıştı. Bu sebeple bakmaya lüzum görmedi. Yahutta İbn
Cureyc'in, kendisine âit olmayan hadîsler için icazet istemiyeceğini
biliyordu".
[726]
Buna benzer misalleri
çoğaltmak mümkündür. Bundan çıkan netice şudur ki, icazet, bazı hadîsçilerin
muhalefetine rağmen, çoğunluk tarafından bol bol kullanılmış ve hadîs imamları
tarafından çeşitli şekillerde verilmiştir. İcazet nevileri de diyebileceğimiz
bu şekilleri şöyle sıralayabiliriz:
1) İcâze Âmme: İcazetin, umûm vasfı ile,
belirli olmayan kimselere verilen bir şeklidir. Bu çeşit icazetlerde, icazeti
veren kimse (müs-lümanlara icazet verdi), yahut (herkese icazet verdim) gibi tabirler
kullanır. Bu tabirlerde görüldüğü gibi, ortada icazetin verildiği belirli bir
kimse yoktur; fakat "müslümanlara", "herkese",
"zamanımın insanlarına" denilmek suretiyle umuma delâlet eden bir
ifade kullanılmıştır.
İcazetin bu çeşidi,
İbnu's-Salâh'm ifadesine göre, müteahhırûn arasında ve tabiatiyle icazeti bir
asıl olarak kabul edenler tarafından söz konusu edilmiş, ancak cevazı üzerinde
görüş ayrılığı hâsıl olmuştur. İbnu's-Salâh'ın bu konudaki münâkaşaya iştirak
ederek "eğer umûm ifade eden sözler yerine, ful ân beldenin ilim
talebesine icazet verdim, gibi belirli bir hududa delâlet eden sözler
kullanılmış olsaydı, kabule daha çok yakın olurdu" demesinden anlaşılıyor
ki, o da icazetin daha önceki tabirlerle verilmesine taraftar görünmemektedir
[727]Nitekim
cevaz verdiklerini kaydettikten sonra, kendi görüşünü açıklamış ve kendisine
uyulan imamlardan hiçbirinin bu icazeti kullandığına dâir bir şey işitmediğini
söylemiştir. İbnu's-Salâh'a göre icazet, zaten zayıf bir tahammül yoludur;
belirli olmayan ve umum ifade eden tabirlerle bu zafiyet bir kat daha
artmaktadır.
[728] Bununla beraber îbn
Hacer, pek çok kimsenin icâze âmme ile rivayet ettiklerini, hattâ bazı
hafızların, rivayet edenlerin çokluğu dolayısıyle bunları harf sırasına göre
tertip edip mu'cemler bile vücûda getirdiklerini söy[729]lemiştir.
Yine İbn Hacer'e göre, her ne kadar müteahhırûn arasında icâze âmme muteber bir
metod olarak görülse bile, semâ'm altında olduğu ittifakla sabittir. Ancak bu
çeşit icazetler, şüphesiz hadîsin mu'dal olarak rivayet edilmesinden
hayırlıdır.[730]
2) İcâze Li-Gayri Mu'ayyenin bi-Vasfi'1-Umûm:
İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin umum vasfını taşıyan gayr-i muayyen
kimselere icazet vermesi ve bu icazeti verirken (bütün müslümanlara icazet
verdim), yahut (herkese icazet verdim), yahut»>?'(zamanıma yetişen kimselere
icazet verdim) gibi tabirler kullanmasıdır. Bu icazet şekli üzerinde
müteahhırûndan icazete cevaz verenler itirazı bazı görüşler ileri sürmüşler ve
cevazında ihtilâf etmişlerdir. Bununla beraber umum vasfının hasra delâlet eden
bazı ifadelerle takyîd edilmesi halinde böyle bir icazete cevaz
verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Hafız Ebû Bekr el-Hatîb, bu icazete
tam cevaz verenlerden olduğu gibi, Ebû Abdillah îbn Mende de benzeri bir
ibareyle diyerek icazet vermiştir. Ebu't-Tayyib et-Taberî ise, icazet verildiği
sırada mevcut olan bütün müslümanlara, Endülüs şeyhlerinden Ebû Muhammed İbn
Sa'îd, Kurtuba'ya gelen bütün ilim talebesine icazet vermiştir. Ancak bu
haberleri veren İbnu's-Salâh, bu çeşit icazet hakkında kendi görüşünü de
belirterek şöyle demiştir: Kendisine uyulan hiçbir imamın böyle bir icazeti ne
kullandığını ve ne de bununla hadîs rivayet ettiğini ne gördük, ne de duyduk,
icazet, aslında zayıf bir hadîs alma yoludur; bunu yaygınlaştırmakla zafiyeti
daha da artar'
[731]
3) İcâze Ii'1-Ma'dûm: İcazet çeşitlerinden
biri olup, şeyhin ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet vermesidir. Bu çeşit
icazet, özellikle müteahhırûnun üzerinde çok durduğu ve cevazı hususunda
ihtilâf ettiği konulardan biridir. Şeyh bu icazeti verirken, o^ -^ji c^ ^J*'
(fulân kimsenin doğacak çocuğuna icazet verdim) der ve henüz dünyada olmayan
bir kimseye icazet verir. Genellikle böyle bir icazet tecviz edilmemiş olmakla
beraber, Hafız Ebû Bekr el-Hatîb bunu caiz görmüş, aynı zamanda Ebû Ya'lâ
Îbnu'l-Ferrâ el-Hanbelî'nin ve Ebu'1-Fadl İbn Amrûs el-Mâlikî'nin buna cevaz
verdiklerini zikretmiştir. Ebû Nasr İbnu's-Sabbâğ'dan nakledildiğine göre,
ma'dûma icazeti caiz görenlerin başlıca delilleri, icazetin rivayette izin
vermekten ibaret olduğuna inanmalarıdır. Oysa icazetin aslı, izinden ziyade,
hakkında icazet verilen şeyi ihbardır; yâni haber vermektir. Buna göre bir şeyi
ma'dûma haber vermek mümkün olmadığı gibi, icazet de mümkün değildir. Hattâ
icazetin izin olduğu bir an için kabul edilse bile, madûm için izin yine de
sahih olmaz.
[732]
Yukarıda da
açıklandığı gibi ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet verilmesi genellikle
caiz görülmemekle beraber, ma'dûmun mevcuda atfedilerek icazet verilmesi cevaza
daha yakın addedilmiş, İmam eş-Şâfi'î, İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe ashabından
bazıları bununla icazet vermislerdir. Ma'dûmu mevcuda atfederek icazet veren
şeyh, meselâ şöyle diyebilir: (fulâna ve onun doğacak çocuğuna icazet verdim).
Mütekaddimûndan sayılan hadîsçi Ebû Bekr îbn Ebî Dâvûd es-Sicistânî,
kendisinden icazet istenince böyle yapmış ve js yâni "sana, senin
evlâdına ve henüz doğmamış olanlara icazet verdim" de-miştir.
[733]
Temyiz yaşma ulaşmamış
küçük çocuklara verilen icazet de, bazı muhalifleri bulunmasına rağmen caiz
görülmüş, semâ'da aranan yaş haddine icazette itibar edilmemiştir. Muhalif
olanlar ise, küçük çocuğun semâ'ı sahîh olmadığı gibi, kendisine icazet
verilmesi de sahîh değildir, görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ebu't-Tayyib
et-Taberî'ye bu görüş zikredildiği zaman da, "gaibe icazet vermek
sahîhtir; fakat onun semâ'ı sahîh değildir." cevabını vermiştir. El-Hatîb
el-Bağdâdî'ye göre bütün şeyhlerinin görüşü de budur; yâni küçük çocuğa icazet
vermek caizdir. Çünkü icazetten murad, icazet verenin, kendisinden rivayeti,
icazet verilen kimseye mubah görmesidir. İbâha ise, hem akıl sahipleri hem
diğerleri için sahîhtir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, temyiz yaşına ulaşmamış
çocuğa icazeti caiz görenler, onu, bu yolla tahammül ettiğini temyiz yaşma
ulaştıktan sonra edâ etmek üzere ehil görmektedirler.
[734]
4) İcâze li'1-Mechûl Ev Bi'1-Mechûl:
İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin mechûl kimseler için, yahut meçhul
şeylerin rivayeti için icazet vermesidir. Bu çeşit icazette şeyh, meselâ
(Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî'ye icazet verdim) der; fakat bu icazeti verdiği
sırada aynı isim ve nesebte başka kimselerde vardır ve şeyh, icazet verdiği Muhammed
İbn Hâlid ed-Dımaşkî'nüı bunlardan hangisi olduğunu belirtmez. Böylece belli
olmayan bir şahsa icazet vermiş olur.
Yahutta şeyh, (fulân
kimseye Kitâbu's-Suııen'i benden rivayet etmesi için icazet verdim) der. Ancak
o sırada şeyhin, muhtelif şeyhlerden rivayet ettiği muhtelif Sünen kitapları
vardır ve kendisinden rivayet edilmesi için icazet verdiği Sünen kitabının
bunlardan hangisi olduğunu belirtmez. Böylece şeyh, belli olmayan bir hadîs
kitabının kendisinden rivayet edilmesi için icazet vermiş olur.
Meçhule veya meçhulün
rivayeti için verilen böyle bir icazet, hadîsçiler tarafından bâtıl ve faydasız
sayılmıştır. Bununla beraber şeyhin, şahıslarını bilmediği ve kimliklerim
tanımadığı, fakat isimleri ve nesebleri belli olan kimselere icazet vermesi
böyle görülmemiş ve yukarıdaki gibi bâtıl sayılmamıştır. Nitekim şeyhin, semâ
meclislerinde huzuruna gelip de kendişinden hadîs dinleyen talibin şahsını
bilmemesi ve onu tanımaması, semâ'ın bâtıl olmasını gerektirmez. Başka bir
ifadeyle şeyh, kendisinden hadîs alan her talebeyi bilmek ve tanımak zorunda
değildir. Bu itibarla şeyhin, isimleri ve nesebleri belli kimselere,
isimlerini, neseblerini ve hattâ sayılarını bile bilmeksizin ve her biriyle
ayrı ayrı tamşmaksızın icazet vermesi sahîhtir; sahîh sayılmak gerekir.
Şeyh, (fulân kimsenin
istediği kimseye icazet verdim) dese, böyle bir icazet de, hem şarta bağlı, hem
de icazet verilen kimsenin mechûl olması dolayısıyle sahîh görülmemiştir. Bu,
kim olduğunu belli etmeden (bazı kimselere icazet verdim) denilerek verilen
icazet gibidir; yâni meçhule verilen bir çeşit icazet..
Şeyhin, kendisinden
hadîsini rivayet etmek isteyen kimseye icazet vermesi kabule daha yakındır;
çünkü icazetten maksat, onunla hadîs rivayetini, kendisine icazet verilen
kimsenin isteğine havale etmekten ibarettir. Nitekim Ebu'1-Feth Muhammed
İbnu'l-Huseyn el-Ezdî böyle bir icazet vermiş ve kitabına kendi yazısıyle şu
ibareyi yazmıştır: 4 (Benden rivayet etmek isteyen herkese bunun rivayeti için
icazet verdim). Eğer şeyh, (eğer benden rivayet etmek istersen, bunun rivayeti
için sana icazet verdim) derse, bu daha kuvvetli olur; çünkü icazet verilen
kimse mechûl değildir.
[735]
5) İcâze Limu'ayyenin fî Gayri Mu'ayyenin:
Şeyhin, muayyen olmayan mesmû'âtım, veya muayyen olmayan bir hadîs kitabını,
rivayet etmesi için muayyen bîr şahsa veya şahıslara icazet vermesidir. Bu
çeşit icazette şeyh, (bütün mesmû'âtı-mı, yahut bütün merviyyâtımi rivayet
etmen, yahut rivayet etmeniz için sana veya size icazet verdim) der. Böyle bir icazetin sahîh sayılıp sayılmayacağı
hususundaki ihtilâf daha çok ve daha kuvvetli olmakla beraber, muhaddis ve
fakîhlerin çoğunluğu, bu icazetin cevazı ve bu icazetle rivayet edilen
hadîslerle amel etmenin vücûbu üzerinde ittifak etmiştir.
[736]
6) İcâze Limu'ayyenin fî Mu'ayyenin: tcâzet çeşitlerinden biri olup, şeyhin, muayyen
mesmû'âtım, veya muayyen bir hadîs kitabını, rivayet etmesi için muayyen bir
şahsa veya şahıslara izin vermesidir. Şeyh, bu çeşit icazette, icazet verdiği
talebesine (fulân kitabı rivayet etmen
için sana icazet verdim), yahut »i*
ristimin içinde
bulunan şeyleri rivayet etmen için sana icazet verdim) der. Îhnu's-Salâh'ın
belirttiğine göre, bu çeşit icazet, munâveleden mücerred icazetin en yüksek
şeklidir.
[737]
7) İcâze Mâ Lem Yesma'hu'l-Mucîz Ev Lem
Yetehammelhu Ba'du: Şeyh (mucîz)in, işitmediği, yahut henüz tahammül
etmediği bir kitabı veya hadîsleri, ileride işittiği takdirde rivayet etmesi
için birine veya birilerine icazet vermesidir. Kâzî Iyâz, bu çeşit icazet
hakkında, "meşâyih arasında buna karşı konuşan birini görmedim.
Müteahhırûndan ve muasırlardan bazıları bunu yapıyorlardı" demiş, sonra da
Kurtuba Kadısı Ebu'l-Velîd Yûnus İbn Muğîs'le ilgili şu hâdiseyi nakletmiştir:
Bir gün birisi, Yûnus'a gelerek o güne kadar rivayet ettiği bütün hadîsleri ve
o günden sonra bütün rivayet edeceklerini kendisinden rivayet etmek üzere
icazet ister. Yûnus'un buna cevap vermemesi üzerine de, ona aşırı derecede
kızar. Bunun üzerine Yûnus'un yanında bulunan Ebû Mervân Abdu'l-Melik İbn
Ziyâde, adama dönerek şöyle der: "Ey fulân! Almadığı şeyi mi sana verecek?
Bu imkânsız". Bunun üzerine Yûnus: "Benim cevabım da bu" diyerek
görüşünü açıklar.[738]
Kâzî Iyâz, bu hâdiseyi naklettikten sonra sahîh olan görüşün bu olduğunu
belirtmiştir. Keza İbnu's-Salâh'a göre de sahîh görüş budur. Zira icazet, eğer
ihbar hükmünde ise, elinde haberi olmayan kimsenin onu vermesi elbette mümkün
değildir.
[739]
İmam eş-Şâfî'î
ashabından bazısı bu çeşit icazeti caiz görmüşse de, çoğunluk onun bâtıl
olduğunda hemfikirdir. Buna göre herhangi bir kimse, bütün mesmû'âtını rivayet
etmesi için kendisine icazet veren bir şeyhten bu yolla rivayet etmek istediği
zaman, rivayet ettiği hadîslerin, icazetin verildiği tarihten önce işitilen
hadîslerden olduğuna dikkat etmek zorundadır. Aksi halde şeyhten icazetle
rivayet ettiği hadîsler arasında, şeyhin icazet verdikten sonra tahammül ettiği
hadîslerin de bulunması ihtimali ortaya çıkar ki, bu takdirde râvinin o şeyhten
icazetle rivayeti bâtıl olur.
8) İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele: Kitap münâvelesi (yâni rivayet edilmesi istenen hadîs yazılı
bir kitabın elden verilmesi) olmaksızın verilen icazet demektir ki, şeyhin,
rivayet hususunda mücerred iznine delâlet eder. Bu izin, bazı kitap isimleri
zikredilsin veya edilmesin, fulân kitabın veya bütün mesmû'âtın rivayetiyle
ilgili bir beyandan ibarettir. Bunun karşıtı, münâvele ile beraber verilen bir
icazet şekli olup, aşağıda da açıklanacağı üzere, şeyhin, icazetle birlikte
rivayetine izin verdiği kitabı da râviye vermesidir.
Münâvelesiz icazetin
çeşitli şekilleri vardır. Bunlar arasında en yüksek olanı, şeyhin, (fulân
kitabın rivayeti için sana icazet verdim), yahut » (şu fihristimin ihtiva
ettiği kitapların rivayeti için sana icazet verdim) diyerek, belirli kimse
için belirli kitaplar hakkında verdiği icazettir. Genellikle icazeti kabul
edenler, onun bu çeşidini de kabul etmişler, bazıları ise, bunun üzerinde
hiçbir görüş ayrılığı bulunmadığım ileri sürmüşlerdir.
[740]
Bu çeşit icazetin bir başka
şekli, şeyhin, belirli kimseler için (sana işittiğim bütün hadîslerin rivayeti
için icazet verdim) ve benzeri tabirlerle, ismini zikretmediği belirsiz
kitaplarının rivayeti için icazet vermesidir. Bu çeşit icazet üzerinde,
hadîsçiler ve fakîhler arasında daha çok görüş ayrılığı çıkmış olmakla
beraber, çoğunluk tarafından tecvîz edilmiş ve bu yolla rivayet edilen
hadîslerin ameli gerektirdiği söy-lenmiştir.
[741]
Münâvelesiz icazetin
üçüncü şekli icâze âmme' dir ve şeyhin, umum vasfiyle belli olmayan kimselere
verdiği icazet olup İcâze Âmme bahsinde ayrıca açıklanmıştır.
Bir başka şekil,
şeyhin (fulân kimseye Sünen kitabını benden rivayet etmesi için icazet verdim)
diyerek belirli kimseye meçhul olan bir kitabın rivayeti için izin vermesidir.
Meçhul olan kitap, Kitabu's-Sunen'dir; zira şeyh, muhtelif kimselere âit Sünen
kitaplarının râvisidir ve rivayetine icazet verdiği Sünen kitabının bunlardan
hangisi olduğunu açıklamamıştır. Buna göre, meçhul olan bir şeyin rivayeti
için icazet vermiştir.
Bazen de şeyh
(Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî'ye fulân kitabı benden rivayet etmesi için
icazet verdim) diyerek, belirli bir kitabın meçhul kimseler tarafından rivayet
edilmesine izin verir; çünkü Muhammed İbn Hâlid ed-Dımaşkî, şeyhin yaşadığı
devirde aynı isimde başkalarının da bulunması dolayısıyle meçhuldür. Şeyh, bu
isimdeki kimselerden hangisine icazet verdiğini açıklamamıştır. Daha önce de
açıklandığı gibi, Îbnu's-Salâh'a göre bu türlü bir icazet fâsid ve faydasızdır.
Münâvelesiz icazetin
beşinci şekli, henüz mevcut olmayan kimselere verilen icazettir. Şeyh, ya
(fulân kimseye ve onun doğacak çocuğuna icazet verdim) diyerek henüz mevcut
olmayanı mevcuda atıf yapar; yahut da atıf yapmaksızın icazeti yalnız mevcut
olmayana tahsis eder (fulân kimsenin doğacak çocuğuna icazet verdim) der. Daha
önce de açıklandığı gibi, ma'dûma, yâni mevcut olmayan kimseye icazet verilmesi
genellikle caiz görülmemekle beraber, ma'dûmun mevcuda atfedilerek icazet
verilmesi, cevaza yakın addedilmiştir.
[742]
Münâvelesiz icazetin
altıncı şekli, şeyhin, henüz işitmemiş veya tahammül etmemiş olduğu
hadîslerin, bunları işittikten veya tahammül ettikten sonra rivayet etmesi
için birisine icazet vermesidir ki, el-Kâzî Iyâz'a göre bu kabîl icazet ne
işitilmiş ne de görülmüştür. Bununla beraber müteahhırûndan bazı kimselerin
böyle icazet verdikleri olmuştur. Doğru olanı, Kurtuba Kadısı Ebu'l-Velîd Yûnus
îbn Muğîs'in, bu çeşit icazet isteyen bir kimseyi reddetmesi bazı kimselerin de
icazet isteyene "henüz almamış olduğu şeyi sana nasıl versin" demeleridir.
Münâvelesiz icazetin
yedinci şekli, şeyhin t (rivayeti için icazet aldığım şeyleri rivayet etmen
için sana icazet verdim), veya (rivayeti için bana icazet verilen şeylerin
rivayeti için sana icazet verdim) gibi sözler kullanarak mucâzâtmı, yâni icazetle
almış olduğu şeyleri, yine icazetle başkasına vermesidir. Aşağıda icazet şekillerinden
biri olarak Îcâzetu'l-Mucâz bahsinde, üzerinde ayrıca durulacak olan bu icazet
de, diğer çeşitleri gibi bazıları tarafından kabul görmüş, bazıları tarafından
da reddedilmiştir.
9) İcâze Mukterine bi'1-Munâvele: Münâvele ile birlikte verilen bir icazet şeklidir ki,
münâvelesiz icazete nazaran daha sıhhatli sayılmıştır. Şeyh, râviye (bu kitabı benden rivayet etmen için sana
icazet verdim) derken, kitabı da ona elden verir. Eğer râvi uzakta ise, ona
yazılı hadîslerle birlikte bu hadîslerin rivayeti için biraz önce zikrettiğimiz
ibareye benzer icazet kaydını da ihtiva eden bir mektup gönderir. Hadîsçiler
arasında münâvele ve mukâtebe adı altında verilen bu çeşit icazetler büyük
şöhret kazanmıştır.
10) İcâzetu'l-Mucâz: İcazet çeşitlerinden biri olup, şeyhin, icazet yolu ile aldığı
şeyleri^yâni mucâzâtmı, rivayet etmesi için birine icazet vermesi ve
(mucâzâtımı rivayet etmen için sana icazet verdim), yahut (rivayeti için bana
icazet verilen şeyleri rivayet etmen için sana icazet verdim) demesidir.
Müteahhırûndan bazı kimseler bu çeşit icazeti caiz görmemişlerdir. Bunlardan
Hafız Ebu'l-Berekât el-Enmâtî, bu konuda bir de cüz telîf etmiştir. Ona göre
icazet, aslında zayıf bir tahammül yoludur; iki icazetin birleşmesiyle bu
zafiyet daha da kuwetlenir.
[743]Bununla
beraber sahîh olan ve hadîsçiler arasında kabul gören görüş, bu çeşit icazetin
caiz olduğudur. El-Hasan ed-Dârakutnî, Ebu'l-Abbâs Ahmed îbn Muhammed
el-Kûfî, Ebû Nu'aym el-Isbahânî,
Ebu'1-Feth Nasr el-Makdisî ve
daha pek çok kimse bu görüşü benimsemişler, bazıları da bu görüş üzerinde
ittifak hâsıl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hattâ aralarında birbirini takip
eden üçlü, dörtlü, beşli icazetlerle rivayet edenler bile vardır.
Bunun manâsı, bir şeyhin, icazetle
aldığını talebesine yine icazetle vermesi, o talebenin de kendi talebesine aynı
şeyi rivayet etmesi için icazet vermesidir ki, böylece mucâz, yâni hakkında
icazet verilen şey, nesiller boyu icazet yolu ile alınıp verilen bir haber
haline gelmiş olur.
[744]Çünkü
icazet yolu ile rivayet eğer sahîh ise, râvinin bu yolla aldığını aynı yolla
vermesi keza verdiği kimsenin de aldığı şekilde onu başkasına nakletmesi, aynı
derecede sahîh olmak gerekir.
[745]
Şeyhin, hadîslerini
ihtiva eden kitabını rivayet etmesi için elden talebeye vermesi manâsına gelen
münâvele, hadîs tahammül yollarından biridir. Aslı, el-Buhârî'nin ta'lîkât
arasında zikrettiği bir hadîse dayanır. Bu hadîse göre Hazreti Peygamber, bir sefer
heyeti kumandanına yazılı bir emirname vererek "bunu fulân yere gelmeden
açma" demiş, kumandan ancak o yere geldikten sonra açıp adamlarına okumuş
ve Hazreti Peygamberin emirlerini duyurmuştur'
[746]El-Buhârî,
bu hadîse istinaden munâvelenin sıhhatine kail olmuş ve Hicaz ehlinin de bu
hadîsi munâvelenin cevazına delil olarak ileri sürdüklerine işaret etmiştir.
[747]
Yine rivayet olunduğuna göre, Yezîd er-Rukâşî, Enes İbn Mâlik hakkında fazla
hadîs rivayet ettiğini söyledikleri zaman, Enes'in mecâl
[748]getirip
önlerine attığını ve bunu bizzat Hazreti Peygamberden yazarak ona arzettiğini
nakleder.[749] Bu haber de, munâvelenin
hadîs tahammülünde güvenilir bir metod olduğuna delâlet eder.
Munâvele, şeyhin,
kitabım veya hadîs yazılı sahîfelerini talebeye elden vermesi manâsına
geldiğine göre, verme işinin belirli bir gayeye yönelik olduğunu tahmin etmek
güç değildir. Bu gaye de, kitaptaki hadîslerin talebe tarafından rivayet
edilmesi hususunda şeyhte beliren arzu veya istektir. Buna göre, munâvelenin
de, icazetin bir nev'i veya çeşidi olduğu anlaşılır. Ancak şeyh, kitabım
talebeye verirken, bazen "bu kitaptaki hadîsleri benden rivayet et"
der; bazen de hiçbir şey söylemeksizin sadece kitabım vermekle yetinir. Şeyhin
icazetine delâlet eden bu iki hal gözönünde bulundurularak munâvele iki
kısımda incelenmiştir.
1) Munâvele Makrûne bi'1-İcâze: Birincisi "icazete bağlı munâvele"
diyebileceğimiz bir tahammül yolu olup, şeyhin, hadîslerini muhtevi kitabını,
rivayet etmesini istediği bir talebesine vererek "bu, benim fulândan
işittiğim hadîslerdir. Bunu al ve benden rivayet et"; yahut "bunu al,
istinsah et", yahut
"bunu al, istinsahet; mukabele de ettikten sonra bana geri ver; istinsah
ettiklerini benden rivayet et" demesidir. Talebenin, şeyhinden hadîslerim
bu yolla almasında, hem munâvele hem de icâze olmak üzere iki tahammül şekli
birleştiği için buna icazete bağlı munâvele denilmiştir. Bu tahammül yolu,
icazetin en yüksek derecesini teşkil ettiği gibi, Medîne'den ez-Zuhrî, Rabî'a,
Yahya İbn Sa'îd el-Ensârî, Mâlik İbn Enes; Mekke'den Mucâhid, Ebu'z-Zubeyr,
Kûfe'den Alkame İbn Kays, İbrahim en-Naha'î, eş-Şa'bî, Basra'dan Alî İbn Dâvûd,
Katâde, Ebu'l-Âliye, Humeyd et-Tavîl, Mısır'dan Abdurrahman İbnu'l-Kâsım,
Abdullah İbn Vehb ve daha birçok hadîsçi nazarında, diğer bir tahammül yolu
olan semâ' ile aynı ayarda tutulmuştur. Hattâ es-Suyûtî'nin İbnu'l-Esîr'den
naklettiğine göre, semâ'dan da üstün bir tahammül yoludur. Zira şeyhin icazeti
yanında kitaba güven duygusu, semâ'da söyleyen ve dinleyene arız olması
muhtemel vehim do-layısıyle daha kuwetlidir.
[750]
Bununla beraber
en-Nevevî'ye göre sahih olan görüş, bu çeşit munâvelenin semâ' ve kırâ'attan
daha aşağı derecede olmasıdır. Sufyân es-Sevrî, el-Evzâ'î, Abdullah
İbnu'l-Mubârek, Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel ve diğer bazı
hadîsçiler bu görüştedirler.
[751]
Şeyhin, râviye semâ'mı
vermesinden ve rivayeti için icazetini bildirmesinden sonra kitabı talebede
bırakması da icazete bağlı munâveleden sayılmıştır. Ancak talebe, tağyîre
uğramadığından emîn olduğu bu kitabı, veya bu kitapla mukabele edilmiş mevsuk
bir nüshayı elde ettiği takdirde ondan rivayet edebilir. Şu var ki bu munâvele,
derece bakımından diğerinin altındadır.
2) Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze: İcazetten âri munâvele olup, şeyhin, talebeye
hadîslerini ihtiva eden bir kitap vermesi, fakat bu kitaptaki hadîsleri rivayet
etmesi için ona icazet verdiğini söylememesidir. Doğru olan ve hadîsçilerin
çoğunluğu arasında tutulan görüşe göre, bu çeşit munâvele ile rivayet caiz
değildir. Bununla beraber, bu rivayeti tecvîz eden bazı hadîsçilerin bulunduğu
da görülmektedir. Bazı fakîh ve usûlcüler tarafından ayıplanan bu hadîsçilerin
[752]görüşlerine
göre, muhaddis, hadîslerini kendisinden rivayet etmek isteyen kimseye bir kitap
verip "bunu okudum; içindekilere vâkıf oldum. Bunların hepsini, aynen
kitapta olduğu gibi fulân kimse bana rivayet etti" dese, o kimse,
kendisine rivayet için ister icazet verilsin ister verilmesin, bu hadîsleri
rivayet edebilir. Çünkü maksat, o hadîslerin sahibi olan muhaddisin bunları
işittiğini haber vermesidir. Bunlan işittiği anlaşılınca, onların rivayeti için
kendisinden izin almaya gerek yoktur. Nasıl ki bir şahıs, diğer bir şahıstan
hadîs işitir; sonra hadîsi rivayet eden şahıs diğerine "rivayet ettiğim bu
hadîsi benden rivayet etmen için sana icazet vermiyorum" derse, bu, boş
bir söz olur ve hadîsi rivayet eden ister icazet versin ister vermesin, işiten
kimse bunu ondan rivayet eder. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus
vardır: Kitabının rivayeti için icazet verdiğini belirtmeyen muhaddisten o
kitabı rivayet (fulân kimse bana rivayet
etti; ona da fulân kimse rivayet etmiş) demek lâzımdır. Bundan ayrı olarak
meselâ ... jMi fulân kimse bana rivayet etti; fulân dedi ki) gibi bir tabirin
kullanılması doğru değildir; çünkü bu tabir, sözlerin işitilmiş olmasını
gerektiren bir hikâye şeklidir. Halbuki o kimse bunları işitnıemiştir'
[753]
Lügat yönünden
"yazışma" manâsına gelen mukâtebe, hadîs ıstılahında, tahammül
yollarından birine delâlet etmek üzere, şeyhin kendi mesmû'âtını veya hadîslerinden
bazısını yakında veya uzakta olan bir kimseye yazıp göndermesidir. Kitabe de
denilen bu metodla, kendisine hadîs gönderilmiş olan şahıs, o hadîsleri şeyhten
almış ve rivayet hakkına sahip olmuş sayılır.
Şeyhin, ister kendi
hattı ile olsun, ister başkalarına yazdırmak suretiyle olsun, bir şahsa
gönderdiği hadîsleri muhtevî mektup veya risale, bazen şeyhin, o hadîslerin
rivayeti için icazet verdiğini belirten açık sözlerini de ihtiva ettiği halde
bazen de bunlardan mücerred olur; yâni hadîslerin rivayeti için izin
verildiğine delâlet eden icazet lafızlarını ihtiva etmez.
İcazet lafızları,
şeyhin, mektubun başına veya sonuna kaydettiği (sana yazdığım hadîsler için
icazet verdim) ve buna benzer ibarelerden ibarettir. İcazet lafızlarını da
ihtiva eden bu türlü rivayet şekli, sıhhat ve kuvvet yönünden icazete bağlı
munâvele ile aynı derecededir.
İcazeti İhtiva etmeyen
mukâtebe şekline gelince, başlarında el-Kâzî Ebu'l-Hasan el-Mâverdî, el-Âmidî
ve Îbnu'l-Kattân olmak üzere bazı kimseler, bu yolla alman hadîslerin
rivayetini caiz görmemişlerdir. Bununla beraber, Eyyûb es-Sahtiyânî, Mansûr,
el-Leys İbn Sa'd, İbn Ebî Sebura gibi mütekaddimûn ve müteahhırûndan birçok
kimse, Ebu'l-Muzaffer es-Sem'ânî, usûlcülerden er-Râzî bunu tecvîz etmişler ve
kitaplarında bu çeşit rivayetlere yer vermişlerdir. Nitekim hadîs kitaplarını
gözden geçirenler gibi ibarelerle rivayet edilmiş birçok hadîse rastlarlar ki,
hepsi de bu kabildendir. Hadîsçiler arasında bu çeşit rivayetler mevsûl
sayılmıştır. Hattâ es-Sem'ânî, böyle rivayetleri icazetten daha kuvvetli
addetmiş, es-Suyûtî ise, belki munâvelenin birçok çeşidinden de kuvvetli
olduğunu söylemiştir.
[754]
El-Hatîb'in el-Hasan
İbn Abdirrahman tarikiyle bazı ilim erbabından naklettiğine göre, bir muhaddis,
herhangi bir kimseye hadîslerini yazıp gönderir ve bu hadîsleri fulân kimseden
işittiğim de ayrıca tasrîh ederse, hadîsleri alan kimse, ya muhaddisin
kendisine bunları yazdığını yakînen bilir, yahutta onun tarafından yazıldığında
şüpheye düşer, Eğer şüpheli ise, bu hadîsleri rivayet etmesi caiz olmaz. Fakat
onun tarafından yazıldığına yakînen inanırsa, o zaman, yazılı olarak gönderilen
bu hadîslerle, bizzat muhaddisin ağzından işitilerek alınan hadîsler arasında
hiçbir fark yoktur. Zira muhaddisin ister lafzen, ister yazılı olarak,
hadîsleri fulân kimseden işittiğini bildirmesi rivayet yönünden birbirinin aynı
olan şeylerdir''.[755]
Mukâtebe yolu ile
alman hadîslerin rivayetinde, tahammül yolunun, yâni hadîsin kitabe yolu ile
alındığının belirtilmesi ve meselâ yahutta gibi tabirler kullanılması en doğru
yol olarak tavsiye edilmiştir. Ahmed İbn Mansûr'un ifadesine göre, rivayette
dikkat ve titizlik gösterenlerin mezhebi budur; seleften bir cemaat dâima bu
yolu tutmuşlardır''.[756]
Meselâ el-Hatîb'in Hafs İbn Ömer tarikiyle naklettiği bir hadîsin isnadında bu
husus açıkça görülür':
[757]
Bununla beraber,
el-Leys îbn Sa'd, Mansûr ve hadîs ulemâsından bazıları haddesenâ ve ahberanâ
tabirlerinin mukâtebede kullanılmasını caiz görmüşler ve bu yolla aldıkları hadîslerin
rivayetinde bu tabirleri kullanmışlardır. Meselâ Şu'be Îbnu'l-Haccâc, Mansûr'a
"bana yazdığın hadîsleri tahdîs edeyim mi?" diye sorduğu zaman,
"sana yazdığımda, ben onları tah-dîs etmiş olmuyor muyum?" cevabını
vermiştir. Keza Eyyûb es-Sahtiyânî de Şu'be'nin buna benzer bir sualine aynı
mukabelede bulunmuştur''.[758]
Bunun gibi, el-Leys îbn Sa'd da Bukeyr îbn Abdillah İbni'l-Eşec'ten bir takım
hadîsler rivayet etmiş ve her birinde haddesenî Bukeyr tabirini kul
rivayet ettiği
hadîsler, Bukeyr'in ona yazarak gönderdiği hadîslerdir''.
[759]
Abdullah îbn Vehb'in
ifadesine göre Yahya İbn Sa'îd, el-Leys îbn Sa'd'a bazı hadîsleri yazarak
gönderir, el-Leysde bunları haddesenâ Yahya îbn Sa'îd diyerek rivayet ederdi.
Keza Hişâm îbn Urve'nin yazdığı hadîslerin rivayetinde de haddesenî Hişâm
tabirini kullanırdı''.
[760]
Bütün bu haberler
gösteriyor ki, bazı hadîsçiler, prensip itibariyle, mukâtebe yolu ile aldıkları
hadîslerin rivayetinde, alış (tahammül) yolunun belirtilmesi bakımından ketebe
üeyye fulânun gibi tabirlerin kullanılmasını zorunlu görürlerken, diğer
bazıları, bir râvinin bir başka râviye hadîslerini yazarak göndermesiyle, iki
râvinin biraraya gelerek birinin diğerine şifahî olarak hadîs rivayet etmesi
arasında önemli bir fark olmadığı görüşünü taşımışlardır. Bu bakımdan hadîs
kitaplarında görülen çeşitli rivayet tabirlerinden, o tabirlerden biri ile
rivayet edilen hadîsin hangi yolla alınmış olduğunu tesbît etmek güçleşmiştir.
Şu var ki, prensiplerine sıkı sıkıya bağh olan bir hadîsçinin, kullandığı
çeşitli tabirlerin hangi tahammül metoduna delâlet ettikleri tesbît edilebilmiş
ise, o zaman bu güçlük ortadan kalkmıştır.
[761]
î'lâm, lugatta
"bildirmek" manâsındadır. Hadîs ıstılahında i'lâmu'ş-şeyh, şeyhin,
sahip olduğu hadîsi veya hadîs kitabını râviye göstererek, bunların kendi
semâ'ı olduğunu bildirmesi ve fakat rivayeti için icazet verdiğine dâir
herhangi bir beyanda bulunmamasıdır. Başlarında İbn Cureyc, İbnu's-Sabbâğ
eş-Şâfi'î, Ebu'l-Abbâs el-Velîd İbn Bekr gibi birçok hadîs, fıkıh ve usûl ehli ile
Zâhiriyye'ye mensup kimseler, şeyhin, "bunlar, benim işittiğim
hadîslerdir" diyerek icazet verdiğine dâir herhangi bir ifade
kullanmamasını râvi için bir çeşit icazet telâkki etmişler ve râvinin bu
hadîsleri rivayet edebileceğini ileri sürmüşlerdir. Hattâ Zâhiriyye'ye mensup
bazı kimseler, şeyhin, "bunlar benim rivayetimdir" demesinden sonra,
"bunları benden rivayet etme" sözünü ilâve etmesi halinde bile,
râvinin o hadîsleri rivayet edebileceğini söylemişlerdir. El-Kâzî Iyâz'a göre
de bu görüş doğrudur''.
[762]Keza
er-Râmahurmuzî, Zâhiriyye'ye mensup kimselerin görüşüne işaretle şöyle der:
Şeyhin, hadîslerinin rivayeti için râviye icazet vermesi veya vermemesi
arasında hiçbir fark yoktur; çünkü burada önemli olan, muhbirin (şeyhin),
rivayet ettiği hadîsleri kendi şeyhinden işittiğini ikrarı ve râviye bunu ihbarı
(haber vermesi)dir. Râvinin, bu İkrarı işittikten sonra hadîslerin rivayeti
için şeyhten izin alması gerekmez. Nitekim bir râvi, bir şeyhten hadîs
işittikten sonra bu şeyh râviye "bu hadîsi benden rivayet etmen için sana
icazet
vermiyorum" dese, bu sözün hiçbir değeri yoktur; şeyh, icazet verse de
vermese de râvi bu hadîsi rivayet edebilir. Keza şeyhin işittiği veya arzettiği
hadîsleri râviye haber vermesi halinde, râvinin onları rivayet etmesi için ayrıca izne ihtiyacı yoktur; hattâ şeyh
"bunları benden rivayet etme" dese.[763]
Bununla beraber bazı
hadîsçüer, şeyhin "bunları benden rivayet etme" demesi halinde,
râvinin bu hadîsleri rivayet etmesine cevaz vermemişlerdir. Gerek İbnu's-Salâh
ve gerekse ona uyan en-Nevevî bu görüşü benimsemişlerdir. El-Gazâlî de
"şeyhin bu hadîsleri işitmiş olmasına rağmen, kendisince bilmen bazı
sebepler dolayısıyle rivayetine izin vermemiş olabileceğini" ileri
sürerek bu görüşü müdafa etmiştir.
[764]İşte
bütün bu açıklamalar, i'lâmu'ş-şeyh'in de, semâ', arz - kırâ'a ve icâze gibi
hadîs tahammül yollarından biri olduğunu ortaya koymaktadır.
[765]
Şeyhin, rivayet ettiği
bir kitabı, ölümünden veya seyahata çıkmazdan Önce birisine vasıyyet etmesi
manâsında kullanılan bu tabir, hadîs tahammül yollarından birine delâlet eder.
Muhammed İbn Şîrîn ve Ebû Kılâbe gibi seleften bazı imamlar, vasıyye yolu ile
alınan hadîslerin rivayetini tecvîz etmişler; el-Kâzî Iyâz da, kitabın
verilmesinin, iznin bir çeşidi, arz ve munâvelenin bir benzeri olduğunu
söylemiş, hattâ i'lâma yakın bir tahammül şekli olduğunu ileri sürmüştür''.
[766]
İbnu's-Salâh ise, bu görüşe itiraz ederek, vasıyyetin i'lâm ve munâveleye
benzetilmesinin doğru olmadığını söylemiş,
[767]
diğer bazıları da, vasıyyeti, bir başka tahammül yolu olan vicâde'ye tercîh
etmişlerdir.
[768]
Ebû Kılâbe (Ö. 104),
kitaplarım Eyyûb es-Sahtiyânî (Ö. 131)'ye vasıyyet etmiştir. Ancak Eyyûb, bu
kitapları rivayet edip etmemek hususunda Muhammed İbn Sîrîn'in görüşünü sormuş,
o da önce "evet" demiş, sonra da "sana ne rivayet et derim, ne
de etme derim" diyerek onu muhayyer bırakmıştır. Bununla beraber Eyyûb'un
bu kitapları Ebû Kılâbe'den daha önce işittiği, fakat hıfzetmediği için
rivayeti hususunda Muhammed İbn Sîrîn'in görüşünü sorduğu da söylenmiştir. Bu
haberleri nakleden El-Hatîb el-Bağdâdî ise, vasıyyet hakkındaki görüşünü
açıklamış ve şöyle demiştir: "Bir âlimin kitaplarım bir adama vasıyyet
etmesi ile, âlimin ölümünden sonra, o adamın, onun kitaplarını satın alması
arasında hiçbir fark yoktur.
Bu sebeple adamın o
kitaplardan rivayet etmesi arasında hiçbir fark yoktur. Bu sebeple adamın o
kitaplardan rivayet etmesi, ancak vicâde yolu ile caiz olabilir. İdrak
ettiğimiz bütün ilim ehli bu görüştedir"!
[769]
Hadîs tahammül
yollarından birisi olan vicâde, "bulmak" manâsında sonradan üretilmiş
bir masdar olup, ıstılahta, bulunan, ele geçirilen bir sahîfe veya kitaptan,
semâ, icazet ve munâvele olmaksızın hadîs alıp rivayet
etmektir.
Sahîfe veya kitabı ele
geçiren kimse, onu yazan kimsenin muasırı olsun veya olmasın, eğer o kitaptaki
hadîsleri rivayet ederse, vicâde yolu ile rivayet etmiş olur. Bu sebeple
rivayetinde vecedtu yahut S^ -k*« &îj* (fulamn yazısı ile buldum, yahut
okudum) tabirini kullanır. Ahmed İbn Hanbel'in Musned'inde bu tarzda rivayet
edilmiş hadîslere çok rastlanır. Oğlu Abdullah, Musned'i babasından işitmiş
olmakla beraber, işitmediği ve fakat kitapları arasında bulduğu bazı hadîsleri
de Musned'e almış ve bunları naklederken babamın kitabında kendi el yazısı ile
buldum) tabirini kullanmıştır.
Bu yolla alınan
hadîslerin böyle bir tabirle rivayet edilmesi, râvi ile şeyhi (veya kitap
sahibi) arasında inkıta hükmünün verilmesini kolaylaştırır; bununla beraber
ittisale de delâlet edebilir. Fakat önemli olan, hadîsin hangi yolla
alındığının bilinmesidir.
Bazıları, vicâde yolu
ile aldıkları hadîslerin rivayetinde $te c^ yahut jtjy Jli sığalarını
kullanmışlardır ki, bu, İbnu's-Salâh'm da işaret ettiği
[770]çirkin
bir tedlîs şeklidir. Çünkü bazen râvinin şeyhten semâ'ma da delâlet eder ve
eğer ele geçirdiği kitaptan vicâde ile rivayet eden râvi, kitap sahibi şeyhin
muasırı ise ve hattâ ona mülâki olduğu bilinirse, onun ı>* veya Jli ile rivayeti tedlîsten başka bir şey
değildir.
Eğer râvinin elde
ettiği kitap, şeyhin kendi el yazısı değilse, bu takdirde gibi tabirler kullanır.
Vicâde ile rivayet
edilen hadîslerle amel edilip edilmemesi meselesine gelince, Mâlik ve diğer
birçok hadîsçinin bu çeşit hadîslerle amel etmeyi tecvîz etmedikleri, buna
mukabil eş-Şâfi'î ve ashabının buna cevaz verdikleri görülür. Hattâ fıkıh
usûlündeki bazı ashabı, kitaba güven hâsıl olunca, bu hadîslerle amelin vâcib
olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh da, "eğer bunlarla amel
edilmeyecek olursa, menkûl ile amel kapısını kapatmak gerekir" sözü ile bu
görüşe katılmıştır.
[771]
İslâm Dîninin
inkişâfında ve onun kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesinde yayılmasında
hadîs ve sünnetin büyük rolü olmuştur. Bilindiği
gibi ilk islâm Devleti, müslümanların 622 senesinde Mekke'den hicretinden sonra
Medîne'de kurulmuştur; fakat bu devlet, ilk kurulduğu sıralarda Medine'nin
ancak bir kısmına sahipti; diğer ve daha büyük kısımlarında müşrik Araplar ve
yahudîler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temelini atarken, bu
Araplarda, hâlâ câhiliye devrinin bedevî Örf ve âdetleri hüküm sürüyordu.
Bunların bir hükümetleri, herhangi bir kazâ'î mercileri yoktu; aşiretler halinde
yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldığı için, aralarında
ekseriya bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.
Mekke'de Islâmiyetin
doğuşu ve Medîne'de yeni bir İslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî
hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine
bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (beyi1),
öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha birçok meselede İslâm toplumunun
harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilmiş olan
itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alınmış ve kesinleştirilmiştir.
Müslümanlar, bu yeni
sisteme kendilerini çabuk ahştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman
içerisinde o kadar süratli olmuştur ki,bugün dahî buna hayret etmemek mümkün
değildir. Maamafih bunun sebebim, İslâmiyetin, o günün insanına aşıladığı ruh
ile, o insanın bu Dîne olan bağlılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak
gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin, yüz karası telâkki edildiği,
meşru aile bağlarının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve faizin, bütün
ferdlerin benliklerini kemirip bitirdiği bir cemiyetin, bu kadar ânî bir dönüş
yaparak çok kısa bir zaman içerisinde
ülkeler fethedecek derecede
benlik kazanmasını izah
edecek
başka sebepler bulmak
imkânı yoktur. Yeni kurulan bu Devletin hudutları, kısa bir zamanda, bir
taraftan Şimalî Afrika'yı atlayıp Endülüs'e, diğer taraftan Ceyhun ve
Mâverâ'un-nehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybü'e, diğer taraftan Ermeniye
ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde, onlara
böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve Fürsler
gibi harp sanatını bilmiyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük
ordulara sahip de değillerdi. Bildikleri belki tek şey, göçebe halinde
yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak, bi-ribirlerinin hayvanlarım
çalmaktı; kısacası âdî yağmacılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarının bir nevî
san'atı sayılabilirse, elbette ki böyle bir sanatla ülkeler fethetmek mümkün
değildi.
Bütün bunlar bir yana,
müslümanları fetihlere sevkeden, onları muvaffak kılan bir îman vardı ve bu
îman iki kaynaktan fışkırıyordu: Kitap ve Sünnet.
Bilindiği gibi Kitap,
Allah tarafından Hazreti Peygambere inzal buy-rulan ve İslâmiyetin bütün
esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sünnet ise, daha önce de
açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir.
Sahabe, Hazreti
Peygamber devrinde, İslâm Dînine taalluk eden meseleleri, Kur'ân-ı Kerîm'den
Hazreti Peygamber vâsıtasıyle alıyordu. Nazil olan âyetler, çok defa mücmeldi;
müslümanlar onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak
bu âyetlerin kendilerine açıklanmasını, ifade etmek istediği manânın iyice
ortaya konmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, namazın muayyen vakitlerde
mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bildirmiş,[772] sık
sık da müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe, her ne kadar bu
emirlerin zahirî manâlarını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini,
hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere
başvurmuşlardır. Hazreti Peygamber de, farz olarak kılman namaz vakitlerinin
beş adet, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç,sabah
namazının da iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl namaz kılınması gerektiği
hususunda ise, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara, "benim
kıldığım gibi kı-lmiz"[773]
demişti. El-Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre, Allah'ın Rasûlü ise,
Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını
ondan öğrenmiştir.
[774]
Kur'ân-ı Kerîm,
"Ey îman edenler!
Cuma günü namaz için
seslenüdiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun"
[775]
âyetiyle Cum'a namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl
kılınması gerektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cum'a namazının
iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini müslümanlara beyan
etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm,
müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri gerektiğini büdirmiş,[776]
fakat müslümanlar, hangi mallardan ne miktar vermeleri gerektiğini Öğrenmek
için Hazreti Peygambere başvurmuşlardır. O da, emvalin bazısından zekât
alınacağını, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini açıklamıştır. Meselâ
mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı
halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât
alınmamıştır.[777]
Kur'ân~ı Kerîm,
kudreti olanlar için haccı farz kılmış.
[778]Hazreti
Peygamber ise, hacc vaktini, hacc kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki
hacc ile ilgili amelleri açıklamış ve müslümanlara, bu açıkladığı şekillerde
hacc farizalarını îfa etmelerini bildirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den
buna benzer daha birçok misal zikredilebilir; fakat yukarıda işaret etmiş
olduğumuz bazı âyetlerle Hazreti Peygamberin bu âyetleri açıklaması, konunun
anlaşılması için yeterlidir.
Hazreti Peygamber,
Kur'ân-ı Kerîm'de mücmel olarak zikredilen bu âyetleri, yine ilâhî emirle
müslümanlara açıklamış ve açıklanan şekilde onların amel etmelerini
istemiştir: "Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye
Kur'ân'ı indirdik"
[779]Yine
ilâhî emir, onun, insanların ihtilâf etmiş oldukları şeyleri açıklamak için ve
mü'minlere de hidayet ve rahmet olarak indirildiğini beyan etmiştir: "Biz
sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve
inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik".
[780]
Kur'ân-ı Kerîm,
Hazreti Peygamberi, kendisine indirilen âyetleri müslümanlara teblîğ ve tebyîn
etmekle görevlendirdiği gibi, müslümanlara da ona uymayı ve onun gösterdiği
yoldan yürümeyi emretmiştir: "...Peygamber size neyi verirse onu alın;
neden sizi nehyederse, ondan da sakının..." ';
[781]
Çünkü o, "...Onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder; onlara
iyi ve temiz olan şeyleri helâl, kötü ve pis olan şeyleri de haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıklarını ve zincirleri
onlardan kaldırıp atar..."
[782] Bir
âyet-i kerîmede de müslümanlara, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyi daha açık bir
şekilde emretmiştir: "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin"
[783]"Zira
kim Rasûle itaat ederse, Allah 'a itaat etmiş olur..." .
[784]
Yukarıdan beri
zikredilen bütün bu âyetler, sahabenin, çeşitli müş-killerinde Hazreti
Peygambere başvurmaları gerektiğini açık bir şekilde göstermektedir. Onun,
gerek bu müşkillerin hallinde ve gerekse sahabenin, izahına ihtiyaç duyduğu
birçok âyetin tefsirinde ileri sürmüş olduğu fikir ve beyanlar, daha önce
tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücût bulmasına vesile
olmuştur. Eğer biz, burada geçen sünnet kelimesini, hadîsçilerin kullanmış
oldukları ıstılah manâsına alacak olursak - ki bu, umumî manâsıyle hadîstir -
Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, sahabenin, dînî müşkillerinin anahtarı
olarak geniş bir hadîs külliyatına sahip oldukları anlaşılır.
[785]
Sahabîler arasında
hadîs ve sünnetin değeri çok çabuk anlaşılmıştır. Ashab, Hazreti Peygamberden
duymuş oldukları herhangi bir sözü veya görmüş oldukları herhangi bir fiili,
kendi aralarında dâima müzakere etmişler ve günlük hayatlarını, bu söz ve
fiilin ifade ettiği manâya uydurmaya çalışmışlardır. Onların, sünnet ve hadîse
karşı gösterdikleri bu yakın ilgi, Kur'ân-ı Kerîm'in yanında, İslâm'ın en
Önemli kaynağı ile ilgili geniş bir külliyatın vücût bulmasında en büyük âmil
olmuştur.
Hazreti Peygamber
henüz hayatta iken teşekkül etmeye başlayan bu külliyatın, ilk sahabîlerin
elinde yazılı olarak bulunmadığı ve fakat hafızalarda tutulduğu bir gerçektir. Maamafih,
şunu hemen kaydetmek gerekir ki, Hazreti Peygamberden işitilen herhangi bir
hadîsi, herhangi bir kimseden işitilen bir sözle kıyaslamamak veya
karşılaştırmamak îcab eder. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, hadîs ve
sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in emir ve tavsiyeleri neticesi, ilk müslümanlar
arasında en yüksek mertebeye ulaşmış ve onları, aralarında müzakere ve münakaşa
etmek suretiyle hafızalarına yerleştirmişlerdir. Hazreti Peygamberden hadîs
dinlemek ve öğrenmek için onlarda bir nevi hırs, derin bir iştiyak belirmiştir.
El-Buhârî tarafından da nakledilen bir Ebû Hureyre hadîsinde, hadîse karşı
duyulan bu hırsın açık misalini görebiliriz: Ebû Hureyre, kıyamet günü Hazreti
Peygamberin şefaatine nail olacak kimseler hakkında ona bir sual sorduğu zaman,
Hazreti Peygamber: "Diğerlerine ııisbetle hadîse karşı daha fazla
hırsın olduğunu bildiğim için, bu konuda
bana ilk sual soracak olan kimsenin sen olacağını tahmin ediyordum."
cevabını alnuştır
[786]Bizzat
Hazreti Peygamber tarafından müşahede edilen bu hadîs tutkusu, belki bütün
sahabîlerde vardı; fakat Ebû Hureyre'de daha fazla idi. Bununla beraber, Ebû
Hureyre'nin Abdullah İbn Amr hakkındaki şu itirafım da burada zikretmek
gerekmektedir; zira bu itiraf, hadîs toplamak hususunda kendisinden daha
hırslı kimselerin bulunduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu
itirafında Ebû Hureyre, Abdullah İbn Arnr'in kendisinden daha fazla hadîs
bildiğini, zira onun, hadîslerini yazdığını, kendisinin ise yazmadığını
açıklamıştır''.
[787]
Sahabîlerin Hazreti
Peygamberden işitmiş oldukları hadîsler, uzun süre hafızalarda gizli kalmış
değildir. Hazreti Peygamber henüz hayatta iken, yukarıda ismi geçen Abdullah
îbn Amr gibi yazı bilen ve Hazreti Peygamberin vefatından sonra yazı yazmasını
öğrenmiş olan pek çok sahabî, ondan işitmiş oldukları hadîsleri yazmışlar ve
sahîfelerde toplamışlardır. Burada şunu hemen zikretmek gerekir ki, îslâmiyetin
ilk günlerinde yazı bilen sahabî adedi çok azdı. El-Belâzurfnin rivayetine
göre, bu sıralarda, Kureyş'ten ancak onyedi kişi yazı biliyordu. Bunlar: Ömer
İbnu'l-Hattâb, Alî îbn Ebî Tâlib, Osman îbn Affân, Ebû Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh,
Talha, Yezîd îbn Ebî Sufyân, Ebû Huzeyfe İbn Utbe İbn Rabî'a, Hâtıb İbn Amr,
Ebû Seleme İbn Abdi'1-Esed el-Mahzûmî, Ebân İbn Sa'îd İbni'1-Âs İbn Umeyye,
Hâlid İbn Sa'îd, îbn Ebî Şerh el-Âmirî, Huvaytıb îbn Abdi'1-Uzzâ el-Âmirî, Ebû
Sufyân ibn Harb, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân, Cuheym Îbnu's-Salt ve el-Alâ'
Îbnu'l-Hadramî idiler'.
[788]
Kadınlar arasında da sadece üç dört kişi yazı biliyordu; Hazreti Peygamberin
zevcelerinden Âişe ve Ummu Seleme, ya-zamamakla beraber yazıyı okuyorlardı'
[789]Hazreti
Peygamber de yazı bilmeyenler arasında idi. Kur'ân-ı Kerîm, bu hususa şehadet
eder ve der ki: (Ey Muhammedi) Kur'ân'dan önce sen, herhangi bir yazı okumuş
değildin; onu elinle de yazmamıştın. Aksi halde o iptalciler şüpheye
düşerlerdi"
[790]Yâni
sen, okuyup yazma bilse idin, İslâm'a düşman olanlar, Kur'ân'ı yalanlamak
için, onun Allah kelâmı olmadığını ileri sürebilmek için, senin, daha önce
gönderilen kitapları, Tevrat'ı ve İncil'i okuyup onlardan nakiller yapmak
suretiyle bu Kitab'ı yazdığını iddiaya kalkışırlardı. Halbuki şimdi
böyle bir iddiada bulunmalarına imkân
yoktur; çünkü senin okuyup yazma bilmediğini onlar da gayet iyi bilmektedirler.
Arapların yazıya karşı
bu derece yabancı olmaları, buna mukabil, aralarında, birbirilerine nakledecek
bol ahbâra sahip bulunmaları, onlarda, bu ahbârm bekası ve müteakip nesillere
nakledilebilmesi için yazı sanatı yanında hafızanın, bugünün insanlarını bile
hayrete düşürecek derecede inkişâf etmesine vesile olmuştur. Bilhassa
biyografik eserlerde, bu kavmin hafıza kaabiliyetini ortaya koyan pek çok misal
görmek mümkündür. Meselâ İbn Abbâs, Mescid-i Harâm'da hiç işitmediği bir kasideyi
bir defa dinlediği zaman onu hemen hıfzetmiş ve orada bulunanlara hatâ yapmaksızın
tekrar etmişti. Keza meşhur Katâde, kendisine Câbir İbn Ab-dillah'm hadîslerini
ihtiva eden bir sahîfe okunduğu zaman onu hemen hıf-zetmişti.
[791]
Tâbi'ûn devrinde ve
daha sonraki devirlerde, yazının inkişâf etmesine ve okuma yazma bilenlerin
çoğalmasına rağmen, bazı meşhur hadîs imamlarının, hadîs yazan ve fakat
yazdıkları hadîsleri hıfzetmeyen kimseleri zayıf addetmelerini de, yine kitabet
sanatının henüz inkişâf etmemiş devirlerde hafızaya gösterilen yüksek itimadın
devamından başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.
Hazreti Peygamber,
İslâm Dînini Kur'ân-ı Kerîm'in ilk ikra' (= oku) ilâhî emri ile tebliğ etmeye
başlamıştır. Bu emir, İslâmiyetin okumaya verdiği önemi göstermeye kâfidir. Bu
emirle birlikte, kitabet sanatının inkişafı üzerinde büyük bir hassasiyetle
durulmuştur. Çünkü yazının, vahyin muhafazasında ve risaletin şâir kabile ve
devlet reislerine tebliğinde çok büyük rolü vardı. Bu sebeple Hazreti Peygamber,
müslümanların en kısa zamanda okuma yazma öğrenmelerini istemiş ve bunu mümkün
kılacak her fırsattan faydalanma çareleri aramıştır. Hicretin ikinci yılında
Bedir savaşı vu-kubulmuş ve müslümanların eline çok sayıda müşrik esir
düşmüştü. Bu esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmaları taleb ediliyordu.
Hazreti Peygamber bu fırsatı kaçırmadı ve yazı bilen her bir müşriğin on
müslüman çocuğuna okuma yazma öğretmek şartıyle serbest bırakılacağını
bildirdi. Bu fidye şeklinin tatbikatı hakkında kaynaklarda herhangi bir kayda
rastlanmaz; fakat herhalde bu şart yerine getirilmiş ve birçok müslüman çocuğu
okuma yazma öğrenmiş olacaktır.
Hazreti Peygamber,
Kur'ân âyetlerinin tedvininde ve henüz İslâm'a girmemiş olan kabile ve devlet
reislerinin yeni dîne davet edilmesinde dâima yazıya başvuruyordu. Bu iş için
ashabtan yazı bilenleri görevlendirmişti. Kur'ân'dan bir âyet nazil oldukça,
kâtiplerinden birini ça-ğırır ve nazil olan âyeti âit olduğu sûreye yazdırırdı.
Yine el-Belâzurî'nin rivayetine göre Ubeyy İbn Ka'b el-Ensârî ile, Abdullah
İbn Sa'd İbn Ebî Şerh (sonradan irtidad etmiştir) Hazreti Peygamberin ilk vahiy
kâtiplerinden idiler. Ubeyy bulunmadığı zamanlarda Hazreti Peygamber Zeyd îbn
Sâbit'i çağırır ve ona yazdırırdı.[792]
Bunlar, aynı zamanda İbranice de yazıyorlardı. Zeyd İbn Sâbit'ten gelen bir
habere göre Hazreti Peygamber, ona yahudî yazısını öğrenmesini emretmiş ve
"yazdıracağım bir yazı için yahudiye itimad edemiyorum" demişti.
[793]Bundan
sonra Zeyd İbn Sabit on beş gün içerisinde yahudi yazısını öğrenmiş ve Hazreti
Peygamberin yahudilere göndereceği mektupları yazmış ve onlardan gelen
mektupları da Hazreti Peygambere okumuştur'
[794]
Gerek Kur'ân âyetleri
ve gerekse kabile reislerine gönderilen mektuplar, bugün kullanılan kâğıdın o
zamanlar bilinmemesi sebebiyle muhtelif maddeler üzerine yazılıyordu. Bu iş
için çeşitli hayvan derileri (edîm), hurma yaprakları (asîb), lavha halinde
taşlar ve kemikler (azın, azla) kullanılıyordu. Bu çeşit yazılı maddelerin
zayi olması ihtimaline karşılık, yine hafızaya müracaat ediliyor, nazil olan
âyet ve sûreler, bir taraftan yazılırken, bir taraftan da birçok müslüman
tarafından ezberleniyordu.
[795]
Hazreti Peygamberin,
okuma yazma sanatının gelişmesi üzerindeki çalışmaları kısa bir zaman
içerisinde semere vermeye başlamış, birçok sahabî de okuma yazma öğrenmişti;
fakat itiraf etmek gerekir ki, yazının yeni yeni gelişmesi dolayısıyle
sahabîlerin çoğu hatâdan salim olarak yazı ya-zanııyordu. Bir ibarenin okunuş
ve telaffuzunda ittifak etseler bile, aynı ibareyi muhtelif kimseler muhtelif
şekillerde yazıyorlardı. İşte bu devirde hadîslerin yazılması da Hazreti
Peygamber tarafından menedilmişti.
Hazreti Peygamberin,
ashabını hadîs yazmaktan menetmesine dâir gelen haberlerin en meşhuru Ebû Sa'îd
el-Hudrî hadîsidir. Bu meşhur sahabînin rivayetine göre Hazreti Peygamber şöyle
buyurmuştur:
mirandan
başKa bir şey
yazmayınız; her kim,
benden Kur'ân'dan başka bir şey yazdı ise, onu imha etsin"
[796]Yine
Ebû Sa'îd, bir başka hadîsinde der ki:
"Hadîs yazmak
için Rasûlullah (s.a.s.)'tan izin istedim; bana izin vermekten çekindi"
^\
Hadîslerin tedvini
meselesine temas eden kaynaklar, Hazreti Peygamberin, ashabını hadîs yazmaktan
men'i hususunda aşağı yukarı buna benzer haberler ileri sürerler. Yine bu
kaynaklara göre, hadîs kitabetine izin verilmemesi hakkında zikredilen sebepler
şu şekilde sıralanabilir:
1)
Müslümanlar, yazıyı henüz öğreniyorlar ve yazılarında fazla denecek derecede
hatâ yapıyorlardı. Bu sebeple, hadîs yazmaları herhangi fâhış bir hatâ
yapmaları ihtimaline karşı serbest bırakılamazdı. Nazil olan Kur'ân âyetleri de
yazılmakla beraber, onlarda, böyle bir hatâ ihtimali yoktu; çünkü Hazreti
Peygamberin nezaretinde ve güvenilir kâtiplar tarafından yazılıyordu.
2) Ashab,
îmanın en yüksek mertebesine erişmiş kimseler olmalarına rağmen, aralarında
birkaçı müstesna, henüz câhildiler. Bu cehaletleri , şâir beşer kelâmı ile
mukayese edilmesi gayr-i kaabil olan Kur'ân âyetlerini, Hazreti Peygamberin
hadîslerinden ayırt etmelerine imkân vermiyecek derecede idi. Hadîsler
yazıldığı takdirde, Kur'ân âyetleriyle karışabilir, halk, âyeti hadîs, hadîsi
de âyet makamında okuyabilirdi.. Bu mahzurlar gö-zönünde bulundurularak ashab,
hadîs yazmaktan menedilmiş ve muayyen bir vakte kadar onlara izin
verilmemiştir.
Bazı kaynaklar,
Abdullah İbn Amr'in "yâ Rasûlallah, senden işitmiş olduğum hadîsleri
yazıyorum" diyerek Hazreti Peygamberden izin istemesini ve onun da
"yaz" demek suretiyle hadîs kitabetine izin vermesini ele alarak,
nehiy hususunda vârid olan haberlerin iyi yazı bilmeyenlere matuf olduğunu,
iyi yazı bilen kimselerin ise, bu nehiyden hâriç tutulduğunu ve onlara hadîs
yazmak için izin verildiğini zikrederler. Bu te'vîl ilk bakışta makûl
görünmekle beraber, yukarıda zikretmiş olduğumuz Ebû Sa'îd el-Hudrî hadîsi,
aslında, hâstan ziyade âmmı ifade eder ve ondan tahsîs manâsı çıkarmak güçtür;
çünkü bu hadîste "her kim yazdı ise" denilmekte, fakat "iyi yazı
bilmeyen kimse" veya bunu ifade edecek herhangi bir ibare
zikredilmemektedir. Keza aynı hadîste Hazreti Peygamber, ashabın, Kur'ân
âyetlerini yazmalarını menetmemiş, "benden, her kim Kur'ân'dan başka bir
şey yazdı ise..." demek suretiyle, Kur'ân âyetlerinin yazılmasına izin verdiğini
açıkça belirtmiştir. Eğer hadîs kitabetinden nehiy, iyi yazı bilmeyen ashaba
râci olsaydı, Kur'ân âyetlerinin de sadece iyi yazı bilenler tarafından
yazılmasına izin verir, iyi yazı bilmeyenleri bundan menederdi. Halbuki yukarıda
zikredilen haberde, bu manâyı verecek bir tahsîs ifadesi mevcut değildir. Şu
halde, bütün sahabîler, Kur'ân âyetlerini yazmak hususunda serbest bırakılmakla
beraber, hadîs yazmaktan da menolunmuşlardır. Abdullah îbn Amr ve diğer bazı
sahabîden rivayet edilen ruhsata âit haberler ise, daha sonraki bir devre, yâni
hadîs sahîfeleriyle Kur'ân salıîfelerinin karışma tehlikesinin zail olduğu ve
hadîs kitabetine izin verildiği bir zamana aittir.
[797]
Hadîs kitabetine âit
nehyin ruhsata çevrilişi hakkında kaynaklar, bize bol miktarda haber muhafaza
etmişlerdir. Meselâ bu haberlerden birisi, muhtelif isnadlarla Ebû Hureyre'den
rivayet edilmiştir: Ashabtan biri, işitmiş olduğu hadîsleri ezberleyemediğini
söyliyerek, Hazreti Peygambere hafızasından şikâyet etmişti. Hazreti Peygamber,
bu sahabîye "hafızana elinle yardım et" yâni "yaz"
demiştir'.
[798] Yine Ebû Hureyre'den
rivayet edilen bir habere göre, Mekke'nin fethedildiği sıralarda Hazreti
Peygamber, müslümanları toplamış ve onlara bir hutbe îrad etmiştir. Hutbeyi dinleyenler
arasında bulunan Ebû Şâh isminde Yemenli bir şahıs, hutbenin kendisi için
yazılmasını istemiş, Hazreti Peygamber de orada bulunanlardan birisine
"hutbeyi Ebû Şâh için yazınız" demiştir''.
[799]
Bu haberler
içerisinde, Hazreti Peygamberin, hadîs kitabetine mü-sadesini en iyi ifade eden
ibareler, yukarıda da zikretmiş olduğumuz Abdullah İbn Amr hadîsidir. Bu
meşhur sahabî, hadîs yazmak için Hazreti Peygamberden izin istemiş, o da
"yaz" demiştir. Bunun üzerine Abdullah İbn Amr tekrar sormuştur:
"Sen, rızâ ve gazab halinde iken işittiğim hadîsleri de yazayım mı"?
Hazreti Peygamber, onun bu sualine de müsbet cevap vermiş ve "evet"
demiştir, "Çünkü ben, yalnız hak olanı söylerim".
[800]
Bu devrede, Hazreti
Peygamberin, hadîs kitabeti hakkında takınmış olduğu tavrı müşahede ettikten
sonra yazı bilen birçok şahabının hadîs yazmaya başladığını ve Hazreti
Peygamber henüz hayatta iken geniş bir hadîs külliyatının vücûda geldiğini
kabul etmemiz, bizi yanlış bir neticeye götürmez. Bununla beraber, hadîs yazanların,
sahabenin ekseriyetini teşkil ettiği de ileri sürülemez. Burada, kaynakların
hadîs yazdıklarına işaret ettikleri sahabenin bazısını zikrederek, onlara âit
hadîslerin nasıl rivayet edildiğini gözden geçirmeye çalışacağız.[801]
Abdullah, babası Amr
İbnu'l-Âs'tan önce müslüman olmuş, salâh ve ibadet bakımından
üstün, Kur'ân'ı çok
okuyan bir sahabî
idi. Diğer
sahabîlere nazaran Arap yazısını daha iyi
biliyordu. Ebû Hureyre'nin "ashab içerisinde benden daha çok hadîs bilen
kimse yoktu; yalnız Abdullah İbn Amr müstesna; çünkü o, yazıyordu; ben ise,
yazmıyordum" şeklindeki sözlerinden de anlaşılacağı üzere, Abdullah, ashab
arasında en çok hadîs bilen ve en çok hadîs yazan bir sahabî olup, hadîs yazdığı
sahîfeye de es-Sâdıka adını vermişti.
[802]
Tâbi'ûndan olan ve tefsîr rivayetiyle şöhret kazanan Mucâhid, mezkûr sahîfeyi,
Abdullah İbn Amr'ın yanında gördüğünü ve onun hakkında Abdullah'ın "bu,
Sâdıka'dır; onun içerisinde Rasûlullah (s.a.s.)'tan işittiğim hadîsler vardır
ve Rasûlullah (s.a.s.) ile benim aramda hiç kimse yoktur" dediğini
zikreder.
[803]Bu sözlerden
anlaşıldığına göre, Abdullah İbn Amr, sahîfeye, yalnız Hazreti Peygamberden
işittiği hadîsleri yazmış, diğer sahabîler vâsıtasıyle gelen haberleri
sahîfenin dışında bırakmıştır. Çünkü ashabın bir kısmı, Hazreti Peygamberden
işitmedikleri ve ancak kendi aralarında müzakere yolu ile öğrendikleri
hadîsleri, Hazreti Peygambere irsal ederek naklediyorlardı. Daha sonraları
mursel tabir edilen bu çeşit hadîsler, sahabenin adaleti dolayısıyle, herhangi
bir ihtilâf ve münakaşa konusu olmamıştır.
Abdullah İbn Amr'ın bu
hadîs sahîfesi, onun vefatından sonra torunlarına intikal etmiş ve onlar
tarafından rivayet edilmiştir. Bu hususta kaynaklar, çeşitli haberler vermekte
ve umumiyetle, Abdullah'ın torunu Amr İbn Şu'ayb'm, ceddinden kendisine intikal
eden bir sahîfeden rivayet ettiğini zikretmektedirler. Ahmed îbn Hanbel'in
Musned adlı eseri gözden geçirilecek olursa, Amr ibn Şu'ayb vâsıtasıyle ceddi
Abdullah İbn Amr'den gelen pek çok hadîsin, bu eserde birbiri arkasına
sıralandığı görülür. Bununla beraber, el-Buhârî ve Müslim gibi Sahih
sahipleri, Abdullah îbn Amr'den çok az hadîs nakletmişlerdir. Eğer Abdullah'ın,
Ebû Hureyre'ye nisbetle daha çok hadîs bildiği ve hattâ hadîslerini yazması
bakımından, onların, Ebû Hureyre'nin hadîslerinden çok daha sıhhatli olması
gerektiği düşünülürse, Abdullah'tan az hadîs nakletmeleri, karşımıza,
halledilmesi oldukça güç bir mesele olarak çıkar. Bununla beraber, birkaç maddede
sıralayabileceğimiz bazı hususlar, bu müşkilin halline ışık tutabilir:
a) Abdullah
İbn Amr, her şeyden çok ibadetle meşgul oluyordu. Her ne kadar Ebû Hureyre'ye
nisbetle daha çok hadîs biliyor idiyse de, rivayet hususunda onun kadar ileri
gitmiyor, nadiren hadîs rivayet ediyordu. Ebû Hu-reyre ise, bütün vaktini hadîs
rivayetine ayırmıştı; nitekim fazla hadîs rivayetinden dolayı bazı ashabın
itirazlarına maruz kaldığı halde, Abdullah İbn Amr hakkında böyle bir itiraz
vâki olmuş değildir.
b) Abdullah İbn
Amr, Mekke'nin fethinden
sonra çok vakitlerini Mısır'da geçirmiştir. Ebû Hureyre
ise, Medine'den ayrılmamış, gerek hacc için ve gerekse hadîs dinlemek için
gelen müslümanlar, daha ziyade Ebû Hureyre ile temasa geçmişler, daha çok onun
hadîslerini almışlar ve yaymışlardır.
c) Abdullah
îbn Amr, arapçadan başka diğer bazı dilleri daha biliyor ve yabancı menşeli
kitapları okuyordu. Hazreti Peygamberin israiliyyattan da rivayet edilebileceği
hususundaki müsadesine istinaden, okumuş olduğu kitaplardan da rivayetlerde
bulunuyordu. Hazreti Peygamberin hadîslerim toplayan hadîsçiler, hadîslerinin
israiliyatla karışma ihtimaline karşı, Abdullah'tan mümkün olduğu kadar az
hadîs almaya gayret ediyorlardı.
d) Hazreti
Peygamberden yazmış olduğu hadîsler, torunlarına intikal etmiş ve onlar
tarafından rivayet edilmiştir; fakat rivayet isnadı olan Amr îbn Şu'ayb an
Ebîhi an Ceddihi zincirinde hadîsçiler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, isnadda
zikri geçen Ced kelimesini, Amr'ın dedesi Muhammed'e atfederek bu isnadla
nakledilen hadîslerin mursel olduğunu söylemişler, diğer bazıları ise, Cerf'den
murad Şu'ayb'm dedesi Abdullah'tır demişler ve bu isnadla gelen hadîslerin
munkatî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu hadîsçilere göre,
[804]Ced kelimesi
hangi manâya alınırsa
alınsın, Amr İbn
Şu'ayb vâsıtasıyle Abdullah İbn Amr'den gelen hadîsler zayıftır, kabule
şâyân değildir; çünkü CecTden murad, eğer Şu'ayb'm babası Muhammed ise, onun
Hazreti Peygamberle sohbeti yoktur; bu halde Muhammed'in hadîsleri kimden
aldığı meçhuldür. Eğer Ced, Şu'ayb'm dedesi Abdullah ise, Şu'ayb, Abdullah'a
mülâki olmamıştır. Bu halde de isnadda inkıta var demektir. Bu ciheti ileri
süren hadîsçiler, Şu'ayb'm, dedesi Abdullah'tan kendisine intikal eden bir
hadîs sahîfesine sahip olduğunu, bu sahîfenin, sonradan oğlu Amr'e
kaldığını ve Amr'ın
bu sahîfeden rivayet
ettiğini kabul etmişlerdir. Binâanaleyh, Amr'ın rivayeti
sahîfeden olsa bile, babası Şu'ayb'm Abdullah'ı işitmemiş olması sebebiyle bu
rivayet, vicâde yolu iledir. Daha önce de açıkladığımız üzere vicâde (bulma),
bazı hadîsçiler tarafından zayıf bir rivayet şekli olarak kabul edilmiş ve bu
yolla rivayet edilen hadîsler ihtiyatla karşılanmıştır.
Hazreti Peygamberin
ashabı arasında çok hadîs rivayet etmekle şöhret kazananlardan biridir. Babası, Hazreti Peygamberle
birlikte Uhud savaşına iştirak edip orada şehîd düştüğü vakit, Câbir çok
küçüktü ve kendisine oldukça yüklü bir borçla, bakılıp büyütülecek birçok
kardeş kalmıştı. Ma-amafih Hazreti Peygamberin ve diğer sahabenin yardımlarıyle
bu yük hafiflemiştir.
Câbir İbn Abdülah,
küçük olmasına rağmen Hazreti Peygamberle birçok gazvelere iştirak etmiş ve
vaktinin büyük bir kısmını onun yanında geçirmek suretiyle, ondan pek çok
hadîs işitmiştir. Hazreti Peygamberin vefatından sonra daha 64 sene yaşamış ve
ondan işitmiş olduğu hadîsleri, yeni yetişen nesle öğretmekle meşgul olmuştur.
Kaynaklar, Mescid-i Nebevî'de, onun etrafında, dâima ondan hadîs dinleyen bir
ilim halkasının mevcudiyetinden bahsederler.
[805]
Câbir İbn Abdillah'm
bizzat hadîs yazdığına dâir herhangi bir kayda rastlamıyoruz. Bununla beraber,
birçok kaynak, Câbir'e âit bir sahîfeden, Sahîfetu Câbir şeklinde bahsederler'.
[806]
Ancak tâbi'ûndan olan ve Câbir'in talebesi olarak bilinen Süleyman İbn Kays'm
da Câbir'in huzurunda bir hadîs sahîfesi yazdığı zikredilmektedir.
[807]Kaynakların
verdiği malûmata göre, Câbir'den hadîs rivayet eden birçok tâbi'i, aslında
hadîslerini bu sahîfeden rivayet etmişlerdir. Meselâ "Ebu'z-Zubeyr, Ebû
Sufyân ve eş-Şa'bî, Câbir'e mülâki olmuşlar ve ondan hadîs dinlemişlerdir;
fakat rivayet ettikleri hadîslerin çoğu, Süleyman İbn Kays'm
sahîfesindendir" de-nilmektedir.
[808]Keza
meşhur hadîsçi Katâde'nin, kendisine okunan Câbir'in sahîfesini, daha ilk
okunuşta ezberlediği rivayet edilir''.
[809]
Halbuki bir başka haberde, Süleyman İbn Kays'm anası tarafından getirilen bir
sahîfenin, Katâde'ye okunduğu ve onun bu sahîfeden rivayet ettiği zikredilir.
[810]
Bütün bu haberler bize gösteriyor ki, Câbir'e atfedilen bir hadîs sahîfesi,
aslında Süleyman İbn Kays tarafından yazılmıştır. Maamafih, bizce bunun ehemmiyeti
yoktur; zira Süleyman İbn Kays, Câbir İbn Abdillah'tan önce vefat etmiş ve
biraz önce de zikrettiğimiz gibi, Câbir'den işittiği hadîslerle oluşturduğu
sahîfesi de, Sahîfetu Câbir adiyle şöhret kazanmıştır.
Sahîfenin rivayetine
gelince, bu hususta elimizde müselsel haberler bulunmamakla beraber, münferid
rivayetler, bize az çok bilgi vermektedirler. Meselâ Ebû Sufyân Talha İbn
Nâfi', Câbir tbn Abdillah'tan pek çok hadîs
nakleden râvilerden
biridir. Kaynaklar, onun, Câbir'den rivayet ettiği hadîsleri, bir sahîfeden
aldığım zikrederler; herhalde bu sahîfe de, Su-leymân İbn Kays'ın sahîfesi
olacaktır.
[811]Ebû Sufyân'dan rivayet
eden el-A'meş hakkında da buna benzer bir haber zikredilir. El-A'meş, Ebû
Sufyân'dan yüz kadar hadîsi ihtiva eden bir sahîfe rivayet etmiştir.[812] Bu
sahîfenin de Câbir'e isnad edilen Süleyman İbn Kays'm sahîfesi olduğunu
tereddüt etmeden söyleyebiliriz.
Câbir'in bir başka
râvisi Ebu'z-Zubeyr'dir. Bu meşhur hadîsçi de Câbir'den hadîs dinlemek için
onun meclislerine devam etmiş ve ondan pek çok hadîs Öğrenmiştir. Aynı zamanda
Süleyman İbn Kays'm sahîfesini görmüş ve bu sahîfeden de rivayet etmiştir.
[813]
Câbir İbn Abdillah'a
atfedilen sahîfenin müteakip nesillerde rivayetine âit elimizde daha bazı
haberler vardır; fakat biz, sahabe devrinde yazılan sahîfelerle bu sahîfelerin
rivayetine âit kısa örnekler vermekle iktifa ettik.
[814]
Yedinci hicrî senede Yenıen'den
Medîne'ye gelerek müslüman olmuş, Hazreti Peygamberin vefatına kadar ona hizmet
ederek pek çok hadîs Öğrenmiştir. Diğer sahabîlere nisbeten geç müslüman
olmasına ve Hazreti Peygamberle sohbetinin kısa sürmesine rağmen, hadîs
rivayetinde çok ileri gitmiş ve bu hal, daha ilk devirlerden itibaren bazı
itirazlara yol açmıştır. Bize kadar gelen haberlerden öğrendiğimize göre, bu
itirazlardan bazıları, yine kendi muasırları arasında yükselmiştir. Ebû Hureyre
bu itirazlara karşı, kendisini şöyle müdâfa etmek zorunda kalmıştır:
"Ebû Hureyre çok
hadîs rivayet ediyor, diyorsunuz; Allah'a yemîn ederim ki, Kitabu'llah'ta şu
iki âyet olmasa idi, bir tek hadîs rivayet etmezdi:
"İndirdiğimiz
apaçık delilleri ve irşad yollarını Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra
gizleyenler...İşte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek
olanlar lanet ederler. Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve (doğruyu)
açıklayanlar müstesna.. Bunların tövbelerini kabul ederim. (Çünkü dâima)
tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.[815]
Muhacirler, çarşıda ticaretle, ensârîler bağ ve bahçelerinde ziraatla
uğraşırken, Ebû Hureyre, karın tokluğuna Hazreti Peygambere hizmet ediyor ve
hadîs topluyordu; başkalarının bilmediği şeylere şâhid oluyordu".
[816]
Fazla hadîs rivayet
ettiği için kendisine karşı yapılan itirazlara verdiği bu nevi cevaplarından,
Ebû Hureyre'nin, hadîs Öğrenmeye ve öğrendiği bu hadîsleri büyük bir dikkatle
muhafaza etmeye çalıştığını anlıyoruz. Filhakika, yine kandisinden rivayet
edilen bir haberden Öğrendiğimize göre, onun hadîse karşı olan bu tutkusu,
bizzat Hazreti Peygamber tarafından kabul ve açık bir şekilde ifade edilmiştir:
Bir gün Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere şöyle demiştir: "Kıyamet günü
senin şefaatine kimler nail olacaktır ey Allah'ın Rasûlü"? Hazreti
Peygamber, Ebû Hureyre'nin bu sualine şöyle cevap vermiştir: "Ey Ebû
Hureyre! Diğerlerine nisbetle hadîse karşı daha fazla hırsın olduğunu bildiğim
için, bu konuda bana ilk sual soracak kimsenin sen olacağını tahmin ediyordum.
Kıyamet günü benim şefaatime nail olacak kimse hulûs-ı kalble la ilahe
illa'llah diyen kimse olacaktır"
[817]
Ebû Hureyre, diğer
sahabîlere nisbetle çok hadîs rivayet etmekle beraber, onun, Hazreti
Peygamberden işitmiş olduğu bu hadîsleri yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Meşhur
hadîs sahîfesi sahibi Abdullah İbn Amr'den bahsederken, zikretmiş olduğumuz bir
haberde, en fazla hadîs bilen sahabînin Abdullah İbn Amr olduğunu, çünkü onun
Hazreti Peygamberden işitmiş olduğu hadîsleri yazdığım, halbuki yine çok hadîs
bilenlerden Ebû Hureyre'nin hadîs yazmadığını kaydetmiştik. Ebû Hureyre'nin
kendisinden nakledilen bir habere göre "Ebû Hureyre yazmaz ve
gizlemez" denilmektedir.
[818]Buna
mukabil elimizde bulunan bazı haberlerde de Ebû Hureyre, "biz hadîs
yazarken Hazreti Peygamber yanımıza geldi" demekte
[819] bir
diğerinde ise, kendisine bir hadîs soran şahsa, "eğer bu hadîsi ben rivayet
etmiş isem, yanımda yazılıdır" deyip o şahsı evine götürdüğü, orada,
birçok kitap içerisinden istenilen hadîsi bulup çıkardığı belirtilmektedir.[820]
Ebû Hureyre'nin hadîs
yazmadığını belirten ve bizzat kendisinden rivayet edilen hadîslerle, bu son
zikredilen iki haber arasında bir ihtilâfın mevcudiyeti açık bir şekilde
görülmekte; bu haberler arasında herhangi bir te'vîl imkânı da bulunmamaktadır.
Maamafıh biz, bugün için halledilmesi güç olan bu mesele üzerindeki çeşitli
ihtimalleri nazarı itibara almaksızın, Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen
hadîsleri ihtiva eden ve bizzat onun hayatında yazılan birkaç hadîs
sahîfesinden kısaca bahsedeceğiz.
Ebû Hureyre, hicretin
58 veya 59 senesinde vefat etmiştir. Hazreti Peygamberin vefatından sonra
bütün Ömrünü hadîs rivayet etmekle geçirmiştir. Bazı kayıtlara göre kendisinden
800'e yakın sahabî ve tâbi'î hadîs Öğrenmiştir. Eğer hayatının sonlarına doğru,
Arap yazısının daha çok inkişâf etmiş ve hadîs yazanların daha artmış olacağı
düşünülürse, ondan hadîs rivayet eden birçok tâbi'înin, rivayet etmiş
oldukları bu hadîsleri kitap ve sahîfelerde toplayacakları tabiîdir. Meselâ
bunlardan Beşîr îbn Nehîk, Ebû Hureyre'den işittiği bütün hadîsleri yazdığını
ve bunları Ebû Hureyre'ye ar-zederek ondan rivayet hakkını aldığını zikre der.
[821]Bir
başka habere göre, Halîfe Ömer İbn Abdi'1-Azîz, Hazreti Peygamberin ashabından
işitmiş olduğu hadîsleri bir kitapta toplaması için Kesîr İbn Murre
el-Hadramî'ye yazdığı bir mektupta, Ebû Hureyre'nin hadîslerini yazmasına lüzum
olmadığını, çünkü onların yazılı olarak elinde bulunduğunu bildirmiştir. Bu
haberler, Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen hadîslerin, daha o zamanlar kitap
ve sahîfelerde toplanmış olduğunu gösterir.
Ebû Hureyre'ye ait 140
kadar hadîsi ihtiva eden ve talebesi Hemmâm İbn Munebbih tarafından yazılan bir
kitap ise, Ebû Hureyre'den yazılan hadîs kitaplarının en mühimmini taşkil eder.
Abdullah İbn Amr'ın es-Sahîfe es-Sâdıka isimli meşhur hadîs kitabına karşılık,
es-Sahîfe es-Sahîha ismini taşıyan bu kitap, zamanımıza kadar muhafaza edilmiş
ve 1953 senesinde Prof. M. Hamîdullah tarafından Şâm ve Berlin'de iki nüshası
bulunarak neşredilmiştir. Ahmed îbn Hanbel de, bir tek isnad zinciri altında,
sahîfenin ihtiva ettiği hadîsleri el-Musned adlı eserinde aynen sıralamıştır'.
[822]
Hazreti Peygamberin
amcazadesi ve damadı Alî İbn Ebî Tâlib'in elinde de sadakat ve ferâ'iz
hükümlerini ihtiva eden bir hadîs sahîfesinin bulunduğu, çeşitli haberlerden
öğrenilmektedir. Bu haberlerden birinde Hazreti Alî şöyle der: "Hiç kimse
zannetmesin ki biz, Kur'ân'dan ve şu gördüğünüz sahîfeden başka şeyler de
okuyoruz"'.
[823]Meşhur
hadîs imamlarından Şu'be Îbnu'l-Haccâc, hicretin 104'üncü senesinde vefat eden
eş-Şa'bî'nin, el-Hâris el-A'ver (Ö. 65) vasıtasıyle Alî İbn Ebî Tâlib'ten
rivayet etmiş olduğu hadîslerin bir kitaptan ibaret olduğunu söyler.
[824] Bu
kitabın, Alî'nin sahîfesi olduğundan asla şüphe edilemez. Zira Tabakât sahibi
İbn Sa'd, Hazreti Alî'nin el-Hâris el-A'ver için sadakâta âit birçok hadîs
yazdığını kaydettiği gibi,[825] eş-Şa'bî'nin, el-Hâris'ten rivayet ettiği
hadîslerin de sadakâta âit hadîsler olduğu söylenir; hattâ eş-Şa'bî vefat
ettiği zaman, evinde, ferâ'iz ve cerâhâta âit hadîsleri ihtiva eden kitaplar
bulunduğu da, rivayet edilen haberler arasındadır.
[826]
Hazreti Peygamber zamanında yaşının küçük olmasına
rağmen, ondan hadîs hıfzettiğine dâir rivayetler gelir.
[827]Onun,
Hazreti Peygamberden Öğrenmiş olduğu hadîsleri ne zaman yazdığını bilemiyoruz;
fakat elinde böyle bir sahîfenin bulunduğunu, Muhammed îbn Sîrîn'in şu
haberinden öğreniyoruz: "Semure'nin, oğullan için yazdığı risalede çok
ilim vardı".
[828]El-Buhârî'nin
kaydına göre, bu risale, besmele ile başlıyor ve onu, min Semura îbn Cundeb ilâ
Benîh (Semura İbn Cundeb'ten oğullarına) ibaresi takip ediyordu'.[829]
Risalenin rivayetine
gelince, bu hususu da açıklayan bazı haberlere sahip bulunuyoruz. Meselâ İbn
Hacer, Süleyman İbn Semura İbn Cundeb'in terceme-i halinden bahsederken, onun,
babası Semura'dan bir nüsha rivayet ettiğini haber verir.[830] Bu
nüshanın, yukarıda zikredilen risale olduğuna şüphe yoktur. Keza aynı nüsha,
Süleyman'dan oğlu Hubeyb tarafından rivayet olunmuş',
[831]
ondan da, amcasının oğlu Ca'fer İbn Sa'd İbn Semura nakletmiştik.[832]
Ebû Davûd ve İbn
Mâce'nin Simen-'lerinde, bu isnadla Semura'dan gelen hadîsler görülmektedir.
[833]
Hazreti Peygamberin
Medine'ye hicretinde henüz on yaşlarında bir çocuk olan Enes İbn Mâlik, ailesi
tarafından, hizmet etmesi için Hazreti Peygamberin evine gönderilmiş ve
vefatına kadar onun yanında kalarak birçok hadîs işitmiştir. Enes İbn
Mâlik'in, hadîs yazıp yazmadığını bilmiyoruz; fakat elimizde bulunan bazı
haberlerden Öğrendiğimize göre, o da bir hadîs sahîfesine sahiptir ve
hadîslerini dâima bu sahîfeden rivayet etmiştir. Bir gün, fazla hadîs rivayet
ettiği için, kendisine yapılan itiraz üzerine, yanında bulunan sahîfeyi çıkarıp
"bu, Hazreti Peygamberden işiterek yazdığım ve
sonra da ona okuyup tashih ettiğim
hadîslerdir" demiştir.
[834].
Muhtemelen bu sahîfe de diğerleri gibi sonraki nesillere intikal etmiş, ash
zayi olsa bile, muhtevası zamanımıza kadar gelmiştir.
Câhiliyye devri
kâtiplerinden Sa'd İbn Ubâde, Amr İbn Hazm, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah îbn
Ömer Îbni'l-Hattâb ve daha birçok sahabînin, Hazreti Peygamberden hadîs
yazdıklarını belirten haberler zikredilir. Biz, burada misal olmak üzere ancak
bir kısmına temas etmiş bulunuyoruz. Bu misaller, hadîslerin, hicretin ikinci
ve üçüncü asrından sonra yazılmaya başlandığını ileri süren bazı batılı
müsteşrıkların hatalı görüşlerini ortaya koymaya kâfi gelecektir. Onların bu
çeşit davranışları, diğer konularda da olduğu gibi, İslâm Dîninin ikinci
kaynağını teşkil eden hadîs ve sünneti zayıflatmaya matuf gibi görünmektedir.
Çünkü Ahmed İbn Hanbel'in dediği gibi sünnet, Kur'ân ilminin öğrenilmesinde
yegâne vâsıtadır; sünnet olmaksızın Kur'ân ilmini öğrenmeye kalkışanlar
dalâlete düşerler. Bu bakımdan, sünnetin yok olması, Kur'ân ilminin yok olması
demektir.
Bugünün insanları
arasında, batılı müsteşrıkları taklîden, İslâm'ı kilise dînine benzetmek
isteyen bazı kuşbeyinliler türemiştir. Bunlar "hadîslere güvenilmez; çünkü
içlerine pek çok uydurma söz karışmıştır. İslâm'ın tek kitabı vardır; o da
Kur'ân'dır. İslâm'ı, Kur'ân dışındaki diğer bütün kaynaklardan arındırmak
gerekir. Zaten sünnet denilen şey, bir Emevî oyunu olup Kur'ân'a ulaşılmasını
önleyen dikenli bir engeldir. Kur'ân'a ulaşmak için bu engelin ortadan
kaldırılması ve Kur'ân îslâmı'nm yaşanması gerekir." gibi sapık bir
inancın mahsûlü olan sözlerle müs-lümanları kandırmaya ve Hazreti Peygamberin
tebliğ ve tebyîn ettiği gerçek İslâm'dan onları uzaklaştırmaya
çalışmaktadırlar. Eğer bu kuşbeyinliler, kendilerini yönlendiren yabancı akıl
hocalarının emirleri İstikametinde başarı sağlar ve sünnet'in beyan ve
tefsirini Kur'ân üzerinden kaldır abilirlerse, "bunlar Kur'ân'da
yoktur" fetvasına dayanarak camilerimizi, içlerine konulacak sıra veya
sandalye ve masalarla kiliseye, namazlarımızı da haftalık Cuma âyinlerine
çevirmekte hiç güçlük çekmezler. Bu itibarla müslümanlarm çok dikkatli
olmalarını ve Kur'ân'a bağlı görünüp de İslâm'ı yıkmaya çalışan bu
kuşbeyinlilere kanmamalarını dînî bir vecîbe olarak tekrar hatırlatmak isteriz.
Bunların tanınmalarına yardım eden en bariz özellikleri, sözlerinde ve
yazılarında, Kur'ân'a bağlı görünseler bile, biraz Önce bir yazılarından naklen
zikrettiğimiz sözlerinde de görüldüğü gibi, sünnet ve hadîs'e karşı
gösterdikleri tepki ve düşmanlıktır. Bunlara düşman olmalarının tek sebebi de,
İslâm'ın ancak Kur'ân ve Sünnet'le birlikte îslâm olmasındandır.
[835]
Tedvin, lugatta
cemetmek, toplamak manâsına gelir. Yazılı sahîfeleri biraraya getirerek iki
kapak arasında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır'.[836]
Sahîfelerin, kitabı vücûda getiren, yahut başka bir ifade ile, tedvini yapan
kimse tarafından yazılmış olması şart değildir. Bununla beraber, o, kendi
yazdığı sahîfelerle bir kitap vücûda getirebileceği gibi, başkaları tarafından
yazılmış sahîfeleri de toplayabilir, yâni tedvin yapabilir.
Hazreti Peygamberin
hayatında bazı sahabîlerin, onun hadîslerini yazarak "sahîfe" adı
verilen küçük çapta kitaplar vücûda getirdiklerini görmüştük. Abdullah İbn Amr
İbni'1-Âs'm Sâdıka adını verdiği hadîs sahîfesi, yahut Hemmâm İbn Munebbih'in
Ebû Hureyre'den yazdığı ve Sahîha adını verdiği bir başka sahîfe, bunların
arasında en çok şöhret kazananları idi. Ancak bu sahîfelerden ve onların
yazılışından bahsedilirken, hiçbir zaman tedvin tabiri kullanılmamış, daha çok,
yazma işine delâlet etmek üzere kitabet lafzı tekrarlanmıştır. Filhakika konu
ile ilgili kaynaklarda, kitabet ile teduîn'in, hattâ daha sonra bahis konusu
edilecek olan tasnifin, ayrı ayrı zamanlarda hadîs yazma ve toplama işine
delâlet etmek üzere birbirinden farklı manâlarda kullanılmış oldukları görülür.
Kitabet, Hazreti Peygamber ve sahabe devrindeki mücerred hadîs yazma işine
delâlet etmek üzere kullanıldığı halde, tedvîn, biraz önce de işaret ettiğimiz
gibi, yazılı hadîsleri toplamak, biraraya getirmek ve müstekıl kitaplar
oluşturmak manâsında kullanılmıştır.
Nitekim Hazreti Peygamber
ve ashabı devrinde
bazı sahabîler Hazreti Peygamberden İşittikleri hadîsleri yazmışlar,
fakat bu sahabîlerden hiçbiri, kendi işittiği hadîsler yanında, diğer
sahabîlerin işittikleri hadîsleri de toplayıp yazmayı düşünmemiş, yahut
düşünmüş olsa bile, böyle bir işe teşebbüs etmemiştir. Nitekim meşhur sahîfe
sahibi Abdullah İbn Amr, Sâdıka adım verdiği sahîfesine bakmak isteyen
Mucâhid'e "bu, benim Rasûlullah (s.a.s.)'tan işittiğim es-Sahîfe
es-Sâdıka'&ır ve benimle Rasûlullah (s.a.s) arasında bu hadîsleri bana
nakleden hiç kimse yoktur" derken'',[837] sahîfeyİ,
Hazreti Peygamberden yalnız kendisinin işittiği hadîslerden meydana
getirdiğini açık bir
şekilde belirtmiştir. Keza Hemmâm İbn Munebbih'in sahîfesi de,
yalnız Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden naklettiği hadîslerden
müteşekkildir. Bu da gösteriyor ki, sahabe devrinde toplama faaliyeti yok,
fakat bazı sahabîlerin, yazabildikleri ölçüde, Hazreti Peygamberden işittikleri
hadîsleri yazma faaliyetleri vardır
ve hadîs târihinde bu
faaliyete kitâbetu'l-hadîs denilmiştir.
Tedvîn ise, muhtelif
sahabîler tarafından yazılmış olan, yahut ya-zılmasa bile hafızalarda tutulan
hadîsleri toplayarak bir kitap meydana getirmek manâsmdadır. Buna göre,
tedvinin kitabete nazaran çok daha geniş ve sistemli bir toplama faaliyetinden
ibaret olduğu ve bu faaliyetin hadîs târihinde kitabetten sonra başladığı
anlaşılır.
Bir de tasnif tabiri
vardır ki, diğerlerinden daha farklı bir manâya sahiptir. Eğer hadîsleri tedvin
eden kimse (mudevvin), kitabını meydana getirirken, içine aldığı hadîsleri
konularına göre sınıflandırır ve meselâ salâtla ilgili hadîsleri bir bölümde,
zekâtla ilgili olanları da ayrı bir bölümde zikrederse, musannaf denilen bir
eser vücûda getirmiş olur ki, onun yapmış olduğu bu iş, hadîsleri konularına
göre tasnif etmekten ibarettir. Hadîs târihinde tasnif de tedvîn'den sonra
başlamıştır.
Görüldüğü gibi,
kitabet olsun, tedvîn veya tasnif olsun, her üçü de, bir bakıma hadîs toplayıp
yazmak manâsına gelse bile, gerek zaman t»-kımmdan ve gerekse sistem ve şümul
bakımından birbirinden ayrılmakta ve değişik toplama ve tertip faaliyetlerine
delâlet etmektedir.
[838]
Hazreti Peygamber ve
ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler
vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak yukarıda açıkladığımız manâda sistemli
bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yâni birinci asrın sonlarıyle
ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle
bir konuda rakkamla tesbît edilmiş kesin bir târih ileri sürmek elbette mümkün
değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı
haberler, konuya ışık tutacak bir mâhiyettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs
rivayetinde isnad tatbikinden bahsederken ismini zikrettiğimiz İbn Şihâb
ez-Zuhrî (Ö. 124) ile ilgilidir. Ez-Zuhrî bu haberlerde "hadîsleri ilk
tedvin eden kimse" olarak görülür. Bu konuda Mâlik İbn Enes'in şu sözü
büyük şöhret kazanmıştır: (Hadîsi ilk-tedvîn eden kimse İbn Şihâb'tı
[839]
Mâ-lik'in bu sözünü teyîd eden bir başka haber de, ez-Zuhrî'nin bizzat kendisinden
nakledilmiştir. Ez-Zuhrî şöyle demektedir: "Bu ilmi benim tedvinimden önce
hiç kimse tedvîn etmemiştir"'
[840]
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin
hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret
sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Bu haberlerden birinde, onun
talebu'l-ılm yolundaki refiki Salih İbn Keysân şöyle
demektedir: Ben ve-ez-Zuhrî, talebu'l-ılm
için biraraya geldik ve sünneti yazalım dedik. Hazreti Peygamberden gelenleri
yazdık. Sonra ez-Zuhrî, sahabeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir,
dedi. Ben, değildir, dedim. O yazdı, ben yazmadım; o muvaffak oldu, ben
kaybettim"'.
[841]
Ebu'z-Zinâd Abdullah İbn Zekvân'dan da, aşağı yukarı aynı manâya gelen şu haber
nakledilmiştir: "Biz, helâl ve haramla ilgili haberleri yazardık. İbn
Şihâb ez-Zuhrî ise, işittiği her şeyi yazıyordu. Ona ihtiyaç olduğu zaman,
anladım ki, ez-Zuhrî halkın en âlimidir.
[842]Yine
Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir başka rivayette onun şöyle dediği görülür:
"Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı dolaşırdık. Yanında bazı lâvha ve
sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı".[843]
Ez-Zuhrî'nin tedvin
faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet
kazandırmıştır. İslâm ülkesinin genişlemesi, hadîs bilenlerin bu ülkenin
birbirinden uzak muhtelif şehir ve kasabalarına dağılması, daha kötüsü, Şî'a,
Râfıza, Havâric gibi siyâsî, Murci'e, Kaderiyye, Mutezile gibi itikadı
mezheblerin zuhuru ile müslümanlarm çeşitli fırka ve hiziblere bölünmesi,
nihayet bunlara paralel olarak hadîste vaz (uydurma) hareketinin başlaması,
tâ'at yönünden Kur'ân'la eşit derecede kıymeti hâiz olan hadîs (sünnet)in
karşısına, eşine rastlanmaz bir tehlike olarak dikilmiş, bu tehlikenin
bertaraf edilmemesi halinde hadîslerin tamamem yok olacağı, İslâm'ın geleceğini
düşünen her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu
durumda hadîsçiler cerh ve ta'dîl faaliyetini başlatarak, hadîs rivayet
edenleri göz altında tutmaya ve sıkı bir tenkîd süzgecinden geçirdikten sonra
güvenilir olanları olmayanlardan ayırmaya, her birinin rivayet ettiği hadîsleri
sıhhat ve zafiyet yönünden değerlendirmeye yönelmişlerdir. Hadîsçiler bu
faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadîs rivayetiyle
tanınan ve imam olarak kabul edilen Halîfe Ömer İbn Abdil-Azîztde,
[844]
sahih hadîslerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunabileceği inancı
içinde, Medine'de âmili olan Ebû Bekr Mu-hammed İbn Amr İbn Hazm'e şu emri
göndermiştir: "Hazreti Peygamberin hadîslerini, sünnetlerini, Amra Bint Abdirrahman'ın
rivayet ettiği hadîsleri araştır ve yaz; zira ben, ilmin kaybolmasından ve
ulemânın ölüp gitmelerinden korkuyorum.[845]
Her ne kadar mezkûr
haberin bazı rivayetlerinden, bu emrin yalnız Medine valisi Ebû Bekr İbn Hazm'e
yazıldığı zannma varılırsa da, diğer bazı rivayetlerden, Halîfenin, aynı emri,
idaresi altında bulunan diğer valilere ve hadîsle meşgul olan bazı ulemâya da
gönderdiği anlaşılmaktadır. Nitekim el-Hatîb'in bir rivayetinde, Halîfenin, bu
emri "Medîne ehline".
[846]
es-Suyûtî'nin Ebû Nu'aym'den naklen verdiği haberde de "her tarafa" yazdıği
[847]belirtilmiştir.
Esasen Halîfenin, tedvîn işini ciddî surette gerçekleştirmeye niyet ettiği
düşünülecek olursa, tedvinle ilgili emrini, yalnız Ebû Bekr İbn Hazm'e değil,
fakat bu işi yapmaya ehil olanların bulunduğu her tarafa göndermiş olması akla
daha yakın gelmektedir. Nitekim bu emri alanlardan birisi de, yukarıda ismini
ilk mudevvin olarak zikrettiğimiz îbn Şihâb ez-Zuhrî idi. Kendisinden
nakledilen bir haberden öğrendiğimize göre ez-Zuhrî şöyle demektedir:
"Ömer İbn Abdi'1-Azîz bize sünenin toplanmasını emretti. Ona defter
defter yazdık. O da idaresi altında bulunan her yere bu defterlerden birer
nüsha gönderdi".
[848]
Ömer İbn
Abdi'1-Azîz'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı
hadîsleri Halîfeye gönderen kimse, yine ez-Zuhrî olmuştur. Zira aynı emri alan
Ebû Bekr îbn Hazm, işi nihayete erdirip yazdığı kitapları göndermeden Halîfe
vefat etmiş, topladığı hadîsler de kendi elinde kalmıştır
[849]Mâlik
îbn Enes'in, sonradan, "bu kitapların ne olduğunu Ebû Bekr İbn Hazm'ın
oğlu Abdullah'a sordum; kaybolduğunu söyledi" demesi de
[850]konu
ile ilgili olarak zikrettiğimiz diğer haberlerin doğruluğunu teyîd eder.
Mezkûr haberler,
tedvîn faaliyetinin ez-Zuhrî ile başladığını ve Halîfe Ömer İbn Abdi'1-Azîz'in
emri ile resmiyet kazandığını açıkça göstermektedir. Ancak dikkat edilmesi ve
yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa burada işaret etmekte fayda vardır:
Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun
muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında
değildir. Hadîs kitabetinin daha Hazreti
Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gö-zönünde
bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören
bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan
kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs
tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber
ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha
geniş ve semereli olması sebebiyledir. Ma'mer İbn Râşid'in "biz, ez-Zuhrî'den pek çok hadîs
Öğrendiğimizi zannederdik; fakat Halîfe el-Velîd İbn Yezîd Öldürülüp de (126)
hazinelerinden Mervân ailesi için ez-Zuhrî'den yazılan ilmin kitaplar halinde
hayvan sırtında taşındığını görünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az
olduğunu anladık" sözü'[851]
ez-Zuhrî'nin bu sahadaki faaliyetinin büyüklüğüne delâlet ettiği gibi, o devirde
ondan başka herhangi bir hadîsçi hakkında da söylenmemiştir.
[852]
Birinci hicrî asrın
sonu ile ikinci hicrî asrın başı, hadîs tedvininin başlangıcı kabul edilmekle
beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından
sonraki devreye rastlar. Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyeti üe ilgili olarak Salih
îbn Keysân'dan naklen yukarıda zikrettiğimiz haber hatırlanacak olursa,
ez-Zuhrî'nin Hazreti Peygamberden gelen sünen yanında, sünnetten olduğu görüşü
ile sahabeden gelen haberleri de toplayıp yazdığı görülecektir. Hattâ
Ebu'z-Zinâd'ın aynı manâda söylediği "biz, helâl ve haramla ilgili
haberleri yazardık. İbn Şihâb ez-Zuhrî ise, işittiği her şeyi yazıyordu"
sözü, ez-Zuhrî'nin, Hazreti Peygamberin hadîslerinden başka diğer birçok söz ve
haberleri de topladığım göstermektedir. İşte bu durum, ez-Zuhrî ile başlayan
tedvîn faaliyetinin ilk devredeki genel görünüşünün bir yanını teşkil eder. Bu
görünüşün diğer yanı ise, tıpkı Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda
bazı sahabîlerin ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazdıkları
gibi, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberlerin aynı şekilde ve
basit bir sıra ile yazılmış olmasıdır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın,
aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu
kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir
zaman sonra hadîsçüer tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar
Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse
bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin
gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması
cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu
ile ilgili bölümde yer alıyor ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin
salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması
sağlanmış oluyordu. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri,
sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren ve Musned denilen hadîs
kitapları da ortaya çıkmıştı.
Mustalahu'l-hadîse dâir
ilk tedvîn edilen eserin
müellifi olan er-Râmahurmuzî (Ö. 360), ilk musannıflar
hakkında bize şu bilgiyi vermiştir:
"Bildiğime göre
hadîsleri ilk defa tasnîf edip bâblara ayıran kimse, Basra'da er-Rabî1 İbvn
Subeyh (Ö. 160), Sa'îd İbn Ebî Arûbe (Ö. 156), Yemeiı'de Abd diye adlandırılan
Hâlid İbn Cemîl ve Ma'mer İbn Râşid (Ö. 153), Mekke'de İbn Cureyc (Ö. 150),
sonra Kûfe'de Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Basra'da Hammâd İbn Seleme (Ö. 167) ve
yine Mekke'de Sufyân ibn Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd îbn Müslim (Ö. 195),
Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Hamîd (Ö. 182), Horasan ve Merv'de Abdullah
İbnu'l-Mübarek (Ö. 181), Vâsıfta Hu-şeym îbn Beşîr (Ö. 193) ve bu asırda
Kûfe'de îbn Ebî Za'ide (Ö. 193), îbn Fu-dayl (Ö: 196) ve daha sonraları
Yemen'de Abdurrazzâk îbn Hemnıâm (Ö. 211) ve Ebû Kurra Mûsâ îbn Târik
olmuştur".
[853]
îbn Hacer de,
hadîslerin Hazreti Peygamber, ashabı ve kibâr-ı tâbi'în devrinde tedvîn
edilmediğine temasla şu bilgiyi vermiştir: "...Bu devirde hadîsler iki
sebepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in
Sahîh'inde de sabit olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîm'le karışma korkusundan dolayı
sahabenin tedvînden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının vüs'ati ve
zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin
sonlarına doğru ulemânın muhtelif şehirlere dağılması, Havâric, Ravâfız ve
kader münkirleri gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsârın tedvîni ve
bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe İlk defa girişenlerin başında er-Rabî' İbn
Subeyh, Sa'îd îbn Ebî Arûbe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye
kadar her babı ayrı ayrı tasnîf ediyorlardı, îmam Mâlik, el-Muvattâ adını
verdiği kitabını tasnîf etti. Bu kitapta Hicaz ehlinin hadîsini toplamış,
sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezcederek onu
telîf etmişti..."
[854]
Er-Râmahurmuzî'nin ilk
musannıflardan verdiği bazı isimleri yukarıda zikretmiştik. İkinci asırda kitap
tasnîf edenlerin hepsi, şüphesiz, bu isimlerden ibaret değildir. Bununla
beraber bu isimler, çoğunun eserleri zamanımıza kadar intikal etmemiş olsa
bile, tasnîf faaliyetinin, İslâm'ın çok erken bir devrinde başladığını
göstermesi bakımından büyük ehemmiyeti hâizdir.
îkinci asırda telîf ve
tasnîf edilmeye başlanan hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak
mümkündür:
a) Siyer ve
nıağazî kitapları;
b) Sünen
kitapları;
c) Câmi'ler;
d)
Musannaflar;
e) Belirli
bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
[855]
İslâm'ın
başlangıcından itibaren müslümanlann, Hazreti Peygamberin hadîslerine büyük
ilgi duydukları, onları sahîfeler veya büyük hacimde kitaplar halinde yazıp
topladıkları malûmdur. Bu hadîsler arasında onun ibâdât, muamelât ve ukûbâta
âit sözleri bulunduğu gibi, ahlâkına, şemailine, Mekke ve Medine hayatına ve
gazvelerine âit haberler de yer alıyordu. Tedvin devri başladığı zaman, bazı
müellifler, Hazreti Peygamberin dînle ilgili hadîslerini toplarken, bazıları
da, Mekke ve Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî
hayatı, fiil ve davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili
haberleri toplamayı ihmal etmediler. Bu haberler, müslümanlann alışık oldukları
hadîs görünümünde nakledildiği için, dâima onları nakledenlerin isimlerini
ihtiva eden birer isnad zincirine bağlanmış ve mevsûkıyetleri de, umumiyetle,
bu isnadlarda yer alan râvilerin güvenilir olup olmamaları ile tesbît
edilmiştir.
Hazreti Peygamberin sîret
ve mağazîsine tahsis ve hadîs usûlü ilminin kaidelerine uygun bir şekilde
tasnîf edilen bu kitaplar, daha sonraki devirlerde ortaya çıkacak olan büyük
hacimdeki târihî eserlerin ilk denemeleri sayılabilir. Nitekim bu eserlerde de
rivayet usûlü terkedilmemiş ve her târihî haber, hadîslerde görüldüğü gibi bir
isnad zincirine bağlı olarak nakledilmiştir. Bu bakımdan İslâm'da târih
bilimi, hadîs ilminin içinden çıkan ve onun tenkîd ve tevsîk metodlarından
yararlanarak gelişen bir branş olarak görülür.
Siyer ve mağazî ile
ilgili ilk kitaplar, birinci asrın sonlarına doğru tasnîf edilmeye başlamıştır.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre, ilk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin
tanınmış âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Ebû Amr eş-Şa'bî (Ö.
103), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Mûsâ îbn Ukbe (Ö. 141), İbn îshâk (Ö. 150),
Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195) gibi isimler vardır.
İkinci asırda Hazreti
Peygamberin sîretine tahsîs edilmiş ilk kitabın ise, yukarıda Mağazî'sine işaret
ettiğimiz İbn Şihâb ez-Zuhrî tarafından telîf edildiği söylenir.
[856]Keza
İbnu'n-Nedîm'in işaret ettiğine göre,
Mağazî sahibi İbn İshâk'ın da bir Kitâbu's-Sîre'&i vardır
[857]
Fıkıh bâblarma göre
tasnîf edilmiş ahkâm hadîslerini ihtiva eden kitaplara Sünen adı varilmiştir.
Bu kitaplarda yer alan hadîsler, Hazreti Peygamberin söz, fîil ve
takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan haberlerdir.
Bu bakımdan
sunenlerde, mevkuf ve maktu olan, yâni sahabe ve tâbi'ûnun kendilerine âit bulunan
söz veya fiillerine yer verilmez''.[858]
Ahkâm hadîsleri, umumiyetle, insanların Allah'a karşı olan kulluk görevleriyle,
kendi aralarında biribirlerine karşı
olan insanlık görevlerini
ve biribirleriyle
münâsebetlerini düzenleyen hükümleri muhtevî nasslardır. Bu bakımdan, bir Sünen
kitabında yer alan hadîsleri, ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit olmaları
itibariyle üç gurupta toplamak mümkündür. Buna göre, bir Sunen'in muhtevası
incelenecek olursa, umumiyetle şu konulardaki hadîslerin tasnîfe tâbi
tutuldukları görü]ür: Taharet, salât,, zekât, hacc, savm, nikâh, talâk, cihâd,
vasıyyet, ferâiz, harâc, cenaze, yemîn ve nezîr, buyu', akzıye, eşribe, at'ıme,
tıb, libâs, fiten, melâhım, hudûd, diyât, sunne, edeb. Bu konuların her biri
"kitâb" başlığı altında zikredilir: Kitâbu't-tahâre, Kitâbu's-salât,
Kitâbu'z-zekât gibi...Her kitâb da, konusunun genişliğine göre muhtelif sayıda
"bâb" lara ayrılır.
İkinci asrm başlarında
tedvin ve tasnîf faaliyetinin başlaması ile ortaya çıkan ilk hadîs eserleri Sünen
denilen bu çeşit koleksiyonlar olmuştur. Bu asırda Sünen tasnîf eden bazı
hadîsçiler şunlardır:
Mekhûl eş-Şâmî (Ö.
112), Abdu'l-Melik İbn Abdi'1-Azîz İbn Cureyc (Ö. 150), Sa'îd îbn Ebî Arûbe (Ö.
156), İbn Ebî Zi'b el-Kuraşî (Ö. 159), îbrahîm İbn Tahmân (Ö. 163), Hammâd îbn
Seleme (Ö. 167), Abdullah İbnu'I-Mubârek (Ö. 181), Yahya İbn Zekeriyyâ îbn Ebî
Zâ'ide (Ö. 183), Huşeym îbn Beşîr (Ö. 183), el-Velîd îbn Muslini (Ö. 195),
Muhammed îbn Fuzayl (Ö. 195).
[859]
İkinci asırda tasnîf
edilen bazı hadîs kitaplarına da Cami' adı verilmiştir. Câmi'ler de Sunen'ler
gibi ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri
ihtiva ederler; ancak Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla
ilgili hadîslerden ibaret değildir. Bunlara ilâveten, Câmi'lerde, çok daha
değişik konulardaki hadîslere de yer verilmiştir. Meselâ Câmi'lerde bulunan
Kur'ân'm faziletleri, tefsiri, yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler,
menâkıb, Hazreti Peygamberin sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının
faziletleri, îman, tevhîd ve bunun gibi diğer bazı konulara âit hadîslere
Sunenlerde rastlanmaz. Bu bakımdan Câmi'ler, ismin de delâlet ettiği gibi, akla
gelebilecek her konudaki müşkilin halli için başvurulabilecek mufassal hadîs
koleksiyonları sayılır.
İkinci asırda Cami'
adı verilen bu tip eserlerin ilk musannifi Ma'nıer İbn Râşid el-Ezdî
(Ö.153)'dir. İki yazma nüshası zamanımıza kadar intikal eden ve Abdurrazzâk İbn
Hemmâm'm Musannaf adlı eserinin sonunda neşredilen bu kitap, hadîs târihi yönünden
büyük önemi hâizdir.
El-Câmi'u'l-Kebîr ve
el~Câ?ni'u's-Sağîr adlı iki eseriyle Sufyân es-Sevrî (Ö. 161), Rabî1 İbn Habîb
el-Bısrî (Ö. 170), Abdullah İbn Vehb (Ö. 197) ve Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198), bu
asırda Cami' tasnif eden hadîsçilerdir.
[860]
İkinci asırda ortaya
çıkan ve Musannaf denilen bazı hadîs kitapları vardır ki, bunlar, Sünen denilen
hadîs kitaplarından ayrı bir özellik taşımazlar. Muhtemelen bu eserlerde de
fıkıh ahkâmına müteallik hadîsler tasnife tâbi tutuldukları için, yapılan işe
delâlet etmek üzere, musannaf tabiri kullanılmıştır. Bununla beraber, şuna da
işaret edebiliriz ki, Mu-sannafl&r, Cami' denilen eserler gibi her konudaki
hadîsleri ihtiva etmeseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer
alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer vermişerdir. Bu bakımdan
Musannaflan, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında
mütalâ etmek mümkündür.
İkinci asırda Musannaf
denilen eserleriyle şöhret kazanmış imamlar, Hammâd îbn Seleme (Ö. 167), Vekî
İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197)'dır. Ancak Îbnu'n-Nedîm, Fihristinde (s. 133), her iki
Musannaf'ı da Kitâbu's-Sunen adı altında zikretmiştir ki, bu, bizim Sünen 'ler
ile Musannaflecr arasında büyük bir fark bulunmadığına dâir biraz önce işaret
ettiğimiz görüşü doğrular.
[861]
İkinci asırda te'lîf edilen hadîs
kitaplarından bir kısmının da, Camilere vücût veren çeşitli konulardan birine
tahsis edildikleri görülür. Sünen olsun Cami' olsun, musannaf eserlerde bu
konular, umumiyetle "kitab" adı altında zikredüdikleri için, belirli
bir konuya tahsis edilmiş müs-tekıl eserlere de umumiyetle "Kitâb"
adı verilmiştir.
Sufyân es-Sevrî (Ö.
161)'nin Kitâbu'l-Ferâ'iz ve Kitâbu't-Tefsîr'i; Zaide îbn Kudârne (Ö. Ö.
161)'nin Kitâbu'l-Menâkıb, Kitâbu'z-Zuhd ve Kitâbu't-Tefsîr'i; İbrahim İbn
Tahmân (Ö. 163)'ın Kitâbu'l-Menâkıb, Kitâbu'l-Iydeyn ve Kitâbu't-Tefsîr'i;
Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181)'in Kitâbu'z-Zuhd ve'r-Rakâ'ik, Kitâbu'l-Birr
ve's-Sıla, Kitâbu't-Tefsîr ve Kitâbu'l-Cihâd'ı; Huşeym îbn Beşîr (Ö. 183)'in
Kitâbu't-Tefsîr'i; îsmâ'îl îbn Uleyye (Ö. 193)'nin Kitâbu't-Tahâre,
Kitâbu's-Salât, Kitâbu'l-Menâsik ve Kitâbu't-Tefsîr'i; îshâk İbn Yûsuf el-Ezrak
(Ö. 195)'ın Kitâbu's-Salât, Kitâbu'l-Menâsik ve Kitâbu'l-Kırâ'ât'ı; Muhammed
îbn Fuzayl ez-Zabbî
(Ö. 195)'nin Kitâbu'd-Du'â,
Kitâbu'z-Zuhd, Kitâbu's-Sıyâm ve
Kitâbu't-Tefsîr'i; Vekî1 İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197)'ın Kitâbu'z-Zuhd ve
Kitâbu't-Tefsîr'i, bunlardan bazılarıdır.
Burada, musannaf hadîs
eserlerinden olmakla beraber, Sünen ve Câmi'lerden farklı olarak değişik bir
isimle zikredilen ve ikinci asrın ortalarında hadîs târihine girmiş bulunan
bir kitaba da işaret etmek gerekir. Bu kitap, el-Muvattâ' adiyle şöhret
kazanmıştır ve musannifi da, kitabı kadar şöhrete ulaşmış olan büyük İmam Mâlik
İbn Enes (Ö. 179)'tir.
[862]
Kendi adı altında
kurulmuş olan fıkıh mezhebi Mâlikiyye'nin meşhur İmamı, aynı zamanda, Hazreti
Peygamberle birlikte birçok gazvelere iştirak etmiş olan sahabî Ebû Âmir'in
torunu Mâlik îbn Enes, 93 senesinde Medine'de dünyaya gelmiş ve uzun müddet
yanından ayrılmadığı Ab-durrahman îbn Hurmuz başta olmak üzere, Medine'nin
diğer âlimlerinden ilim almıştır. Hadîs işittiği meşhur imamlar arasında îbn
Ömer'in kölesi Nâfi', Muhammed İbnu'l-Munkedir, Ebu'z-Zubeyr, İbn Şihâb
ez-Zuhrî, Âmir İbn Abdillah, Abdullah İbn Dînâr bulunur. Kendisinden rivayet
eden imamlardan bazıları ise, kendi şeyhlerinden olan Yahya İbn Sa'îd el-Ensâ1
-'.. ez-Zuhrî, İbn Cureyc, Yezîd İbn Abdillah, el-Evzâ'î, Sufyân es-Sevrî,
Sufyân îbn Uyeyne, Şu'be, Abdullah İbnu'l-Mubârek, eş-Şâfi'î, îbn Uleyye, Ebû
Hanîfe'nin talebelerinden Muhammed eş-Şeybânî ve daha birçok kimsedir.
İbn' Hacer, el-Muvattâ'm
tasnîfine tekaddüm eden devri de tavsif ederek şöyle demiştir:
"Hazreti
Peygamberin âsârı, ashabı ve kibâr-ı tâbi'în devrinde iki sebepten dolayı
camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in Sahîh'inde de
sabit olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîmle karışma korkusundan dolayı sahabenin
tedvinden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının genişliği ve zihinlerinin
akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn devrinin sonlarına doğru,
ulemânın muhtelif şehirlere dağılması, Havâric, Râfıza ve kader mükirleri gibi
gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsâruı tedvini ve bâblara göre
tasnifi başladı. Bu işe ilk defa girişenlerin başında er-Rabî1 îbn Subeyh,
Sa'îd İbn Ebî Arûbe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar
her babı ayrı ayrı tasnîf ediyorlardı. İmam Mâlik el-Muvattâ' adını verdiği
kitabını tasnîf etti. Bu kitapta, Hicaz ehlinin hadîsini toplamış, sahabenin
sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezcederek onu te'lîf
etmişti"
[863]
Hazreti Peygamberin
Hadîsleri yanında sahabenin söz ve fetvalarına da yer verilerek telîf edilen bu
kitabı, İmam Mâlik, şeyhlerine arzetmiş, onların muvafakatlarmı
bildirmelerinden sonra da ona el-Muvattâ' adını vermiştir''.
[864]İmam
el-Evzâ'î'nin, kitabı Mâlik'e kırk günde okuyup arzetmesi üzerine onun, benim,
kırk yılda telîf ettiğimi siz benden kırk günde aldınız" demesi.
[865]kitabın
telifinde gösterilen gayret ve titizliğe delâlet eder.
İmam Mâlik'in,
hadîslerin kabulünde gösterdiği büyük ihtiyat ve hadîs râvileri hakkında
giriştiği şiddetli cerh dolayısıyle, Muvattâ'ı, en sahîh hadîs kitapları
arasında yer almıştır. Nitekim eş-Şâfi'î, "yeryüzünde ilim yönünden
Mâlik'in kitabından daha sahîh bir kitabın bulunduğunu bilmiyorum" derken
bu gerçeği ifade etmiştir.
[866]Her
ne kadar gerek İbnu's-Salâh ve gerekse îbn Kesîr, eş-Şâfi'î'nin, el-Buhârî ve
Müslim'in, Sahihlerini telîf etmeden önce bu sözü söylediğim, zira el-Muvattâ'm
tasnif edildiği devirde İbn Cureyc, İbn İshâk, Ebû Kurra Mûsâ İbn Târik,
Abdurrazzâk İbn Hemmâm ve daha birçok kimsenin Musannafl&m bulunduğunu ve
el-Muvattâ'm bunlardan daha sahîh ve faydalı olduğunu söylemişlerse de
[867]bazı
imamların, el-Muöttttffı Sahîhâfı'm telifinden sonra da en sahîh kitap kabul
eden görüşleri yine baki kalmıştır.
Muvattâ'da yer alan
hadîslerin sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu konudaki
ihtilâfın, Mâlik'ten rivayet edilen Muvattâ' nüshalarının çokluğundan ve her
bir nüshanın birbirinden farklı oluşundan ileri geldiğine şüphe yoktur; zira
bazılarında bulunan fazlalıklar, diğer bazılarında mevcut değildir.
Es-Suyûtî'nin Ebû Bekr el-Ebhurî'den naklen verdiği rakamlara göre, Hazreti
Peygamber ile sahabe ve tâbi'ûndan gelen asarın hepsi 1720'dir. Bunların musned
olanları 600, mursel olanları da 222'dir. 613 mevkuf, 285'de maktu, yâni tâbi'î
sözleri vardır.
[868]
Mâlik'in bu hadîsleri
naklinde takîp ettiği yol, umumiyetle, konunun başında, Hazreti Peygamberden
gelen hadisleri, sonra da sahabe ve tâbi'ûndan vârid olan âsârı vermek
olmuştur. Sahabe ve tâbi'ûndan tercîh ettiği kimselerin hemen hepsi Medîneli
olanlardır; çünkü Mâlik, Medine dışına çıkmamıştır. Bazen hadîsin akabinde,
Medine'de üzerinde ittifak olunan bir re'yi, veya ameli, bazen de herhangi bir
kelime ile ilgili tefsiri, veya bir cümlenin izahını vermiştir. Bu bakımdan
Muvattâ', muhtevası itibariyle hem bir hadîs kitabı, hem de bir fıkıh
kitabıdır.
[869]
Birinci asrın
sonlarına doğru, önce
tedvin, daha sonra
tasnîf fa-
aliyetinin başlaması
üzerine telîf edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadîs eserlerini,
siyer ve mağâzî, sünen, cami, musannaf ve belirli konulara tahsis edilenler
olmak üzere beş guruba ayırarak zikretmiştik. Üçüncü asırda ise, bu faaliyet
daha çok süratlenmiş ve vücûda getirilen eserlerle bu asır, hadîs târihinin en
parlak devri olmuştur. Bir taraftan yukarıda zikrettiğimiz beş gurupla ilgili
yeni ve daha güvenilir eserler tasnîf edilirken, diğer taraftan, bu guruplar
dışında yeni tasnîf şekilleri ortaya çıkmış ve hadîs ilminin çeşitli
konularında ve bilhassa usûle müteallik kitaplar telîf edilmeye başlamıştır,
El-Buhârî, Müslim, en-Nesâ'î, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve İbn Mâce gibi imamlar,
Cami' ve Sunen'lerini bu asırda tasnîf ederek Kutub-i Süte adiyle maruf olan ve
Kur'ân-ı Kerîm'den sonra İslâm'ın en jnühim kaynakları sayılan altı sahîh
kitaba vücût vermişlerdir.
Burada, üçünü asırda
telîf edilen eserlerden bazılarını, daha önce verilen sıraya uygun olarak
zikredeceğiz:
[870]
İslâm târihinin ilk ve
temel kaynağını teşkil eden ve birinci asrın ikinci yarısından itibaren
telifine başlanan siyer ve mağâzîler, üçüncü asırda da ehemmiyetini muhafaza
etmiştir. Bu asrın başlarında vefat eden Ebû Ab-dülah Muhammed İbn Ömer
el-Vâkıdî (Ö. 207), Şâm, Mısır, Irak ve Afrika gibi çeşitli ülkelerin fethi ile
ilgili olarak telîf ettiği eserler yanında, Kitâbu'I-Mağâzî ve Kitâbu's-Sîre
adlı eserleriyle de şöhret kazanmış ve bu sahanın büyük üstadlarından biri
sayılmıştır. Maamafih İbn îshâk'ın Mağâzî'sini ihtisar ederek, yeni ilâvelerle
ona ayrı bir değer kazandıran Ebû Muhammed Abdu'l-Melik îbn Hişâm (Ö. 218) ise,
Sİret İbn Hişâm denilen eseriyle şöhret kazanmıştır. Bugün bu eser, kendi
sahasında başvurulan en önemli kaynaklardan biri sayılır.
Ebû Ahmed Muhammed İbn
Â'iz (Ö. 233)'in Kitâbu'l-Mağâzî'si de üçüncü asırda telîf edilen eserler
arasındadır.
[871]
Üçüncü asırda ortaya
çıkan ve hadîsleri, diğer hadîs eserlerinden farklı bir şekilde tasnife tâbi
tutan kitaplar, Musned'lerdir. Sünen, Musannaf ve Cami' adı verilen eserlerde
hadîslerin konularına göre tasnîf edildiğini, her müstekıl konuya kitâb
denildiğini ve kitab'm da, konunun genişliğine göre muhtelif sayıda bâb'lara
ayrıldığını yukarıda zikretmiştik. İlk defa üçüncü asırda ortaya çıkan ve
Musned denilen hadîs eserlerinde ise, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi,
farklı bir tasnîf yolu takîp edilmiştir. Bu eserlerde, hadîslerin konuları
nazarı dikkata alınmamış, fakat, kitaba alınması düşünülen hadîsler, ya onları
rivayet eden sahabî, yahutta sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında
biraraya getirilmiştir. Bu suretle meselâ, Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden rivayet ettiği
hadîsler, konuları ne olursa olsun Ebû Hureyre ismi altında, İbn Abbâs'in
rivayet ettiği hadîsler de, keza İbn Abbâs'ın ismi altında biraraya
getirilerek, muhtelif sahabîlerin hadîslerinden müteşekkil bir kitap telîf
edilmiştir. Musned kelimesinin, lügat yönünden "isnad edilmiş"
manâsına geldiği gözönünde bulundurulursa, musned eserlerde, Hazreti Peygamberden
rivayet edilen hadîslerin isnad edildikleri şahabı râvilerine delâlet etmek
üzere bu çeşit eserlere Musned denildiği kolayca anlaşılır.
Musnedlerin bazen,
hadîslerin sahabî râvilerinden sonraki rical isimlerine göre de tertip
edildikleri görülür. Meselâ Ebû Hanîfe tarafından rivayet edilen hadîsler, Ebû
Hanîfe'nin ismi altında, yahut eş-Şâfi'î tarafından rivayet edilen hadîsler de
eş-Şâfi'î'nin ismi altında biraraya getirilirse, bir musned telîf edilmiş olur.
Nitekim daha sonraki devirlerde Ebû Hanîfe'nin rivayet etmiş olduğu hadîsler
bir kitap içinde toplanmış ve bir Musnedu Ebî Hanîfe meydana getirilmiştir.
Musnedlerin ilk defa
üçüncü asırda telîf edilmeye başlandığına yukarıda işaret etmiştik.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre, bu evveliyat, bazı hadîsçiler tarafından Ebû
Dâvûd et-Tayâlisî (Ö. 203, 204)'ye nisbet edilmiş ve ilk Musned'in onun
tarafından telîf edildiği ileri sürülmüştür.
Ebû Dâvûd'tan sonra
daha pek çok kimse Musned tasnîf etmiştir. Hadîs târihi ile ilgili eserlerde,
Musned tasnîf edenlerin altmışın üzerinde isim ihtiva eden listelerini bulmak
mümkündür. Bunlar arasında Musned'i en çok şöhret kazanan imam Ahmed İbn
Hanbel'dir. Ebû Abdillah Ahmed İbn Muhammed îbn Hanbel, 164 senesinde Bağdâd'ta
doğmuştur. Henüz küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin talebesi Ebû Yûsufun fıkıhla
ilgili derslerine devam etmiş ise de, bu fıkhın daha ziyade re'ye müstenid
olması do-layısıyle Ahmed İbn Hanbel'i cezbetmemiş, bir müddet sonra Ebû
Yûsufun derslerini terketmiş, ondan yazdığı re'yle ilgili kitaplara da bir daha
iltifat etmemiştir'.
[872]
Ahmed İbn Hanbel, Ebû
Yûsuftan ayrıldıktan sonra, hadîs imamlarından Huşeym İbn Beşîr el-Vâsıtî (Ö.
183) ile karşılaşmış ve onun vefatına kadar dört sene müddetle ondan hadîs
dinlemiş, muhtemelen Sunen'inin bazı bölümlerini de yazmıştır.
186 senesine kadar
Bağdad'tan ayrılmayan Ahmed îbn Hanbel, bu seneden sonra, Küfe, Basra, Hicaz
ve Yemen'e seyahat etmiş ve oralarda bulunan âlimlerden hadîs almıştır. Bu
arada dört defa da hacc farizasını îfa etmiştir. Hacc için yaptığı seferlerin
ilkinde İmam eş-Şâfı'î ile karşılaşmış ve
ondan
Kureyş ensabı ile bazı hadîslerini yazmıştır'.
[873]
Ahmed İbn Hanbel, 40
yaşma kadar hadîs öğrenmek v£ ilmini artırmak için çalışmış, seyahat etmiş,
fakat bu müddet zarfında hadîs rivayet etmekten şiddetle kaçınmıştır. Hazreti
Peygambere sevgisi ve onun sünnetine bağlılığı, onu bu şekilde hareket etmeye
sevketmiştir; çünkü örnek aldığı büyük insanın peygamberliği de bu yaşta
başlamıştı.
Ahmed îbn Hanbel, 40
yaşından sonra hadîs rivayet etmeye ve ders vermeye başladığı zaman, ilminin en
yüksek mertebesine erişmiş, hadîsle ilgili meselelere vukufu, şeyhleri ve
akranları arasında büyük bir şöhrete kavuşmuş bulunuyordu. Şeyhi Abdurrazzâk
İbn Hemmâm (Ö. 211), onu diğer şeyhlerle mukayese ederek şöyle der: "Bize
en kudretli hafız eş-Şâzkûnî geldi; hadîs ricalini en iyi bilen Yahya İbn Ma'în
geldi; fakat bunların hepsini birden kendi şahsında cemeden Ahmed îbn Hanbel
gibi bir imam daha gelmedi"
[874]
Ahmed İbn Hanbel'in fıkıh sahasındaki bilgisinin büyük bir kısmı, sahabeden
gelen kavil ve fetvalara dayanır. Bunlar, Kitap ve sünnetten sonra Dînin en
mühim kaynağını teşkîl ederler. Çünkü sahabîler, Hazreti Peygamberle birlikte
yaşamış, onun söz, fiil ve takrirlerin? tam manâsıyle vâkıf olmuş kimselerdir.
Kavilleri ve fetvaları, Kur'ân'ın nass-larma, yahut Hazreti Peygamberin
ictihadlarına başkalarınmkinden daha yakın ve gerçeğe daha uygundur. Bu sebeple
sahabeden gelen her eser, Hazreti Peygamberin hadîsi mertebesinde olmasa bile,
hadîsten sonra başvurulması gereken en kuvvetli delildir. İşte Ahmed îbn
Hanbel, bu görüşe bağlı kalarak, mecbur olmadıkça fetva vermemiş, veya kendi
re'yi ile hüküm istinbat ve istihracında bulunmamıştır. Küçüklüğünde Ebû
Yûsufun derslerini terketmesine ve re'y fıkhına iltifat etmemesine sebep olan
başlıca âmil de, herhalde bu görüş olacaktır. Yetiştiği çevre onu bu şekilde
hazırlamıştır.
Ahmed İbn Hanbel,
telîf ettiği Musned adlı eseriyle de büyük şöhret kazanmıştır. Bir müslümamn
dînî. konularda ihtiyaç duyduğu her meselenin çözümünde başvurabileceği
hadîsleri ihtiva etmesi bakımından büyük ehemmiyeti hâiz olan bu kitap, bütün
hadîs imamlarının takdirini kazanmış ve hadîste dâima başvurulan bir kaynak
olmuştur. Bu Musned de, Ahmed İbn Hanbel'in yaşadığı asırda telîf edilen diğer
Musned'ler gibi sahabî isimlerine göre tertîp edilmiş ve her hadîs, konusu
nazar-ı dikkate alınmaksızın, onu Hazreti Peygamberden rivayet eden sahabînin
ismi altında zikredilmek suretiyle birer sahabî musnedi meydana getirilmiştir.
Ebû Bekr es-Sıddîk'm musnediyle başlayan eserde, Önce Ebû Bekr tarafından
rivayet edilen hadîsler zikredilmiş, bunu sırasryle Hulefâ-i Râşidînin ve diğer
sahabîlerin musnedleri takîp etmiştir.
Âhmed
İbn Hanbel, Musned'mi, 700 binin üzerinde topladığı hadîsler arasından şeçtikleriyle
meydana getirmiştir. Musned'dç mevcut hadîslerin kesin bir sayımı yapılmamış
olmakla beraber, mükerrerlerle birlikte 40 bine, mükerrerler hâriç, 30 bine
yakın hadîs bulunduğu söylenir.[875] Bununla
beraber kitabın, bütün sahîh hadîsleri içine aldığı elbette ki ileri sürülemez.
Nitekim İbn Kesîr de bu hususa işaret ederek, pek çok hadîsin Musned'in dışında
kaldığını, hattâ ileri sürüldüğüne göre, Sahîhân'da hadîsleri bulunan 200 kadar
sahabînin Musned'de yer almadığını söylemiştir.[876]
Musned, Ahmed İbn
Hanbel'in hayatında iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel
tarafından Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Musned'i bu
üç kişi dışında Ahmed İbn Hanbel'den işiten olmamıştır.
[877]Ne
var ki bugünkü Musned nüshası, Abdullah îbn Ahmed'in babasından rivayet ettiği
nüsha olmakla beraber, bu nüshaya, Abdullah'ın başkalarından işittiği
hadîslerle, nüshayı Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekr el-Katî'î'nin bazı
hadîsleri de ilâve edilmiş; bu ilâveler fazla bir yekûn tutmasa bile, bizzat
Ahmed İbn Hanbel'in telifi olan Musned'ç bazı gölgeler düşürmüştür.
Musned'te yer alan
hadîslerin sıhhat derecesi hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Bazılarına göre Musned'te bulunan hadîsler hüccettir. Bu görüşte olanların
İstinad ettikleri en önemli delil, Hanbel İbn İshâk'm, amcası Ahmed İbn
Hanbel'den naklettiği sözlerdir. Hanbel şöyle der: "Amcam, beni, oğulları
Salih ve Abdullah'ı topladı. Musned'i bize okudu. Bu sebeple bizden başka onu
tam olarak amcamdan işiten yoktur. Sonra bize dedi ki: Bu kitabı ben,
topladığım 750 bin hadîs içinden titizlikle telîf ettim. Müslümanlar Hazreti
Peygamberin bir hadîsinde ihtilâfa düştükleri zaman buna müracaat etsinler. Bu
kitapta buldukları her hadîs bir hüccettir".
[878] Ebû
Mûsâ el-Medînî de, bu görüşe uygun olarak şöyle der: "Bu kitap, hadîsçiler
için büyük bir asıl, güvenilir bir kaynaktır. İşitilmiş pek çok hadîs arasından
seçilip telîf edilmiş ve onu, mutemed bir imam, ihtilâf
halinde müracaat
edilen bir kaynak kılmıştır".
[879]
Musned'in hadîsleri hakkında
ileri sürülen diğer bir görüş, aralarında zayıf ve hattâ mevzu (uydurma)
olanlarında bulunduğunu göstermektedir. Bu görüşün temsilcilerinden olan
el-Irâkî, yukarıda ismi geçen Ebû Mûsâ el-Medînî'ye ve onun Ahmed İbn
Hanbel'den naklettiği "hadîs eğer Musned'te yoksa hüccet değildir"
sözüne itirazda bulunarak şöyle der: "Bu söz açık değildir. Eğer bununla,
Musned'te bulunan her hadîsin hüccet olduğu, bulunmayanların da hüccet
olmadığı kasdedilmiş ise, Sahîhân'da yer alan bazı hadîslere Musned'te rastlanmamaktadır.
Zayıf hadîslerin mevcudiyeti ise, muhakkaktır. Hattâ mevzu hadîsler bile vardır
ve ben bunları bir cüzde to-lamış bulunuyorum. Ahmed İbn Hanbel'in oğlu
Abdullah tarafından Mus-ned'e ilâve edilmiş hadîsler arasında zayıf ve mevzu
olanlar da vardır"'.
[880]
Maamafih îbn Hacer,
el-Irâkî'nin bir cüzde topladığını söylediği Mus-ned'in sayıları sadece dokuz
olan mevzu hadîslerini ele almış, bunlara İbnu'l-Cevzî'nin Meu.2Û'ât'ında
zikrettiği diğer bazı Musned hadîslerini d< ilâve ederek, her birinin asılları
bulunduğunu göstermeye ve mevzu ji-dukları iddiasını çürütmeye çalışmıştır.
[881]
Nitekim es-Suyûtî'nin de naklettiği gibi İbn Hacer, Musned'in hadîsleri
hakkında şöyle demiştir: "Musned'te üç veya dört hadîs müstesna, aslı
bulunmayan hiçbir hadîs yoktur. Bu üç veya dört hadîs ise, ya üzeri çizilmesi
emredildiği halde unutulan, ya-hutta çizildikten sonra üzerinden tekrar yazılan
hadîslerden ibarettir"'.
[882]
Netice itibariyle
Ahmed İbn Hanbel'in Musned'i, müslümanlar arasında büyük itibar görmüş bir
hadîs mecmuasıdır. İçerisinde yer alan bir kaç şüpheli hadîs, mevcut hadîslerin
çokluğuna nisbetle mecmuanın bütününe gölge düşürecek mahiyette değildir ve
bunlar da Ahmed İbn Hanbel'in rivayetinden olmayıp Abdullah ve ondan rivayet
eden el-Katî'î'nin ilâve ettikleri hadîsler arasındadır. Ahmed İbn Hanbel'in
Kitâbu'l-üel ve ma'rifeti'r-ricâl'ini gözden geçirenler, onun, ılel ve rical
hakkında geniş bilgisini ve hadîslerin seçiminde gösterdiği büyük titizliği
kolayca tesbît edebilirler. Böyle bir bilgi ve titizliğin semeresi olan
Musned'in kıymetide elbette o derece yüksek olmak gerekir.
[883]
Fıkıh bâblanna göre
tasnîf edilmiş ahkâm hadîslerim ihtiva eden ve Sünen denilen kitapların ikinci
asrın başlarından itibaren telîf edilmeye
başlandığını
daha Önce zikretmiştik. Bu çeşit kitapların tasnîfi üçüncü asırdda devanı
etmiş ve bu asrın İkinci yarısında, hadîs tarihinin en meşhur S.unen'\eri
ortaya çıkmıştır. Altı sahîh hadîs kitabı (Kutub-i Sitte) içinde yer alan ve
yirminin üzerinde telîf edilen Sunen'ler arasından seçilen dört Sünen (Sunen-i
Erbe'a), bu asrın en Önemli eserleridir. Bunlar, sırasıyle En-Nesâ'î'nin
Sunen'i, Ebû Davud'un Sunen'i, et-Tirmizî ve İbn Mâce'nin Sünen 'leridir.
[884]
Ebû Abdirrahman Ahmed
İbn Şu'ayb En-Nesâ'î, 215 senesinde Horasan'ın Nisa' kasabasında doğmuştur.
Onbeş yaşında iken Kuteybe İbn Sa'îd el-Belhî'ye seyahat etmiş, ondört ay
yanında kalarak ondan hadîs işit-miştir. Bundan sonra bütün Horasan'ı, Hicaz,
Irak, Suriye ve Mısır'ı dolaşarak oralarda bulunan hadîsçilerden hadîs
tolamıştır.
En-Nesâ'î, hadîs
ilminde ve bilhassa râvilerin cerh ve ta'dîlinde, zamanının başvurulan ve
görüşü alman imamlarından biri olmuştur. Et-Tâc es-Subkî'nin, babası İmam es-Subkî'den
ve hafız ez-Zehebî'den naklettiğine göre, en-Nesâ'î, Sahîh sahibi Müslim
Îbnu'l-Haccâc'tan daha hafızdır ve Sunen'i de Sahîhân'dan sonra zayıf hadîsi en
az bulunan bir kitaptır. Hattâ bazıları, İslâm'da onun musannan gibi bir
kitabın vazolunmadığım ve onun diğer musannafların en üstünü olduğunu ileri
sürmüşlerdir. İbnu's-Subkî, İbn Mende, Ebû Alî en-Neysâbûrî, el-Hatîb
el-Bağdâdî ve ed-Dârakutnî'ye göre, en-Nesâ'î'nin Sunen'inde bulunan bütün
hadîsler sahihtir.
En-Nesâ'î,
es-Sunenu'l-Kubrâ'yı tasnîf ettiği zaman, bazı prensler ona bu kitapta bulunan
bütün hadîslerin sahîh olup olmadığını sormuşlar, o da bazı hadîslerin ma'lûl
olduğunu, bu sebeple hepsinin sahîh sayılamıyacağını -söylemiştir. Kendisinden
zayıf hadîslerin ayıklanması istenince, bu kitabı ihtisar etmiş ve el-Muctebâ
adım verdiği ikinci Sunerfi meydana getirmiştir, îşte, diğerine nisbetle daha
küçük hacimde olan bu muhtasar, hadîsçiler arasında sıhhati ile şöhret
kazanmış, aynı zamanda, Kutub-i Sitte arasında, Sahîhân'dan sonraki mertebeyi
almıştır. Bu bakımdan, bir hadîsin en-Nesâ'î tarafından rivayet edildiği
söylendiği zaman, bu hadîsin, el-Muctebâ'da yer aldığı anlaşılır.
En-Nesâ'î, hayatının
mühim bir kısmını Mısır'da geçirmiş ve eserlerini orada tasnîf etmiştir.
Ölümünden bir sene önce Mısır'dan ayrılıp Şam'a geldiği zaman, bazı kimseler,
ona Mu'âviye'nin üstünlüğüne delâlet eden hadîsler rivayet etmesini
istemişlerdir. En-Nesâ'î bunlara, "Mu'âviye'nin üstün olduğunu ve bazı
faziletleri bulunduğunu bilmiyorum" cevabını verince üzerine yürümüşler
ve husyelerine vurdukları tekmelerle onu mes-cidden dışarı atmışlardır. Bu
hâdiseden sonra Filistin'in Remle kasabasına gelen en-Nesâ'î, çok geçmeden, 303
senesinde vefat etmiştir.
[885]
Ebû Dâvûd
Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî, 202
senesinde Si-cistân'da doğmuş,
küçük yaşından itibaren hadîs toplamak için seyahata çıkarak, Horasan, Irak,
Suriye ve Hicaz hadîsçilerinden hadîs yazmıştır. Kendisinden rivayet olunan
bir haberden öğrenildiğine göre 500 bin
hadîs yazmış, bunlardan yalnız ahkâmla ilgili olmak üzere 4800 hadîs seçerek
meşhur Sunen'ini meydana getirmiştir. Bu bakımdan kitabı, fıkıh bâblarını ve bu
bâblarla ilgili hadîsleri en mükemmel bir şekilde cemeden bir eser sayılır.
Onun tanınmış sarihlerinden biri olan Ebû Süleyman el-Hattâbî, şerhinin
mukaddimesinde şöyle der: "Dîn ilminde Ebû Davud'un Sunen'i gibi şerefi
büyük bir kitap tasnîf edilmemiştir. Halk arasında büyük kabul görmüş,
tabakalarının ve mezheblerinin farklılığına rağmen ulemâ ve fukahâ arasında
hakem, Irak, Mısır, Mağrib ve diğer ülkelerin birçok şehirlerinde hadîs
musannifi arma örnek olmuştur. Her ne kadar Horasan ehli arasında el-Buhârî ve
Müslim'in Sahîh'ieri itibar görmüş ve sahîh tasnifinde onların şartı gözönünde
tutulup örnek alınmışsa da, Ebû Davud'un Sunen'i, daha çok fıkıh
ahkâmını ihtiva etmesi
yönünden diğerlerinden üstün
addedilmiştir. Yine el-Hattâbî, İbnu'l-Arabî'nin "bir kimsenin
elinde ilim olarak Allah'ın Kitab'ı ve bir de Ebû Davud'un Sunen'i bulunsa, o
kimse, başka hiçbir şeye muhtaç olmaz" sözüne işaretle şöyle der:
"Şüphesiz bu böyledir. Allahu Ta'âlâ Dînle ilgili her şeyi Kitab'mda
zikretmiş, ancak bunlardan bazısının
beyânını Peygamberine bırakmıştır.
Bu bakımdan Hazreti
Peygamberin sünneti, Kur'ân'm beyânıdır. Ebû Dâvûd, sünnet ve fıkıh
ahkâmı ile ilgili hadîsleri tolamak suretiyle kendinden öncekilerin ve
sonrakilerin yapmadıkları bir işi yapmış, Kur'ân ve kendi Sunen'inden başka bir
şeye ihtiyaç bırakmamıştır".
Ebû Dâvûd, Sünen
dışında daha pek çok kitap tasnîf etmiştir. Hayatının son senelerini, sonradan
yerleşmiş olduğu Basra'da geçirmiş ve 275 senesinde vefat etmiştir.
[886]
Ebû îsâ Muhammed İbn
îsâ et-Tirmizî, 209 senesinde Tirmiz'de doğmuştur. Her hadîs imamı gibi o da
küçük yaşından itibaren hadîs toplamaya başlamış, bu maksatla yaptığı
seyahatlarda pek çok hadîsçi ile karşılaşmıştır. İmam el-Buhârî'ye tilmiz
olduğu gibi, Kuteybe İbn Sa'îd, İshâk îbn Mûsâ, Muhammed İbn Gaylân ve daha
birçok kimseden hadîs almıştır.
Et-Tirmizî'nin fıkıh
bâblarına göre tasnîf ettiği Sünen kitabı, değişik konulardaki bâbları da
ihtiva etmesi dolayısıyle el-Câmi'u's-Sahîh adiyle de şöhret kazanmıştır.
İçinde yer alan hadîsleri, sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere üç gurupta
toplayan et-Tirmizî, her hadîsi zikrettikten sonra, o hadîsin
hangi guruptan olduğunu "bu hadîs sahihtir", veya "bu hadîs
ha-sendir" gibi sözlerle belirtmiştir. Keza zayıf olduğuna işaret ettiği
hadîslerin, zayıflık sebeplerim açıklamayı da ihmal etmemiştir. Onun diğer
musannıflardan ayrı bir özelliği de, bazı hadîslerin derecesine işaret ederken,
sahîh, hasen ve garîb kelimelerini, çeşitli şekillerde birleştirerek, hiç
kimsenin kullanmadığı bazı tabirlere de yer vermesidir. Meselâ bir hadîsin sıhhat
derecesini belirtmek için "bu hadîs hasen sahîhtir", "bu hadîs
hasen garîbtir", "bu hadîs hasen sahîh garîbtir" tabirlerim sık
sık kullanmıştır.
Et-Tirmizî, kitabında
"hasen'le kasdettiği manâyı açıklamış olmakla beraber, "hasen"
in "sahîh veya "garîb" le ayrı ayrı yahut müştereken teşkîl
ettiği tabirler hakkında hiçbir açıklama yapmamış, bu tabirlerle hadîsin sıhhat
yönünden hangi derecelerine işaret etmek istediğini belirtmemiştir. Bu sebeple
muahhar imamlar, ilk defa et-Tirmizî tarafından kullanılan bu tabirlerin
delâlet ettikleri dereceleri tesbît etmeye çalışmışlar ve bu tabirler hakkında
birbirinden farklı açıklamalarda bulunmuşlardır.
Et-Tirmizî'nin kitabı,
en-Nesâ'î ve Ebû Davud'un kitaplarına nisbetle üçüncü derecede yer almıştır.
Hadîs ilminin usûle müteallik bazı meselelerinde bu kitap bir asıl kabul
edilse ve sonunda bir de Kitâbu'l-ılel adını taşıyan bir bölümü bulunsa bile,
et-Tirmizî'nin, en-Nesâ'î ve Ebû Dâvûd tarafından zayıf addedilen bazı
râvilerden hadîs nakletmesi, derecesini diğer iki kitabın altına düşürmüştür.
Bununla beraber onu, Kutub-i Şile'nin üçüncü sırasında zikredenler de vardır.
Et-Tirmizî, 279
senesinde doğduğu yer olan Tirmiz'de vefat etmiştir.
[887]
Ebû Abdillah Muhammed
İbn Yezîd İbn Abdillah îbn Mâce el-Kazvînî, 219 senesinde dünyaya gelmiş, hadîs
yazmak için Rey, Basra, Küfe, Bağciâd, Şâm, Mısır ve Hicaz'a seyahat etmiş,
buralarda bulunan birçok hadîsçi ile karşılaşarak onlardan hadîs almıştır.
îbn Mâce, hafıza ve
itkan bakımından hadîs imamlarının senasına mazhar olmuş, kendisinin sika
(güvenilir) ve hüccet olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Ebû Ya'lâ
el-Halîlî'ye göre, hadîs sahasında âlim, Târih ve Sünen gibi eserlerin
musannifi, Irak, Mısır ve Suriye'ye seyahat etmiş bir kimsedir. İbn Kesîr ise,
tasnif ettiği Sunen'in, bu sahadaki ilmine, ameline, ihtisasına, usûl ve
fürûdaki sünnete bağlılığına delâlet ettiğini söyler.
İbn Mâce, fıkıh
bâblarma göre tasnîf ettiği Sünen kitabı ile şöhret kazanmıştır. Ancak bu
kitap, altıncı asrın başına kadar Kutub-i Sitte arasında yer almamıştı; daha
doğrusu, bu zaman zarfında, hadîsçiler nazarında asıl olan beş hadîs kitabı
bulunuyordu. Bunlar, el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'leri ile en-Nesâ'î, Ebû Dâvûd
ve et-Tirmizî'nin Sunen'leri idi. Ebu'l-FazI İbn Tâhir el-Makdisî (Ö. 507)'nin
bu beş kitaba (Usûl-i Hamse'ye) tahsis ettiği Atrâfa îbn Mace'nin Sunen'irâ de
eklemesinden ve "Altı İmamın Şartları" (Şurûtu 7-e 'immeti 's-Sitte)
adlı kitabını telîf etmesinden sonra, îbn Mâce'nin Sunen'i de muteber klitaplar
arasında zikredilmeye başlamıştır. Bununla beraber onun, yalancılık ve hadîs
hırsızlığı ile itham olunmuş bazı râvilerden gelen hadîslere de kitabında yer
vermiş olması, bazı hadîsçilerin, Sunen'in. altıncı kitap olarak kabul
edilmesine muhalif kalmalarına ve bazılarının onun yerine ed-Dârimî'nin
Sunen'ini, diğer bazılarının da Mâlik'in Muvattâ'ım altıncı kitap olarak
teklif etmelerine sebep olmuştur. Maamafih Sünen, sayıca fazla olmayan zayıf ve
hattâ mevzu sayılan bazı hadîslerine rağmen, bilhassa fıkıh bâbları yönünden
büyük faydası dolayısıyle, altıncı kitap olarak kabul görmüş ve şöhret
kazanmıştır. Ez-Zehebî'ye göre Sünen, 32 kitap ve 1500 bâbtan müteşekkil olup,
bütün bâblarda, muhtelif sayılarda taksîm edilmiş 4000 hadîs vardır.
İbn Mâce, 273 senesinde vefat etmiştir.
[888]
İkinci asırda Musannaf
adı altında ortaya çıkan kitaplara işaret et» ı iş ve bunların Sunen'lere
nisbetle büyük bir farklılık arzetmediklerini belirtmiştik. Çok sayıda olmasa
bile, bu ismi taşıyan kitaplar Üçüncü asırda da telîf edilmiştir. Bunlar, Ebû
Bekr Abdurrazzâk îbn Hemmâm (Ö. 211), Ebu'r-Rabî Süleyman îbn Dâvûd el-Ezdî
ez-Zehrânî (Ö. 234), Ebû Bekr îbn Ebî Şeybe (Ö. 235) ve Bakıy îbn Mahled (Ö.
276)'in Musannaf lavıdır.
[889]
Fıkıh konuları yanında
diğer konuları da içine alan Camiler, üçüncü asırda da tasnîf edilmiş,
özellikle el-Buhârî ve Müslim'in Câmi'leri ile bu asır, hadîs târihinin altm
çağı olmuştur. Burada, Kutub-i Sitte'ye vücûd veren bu iki imamın Câmi'leri
üzerinde de kısaca duracağız.
[890]
Hadîs târihinde ismi
ve tasnifi ile şöhret kazanan Ebû Abdillah Muhammed îbn îsnıâ'îl el-Buhârî
el-Cu'fî, 194 senesinde Buhârâ'da dünyaya gelmiş, henüz on yaşlarında iken
hadîse merak sararak ülkesinde bulunan muhaddislerden hadîs dinlemeye ve
dinlediklerini hıfzetmeye başlamıştır. Daha onbir yaşında iken beldesinin
hadîsçilerinden ed-Dâhilî'nin, halka, Sufyân an Ebi'z-Zubeyr an İbrahim diyerek
hadîs naklettiği bir sırada, Ebu'z-Zubeyr'in İbrahim'den hadîs işitmediğini
söylemiş ve onun hatâsını tesbît etmiştir. Zira İbrahim'den hadîs rivayet eden
kimse, Ebu'z-Zubeyr değil, Zubeyr îbn Adiy idi. Ed-Dâhilî, onbir yaşındaki bu
çocuğun ikazı üzerine, haklısın, diyerek kitabını tashîh etmek zorunda kalmıştır.
El-Buhârî, onaltı
yaşında iken Abdullah
Îbnu'l-Mubârek ve Vekî' Îbnu'l-Cerrâh'm
kitaplarını ezberlemiş, sonra annesi ve kardeşi ile birlikte hacc için yola
çıkmıştır. On sekiz yaşma geldiği zaman, sahabe ve tâbi'ûnun kaza ve
kavillerini toplayıp tasnif etmiş, yine aynı sıralarda, Hazreti Peygamberin
kabri başında ve ay ışığının aydınlattığı gecelerde Târîh'ini yazmıştır.
El-Buhârî, hadîs
toplamak için birçok ülke dolaşmış, dolaştığı yerlerde karşılaştığı binin
üstünde şeyhten hadîs yazmıştır. Yazıp da isnadım bilmediği ve hıfzetmediği
tek bir hadîs yoktur. Tedvîn ve tasnifin altm çağı diyebileceğimiz bir devri
idrak etmiş olması dolayısıyle, hadîs ümindeki geniş bilgisinin, metin ve
isnadlardaki illetlere, ricalin cerh ve ta'dîl yönünden değişik hallerine
derin vukufunun ve nihayet sahîh hadîsi sakîm olanından ayırmak hususunda
gösterdiği son derece titiz davranışının sayesinde, mükemmel bir hadîs eseri
tasnif etmeyi başarmış ve bu eser, İslâm dünyasında, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra
Dînin ana kaynağı olmak vasfını kazanmıştır.
Kendisinden nakledilen
haberlerden anlaşıldığına göre, el-Câmi'u's-Sahîh'i, toplamış olduğu 600 bin
hadîs içinden titizlikle seçip ayırdığı sahîh hadîslerden meydana getirmiştir.
Yine kendisi, 100 bin sahîh, 200 bin de illetli veya zayıf hadîsi hıfzettiğini
söylemektedir. El-Câmi'u's-Sahîh'te naklettiği hadîs sayısı ise, mu'allak,
mutâbi', şâhid ve mevkuf olanlar dışında, mükerrerlerle birlikte 7397 dir.
Mu'allak, mutâbi1, şâhid ve mevkuf olanlar da dâhil edilirse, bu sayı 9000 i
bulmaktadır. Bu rakkam, toplamış olduğu 600 bin, veya hıfzettiği 100 bin hadîse
nisbetle çok cüz'î bir miktara delâlet eder. Bu, bize şu gerçeği açık bir
şekilde göstermektedir ki, el-Buhârî, bazılarının iddiası hilâfına, bütün
sahîh hadîsleri kitabında toplamayı gaye edinmemiştir ve buna da lüzum
görmemiştir. Nitekim bu husus, bizzat kendisi tarafından da ifade edilmiş ve
"bu kitabıma yalnız sahîh olan hadîsleri aldım ve uzamasından korktuğum
için de bir miktar hadîsi kitabın dışında bıraktım" demiştir.
El-Buhârî, kitabına
aldığı hadîslerin seçiminde tesbît ettiği şartları açıklamamıştır. Bununla
beraber, kitaba verdiği el-Câmi 'u ^s-Sahîhu 'l-Musnedu'l-Muhtasar min Umûri
Rasâli'llah (s.a.s.) ve Eyyâmih adı, şartlarının neler olduğu hakkında fikir
verebilecek bir manâya sahiptir. Önce kitabına el-Câmi' adını vermiştir. Buna
göre el-Buhârî, hadîslerini belli bir sınıf veya bâbtan seçmemiş, aksine,
fezâ'il, geçmiş ve gelecekle ilgili hadîsler, âdâb, rekâ'ik gibi çok çeşitli
konulardan seçmiştir. Bu bakımdan el-Buhârî'nin, kitabına verdiği Cami' ismi,
hadîslerin seçiminde takîp ettiği usûle uygundur. Cami' ismini takîp eden Sahîh
sözü, el-Buhârî'nin, kitabına yalnız sahîh olan hadîsleri aldığına delâlet
eder. Nitekim daha önce de zikrettiğimiz gibi, bizzat kendisi "yalnız
sahîh hadîsleri aldığını, kitabı uzatmamak için de bir miktar sahihi
terkettiğini " açıklamıştır. Kitabın isminde yer alan Musned sözü,
el-Buhârî'nin, yalnız isnadı muttasıl olan hadîsleri kitabına aldığını gösterir.
Bunun dışındaki hadîsler, şekil itibariyle ister mursel olsun, ister munkatı
veya mu'allak olsun, kitapta asıl olarak zik-redilmemiştir. İsimde yer alan
Muhtasar tabiri ise, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bütün sahîh hadîsleri
kitapta toplamak gayesinin gü-dülmediğine delâlet eder. Bu bakımdan hiç kimse,
el-Buhârî'nin kitabında bulunmayan bir hadîsin, mücerred bulunmayışından dolayı
sahîh olmadığını iddia edemez. Görüldüğü gibi,
el-CâmVu's-Sahîhu'l-Musnedu'l-Muhtasar adı, el-Buhârî'nin bu ad altında tasnif
ettiği kitabın mahiyetini ve gayesini ortaya koyabilecek bir açıklığa sahiptir.
El-Buhârî,
el'Câmi'u's-Sahîh içinde yer alan ve Kitab adı verilen her bölümü muhtelif
sayılarda bâblara ayırmış ve her baba, o bâb içinde yer alan hadîslerin
konularına uygun düşen bir isim vermiştir. Terceme denilen ve "bâb
unvanı" manâsına gelen bu başlıklarda, bazen Kur'ân-ı Kerîm'den bir âyet
zikredilmiş, bazen de, el-Buhârî'nin bâb konusu ile ilgili görüşlerini
aksettiren ifadeler yer almıştır. Fıkhı değeri olan bu ifadeler dolayısıyledır
ki (el-Buhârî'nin fıkhı
tercemelerindedir) denilmiştir.
El-Buhârî'nin
tercemelerinde görülen bir özelliği de, tercemeleri takip eden hadîslerin, her
bâbta değişik sayıda bulunması ve hattâ bazı bâblarda tek bir hadîsin dahî
zikredilmem esi, yahut yalnız ta'lîklara yer verilmiş olmasıdır. Bazı bâblar
ise, unvansız bırakılmıştır. El-Buhârî'nin bazı bâblarda hiçbir şey
zikretmemesi, çeşitli tefsirlere yol açmıştır. Bazıları, onun bunu kasden
yaptığını ve bununla o bâbta şartına uygun hadîs bulamadığını belirtmek
istediğini ileri sürmüşlerdir. Bu sebepledir ki bazı Sahîh nüshalarında, hiç
hadîsi zikredilmeyen bir babın, babı zikredilmeyen hadîse eklendiği
görülmüştür. Bunun sebebini açıklayan Ebu'l-Velîd el-Bâcî, Ebû İshâk
el-Mustemlî'den şu haberi nakletmiştir: "El-Buhârî'nin kitabını kendi
aslından istinsah ettik; bu asıl, Muhammed İbn Yûsuf el- Firabrî'de bulunuyordu.
O zaman gördük ki, kitapta tamamlanmamış, beyaz bırakılmış yerler, kendisinden
sonra hiçbir şeyi tesbît edilmemiş tercemeler, tercemesi zikredilmemiş hadîsler
vardı. Biz bunların hepsini birleştirerek yazdık".
[891]Ebu'l-Velîd
el-Bâcî, bu haberin doğruluğuna, kitabın muhtelif nüshalarının delâlet ettiğini
söyleyerek şöyle der: "Filhakika Ebû İshâk el-Mustemlî'nin, Ebû Muhammed
es-Serahsî'nin ve Ebû Zeyd el-Mervezî'nin rivayetleri, takdîm ve tehîr yönünden
birbirinden farklıdır; halbuki bunların hepsi de tek bir asıldan istinsah
etmişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, müstensihlerden her biri, bu gibi
yerlerdeki meseleleri kendi anlayışlarına göre uygun gördükleri yerlere izafe
etmişler ve bu suretle aralarında görülen takdim ve tehîr farkları, veya
aralarında hiç hadîs bulunmayan muttasıl terceme şekilleri ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber, el-Câmi'u's-Sahîh'te bu gibi yerlerin çok az olduğu da bir
ger çektir ".
[892]
Bu açıklamadan
anlaşıldığına göre, el-Buhârî, çeşitli şekillerde zikretmiş olduğu bâb
tercemelerinde, o baba ve kendi şartlarına uygun hadîs bulmuşsa, o hadîsi
kitabı için ıstılah olarak tesbît ettiği haddesenâ ve benzeri ibarelerle o bâb
içerisinde zikretmiştir. Eğer kendi şartlarına uygun hadîs bulamamış, bununla
beraber, hüccet olarak kullanılabilecek evsafa sahip bir hadîs ele geçirmişse,
şartına uygun hadîslerin zikrinde kullandığı usûlü değiştirerek, bu gibi
hadîsleri daha başka şekillerde nakletmiştir. Meselâ ta'lîk ettiği hadîslerin
çoğu bunlardandır. Gerek kendi şartına ve gerekse başkalarının şartına uygun
hiçbir sahîh hadîs bulamamışsa, o zaman, halk arasında şöhret kazanmış ve kıyas
olmak üzere kullanılmış bir hadîsi, ya lafzen veya manen almış ve onu bâb
tercemesi olarak nakletmiştir; sonra da bu haberin manâsına şehadet edecek bir
âyet veya onu teyîd edecek bir hadîs zikretmiştir.
[893]Ancak
bu zikredilenler, el-Câmi'u's-Sahîh'in telîf ve tasnifinde el-Buhârî'nin takîp
ettiği metodla ilgili tahminlerden Öte geçmemektedir. El-Buhârî, kendi
metodunu açıklamadığı için, bu konuda ileri sürülen görüşlere tahmin diyoruz.
Bununla beraber akla yakın olan görüşlere olabilir nazarı ile bakmanın en
doğru yol olduğuna şüphe yoktur.
[894]
Telîf ettiği büyük
hadîs eseriyle Kutub-i Sitte'nm vücûd bulmasında en mühim hisseye sahip
olanlardan biri de, Ebu'l-Huseyn Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî
en-Neysâbûrî'dir. Müslim, 204 senesinde Nîsâbûr'da dünyaya gelmiş, 218
senesinden itibaren, yâni henüz 14 yaşında iken, Irak, Hicaz, Suriye ve Mısır
gibi çeşitli ülkeleri dolaşmaya başlamış ve dolaştığı ülkelerin birçok meşhur
muhaddisinden hadîs almıştır. El-Buhârî'ye bağlılığı ilede şöhret kazanan
Mııslim, bir rivayetten öğrendiğimize göre, bir gün onun alnından öperek şöyle
hitap etmiştir: "Bırak da ayaklarını öpeyim, ey üstadlarm üstadı,
muhaddislerin efendisi, hadîs illetlerinin tabîbi! Sana yalnız hased edenler
düşman olur. Şehadet ederim ki, dünyada senin bir eşin yoktur" demiştir.
Müslim'in el-Buhârî'ye olan bu bağlılığı, Nîsâbûr'da cereyen eden bazı
hâdiseler karşısında onu müdâfa etmesinde ve bu müdâfa yüzünden el-Buhâri gibi
Müslim'in de halktan tecrîd edilmesinde görülür.
Müslim, arkasında, hadîs
konusunda tasnîf edilmiş birçok eser bırakarak 261 senesinde Nîsâbûr'da vefat
etmiştir. Onun bıraktığı eserler arasında, üzerinde durulması ve kısa da olsa
hakkında bilgi verilmesi gereken en Önemli olanı, hiç şüphesiz, el-Buhârî'nin
Sö/ı£/l'inden sonraki ilk mertebeyi işgal eden ve Kutub-i Sitte'yi tamamlayan
el-Câmi'u's-Sahîh adlı mu-sannafıdır. Müslim bu eserinde, mükerrerler dışında
3000 civarında hadîsi biraraya getirmiş ve her hadîsin, konusu ile ilgili
olduğu baba yerleştirilmesine ayrı bir itina göstermiştir. Ayrıca, her hadîsin
değişik ve kendi nazarında sahîh olan isnadlarına ve bu değişik isnadlarla
gelen metin farklarına yaptığı işaretlerle rivayetini değerlendirmiş ve bunlara
verdiği tertip güzelliği ile kitabın kolay ve rahat kullanılmasını sağlamıştır.
Müslim, Sahîh'inde
aynı hadîsin tekrarından şiddetle kaçınmıştır. Bununla beraber, bazı sebepler
dolayısıyle tekrarında fayda mülâhaza etmişse, o hadîsi tekrar vermekten
çekinmemiştir.. Nitekim kendisi, kitabın mukaddimesinde buna işaret etmiş ve
Hazreti Peygamberden senediyle gelen hadîsleri tekrarsız olarak vermeyi gaye
edindiğini belirttikten sonra şöyle demiştir; "Ancak kendisinde fazla manâ
bulunan hadîsin tekrarından mütağnî kalınamayan bir yerin gelmesi, yahutta
orada bulunan bir illet dolayısıyle başka bir isnadın yanında vâki olan bir
isnad olması halinde bu tekrar zarurîdir; çünkü hadîste kendisine ihtiyaç
duyulan fazla bir ttanâ, tam bir hadîs hükmündedir. Bundan dolayı, kendisinde
vasfettiğimiz zi-yadelik mevcûd olan hadîsin tekrar edilmesi, yahut mümkün ise,
kısa olduğu için bu manânın hadîsin tamamından ayırt edilmesi gerekir. Fakat
bazen onu bütününden ayırmak güç olur. Bu zorluk mevcûd olduğu za^an hadîsi
kendi heyetiyle tekrar etmek daha salim yoldur. Amma bizden, kendisine bir
ihtiyaç yok iken bütün ile tekrarında zaruret görmediğimiz hadîsi inşallah
tekrarına yanaşmıyacağız".
[895]
El-Buhârî ve Müslim'in
Sahîh'leri bazı hadîsçiler tarafından mukayese konusu yapılmış, hangisinin daha
üstün olduğu tesbît edilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu ele alan İbn Hacer şöyle
der: "İslâm ulemâsının çoğu, Sahîhu'l-Buhârî'nin sıhhat yönünden önde
olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Fakat bunun aksi olan bir görüş hiç kimseden
nakledilmemiştir. Ebû Alî en-Neysâbûrî'den rivayet edilen, yeryüzünde Müslim'in
kitabından daha sahîh bir kitap yoktur, sözü ile, bazı Mağrib imamlarının
Müslim'in kitabını el-Buhârî'nin kitabından üstün sayan görüşleri, sadece,
Müslim'in üslûbu ile, vaz ve tertîbindeki güzelliğe râci hususlar
dolayısıyledir...Zira El-Buhârî'nin kitabında sıhhatin istinad ettiği sıfatlar,
Müslim'in kitabında istinad edilen sıfatlardan daha mükemmel ve daha
şiddetlidir; el-Buhârî'nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha kuvvetli
ve daha serttir".
"El-Buhârî'nin
ittisal yönünden üstünlüğü, râvinin hadîs aldığı kimse
ile mülakatının bir defa da olsa sabit
olmasını şart koşması dolayısıyledir. Halbuki Müslim, sadece muâsaratla, yâni
râvi ile şeyhinin aynı asırda yaşamış olmalarıyle iktifa etmiştir".
Sahîhu'l-Buhârî'nin
şâz ve illetten salim olması yönünden üstünlüğüne gelince, el-Buhârî'de tenkide
uğrayan hadîs sayısı, Müslim'in tenkide uğrayan hadîs sayısından daha azdır.
Buna ilâveten ulemâ, ilim yönünden el-Buhârî'nin Müslim'den daha üstün ve hadîs
sanatı yönünden daha bilgili olduğunda ittifak etmişlerdir. Müslim onun
tilmizi olup dizi dibinde yetişmiş, ondan istifade etmiş, onun eserlerine tâbi
olmuştur. Bu sebepledir ki, ed-Dârakutnî, eğer el-Buhârî olmasaydı, hadîs
ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşmazdı, demiştir".[896]
İşte, yukarıda
zikredilen bu sebepler dolayhısıyle el-Buhârî'nin el-CâmVu's-Sahîh'i, başta
Müslim olmak üzere, diğer bütün hadîs imamlarının tasnif etmiş oldukları
kitaplara tercih edilmiş ve daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı
Kerîm'den sonra, îslâm Dîninin en mühim kaynağı sayılmıştır.
[897]
Cüz, tek bir sahabînin
veya daha sonrakilerden bir hadîsçinin hadîslerini toplayan kitaplardır. Bazen,
belirli bir konuya tahsis edilmiş hadîsleri ihtiva eden mecmualara da cüz denilmiştir.
Cüzler, daha ziyade üçüncü asırdan itibaren ortaya çıkmaya başlamış ve binlerce
cüz telîf edilmiştir. Ez-Zehebî'nin naklettiğine göre, Nîsâbûr'un tanınmış
muhaddisle-rinden hafız Ebû Hâzim Ömer İbn Âhmed el-Abdevî (Ö. 417) "kendi
elimle, her bir şeyhten bin cüz olmak üzere on şeyhten 10 bin cüz yazdım"
demiştir ki
[898]bu
sözden, tahmin edilemiyecek kadar çok sayıda cüz telîf edildiğini anlamak
mümkündür.
[899]
Cami' adlı eserlerin
değişik konularından birine tahsîs edilmiş kitapların ikinci asırda telîf
edilmeye başlandığını daha önce zikretmiştik. Bu çeşit telîf faaliyeti üçüncü
asırda da devam etmiş ve giderek artmıştır. Ab-durrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211)'m
Kitâbu's-Salât\ Ebû Asım en-Nebîl (ö. 2l2)'in Kitâbu's-Sunne'si, Ebû Nu'aym
el-Fazl îbn Dukeyn (Ö. 219)'in Kitâbu's-Salât ve Kitâbu'l-Menâsik'i, Müslim
İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî (Ö. 261)'nin Kitâbu'l-întifâ bi-Culûdi's-Sıbâ'ı, Ebû
Zur'a er-Râzî (Ö. 264)'nin
Kitâbu'z-Zuhd'u, Ebû
Dâvûd Süleyman İbmı'l-Eş'as es-Sicistânî (Ö. 275)'nin Kitâbu'z-Zuhd,
Kitâbu'l-Kader, Kitâbu A'lâmi'n-Nubuvue ve Kitâbu's-Sunne'si, Ebû Hatim er-Râzî
(Ö. 277)'nin Kitâbu'z-Zuhd'u, Ebû îsâ Mu-hammed İbn îsâ et-Tirmizî (Ö. 279)'nin
Kitâbu'ş-Şemâ'ü'i bunlardan birkaçıdır.
[900]
Üçüncü asrın ikinci
yarısından sonra, bilhassa el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lermm hadîs târihinde
şöhret kazanmaya başlaması üzerine, bazı musannıflar, mesaîlerini bu iki kitaba
göre düzenlemeye ve onları asıl kabul ederek onların çerçevesi içinde yeni
eserler tasnif etmeye başlamışlardır. Bu çeşit eserlerin ilk ortaya çıkanları
Mustahrec'lerdİr. İstihraç, bir hadîs imamının, kitabında belirli bir isnadla
naklettiği hadîsin bir başka isnadını arayıp bulmak ve hadîsi o İsnadla
Mustahrec adı verilen kitapta nakletmektir. Bu ikinci isnad, şüphesiz, o hadîsi
Mustahrec sahibine ulaştıran isnaddır. Bu suretle mustahric, Sahîh sahibi ile,
onun şeyhinde, yahut daha üstündeki bir şeyhte, hattâ bazen sahabîde birleşir.
Eğer hadîs muctahrice ulaşmamış ise, yahut ulaşmış olsa bile isnadı zayıf ise,
mustahric, ya o hadîsi terkeder, yahutta Sahîh sahibinin isnadı ile nakleder.
Mustahrecler,
umumiyetle dördüncü asırdan itibaren çoğalmaya başlamıştır. Bununla beraber
ez-Zehebî'nin belirttiğine göre.
[901]Ebû
Bekr el-İsferâ'înî (Ö. 286)'nin ve Ebu'1-Fazl Ahmed İbn Seleme el-Be'zzâz (Ö.
286)'m. Müslim'in Sahlh'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır.
[902]
Hadîs ilminin çeşitli
usûl ve kaidelerinin, ikinci ve üçüncü asır hadîsçileri arasında bilindiğini
gösteren deliller, bizzat kendilerinden nakledilen ve daha sonraki usûl
kitaplarında yer alan haberlerdir. El-Buhârî ve Müslim'in yalnız hadîs
metinlerine tahsîs ettikleri Sahîh'lerinde bile tahammül ve rivayet
kaidelerine, yahut hadîs ricaline âit yer verdikleri görüşleri, bunun bir
başka delilini teşkîl eder. Hattâ el-Buhârî ve Müslim'den önce gelmiş İmam
Muhammed İbn îdrîs eş-Şâfi'î (Ö. 204)'nin er-Risâle adlı eseri, belki fıkıh
usûlünden ziyade hadîs usûlü ile ilgili bir kitaptır. Keza yine eş-Şâfi'î'nin
Kitâbu'l-Umm'u içinde yer alan çeşitli hadîs meseleleri ile ilgili görüşleri ve
bilhassa Kitâbu îhtilâfVUHadîs'i, hadîs ilmi içerisinde mütalâ edilmesi gereken
konulardandır. Aynı konuya tahsîs edilmiş Ebû Muhammed Abdullah İbn Müslim İbn
Kuteybe ed-Dîneverî (Ö. 276)'nm
Te'vîlu
Muhtelifi'l-Hadîs'i, halen bu konuda telîf edilmiş en mühüm kitap olarak
bilinir.
Hadîs ilminin
konularından bir diğeri, garîbu'l-hadîs'tir. Bu konuda ilk kitap tasnîf
edenler, en-Nadr tbn Şumeyl (Ö. 203, 204) ve Ebû Ubeyde Mu'ammer İbnu'l-Musennâ
(Ö. 210)'dır. Bununla beraber garîbu'l-hadîs konusunda ilk kitabın Kitâbu
Garîbi'l-Hadîs ve'l-Asâr adı altında Ebû Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm tarafından
telîf edildiği söylenir. İsmini biraz önce zikrettiğimiz îbn Kuteybe
ed-Dîneverî, Ebû Ubeyd'in bu kitabına bir zeyl yazmış ve bu buna Zeylu Kitabi
Garîbi'l-Hadîs adını vermiştir. Ebû İshâk İbrahim el-Harbî (Ö. 285) de aynı
konuda Kitâbu Garîbi'l-Hadîs'mi telîf etmiştir.
Hadîs ilmi içinde yer
alan diğer bir konu nâsih ve mensûh hadîsler konusudur. Bu konuda Ahmed İbn
Hanbel (Ö. 241)'in, Ebû Bekr el-Esrem (Ö. 261)'in ve Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Ö.
275)'nin birer telifleri vardır.
Diğer bir konu,
ılelu'l-hadîs konusudur. Üçüncü asır, en mühim Kitâbu'l-Ilel'lerin telîf
edildiği bir devir olarak görünür. Bu konuda kitap telîf edenler, Alî
İbnu'l-Medmî (Ö. 234), Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241), el-Buhârî (Ö. 256) Ebû Bekr
el-Esrem (Ö. 261) Müslim İbnu'l-Haccâc (Ö. 261) ve et-Tirmizî (Ö. 279)'dir.
Üçüncü asırda, başta
sahabe olmak üzere hadîs rivayet eden ricale tahsis edilmiş târih, tabakât,
isim ve künye kitaplarıyle cerh ve ta'dîl kitapları da telîf edilmiştir. Alî
İbnu'l-Medînî (Ö. 234)'nin, Ebû Bekr el-Berkî (Ö. 270)'nin ve Ebû Muhammed
el-Mervezî Abdan (Ö. 293)'ın Kitâbu Ma'rifeti's-Sahâbe'leri, Ebû Abdillah
Muhammed İbn Sa'd (Kâtibu'l-Vâkıdî) (Ö. 230)'nin, Yahya îbn Ma'în (Ö. 233)'in,
İbn Ebî Şeybe (Ö. 2Ş9)to, Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240)'m, Ebû Abdillah Muhammed
îbn İsmâ'î el-Buhârî (Ö. 256)'nin, Ebu'l-Hasan el-Iclî (Ö. 261)'nin ve
diğerlerinin Târîhu 'r-Ricâl'leri; sahabe, tâbi'ûn ve kendi devrine kadar
yaşamış olan ricali toplayan Kâtibu'l-Vâkıdî unvanıyle maruf İbn Sa'd (Ö.
230)'m et-Tabakâtu'l-Kubrâ'sı, Halîfe İbn Hayyât (Ö. 240)'ın, Müslim İbnu'l-Haccâc
el-Kuşeyrî (Ö. 261)'nin Kitâbu't-Tabakât'ları; Ebû Hatim er-Râzî (Ö. 275)'nin
Tabakâtu't-Tâbi'în% bazı şehirlerin târihine tahsis edilmiş olmakla beraber, o
şehirde yaşamış veya o şehre uğramış hadîs ricalinin tercemelerini toplayan
kitaplardan Ebu'l-Velîd el-Ezrakî (Ö. 223)'nin Târîhu Mekke'si; Ez-Zubey îbn
Bekkâr (Ö. 256) ve Ebû Zeyd Ömer îbn Şebbe (Ö. 264)'nin Târîhu'l-Medîne'si;
Sünen sahibi îbn Mâce el-Kazvînî (Ö. 273)'nin Târîhu Kazvîn'i; Alî
İbnu'l-Medînî (Ö. 234)'nin, Ahmed İbn Hanbel (Ö. 241)'m; el-Buhârî (Ö. 256)'nin
ve Mus-İbnu'l-Haccâc (Ö.
Ebû ishâk
el-Cûzecânî (ö. 259)'nfn
veEbuf«[903]
İbn Abdi'1-Berr
en-Nemerî Ebû Ömer Yûsuf, Cami' beyâni 'l-ılm (Mısır ?)
Ahmed İbn Hanbel,
Kitabu'l-ılel ve ma'rifeti'r-rical (Ankara 1963)
Ahmed İbn Hanbel,
el-Musned (Mısır 1313 ve 1368/1949 Ahmed M. Şâkir neşri)
Ahmed Muhammed Şâkir,
El-Bâ'isu'l-hasîs şerhu İhtisarı Ulûmi'l-hadîs (Mısır ?)
El-Belâzurî
Ebu'l-Hasan, Futûhu'l-buldân (Mısır 1350/1932)
El-Buhârî Ebû Abdillah
Muhammed İbn İsmâ'îl, el-Câmi'u's-Sahîh, (1315)
El-Buhârî Ebû Abdillah Muhammed İbn İsmâ'îl,
et-Târîhu'l-Kebîr (Haydarâbâd
1360)
El-Cezâ'irî Tâhir İbn
Ahmed, Tevcîhu'n-nazar ilâ usûli'l-eser (Mısır 1328/1910) Ebû Dâvûd Süleyman
İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî, es-Sunen (Mısır 1371/1952) İbn Hacer el-Askalânî,
Fethu'l-bârî bi-şerht Sahîhi'l-lmâm el-Buhârî (mısır 1319) İbn Hacer
el-Askalânî, Hedyu's-sârî mukaddimet Fethı'l-bârî (Mısır 1347) İbn Hacer
el-Askalânî, el-Isâbe fi temyizi 's-sahâbe (Mısır 1323)
İbn Hacer el-Askalânî,
Nuhbetu 'l-fiker şerhi (türkçesi: Talât Koçyiğit, Ankara 1971) İbn Hacer
el-Askalânî, Tehzîbıı't-tehzîb ( Haydarâbâd 1925) El-Hâkim Ebû Abdillah
en-Neysâbûrî, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs (Kahire 1937) Hallâf Abdu'l-Vahhâb, İslâm
teşrii târihi (Türkçesi: Talât Koçyiğit, Ankara 1970) îbn Haîlikân Ebu'l-Abbâs,
Vafeyâtu'l-a'yân ve enbâ' ebnâ'i'z-zamân (Kahire 1367/
1948)
Hasan İbrâhîm Hasan,
Târîhu'l-İslâm (Mısır 1953) El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi 'r-rivâye
(Haydarâbâd 1357) El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyidu'l-üm (Dımaşk 1949) El-Kâsımî
Cemâlu'd-Dîn, Kavâ'ıdu't-tahdîs min funûni mustalahı'l-hadîs (Dımaşk
1335)
İbn Kesîr Ebu'1-Fidâ',
îhüsâru ulûmi'l-hadîs ve şerhuhu el-Bâ'isu'l-hasîs (Mısır ?) İbn Kesîr
Ebu'1-Fidâ', el-Bidâye ve 'n-nihâye fi 't-târîh (Mısır ?) El-Kettânî Muhammed,
er-Risâletu'l-mustatrafa (Beyrut 1332) îbn Mâce Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî,
es-Sunen (Mısır 1349) Mâlik İbn Enes, el-Muvattâ' (Kahire 1370/1951)
Müslim İbnu'l-Haccâc
el-Kuşeyrî, el-Câmi'u's-Sahıh (Mısır 1373/1955) İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist
(Kahire ?)
Okiç M. Tayyib, Bazı
Hadîs Meseleleri Üzerinde Tetkikler (Ankara 1959) Er-Râmahurmuzî Ebû Muhammed,
el-Muhaddisu'l-Fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î (Beyrut 1391/1971)
307
İbn Sa'd,
Kitâbu't-Tabakâti'l-Kebîr (Leiden 1904-1940)
İbnu's-Salâb Ebû Amr
Osman İbn Abdirrahman eş-Şehrazûrî, Ulûrnu'l-hadîs (Haleb
1350)
Subhî es-Sâîih,
Ulûmu'l-hadîs ve mustalahuh (Dımaşk 1379/1959) Es-Suyûtî Celâlu'd-Dîn,
Tedrtbu'r-râvt ft şerhi Takribi'n-Nevevî (Mısır 1379/1959) Et-Tirmizî Ebû Alî Muhammed
İbn îsâ, es-Sunen (Ahmed M. Şâkir neşri) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Mîzânu 'l-i
'tidâl ft nakdi 'r-ricâl (Mısır 1325) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Târîhu'l-İslâm
(Kahire 1368) Ez-Zehebî Ebû Abdillah, Tezkiratu'l-huffâz (Haydarâbâd 1375/1955)
Ez-Zehebî Ebû Abdillah, el-Muntekâ miri Minhâci's-Sunne (Kahire 1374) Ebû Zehv,
el-Badîs ve'l-muhaddisûn (Mısır 1378/1958)
[904]
[1] Ez-Zehebî, el-Muntekâ min Mınkâci's-Sunne, s. 386.
[2] Bkz. El-Gazâlî, d-Munkız mine'd-dalâl, s. 132 vd.
[3] Kahİr1937 de nedilmiştir.
[4] Haydarabad 1357 de –Kifaye fi ılmı ‘r- rivaye adıyle
neşredilmiştir.
[5] HaLep1350./1931 de ez-Zeyn el-Irâkî'nin et-Takyîd ue'l-îzâh
adlı şerhini de muhtevi olarak ilmitineşredilmiştir.
[6] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 19-20.
[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:
[8] Kehf sûresi, 55.
[9] Müslim, Sahih, II. 705.
[10] Ahzâb sûresi, 21.
[11] Şûra sûresi, 52, 53.
[12] îbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ûm, II. 110.
[13] Necm sûresi, 3.
[14] Ebû Dâvûd, Sünen, II. 505.
[15] Hıcr sûresi, 9.
[16] İsra sûresi, 88.
[17] Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslâm Şerî'ati
Profesörü Abdulvahhâb Hallâf tarafından Hulâsat Târîku't-TeşrV el-îslâmî
adiyle telîf edilen bu kitap, tarafımızdan ter-ceme edilmiş ve A.Ü.İlâhiyat
Fakültesi yayınları arasında 1970 yılında neşredilmiştir.
[18] Bakara sûresi, 217.
[19] Bakara sûresi, 219.
[20] Mâide sûresi, 67.
[21] '"Nahl sûresi, 44.
[22] Enfâl sûresi, 67.
[23] Tevbe sûresi, 43.
[24] Al-ı Imrân sûresi, 132.
[25] Nisa sûresi, 80.
[26] Âl-i Imrân sûresi, 31.
[27] Âl-i Imrân sûresi, 32.
[28] Haşr sûresi, 7.
[29] Nisa sûresi,103.
[30] Buhâri, Sahih, I. 155
[31] Bkz. Sahih, I. 132.
[32] Cuma sûresi, 9.
[33] Bakara sûresi, 43, 83, 110; Tevbe sûresi, 103.
[34] Âl-i Imrân sûresi, 97.
[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 1-9.
[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 9-10.
[37] Kehf sûresi, 6.
[38] İbn Mes'ûd'tan nakledilen bu sözün çeşitli rivayetleri
için bkz. Buhârî, Sahih, VII. 96; Müslim, Sahih, II. 592-593.
[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 10-11.
[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 11-12.
[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 12-13.
[42] .Mu’minun suresi,44
[43] Nisa sûresi, 15.
[44] Mâide sûresi, 12.
[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 15-16.
[46] Bkz. İbn Hacer,
Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 24.
[47] Bkz. İbnu's-Salâh, UlÛmu'l-hadîs, s. 242.
[48] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 24, 25.
[49] Bkz. Hâcî Halîfe, Keşfu'z-zunûn, I. 73.
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 16-20.
[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 20.
[52] İbnu's-Salâh, Ulûmu'I-hadîs, s. 227.
[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:20.
[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 20-21.
[55] Bkz. Eş-Şâfi'î,
er-Risâle, s. 369 vd.
[56] Bkz .Ibn
Manzûr- Lisânu'l-Arab, V. 215.
[58] Bkz. Ibn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 29.
[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 21-23.
[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 23.
[61] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 25;
es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 368.
[62] Bkz.El-Buhârî, Sahîh, II. 14; Müslim, Sahîh, I.
468-469.
[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 24-25.
[64] Bkz. Kamus tercemesi, II. 823; İbn Manzûr, Lisânu
'l-Arab, V. 374.
[65] Bkz. Ulâmu'l-hadîs, s. 243.
[66] Bkz. Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 26.
[67] Bkz. es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 375.
[68] Hadîs için bkz. el-Buhârî, Sahîh, I. 9; Müslim, Sahîh,
I. 67.
[69] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-ftker şerhi, s. 28.
[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 25-26.
[71] Bu ve benzeri haberler için bkz. es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvi, s. 376.
[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 26-27.
[73] Bkz. Kâmâs tercemesi, I. 1234; îbn Manzûr,
Lisânu'l-Arab, III. 333.
[74] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 32.
[75] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 31.
[76] El-Buhârî, Sahîh, III. 120; Müslim, Sahîh, II. 1145.
[77] El-Buhârî, Sahîh, I. 8; Müslim, Sahîh, I. 63.
[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 28-29.
[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 29-30
[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 31.
[81] Es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvi, s. 28; el-Cezâ'iri, Tevcîhu'n-nazar, s. 69.
[82] Bkz. Mîzânu'l-i'tidâj, I. 20.
[83] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 28.
[84] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 62.
[85] Hadîs hakkında daha geniş bilgi için bkz. İbn Hacer,
Fethu'l-bârî, I. 9-14.
[86] Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 34. Daha geniş bilgi için
bkz. el-Hâkim, Ma'Hfet ulûmi'l-hadîs, S. 53-56; Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s.
31-39.
[87] Ulâmu'l-hadîs, s. 12.
[88] Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 35.
[89] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 11.
[90] Bkz. Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 33.
[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 32-35.
[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 35-36.
[93] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 36-37.
[94] El-Cezâ'irî'nin de ifade ettiği gibi, hadîsler aslında
sahîh ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sahîh, Hazreti Peygambere nisbetindeki
sıhhati sabit olan, gayr-i sahîh ise, bu nisbetin adem-î sıhhati bilinen
hadîslerdir. Bununla beraber, hadîslerin çeşitli sebepler dolayısıyle daha pek
çok kısma ayrıldıkları görülür ve denir ki: Hadîsler, ya sıhhatleri bilinir
ve muhtelif karineler
dolayısıyle ilim ifade
ederler; bunlar sahîh hadîslerdir. Yahutta ne sıhhatleri ve
ne de adem-i sıhhatleri bilinir; bu hadîsler de zayıf hadîslerdir.
Mütekaddimûrmn çoğu hadîsleri sadece sahîh kısımlarına ayırmakla beraber,
el-Hattâbî onları üçe ayırmış ve sahîhle zayıf arasında bir de hasen'i
zikretmiştir. Bkz. Tevcthıı'n-nazar, s. 145.
[95] Ceddi el-Hattâb'a nisbetle el-Hattâbî denilmiştir.
Künyesi Ebû Süleyman Hamd İbn Mu-hammed
îbn İbrâhîm İbni'l-Hattâb el-Bustî
olup, l'lâmu's-sahîh, Garîbu'l-hadîs, Me'âlimu's-Sunen (Sunen-i
Ebu Davud'un şerhi) adlı eserlerin müellifidir. 388 hicrî senede vefat
etmiştir. Tercemesi için bkz. ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, II. 1018-1020.
[96] Bkz. Me'âlimu's-Sunen (Mukaddime), s. 6.
[97] Bkz. et-Tirmizî, Sünen, V. 758.
[98] Tariflerle
ilgili itirazlar hakkında bkz. es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-rûvi, s. 87;
el-Cezâ'irt, Tevcîhu'n-nazur-, s. 146. Es-Suyûtî'nin, el-Hattâbî'nin
tarifi ile ilgili olarak naklettiği bir itirazda İbn Cemâ'a şöyle demektedir:
"Mahreci bilinen ve ravîleri zafla şöhret kazanan hadislere mi lıasen
denir"?
[99] Bkz. İbnu's-Snlâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 28.
[100] Bkz. îbn Hacer, Nukbetu 'Lfıker şerh i, s. 33.
[101] Aynı eser, s. 39.
[102] Bkz": Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 91.
[103] Hadîsin değişik isnadlarla gelen rivayetleri için bkz.
el-Buhârî, Sahîh, I. 214; Müslim, Sahîh, I. 220. Yukarıda zikredilen rivayet
için bkz. et-Tirmizî, Sünen, I. 34.
[104] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 31-32; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvi, s. 103.
[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 37-40.
[106] Ulûmu'l-hadîs, s. 28; İbnu's-Salâh'tan naklen
el-Cezâ'irî, Tevcîhu'n-nazar, s. 148.
[107] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 39.
[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 41.
[109] Bk2. Ulâmu'l-hadîs, s. 27.
[110] Bkz. El-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdİs, s. 82. Âhâd
haberlerin makbul kısımnı dörde ayırarak dördüncü ve en aşağı kısmına hasen
li-gayrihi diyen İbn Hacer'in tarifi de buna benzer ve hakkında tevekkuf olunan
bir haberin kabul tarafını tercihe yardım eden bir karinenin bulunmasıyle onun
hasen olacağını söyler. Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 33.
[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 41-42.
[112] Bkz. El-Kifâye, s. 424-425.
[113] Aynı eser, s. 425.
[114] Şâz, güvenilir bir râvinin, cemaatın rivayetine
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir. Muhalefet
söz konusu olduğu zaman, şüphesiz, iki muhalif hadîsten birini tercih etmek
gerekir ve bu tercih de, dâima cemaatin rivayeti lehinde tecelli eder. Oysa
ziyadede muhalefet söz konusu değildir.
[115] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 77-78.
[116] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 43-45.
[117] Hadîs için bkz. Et-Tirmizî, Sünen, IV. 423; Ebû Dâvûd,
Sünen, II. 112; Ibn Mâce, Sünen, II. 167.
[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 45.
[119] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 45;
es-Suyûtî, Tedrtbu 'r-râvi, s. 152.
[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 46.
[121] Bkz. El-Buhârî, Sahih, II. 229.
[122] Bkz. Sahîh, II. 759.
[123] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 46; es-Suyûtî,
Tedrîbu 'r-râvi, s. 155.
[124] İbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 45.
[125] Bkz. IV. 135.
[126] Bkz. II. 229.
[127] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 46.
[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:46-49.
[129] Nitekim Allahu Ta'âlâ da Kurân-ı Kerîm'de, Kur'ân
âyetlerinin bir kısmını muhkem olarak isimlendirmiş, muhtelif manâlara gelmesi
muhtemel olan âyetlere de muteşâbih adını vermiştir. Kur'ân-i Kerîm'de bu konu
ile ilgili olarak gelen âyet, meâlen şöyledir: "Kitab 'ı sana indiren
O'dur. O Kitab'ın bir kısmı muhkem âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın aslıdır; diğerleri
ise, muteşâbih âyetlerdir..." (Âl-i Imrân sûresi, 7).
[130] Bkz. Eş-Şâfi'î, Kitâbu-l-umm, VII. 2-413.
[131] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvi, s. 387.
[132] Bkz. Eş-Şâfi'î, er-Risâle, s. 210 vd.
[133] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 387.
[134] "Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir: Hazreti
Peygamber, hastalığın bizzat sirayeti yoktur. Saferin hürmeti yoktur. Baykuş
ile teşe'um de yoktur, dediği zaman, bir çöl Arabi şöyle hitap etti: Yâ
Rasâlallah! öyle ise, benim geyikler gibi sağlam ve temiz develerime ne dersini
Uyuzlu bir deve gelip de sağlam develer arasına girince, onların hepsini uyuz
ediyor. Hazreti Peygamber Ârâbtye şöyle dedi: Ya ilk uyuz deveye bu hastalığı
kim sirayet ettirdi"? Hadîsin metni için bkz. Sahih, IV. 1742. Hadîsin
el-Buhârî rivayeti için bkz. Sahîh, VII. 19.
[135] Bkz. El-Buhârî, Sahîh, VII. 17.
[136] Bkz. Ulâmu'l-hadîs,--25'1.
[137] İbn Hacer'in iki hads arasındaki bu telîfi için bkz.
Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 48. Keza ibn Hacer'den naklen: E-
[138] Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 388.
[139] Es-Suyûtî, Tedrîbu'Jrâvi s- 388-
[140] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 49-56.
[141] Bkz. İbn
Manzûr, Lisânu'l-Arab, III. 61; el-Hâzimî, Kitâbu'l-i'tibâr fl'n-nâsik
ve'l-mensûh, s. 8; Pizdevî, Keşfu'l-esrâr, III. 874-875.
[142] Âl-i İmrân sûresi, 97.
[143] Abdulvahhâb HalJâf, İslâm teşrii tarihi, 16.
[144] Bakara sûresi, 185.
[145] Nİsâ sûresi, 28.
[146] Abdulvahhâb Hallâf, İslâm tesrii tarihi, 17-18.
[147] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 382.
[148] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahih, II. 672.
[149] Hadîsin çeşitli rivayetleri için bkz. Müslim, Sahih,
III. 1584-1585.
[150] Müslim, Sahih, III. 1577 vd.
[151] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 43; en-Nesâ'î,
Sünen, I. 108; et-Tirmizî, Sünen, I. 119-120.
[152] Müslim, Sahîk, I. 272-273; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 43-44;
en-Nesâ'î, Sünen, I. 105-106; et-Tirmizî, Sünen, I. 114-115; İbn Mâce, Sünen,
I. 178.
[153] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, İL 236-237; EbÛ
Dâvûd, Sünen, I. 552-553; et-Tirmizî, Sünen, III. 144-145; İbn Mâce, Sünen, I.
515.
[154] Bkz. El-Buhârî, Sahîh, II. 236-237; VII. 14-15;
Müslim, Sahîh, II. 862; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 553-554; et-Tirmizî, Sünen, III.
146; İbn Mâce, Sünen, I. 516.
[155] Bkz.
Eş-Şâfi'î,
İhtilâfu'l-hadîs,
(Kitâbu-l-Umm'un kenarında), VII.
237; el-Hâzimî,
Kitâbu'l-i'tibâr, s. 139; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 383.
[156] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 383.
[157] Hadîs için bkz. EbÛ Dâvûd, Sünen, II. 473-474;
et-Tirmizî, Sünen, IV. 49; İbn Mtv.e,Sünen, II. 121.
[158] Bkz. Et-Tirmizî, Sünen, IV. 49. Keza en-Nevevî de,
Müslim'in Sahîh'i üzerine yazdığı ş .-hinde, yukarıda zikredilen hadîse
istinaden öldürülmesi görüşünü savunan bir taifeye i , raz ederek, "bu
görüş bâtıldır; sahabenin ve daha sonrakilerin öldürülmeyeceği h ı-susundaki
icmâ'ına muhaliftir; istinad ettikleri
hadîs mensûhtur; bir cemaat om \ i
neshine icmâ'm delâlet ettiğini söylemiştir." demiştir. En-Nevevî'nin bu
konudaki görü%" için bkz. Şerh alâ Sahihi Müslim, XI. 2İ?-
[159] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:56-62.
[160] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 62-63.
[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 63-64.
[162] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 65-66.
[163] Bkz. İbnu's-Saîâh, Ulümu'l-kadîs, s. 63.
[164] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 137.
[165] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 61; el-Irâkî, et-Takyîd
ve'l-îzâh, s. 72; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 136; Fuat Sezgin, Buhari'nin
kaynakları, s. 83.
[166] Krş. El-Kâsıraî, Kavaıdu't-tahdîs, s. 165.
[167] Bkz. Fuat Sezgin, Buharinin kaynakları, s. 84-85 (İbn Hacer'in
Ta'lîk et-ta'ttk'mdan naklen).
[168] Bkz. îbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 53.
[169] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 66-68.
[170] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 118.
[171] Bkz. el-Kifaye,s. 384
[172] yûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 117.
[173] Es~Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 119.
[174] Bkz. Adı geçen eser, I. 30.
[175] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 54.
[176] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 119.
[177] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 119.
[178] Aynı yer.
[179] Bkz. Er-Risâle, s. 464.
[180] Aynı eser, s. 465.
[181] Hadîs için bkz. Mâlik, el-Muvattâ', II. 655.
[182] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 121.
[183] Ayın yer. Keza bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.
404-405.
[184] Aynı yer.
[185] Aynı yer.
[186] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 25-26.
[187] Aym yer.
[188] Es-Suyûtî, Tedrîbür-râvi, s. 123-124.
[189] Aynı eser, s. 125.
[190] Aym eser, s. 124.
[191] Aynı yer.
[192] Aynı yer.
[193] Aynı yer.
[194] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 68-74.
[195] Îbnu's-Salâh, mu'dal kelimesinin lügat yönünden aslı
güç tesbit edilen bir ıstılah olduğunu kaydeder; zira hadîsçiler kelimenin
fiil olarak kullanılışında a'dalahu
derler. Kelimenin aslı sülâsîden lâzım'dır ve elif harfinin ilâvesiyle müteaddî
olur. Bununla beraber a'dale fiili yine lâzım fiil olarak kullanılmakta ve
"kapalı, açılması güç" manâsına gelmektedir. Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s.
54. Kezabkz. es-Suyûtîi Tedrîbu'r-râuî, s. 129.
[196] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râm, s. 13.
[197] İbni HaCer'Nuhbetu'l-ftker^hi, s. 52.
[198] hadîSm tamami İÇİn bkz- Muslim> Sahth, IV. 2280.
Keza bkz. El-Hâkİm, Ma'rifet ulûmi'l-saVh- S 38~39' Îbnu's-Salâh. mu'dal olarak
rivayet edilen ilk hadîsin isnadında hem mu'd r^ he™ de HaZretİ peySamberin isminin
düşürüldüğünü ve bu sebeple onun lemi \& a gÜZeI bİr Örnek t
[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 74-75.
[200] Bkz- Îbn"'s-Salâh, Ulûmu-l-hadîs, s. 53.
[201] Bkz. Ma'rifet ulûmVİ-hadîs, s. 27.
[202] Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, I. 109;
el-Hakim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 28-29
[203] Hadîs için bkz. et-Tirmizî, Sünen, IV. 476.
[204] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 27-28;
İbnu's-Salâh, Ulûmi'l-hadîs, s. 52-53.
[205] Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Musned, II. 278,
447.
[206] Hadîsin bu rivayeti için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet
ulûmi'l-hadîs, s. 28.
[207] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 55.
[208] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 75-78.
[209] Bkz. Aynı yer.
[210] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 140.
[211] İbnu's-Salâh, Ulûmu'I-hadîs, s. 66.
[212] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu %fiker şerhi, s. 56.
[213] Aynı yer.
[214] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 78-79.
[215] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:79-80.
[216] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 140-141.
Es-Suyûtî'nin açıkladığına göre tesviye tabiri, Ibnu'l-Kattân tarafından
kullanılmıştır. Daha önceki hadîsçiler buna tecvîd diyorlardı. Cevvedehu
fulânun denildiği zaman, fulân kimsenin, isnadı güzelleştirdiği, yâni iyi
râvileri bırakıp diğerlerini isnaddan düşürdüğü kasdedilmiş oluyordu.
[217] ülûmu'l-hadts, s. 61.
[218] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 80-81.
[219] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 145.
[220] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 81-82.
[221] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 82.
[222] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 143-144.
[223] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 82-83.
[224] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 56.
[225] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadU, s. 261; es-Suyûtî,
Tedribu'r-râvi, 393-394.
[226] Bkz. Mursel Hadîsler.
[227] Bfcz. Munkatı Hadisler,
[228] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 83-84.
[229] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 84.
[230] EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kif&ye, s. 117.
[231] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvl, s. 220.
[232] Aynı eser, s. 221.
[233] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 119.
[234] Aynı yer. Keza bkz. Es-Suyûtî, Tedrlbu'r-râvl, s. 505.
[235] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 84-86.
[236] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 86.
[237] Bkz. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, VIII. 6.
[238] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, II. 705.
[239] Hadîsin tam metni için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 506;
İbn Mâce, Sünen, I. 19.
[240] Bkz. Ez-Zehebî, El-Muntekâ inin Minhâci's-sunne, s.
386.
[241] Mâlik'in bu görüşleri hakkında bkz. El-Hatîb
el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 124.
[242] ibnHace^Nukbetu'l-fiker şerhi, s. 68-69.
[243] Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 120.
[244] Aynı yer.
[245] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 86-89.
[246] Kamus tercemesi, III. 988.
[247] Aynı yer.
[248] Hadîsin çeşitli rivayetleri için bkz. El-Buhârî,
Sahîh, VI. 241; Müslim, Sahîh, I. 76.
[249] Nisa sûresi, 48.
[250] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 89-90.
[251] Bkz. Tâc, VII. 268.
[252] Aynı yer.
[253] Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.88
[254] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrlbu'r-râvi, s. 210.
[255] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 67-68.
[256] Aynı yer.
[257] Aynı yer.
[258] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 90-93.
[259] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 93.
[260] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 93.
[261] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 94-95.
[262] Es-Suyûtî, Tedrİbu'r-râvi, s. 163; keza bkz.
İbnu's-Salâh, Ulûnvu'l-hadts, s. 82.
[263] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 95-96.
[264] İhtılât, ifti'âl vezninde karışmak, imtizaç etmek
manâsında kullanıldığı gibi "bir adamın akıl ve şuuru fâsid olmak manâsına
da müstameldir. Aklı ve şuuru fesada uğramış kimse hakkında ihtalata'r-raculu
denir. (Kamus tercemesi, III. 46). Muhtalıt ise, ihtilâttan ism-i fail olup,
akıl ve şuuru fesada uğramış kimse demektir.
[265] Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, III. 70-71.
[266] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 96-97.
[267] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, II. 81; Müslim,
Sahih, IV. 2298.
[268] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 97.
[269] "Allah'a ve Rasûl'e itaat edin",
"Rasût'ün getirdiklerini alın, nehyettiklerinden de sakının", kim
Rasâl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" mealinde pek çok âyet
gelmiştir. Bu âyetler, müslümanlarm takip edecekleri yolu açıkça gösteriyordu.
[270] Ömer İbnu'l-Hattâb'm, fazla hadîs rivayet edenleri
veya rivayet ettikleri hadîslerin doğruluğunu şâhidlerle isbat edemeyenleri
şiddetle azarladığı bilmen hususİardandır. Bu konuda gelen haberler için bkz.
Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 7; İbn Adî, el-Kâmil, I. 2 b; Ebû Hatim İbn
Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhln, 10 b.
[271] Ez-Zehebî, el-Muntekâ min Minhâci's-Sunne, s. 386-387.
[272] Bkz. El-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-firak, s. 50.
[273] Bu fırkalar, Kur'ân âyetleri üzerinde yaptıkları
teviller için Kur'ân-ı Kerîm'in "muteşâbihin tevilini Allah 'tan başkası
bilmez. İlimde yüksek dereceye erişmiş olanlar ise, biz ona inandık; hepsi de
Rabbımız kalındandır, derler. Bunu akıl sahiplerinden başkası düşünmez."
(Âli Imrân sûresi, 7) mealindeki âyetini delil olarak gösterirler. Onlara göre
bu âyet "muteşâbihin tevilini Allah 'tan ve ilimde yüksek dereceye erişmiş
olanlardan başkası bilmez." manâsındadır. Bu suretle kendilerinin, ilimde
yüksek dereceye erişmiş kimseler olarak, âyetlerin tevilini yapmaya salahiyetli
kimseler olduklarına inanırlar. Bu konu ile ilgili görüşler için bkz.
el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak, s. 50; eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-nihal,
I. 122.
[274] Bu haber için bkz. Müslim, Sahih (mukaddime), I. 15;
îbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dü, I. 1, 28; el-Hatîb el-Bağ^dî,
el-Kifâye, s. 119.
[275] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 119.
[276] Bu haber için bkz. Şerhu Nehci'l-belâğa, III. 26-27.
[277] Ez-Zehebî, el-Muntekâ inin Minhâci's-Sunne, s. 48.
[278] Aynı eser, s. 88.
[279] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ûm, s. 107-108.
[280] İbmı'l-Cevzî, Mevzu 'ât, I. 340-341.
[281] Keza bkz. ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, II. 369.
[282] Es-SuyÛtî, el-Le'ali'l-masnü'a, I. 489.
[283] Aynı eser, I. 379.
[284] Aynı eser, I. 381.
[285] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, 1,346.
[286] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, II. 15-16.
[287] Aym eser, II, 17.
[288] Aym eser, II. 18.
[289] Aym eser, II. 21.
[290] Aym eser, II. 31.
[291] Aynı eser, II. 35.
[292] Aynı eser, II. 37.
[293] Aym eser, I. 133. İbnu'l-Cevzi bu hadîs hakkında şu
açıklamayı yapmıştır: Hadîs vazedilmiştir ve
râvisi Muhammed İbnu'l-Kâsım
et-Tâlkânî'nin mevzû'atmdandır.
El-Hâkim'in belirttiğine göre bu şahıs Murci'e reislerindendir;
mezhebleri adına hadîs vazederdi.
[294] Aym eser, I. 131. Ebû Hatim İbn Hıbbân'a göre hadîsin
râvisi Ebû Mutî el-Hakem İbn Abdillah, sünene düşman, Murci'e reislerinden
kezzâb (yalancı) bir kimsedir. Keza bkz. ez-Zehebî, Mizânu 'l-i 'tidâl, I. 574.
[295] Mevzû'ât, I. 133. es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnâ'a, I.
39. Ez-Zehebî, hadîsin râvisi Ahmed İbn Abdillah İbn Hâlid el-Cuveybârî
hakkında geniş bilgi vermiş ve onun, Muhammed İbn Kerrâm'ın isteği ile hadîs
vazettiğini, sonra da İbn Kerrâm'ın bu hadîsleri kendi kitaplarında
nakiettiğini söylemiştir. İbn Hıbbân
onu "deccâl", en-Nesâ'î ve ed-Dârakutnî de "kezzâb" olarak
tavsîf etmişlerdir. Yukarıdaki hadîs de İbn Kerrâm için vazettiği
hadîslerdendir. Bkz. Mîzânu'l-i'tidâl, I. 106-108.
[296] İbnu'l-Cevzî, Meuzû'ât, I. 136. Bu hadîs, Murci'enin,
"ma'sıyet (günâhı gerektiren ameller) îmana zarar vermez" görüşünü
teyîd için Munzir İbn Ziyâd et-Tâ'î tarafından uydurulmuş bir sözdür. Et-Tâ'î,
"kezzâb" olarak bilmen kimselerdendir. Bkz. ez-Zehebî,
Mîzânu'l-i'tidâl, IV. 181.
[297] Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl, IV. 145.
[298] İbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 276-277; es-Suyûtî,
el-Le'âli'l-masnû'a, II. 262.
[299] İbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 130; es-Suyûtî,
el-Le'âli'l-masnû'a, I. 37.
[300] Îbnu'l-Cevzî, Mevzû'ât, I. 107.
[301] Aynı yer.
[302] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 98-110.
[303] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnâ'a, II. 468.
[304] El-Gazalî, Faysalu't-tefrika beyne'l-îslâm
ue'z-zandaka, s. 134-135.
[305] Bkz. El-Munkızıı mine'd-dalât, s. 143-144.
[306] El-Isfahânî, el-Ağânî, VI. 132.
[307] Bkz. el-Fihrist, s. 486.
[308] Aynı yer; el-Kâsımî, Târîhu'l-Cehmiyye, s. 27.
[309] İbn Teymiye, Risâletu'l-furkân (Mecmâ'atu'r-resâ'il,
I. 137)
[310] İbnu'n-Nedîm, el-Mhrist, s: 486; İbnu'1-Esîr,
el-Kâmil, IV. 205.
[311] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 110-112.
[312] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a fi'l-ahâdisi'l-mevzû'a,
II. 468.
[313] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:112.
[314] Es-Suyûtî, el-Le'âli'l-masnû'a, II. 471.
[315] İsrâ sûresi, 79.
[316] Mustafa es-Sıbâ'î, es-Sunne ve mekânetuhû fi't-teşrî'ı'l-lslâmî, s.
102. (Es-Suyûtî'nin Tahztru'l-havâs min ekâzîbi'l-kussâs'mdan
nakledilmiştir).
[317] Aynı eserden naklen Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs
ue'l-tnuhaddisûn, s. 266.
[318] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Ba'isu'l-hasîs, s. 93.
[319] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 112-114.
[320] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 187; Ahmed Muhammed
Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 94. Bu habere göre el-Mehdî şöyle demektedir:
"Baksana, Mukâtil bana ne söylüyor. Diyor ki: Eğer istersen, senin için
Abbâs hakkında hadisler vazedeyim. Ben de ona dedim ki: Benim buna ihtiyacım
yok".
[321] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:115
[322] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 86.
[323] Aynı yer.
[324] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 184.
[325] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 115-116.
[326] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 96.
[327] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 116-117.
[328] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 178; Ahmed Muhammed
Şeikir,el-Bâ'isıı'l-hasîs, s. 89. Bunun gibi, Meysere İbn Abdi Rabbih de, Alî
İbn Ebî Tâlib'in fazîletleriyle ilgili olarak 70 hadîs uydurduğunu, bizzat
itiraf etmiştir.
[329] Bkz. Ez-Zehebî, Mizânu'l-i'tidâl, III. 230; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 185. Ez-Zehebî'nin ibn Hıbbân'dan nakline göre, Meysere,
hadîs vazettiği gibi, güvenilir kimselerden de mevzu hadîsler rivayet ederdi.
[330] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 117-118.
[331] Bkz. İbn Hamr,Nuhbetü'l-fıker şerhi, s. 58.
[332] Es-Suyûtî, Tedrîba'r-râvî, s. 181.
[333] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 118.
[334] Aynı yer ve Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs,
s. 91.
[335] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 118-119.
[336] Bkz. îbn Hacer, Nuhbetu'l-fıker şerhi, s. 60.
[337] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 152.
[338] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 119-120.
[339] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 120.
[340] Ulûm'l-hadîs, s. 68. Keza bkz. el-Hâkim, Marifet
ulûmi'l-hadis, s. 119.
[341] Ulûmu'l'hadis, s. 69.
[342] Ma'rifet ulûmıl-hadhis, s. 119.
[343] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 112; İbn Mâce,
Sünen, II. 167.
[344] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 120-122.
[345] Aynı yer.
[346] Bkz. Ulümu'l-hadîs, s. 71-72.
[347] Aynı yer.
[348] İbnu's-Salâh'm illetle ilgili bu görüşü için bkz.
Ulûmu 'l-hadîs, s. 83.
[349] Bkz. El-Irâkî, et-Takyıd ve'l-îzâh, s. 88.
[350] Bkz. Ebû Dâvud, Sünen, I. 5; İbn Mâce, Sünen, I. 129;
muhtelif rivayetler için bkz. Nesâ'î, Sünen, VIII. 178.
[351] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 152.
[352] Bkz. ibn Mâce, Sünen, II. 317.
[353] Bkz. İbn Hacer,Nuhbetu'7-fiker şerhi, s. 45.
[354] Aynı yer.
[355] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:122-125.
[356] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 161.
[357] Bkz. El-Cezâ'irî, Teucîhu'n-nazar, s. 264.
[358] Aynı yer.
[359] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadis, s. 113 vd.
[360] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 125-128.
[361] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 128.
[362] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 61.
[363] Hadîsin Tirmizî rivayeti için bkz. Sünen, V. 337.
[364] Bkz. el-Buhârî, Sahih, VIII. 21.
[365] Hadîs için bkz. Mâlik, el-Muvattâ', II. 907;
el-Buhârî, Sahih, VII. 90-91; Müslim, Sahîh,
1983' Mudrec olan hadîs ^in bkz- Mâlik*
el-Muvattâ', II. 907-908.
[366] Bk2' Ebû Dâvûd,
Sünen, 1.167.
[367] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:128-129.
[368] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahîh, I. 49; Müslim,
Sahîh, I. 215.
[369] Bkz. Es-Suyötî, Tedrîbu'r-râul, s. 175-176. Hadîs için
bkz. Ebû Dâvûd, Sünem I. 41.
[370] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 222.
[371] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 174.
[372] Mâide sûresi, 13.
[373] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 178.
[374] Aynı yer.
[375] Hadîs için bkz. Müslim, Sahîh, I. 94.
[376] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 174.
[377] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 129-133.
[378] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 191.
[379] Bkz. Müslim, Sahih, IV. 1707.
[380] Bkz. Sahih, I. 422.
[381] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 193-194.
[382] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 133-135.
[383] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu i-fiker şerhi, s. 63.
[384] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:135-136.
[385] Ekz. El-Kifâye, s. 424-425.
[386] Aynı eser, s. 425.
[387] Şâz, daha Önce de açıklandığı üzere, güvenilir bir râvinin,
cemaatin rivayetine muhalif rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı
hadîstir. Muhalefet söz konusu olduğu zaman, şüphesiz, iki muhalif hadîsten en
üstünü tercih edilir. Oysa ziyâdede muhalefet söz konusu değildir.
[388] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 77-78.
[389] Bkz. Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 41-42.
[390] Bkz. Muvattâ, I. 284. Hadîsin çeşitli rivayetleri için
bkz. EI-Buhârî, Sahih, II. 677; Müslim,
Sahih, II. 677; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 373; et-Tirmizî, Sünen, III. 61.
[391] Et-Tirmizî, Sünen, III. 61.
[392] Bkz. Sahih, I. 371. Keza bkz. el-Buhârî, Sahih, I.186
[393] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 136-139.
[394] Hadîsin İbn
Abbâs'tan gelen bir rivayeti için bkz. Et-Tirmizî, Sünen, V. 402.
[395] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 172. Râvilerin hepsinin
de sikattan olmaları dolayısıyle is-nadda görülen bu çeşit ıztırabm, hadîsin
sıhhatine zarar vermeyeceği ilk akla gelen hususlardandır ve böyle bir düşünce
makûldür. Ancak hüküm hadis üzerine taalluk etmektedir ve böyle bir tearuz
halinde hadîslerin sahih ve esah olmak üzere derecelere ayrılmaları gerekir.
Şüphesiz, râvisi yüzünden üzerinde ihtilâf edilmeyen hadîs, ihtilâf konusu olan
hadîsten daha sahihtir.
[396] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, I. 158; İbn Mâce,
Sünen, I. 301.
[397] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 85; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî,
s. 170.
[398] Çünkü bu şahıstan, İsmâ'îE'den başka hiç kimse rivayet
etmemiştir ve hem onun, hem de babasının ismi üzerinde ihtilâf olunduğu gibi,
babasından mı yoksa ceddinden mi rivayet ettiği, veya Ebû Hureyre'den rivayet
eden şahsın bizzat kendisi mi olduğu tesbît edilememiştir.
[399] Bkz. Sünen, I. 159.
[400] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 171. Şeyhülislâm
İbn Hacer'e göre bu rivayetlerin en sağlamı Bişr ve Ravh'm rivayetleridir. En
şümullüsü ise, Humeyd İbnu'l-Esved'inkidir. Mechûl râvinin ismini Ebû Amr İbn
Muhammed olarak zikreden kimse, Ebû Muhammed Amr diyen kimseden daha çok
tercihe şayandır; çünkü birincisini söyleyenler daha çoktur. Fakat isim
üzerinde ne şekilde ihtilâf edilirse edilsin, hadîsin ıztıraba misal olarak
Metinde vukubulan
ıztıraba gelince, bunun için Fâtıma Bint Kays'm şu hadîsi örnek gösterilebilir:
gösterilmesi uygun
değildir; çünkü ihtilâf yalnız bir râvi üzerindedir. Eğer bu râvi güvenilir
bir kimse ise, ismi ve nesebi üzerindeki ihtilâf zarar vermez. Sahih hadîsler
arasında buna benzer misaller mevcuttur. Nitekim İbn Hıbbân da hadîsin sahih
olduğunu ileri sürmüştür, çünkü mezkûr râvi onun nazarında sikadır. Ancak
buradaki za'f, ıs-tırabtan gayri bir yönden gelmektedir.
[401] Bkz. Et-Tirmizî, Sünen, III. 39-40; İbn Mâce, Sünen,
I. 546.
[402] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 299.
[403] Bkz. Mâlik, el'Muvattâ', I. 81.
[404] Bkz. El-Buhârî, Sahih, I. 181.
[405] İbn Abdi'l-Berr'in hadîsle ilgili görüşü hakkında bkz.
Es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 165.
[406] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:139-143.
[407] Bu kitabın bir kısmı 1326'da Mısır'da basılmıştır.
Aslı, 156 varak olarak Dâru'l-kutub-Kâhire'de bulunmaktadır.
[408] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 64-65.
[409] Bkz. Müslim, Sahih, II. 822; et-Tirmizî, Sünen, III.
132; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 567; İbn Mâce, Sünen, I. 524.
[410] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadts, s. 255; es-Suyûtî,
Tedribu'r-râvî, s. 385.
[411] Bkz. El-Buhârî, Sahih, VIII. 114-115; Müslim, Sahih,
III. 1463.
[412] Bkz. Ulûmu'l-hadis, s. 254.
[413] Bu haber için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs,
s. 152.
[414] Subhî es-Sâlih, Ulûmu'l-hadîs ve mustalahuh
(el-Hatîb'in el-Câmi li ahlâkı'r-râvi
adlı
eserinden naklen), s.
274.
[415] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulÛmi'l-kaMs, s. 152.
[416] Hadîs için bkz. El~Buhârî, Sahih, I. 127; Müslim,
Sahîh, I. 358.
[417] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 143-146.
[418] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulÛmi'l-hadts, s, 146-152; İbnu's-Salâh,
Ulûmu'l-hadîs, s. 252-256; es-Suyûtî, Tedribu'r-râuî, s. 385.
[419] İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 64.
[420] Hadîsin tam metni için bkz. El-Buhârî, Sahîh, VII. 99;
Müslim, Sahîh, I. 539.
[421] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:146.
[422] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 359.
[423] Prof. M.Tayyib Okiç, Horovitz'den naklen isnadla
ilgili şu bilgiyi verir: "Horovitz, isnad sisteminin klasik ve şark eski
çağ literatürüne meçhul kaldığım itiraf etmekle beraber, onu, yahudîlerdeki
rivayetlerin teyîd sistemine benzetmekte ve menşe itibariyle isnadın oradan
geldiğine inanmaktadır. Horovitz, hem yahudîlerde de îslâm isnadına benzer bir
sistemin mevcudiyetine işaret eder, hem de İslâm isnadının mükemmeliyeti
yüzünden, sonraları yahudîler tarafından taklîd edilmeye başlandığını itiraf
eder. Zira aynı müellif, yahudî Tal-mud literatüründeki rivayet materyaline âit
kronolojik sıraya göre tanzim işinin, ancak milâdî dokuzuncu asır sonlarında
başladığını ve bu gibi teşebbüslerin İslâm Devleti ülkelerinde vâki olduğunu
ve böylece, İslâm isnadının yahudîterin üzerindeki tesirini açıkça beyan etmiş
olur". Bkz. Bazı hadîs meseleleri üzerinde tetkikler, s. 8.
[424] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 359.
[425] Müslim, Sahih, (Neuevî şerhi), I. 44.
[426] El-Kâsımî, Kauâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.
[427] Müslim, Sahîh (Nevevî şerhi), I. 45; el-Kâsımî,
Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.
[428] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 359; el-Kâsımî,
Kavâ'ıdu't-tahdis, s. 186.
[429] El-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 186.
[430] Ahkâf sûresi, 4.
[431] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 147-148.
[432] Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhîn, v.
İla.
[433] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 28; ez-Zehebî,
Tezkiratu'l-huffaz, I. 10.
[434] Bu haberin rivayetleri için bkz. Müslim, Sahih
(mukaddime), I. 15; İbn Ebî Hatim, Kltâbu'l-cerh
ve't-ta'dîl. I/l. 28; Ahmed İbn Hanbel,
Kitâbu'l-üel, II. 79; el-Hatîb
el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 122.
[435] Haber için bkz. Muslini, Sahih (mukaddime), I. 13.
[436] Haber için bkz. Aynı yer.
[437] el-Hâkim Ebû Abdillah, Mct'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 6;
Ebû Nu'aym, Hılyetu'l-evliyâ', III. 365.
[438] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:148-151.
[439] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 151.
[440] Krş. Ibnu's-Salâh, Ulümu'l-hadîs, s. 231.
[441] Haberin tam metni için bkz. Ma'rifet ulûml'l-hadîs, s.
5.
[442] Aynı yer.
[443] Aynı eser, s. 7-8.
[444] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:151-153.
[445] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadİs, s. 231-232.
[446] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu 'l-fiker şerhi, s. 79-80.
[447] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 360.
[448] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 360.
[449] Bkz. Ma'rifH ulûml'l-hadîs, s. 9.
[450] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 78.
[451] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s, 11.
[452] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:153-155.
[453] Bkz. Sünen, IV. 224.
[454] Yedi veya dokuz kişilik bu rivayet, Hicrî 806
senesinde vefat eden el-Irâkî'ye göredir. Bkz. Et-Takyîd ve'l-îzâh
(Ulûmu'l-hadîs'le birlikte, Haleb 1350), s. 217-218.
[455] Aynı yer.
[456] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s.234; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s.363-364; İbn Hacer, Nuh-betu'l-fiker şerhi, s. 81.
[457] Ibnu's-Salâh, Ulûmu't-hadîs, s. 235-236.
[458] Aynı yer.
[459] Ihtilât, "bir adamın akıl ve şuuru fâsid olmak
manâsında müstameldir. Aklı ve şuuru fesada uğramış kimse hakkında
ihtalata'r-raculu denir". Bkz. Kamus tercemesi, III. 46.
[460] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 266-267.
[461] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 155-158.
[462] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 159.
[463] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 160.
[464] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 160-162.
[465] Bkz. El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma 'rifet ulûmi 'l-hadıs,
s. 19.
[466] Bkz. El-Cezâ'irî, Tevcîhu'n-nazar, s. 67.
[467] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 162-163.
[468] Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî, s. 117.
[469] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:163.
[470] Ei-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 17-19.
[471] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 108.
[472] Bkz. El-Kifâye, s. 21; keza bkz. Es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 107.
[473] El-Kifâye, s. 21.
[474] Bkz. Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 79.
[475] Aynı yer.
[476] Aynı yer.
[477] Aynı yer.
[478] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:163-166.
[479] Bkz. El-Buhârî, Sahih, IV. 189.
[480] Al-i Imrân sûresi, 110.
[481] Bakara sûresi, 143.
[482] Fetih sûresi, 18.
[483] Tevbe sûresi, 100.
[484] Haşr sûresi, 8.
[485] Tevbe sûresi, 20.
[486] Bakara sûresi, 218.
[487] Alî Imrân sûresi, 195.
[488] Haşr sûresi, 9.
[489] Enfâl sûresi, 74.
[490] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 167-169.
[491] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 169-170.
[492] Bkz. Es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 405-406.
[493] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 170.
[494] Bkz. Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 210;
M. Zubeyr Sıddîkî, Hadîs Edebiyatı târihi, s. 41.
[495] M. Zubeyr Sıddîkî, adı geçen eser, s. 41-45.
[496] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 170-171.
[497] Bkz. Tedrlbu'r-râvî, s. 401-403.
[498] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 172.
[499] Bkz. Ma'rifet uiûmi'l-kadîs, s. 42.
[500] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 416.
[501] Aynı yer.
[502] Tevbe sûresi, 100.
[503] Müslim, Sahih, IV. 1962-1963.
[504] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 173-174.
[505] Bkz. Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 42.
[506] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 274-275.
[507] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 421.
[508] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 174-175.
[509] Bkz. Es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 419.
[510] Aynı eser, s.
420.
[511] Bkz. El-Irâkî,
et-Takyîd ve%îzâh, s. 282.
[512] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 175-176.
[513] El-Hâkim Ebû
Abdillah, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 18.
[514] Aynı eser, s.
17.
[515] Er-Râmahurmuzî,
el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvİ ve'l-vâ% s. 611-613.
[516] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 176-177.
[517] El-Hatîb
el-Bağdâdî, el-Kıfâye, s. 23-24.
[518] Ibnu's-Salâh,
Ulûmu'l-hadîs, s. 114; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 197.
[519] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 177.
[520] Bkz.
EI-CezâTirî, Tevcîhu'n-nazar, s. 26.
[521] Bkz.
El-Mustasfâ, I. 157.
[522] El-Kifâye, s.
80-81.
[523] El-Âmidî, el-Ihkâm fî usûli'l-ahkâm, II. 110.
[524] Aynı yer.
[525] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 82.
[526] Bilâl el-Habeşî, Hazreti Peygamberin müezzinidir.
Tercemesi için bkz. İbn Hacer, el-İsâbe fi temyizi's-sahâbe, I. 170.
[527] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 82.
[528] Aynı yer.
[529] Aynı yer.
[530] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 95; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 199.
[531] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 177-180.
[532] El-Cezâ'iri, Tevcthu'n-nazar, s. 32.
[533] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 180-181.
[534] Aynı eser, s. 54.
[535] Aynı eser, s. 55.
[536] Küçük yaşta Hazreti Peygamberden hadîs hıfzeden diğer
sahabîler için bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 54. (Bâbu mâ câ'e fi
sıhhati semâ'ı's-sağîr).
[537] Bkz. El-Kifâye, s. 55.
[538] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 181-182.
[539] Kâmûs tercemesi, I. 866.
[540] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 101.
[541] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:182-183.
[542] Bkz. Müslim, Sahih (mukaddime),
[543] En-Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, I. 107.
[544] El-Cezâ'irî, Tevd.hu'n-nazar, s. 114.
[545] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:183-184.
[546] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 105-106;
îbnuVSalâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 119-120; es-Suyûtî, Tedribu'r-râvt, s. 204.
[547] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:185.
[548] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 107-108.
[549] Aynı yer.
[550] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:185-186.
[551] Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu't-târih ve'l-mecrâhîn, v.
18 b.
[552] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 116.
[553] Aynı eser, s. 117.
[554] Aynı yer.
[555] Aynı eser, s. 118. Bu gibi râvilerin cerhine ve
ebediyyen terkine sebep olan yalancılık, hiç şüphesiz kasde dayanan yalancılıktır.
Bununia beraber "rivayetinde hatâ yaptığını ve yalanı
kasdetmediğini" söyleyen kimseler için durum farklıdır. Bunların gerçekten
yalanı kasdetmedikleri anlaşılırsa, tövbe etmelerinden sonra rivayetlerinin
alınması mümkün olur.
[556] Bu şahıs hakkında bkz. ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl,
IV. 263.Burada isim İbn Mitrak olarak verilmiştir.
[557] Bkz. El-Kıfâye, s. 115.
[558] El-Kifâye, s. 141.
[559] Aynı yer.
[560] Aynı eser, s. 143.
[561] Aynı yer.
[562] Aynı eser, s. 236.
[563] îbn Hıbbân, Kitâbu't-târîh ve'l-mecrûhîn, V. 22 b. Bu şahsın,
Enes İbn Mâlik'in sahabî olduğunu ve Serik'ten hadîs nakletmesinin imkânsız
bulunduğunu düşünemeyecek kadar câhil olduğu görülmektedir. Şerîk ibn Abdillah
en-Naha'î 177 senesinde vefat etmiştir.
[564] Aynı eser, v. 23 a.
[565] Aynı eser, v. 24 a.
[566] Aynı eser, v. 25 a.
[567] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Mudelles
Hadîsler.
[568] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 186-191.
[569] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadis, s. 133-137;
es-Suyûtî, Tedribu'r-râvî, s. 229-236.
[570] Cerh ve ta'dîl
için kullanılan diğer tabirler hakkında bkz. Ahmed Muhammed Şâkir,
el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 117-118.
[571] Es-SuyÛtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 233.
[572] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 191-192.
[573] Hadîsin değişik
rivayetleri için bkz. Et-Tirmizî. Sünen, V. 34; Ebû Dâvûd, Sünen, II. 289; İbn
Mâce, Sünen, I. 102.
[574] Es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râuî, s. 333.
[575] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 203; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 332.
[576] Cemalu'd-Dîn el-Kâsımî, Kavâ'ıdu't-tahdîs, s. 218,
(El-Gazâlî, el-Edeb fi'd-Dîn, s.5 'ten nakledilmiştir).
[577] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 205; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 333; Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'İ-hasis, s. 171.
[578] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'i-hadîs, s. 205; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 333; Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. s. 172.
Mâlik İbn Enes, meclisinde birisinin sesini yükselterek konuştuğunu görünce ona
şöyle hitap ederdi: "Allahu Ta'âlâ buyurur ki: ..(Hucurât sûresi, 2); onun
hadîsi zikredilir-ken kim sesini yükseltirse, onun sesi üzerine yükseltmiş
olur".
[579] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 193-194.
[580] İbnu's-Salâh, Ulûmu'İ-hadis, s. 203.
[581] Aynı eser, s. 204.
[582] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:194-195.
[583] Es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî, s. 505.
[584] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadis, s. 382; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 505.
[585] Bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu 'z-zuııûn, II. 2019-2020.
[586] Aynı eser, I. 418.
[587] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:195-196.
[588] Bkz. en-Neysâbûrî, Ma'rifet ulûmi'l-hadıs, s. 23-24.
[589] Aynı eser, s. 41-42.
[590] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 196-198.
[591] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 198.
[592] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 451.
[593] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 322.
[594] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:199-201.
[595] İbnu's-Salâh'm, "bize ulaştığına göre Ebû Hatim
İbn Hıbbân'ın bir kitabı vardır" dediği gözönünde bulundurulursa (bkz.
Ulûmu'l-hadîs, s. 303 keza bkz. el-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s.
90-91), İbn Hıbbân'dan başka bu sahada kitap telîf eden bir kimsenin bulunmadığı,
yahut bulunsa bile bilinmediği anlaşılır.
[596] Et-Takyîd ve'l-îzâh için bkz. Ulûmu'l-hadîs, Haleb
1350 baskısı s. 327.
[597] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 201.
[598] Bkz. Kâmûs tercemesi, I. 491.
[599] Bkz. Ez-Zehebî, Mîzânu'l-i'tidâl: Abbâd İbn Ebî Salih es-Senımân,
II. 10 İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl: Abbâd İbn Zekvân, ve huue İbn
Ebî Sâlik. Ve yukalu li-Abdillah Abbâd...III /1,78.
[600] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-ravî, s. 459.
[601] Bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûml'l-hadîs, s. 210;
el-Hâkim'den naklen es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 459.
[602] Ebû Bekr eş-Şîrâzî (Ö. 411), Ebu'1-Fadl el-Felekî (Ö.
427,8), Ebu'l-Ferec Îbnu'l-Cevzî ve Şeyhülislam İbn Hacer gibi bazı imamlar bu
konuda kitap telîf etmişlerdir. Eş-Şîrâzî'nin Munteha'l-kemâl fi ma'rifet
elkâbi'r-ricâl adlı kitabının, İbn Hacer
ve el-Pelekî'nin teliflerinden önce iki büyük kitap olduğu söylenir. İbn Hacer,
kendinden Önceki teliflerin hulâsasını cemederek bazı ilâveler yapmış ve
kitabına Nuzhetu'l-elbâb adını vermiştir. Es-Suyûtî'nin de bu konuda Keşfu'n-nikâb
anı'l-elkâb adlı bir kitabı vardır. (Bkz. El-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa,
s. 90).
[603] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 201-203.
[604] İbnu's-Salâh, Ulûmu 7-hadîs, s. 310.
[605] Bu ismin Sellâm olduğu da söylenmiştir. İbn Ebî Hatim
bu görüşü ileri sürmüştür. Fakat İbnu's-Salâh'a göre doğru olanı Selâm'dır.
Zira Guncar'm Târîhu Buhârâ'da. zikrettiği şahıs budur ve onun kendi
memleketinden olan bir kimseyi herkesten daha iyi bilmesi tabiîdir. (Bkz. Ulûmu'l-hadls, s. 310). El-Irâkî'ye göre ismi Sellâm
okuyanlar, Muhammed İbn Sellâm
İbni's-Seken el-Bîkendî adındaki
diğer bir şahısla
karıştırmaktadırlar. (Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 465).
[606] Et-Taberânî bu isme ha' ilâve ederek Selâme okumuştur.
(Bkz. Aynı yer).
[607] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s. 466.
[608] El-Irâkî, et-Takyîd ve'l-îzâh, s. 336.
[609] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 312.
[610] Tedrîbu'r-râvî, s. 469.
[611] El-Irâkî, Salim ve Selm isimlerini mu'telif arasında
zikreden İbnu's-Salâh'a itirazia "mu'telifve muhtelif sahipleri Sâlim'deki
i^i/ harfinin fazlalığı dolayısıyle, bu iki ismi kitaplarında
zikretmemişlerdir. Bunları yalnız el-Meşârik sahibi zikretmiş, İbnu's-Salâh da
ona tâbi olmuştur. Aslında bu iki isim hat yönünden aynı değildir." demiştir.
(Bkz. Et-Takyîd ve'l-tzâh, s. 348). Es-Suyûtî ise, el-Irâkî'nin bu görüşüne
işaretle u tirazda bulunmuştur: "İki ismin hat yönünden aynı olmadığını
ileri sürmek doğru değildir. Zira hat ilmindeki kaideye göre üç harfin
üstündeki alemlerde Elif dâima hazfedilmiştir: Mâlik -Malik, Salih - Salih
gibi. Salim de bu kabildendir. (Bkz. Tedrİbu'r-râuî, s. 475).
[612] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 475.
[613] El-Irâkî, Yahya İbn Bişr el-Harîrî'nin, el-Buhârî ve
Müslim'in şeyhi olduğuna dâir İbnu's-Salâh tarafından ileri sürülen görüşe
itiraz ederek bu şahıstan yalnız Müslim'in rivayet ettiğini, el-Buhâri'nin
rivayet ettiği şahsın ise, Yahya İbn Bişr el-Belhî olduğunu, bu bakımdan,
Müslim'in şeyhi Yahya ibn Bişr ile el-Buhârî'nin şeyhi Yahya İbn Bişr'in ayrı
tarihlerde vefat etmiş, ayrı beldelere mensup kimseler olduklarını söyler. Bu
konuda daha geniş bilgi için bkz. el-Irâkî, et-Takyîd ue'l-îz&h, s.
353-355.
[614] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 203-208.
[615] El-Irâkî bu ismi ayrı bir kısım olarak zikretmiştir.
Zira burada müttefik olan künye ile baba ismidir, nisbet değildir. Bkz.
et-Takyîd ve'l-îzâh, s. 358.
[616] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 209-211.
[617] Bkz. Târİhu Bağdâd, XIII. 63.
[618] Aynı eser, XIII. 54.
[619] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 212-213.
[620] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 213-214.
[621] Mâlik îbn Enes'e, sika (güvenilir) olduğu halde,
hadîslerini hıfzetmeyen kimselerden hadîs rivayet edilip edilmiyeceği sorulduğu
zaman şu cevabı vermiştir: "Hayır, alınmaz. Elinde itimad edilir bir kitap
da olsa alınmaz; çünkü geceleyin hadîsleri arasına bir şeylerin ilâve
edilmesinden korkulur". Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 227;
es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 307.
[622] Meselâ Abdullah İbn Lehî'a'ya ellerinde bir kitapla
gelirler ve ondan işittiklerini söy-liyerek bu hadîsleri ondan rivayet
edeceklerini bildirirler, o da, peki diye cevap verirdi. Halbuki kitapta ona
âit tek bir hadîs dahî bulunmazdı. Bkz. El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 152.
[623] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 186-187; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 309; Ahmed Mu-hammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-hasîs, s. 156.
[624] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 187; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 309.
[625] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 188; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 310. Bu hususta gelen çeşitli haberler için bkz. El-Hatîb
el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 319-321.
[626] İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 188.
[627] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 234.
[628] Aynı yer.
[629] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 191. İsma'îl İbn Ebi
Hâlid, çok lâhin yapanlardan birisi idi. Huşeym'den nakledilen bir haber,
burada lâhnin güze! bir örneğini teşkil eder. Hu-şeym der ki: İsma'îl Ebî Hâlid,
Hazreti Peygamberin ashabına mülâkî olmuş fâhışul-lahn bir kimse idi ve çok
defa şöyle derdi: Haddesenâ fidan an ebâhu.
[630] Bkz.
Ulûmu'l-hadîs, s. 191.
[631] Aynı yer.
[632] Aynı eser, 194.
[633] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 321.
[634] İbnu's-Salâh,
Ulûmu'l-hadîs, s. 195;
es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvi, s.
322; el-Hatîb el-Bağdâdî,
el-Kifâye, s.
[635] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 214. Burada
el-Hatîb, Hemmâm İbn Munebbih'İn nüshası gibi diğer bazı nüshaların daha
isimlerini verir. Meselâ Ebu'l-Yemân - Şu'ayb -Ebu'z-Zinâd - el-A'rec - Ebû
Hureyre ve yine Ebu'l-Yemân - Şu'ayb - Nâfi' - İbn Ömer is-nadlarıyle gelen
nüshalar bunlardandır.
[636] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 198; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 326,
[637] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.214.
[638] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 213-214,
[639] Aynı yer ve Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 199.
[640] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 200.
[641] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 214-219.
[642] Aynı eser, s. 173.
[643] Aynı eser, s. 176.
[644] Aynı eser, s. 173. Burada hadîsin başka varyantları da
zikredilmiştir.
[645] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 219-220.
[646] Aynı eser, s. 204.
[647] Aynı eser, s. 205.
[648] Aynı eser, s. 207.
[649] Aynı eser, s. 200. Hadîsin bir başka varyantında
Hazreti Peygamber "helâli haram, haramı helâl kılmadığınız ve manâda da
isabet ettiğiniz zaman rivayet etmenizde bir beis yoktur" buyurmuştur.
[650] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 171.
[651] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:220-222.
[652] Bkz.
Nuhbetu'l-fıker şerhi, s, 82.
[653] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 222.
[654] Aynı eser, s. 278.
[655] Aynı yer.
[656] Bkz. El-Irâkî, et-Takyîd ve'l-tzâh, s. 290-291.
[657] İbnHacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 82.
[658] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 222-224.
[659] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 225.
[660] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 281; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 431.
[661] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 225-226.
[662] İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 283; İbn Kesîr,
İhtisâru ulûmi'l-kadîs, s. 230.
[663] Bu tenkidler hakkında daha geniş bilgi için bkz. Talât
Koçyiğit, Hadis tarihi, s. 44-48.
[664] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbıı'r-râuî, s. 434.
[665] Aynı eser, s.
436.
[666] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 226.
[667] Bkz. Aynı eser, s. 438.
[668] Aynı yer
[669] İbni Hacer, Nuhbetu'l-fiker şerhi, s. 84.
[670] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 227.
[671] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 228.
[672] Misal olarak zikrettiğimiz bu hadîsler ve diğer
örnekleri için bkz. El-Hâkim, Ma'rifet ulûmi'l-hadîs, s. 29-34.
[673] İbn Kesîr'in bu konudaki görüşü hakkında bkz. İhtisara
ulûmi'l-hadîs, s. 189.
[674] Bkz. Nuhbetu'l-fıker şerhi, ş, 86.
[675] Bkz. Tedrîbu'r-râvî, s. 381.
[676] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 228-232.
[677] El-Buhârî, Sahih, I. 27. O sıralarda Abdullah İbn
Uneys'in Şam'da bulunduğuna ve Câbir'in Şam'a seyahat ettiğine dâir mufassal
haber için bkz. İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 93.
[678] îbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 93-94.
[679] Aynı yer.
[680] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 233-235.
[681] Zkz. El-İlma, s. 69.
[682] Ekz. Ulûmu'l-hadîs, s. 118.
[683] Ekz. Et-Kifâye, s. 284.
[684] Aynı yer.
[685] Aynı eser, s. 286.
[686] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 114-11;'.
[687] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 235-237.
[688] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, YIL 168; Kamus tercemesi,
II. 1266.
[689] Bkz. Fethu'l-bâri bi-şerhı SardhVl-Buhâri, I, 110,
[690] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 122; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 242.
[691] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 243.
[692] Hadîsin tam metni için bkz. El-Buhâri, Sahih, I. 23.
Adam bu sualden sonra Hazret) Peygambere, namazı, orucu ve zekâtı da emredenin
Allah mı olduğunu sormuş, hepsinde de Hazreti Peygamberden "evet"
cevabını alınca "sen ne getirdin ise, ben ona îman ettim. Kavmimin geride
kalanlarının elçisi benim. Ben, Sa'd İbn Bekr oğullarından Zımâm îbn
Sa'lebe'yim" diyerek sözlerini tamamlamıştır,
[693] Bkz. El'Muhaddisu't-fâsü beyne'r-râvî ve'l-vâ'î, s.
428-429.
[694] Aynı yer.
[695] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 244.
[696] Bkz. El-Kifâye, s. 274.
[697] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulûmu't-hadîs, s. 122; en-Nevevî,
Takrîb ve şerhi Tedrîbu'r-râvî, s. 244.
[698] Bkz. El-Hatîb, el-Kifâye, s. 276.
[699] Aynı eser, s. 277.
[700] Aynı eser, s. 278.
[701] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râuî, s. 244.
[702] Bkz. El-Kifâye, s. 272.
[703] Es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 244.
[704] Aynı yer.
[705] Bkz. İlmu's-Saiâh, Ulûma'l-hadİs, s. 125; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 247. El-Kâzî Iyâz'ın görüşü/Km lık/. vi-lMıâ' ilâ ma'rifet
usâli'r-riuâye, s. 75-76.
[706] I',k^ Kt-Hatîb el-Bağdâdf, el-Kifâye, s. 297;
es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, s. 245.
[707] Hîiz.
Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-rdvî, s. 245; Et-Tahâvî, bu konuda bir de cüz telîf
etmiştir.
[708] Aynı yer.
[709] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 123; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 246.
[710] Bkz. El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma'rifet ulûmi'1-badîs, s.
260. Keza bkz. İbmı's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 126; es-Suyûtî, Tedrtbu'r-râvî,
s. 248-249.
[711] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 249.
[712] Aynı eser, s. 251.
[713] Aynı eser, s. 252.
[714] Aynı yer.
[715] Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 237-243.
[716] Bkz. Kâmûs
tercemesi, II. 787.
[717] tbnu's-Salâh,
Ulûmu'l-hadîs, s. 145; keza bkz. EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 311-312.
[718] Es-Suyûtî,
Tedrîbıı 'r-râvî, s. 268.
[719] Aynı eser, s. 256.
[720] Bkz. El-Kif&ye, s. 311.
[721] Aynı eser, s.
312-313.
[722] Aynı yer.
[723] Aynı eser, s. 316.
[724] Aynı eser, s. 317.
[725] Aynı eser, s. 314.
[726] Aynı yer.
[727] Bkz. Îbmı's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136-137.
[728] Aynı yer.
[729] Blsz. Nuhbetu'l-fikerşerhi, s. 90.
[730] Aynı yer.
[731] Bkz. Ulûmu 't-hadîs, s. 137. Keza bkz. es-Suyûtî,
Tedribu 'r-râvî, s. 140-141.
[732] Bkz. İbnu's-Salâh, Ulâmu'l-hadîs, s. 140-141.
[733] Aynı yer.
[734] Aynı yer ve es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 262-263.
[735] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136-140; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 260.
[736] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 136; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvî, s. 258.
[738] Bkz. El-Kâzî
Iyâz, el-İlmâ', s. 106.
[739] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 142.
[740] Aynı eser, s.
136.
[741] Aynı eser, s. 137.
[742] Bkz. Es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râvi, s. 262.
[743] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 265.
[744] Aynı yer.
[745] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 243-253.
[746] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahih, 1. 23.
[747] Aynı yer.
[748] Mecal, mecellenin çoğulu olup, içerisinde hikmet
yazılı sahîfe veya kitap manâsına gelir.
[749] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 269.
[750] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîhu'ı-râvî, s. 271.
[751] Aynı yer.
[752] İbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadts, s. 149; es-Suyûtî,
Tedrîbu'r-râuî, s. 273.
[753] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 253-255.
[754] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râui, s. 278.
[755] Bkz. EI-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 345.
[756] Aynı eser, s. 342.
[757] Aynı yer.
[758] Aynı yer.
[759] Aynı eser, s. 344.
[760] Her İki haber için bkz. aynı yer.
[761] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 255-257.
[762] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 280.
[763] Bkz. Er-Râmahurmuzî, el-Muhaddisu'l-fâsıl, s. 451..
[764] Bkz. El-Mustasfâ, I. 165.
[765] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 257-258.
[766] Bkz. El-îlmâ', s. 115.
[767] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 157.
[768] Es-Suyûtî, Tedrîbu 'r-râvî, 281.
[769] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 258-259.
[770] Bkz. Ulûmu'l-hadîs, s. 158.
[771] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 259.
[772] Nisa sûresi,
102.
[773] El-Buhârî,
Sahîh, I. 155. (Sallû kemâ ra'eytumûnî usallî).
[774] Aynı eser, II.
132.
[775] Cum'a sûresi,
9.
[776] Bakara sûresi, 43, 83, 110; Tövbe sûresi, 103.
[777] El-Buhârî,
Sahîh, II. 120.
[778] Âl-i Imrân
sûresi, 97.
[779] Nahl sûresi, 44.
[780] Aynı sûre, 64.
[781] Haşr sûres, 7.
[782] A'râf sûresi, 157.
[783] Âl-i İmrân sûresi, 32.
[784] Nisa sûresi, 80.
[785] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 261-264.
[786] Hadîs için bkz. El-Buhârî, Sahih, I. 31; Ahmed ibn
Hanbel, Musned, II. 373.
[787] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 264-265.
[788] El-Belâzurî, Futûhu'l-buldân, s. 452.
[789] Aynı eser, s. 458.
[790] Ankebüt sûresi, 48.
[791] Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huff&z, I. 116.
[792] El-Belâzurî,Futûhu'l-buldân, s. 458.
[793] Aynı eser, s. 460.
[794] Aynı yer.
[795] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 265-267.
[796] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 29-32.
[797] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 267-269.
[798] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-dm, s. 65.
[799] Aym eser, s. 86; İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-dm, I.
70; el-Aynî, Umdetu'l-kârî, I. 563.
[800] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 72; ez-Zehebî,
Târîhu'l-İslâm, III. 38.
[801] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 269.
[802] İbn Sa'd, Tabakât, VTI/2, 189; ez-Zehebî, Târîhu'l-İslâm,
III. 38.
[803] îbn Sa'd, Tabakât, VII/2, 189; ez-Zehebî,
Târîhu'l-İslâm, III. 38.
[804] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 269-271.
[805] İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, II. 43; el-lsâbe, I. 213.
[806] îbn Sa'd, Tabakât, VII/2, 1; İbn Ebî Hatim,
Takdimetu'l-cerh, s. 46; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 354; îbn Hacer,
Tehzİb, V. 27; VIII. 355; ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 116; TâHhu'l-İslâm,
IV. 296; Tehzîbu'l-esmâ' II. 58.
[807] İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dil, II/l, 136.
[808] Aynı yer ve el-Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr, II/2, 354.
[809] Ez-Zehebî, Tezkiratu'l-huffâz, I. 116; Târîhu'l-İslâm,
IV. 296.
[810] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 354; Ahmed İbn
Hanbel, Kitâbu'l-ılel, II. 34.
[811] İbn Ebî Hatim, Takdimetu'l-cerh, s. 46; Kitâbu'l-cerh
ve't-ta'dîl, II/l, 475; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 355.
[812] îbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IV. 224.
[813] İbn Bbî Hatim, Kitâbu 'l-cerh ve't-ta'dîl, II/l, 136.
[814] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 271-273.
[815] Bakara sûresi, 159-160.
[816] El-Buhârî, Sahih, I. 37-38; Ahmed İbn Hanbel, Musned,
II. 240, 274; îbn Hacer, el-İsâbe, VII. 203.
[817] El-Buhârî, Sahîh, I. 31; Ahmed İbn Hanbel, Musned, II.
373.
[818] El-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 42.
[819] Aynı eser, s. 33, 34.
[820] İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 74.
[821] Ahmed İbn Hanbel, Kitâhu'l-ılel ve ma'rifeü'r-ricûl,
I. 42-43; İbn Sa'd, Tabakât, VII/1, 162; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s.
275; İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, I. 470.
[822] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 273-275.
[823] Müslim, Sahih, V. 115; Ebû Dâvûd, Sünen, II. 275;
Ahmed ibn Hanbel, Musned, I. 81, 102, 118, 119, 126; Ebû Ubeyd el-Kâsım İbn
Sellâm, Kitâbu'î-emvâl, s. 494; ez-Zehebî, Tez-kiratıı'l-huffâz, I. 12; Târîhu'l-İslâm,
II. 199.
[824] İbn Ebî Hatim, Takdimetu'l-cerh, s. 130.
[825] Bkz. Tabattât, Vl. 116.
[826] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 275-276.
[827] İbn Hacer, el-îsâbe, III. 130; İbnu'I-Esîr,
Usdu'l-gâbe, II. 354.
[828] Aynı yer ve îbn Hacer, Tehzîb et-Tehzîb, IV. 236,
[829] El-Buhârî, et-Târîhu'l-Kebîr, 1/1, 26.
[830] İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, IV. 198.
[831] Aynı eser, III. 135.
[832] Aynı eser, II. 94 ve İbn Ebî Hatim, Kitâbu'l-cerh
ve't-ta'dü, II/2, 186.
[833] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 276.
[834] Er-Râmahurmuzî, el-Muhaddisu 'I-fasıl, s. 367;
el-Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu 'l-ılm, s. 95-96.
[835] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 276-277.
[836] Kelimenin manâsı için bkz. îbn Manzûr, Tâcu'l-arûs,
IX. 204.
[837] İbn Sa'd, Tabakât, VII/2,189; ez-Zehebî,
TâHku'l-lslâm, III. 38.
[838] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 278-279.
[839] Bu haber için bkz. Ebû Nu'aym, Hılyetu'l-euliyâ', III.
363; İbn Abdi'1-Berr, Cami' beyâni'l-ılm, I. 76; İbn Kesîr, el-Bidâye
ve'n-nihâye, IX. 345; el-Kettânî, er-Risâletu%tnustatrafa, s. 4.
[840] El-Kettânî, er-Risâletu'L-mustatrafa, s. 4.
[841] Ebû Nu'ayra, Hılyetu'l-evliyâ', III. 360; ez-Zehebî,
Tarihu'l-İslâm, V. 145; ibn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IX. 448.
[842] İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, IX. 448.
[843] Ez-Zehebî, Târîhu'Uslâm, V. 137; Tezkiratu'l-huffâz,
I. 109.
[844] Tercemesi için bkz. İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzib, VII.
475-478.
[845] Bu haber için bkz. İbn Sa'd, Tabakât, II/2, 134;
el-Buhârî, Sahih, I. 33; el-Buhâri, mezkûr haberi bâb başlığından sonra ta'lîk
etmiş, îbn Hacer de Şerh'inde (Fethu'l-bârî, I. 140) bunun, tedvinin
başlangıcına delâlet ettiğini söylemiştir. Ed-Dârimî, Sünen, I. 126; el-Hatîb
el-Bağdâdî, Takyîdu'l-ılm, s. 105-106; ei-Herevî, Zemmu'l-kelâm, I. 70.
[846] Bkz. Takyîdu'l-dm, s. 106.
[847] Bkz. Tenvlrtı'l-havâlik (mukaddime), s. 6.
[848] îbn Abdi'1-Berr, Camı beyâni'l-ılm, I. 78.
[849] Bkz. Es-Suyûtî, Tenvîru'l-havâlik, I. 6; el-Kettânî,
er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 4.
[850] Bkz. İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, XII. 39.
[851] Ebû Nu'aym, Hdyetu'i-evliyâ', III. 361; îbn Kesîr,
el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344; ez-Zehebî, Târîhu'l-îslâm, V. 141.
[852] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 279-282.
[853] Bkz. El-Muhaddisu'l-fâsd beyne'r-râvî ve'l-uâ'î, s.
611-613.
[854] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 282-283.
[855] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 283.
[856] Bkz. El-Kettânî, er-Risâletu'l-mustatrafa, s. 79.
[857] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 284.
[858] Bkz.
El-Kettânî,
er-Risâletu't-nıustatrafn SZ.
El-Kettanı'nın ifadesine göre, Sünen,hadısçılerın ıstı ahmda, .man taharet,
salât, zekât gibi filan bâblarına göre tertip edilmiş kitaplardır Onlarda
mevtti denen haberlerden hiçbir şey bulunmaz; zira mevkuf, on-larm ıstılahında
sünnet olarak isimlendirilmez.
[859] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 284-285.
[860] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 285-286.
[861] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 286,
[862] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 286-287.
[863] Hedyu's-sârî, 1.4.
[864] Es-Suyûtî, Tenvîru'l-havâlik, s. 7.
[865] Aynı yer.
[866] Îbnu's-Salâh, Ulûmu'l-hadîs, s. 14; İbn Kesîr,
İhtisara ulûmi'l-hadîs, s. 31.
[867] Aynı yer.
[868] Es-Suyûtî, Tcııvîru'l-havâlik, s. 8.
[869] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 287-288.
[870] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 288-289.
[871] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 289.
[872] Ez-Zehebî, Târthu'l-İslâm, (Ahmed M. Şakir neşri
Musned içerisinde, I. 58-131)
[873] ibn Kesir, el-Bidâye, X. 326.
[874] Îbnu'l-Cevzî, Menâkıbu 'l-İmam Ahmed, s. 69.
[875] Ebû Mûsâ
el-Medînî, Hasâ'isu'l-Musned (Ahmed
M. Şâkir tarafından Musned mukaddimesinde nakledilmiştir.), I. 23; keza
bkz. es-Suyûtî, Tednbu'r-râui, s. 101.
[876] Bkz. İhtisâru ulâmi'l-hadîs ma'a şerhıh
el-Bâ'isui-hasis, s. 33-34; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-
râvî, s. 101.
[877] İbnu'l-Cezerî, el-Mus'adu'l-Ahmed fi hatmi
MusnedVl-îmam Ahmed (Ahmed M. Şâkir tarafından Musned neşrinde
nakledilmiştir.), I. 29.
[878] Ebû Musa el-Medînî, Hasâ'isu'l-Musned, I. 21.
[879] Aynı yer.
[880] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 100.
[881] İbn Hacer'in bu
eseri el-KauLu'l-musedded fi'z-zebbi ani'l-Musned adı ile şöhret kazanmıştır.
[882] Es-Suyûtî, Tedrîbu'r-râvî, s. 101.
[883] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 289-293.
[884] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 293-294.
[885] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 294.
[886] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 295.
[887] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 295-269.
[888] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 296-297.
[889] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 297.
[890] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 297.
[891] El-Cezâ'irf, Tevcîhu'n-nazar, s.
[892] Aynı yer.
[893] Aynı eser, s. 90.
[894] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 297-300.
[895] Müslim, Sahîh (mukaddime), ı. 4-5.
[896] Bkz. Nuhbetu 'l-fıker şerhi, s. 37-38.
[897] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 300-302.
[898] Tezkiratu'l-huffâz, II. 1072-1073.
[899] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 302.
[900] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: 302-303.
[901] Bkz. Aynı eser, I. 637, 686.
[902] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:303.
[903] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları:303-308.
[904] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları: